Yüce Allah’ın
Kelam ve Muhabbet Sıfatları
Halil’lik
Muhabbet’ten Daha Özel Bir Makamdır
Meleklere,
Kitaplara ve Peygamberlere İman
Ehl-i
Sünnet’in İnancı Peygamberlerin Getirdiklerine Tabî Olmaya Dayanır
Melekler ve
Yapmakla Görevli Oldukları İşler:
Melek
Kendisini Elçi Gönderenin Emrini Yerine Getiren Bir Rasûldür
Meleklerden ve
Mertebelerinden Söz Eden Buyruklar
Allah Hakkında
İleri Geri Konuşmak Ve Dini Hakkında Tartışmak
Kur’ân
Hakkında Tartışmanın Yasaklanışı
Bazı
Nass’larda Bir Takım Günahlara "Küfür" Denilmesinin Açıklaması
Bir Takım
Ameller Hakkında Küfür Lafzını Kullanmak Lafzi Bir İhtilaftan İbarettir
Korku ile Ümit
Arasında Bulunmak
Günahın
Cezasını Düşürmesi Mümkün Olan Sebebler
İman’ın
Mahiyeti Hususunda Ebu Hanife İle Sair İmamlar Arasındaki Görüş Ayrılığı
Şekilden İbarettir
İcmalî ve
Tafsilî Bakımdan İman’ın Artışı
Ebu Hanife’nin
Kanaatini Kabul Edenlerin Delilleri
Kitab ve
Sünnet’ten İman’ın Artıp Eksildiğine Dair Deliller
"Din"
İman, İslam ve İhsan’ı Kapsar
İman ve İslam
Lafızlarının Ayrı Ayrı ve Birlikte Zikredilmeleri
İman’da
(İnşaallah Diyerek) İstisnâ Yapmak
Ehl-i Sünnet
Nass’tan Ayrılmazlar
Ümmet
Tarafından Kabul Gören Vahid Haber:
Sünnet Ya
İbtidaî’dir (Kitabta Olmayan Bir Hükmü Koyar) Yahutta Allah’ın Şeriatını
Beyan’dır:
Hayrıyla
Şerriyle Kader’e İman Etmek
En Faydalı Dua
Fatiha Duasıdır
Sebebler
Bağımsız Olarak İstenen Şeyler Değildir
Büyük Günahlar
ve Bu Günahları İşleyenler
İyi ve
Günahkâr Kimselerin Arkasında Namaz Kılmak
İyilerin de
Günahkârların da Cenaze Namazı Kılınır
Muayyen
Kimselerin Cennet’lik Yada Cehennem’lik Olduklarını Söylemek
Muayyen
Kimselerin Kâfir Yada Münafık Olduklarını Söylemek
Şâz
Görüşlerden ve Tefrika’dan Uzak Durmak
Salih
Kimseleri Sevmek, Fasıklara Buğzetmek
Yolculukta ve
İkamet Halinde Mestlere Meshetmek
İyiye de,
Kötüye de Hac ve Cihad Bir Yükümlülüktür
Kirâmen
Kâtibin Melekleri’ne İman
Kabir Azabı
Sabit Olmakla Birlikte Keyfiyetini Bilemeyiz
Üç Ayrı Yurt
ve Bunların Hükümleri
Ba’sa ve
Ceza’ya (Amellerin Karşılıklarının Görülmesine) İman
Cennet ve
Cehennemin Kalıcılığı İle İlgili Görüşler
Allah Cennet’e
de Cehennem’e de Girecekleri Yaratmıştır:
Kulların
Fiilleri İle İlgili Cebriye ve Mutezile’nin Görüşleri ve Delilleri
Yüce Allah
Kendisi Üzerine Rahmeti Yazmıştır
Ölülerin
Hayattakilerden Yararlanmaları
"İnsan İçin Çalıştığından Başkası Yoktur" Buyruğunun Anlamı
Kur’ân
Tilaveti Karşılığında Ücret
Ücret
Almaksızın Kur’ân Okuyup Sevabını Ölüye Hediye Etmek
Kabir Başında
Kur’ân Okumanın Hükmü
Dua’nın
Faydasız Olduğunu İddia Edenlere Cevab
Ashab’dan
Herhangi Bir Kimse Hakkında Haddi Aşmak Caiz Değildir
Ebu Bekr -Radıyallahu anh- ın
Halifeliği Ne İle Sabit Olmuştur?
Osman -Radıyahllahu anh.-ın
Halifeliği
Ali -Radıyallahu anh-ın
Halifeliği ve Fazileti
Cennet’le
Müjdelenmiş On Sahabi
Bu On Kişiye
Saygı Gösterme Gereği
İmamiye’nin
Kabul Ettiği Oniki İmam
Rafızî’liği
İlk İhdas Eden Münafık ve Zındık Birisidir
Mü’minleri ve
İlim Ehli’ni Veli Edinmenin Gereği
İnsanlar
Arasında Peygamberlerden Üstün Yoktur
İbn Arabî ve
Benzerlerinin Küfrü
Allah’ın
Kelimeleri Kevnî ve Dini Olmak Üzere İki Türlüdür
Bazı
Salak’ların Veli’liklerine İnanmak Bid’at ve Dalâlettir
Güzel Nağmeler
Dinlemek (Semâ’)
İhtilaf
Konuları Allah’a ve Rasûlüne Havale Edilmelidir
Göklerde ve
Yerde Allah’ın Dini Birdir
İslam Teşbih
İle Ta’til Arasıdır
İslam Cebriye
ile Kaderiye Arasında Orta Yoldur
İslam Güven
Duymak İle Ümit Kesmek Arasıdır
Sapık
Fırkalardan Uzaklaşma (Teberri)
Sapıklığın
Sebebi Sırat-ı Müstakîm’den Uzaklaşmaktır
Sapıklık
Fırka’larının Vahye Karşı Tutumları
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah İbrahim’i halil (dost) edinmiştir."
(en-Nisa, 4/125); "Allah Musa ile de konuştu." (en-Nisa, 4/164)
Hulle (halil, dost edinme), muhabbetin kemal
derecesidir.
Cehmiyye her iki cihetten de muhabbetin
hakikatini kabul etmezler. Çünkü onların iddiasına göre muhabbet ancak seven
ile sevilen arasındaki bir ilişki halinde söz konusu olur. Kadim ile muhdes
(sonradan yaratılmış) arasında ise muhabbeti gerektirecek böyle bir ilişki söz
konusu değildir. Onlar aynı şekilde -önceden de geçtiği üzere- konuşmanın
hakikatini de inkar etmişlerdir.
İslam’da bu bid’ati ilk olarak ortaya koyan kişi
ise hicri ikinci yüzyılın başlarında el-Câ’d b. Dirhem olmuştur. Irak ve doğu
bölgelerinin emiri Halid b. Abdullah el-Kasrî Vâsıt’ta onu kurban gibi boğazlamıştır.
Kurban bayramı günü insanlara hutbe irad etmiş ve şöyle demişti: Ey insanlar,
kurbanlarınızı kesiniz, Allah keseceğiniz kurbanları kabul etsin. Ben de
el-Ca’d b. Dirhem’i kurban diye keseceğim. Çünkü o Yüce Allah’ın İbrahim’i
halil edinmediğini ve Musa ile de özel bir şekilde konuşmadığını iddia
etmektedir. Daha sonra Halid minberden indi ve el-Ca’d’ı kesti.[1]
O, çağdaşı tabiîn alimlerinden aldığı fetva ile
bunu yapmıştı. Dine ve bu dinin mensuplarına geçen bu hizmeti dolayısıyla Allah
onu mükâfatlandırsın.
Daha sonra el-Cehm b. Safvan, Ca’d’ın bu görüşünü
almış, bunu açıkça ortaya koymuş ve bu görüşü esas alarak başkaları ile tartışmıştır.
Cehmiyye de ona izafe edilmiştir. el-Cehm’i de Horasan emiri Selm b. Ahvez
öldürmüştür.
Daha sonra bu görüş Amr b. Ubeyd’in izinden
giden Mutezile’ye intikal etmiştir. Onların da bu görüşleri Me’mun’un halifeliği
döneminde güç kazanmış ve bu İslamın önder ilim adamları bu hususta mihnete
maruz kalıncaya ve bu hususta onlara muvafakat etmeye davet edildikleri zamana
kadar devam etmiştir.
Ayet-i kerîme’nin delalet ettiği gerçeğe Sahih(i
Buharî)deki hadisler de delâlet etmektedir. Ebu Said el-Hudrî, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedir: "Eğer ben yeryüzü insanlarından bir halil
edinecek olsaydım, şüphesiz Ebu Bekir’i halil edinirdim. Fakat sizin bu arkadaşınız
Allah’ın halilidir."[2]
Bununla kendi şahsını kastediyordu.
Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir:
"Ben herbir halile, halillik etmekten uzak olduğumu bildiririm. Eğer
yeryüzü insanlarından bir halil edinecek olsaydım, elbetteki Ebu Bekir’i halil
edinirdim."[3]
Bir başka rivayette de: "Muhakkak Allah İbrahim’i
halil edindiği gibi, beni de halil edinmiştir."[4]
Böylelikle Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- yaratılmışlardan herhangi bir kimseyi
kendisine halil edinmesinin uygun olmadığını ve eğer böyle birşey mümkün olsaydı,
insanlar arasında buna en layık kişinin Ebu Bekr es-Sıddiyk olacağını açıkça
belirtmektedir. Bununla birlikte o kendi zatını bir takım kimseleri sevmekle de
nitelendirmiştir. Mesela Muaz’a: "Allah’a yemin ederim, gerçekten ben seni
seviyorum."[5] demiştir.
Ensar’a da böyle söylemiştir. Zeyd b. Harise de Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in sevdiği kişilerdendi, oğlu Üsame de
ve buna benzer başkaları da böyleydi. Amr b. el-'As ona: İnsanlar arasında en
çok kimi seviyorsun, diye sorduğunda, Âişe’yi diye cevap vermişti. Ya
erkeklerden deyince, bu sefer: Babasını diye cevap vermişti.[6]
Böylelikle halilliğin mutlak olarak muhabbetten
daha özel bir makam olduğu anlaşılmaktadır. Halillik derecesinde sevilen kimse
bu tür sevginin kemali dolayısıyla başka bir sebebten ötürü değil, bizzat
kendisi kendisi olduğundan ötürü sevilir. Zira başka bir sebebten ötürü sevilen
kimse böyle olmayan kimseye göre sevgide daha geri bir mertebede demektir.
Halillik kemal derecesinde bir sevgi olduğu için
ne başkasının ortaklığını kabildir, ne de başkası ile birlikte söz konusu
olabilir. Çünkü halillikte, tevhid’in ve muhabbetin kemali söz konusudur.
Önceden de geçtiği gibi Peygamberimiz -Sallallahu aleyhi vesellem-, İbrahim -Allah’ın
salat ve selamı üzerine olsun- hakkında sabit olan halillik mertebesinde
onunla ortak olduğu gibi, Musa -Allah’ın
salat ve selamı üzerine olsun- için sabit olmuş, teklîm (özel konuşmak)
konumunda da aynı şekilde onunla ortaktır. Nitekim bu husus İsra hadisinde açıkça
sabit olmuştur.
"Meleklere,
peygamberlere, rasûllere indirilen kitaplara iman ederiz. Onların hepsinin apaçık
hak üzere olduklarına da şahitlik ederiz."
Bunlar imanın esaslarıdır. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "O peygamber
kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü’minler de. Onların herbiri
Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı..." (el-Bakara, 2/285); "Yüzlerinizi doğu ve batı’ya döndürmeniz
iyilik demek değildir, fakat asıl iyilik Allah’a, ahiret gününe, meleklere,
kitaba, peygamberlere iman edenin... kidir." (el-Bakara, 2/177)
Görüldüğü gibi Yüce Allah imanı, bu esaslara
iman diye tarif etmiştir. Bu esaslara iman edenleri de mü’min diye adlandırmıştır.
Nitekim şu buyruğunda da bu esasları inkar edenleri de kâfirler olarak adlandırmıştır:
"Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını,
peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse artık o hiç şüphesiz uzak bir sapıklığa
düşmüştür."
(en-Nisa, 4/136)
Sahih olduğu Buharî ve Müslim tarafından
ittifakla kabul edilen ve Cibril hadisi diye bilinen hadiste Cebrail’in
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e
imana dair soru sorması üzerine şöyle buyurmuştu: "(İman) Allah’a,
meleklerine, kitaplarına, rasûlüne ve âhiret gününe iman etmendir. Ayrıca hayrı
ile şerri ile kadere inanmandır."[7]
İşte bütün peygamberlerin ve rasûllerin -Allah’ın salat ve selamları üzerlerine
olsun- ittifakla tebliğ ettiği iman esasları bunlardır. Bu esaslara ancak
peygamberlere tabi olanlar gerçek anlamıyla iman eder.
Ehl-i sünnet’in iman esasları peygamberlerin
getirdiklerine tabi olmaktan ibarettir.
Dinin aslı daha önceden de açıklandığı gibi
Rasûlün getirdiklerine iman etmektir. Bundan dolayı Bakara suresinin son iki
âyet-i kerîme’si bu temel esasları ihtiva ettiklerinden ötürü başkalarının
sahip olmadığı büyük bir önem taşırlar. Buharî ile Müslim’de, Ebu Mes’ud Ukbe
b. Amr, Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem-den şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Kim bir gecede
Bakara suresinin sonundan iki âyet-i kerîme okuyacak olursa, o iki âyet ona
yeter."[8]
Müslim’in Sahih’inde de İbn Abbas -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği
rivayet edilmektedir: Cebrail, Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in yanında oturuyorken üst taraftan bir ses işitti. Başını
kaldırdıktan sonra şöyle dedi: Bu, semanın bugün (ilk olarak) açılan bir kapısıdır.
Bugünden başka asla açılmış değildir.
O semadan bir melek indi, onun hakkında da şunları
söyledi: Bu yeryüzüne (ilk defa) inen bir melektir. Bugünden önce asla inmiş değildir.
(Melek gelip) selam verdi ve dedi ki: Sana verilen iki nurun müjdesini
veriyorum. Bunlar senden önce hiçbir peygambere verilmiş değildir:
Fatihatu’l-Kitab ile Bakara suresinin sonları. Bunlardan okuduğun herbir harfin
(karşılığı) mutlaka sana verilir."[9]
Ebu Talib el-Mekkî de şöyle demektedir: İmanın
rükünleri yedi tanedir. -Bu beş esas ile birlikte- kadere iman ve cennet ile
cehennem ateşine iman etmektir.
Bu doğrudur, buna dair deliller sabit, muhkem ve
katî’dir. Tevhid ve risalete dair delillere daha önceden değinmiş bulunuyoruz.
Melekler semavat ve arz ile görevlidirler.
Kainattaki herbir hareket meleklerden ortaya çıkar. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Her bir işi
yürütmekle görevli olan meleklere (andolsun.)" (en-Nâziât, 79/5);
"Herbir
emri paylaştıranlara ki..." (ez-Zariyat, 51/4)
Bunlar ise iman ehli ile rasûllere tabi olanlara
göre meleklerdir. Peygamberleri yalanlayıp, yaratıcıyı inkar edenler ise bunlar
yıldızlardır, derler.
Kitab ve sünnet çeşitli tip meleklerin varlığını
göstermektedir. Bu meleklerin çeşitli yaratıklarla görevli olduklarına delalet
etmektedir. Aynı şekilde Yüce Allah’ın dağlara melekler görevlendirdiği gibi;
bulutlara ve yağmurlara, nutfenin hilkati tamamlanıncaya kadar işlerini
yürütmek üzere rahimlere melekler görevlendirdiğine, kulun amelini tesbit
etmek, saymak ve yazmak üzere melekler görevlendirdiğine, ölüm ile ilgili
kabirde soru sormakla görevli, yıldızların hareketlerini düzenlemekle görevli,
güneş ve ay’la görevli melekler olduğuna delâlet etmektedir.
Yine Kitab ve sünnete göre cehennem ateşi, onu
yakmak, oradakileri azaplandırmak ile melekler görevlendirdiği gibi; orayı
korumak üzere de melekler görevlendirmiştir. Yine cennet ile cennetin imarı ile
bahçe ve araçlarıyla da melekler görevlendirmiştir.
Melekler Allah’ın en büyük ordularıdır.
Bunlardan kimisi; "Ardarda
gönderilenler, şiddetlice esenler, iyice yayanlar, tam anlamı ile ayırd
edenler, zikri (vahyi) getirip bırakanlar" dır.(el-Murselat, 77/1-5)
Kimisi kâfirlerin ruhlarını şiddetlice söküp çıkaranlar
(en-Naziat), kimisi mü’minlerin ruhlarını yumuşaklıkla çıkaranlar, dalıp
yüzenler, alel acele koşanlar
(bk.
en-Nâziât, 79/1-4)
Kimisi saf saf duranlar, haykırarak sürenler,
zikir okuyup duranlardır.
(Bk. es-Sâffât,
37/1-3)
Bütün burada çoğul müennes kullanılması tekili
"fırka, taife ve cemaat" olarak gelen fırkalar, taifeler ve
cemaatlere delâlet etmelerinden dolayıdır.
Kimi melekler rahmet, kimileri azab
melekleridir. Arş’a taşımakla görevlendirilmiş melekler vardır, gökleri namaz,
tesbih ve takdis ile ma’mur etmekle görevlendirilmiş melekler vardır ve bunun dışında
Yüce Allah’tan başka hiç kimsenin sayısını bilemediği çok çeşitli tür melekler
vardır.
"Melek" lafzı, onun kendisini elçi
olarak gönderenin emrini yerine getiren bir elçi olduğu anlamını zaten
hissettirmektedir. Onların elinde emir namına hiçbir şey yoktur. Emir bütünüyle
bir ve tek, gücü herşeye galip, kahhâr olan Allah’ındır. Onlar Yüce Allah’ın
emrini yerine getirirler sadece: "Sözleri
ile onun önüne geçemezler, onlar O'nun emri gereğince iş görürler. Onların
önündekini de, arkalarındakini de bilir. O'nun razı olduğu kimselerden başkasına
şefaat etmezler. Onlar korkusundan titrerler." (el-Enbiya, 21/27-28); "Üstlerinde
olan Rablerinden korkarlar ve yalnız emrolunduklarını yaparlar." (en-Nahl, 16/50)
O halde onlar ilahi ikrama mazhar olmuş kullardır.
Onlardan kimi saf saf durur, kimi tesbih eder dururlar. Aralarından belli bir
makam ve mevkiî bulunmayan hiçbirisi yoktur ve onların hiçbirisi bu konumundan
daha öteye gitmez. Herbirisi kendisine emrolunan bir iş ifa eder. Bu işte
kusurlu hareket etmez ve onun dışına çıkmaz. O’nun nezdinde bulunanlar onların
en yüce ve üstün mertebede olanlarıdır: "O’nun yanında olanlar ise O’na ibadete karşı büyüklenmezler ve
usanmazlar. Gece ve gündüz aralıksız tesbih ederler." (el-Enbiyâ, 21/19-20)
Onların başı Cibril, Mikâil ve İsrafil adındaki
üç melektir. Bunların her üçü de hayat ile görevlidirler.
Cibril kendisiyle kalplerin ve ruhların hayat
bulduğu vahiy ile görevli olan melektir.
Mikâil ise arzın, bitkilerin ve canlıların
kendisiyle hayat bulduğu yağmur ile görevli olan melektir.
İsrafil ise yaratıkların ölümlerinden sonra
tekrar kendisiyle hayat bulacakları Sur’da üfürmekle görevli olan melektir.
O halde melekler Allah’ın yarattıkları arasında
ve emri hususunda elçilik yaparlar. Kendisi ile kulları arasında elçidirler.
Onlar, O’nun nezdinden aldıkları emir ile kainatın herbir yerine inerler ve ilahi
emirlerle O’na yükselirler. Artık "gökler onlardan dolayı gıcırdamaktadır.
Gıcırdamak ta onun hakkıdır, çünkü Allah için kıyamda, yahut ruku’da ya da
secde de duran bir meleğin bulunmadığı dört parmaklık bir yer dahi
yoktur."[10] Hergün
yetmişbin melek el-Beytu’l-Ma’mur’a girerler ve tekrar bir daha oraya girmek
için onlara sıra gelmez.[11]
Kur’ân-ı Kerîm, meleklerden, çeşitlerinden ve
mertebelerinden söz eden buyruklarla dolup taşmaktadır. Kimi zaman Yüce Allah
onları kendi adı ile birlikte zikreder. Onların salavât getirmelerini,
kendisinin salavâtıyla beraber anar ve onların şereflerine işaret etmek istediği
yerlerde o melekleri kendisine izafe eder.
Bazen onların 'Arş’ın etrafında dolup taştıklarını,
'Arş’ı taşıdıklarını söz konusu eder ve günahlardan uzak olduklarını bildirir.
Bazen ikram ve kerem sıfatlarıyla yakınlaştırılmış
olmakla ve yücelikle nitelendirir. Tertemiz olmakla, güçlü ve ihlas’la Allah’a
ibadet etmekle vasfeder. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onların herbiri Allah’a, O’nun meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine inandı." (el-Bakara, 2/285); "Allah
kendisinden başka hiçbir ilah olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı.
Melekler de, ilim sahipleri de (buna iman ettiler.)" (Al-i İmran, 3/18); "O sizi karanlıklardan nura çıkarmak için,
size salat getirendir, melekler de." (el-Ahzab, 33/43); "Şu
'Arş’ı yüklenenler ve etrafında (tavafta) bulunanlar, Rablerini hamd ile tesbih
ederler, O’na iman ederler, mü’minlere de mağfiret dilerler." (el-Mu’min, 40/7); "Melekleri de 'Arş’ın etrafını kuşatmış
görürsün, Rablerini hamd ile tesbih ederler." (ez-Zumer, 39/75); "Bilakis
onlar mükerrem kullardır." (el-Enbiya,
21/26); "Şüphe yok ki Rabbin
nezdindekiler O’na ibadet etmekten asla büyüklenmezler, O’nu tesbih ederler ve
yalnız O’na secde ederler." (el-A’raf,
7/206); "Şâyet büyüklenmek
isterlerse Rabbinin yanında bulunanlar hiç usanmadan O’nu gece ve gündüz tesbih
eder, dururlar." (Fussilet,
41/38); "Çok şerefli yazıcılar
vardır." (el-İnfitar, 82/11); "Emrine
itaatkâr, oldukça değerli (melekler)." (Abese, 80/16); "Mukarreb
olan (melek)ler O’nu müşahede ederler." (el-Mutaffifin, 83/21); "Onlar (itaatin dışına çıkmış şeytanlar)
Mele-i a’lâ’yı dinleyemezler."
(es-Saffat,
37/8)
Nebevî hadisler de aynı şekilde meleklerden söz
eden ifadelerle dolup taşmaktadır. İşte bundan dolayı meleklere iman etmek,
imanın esaslarını teşkil eden beş esastan birisi olmuştur.
Nebilere ve rasûllere gelince, Yüce Allah’ın
kitab-ı kerîm’inde ismini verdiği rasûllere iman etmekle yükümlüyüz. Ayrıca sayılarını
ve isimlerini, kendilerini gönderen Yüce Allah’ın dışında hiçbir kimsenin
bilmediği, bunların dışında bir çok rasûller ve nebî’ler gönderdiğine de iman
etmekle yükümlüyüz.
Bunların hepsine icmalî olarak iman etmeliyiz.
Çünkü peygamberlerin sayıları hususunda herhangi bir nass gelmiş değildir. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Kıssalarını
sana daha önce anlattığımız peygamberlere de, kıssalarını sana anlatmadığımız
peygamberlere de (vahyettik.)" (en-Nisâ, 4/164); "Andolsun Biz senden önce de peygamberler
gönderdik. Onlardan kiminin kıssalarını sana anlattık, kiminin de kıssalarını
sana anlatmadık."
(el-Mu’min,
40/78)
Bize düşen ise onların Yüce Allah’ın kendilerine
emrettiği şekilde kendileri ile gönderilen mesajların tamamını tebliğ
ettiklerine ve onların bunu kendilerine peygamber olarak gönderildikleri
herhangi bir kimsenin bilmemek iddiasında bulunamayacağı ve ona muhalefet
etmesinin de helal olamayacağı bir şekilde açık ve seçik beyan ettiklerine iman
etmekle yükümlüyüz.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Peygamberler üzerinde apaçık tebliğden başka
bir görev var mı?" (en-Nahl,
16/35); "Eğer yüz çevirirlerse
sana düşen ancak açıkça bir tebliğden ibarettir." (en-Nahl, 16/82); "O’na
itaat ederseniz, hidayet bulursunuz. Peygambere düşen de ancak apaçık tebliğdir."
(en-Nur, 24/54); "Peygambere de itaat edin, eğer yüz
çevirirseniz peygamberimize düşen ancak apaçık tebliğdir." (et-Teğabun, 64/12)
Ulu’l-Azm rasûllere gelince; bu hususta farklı
görüşler vardır. Bunların en güzeli el-Bağavî ve başkalarının İbn Abbas ve
Katade’den naklettikleri şu görüştür: Bunlar Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve
Muhammed -Allah’ın salat ve selamları
üzerlerine olsun-dir. İbn Abbas dedi ki: Bunlar Yüce Allah’ın şu buyruklarında
sözü edilen peygamberlerdir: "Hani
Biz peygamberlerden senden, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan
ahidlerini almıştık." (el-Ahzab, 33/7); "O, ‘dini dosdoğru tutun, onda ayrılığa düşmeyin’ diye dinden Nuh’a tavsiye
ettiğimizi, İbrahim, Musa ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi size de şeriat yaptı."
(eş-Şura, 42/13)
Muhammed -Sallallahu
aleyhi vesellem-e iman etmeye gelince, bu onu tasdik etmektir. Onun getirmiş
olduğu şer’î hükümlere icmalen ve tafsilen tabi olmaktır.
Peygamberlere indirilmiş kitaplara imana
gelince, Yüce Allah’ın Kitab-ı Kerîm’inde ismen zikrettiği Tevrat, İncil ve
Zebur’a iman ederiz. Bizler Yüce Allah’ın bunların dışında çeşitli
peygamberlere indirmiş olduğu başka kitaplarının olduğunu da iman ederiz.
Bunların isim ve sayılarını Allah’tan başkası bilemez.
Kur’ân’a iman etmeye gelince, bu da onu ikrar ve
kabul etmektir, içindeki hükümlere tabi olmaktır. Bu ise Kur’ân’ın dışındaki
kitaplara iman etmeye ek bir özelliktir. Bizler Allah’ın peygamberlerine
indirilmiş olan kitapların Allah tarafından geldiğine, onların hak olduklarına,
bir hidayet, bir nur, bir beyan ve bir şifa olduklarına iman etmekle
yükümlüyüz.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Deyin ki: ‘Biz Allah’a ve bize indirilene...
ve bütün peygamberlere Rableri tarafından verilenlere iman ettik.’"
(el-Bakara, 2/136); "Elif, Lam,
Mim. Allah (O’dur ki) O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Diridir ve kayyumdur, O
sana kitabı hak ile ondan öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. Tevrat, İncil’i
de indirdi... Furkan’ı da indirdi." (Al-i İmran, 3/1-4); "O
peygamber kendisine Rabbinden indirilene iman etti." (el-Bakara, 2/285); "Hala onlar Kur’ân’ı gereği gibi düşünmeyecekler
mi? Eğer o Allah’tan başkasından gelseydi, elbette içinde birbirini tutmayan
bir çok şeyler bulurlardı." (en-Nisa,
4/82) ve buna benzer Yüce Allah’ın bu kitapları kelam’ı olarak indirmiş
olduğuna ve bunların kendi katından indirilmiş olduğuna delil teşkil eden bir
çok âyet-i kerîme daha.
Bu buyruklarda hem kelam sıfatı, hem de uluvv
(yükseklik, yücelik) sıfatı isbat edilmektedir.
Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar tek bir ümmetti. Allah da
peygamberleri müjdeleyici ve korkutucular olmak üzere gönderdi,
beraberlerinde... hak ile kitabı da indirdi." (el-Bakara, 2/213); "Halbuki
o hiç şüphesiz pek aziz (güçlü) bir kitaptır. Önünden de, arkasından batıl ona
erişemez. (Çünkü o) hikmeti sonsuz, her hamde layık olan tarafından indirilmiştir."
(Fussilet, 41/41-42); "Kendilerine ilim verilenler bilirler ki:
Rabbinden sana indirilen hakkın ta kendisidir." (Sebe’, 34/6); "Ey
insanlar: Size Rabbinizden bir öğüt, kalplerde olanlara bir şifa, mü’minler
için de bir hidayet ve rahmet gelmiştir." (Yunus, 10/57); "De ki: ‘O iman edenler için bir hidayet ve
bir şifadır." (Fussilet, 41/44);
"O halde Allah’a, O’nun
peygamberlerine ve indirdiğimiz nur’a (Kur’ân’a) iman edin." (et-Teğabun,
64/8)
Buna benzer buyruklar Kur’ân-ı Kerîm’de oldukça
çoktur.
"Biz
kıblemiz ehlini, Peygamber -Sallallahü aleyhi ve sellem-in getirdiklerini
itiraf edenler olarak kaldıkları, söylediği ve haber verdiği herşeyi tasdik
ettikleri sürece müslümanlar ve mü’minler olarak adlandırırız."
Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Kim bizim kıldığımız namazı
(aynen) kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimizi yerse işte müslüman odur. Bizim
lehimize olan onun da lehinedir, bizim yükümlülüğümüz aynen onun için de söz
konusudur."[12]
Tahâvî
-Allah ona rahmet etsin- bu sözleriyle İslam ile imanın bir olduğuna,
müslüman olan bir kimsenin helal görmediği sürece herhangi bir günahı işlediğinden
ötürü İslamın dışına çıkmayacağına işaret etmektedir.
"Kıblemiz ehli" ifadesinden kasıt da
müslüman olmak iddiasında bulunan ve kıbleye yönelen kimselerdir. İsterse çeşitli
hevâlara (yanlış fırkalara) mensup kimselerden yahut ta masiyet işleyenlerden
olsun. Elverir ki rasûlün getirdiklerinden herhangi bir şeyi yalanlamasın. İleride
Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-;
"Bizler kıble ehlinden herhangi bir kimseyi helal görmediği sürece
herhangi bir günah dolayısıyla tekfir etmeyiz" sözleri ile "İslam ve
iman aynı şeydir. İman ehli imanın aslı hususunda biribirlerine eşittirler"
sözleri açıklanırken bu iki hususa dair daha geniş açıklamalar da gelecektir.
"Allah’ın
zatı hakkında ileri geri konuşmayız, Allah’ın dini hakkında da tartışmalara
girmeyiz."
Tahâvî -Allah
ona rahmet etsin- burada kelam’cıların batıl sözlerinden uzak durmaya,
onların sahip oldukları bilginin yerilen türden olduğuna işaret etmektedir.
Çünkü onlar bilgisizce ve kendilerine gelmiş bir delil olmaksızın Yüce Allah
hakkında konuşmaktadırlar: "Onlar
ancak zanna ve nefislerin hevâsına uyarlar. Halbuki andolsun ki Rablerinden
kendilerine hidayet gelmiştir."
(en-Necm,
53/23)
Ebu Hanife -Yüce
Allah’ın rahmeti üzerine olsun-den şöyle dediği nakledilmektedir: Yüce
Allah’ın zatı hakkında hiçbir kimsenin bir söz söylememesi gerekir. Aksine O’nu
kendi zatını vasfettiği şekilde nitelendirmelidir.
"Allah’ın dini hususunda tartışmaya girişmeyiz"
sözleri şudemektir: Bizler hevâ ehlinin şüphelerini öne sürerek, hak ehli ile
-onları tartışmalara sokmak ve o tartışmalara yönlendirmek maksadıyla- tartışmayız.
Çünkü bu bir anlamda batıl’a çağırmak, hakkı karıştırmak ve İslam dinini ifsad
etmektir.
"Kur’ân
hakkında mücadele etmez, onun âlemlerin Rabbinin kelamı olduğuna tanıklık
ederiz. Onu er-Ruhu’l-Emin indirmiştir, Rasûllerin efendisi Muhammed
-Sallallahü aleyhi ve sellem-e öğretmiştir. O, Yüce Allah’ın kelâmıdır, yaratıkların
hiçbir sözü ona denk olamaz. Onun mahluk olduğunu söylemeyiz, müslüman cemaate
muhalefet etmeyiz."
Kendisi "Kur’ân hakkında mücadele
etmeyiz" sözleri ile şunu kastetmiş olabilir: Bizler sapıkların Kur’ân
hakkında söz söyleyip, anlaşmazlığa düştükleri gibi ve hakkı bertaraf etmek
maksadıyla batıl’ı öne sürerek tartıştıkları gibi tartışmayız. Aksine biz şöyle
deriz: "O âlemlerin Rabbinin sözüdür, onu Ruhu’l-Emin indirmiştir..."
Şunu da kastetmiş olabilir: Bizler sağlam
senetlerle sabit kıraatler hakkında tartışmaya girişmeyiz. Bunun yerine Kur’ân-ı
Kerîm’i sabit olmuş ve sahih yolla gelmiş bütün rivayetlerle okuyabiliriz.
Her iki mana da haktır. İkinci anlamın doğruluğuna
da Abdullah b. Mes’ud -Radıyallahu anh-dan
gelen şu rivayet tanıklık etmektedir: Ben bir adamın Kur’ân-ı Kerîm’in bir
âyetini Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem-den işittiğim okuyuşun hilâfına okuduğunu duydum. Onu elinden
tutup Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem-e götürdüm ve ona bu durumu anlattım. Yüzünden bundan hoşlanmadığını
tesbit ettim. Şöyle buyurdu: "İkiniz de güzel okudunuz, ihtilâfa düşmeyiniz.
Sizden öncekiler ihtilâfa düştüler de helâk oldular."[13]
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-, ihtilâf edip anlaşmazlığa düşenlerin her birisinin diğerinin
sahip olduğu hakkı inkâr etmesi anlamındaki ihtilâfı yasaklamıştır. Çünkü o
buyruğu okuyanların herbirisinin okuyuşu güzeldi. Bu tür ihtilafı yasaklamasına
gerekçe olarak da bizden öncekilerin anlaşmazlığa düşüp, helâk olmalarını
göstermiştir. Bundan dolayı Huzeyfe -Radıyallahu
anh-, Osman -Radıyallahu anh-a şöyle
demişti: Bu ümmeti yetiş, kendilerinden önceki ümmetlerin ihtilâfa düştükleri
gibi ihtilâfa düşmesinler.[14]
Bunun üzerine Osman -Radıyallahu anh- da bütün insanları doğru ve uygun şekilde bir kıraat
etrafında topladı. Ümmet ise sapıklık üzere bir araya gelip, söz birliği
etmekten yana korunmuştur. Yapılan bu işte farz olan bir iş terkedilmediği
gibi, haram olan bir iş de işlenmemiştir. Çünkü Kur’ân’ın yedi harf üzere
okunması caizdi, vacib değildi. Yüce Allah’tan gelmiş bir ruhsat idi. Onları
seçip beğendikleri herhangi bir kıraate uygun olarak okuma tercihini yapmakta
serbest bırakmıştı.
Nitekim Kur’ân surelerini tertib ile okumak ve sıralamak
onlar için nass ile vacib kılınmış bir şey değildir. Bundan dolayı Abdullah b.
Mes’ud’un Mushaf’ının tertibi, Osman -Radıyallahu
anh-ın emriyle tertib edilen Mushaf’ın tertibinden farklı idi. Başkalarının
Mushaf’ı da bu şekildeydi. Surelerinin âyetlerinin tertibine gelince, bu nass
ile tesbit edilmiş bir tertibdir.
Surelerden farklı olarak bir âyeti öne almak,
bir başkasını geriye bırakmak yetkileri yoktu.
Ashab-ı Kiram ümmetin tefrikaya düşüp ihtilâf
edeceklerini görünce eğer belli bir kıraat etrafında toplanmayacak olurlarsa
biribirleriyle savaşacaklarını tesbit edince, Ashab-ı Kiram onları belli bir kıraat
etrafında bir araya getirip, topladılar. Selef’e mensub ilim adamı ve kıraat
alimlerinin büyük çoğunluğunun görüşü budur. Bu açıklamayı İbn Cerir[15]
ve başkaları yapmıştır.
"Biz onun âlemlerin Rabbinin kelâmı olduğuna
tanıklık ederiz" sözleri ile ilgili açıklamalar bundan önce geçen": Ve şüphesiz Kur’ân Allah’ın
kelam’ıdır. Söz olarak ve keyfiyetsiz bir şekilde O’ndan geldi..." sözleri
açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.
Tahavî'nin: "Onu
Ruhu’l-Emin indirmiştir" sözlerinde kasıt Cibril -Aleyhisselam-dır. Ona "ruh" adının verilmesi, kalplere
hayat veren vahyi insanlar arasından rasûllere taşıyanın o oluşundan dolayıdır.
O emindir, hem de gerçekten ve tam anlamıyla bir emin’dir. Allah’ın salat ve
selamları üzerine olsun. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onu Ruhu’l-Emin indirdi. Uyarıcılardan olasın
diye kalbin üzere, apaçık bir Arapça ile." (eş-Şuara, 26/193-195); "Şüphe
yok ki o çok şerefli bir elçinin (getirdiği) sözüdür. Büyük bir güç sahibi, 'Arş’ın
sahibinin nezdinde yüksek bir mevki sahibi olan elçinin sözü hem orada
kendisine itaat edilendir, oldukça emindir." (et-Tekvir, 81/19-21)
Buradaki buyruklar Cibril -Aleyhisselam-ın vasfı ile ilgilidir. Ancak: "Muhakkak ki o şerefli bir elçinin (okuduğu)
sözüdür. O bir şair sözü de değildir." (el-Hakka, 69/40-41) buyruklarından farklıdır, çünkü burada geçen
"elçi: rasûl"den kasıt, Muhammed -Sallallahu
aleyhi vesellem-dir.
"Onu Rasûllerin efendisine öğretmiştir"
ifadesi açıkça Cibril’in Kur’ân’ı Peygamber efendimize öğrettiğini ifade
etmektedir. Bu sözleriyle Karmati’lerin ve onların dışındaki çeşitli fırkaların
"peygamber Kur’ân’ı kendi nefsinde bir ilham olarak tasavvur etmiştir"
şeklindeki vehmi kanaatlerini çürütmek kastıyla dile getirmiştir.
"Onun mahluk olduğunu söylemez ve müslüman
cemaate muhalefet etmeyiz" sözlerinde de Kur’ân-ı Kerîm’in mahluk olduğunu
söyleyenlerin müslüman cemaate muhalefet ettiklerine dikkat çekmektedir.
Ümmetin selef’inin tamamı Kur’ân-ı Kerîm’in mahluk olmayıp, hakikat manasıyla
Allah’ın kelamı olduğunu ittifakla kabul etmektedirler.
Hatta onun "ve biz müslüman cemaate
muhalefet etmeyiz" sözleri mutlak olarak kabul edilir yani bizler müslüman
cemaatin üzerinde ittifak etmiş olduğu bütün hususlarda onlara muhalefet
etmeyiz, çünkü müslüman cemaate muhalefet etmek bir haktan sapıştır, bir
delalettir ve bir bid’attir.
"Kıble
ehlinden hiçbir kimseyi bir günah sebebiyle -helâl kabul etmediği sürece-
tekfir etmez ve: İman ile birlikte günah işleyene günahı zarar vermez,
demeyiz."
Tahâvî -Allah
ona rahmet etsin- "Kıble Ehli" ifadesiyle daha önce "biz kıblemiz
ehline, müslümanlar ve mü’minler deriz" sözlerinde anılan kimseleri
kastetmektedir. Tahâvî -Allah ona rahmet
etsin- bu sözleriyle ne olursa olsun herbir günah sebebiyle günahkârı
tekfir eden Haricilerin kanaatlerinin reddine işaret etmektedir.
Şunu bilelim ki tekfir edip etmemek meselesi
fitne ve mihnetin pek büyük olduğu bir bahistir. Burada çokça tefrikaya düşülmüş,
hevâlar ve görüşler farklılaşmıştır. Tarafların konu ile ilgili delilleri
birbiriyle çatışmaktadır.
Allah’ın rasûlü ile göndermiş olduğu hatta
gerçek anlamda ya da kendi kanaatlerine göre muhalefet eden değişik görüş ve
bozuk inanca sahip kesimlerin tekfiri hususunda insanlar iki uç nokta ile orta
yoldadırlar. Bu konuda da tıpkı amelî büyük günah işleyenlerin tekfiri
hususundaki ihtilaf gibi ihtilâf etmişlerdir.
Bir kesim: Biz kıble ehline mensup hiçbir
kimseyi tekfir etmeyiz deyip genel olarak tekfir’i kabul etmemektedir. Bununla
birlikte Kıble Ehli arasında münafıklar da vardır ve onlar arasında Kitabı,
sünneti ve icmaı yahudi ve hristiyanlardan daha ileri derecede inkâr eden daha şiddetli
kâfirler vardır. Onlar arasında imkan bulduğu takdirde, bu küfürlerini kısmen
açığa vuranlar da bulunur. Buna rağmen onlar kelime-i şehadet’i söylediklerini
de izhar ederler.
Yine müslümanlar arasında görüş ayrılığı söz
konusu olmaksızın kabul edilen bir gerçek de şudur: Kişi açık ve mütevatir
farzları, açık ve mütevatir haramları ve buna benzer kat’î hükümleri açıktan açığa
inkâr edecek olursa tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse kabul edilir, aksi
takdirde kâfir ve mürted olarak öldürülür. Münafıklık ve mürted’lik ise bid’at
ve günah işleyen kimseler arasında bulunma ihtimali yüksektir.
Nitekim el-Hallâl "es-Sünne" adlı
eserinde senedini kaydederek Muhammed b. Sîrin’in şöyle dediğini
zikretmektedir: İnsanlar arasında en çabuk irtidad edenler, hevâlarının peşinden
giden kimselerdir. Onun görüşüne göre şu âyet-i kerîme bu gibi kimseler hakkında
inmiştir: "Âyetlerimize dalanları gördüğün
zaman onlar başka bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüz çevir..."
(el-En’âm, 6/68)
İşte bu sebebten dolayı önder ilim adamlarından
pek çok kimse mutlak olarak bizler hiçbir günah sebebiyle kimseyi tekfir
etmeyiz, demekten kaçınmış, bunun yerine şöyle demek yolunu tercih etmişlerdir:
Biz Haricilerin yaptıkları gibi her günah sebebiyle, günahkarları tekfir
etmeyiz.
Umumi nefy ile umumun nefyi arasında ise fark
vardır. Yapılması gereken ise her günah dolayısıyla tekfir eden haricilerin
sözlerinin aksine umumu nefyetmektir. İşte -doğrusunu en iyi bilen Allah’tır
ya- Tahâvî bu ifadelerinde "helal görmedikçe" sözü ile bundan dolayı
bir kayıt getirmiştir.
Tahâvî’nin: "Bununla birlikte bizler iman
ile birlikte hiçbir günah, işleyenine zarar vermez... demeyiz" sözlerine
gelince, o bu sözleriyle Mürcie’nin kanaatlerini reddetmektedir. Çünkü onlar:
Küfür ile beraber hiçbir itaatın faydası olmadığı gibi, iman ile birlikte
hiçbir günahın da zararı olmaz demektedirler.
İşte bunlar (Mürcie) bir tarafta, Hariciler ise
bir taraftadırlar. Hariciler de biz her günah yahut ta büyük her günah dolayısıyla
müslümanın kâfir olduğuna hükmederiz, derler. Büyük günah dolayısıyla imanı boşa
çıkar ve beraberinde iman namına birşey kalmaz, diyen Mutezile de aynı kanaati
paylaşmaktadır. Ancak Hariciler imandan çıkan küfre girer derken, Mutezile
imandan çıkar ancak küfre girmez. İşte, el-Menziletu Beyne’l-Menzileteyn (iman
ile küfür arası) bu demektir. Onlar imandan çıktığını söylemekle böyle bir
kimsenin cehennemde ebedi kalacağını da söylemiş olmaktadırlar.
Kelam, fıkıh ve hadis ehlinin pek çoğu ameller
ile ilgili olarak bu kanaati paylaşmamaktadırlar. Ancak onlar bid’at özelliğini
taşıyan, itikadî meselelerde -bu görüşlerin sahipleri te’vilci olsalar dahi- şöyle
derler: Bu görüşe sahip herkes kâfir olur.
Onlar bunu söylerken hata eden müçtehid ile başkası
arasında da fark gözetmezler. Ya da bu kesimlere mensup olanlar bid’atçı olan
herkesin kâfir olduğunu da söylerler.
Ancak böyleleri umumi isbat hususunda pek büyük
bir durumla karşı karşıya kalırlar. Çünkü mütevatir nasslar açıkça şunu
göstermektedir.:Kalbinde zerre kadar imandan eser bulunan herkes cehennem ateşinden
çıkacaktır. İşte bu delilleri kabul eden vaadedici nasslar berikilerin delil
olarak ileri sürdükleri tehdit edici nasslarla çatışmaktadır.
Burada maksat şudur: Bid’atler bu türdendirler.
Kişi zahiren ve batınen mü’min olmakla birlikte ya içtihad ederek yahut kusurlu
davranıp günaha girmek suretiyle hataya düştüğü bir te’vilde bulunur. Böyle bir
kimse hakkında sırf bundan ötürü imanı boşa çıkmıştır, denilemez. Ancak buna
(küfrüne) dair şer’î bir delilin bulunması hali müstesnadır.
Hatta bu tür iddia Hariciler’le Mutezili’lerin
görüşleri türündendir. Bizler bununla birlikte böyle bir kimse kâfir olmaz da
demeyiz. Aksine adil olan yol orta ve mutedil olan yoldur. O da şudur: Allah
Rasûlünün sabit olduğunu belirttiği bir hususu nefyetmeyi yahut nefyettiği
hususu sabit kabul etmeyi yahut yasakladığını emri ya da emrettiği hususu
yasaklamayı ihtiva eden batıl bid’at ve haram olan görüşler ile ilgili olarak
hak olan ne ise o söylenir ve nassların bu hususta delalet ettiği tehdit ne ise
o tesbit edilir. Bunların da küfür olduğu beyan edilir ve: Bu (peygamberin
bildirdiklerinin tam aksini belirten) görüşleri kabul eden kâfirdir denilir ve
benzeri şeyler söylenir. Tıpkı can ve mal hususlarında zulmün söz konusu olduğu
hallerde tehdidin söz konusu edildiği gibi.
Diğer taraftan ehl-i sünnetin meşhur bir çok
ilim adamı Kur’ân-ı Kerîm’in yaratılmış olduğunu, Allah’ın âhirette görülmeyeceğini,
Allah’ın eşya’yı meydana gelmeden önce bilmeyeceğini söyleyenlerin kâfir olduğunu
belirtmişlerdir. Ebu Yusuf -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun-dan şöyle dediği nakledilmiştir: Bir süre Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- ile
tartıştım, sonunda ikimiz şu kanaate vardık: Kur’ân yaratılmıştır, diyen kimse
kâfirdir.[16]
Belli kimsenin tekfir edilmesine gelince, şâyet:
Siz o kimsenin tehdide maruz kalan kimselerden olduğuna ve kâfir olduğuna şahidlik
eder misiniz? diye sorulacak olursa, böyle bir kimse hakkında ancak şahitliğin
yapılabileceği belli bir husus bulunması halinde şahitlik ederiz. Çünkü muayyen
bir kimseye Yüce Allah’ın mağfiret etmeyip ona merhamet etmeyeceğine, aksine
onu cehennemde ebediyyen bırakacağına dair şahitlikte bulunmak, haddi aşmanın
en büyük bir şeklidir. Çünkü böyle bir hüküm kâfir olarak ölenin, ölümden
sonraki hükmüdür.
Bundan dolayı Ebu Davud Sünen’inde Edeb
bölümünde: "Bağyin yasaklanışı bahsi" diye bir başlık açmış ve bu başlık
altında Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan
gelen şu rivayeti kaydetmiştir: Ben Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i şöyle buyururken dinledim: "İsrailoğulları
arasında kardeş olmuş iki kişi vardı. Onlardan birisi günah işlerdi, diğeri ise
olanca gayretiyle ibadet ederdi. Gayretle ibadet eden kişi diğerini sürekli
günah üzere görür dururdu. Ona bu işten vazgeç, derdi. Yine bir gün bir günah işlemekte
olduğunu gördü ve ona: Vazgeç, dediği halde bu sefer adam: Beni Rabbimle başbaşa
bırak, sen benim üzerime bir bekçi mi gönderildin? Bu sefer öbürü şöyle dedi:
Allah’a yemin ederim, Allah sana mağfiret etmeyecektir yahut ta seni cennete
sokmayacaktır. Yüce Allah ruhlarını kabzetti, her ikisi de âlemlerin Rabbinin
huzurunda bir araya geldiler. Gayretle ibadet eden bu kimseye: Sen Beni biliyor
muydun, yoksa sen Benim elimde bulunana kadir miydin? Günah işleyene de: Haydi
git rahmetimle cennete gir, dedi. İbadet eden kimse hakkında da: Bunu alın
cehenneme götürün, diye buyurdu. Ebu Hureyre dedi ki: Nefsim elinde olana yemin
olsun ki o dünyasını da ahiretini de mahveden bir söz söylemişti." Bu
hasen bir hadistir.[17]
Çünkü muayyen şahsın hata eden, günahı bağışlanmış
bir müctehid olması mümkün olabildiği gibi, elindeki nassların dışında bulunan
bir takım nassların kendisine ulaşmamış kimselerden olması da mümkündür. Onun
pek büyük bir imanı ve Allah’ın rahmetine mazhar olmasını gerektiren bir çok
iyilikleri de bulunabilir. Nitekim Yüce Allah: "Ölecek olursam (beni yakınız) ve öğütünüz, sonra külümü
savurunuz" diyen kimseye de mağfirette bulunmuştur. Allah’ın buna mağfiret
etmesinin sebebi onun sahip olduğu Allah korkusu idi.[18]
O bununla birlikte Yüce Allah’ın tekrar kendisinin azalarını bir araya getirip
yeniden dirilteceğine kadir olmayacağını zannediyor yahut bu hususta şüphe
ediyordu. Ancak onun ahiret hakkındaki bu belirgin olmayan kanaati böyle bir
kimseyi bizim dünya hayatında -onu bid’atinden engellemek ve tevbe etmesini
istemek maksadıyla- cezalandırmamıza mani değildir.
Diğer taraftan herhangi bir söz bizatihi küfür
ise; bu söz küfürdür denilir. O sözü söyleyen kimsenin kâfir olması ise bir takım
şartların bulunmasına ve bir takım engellerin olmamasına bağlıdır. Bunların bu şekilde
olabilmesi ise ancak o kimsenin münafık ve zındık olması halindedir. Müslüman
olduğunu açığa vuran kıble ehlinden herhangi bir kimsenin kâfir olması ancak
münafık ve zındık olması halinde düşünülebilir.
Yüce Allah’ın Kitabı da bunu açıkça ortaya
koymaktadır. Çünkü Allah insanları üç kısma ayırmıştır. Bir kısım müşriklerden
ve kitap ehlinden olan kâfirlerdir, bunlar şehadet kelimesini ikrar ve kabul
etmezler. Bir kısım içte de, dışta da mü’min olanlardır, üçüncü kısım ise
zahiren imanı ikrar edip, batınen kabul etmeyenlerdir.
İşte bu üç kısım el-Bakara suresinin baş tarafında
söz konusu edilmiştir. Bizzat kâfir olmakla birlikte şehadet kelimesini ikrar
eden kimse, ancak zındık olur. Zındık da münafığın ta kendisidir.
İşte burada her iki kesimin de yanlışlığı ortaya
çıkmaktadır. İçten içe bid’at olan bir görüşü kabul eden herkesin kâfir olduğunu
söyleyen kimse, batınen münafık olmayan bir takım kimselerin de kâfir olduğunu
kabul etmek zorunda kalır. Bu gibi kimseler halbuki batında Allah’ı ve Rasûlünü
severler. Allah’a ve Rasûlüne -günahkâr olsalar dahi- iman ederler.
Nitekim Sahih-i Buharî’de sabit olan rivayete
göre Ömer -Radıyallahu anh-ın azadlısı
Eslem ondan şunu rivayet etmektedir: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- döneminde Abdullah adında bir adam
vardı. Bu kimsenin lakabı (eşşek anlamına): Himar idi. Bu Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i güldürürdü.
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-
de içki içtiğinden dolayı ona sopa cezası vurmuştu. Yine bir gün getirildi,
tekrar peygamber ona sopa vurulmasını emretti. Orada bulunanlardan birisi:
Allah’ım ona lanet et, bu adam (bundan dolayı) ne kadar da çok buraya
getiriliyor, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Hayır, ona lanet etme; çünkü o Allah’ı
ve Rasûlünü seven birisidir."[19]
İşte bu pek çok taife ve ilim ve din önderleri
hakkında kesin olarak bilinen bir husustur. Buna rağmen bunlar Cehmiye, Mürcie,
Kaderiye, Şia ya da Harici’lerin bir takım görüşlerini de kabul
edebilmektedirler. Fakat ilim ve dinde imam olan kimseler bütünüyle bu bid’ati
işlememektedirler. Aksine bunun sadece bir bölümünü işlemektedirler.
Bid’at ehlinin kusurlarından birisi de
biribirlerini tekfir etmeleridir. İlim ehlinin övülmeye değer özelliklerinden
birisi de; onların hata ettiklerini söylemekle birlikte tekfir’e yanaşmamalarıdır.
Burada Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin- sözleri ile ilgili olarak açıklanması
gereken bir husus vardır. O da şudur: Şari’ bir takım günahları
"küfür" diye adlandırmıştır. Mesela, Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler
onlar kâfirlerin ta kendileridir." (el-Maide, 5/44)
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- de şöyle buyurmuştur: "Müslümana sövmek fasıklıktır.
Onunla (öldürmek kastıyla) çarpışmak da küfürdür." Bu hadisi İbn Mes’ud -Radıyallahu anh- rivayet etmiş, Buharî
ve Müslim’de kitaplarında ittifakla kaydetmişlerdir.[20]
Yine Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır: "Benden
sonra biriniz diğerinizin boynunu vuran kâfirler olarak gerisin geri
dönmeyiniz."[21];
"Bir adam kardeşine Ey kâfir! diyecek olursa, onlardan birisi bu ünvanı alır."[22]
Bu iki hadis de İbn Ömer -Radıyallahu
anh-dan gelmekte olup Buharî ve Müslim tarafından ittifakla rivayet edilmişlerdir.
Yine Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Dört
husus vardır ki bunlar kimde bulunursa o halis münafık olur. Bunlardan birisine
sahip olan kimsede de onu terkedinceye kadar münafıklık özelliklerinden birisi
bulunur: Konuşursa yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz, ahdettiği vakit
yerine getirmez ve tartışırsa haddi aşar." Abdullah b. Amr -Radıyallahu anh- yoluyla gelen bu hadis
de Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir.[23]
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- bir başka hadiste şöyle buyurmaktadır: "Zina eden,
zina ettiği vakit mü’min olarak zina etmez. Hırsızlık yapan, hırsızlık yaptığında
mü’min olarak hırsızlık yapmaz. İçki içen, içki içtiğinde mü’min olarak içmez.
Bundan sonra da tevbe arz olunur."[24]
Bir başka hadiste de şöyle buyurulmaktadır:
"Müslüman ile küfür arasındaki sınır namazı terketmektir." Bu hadisi
de Müslim, Câbir -Radıyallahu anh-
yoluyla gelen rivayetle kaydetmektedir.[25]
Peygamber buyuruyor ki: "Kim bir kâhine
gider de onu tasdik ederse yahut bir kadına arkadan yaklaşırsa Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e indirilene
küfretmiş olur."[26]
Bir başka hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Allah’tan başkasının adı ile
yemin eden küfretmiş olur." Bu lafzıyla bu hadisi Hakim rivayet etmiştir.[27]
Bir diğer hadiste de şöyle buyurulmaktadır:
"Ümmetim arasında iki hususiyet vardır ki bunlar küfürdür: Neseb’lere dil
uzatmak ve ölüye ağıt yakmak."[28]
ve buna benzer daha bir çok nass.
Buna verilecek cevaba gelince; Ehl-i sünnetin
tümü büyük günah işleyen kimsenin -Hariciler gibi- bütünüyle dinden çıkartacak şekilde
kâfir olmayacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Çünkü kişiyi dinden çıkartacak şekilde
kâfir olursa, o takdirde her durumda öldürülmesi gereken bir mürted olur. Kısas
hakkına sahip kimsenin, onu affetmesi de kabul edilmez. Zina, hırsızlık ve içki
içmek hallerinde de hadlerin uygulanması diye bir şey söz konusu olmaz. Ancak
böyle bir görüşün batıl ve fasit olduğu İslam dininin ihtiva ettiği hükümlerden
kesin olarak bilinmektedir.
Yine ehl-i sünnet ittifakla şunu kabul ederler:
Büyük günah işleyen bir kimse Mutezile’nin dediği gibi iman ve islam’dan çıkmaz
küfre de girmez, kâfirlerle birlikte cehennemde ebedi kalmayı da hakketmez.
Çünkü Mutezile’nin de bu husustaki görüşü batıldır. Zira Yüce Allah büyük günah
işleyen kimseleri mü’minler arasında saymıştır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında
üzerinize kısas yazıldı... fakat kime kardeşi tarafından bir şey affolunursa
artık örfe uyarak istesin..." (el-Bakara,
2/178) Görüldüğü gibi burada katili iman edenler arasından çıkartmamış, onu
kısas talep etme hakkına sahip olan kimsenin kardeşi olarak nitelendirmiştir.
Burdaki kardeşlikten kasıt ta hiç şüphesiz din kardeşliğidir.
Bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer mü’minlerden iki grup birbirleri
ile çarpışırlarsa onların aralarını düzeltin... mü’minler ancak kardeştirler, o
halde iki kardeşinizin arasını düzeltin." (el-Hucurat, 49/9-10)
Kitap ve sünnetin nassları ile icma, zina eden,
hırsızlık yapan, zina iftirasında bulunan kimsenin öldürülmeyeceğine delalet
etmektedir. Bilakis bunlara had uygulanır. Bu da bu günahları işleyen
kimselerin mürted olmadıklarının delilidir.
Sahih(i Buharî) de sabit olduğuna göre Peygamber
-Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurmuştur: "Her kimin yanında bir dünya malı yahut bir şey dolayısı ile
bir haksızlık bulunmakta ise dirhem ve dinar’ın bulunmayacağı bir vakit gelmeden
önce bugün o kimseden helallık dilesin. (Çünkü o gün haksızlık yapanın) şayet
salih bir ameli varsa yaptığı haksızlık kadarıyla ondan alınır. Eğer hasenâtı
yoksa bu sefer haksızlık yaptığı kimsenin kötülüklerinden alınır, ona bırakılır,
sonra da cehenneme atılır."[29]
Bununla zalim bir kimsenin bir takım hasenatının
bulunduğu ve mazlum’un hakkını o hasenattan alacağı sabit olmaktadır.
Aynı şekilde Sahih(i Müslim) de sabit olduğuna
göre Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem- şöyle buyurmuştur: "Siz kendi aranızda müflis diye kime
dersiniz, onlar: Aramızda müflis dirhemi, dinarı bulunmayan kimsedir. Şöyle
buyurdu: Müflis Kıyamet günü dağlar gibi iyilikleri olduğu halde gelip de şuna
sövmüş, ötekinin malını almış, berikinin kanını akıtmış, bir diğerine iftirada
bulunmuş, ötekini döğmüş olarak gelen bundan dolayı da onun iyiliklerinden
(öbürünün lehine) eksiltilip, yine onun iyiliklerinden (başkasının hakkı karşılığında)
alınan kimselerdir. Nihayet iyilikleri üzerindeki haklar bitmeden tükenecek
olursa, öbürlerinin günahlarından alınır, onun üzerine bırakılır, sonra da
cehenneme atılır." Bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir.[30]
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir."
(Hud, 11/114) İşte bu şuna delildir: Mü’min kimse kötülük işlemekle
birlikte o günahlarını silecek iyilikler de yapar.
Burada ahiretteki hüküm itibariyle Mutezile’nin
görüşü Harici’lerinkine uygundur. Onlar da büyük günah işleyen kimsenin
cehennemde ebedi kalacağını kabul etmektedirler. Ancak Hariciler büyük günah işleyene
kâfir deriz derken, Mutezile biz buna fasık deriz, demektedirler. Aralarındaki
görüş ayrılığı sadece lafızdadır.
Ehl-i sünnet de büyük günah işleyen kimsenin o
günah hakkındaki tehdidi -bu hususta varid olmuş nasslar’da olduğu üzere-
hakkettiğini ittifakla kabul ederler. Yoksa Mürcie’nin belirttiği gibi iman ile
birlikte hiçbir günahın zararı yoktur, küfür ile birlikte de hiçbir itaatın
faydası yoktur demezler. Mürcie’nin delil diye kullandığı vaad nassları ile
Hariciler’le Mutezile’nin delil olarak kullandıkları vaid (tehdit) nassları bir
araya getirilecek olursa, her iki görüşün de yanlışlığı ortaya çıkar. Bu
kesimlerin sözlerinde hiçbir fayda yoktur. Tek fayda, her bir kesimin açıklamasından,
karşı görüşü savunan diğer kesimin izlediği yolun yanlışlığını açıkça
anlayabiliyor olmamızdır.
Ehl-i sünnet arasında bu hususta ittifak
bulunmakla birlikte bir yanlışlık doğurmayacak şekilde kendi aralarında lafzi
bir ayrılık içerisindedirler. O da şudur: Küfrün mertebeleri var mıdır, bir
küfür diğerine göre daha aşağıda olabilir mi? Nitekim imanın da mertebeleri var
mıdır? Bir iman diğerine göre daha aşağıda olabilir mi, hususunda da görüş ayrılıkları
vardır.
Bu husustaki görüş ayrılıkları neye iman
denileceği hususundaki ayrılıklarından ortaya çıkmıştır. İman söz ve amel olup
artar ve eksilir mi, yoksa eksilmez mi?
Ancak kendi aralarında Yüce Allah’ın ve
Rasûlünün kâfir diye adlandırdığı kimseye bizim de kâfir diyeceğimizi ittifakla
kabul etmektedirler. Zira Yüce Allah, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla
hükmeden kimseye kâfir derken az önce sözü edilenlere de Rasûlü kâfir demişken,
bizim bu kimseler hakkında kâfir demememiz imkansız bir şeydir.
Ancak iman, söz ve amel’dir, artar ve eksilir
diyenler; böyle bir küfür itikadî bir küfür olmayıp amelî bir küfürdür derler
ve bunlara göre küfrün çeşitli mertebeleri vardır. Kimi küfür, kimisine göre
daha aşağıdadır. Nitekim bunlara göre imanda da aynı durum söz konusudur.
İman tasdik’ten ibarettir. Ameller imanın kapsamı
içerisine girmez, küfür de inkar demek olup her ikisi de ne artarlar, ne
eksilirler, diyenler ise bu hususta şöyle derler: Bu gibi küfürler hakiki değil,
mecazi küfürdür. Çünkü hakiki küfür kişiyi dinden çıkartan küfürdür.
Aynı şekilde bir takım amellere iman adının
verilmesi hakkında da bu tür açıklamalarda bulunurlar. Yüce Allah’ın: "Allah sizin imanınızı boşa çıkartacak değildir"
(el-Bakara, 2/143) buyruğundaki
"iman, beytu’l-makdis’e doğru dönerek kıldıkları namaz" demektir.[31]
Namaza iman adı mecazen verilmiştir. Çünkü namazın
sahih olabilmesi imana bağlıdır. Yahutta namaz imanın delili olduğundan dolayı
bu ismi almıştır. Zira namaz, namazı edâ eden kimsenin mü’min olduğuna
delildir. İşte bundan dolayı kâfir bizim namaz kıldığımız gibi namaz kılarsa
müslüman olduğuna hüküm verilir.
Günahkar kimseler eğer zahiren ve batınen Allah
Rasûlünün getirdiklerini ikrar ile kabul ediyorlarsa -onlardan tevâtüren
nakledilene göre- tehdide maruz kimseler olduklarında hiçbir görüş ayrılığı
yoktur. Fakat yanlış görüşler, Haricî ve Mutezile mensupları gibi -bunların
cehennemde ebedi kalacaklarını söyleyenlerin görüşleridir. Bundan da daha
kötüsü karşılıklı taassubları ve kendi kanaatlerine muhalefet eden kimseler
hakkında söylenemeyecek şeyleri söylemeleri, onları kötü bir şekilde ayıplamalarıdır.
Bizler kâfirlerle tartışma halinde bile adaletle
emrolunduğumuza, onlarla en güzel yol hangisi ise o şekilde mücadele etmemiz
istendiğine göre böyle bir ayrılık dolayısıyla birbirimize karşı nasıl adaletli
olmayız? Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin, adil olun.
Çünkü o takvaya daha yakın olandır." (el-Maide, 5/8)
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır.
O da şudur: Allah’ın indirdiklerinden başkası ile hükmetmek, bazen kişiyi
dinden çıkartan bir küfür olabilir. Bazen de küçük ya da büyük bir masiyet
olabilir. Küfür olması halinde ya az önce sözü edilen görüşlere göre ya mecazi
ya da küçük bir küfür olur. Bu da hükmedenin durumuna göre değişir.
Eğer o Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin
gereksiz olduğuna inanır ve bu konuda serbest olduğu kanaatini taşıyorsa, yahut
o hükmün Allah’ın hükmü olduğuna kesin inanmakla birlikte onu küçümsüyor ise bu
büyük küfürdür.
Şâyet Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin
farziyetine inanmakla ve o olay ile ilgili Allah’ın hükmünü bilmekle birlikte
-cezayı hakkettiğini itiraf etmekle beraber- Allah’ın hükmünü terkederse böyle
bir kimse asi günahkardır ve buna mecazi küfür yahut küçük küfür ile kâfir olmuş
denilir.
Şâyet o muayyen meselede Allah’ın hükmünü -bütün
gayretini ortaya koymak ve Allah’ın hükmünü bilmek maksadıyla bütün çabası ile
çalışmakla birlikte- bilemeceyek olup da bu hususta hata ederse; böyle bir
kimse hata etmiş ve yanılmış bir kimse demektir. İçtihadı dolayısıyla bir ecir
alır, hatası da bağışlanır.
Tahâvî -Allah
ona rahmet etsin-; "Biz iman ile birlikte hiçbir günahın onu işleyen
kimseye zarar vermeyeceğini söylemeyiz" sözünden kasıt, Mürcie’nin
kanaatine muhalefeti ortaya koymaktır. Onların bu husustaki şüpheleri daha
önceden geçmiş bir takım kimselere de arız olmuştur. Sahabe bu kanaatlerinden
vazgeçmedikleri takdirde bu görüşe sahip olanların öldürüleceğini ittifakla
kabul etmişlerdir.
Kudame b. Maz’un ve bir topluluk haram kılınmasından
sonra içki içmişler ve Yüce Allah’ın: "İman
edip, salih amel işleyenlere sakınır, iman eder ve salih amel işledikleri,
sonra da sakınıp iman ettikleri, sonra yine sakınıp ihsanda bulundukları
takdirde tattıklarından dolayı bir vebal yoktur." (el-Maide, 5/93) âyetini te’vil ile içki içmişlerdi. Ömer b.
el-Hattab -Radıyallahu anh-a bu husus
anlatılınca Ali b. Ebi Talib ve sair ashab ile birlikte eğer içkinin haram olduğunu
kabul edecek olurlarsa onlara sopa cezası verileceğini, helal olduğu üzerinde ısrar
ettikleri takdirde ise öldürüleceklerini ittifakla kabul etmişlerdi. Ömer -Radıyallahu anh- da Kudame’ye şöyle
demişti: Sen tamamiyle yanlış bir kanaattesin, eğer gerçekten sakınan ve iman
eden, salih amel işleyen bir kimse olsaydın, hiç içki içmezdin.
Çünkü bu âyet-i kerîme’nin nüzul sebebi şudur:
Yüce Allah içkiyi haram kıldığında -ki bu Uhud’dan sonra olmuştu- kimi ashab şöyle
demişti: İçki içmeye devam ederken (önceden) vefat etmiş arkadaşlarımızın
durumu ne olacak? Bunun üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerîme’yi indirdi.[32]
Bu âyet’le de haram kılınmamış olduğu o halde
bir şeyler içmiş olanın durumunu açıklayarak eğer mü’min, takva sahibi ve salih
amel işleyenlerden birisi ise bundan dolayı vebal altında olmayacağını
belirtti. Nitekim Beytu’l-Makdis’e yönelerek namaz kılmakla emrolunanların hali
de buydu.
Diğer taraftan bu yanlış te’vil ile içki içmiş
bulunanlar yaptıkları işten pişman oldular, hata ettiklerini öğrendiler ve
tevbelerinin kabul edilip, edilmeyeceğinden yana ümitsizliğe düştüler. Ömer -Radıyallahu anh- da Kudame’ye şu
mektubu yazdı: "Ha, Mim. Kitabın
indirilmesi hükmünde galip, en iyi bilen Allah’tandır. O günahları bağışlayan,
tevbeleri kabul edendir." (el-Mu’min, 40/1-3) Bilemiyorum senin iki
günahından hangisi daha büyük? Önce haram kılınmış bir şeyi helal kabul etmen
mi, yoksa daha sonra Allah’ın rahmetinden ümit kesmen mi?
İşte Ashab-ı Kiram’ın ittifakla kabul ettiği bu
husus, İslamın önder ilim adamları tarafından da ittifakla kabul edilmiştir.
"Mü’minler arasından ihsan edicileri (yüce
Allah’ın) affedeceğini, onları rahmetiyle cennete girdireceğini ümit ederiz.
Bununla birlikte onlar hakkında (azab görmeyeceklerine dair) emin olmayız.
Onların cennetlik olduklarına şahitlik etmeyiz. Günahkârlarına mağfiret diler
ve onlar için korkarız, hiçbir ümitlerinin olmadığını söylemeyiz."
Mü’min olanın, kendisi ve başkaları hakkında
-Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-
söylediği şekilde- inanması gerekir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte onlar da Rablerine hangisi daha
yakın olacak diye yol ararlar. Onun rahmetini umar, azabından korkarlar. Çünkü
Rabbinin azabı gerçekten sakınılmaya değer." (el-İsra, 17/57); "Eğer
gerçek mü’minlerseniz onlardan korkmayın, Benden korkun." (Al-i İmran, 3/175); "Ve yalnız Benden sakınınız." (el-Bakara, 2/41); "Ve yalnız Benden korkunuz." (el-Bakara, 2/40); "O halde insanlardan korkmayın, Benden
korkun." (el-Maide, 5/44)
Yüce Allah kendisinden korkanlardan övgü ile söz
ederek şöyle buyurmaktadır: "Şüphe
yok ki Rablerinden korkuları sebebiyle titreyenler, Rablerinin âyetlerine iman
edenler, Rablerine ortak koşmayanlar, verdiklerini verirlerken Rablerinin
huzuruna dönecekler diye kalpleri ürperenler... işte bunlar hayırlarda yarışırlar,
onlar bu işlerde ellerini çabuk tutanlardır." (el-Mu’minun, 23/57-61)
Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i ile Tirmizî’de
kaydedildiğine göre, Âişe -Radıyallahu
anh- şöyle demiştir: Ey Allah’ın Rasûlü dedim; "Verdiklerini verirlerken Rablerinin huzuruna dönecekler diye
kalpleri ürperenler" (el-Mu’min,
23/60) buyruğunda sözü edilen kimse, acaba zina eden, içki içen ve hırsızlık
yapan kimse midir? Şöyle buyurdu: "Hayır, ey Sıddiyk’ın kızı. Oruç tutan,
namaz kılan, sadaka veren, bununla birlikte kendisinden kabul olunmayacağından
korkan kimseden söz edilmektedir."[33]
el-Hasen -Radıyallahu
anh- şöyle demiştir: Allah’a yemin ederim ki onlar itaatlerle amel ettiler.
Bu konuda gayretlerini ortaya koydular, bununla birlikte yüzlerine çevirileceğinden
de korktular.
Gerçekten mü’min, bir taraftan iyilikte
bulunurken diğer taraftan korkar, münafık ise kötülük işlerken aynı zamanda
kendisini güvenlik altında hisseder.
Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz iman edenler, hicret edip
de Allah yolunda cihad edenler (var ya); işte onlar Allah’ın rahmetini umarlar.
Allah günahları bağışlayandır, merhamet edendir." (el-Bakara, 2/218)
Burada dikkat etmemiz gereken husus şudur: Yüce
Allah bu itaatlerde bulunmakla birlikte, onların ümitli olduklarını da söz
konusu etmektedir. Ümit ancak Yüce Allah’ın hikmetinin gerektirdiği Şer’î ve
kaderi sebebleri yerine getirmekle birlikte söz konusu olur. Çünkü O’nun,
mükafat ve ihsanı hep hikmetledir.
Eğer bir kimsenin gelirinden faydalanmayı ümit
ettiği bir arazisi varsa bu kişi o araziyi ihmal edip orayı sürmez, tohum
ekmezse bununla birlikte arazisini süren, eken ve ona gerektiği gibi bakan
kimsenin elde ettiği gelire sahip olmayı ümit ederse, insanlar böyle birisini
akılsızların akılsızı kabul eder.
Aynı şekilde bir kimse evlenmeksizin çocuğunun
olacağını hüsn-ü zan ederek ümit edenin yahut ta ilim talep etmeksizin ve bu uğurda
tam bir gayret ortaya koymaksızın çağının en alimi olacağını umanın ve benzeri
temennilerde bulunanın durumu ise, şüphesiz ki hiçbir itaatte bulunmaksızın
Yüce Allah’ın emirlerini yerine getirerek, yasaklarından sakınarak O’na yakınlaşmaya
çalışmaksızın, en yüksek mertebelere ulaşacağını kuvvetle ümit eden ve bu
hususta hüsn-ü zan besleyen kimsenin durumu da aynen böyledir.
Bir şeyler ümit eden kimsenin şunu bilmesi
gerekir ki; bu ümidi bir takım hususları da yerine getirmesini gerektirir:
1- Ümit ettiği şeyi
sevmelidir,
2- Onu elden kaçırmaktan
korkmalıdır,
3- İmkan ölçüsünde onu ele
geçirebilmek için çalışmalıdır.
Bunlardan hiçbirisinin de bulunmadığı bir ümide
gelince, bu kuruntular kabilindendir. Ümit etmek bir başka şeydir, kuruntularda
bulunmak başka şeydir. Ümit eden herkes korkar ve korktuğu takdirde de umduğunu
elde geçiremez korkusuyla izlediği yolda mümkün olan en büyük hızla yol almaya
çalışır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret
etmez, ondan başkasını da dilediğine bağışlar." (en-Nisa, 4/48 ve 116)
Müşrik’in mağfirete nail olması ümit edilemez.
Çünkü Yüce Allah onun mağfiret edilmeyeceğini belirtmiştir. Onun dışında kalan
günahlar ise Allah’ın dilemesine bağlıdır, dilerse Allah o kimseye günahını bağışlar,
dilerse onu azaplandırır.
Büyük günahlar ile küçük günahlar arasındaki
farka dair ilim adamlarının sözleri farklı farklıdır. İleride Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "Muhammed
ümmetinden büyük günah sahipleri cehennem ateşinde ebediyyen kalmayacaklardır"
sözleri açıklanırken buna değinilecektir.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir husus
vardır. O da şudur; Bir kimse büyük günah işlemekle birlikte bazen öyle haya
eder, öyle korkar ve o günahı öyle büyük görür ki bu hali büyük günahını küçük
günahlar seviyesine indirir.
Bazen de küçük günah işlemekle birlikte az haya,
aldırışsızlık, korkuyu terketmek ve onu önemsememek dolayısıyla o küçük günah
büyük günahlar arasına katılabilir. Bu hususu belirleyecek olan ise kalbin
halidir ve bu mücerred fiilde bulunmaktan ayrı bir şeydir. İnsan bu açıdan
kendi durumunu da, başkasının durumunu da bilebilir.
Aynı şekilde pek büyük ihsanda bulunmuş
kimselere başkalarının affedilmedik günahları affedilebilir. Çünkü kötülükler işlemiş
olan kimsenin -yaklaşık on dolayında- bir takım sebeplerden ötürü cehennem
cezası düşer. Bu sebebler de Kitap ve sünnetin incelenmesi ile tesbit edilmiş
sebeblerdir.
• 1- Tevbe
etmek: Yüce Allah: "Tevbe eden
müstesnâ" (Meryem, 19/60)
ile (el-Furkan, 25/70); "Tevbe edenler müstesnâ..." diye
buyurmaktadırlar.
(el-Bakara, 2/160)
Nasûh tevbe ise katıksız ve halis tevbe
demektir. Tevbe bir takım günahlara has değildir. (Bütün günahlardan tevbe
mümkündür.) Tevbe dolayısıyla günahtan sorumlu olunmayacağı ümmet arasında görüş
ayrılığı bulunmayan hususlardandır. Tevbe dışında bütün günahların bağışlanmasına
sebep teşkil eden hiçbir şey yoktur.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: ‘Ey nefisleri aleyhine ileri giden
kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin, çünkü Allah bütün günahları mağfiret
eder.’ Muhakkak o çok mağfiret edendir, rahmet edendir." (ez-Zümer, 39/53) Bu, tevbe edenler hakkındadır,
bundan dolayı Yüce Allah: "Ümit
kesmeyin" diye buyurduktan sonra: "Rabbinize dönün..." (ez-Zümer,
39/54) diye buyurmaktadır.
• 2- İstiğfâr:
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar
istiğfâr edip dururken de Allah onları azaplandıracak değildir." (el-Enfal, 8/33) Ancak kimi yerde istiğfar
tek başına söz konusu edilirken bazen tevbe ile birlikte söz konusu
edilmektedir. Tek başına söz konusu edildiği takdirde tevbe de onun kapsamı
içerisindedir. Nitekim tek başına tevbe zikredildiği yerde, istiğfârı da kapsar
ve tevbe istiğfârı da ihtivâ eder, istiğfâr da tevbeyi kapsar. Onların herbiri
mutlak olarak kullanıldığı takdirde, diğerini de kapsamına alır. İki lafızdan
biri diğeriyle birlikte kullanıldığı takdirde ise istiğfâr, geçmiş günahların
kötülüklerinden korunmayı talep etmek demek olur, tevbe de günahtan dönüp
gelecekte âmellerinin korktuğu kötülüklerinden korunmayı istemeyi ifade eder.
Bunun bir benzeri de "fakir" ve
"miskin" kavramlarıdır. Bu iki lafızdan biri tek başına kullanılırsa,
ötekini kapsar. Bir arada zikredilecek olurlarsa, herbirisinin kendine göre bir
anlamı olur. Yüce Allah: "On fakiri
(miskini) doyurmak..." (el-Maide,
5/89); "O zaman altmış yoksul
(miskin) doyurmalıdır." (el-Mücadele,
58/4); "Şâyet onları gizler ve
fakirlere (miskinlere) verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır."
diye buyurmaktadır.
(el-Bakara, 2/271)
Bu âyet-i kerîme’lerde her iki isimden birisinin
tek başına kullanılması halinde, az bir şeye sahip olanı da, hiçbir varlığı
olmayanı da kapsadığında görüş ayrılığı yoktur. Ancak Yüce Allah’ın: "Sadakalar (zekâtlar) ancak fakirlere ve
miskinlere...dir." (et-Tevbe,
9/60) buyruğunda birlikte zikredildiklerinden; o zaman bu lafzın birisi ile
-her ne kadar hangisiyle hangisi kastedildiği noktasında görüş ayrılığı varsa
da- az malı bulunan, diğeri ile hiçbir malı bulunmayan kimse kastedilmektedir.
İsm ve udvân (günah); bir (iyilik) ve takvâ, fasıklık
ve isyan kavramları da böyledir. Aradaki anlam benzerliği açısından küfür ve
nifak da bu kabilden görülebilir. Küfür daha genel bir mana taşır, küfür tek başına
zikredilecek olursa nifak’ı da kapsar. Hep birlikte zikredildikleri takdirde
herbirisinin ayrı bir anlamı olur. İleride Yüce Allah’ın izniyle açıklaması
geleceği üzere iman ve İslâm da böyledir.
• 3- Hasenât
(iyilikler): Çünkü bir hasenât on misli ile mükâfatlandırılır. Seyyie
(günah) ise misliyle ceza görür. Birer birer kazandığı kötülükleri, onar onar
kazandığı iyiliklerini bastıran kimsenin vay haline! Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Çünkü iyilikler
kötülükleri giderir." (Hûd,
11/114) Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem- de: "Kötülüğün arkasından iyiliği yetiştir ki onu
silsin"[34] diye
buyurmaktadır.
• 4- Dünyevî
musibetler: Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır: "Mü’mine isabet eden herhangi
bir hastalık, yorgunluk, gam, keder, üzüntü hatta bir tarafına batan bir dikeni
dahi, mutlaka Allah günahlarının keffareti kılar."[35]
Musibetlerin bizzat kendileri, günahların
keffaretine sebebtir. Onlara sabr etmekle kul sevap kazanır. Musibetlere
tahammülsüzlük ve bunlardan tiksinmek dolayısıyla da kul günah kazanır.
Sabretmek ve tahammülsüzlük göstermek ise, musibetin dışında başka birer
durumdur.
Musibet kulun fiili değildir, Allah’ın fiilidir
ve kulun günahına karşılık Allah’ın bir cezasıdır, onunla günahları keffaret
olur. Kişi ancak yaptığı işler dolayısıyla mükâfat görür ya da günah kazanır.
Sabır ve tahammülsüzlük ise kulun fiillerindendir. Bununla birlikte bazen kulun
ameli olmaksızın sevap ve mükafat hasıl olabilir. Bunun başkasının hediyesi
yahut ta sebebsiz olarak Yüce Allah’ın bir lütfu olarak elde edilmesi
mümkündür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve O, kendi nezdinden pek büyük bir ecir verir." (en-Nisâ, 4/40)
Hastalığın bizzat kendisi geçmişin bir cezası ve
keffâretidir. Çoğu zaman ecir (mükâfat)den, günahların bağışlanması anlaşılmakla
birlikte, onun manası bu değildir. Bu onun bir sonucudur.
• 5- Kabir
azabı: İleride Yüce Allah’ın izniyle buna dair açıklamalar gelecektir.
• 6-
Mü’minlerin
hayatta iken de, ölümden sonra da kişiye dua etmeleri ve mağfiret istemeleri.
• 7- Ölümden
sonra kişiye yapılan bağışlar. Bir sadakanın sevabı, okunan bir Kur’ân’ın
yahut yapılan bir haccın ve buna benzer bir amelin sevabı gibi. Yüce Allah’ın
izniyle buna dair açıklamalar da ileride gelecektir.
• 8-
Kıyamet
gününün sıkıntılı halleri ve dehşetli durumları.
• 9- Buharî ile Müslim’de sabit olan şu hadiste
belirtildiği gibi: "Mü’minler Sırat’tan geçtikten sonra cennet ile
cehennem arasındaki bir köprü üzerinde durdurulurlar. Birinin diğerindeki hakkı kısas yoluyla alınır. Nihayet tertemiz
edilip, arındırıldıktan sonra cennete girmeleri için onlara izin verilir."[36]
• 10-
Daha
önce şefaat bahsinde ve şefaatin kısımlarında açıklandığı üzere şefaatçilerin şefaati.
• 11- Şefaatsiz
olarak da merhametliler merhametlisinin affetmesi. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Bunun dışında
kalanları da dilediğine bağışlar."
(en-Nisâ,
4/48 ve 116)
Eğer kişi Yüce Allah’ın -günahlarının büyüklüğü
dolayısıyla- mağfiret etmek istemediği kimselerden ise; artık kimsenin tertemiz
olan imanı, masiyetlerinin pisliklerinden arınması için körüğe maruz kalmaktan
başka yolu kalmaz. Ta ki cehennem ateşinde kalbinde zerre ağırlığından çok çok
daha küçük bir miktarda dahi imanı bulunan hiçbir kimse, hatta -daha önce Enes -Radıyallahu anh- yoluyla gelen hadiste
belirtildiği üzere- la ilahe illallah diyen hiçbir kimse kalmayıncaya kadar.
Durum böyle olduğuna göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in cennetlik
olduklarına dair şahitlik ettiği kimseler dışında ümmet arasında muayyen
herhangi bir kimse için kat’î olarak cennetliktir, demeye imkan kalmaz. Ancak
bizler iyilikte bulunanlar namına ümit besleriz ve (günahları dolayısıyla) da
onlar için korkarız.
"Güven
duymak ve ümit kesmek İslam dininden çıkmaya sebebtir. Hak yol ise ehl-i kıblenin
yolu olan ikisi arasıdır."
Kulun korku duyan ve ümit eden bir halde olması
gerekir. Övülmeye değer ve samimi korku (havf), kişi ile Allah’ın haram kıldıkları
arasında engel olandır. Bu sınırı aşacak olursa o takdirde kişinin ümitsizliğe
ve ye’se düşmesinden korkulur.
Övülmeye değer ümit (recâ) ise Yüce Allah’tan
bir nur üzere Allah’a itaat ile amel eden kimsenin ümit edişidir. Böyle bir
kimse Yüce Allah’ın mükâfatını umar ya da bir günah işleyip o günahından
Allah’a tevbe ettikten sonra onun mağfiretini ümit edenin halidir.
Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Şüphesiz iman
edenler, hicret edip de Allah yolunda cihad edenler; işte onlar Allah’ın
rahmetini umarlar. Allah günahları bağışlayandır, Rahimdir." (el-Bakara, 2/218)
Ancak kişi kusurlu hareket etmeyi ve günah işlemeyi
sürdürüp giderse, herhangi bir amelde bulunmaksızın Allah’ın rahmetini de
umarsa, bu bir aldanış, gereksiz bir temenni ve yalancı ümit (recâ)dır.
Ebu Ali er-Rûzbarî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Korku ve ümit (havf ve
recâ) bir kuşun iki kanadı gibidir. Eşit oldukları takdirde kuş da dengede
durur ve güzel bir şekilde uçar. Bu kanatlardan birisi eksik olursa, uçuşunda
da eksiklik olur. Her ikisi de olmazsa, bu sefer kuş, ölüm sınırına doğru yaklaşır.
Yüce Allah korku ve ümit halinde olanlardan şu
buyruğunda övgü ile söz etmektedir: "(Böyle
bir kimse mi) yoksa âhiretten korkarak, Rabbinin rahmetini umarak, gece
saatlerinde kıyamda durarak, secde ederek itaatte bulunan kimse mi (hayırlıdır)?"
(ez-Zumer, 49/9); "Yanları yataklarından uzak kalır. Rablerine
korkarak ve ümit ederek dua ederler." (es-Secde, 32/16)
Ümit korkuyu gerektirir, zaten böyle olmasa tam
bir güvenlik duygusu hasıl olur. Korku da ümidi gerektirir, böyle olmazsa tam
bir ümitsizlik ve ye’s hali söz konusu olur. Bir kimseden korkulacak olursa,
sürekli ondan kaçılır. Yüce Allah müstesna. Çünkü O’ndan korkan, kaçıp O’na sığınır.
O halde havf sahibi Rabbinden kaçan ve yine O’na sığınan kimse demektir.
"Menâzilu’s-Sâirîn" adlı eserin
müellifi -yüce Allah’ın rahmeti üzerine
olsun-: "Recâ, müridin en zayıf (aşağı) mertebesidir" demektedir.
Ancak onun bu sözü tartışma götürür. Aksine recâ ve havf (ümit ile korku) sözü
edilen şekilde mürid’in en şerefli mertebelerindendir. Sahîh’de, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle
buyurduğu kaydedilmektedir: "Aziz ve celil olan Allah şöyle buyuruyor:
" Ben kulumun yanında, kulumun
hakkımdaki zannı gibiyim. O bakımdan Benim hakkımda nasıl istiyorsa, öyle zanda
bulunsun."[37]
Müslim’in, Sahih’inde de Câbir -Radıyallahu anh-ın şöyle dediği
kaydedilmektedir: Ben Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-i vefatından üç gün önce şöyle buyururken dinledim:
"Sizden her kim olursa olsun, ölüm esnasında mutlaka Rabbi hakkında hüsn-ü
zan besleyerek ölsün."[38]
İşte bundan dolayı şöyle denilmiştir: Kul,
hastalık dönemlerinde sağlık dönemlerinin aksine ümidi korkusundan daha ağır
basmalıdır. Sağlık döneminde ise korkusu ümidinden daha ağır basmalıdır.
Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: Her kim yalnızca
sevgi ile Allah’a ibadet ederse, o kimse zındık’tır. Her kim yalnızca korku ile
Allah’a ibadet ederse, o kimse Harurî (harici)dır. Kim sadece recâ ile O’na
ibadet ederse o kimse Mürciî’dir. Kim hem sevgi, hem korku, hem de recâ ile
O’na ibadet ederse işte o mü’min ve muvahhiddir.
"Kul
kendisini imana girdiren bir şeyi inkâr etmedikçe, imandan çıkmaz."
Tahâvî -Allah
ona rahmet etsin- bu sözleriyle, büyük günah işlemekle kul imandan çıkar, şeklindeki
Harici’lerle Mutezile’nin görüşlerinin reddedildiğine işaret etmektedir. Bu
ifadeler aynı zamanda daha önce söylediği: "Kıble ehline mensup bir kimse,
helal kabul edilmedikçe herhangi bir günahtan ötürü tekfir edilmez"
sözlerini pekiştirmektedir. Bu hususa dair açıklamalar önceden geçmiş
bulunmaktadır.
"İman
dil ile ikrar, kalp ile tasdik’tir. Rasûllullah -Sallallahü aleyhi ve
sellem-den sahih olarak gelen şeriat ve beyan (açıklamalar)ın tamamı haktır. İman
birdir, iman ehli imanın esası bakımından birbirlerine eşittir. Aralarında
fazilet ve üstünlük farkı, haşyet, takvâ, hevâya muhalefet ve evlâ olanı
yapmaya devam etmekle ortaya çıkar."
Neye iman denileceği hususunda pek çok görüş ayrılıkları
vardır: Malik, Şafiî, Ahmed, Evzaî, İshak b. Raheveyh ve diğer hadis ehli
alimler ile Medine alimleri -Allah’ın
rahmeti üzerlerine olsun- Zahirîler ve bir kısım kelamcılar imanın kalp ile
tasdik, dil ile ikrar ve azalarla amel olduğunu söylemişlerdir.
Bizim mezhebe mensub bir çok kimse de Tahâvî’nin
sözünü ettiği şekilde imanı dil ile ikrar ve kalp ile tasdik olarak kabul etmişlerdir.
Aralarından: Dil ile ikrar zaid bir rükün’dür,
aslî bir rükün değildir, diyenler de vardır. Ebu Mansur el-Maturidî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bu
kanaattedir. Bu görüş Ebu Hanife -Radıyallahu
anh-dan da rivayet edilmektedir.
Kerrâmiye ise imanın sadece dil ile ikrardan
ibaret olduğu kanaatindedir. Onlara göre münafıklar da imanı kâmil mü’mindir.
Ancak Yüce Allah’ın tehdit ettiği azabı hakkederler. Bu görüşlerinin ne kadar
tutarsız olduğu açıkça ortadadır.
el-Cehm b. Safvân ile Kaderiye’nin önderlerinden
birisi olan Ebu’l-Huseyn es-Salihî ise imanın kalp ile bilip tanımak olduğu
kanaatindedirler. Bunun yanlışlığı ise öncekinden daha açıktır. Çünkü buna göre
Firavun ve kavminin mü’min olmaları icab eder. Zira onlar Musa ile Harun
(ikisine de salat ve selam olsun)ın doğru söylediklerini biliyorlardı ve ona
iman etmemişlerdi. İşte bundan dolayı Musa -Aleyhisselam-
Firavun’a şöyle demişti: "Andolsun
ki bunları birer ibret olmak üzere göklerin ve yerin Rabbinden başka kimsenin
indirmediğini bilmişsindir." (el-İsra,
17/102); "Kalpleri onlara inandığı
halde, zulümle büyüklenmeleri sebebi ile onları inkar ettiler. Bozguncuların
sonunun nasıl olduğuna bir bak." (en-Neml, 27/14)
Kitab ehli de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in peygamberliğini kendi öz çocuklarını
tanır gibi tanıyorlardı. Fakat ona iman etmediler, aksine onu inkar eden
kâfirler oldular, ona düşmanlık ettiler. Nitekim Ebu Talib de aynı şekilde
bunlara göre mü’mindir, çünkü o şöyle demiştir:
"Ben bildim ki Muhammed’in dini,
Yeryüzündeki dinlerin en hayırlısıdır.
Eğer kınanmaktan yahut bana sövüleceğinden
çekinmemiş olsaydım,
Bunu gönül hoşluğuyla kabul ettiğimi ve açıkladığımı
görecektin."
Hatta İblis dahi el-Cehm’e göre imanı kâmil bir
mü’mindir, çünkü o Rabbini bilmeyen birisi değildi. Aksine o Rabbini bilen
birisiydi."Dedi ki: Rabbim,
diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver." (el-Hicr, 15/36); "Rabbim,
beni azdırdığın için..." (el-Hicr,
15/39); "Dedi ki: İzzetin hakkı
için hepsini mutlaka azdıracağım."
(Sâd,
38/82)
Cehm’e göre küfür de yüce Rabbi bilmemektir.
Halbuki ondan daha çok Rabbini bilmeyen kimse de yoktur. Çünkü o Yüce Allah’ı
mutlak varlık olarak kabul etmiş ve bütün sıfatlarını selbetmiştir, bundan daha
büyük bir cahillik de olamaz. Buna göre bizzat kendisinin kendisi hakkındaki
tanıklığıyla, kendisi de kâfir olur.
Bütün bunlardan çıkan sonuç şu ki: İman ya kalp,
dil ve diğer azalar ile birlikte kaim’dir. Nitekim selef’in cumhur’unu teşkil
eden üç imam ve diğerleri -az önce geçtiği gibi- bu kanaattedir.
Azalar dışında kalp ve dil ile kaim’dir.
Tahâvî’nin, Ebu Hanife’den ve onun mezhebini kabul edenlerden -Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun-
naklettiği gibi.
Yahut sadece dil ile kaim’dir, Kerramiye’nin
görüşü gibi.
Yahut ta sadece kalp ile kaim’dir, bu da ya
Cehm’in dediği gibi marifettir (bilip tanımaktır) yahut ta Ebu Mansur
el-Maturidî -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- dediği gibi tasdik’tir. Kerramiye ile Cehm b. Safvan’ın sözlerinin
tutarsızlığı açıkça görülmektedir.
Ebu Hanife ile ehl-i sünnet’in diğer imamları
arasındaki ayrılık şekildedir. Çünkü amellerin azalarla yapılması, kalp ile
imanın bir gereğidir yahut ta imandan bir parçadır. Bununla birlikte büyük
günah işleyen kimsenin imandan çıkmadığını da ittifakla kabul etmektedirler.
Aksine böyle bir kimsenin durumu Allah’ın meşîetine kalmıştır. Allah dilerse
onu azaplandırır, dilerse onu affeder. O halde buradaki görüş ayrılğı lafzîdir
ve buna bağlı olarak bir tarafın itikadının bozuk olması sonucunu doğurmaz.
Namaz kılmayı terkedenin kâfir olduğunu kabul
edenler ise bu hususa başka bir takım delilleri de ilave etmektedirler. Yoksa
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
zina edenin, hırsızlık yapanın, içki içenin, başkasının malını talan edenin
mü’min olmadığını belirtmiş olmakla birlikte bunun, bu gibi kimselerden iman adının
tamamiyle zail olmasını gerektirmeyeceği de ittifakla kabul edilmiştir.
Ehl-i sünnet arasında şu hususta görüş ayrılığı
yoktur: Yüce Allah kullarından söz ve amelde bulunmalarını istemiştir. Sözden
kasıt kalp ile tasdik, dil ile ikrardır. İşte iman söz ve amel’dir ifadesi
mutlak olarak kullanıldığında anlamı budur. Ancak kullardan istenen bu hususu
iman adı kapsamakta mıdır, yoksa iman bunlardan sadece birisi midir? Yani o,
yalnızca sözden ibaret midir? Amel ondan ayrı bir şey olup -her ikisi hakkında
mecazen kullanılsa dahi- tek başına zikredildiği takdirde iman adının ameli
kapsamadığı söylenebilir mi? İşte anlaşmazlık noktası buradadır.
Ehl-i sünnet alimlerinin icma ile kabul
ettiklerine göre; Bir kimse kalbi ile tasdik eder, dili ile ikrar eder ve
azalarıyla amelden imtina ederse, Allah’a ve Rasûlüne isyan etmiş, âhiret azabı
ile tehdidi haketmiştir.
Ancak ameller iman denilen şeyin kapsamı
içerisine girmez diyen kimseler arasında şöyle diyenler vardır: İman tek bir şey
olduğuna göre benim imanım Ebu Bekr es-Sıddîk ve Ömer (Allah ikisinden de razı olsun)in imanı gibidir. Hatta benim imanım
peygamberlerin, rasûllerin, Cibril ve Mikail’in (hepsine selam olsun) imanı gibidir, derler.
Ancak böyle diyenlerin bu sözleri bir aşırılıktır.
Çünkü iman ile küfrün durumu görmekle körlüğe benzer. Şüphesiz ki gözleri
görenlerin, görme kuvveti ya da zayıflığı arasında farklılık vardır. Kimisi aydınlıkta
iyi görmez, kimisi alaca karanlıkta gözleri kamaşır. Kimisi kalınca çizgileri
görebilir, kimisi ince çizgileri ancak mercekle ve benzer bir aletle görebilir.
Kimisi ancak oldukça yakından görebilir, kimisi tam bunun aksinedir.
İşte bundan dolayıdır ki -Allahu a’lem- Tahâvî şöyle
demiştir: "İman ehli imanın aslında birbirine eşittirler." O bu
sözleriyle eşitliğin imanın aslında olduğuna işaret etmektedir. Ancak bu her
bakımdan bir eşitliği gerektirmez, bir nur farkı vardır. La ilahe illallah’ı
kabul edenlerin kalplerinde Yüce Allah’tan başka hiçbir kimsenin tesbit
edemeyeceği kadar farklılık vardır. Kimisinin kalbinde bu kelimenin nuru güneş
gibidir, kimisinin kalbinde parlak bir yıldız gibidir, kimisinin kalbinde büyük
bir meşaleyi andırır, kimisinin kalbinde apaydınlık bir kandili, kimisinin
kalbinde de zayıf bir çıra gibidir.
İşte bundan dolayı kıyamet gününde iman ehlinin
nurları bu miktarda sağlarında ve önlerinde ortaya çıkacaktır. Bu nurları
kalplerindeki iman ve tevhid’in ilim ve amel nuruna göre olacaktır.
Bu kelimenin nuru ne kadar çok ve büyük ise gücü
oranında şüphe ve arzuları yok eder. Öyle ki iman nuru bazen ne kadar arzu, şüphe
ve günahla karşı karşıya kalırsa mutlaka onu yok edecek hale gelebilir. İşte bu
tevhid’inde sadık olan kimsenin halidir. Onun imanının seması, attığı taşlarla
herbir hırsıza karşı korunmuştur.
Bu gerçeği anlayan bir kimse Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in:
"Muhakkak Allah Yüce Allah’ın rızasını arayarak la ilahe illallah diyen
kimseye cehennem ateşini haram kılar."[39]
buyruğu ile "La ilahe illallah diyen cehennem ateşine girmez"[40]
buyruğunu ve bu kabilden varid olmuş diğer hadislerin ne anlama geldiğini çok
iyi kavrar. Halbuki bu tür hadisler pek çok kimse tarafından müşkil (anlaşılması
zor) olarak değerlendirilmiştir. Hatta kimisi bu tür hadisleri mensuh zannetmiş,
kimisi bunların emir ve nehiylerin varid oluşundan önce söylenmiş olduğunu sanmış,
bazıları buradaki cehennem ateşini müşrik ve kâfirlere ait ateş diye yorumlamış,
bazıları da cehennem ateşine girmeyi ebedi kalmak üzere girmekle ve buna benzer
şekillerle yorumlamak zorunda kalmıştır.
Şarî’ (Peygamber aleyhi’s-salatu ve’s-selam),
bunun sadece dil ile söylenmekle elde edileceğini bildirmiş değildir. Bu İslam
dininden anlaşılan zorunlu gerçeklerden birisidir.
Şüphesiz ki münafıklar dilleriyle la ilahe
illallah’ı söylerler, fakat onlar diğer inkarcıların da altında cehennem ateşinin
en alt bölgesindedirler. Çünkü ameller şekilleri ve suretleri itibariyle
birbirinden üstün olmazlar. Ameller arasındaki üstünlük, kalplerde bulunanın
üstünlüğü ile değişiklik gösterir.
Şimdi terazinin bir kefesine konulan kelime-i
tevhid’in yazılı olduğu parça ile onun karşısında herbirisi gözün alabildiğine
kadar uzayıp giden ve doksandokuz ayrı sicilin (âmel sahifelerinin)karşı kefede
konulduğunu, buna karşılık kelime-i tevhid’in yazılı olduğu parçanın ağır
basarak diğer doksandokuz sicilin hafif bastığını anlatan ve bu şekilde
kelime-i tevhid’i söyleyen kimsenin azab edilmeyeceğini bildiren hadis[41]
üzerinde dikkatle düşünmemiz gerekmektedir. Bilindiği gibi -pek çoğu cehenneme
girmeyi hak etmiştir- her muvahhid’in böyle bir belgesi olacaktır.
Yine yüz kişinin katilinin kalbinde bulunan[42]
iman hakikatleri üzerinde düşünelim. Bu kimse beraber yaşamak üzere yola
koyulduğu kasaba yolunda ölüm sekerâtı halinde iken bile; göğsüyle kendisini
gideceği o kasabaya doğru itmeye çalışacak hale getirmiştir.
Fahişe bir kadının, ayağından ayakkabısını çıkartıp,
su birikintisinden bir köpeğe su taşıyıp sulaması esnasındaki kalbinde bulunan
imanı ve bundan dolayı Allah’ın ona mağfiret etmesini de iyice düşünelim.[43]
Akıl da
aynı şekildedir. Akılda üstünlük kabildir, fakat asıl akıl itibariyle insanlar
deli olmamak ve akıllı olmak bakımından biribirlerine eşittirler, ama biri diğerinden
daha akıllıdır.
Farz ve haram kılmak da aynı şekildedir. Bazı
farzlar diğerlerinden daha kuvvetlidir, bazı haramlar da diğerlerine göre daha
aşağıdır, doğrusu da budur. Bazılarının akıl ve hükümlerin vücubunda da böyle
bir eşitlik olacağını söylese dahi, durum dediğimiz gibidir.
İcmalî ve tafsilî bakımdan imanın artışına
gelince; bilindiği gibi ilkin farz kılınanlar ile Kur’ân’ın nüzulunun
tamamlanmasından sonra farz kılınanlar aynı değildir. Rasûlün haberinin ulaştığı
kimseler hakkında farz olduğu şekilde tafsilî bir iman, herkes hakkında vacib
olmayabilir. Necaşî ve benzerleri gibi.
Kalp ve azaların amelde bulunmasını gerektiren
amel ve tasdik ile imanın fazlalığına gelince, elbetteki bu, tasdikin kapsamı
içerisinde bulunmayan anlamdan daha mükemmel bir mertebedir. Yani bildiğiyle
amel eden bir kimse, bildiğiyle amel etmeyenden daha mükemmeldir. Eğer lazım
olan bir şey meydana gelmezse bu onu gerektiren şeyin zayıflığını gösterir.
Musa -Aleyhisselam-a
kavminin buzağıya taptıkları haberi ulaşınca Tevrat levhalarını atmadı. Onların
buzağıya taptıklarını görünce levhaları yere bıraktı. Bu onun Yüce Allah’ın
kendisine vermiş olduğu haberde şüphe ettiğinden ötürü değildi, fakat haber
verilen kimse, haber verenin doğruluğunu kesinlikle bilmekle birlikte, bizzat
görmesi halinde olduğu gibi, kendisine verilen haberi gereği gibi canlandıramaz.
Nitekim İbrahim el-Halîl de -Allah’ın salat ve selamı üzerine olsun- böyle demişti: "Rabbim ölüleri nasıl dirilttiğini bana
göster. İnanmadın mı yoksa? diye buyurunca, o da: İnandım, fakat kalbimin
mutmain olması için soruyorum (demişti.)" (el-Bakara, 2/260)
Aynı şekilde mesela bir kimseye hac ve zekat
farz olsa, o kimsenin muhatab olduğu bu emirleri bilip iman etmesi ve başkası
için ancak icmalî bir şekilde inanılması vacib olan bu hususu, Allah’ın
kendisine farz kılmış olduğuna inanması gerekir; ona bu hususa tafsilî olarak
iman etmek düşer.
İlk İslam’a girme halinde de insanın durumu
budur. Öncelikle onun icmalî bir ikrarda bulunması gerekir. Daha sonra namaz
vakti girdi mi namazın farziyetine iman ederek onu eda etmesi gerekir. Kısacası
insanlar emrolundukları iman bakımından birbirlerine eşit değildirler.
Kalbinde herhangi bir şehvet (arzu) ve şüphenin
karşı koyamayacağı türden kat’î bir tasdîk bulunan bir kimsenin herhangi bir
masiyet işlemeyeceğinde şüphe yoktur. Çünkü böyle bir şehvet ve şüphenin yahut
ta birilerinin hasıl olmaması halinde isyan da söz konusu olmaz. Bunlardan
birisi ya da ikisinin bulunması halinde ise kişinin kalbi işlemekte olduğu
masiyet ile meşgul olur. O vakit kalbinden tasdik kaybolur, tehdit hatırlanmaz
olur ve böylelikle isyanda bulunulur. İşte bundan dolayı -doğrusunu en iyi
bilen Allah’tır ya- Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-: "Zina eden, zina ettiği vakit mü’min olarak zina
etmez"[44] diye
buyurmuştur. Çünkü kişi zina ettiğinde zinanın haram oluşu dolayısıyla
kalbindeki tasdik kaybolur. İman aslı itibariyle kalbinde kalsa bile. Daha
sonra bu tasdik tekrar geri döner.
Gerçek şu ki takva sahibi kimseler Yüce Allah’ın
şu buyruğunda nitelendirdiği şekildedirler: "Takva sahiplerine şeytandan bir vesvese gelirse iyice düşünürler.
Bakarsın ki onlar görüp bilmişler bile." (el-A’raf, 7/201)
Leys, Mücahid’den naklen şöyle demektedir: Burda
sözü edilen kişi bir günah işlemeyi içinden geçirdikten sonra Yüce Allah’ı hatırlayarak,
O’nu terkeden kimsedir. Şehvet ve gazab bütün kötülüklerin başlangıç noktasıdır.
Kişinin basireti açılıp, hakkı görünce o verdiği karardan geri döner. Daha
sonra Yüce Allah: "Kardeşleri ise
onları sapıklığa sürükler, sonra da ellerini yakalarından çekmezler." (el-A’raf, 7/202) diye buyurmaktadır.
Yani şeytanların kardeşleri, şeytanları sapıklıkta sürekli kılmaya çalışırlar
ve sonra da onları bir türlü bırakmazlar.
İbn Abbas -Radıyallahu
anh- şöyle demiştir: Ne insanlar kötülükten el çekerler, ne de şeytanlar
onları bırakırlar. Eğer basireti açılmayacak olursa, kalbi körlük içerisinde
kalmaya devam eder. Şeytan da onun azgınlığında sürekli kalmasını sağlar. Şâyet
kalbinde tasdik var ise işte kendisi ile basiretin açıldığı nur budur. İşte
kalbinden çıkıp ayrılan haşyet ve korku da budur. Bu şuna benzer: İnsan
gözlerini kapatırsa etrafını görmez, körlük olmasa dahi. Kalp de günahların oluşturduğu
perde ile örtülürse bu hale düşer, hakkı göremez olur. Kâfirin körlüğü türünden
bir körlük olmasa dahi. İşte bu mana Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e kadar ulaşan merfu bir senet ile şöylece
dile getirilmiştir: "Kul zina ettiği vakit iman ondan çekilip, alınır. Eğer
tevbe ederse tekrar ona geri iade olunur."[45]
Bu hususta ehl-i sünnet arasındaki ihtilaf lafzî
bir ihtilaf olduğuna göre her iki kesimin diğerine karşı gösterdiği bir haksızlıktan
ve bundan dolayı ayrılığa düşmekten başka hiçbir sakıncası yoktur. Diğer bir
sakıncası da bunun yerilmiş kelam ehline mensub Mürcie ve benzerlerinin bir takım
bid’at görüşlerinin, fasıklığın ve masiyetlerin ortaya çıkmasına sebeb teşkil
etmesidir. Çünkü bu tutuma sahip bir kimse; ben gerçekten müslümanım, iman ve İslamı
kamil bir kimseyim, Allah’ın velilerinden birisiyim, der ve işlediği
masiyetlere aldırmaz. İşte bu anlama gelecek şekilde Mürcie şöyle demiştir: “İman
ile birlikte hiçbir günahın o günahı işleyene bir zararı yoktur”, ancak bu görüşün
kat’î olarak batıl olduğu ortadadır.
İmam Ebu Hanife -Allah ondan razı olsun- şarî’in Kelam’ında yer alan deliller ile
birlikte imanın sözlük anlamı itibariyle ihtiva ettiği gerçek manayı göz önünde
bulundurmuştur. Diğer imamlar -Allah’ın
rahmeti üzerlerine olsun- ise yalnızca şarî’in örfünde imanın gerçeğinin ne
olduğunu göz önünde bulundurmuşlardır. Çünkü şarî’ tasdik’e bir takım vasıf ve şartlar
daha katmış bulunmaktadır. Namaz, oruç, hac ve benzerlerinde olduğu gibi.
Hanefî mezhebine mensub ilim adamlarının Ebu
Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- lehine delillerinden bir kısmı şöyledir:
İman, sözlükte tasdikten ibarettir. Nitekim Yüce Allah Yusuf -Aleyhisselam-ın kardeşlerinin şu
sözleri söylediklerini bize haber vermektedir: "Bununla birlikte sen bize iman edici değilsin." (Yusuf, 12/17) Yani sen bizi tasdik
etmiyorsun, demektir.
Hatta aralarından dil bilginlerinin bu hususta
icma ettiğini iddia edenler dahi vardır. Diğer taraftan bu sözlük anlamı -ki bu
da kalb ile tasdiktir- kulun üzerinde yerine getirilmesi gereken Allah’ın bir
hakkıdır. O da Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-i Allah’tan getirdiği bütün hususlarda tasdik etmektir.
Buna göre Allah Rasûlünün, Allah’tan getirmiş oldukları hususlarda tasdik eden
bir kimse, kendisi ile Allahu Teala arasında mü’mindir. Dil ile ikrar ise,
dünyada İslam ahkamının ona uygulanması için bir şarttır. Bu önceden de geçtiği
gibi, iki görüşten birisidir. Çünkü böyle bir iman küfrün zıttıdır, küfür ise
yalanlamak ve inkar etmek demektir. Bunlar da kalp ile olurlar, o halde onların
zıttını teşkil eden (iman) da böyledir.
Yüce Allah’ın: "Kalbi iman ile dolu olduğu halde zorlanan müstesnâ olmak üzere..."
(en-Nahl, 16/106) buyruğu imanın
yerinin kalp olduğunu, dil olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Diğer taraftan
eğer iman kavl ve amelden oluşan bir şey olsaydı, onun bir bölümünün zail olmasıyla
tümden zail olması gerekirdi. Çünkü amel imana atfedilmiştir, atf ise
(atfedilen ile kendisine atf olunanın) farklı olmasını gerektirmektedir. Yüce
Allah ise Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok yerinde "iman edenler ve salih amel işleyenler"
diye buyurmaktadır.
Bu görüşü savunanların "iman sözlükte
tasdikten ibarettir" şeklindeki görüşlerine, tasdik ile iman kelimelerinin
eş anlamlı olmadıkları belirtilerek itiraz edilmiştir. Bir yerde bunların eş
anlamlı oldukları doğru görülse bile; mutlak olarak eş anlamlı olmayı
gerektirdiğini neye dayanarak söyleyebiliriz?
Aynı şekilde İslam ile iman’ın eş anlamlı olduğu
iddiasına da itirazlar yapılmıştır. Bunların eş anlamlı olmadıklarını gösteren
hususlar arasında şu da vardır; Haber veren kimseyi tasdik eden kişi hakkında
"onu tasdik etti" denilir ama
ile: Ona iman etti, denilmez. Bunun yerine: Ona inandı, denilir. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ":Lut
O’na inandı, iman etti." (el-Ankebut,
29/26); ":Musa’ya kavminden bir
takım gençler dışında, kimse iman etmedi." (Yunus, 10/83); ":Allah’a
inanır ve mü’minlere (sözlerine) inanır." (et-Tevbe, 9/61)
Görüldüğü gibi bu fiilin "be" harfi
ile geçiş yapması ile "lam" harfi ile geçiş yapması arasında bir fark
vardır. Birincisi haber verilen şey ile ilgili kullanılırken, ikincisi haber
veren hakkında kullanılır. Burada "sen bizi tasdik edici değilsin"
ifadesinde "lam" harfi ile geçiş yapılabilmesi bu kanaati reddetmek
için yeterli değildir. Çünkü böyle bir manada "lam" harfi, âmilin
amel gücünü pekiştirmek içindir. Tıpkı -ilgili bahislerde açıklandığı
üzere.-ma’mül’ün tekaddüm etmesi yahut âmilin ism-i fail ya da mastar olması
gibi.
Hulasâ; hiçbir zaman -ona inandım- anlamında:
denilmeyeceği gibi; da denilmez. Bunun yerine sadece ile: Ona ikrarda bulundum, denilmesi gibi. Buna göre (iman ettim)
tabirinin diye açıklanması diye açıklanmasından daha uygundur. Bununla
birlikte aralarında bir fark da vardır, çünkü aralarındaki fark, mana
itibariyle sabittir. Çünkü ister görülebilen, ister görülemeyen (gayb) hakkında
haber veren herbir kimseye dilde; ": Doğru söyledin" de denilir,
": Yalan söyledin" de denilir. Mesela sema bizim üstümüzdedir, diyen
kimseye doğru söyledin denilirken tasdik kökünden gelen fiil kullanılır.
İman lafzına gelince, iman lafzı ancak gaib’ten haber
vermek halinde kullanılır. Mesela güneş doğdu, diyen kimse hakkında; biz onu
tasdik ettik, denilir ama; ona iman ettik, denilmez. Çünkü iman etmekte asıl
mana "emn ve itimad (güvenmek ve güven duymak)"dır. Bu da ancak gaibe
dair haber vermek halinde söz konusu olur. Ancak gaib olan husus hakkında haber
veren kimseye iman etmek söz konusudur. Bundan dolayı ne Kur’ân-ı Kerîm’de, ne
de başka sözlerde ifadesi ancak bu
türden olan anlatımlar hakkında kullanılır.
Zira tasdik lafzının zıttı olarak tekzib (yalanlama)
kullanıldığı gibi, iman lafzı karşısında bu kökten bir lafız kullanılmayıp
bunun karşıtı olmak üzere küfür kökü kullanılır. Küfür ise yalanlamaya has bir
tabir değildir. Hatta bir kimse: Ben senin doğru sözlü (sadık) olduğunu
biliyorum, ancak sana uymuyorum. Aksine düşmanlık ediyorum, buğzediyorum ve
muhalefet ediyorum, diyecek olsa, böyle birisinin küfrü daha büyük çapta olur.
Böylelikle imanın tasdikten ibaret olmadığı,
küfrün de sadece yalanlamaktan ibaret olmadığı ortaya çıkmaktadır. Hatta eğer
küfür varsa tekzib olabildiği gibi, bazen tekzib olmaksızın muhalefet ve düşmanlık
da olabilir. İman da aynı şekildedir. Tasdik, muvafakak, dostluk (muvalat) ve
inkıyad (itaat) ile birlikte bulunur. İmanda mücerred tasdik yeterli değildir.
O halde İslam da "iman" adının kapsamı içerisinde bir parçadır.
Bunların eş anlamlı oldukları kabul edilecek
olsa dahi, tasdik fiillerle de olur. Nitekim Sahih’de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle
buyurduğu sabittir: "Gözler zina eder, zinaları bakmaktır. Kulaklar zina
eder, zinaları işitmektir... ferc ise bunu tasdik eder yahut yalanlar."[46]
Hasan-ı Basrî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- der ki: İman hoş şeyler istemek,
temennilerde bulunmak değildir. Lakin o, kalbe yerleşen ve amel ile tasdik
edilendir.[47]
Eğer iman tasdik diye anlaşılırsa, bu özel bir
tasdik çeşididir. Namaz ve benzeri tabirlerde olduğu gibi. Nitekim daha önceden
buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bu, lafzı nakil (başka manaya taşımak)
olmadığı gibi, onu tağyir (değiştirme) de değildir. Çünkü Yüce Allah bize
mutlak olarak bir imanı emretmiyor, aksine niteliklerini belirttiği ve
mahiyetini açıkladığı özel bir şekilde iman etmeyi emretmektedir.
İman demek olan tasdik’in asgari hali, genel
tasdik’in bir çeşidi olmasıdır. O halde iman ve tasdik, umum ve husus bütün
durumlarda birbirine mutabık değildir. Aksine iman şâri’in dilinde umum ve
hususdan meydana gelir. Tıpkı insanın konuşan bir hayvan olmakla
nitelendirilmesi gibi. Yahut ta kalb ile yapılan tam bir tasdik, kalbin ve
azaların gerektirdiği bir takım amelleri de gerekli kılan bir tasdiktir. İşte
bunlar eksiksiz bir imanın gerekleridir. Gerektiricinin bulunmaması, gerekli
olanın da bulunmamasının bir delilidir.
Biz diyoruz ki: Bu gerekli olan şeyler kimi
zaman lafzın ad olduğu şeylerin kapsamına girer, kimi zaman bu kapsamın dışına
çıkar. Yahut ta lafız sözlük anlamı üzere kalmaya devam eder. Ancak şarî’ buna
bir takım hükümler de katmış ya da şarî’ bu lafzı mecazî anlamı ile kullanmıştır.
O takdirde bu şer’î bakımdan hakikat, sözlük bakımından mecazi bir mana taşır
ya da şarî bu lafzın anlamını nakletmiş olabilir. İşte bunlar bu yolu
izleyenlerin bu husustaki görüşleridir.
Bu görüşün sahipleri şunu da söylerler: Allah
Rasûlü bize imanın muhtevasını göstermiş ve bize bundan neyi kastettiğini kesin
olarak öğretmiştir. Mesela tasdik ettiği söylenen ancak gücü yetmekle birlikte
diliyle iman ettiğini telaffuz etmeyen, namaz kılmayan, oruç tutmayan, Allah’ı
ve Rasûlünü sevmeyen, Allah’tan korkmayan, hatta Allah Rasûlüne buğzeden, ona
düşmanlık ederek onunla savaşan bir kimse asla mü’min değildir.
Amellerin İmanın Kapsamına Girdiğini Gösteren
Hadisler
Ondan öğrendiklerimize göre kurtuluş ve umduğunu
elde edebilmek, ihlâs ile birlikte şehadet kelimelerini söylemeye ve
gereklerince amel etmeye bağlıdır. O şöyle buyurmuştur: " İman yetmiş küsur şubedir. Bunun en
üstünü lâ ilâhe illallah demektir, en alt mertebesi ise yolda giden gelene
rahatsızlık veren şeyleri kaldırmaktır."[48]
Başka hadislerde de şöyle buyurmaktadır: "Haya, iman’dan bir şubedir."
"Mü’minler arasında imanı en kamil olan
ahlakı en güzel olanlarıdır."[49]
"Gösterişsiz elbise giymek imandandır."[50]
O halde iman asıldır. Onun bir çok şubesi vardır.
Herbir şubesine de iman denilebilir. Namaz imandandır, zekat, oruç, hac, haya,
tevekkül, Allah’tan korkmak ve O’na yönelmek gibi batınî ameller de imandandır.
Nihayet bu şubeler yolda rahatsızlık veren şeyleri kaldırmaya varıncaya kadar
dallanıp budaklanır. Çünkü bu da imanın şubelerindendir.
İşte bu şubelerden kimisinin zail olmasıyla iman
da zeval bulur, şehadet şubesi gibi. Kimisinin de zail olmasıyla iman zeval
bulmaz, yolda rahatsızlık veren şeyleri kaldırmayı terketmek gibi. Bu ikisi
arasında çok büyük çapta farklılıklar arzeden pekçok şube vardır. Kimileri şehadet
şubesine yakındır, kimileri de yolda rahatsızlık veren şeyleri kaldırma şubesine
yakındır.
İmanın şubeleri iman olduğu gibi, küfrün şubeleri
de aynı şekilde küfürdür. Mesela Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek, imanın şubelerindendir.
Allah’ın indirdiğinden başkalarıyla hükmetmek de küfrün şubelerindendir.
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- de şöyle buyurmuştur: "Sizden kim bir münker görürse,
onu eliyle değiştirsin. Gücü yetmezse diliyle, gücü yetmezse kalbiyle (değiştirsin.)
İşte bu imanın en zayıf halidir." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[51]
Bir başka lafızda da: "Bunun ötesinde ise iman namına hardal tanesi kadar
dahi hiçbir şey yoktur."[52]
diye buyurulmaktadır.
Tirmizî’de yer alan rivayete göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurmuştur: "Allah için seven, Allah için buğzeden, Allah için veren,
Allah için alıkoyan kimsenin imanı kemale ermiş demektir."[53]
Bunun anlamı -doğrusunu en iyi bilen Allah’tır
ya- şudur: Sevgi ve buğz (nefret) kalbin harekete geçmesinin esasıdır. Malı
vermek ve alıkoymak da bunun kemal derecesidir. Çünkü mal nefse taalluk eden şeylerin
sonuncusudur. Beden ise kalb ve mal arasında ortada bir yerdedir. İşinin başı
da, sonu da Allah için olan kimsenin Allah her hususta ilahı demektir. Onda şirk
namına hiçbir şey bulunmaz. Şirk ise Allah’tan başkasını murad etmektir. O’ndan
başkasına yönelmek, O’ndan başkasından ummak demektir. İşte hadiste belirtilen
durumda olan kimsenin imanı da kemale ermiş olur. Buna benzer imanın kuvvetine
ve zayıflığına -amellere göre- delâlet eden diğer hadisler de bu kabildendir.
İleride Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-, sahabe -radıyallahu anhum-un durumu hakkında şu ifadeleri kullandığı
görülecektir: "Onları sevmek dindir, imandır ve ihsandır. Onlara buğzetmek
ise bir küfürdür, nifaktır ve tuğyandır." Görüldüğü gibi o sahabeyi
sevmeyi iman, onlara buğzetmeyi küfür diye adlandırmıştır.
Sözü geçen imanın şubelerine dair hadisin delil
gösterilmesine karşı Ebu’l-Muîn en-Nesefî ile başkalarının verdikleri cevab
gerçekten şaşırtıcıdır. Onların verdiği cevab şöyledir: Ravi "altmış küsur
yahut yetmiş küsur" demiştir. Böylelikle bizzat ravi kendisinin yanılmış
olduğuna (gafletine) tanıklık etmiş oluyor. Çünkü o şüpheye düşmüş ve: Altmış
küsur yahut yetmiş küsur demiştir. Bu hususta Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in şüpheye düşmesi düşünülemez, ayrıca
bu hadis Kitaba Kur’ân’a da muhaliftir.
Böylelikle Ebu’l-Muîn bu hadisi ravî’nin yanılması
ve kitaba muhalif olması dolayısıyla tenkid etmiştir. Bu tenkid gerçekten şaşırtıcıdır.
Ravî’nin altmış ya da yetmiş deyip tereddüde düşmüş olması bu hadisi iyice
zabtetmemiş olmasını gerektirmez, kaldı ki Buharî şüphe olmaksızın "altmış
küsur" diye rivayet etmiştir.
Bu hadisi Kitaba muhalif olmak ile tenkide
gelince, bunun Kitaba muhalif olduğuna delâlet eden Kitabtan delil nerede?
Aksine Kitabta bunun Kitaba muvafık olduğuna delil olan buyruklar vardır. Şüphesiz
ki böyle bir tenkit ancak taklid ve taassubun kötü bir meyvesidir.
Yine şöyle demişlerdir: Burada başka bir esas
vardır, o da şudur: Söz söylemek iki kısımdır. Kalbin sözü olan itikad, bir de
dilin sözü olan İslam’a girdiğini sözlü olarak söylemektir. Amel de iki kısımdır,
kalbin ameli olan niyet ve ihlas’ı ile azaların ameli. İşte bu dört unsur
ortada olmadı mı, iman da kemal ile ortadan kalkar. Kalbin tasdiki bulunmadı mı
diğer bölümlerin faydası olmaz. Çünkü diğer bölümlerinin muteber olması ve
fayda sağlayabilmesi için kalbin tasdiki bir şarttır. Kalbin tasdiki kalıp da
diğerleri bulunmazsa, işte çatışmanın cereyan ettiği nokta da burasıdır.
Azaların itaatsizliğinin, kalbin itaatsizliğinin
bir gereği olduğunda şüphe yoktur. Çünkü kalb itaat edip boyun eğse, azalar da
itaat eder ve boyun eğerler. Kalbin itaat etmeyip, boyun eğmemesi de itaati
gerektiren tasdik’in de olmamasını gerektirir. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki
kalbte bir çiğnemlik et parçası vardır. Bu düzelirse, bunun düzelmesinden dolayı
bedenin tümü düzelir. Bozulursa onun bozulması dolayısıyla, bedenin diğer
bölümleri de bozulur. Haberimiz olsun ki o kalb’tir."[54]
Kalbi düzelen kimsenin, bedeni de kesinlikle
düzelir. Halbuki aksi böyle değildir.
İmanın bir bölümünün zeval bulmasının, tamamının
da zeval bulmasını gerektirmesine gelince, eğer bu ifade ile kastedilen önceki
toplu ve birlikteki hali olup önceki haliyle birlikte ve toplu olarak kalmaz,
denilmek isteniyorsa bu doğrudur. Fakat bir bölümünün zeval bulması, diğer
bölümlerinin de zeval bulmasını gerektirmez. Bu gibi hallerde sadece imanın
kemali zeval bulur.
İmanın artıp eksildiğine dair Kitab ve sünnetten
deliller ile selef’ten gelen rivayetler gerçekten çoktur. Bunların bir bölümü
Yüce Allah’ın şu buyruklarıdır:
"Âyetleri
karşılarında okunduğu zaman (bu) onların imanını arttırır." (el-Enfal, 8/2); "Allah
hidayete erenlerin hidayetini arttırır." (Meryem, 19/76); "İman
edenlerin de imanı artsın." (el-Müddessir,
74/31); "İmanlarına iman katarak
arttırmaları için mü’minlerin kalbine sükûn ve huzur indiren O’dur."
(el-Feth, 48/4); "Onlar öyle
kimselerdir ki insanlar kendilerine: ‘Düşmanlarınız size karşı bir ordu hazırladılar.
O halde onlardan korkun’ dediklerinde bu onların imanlarını arttırdı ve: ‘Allah
bize yeter, O ne güzel vekildir’ dediler." (Al-i İmran, 3/173)
Bu âyet-i kerîme ile ondan önceki âyet hakkında;
buradaki artıştan kasıt, kendisine iman edilen hususların artışıdır, nasıl
denilebilir? İnsanların söyledikleri bir söz olan; "İnsanlar size karşı bir ordu hazırladılar. O halde onlardan
korkun" sözünde teşrî’ olarak bildirilen bir artış var mıdır?
Mü’minlerin kalblerine huzur ve sükûnun indirilmesinde teşrî’ bakımından bir
artış var mıdır?
Mü’minlerin kalblerine huzur ve sükûn
Hudeybiye’den dönüşlerinde indirilmesinin sebebi, itmi’nan ve yakîn’lerinin
artması içindi. Bunu da Yüce Allah’ın şu buyrukları desteklemektedir: "Onlar o gün imandan çok küfre daha yakındılar."
(Al-i İmran, 3/167); "Bir sûre indirildiği zaman içlerinden bazıları:
‘Bu hanginizin imanını arttırdı? ‘ derler. İman etmiş olanlara gelince, (bu)
daima onların imanını arttırmıştır ve onlar birbirleriyle müjdeleşirler.
Kalplerinde hastalık bulunanlara gelince, onların murdarlıklarına murdarlık katıp
arttırdı ve onlar kâfir olarak ölüp gittiler." (et-Tevbe, 9/124-125)
Fakih Ebu’l-Leys es-Semerkandî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin
tefsirinde bu âyet-i kerîme’yi açıklarken naklettiği şu hadise gelince: Bize
Fakih anlattı dedi ki: Bize Muhammed b. el-Fadl ile Ebu’l-Kasım es-Sâbâzî
anlattılar, dediler ki: Bize Faris b. Merdeveyh anlattı, dedi ki: Bize Muhammed
b. el-Fadl b. el-Âbid anlattı, dedi ki: Bana Yahya b. İsa anlattı, dedi ki:
Bize Ebu Mutî’, Hammad b. Seleme’den anlattı, o İbn el-Muhazzim’den, o Ebu
Hureyre -Radıyallahu anh-dan naklen
dedi ki: Sakîf’liler, Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-e gelip dediler ki: Ey Allah’ın Rasûlü iman artar ve
eksilir mi? O: "Hayır, iman kalbte mükemmeldir, onun artması ve eksilmesi
küfürdür."
Hocamız eş-Şeyh İmadu’d-Din İbn Kesir’e -Yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bu
hadisin durumu hakkında soru sorulmuş ve şu cevabı vermişti: Ebu’l-Leys’ten
itibaren Ebu Mutî’a kadar senette yer alan ravî’lerin hepsi meçhuldürler. Meşhur
tarih (hadis ravîlerinin biyografilerin) hiçbirisinde bunlar
bilinmemektedirler. Ebu Mutî’ ise el-Hakem b. Abdullah b. Mesleme el-Belhi’dir.
Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Maîn, Amr b. Ali el-Fellâs, Buharî, Ebu Davud, Nesaî,
Ebu Hatim er-Razî, Ebu Hatim Muhammed b. Hibban el-Bustî, el-Ukaylî, İbn Adî,
Darakutnî ve başkaları onun zayıf bir ravî olduğunu belirtmişlerdir. Ebu
Hureyre’den rivayet eden asıl kişi ise (sened’de kaydedildiği şekliyle ha ile İbn
Muhazzim değil; he ile) Ebu’l-Muhazzim’dir. Yazıcı bunu tashif etmiş (harflerde
değişiklik yapmış)dır. Adı Yezid b. Süfyan’dır. Onu da birden çok kişi zayıf
ravî olarak kabul etmiş; Şu’be b. el-Haccac ondan rivayeti terketmiştir.
en-Nesaî: O metruk bir ravî’dir, demektedir. Şu’be ise onu: Ona iki kuruş
verecek olsalar, kendilerine yetmiş hadis nakleder, sözleriyle hadis uydurmakla
itham etmiştir.
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- de kadınları akıl ve din bakımından noksanlık ile
nitelendirmiş[55] ve şöyle
buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse beni çocuğumdan, babasından ve
bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz."[56]
Maksat kemalin söz konusu olmayacağını bildirmektir. Bunun benzerleri pek
çoktur.
İmanın şubeleri hadisi, şefaat hadisi, cehennem
ateşinden kalbinde bir zerrenin asgarisinin de asgarisi kadar bir miktarda iman
sahibi olan kimsenin çıkarılacağına dair hadis gibi.
Artık bütün bunlardan sonra:
"Semavattakilerin ve yerdekilerin imanı birbirine eşittir. Aralarındaki
fazilet farkı, imanın dışında başka bir takım hususlardan ileri gelir"
demek nasıl mümkün olabilir?
Ashab -Allah
hepsinden razı olsun-ın bu kabilden sözleri de gerçekten pek çoktur.
Onlardan bazıları:
Ebu’d-Derdâ -Radıyallahu
anh- şöyle demiştir: Kişinin zaman zaman imanını gözden geçirmesi, ondan
neyin eksildiğine bakması fıkhındandır. Yine imanının artmakta mı yoksa
eksilmekte mi olduğunu bilmesi de kulun fıkhındandır.
Ömer -Radıyallahu
anh- arkadaşlarına: Gelin, imanımızı arttıralım der ve bunun üzerine aziz
ve celil olan Allah’ı zikrederlerdi.[57]
İbn Mes’ud -Radıyallahu
anh- da dua’sında: Allah’ım imanımızı, yakîn’imizi ve fıkhımızı arttır,
derdi.[58]
Muaz b. Cebel -Radıyallahu anh- bir adama: Gel, beraber oturalım da bir saat (an,
süre) iman edelim, dedi.[59]
Bunun bir benzeri Abdullah b. Revaha’dan da
rivayet edilmiştir.[60]
Ammar b. Yasir -Radıyallahu anh-ın da şöyle dediği sahih olarak rivayet edilmiştir:
Üç özellik kimde bulunursa, o kimse imanını kemale erdirmiş demektir. Kendisine
karşı (kendisini kayırmaksızın) adil davranması, az varlığına rağmen infak
etmesi ve herkese selamı yayması. Bunu Buharî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- Sahih’inde zikretmektedir.[61]
Bu kadarı da yeterlidir, başarı Allah’tandır.
"İmanın amele atfedilmesi, onun farklı
olmasını gerektirir. Dolayısıyla amel iman denilen şeyin kapsamına girmez"
görüşüne gelince, şüphe yok ki iman kimi zaman amel anılmaksızın, kimi zaman da
İslam anılmaksızın mutlak olarak zikredildiği gibi, bazen salih amel ile
birlikte, bazen de islam ile birlikte zikredilebilir. Mutlak olarak
zikredilmesi halinde ameli de gerektirir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gerçek mü’minler ancak o kimselerdir ki
Allah anıldığı zaman kalbleri titrer, âyetleri karşılarında okunduğu zaman (bu)
onların imanını arttırır." (el-Enfal,
8/2); "Mü’minler ancak Allah’a
ve Rasûlüne iman eden ve sonra da şüpheye düşmeyen... kimselerdir." (el-Hucurat, 49/15); "Mü’minler ancak o kimselerdir ki onlar
Allah’a ve Rasûlüne iman ederler..." (en-Nur, 24/62); "Eğer
Allah’a, peygambere ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları veli
edinmezlerdi."
(el-Maide, 5/81)
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- de şöyle buyurmaktadır: "Zanî, zina ederken mü’min
olarak zina etmez."[62];
"Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız."[63];
"Bizi aldatan, bizden değildir."; "Bize karşı silah taşıyan
bizden değildir."[64]
Burada "bizden değildir" buyruğunu
bizim gibi değildir diye açıklayanların açıklaması gerçekten ne kadar da uzaktır:
Bu bir tarafa, hiç aldatmayan kimse Peygamber ve ashab’ı gibi olabilir mi?
İman’a "salih amel" atfedilecek
olursa, şunu bilelim ki bir şeyin, bir şeye atfedilmesi, atfedilen ile
kendisine atfedilenin farklılığını gerektirmekle birlikte; her ikisi için söz
konusu edilen hükümde ortak olmalarını da gerektirmektedir. Farklılık (muğayeret)in
de çeşitli mertebeleri vardır:
En ileri mertebesi bunların biribirlerinden
farklı olmalarıdır. Biri ötekinin kendisi olmadığı gibi, onun bir parçası da değildir
ve bunların arasında gerektiricilik (birinin varlığını diğerinin var olmasını
gerektirmesi) yoktur. Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı
var eden..." (el-En’âm, 6/1);
"Tevrat’ı ve İncil’i de
indirdi." (Al-i İmran, 3/3)
çoğunlukla görülen atıf şekli budur.
Bundan sonra aralarında gerektiricilik ilişkisinin
bulunmasıdır. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Kendiniz bilip dururken, hakkı batıla karıştırmayın
ve hakkı gizlemeyin." (el-Bakara,
2/42); "Allah’a itaat edin ve
Rasûle de itaat edin."
(el-Maide,
5/92)
Üçüncü mertebe bir şeyin bir parçasını,
kendisine atfetme mertebesidir. Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"Namazları ve özellikle de orta
namazı koruyunuz." (el-Bakara,
2/238); "Kim Allah’a ve
meleklerine ve peygamberlerine ve Cebrail’e ve Mikail’e düşman olursa..."
(el-Bakara, 2/98); "Hani biz peygamberlerden... ahidlerini almıştık
ve senden de"
(el-Ahzab, 33/7)
Bu türden atıflarda iki durum söz konusudur:
1- Atfedilenin birincisinin kapsamına girmesi
hali. O takdirde iki defa söz konusu edilmiş olur.
2- Atfedilmesi bu yerde onun, kapsamına
girmemesini gerektirmektedir. Tek başına söz konusu edilmesi halinde, kapsamına
girse dahi. Mesela "fakirler ve miskinler" lafızları ile buna benzer
tek başlarına olmaları halinde ayrı, birlikte bulunmaları halinde ayrı ve farklı
manaları ifade eden diğer lafızlar ile ilgili yapılan açıklamada görüldüğü
gibi.
Dördüncü mertebe, sıfatlarının farklılığı dolayısıyla
bir şeyin, bir şeye atfedilmesidir. Yüce Allah’ın: "O, günahları bağışlayandır ve tevbeleri kabul edendir." (el-Mu’min, 40/3) buyruğunda olduğu
gibi. Şiirde de sadece lafzın farklılığı dolayısı ile atıf yapıldığı görülmüştür.
Şairin: "O, onun sözlerinin yalan ve dolan olduğunu gördü" mısraında
böyledir.
Sözde atıf bu şekillerde görüldüğüne göre biz de
şari’in sözüne bakarız. Onun sözlerinde iman lafzı nasıl varid olmuştur? Mutlak
olarak zikredildiği takdirde bir takva, ed-din ve İslam dini lafızları ile
kastedilen şeylerin kastedildiğini görürüz.
Ayetin nüzul sebebinde söz konusu edildiğine
göre, Ashab-ı Kiram, imanın ne olduğuna dair soru sormuş, bunun üzerine Yüce
Allah da şu: "Yüzlerinizi doğu ve
batı’ya döndürmeniz bir (iyilik) demek değildir..." (el-Bakara, 2/177) buyruğunu indirmiştir.
Sahih(-i Buharî)de, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-ın
Abdu’l-Kays heyetine söylediği şu sözler de bu kabildendir: "Ben size bir
ve tek olarak Allah’a iman etmenizi emrediyorum. Allah’a iman etmenin ne demek
olduğunu biliyor musunuz? Bir ve tek olarak Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına,
ortağının bulunmadığına şehadet etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekatı vermek ve
ganimetin beşte birini vermenizdir."[65]
Kalbte iman bulunmaksızın bu amelleri işlemenin,
Allah’a iman etmek demek olduğunu kastetmediği bilinen bir husustur. Çünkü başka
yerlerde kalbin imanının kaçınılmaz olduğunu bildirmiştir. Böylelikle bunların,
kalbin imanı ile birlikte iman olacağı bilinmiş olmaktadır.
Artık bu delilin ötesinde amellerin de iman adının
kapsamına girdiğini ortaya koyacak başka bir delil olabilir mi? Bu hadis imanı
ameller ile açıklamakta ve tasdiki söz konusu etmemektedir. Çünkü inkar ile
birlikte bu amellerin bir faydasının olmadığı bilinen bir husustur. Müsned’de
yer alan rivayete göre Enes -Radıyallahu
anh-, Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem-in şöyle buyurduğunu bildirmiştir: "İslam aleniliktir, iman
ise kalptedir."[66]
Yine bu hadis-i şerif’te İslam ile iman’ın
birbirinden farklı olduğuna delil vardır. Bunu ayrıca Cibril hadisi de
desteklemektedir. Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- sözü geçen Cibril hadisinde buyurmuştur: "Bu
Cibril’di, size dininizi öğretmek için geldi."[67]
Böylelikle Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- dini İslam, iman ve ihsan’ın bütünü
olarak açıklamış ve dinimizin bu üç hususu bir arada ihtiva ettiğini beyan etmiştir.
Ancak din üç derecedir: Önce müslüman, sonra mü’min, sonra muhsin (ihsan edici)
gelir.
İman ile İslam ile birlikte zikredilenlerin de
kast edildiği kat’îdir. Nitekim ihsan ile de iman ve İslam diye anılanlar da
kastedilmiştir. Yoksa ihsanın, imandan ayrı ve mücerred olması kastedilmiş
olamaz, böyle bir şey imkansızdır. Bu da Yüce Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır:
"Sonra Ki-tabı kullarımızdan
seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimisi nefsine zulmedicidir, kimisi
itidal üzeredir, kimisi de Allah’ın izni ile hayırlarda öne geçmiştir."(Fatır,
35/32)
İtidal üzere olan ile hayırlarda öne geçenlerin
her ikisi de ceza görmeksizin cennete gireceklerdir. Nefsine zulmeden ise böyle
değildir, o günahkârlar hakkında söz konusu olan tehdide maruz kalabilir.
Aynı şekilde kalb tasdiki ile birlikte zahir
ameller demek olan İslamın gereğini yerine getirip de batınî imanın gereğini
yerine getirmeyen kimse de, bu gibi kimseler için söz konusu olan tehdide
maruzdur.
İhsan ise o muhtevası itibariyle daha geneldir,
fakat ona sahib olan kimseler bakımından daha özeldir. İman kendi muhtevası
itibariyle daha genel, ancak imana sahip olanlar açısından İslamın gereğini
yerine getirmeleri bakımından daha özeldir. İhsanın kapsamına iman da girer,
imanın kapsamına İslam da girer. Muhsinler, mü’minlerden daha özeldirler,
mü’minler de müslümanlardan daha özeldirler.
Bu da risalet ve nübüvvete benzemektedir.
Nübüvvet risaletin kapsamı içerisindedir. Risalet özü ve muhtevası itibariyle
daha geneldir. Ancak ona muhatab olan kimseler bakımından daha özeldir. Çünkü
her bir rasûl aynı zamanda nebî’dir, ama aksi söz konusu değildir.
Neye İslam’ın denileceği hususunda üç görüş vardır:
Bir kesim İslam sözün kendisidir, diye kabul
eder.
Bir başka kesim İslam’ın ne olduğu sorusuna,
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e
iman ve İslam’a dair soru sorulduğunda verdiği cevabı verirler. Bu cevabında
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
İslamı zahir ameller, imanı ise beş esasa iman etmek, diye açıklamıştır.
Bir diğer kesim ise İslam ile imanı eş anlamlı
kabul etmiş ve Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in "İslam Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik
etmek ve namaz kılmaktır..."[68]
sözünün anlamı islamın şiarları olarak değerlendirmişlerdir. Bununla birlikte
bu görüşün sahipleri şöyle derler: İman kalb ile tasdik demektir. Yine bunlar
derler ki: İslam ile iman aynı şeydir. Bu durumda da yine İslam da tasdik demek
olur.
Ancak dil’cilerden hiçbir kimse böyle bir şey
söylemiş değildir. Çünkü İslam inkıyad (boyun eğmek) ve itaat etmek demektir.
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
de şöyle buyurmuştur: "Allah’ım, ben Sana teslim oldum ve Sana iman
ettim."[69] diye
buyurmuş ve islamı zahir ameller, imanı ise iman esaslarına inanmak diye açıklamıştır.
O halde bizler her ikisini bir arada zikredecek
olursak, Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem-in bu hususta kendisine sorulan soruya verdiği cevaptan başkasıyla
cevab verme hakkımız yoktur.
İman adı tek başına zikredilecek olursa, İslamı
da kapsar. İslam lafzı da tek başına kullanılacak olursa, islam ile birlikte kişinin
mü’min olacağında tartışma yoktur; kabul edilmesi gereken budur. Böyle bir
kimse müslüman olur, amma ona mü’min denilir mi, denilmez mi? hususuna dair açıklamalar
daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Aynı şekilde İslam imanı gerektirmekte midir? Bu
hususta da daha önce sözü edilen görüş ayrılığı vardır. Ancak Yüce Allah,
Kur’ân-ı Kerîm’de cenneti ve cehennemden kurtuluşu iman adına sahip olanlara
vaadetmiş bulunmaktadır. Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Haberiniz olsun ki Allah’ın velilerine
hiçbir korku yoktur. Onlar kederlenecek de değillerdir. Onlar iman edip takvalı
davrananlardır." (Yunus,
10/62-63); "Rabbinizden bir mağfiret
ve Allah’a ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanmış, eni yerle göğün
eni gibi olan bir cennet için birbirinizle yarışın." (el-Hadid, 57/21)
Kur’an-ı Kerim’de İslam adı yalnız başına
zikredilip, buna bağlı olarak cennete girmenin söz konusu edildiği bir yer
yoktur. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de İslam farz kılınmış ve Yüce Allah onu hiçbir
kimseden başkasını kabul etmediği ve peygamberle gönderdiği dini olduğunu haber
vermiştir: "Kim İslamdan başka bir
din ararsa, asla ondan kabul olunmaz." (Al-i İmran, 3/85)
Velhasıl İslamın iman ile birlikte kullanılması
hali ile bunların herbirisinin ayrı ayrı kullanılması hali arasında farklılık
vardır. İslamın, imana göre durumu kelime-i şehadet’in birinin ötekine olan
durumu gibidir. Risalete şahidlik etmek, vahdaniyete şahidlik etmekten ayrıdır.
Bunlar farklı iki şeydir ama bunlardan biri mana ve hüküm itibariyle tıpkı aynı
şeymiş gibi birbirine bağlıdır. İşte İslam ve iman da böyledir. İslamı olmayanın
imanı yoktur, imanı olmayanın da İslamı da yoktur. Zira mü’minin kendisi ile
imanını muhakkak olarak ortaya koyacağı bir İslamının bulunması kaçınılmaz bir şeydir.
Aynı şekilde hiçbir müslüman kendisiyle İslamının sahih olabileceği bir imanının
bulunmaması düşünülemez.
Allah’ın ve rasûlünün kelâmında, insanların
kelâmında, bunun yani ayrı ayrı ve bir arada kullanımın benzerleri pek çoktur.
Mesela küfür
ve münafıklık lafızları böyledir.
Küfür tek başına âhiretteki ceza tehdidini söz konusu ederek zikredildiği
takdirde münafıklar da bunun kapsamına girer. Yüce Allah’ın: "Kim imanı inkâr ederse, ameli boşa gitmiş
olur ve o âhirette en çok zarara uğrayanlardandır." (el-Maide, 5/5)
buyruğunda olduğu gibi. Bunun benzerleri de pek çoktur.
Eğer bir arada zikredilecek olurlarsa kâfir,
kâfir olduğunu açığa vuran kimse, münafık ise kalbiyle iman etmediği halde
diliyle iman ettiğini belirten kimse anlamına gelir.
Birr ve takva lafızları ile ism
(günah) ve udvân lafızları, tevbe ve istiğfar lafızları, fakir
ve miskin lafızları ve buna benzer diğer
lafızlar da bu türdendir.
İman ile İslam arasında fark bulunduğunun
delillerinden birisi de Yüce Allah’ın: "Bedevi Araplar: ‘İman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, fakat
islam olduk deyiniz...’" (el-Hucurat,
49/14) buyruğundan itibaren surenin sonuna kadar olan buyrukları tanıklık
etmektedir.
Bu delillendirmeye âyet-i kerîme’deki: "İslam
olduk deyiniz" buyruğunun biz, zahiren itaata girdik anlamına geldiğini ve
hakikatte onların münafık kimseler oldukları belirtilerek itiraz edilmiştir.
Bu, bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak
müfessirlerin iki görüşünden birisidir. Daha ağır basan ikinci görüş ile de
buna cevab verilmiştir. Bu görüşe göre onlar, münafık değil de imanı kamil
mü’minler değillerdi. Burda onların mü’min olmadıklarının belirtilmesi katilin,
zina edenin, hırsızın, emanete riayet etmeyenin imanının bulunmadığını
söylemesine benzemektedir. Ayetin öncesindeki buyruklarla, sonra gelen
buyruklar da bu görüşü pekiştirmektedir. Çünkü sûre, başından itibaren buraya
kadar masiyetleri yasaklamaya, bir takım günahkarların bazı hükümlerini
belirtmeye ve buna benzer hususlara dairdir. Surede münafıklardan söz
edilmemektedir. Bundan sonra da şöyle buyurulmaktadır:
"Eğer
Allah’a ve Rasûlüne itaat ederseniz, amellerinizden herhangi bir şeyi
eksiltmez."
(el-Hucurat, 49/14) Eğer bunlar münafık
kimseler olsalardı, itaatin onlara hiçbir faydası olmazdı. Daha sonra da şöyle
buyurulmaktadır: "Mü’minler ancak
Allah’a ve Rasûlüne iman eden ve sonra da şüpheye düşmeyen...
kimselerdir."
(el-Hucurat,
49/15)
Yani -doğrusunu en iyi bilen Allah’tır ya-
imanları kamil olan mü’minler işte burada nitelikleri belirtilenlerdir, sizler
değilsiniz. Aksine sizler, kamil imana sahip olmayan kimselersiniz.
Bu açıklamayı da şu husus desteklemektedir: O
kendilerine, biz İslam olduk demelerine izin vermiş ya da emir buyurmuştur.
Münafık kimseye ise böyle bir şey söylenmez. Eğer bunlar gerçekten münafık
kimseler olsalardı, onların iman sahibi olmadıklarını belirtip müslüman oldular
diye minnet etmelerini yasakladığı gibi, müslüman olmadıklarını da belirtirdi.
Ama bunun yerine onların bir çeşit müslüman olduklarını ortaya koymakta ve
Rasûlüne müslüman oldukları için minnet etmelerini yasaklamaktadır.
Şâyet onların İslama girişleri sahih olmasaydı,
siz müslüman olmadınız, aksine sizler yalan söylüyorsunuz, derdi. Nitekim onların:
"Şehadet ederiz ki muhakkak sen
Allah’ın Rasûlüsün." (el-Münafikun,
63/1) şeklindeki sözlerinin yalan olduğunu belirtmişti. Doğrusunu en iyi
bilen Allah’tır.
Artık bu geniş açıklamalarla iman ile İslamın eş
anlamlı olduğu iddiasının kabul edilemeyeceği ile "eğer islam zahiren
görülen işler olsaydı, başka türlüsünün kabul edilmemesi ve ihlas sahibi
kimsenin imanının da kabul edilmemesi icab ederdi" diyen kimselerin bu
sözlerinin tutarsızlığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü böyle bir yaklaşımın yanlış
olduğu ortadadır.
Daha önceden de iman ile İslamın (aralarındaki
farkın) şehadet kelimesindeki iki unsura ve diğer hususlara benzediği, bunların
ayrı ayrı zikredilmeleri ile bir arada zikredilmelerinin farklı durumları
anlattığına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
Mesela şehadet kelimesine dikkat edelim; Peygamber
-Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurmuştur: "Ben insanlarla la ilahe illallah deyinceye kadar savaşmakla
emrolundum." Şâyet la ilahe illallah deyip, risaleti inkar edecek
olurlarsa, kanlarının himaye altına alınması hakkını elde ederler miydi? Aksine
onların la ilahe illallah deyip, bunun gerektirdiği hukuku yerine getirmeleri
kaçınılmazdır. Risaleti tasdik etmeyen bir kimsenin ise "la ilahe
illallah"ın haklarını layıkıyla yerine getirdiği asla söylenemez.
Aynı şekilde Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna
şahidlik eden bir kimse bu şahidliğin hakkını, bu rasûlü bütün getirdiklerinde
tasdik etmedikçe yerine getirmiş olamaz. Böylelikle bu şehadet tevhid’i de
ihtiva etmiş olmaktadır. Şâyet la ilahe illallah şehadeti ile birlikte
Muhammedu’r- Rasûlullah şehadeti de zikredilecek olursa, o vakit la ilahe
illallah şehadeti ile tevhid’in kabulü, Muhammedu’r-Rasûlullah şehadeti ile de
risaletinin kabulü dile getirilir. İşte iman ve İslam lafızları da bir arada
zikredildikleri takdirde durum böyledir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "Doğrusu müslüman erkeklerle
müslüman kadınlar, iman eden erkeklerle iman eden kadınlar..." (el-Ahzab,
33/35) Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem-in şu buyruğunda da böyledir: "Allah’ım sana teslim oldum ve
sana iman ettim." Burada bu lafızlardan birisiyle kastedilen, diğerinden
kastedilenden farklıdır.
Eğer bunlardan birisi tek başına kullanılacak
olursa, diğerinin manasını ve hükmünü de kapsar. Fakir ve miskin kelimelerinde
ve benzerlerinde olduğu gibi. Çünkü fakir ve miskin lafızları bir arada kullanılacak
olursa, anlamları farklıdır. Ayrı ayrı kullanılacak olurlarsa, aynı anlama
gelirler. Acaba Yüce Allah’ın: "On
miskine yemek yedirmek gerekir." (el-Maide,
5/89) buyruğu ile ilgili olarak sadece az miktarda malı bulunana verilir,
hiç olmayana verilmez, yahut bunun aksi denilebilir mi? Yine Yüce Allah’ın:
"Eğer onu (sadakaları) gizler ve
fakirlere verirseniz, şüphesiz ki bu sizin için hayırlıdır." (el-Bakara, 2/271) buyruğunda da durum
böyledir.
Aynı şekilde bu açıklama ile iman edip de
müslüman olmayanın yahut ta müslüman olup ta iman etmeyenin dünya ve ahiretteki
hükümleri nedir? şeklindeki bir itiraz da bertaraf edilmiş olur. Bu durumda
bunlardan birisi hakkında kabul ettiği bir hükmü, diğeri hakkında kabul etmeyen
bir kimsenin böyle bir kanaatinin batıl olduğu açıkça ortaya çıkar.
Ve böyle bir itiraz ile karşı çıkana şöyle
denilir: Sizler müslüman mü’minin kendisidir diyorsunuz. Yüce Allah ise: "Muhakkak müslüman erkeklerle müslüman kadınlar,
iman eden erkeklerle iman eden kadınlar." (el-Ahzab, 33/35) diye
buyurmakta ve bunları birbirlerinden ayrı ayrı zikretmektedir. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e da: Filan
kişi hakkında ne dersin? Allah’a yemin ederim ki ben onu mü’min görüyorum,
denilince, o: "Yahut müslüman"[70]
diye cevab vermiştir. Bu sözünü üç defa tekrarladığı halde peygamber onun
müslüman olduğunu belirtmiş, ancak iman adını vermemiştir.
Buna göre her ikisi de eşittir, diyen bir kimse
buna muhalefet etmiş olmaktadır. Takınılması gereken tutum ise, anlaşmazlık
konularını Allah’a ve Rasûlüne havale etmektir. Bazı nasslarda bir çatışma
görülüyor olabilir; fakat Allah’a hamdolsun ki herhangi bir çatışma yoktur.
Fakat mesele nassları birbiriyle uygun olarak anlamak meselesidir, başarı
Allah’tandır.
Yüce Allah’ın: "Biz de orada bulunan mü’minleri çıkardık; ama orada müslümanlardan bir
ev halkından başkalarını bulmadık." (ez-Zâriyât, 51/35-36) buyruğunu İslam ile imanın eş anlamlı olduğuna
dair delil göstermeye gelince, bunun delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü çıkartılan
ev halkı hem İslam, hem iman vasfına sahip idiler. Hane halkının her iki vasfa
sahip olmaları bu iki vasfın eş anlamlı olmasını gerektirmez.
Açıkça görüldüğü kadarıyla bu gibi çelişik
ifadeler, Ebu Hanife -Radıyallahu anh-dan
sabit olmuş değildir. Bu ifadeler onun mezhebine uyan kimselere aittir. Bu
ifadelerin çoğunun pek kıymeti yoktur, Ebu Hanife de bunlardan memnun olmaz.
Tahâvî, Ebu Hanife’nin, Hammad b. Zeyd ile başından geçen bir olayı
nakletmektedir. Hammad b. Zeyd’e; "İslamın hangisi daha
faziletlidir."[71]
hadisi rivayet edilince, ona: Acaba senin görüşüne göre hangi İslam daha
faziletlidir diye sorduğunda, o: İmandır diye mi cevab vermiş olmakta, sonra da
hicret ve cihadı imandan mı saymakta? Bunun üzerine Ebu Hanife sesini çıkarmayıp
susunca, arkadaşlarından birisi de ona: Ey Ebu Hanife, ona cevab vermeyecek
misin? diye sormuş. Ebu Hanife şöyle cevab vermiş: O bana bunu Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-den hadis
diye naklediyorken, ben ona ne ile cevab verebilirim ki?
Bu görüş ayrılıklarının bir sonucu da imanda
istisnada bulunmak meselesinde ortaya çıkmaktadır.
İstisnâ yapmak kişinin ben inşaallah mü’minim
demesidir. Bu hususta ikisi aşırı uç ve biri orta yol olmak üzere üç görüş vardır.
Kimisi bunu vacib kabul eder, kimisi haram, kimisi bir bakıma göre caiz
görürken bir bakıma göre de kabul etmemektedir. Bu da bu görüşlerin en sahih
olanıdır.
İstisnâ yapmayı vacib kabul edenlerin iki dayanağı
vardır. Birincisi şudur: İman, insanın üzerinde öldüğü haldir. İnsan vefat
edeceği hal ve Yüce Allah’ın ezeli ilmine göre varacağı durum itibariyle mü’min
ya da kâfirdir. Bundan önceki hali ise muteber değildir. Derler ki: Arkasından
küfrün bulunacağı ve netice olarak sahibinin kâfir olarak ölmesi ile
sonuçlanacak bir iman iman değildir. Bu tıpkı tamamlanamadan önce sahibi tarafından
ifsad edilen namaz ile gün batımından önce kişinin orucunu açmasına benzer. Bu,
Küllâbiye ve diğer fırkaların bir çoğunun dayanağını teşkil etmektedir.
Daha sonra bu hususta aşırıya giden bir kesim de
bu görüşü kabul etti ve nihayet bunlara mensub insanlar işledikleri salih
amellerde bile istisnâ yapmaya koyuldular. İnşaallah namaz kıldım vb. sözler
söylemeye başladılar. Bundan kasıtları da; inşaallah kabul edildi demektir.
Yine onların bir çoğu herşeyde istisna yapar oldu ve mesela inşaallah bu bir
elbisedir, inşaallah bu bir halattır diyecek hale kadar geldiler. Kendilerine
bunun böyle olduğunda bir şüphe yoktur denilecek olursa onlar, evet böyledir
ama Allah onu değiştirmeyi dilese değiştirebilir, diye cevab verirler.
İstisnâ yapmayı vacib görenlerin ikinci dayanağı
da şudur: Mutlak iman Yüce Allah’ın kuluna yapılmasını emrettiği işlerin tümünü
yapmayı, yasakladıklarının tümünü de terketmeyi ihtiva eder. Buna göre bir kimse
ben mü’minim diyecek olursa, kendi lehine emrolunduğu bütün işleri yerine
getiren, yasak kılındığı herbir şeyi de terkeden, ebrâr ve muttekîlerden olduğuna
şahidlik etmiş olur. Buna göre o, Yüce Allah’ın mukarreb velilerinden biri
demektir. Böyle bir iddiada bulunmak ise, insanın kendi nefsini tezkiye etmesi
türündendir. Eğer böyle bir şahitlik doğru kabul edilirse, o kimsenin aynı şekilde
bu hal üzere öldüğü takdirde, kendisinin cennetlik olduğuna da şahitlik
edebilmesini gerektirir.
İşte istisna yapan selef’in genel olarak dayanağı
budur. Bununla birlikte ileride Yüce Allah’ın izniyle belirteceğimiz gibi bir
başka bakımdan istisnada bulunmayı terki de caiz görmüşlerdir. Bu görüşte
olanlar aynı şekilde şüphe bulunmayan hususlarda istisna yapmanın caiz oluşunu
da delil gösterirler. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Elbette ve inşaallah Mescid-i Haram’a
korkusuzca, emniyet içerisinde... gireceksinizdir." (el-Feth, 48/27) Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de
kabristan’da: "Ve inşaallah bizler de size kavuşacağız."[72]
diye buyurmuştur. Yine: "Ben aranızda Allah’tan en çok korkan kişi olacağımı
ümit ederim."[73]
diye buyurmuştur ve buna benzer başka hadisler de vardır.
İmanda istisnâda bulunmayı haram kabul edenlere
gelince, imanı tek bir bütün olarak kabul eden herkes bu görüştedir. Bunlar:
Ben şehadet kelimesini söylediğimi bildiğim gibi, mü’min olduğumu da bilirim,
der. Benim ben mü’minim demem, ben müslümanım demem gibidir. İmanında istisna
yapan bir kimse onda şüphe ediyor demektir.
Bunlar imanlarında istisna yapan kimseleri şek
edenler diye adlandırırlar ve Yüce Allah’ın: "Elbette ve inşaallah Mescid-i Haram’a korkusuzca, emniyetle...
gireceksinizdir." (el-Feth,
48/27) buyruğundaki istisnaya şu sözleriyle açıklık getirmektedirler.
Buradaki istisna korkusuzca ve güvenlik içerisinde girmeye aittir. Oraya
girileceği hususunda ise herhangi bir şüphe yoktur. Şöyle de açıklanmıştır: Siz
oraya hepiniz yahut bir bölümünüz gireceksinizdir, çünkü onların bazılarının
öleceği Allah tarafından bilinen bir husustur.
Her iki tür cevab da su götürür. Çünkü onlar bu
sözleriyle kaçındıkları mahzurun içine düşmüşlerdir. Güvenlik ve korku diye açıklamalarını
ele alalım: Yüce Allah bunu bilmekle birlikte; güvenlik içerisinde
gireceklerini haber vermiştir. O halde oraya gireceklerinde şüphe olmadığı
gibi, güvenlikle gireceklerinde de şüphe yoktur. Hepsinin ya da bir bölümünün
gireceklerinde de. Çünkü Yüce Allah kimin gireceğini, kimin girmeyeceğini bilmiştir.
Bu hususta da şüphe söz konusu olamaz. O halde Yüce Allah’ın burada "inşaallah"
diye buyurması, girişin muhakkak gerçekleşeceğini belirtmektir. Nitekim bir
kimse mutlaka yapacağını kararlaştırdığı bir iş hakkında: Allah’a andolsun ki
-inşaallah- ben bu işi yapacağım, der ve o bu sözlerini irade ve kararlılığında
şüphe ettiği için söylemez. Ancak bu kimse böyle bir durumda da (istediğini
yerine getiremeyecek olursa) yeminini bozmuş sayılmaz, çünkü o maksadının
mutlaka gerçekleşeceği noktasında kesin ifade kullanmış değildir.
İstisnâda bulunmayı ya da terketmeyi caiz kabul
edenlere gelince, bunlar her iki kesime göre delil itibariyle daha güçlüdürler.
İşlerin en hayırlısı da orta yollu olanıdır.
Eğer istisnada bulunan kimse imanının esasında şüpheyi
kastediyorsa istisnada bulunması yasaktır. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Eğer
kendisinin Yüce Allah’ın: "Gerçek
mü’minler ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer. Ayetleri
karşılarında okunduğu zaman (bu) onların imanını arttırır ve onlar ancak
Rablerine güvenip, dayanırlar. Onlar namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık
olarak verdiğimizden de infak ederler. İşte onlar gerçek mü’minlerin ta
kendileridir. Onlar için Rableri katında dereceler, mağfiret ve bitmez,
tükenmez bir rızık vardır." (el-Enfal,
8/2-4) buyruğu ile; "Mü’minler
ancak Allah’a ve Rasûlüne iman eden ve sonra da şüpheye düşmeyen, sonra da
malları ve canları ile Allah yolunda cihad eden kimselerdir. İşte onlar sadık
olanların ta kendileridir." (el-Hucurat,
49/15) buyruğunda nitelendirdiği mü’minlerden bir mü’min olduğunu
kastetmekse; o takdirde istisnâda bulunması caiz olur. Aynı şekilde akıbeti
bilemeyeceğini belirtmek maksadıyla istisnada bulunan da işi imanında şüphe
ettiği için değil de işin Allah’ın meşîetine bağlı olduğunu belirtmek maksadıyla
istisnada bulunanın durumu da böyledir.
Bu görüşün ne kadar kuvvetli olduğu da
görülmektedir.
Tahâvî’nin-Allah
ona rahmet etsin-: "Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-den sahih olarak gelen şeriat ve beyanın tümü haktır."
sözlerine gelince;
Tahâvî-Allah
ona rahmet etsin- bu sözleriyle haberleri mütevatir ve ahad olmak üzere iki
kısma ayıran Cehmiye, Muattile, Mutezile
ve Rafizî’lerin görüşlerini redde işaret
etmektedir.
Bunlara göre mütevatir senedi kat’î olsa bile,
delaleti kat’î değildir. Çünkü lafzî deliller yakîn ifade etmez. Bu görüşleriyle
onlar Kur’ân-ı Kerîm’in sıfatlara delaleti hususunu da zayıflatmış olmaktadırlar.
Yine derler ki: Ahad rivayetler ise ilim ifade
etmez ve geliş yolu itibariyle olsun, metni itibariyle olsun delil gösterilmez.
Böylelikle onlar kalplerin önünde, Yüce Rabbi,
O’nun isim ve sıfatlarını ve fiillerini Allah Rasûlünden gelen yolla tanımayı
kapatmış olmaktadırlar. İnsanları esası vehmî olan bir takım yargılara, hayali
bir takım önermelere havale ettiler. Bunlara aklen kat’î deliller ve yakîn
burhan’lar adını verdiler. Ama bunların hepsi tahkik edildikleri takdirde; "Susuz kimsenin, su sandığı dümdüz
çöldeki bir serap gibidir. Nihayet ona yaklaşınca, onun bir şey olmadığını
görür. Halbuki kendisi(nin ameli) yanında Allah’ı bulmuştur. O da hemen onun
hesabını tamamen öder, Allah hesabı çok çabuk görendir. Yahut (bu) derin bir
denizdeki karanlıklar gibidir. Onu bir dalga örter, onu da üstünden (başka) bir
dalga kaplar. Onların üzerlerinde ise bulutlar vardır, birbiri üstünde karanlıklar.
Elini çıkarsa neredeyse onu dahi göremeyecektir. Allah kime bir nur vermemişse
onun nuru olmaz." (en-Nur, 24/39-40)
Hayret edilecek hususlardan birisi de şudur:
Onlar bu önerme ve delillerini vahyin nasslarının önüne geçirmişler, bunlar uğruna
nassları terketmişlerdir. O bakımdan kalbleri nasslarla hidayet bulmaktan yana
çoraklaşmıştır. Ayrıca selim fıtratın ve nebevî nassların te’yid ettiği sağlıklı
akılların verdiği hükümlere de ulaşamamışlardır. Eğer vahyin nasslarının
hakemliğini kabul etmiş olsalardı; hiç şüphesiz selim fıtratlara uygun düşen doğru,
sahih, aklî gerçeklere de ulaşırlardı.
Hatta bid’at sahiplerinden herbir kesim nassları
kendi bid’atleriyle ve aklî zannettiği yargılarla ölçüp değerlendirir, bunlara
uygun düşen nass’a muhkem der, kabul eder, delil diye gösterir. Muhalif olan
nass’a da müteşâbihtir der, sonra reddeder. Bu reddedişine de tefvîz (işi
Allah’a havale etme) adını verir. Yahut ta tahrif eder, bu tahrifini de te’vil
diye adlandırır. İşte bundan dolayı ehl-i sünnetin bunlara karşı tepkileri de
çok çetin olmuştur.
Ehl-i sünnetin izlediği yol ise sahih nass’tan
ayrılmamak ve nass’lara şu aklî bir yargıdır, yahut ta bu filanın sözüdür diye
karşı çıkmamaktır. Nitekim Tahâvî de buna işaret ettiği gibi, Buharî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle
demiştir: el-Humeydî’yi şöyle derken dinledim: Şafiî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin yanında bulunuyorduk. Bir adam
ona gelerek bir husus hakkında soru sordu, ona bu hususta Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle ve şöyle
hüküm verdi, dedi. Adam Şafiî’ye: Sen ne dersin? diye sorunca, Şafiî şu cevabı
verdi: Subhanallah, sen benim bir kilisede, bir havra’da olduğumu mu
zannediyorsun? Belime zü’n-nar bağladığımı mı görüyorsun? Ben sana Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- hükmetti
diyorum, sen bana: Sen ne diyorsun? diye soruyorsun.[74]
Buna benzer selef’in sözleri pek çoktur. Yüce
Allah da şöyle buyurmaktadır: "Allah
ve Rasûlü bir işi hükme bağladığında, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadına
o işlerinde istediklerini yapmak hakları yoktur." (el-Ahzab, 33/36)
Vahid haberi, ümmet gereğince amel ederek ve onu
tasdik ederek, kabul ile karşıladığı takdirde ümmetin çok büyük çoğunluğuna
göre yakîn (kesin) bilgi ifade eder. Bu da mütevatirin iki kısmından birisidir.
Ümmetin selefi arasında bu hususta herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Ömer b.
el-Hattab -Radıyallahu anh-ın rivayet
ettiği: "Muhakkak ameller niyetlerledir"[75]
haberi bu kabildendir.
Yine İbn Ömer -Radıyallahu anh-ın naklettiği: "Peygamber vela’nın satışını
ve hibe edilmesini yasaklamıştır."[76]
haberi, Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-ın:
"Kadın halası üzerine de, teyzesi üzerine de nikahlanmaz."[77]
haberi; "Neseb yolu ile ne haram oluyorsa, emmek yolu ile de haram olur."[78]
haberi ve bunların benzerleri gibi. Aynı şekilde Kuba Mescidi’ne gidip de Kıble’nin,
Mescid-i Aksa’dan, Kabe’ye döndürüldüğünü bildirenin haberi üzerine bunu duyan
namaz kılanların Kabe’ye dönmesine dair haber de buna benzemektedir.[79]
Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- elçilerini birer birer gönderirdi. Mektublarını da bir kişi
ile birlikte gönderirdi. Kendilerine bu mektub ya da elçi gönderilen kimseler;
bu vâhid bir haber olduğu için bunu kabul etmeyiz, demezlerdi. Yüce Allah da şöyle
buyurmaktadır: "O dini bütün dinlere
üstün kılmak için rasûlünü hidayetle ve hak din ile gönderen O’dur." (et-Tevbe, 9/33) O halde Yüce Allah’ın
delil ve açıklamalarının çürütülmemesi için insanlara karşı bu dinin delil ve
belgelerini de koruması kaçınılmaz bir şeydir.
İşte bundan dolayı Yüce Allah, Rasûlü adına
yalan uyduranları hayatta iken de, ölümlerinden sonra da rezil ve rüsvay etmiş,
onların gerçek durumlarını insanlara açıkça göstermiştir. Süfyan b. Uyeyne der
ki: Yalan hadis söylemiş hiçbir kimseyi Allah setretmiş değildir. Abdullah b.
el-Mubarek de şöyle demiştir: Bir adam seher vakti yalan bir hadis nakletmeyi
içinden geçirse, sabah olur olmaz insanlar; filan kişi yalancıdır, demeye
koyulurlar.
Vahid haberin doğru ve yalan olma ihtimali varsa
da sahih haberler ile sahih olmayan haberleri birbirinden ayırt edebilmek,
ancak vakitlerinin büyük bir bölümünü hadisle uğraşmaya; ravîlerin
siyretlerini, hallerini ve sözlerinin durumuna vakıf olmak maksadıyla araştırmaya,
bu hususta çok ileri derecede haddi aşmaktan ve yanılmaktan gayret gösterenlere
nasib olabilir. Bunlar öldürülecek olsalar dahi, hiçbir kimseye Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- hakkında
tek bir söz dahi uydurmasına müsamaha etmezler, bizzat kendileri de böyle bir şey
yapmazlar. Bunlar bu dini bizlere kendilerine nakledildiği gibi naklettiler.
Onlar İslamın öncü kafilesi, imanın belkemiğidirler. Onlar haberlerin sarrafları,
hadislerin gerçek doktorlarıdır. Kişi onların bu durumlarını, bu hallerini doğruluklarına
dair haberleri ne kadar takvalı ve güvenilir olduklarını bilirse; onların yaptıkları
nakil ve rivayetlerdeki ilmin derecesini de açıkça görür.
Akıl ve bilgi sahibi olan bir kimse hadis
alimlerinin, peygamberlerinin siyret ve haberlerini bildikleri kadar, başkalarının
bilmesi yahut böyle olduğunu zannetmeleri bir tarafa, hatırlarından
geçirmedikleri şeyleri dahi bildiklerini anlar. Nitekim nahivciler de Sibeveyh
ve el-Halil’e dair haberler ve sözlerden, görüşlerden bildiklerini başkaları
bilemez. Doktorların da Hipokrat ve Calinos’un sözleri ile ilgili bidikleri başkaları
tarafından bilinmez.
Kısacası herbir sanat sahibi sanatını başkasından
daha iyi bilir. Eğer bakkal’a güzel kokulara dair soru sorulsa yahut güzel koku
satıcısına manifatura’ya dair soru sorulsa ve buna benzer kimselere meslekleri
ile uymayan sorular sorulursa elbetteki bu pek büyük bir cahillik olarak değerlendirilir.
Ancak Allah’ın sıfatlarını kabul etmeyenler Yüce
Allah’ın: "O’nun benzeri hiçbir şey
yoktur." (eş-Şura, 42/11)
buyruğunu sahih hadisleri reddetmek için dayanak kabul etmişlerdir.
Benmisedikleri görüş ve kaidelere, düşünce ve içlerinden geçen duyguların kaide
diye ortaya koydukları ilkelere muhalif bir hadis geldikçe, bunu "O’nun
benzeri hiçbir şey yoktur" buyruğuna dayanarak reddetmeye kalkışırlar. Böylelikle
onlar, kendilerinden olan kalbi körelmiş kimselere karşı hakkı batıl’a karıştırıyorlar
ve âyeti gerçek manasından uzaklaştırarak tahrif ediyorlar.
Onlar, Allah’ın sıfatlarına dair haberlerden
Allah’ın da, Rasûlünün de murad etmediğini, İslam’ın önder ilim adamlarından
hiçbir kimsenin anlamadığını anlamışlardır. Onlara göre bu sıfatları kabul
etmek, yaratılmışların sahip oldukları sıfatlara yaratıcıyı benzetmektir. Bu
iddialarından sonra bu sıfatların kabulü batıl olduğuna da her iki nass’ı tahrif
ederek "O’nun benzeri hiçbir şey yoktur" buyruğunu delil gösterirler.
Kitablar yazarlar ve: Allah’ın emrettiği ve Allah’tan gelmiş şekliyle İslam
dininin esasları bunlardır, derler. Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok bölümünü okurlar
fakat onun anlamını Allah Rasûlünün beyan ettiği ve Allah’ın murad ettiği manayı
haber verdiği anlamlar üzerinde düşünmeksizin manasını Allah bilir diye, O’na
havale ederler.
Yüce Allah bu üç nitelikleri dolayısıyla,
önceden kendilerine kitab verilmiş olanları yermiştir. Bizlere onların bu
konudaki tutumlarını haber vererek anlatmıştır. Böylelikle biz ibret alalım,
onların gittikleri yolun benzerini izlemekten uzak kalalım. İşte Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "(Ey iman edenler)
artık bunların size inanacaklarını mı umarsınız? Halbuki onların bir fırkası
vardır ki Allah’ın kelâmını dinlerlerdi de onu anladıktan sonra bile bile
tahrif ederlerdi."
(el-Bakara,
2/75)
Nihayet Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onların arasında kuruntu dışında Kitabın ne
olduğunu bilmeyen ümmîler de vardır. Onlar yalnız zannediyorlar." (el-Bakara, 2/78) Kuruntudan kasıt ise,
mücerred okumaktır.
Daha sonra şöyle buyurmaktadır: "Elleriyle Kitabı yazıp, sonra az bir paha
ile satabilmek için: ‘Bu Allah’ın katındandır’ diyenlere yazıklar olsun! Vay
elleriyle yazdıklarından başlarına geleceklere, kazandıkları yüzünden vay onların
haline!"
(el-Bakara, 2/79)
Görüldüğü gibi Yüce Allah, yazdıklarını Allah’a
nisbet ettiklerinden ötürü ve bu yolla kazandıkları sebebiyle yermiş
bulunmaktadır. Her iki vasıf da yerilmeye değer: Allah’tan gelmedik bir şeyi,
Allah’a nisbet etmek de bunun karşılığında mal yahut başkanlık gibi bir karşılık
almak da.
Yüce Allah’tan söz ve amellerimizde lütuf ve
ihsanıyla bizleri yanılmaktan korumasını dileriz.
Tahâvî-Allah
ona rahmet etsin- "şeriat ve beyan" sözleriyle Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den sahih
olarak gelenlerin iki tür olduğuna işaret etmektedir: Ya ibtidaî (Kitabta
bulunmayan bir hükmü koyan) bir şeriattir, yahut ta Yüce Allah’ın aziz Ki-tabında
teşrî’ buyurduğunu bir beyandır. Bunların hepsi de uyulması gereken bir haktır.
Tahâvî’nin-Allah
ona rahmet etsin- "iman ehlî, imanın aslı itibariyle eşittir. Aralarında
fazilet farkı ise hakikat, hevâ’ya muhalefet ve evlâ olana devam etmek
itibariyledir." ifadelerinde geçen nüshalarda "hakikat" ifadesi
"haşyet ve takva iledir" şeklindedir.
Birinci ibarede herkesin tasdikin aslı
itibariyle ortak olduğuna işaret etmektedir. Ancak tasdikin bazısı, diğer bazısından
daha güçlü ve sağlam olabilir. Nitekim bundan önce buna görmenin sağlam olması
ile zayıf olması örnek olarak gösterilmişti. İkinci ibare ile de mü’minler arasında
farklılığın kalblerin amelleri ile olduğuna işaret etmektedir. Tasdikte ise
herhangi bir farklılık bulunmamaktadır, ancak birinci mana daha güçlü
görülmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
"Mü’minlerin
hepsi Allah’ın velileridir."
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Haberiniz olsun ki Allah’ın velilerine
hiçbir korku yoktur, onlar üzülmezler de. Onlar iman edip takvâlı davrananlardır."
(Yunus, 10/62-63)
Veli terimi, düşmanlığın zıttı olan (ve dostluk
anlamına gelen) -vav harfi üstün olarak- "velâyet"ten gelmektedir.
Hamza, Yüce Allah’ın: "Sizin onlarla
hiçbir velâyetiniz yoktur." (el-Enfâl,
8/72) buyruğundaki "velâyet" kelimesinin "vav" harfini
esre olarak "vilâyet" diye okumuş; diğerleri üstün olarak
"velâyet" diye de okumuşlardır. Bu iki okuyuşun iki ayrı söyleyiş
olduğu söylendiği gibi; "velâyet" şeklindeki okuyuşun yardım etmek
anlamında, "vilayet" okuyuşunun emirlik anlamında olduğu da söylenmiştir.
ez-Zeccâc dedi ki: Esreli okuyuşun caiz olması,
bir takım kimselerin bir takım kimseleri veli edinmesinde bir çeşit sanat ve iş
(amel) bulunduğundan dolayıdır. Bu tür bir anlam ihtiva eden bütün kelimelerde
aynı durum söz konusudur. el-Hiyâta (terzilik) gibi...
Mü’minler -buna göre- Allah’ın velileridir. Yüce
Allah da onların velisidir. O şöyle buyurmaktadır: "Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkartır.
Kâfir olanların velileri ise azgınlar (Tağût)dır. Onları aydınlıktan karanlıklara
çıkartırlar." (el-Bakara, 2/257);
"Bu böyledir. Çünkü Allah iman
edenlerin velisidir. Kâfirlerin ise hiçbir velisi yoktur." (Muhammed, 47/11)
Mü’minler de birbirlerinin velisidirler: "Mü’min erkeklerle, mü’min kadınlar
birbirlerinin velisidirler." (et-Tevbe,
9/71); "Gerçek şu ki, iman
edenler, hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihâd edenler,
(muhâcirleri) barındıranlar ve (Allah’ın dinine) yardımcı olanlar (var ya); işte
onlar birbirlerinin velisidirler." (el-Enfâl,
8/72) surenin sonuna kadar...
Bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sizin veliniz ancak Allah’tır, O’nun
Rasûlüdür, namazı dosdoğru kılan, rükû ederek zekatı veren mü’minlerdir. Kim
Allah’ı, Rasûlünü ve iman edenleri veli edinirse; (bilsin ki) muhakkak Allah’ın
(dininin) taraftarları galip gelecek olanların ta kendileridir." (el-Maide, 5/55-56)
Bütün bu nasslarda, mü’minlerin birbirlerinin
velisi oldukları, Allah’ın da onların hem velileri, hem de mevlâları olduğu
tespit edilmektedir. Allah, mü’min kullarını veli edinir. O onları sever, onlar
da O’nu. O onlardan razı olur, onlar da O’ndan hoşnut olurlar. Kim Allah’ın bir
velisine dahi düşmanlık ederse, Allah’a karşı tek başına savaş ilan etmiş
demektir.
Allah’ın mü’minleri bu şekilde veli edinmesi,
O’nun rahmet ve ihsanındandır. Yaratığın yaratığa muhtaç oluşu dolayısıyla veli
(dost) edinmesine benzemez. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve de ki: ‘Çocuk edinmemiş, mülk (ve hakimiyetin)de
hiçbir ortağı olmayan, âcizliğinden ötürü velisi (yardımcısı) da bulunmayan
Allah’a hamd olsun.’ O’nu tekbir ettikçe et!" (el-İsra, 17/111)
Buna göre acizliğinden ötürü Yüce Allah’ın
velisi (dost ve yardımcısı) yoktur. Aksine izzet bütünüyle Allah’ındır.
Kendisine yardımcı olacak bir veli edinmeye ihtiyacı bulunan hükümdarlara ve başkalarına
benzemez O.
Velilik, bir bakıma imana benzer. O takdirde
hocamızın maksadı şu olur: Veliliğin aslı itibariyle bütün veliler birbirine eşittir.
Ancak bunun kamil olanı var, eksik olanı var. Kemal derecesinde velilik, takvâ
sahibi mü’minler için söz konusudur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Haberiniz olsun ki, Allah’ın
velilerine hiçbir korku yoktur, onlar kederlenecek de değillerdir. Onlar iman edip
takvâ’lı davrananlardır. Onlar için dünya hayatında da, âhirette de müjde vardır."
(Yûnus, 10/62-64)
Buradaki "onlar iman edip takvâlı olanlardır"
buyruğu, iman edip takvâ sahibi olanların "Allah’ın velisi" olduklarını,
bunun onların bir özelliği olduğunu ortaya koymaktadır. Bu üç âyet-i kerîmede
sözü edilen vaadlere layık olanlar onlardır. Bu ise, çok oruç tutmakla, çok
namaz kılmakla ya da üstü başı yırtık pırtık olmakla, riyazetle (bedeni
mahrumiyetlere katlanmakla) olacak bir şey değil; sevdiği ve gazap ettiği
hususlarda O’na uygun düşmektir. (Yani sevdiklerini sevip gazap ettiklerine
gazaplanmaktır.)
Bu hususta daha önce iman meselesinde geçtiği
üzere, ehl-i sünnet arasında lafzî, onlarla ehl-i bid’at arasında da mana ile
ilgili bir anlaşmazlık bulunmakla birlikte, mü’min bir kimsede bir bakıma
velilik (dostluk), bir bakıma düşmanlık bir arada bulunabilir. Nitekim bazen
onda küfür ve iman, şirk ve tevhid, takvâ ve fücür, nifak ve iman da
bulunabilir. Ancak Şarî’e hem lafız, hem mana itibariyle muvafakat etmek, yalnızca
mana itibariyle O’na muvafakat etmekten iyidir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Onların pek çoğu
Allah’a şirk koşmadıkça, bir türlü O’na iman etmezler." (Yusuf, 12/106); "De ki: ‘İman etmediniz. Ancak teslim olduk,
deyiniz.’"
(el-Hucurât, 49/14)
Bu âyete dair açıklamalar ve buradaki muhatapların,
konu ile ilgili iki görüşten doğru olanına göre münafık olmadıklarına dair
izahlar, daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- de şöyle buyurmaktadır: "Dört haslet vardır ki, kimde
bulunurlarsa katıksız münafık olur. Kendisinde bunlardan bir tanesi bulunan kişide
de, -onu terkedinceye kadar- münafıklık hasletlerinden birisi var demektir:
Konuştu mu yalan söyler, antlaştı mı bozar, söz verdi mi sözünde durmaz, tartıştı
mı haddi aşar."[80]
Bir rivayette de "söz verdi mi sözünde durmaz" yerine: "ona bir
emanet verildi mi hainlik eder" denilmektedir. Buharî ve Müslim bunu,
Sahih’lerinde rivayet etmişlerdir.
İmanın şubelerine dair hadis de daha önceden
geçmiş bulunmaktadır.[81]
Hz. Peygamber’in: "Kalbinde zerre ağırlığı
kadar iman bulunan kimse, cehennem’den çıkacaktır"[82]
hadisi de daha önceden geçmişti.
Bundan anlaşılıyor ki; bir kimsede münafıklığın
bir çok hasleti bulunsa dahi, imanın (esasını teşkil eden) en az bir miktarına
sahip olmuş ise, o kişi ebedî olarak cehennem’de kalmayacaktır. Bu kimse sahip
bulunduğu münafıklık hasletleri miktarınca azab görecek, sonra da cehennem’den
çıkartılacaktır.
Buna göre itaatler imanın şu’beleri, masiyetler
küfrün şu’beleridir. Küfrün şu’belerinin en başı inkar, iman şu’belerinin en başı
da tasdiktir.
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in söylediği rivayet edilen: "Bir araya gelip toplanan
her bir topluluk arasında mutlaka Allah’ın dostu (veli) bir kimse vardır; ne o,
onlar onun varlığını bilirler, ne de kendisi kendisini bilir" sözü ise asılsızdır
ve bu batıl bir sözdür. Çünkü bu topluluğun fertleri kâfir olabilirler; ya da
fâsık olarak öleceklerden olabilirler.
Allah’ın kamil velilerine gelince; bunlar, Yüce
Allah’ın şu buyruklarında nitelikleri belirtilen kimselerdir: "Haberiniz olsun ki, Allah’ın velilerine
hiçbir korku yoktur, onlar kederlenecek de değillerdir. Onlar iman edip, takvâlı
davrananlardır. Onlar için dünya hayatında da, ahirette de müjde vardır."
(Yunus, 10/62-64)
Takvâ ise Yüce Allah’ın buyruğunda şöylece anlatılmaktadır:
"Yüzlerinizi doğuya ve batıya
döndürmeniz birr (iyilik, takvâ) değildir. Fakat asıl birr, Allah’a, ahiret
gününe, meleklere, Kitaba, peygamberlere iman edenin, ona olan sevgisine rağmen
malı akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolculara, dilenenlere, kölelere
verenlerin, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren, ahitleşince ahitlerini yerine
getirenlerin, sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda
sabredenlerin yaptığıdır. Sadakat gösterenler işte bunlardır. Takva sahibi
olanlar da ancak bunlardır."
(el-Bakara,
2/177)
Takva sahipleri: Muktesid (orta yollu) olanlar ile mukarreb (yakınlaştırılmış) olanlar, olmak üzere iki kısma ayrılırlar.
Muktesid olanlar, kalp ve azalar
ile ifa edilen amellerin farz olanlarını işleyerek Yüce Allah’a yaklaşan
kimselerdir.
Sâbikun (ileri geçen ve yakınlaştırılmış
olan mukarrebler) ise; Yüce Allah’a farzlardan ayrı olarak nafilelerle yakınlaşan
kimselerdir. Nitekim Sahih-i Buharî’deki rivayete göre; Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-den, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-, şöyle
buyurmuştur: "Yüce Allah buyuruyor ki: Kim benim bir veli’me düşmanlık
ederse, bana teketek savaş ilan etmiş demektir. Hiçbir kulum bana kendisine
farz kıldığım şeyleri eda etmeye denk bir amelle yakınlaşmış değildir. Kulum
nafilelerle bana yakınlaşmaya devam edip durursa sonunda Ben de onu severim.
Onu sevdim mi, artık Ben onun kendisiyle işittiği kulağı, kendisi ile gördüğü
gözü, kendisi ile yakaladığı eli, kendisi ile yürüdüğü ayağı olurum. Eğer
Benden dilekte bulunursa, andolsun ki ona (dileğini) veririm. Eğer Bana sığınırsa,
Ben de onu himayeme alırım. Yapmayı murad ettiğim işler arasında kendisi
ölümden hoşlanmadığı, Ben de kendisine kötülük yapmayı istemediğim için mü’min
kulumun canını almakta tereddüt ettiğim kadar hiçbir hususta tereddüt
etmem."[83]
Veli: Düşmanın zıttıdır. Bu kelime, yakın olmak,
yakınlaşmak anlamındaki "el-vely"den türemiştir. Buna göre veliyullah
(Allah’ın velisi); Allah’ın sevdiği şeyler hususunda O’na muvafakat etmek
suretiyle Allah’a yakın olan ve O’nun razı olacağı işleri yaparak O’na yakınlaşmaya
çalışan kimsedir. Bunların durumu ise Yüce Allah’ın şu buyruğunda dile getirdiği
gibidir: "Kim Allah’tan korkarsa ona
bir çıkış yolu ihsan eder ve ona ummadığı bir yerden rızık verir."
(et-Talâk, 65/2-3)
Ebu Zerr -Radıyallahu
anh- dedi ki: Bu âyet nazil olunca Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Ya Ebu Zerr, şayet
insanlar bu âyet gereğince amel ederlerse, hiç şüphesiz onlara yeter."[84]
Yüce Allah, insanlar için darlık olan hususlarda
takvâ sahiplerine çıkış yolu gösterir ve ummadıkları yerlerden kendilerine rızık
gönderir. Böylelikle Yüce Allah, zararlı şeyleri kendilerinden uzaklaştırır,
faydalı şeyleri elde etmelerini sağlar ve onlara açıklaması uzun vakit alacak
türlü keşib ve tesirler bağışlar.
"Allah
nezdinde en kerim olanları, Allah’a en çok itaat edenleri ve Kur’ân’a en çok
uyanlarıdır."
Yani mü’minlerin en kerim (üstün ve değerli)
olanları, Allah’a en çok itaat edip Kur’ân’a en çok uyanlardır. İşte en müttakî
olan budur. En müttakî olan da en kerim olan demektir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Muhakkak Allah
nezdinde en kerim olanınız, en takvâlı olanınızdır." (el-Hucurât, 49/13)
"Sünen" diye bilinen hadis eserlerinde
de şu hadis-i şerif kaydedilmektedir: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Arap olanın
Arap olmayana, beyazın siyaha, siyahın beyaza, -takvâ dışında- hiçbir üstünlüğü
yoktur. Bütün insanlar Âdem’dendir, Âdem de topraktadır."[85]
İşte bu delil dolayısıyla, "sabırlı fakir
mi, yoksa şükreden zengin mi faziletlidir?" meselesi ile ilgili olarak
ilim adamlarının görüş ayrılığına düşmelerinin, birini ötekine tercih
etmelerinin pek yerinde olmadığı; tahkikin gereğinin şu sonuca varılması
gerektiği ortaya çıkmaktadır: Birinin diğerine üstünlüğünde fakirlik ya da
zenginliğin herhangi bir ilgisi yoktur. Mesele amellerle, hallerle ve
hakikatlerle ilgilidir. Dolayısıyla böyle bir sorunun ortaya atılması yanlıştır.
Çünkü Allah nezdinde faziletli olmak, takva ve imanın hakikatleriyle ilgilidir.
Zenginlik ya da fakirlikle ilgisi yoktur. Herhalde Ömer -Radıyallahu anh-ın şu sözünü söylemesinin de sebebi bu olmalıdır:
"Zenginlik ve fakirlik iki binektir. Hangisine binersem bineyim, umurumda
değildir."
Zenginlik ve fakirlik, Yüce Allah’ın bir imtihanıdır.
Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Ama
insan, Rabbi kendisini sınayıp da ona ikramda bulunup, nimetler verse: ‘Rabbim
beni şereflendirdi, bana lutfetti’ der." (el-Fecr, 89/15)
Eğer sabırlı fakir ile şükreden zengin, takvâ
itibariyle birbirine eşit olursa, dereceleri de eşit olur. Onlardan birinin
takvası, diğerinden üstün olursa, Allah nezdinde daha faziletli o olur. Çünkü
fakirlik ile zenginlik bizatihi ameller arasında tartıya girmezler. Tartıya
giren yalnızca sabır ya da şükürdür.
"İman:
Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayrıyla şerriyle,
acısıyla tatlısıyla kadere ve (hepsinin) Allah’tan geldiğine iman etmek
demektir."
Bu hususların dinin esaslarını teşkil ettiğine,
sahih olduğu ittifakla kabul edilmiş Cibril Hadisi’nde Hz. Peygamber’in bunları
sayarak cevap vermiş olduğuna dair açıklamalar, önceden geçmiş bulunmaktadır.
Cebrail -Aleyhisselam-
bedevî bir arap kılığında ona gelmiş ve ona İslam’ın ne olduğunu sormuştu. O da
buyurmuştu ki: "(İslam), Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına,
Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şahitlik etmen, namazı dosdoğru kılman,
zekatı vermen, Ramazan (ayı) orucunu tutman, oraya yol bulabilirsen Beyt(ullah)ı
hac etmendir.
Ona imanın ne olduğuna dair soru sorunca da şu
cevabı vermişti: "(İman) Allah’a, meleklerine, Kitaplarına,
peygamberlerine ve âhiret gününe iman etmendir. (Ayrıca) hayrıyla, şerriyle
kadere de iman etmendir.
Ona, ihsan’ın ne olduğunu da sormuş ve şu cevabı
almıştı: "(İhsan) Allah’a, O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen
O’nu görmüyorsan dahi O, seni görür."[86]
Sahih(-i Müslim) de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in sabah
namazının (sünnet olan) iki rek’atinde "ihlas sureleri" diye bilinen,
el-Kâfirûn ile el-İhlâs surelerini okuduğu[87]
da iman ve İslam’ı anlatan iki âyeti okuduğu da sabittir. Bunlardan birisi
el-Bakara suresindedir: "Deyin ki:
Biz Allah’a ve bize indirilene... iman ettik..." (el-Bakara, 2/132)
Diğeri de Al-i İmrân suresindeki şu âyet-i
kerimedir: "De ki: Ey kitap ehli!
Bizimle sizin aranızda âdil olan bir kelimeye geliniz..." [88]
(Al-i İmran, 3/64)
Sahih olduğu ittifakla kabul edilmiş Abdu’l-Kays
Heyeti ile ilgili hadisinde de imanı, onlara söylemiş olduğu şu sözleriyle açıklamış
bulunmaktadır: "Size bir ve tek olarak Allah’a iman etmeyi emrediyorum.
Allah’a imanın ne olduğunu biliyor musunuz? Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına,
bir ve tek olduğuna, O’nun ortağının bulunmadığına şehadet etmek, namazı dosdoğru
kılmak, zekatı vermek ve ele geçirdiğiniz ganimetlerin beşte birini vermektir."[89]
Kalbî iman olmadıkça bu amellerin iman demek
olduğunu kastetmemiş olduğu bilinen bir husustur. Çünkü başka yerlerde kalbî
imanın varlığının kaçınılmaz olduğunu bildirmiş bulunmaktadır. Bunların kalbî
iman ile birlikte (imandan olacağı) böylece bilinmiş olmaktadır. Zaten bu
hususa dair açıklamalarımız daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Tasdik ile birlikte olmadıkça yalnızca amel ile
kişi hakkında iman hükmünün sabit olmayacağına delil olan buyruklar, Kitap ve
sünnette dolup taşmaktadır. Bu, namaz ve zekatın ihtiva ettiği anlamdan daha
ileri birşeydir. Çünkü namaz ile zekatın ne demek olduklarını (mahiyetlerini)
sünnet açıklamış olduğu halde; imanın anlamını hem Kitap hem sünnet açıklamış
bulunmaktadır.
Kitap’ta bu husustaki buyrukların bazıları: "Gerçek mü’minler, ancak o kimselerdir
ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer..." (el-Enfâl, 8/2); "Mü’minler ancak Allah’a ve Rasûlüne iman
eden ve sonra da şüpheye düşmeyen... kimselerdir." (el-Hucurât, 49/15); "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan
anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde
hiçbir sıkıntı duymadan, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş
olmazlar." (en-Nisa, 4/65)
Nihaî amaç olan bu hakem yapma ve teslimiyetin
varlığı gerçekleşmedikçe, imanın da söz konusu olmayacağının belirtilmiş olması,
bu nihaî amacın insanlara farz olduğunu göstermektedir. Bu amacı gerçekleştirmeyen,
tehdide muhatap kimselerden olur. Sahiplerine azabsız olarak cennete
gireceklerine dair vaatte bulunulmuş ve gerçekleştirilmesi farz kılınmış olan
iman ehlinden olmaz.
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in Cibril hadisinde imanı açıklaması ile Abdu’l-Kays Heyeti
ile ilgili hadisteki açıklaması arasında çelişki vardır, denilemez. Çünkü
Cibril hadisinde imanı, İslam’ı açıkladıktan sonra açıkladı. Buna göre o
hadiste iman, İslam’ı açıklarken sözünü ettiği amellerle birlikte; Allah’a,
meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman demek olur.
Nitekim, ihsan da, daha önceden açıklanan hususları da kapsamaktadır.
Abdu’l-Kays Heyeti ile ilgili hadiste ise durum
böyle değildir. Çünkü bu hadiste ilk olarak imanı açıklamaktadır. Ondan önce İslam’a
dair herhangi bir açıklama geçmemiştir.
Ancak hocamız Tahâvî’nin "iman"a dair
açıklamaları ile bizim bu cevabımız arasında bir uygunluk yoktur. Onun açıklamasına
göre; Abdu’l-Kays Heyeti hadisini açıklamak zordur.
Sorulan hususlardan birisi de şudur: Yüce Allah’ın
farz kılmış olduğu zahirî ameller, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in, sözü geçen Cibril hadisinde verdiği
cevabın da söz konusu ettiği beş hasletten daha çok olduğuna göre, o neden İslam’ın
bu hususlardan ibaret olduğunu söylemiştir?
Bazıları; bunlar, İslam şeârinin en açık ve en
büyükleridir. Bunları yerine getirmek suretiyle kişinin teslimiyeti tamam olur;
bunları terketmesi ise, onun İslam’a olan bağlılığının gevşediği ya da çözüldüğü
intibâını verir, derler.
İşin gerçek mahiyeti ise şudur: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- kulun
Rabbine mutlak olarak teslimiyeti demek olan dini söz konusu etmiştir. Bu
dinde, muayyen olarak herkesin katıksız bir şekilde Allah’a ibadet etmesi
gerekir. O bakımdan buna güç yetiren herkesin Yüce Allah’a dinini halis kılmak
suretiyle bu amellerle ibadet etmesi gerekir. Söz konusu ameller ise sözü
edilen bu beş esas ile birlikte, bunların dışında kalan diğer amellerdir.
Bunlar da bir takım maslahatlar sebebiyle vacib olduklarından, bunların vacib
oluşu bütün insanları kapsamamaktadır. Aksine cihad, emr-i bi’l-ma’ruf, nehy
ani’l-münker ve buna bağlı olarak emirlik, hakimlik, fetva vermek, Kur’ân
okutmak, hadis nakletmek ve buna benzer kifaye yoluyla farz olan ameller de
vardır.
Ya da bir takım ameller insanların (kulların)
hakkı sebebiyle vacib olmaktadır. Bu vacib ameller ise kendisi lehine vacib
olan ile kendisi üzerine vacib olana hastırlar. Kimi zaman hak sahibinin
vazgeçmesiyle bu haklar sakıt olabilmektedir. Borçların ödenmesi, emanetlerin
ve gasbedilenlerin geri verilmesi, kan, mal, namus, şeref ve haysiyet ile
ilgili haksızlıkların hakkının alınması, eş ve çocukların hakları, sıla-i rahim
ve benzeri haklar böyledir. Bu gibi haklardan Zeyd’in üzerine vacib olanlar,
Amr’ın üzerine vacib olmayabilir.
Oysa Ramazan orucu, Beytullah’ın haccedilmesi,
beş vakit namaz ve zekat böyle değildir.
Zekat her ne kadar malî bir hak ise de Allah
için yerine getirilmesi gereken bir görevdir. Sekiz sınıf ise zekatın harcanacağı
yerleri göstermektedir. O bakımdan zekatta niyet farzdır. Başkasının mükellef
adına onun izni olmaksızın yerine getirmeye kalkışması caiz değildir. Zekat
kâfirlerden de istenmez.
Kul hakları için ise niyet şartı yoktur.
Mükelleften başkası onun izni olmaksızın, onun adına eda edecek olursa
mükellefin zimmeti ibrâ olur (sorumluluktan kurtulur) ve bu hakların yerine
getirilmesi kâfirlerden de istenir.
Keffaret gibi Yüce Allah için yerine getirilmesi
gereken haklar ise, kulun kendisi sebebiyle söz konusu olur ve bunlarda bir çeşit
ceza manası da vardır. Bundan dolayı zekât vermek için mükellefiyet şarttır ve
-ilgili yerlerde belirtildiği üzere- Ebu Hanife ve arkadaşlarına -Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun- göre
küçük çocuk ve deli zekâtla mükellef değildir.
Tahâvî’nin-Allah
ona rahmet etsin-: "Hayrıyla şerriyle, acısıyla tatlısıyla kader’e
-Allah’tan geldiğine- iman etmek..." sözlerine gelince; daha önce
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in
Cibril -Aleyhisselam- hadisinde:
"Hayrıyla şerriyle kader’e iman etmendir." hadisi geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "De
ki: ‘Allah’ın bizim için yazdığından başkası asla bize isabet etmez.’"
(et-Tevbe, 9/51); "Şâyet onlara bir kötülük dokunursa: ‘Bu
sendendir’ derler. De ki: ‘Hepsi Allah’tandır.’ Böyle iken bunlara ne oluyor ki
hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar? Sana gelen her iyilik Allah’tandır, sana
gelen her fenalık da kendindendir." (en-Nisa, 4/78-79)
Şâyet: "De ki: Hepsi Allah’tandır"
buyruğu ile "sana gelen her fenalık da kendindendir" buyruğu ile
birlikte nasıl doğru bir şekilde anlaşılabilir, denilirse şöyle cevap verilir:
Yüce Allah’ın: "De ki: Hepsi Allah’tandır" buyruğu şu demektir:
Bolluk, kuraklık, zafer ve yenilgi... hepsi Allah’tandır. "Her fenalık da
kendindendir" buyruğu da sana isabet eden Allah’tan gelen herbir kötülük
senin işlediğin günah sebebiyle sana verilen bir cezadır. Nitekim Yüce Allah
bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Size
isabet eden her musibet ellerinizle kazandıklarınız sebebi iledir." (eş-Şura, 42/30) Yine bu kanaate İbn
Abbas -Radıyallahu anh-ın bu buyruğu
"sana isabet eden kötülük de kendindendir" ve onu senin hakkında ben
yazdım, şeklinde okuması da buna delil teşkil etmektedir.[90]
Burada geçen "iyilik (el-hasene)" -en
sahih görüşe göre- ni’met, "kötülük (es-seyyie)" ise belâ ve
musibettir. İyiliğin itaat, kötülüğün masiyet olduğu da söylenmiştir. İkinci
anlam ise birincisi kastedilmiyorsa kesinlikle kastedilmiş olamaz. Bununla
birlikte herşey Allah tarafından takdir edilmiş olmakla beraber, amelin kötülüğünün
de, cezanın kötülüğünün de kişinin kendinden olması arasında bir çelişki
yoktur. Çünkü ikinci bir masiyet, birincisinin cezası olabilir. Buna göre yapılan
bu iş kötü amelden olmakla birlikte cezanın sebeb olduğu kötülüklerden
olabilir. İkinci iyilik de birincisinin sevabının bir parçası olabilir. Nitekim
Kitab ve sünnet te buna delâlet etmektedir.
Kaderiye’nin Yüce Allah’ın: "Sendendir"
buyruğunu (görüşlerine) delil diye ileri sürmelerine imkan yoktur. Çünkü onlar şöyle
derler: Kulun fiili -ister iyilik, ister kötülük olsun- kendindendir, Allah’tan
değildir. Kur’ân bunlar arasında ayırım gözetmiştir. Kendileri ise bu hususta
ayırım gözetmezler. Diğer taraftan Yüce Allah: "Hepsi Allah’tandır"
diye buyurmakta ve böylelikle kötülükleri Allah’tan olmakla tayin ettiği gibi,
hasenatı da Allah’tan olmakla tayin etmektedir. Kaderiye ise ameller hususunda
bu görüşü benimsemezler. Onlar ceza (amelin karşılığı) hakkında bu kanaati taşırlar.
Bundan sonra Yüce Allah’ın: "Sana isabet eden bir iyilik" ile
"bir kötülük" buyrukları "onlara isabet eden bir iyilik"
ile "onlara bir kötülük isabet ederse..." buyrukları gibidir.
Yüce Allah ni’metler demek olan iyilikler ile
musibetler demek olan kötülükler arasında bir fark gözetmiştir. İyilikleri
Allah’tan, ötekilerini insanın kendi nefsinden diye tesbit etmiştir. Çünkü
iyilik Yüce Allah’a izafe edilir. Zira her bakımdan bu iyiliği ihsan eden
O’dur. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın iyiliğin mutlaka Ona izafe edilmesi
gerekir. Kötülüğe gelince, O kötülüğü ancak bir hikmet dolayısıyla yaratır.
Kötülük bu hikmet göz önünde bulundurulacak olursa, yine O’nun ihsanı arasındadır.
Çünkü Yüce Allah asla hiçbir kötülük yapmaz, aksine O’nun bütün fiilleri hayırdır
ve güzeldir.
Bundan dolayı Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- istiftah duasında (iftitah tekbirinden
sonra yaptığı duada) şöyle derdi: "Hayır tümüyle senin elindedir. Kötülük
ise sana değildir."[91]
Yani sen katıksız bir kötülük, şer yaratmazsın. Aksine bütün yarattıklarında
bir hikmet vardır, o hikmet itibariyle şer gibi görünen, bir hayırdır. Ancak
bazı insanlar için onda bir şer bulunabilir, bu ise cüz’î ve izafi (göresel)
bir şer’dir. Külli yahut mutlak bir şer yaratmaktan ise şanı yüce Rabbimiz
münezzehtir. İşte böylesi bir şer, O’na nisbet edilemez.
Bundan dolayı tekil olarak, tek başına şer, Yüce
Allah’a asla izafe edilemez. Aksine ya genel mahlukatın kapsamı içerisine sokulur,
Yüce Allah’ın: "Allah herşeyin yaratıcısıdır."
(ez-Zümer, 39/62); "De ki: Hepsi Allah’tandır." (en-Nisa, 4/78) buyruklarında olduğu
gibi. Ya da bir sebebe izafe edilir, Yüce Allah’ın: "Yarattıklarının şerrinden" (el-Felak,
113/2) buyruğunda olduğu gibi. Yahut ta faili hazfedilir. Cinlerin: "Doğrusu biz yerde bulunanlar için şer mi
murad edildi, yoksa Rableri onlar hakkında hayır mı murad etti
bilmiyoruz." (el-Cin, 72/10)
buyruğunda olduğu gibi.
Bazı canlıların rahatsız olduğu şeyleri yaratmış
olması, o yaratılanda hikmet yoktur, anlamına gelmez. Aksine Yüce Allah’ın onu
yaratmakta yine Yüce Allah’tan başkasının takdir edemeyeceği çapta rahmet ve
hikmeti vardır. Bir takım mahlukatta göreceli bir şekilde cüz’î bir şerrin
meydana gelmiş olması, o şerrin küllî ve genel olması demek değildir. Aksine
küllî ve genel işler kullar için ancak bir hayır ve bir maslahattır. Genel
olarak yağan bir yağmur ve herkese gönderilen bir peygamber gibi.
Yüce Allah’ın: "Sendendir" buyruğunda
dikkat edilmesi gereken bir takım hususlar vardır: Kul, kendinden mutmain
olmamalı, nefsinin yapıp ettiklerinden sükûn ve huzur bulmamalıdır. Çünkü onda şer
saklıdır, kötülük yalnız kulun kendi nefsinden gelir. İnsanlar kendisine
kötülük yapacak olurlarsa, onları kınamak ve yermekle uğraşmamalıdır. Çünkü
bunlar da ona isabet eden kötülüklerdendir. Bu kötülükler de ona ancak kendi
günahları sebebiyle isabet etmiştir ve bu günahlarına raci’dir.
O bakımdan kul, kendi nefsinin şerrinden ve
amelinin kötülüklerinden Allah’a sığınmalıdır, Yüce Allah’tan kendisine itaat
etmek üzere yardımını dilemelidir. Böylelikle kul, her türlü hayrı elde eder ve
her türlü kötülük te ondan uzaklaşmış olur.
İşte bundan dolayı en faydalı, en büyük, en
hikmetli ve muhkem dua, Fatiha’daki dua ifadeleridir: "Bizi dosdosru yola
ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna, gazaba uğrayanların ve
yolunu sapıtanlarınkine değil."
Çünkü Yüce Allah, kulu bu yola iletti mi artık
kendisine itaat etmesi, masiyetini terketmesi için de ona yardımcı olur. Ona
dünyada da, ahirette de, kötülük isabet etmez.
Fakat günahlar insan nefsinin ayrılmaz parçalarıdır.
Kul her an hidayete muhtaçtır. Onun hidayete olan ihtiyacı yemeye ve içeceğe
olan ihtiyacından fazladır. Yoksa durum bazı müfessirlerin: Allah kuluna zaten
hidayet vermiştir, neden hidayet istemektedir? Bundan kasıt hidayet üzere
sebattır, yahut hidayetin arttırılmasıdır, şeklindeki açıklamalarında değindikleri
gibi değildir.
Hayır, kul Yüce Allah’ın kendisine ahvalini
bütün teferruatıyla öğretmesine, hergün yapıp edeceği ve terkedeceği işlerin
teferruatını bilmeye ve bu şekilde amelde bulunma ilhamına mazhar olmaya
muhtaçtır.
Eğer Yüce Allah, kulunu bildikleri ile amel etme
iradesine sahip kılmayacak olursa, mücerred olarak bilgi sahibi olmak ona
yeterli değildir. Bildiğiyle amel etmeyecek olursa, bilgileri ona karşı bir
delil olur ve hidayet bulmuş da olmaz. Kul Yüce Allah’ın kendisini bu salih
irade gereğince amel etmeye güç yetiren bir hale getirmesine muhtaçtır. Çünkü
bizim için hakkın meçhul olan bölümleri bildiğimizin kat kat fazlasıdır.
Önemsemediğimiz ve tembellik ettiğimiz için
yapmayı istemediğimiz şeyler, yapmak istediklerimiz kadardır yahut daha fazladır
veya ondan daha azdır. Yapmak istediklerimiz arasından güç yetirebildiklerimiz de
aynı durumdadır.
Biz hakkın tamamını bilemeyiz ve bunun bütün
tafsilatını bilmeye yol bulamayız. Bu işin bütün teferruatını tesbit etmek
imkansız bir iştir. Bizlerin tam ve eksiksiz bir hidayete ihtiyacı vardır. İşte
bütün bu hususlara kemali ile sahip olan bir kimsenin Allah’tan dilekleri hak
üzere sebat doğrultusundadır ve bu da rütbelerin en sonuncusudur.
Bütün bunların dışında bir başka hidayet daha
vardır. O da âhirette cennete giden yola hidayettir. Bundan dolayı insanlar her
namazda dualarında bunu istemekle emrolunmuşlardır. Çünkü buna olan ihtiyaçları
çok fazladır. Bu duadan daha çok hiçbir şeye ihtiyaçları yoktur.
Yüce Allah’ın lütuf ve rahmetiyle bu duayı,
hayra götüren ve şer’den alıkoyan en büyük sebeblerden kılmış olduğunu bilmek
gerekir. Kur’ân-ı Kerîm, kötülüklerin -Allah’ın kaderi ile olsa dahi- insan
nefsinden olduğunu, hasenatın tümüyle de Yüce Allah’tan olduğunu açıkça beyan
etmiş bulunuyor.
Durum böyle olduğuna göre; Yüce Allah’a şükretmek
gerekir. Kulun günahları dolayısıyla O’ndan mağfiret dilemesi, O’ndan başka
hiçbir kimseye tevekkül etmemesi gerekir. İyilikleri O’ndan başka kimse
veremez. İşte bu O’nu tevhid etmeyi, yalnızca O’na tevekkül etmeyi, yalnızca
O’na şükretmeyi ve günahlar dolayısıyla O’ndan mağfiret dilemeyi gerektirmektedir.
İşte bütün bu hususları Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- namazda
birlikte söz konusu ediyordu. Nitekim, Sahih(-i Buharî)de sabit olduğuna göre
rükû’dan başını kaldırdığında şöyle derdi:
“Rabbimiz, sana pek çok, pek hoş ve mübarek kılınmış hamd-u
senalar olsun. Gökler ve yer dolusu kadar ve bundan sonra senin istediğin
herbir şey dolusu kadar, ey hamd-u senâlara, övgülere layık olan! Kulun söylediği
en hak söz -ki hepimiz senin kulunuz."[92]
İşte bu ifadeler Yüce Allah’a bir hamd-u sena’dır,
O’na bir şükürdür. O’na hamdetmenin kulun söylediği en hak söz olduğunu açıklamaktadır.
Bundan sonra da kul şunları söyler:
“Sen’in verdiğini engelleyecek yoktur. Engellediğini
de verecek yoktur. Varlık sahibi kimsenin bu varlığının Sana karşı hiçbir
faydası da olmaz."[93]
İşte bu Yüce Allah’ın vahdaniyetini,
rububiyetinin tevhid’ini -yaratmak, takdir etmek, ilkin varetmek ve hidayete
iletmek bakımından- bir tevhiddir. O verendir, engelleyendir. O’nun verdiğini
kimse engelleyemez, engellediğini kimse veremez.
Diğer taraftan şeriat, emir ve nehiy koyucu
olarak ulûhiyetinin tevhid’ini de dile getirmektedir.
Şöyle ki: Kullar her ne kadar varlık, mülk,
azamet, imkan ve riyaset’e -zahiren ya da mükâşefe ve hal’ika tasarruflarda
bulunanlarda olduğu gibi batınen- imkanlara sahip kılınıyor iseler dahi, bu
varlıklarının Sana karşı kendilerine bir faydası olmaz, yani bunlar o kimseyi
kurtarmaz, kurtuluşa erdiremez. İşte bundan dolayı burada "o kimseye Sana
karşı faydası olmaz" diye buyurmuş, "Senin nezdinde ona faydası
olmaz" diye buyurmamıştır. Çünkü böyle denilmiş olsaydı, bu ifadeden
bunlarla Sana yakınlaşılmaz, ama bunların ona zararı olmayabilir gibi bir mana
anlaşılabilirdi.
Bu ifadeler aynı zamanda tevhid’in hakikatini de
Yüce Allah’ın: "Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Sen’den yardım
dileriz" buyruğunun da hakikatini ihtiva etmektedir. Sebeblerden hiçbirisi
tek başına ve bağımsız olarak istenen birşey olamaz. Herşey ancak Allah’ın meşieti
ve yoluna koymasıyla olur. O halde Allah’tan başkasından ümitvar olmamak,
O’ndan başkasına tevekkül etmemek, O’ndan başkasından dilekte bulunmamak,
O’ndan başkasına sığınmamak, O’ndan başkasından yardım dilememek gerekir. Hamd
yalnız O’nadır, şekva sadece O’na yapılır. Yalnız O’ndan yardım istenir, yalnız
O’na sığınılır. İtaate gücü de O verir, masiyetten korunma imkanını da O verir.
Çünkü hiçbir sebeb tek başına istenen bir şey değildir. Aksine herbir sebebe başka
bir takım sebeblerin de katılması gerekir. Diğer taraftan engellerin ve onunla
çatışan şeylerin de bertaraf edilmesi icab eder ki maksat hasıl olabilsin.
Herbir sebebin bir ortak sebebi vardır ve zıttı vardır. Ortağı ona yardımcı
olmayacak olursa ve onun zıttı da uzaklaştırılmayacak olursa, Kişinin istediği
husule gelmez.
Yağmur tek başına bitkiyi yeşertmez, ancak
onunla birlikte hava, toprak ve diğer sebeblerin de bir arada olması lazım. Diğer
taraftan ekinin yetişebilmesi için onu telef edecek çeşitli afetlerden de uzak
kalması gerekir. Yiyeceğin, içeceğin besleyici bir gıda olabilmesi, ancak
bedendeki aza ve güçler ile tamam olabilir. Bütün bunlar da bunu ifsad edecek
hususlar bertaraf edilmedikçe hiçbir fayda sağlayamaz.
Sana bir şeyler veren yahut sana yardımcı olan
mahluk, Allah’ın onda irade, güç ve fiili yaratmış olmasına rağmen, O’nun yaptığının
tamamlanabilmesi, kendi kudreti dışında ve istediğini yapmasına yardımcı
olabilecek pek çok sebeb olmadıkça tamamlanamaz. İsterse kendisine itaat olunan
bir hükümdar olsun. Bununla birlikte maksadı ile çatışacak ve ona engel olabilecek
birbiriyle bu hususta yardımlaşan sebebleri de bertaraf etmesi kaçınılmaz bir şeydir.
O halde istenen bir şey, ancak istenenin gerektirici bütün sebeblerinin varlığı
ve engellerin de bulunmaması ile ortaya çıkabilir.
Muayyen herbir sebep ancak gerektirici hususun
bir parçasıdır. Varlık aleminde tek başına ve tam bir gerektirici yoktur. İsterse
ona gerektirici adı verilsin ve diğer yardımcı hususlara da şart denilsin. Bu
lafzî bir ihtilaftır. Mahlukat arasında ma’lulünü (sonucunu) gerektirecek tam
bir illetin (sebebin) varlığına gelince, bu batıldır.
Bunu gerçek anlamıyla bilen bir kimsenin önünde,
Yüce Allah’ı tevhid’in kapısı açılır ve O’ndan başkasına ibadet etmek şöyle
dursun, O’ndan başkasından dilekte bulunmaya kimsenin layık olmadığını, başkasına
tevekkül olunamayacağını, başkasından ümitvar olunamayacağını da iyice anlar.
"Biz
bütün bunlara iman edenleriz. Peygamberleri arasında kimseyi diğerinden ayırmayız.
Hepsinin getirdiklerini tasdik ederiz."
Bu sözlerle tafsilî olarak iman edilmesi gereken
ve daha önce geçen hususlara işaret etmektedir. "Peygamberleri arasında
kimseyi diğerinden ayırt etmeyiz..." sözlerinin anlamı da şudur: Bazılarına
iman ederek, bazılarını inkar ederek peygamberler arasında fark gözetmeyiz.
Bilakis hepsine iman eder, hepsini tasdik ederiz. Çünkü onların kimisine iman
edip kimisini inkâr eden hepsini inkâr etmiş olur. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "(Peygamberlerin)
kimine inanırız, kimini inkâr ederiz, diyenler böylece bunun arasında bir yol
tutmaya yeltenirler. İşte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridirler."
(en-Nisa, 4/150-151)
Çünkü peygamberlerden herhangi birisine iman
etmeyi gerektiren husus, (diğerlerine iman edilmemesi halinde) kendisine iman
edilmeyen peygamberde de mevcuttur. Çünkü kendisine iman edilen peygamber, diğer
peygamberleri tasdik etme emrini de getirmiştir. Peygamberlerin bazısına iman
edilmeyecek olursa, iman ettiğini iddia ettiği peygamberi dahi inkâr etmiş
olur. Çünkü iman ettiği rasûl bütün peygamberlerin tasdik edilmesi hükmünü de
getirmiştir. Bir kısmını inkâr etmekle, inkâr eden kişi gerçekten kâfir olur.
Halbuki o, iman ettiğini zannetmektedir. Böylelikle dünya hayatında yaptıkları
boşa gitmekle birlikte, kendilerinin güzel iş yaptığını zanneden, amel bakımından
en hüsranda olan kimselerden olur.
"Muhammed
-Sallallahu aleyhi vesellem- ümmeti arasından büyük günah işleyen kimseler
muvahhid olarak öldükleri, Allah’ın huzuruna O’nu bilip tanıyanlar olarak çıktıkları
takdirde, tevbe etmemiş olsalar dahi cehennem’de ebedi kalmazlar. Onlar Allah’ın
meşiet ve hükmüne tabidirler. Dilerse onlara mağfiret eder, onları lütfuyla
affeder. Yüce Allah Kitabında buyurduğu gibi: "Ve bundan başkasını dilediği
kimselere bağışlar." (en-Nisa, 4/48 ve 116)
"Dilerse
adaleti gereği onları cehennem ateşinde azaplandırır, sonra da onları oradan
rahmetiyle ve kendisine itaat eden şefaatçilerin şefaatiyle çıkartır. Sonra da
onları cennetine gönderir. Çünkü Yüce Allah kendisini bilip tanıyanların mevlâsıdır.
Onları her iki diyarda da kendisini inkâr eden, hidayetinden uzaklaşıp hüsrana
uğrayan ve O’nun dostluğuna nâil olamayan kimseler gibi kılmaz. Allah’ım, ey İslam’ın
ve müslümanların gerçek mevlası! İslâm ile senin huzuruna çıkıncaya kadar, sımsıkı
bir şekilde İslâm’a sarılmamızı sağla!"
"Muvahhid olarak öldükleri takdirde,
Muhammed ümmetinden olup büyük günah işlemiş olanlar, ebedi olarak cehennemde
kalmazlar..." sözleri Haricilerle Mutezile’nin görüşlerini reddetmektedir.
Çünkü onlar büyük günah işleyen kimselerin cehennem ateşinde ebediyyen
kalacaklarını savunurlar. Ancak Harici’ler büyük günah işleyenlerin kâfir
olduklarını söylerken, Mutezile imandan çıktıklarını söyler, fakat küfre
girdiklerini söylemezler. Bunun yerine onların iki menzile arasında bir yerde
olduklarını kabul ederler. Nitekim bunlar, daha önce Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin- "kıble
ehline mensub hiçbir kimseyi helal kabul etmediği sürece bir günah sebebiyle
tekfir etmeyiz" sözünü açıklarken geçmiş bulunmaktadır.
"Muhammed ümmetinden büyük günah işleyenler"
ifadesi ile Muhammed ümmetini tahsis etmesinden; Muhammed ümmetinden olmayan ve
onun getirdiği şeriatle, şeriatleri nesh olunmadan önce büyük günah işleyen
kimselerin hükmünün, Muhammed ümmeti arasından olup büyük günah işleyen
kimselerin hükmünden farklı olduğu manası anlaşılmaktadır. Ancak böyle bir
anlayış tartışılır, çünkü Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- bize şunu haber vermiştir: "Kalbinde zerre ağırlığı
kadar iman bulunan kimse cehennem ateşinden çıkar."
Bu ifadesiyle Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem- özellikle kendi ümmetini tahsis
etmemektedir. İmanı mutlak olarak zikretmiştir. Bunu dikkatle düşünmek gerekir.
Bazı nüshalarda da "ümmet" lafzı zikredilmemektedir.
İlim adamları büyük günahların mahiyeti ve sayısı
hususunda farklı görüşlere sahiptirler:
Büyük günahlar hakkında:
• Yedidir, denilmiştir.
• Onyedidir.
• Bütün şeriatlerin haram olduğunu ittifakla
belirttiği hükümlerdir.
• Allah’ı tanıma kapısını kapatanlardır.
• Mal ve bedenlerin gitmesidir.
• Kendisinden daha küçük günahlara nisbetle diğerlerine
büyük günah denilmiştir.
• Büyük günahların ne oldukları asla bilinemez
yahut ta kadir gecesi gibi saklı tutulmuştur.
• Yediden ziyade yetmişe daha yakındır.
• Allah’ın yasakladığı herbir şey büyük günahtır.
• Büyük günah had’di gerektiren, yahut işlenmesi
halinde cehennem ile tehdit olunan, yahut lanet ya da ilahi gazabın söz konusu
olduğu belirtilen günahlardır.
Bu (sonuncusu), bu husustaki görüşlerin en
güzelidir.
Bu görüşü benimseyenlerin kullandıkları ifadeler
de farklı farklıdır:
Kimisi şöyle der: Küçük günah cezası iki ceza
yurdu olan, dünya ile ahiret cezalarının altında bulunan günahtır.
Bir başkası: Lanet, gazab yahut ateş ile
sonuçlanmayan herbir günahtır.
Bir başkası: Küçük günah dünyada bir had cezası,
ahirette de bir tehdidi bulunmayan günahtır. Tehdit’ten kasıt ise ateş, lanet
yahut gazab gibi özel tehdit’tir. Çünkü ahiretteki özel ceza, dünyadaki özel
ceza gibidir. Yani dünyada miktarı belirli cezalara benzer. Dünyada ta’zir ise cehennem
ateşi yahut lanet ve gazab dışında yapılan tehdidi andırır.
Böyle bir sınırlandırma bunun dışındaki sınırlandırmalara
yöneltilen tenkidlerden kurtulmuştur.
Bunun kapsamına nass ile büyük günah olduğu
sabit olan bütün günahlar girer. Şirk, adam öldürmek, zina, büyü, mü’min ve bir
şeyden haberi olmayan namuslu ve iffetli kadınlara iftirada bulunmak ve buna
benzer... Savaştan kaçmak, yetim malını yemek, faiz yemek, anne-baba haklarına
riayet etmemek, ğamûs (bilerek yalan yere) yemini, yalancı şahitlik ve buna
benzer günahlar.
Çeşitli sebebler dolayısıyla bu görüş tercih
edilir:
1- İbn Abbas, İbn Uyeyne, İbn Hanbel ve bunlara
benzer selef’ten nakledilen açıklama budur.
2- Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız,
sizin (diğer) günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir mekana sokarız."
(en-Nisa, 4/31)
Yüce Allah’ın gazabı, laneti ve cehennem ateşi
ile tehdit olunan bir kimse böyle şerefli ve bir va’de hak kazanamaz. Aynı şekilde
kendisine had uygulanmayı hakeden bir kimsenin günahları büyük günahlardan kaçınmak
suretiyle örtülmez.
3- Böyle bir sınırlandırmanın esası Yüce Allah’ın
ve Rasûlünün günahlarla ilgili nasslara dayanır. O bakımdan bu şarî’in hitabından
çıkartılmış bir tanımdır.
4- Böyle bir tesbit ile büyük ve küçük günahlar
birbirinden ayırt edilebilir, ancak diğerleri böyle değildir. Yedi, onyedi,
yetmişe daha yakın gibi kanaat sahiplerinin bu sözleri mücerred iddiadan
ibarettir.
Bütün şeriatlerin haram olduğunu ittifakla kabul
ettikleridir -ihtilaf ettikleri değil- diyenlerin görüşüne göre içki içmenin,
savaştan kaçınmanın, kendileriyle evlenilmesi haram olan mahremlerle
evlenmenin, süt emmek yoluyla ve evlilik akrabalığı (sıhriyet) dolayısı ile
evlenilmesi haram kılınanların ve buna benzer diğerlerinin kebair’den olmaması
gerekir. Buna karşılık yetimin malından bir habbe almak, bir habbe çalmak,
önemsiz tek bir yalan ve buna benzer davranışlar da büyük günahlardan sayılmalıdır.
Ancak böyle bir görüş fasittir.
Allah’ı tanıma kapısını kapatan yahut mal ve
bedenlerin telef olmasını gerektiren şeylerdir, sözüne gelince; içki içmenin,
domuz, meyte ve kan yemenin, iffetli kadınlara iftira etmenin büyük günahlardan
olmaması gerekir, bu da yanlıştır.
Kendilerinden daha aşağı olanlara nisbetle büyük
günahlara, büyük denilmiştir. Yahut ta Allah’ın yasakladığı herbir şey büyük
günahtır, diyenlerin görüşlerine göre de; günahların kendi bünyeleri içerisinde
büyük ve küçük diye bir ayırıma tabi olmamaları gerekir, bu da yanlıştır. Çünkü
günahların büyük ve küçük olmak üzere kısımlara ayrıldığına delâlet eden
nasslara aykırıdır.
Büyük günahlar asla bilinemez yahut
müphemdirler, diyenlerin görüşlerine gelince, böyle bir kimse kendisi adına
onları bilemeyeceğini haber vermiş olabilir. Ancak bu, büyük günahların başkası
tarafından bilinmiş olmasına mani değildir, doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Tahâvî’nin-Allah
ona rahmet etsin-: "Tevbe etmemiş olsalar dahi" sözlerine
gelince, çünkü tevbenin günahları sildiğinde görüş ayrılığı yoktur, görüş ayrılığı
tevbe etmeyenin hali ile ilgilidir.
"Yüce Allah’ı bilen ve tanıyanlar olarak
huzuruna çıktıkları takdirde..." sözlerine gelince, şâyet "bilip, tanıyanlar"
yerine "iman edenler olarak" demiş olsaydı, daha uygun olurdu. Çünkü
Allah’ı bilip tanımakla birlikte O’na iman etmeyen bir kimse de kâfirdir.
Yalnızca bilip tanımakla Cehm yetinmiştir. Onun
sözü ise önceden geçtiği üzere batıl ve merdut’tur. Çünkü İblis de Rabbini
bilen ve tanıyan birisi idi: "Rabbim
diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver, dedi." (el-Hicr, 15/36); "Dedi ki: İzzetin hakkı için, onları toptan
azdıracağım. Aralarından ihlas’a erdirdiğin kulların müstesna." (Sad, 38/82-83) Firavun da, kâfir’lerin
çoğu da böyledir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorarsan hiç şüphesiz:
‘Allah’ diyeceklerdir." (Lokman, 31/25); "De ki: Yer ve orada bulunanlar kimindir? Eğer biliyorsanız,
(söyleyiniz.) Allah’ındır, diyeceklerdir." (el-Mu’minun, 23/84-85) Buna benzer bu anlamı dile getiren daha pek
çok âyet-i kerîme vardır.
Sanki Tahâvî -Allah
ona rahmet etsin- bu ifadeleriyle tarikat ehlinin işaret ettiği, hidayet
bulmak için gerekli kâmil marifeti kastetmiş gibi görünüyor. Bu halde olanların
ise, büyük günah işleyenlerden olmaları düşünülemez. Aksine böyleleri insanların
ileri gelenleri ve havassıdırlar.
"Onlar Allah’ın meşîetinde ve
hükmündedirler. Dilerse onlara mağfiret buyurur, dilerse lütfuyla onları
affeder..." sözlerine gelince, Yüce Allah şirk ile diğer günahları
birbirinden ayırmıştır. Çünkü şirk, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in de belirttiği gibi büyük günahların
en büyüğüdür. Yüce Allah da şirkin bağışlanmayacağını haber vermiştir. Şirkin dışındaki
günahların bağışlanmasını da meşîetine bağlı kılmıştır. Caiz olan bir şey ise
meşiete bağlı olarak söz konusu edilebilir. Mümteni’ (imkansız) olan şey ise
böyle değildir. Eğer bütün günahlar bu açıdan birbirine eşit olsalardı, böyle
bir ayırımın anlamı olmazdı. Çünkü Yüce Allah şirkin dışındaki günahların bağışlanmasını
meşîetine bağlamışken, büyük ve küçük günahların tevbeden sonra bağışlanmasının
ise meşîete bağlı olmaksızın kat’î olduğunu bildirmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle
bildirmiştir:
"De
ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit
kesmeyin, çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder. Muhakkak o çok çok mağfiret
edendir, rahmet edendir."
(ez-Zümer,
39/53)
Buna göre ilahi meşîete bağlı olan mağfiret,
tevbe etmeksizin ve Allah’a şirk koşmanın dışında kalan günahların mağfiret
edilmesi olmalıdır.
"Çünkü Allah kendisini bilip, tanıyanların
mevla’sıdır" ifadesinde az önce geçtiği üzere, üzerinde durulması gereken
ince bir nokta vardır.
"Allah’ım, ey İslam’ın ve müslümanların
gerçek mevlası! İslam ile senin huzuruna çıkıncaya kadar, İslam’a sımsıkı sarılmamızı
-bir nüshada: İslam üzere sebat göstermemizi- sağla." Şeyhu’l-İslam Ebu İsmail
el-Ensarî, "el-Faruk" adlı eserinde senedini kaydederek Enes -Radıyallahu anh-dan şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- dualarından birisinde şöyle demiştir: Ey İslam’ın ve
müslümanların gerçek mevla’sı! İslam üzere Senin huzuruna çıkıncaya kadar İslam’a
sımsıkı sarılmamı sağla."[94]
Az önce geçen sözler ile sonunda bu duanın yapılması
arasındaki ilişki açıktır. Bu duanın bir benzerini de Yusuf es-Sıddîk -Allah’ın
salat ve selamları üzerine olsun- dua etmiş ve şöyle demiştir: "Rabbim, Sen bana mülk verdin ve bana
sözlerin (Kitap ve rüyaların) te’vilinden (bilgiler) öğrettin. Ey gökleri ve
yeri yaratan! Sen dünyada da, âhirette de benim velimsin. Benim canımı müslüman
olarak al ve beni salihlere kat." (Yusuf,
12/101) Musa (ona ve peygamberimize
salat ve selamlar olsun) ya ilk iman eden kimseler olan sihirbazlar da şu
sözleriyle benzeri bir duayı yapmışlardır: "Rabbimiz üzerimize sabır yağdır ve müslümanlar olarak canımızı
al!"
(el-A’raf, 7/126)
"Ehl-i
Kıble mensubu olan iyi ve günahkâr herkesin arkasında namaz kılınacağı ve
onlardan ölenlerin cenaze namazının kılınacağı görüşündeyiz."
Sahih-i Buharî’de[95]
belirtildiğine göre Abdullah b. Ömer -Radıyallahu
anh- el-Haccac b. Yusuf es-Sakafî arkasında namaz kılarmış, Enes b. Malik
de böyle. Haccac ise fasık ve zalim bir kimseydi.
Yine Sahih-i Buharî’de
belirtildiğine göre, Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Onlar size namaz kıldırırlar. İsabet
ederlerse sizin de onların da lehine, hata ederlerse sizin lehinize, onların
aleyhinedir."[96]
Şunu bil ki -Allah sana da, bize de merhamet
buyursun- kişinin, bid’atçi ya da fasık olduğunu bilmediği kimsenin arkasında
namaz kılması, imamların ittifakı ile caizdir. İmam’a uyanın, imamının itikadını
bilmesi de, onu imtihan ederek, sen neye inanıyorsun? diye sorması da imama
uymasının şartlarından değildir. Aksine kişi, hali mestur (örtülü) kimsenin
arkasında namaz kılar.
Bid’atine insanları davet eden bir bid’atçi
yahut ta fasıklığı açıkça ortada olan bir fasığın arkasında namaz kılan bir
kimsenin arkasında namaz kıldığı bu imam, şâyet cuma ve bayram namazları imamı
ile Arafe’de, hac’da namaz kıldırmakla görevli imam ve buna benzer başkası
arkasında namaz kılma imkanını bulamadığı muayyen (görevlendirilmiş) bir imam
ise; genel olarak selef ve halef’e göre imam’a uyacak kimse, böyle bir imamın
arkasında namaz kılar.
Günahkâr bir imamın arkasında namaz kılmayarak
cuma ve cemaati terkeden kimse ise, ilim adamlarının çoğunluğuna göre bid’atçi
bir kimsedir. Sahih olan böyle bir namazı kılıp tekrar onu iade etmeyeceği şeklindedir.
Çünkü Ashab-ı Kiram -Allah onlardan razı
olsun- günahkâr imamlar arkasında cuma ve cemaat namazlarını kılar ve
tekrar iade etmezlerdi. Az önce geçtiği üzere Abdullah b. Ömer, Haccac b.
Yusuf’un arkasında namaz kılardı; Enes -Radıyallahu
anh- da.
Sahih(-i Buharî)de kaydedildiğine göre Osman b.
Affan -Radıyallahu anh-ın evi
muhasara altına alınınca insanlara bir kişi namaz kıldırdı. Birisi Osman’a: Sen
genel olarak bütün müslümanların imamısın, şu insanlara namaz kıldıran kişi ise
bir fitne (zamanının) imamıdır. Osman -Radıyallahu
anh- şöyle dedi: Ey kardeşimin oğlu! Namaz insanların yaptıkları işlerin en
güzellerindendir. Eğer güzel iş yaparlarsa, sen de onlarla birlikte güzel iş
yap. Şayet kötülük işlerlerse sen onların kötülüklerinden uzak dur.[97]
Fasık ile bid’atçinin namazı özü itibariyle
sahihtir. İmam’a uyan bir kimse böyle bir kişinin arkasında namaz kılacak olursa,
namazı batıl olmaz ama böylelerinin arkasında namaz kılmayı mekruh görenlerin
bundan hoşlanmayış sebebleri; iyiliği emredip münker’den alıkoymanın vacib oluşundan
dolayıdır.
Bu kabilden olmak üzere bid’at ve günahını açıkça
ortaya koyan bir kimse müslümanlara imam olarak tayin edilmez. Böyle bir kimse
tevbe edinceye kadar ta’zir edilmeye müstehaktır. Böyle bir kimsenin tevbe
edinceye kadar terkedilme imkanı bulunursa, bu güzel bir şey olur. Şâyet bazı
kimseler onun arkasında namaz kılmayı bırakıp, başkasının arkasında namaz kıldıkları
takdirde bu durum tevbe edinceye yahut azledilinceye ya da insanlar onun işlediği
günahın benzerinden vazgeçinceye kadar münker’in reddedilmesinde bir etkisi
bulunursa, böyle bir kimse arkasında namaz kılmayı terketmekte hem şer’î bir
maslahat olur, hem de imama uymak durumunda olan kimse, bir cuma’yı da, cemaati
de terketmemiş olur.
Şâyet böyle birisinin arkasında namaz kılmayı
terketmek cemaate katılan kimsenin cuma ve cemaatleri kaçırmasına sebeb teşkil
ediyorsa, işte o takdirde böyle bir kimsenin arkasında namaz kılmayı Ashab-ı
Kiram’a muhalefet eden bir bid’atçiden başkası terketmez.
Eğer imamı yöneticiler tayin etmiş iseler, onun
arkasında namaz kılmayı terketmekte de şer’î bir maslahat yoktur. Böyle bir
durumda bu gibi kimsenin arkasında namaz kılmak terkedilmez. Aksine namaz daha
faziletli olan kimsenin arkasında kılınırsa, daha faziletlidir. Eğer bir
kimsenin münker’i açıkça işlemeyen bir kimseyi imamete geçirme imkanı varsa,
bunu yapması vacib olur. Ancak başkası onu görevlendirmiş ve böyle bir kimseyi
imamlıktan alma imkanı yoksa yahut ta onu imamlıktan alma imkanı ancak onun açığa
çıkardığı münker’in verdiği zarardan daha büyük bir zarar ve kötülükle mümkün
olabiliyorsa, hiç şüphesiz büyük bir fesad ile küçük bir fesadı önlemeye kalkışmak
caiz değildir. İki zarardan daha hafif olanının da daha büyük bir zararla
defedilmesi caiz olmaz. Çünkü şer’î hükümler, maslahatları elde etmek ve onları
tamamlamak ile fesadı işlemez hale getirmek ve -imkan ölçüsünde- azaltmak maksadıyla
gelmiştir. Buna göre cuma ve cemaatlere katılmayı kaçırmak, bu iki namazda
günahkar imama uymaktan daha büyük bir fesattır. Özellikle cemaate katılmamak
herhangi bir günahı önlemiyor ise bu böyledir. Geriye şer’î maslahatın, böyle
bir fesat önlenmeksizin işletilmemesi kalır.
Eğer cuma ve cemaat namazları iyi kimselerin
arkasında eda edilebiliyorsa, elbetteki bu günahkar kimselerin arkasında eda
edilmesinden daha uygundur. İşte o vakit, mazeretsiz olarak günahkâr bir
kimsenin arkasında namaz kılacak olursa, bu ilim adamlarının içtihad ettikleri
bir konu olarak karşımıza çıkar. Kimisi böyle bir namazı iade eder derken,
kimisi de iade etmez, demektedir. Buna dair geniş açıklamalar ise fürûa dair (fıkıh)
kitablardadır.
Kitabın ve sünnetin nassları ile ümmetin
selef’inin icmaı şuna delâlet etmektedir: Veliyyu’l-Emr, namaz kıldırmak için
tayin edilmiş imam, hakim, harb emiri, sadaka âmiline ictihad edilecek
konularda itaat olunur. İçtihad edilecek konularda bu gibi kimselerin,
kendilerine uymak durumunda olanlara itaat etmek yükümlülükleri yoktur. Aksine
itaat etmek durumunda olanların bu hususlarda ona itaat etmesi ve onun görüşünü
benimseyip kendi görüşlerini terketmeleri gerekir. Çünkü cemaat ve uyuşma
maslahatı ile tefrika ve ayrılığın mefsedeti cüz’î meselelerden daha büyüktür.
Bundan dolayı hakimlerin birinin diğerinin hükmünü nakletmesi caiz görülmemiştir.
Kat’î olarak bilinen doğru ise şudur: Bu gibi
kimselerin birinin diğeri arkasındaki namazı sahih’tir. Ebu Yusuf’tan rivayet
edildiğine göre o, Harun er-Reşid ile birlikte hac ettiğinde halife (Harun)
hacamat yaptırmıştı. Malik de ona abdest almasının gerekmediği doğrultusunda
fetva vermişti. Halife bu haliyle insanlara namaz kıldırdı. Ebu Yusuf’a: Arkasında
namaz kıldın mı? diye sorulunca, O: Subhanallah, Emiru’l-Müminîn’dir o, diye
cevab vermişti. Bu sözleriyle yöneticiler arkasında namaz kılmayı terketmenin
bid’at ehlinin fiillerinden olduğunu kastetmiştir.
Buharî’nin rivayet ettiği Ebu Hureyre yoluyla
gelen hadise göre de Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Onlar size namaz kıldırırlar. İsabet
ederlerse, sizin de, onların da lehinedir. Hata ederlerse, sizin lehinize,
onların aleyhinedir."[98]
Bu hadis imam hata ettiği
takdirde, bu hatası imamın aleyhinedir. İmama uyan aleyhine değildir, gerçeğini
ortaya koyan açık ve sahih bir nasstır. Müçtehid nihayet vacib olmadığına inandığı
bir vacibi terketmekle yahut ta yasak olmadığına inandığı bir yasağı işlemekle
hata etmiş olabilir. Ancak Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir kimsenin böyle
bir hadis kendisine ulaştıktan sonra, bu açık ve sahih hadise muhalefet etmesi
helal olmaz.
Ayrıca bu hadis, imam eğer "imama uyanın
vacib olduğuna inandığı bir şeyi terkedecek olursa, o imama uyması sahih değildir"
ifadesini mutlak olarak kullanan, Hanefi, Şafiî ve Hambeli’lere mensub
kimselerin kanaatlerine karşı da bir delildir. Şüphesiz ki bir arada olmak,
birlikte bulunmak göz önünde bulundurulması gereken hususlardandır. Fesada
götüren ayrılıkların da terkedilmesi gerekir.
"Ve onlardan ölenlerin üzerine..."
sözlerine gelince, şu demektir: Biz iyilerden de, günahkârlardan da ölen
kimselerin namazlarının kılınacağı görüşündeyiz. Bâğî’ler ve yol kesiciler bu
genellemenin dışında ve müstesnâdırlar. -Ebu Yusuf’a hilafen- kendisini öldüren
de böyledir. İlgili yerlerde belirtildiği üzere, Malik ve Şafiî’ye hilafen şehit
ise böyle değildir.
Ancak Tahâvî -Allah
ona rahmet etsin-, bu sözleri bizim bid’at ehli ile günahkârlardan ölen
kimselere namaz kılmayı terketmeyeceğimizi açıklamak üzere bu zikretmiştir,
yoksa herkesi kapsayan genel bir ifade olmak üzere kaydetmiş değildir.
Ancak İslam’ı izhar edenler iki kısımdır. Bunlar
ya mü’mindir, ya münafıktır. Münafıklığı bilinen kimselerin namazlarını kılmak,
onlara mağfiret dilemek caiz değildir. Münafık olduğu bilinmeyen kimsenin ise
namazı kılınır. Bir kimse bir kişinin münafık olduğunu bilirse, onun cenaze
namazını kılmaz. Onun münafık olduğunu bilmeyenler namazını kılar. Ömer -Radıyallahu anh-, Huzeyfe -Radıyallahu anh-ın cenaze namazını kılmadığı
kimselerin namazını kılmazdı. Çünkü Huzeyfe, Tebûk Gazvesi’nde münafıkların kim
olduklarını bilmişti. Yüce Allah ise Rasûlüne münafıkların namazını kılmayı
yasaklamış ve onlara mağfiret dilemesi halinde bile günahlarını bağışlamayacağını
haber vermiş, buna sebeb ise onların Allah’ı ve Rasûlünü inkar ederek kâfir
olmalarını göstermiştir.
Allah’a ve Rasûlüne iman eden kimsenin namazını
kılması ise yasaklanmış olamaz. Onun gerek bid’at türünden itikadî günahları,
gerekse de amelî günahları ne olursa olsun. Aksine Yüce Allah, peygamberine,
mü’minlere mağfiret dilemesini emrederek şöyle buyurmaktadır: "Onun için bil ki: ‘Allah’tan başka hiçbir
ilah yoktur.’ Hem kendi günahın, hem de mü’min erkeklerle, mü’min kadınlar için
mağfiret dile." (Muhammed,
47/19) Yüce Allah ona tevhid’i, hem kendisi için, hem de mü’min erkeklerle,
mü’min kadınlar için mağfiret dileğinde bulunmayı emretmektedir.
Tevhid dinin esasıdır. Kendisi için ve mü’minler
için mağfiret dilemek te tevhid’in kemâlidir. Onlara mağfiret, rahmet ve sair
hayırları dilemek ya vacibtir, ya müstehabtır. Bu da iki türlüdür, genel ve
özel olmak üzere. Bunun genel olması bu âyet-i kerîme’de olduğu gibi açıktır.
Özel duaya gelince bu da, ölüye namaz kılmaktır. Ölen herbir mü’minin cenaze
namazını kılmaları mü’minlere mutlak olarak emredilmiştir. Onlar kıldıkları
namazlarında ona dua etmekle emrolunmuşlardır. Nitekim Ebu Davud ve İbn
Mace’nin kaydettikleri rivayete göre Ebu Hureyre -Radıyallahu anh- şöyle demiştir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i şöyle buyururken dinledim:
"Ölünün namazını kıldığınız vakit ona ihlasla, samimiyetle dua
ediniz."[99]
"Onlardan
herhangi bir kimse hakkında kesin olarak cennetliktir ve cehennemliktir
demeyiz."
Tahâvî -Allah
ona rahmet etsin- şunu anlatmak istiyor: Biz Kıble ehline mensub muayyen
herhangi bir kimse için: O cennet ehlindendir, yahut cehennem ehlindendir
demeyiz. Doğru sözlü peygamberin cennet ehlinden olduklarını haber verdiği
kimseler müstesna. Aşere-i Mübeşşere[100]
gibi.
Bizler her ne kadar: Büyük günah işlemiş
olanlardan Allah’ın dilediği kimseler cehenneme mutlaka girecektir, sonra da şefaatçilerin
şefaati ile çıkacaklardır diyorsak da muayyen kimseler söz konusu olunca bunu
söylemeyiz ve bilgi sahibi olmadıkça kimse hakkında cennet’liktir ya da
cehennem’liktir, demeyiz. Çünkü bu bizim için gizli olan bir hakikattir. Ölenin
ne üzere öldüğünü de bilgimizle kuşatamayız.
Ancak iyilikte bulunanlar için ümit besleriz,
günahkar kimseler için de korkarız.
"Mü’minler
bu hususta herhangi bir şeyi açıkça ortaya koymadıkça, onlar hakkında küfür, şirk
ya da münafıklık ettiklerine dair şahitlikte bulunmayız, onların iç hallerini
yüce Allah’a bırakırız."
Çünkü bizler zahire göre hüküm vermekle
emrolunmuş; zan ve hakkında bilgi sahibi olmadığımız şeylerin arkasından düşmemiz
yasaklanmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Erkekler topluluğu, başka bir erkek topluluğu ile alay
etmesin..." (el-Hucurat, 49/11)
Yine Yüce Allah: "Ey iman edenler!
Zannın bir çoğundan kaçının, çünkü zannın bir kısmı günahtır..." (el-Hucurat, 49/12) diye buyurmaktadır.
Başka yerde de Yüce Allah: "Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü
kulak, göz ve kalbin herbiri ondan sorumludur." (el-İsra, 17/36) diye buyurmaktadır.
"Biz
-kendilerine karşı kılıç çekmek vacib olanlar müstesnâ-Muhammed -Sallallahu
aleyhi vesellem- ümmetinden herhangi bir kimseye karşı kılıç çekileceği görüşünde
değiliz."
Sahih(-i Buharî)de, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle
buyurduğu kaydedilmektedir: "Allah’tan başka hiçbir ilah bulunmadığına ve
benim Allah’ın Rasûlu olduğuma şehadet eden bir müslümanın kanı ancak şu üç şeyden
birisi dolayısıyla helal olabilir: Evli zinakâr, cana karşılık can, dinini terk
edip İslam cemaatinden ayrılan kimse."[101]
"(Şer’î
yönetimde) bize yöneticilik edenlere ve emir sahiplerimize karşı çıkıp
ayaklanmayı -haksızlık etseler dahi- uygun görmeyiz. Onlara beddua etmeyiz,
onlara itaat etmekten el çekmeyiz. Onlara itaati Aziz ve Celil olan Allah’a
itaatin bir parçası ve bir fariza olarak görürüz. Elverir ki bize bir masiyet
emretmesinler. Onların salah bulmaları ve esenlik için dua ederiz."
Yüce Allah: "Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Rasûle de itaat edin ve sizden
olan emir sahiplerine de" (en-Nisa,
4/59) diye buyurmaktadır.
Sahih(-i Buharî)de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle
buyurduğu kaydedilmektedir: "Bana itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.
Bana isyan eden, Allah’a da isyan etmiş olur. (Benim tayin ettiğim) emir’e
itaat eden bana itaat etmiş olur, emir’e isyan eden bana isyan etmiş
olur."[102]
Ebu Zerr -Radıyallahu
anh-dan dedi ki: Can dostum bana, Habeş’li, azaları kesik dahi olsa (başımdaki
hak yöneticiye) dinleyip, itaat etmemi tavsiye etti."[103]
Buharî’de, ki rivayette de: "İsterse başı kuru üzüm tanesi gibi Habeş’li
olsa dahi..."[104]
ifadesi de vardır.
Yine Buharî ve Müslim’de şu hadis yer almaktadır:
"Masiyet ile emrolunması hali müstesna müslüman kişiye hoşuna ve gitmeyen
hususlarda dinleyip, itaat etmek görevi vardır. Şâyet masiyet ile emrolunursa
ne dinlemek, ne de itaat söz konusudur."[105]
Huzeyfe b. el-Yeman’dan şöyle dediği
nakledilmektedir: İnsanlar Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-e hayra dair sorarlardı. Ben de ona, beni gelir bulur
korkusuyla şerre dair sorardım. Ey Allah’ın Rasûlü! dedim. Biz cahiliye
döneminde ve şer arasında idik. Allah bize bu hayrı gönderdi, bu hayırdan sonra
bir şer olacak mı? O: "Evet" buyurdu. Peki bu şer’den sonra bir hayır
olacak mı? diye sordum. O: "Evet, ancak bünyesinde bir parça fesad
bulunacak" dedi. Ben: Peki bünyesindeki fesadı nedir? diye sordum. Şöyle
buyurdu: "Bir kavim (gelecek) ve bunlar benim sünnetimden başka bir sünnet
izleyecekler, benim hidayetimden başka bir yola uyacaklar. Bir takım işlerini
uygun görecek, bir takım işlerini münker göreceksin." Yine ben: Peki, bu
hayırdan sonra bir şer olacak mı? diye sordum. Şöyle buyurdu: "Evet,
cehennem kapıları üzerinde bir takım davetçiler olacak. Bu davetlerini kabul
edenleri içine (cehennem ateşine) atacaklar." Ey Allah’ın Rasûlü! Onları
bize vasfeder misin? dedim. Şöyle buyurdu: "Evet (niteliklerini
belirteyim). Bunlar etiyle, kemiğiyle bizden bir topluluktur. Bizim dillerimizi
konuşurlar." Ey Allah’ın Rasûlü! dedim. Eğer ben bu döneme yetişecek
olursam, ne yapmamı tavsiye edersin? Şöyle buyurdu: "Yine müslümanlar
cemaatine ve onların hak imamlarına bağlı kalacaksın." Ben: Eğer bir
cemaatleri de, bir imamları da bulunmayacak olursa (ne yapmamı emredersin?)
diye sordum. Şöyle buyurdu: "O takdirde bütün bu fırkalardan uzaklaş,
velev ki bir ağacın kökünü azı dişlerinle yakalayacak olsan bile. Ölüm sana
gelip yetişinceye kadar sen bu hal üzere kalmaya devam et."[106]
İbn Abbas -Radıyallahu
anh-dan dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Her kim emirinden hoşuna gitmedik bir
şey görürse sabretsin. Çünkü cemaatten bir karış kadar dahi ayrılıp ta ölen bir
kimsenin o ölümü cahiliye ölümüdür."[107]
Bir başka rivayette: "İslam’ın boyunduruğunu
boynundan çıkartmış olur"[108]
denilmektedir.
Ebu Said el-Hudrî -Radıyallahu anh-dan dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "İki halifeye
bey’at edildiği takdirde, siz o ikisinden sonrakini öldürünüz."[109]
Avf b. Malik -Radıyallahu
anh-, Rasûlulllah -Sallallahu aleyhi
vesellem-in şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Sizin en hayırlı
imamlarınız (devlet yöneticileriniz), sizin kendilerini sevdiğiniz ve
kendilerinin sizi sevdiği, kendilerine dua ettiğiniz ve size dua eden
yöneticilerdir. En kötü yöneticileriniz ise kendilerine buğz ettiğiniz,
kendileri de size buğz eden, kendilerine lanet ettiğiniz ve size lanet
edenlerdir." Ey Allah’ın Rasûlü dedik, o takdirde biz kılıçlarımızla
onlara karşı çıkmayalım mı? dedik. Şöyle buyurdu: "Aranızda namazı kıldırdıkları
sürece hayır. Şunu biliniz ki her kimin başına bir yönetici gelir de onun
Allah’a isyanı gerektiren bir iş yaptığını görürse, yaptığı bu Allah’a karşı
masiyet olan işten hoşlanmasın. Bununla birlikte itaatten de asla el
çekmesin."[110]
Görüldüğü gibi Kitab da, sünnet de masiyet ile
emretmedikleri sürece ulu’l-emr’e itaatin farz olduğunu ortaya koymaktadır.
Yüce Allah’ın şu buyruğunu düşünelim: "Allah’a
itaat edin, rasûle de itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de" (en-Nisa, 4/59) Burada Yüce Allah,
"rasûle itaat edin" diye buyurduğu halde, sizden olan emir
sahiplerine de itaat edin diye buyurmamıştır. Çünkü emir sahipleri bağımsız
olarak kendilerine itaat edilecek kimseler değildirler. Onlara ancak Allah’a ve
Rasûlüne itaat etmeleri halinde itaat olunur. İtaatı emreden fiil, Allah Rasûlü
ile birlikte tekrarlanmıştır. Çünkü Allah Rasûlüne itaat eden, Allah’a itaat
etmiş olur. Zira Allah Rasûlü, Allah’a itaat olmayan bir işi emretmez. O böyle
bir emir vermekten yana korunmuştur. Yöneticiler ise bazen Allah’a itaat
olmayan işler emredebilirler. Onlara ancak Allah’a ve Rasûlüne itaat olan
hususlarda itaat olunur.
Zulmetseler dahi onlara itaat etme gereğine
gelince, buna sebeb onlara itaatin dışına çıkıp, ayaklanmanın sebeb olacağı
kötülükler, onların zulümlerinden hasıl olacak kötülüklerden kat kat fazla
olmasıdır. Şüphesiz (zalimlikleri halinde) Yüce Allah onları bizlere ancak
amellerimizin fasit oluşu dolayısıyla bize musallat kılmıştır. Ceza da amelin
cinsindendir. O halde bize bütün gayretimizle Allah’tan mağfiret dilemek, O’na
tevbe etmek ve amellerimizi ıslah etmek düşer.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Size isabet eden her musibet ellerinizle
kazandıklarınız sebebiyledir. Çoğunu da affeder." (eş-Şura, 42/30); "Böyle
iken başlarına iki katını getirdiğiniz bir musibet gelip size çatınca mı ‘bu
bize nereden geldi?’ dediniz. De ki: ‘O kendinizdendir.’ Şüphesiz Allah herşeye
güç yetirendir." (Al-i İmran,
3/165); "Sana gelen her iyilik
Allah’tandır, sana gelen her fenalık da kendindendir." (en-Nisa, 4/79); "İşte Biz kazanmakta oldukları yüzünden de
zalimlerin kimini kimine böylece musallat ederiz." (el-En’âm, 6/129)
O halde yönetilenler, eğer zalim yöneticinin
zulmünden kurtulmak istiyorlarsa, bizzat kendileri zulmü terketsinler.
"Sünnet’e
ve cemaate tabi oluruz. Şâz görüşlerden, ihtilâftan ve tefrikadan da uzak
dururuz."
Sünnet, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in yoludur. Cemaat de müslüman
cemaattir. Bunlar ise Ashab-ı Kiram, Tabiîn ve kıyamet gününe kadar güzel bir şekilde
onlara tabi olanlardır. Onlara tabi olmak bir hidayettir, onlara muhalefet
etmek bir sapıklıktır. Yüce Allah peygamberine hitaben şöyle buyurmaktadır:
"De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız,
bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafur’dur,
Rahim’dir."
(Al-i İmran, 3/31)
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim kendisine doğru yol apaçık belli
olduktan sonra, peygambere karşı gelir, mü’minlerin yolundan başkasına uyup
giderse, onu döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü bir dönüş
yeridir!" (en-Nisa, 4/115);
"Şüphesiz
ki bu benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun, başka yollara uymayın. Sonra
sizi O’nun yolundan ayırırlar. İşte sakınasınız diye Allah size bunları tavsiye
etti."
(el-En’âm, 6/153);
"Siz
kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp (dinlerinde) ayrılığa düşenler
gibi olmayın. İşte onlar için pek büyük bir azab vardır." (Al-i İmran, 3/105);
"Dinlerini
parça parça edip, fırka fırka ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin
yoktur. Onların işi ancak Allah’a aittir. Sonra o yaptıklarını kendilerine
haber verecektir."
(el-En’âm, 6/159)
Sünen’lerde Tirmizî’nin sahih diye nitelendirdiği
el-İrbad b. Sâriye’den şöyle dediği sabit olmuştur: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- bize son
derece etkili bir öğüt verdi. Bundan dolayı gözler yaşardı, kalpler ondan ötürü
titredi. Birisi: Ey Allah’ın Rasûlü! Bu öğüt sanki veda eden birisinin öğüdüne
benziyor. Sen bize neyi emredersin? dedi. Şöyle buyurdu: "Ben size
dinleyip, itaat etmeyi emrediyorum. Gerçek şu ki aranızdan benden sonra yaşayacak
olanlar çok ihtilaflar göreceklerdir. Sizler benim sünnetimden ve benden sonra
gelecek olan hidayete iletilmiş, raşid halifelerin sünnetinden ayrılmayın. Ona
sımsıkı yapışın, onu azı dişlerinizle kavrayın. Sonradan çıkan uydurma işlerden
sakının; çünkü herbir bid’at dalâlettir."[111]
Yine Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır: "Gerçek şu
ki (sizden önceki) iki kitab ehli dinleri hususunda yetmişiki fırkaya ayrıldılar.
Şüphesiz bu ümmet de yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Birisi müstesnâ, hepsi
cehennemdedir. Müstesna olan da cemaat(in izlediği yol)dur."[112]
Bir rivayette de ashab: Bu fırka hangisidir? Ey
Allah’ın Rasûlü! diye sormuş, o da: "Benim ve ashab’ımın üzerinde gittiği
yoldur" diye buyurmuştur.[113]
Böylelikle Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- genel olarak ihtilaf edenlerin Ehl-i
Sünnet ve’l-Cemaat dışında her iki tarafta olanların da helâk olacaklarını açıklamış
olmaktadır.
Abdullah b. Mes’ud -Radıyallahu anh-ın şu sözleri ne kadar da güzeldir: Kim aranızdan
bir sünnet izleyecek olursa, ölmüş olanların sünnetini takib etsin. Çünkü
hayatta olanın fitneye düşmeyeceğinden emin olamazsın. Sözünü ettiğim bu ölmüş
kimseler Muhammed -Sallallahu aleyhi
vesellem-in ashab’dır. Onlar bu ümmetin en faziletlileri, en iyi
kalplileri, en derin bilgilileri ve yapmacığa sapmaktan ve böylece kendilerini
külfetlere sokmaktan en uzak olanlarıydı. Bunlar Allah’ın, peygamberine arkadaş
olmaları için, dinini dimdik ayakta tutmaları için seçtiği bir topluluktu.
Onların faziletlerini bilip kabul ediniz, izledikleri yollarında onların arkasından
gidiniz. Elinizden geldiği kadarıyla onların ahlâklarını huy edininiz, onların
yapıştıkları gibi dininize yapışınız. Çünkü gerçekten onlar dosdoğru hidayet
üzere idiler.[114]
Yüce Allah’ın izniyle Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "Cemaati
hak ve savab olarak görürüz. Tefrika’yı da sapıklık ve azab olarak
görürüz" sözlerini açıklarken bu hususa dair daha geniş açıklamalar
gelecektir.
"Adalet
ve emanet ehlini severiz, zulüm ve hıyanet ehline de buğzederiz."
Bu ilke imanın kemali ve ubudiyetin eksiksizliğinin
bir neticesidir. Çünkü ibadet muhabbetin kemalini ve en son derecesini,
zilletin kemalini ve en son derecesini ihtiva eder. Allah rasûllerini,
peygamberlerini ve mü’min kullarını sevmek Allah’ı sevmenin bir parçasıdır. Her
ne kadar Allah’a ait olan sevgiye, O’ndan başka hiçbir kimse layık değilse de
Allah’tan başkaları Allah için -Allah’la birlikte değil- sevilir.
Çünkü seven kimse, sevdiği kimsenin sevdiklerini
de sever. Onun buğzettiklerine buğzeder, dost edindiklerini dost edinir, düşmanlık
ettiklerine düşmanlık eder. O razı olduğu için o da razı olur, o gazablanırsa
ondan dolayı o da gazablanır. Onun emirleri ile emreder, yasaklarından o da
yasaklar. Kısacası her durumda o sevdiğine uygun tutum sergiler.
Allah ihsan edicileri sever, takva sahiplerini
sever, tevbe edenleri sever, tertemiz olanları sever. Biz de Allah’ın
sevdiklerini severiz.
Allah, hainleri sevmez, fesatçıları sevmez,
müstekbirleri sevmez. Bizler de onları sevmeyiz. Yüce Allah’a uyarak biz de
onları sevmeyiz ve onlara buğzederiz.
Buharî ile Müslim’de, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şu hadisi
kaydedilmektedir: "Üç özellik vardır ki, kimde bulunurlarsa o kimse imanın
lezzetini alır: Allah ve Rasûlünü onlardan başka herkesden daha çok seven,
sevdiği kimseyi yalnız Allah için seven ve Yüce Allah kendisini küfürden
kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmekten tıpkı cehennem ateşine atılmaktan hoşlanmadığı
gibi hoşlanmayan."[115]
Tam ve eksiksiz bir sevgi, sevilen zatın sevdiği
ve hoşlanmadığı bütün hususlarda, dostluklarında ve düşmanlıklarında eksiksiz
bir muvafakati, ona uygunluğu gerektirir. Bilindiği gibi Allah’ı gereği gibi
seven bir kimsenin, O’nun düşmanlarına buğzetmesi kaçınılmazdır; onun buğzettiği
kimselere karşı cihad etmeyi sevdiği gibi, onun da aynı şeyi sevmesi kaçınılmaz
bir şeydir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gerçek şu ki Allah kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bina gibi saf bağlayarak
çarpışanları sever."
(es-Saf,
61/4)
Sevgi ve buğz (nefret) ise o şeydeki hayır ve şer
hasletlerine göredir. Kulda hem velayet (dost edinme), hem adavet (düşman
edinme) sebebleri ile birlikte sevilmenin ve buğzedilmenin sebebleri de
bulunabilir. Bundan dolayı aynı kişi bir açıdan bakıldığında sevilen, bir başka
açıdan bakıldığında buğzedilen bir kişi olur. Hüküm ise galib olana göre
verilir. Kulun Allah nezdindeki hükmü de bu şekildedir.
Şüphesiz Yüce Allah bir şeyi, bir açıdan sever,
bir başka bakımdan ondan hoşlanmaz. Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- Aziz ve Celil olan Rabbinden şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedir: "Ben yapacağım bir işte ölümden hoşlanmayan,
benim de kendisine kötülük yapmak istemediğim mü’min kulumun canını kabzetmekte
tereddüt ettiği kadar hiçbir işte tereddüt etmiş değilim."[116]
Halbuki ölüm onun için de kaçınılmaz bir şeydir.
Böylelikle Yüce Allah tereddüt ettiğini beyan
etmektedir. Çünkü tereddüt iki iradenin birbiriyle çatışmasıdır. Yüce Allah
mü’min kulunun sevdiğini sever, hoşlanmadığı şeyden hoşlanmaz. Kul ölümden hoşlanmıyorsa
Yüce Allah da bundan dolayı onun ölümünden hoşlanmaz. Nitekim: " Ve ben ona kötülük yapmaktan hoşlanmadığım
halde..." diye buyurmaktadır. Halbuki Yüce Allah ölümü de takdir etmiştir.
Ölümün tahakkuk etmesini istemektedir. İşte bu hale tereddüt adı verilmiştir.
Daha sonra da bu işin gerçekleşmesinin kaçınılmaz olduğunu beyan etmektedir.
Zira bu mü’min kulu daha da sevdiği bir sonuca götürmektedir.
"İlmi
bizim için müteşâbih olan hususlarda Allah daha iyi bilir, deriz."
Daha önce Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- şunları söylemişti: "Allah ve
Rasûlüne teslimiyet gösterip, hakkında şüpheye düştüğü hususların bilgisini
gerçek alimine havale eden kimseler dışındakiler dinlerinde selamete
eremezler."
Bilgisizce konuşan ancak kendi hevasına uyar.
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Allah’tan
bir hidayet olmaksızın, hevâsına uyandan daha sapık kim olabilir ki?" (el-Kasas, 28/50); "İnsanların bazısı Allah hakkında bilgisizce
tartışır ve azgın her şeytana uyar. Onun hakkında şu yazılmıştır: ‘O, kendisini
dost edinen herkesi mutlaka saptırır ve onu alevli ateş azabına götürür.’"
(el-Hac, 22/3-4); "Onlar ki kendilerine gelmiş bir delil olmaksızın
Allah’ın âyetleri hakkında tartışırlar. Gerek Allah indinde, gerek mü’minler
yanında (buna) öfke oldukça büyüktür. Allah büyüklük taslayan her zorbanın
kalbini işte böyle mühürler." (el-Mu’min,
40/35); "De ki: ‘Rabbim ancak
hayasızlıkları, onların açık olanını, gizli olanını, bununla beraber günahı,
haksız isyanı, Allah’a -hakkında asla bir delil indirmediği- herhangi bir şeyi
ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır."
(el-A’raf, 7/33)
Yüce Allah, Peygamberi Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e bilmediği
hususları kendisine havale etmesini emretmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"De ki: ‘Allah ne kadar kaldıklarını
en iyi bilendir. Göklerin ve yerin gaybı yalnız O’nundur.’" (el-Kehf, 18/26); "De ki: Rabbim onların sayısını en iyi
bilendir."
(el-Kehf, 18/22)
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- de müşriklerin çocukları hakkında soru sorulunca:
"Allah (büyümüş olsalardı) ne şekilde amel edeceklerini en iyi bilendir."[117]
Ömer -Radıyallahu
anh- da şöyle demiştir: Din hususunda re’yi itham altında biliniz.
(Hudeybiye) günü Ebu Cendel hakkındaki kanaatimi bir bilseydiniz. Ben kendi
görüşüme dayanarak Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-in emrini reddediyordum. Ebu Cendel günü elimden geldiğince
gayret ediyor, bütün gayretimi ortaya koyuyor, elimden geleni esirgemiyordum. O
sırada antlaşma metni de yazılıyordu. (Rasûlullah): Bismillahirrahmanirrahiym,
diye yaz, diye buyurdu. Ancak (Kureyş delegesi): Senin adınla Allah’ım yaz,
dedi. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem- razı oldu ve bu şekilde yazıldı. Bense karşı çıktım, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-: "Ey
Ömer! Sen benim razı olduğumu görüyorken, kendin nasıl yüz çevirirsin"
dedi.[118]
Yine Ömer -Radıyallahu
anh- şöyle demiştir: Sünnet Allah ve Rasûlünün, sünnet olarak ortaya koyduğudur.
Sizler hatalı görüşleri ümmete sünnet yapmayınız.
Ebu Bekr es-Sıddîk -Radıyallahu anh- şöyle demiştir: Eğer ben Allah’ın Kitabındaki bir
âyet hakkında dahi olsa, kendi görüşümü yahut ta bilgi sahibi olmadığım şekilde
bir söz söyleyecek olursam, hangi arz beni taşır ve hangi sema beni
gölgelendirir.
el-Hasen b. Ali el-Hülvanî’nin naklettiğine
göre: Bize Ârim anlattı, bize Hammad b. Zeyd anlattı. O Said b. Ebi Sadaka’dan,
o İbn Sîrin’den şöyle dediğini rivayet eder: Bilmediği hususlardan Ebu Bekr
kadar korkup çekinen hiçbir kimse yoktu. Ebu Bekr’den sonra da bilmedikleri
hakkında söz söylemekten Ömer kadar korkan hiçbir kimse yoktu. Ebu Bekr bir
mesele hakkında hüküm vermek zorunda kalmıştı. O mesele ile ilgili Allah’ın
Kitabında asıl bir dayanak bulamamıştı, sünnet’de de bir rivayet tesbit edememişti.
Kendi görüşüne dayanarak içtihad etti, sonra şöyle dedi: Bu benim görüşümdür. Şâyet
doğru olursa Allah’tandır, eğer hata olursa bendendir. Bunun için de Allah’tan
mağfiret dilerim.
"Yolculukta
da, mukîm iken de -rivayetlerde geldiği üzere- mestler üzerine mesh edileceği
görüşündeyiz."
Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- den mestler üzerine mesh ve ayakların yıkanması hususunda
sünnet mütevatir olarak bize kadar gelmiştir. Rafizîler ise bu mütevatir
sünnete muhalefet ederler. Onlara şöyle denilir: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den söz ve fiil olarak abdesti
aktaranlar, ondan abdest almayı öğrenenler, onun döneminde gözünün önünde
abdest aldıkları halde kendilerine itiraz etmediği kimseler ve bunu
kendilerinden sonra gelenlere aktaranlar, bu âyetin lafzını nakleden
kimselerden sayıca daha çokturlar.
Çünkü bütün müslümanlar onun döneminde abdest alıyorlardı,
abdesti de ancak ondan öğrenmişlerdi. Bu uygulama da cahiliye döneminde onlar
arasında alışılmış bir şey değildi. Yüce Allah’tan başka hiçbir kimsenin sayısını
bilmediği kadar çok kimse, onu abdest alırken görmüşlerdir. Yüce Allah’ın
dilediği kadar pek çok sayıda hadiste de ayaklarının yıkandığının söz konusu
edildiği rivayetleri nakletmişlerdir. Öyle ki sahih hadis kitaplarında olsun,
başkalarında olsun bir kaç yoldan onun şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
"Ateşten dolayı topuklara ve ayakların iç taraflarına veyl olsun!"[119]
Bununla birlikte şâyet ayağın üst tarafını
meshetmek farz olsaydı, ayağın tamamını yıkamak tabiatın -riyaset ve mal
talebinin aksine- kabul edemeyeceği bir külfet olurdu. Eğer abdestin şeklinin
mütevatir olarak geldiği hususunda tenkid düşünülebilirse, abdest âyetinin lafzının
nakledilmesi hususunda böyle bir tenkidin söz konusu olması daha bir ihtimal
dahilinde olurdu.
Şâyet; âyetin lafzı yalan söylemenin de, hatanın
da mümkün olamayacağı bir tevatür ile sabit olmuştur, diyecek olurlarsa şunu
belirtelim ki: Abdest almanın ondan nakledilmesine dair tevatürün subutu
öncelikli ve daha kamil bir manada söz konusu olmuştur. Ayrıca âyetin lafzı
mütevatir olarak gelen sünnete de muhalif değildir. Çünkü "mesh" lafzı,
mutlak olarak kullanılıp bununla bir şeyi isabet ettirmek manası kastedilebildiği
gibi, bu lafız ile suyu akıtmak anlamı da kastedilebilmektedir.Nitekim Araplar şöyle
derler: Ben abdest için mestlendim.
Ayet-i kerîme’de ayakların meshedilmesiyle,
guslün diğer bir kısmı olan meshin kastedilmediğine, aksine guslün kendisinin
bir parçasını teşkil ettiği meshin kastedildiğine bir delil vardır. Çünkü Yüce
Allah: "iki aşık kemiğine kadar" diye buyurmuş "aşık kemiklerine
kadar" diye buyurmamıştır. Halbuki "ellerinizi dirseklere kadar"
diye buyurmuştur. İşte bu herbir elde tek bir dirsek olduğu gibi, tek bir topuk
olmadığına delil vardır. Aksine herbir ayakta iki topuk vardır. Buna göre Yüce
Allah mesh ile burada çıkıntı teşkil eden iki kemiğin meshini emretmiş olmaktadır.
Burdaki emir ise yıkamak anlamındadır. Çünkü meshi özel anlamı ile kabul
edenler, ayakların üst tarafı için meshi öngörürler. Ayet-i kerîme’de iki topuğun
nihaî sınır olarak belirlenmiş olması, onların görüşlerini reddetmektedir.
Onların iddiasına göre farz olan bacak ile ayağın birleştikleri nokta olan ve
ayakkabı bağlarının bağlandığı yer olan topuklar kastedilmekte olup, iki ayağın
üst tarafının meshedilmesi farzdır. İşte bu iddia görüldüğü gibi Kitab ve
sünnet ile merduttur.
Ayet-i kerîme’de meşhur iki kıraat vardır.
(Ayaklarınızı anlamına gelen kelimenin) nasb ve cer ile okunması. Bu iki okuyuşun
i’rab’ı ilgili yerlerde genişçe yapılmıştır. Nasb okuyuşu ayakların yıkanmasının
farziyeti hususunda açık bir nasstır. Çünkü mahal’le yapılan atıf ancak anlamın
bir olması halinde söz konusudur. Şairin şu mısraında olduğu gibi:
"Biz dağda değiliz, demir de değiliz."
: Başıma ve ayaklarıma meshettim, ifadesi
: Başımı ve ayaklarımı meshettim, ifadesi ile
aynı
anlamda değildir. Birincisinde "be:
ile" mücerred mesh’ten ayrı bir mana ifade eder. Bu ise bir miktar suyu başa
değdirmektir. O bakımdan atıf "ellerinize" buyruğuna yapılmış
olmaktadır. Mütevatir sünnet de bazı insanların Kur’ân’ın zahirinden anladıklarının
aleyhine hüküm vermektedir. Çünkü Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Kur’ân-ı Kerîm’in lafız ve manasını açıkça
beyan etmiştir. Nitekim Ebu Abdu’r-Rahman es-Sülemî şöyle demektedir: Bize
Kur’ân okutanların anlattıklarına göre Osman b. Affan, Abdullah b. Mes’ud ve başkaları
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den
on âyet-i kerîme öğrendiler mi bu âyetlerin anlamlarını öğrenmedikçe başka
âyetleri öğrenmeye geçmezlerdi."
Ayakların meshinin söz konusu edilmesinde
ayaklar yıkanırken kullanılacak suyun az miktarda döküleceğine dikkat çekmek
içindir. Çünkü mutad olan ayakların yıkanmasında suyun israf derecesinde çokça
kullanılmasıdır. Bu mesele bilinen bir husustur, buna dair açıklamalar furû’a
dair (fıkıh) eserlerindedir.
"Hac
ve cihad iyileriyle, kötüleriyle müslüman olan ulu’l-emr ile birlikte Kıyamet gününe
kadar geçerlidir. Hiçbir şey bunları iptal etmez ve bunların farziyetlerini
kaldırmaz."
Tahâvî -
Allah ona rahmet etsin-, "Muhammed -Sallallahu
aleyhi vesellem-in soyundan er-Rıza çıkıp da sema’dan bir münadi ona tabi
olunuz, diye sesleneceği vakte kadar Allah yolunda cihad yoktur" diyen,
Rafızîlerin görüşlerinin reddedildiğine değinmektedir. Bu görüşün batıl olduğu,
ona karşı herhangi bir delil getirmeye gerek bırakmayacak kadar açıktır.
Rafızîler imamın herhangi bir delile dayanmaksızın
masum olmasını şartı koşmuşlardır. Oysa Müslim’in Sahih’inde Avf b. Malik el-Eşcaî’nin
şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-i şöyle buyururken dinledim: "İmamlarınızın en hayırlıları
kendilerini sevdiğiniz ve sizleri seven, kendilerine dua ettiğiniz ve sizlere
dua eden kimselerdir. En kötü imamlarınız ise kendilerine buğzettiğiniz ve size
buğz eden, kendilerine lanet ettiğiniz ve size lanet okuyan kimselerdir."
Ey Allah’ın Rasûlü, dedik. Biz bu durumda onlarla çarpışmayalım mı? Şöyle
buyurdu: "Aranızda namazı kıldırdıkları sürece hayır! Şunu bilin ki her
kimin başına bir yönetici gelir de o yöneticinin Allah’a isyan olan bir işi
yaptığını görürse, Allah’a karşı masiyet olarak yaptığı bu işten hoşlanmasın.
Bununla birlikte ona itaat etmekten de el çekmesin."[120]
İmamet meselesini ele alırken bu hadise benzer
başka hadisler de geçmiş bulunmaktadır. Bu hadislerin herhangi birisinde; imamın
masum olması gerekir, denilmemektedir. Rafızî’ler bu meselede insanlar arasında
en hüsranda olanlardır, çünkü onlar masum olan imam ile madûm (mevcut olmayan)
imamı aynı şey kıldılar. Bu imamın dinde de, dünyada da kendilerine hiçbir
faydası yoktur. Onlar beklenen imamın Muhammed b. el-Hasen el-Askerî olduğunu
iddia ederler. Onlara göre bu imam ikiyüzaltmış yılında yahut ona yakın bir
tarihte Samerra’da bir sirdab’a girmiş ve çıkmamıştır. Oradan çıktığı vakit
binsin diye sürekli olarak bir katır yahut bir at bulundururlar. Yine orada
tayin ettikleri vakitlerde; "Ey efendimiz çık, ey efendimiz çık" diye
seslenecek kimseler bulundururlar ve bu vakitlerde silahlarını kuşanıp
çekerler. Halbuki orada kendileri ile savaşacak hiç kimse de yoktur. Buna
benzer aklı başında insanların kendilerine gülüp geçeceği başka uygulamaları da
vardır.
"İyileriyle, kötüleriyle yöneticilerle
birlikte" ifadesine gelince, çünkü hac ile cihad farzdırlar ve yolculuk
yapmayı gerektirirler. Dolayısıyla bu iki ibadette de insanları idare edecek ve
düşmana karşı direnecek bir yöneticiye kaçınılmaz olarak ihtiyaç vardır. İşte
bu husus iyi olan imam ile husule gelebildiği gibi, günahkar imamla da husule
gelebilir.
"Kirâmen
Kâtibin Melekleri’ne iman ederiz. Allah onları üzerimize koruyucular olarak
tayin etmiştir."
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Halbuki şüphe yok ki üzerinizde bekçiler,
çok şerefli yazıcılar (kirâmen kâtibin) vardır. Onlar ne yaparsanız,
bilirler." (el-İnfitâr,
82/10-12);
"Unutma
ki sağında ve solunda oturan, yaptıklarını tesbit eden iki (melek) vardır. O
bir söz söylemeye dursun, mutlak onun yanında görüp, gözetlemeye hazır birisi
vardır."
(Kaf, 50/17-18); "Onun önünden, arkasından kendisini Allah’ın
emriyle gözetleyecek izleyicileri vardır." (er-Rad, 13/11); "Yoksa
onlar gizlediklerini ve fısıltılarını işitmez miyiz sanırlar? Öyle değil, hatta
elçilerimiz de yanlarındadır, yazıp duruyorlar." (ez-Zuhruf, 43/80); "İşte
bu size hakkı söyleyen kitabımızdır. Esasen, Biz işlediklerinizi yazdırıyorduk."
(el-Casiye, 45/29); "Elçilerimiz kurduğunuz tuzakları hiç şüphesiz
yazıyorlar." (Yunus, 10/21)
Sahih(-i Buharî)de, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle
buyurduğu kaydedilmektedir: "Aranızdan gece melekleri ile gündüz melekleri
birbiri ardından görev yaparlar. Sabah namazı ile ikindi namazında bir arada
bulunurlar. O vakitlerde aranızda bulunan melekler yukarı çıkar. (Rableri)
onların halini en iyi bilen olduğu halde onlara: Kullarımı ne halde bırakıp
geldiniz, diye sorar. Onlar da, biz yanlarına namaz kılarken gittik, yine namaz
kılarken onlardan ayrıldık."[121]
Bir başka hadiste de şöyle denilmektedir:
"Sizinle birlikte tuvalete girdiğiniz vakit ile cima hali dışında, sizden
ayrılmayan (melek)ler vardır. O bakımdan onlardan haya ediniz, onlara ikramınız
olsun."[122]
İkrime de İbn Abbas’tan Yüce Allah’ın: "Onun... Allah’ın emriyle gözetleyecek
izleyicileri vardır." (er-Râd,
13/11) buyruğu hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: Bunlar önünde de,
arkasında da onu gözetleyen meleklerdir. Onu korurlar, Allah’ın kaderi geldi mi
onu kaderiyle başbaşa bırakırlar."
Müslim ve İmam Ahmed de Abdullah (b. Mes’ud)’un şöyle
dediği rivayetini kaydederler: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Aranızda cinlerden arkadaşı ile
meleklerden arkadaşı (onunla birlikte bulunmak üzere) görevlendirilmemiş tek
bir kimse yoktur. Sen de mi ey Allah’ın Rasûlü! dediler, şöyle buyurdu:
"Ben de, ama Allah bana ona (cinlerden olana) karşı yardım etti de İslam’a
girdi. O bakımdan bana hayırdan başka bir şey emretmiyor."[123]
Buradaki "İslam’a girdi" ifadesi konu
ile ilgili iki görüşten daha sahih olanına göre bana teslimiyet gösterdi, bana
itaat etti demektir. İşte bundan dolayı "bana hayırdan başka bir şey
emretmiyor" diye buyurmuştur.
Yüce Allah’ın: "Onun... kendisini Allah’ın emriyle gözetleyecek izleyicileri vardır"
(er-Râd, 13/11) buyruğu şöyle açıklanmıştır:
Meleklerin onu Allah’ın emri ile korumaları, Allah’ın onlara bunu emretmiş
olmaları demektir. Buna da bu manayı pekiştirecek bir kıraat de tanıklık
etmektedir.
Diğer taraftan sözü geçen nasslarla sabit olduğuna
göre, melekler sözü ve fiili de yazarlar. Niyeti de aynı şekilde yazarlar,
çünkü niyet te kalbin bir fiilidir. Bu da Yüce Allah’ın: "Onlar ne yaparsanız bilirler." (el-İnfitar, 82/12) buyruğunun genel
kapsamı içerisine girmektedir. Buna Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şu hadisi de tanıklık etmektedir:
"Aziz ve celil olan Allah buyurdu ki: Kulum bir kötülük yapmak istedi mi;
onun aleyhine onu yazmayınız (derim). Şâyet onu işleyecek olursa aleyhine onu
bir kötülük olarak yazınız (derim). Eğer kulum bir iyilik yapmak ister de onu
yapmayacak olursa, onu onun lehine bir iyilik olarak yazınız(derim). Şâyet
yapacak olursa, bu sefer onu on iyilik olarak yazınız(derim)."[124]
Yine Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır: "Melekler
dediler ki: İşte şu kulun bir kötülük yapmak istiyor. -O kulunu daha iyi gören
olduğu halde- şöyle buyurur: Onu gözetleyiniz, şâyet o kötülüğü işlerse, onu
misli ile kaydediniz. Şâyet terkederse o kötülüğü onun lehine bir iyilik olarak
yazınız, çünkü o onu Benim için terketmiştir." Bu iki hadisi de Buharî ve
Müslim eserlerinde kaydetmişlerdir, lafız Müslim’e aittir.[125]
"Âlemlerin
ruhlarını kabzetmekle görevli olan Ölüm Meleğine de iman ederiz."
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği, sizin
ruhunuzu alır. Sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz." (es-Secde, 32/11) Bu âyet-i kerîme ile
Yüce Allah’ın: "Nihayet birinize
ölüm gelse, elçilerimiz onun ruhunu alırlar. Onlar eksik de yapmazlar."
(el-En’âm, 6/61) buyruğu ile "Allah ölümleri vaktinde ruhları alır.
Ölmeyeninkini de uykusunda (alır), Hakkında ölüm hükmünü verdiği
(kimselerinki)ni tutar, diğerini ise belirli bir süreye kadar salıverir."
(ez-Zumer, 39/42) âyetleri arasında
herhangi bir çatışma söz konusu değildir.
Çünkü ölüm meleği ruhun kabzedilip, çıkartılmasını
üstlenir. Daha sonra o ruhu ondan rahmet melekleri yahut azap melekleri alır ve
ondan sonra onlar o ruh ile ilgili görevli olurlar. Bütün bunlar Yüce Allah’ın
izni, kazası, kaderi ve hükmü ile olur. O halde ölüm esnasında ruh’un
kabzedilme işinin sözü edenlerden her birisine duruma uygun bir şekilde izafe
edilmesi, doğru bir izafedir.
"Layık
olan kimseler için kabir azabına, kabir’de Münker ve Nekir’in kişiye Rabbi,
dini ve peygamberi hakkında -gerek Rasûlullah -Sallallahü aleyhi ve sellem-den,
gerek Ashab-ı Kiram’dan (Allah tümünden razı olsun) gelen haberlere uygun
olarak- soru sormalarına da (iman ederiz.) Kabir ya cennet bahçelerinden bir
bahçedir yahut ateş çukurlarından bir çukurdur."
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Firavun hanedanını ise kötü azab kuşattı.
Ateştir o. Sabah, akşam onlar ona arzolunurlar. Kıyametin kopacağı gün de:
‘Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine sokun’ (denilecek.)" (el-Mu’min, 40/45-46)
el-Berâ b. Âzib -Radıyallahu anh-dan rivayete göre o şöyle demiştir: Bakî el-Ğarkad’de
bir cenaze dolayısıyla bulunuyorduk. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- yanımıza geldi oturdu, biz de etrafına
gelip oturduk. Başlarımız üzerinde adeta kuşlar vardı. O sırada ölenin de lahdi
hazırlanıyordu. Üç defa: "Kabir azabından Allah’a sığınırım" diye
buyurdu. Sonra şöyle devam etti: "Mü’min kul dünyadan (ilişkisi) kopup,
ahirete doğru yöneleceği sırada onun yanına yüzleri güneşi andıran melekler
iner. Beraberlerinde cennet kefenlerinden kefenler, cennet hanut’undan (hoş
kokularından) kokular bulunur. Gözün görebileceği kadar bir mesafede yanına
otururlar. Sonra ölüm meleği gelir ve başının yanında oturur. Ey hoş ve iyi
nefis! Allah’tan bir mağfiret ve bir rızaya kavuşmak üzere çık, der. Bunun
üzerine onun canı kaptan bir damlanın akması gibi akarak çıkar. Ölüm meleği, o
ruhu alır. Onu alması ile birlikte elinde bir göz açıp kırpacak kadar bir süre
dahi bulundurmaksızın o diğer melekler gelir. Onu alırlar, o kefene ve o
kokular arasına koyarlar. Ondan yeryüzünde bulunan en güzel misk kokusundan
daha güzel hoş kokular çıkar. O ruhu alıp yükseklere çıkarlar. O ruhla beraber
geçtikleri herbir yerde -melekler topluluğunu kastederek- mutlaka: Bu güzel
ruhta ne oluyor? derler. Onlara bu filan oğlu filandır deyip dünya hayatında
iken onu adlandırdıkları en güzel isimlerini zikrederler. Nihayet semaya ulaşırlar,
onun için kapıların açılmasını isterler ve ona kapılar açılır. Herbir semadaki
mukarreb melekler onu bir sonraki semaya uğurlarlar. Nihayet yedinci semaya ulaşınca,
aziz ve celil olan Allah şöyle buyurur: Kulumun kitabını Îlliyyîn’de yazınız ve
onu tekrar yeryüzüne iade ediniz. Çünkü Ben onları oradan yarattım, tekrar
oraya iade ederim, ikinci bir defa daha onları yine oradan çıkartacağım.
Peygamber devamla buyurdu ki: Bunun üzerine
ruh’u cesedine geri döndürülür. Ona iki melek gelir, onu oturturlar ve ona
Rabbin kimdir? derler. O da: Rabbim Allah’tır der, dinin nedir? diye sorarlar.
O da, dinim islam’dır der. Ona, şu aranızda peygamber olarak gönderilen adam
nedir? diye sorarlar, o da: O Allah’ın Rasûlüdür, der. Yine iki melek ona:
Senin bilgin nedir? diye sorarlar, o: Ben Allah’ın Kitabını okudum, ona iman
edip tasdik ettim. Bunun üzerine sema’dan bir münadî; Benim kulum doğru söylemiştir,
ona cennetten bir döşek yayınız ve ona cennetten bir kapı açınız, diye
seslenir. Bunun üzerine cennetin hoş ve güzel kokuları ona gelir ve gözünün
alabildiği kadar bir mesafe kabrinde ona genişlik verilir. Güzel yüzlü, güzel
elbiseli, hoş kokulu bir adam ona gelir. Bu adam ona: Seni sevindirecek şeylerin
müjdesini sana veriyorum. İşte bugün sana vadolunan gündür, der. Ona: Sen
kimsin? Yüzün hayır ile gelen kimsenin yüzüne benziyor, diye sorar. Ona, ben
senin salih amelinim der. Bu sefer o kişi: Rabbim kıyameti kopart ki ben de
aile halkımın yanına ve malıma geri döneyim, diye yakarır.
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- devamla buyurdu ki: Kâfir kulun da dünya ile ilişkisi
kesilip ahirete doğru yöneleceği vakit, onun üzerine semadan siyah yüzlü,
beraberlerinde kancalar bulunan melekler inerler. Gözün görebileceği kadar bir
mesafede otururlar, sonra ölüm meleği gelip onun yanıbaşına oturur. Ey kötü
nefis! der, Allah’tan bir gazab ve öfke ile çık! Bunun üzerine ruh’u cesedine
dağılır. O da kancaları bulunan bir demir çubuk ıslak yünden nasıl sıyrılıp,
çekiliyor ise ruh’u öylece sıyırıp alır. Onu aldıktan sonra elinde bir göz açıp
kırpacak kadarlık bir süre tutmaksızın diğer melekler bu ruh’u o kancalar arasında
tutarlar. Ondan yeryüzünde görülmüş en kötü ve pis bir koku gibi bir koku
etrafa yayılır. O ruh ile yukarı çıkarlar, meleklerden bir topluluğun yanından
geçtikleri her seferinde mutlaka: Bu kötü ruh da ne oluyor? derler. (Taşıyanlar):
Dünya hayatında adlandırıldığı en kötü isimlerini zikrederek, filan oğlu filandır,
derler. Nihayet o ruh ile dünya semasına varırlar. Onun için kapıların açılmasını
isterler. Ona kapılar açılmaz, daha sonra Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Yüce Allah’ın: "Hiç şüphesiz (onlara) gök kapıları açılmayacaktır.
Onlar deve iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremezler," buyruğunu
okudu. (el-A’raf, 7/40) Aziz ve celil
olan Allah şöyle buyurur: Bunun kitabını en aşağılık yerde Siccîn’de yazınız.
Bunun üzerine ruh’u şiddetli bir şekilde atılıp bırakılır. Sonra: "Kim Allah’a ortak koşarsa o, sanki
gökyüzünden düşüp kuşların kaptığı yahut rüzgarın kendisini uzak bir yere attığı
kimseye benzer." (el-Hac, 22/31) buyruğunu okudu.
Nihayet ruh’u cesedine geri döndürülür. Yanına
iki melek gelir, onu oturturlar ve ona Rabbin kimdir? derler. O da; hı, hı
bilmiyorum der. Bu sefer ona: Aranızda peygamber olarak gönderilen bu adam ne
idi? derler. O yine, hı, hı bilemiyorum der. Bunun üzerine semadan bir münadî:
O yalan söyledi. Ona cehennemden bir döşek yayınız ve ona cehennem ateşine
giden bir kapı açınız, diye seslenir. Cehennemin o yakıcı ve kavurucu sıcağı
ona gelir. Kabri üzerine öyle bir daralır ki kaburga kemikleri birbirine girer.
Son derece çirkin yüzlü, çirkin elbiseli, pis kokulu bir adam ona gelerek;
Senin hoşuna gitmeyecek şeyleri müjdelemeye geldim. İşte (dünyada iken) sana
vadolunan günün budur, der. Sen kimsin? diye sorar. Senin yüzün kötü şeyler
getiren birisinin yüzüne benzer, der. O da: Ben senin kötü amelinim, der. Bu
sefer o kimse: Rabbim kıyameti kopartma! der."[126]
Bu hadisi İmam Ahmed ve Ebu Davud rivayet etmişlerdir.
Nesaî ve İbn Mace onun baş taraflarını rivayet ettikleri gibi, Hakim ile Ebu
Avane el-İsferayinî, Sahih’lerinde ve İbn Habban da rivayet etmiştir.
Bütün ehl-i sünnet ve hadis ehli bu hadisin gereğini
kabul etmişlerdir. Bu hadisin Sahih(-i Buharî)de de destekleyici rivayetleri
vardır. Buharî -Allah’ın rahmeti üzerine
olsun- Said’den, o Katade’den, o Enes’ten kaydettiğine göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurmuştur: "Kul kabre konulup da arkadaşları onu bırakıp geri
döndüklerinde henüz daha o onların ayak seslerini işitiyorken, yanına iki melek
gelir. Onu oturtur ve ona şöyle derler: Sen Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem- diye bilinen bu adam hakkında ne
derdin? Mü’min olan kimse: Ben şahitlik ederim ki o, Allah’ın kulu ve
Rasûlüdür, diye cevap verir. Bu sefer (melek) ona: (Böyle inanmamış olsaydın)
senin cehennemdeki yerine bir bak. İşte Allah onun yerine sana cennette bir yer
vermiştir (der) ve her iki yeri bir arada görür."[127]
Katade dedi ki: Bize rivayet olunduğuna göre
onun kabri ona genişletilir... deyip hadisi zikretmektedir.
Yine Buharî ile Müslim’de, İbn Abbas -Radıyallahu anh-dan rivayete göre
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
iki kabrin yanından geçerken şöyle buyurmuş: "Bu iki kişi azab
görmektedirler. Ancak büyük bir günah sebebiyle de azab görmüyorlar. Onlardan
birisi sidikten kendisini korumuyordu, diğeri ise laf götürür getirirdi. Daha
sonra Peygamber kurumamış bir çubuk getirilmesini istedi. Onu -iki parçaya ayırdı
ve bunlar kurumadıkları sürece onların azablarının hafifletileceği ümit olunur,
dedi."[128]
Ehil olan kimseler için kabir azabı ve kabir
nimetinin, meleklerin soru sormalarının sabit olduğu hususunda Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-den gelen
haberler tevatür derecesindedir. O bakımdan bunun sabit olduğuna itikad etmek
ve buna inanmak icab eder.
Ancak bunun keyfiyeti hakkında bir söz
söylemeyiz. Zira akıl bunun keyfiyetine vakıf olamayız, çünkü bu dünyada buna
benzer bir şey bulunmamaktadır.
Şeriat aklın imkansız kabul ettiği bir hususu
emretmemiştir. Ancak bazen akılların hayrete düşeceği türden hükümler
getirebilir. Ruh’un bedene geri dönmesi, dünya hayatında bilinen bir şekilde değildir.
Aksine ruh dünya hayatında alışıla gelmiş şekilden başka bir surette kula iade
olunacaktır.
Ruh’un beden ile hükümleri birbirinden farklı beş
türlü alakası vardır:
1- Anne karnında cenin
iken ruh’un beden ile alakası.
2- Yeryüzüne geldikten
sonra ruh’un beden ile alakası.
3- Ölüm halinde iken
ruh’un beden ile alakası. Bu halde ruh bir bakıma beden ile alakalıdır, bir bakıma
ondan ayrıdır.
4- Ruh’un Berzah âleminde
beden ile alakası. Ruh her ne kadar ondan ayrılmış, ondan soyutlanmış ise
hiçbir şekilde onunla bir ilişkisi bulunmayacak bir surette büsbütün ondan ayrılmaz.
Çünkü müslümanın selam verişi esnasında ruh’un bedenine tekrar geri döndürüldüğü
[129],
kabirdekinin kendisini gömüp geri dönmeleri sırasında onların ayak seslerini işittiği
[130]
ne dair rivayetler varid olmuştur. Bu geri çevriliş de kıyamet gününden
önce bedenin, hayatta olmasını gerektirmeyecek bir şekilde, özel bir geri
çevrilmedir.
5- Cesetlerin diriltileceği
günde ruh’un beden ile alakası. Bu ruh’un beden ile alakalı olduğu şekillerin
en mükemmelidir. Bundan önceki ilişki türleri ile hiçbir nisbeti söz konusu değildir.
Zira bu şekildeki alakalı oluş dolayısıyla artık beden hakkında bir daha ölüm,
uyku veya bozuluş söz konusu olmayacaktır. Çünkü uyku ölümün kardeşidir.
Bu hususları iyice düşündüğümüz takdirde, bu
konu ile ilgili bir çok içinden çıkılamayan mesele kendiliğinden çözülmüş olur.
Şunu belirtelim ki kabir azabı Berzah’taki bir
azabtır. Azabı hakederek ölen herbir kimse bu kabir azabından payına düşeni alır.
Kabre ister gömülmüş olsun, ister gömülmemiş olsun. Onu ister yırtıcı hayvanlar
yemiş olsun, ister kül oluncaya kadar yakılmış olsun ve külü de havaya savrulmuş
olsun. İster asılmış, ister denizde boğulmuş olsun. Tıpkı kabre gömülen
kimsenin azab görmesi gibi böylelerinin de ruhu da bedeni de azab görecektir.
Rivayetlerde varid olan kabrinde oturtulup
kemiklerinin birbirine girmesi ve buna benzer hallere gelince, bunlarla
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in
maksadının herhangi bir ifrat ve tefrit’e gidilmeden anlaşılması icab eder.
Onun sözlerine ifadelerin kaldıramayacağı anlamlar yüklenmemesi gerektiği gibi,
onun maksadına ve maksad olarak gözettiği hidayet ve beyanına aykırı manalar da
çıkartılmamalıdır. Çünkü böyle bir şey ihmal edildiği için ve bu maksat
gözetilmediği için pek çok sapıklıklar ortaya çıkmıştır. Yüce Allah’tan başkasının
bilemediği türden, doğrudan ayrılmalar ve sapmalar meydana gelmiştir. Hatta
Allah ve Rasûlünden gelenlerin kötü anlaşılması İslam tarihinde görüle gelmiş
her türlü bid’at ve sapıklığın esasını teşkil eder. Fer’î ve aslî bütün
hususlardaki hataların temel sebebi budur. Hele bir de buna kötü maksat ta
ilave edilecek olursa... Allah’tan yardımını taleb ederiz.
Hulâsa üç tane yurt vardır: Dünya yurdu, berzah
yurdu ve ebedi kalınacak ahiret yurdu.
Yüce Allah herbir yurda ait özel hükümler tesbit
etmiştir. Bu insanı da beden ve candan yaratmıştır. Dünya ahkâmı bedenler ile
alâkalıdır, ruhlar da bedenlere tabidir. Berzah ile ilgili hükümler ruhlar
üzerindedir, bedenler de onlara tabidir. Bedenlerin haşredilip, insanların
kabirlerinden kalkacağı gün gelince, hüküm, nimetler ve azab hem ruhlar, hem de
bedenler hakkında söz konusu olacaktır.
İşte bu husus gerçek anlamda düşünülecek olursa,
o zaman kabrin cennet bahçelerinden bir bahçe yahut cehennem çukurlarından bir
çukur olacağı gerçeğinin akla uygunluğu ortaya çıkar ve bunun tartışılmaz bir
gerçek olduğu anlaşılır. Böylelikle gayb’a iman eden mü’minler ile böyle
olmayanlar da birbirlerinden ayırt edilir.
Şunu da bilmek gerekir ki, kabirdeki ateş ile
kabirdeki nimetler ne dünyadaki ateş türündendir; ne de dünyanın nimetleri
türündendir. Yüce Allah onun toprağını, üstündeki ve altındaki taşları,
dünyadaki kor ateşten çok daha sıcak olacak hale gelinceye kadar kızdırır.
Ancak dünya ehlinden bir kimse elini ona değdirirse hiç te bunu hissetmez.
Bundan daha hayret edilecek husus şudur: İki kişi
yanyana gömülmekle birlikte, onlardan birisinin çukuru cehennem çukurlarından
bir çukur olabilir, diğerininki de cennet bahçelerinden bir bahçe olabilir. Ateş
çukurunda olan kimsenin ateşinin hararetinden komşusuna hiçbir şey gitmediği
gibi, ötekinin de nimetlerinden yanında bulunana hiçbir şey ulaşmaz. Elbetteki
Yüce Allah’ın kudreti bundan da daha geniştir ve bundan da daha hayret
vericidir.
Şu kadar var ki nefisler bilgisini kuşatamadıkları
şeyleri yalanlama eğilimindedir. Yüce Allah ise bu dünya yurdunda kudretinin akıllara
durgunluk veren öyle şeylerini göstermiştir ki; bunlar bu sözünü ettiğimiz
hususlardan çok ileri derecededir. Yüce Allah kullarının bazılarına bunu
göstermeyi dilediği takdirde gösterir, başkalarına da bunu göstermez, gayb
olarak muhafaza eder.
Şâyet Allah bütün kullara bunları gösterecek
olsa idi, elbetteki teklif ve gayb’a imanın hikmeti ortadan kalkardı. İnsanlar
birbirlerini gömmeye kalkışmazlardı. Nitekim, Sahih’de şöyle buyurulmaktadır:
"Eğer birbirinizi gömmemek gibi bir durum söz konusu olmayacak olsaydı,
ben Yüce Allah’a sizlere kabir azabından benim duyduklarımı sizlere duyurması
için dua edecektim."[131]
Hayvanlar hakkında böyle bir hikmet
(birbirlerini gömmeme) kesin olarak ortada olduğundan dolayı, hayvanlar bu
sesleri işitir ve bunu idrâk etmektedirler.
"Ba’s’a
(öldükten sonra dirilişe), Kıyamet gününde amellerin karşılıklarının verileceğine,
arz’a, hisab’a, kitapların (amel defterlerinin) okunmasına, sevaba, cezaya, Sırat’a
ve Mizan’a da iman ederiz."
Meâd (öldükten sonra diriliş) Kitab’ın,
sünnet’in, aklın ve selim fıtratın delâlet ettiği hususlardandır. Yüce Allah
aziz Kitabında ona dair haberler vermiş, bu hususta deliller ortaya koymuştur.
Kur’ân-ı Kerîm, surelerinin bir çoğunda onu inkâr edenlerin kanaatlerini
reddetmiştir.
Çünkü peygamberler (hepsine salat ve selam
olsun) âhirete iman gereğini ittifakla bildirip tebliğ etmişlerdir. Âlemlerin
Rabbinin varlığını kabul etmek Âdemoğullarında umumi bir özelliktir ve bu fıtrîdir.
Hepsi âlemlerin Rabbini kabul eder. Firavun gibi inat edenler müstesnâ.
Âhiret gününe iman ise böyle değildir, onu inkâr
edenler pek çoktur. Muhammed -Sallallahu
aleyhi vesellem- de peygamberlerin sonuncusu olduğundan ve onun peygamber
olarak gönderilmesi ile Kıyametin kopması, şehadet parmağı ile orta parmağın
biribirlerine yakınlığı gibi yakın oluşundan[132]
ve o Hâşir ve Mukaffi ünvanlarına sahip olduğundan dolayı, âhiret ile ilgili
olarak daha önceki peygamberlerden hiçbirisinin kitabında bulunmayan türden
geniş açıklamalarda bulunmuştur.
İşte bundan dolayı kimi felsefe’ciler ve onlara
yakın bazıları Muhammed -Sallallahu
aleyhi vesellem-den başka bedenlerin tekrar yaratılacağını açıkça ifade
eden olmadığı zannına kapılmışlar ve bunu ahiretin bir çeşit hayallendirme,
canlandırma ve topluluğa yapılan hitab kabilinden olduğu şeklindeki görüşlerine
delil göstermişlerdir.
Kur’ân-ı Kerîm ölüm halinde nefsin dönüşünü,
büyük Kıyamet esnasında da bedenin dirilişini birden çok yerde açıklamış
bulunmaktadır. Bunlar ise büyük Kıyameti ve bedenlerin yeniden dirilişini inkar
ederler ve onlardan kimisi şöyle der: Bunu Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-den başka hayal ve temsil yolu ile
haber veren olmamıştır.
Ancak bu bir yalandır, büyük Kıyamet Âdem’den
Nuh’a kadar İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya ve diğer peygamberlere varıncaya kadar
bütün peygamberler tarafından bilinen ve bildirilen bir husustur.
Yüce Allah, Adem’in yeryüzüne indirilişini haber
verirken şöyle buyurmaktadır: "Buyurdu
ki: ‘Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Siz yeryüzünde bir süreye kadar yerleşip,
kalacak ve orada geçineceksiniz. Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz. Yine
oradan çıkarılacaksınız’ buyurdu."
(el-A’raf,
7/24-25)
Lanet olasıca iblis de şöyle demişti: "Rabbim, o halde tekrar diriltilecekleri güne
kadar bana mühlet ver. Buyurdu ki: ‘O halde sen kendisine mühlet
verilenlerdensin. O belli zamanın
gününe kadar."
(Sad, 38/79-81)
Nuh -Aleyhisselam-
da şöyle demişti: "Ve Allah sizi
yerden bir bitki gibi bitirmiştir. Sonra sizi yine oraya iâde edecek ve sizi
bir defa daha çıkaracaktır."
(Nuh,
71/17-18)
İbrahim -Aleyhisselam-
da şöyle demişti: "Kıyamet gününde
bana günahımı bağışlamasını ümit ettiğim de O’dur..." (eş-Şuara, 26/82) Yine o şöyle demişti:
"Rabbimiz hesabın ayağa kalkacağı
gün beni, ana-babamı ve bütün iman edenleri bağışla." (İbrahim, 14/41) Yine şöyle demişti:
"Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini
bana göster..."
(el-Bakara,
2/260)
Musa -Aleyhisselam-a
gelince, Yüce Allah kendisine seslendiğinde şöyle buyurmuştu: "Muhakkak Kıyamet saati gelecektir. Her nefis
yaptığının karşılığını görsün diye vaktini gizli tutarım. Ona iman etmeyen ve
hevâsına uyan kimse ondan seni alıkoymasın. O takdirde helâk olursun."
(Tâhâ, 20/15-16)
Hatta Firavun hanedanından olup iman eden kişi
de öldükten sonra dirilişi biliyordu. O, Musa -Aleyhisselam-a iman etmişti. Yüce Allah bize onun şu sözleri
söylediğini nakletmektedir: "Ey
kavmim! Muhakkak ben sizin için bağırışıp çağırışma gününden korkarım. O günde
arkanızı dönüp gideceksiniz ve sizi Allah’a karşı koruyacak kimseniz olmayacaktır.
Allah’ın saptırdığını doğru yola iletecek kimse bulunmaz." (el-Mu’min, 40/32-33) O bu şekilde
sözlerini sürdürmüş ve nihayet: "Ey
kavmim! Bu dünya hayatı ancak bir geçimliktir. Âhiret ise doğrusu asıl kalınacak
yurdun ta kendisidir." (el-Mu’min,
40/39) diyecek noktaya kadar gelmişti. Nihayet Yüce Allah’da: "Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine
sokun (denilecek)" (el-Mu’min,
40/46) diye buyurmuştur. Musa -Aleyhisselam-
da şöyle demişti: "Bize hem bu
dünyada, hem de âhirette iyilik yaz. Çünkü biz, Sana döndük." (el-A’raf, 7/156)
Yüce Allah (sureye adını veren) İnek (Bakara) kıssasında
bize şunu haber vermektedir: "O
sebeble: ‘Onun bir parçasıyla ona vurun’ dedik. İşte Allah ölüleri böyle
diriltir. Akledersiniz diye size âyetlerini gösterir." (el-Bakara, 2/73)
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok âyet-i
kerîmesinde rasûlleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olmak üzere gönderdiğini
haber verdiği gibi, cehennem ehli hakkında cehennem bekçilerinin kendilerine şöyle
diyeceklerini de bildirmektedir: "Size
aranızdan Rabbinizin âyetlerini üzerinize okuyan ve bugününüze kavuşmakla sizi
korkutan peygamberler gelmedi mi? Onlar: ‘Evet’ diyecekler. ‘Fakat azab sözü
kâfirler aleyhine hak olmuştur.’"
(ez-Zümer,
39/71)
İşte bu cehenneme girecek kâfirlerin bazılarının,
rasûllerin bugünleri ile karşılacakları hususunda kendilerini uyardıklarına
dair bir itiraftır. Kısacası bütün rasûller son peygamberin uyarıp korkuttuğu şekilde
günahkarların dünya ve âhirette görecekleri cezaları bildirip korkutmuşlardır.
Va’d ve vâid’in (tehdidin) söz konusu edildiği Kur’ân-ı Kerîm’in bütün
surelerinde bu husus böylece dünyada da, âhirette de söz konusu edilmektedir.
Yüce Allah peygamberine kendi zatı adına
öldükten sonra dirilişin gerçekleşeceğine dair yemin etmesini emrederek şöyle
buyurmaktadır: "Kâfirler: ‘Sa’at (Kıyamet)
bize gelmeyecek’ dediler. De ki: ‘Hayır, gaybı bilen Rabbim hakkı için elbette
o size gelecektir.’" (Sebe’,
34/3); "O gerçek midir? diye
senden haber almak isterler. De ki: ‘Evet, Rabbim hakkı için o elbette haktır
ve siz Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz.’" (Yunus, 10/53); "O kâfir
olanlar öldükten sonra asla diriltilmeyeceklerini iddia ettiler. De ki: ‘Hayır,
Rabbim hakkı için elbette diriltileceksiniz. Sonra da işlediğiniz mutlaka size
haber verilecektir. Hem bu Allah’a göre pek kolaydır.’" (et-Teğâbun, 64/7)
Yüce Allah kıyametin yakın olduğunu da haber
vererek şöyle buyurmaktadır: "O saat
(Kıyamet) yaklaştı ve ay yarıldı." (el-Kamer,
54/1); "İnsanların hesaba
çekilecekleri vakit yaklaştı. Onlar ise gaflet içerisinde yüz
çeviricidirler." (el-Enbiya,
21/1); "İsteyen biri inecek azabı
istedi o kâfirler içindir. Onu önleyebilecek yoktur." (el-Mearic, 70/1-2) ve daha sonra da şöyle
buyurmaktadır: "Çünkü onlar, onu
(azabı) uzak gördüler. Biz ise onu yakın görürüz." (el-Meâric, 70/6-7)
Yüce Allah öldükten sonra dirilişi inkâr
edenleri kınayarak şöyle buyurmaktadır: "Allah’a kavuşmayı yalanlamış bulunanlar hem en büyük zarara uğramışlardır,
hem de doğru yolu bulamamışlardır." (Yunus, 10/45); "Bilin
ki o saat hakkında tartışanlar elbette (Haktan) uzak bir sapıklık
içindedirler." (eş-Şura, 42/18);
"Halbuki âhirete dair bilgileri
ardarda (kendilerine) ulaştırılmıştır. Onlar ise ondan yana şüphe içindedirler.
Hatta onlar ona karşı kördürler." (en-Neml,
27/66); "Onlar var güçleriyle:
‘Ölecek kimseyi Allah diriltmez’ diye Allah’a yemin ettiler. Hayır öyle değil,
bu O’nun gerçekleştirmeyi üzerine aldığı hak bir vaaddir... İnkar edenler de
kendilerinin gerçekten yalancı kimseler olduklarını bilsinler diye." (en-Nahl, 16/39); "Elbette Kıyamet mutlaka gelecektir. Bunda
hiç şüphe yoktur fakat insanların çoğu iman etmezler." (el-Mu’min, 40/59);
"Biz
onları Kıyamet günü körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüzü koyun haşredeceğiz,
varacakları yer cehennemdir. Alevi yavaşladıkça Biz onlara alevini arttırırız.
Bu onların cezasıdır, çünkü onlar âyetlerimizi inkâr ettiler ve; ‘Bir yığın
kemik ve ufalanmış toprak olunca mı sahi biz mi yeniden yaratılıp diriltileceğiz?’
dediler. Onlar gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’ın kendilerinin benzerini
yaratmaya kadir olduğunu görmediler mi? Hem onlar için bir ecel tayin ettik ki
onda hiçbir şüphe yoktur. Fakat zalimler küfürde kalmaktan başkasında ayak
diretmediler."
(el-İsra, 17/97-99);
"Ve
dediler ki: ‘Bir yığın kemik ve ufalanmış toprak olduğumuz zaman mı, biz mi
yeniden yaratılıp, diriltileceğiz?’ De ki: ‘Taş veya demir olun yahut
gönlünüzce büyük kabul ettiğiniz herhangi bir yaratık.’ ‘Bizi kim diriltecek?’
diyecekler. Hemen deki: ‘İlk defa sizi yoktan yaratmış olan.’ Sana kafalarını
sallayacaklar ve: ‘O ne vakit olacaktır’ diyecekler. De ki: ‘Yakın olması
umulur.’ Sizi çağıracağı gün O’na hamdederek çağrısına uyup geleceksiniz ve
ancak pek az bir süre kaldığınızı zannedeceksiniz." (el-İsra, 17/49-52)
Yüce Allah’ın: "Kendi yaratılışını unutarak bize bir misal getirip dedi ki: ‘Çürümüş
haldeki kemikleri kim diriltecek?’" (Yasin, 36/78) buyruğundan itibaren surenin sonuna kadar devam eden
buyruklar da bu kabildendir.
Şâyet insanların en bilgilisi, en fasihi ve en
güçlü anlatıma sahip olanları bu delilden daha güzel yahut buna benzer bir
delili veciz oluşları ve delillerin ortaya konulup sağlıklı ve yerinde oluşları
bakımından benzer lafızlarla böyle bir şeyi ifadeye kalkışacak olursa,
elbetteki buna güç yetiremezdi.
Yüce Allah bu husustaki delilin başına bir cevap
gerektirecek şekilde, inkarcı birisinin sorduğu bir soruyu sözkonusu etmiştir.
Yüce Allah’ın: "Kendi yaratılışını unutarak" ifadesinde zaten yeterli
cevap vardır, gerekli delil ortaya konulmuştur. Eğer Yüce Allah delili pekiştirmek ve daha bir açıklamak
murad etmemiş olsaydı, bu bile şüpheyi izale etmek için yeterli olurdu.
O bakımdan Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
" De ki: "Onları ilk defa
yaratan kim ise onları diriltecektir." Böylelikle ilk yaratmayı tekrar
yaratmaya, birinci var etmeyi ikinci var edişe delil göstermiştir. Çünkü aklı
başında olan herkes şunu kesinlikle bilir ki: Bunlardan birisine güç yetiren,
ötekine de güç yetirebilir. Eğer ikincisini meydana getirmekten aciz ise,
birincisini (yoktan var etmeyi) gerçekleştirmekteki aczi çok daha ileri
derecede olmalıydı. Böylece yoktan yaratma, yaratıcının yarattığına muktedir
olmasını da gerektirmezdi. Mahlukatı ile ilgili etraflı bilgi sahibi olmasını
icab ettirmezdi. İşte bundan dolayı Yüce Allah: "O her türlü yaratmayı en iyi bilendir." (Yasin, 36/79) diye
buyurmaktadır.
O ilk yaratmanın her türlü tafsilatını ve
cüz’iyatını, maddelerini ve suretini bildiği gibi, ikincisini de bu şekilde
etraflı olarak bilir. O’nun ilmi tam, kudreti kamil olduğuna göre çürümüş
halleri ile kemikleri diriltmek, O’nun için imkansız olabilir mi?
Daha sonra Yüce Allah karşı konulamaz bir delil
ve apaçık bir belge ile durumu daha da pekiştirmektedir. Bu da bir başka inkarcının
soru ve cevabını ihtiva etmektedir: Kemikler çürüdükleri takdirde kuru ve soğuk
tabiatına geri dönerler. Hayatın maddesi ve hayatı taşıyan varlığın tabiatı ise
öldükten sonra dirilişe delil teşkil edecek şekilde sıcak ve nemli olmasını
gerektirmektedir. İşte bu ifadede aynı anda hem delil, hem de cevab bulunmakta
ve şöyle buyurmaktadır: "O sizin
için yeşil ağaçtan, ateş çıkarandır. Hemen ondan ateş yakıyorsunuz."
(Yasin, 36/80)
Yüce Allah nemlilik ve soğukluk ile dolup taşan
yeşil ağaçtan, son derece sıcak ve kuru olan bu unsuru çıkartmış olduğunu haber
vermektedir. Bir şeyi onun zıttı özelliklere sahip olan bir başka şeyden çıkartan,
bütün yaratıkların madde ve unsurlarıyla kendisine itaat ettiği ve asla karşı
koyamadığı zat kim ise, şu inkârcının kabul edemediği çürümüş kemikleri
diriltecek olandır.
Daha sonra Yüce Allah bunu daha büyük ve daha değerli
olan bir şeyin daha kolay ve daha küçük olana delâleti yöntemini kullanarak
pekiştirmektedir. Akıl sahibi herkes şunu bilir ki: Büyük ve üstün olana güç
yetiren bir zat, ondan çok daha aşağılarda olan bir şeye daha bir muktedirdir.
Bir kantar ağırlığı taşıyabilen bir kimse, bir okkayı çok daha kolaylıkla taşıma
gücüne sahip demektir. İşte bu maksatla Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gökleri ve yeri yaratan onlar gibisini
yaratmaya kadir değil midir?"
(Yasin,
36/81)
Böylelikle Yüce Allah, üstünlük ve
büyüklüklerine, cisimlerinin azametine, genişliklerine, yaratılışlarındaki akıllara
durgunluk veren niteliklerine rağmen, gökleri ve yeri yoktan var edenin, çürümüş
olan kemikleri diriltip eski haline geri döndürmeye çok daha ileri çapta
muktedir olduğunu haber vermektedir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde de şöyle
buyurmaktadır: "Göklerle yerin yaratılması
andolsun ki insanların yaratılışından daha büyüktür. Fakat insanların çoğu
bilmezler." (el-Mu’min, 40/57)
Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Peki göklerle yeri yaratmış ve onları yaratmaktan dolayı yorulmamış
olan Allah’ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmezler mi?"
(el-Ahkaf, 46/33)
Daha sonra Yüce Allah bu hususu daha bir pekiştirmekte
ve bir başka şekilde de açıklamaktadır. O da şudur: Yüce Allah’ın fiili; bir
takım araçlarla, bir takım külfetlerle, yorgunluk ve meşakkatlere maruz kalarak
iş yapabilen ve o fiili tek başına ve bağımsız olarak yapma imkanı bulunamayan
varlığın fiiline benzemez. Böyle bir varlığın mutlaka bir takım aletlere ve
yardımcılara ihtiyacı vardır. Halbuki Yüce Allah’ın dilediğini yaratması ve
meydana getirmesi için bizatihi o işi irade etmesi ve meydana gelecek olan varlığa
da "ol" demesi yeterlidir. O derhal O’nun dileyip, irade ettiği şekilde
var olur.
Daha sonra Yüce Allah bu delili herşeyin mutlak
egemenliğinin elinde bulunduğunu ve fiiliyle, emriyle dilediği gibi tasarrufta
bulunduğunu haber vererek; "Yalnız
O’na döndürüleceksiniz." (Yasin,
36/83) buyurarak, sona erdirmektedir.
Yüce Allah’ın şu buyruğu da bu kabildendir:
"Yoksa insan başıboş bırakılacağını
mı sanır? O dökülen meniden bir damla değil miydi? Sonra o bir sülük gibi yapışan
kan pıhtısı olmuş, sonra (Allah onu) yaratmış, düzenlemiştir. Ondan erkek ve dişi
iki sınıf yaratmıştır. Bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?"
(el-Kıyame, 75/36-40)
Böylelikle Yüce Allah insanı emir ve nehy
vermeksizin, yaptıkları karşılığında mükafat ve ceza söz konusu olmaksızın
ihmal edilmiş bırakmayacağını, hikmet ve kudretinin bunu asla kabil olmadığını
belirterek Kıyamete delil göstermektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Acaba siz, Bizim sizi boşuna yarattığımızı
ve sizin Bize gerçekten döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?"(el-Mu’minun,
23/115) Surenin sonuna kadar bu gerçeği ifade etmektedir.
Şüphesiz ki insanı nutfeden, sülük gibi yapışan
bir kan damlacığına, sonra bir çiğnem ete dönüştüren, daha sonra ona gözler ve
kulaklar var edip ona duyu organlarını, güç ve kabiliyetlerini, kemikleri ve çeşitli
menfaat araçlarını yerleştiren, güç ve kuvvetini teşkil eden sinirleri ve
lifleri koyan, hılkatini son derece sağlam ve muhkem kılıp en mükemmel olan bu
suret ve bu şekliyle onu dünyaya çıkartan, nasıl olur da onu ikinci bir defa
yaratıp var etmekten aciz olabilir? Yahut O’nun hikmet ve inayeti, onu başıboş
bırakıp terketmesini nasıl gerektirebilir? Elbetteki bu O’nun hikmetine yakışmaz
ve O’nun kudreti böyle bir şeyi gerçekleştirmekten de acze düşmez.
Şimdi ondan daha vecizi asla mümkün olmayan son
derece veciz sözlerle bu akılları hayrete düşüren delillendirmeye, daha açığı
asla düşürülemeyen fevkalâde açıklamaya ve hiçbir şekilde daha yakın bir örnek
düşünülemeyecek şekilde bu örneğin son derece yakın bir yerden verilmiş olmasına
gerçekten dikkat etmek gerekir.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu tür delillendirme pek
çoktur. Mesela Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar! Eğer öldükten sonra diriltilmekten yana şüpheniz varsa
muhakkak Biz sizi topraktan yarattık. Sonra nutfeden... onda hiç şüphe yoktur
ve Allah muhakkak kabirdekileri diriltecektir." (el-Hac, 22/5-7); "Andolsun
ki Biz insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık... sonra da şüphesiz ki sizler Kıyamet
gününde elbette diriltileceksiniz." (el-Mu’minun, 23/12-16)
Yüce Allah ayrıca Ashab-ı Kehf kıssasını, onları
güneş hesabıyla üçyüz yıl, kamerî sene hesabıyla üçyüzdokuz yıl nasıl ölü
olarak bıraktığını söz konusu etmektedir. Bu kıssada da Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Böylece bulunmalarını
sağladık ki Allah’ın (insanları dirilteceğine dair) va’dinin gerçek olduğunu ve
Kıyametin kopacağında asla şüphe bulunmadığını bilsinler." (el-Kehf, 18/21)
Selef’in ve akıl sahibi kimselerin büyük çoğunluğunun
kabul ettiğine göre, cisimler bir halden bir hale dönüşmektedir. Toprağa dönüştükten
sonra Yüce Allah onu yeni bir şekilde yaratmaktadır. Nitekim o, ilk yaratılışında
da yeni bir yaratılışa bürünmüştü. Önce o bir nutfe idi, sonra bir kan pıhtısı
oldu, sonra bir çiğnemlik et, sonra et ve kemik oldu. Sonra mükemmel ve gayet
muntazam bir hılkat halinde onu yarattı. İşte sonradan tekrar yaratmak da
böyledir.
Yüce Allah, "acbu’z-zeneb" denilen
kuyruk sokumu müstesnâ tamamıyla çürüdükten sonra tekrar onu yaratacaktır.
Nitekim Sahih(-i Buharî)de sabit olduğuna göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Bütün Ademoğlu
çürür, acbu’z-zeneb müstesna. Ademoğlu ondan yaratılmıştır ve terkibi ondan yapılacaktır."[133]
O halde iki yaratış aynı cinsin iki türüdür. Bir
bakıma birbirleriyle uyum arzederler ve birbirlerine benzerler. Bir diğer açıdan
ise birbirlerinden ayrı ve farklıdırlar.
Meâd (yeniden yaratma) ilkin aynısıdır. Tekrar
yaratmanın gerekleri ile ilk yaratmanın gerekleri arasında fark olsa bile bu
böyledir. (Çürümeden) geriye kalan acbu’z-zeneb’dir. Bedenin diğer bölümleri
ise şekil değiştirir ve dönüştüğü ilk maddeden tekrar yaratılır.
Bilindiği gibi birisi küçük bir kimseyi görse,
sonra da onu yaşlanmış haliyle görse bu gördüğü kişinin önceden çocuk olarak
gördüğü kişi ile aynı şahıs olduğunu bilir. Halbuki her zaman bir halden bir
hale geçmiş bir varlıktır. Diğer canlılar ve bitkilerde de durum böyledir. Bir
kişi küçük bir fidanı görse, sonra onu büyümüş haliyle görse bu odur der.
Halbuki ikinci yaratmanın nitelikleri bu yaratmanın nitelikleri ile aynı değildir.
O bakımdan değişmeye uğrayanlar sadece niteliklerdir, denilemez.
Bilhassa cennet ehli cennete -Buharî ve Müslim
ile diğer hadis kitaplarında sabit olduğu üzere- Âdem’in sureti üzere altmış arşın
boyunda gireceklerdir. Eninin yedi arşın olacağı da rivayet edilmiştir. İşte
bu, çeşitli değiştirici etkenlere maruz olmayacak kalıcı bir yaratılış olacaktır.
Dünyadaki bu yaratılış ise bozulan ve çeşitli olumsuz etkenlere (afetlere)
maruz bir yaratmadır.
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin-: "Kıyamet gününde amellerin karşılıklarının görüleceğine..."
şeklindeki ifadesine gelince; Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "(O) din gününün mâlik’idir." (el-Fatiha, 24/3); "O gün de Allah onlara hakettikleri cezalarını
bütünüyle verecektir ve Allah’ın apaçık hakkın ta kendisi olduğunu da
bileceklerdir."
(en-Nur, 24/25)
Din, ceza (karşılık) demektir. Mesela "sen
nasıl tedeyyün edersen, sana da öylece diyanet olunur," denilirken sen nasıl
karşılık verirsen, sana da öylece karşılık verilir, demektir.
Yüce Allah: "Yaptıklarına ceza (karşılık) olmak üzere..." (es-Secde, 32/17, el-Ahkaf, 46/14, el-Vakıa,
56/24); "Bu (amellerine) uygun
bir karşılıktır." (en-Nebe’,
78/26); "İyilikle gelene bunun
on misli vardır. Bir günah ile gelen de ancak onun misliyle cezalandırılır.
Onlara zulmedilmez." (el-En’âm,
6/160); "Kim iyilikle gelirse
ona, ondan hayırlısı vardır. Hem onlar o günde dehşetli bir korkudan yana
güvenlik içindedirler. Kim de kötülükle gelirse, yüzleri üzere ateşe
dökülürler. ‘İşlediğinizden başkası ile mi cezalandırılırsınız ki?’
(denilir.)" (en-Neml, 27/89-90);
"Kim iyilikle gelirse, onun için
ondan hayırlısı vardır. Kim de kötülükle gelirse, kötülükleri işleyenlere ancak
yaptıklarının karşılığı verilir." (el-Kasas,
28/84) ve buna benzer bir çok buyrukta bu anlam ifade etmektedir.
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- de Aziz ve Celil olan Rabbinden şu rivayette bulunduğunu
Ebu Zerr el-Ğıfarî -Radıyallahu anh-
naklettiği hadisinde bize şöylece bildirmektedir: "Ey kullarım! Bunlar
ancak (Sizin karşılığını göreceğiniz) amellerinizdir. Ben onları sizin için
tesbit ediyorum, sonra da onların karşılıklarını size eksiksiz olarak vereceğim.
Kim bir hayır bulursa, bundan dolayı Allah’a hamdetsin. Kim başka bir şey
bulursa, kendisinden başka kimseyi kınamasın."[134]
Yüce Allah’ın izniyle biraz sonra buna dair daha
geniş açıklamalar gelecektir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte o günde olan (vâkıa) olmuştur. Gök yarılmış
ve o günde o gevşemiş olacaktır. Melek de onun çevresinde olacak, o günde
üstlerinde bulunan sekiz (melek) Rabbinin Arşını yüklenir. O günde -hiçbir şeyiniz
gizli kalmaksızın- arzolunursunuz." (el-Hakka, 69/15-18) ve surenin sonuna kadar.
"Ey
insan! Gerçekten sen Rabbine doğru durmadan çalışıp, çabalayacaksın. Sonunda
O’na kavuşacaksın. Kitab’ı sağ eline verilecek kimseye gelince, o kolay bir
hesab ile hesaba çekilecek ve o ailesine sevinçli dönecektir. Kitabı arkasından
(sol eline) verilecek kimseye gelince, o hemen ölümü çağıracaktır ve alevli ateşi
boylayacaktır. Çünkü o ailesi arasında şımarıktı, çünkü o asla dönmeyeceğini
sanmıştı. Hayır, şüphe yok ki Rabbi onu çok iyi görendi." (el-İnşikak,
84/6-15)
"Saf
halinde Rabbine arzedilecekler. ‘Andolsun ki ilk kez sizi nasıl yaratmış
idiysek, öylece Bize geldiniz.’" (el-Kehf,
18/48);
"Kitab
konulmuş olacak günahkârları onun içindekilerinden korkuya kapılmış göreceksin.
‘Vay bizim halimize; bu kitaba ne olmuş. Küçük büyük hiçbir şey bırakmayıp, sayıp
dökmüş’ diyecekler. Onlar işlediklerini de hazır bulacaklardır. Rabbin kimseye
zulmetmez."
(el-Kehf, 18/49);
"O
gün yer başka bir yerle değiştirilecektir, gökler de. (İnsanlar da) bir olan,
kahhâr olan Allah’ın huzurunda toplanacaklardır..." (İbrahim, 14/48) itibaren surenin sonuna kadar.
"O
dereceleri yükseltendir, ârşın sahibidir... Şüphesiz Allah hesabı çok çabuk
görendir."
(el-Mu’min, 40/15-17)
"Bir
de Allah’a döndürüleceğiniz bir günden korkun. Sonra herkese kazandığı eksiksiz
verilecek ve onlara zulmedilmeyecektir."
(el-Bakara,
2/281)
Buharî, -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- Sahih’inde kaydettiği rivayete göre Âişe -Radıyallahu anh-, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle
buyurduğunu nakletmektedir: "Kıyamet gününde hesaba çekilen kişi mutlaka
helak olur." Ben: Ey Allah’ın Rasûlü! dedim. Yüce Allah: "Kitabı sağ eline verilecek kimseye gelince,
o kolay bir hesab ile hesaba çekilecek" (el-inşikak, 84/7-8) diye buyurmuyor mu? Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurdu: "O arz’da olacaktır. Yoksa Kıyamet gününde inceden inceye hesaba
çekilen bir kimse mutlaka azaplandırılır."[135]
Yani eğer Yüce Allah kullarını hesaba çektiğinde,
inceden inceye onları hesaba çekecek olursa, mutlaka onları azaplandırır ve bu
durumda da onlara zulmetmiş olmaz. Ancak Yüce Allah affedip bağışlar. İleride
Yüce Allah’ın izniyle buna dair daha geniş açıklamalar da gelecektir.
Yine Sahih(-i Buharî)de, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle
buyurduğu kaydedilmektedir: "Şüphesiz Kıyamet gününde insanlar baygın düşeceklerdir.
İlk ayılacak kişi ben olacağım. Musa’nın Arş’ın bir bacağını yakalamış olduğunu
göreceğim. Bilemiyorum, acaba benden önce mi kendisine gelmiş olacak, yoksa Tur
günü baygın düşmesinin karşılığını mı ona verilmiş olacak?"[136]
İşte bu, Yüce Allah insanlar arasında hüküm
verip ayırdetmek üzere geleceği, yeryüzü onun nuru ile aydınlanacağı vakit, Kıyametin
mevkıf’inde (durulan yerde) ki baygınlıktır. O vakit bütün mahlukat baygın düşecektir.
Şâyet hadis-i şerif’te geçen: "Kıyamet
gününde bütün insanlar baygın düşeceklerdir. Üzerinden yerin ilk yarılacağı kişi
ben olacağım. Musa’nın Arş’ın bir bacağını yakalamış olduğunu göreceğim."[137]
hadisi hakkında ne dersiniz? diye sorulacak olursa, şu şekilde cevap veririz:
Şüphesiz bu lafız böylece varid olmuştur. İşte
izah edilmesi gereken mesele de bu lafızın böyle oluşundan ötürüdür. Ancak ravi
bu lafzı naklederken bazı hadislerin ifadelerini diğerine karıştırmıştır.
Böylelikle o, iki hadisin lafzını bir araya getirmiş olmaktadır. O bakımdan bu
iki hadis de bu şekilde gelmiştir. Hadislerden birisi şu şekildedir: "Kıyamet
gününde insanlar baygın düşerler, ilk ayılan kişi ben olurum." Az önce
geçtiği gibi. İkinci hadis de şu şekildedir: "Kıyamet gününde arzın
üzerinden yarılacağı ilk kişi ben olacağım." Ravi bu hadisin lafızlarını
diğerine karıştırmıştır. Buna dikkat çekenlerden birisi de Ebu’l-Haccac
el-Mizzî’dir. Ondan sonra da eş-Şeyh Şemsu’d-Din İbnu’l-Kayyim ile hocamız İmadu’d-Din
İbn Kesir de buna dikkat çekmişlerdir. Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun.
Aynı şekilde kimi ravi de bu hususta tereddüte
düşüp şöyle demişlerdir: "Bilemiyorum, benden önce mi ayılmış olacak yoksa
Yüce Allah’ın istisna ettiği kimselerden mi? olacak." Ancak sahih
rivayetlerin ittifakla kaydettikleri mahfuz şekil birincisidir. Sahih olan mana
da odur. Çünkü Kıyamet gününde baygın düşmek, Yüce Allah’ın kullar arasında
hüküm vermek üzere geleceği vakit, kullarına tecelli etmesi dolayısıyla olacaktır.
Musa -Aleyhisselam- da eğer onlarla
birlikte baygın düşmeyecekse, o takdirde yüce Rabbinin dağa tecelli edip dağı
darmadağın ettiği esnadaki baygınlığının karşılığı ona verilmiş olacaktır.
Böylece o tecellinin baygınlığı Kıyamet gününde Rabbin tecellisi dolayısıyla
bütün yaratıkların baygın düşecekleri baygınlığın bedeli olmuştur. İşte bu
önemli hususu dikkatle düşünmeli ve bunu gözden uzak tutmamalıyız.
İmam Ahmed, Tirmizî, Ebu Bekr b. Ebi’d-Dünya,
el-Hasen’den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Ebu Musa el-Eşarî’yi şöyle
derken dinledim: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Kıyamet gününde insanlar üç defa
arzedileceklerdir. İki arz tartışma ve mazeret belirtme arzıdır. Diğer arzda
ise amel defterleri (sahiplerini bulmak üzere) uçuşacaklardır. Kitabı sağ tarafından
verilen kolay bir şekilde hesaba çekilecek ve cennete girecektir. Kitabı sol
tarafından verilen de cehenneme girecektir."[138]
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin- "Sırat’a" ifadesi Sırat’a da iman ederiz,
demektir. Sırat cehennem üzerindeki bir köprüdür. İnsanların hesab için
duracakları yer olan Mevkıf’den ayrılacak olduktan sonra Sırat’ın önündeki bir
karanlığa ulaşacaklardır.
Nitekim Âişe -Radıyallahu
anh- böyle demiştir: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle soruldu: Yer başka bir yere ve semavat ta başka
semalara dönüştürüleceği vakit insanlar nerede olacaklardır? O: "Köprünün
berisinde, bir karanlığın içerisinde olacaklar" diye buyurmuştur.[139]
İşte münafıkların mü’minlerden ayrılacakları ve geride kalarak mü’minlerin
önlerine geçecekleri, aralarına münafıkların, mü’minlerin yanına ulaşmalarını
engelleyecek bir sur çekilip engel olunacağı yer burasıdır.
Beyhakî senedini kaydederek, Mesruk’dan, o
Abdullah (b. Mes’ud)dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Kıyamet
gününde Allah insanları bir arada toplar... Amelleri miktarınca herbirisine
nur’u verilir. Kimisine nur’u önündeki bir dağ gibi verilir. Kimisine nur’un
bundan daha fazlasıyla verilir. Kimisine de nur’u sağ tarafındaki bir hurma ağacı
gibi verilir. Kimisine de yine sağ tarafında ama bundan daha aşağı şekilde
verilir. Nihayet en sonuncu kişiye nur’u ayağının başparmağı üzerinde verilir.
Kimi zaman aydınlatır, kimi zaman da söndürülür. Aydınlattığı vakit ayağını öne
doğru atar, söndürüldüğünde olduğu yerde kalır. Bu kimse ve diğerleri Sırat’ın
üzerinden geçerler. Sırat ise kılıcın keskin tarafı gibidir, oldukça kaygandır.
Onlara nur’larınız miktarınca yol alınız, denilir. Kimisi yıldızın akması gibi
hızlıca gider, kimisi rüzgar gibi geçer. Kimisi göz açıp kapamak gibi geçer,
kimisi hızlı deve gibi geçer ve hızlıca koşar. Kısacası amelleri miktarınca yol
alırlar. Nihayet nur’u ayağının başparmağı üzerinde olan kişi de bir eli
çekilir, bir eli bir tarafa yapışır. Bir ayağı çekilir, bir ayağı bir yere takılır.
Sağı, solu cehennem ateşine değer. Nihayet hepsi (Sırat’ı geçip) kurtulurlar.
Kurtuldukları vakit: Bize seni gösterdikten sonra, bizi senden kurtaran Allah’a
hamdederiz. Allah bizlere kimseye vermediğini vermiştir, derler."[140]
Yüce Allah’ın: "Şüphe yok ki aranızda oraya uğramayacak hiç kimse yoktur." (Meryem, 19/71) buyruğu hakkında sözü
edilen "cehenneme uğrayış"dan ne kastedildiği hususunda tefsir
alimlerinin farklı görüşleri vardır. Daha güçlü ve daha açık anlaşılan görüş
bunun Sırat’ın üzerinden geçiş olduğudur. Çünkü Yüce Allah: "Bundan sonra takva sahiplerini kurtarırız,
zalimleri ise orada dizleri üzerine çökmüş olarak terkederiz." (Meryem, 19/72) diye buyurmaktadır.
Sahih(-i Müslim)deki rivayete göre de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurmuştur: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki ağacın altında bey’at
eden hiçbir kimse asla cehenneme girmeyecektir." Hafsa -Radıyallahu anh- dedi ki: Ey Allah’ın
Rasûlü! dedim, Yüce Allah: "Şüphe
yok ki aranızda oraya uğramayacak hiç kimse yoktur." diye buyurmuyor
mu? O da şöyle buyurdu: "Peki onun: "Bundan
sonra takva sahiplerini kurtarırız, zalimleri ise oradan dizleri üzerine çökmüş
olarak terkederiz." (Meryem,
19/72) diye buyurduğunu da duymadın mı?"[141]
Böylece Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- cehenneme uğramanın, cehenneme girmeği
gerektirmediğine işaret etmiş olmaktadır. Aynı şekilde şer’den kurtulmanın önce
o şerrin husule gelmesi gerektirmediğini, aksine onun sebebinin gerçekleşmiş
olmasını gerektirdiğini belirtmektedir.
Bir kimseyi öldürmek üzere düşmanın takip edip
de buna imkan bulamamaları halinde: Allah onu onlardan kurtardı, denilir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Emrimiz gelince Hud’u da... kurtuluşa erdirdik." (Hud, 11/58); "Emrimiz gelince Salih’i... kurtardık." (Hud, 11/66); "Emrimiz
gelince Şuayb’ı... kurtardık."
(Hud,
11/94)
Halbuki azab onlara isabet etmemişti. Ancak azab
başkalarına isabet etmişti. Yüce Allah’ın kendilerine özellikle lutfetmiş olduğu
kurtuluş sebebleri olmasaydı, elbette kavimlerine isabet eden azab kendilerine
de isabet edecekti.
İşte ateşe uğrayacakların durumu da böyledir.
Onlar Sırat’ın üzerinde ateşin üst tarafından geçeceklerdir, sonra da Yüce
Allah takva sahibi olanları kurtaracak, zalimleri de orada diz üstü çökmüş
olarak bırakacaktır. Nitekim Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-de anılan Cabir -Radıyallahu
anh- yoluyla gelen hadiste bunu şöylece açıklamıştır: Burada uğramak (vurûd)dan
kasıt, Sırat’ın üzerinden geçmektir.
"Ve Mizan’a" ifadesi Mizan’a da iman
ederiz, demektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet gününe has adalet terazilerini koyarız. Kimseye en ufak bir
zulüm yapılmaz. Bir hardal tanesi ağırlığınca olsa bile Biz onu getiririz.
Hesaba çekenler olarak Biz yeteriz." (el-Enbiya, 21/47); "Kimlerin
tartıları ağır gelirse, işte onlar felah bulanların ta kendileridir. Kimlerin
de tartıları hafif gelirse işte onlar kendilerine zarar verenlerdir. Cehennemde
ebedi kalıcıdırlar."
(el-Mu’minun,
23/102-103)
Kurtubî der ki: İlim adamları derler ki: Hesab
bittikten sonra arkasından amellerin tartılmasına sıra gelir. Çünkü tartı karşılık
vermek içindir. Dolayısıyla hesaba çekmekten sonra olması gerekir. Hesaba çekiş
ise amellerin tesbiti içindir. Tartı da ona göre karşılık vermek maksadıyla
amellerin miktarını ortaya çıkarmak için yapılır. Yüce Allah’ın: "Kıyamet gününe has adalet terazilerini koyarız"
buyruğuna göre amellerin tartıldığı bir çok Mizan’ın olması ihtimal dahilinde
olduğu gibi, tartılan şeylerin kastedilmiş olma ihtimali de vardır. Çoğul olması
ise tartılan âmellerin çeşitli olmaları göz önünde bulundurularak kullanılmıştır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Sünnet’in delalet ettiği husus ise şudur:
Amellerin kendisinde tartılacağı Mizan’ın hissedilir ve gözle görülür iki tane
kefesi bulunacaktır. İmam Ahmed’in kaydettiği rivayete göre Ebu Abdu’r-Rahman
el-Hubullî şöyle demiştir: Ben Abdullah b. Amr’ı -Radıyallahu anh- şöyle derken dinledim: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki:
"Muhakkak Yüce Allah benim ümmetimden Kıyamet gününde herkesin gözü önünde
bir kişiyi çıkartacaktır. Onun aleyhine tam doksandokuz tane sicil yayacaktır.
Her bir sicil’in uzunluğu göz alabildiği kadar olacaktır. Sonra da ona
bunlardan herhangi birşeyi inkâr ediyor musun? Benim koruyucu yazıcılarım sana
zulmettiler mi? diyecek, o: Hayır, Rabbim diyecektir. Yüce Allah: Herhangi bir mazeretin yahut bir iyiliğin
var mı? diye soracak, adam şaşırıp kalacak ve: Hayır, Rabbim diyecektir. Yüce
Allah şöyle buyuracak: Bilakis senin Bizim nezdimizde yapmış olduğun bir iyiliğin
var. Bugün senin aleyhine sana zulmedilmeyecektir. Bunun üzerine ona üzerinde,
"eşhedu enla ilahe illallah ve enne Muhammeder Rasûlullah," yazılı
bir parça çıkartılır. (Yüce Allah): Onu huzura getirin, diye buyurur. O kişi:
Rabbim, diyecek bu parçanın bu siciller karşısındaki ağırlığı ne olacak ki?
Yüce Allah: Şüphesiz ki sana zulm olunmaz, diye buyuracak. Bunun üzerine o
siciller bir kefeye konulur. O parça da bir kefeye konulur. (Tartı sonucu)
siciller havaya doğru kalkar ve o parça ağır basar. Rahman ve rahim olan Allah’ın
adı karşısında hiçbir şey ağır basmaz."[142]
Bu hadisi Tirmizî, İbn Mace ve İbn Ebi’d-Dünya
böylece el-Leys yoluyla rivayet etmişlerdir. Tirmizî şunu da ekler. Allah’ın
ismi ile birlikte hiçbir şey ağır basmaz." Bir başka rivayetinde de şöyle
denilmektedir: "Kıyamet gününde mizanlar konulur. Adam getirilir ve bir
kefeye konulur..."[143]
Bu hadisin ifadelerinde çok önemli bir husus
dile getirilmektedir. O da amelde bulunan kimsenin ameli ile birlikte tartılacağıdır.
Buna Buharî’nin kaydettiği şu rivayet te tanıklık etmektedir: Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurdu: "Kıyamet gününde oldukça iri yarı, şişman adam getirilicek, fakat
Allah nezdinde bir sivrisinek kanadı kadar bir ağırlığı olmayacaktır. (Devamla)
buyurdu ki: Dilerseniz Yüce Allah’ın: "Biz
kıyamet günü onlar için ölçü tutmayacağız." (el-Kehf, 18/105) buyruğunu okuyunuz."[144]
İmam Ahmed de İbn Mes’ud’dan şu rivayeti
kaydetmektedir: "İbn Mes’ud bir seferinde Erak ağacından bir misvak koparıyordu.
Bacakları oldukça ince idi, rüzgar onun dengesini bozar gibi oldu. Onu görenler
buna güldüler. Bunun üzerine Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-: "Ne diye gülüyorsunuz?" diye sordu. Ey Allah’ın
Rasûlü, bacaklarının inceliğine, dediler. Şöyle buyurdu: "Nefsim elinde
olana yemin ederim ki onlar Mizan’da Uhud’dan daha ağır basacaklardır."[145]
Bizzat amellerin tartılacağına dair hadisler de
varid olmuştur. Müslim’in, Sahih’inde yer alan Ebu Malik el-Eşarî’den gelen şu
hadiste olduğu gibi: O dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Abdest almak imanın yarısıdır,
elhamdulillah da mizan’ı doldurur."[146]
Yine Buharî ve Müslim’de yer alan ve aynı
zamanda Buharî’nin kitabının son hadisini teşkil eden şu buyruk da böyledir:
"İki söz vardır ki bunlar dile hafif gelir. Rahman tarafından sevilirler,
terazide de ağır basarlar: Subhanallahi ve bihamdihi subhanallahil aziym."[147]
Bu durumda, şöyle diyen inatçı bir inkarcının
sözüne iltifat edilmez: Ameller araz’dırlar, tartılmaları kabil değildir. Tartılmaları
mümkün olan şeyler cisimlerdir. Şüphesiz ki Yüce Allah önceden de geçtiği üzere
araz’ı cisimlere dönüştürecektir. Nitekim İmam Ahmed’in kaydettiğine göre Ebu
Hureyre -Radıyallahu anh-, Rasûlullah
-Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedir: "Kıyamet gününde ölüm beyaz bir koç
suretinde getirilir. Cennet ile cehennem arasında durdurulur ve: Ey cennet
ehli, diye seslenilir. Onlar da boyunlarını uzatarak bakarlar. Ey
cehennemlikler, diye de seslenilir, onlar da boyunlarını uzatıp bakarlar. Artık
kurtuluşun gelmiş olduğunu zannederler. O koç (suretindeki ölüm) boğazlanır ve
artık ebedi kalacaksınız, ölüm diye bir şey olmayacaktır denilir."[148]
Bu hadisi, bu manada Buharî de rivayet etmiştir.[149]
Böylelikle hem amellerin, hem amelde bulunanların,
hem de amel sahifelerinin tartılacağı sabit olduğu gibi, terazinin iki
kefesinin olduğu da sabit olmaktadır. Artık bunun ötesinde ne gibi keyfiyetlerin
olduğunu en iyi bilen Allah’tır.
Bize düşen o doğru sözlü peygamberin (salat ve
selam ona) bize haber verdiği şekilde, eksiksiz ve fazlalıksız olarak gayba
iman etmektir.
Bu konuda hikmeti kavrayamadığı için şarî’ın
haber verdiği şekilde Kıyamet gününe mahsus, adalet terazilerinin konulacağını
kabul etmeyen ve; teraziye bakkal ile manav’dan başka kimsenin ihtiyacı olmaz,
sözleri ile nasslara dil uzatan kimselerin hüsranı ne kadar da büyüktür. Yüce
Allah’ın Kıyamet gününde onlara hiçbir ağırlık vermemesi bu gibi kimselere ne
kadar da layıktır. Eğer amellerin tartılmasında Yüce Allah’ın bütün kulları
tarafından adaletinin görülmesi dışında hiçbir hikmet olmasaydı, bu dahi
yeterdi. Çünkü yaptığı işinin mazeret ve gerekçesinin olmasını Allah kadar hiç
kimse sevmez.
Bundan dolayıdır ki O, rasûlleri müjdeleyiciler
ve uyarıcılar olmak üzere göndermiştir. Hele bunların ötesinde bizim muttalî
olamadığımız pek çok hikmetler de varsa... Yüce Allah’ın sözlerine karşılık
meleklerin verdiği belirtilen cevab üzerinde de düşünelim: "Hani Rabbin meleklere: ‘Muhakkak Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Melekler: ‘Biz seni hamdinle tesbih
ve takdis edip dururken, orada bozgunculuk yapacak, kanlar dökecek bir kimse mi
yaratacaksın’ demişlerdi. ‘Sizin bilmediğinizi herhalde Ben bilirim’ demişti."
(el-Bakara, 2/30); "Size bilgiden ancak pek az birşey verilmiştir."
(el-İsra, 17/85)
"Cennet
ve cehennem yaratılmışlardır. Ebediyyen sonları gelmez ve yokolmazlar. Şüphesiz
yüce Allah cennet ve cehennem’i diğer mahlukattan önce yaratmıştır. Her ikisine
de girecekleri yaratmıştır. Onlardan dilediği kimseleri kendisinin bir lütfu
olarak cennete, yine onlardan dilediği kimseleri adaletinin bir tecellisi
olarak cehennemedir. Herkes de kendisi hakkında hüküm verilip bitirilmiş sonuç
için amel eder ve ne için yaratılmış ise sonunda oraya varacaktır. Hayır ve şer
de kullar hakkında takdir edilmiştir."
"Cennet ve cehennem yaratılmışlardır"
sözlerinin ifade ettiği gerçek ile ilgili olarak şunu belirtelim ki; ehl-i
sünnet ittifakla cennet ve cehennemin yaratılmış ve şu anda mevcut olduklarını
kabul etmektedirler. Ehl-i sünnet ve’l-cemaat, Mutezile ve Kaderiye’ye mensup
bir takım kimseler ortaya çıkıp da bunu inkâr etmelerine ve: Hayır, Yüce Allah
bunları Kıyamet gününde yaratacaktır, demelerine rağmen bu kanaate sahip olmaya
devam etmiştir.
Mutezile ve Kaderiye’yi bunu inkâr etmeye iten
ise onların, Yüce Allah’ın fiilleri için bir şeriat olarak tesbit ettikleri ve
O’nun şunu yapması gerekir, bunu da yapmaması gerekir diye koydukları fasit
ilkeleri sebep olmuştur. Onlar yaratıklarının fiillerini O’na kıyas ederek, bu
gibi iddialarda bulunmuşlar ve böylelikle onlar fiileri itibariyle Müşebbihe
arasına katılmışlardır. Cehmiyye kanaatleri onların arasına da girmiş ve aynı
zamanda Muattile de olmuşlardır. Hatta; cennetin amellerin karşılığının
verilmesinden önce yaratılmış olması abestir, demişlerdir, çünkü bu durumda
cennet çok uzun bir süre atıl kalır ve hiçbir işe yaramaz.
Böylelikle onların Yüce Rab için tesbit
ettikleri bu batıl şeriata muhalif olan nassları reddettiler, nassları
yerlerinden kaydırarak tahrif ettiler, kendilerinin tesbit ettikleri şeriate
muhalefet edenlerin sapık ve bid’atçi olduklarını ileri sürdüler.
Kitabın bu husustaki nasslarının bazıları şunlardır:
Yüce Allah cennet hakkında: "O,
takva sahipleri için hazırlanmıştır." (Al-i İmran, 3/133); "Allah’a
ve rasûlüne iman edenler için hazırlanmıştır." (el-Hadid, 57/21) diye buyurmaktadır. Cehennem hakkında da: "O, kâfirler için hazırlanmıştır." (Al-i İmran, 3/131); "Şüphesiz ki cehennem bir pusudur, azgınların
dönüp varacakları bir yerdir." (en-Nebe’,
78/21-22); "Andolsun ki onu diğer
bir inişinde görmüştü. Sidretu’l-Müntehâ yanında. Cennetu’l-Me’va’da onun yanındadır."
(en-Necm, 53/13-15) diye buyurmaktadır.
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- Sidretu’l-Müntehâ’yı gördüğü gibi, onun yanında
Cennetu’l-Me’va’yı da görmüştür. Nitekim Buharî ile Müslim’de, Enes -Radıyallahu anh- yoluyla gelen İsra’yı
anlatan hadiste de böyle denilmektedir. O hadisin sonlarında şu ifadeler yer alır:
"Sonra Cibril beni, Sidretu’l-Müntehâ’ya getirinceye kadar yola koyuldu.
Onu mahiyetlerini bilemediğim renkler bürüdü. Sonra cennete girdim, orada
yüksek kubbeleri andıran inciler gördüm, toprağı misk’ten idi."[150]
Yine Buharî ile Müslim’de, Abdullah b. Ömer -Radıyallahu anh-dan gelen rivayete göre
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-
şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse öldükten sonra sabah-akşam
ona kalacağı yer gösterilir. Şâyet cennet ehlinden ise, cennet ehli arasındaki
yeri eğer cehennem ehlinden ise cehennem ehli arasındaki yeri gösterilir ve: Bu
senin kalacağın yerdir, Kıyamet gününde Allah seni ölümden sonra diriltinceye
kadar (oraya) girmeyeceksin," denilir.[151]
el-Berâ b. Âzib -Radıyallahu anh- yoluyla gelen hadis daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. O hadiste şu ifadeler yer almaktadır: Semadan bir münadi: Kulum
doğru söyledi, ona cennetten bir döşek yayınız ve cennete giden bir kapı açınız,
diye seslenir. Bunun üzerine ona cennetin hoş ve güzel kokuları gelmeye başlar..."[152]
Yine el-Berâ’nın bu hadisinin manasında Enes
yoluyla gelen hadis de daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Müslim’in Sahih’inde, Âişe -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- hayatta
iken güneş tutuldu... deyip, hadisi nakletti: Hadiste şu ifadeler de yer
almaktadır: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem- buyurdu ki: "Ben şu bulunduğum yerde size vadolunmuş herbir şeyi
gördüm. Öyle ki kendimi, siz beni öne doğru ilerler gördüğünüzde cennetten bir
salkım aldığımı dahi gördüm. Andolsun siz beni geri doğru gelirken gördüğünüzde
cehennemin birbirini yiyip bitirdiğini de gördüm."[153]
Buharî ve Müslim’de, -lafız Buharî’nin olmak
üzere- Abdullah b. Abbas’tan şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in döneminde
güneş tutuldu. Hadisin geri kalan bölümlerini zikrettikten sonra şu ifadeleri
de zikretmektedir: Ey Allah’ın Rasûlü, biz seni bulunduğun bu yerde birşey alır
gibi gördük; sonra da senin geriye doğru geldiğini gördük. Şöyle buyurdu:
"Ben cenneti gördüm ve oradan bir salkım almak üzere elimi uzattım, eğer
elime geçirmiş olsaydım, dünya kaldığı sürece siz de ondan yemeye devam
ederdiniz. Cehennem ateşini de gördüm, asla bugünkü gibi korkunç bir manzara
görmüş değilim. Cehennem ehlinin çoğunlukla kadınlar olduğunu da gördüm."
Bunun sebebi nedir ey Allah’ın Rasûlü, diye sordular. "İnkarcılık
ederler" diye buyurdu. Yani onlar Allah’ı mı inkar ederler, diye sorulunca
şöyle buyurdu: "Onlar kocalarına karşı nankörlük ederler, yapılan iyiliğe
karşı nankörlük ederler. Sen onlardan birisine ömür boyu iyilik yapsan da sonra
senden küçük bir kusur görse; ben senden asla hayır namına hiçbir şey görmedim,
der."[154]
Müslim’in Sahih’inde, Enes’den gelen rivayette
de (Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem-in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir): "Nefsim elinde olana
yemin ederim ki, şâyet benim gördüklerimi görmüş olsaydınız, pek az gülerdiniz,
çok ağlardınız." Neler gördün ey Allah’ın Rasûlü, diye sordular:
"Cenneti ve cehennemi gördüm" diye buyurdu.[155]
Muvatta’ da ve Sünen’lerde Kâb b. Malik yoluyla
gelen hadiste şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Mü’minin canı cennet
ağaçlarına konan bir kuştur. Taki Yüce Allah, Kıyamet gününde onu tekrar
cesedine geri döndürünceye kadar."[156]
İşte bu, Kıyamet gününden önce ruh’un cennete
girişi hususunda çok açık bir ifadedir.
Müslim’in Sahih’inde, Sünen’lerde ve Müsned’de
Ebu Hureyre -Radıyallahu anh- yoluyla
gelen hadiste belirtildiğine göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır: "Allah
cennet ile cehennemi yarattıktan sonra Cibril’i cennet’e gönderdi ve: Git te orayı gör. Orada, oraya
girecekler için hazırladıklarıma da bak, dedi. Cibril gidip oraya, orada oraya
girecekler için hazırlananlara baktı ve geri döndü, dedi ki: İzzetin hakkı için
yemin ediyorum. Onun bu halini kim duyarsa mutlaka buraya girecektir. Bunun
üzerine Yüce Allah emir vererek cennetin etrafı hoşlanılmayan şeylerle
çepeçevre kuşatıldı. Yine: Dön ve tekrar ona ve oraya girecekler için orada hazırladıklarıma
bir bak, dedi. Tekrar gitti oraya baktı, sonra geri döndü ve dedi ki: İzzetin
hakkı için oraya hiç kimsenin giremeyeceğinden korkmaya başladım. Sonra onu
cehenneme gönderdi ve: Git oraya ve orada, oraya girecekler için hazırladıklarıma
bir bak, dedi. Cibril oraya gitti ve baktı. Herbir bölümünün diğerinin üstüne çıkmış
olduğunu gördü, sonra da geri dönüp şunları söyledi: İzzetin hakkı için onun bu
halini kim işitirse buraya mutlaka girmez. Bunun üzerine (Cenab-ı Allah) emir
vererek etrafı arzu ve şehvetlerle çepeçevre kuşatıldı. Sonra tekrar ona: Git,
orada oraya girecekler için neler hazırladıklarıma bir bak, diye buyurdu. O da
gitti ve ona bakıp geri döndü ve şöyle dedi: İzzetin hakkı için buraya
girmeksizin hiç kimsenin kurtulmayacağından korkmaya başladım."[157]
Sünnet’te buna benzer rivayetler çok fazladır.
Vadolunan cennet, Adem’in içinde yaratıldığı ve
sonradan çıkartıldığı cennet’tir diyenlerin görüşlerine gelince, cennetin şu
anda var olduğuna dair görüş açık bir görüştür. Ancak bu cennet’in Adem’in
yaratılıp çıkartıldığı cennet olup olmadığı ile ilgili görüş ayrılıkları da
bilinen bir husustur.
Cennet henüz yaratılmamıştır. Çünkü eğer şu anda
yaratılmış olsaydı, zorunlu olarak Kıyamet gününde sonunun gelmesi, içinde
bulunan herkesin helak olup, yok olması gerekirdi. Çünkü Yüce Allah: "O’nun vechinden başka herşey helâk olacaktır."
(el-Kasas, 28/88); "Her can ölümü tadıcıdır." (Al-i İmran, 3/185) diye buyurmaktadır,
diyenlerin bu husustaki şüphelerine gelince;
Tirmizî, Sünen’inde İbn Mes’ud -Radıyallahu anh-dan şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- buyurdu ki: "İsra’ya götürüldüğüm gece İbrahim ile
karşılaştım. Bana: Ey Muhammed, ümmetine benden selam söyle ve onlara haber ver
ki; cennetin toprağı hoş, suyu tatlıdır ve orası dümdüz bir arazidir. Oraya
dikilecek olan ağaçlar ise subhanallahi velhamdulillahi ve la ilahe illallahu
vallahu ekber sözleridir, dedi."[158]
Tirmizî: Bu hasen, garib bir hadistir dedi.
Yine Tirmizî’de Ebu’z-Zübeyr’in, İbn Cabir’den
rivayetine göre Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Kim subhanallahi ve bihamdihi
diyecek olursa cennette onun için bir hurma ağacı dikilir."[159]
Tirmizî dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir.
Bu şüphe sahipleri derler ki: Şâyet cennet yaratılmış
ve bitirilmiş olsaydı, dümdüz bir arazi olmazdı ve bu gibi ağaç dikmelerinin
bir manası olmazdı.
Yine derler ki: Yüce Allah’ın Firavun’un hanımının:
"Rabbim benim için nezdinde cennette
bir ev yap." (et-Tahrim, 66/11) dediğine dair buyruk da bu
kabildendir.
Buna cevab: Eğer sizler bu sözlerinizle cennet şu
anda yoktur, Sûr’a üfürülmek gibi, insanların kabirlerinden kalkması gibi bir şeydir,
demek istiyorsanız bu batıl bir iddiadır. Bu iddiayı bundan önce kaydetmiş olduğumuz
deliller ile sözünü etmediğimiz benzeri deliller reddetmektedir. Şâyet bu
sözlerinizle Yüce Allah’ın cennette, cennete girecekler için hazırladıklarının
tamamını yaratması henüz tamamlanmamıştır. Yüce Allah orada yine ardı arkasına
bir takım şeyler yaratmaktadır. Mü’minler oraya girdirilecekleri vakit te yine
o esnada başka hususları da yaratacaktır, demek istiyorsanız bu haktır, bunun
reddedilmesine de imkan yoktur. Sizin ileri sürdüğünüz deliller de ancak bu
kadarına delalet etmektedir.
Yüce Allah’ın: "O’nun vechinden başka herşey helak olacaktır" (el-Kasas, 28/88) buyruğunu delil
getirmenize gelince, sizler âyet-i kerîme’nin anlamını yanlış anladığınızdan
ötürü bunu delil diye göstermektesiniz. Bu buyruğu cennet ve cehennemin şu anda
var olmadığına dair delil göstermeniz size benzer görüşleri ileri sürenlerin
cennet ile cehennemin yok olacaklarına, harab olacaklarına, oradakilerin de
öleceklerine dair delil getirmelerini andırmaktadır. Bundan dolayı sizler de
sizin gibi görüşleri savunanlar da bu âyeti kavrama muvaffakiyetine mazhar değilsiniz.
Bunu anlayabilme muvaffakiyetine İslamın önder ilim adamları mazhar olmuşlardır.
Onların bu husustaki açıklamalarının bir kısmı şöyledir:
Buradaki "herşey"den kasıt, Yüce Allah’ın yok olup fena bulacağını
takdir etmiş olduğu herşeyin helak olacağı, yok olacağı anlamındadır. Cennet
ile cehennem ise yok olmak için değil, baki kalmak için yaratılmışlardır. Arş
da bu şekildedir ve o cennetin tavanıdır. Bu O’nun mülkü müstesnâ, diye de açıklandığı
gibi, O’nun zatının rızası aranarak yapılmış olanlar müstesna diye de açıklanmıştır.
Yine şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Yüce Allah: "Onun üzerindeki her canlı fanidir" (er-Rahman, 55/26) buyruğunu indirince, melekler: Yeryüzü ahalisi
helak oldular, dediler ve kendileri ebedi kalacakları ümidine kapıldılar. Yüce
Allah da semadakilerin de, yerdekilerin de öleceklerini bildirdi ve: "O’nun vechinden başka herşey helâk olacaktır."
(el-Kasas, 28/88) diye buyurdu. Yani O hayy’dır ve ölmeyecektir. İşte o
vakit melekler de öleceklerine kesin olarak inandılar.
Bu açıklamaları yapanlar, bu nasslar ile -Yüce
Allah’ın izniyle biraz sonra zikredileceği üzere- cennet ile cehennemin kalıcılığına
delâlet eden muhkem nassları bir arada uygun bir şekilde anlamak için yapmışlardır.
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin-: "Ebediyyen yok olmazlar, fena bulmazlar"
sözlerine gelince, selef ve halef’ten imamların cumhur’unun kabul ettiği görüş
budur.
Cennetin kalıcılığı, cehennemin ise yok olacağı
görüşünü selef ile halef’ten bir topluluk da kabul etmiştir. Her iki görüş de
(yani cennet ile cehennemin kalıcılığı ile cennetin kalıcılığı, cehennemin son
bulacağı görüşleri) pek çok tefsir kitabında ve başkalarında da zikredilmişlerdir.
Hem cennet, hem de cehennemin yok olacağı görüşünü
ise Muattile’nin imamı el-Cehm b. Safvan kabul etmiştir. Bu hususta onun
selef’ten uyduğu hiçbir kimse yoktur. Ne Ashab-ı Kiram’dan, ne de güzel bir şekilde
onlara tabi olanlardan, ne de müslümanların imamlarından, ne de sünnet
ehlinden. Genel olarak bütün ehl-i sünnet onun bu kanaatini reddetmiş ve bundan
dolayı onun kâfir olduğunu söylemiş, onu ve yeryüzünün dört bir yanından ona
tabi olanları teşhir etmişlerdir.
Bu görüşü kabul etmesine sebeb ise inanmış olduğu
temel ilkesidir. O da: Hadis (sonradan yaratılmış) olan varlıklardan sonsuz bir
şekilde var oluş, imkansız bir şeydir. Bu ise yerilmiş kelam bilginlerinin
cisimlerin sonradan hadis olduklarına ve hâdis’lerden uzak kalmayan varlıkların
da hadis olduklarına delil olarak gösterdikleri bir ilkeleridir. Onlar kainatın
yaratılmış olduğuna bu ilkeyi temel dayanak kabul etmişlerdir. Cehm de geçmişte
başlangıcı bulunmayan hadis’lerin imkansız olduğu bir varlık, gelecekte de
bunları kabil değildir, görüşündedir. Ona göre Yüce Allah’ın fiilinin gelecekte
de sürekli olarak devam etmesi imkansızdır. Nitekim geçmişte de O’nun hakkında
bunun imkansız olması gibi. Mutezile’nin önder hocalarından Ebu’l-Huzeyl
el-Allâf da bu hususta ona muvafakat etmiş olmakla birlikte şöyle der: Bu
hareketlerin son bulmalarını gerektirir. O bakımdan şunları da ekler: Cennet ve
cehennem ehlinin hareketleri -onlardan hiçbir kimse hareket edecek gücü
bulamayacağı ve sürekli bir sükûn içerisinde kalacağı zamana kadar- devam
edecek ve o zaman son bulacaktır.
Cennetin ebediliğine ve onun son bulup yok
olmayacağına gelince, bu Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-in kat’î olarak haber verdiği bilinen hususlardandır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O bahtiyar olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Gökler ve yer
ayakta durduğu müddetçe orada ebediyyen kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği kadarı
müstesnadır. Bu arkası kesilmeyen bir bağıştır." (Hud, 11/108) Bu buyruğa göre onların mükafatlarının ardı arkası
kesilmeyecektir. Yüce Allah’ın: "Rabbinin
dilediği kadarı müstesnadır" buyruğu da buna aykırı değildir.
Selef bu istisnanın anlamı hususunda farklı görüşlere
sahiptir. Bir görüşe göre bunun anlamı: Onların ateşte kalacakları süre
müstesnâdır, şeklindedir. Bu da aralarından cehenneme girmiş olup sonradan çıkartılmış
olanlar için söz konusudur, hepsi için değildir.
Bir başka açıklamaya göre burda kasıt, onların
Mevkıf’te kaldıkları süre müstesnadır. Bir başka açıklamada: Onların
kabirlerinde ve Mevkıf’te kaldıkları süre müstesnadır, şeklindedir. Bir başka
görüşe göre buradaki istisna Rabbin yaptığı fakat gerçekleştirmeyeceği bir
istisnadır. Nitekim: "Allah’a yemin ederim, mutlaka seni döveceğim. Başka
bir görüşe sahib olmam müstesnadır" deyip bu görüşe sahip olmamak aksine
onu vurmayı kat’î olarak kararlaştırmak gibi.
Sibeveyh ise buradaki istisna edatını
"lâkin" anlamında kabul etmektedir. O takdirde istisna munkatı’ olur.
İbn Cerir de bu görüşü tercih etmiş ve şöyle demiştir: Şüphesiz Yüce Allah
sözünden caymaz. Nitekim o bu istisnayı: " Bu arkası kesilmeyen bir bağıştır" diyerek bağlamıştır. Bu
görüşün sahipleri derler ki: Bir kimsenin: Senin evimde -dilediğim, kadar
müstesnâ- bir yıl süreyle kalmana izin veriyorum, deyip de arkasından: Lâkin
buna daha fazla bir süre eklemek isteme halim müstesnâdır, demeye benzer.
Bir diğer açıklamaya göre buradaki istisnâ
onlara ebedi kalacak olmalarına rağmen Allah’ın meşîetinin hükmüne tabi
olduklarını bildirmek içindir. Onların ilahi meşîetin dışına çıkamayacaklarını
anlatmaktır, bu ise Yüce Allah’ın onların ebediliklerini kesinlikle kararlaştırmış
ve takdir etmiş olmasına aykırı değildir. Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu
gibi: "Andolsun ki dilersek sana
vahyettiğimizi bütünüyle alıveririz. Sonra onu geri almak için bize karşı
duracak bir kimse de bulamazsın." (el-İsra,
17/86); "Allah dilerse, senin
kalbini mühürler." (eş-Şura,
42/24); "De ki: ‘Eğer Allah
dileseydi, onu size okumazdım ve onu size (Allah) bildirmezdi." (Yunus, 10/16)
Buna benzer buyruklar pek çoktur. Yüce Allah
böylelikle bütün işlerin kendi meşîeti ile olduğunu kullarına haber
vermektedir. O’nun dilediği olur, dilemediği olmaz.
Buradaki "mâ: (meâlde kadarı)"nın
"men: kimseler" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani Yüce Allah’ın
bahtiyarlar arasından günahları sebebiyle cehennem ateşine gireceklerini dilediği
kimseler müstesnâdır. Bunun dışında başka açıklamalar da yapılmıştır.
Durum ne olursa olsun, buradaki istisna müteşabih
türündendir. Yüce Allah’ın: "Bu arkası kesilmeyen bir bağıştır" buyruğu
ise muhkem’dir. Aynı şekilde Yüce Allah’ın: "İşte muhakkak bu Bizim rızkımızdır, tükeneceği yoktur." (Sad, 38/54); "Oranın yiyecekleri de, gölgeleri de devamlıdır." (er-Rad, 13/35); "Onlar oradan çıkarılacak da değillerdir." (el-Hicr, 15/48) buyrukları da aynı şekilde
muhkem’dirler.
Yüce Allah cennet ehlinin ebedi kalacaklarını
Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok yerinde "ebed" lafzını da zikrederek te’kid
etmiş ve onların: "Orada ilk ölümden
başka ölümü tatmazlar." (ed,
Duhan, 44/56) buyruğunda ölümü tatmayacaklarını haber vermiştir. Buradaki
istisna ise munkatı’dır. Şâyet bu istisnayı "Rabbinin dilediği
müstesnâ" istisnası ile birlikte ele alacak olursak, her iki âyetten
maksadın ne olduğu açıkça anlaşılmış olur. Onların cennette bulunmayacakları
zamanı ifade eden istisna, ebedi kalacakları süreden yapılmış bir istisnadır.
Böyle bir istisna da ilk ölümün genel olarak bütün ölümlerden istisna
edilmesini andırmaktadır. İlk ölüm onların ebedi hayatlarından önce gerçekleşmiştir.
Öbür âyette sözü edilen, cennetten ayrı kalış ise onların cennette ebedi kalmak
üzere girişlerinden önce olacaktır.
Cennetin ebedilik ve devamlılığına dair
sünnet’ten deliller de pek çoktur. Yüce Allah’ın şu buyruğu gibi: "Kim
cennete girerse orada nimetlere garkolur, orada sıkıntı çekmez, ebedi kalır ve
asla ölmez."[160]
"Bir münadi şöyle seslenecek: Ey
cennetlikler! Burada sizin için ebedi olarak sağlıklı olmak ve hastalanmamak
vardır. Yaşlanmayacaksınız ve ebediyyen kocamayacaksınız. Ebediyyen hayat
bulacak ve asla ölmeyeceksiniz."[161]
Ölümün cennet ile cehennem arasında boğazlanacağına
ve: "Ey cennet ehli! Artık ebediyyen hayattasınız, ölüm olmayacaktır. Ey
cehennem ehli! Artık ebedisiniz ölüm olmayacaktır"[162]
denileceğine dair rivayet de daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Cehennemin ebediliği ve devamlılığı hususunda
insanların sekiz görüşü vardır:
1- Oraya giren ordan bir
daha ebediyyen çıkmayacaktır. Bu Harici’lerle, Mutezile’nin görüşüdür.
2- Oraya girenler, orada
azab görecekler, sonra tabiatları değişecek ve kendilerinin narî (ateşsel) bir
tabiatları kalacaktır. Tabiatları ile cehennemin tabiatı arasındaki uygunluk
dolayısıyla cehennemden lezzet dahi alacaklardır. Bu ise vahdet-i vücut’çuların
önderi olan İbnu’l-Arabî et-Taî’nin görüşüdür.
3- Cehennem ehli orada
belli bir süre azap görecekler, sonra oradan çıkacaklar. Onların arkasından başka
bir kavim oraya girecektir. Bu ise yahudilerin Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e naklettikleri bir görüştür. O da
onların bu kanaatlerini yalanlamıştır. Yüce Allah da bu kanaatlerinin gerçek
olmadığını belirterek şöyle buyurmaktadır: "Onlar bir de: ‘Sayılı günler dışında bize ateş asla dokunmaz’ dediler.
De ki: ‘Buna dair Allah’tan bir ahid mi aldınız? Allah asla ahdinden dönmez,
yoksa Allah’a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? Hayır, kim kötülük
işler ve günahı kendisini çepeçevre kuşatırsa onlar cehennemliklerdir, orada
ebedi kalıcıdırlar."
(el-Bakara,
2/80-81)
4- Cehennemlikler oradan çıkacaklar
ve o da içinde hiçbir şey olmaksızın, olduğu halde kalacaktır.
5- Hâdis (sonradan yaratılmış)
olduğundan, kendi kendisine yok olacaktır. Sonradan hâdis olduğu sabit olan bir
şeyin baki kalması imkânsızdır. Bu ise Cehm’in ve taraftarlarının görüşüdür. Az
önceden de geçtiği üzere bu hususta cennet ile cehennem arasında da ona göre
bir fark yoktur.
6- Cehennem ehlinin
hareketleri son bulacak ve onlar hiçbir acı duymayan, cansız varlıklara dönüşeceklerdir.
Bu da -az önce geçtiği üzere- Ebu’l-Huzeyl el-Allaf’ın görüşüdür.
7- Yüce Allah -sünnet’te
varid olduğu üzere- oradan dilediği kimseleri çıkartır, sonra da dilediği kadar
bir süre varlığını devam ettirir. Sonra da yok eder, çünkü O, cehennem için son
bulacağı bir süre takdir etmiştir.
8- Yüce Allah oradan
sünnet’te varid olduğu üzere dilediği kimseleri çıkartır. Orada kâfirler ise
-Tahâvî’nin dediği şekilde- sonu gelmeyecek ve ebedi olmak üzere kalacaklardır.
Bu son iki görüş dışındaki görüşlerin batıl
oldukları açıkça ortadadır.
Ehl-i sünnet’in benimsediği bu iki görüşün de
delillerini tetkik edelim:
Birinci görüşü benimseyenlerin delillerinin bazıları
şunlardır: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şöyle buyuracak: ‘Allah’ın dilediği müstesnâ olmak üzere içinde ebedi
kalıcılar olarak ateş sizin barınağınızdır.’ Şüphesiz Rabbin hikmeti sonsuz
olandır, herşeyi bilendir." (el-En’âm,
6/128); "Bedbaht olanlar ateştedirler.
Onlar orada yüksek hırıltılarla ve inleyerek solurlar. Onlar gökler ve yer
ayakta durdukça, orada ebediyyen kalıcıdırlar, Rabbinin dilediği kadarı
müstesnâ. Şüphesiz Rabbin dilediğini yapandır." (Hud, 11/106-107) Bu buyruklarda sözü edilen iki istisnâdan sonra
cennetlikler için sözü edilen istisna yapılmamıştır. O da Yüce Allah’ın: "Bu arkası kesilmeyen bir bağıştır."
(Hud, 11/108) buyruğudur. Yüce Allah’ın:
"Sonsuz devirler boyunca, içinde
kalacaklar." (en-Nebe’, 78/23)
buyruğu da bu görüşlerine delil gösterilmiştir.
İşte bu görüş yani cehennemin sonunun geleceği,
cennetin ebedi olacağı görüşü Ömer, İbn Mes’ud, Ebu Hureyre, Ebu Said ve başkalarından
da nakledilmiştir.[163]
Abd b. Humeyd meşhur Tefsir’inde senedini
kaydederek Ömer -Radıyallahu anh-ın şöyle
dediğini zikretmektedir: "Eğer cehennemliklerin, cehennemde kalacakları
süre alic denilen yerin kum taneleri kadar dahi olsa mutlaka o vakit gelip,
bitecek ve onlar oradan çıkacaklardır." Abd b. Humeyd bunu Yüce Allah’ın:
"Sonsuz devirler boyunca içinde
kalacaklar" (en-Nebe’, 78/23)
buyruğunu tefsir ederken zikretmektedir.
Yine bu görüşün sahipleri derler ki: Cehennem
ateşi O’nun gazabının bir gereğidir, cennet te rahmetinin bir gereğidir.
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
de şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah mahlukatı yaratmayı takdir buyurunca Arş’ın
üzerinde nezdinde bulunan bir kitaba şunu yazdı: Benim rahmetim gazabımı geçmiştir."
Bir başka rivayette de: "Gazabıma galip gelmiştir" denilmektedir. Bu
hadisi Buharî Sahih’inde, Ebu Hureyre -Radıyallahu
anh-dan gelen bir senetle rivayet etmiştir.
Yine derler ki: Yüce Allah azab hakkında onun:
"Büyük bir günün azabı"
(el-En’âm, 6/15),"Can yakıcı"
(Hud, 11/26) ve"Akîm (merhamet olunmayacak)" (el-Hacc, 22/55) diye nitelendirmektedir. Tek bir yerde ise ihsan
edeceği nimetlerin bir günün nimetleri olduğunu bildirmemiştir. Yine Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Allah buyurdu
ki: Ben kimi dilersem, onu azabıma uğratırım. Rahmetim ise herşeyi kuşatmıştır."
(el-A’raf, 7/156) Yine Yüce Allah
bizlere meleklerin şu sözlerini nakletmektedir: "Rabbimiz, rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır." (el-Mu’min, 40/7)
O halde (derler) O’nun rahmetinin bu azab
görenleri de kuşatması kaçınılmaz bir şeydir. Eğer sonu gelmeyecek bir vakte
kadar azabta kalacak olurlarsa, rahmeti onları kuşatmış olmaz. Sahih hadiste de
kıyamet günü ellibin yıl ile takdir edilmiştir.[164]
Orada azab göreceklerin azabta kalacakları süre ise günahlarına göre olacaktır.
Ahkemu’l-Hakimîn ve Erhamu’r-Rahimîn olan Yüce Allah’ın ebedi, sonu gelmeyecek,
bitip tükenmeyecek bir şekilde azablandıracağı bir takım yaratıkları yaratmak,
O’nun hikmet ve rahmetine sığmaz. Kendilerine ebedi olarak nimetler ihsan edeceği
ve sonu gelmez lütuflarda bulunacağı varlıklar yaratması ise hikmetin bir gereğidir.
İhsan bizatihi istenen bir şeydir. İntikam ise arizî bir sebeb dolayısıyla
istenir.
Yine bu görüş sahipleri derler ki: Cehennemde
ebedi olarak kalıp oradan çıkılmayacağına, cehennem azabının kalıcı olduğuna ve
bütünüyle büyük bir ziyan olduğuna dair varid olmuş bütün haberler haktır ve
hak oldukları kabul edilir. Bu hususta hiçbir tartışma olmaz. Bu da cehennem
baki kaldığı sürece o azab yurdunda ebedi kalmayı gerektirir. Ancak oradan
cehennemin kalıcılığı mevzubahisken tevhid ehli çıkartılacaktır. Dolayısıyla
hapsin, hapis olarak kalmaya devam ettiği sürece hapisten çıkan kimse ile hapis
yıkılıp harab olduğu için hapsi sona eren kimse arasında elbetteki bir fark
olacaktır.
Cehennemin ebedi kalıcılığını ve yok olmayacağını
kabul edenlerin delillerinin bazıları şunlardır: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlar için sürekli bir azab vardır."
(el-Maide, 5/37); "Onlara (azabları) hafifletilmez. Onlar o
azab içinde ümitsiz kalacaklardır." (ez-Zuhruf, 43/75); "İşte
tadın; artık azabtan başka bir şeyinizi arttırmayacağız." (en-Nebe’, 78/30); "Onlar orada ebediyyen kalacaklardır." (el-Cin, 72/23);
"Onlar oradan çıkarılacak da değillerdir."
(el-Hicr, 15/48)[165]
"Ve onlar ateşten çıkacak da değillerdir."
(el-Bakara, 2/167); "Onlar deve iğne deliğinden geçmedikçe
cennete giremezler." (el-Araf,
7/40); "Onlar hakkında hüküm
verilmez ki ölsünler, onların üzerinden (cehennem) azabından birşey
hafifletilmez." (Fatır, 35/36);
"Çünkü gerçekten O’nun azabı kalıcı
ve yakayı bırakmayandır." (el-Furkan,
25/65) Yani azabı sürekli ve terketmeyendir.
Sünnet’ten pek yaygın şekilde gelmiş rivayetler
de cehennemden la ilahe illallah diyenlerin çıkartılacaklarını göstermektedir. Şefaat
hadisleri de günahkar muvahhidlerin cehennem ateşinden çıkartılacakları
hususunda açık ifadeler taşımaktadır. Bu ise onlara has bir hükümdür, şâyet
kâfirler de oradan çıkacak olurlarsa, onlar da onların durumunda olacaklar,
cehennem ateşinden çıkış iman ehline mahsus olmayacaktır. Cennet ve cehennemin
kalıcılığı ise bizatihi o ikisinin sahip olduğu bir kalıcılık hususiyeti ile değil,
Yüce Allah’ın onları kalıcılar kılmasıyla olur.
Tahâvî’nin -Allah
onarahmet etsin-: "Her ikisine de girecekleri yaratmıştır"
ifadesi ile ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Biz cehennem için cin ve
insanlardan çok kimseler yaratmışızdır."(el-A’raf, 7/179)
Âişe -Radıyallahu
anh-dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-, Ensar’dan bir çocuğun cenazesine çağırıldı.
Ben: Ey Allah’ın Rasûlü dedim, ne mutlu buna, cennet kuşlarından bir kuştur.
Hiç kötülük yapmadı ve o çağa da erişmedi. Şöyle buyurdu: "Yahut başka bir
şey de olabilir, ey Âişe. Şüphesiz Allah cennet’e girecekleri yaratmıştır.
Onları daha henüz babalarının sülblerinde iken cennet için yaratmıştır.
Cehenneme girecekleri de yaratmıştır. Onları kendileri henüz babalarının
sulblerinde iken de orası için yaratmıştır." Bu hadisi Müslim, Ebu Davud
ve Nesaî rivayet etmiştir.[166]
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten Biz insanı karışık bir nutfeden
yarattık. Onu sınar dururuz. Bu sebebten onu işiten ve gören yaptık. Gerçekten
Biz ona yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör bir kâfir."
(el-İnsan, 76/2-3)
Burada hidayetten kasıt ise umumi hidayettir.
Bundan da daha umumi olanı Yüce Allah’ın: "Rabbimiz bütün herşeye hilkatini verip sonra da doğru yolu
gösterendir." (Tâ’hâ, 20/50)
buyruğunda söz konusu edilen hidayettir.[167]
Varlıklar iki türlüdür. Birisi tabiatı
itibariyle musahhar kılınmış olanlar, diğerleri ise iradesiyle hareket edenler.
Birincisinin hidayeti tabiatı gereği Yüce Allah’ın onu ne için musahhar kılmış
ise, ona doğru yol bulması şeklindedir. İkinci türün hidayeti ise kendisine
neyin faydalı, neyin zararlı olduğuna dair bilgi ve şuuruna tabi, olarak
iradesi ile doğru yolu bulma hidayetidir.
Daha sonra bu kısım da üç türe ayrılmıştır:
Bir tür, hayırdan başka bir şey irade etmez ve
ondan bunun dışında bir şeyi irade etmesi dahi beklenmez. Melekler gibi.
İkinci kısım şerden başka bir şey irade etmez ve
ondan şerden başka bir şey irade etmesi dahi beklenmez. Şeytanlar gibi.
Üçüncü kısım ise, iki tür irade sahibidir. insan
gibi.
Sonra bunlar da üç sınıfa ayrılırlar: Bir
kesimin imanı, marifeti ve aklı, hevâ ve arzularına galib gelir, bu da
meleklere katılır.
Diğer bir kısım bunun tam aksi olup bu da şeytanlara
katılır.
Üçüncü bir kısım ise hayvani arzuları aklına
galip gelir ve o da hayvanlara katılır.
Maksat şudur: Her iki varlığı yani aynî olanı da
ilmî olanı da veren Yüce Allah’tır. O’nun var etmesi olmadan hiçbir varlık
olamayacağına göre, O’nun öğretmesi olmaksızın hiçbir hidayet de olmaz. Bütün
bunlar ise O’nun kudretinin kemaline, vahdaniyetinin sübutuna, rububiyetinin
muhakkak oluşuna delillerdendir. O her türlü kusurdan yüce ve münezzehtir.
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin-: "Onlardan dilediklerini kendisinden bir lütuf olmak
üzere cennete, yine onlardan dilediklerini adaletinin bir tecellisi olmak üzere
de cehenneme koyar..." sözlerine gelince, bilinmesi gerekir ki Yüce Allah,
mükafat kazanma sebebi ortadan kalkmadıkça mükafatı, sevabı engellemez. Mükafatın
sebebi ise salih ameldir, çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim mü’min olduğu halde salih ameller işlerse
o zulme uğratılmaktan da korkmaz, eksiltilmesinden de." (Tâhâ, 20/112)
Aynı şekilde Yüce Allah ceza görmeyi gerektiren
sebeb meydana gelmedikçe de kimseyi cezalandırmaz. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Size isabet eden her
musibet ellerinizle kazandıklarınız sebebi iledir. Çoğunu da affeder."
(eş-Şûrâ, 42/30)
Veren de, alıkoyan da Yüce Allah’tır. O’nun
verdiğini kimse engelleyemez, vermediğini de kimse veremez. Ancak O, insana
iman ve salih ameli de lutfedecek olursa, bunun gereği olan mükâfatı da asla
insandan alıkoymaz. Aksine ona hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği
ve hiçbir kimsenin hatırından geçirmediği şekilde mükâfatlar ihsan eder ve
kendisine yakınlaştırır. Ona böyle bir mükâfatı vermeyecek olursa, bu onun
sebebi olan salih amelin bulunmayışından dolayıdır.
Şüphesiz ki O, dilediğine hidayet verir, dilediğini
de saptırır. Ancak bütün bunlarda O’nun belli bir hikmeti vardır ve adaletinin
bir gereğidir. Mükâfat görmenin sebebini teşkil eden salih amellerde bulunmayı
engellemesi, O’nun hikmeti ve adaletindendir. Sebeblerinin ortaya çıkmasından
sonra, sonuçlara gelince hiçbir şekilde onları engellemez. Şâyet bunları
engellemesi ve cezalandırması söz konusu olursa, bu da iman ve salih amel olmadığından
dolayıdır. O kendisinin bir hikmeti ve adaletinin bir gereği olarak ta baştan
bunları vermemiştir. Her iki halde de O’na hamdedilir. O her türlü hal dolayısıyla
kendisine hamdedilendir. O’nun herbir bağışı bir lütuftur. O’nun herbir cezası
da adaletidir. Yüce Allah hikmeti sonsuz olandır, herşeyi en uygun olan yerine
koyar.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara bir âyet gelse: ‘Allah’ın
peygamberlerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz’
derler. Allah peygamberliğini kime vereceğini çok iyi bilendir." (el-En’âm, 6/24); "Biz böylece onların bir kısmını diğer bir kısmı
ile denedik ki: ‘Allah aramızdan bunlara mı lutfetti?’ desinler diye. Allah şükredenleri
en iyi bilen değil midir?" (el-En’âm,
6/53) ve buna benzer başka buyruklar.
Yüce Allah’ın izniyle buna dair daha geniş açıklamalar
gelecektir.
"Kendisi
ile fiilde bulunmanın gerekli olduğu istitââ (güç yetiriş) fiil ile birlikte
olup da mahluk’un kendisi ile nitelendirilemeyeceği tevfîk kabilindendir. Sağlıklı
oluş, genişlik ve imkân buluş, araçların esenlikte oluşu yönünden istitââ ise
fiilden öncedir ve hitab da bununla alâkalıdır. Bu da Yüce Allah’ın:
"Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez."
(el-Bakara, 2/286) buyruğunda dile getirdiği gibidir."
İstitââ, takat, kudret, vüs’at (genişlik) anlam
itibariyle birbirine yakın lafızlardır. Tahâvî’nin zikrettiği şekilde istitââ’nın
iki kısma ayrılması genel olarak Ehl-i Sünnet’in kabul ettiği görüştür, orta
yollu görüş olan da budur.
Kaderiye ve Mutezile de şöyle demektedir: Kudret
ancak fiilden önce olur. Bunların tam aksine Ehl-i Sünnet’ten bir kesim ise
istitââ, ancak fiil ile birlikte bulunur, demişlerdir.
Genel olarak ehl-i sünnet’in görüşü de şu şekildedir:
Kulun emir ve nehy’in esas sebebini teşkil eden belli bir kudreti vardır. Bu da
tekliften önce olur, teklif ile birlikte olması icab etmez. Kendisi vasıtasıyla
fiilin yapılabildiği kudretin ise fiil ile birlikte olması zorunludur. Dolayısı
ile olmayan bir kudretle fiilin var olması da mümkün değildir.
Sağlıklı oluş, güç yetiriş, imkan bulmak ve
araçların sağlıklı olması bakımından kudret ise fiillerden önce olabilir. İşte
bu Yüce Allah’ın: "Ona bir yol bulabilenlerin
o Ev’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır." (Al-i İmran, 3/97) buyruğunda sözü geçen
kudret de budur. Yüce Allah haccı güç yetirene farz kılmaktadır. Şâyet ancak
hacceden kimsenin güç yetirmesi söz konusu olsaydı, o takdirde hac, ancak
hacceden kimseler için farz olur ve kimsenin haccı terketmek dolayısıyla,
cezalandırılmaması gerekirdi. Bu ise İslam dininin kesin bilinen gerçeklerinin
aksinedir.
Yüce Allah’ın: "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun." (et-Teğabun, 64/16) buyruğu da böyledir.
Yüce Allah istitâa (güç yetirebilme) oranında takvâyı farz kılmıştır. Eğer
Allah’tan korkmayan takvalı olmaya güç bulamayacak olsaydı, Yüce Allah takvâyı
yalnızca güç yetirenler için vacib kılmış olur ve takvalı olmayanları da
cezalandırmazdı. Bu ise tutarsızlığı apaçık ortada olan bir husustur.
Yüce Allah’ın: "Kim güç yetiremezse o zaman altmış yoksul doyurmalıdır."
(el-Mücadele, 58/4) buyruğu da bu şekildedir. Bundan kasıt ise sebep ve
araçlara güç yetirebilmektir.
Yüce Allah’ın bize naklettiği münafıkların şu
sözleri de bu kabildendir: "Gücümüz
yetseydi herhalde biz de sizinle beraber çıkardık." (et-Tevbe, 9/42) Ancak Yüce Allah onların
bu sözleriyle yalan söylediklerini belirtmiştir. Çünkü onlar bir işe güç
yetirebilmenin hakikati demek olan istitâa’yı (güç yetirebilmeyi) kastetmiş
olsalardı, böyle bir güce sahip olmadıklarını söylemekle yalan söylemiş
olmazlardı. Yüce Allah’ın onları yalanlamış olması, onların bu sözleriyle
hastalığı yahut ta gerekli malî imkanı bulamamayı kastettiklerini
göstermektedir. Nitekim Yüce Allah bunu daha sonraki buyruklarında şöylece açıklamaktadır:
"Allah’a ve Rasûlüne karşı samimi
olmak şartı ile zayıflara, hastalara... bir günah yoktur... Yol ancak zengin
oldukları halde (geri kalmak için) senden izin isteyenlerin aleyhinedir."
(et-Tevbe, 9/91-93)
Yüce Allah’ın şu buyrukları da böyledir: "İçinizden hür olan mü’min kadınları
nikahlayacak bir bolluğa güç yetiremeyenler..." (en-Nisa, 4/25) Bu buyruğunda ki istitâa (güç yetirebilme)dan kasıt,
gerekli araç ve sebeplere sahip olmaktır. İmran b. Husayn’a, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in söylediği
şu sözlerde de bu manadadır: "Ayakta namaz kıl, eğer buna gücün yetmiyorsa
oturarak, buna gücün yetmiyorsa yanın üzere yatarak (namaz kıl.)" İşte bunlara
güç yetirilememesi halinde fiile de güç yetirememek söz konusu olur.
Kudretin (güç yetirebilmenin) hakikatini teşkil
eden istitâa’nın sabit oluşunun deliline gelince, bu hususta Yüce Allah’ın şu
buyruğu delil olarak zikredilmektedir: "(Çünkü) onların işitmeye güçleri yetmezdi ve görmezlerdi." (Hud, 11/20) Bu buyrukta kastedilen ise
araç ve sebeblerin bulunmadığını anlatmak değil, kudretin gerçek anlamıyla
bulunmadığını anlatmaktır. Çünkü gerekli araç ve sebebler vardı. İleride
"onlar ancak Allah’ın kendilerini mükellef kıldığı şeylere takat (güç)
yetirebilirler" sözlerini açıklarken buna dair daha geniş açıklamalar
gelecektir.
Yine Musa -Aleyhisselam-ın
arkadaşının söylediği: "Doğrusu sen
benimle beraber olmaya asla güç yetiremezsin" (el-Kehf, 18/67) buyruğu ile: "Ben sana benimle beraber olmaya güç yetiremezsin, demedim mi?"
(el-Kehf, 18/72) sözleri de bu
kabildendir.
Bundan kasıt ise sabra güç yetirebilmenin
hakikatidir, sabrın sebeb ve araçları değildir. Çünkü bunlar vardı. Nitekim
bundan dolayı ona sitem ettiğini de görüyoruz. Halbuki bir fiilin işlenmesi
için gerekli araç ve sebebi elinde bulunduramayan bir kimse, o fiili yapmadığı
takdirde kınanamaz. Ancak fiili yapmaya yanaşmayan bir kimse, o fiile güç
yetirebilmeyi yitirdiği için kınanır. Buna sebeb ise emrolunduğundan başka bir şeyle
uğraşmadır yahut ta bu kudretini emrolunduğunun tam zıttı olan bir yönde
kullanmasıdır.
Kudret ancak fiilin işlendiği zamanda bulunur
diyenler, şunu da söyler: Kudret iki zıt şeye elverişli değildir. Fiil ile
birlikte bulunan kudret ancak, o fiili işlemeye elverişlidir ve o kudret o fiil
ile birlikte bulunur. O fiil olmadan, o kudret de olmaz.
Bozuk esaslarına binaen Kaderiye’nin
söyledikleri de şudur: Allah’ın mü’mini ve kâfiri, iyi’yi ve kötü’yü muktedir kılması
eşit şekildedir. Onlar, Yüce Allah’ın itaatkar mü’mine özellikle kendisi vasıtasıyla
imanın hasıl olduğu yardımını verdiğini kabul etmezler. Bilakis kişi, kendiliğinden
itaati tercih etmiştir, diğeri de kendiliğinden masiyeti tercih etmiştir,
derler. Bir babanın oğullarından herbirisine bir kılıç vermesi gibidir.
Onlardan birisi Allah yolunda o kılıçla cihad ederken, diğeri ise o kılıçla yol
kesicilik yapmıştır.
Bu görüş ise kader’i kabul eden Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemaat’in ittifakı ile fasit bir görüştür. Onlar ittifakla şunu kabul etmişlerdir:
Allah’ın itaatkâr kulu üzerinde dinî bir nimeti vardır ve O’, bu nimetini kâfir
bir yana özellikle ona vermiştir. Kâfire vermemiş olduğu bir yardımı ile de
itaat etmesi için mü’mine yardımcı olmuştur. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Fakat Allah size
imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsledi ve küfrü, fıskı ve isyanı size çirkin
gösterdi. İşte onlar doğru yolu bulanların ta kendileridir." (el-Hucurat, 49/7)
Kaderiye bunu şöyle açıklar: Bu sevimli ve süslü
gösteriş, bütün insanlar hakkında umumidir. Bu da hakkın delillerinin açıkça
ortaya konulması ve beyan edilmesi manasınadır.
Halbuki âyet-i kerîme bunun mü’mine has olmasını
gerektirmektedir. Bundan dolayı Yüce Allah: " İşte onlar doğru yolu bulanların ta kendileridirler" diye
buyurmaktadır. Kâfirler ise doğru yolu bulmuşlar değillerdir.
Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah kimi doğru yola iletmeyi dilerse, göğsünü
İslam’a açar. Kimi de saptırmayı dilerse, onun da göğsünü -gökyüzüne tırmanıyormuş
gibi- daraltır, sıkıştırır. Allah iman etmeyenlerin üstüne işte böyle murdarlık
çökertir."
(el-En’âm, 6/125)
Buna benzer âyet-i kerîme’ler, Kur’ân-ı Kerîm’de
pek çoktur. Bunlarla Yüce Allah mü’mine hidayet verenin kendisi olduğunu,
berikini saptıranın da kendisi olduğunu beyan etmektedir.
Bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Allah kime hidayet verirse o doğru yola
erdirilmiştir. Kimi de saptırırsa, artık onun için doğru yola erdirecek bir
veli (dost ve yardımcı) bulamazsın." (el-Kehf, 18/17)
İleride Yüce Allah’ın izniyle bu meseleye dair
daha geniş açıklamalar da gelecektir.
"Kulların
fiilleri Allah’ın yaratması ve kulların da kesbi iledir."
İnsanlar kulların ihtiyarî fiilleri hakkında
farklı görüşlere sahiptir.
Başları el-Cehm b. Safvan et-Tirmizî olan
Cebriye’nin iddiasına göre mahlukatın fiillerindeki tedbirin tümü Yüce Allah’a
aittir ve bütün fiiller mecburi ve zorunludur. Tıpkı felç olanın titremesi
gibidir. Damarların seyirmesi, ağaçların hareket etmesi gibidir. Bu fiillerin
mahlukata izafe edilmesi mecazdır. Bu izafe de bir şeyin mahalline izafe
edilmesi kabilindendir. Yoksa bir şeyi meydana getirene izafe edilmesi
kabilinden değildir.
Bunların tam aksine Mutezile de şöyle der: Canlı
varlıkların yapmış oldukları bütün ihtiyarî fiilleri kendileri yaratırlar. Yüce
Allah’ın yaratmasıyla ilgileri yoktur. Mutezile kendi aralarında: Yüce Allah
kulların fiillerine kadir midir, değil midir? hususlarında farklı görüşlere
sahiptirler.
Hak ehli ise şöyle demektedir: Kullar
fiilleriyle Allah’a itaatkâr veya isyankâr olurlar. Fiilleri Yüce Allah tarafından
yaratılır. Yüce Allah tek başına bütün mahlukatı yaratandır. O’ndan başka
hiçbir yaratıcı yoktur.
Cebriye kader’i kabulde aşırılığa kaçarken,
kulun hiçbir fiilinin olmadığını söylemişlerdir. Nitekim Müşebbihe de sıfatları
kabulde aşırıya gitmiş ve Allah’ı yaratıklara benzetmişlerdir.
Kader’i reddeden Kaderiye ise kulları Allah ile
birlikte yaratıcı konumuna yükseltmişlerdir. O bakımdan Kaderiye bu ümmetin
Mecusi’leridirler.
Başkalarının anlaşmazlığa düştüğü hakka Yüce
Allah, mü’min sünnet ehlini hidayet eylemiştir. Allah dilediğini dosdoğru yola
iletir. Cebriye’ye mensup kimsenin ortaya koyduğu herbir sahih delil, Yüce
Allah’ın herşeyin yaratıcısı olduğuna, O’nun herşeye kadir olduğuna, kulların
fiillerinin de O’nun yarattıklarının bir bölümü olduğuna, dilediğinin olup
dilemediğinin olmadığına delil teşkil etmekle birlikte, kulun hakikat anlamda
fail olmadığına irade ve ihtiyar sahibi olmadığına da delil teşkil
etmemektedir. Onun ihtiyarî hareketlerinin de felçten titreyen kimsenin
hareketleri, esen rüzgarın ve ağaçların hareketleri türünden olmadığını
göstermektedir.
Kaderiye mensubu bir kimsenin ortaya koyduğu
herbir sahih delil de ancak kulun gerçek manada fiilinin faili olduğuna, o
fiili iradesiyle ve gerçek manada ihtiyarı ile yaptığına, fiilin ona izafe ve
nisbet edilişinin gerçek anlamıyla bir izafet olduğuna delil teşkil etmekte,
ancak yapılan bu fiilin Allah’ın kudreti dahilinde olmadığına ve Allah’ın meşîet
ve kudreti dışında meydana geldiğine de delâlet etmemektedir.
Bundan dolayı herbir kesimin sahip olduğu hak
delilleri diğerlerinin hak delillerine kattığımız takdirde ancak Kur’ân’ın ve
Yüce Allah’ın indirmiş olduğu sair kitapların delâlet ettiği şekilde, Allah’ın
kainatta bulunan her türlü ayn ve fiile kadir olup bunların kendi meşîetiyle
meydana geldiğine, kulların kendi fiillerini hakikat manasıyla yaptıklarına ve
bundan dolayı da övülmeyi ya da yerilmeyi hakettiklerine delâlet etmektedir.
İşte bizatihi olan budur. Şüphesiz ki hakkın
delilleri birbirleriyle çatışmazlar. Hak biri, diğerini tasdik eder. Bu özet açıklamalar
ise her iki kesimin delillerini ayrıca zikretmeye elverişli değildir. Ancak bu
delillerin biri diğerini çürütür. Buna karşılık herbir kesimin ileri sürdüğü
delillerden diğerinin iddiasının batıl olduğu ortaya çıkar. Bununla birlikte
her iki kesimin delil olarak gösterdiği bazı hususları kaydettikten sonra,
kabul ettikleri batıl’a bu delillerinin delil olamayacağını açıklayalım.
Cebriye’nin gösterdikleri delillerden birisi şudur:
"Attığın zaman da sen atmadın, ama
ancak Allah attı." (el-Enfâl,
8/17) Burada Allah, Peygamberinin atmadığını belirtirken, atanın kendisi
olduğunu açıklamaktadır. İşte bu, kulun herhangi bir fiilinin olmadığının
delilidir, derler ki: Ceza (amellerin karşılıkları) ise amellere tertib edilen
(ameller dolayısıyla verilen) birşey değildir. Buna delil de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şu buyruğudur:
"Hiçbir kimse cennete kendi ameliyle giremez." Ashab: Sen de mi ey
Allah’ın Rasûlü? deyince, şöyle buyurdu: "Ben dahi; Allah’ın kendi
lutfuyla ve ihsanıyla bir rahmete beni daldırması hali müstesnâ."[168]
Kaderiye’nin gösterdikleri delillerden birisi de
Yüce Allah’ın şu buyruğudur: "Yaratanların
en güzeli olan Allah’ın şanı ne yücedir!" (el-Mu’minûn, 23/14) Kaderiye der ki: Cezanın (amellerin karşılığının)
amellere karşılık olması, bedelin karşılığı kabilindendir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Onların yaptıklarına
bir ceza (karşılık) olmak üzere" (Fussilet,
41/17, el-Ahkaf, 46/14, el-Vakıa, 56/24); "İşte bu cennet, yapageldiğiniz ameller sebebi ile size miras verilmiştir."
(ez-Zuhruf, 43/72) ve buna benzer
buyruklar.
Cebriye’nin delil olarak gösterdiği Yüce Allah’ın:
"Attığın zaman da sen atmadın ama
ancak Allah attı" (el-Enfal,
8/17) buyruğu aslında onların aleyhine bir delildir. Çünkü Yüce Allah:
"Attığın zaman" buyruğu ile rasûlünün de bir atışının varlığını dile
getirmektedir. Böylelikle tesbit edilen ile nefyedilenin aynı şey olmadığı, ayrı
şeyler olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu da şudur: Atmanın bir başlangıcı ve bir de
bitişi vardır. Atmanın başlangıcı elden çıkarmak ve fırlatmaktır, bitişi ise
isabet etmesidir. Bunların her ikisine de atma tabiri kullanılır. O takdirde
mana -doğrusunu en iyi bilen Yüce Allah’tır ya- sen elinden fırlattığın zaman,
isabet ettiren sen olmadın, isabet ettiren Allah oldu, demektir. Yoksa onların
bu açıklamalarını kabul edecek olursak, şöyle demek gerekir: Namaz kıldığın
zaman sen kılmadın ama Allah namaz kıldı. Oruç tuttuğun zaman sen oruç tutmadın,
zina ettiğin zaman sen zina etmedin, hırsızlık yaptığın zaman sen hırsızlık
etmedin... bu sözlerin tutarsızlıkları ise açıkça ortadadır.
Cezanın amellere bağlı olmasına gelince;
Cebriye’de, Kaderiye’de bu hususta sapıtmıştır. Allah ehl-i sünnet’i ise doğruya
iletmiştir, hamd ve minnet duygularımız yalnız O’nadır. Gerçek şu ki nefy
halinde "be" harfinin kullanılması, olumlu halde "be"
harfinin kullanılması gibi değildir. Hz. Peygamber’in: "Hiçbir kimse cennete
ameli ile giremeyecektir" derken nefy’de kullandığı "be" harfi
ivaz be’si diye bilinir. O da amelin bir kimsenin cennete girmesi için bir
bedel olması anlamını verir.
Nitekim Mutezilede bu kanaattedir. Onlara göre
amelde bulunan bir kimse ameli dolayısıyla cennete girmeye hak kazanır ve bu
onun Rabbi üzerindeki bir hakkıdır. Oysa bu Allah’ın rahmet ve lutfu iledir.
Yüce Allah’ın: "Yaptıklarına bir karşılık olmak üzere" (Fussilet, 41/17) buyruğunda
ve benzerlerindeki "be" harfi ise sebeblilik bildirir ve bu da
amelleriniz sebebiyle anlamındadır. Sebebleri de, sonuçları da yaratan ise Yüce
Allah’tır. Böylelikle hepsi katıksız olarak lütuf ve rahmetine raci olmaktadır.
Mutezile’nin Yüce Allah’ın: "Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şanı ne
yücedir!" (el-Mu’minun, 23/14)
buyruğuna gelince, âyet suret verip takdir edenlerin en güzeli demektir.
"Yaratmak" fiili zikredilmekle birlikte "takdir" anlamı
kastedildiği de olur. İşte burada da kastedilen odur. Buna Yüce Allah’ın:
"Allah herşeyi yaratandır."
(er-Râd, 13/16, ez-Zumer, 49/62)
buyruğu buna delildir. Yani Allah mahluk olan herşeyin hâlik’idir, yaratıcısıdır.
Böylelikle kulların fiilleri de "herşey"in kapsamına girmektedir.
Onların Yüce Allah’ın kelâmını bu "herşey"
lafzının genel kapsamına sokmaları şeklindeki görüşleri ne kadar da tutarsızdır!
Halbuki kelâm Allah’ın sıfatlarından bir sıfat’tır. O’nun mahluk olması imkansız
bir şeydir. Diğer taraftan onlar "herşey" lafzının genel çerçevesinin
dışına yaratılmış bulunan fiillerini çıkartmışlardır. Peki "herşey"
lafzının genel kapsamına mahluk olandan başka bir şey girer mi? O’nun mukaddes
zatı ve sıfatları ise bu lafzın ulvî kapsamına girmez. Diğer taraftan sair
bütün mahlukat bu lafzın genel kapsamı içerisindedir.
Yüce Allah’ın: "Allah sizi ve yaptığınız amelleri de yaratandır." (es-Saffat, 37/96) buyruğu da böyledir.
Bizler buradaki "mâ" mastar manası içindir, diyemeyiz. Çünkü O, sizi
ve sizin amellerinizi yaratmıştır demektir. Zira ifadelerin akışı
"mâ"nın mastar anlamını vermesine engeldir. Çünkü İbrahim -Aleyhisselam- kavminin yontma eylemini
değil, yontulmuş varlıklara ibadetleri reddetmiştir. Ayet-i kerîmede yontulan
nesnelerin Yüce Allah tarafından yaratılmış olduklarına delildir. Halbuki bu
yontulan şeyler ancak onların fiilleriyle yontulmuştur. Buna göre onların
fiillerinin bir etkisi ve sonucu olan bir iş, Yüce Allah’ın da mahluk’u
olmaktadır. Eğer yontma işi Yüce Allah’ın mahluk’u olmamış olsaydı, yontulan şey
de O’nun mahluku olmazdı. O’nun mahluku sadece tahta yahut ta taş olurdu, başka
bir şey olmazdı.
Mutezile’ye mensub müteahhirlerin imamı
Ebu’l-Hüseyin el-Basrî’nin naklettiğine göre, kulun kendi fiilini ihdas edeceğinin
bilinmesi zaruridir (kesindir.) er-Razî’nin zikrettiğine göre de mümkün, muhdes
(sonradan yaratılan) bir fiilin, tercih edici bir sebebe muhtaç olması, o
fiilin var olması halinde gereklidir; olmaması halinde gerekli olmaması ise
zaruri (zorunlu) bir şeydir.
Her ikisinin de sözünü ettiği bilginin zaruriliği
doğrudur. Fakat herbirisinin kalkıp; bu zaruri bilgi diğerinin iddia ettiği
zorunluluğu çürütür, iddiasında bulunmasını kabul edemeyiz. Aksine her ikisi de
zaruri bilgi ile ilgili iddialarında doğru söylemektedir. Ancak yanlışlıkları
diğerinin iddiasındaki hakkı inkâr etmekte ortaya çıkmaktadır.
Çünkü kulun kendi fiilini ihdas edici olması ile
bu ihdas’ın varlığının Yüce Allah’ın meşîeti ile vacib oluşu arasında bir aykırılık
yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Herbir nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü hem de
takva’yı ilham edene yemin olsun..." (eş-Şems, 91/7-8)
Yüce Allah’ın: " Sonra da ona hem kötülüğü hem de takva’yı ilham edene" buyruğunda
"ona ilham edene" ifadesinde kader isbatlanmakta, aynı şekilde kötülüğü
ve takvayı nefsine izafe etmekle, kulun fiilini de isbat etmektedir. Böylelikle
günahkâr ya da takvâ sahibinin o nefis olduğu bilinsin diye. Bundan sonra Yüce
Allah’ın: "Onu temizleyen muhakkak
felah bulmuştur, onu örten kimse de muhakkak ziyana uğramıştır." (eş-Şems, 91/9-10) diye buyurması, aynı şekilde
kulun fiilini isbat etmektedir. Bunun benzerleri de pek çoktur.
Velhasıl kulun fiili gerçek anlamıyla kul’a
aittir, ancak Yüce Allah’ın da yaratığıdır, Allah’ın yaptığıdır. Bu, bizatihi
Allah’ın fiilinin kendisi değildir. Çünkü etmek ile edilgen aynı şeyler değildir,
yaratmak ile yaratık aynı şeyler değildir. İşte Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-: "Kulların fiilleri Allah’ın yaratığı,
kullar için de bir kesb’dir" derken bu hususa işaret etmekte ve kulların
fiil ve kesbinin olduğunu tesbit ederken, yaratmayı Yüce Allah’a izafe
etmektedir. Kesb de, fayda ya da zarar olarak yapanına kendisinden bir şeyler
avdet eden fiilin adıdır. Yüce Allah’ın: "Herkesin kazandığı kendisine, yaptığı da onun aleyhinedir" (el-Bakara, 2/286) buyruğu gibi.
"Yüce
Allah onları ancak takat getirebilecekleri şeylerle mükellef tutmuştur. Onlar
da ancak kendilerini mükellef tuttuğu şeylere takat getirebilirler. İşte bu da
"lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah" sözünün açıklamasıdır. Biz (bu
sözle): Hiçbir kimse Allah’ın yardımı ile olmadıkça Allah’a isyandan uzak
kalmaya çare bulamaz, başka bir tarafa yönelemez ve herhangi bir harekette
bulunamaz. Yüce Allah’ın tevfıki ile olmadıkça da hiçbir kimse Allah’a itaati
yerine getirmeye, onun üzerinde sebat göstermeye güç bulamaz, demek istiyoruz.
Herşey
Yüce Allah’ın meşîeti, ilmi, kaza ve kaderi ile cereyan eder. O’nun meşîeti
bütün meşietlere galip gelir, O’nun kazası da bütün çareleri yenik düşürmüştür.
O dilediğini yapar ve asla zulmetmez: "O işlediklerinden sorumlu tutulmaz.
Halbuki onlara sorulur." (el-Enbiyâ, 21/23)"
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin-: "Yüce Allah onları ancak takat gösterebildikleri şeylerle
mükellef tutmuştur" sözü ile ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden
başkasını yüklemez." (el-Bakara,
2/286); "Biz kimseye gücünün
yettiğinden başkasını yüklemeyiz."
(el-En’âm,
6/152, el-A’raf, 7/42, el-Mu’minun, 23/62)
Ebu’l-Hasen el-Eşârî’den nakledildiğine göre,
takat dışında kalan şeylerle mükellef tutmak aklen caizdir. Ancak onun mezhebine
mensub olanlar bu şeriatta varid olmuş mudur, değil midir? hususunda farklı
görüşlere sahiptirler. Bunun varid olduğunu kabul edenler Ebu Leheb’e iman
etmesi emrinin verilmiş olmasını delil gösterirler. Yüce Allah onun iman
etmeyeceğini ve alevli bir ateşi boylayacağını haber vermiştir. Bununla
birlikte o iman etmeyeceğine inanmakla emrolunmuş idi. Bu ise zıt iki şeyi bir
arada bulundurmak kabilinden bir tekliftir ve bu da imkansızdır.
Böyle bir imkansızlık iddiasına cevap şudur:
Bizler onun iman etmeyeceğine inanmakla emrolunmuş olduğunu kabul etmiyoruz.
Kendisi vasıtasıyla iman edebileceği istitaat da onda vardı. O imanı elde
etmekten âciz değildi. Daha önce istitâa’nın açıklamasında geçtiği üzere ancak
güç yetirebildiği şeyle mükellef tutulmuştu.
Yüce Allah’ın meleklere: "Bana bunların isimlerini haber
veriniz." (el-Bakara, 2/31)
diye buyurmuş olması, isimlerini bilmemekle birlikte, bu varlıkların isimlerini
haber vermeleri gerekli değildir. Kıyamet gününde suret yapıcılara:
"Yarattığınıza hayat veriniz."[169]
denilmesi de onların böyle bir şeyi yapabilecek durumda olmalarını
gerektirmemektedir. Buna benzer örnekler çoktur. Çünkü bu yapanına mükâfat
verilecek, terkedeni de cezalandırılacak bir fiilin yerine getirilmesi şeklinde
bir teklif değildir. Bu, âciz bırakmak maksadıyla yöneltilecek bir hitabtır.
Aynı şekilde Yüce Allah’ın şu buyruğunda yer
alan: "Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz
şeyi bize yükletme" (el-Bakara,
2/286) buyruğunda yer alan mü’minlerin duasından da böyle bir teklif’in
lüzumu anlaşılmaz. Çünkü güç yetirilemeyen bir şeyin yükletilmesi teklif değildir.
Aksine kula takat getiremeyeceği ve ölümü ile sonuçlanacak bir dağı taşımasını
istemesi mümkündür.
İbnu’l-Enbarî der ki: Bu şu demektir: Bizlere
edası ağır gelecek bir yük yükleme. Her ne kadar sıkıntılara katlanarak,
zorlanarak ve hoşa gitmeyen şeylere tahammül ederek, güç yetirecek olsak dahi.
O, Araplara akıllarıyla kavrayabilecekleri üslupla hitab etmiştir. Onlardan
herhangi bir kimse nefret ettiği bir şahsa -aslında böyle bir şeye takati olmakla
birlikte-: Seni görmeye tahammül edemiyorum, der. Ancak onu görmesi, ona ağır
geldiğinden dolayı böyle söyler. Hikmet açısından yapması halinde mükâfat
göreceği, yapmaması halinde de ceza göreceği şekilde bir dağı taşımakla
mükellef tutmak caiz değildir. Nitekim Yüce Allah, kendi zatı hakkında hiçbir
kimseye takati dışında ve güç yetiremeyeceği bir hususu yüklemeyeceğini haber
vermektedir.
Onlardan kimisi de şöyle demektedir: Bizatihi
imkansız olanı değil de adeten imkansız olanın teklif’i mümkündür. Çünkü
bizatihi imkansız olan bir şeyin varlığı, zaten düşünülemez. Öbürünün aksine
böyle bir şeyi emretmek de akla sığmaz.
Kimileri de şöyle der: Âciz bıraktığından ötürü
güç yetirilemeyen bir şeyin teklifi caiz değildir. Onun zıttı ile meşgul olunduğundan
dolayı güç yetirilemeyen şey ise böyle değildir. Bununla mükellef tutmak
caizdir. Bunlar mana itibariyle selef’e ve imamlara uygun kanaat belirtmişlerdir.
Ancak onların kulun terkettiği bir işi, zıttı ile meşgul olduğundan ötürü onu
terkedip güç yetirilemez, olarak değerlendirmeleri hem şer’î bakımdan, hem dil
açısından bir bid’attir. Çünkü bu ifadenin muhtevası kul yapmadığı bir işi
yapmaya güç yetiremez, şeklindedir.
Onların böyle bir kanaati kabul etmelerine sebeb
ise şu görüşü benimsemeleridir: İstitâa
ile Kudret ile aynı şey olan takat (güç yetirmek), ancak fiil ile
birlikte olur. O bakımdan derler ki: Bir fiili yapmayan her kimse, ona takat
getiremez demektir. Bu ise Kitab’a, sünnet’e ve selef’in icma’ına muhaliftir.
Aynı zamanda daha önceden istitâa’nın söz konusu edildiği esnada işaret edildiği
üzere, genel olarak akıl sahibi kimselerin kabul ettiklerine de muhaliftir.
Ancak fiil ile birlikte var olan güç yetirmeye
gelince, bu teklif’te aranan bir şart değildir. Bununla birlikte gerçekte fiilî
bir irade de vardır. Bu görüşü benimseyenler Yüce Allah’ın: "Onların işitmeye güçleri yetmezdi."
(Hud, 11/20); "Sen benimle beraber sabretmeye güç bulamazsın."
(el-Kehf, 18/67) buyruğunu da delil
göstermişler, fakat bu buyruklarda onların istitâa adını verdikleri şey
kastedilmemektedir. Onların istitâa dedikleri şey ise ancak fiil ile birlikte
olandır.
Yüce Allah (Hud suresinde) sözü edilen bu
kimseleri işitmeye güç yetiremeyişleri dolayısıyla yermektedir. Eğer burada
fiil ile birlikte olan istitâa’yı kastetmiş olsaydı, elbetteki bütün mahlukat işitmeden
önce işitebilme gücüne sahip değildirler. Dolayısıyla onların böyle bir yergi
ile özellikle söz konusu edilmelerinin bir anlamı da olmazdı. Fakat bunlar
-hakka olan nefretleri ve hakkın onlara ağır gelmesi dolayısıyla ya hak
sahibini kıskandıklarından ya da hevalarına tabi oldukları için- işitmeye güç
yetiremiyorlardı.
Musa -Aleyhisselam-
da şeriatın zahirine muhalif olarak gördüğü bu hususta ona dair bilgi sahibi
olmadığı için sabredemiyordu. Arapça’da da, diğer dillerde de böyledir. Başkasına
buğzeden kimse hakkında: Ona iyilik yapma gücünü bulamaz, denilir. Sevdiği
kimse hakkında da: Ona ceza verecek gücü bulamaz, denilir. Buna sebeb ise o
kimseye karşı beslediği sevgidir, onu cezalandırmaktan aciz oluşu değildir. Bu
gibi ifadeler de mübalağa için kullanılır. Mesela, ölesiye kadar onu mutlaka
döveceğim, demek gibi. Maksat ileri derecede vurmaktır. Ancak (onların bu hoşlanmayışları)
bir mazeret teşkil etmez. Zira Yüce Allah kullara sadece hoşlarına giden
emirler vermiş olsaydı, göklerin ve yerin düzeni bozulurdu. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Eğer hak hevalarına
uysaydı, göklerle yer ve içlerinde bulunanlar fesada uğrardı." (el-Mu’minun, 23/71)
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin-: "Onlar da ancak kendisiyle mükellef tuttuğu şeylere
güç yetirebilirler..." sözleri de şu demektir: Onlar ancak kendilerini
muktedir kıldığı şeylere takat getirebilirler. İşte bu bir çeşit ilahi tevfık
türünden olan takat’tir. Yoksa sağlık, güç yetirebilmek, imkan bulmak ve
araçların esenlikli olması anlamındaki takat türünden değildir.
"Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh"
sözü de kader’in varlığını isbat eden bir delildir. Bundan sonraki ifadeleriyle
de Tahâvî bunun anlamını açıklamıştır. Ancak kendisinin -Allah ona rahmet etsin- ifadesinde açıklanması gereken bir taraf
vardır. Çünkü teklif muktedir kılmak manasına kullanılmaz, ancak emir ve nehiy
manasına kullanılır.
O ise şöyle demiştir: "Onları ancak takat
gösterebildikleri şeylerle mükellef tutmuştur ve onlar, O’nun kendilerini
mükellef tuttuğu şeylere ancak güç yetirebilirler." Bu ifadeler zahiren
aynı manayı dile getirmektedir. Ancak böyle bir şey sahih değildir. Zira kullar
Allah’ın kendilerini mükellef tuttuğunun üstünde de bir takım şeylere güç
yetirebilmektedirler, fakat Yüce Allah kulları için kolaylığı ve
yükümlülüklerini hafifletmeyi murad etmiştir. Şu buyruklarda olduğu gibi: "Allah size kolaylık diler, güçlük
istemez." (el-Bakara, 2/185);
"Allah üzerinizdeki yükleri
hafifletmek ister." (en-Nisa,
4/28); "Dinde size güçlük
vermedi."
(el-Hacc, 22/78)
Şâyet Yüce Allah bizi mükellef tuttuğu hususları
daha da arttırmış olsaydı, onlara da güç yetirebilirdik. Ancak O, bize lütufta
bulunmuş, merhamet etmiş, yükümüzü hafifletmiş, dinde bize zorluk vermemiştir.
Görüldüğü gibi kendisinin ifadesinde nisbeten
düzeltmeyi gerektiren bir taraf vardır. Bunu iyice düşünmek gerekir.
"Herşey Allah’ın meşîeti, ilmi, kaza ve
kaderi ile cereyan eder" sözleri ile Allah’ın kaza’sından şer’î olanı değil,
kevnî kazayı kastetmektedir. Çünkü kaza hem kevnî, hem şer’î olabilir. İrade,
emir, izin, Kitab, hüküm, haram kılmak, kelimeler ve buna benzer tabirler de
böyledir.
Kevnî kaza Yüce Allah’ın: "Böylece onları yedi gök olmak üzere iki
günde yarattı.(Kadâhunne)" (Fussilet,
41/12) buyruğunda dile getirilmektedir.
Dini ve şer’î kaza (hüküm) Yüce Allah’ın şu
buyruğunda ifade edilmiştir: "Rabbin
şunları hükmetti (Kadâ): Kendisinden başkasına ibadet etmeyin." (el-İsra, 17/23)
Kevnî ve dini iradeye gelince, buna dair açıklamalar
daha önceden Tahâvî’nin: "Ve ancak O’nun dilediği olur" sözleri açıklanırken
geçmişti.
Kevnî emir Yüce Allah’ın şu buyruğunda söz
konusu edilmektedir: "O bir şeyi
diledi mi, ona emri sadece ol, demesidir. O da oluverir." (Yasin, 36/82)
Şer’î emir, şu buyruklarda dile getirilmektedir:
"Muhakkak Allah adaletle,
iyilikle... emreder." (en-Nahl,
16/90); "Şüphesiz Allah size
emanetleri ehline vermenizi emreder." (en-Nisa, 4/58)
Yüce Allah’ın şu buyruğu ile kevnî izine değinilmektedir:
"Allah’ın izni olmadıkça, onunla
hiçbir kimseye zarar verebilecek değillerdi." (el-Bakara, 2/102)
Yüce Allah’ın: "Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz, yahut onu kökleri üzere dikili bırakmanız
hep Allah’ın izni ile olmuştur." (el-Haşr,
59/5) buyruğunda da şer’î izin dile getirilmektedir.
Kevnî kitab’a (yazısına) gelince, bu da Yüce
Allah’ın şu buyruklarında ifadesini bulur: "Uzun ömürlünün ömrünün uzatılması da, ömrünün eksiltilmesi de ancak bir
kitabtadır. Şüphesiz ki bu Allah’a göre pek kolaydır." (Fatır, 35/11); "Andolsun ki Biz Tevrat’tan sonra Zebur’da:
‘Arza Benim salih kullarım mirasçı olur’ diye yazdık." (el-Enbiya, 21-105)
Şer’î, dini kitab’a (yazmaya) gelince, bu da
Yüce Allah’ın şu buyruklarında ifade edilmektedir: "Biz onda (Tevrat’ta) onlara şunu (farz olarak) yazdık: Can’a
can..." (el-Maide, 5/45);
"Ey iman edenler! Oruç sizden
öncekilere (farz olarak) yazıldığı gibi sizin üzerinize de yazıldı."
(el-Bakara, 2/183)
Kevnî hüküm de Yüce Allah’ın Yakub -Aleyhisselam-ın oğlunun söylediğini
naklettiği şu ifadelerde dile getirilmektedir: "Artık ya babam izin verinceye, yahut benim için Allah hükmedinceye
kadar katiyyen bu yerden ayrılmam. O hükmedicilerin en hayırlısıdır." (Yusuf, 12/80); "Dedi ki: ‘Rabbim, hak ile hükmet. Bizim
Rabbimiz Rahman’dır, sizin niteleyegeldiklerinize karşı yardımı istenen
O’dur." (el-Enbiya, 21/112)
Şer’î hükümden de Yüce Allah’ın şu buyruklarında
söz edilmektedir: "İhramda iken
avlanmayı helal saymamak şartı ile ve size okunacak olanlar hariç olmak üzere,
size dört ayaklı davarlar helal kılındı. Şüphesiz Allah dilediği hükmü
koyar." (el-Maide, 5/1);
"Bunlar Allah’ın hükümleridir, aranızda
O hükmeder."
(el-Mumtehine,
60/10)
Kevnî haram kılmak da Yüce Allah’ın şu buyruklarında
söz konusu edilmiştir: "Buyurdu ki:
‘Artık orası onlara kırk yıl haram edildi. Onlar o yerde (Tîh’de) şaşkın şaşkın
dolaşacaklardır.’" (el-Maide,
5/26); "Helak ettiğimiz bir ülke
halkının (mahşere) dönmemeleri haramdır (imkansızdır.)" (el-Enbiya, 21/95)
Şer’î tahrim’de Yüce Allah’ın: "Leş, kan... size haram kılındı." (el-Maide, 5/3); "Size anneleriniz... haram kılındı,"
(en-Nisa, 4/23) buyruklarında dile
getirilmiştir.
Kevnî kelimeleri de Yüce Allah’ın şu buyruğunda
söz konusu edilmektedir: "Rabbinin İsrailoğullarına
olan o pek güzel kelimesi sabretmelerinden ötürü bütünüyle yerini buldu."
(el-A’raf, 7/137) Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in: "İyi
ya da kötü hiçbir kimsenin kendilerini aşıp ileri geçemediği o tam ve eksiksiz
olan Allah’ın kelimeleri ile (Allah’a) sığınırım"[170]
hadisinde de bu kevnî kelimeler kastedilmektedir.
Şer’î, dini kelimeler de Yüce Allah’ın: "Hani Rabbi İbrahim’i bir takım kelimelerle
imtihan etmişti. O da bunları eksiksiz yerine getirmişti" (el-Bakara, 2/124) buyruğunda dile
getirilmektedir.
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin-: "O dilediğini yapar ve O asla zulmedici değildir"
sözlerine gelince, Kur’ân’ın delalet ettiği husus Yüce Allah’ın kullarına
zulmetmekten kendi zatını tenzih ettiği şeklindedir. Bu da Kaderiye ile
Cebriye’nin görüşleri arasında orta bir kanaati benimsemeyi gerektirmektedir.
Ademoğulları tarafından zulüm ve çirkin olarak
değerlendirilen bir husus -Kaderiye, Mutezile ve benzerlerinin dedikleri gibi-
onun tarafından zulüm ve çirkin bir iş olarak değerlendirilmez. Çünkü bu Yüce
Allah’ı yarattıklarına benzetmektir. O’nu, onlara kıyas etmektir. O Ğanî (asla
muhtaç olmayan) ve herşeye kadir olan bir Rab’tir. Kendileri ise Allah’ın kahrı
altında O’na muhtaç olan kullardır.
Zulüm ise kelam’cıların ve diğerlerinin
söyledikleri gibi kudretin kapsamı içerisine girmeyen imkansız şeyler anlamında
değildir. Onlar şöyle derler: Kudret çerçevesi içerisinde olup mümkün olan şeylerde
zulüm olmasına imkan yoktur. Aksine mümkün olan herbir şey O’ndandır, onu
yapacak olursa adalettir. Zira zulüm, ancak başkası tarafından kendisine emir
ve yasaklar verilmiş kişi tarafından yapılır. Allah ise böyle değildir.
Yüce Allah’ın şu buyrukları bu görüşün tam
aksini ortaya koymaktadır: "Kim
mü’min olduğu halde salih ameller işlerse, o zulme uğratılmaktan da korkmaz,
(mükafatının) eksiltilmesinden de." (Tâ’hâ, 20/12); "Benim
yanımda söz değiştirilmez ve Ben kullara asla zulmedici de değilim." (Kaf, 50/29); "Biz onlara zulmetmedik fakat onlar bizzat zalimler idiler." (ez-Zuhruf, 43/76); "Onlar işlediklerini de hazır bulacaklardır.
Rabbin kimseye zulmetmez." (el-Kehf,
18/49); "Bugün de herkese kazandığının
karşılığı verilir, bugün zulmetmek yoktur. Şüphesiz Allah hesabı pek çabuk
görendir."
(el-Mu’min, 40/17)
Allah Rasûlünün, Rabbinden rivayet ettiği şu
buyruklar da bu türdendir: "Ey kullarım! Şüphesiz ki Ben kendime zulmü
haram kıldım. Aranızda da onu haram kıldım. O halde birbirinize
zulmetmeyiniz."[171]
İşte bu, iki hususa delil teşkil etmektedir:
1- Yüce Allah, kendisine
zulmü haram kılmıştır. İmkansız olan bir şey ise böyle nitelendirilemez.
2- O, zulmü kendisine
haram kıldığını haber vermektedir. Tıpkı kendisi üzerine rahmeti yazdığını
haber verdiği gibi. Bu da onların zulmün ancak kendisine emir ve nehy verilen
kimse tarafından söz konusu olabileceği, Yüce Allah’ın ise bu durumda olmadığı şeklindeki
delillerini çürütmektedir. Çünkü onlara şöyle denilir: Her türlü eksiklikten
münezzeh olan Yüce Allah kendisi üzerine rahmeti yazmış ve kendisine zulmü
haram kılmıştır. Görüldüğü gibi O, kendisi üzerine rahmeti yazdığı gibi, güç ve
kudreti çerçevesinde olup kendisi için imkânsız olmayan bir hususu da kendisine
haram kılmıştır.
Aynı şekilde Yüce Allah’ın: "O zulme uğratılmaktan da korkmaz, (mükafatının)
eksiltilmesinden de." (Tâ’hâ,
20/112) buyruğunu selef zulüm, onun üzerine başkasının günahlarının
yükletilmesi, eksiltilmesi ise yaptığı iyiliklerin eksiltilmesi diye açıklanmıştır.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde: "Hiçbir
nefis bir başka nefsin günah yükünü yüklenmez" (el-İsra, 17/15) diye buyurmaktadır.
Diğer taraftan insanın kudret çerçevesi içerisine
girmeyen ve imkansız olan bir şeyden korkması söz konusu değildir ki, bu açıdan
ona ayrıca teminat verilmesine gerek duyulsun. Olsa olsa mümkün olan birşeye
karşı ona teminat verilebilir. Yüce Allah: "Korkmaz" buyruğu ile
zulümden yana ona teminat verdiğine göre, bunun mümkün ve kendisine güç ve
kudret yetirilebilen bir iş olduğu da anlaşılmış olmaktadır.
"Benim huzurumda çekişmeyin" buyruğundan
itibaren; "Benim huzurumda çekişmeyin...
ve Ben kullara asla zulmedici de değilim." (Kaf, 50/28-29) buyruğunda da aynı şekilde Allah’ın kudreti
çerçevesinde olan ve kendisinin yapması imkansız olan bir husus
nefyedilmemektedir. Nefyedilen, Yüce Allah’ın kudreti çerçevesinde bulunan ve
mümkün olan bir husustur. O da kulların amellerinden başkası ile cezalandırılmalarıdır.
Aksi kanaati savunanların görüşüne göre Yüce
Allah, hiçbir fiilden münezzeh değildir ve hiçbir fiili işlemekten yana
mukaddes değildir. Aksine hepsi mümkündür. O hiçbir fiili işlemekten tenzih
edilmez, aksine O’nun bütün işleri güzeldir. Kötü fiilin de hakikati yoktur.
Hatta bu imkansız bir şeydir, imkansız olan bir şeyin de hakikati olmaz.
Kur’ân-ı Kerîm ise bir çok yerde bu görüşün tam
aksine delâlet etmektedir. Bu buyruklarda Yüce Allah kendi zatını, kendisine
layık olmayan ve yakışmayan işlerden tenzih etmiştir. Böylelikle O’nun kötü
fiillerden, kusurlu ve yerilen işlerden münezzeh ve mukaddes olduğu ortaya çıkmaktadır.
Nitekim O, kötü vasıflardan, kusurlu ve yerilen sıfatlardan da münezzeh ve
mukaddestir. Bu da Yüce Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Acaba siz, Bizim sizi boşuna yarattığımızı
ve sizin Bize gerçekten döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?" (el-Mu’minun, 23/115) Yüce Allah kendi
zatını mahlukatı boşu boşuna yaratmış olmaktan tenzih etmekte ve böyle bir zannı
taşıyanların kanaatlerini reddetmektedir, bu ise bir fiildir.
Yüce Allah’ın: "Biz müslümanları o günahkârlar gibi kılar mıyız hiç?" (el-Kalem, 68/35) buyruğu ile: "İman edip, salih amel işleyenleri,
yeryüzünde fesad çıkaranlar gibi mi kılarız? Yahut takva sahiplerini günahkarlar
gibi mi kılarız?" (Sad, 38/28)
buyruğu ile Yüce Allah’ın bu iki kesimi birbirine eşit kılmasını mümkün gören
kimselerin bu kanaatlerini reddetmektedir. Şu buyruk ta böyledir: "Yoksa kötülük işleyenler kendilerini iman
edip, salih amel işleyenler gibi kılacağımızı ve hayatları ile ölümlerinin bir
olacağını mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorla!." (el-Casiye, 45/21)
Bu buyrukta da O’nun bu şekilde hareket edeceğini
zannedenlerin kanaatleri reddedilmekte, böyle bir hükmün kötü ve çirkin bir
hüküm olduğu ve yüce Rabbin bundan münezzeh olduğu bildirilmektedir.
Ebu Davud ile Hakim’in el-Müstedrek’te
kaydettikleri İbn Abbas, Ubade b. es-Samit ve Zeyd b. Sabit yoluyla gelen
rivayete göre Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah semavatında ve
arzında bulunanların hepsini azaplandıracak olursa, onlara zulmetmesi söz
konusu olmaksızın onları azaplandırmış olur. Eğer onlara rahmet buyuracak
olursa, elbetteki O’nun rahmeti onlar için öz amellerinden daha hayırlı
olur."[172]
Bu hadis Cebriye’ye karşı gösterilen
delillerdendir. Kaderiye’ye gelince, onların benimsedikleri bozuk usûl ve
ilkelere uygun düşmemektedir. Bundan dolayı onlar, bu hadisi ya yalanlamışlardır
yahut ta olmadık şekilde te’vil etmişlerdir.
Bu hadise karşı takındıkları tutumları dolayısıyla
en bahtiyar olan kimseler ehl-i sünnettir. Çünkü onlar bu hadisi tasdik ile karşılamışlar,
onun Yüce Allah’ın azamet ve celâlini, mükellefler üzerindeki nimetinin üstün
değerini ifade ettiğini bilmişlerdir. Bu hadis ayrıca mahlukatın üzerlerindeki
nimetlerin hakkını ödemekten aciz olduklarını da ortaya koymaktadır. Bu da ya
onların âcizlikleri, ya cahillikleri, ya kusurlu davranışları ve buna aldırmayışları
dolayısıyladır. Yahut ta güç yetirebildikleri kadarıyla dahi şükürde bulunmayışlarıdır.
Bazı yönleriyle dahi bunu ihmal edişleridir.
O’nun semavat ve arz ehli üzerinde hakkı, O’na
itaat edilip isyan edilmemesi, anılıp unutulmaması, şükredilip O’na nankörlük
edilmemesidir. O’na karşı duyulan sevginin gücü ve O’na dönüşün tevekkül ve haşyetin
gözetimi altında bulunma şuuru, korku ve ümidin hepsinin O’na yönelik olması ve
O’na bağlı olması gerekir. O kadar ki kalb O’nun muhabbetine ve O’nun
uluhiyetine kulluk etmeye kendisini vermelidir. Münhasıran bu şekilde O’na
yönelmelidir, dil de sadece O’nu anmalı, organlar da O’na itaate adanmalıdır.
Bunun genel anlamıyla güç yetirilen bir şey olduğunda
şüphe yoktur. Fakat nefisler bu hususta cimrilik ederler. Bu cimrilik
mertebeleri ise, Yüce Allah’tan başkasının sayısını bilemediği kadar pek çoktur.
İtaatkârların çoğunun da nefisleri bazı yönleriyle bunun gereğini yerine
getirseler bile, diğer bazı yönleriyle yine cimrilik ederler. Allah’ın muradına
karşı bir irade ortaya koymayan, yahut yapmasını sevdiği işten başkasını
istemeyen bir kimse bulunabilir mi? Yaratılış maksadına muhalif bir iş yapmayan
-zamanlardan bir zamanda olsa dahi- kimse var mıdır? Eğer şanı yüce Rabbimiz
semavat ve arz ehline adaletinin gereğini uygulayacak olursa, elbetteki
adaletiyle onları azaplandırır ve yine de onlara zulmetmiş olmaz.
Kulun yapabildiği en ileri iş bu kusurlarından
tevbe edip, onları itiraf etmektir. Tevbeyi kabul etmek ise O’nun katıksız bir
lütuf ve ihsanıdır. Yoksa eğer O, günahları dolayısıyla kulunu azaplandıracak
olursa ona zulmetmiş olmaz. Tevbe ettiği varsayılacak olsa dahi.
Ancak Yüce Allah, lütuf ve rahmetinin gereği
olarak tevbe edeni azaplandırmamayı kendi üzerine yazmıştır. Yine O, kendisine
rahmet’i yazmıştır, o bakımdan O’nun rahmet ve affetmesinden başka, mahlukatı
hiçbir şey kuşatmaz.
Onlardan hiçbirisinin ameli kendisini ateşten
kurtaracak yahut ta ameli dolayısıyla cennete girebilecek dereceye asla ulaşamaz.
Nitekim insanlar arasında Rabbine en itaatkâr, ameli itibariyle en üstün ve
Rabbine ta’zim ve saygısı en ileri derecede olan yüce zat şöyle demiştir:
"Aranızdan hiçbir kimseyi kendi ameli kurtaramaz." Sen de mi, ey
Allah’ın Rasûlü? demeleri üzerine şöyle buyurdu: "Ben dahi, Allah’ın kendi
nezdinden bir lutuf ve bir rahmet’e beni daldırması hali müstesnâ."[173]
Ebu Bekr es-Sıddîk, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den namazında
yapacağı bir duayı kendisine öğretmesini isteyince şöyle buyurdu: "De ki:
Allah’ım gerçekten ben kendi nefsime çok büyük zulmettim. Günahları da Sen’den
başka kimse bağışlamaz. Sen bana nezdinden bir mağfiret ile mağfiret eyle, bana
rahmet buyur. Şüphesiz ki Sen Ğafur’sun, Rahim’sin."[174]
Peygamberler ve rasûllerden sonra insanların en
faziletlisi olan Ebu Bekr es-Sıddîk’in durumu bu olduğuna göre onun dışındakiler
hakkında ne düşünülebilir? Hatta o, bu makama ancak hakkını eksiksiz vermekle sıddîk
olmuştur. Bu makam ise Rabbini, Rabbinin hakkını, azametini, Rabbine karşı yapılması
gerekenleri, Rabbinin kulu üzerindeki hakkını bilmeyi de kendi kusurunu gereği
gibi bilmeyi de ihtiva etmektedir.
Yaratılmışın Rabbinin mağfiretine muhtaç olmadığını,
buna gereği olmadığını söyleyenler bizden uzaktırlar. Artık bunun ötesinde
Allah ve O’nun haklarına dair cehalet düşünülemez, eğer bunu gereği gibi
kavrayamayan varsa bu sefer nimetlere ve bu nimetler dolayısıyla yerine getirilmesi
gereken vazifelere bir bakılsın. Bu nimetlere karşı şükür ve nankörlük arasında
bir karşılaştırma yapılsın. İşte o vakit Yüce Allah, eğer göklerde ve yerde
bulunanları azaplandıracak olursa, onlara hiçbir şekilde zulmetmesi söz konusu
olmaksızın azaplandırmış olacağı gerçeği de anlaşılmış olur.
"Hayatta olanların dua ve sadakalarının
ölülere bir faydası vardır."
Ehl-i sünnet, ölülerin hayatta olanların yaptıkları
işlerden şu iki yolla yararlanacaklarını ittifakla kabul etmektedirler:
1- Ölünün hayatta iken
sebeb olduğu işler.
2- Müslümanların ölene dua
etmeleri, mağfiret dilemeleri, sadaka ve haccetmeleri.
Bununla birlikte haccın sevabından ölüye ne ulaşacağı
hususunda görüş ayrılığı vardır. Muhammed b. el-Hasen -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: Ölüye sadece hac
için yapılan harcamanın sevabı ulaşır. Haccetmenin sevabı ise haccedenedir.
Genel olarak ilim adamları ise, haccın sevabı
kendisi adına hac yapılanadır, sahih olan görüş de budur.
Oruç, namaz, Kur’ân okumak ve zikir gibi bedenî
ibadetler hususunda da görüş ayrılığı vardır. Ebu Hanife, Ahmed ve selef’in
cumhuru, ulaşacağı görüşündedirler. Şafiî’nin meşhur görüşü ile Malik’in görüşü,
ulaşmayacağı şeklindedir.
Kelamcılardan bid’at ehli bazı kimselerin
kanaatine göre ise, ne dua ne de başka hiçbir şey ölüye ulaşmaz. Onların bu
kanaatleri ise Kitab ve sünnet’le reddolunur. Şu kadar var ki onlar Yüce Allah’ın
müteşabih bir takım buyruklarını da delil göstermişlerdir: "İnsan için çalıştığından başkası
yoktur." (en-Necm, 53/39); "Ve
siz ancak işlediğinizin karşılığını görürsünüz." (Yâsin, 36/54);
"Herkesin kazandığı kendisine, yaptığı
da aleyhinedir." (el-Bakara, 2/286)
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in da şöyle buyurduğu sabittir: "Âdemoğlu öldüğü
takdirde ameli kesilir. Üç şey müstesnâ: Sadaka-i cariye, yahut kendisine dua
edecek salih bir evlat, yahut kendisinden sonra kendisiyle yararlanılacak bir
ilim."[175]
Peygamber, böylelikle kendisi hayattayken sebeb
olduğu hayırlardan faydalanabileceğini haber vermektedir. Kendisi hayatta iken
eğer sebeb olmamışsa bunların sevabı kendisinden kesilir, ona ulaşamaz.
Sadece sadaka ve hac gibi vekaletin söz konusu
olduğu ibadetlerin ulaşacağını kabul edenler de şunu delil gösterirler: İslam’a
girmek, namaz, oruç ve Kur’ân okumak gibi herhangi bir şekilde vekaletin caiz
olmadığı ibadet türlerinin mükafatı onları yapana hastır, onu aşıp başkasına
ulaşmaz. Nasıl ki hayatta iken bunları kimse kimsenin yerine yapamıyor ve bu
fiillerde kimse başkasının yerine vekalet edemiyorsa (öldükten sonra da
böyledir.) Nesaî senedini kaydederek, İbn Abbas’ın Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle
buyurduğunu kaydetmektedir: "Kimse kimsenin yerine namaz kılamaz. Kimse
kimsenin yerine oruç tutamaz, ancak onun adına herbir gün karşılığında bir mud
buğday yedirir."[176]
Ölünün kendisinin sebeb olmadığı amellerden de
faydalanacağına delil ise Kitab, sünnet, icma ve sahih kıyastır.
Kitabtan delil Yüce Allah’ın şu buyruğudur:
"Onlardan sonra gelenler derler ki:
‘Rabbimiz bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle...’"
(el-Haşr, 59/10)
Yüce Allah kendilerinden önceki mü’minlere mağfiret
diledikleri için onlardan övgüyle söz etmektedir. İşte bu, önceden gidenlerin
hayatta olanların kendilerine mağfiret dilemelerin den faydalandıklarının
delilidir. Yine ümmetin icma’ı da cenaze namazında ölüye yapılan duadan ölünün
faydalanacağına delil teşkil etmekdir.
Sünnet’te cenaze namazı duaları oldukça büyük
bir yekûn tutmaktadır. Definden sonra ölüye yapılan dua da böyledir.
Ebu Davud’un, Sünen’inde Osman b. Affan -Radıyallahu anh-dan rivayete göre
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-,
ölünün defni bittikten sonra mezarı başında durur ve şöyle derdi: "Kardeşinize
mağfiret dileyiniz, ona sebat dileyiniz. Çünkü şu anda ona soru sorulmaktadır."[177]
Aynı şekilde kabirlerin ziyareti esnasında
onlara dua yapılacağı da pek çok rivayetle sabittir. Nitekim Müslim’in
Sahih’inde Bureyde b. el-Husayb’den şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-
onlara kabristana gittiklerinde şu sözleri söylemelerini öğretiyordu: "Ey
mü’min ve müslümanlardan sakinlerin bulunduğu bu diyarın ehli! selam sizlere! Şüphesiz
bizler de Yüce Allah’ın izniyle sizlere kavuşacağız. Bize de, size de Allah’tan
esenlik dileriz."[178]
Yine Müslim’in Sahih’inde, Aişe -Radıyallahu anh-dan Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e şöyle
sorduğu rivayet edilmektedir: Kabirdekilere mağfiret dilediğin vakit ne
söylersin? Peygamber şöyle buyurdu: "Şöyle de:
Ey
mü’min ve müslümanlardan oluşan bu diyarın ehli! Selam sizlere. Allah bizden
önden gidenlere de, sonradan kavuşacak olanlara da rahmet buyursun. Şüphesiz
biz de inşaallah size kavuşacağız."[179]
Sadakanın sevabının ulaşacağı ile ilgili olarak
Buharî ve Müslim’de, Âişe -Radıyallahu
anh-dan gelen rivayete göre bir adam Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e gelerek şöyle dedi: Ey Allah’ın
Rasûlü! Annem ansızın öldü ve bir vasiyette bulunamadı. Zannederim konuşabilseydi,
tasadduk’ta bulunurdu. Ben onun yerine sadaka verecek olursam, onun için ecir
almak söz konusu olur mu? Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-: "Evet" diye buyurdu.[180]
Buharî’nin Sahih’inde Abdullah b. Abbas -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Sâd
b. Ubâde’nin annesi -kendisi yanında bulunmadığı bir sırada- vefat etti.
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e
gelerek: Ey Allah’ın Rasûlü, dedi. Annem ben onun yanında bulunmadığım bir
vakitte vefat etti. Onun yerine ben tasadduk’ta bulunacak olursam, ona bir
faydası olur mu? Peygamber: "Evet" diye buyurdu. Bunun üzerine Sâd
dedi ki: Ben seni el-Mihraf denilen yerdeki bahçemi onun adına sadaka olarak bağışladığıma
şahit tutuyorum.[181]
Buna benzer sünnet te pek çok rivayet vardır.
Orucun sevabının ulaşacağına gelince, Buharî ile
Müslim’de Âişe -Radıyallahu anh-dan
nakledildiğine göre Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Her kim üzerinde oruç borcu olduğu
halde vefat ederse, onun velisi onun yerine oruç tutar."[182]
Buharî’de bunun benzeri daha başka rivayetler de vardır.
Fakat Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- ölü adına oruç tutmaktansa, yemek
yedirme görüşünü benimsemiştir. Buna sebeb de az önce geçen İbn Abbas yoluyla
gelen hadis-i şerif’tir. Bu husustaki açıklamalar ise fıkıh kitaplarından öğrenilebilir.
Haccın sevabının ulaşması hususunda da Sahih-i
Buharî’de İbn Abbas -Radıyallahu anh-
dan şu rivayet delil teşkil etmektedir: Cüheyne’den bir kadın Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e gelerek şöyle
sordu: Benim annem haccetmeyi adamıştı, fakat ölünceye kadar haccedemedi. Ben
onun yerine haccedeyim mi? Peygamber şöyle buyurdu: "Evet, onun yerine
haccet. Eğer annenin üzerinde bir borç bulunsaydı, ne dersin sen o borcu öder
miydin? Allah’ın hakkını ödeyiniz, çünkü Allah hakkı ödenmeye en layık olandır."[183]
Bunun benzeri de pek çoktur.
Müslümanlar borcun ödenmesi halinde ölünün zimmetinin
ibrâ olacağını icma ile kabul etmişlerdir. İsterse bu ödemeyi yapan yabancı
birisi olsun ve terikesinden yapmamış olsun. Buna Ebu Katade yoluyla gelen
hadis delil teşkil etmektedir. Çünkü o ölen birisi adına borcu olan iki dinarı
ödemeyi taahhüd etmişti. Bunları ödeyince Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Şimdi onun
teninin (sıcaktan kurtularak) serinlemesini sağladın."[184]
Bütün bunlar şer’î kaidelere uygundur ve kıyas
da bunu göstermektedir. Mükâfat amelde bulunanın bir hakkıdır, o bunu müslüman
kardeşine bağışlayacak olursa buna engel olunmaz. Hayatta iken malından ona bir
şeyler bağışlaması ve vefatından sonra da borcunu ibrâ etmesi engellenmediği
gibi.
Şarî’ orucun sevabının ulaşacağını belirterek, kıraatin
ve benzeri bedeni ibadetlerin sevabının da ulaşacağına dikkatlerimizi
çekmektedir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Oruç, nefsin oruç bozucu hususlardan
niyet ile birlikte alıkonulmasıdır. Şarî’ orucun sevabının ölene ulaşacağını açıkça
ifade etmiştir. Hem amel, hem de niyet olan kıraat nasıl ulaşmasın?
Yüce Allah’ın: "İnsan için çalıştığından başkası yoktur" (en-Necm, 53/39) buyruğunun delil gösterilmesine karşılık verilecek
cevaba gelince, ilim adamları buna çeşitli cevaplar vermişlerdir. Bunların en
sahih olanları şu iki cevabtır:
1- Kişi kendi çalışmasıyla,
güzel geçimiyle arkadaş kazanır, çocuk sahibi olur, eşleri olur, hayırlarda
bulunur, insanları sever, sevilir, onlar da ona rahmet okurlar, dua ederler,
itaatlerin sevabını ona hediye ederler. İşte bu, onun çalışmasının, sa’yinin
bir neticesidir. Hatta müslümanın İslam akide bağı çerçevesinde müslümanlar
arasına girmesi dahi bütün müslümanların menfaatinin kişiye hayattayken de,
ölümünden sonra da ulaşmasında en büyük sevaplar arasındadır. Müslümanların
yaptıkları dua da onların hepsini çepeçevre kuşatır.
Yüce Allah’ın, imanı kişinin mü’min kardeşlerinin
dua ve çalışmalarıyla yararlanmalarına sebep kılmış olması buna açıklık
getirmektedir. Kişi iman etti mi artık bütün bunların kendisine ulaşabilmesini
sağlayan sebeb uğrunda gerekli sa’yi, gayreti göstermiş demektir.
2- Bu birincisinden daha
güçlüdür. Şöyle ki Kur’ân-ı Kerîm, bir kimsenin başkasının çalışması ve
gayretinden faydalanmayacağını belirtmemektedir. Aksine sadece kişinin kendi öz
çalışmasından başkasına malik olmasını kabul etmemektedir. Her iki durum arasında
ise açık bir fark vardır. Yüce Allah insanın ancak kendi çalışmasına malik
olacağını haber veriyor. Başkasının çalışması ise o çalışmayı yapanın mülküdür.
Eğer bir kimse bu mülkünü başkasına bağışlamak isterse, bağışlayabilir.
Kendisinin kalsın isterse, bunu da yapabilir.
Yüce Allah’ın: "Hiçbir kimse başkasının günah yükünü yüklenmez. İnsan için kendi çalıştığından
başkası yoktur" (en-Necm,
53/38-39) buyrukları muhkem iki âyettirler ve Yüce Rabbin adaletini
gerektirmektedir.
Birinci âyet-i kerîme -dünya hükümdarlarının
yaptıklarının aksine- kimsenin başkasının suçunun cezasını çekmemesini,
kimsenin başkasının günahından sorumlu tutulmamasını gerektirir.
İkincisi de kişinin ancak kendi ameli ile
kurtulabileceğini hükme bağlamaktadır. Böylelikle herkes atalarının, geçmişlerinin,
hocalarının, şeyhlerinin ameli ile kurtulacağından yana ümidini kessin. Yalan
yere umutlanan kimseler gibi olmasın. Ama Yüce Allah: Kendi çalışmasından başka hiçbir şeyden faydalanmaz, da
dememektedir.
Yüce Allah’ın: "Kazandığı kendisinedir." (el-Bakara,
2/286); "Siz işlediğinizin ancak
karşılığını görürsünüz" (Yâsin,
36/54) buyrukları da bu şekildedir. Bu âyet-i kerîme’ler kulun başkasının
amelinin cezasını çekmeyeceğine delildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O günde hiçbir kimseye en ufak bir
zulüm yapılmaz ve siz işlediğinizin ancak karşılığını görürsünüz."
(Yâsin, 36/54)
Karşı görüşü savunanların, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in;
"Âdemoğlu öldü mü, artık onun ameli kesilir" hadisini delil
göstermelerine gelince, bu yerinde olmayan bir delillendirmedir. Çünkü hadis
"faydalanması kesilir" dememektedir, amelinin kesileceğini haber
vermektedir. Başkasının ameli ise o ameli işleyene aittir, eğer o amelin sahibi
onu ölene bağışlayacak olursa amelde bulunan kimsenin yaptığı amelin sevabı da
ona ulaşır. Kendisinin amelinin sevabı değil. Bu da bir kimsenin başkasına ait
olan borcu ödemesine benzer. Böylelikle borçlu, borçtan kurtulur. Ancak
borcunun ödenmesini sağlayan şey, kendisine ait olan bir şey değildir.
Malî ibadetler ile bedenî ibadetler arasında
fark gözetenlere gelince, Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- az önce de geçtiği üzere ölen yerine oruç tutmayı meşru kılmıştır.
Halbuki oruçta vekalet cereyan etmemektedir. Cabir -Radıyallahu anh- yoluyla gelen hadiste de böyledir. O dedi ki:
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-
ile birlikte kurban bayramı namazı kıldım. Namazı bitirdikten sonra bir koç
getirildi ve onu boğazladı ve şöyle buyurdu: "Bismillahi vallahu ekber.
Allah’ım bu hem benim adıma, hem de ümmetimden kurban kesmeyenlerin adına
olsun." Hadisi Ahmed, Ebu Davud ve Tirmizî rivayet etmiştir.[185]
Diğer taraftan iki koç kestiğine dair bir başka
hadis de vardır. Bunlardan birisi hakkında: "Allah’ım, bu benim bütün
ümmetimin adına olsun" demiş, diğerini keserken de: "Allah’ım, bu
Muhammed adına ve Muhammed’in aile halkı adına olsun" demiştir.[186]
Kurban kesmekte Allah’a yakınlaştırıcı taraf kanın
akıtılmasıdır. Görüldüğü gibi burada bu yakınlığı (ibadeti) başkası adına yapmıştır.
Aynı şekilde hac ibadeti de bedeni bir
ibadettir. Mal sahibi olmak haccın bir rüknü değildir, sadece bir araçtır.
Nitekim Mekke’de bulunan bir kimseye -mal şartı aranmaksızın- Arafat’a yürüyebilmesi
halinde hac farzdır. Daha kuvvetli görülen görüş de budur, yani haccın malî ve
bedeni bir ibadet şeklinde mürekkeb bir ibadet olmayıp, -Ebu Hanife mezhebine
mensub müteahhir ilim adamlarından bir topluluğun da açıkça belirttiği gibi-
sadece bedeni bir ibadet olduğu görüşü daha kuvvetlidir.
Bir de kifaye farzlarda bir kısmın yerine
getirmesiyle, diğerlerinin de adına yerine getirmiş olduklarına bir bakalım.
Çünkü bu da bir sevabın bağışlanmasıdır. Vekâlet
kabilinden değildir. Nitekim hususi bir ecir (işçi)nin kendisinden başkasını
vekil tutmak hakkı yoktur, ama aldığı ücreti dilediğine verme hakkına sahiptir.
Kur’ân okumak ve onu ölüye hediye etmek üzere
Kur’ân okuyucularını ücretle tutmaya gelince, bu işi selef’ten hiçbir kimse
yapmış değildir. Din imamlarından kimse de bunu emretmediği gibi, ruhsat da
vermemiştir.
Bizatihi tilavet için ücretle tutmak herhangi
bir görüş ayrılığı söz konusu olmaksızın caiz değildir.
Görüş ayrılığı Kur’ân öğretmek ve buna benzer başkasına
da ulaşan bir faydası bulunan hususlar için ücret almanın caiz olup olmadığı
ile ilgilidir. Sevabın ölüye ulaşması ise, ancak amelin Allah için yapılması
halinde söz konusudur. Ücretle yapılan böyle bir amel ise halis bir ibadet değildir.
Dolayısıyla bundan elde edilecek sevap, ölülere hediye edilecek nitelikte de
olamaz. Bundan dolayı hiçbir kimse oruç tutacak, namaz kılacak ve bunun sevabını
ölüye hediye edecek bir kimseyi kiralar dememiştir. Ancak Kur’ân okuyan ve
Kur’ân öğreten ve öğrenen kimseye, Kur’ân ehline bu konuda bir yardım ve destek
olmak üzere bir şeyler verecek olursa, bu ölü adına verilen bir sadaka
kabilinden olur ve caizdir.
el-İhtiyar, da şöyle denilmektedir: Şâyet malının
bir bölümünün kabri başında Kur’ân okuyacak kimseye verilmesini vasiyet edecek
olursa, bu vasiyet batıldır. Çünkü böyle bir şey (bu iş için) ücret manasınadır.
ez-Zahidî, el-Kınye adlı eserde şöyle
demektedir: Şâyet kabri üzerinde Kur’ân okuyacak kimselere bir vakıf yaparsa,
böyle bir tayin batıl olur.
Ücretsiz olarak kendi bağışı olmak üzere Kur’ân
okuyup onu ölüye hediye etmeye gelince; bu da ölüye -oruç ve haccın sevabının
ulaştığı gibi- ulaşır.
Şâyet: Bu selef arasında bilinen bir şey değildi.
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
de onlara böyle bir yol göstermiş değildir, denilecek olursa cevabımız şu olur:
Bu soruyu soran kişi eğer hac, oruç ve dua’nın
sevabının ulaşacağını kabul eden bir kimse ise ona şöyle denilir: Peki bunlar
ile Kur’ân okumanın sevabının ulaşması arasındaki fark nedir? Selef’in böyle
bir şeyi yapmamış olmaları sevabının ulaşmayacağına dair bir delil değildir.
Biz böyle genel bir nefyi nereden çıkartabiliyoruz?
Şâyet: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- oruç, hac ve sadaka’nın ulaşacağını
onlara göstermiş, ancak Kur’ân’ın sevabının ulaşacağını göstermemiştir,
denilecek olursa şöyle denilir:
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- bizzat öncelikle onlara böyle bir yol göstermiş değildir.
Aksine onun bu yol göstermesi onların sorularına bir cevap vermesi suretiyle
olmuştur. Birisi ölmüş yakını adına haccetmeye dair ona soru sormuş, bu hususta
ona izin vermiş. Diğeri ölen yakını adına oruç tutmaya dair ona soru sormuş,
ona da bu hususta izin vermiştir. Bunların dışında kalan hususları da onlara
yasaklamamıştır. Şimdi mücerred bir niyet ve orucu bozan şeylerden uzak durmak
(imsak)den ibaret olan orucun sevabının ulaşması ile, Kur’ân ve zikrin sevabının
ulaşması arasındaki fark nerededir?
Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-e sevabı bağışlamak hususunda ne dersiniz? diye sorulursa,
ona da şöyle cevab veririz: Müteahhirin’den bunu müstehab görenler olduğu gibi,
bid’at görenler de vardır. Çünkü Ashab-ı Kiram böyle bir şey yapmadılar.
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
de ümmetinden hayır işleyen herbir kimsenin amelinin aldığın ecrin mislini alır
ve amelde bulunan kimsenin ecrinden de bir şey eksilmez. Çünkü ümmetine her
türlü hayrın yolunu gösteren ve o hayra kendilerini irşad eden odur.
Ölü yakınında okunan Kur’ân-ı Kerîm’den -Allah’ın
kelâmını işitiyor olması dolayısıyla- faydalanır, diyenlerin görüşlerine
gelince, bu hususta meşhur imamlardan herhangi birisinin böyle bir görüşe sahip
olduğu sahih değildir. Ölünün okunan Kur’ân’ı işittiğinde şüphe yoktur. Ancak
Kur’ân’ı dinlemekle faydalandığı görüşü sahih olarak gelmemiştir. Çünkü dinleme
dolayısıyla sevap kazanmak hayatta olma şartına bağlıdır ve bu ihtiyarî bir
ameldir. Ölüm ile ihtiyar ortadan kalkar, hatta belki ondan dolayı zarar da
görebilir ve acı da çekebilir. Çünkü bu kimse hayatta iken Allah’ın emirlerini
ve yasaklarını yerine getirmeyen bir kişi olabilir, yahut ta fazla hayır yapmamış
bir kimse de olabilir.
İlim adamları kabir başlarında Kur’ân okumanın
hükmü hususunda üç farklı görüş ortaya koymuşlardır: Mekruhtur, sakıncası
yoktur; defin vaktinde sakıncası yoktur; ondan sonra mekruhtur şeklinde.
Ebu Hanife, Malik ve bir rivayete göre Ahmed
gibi mekruh olduğunu söyleyenler şöyle derler: Çünkü bu muhdes’tir (sonradan çıkmış
bir bid’attir.) Bu hususta da sünnet varid olmuş değildir. Kıraat de namaza
benzer. Kabirlerin yanında namaz ise yasaklanmıştır, kıraat de böyledir.
Muhammed b. el-Hasen ve bir rivayete göre de
Ahmed gibi, sakıncası yoktur, diyenler de İbn Ömer -Radıyallahu anh-dan nakledilen şu rivayeti delil göstermişlerdir: İbn
Ömer -Radıyallahu anh- defnedileceği
vakit kabrinin başında Bakara suresinin ilk âyetleri ile son âyetlerinin
okunmasını tavsiye etmişti. Muhacir’lerden birisinden de Bakara suresinin
okunmasını vasiyet ettiği de nakledilmiştir.
Sadece defin zamanında mahzur yoktur -ki bu
Ahmed’den gelen bir rivayettir- diyenler de bu konuda İbn Ömer ve muhacirlerden
birisinden nakledilen rivayeti delil alırlar.
Bundan sonra kabirlerin başlarında nöbetleşe
Kur’ân okumaya gelince; bu mekruh’tur. Çünkü bu konuda sünnet varid olmuş değildir,
selef’ten herhangi bir kimseden de asla böyle bir şey nakledilmemiştir. Bu görüş
konu ile ilgili her iki delili de bir arada değerlendirdiğinden ötürü, diğerlerinden
belki de daha güçlüdür.
"Yüce
Allah duaları kabul eder, ihtiyaçları karşılar."
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbiniz buyurdu ki:’ ‘Bana dua edin, ben de
duanızı kabul edeyim...’" (el-Mu’min,
40/60); "Kullarım sana Beni
sorarlarsa, işte muhakkak Ben pek yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenlerin
duasına karşılık verir, kabul ederim." (el-Bakara, 2/186)
Hem müslümanlar, hem sair dinlere mensub olanlar
ve başkaları büyük bir çoğunlukla duanın menfaatleri sağlamak, zararları
önlemek hususunda en güçlü sebeblerden birisi olduğunu kabul etmektedirler.
Yüce Allah kâfirlerin denizde bir sıkıntı ile başbaşa kaldıkları takdirde
dinlerini Allah’a halis kılarak O’na dua ettiklerini, insana bir zarar
dokunacak olursa yanı üzere bulunurken, otururken yahut ayaktayken dua ettiğini
bizlere haber vermektedir.
Yüce Allah’ın kulunun duasını kabul etmesi
-müslüman ya da kâfir olsun- ve dileğini ona vermesi, onlara rızık vermesi,
onlara yardımcı olması kabilindendir. Bu, Yüce Allah’ın kulunun mutlak olarak
Rabbinin olmasının bir gereğidir. Diğer taraftan duanın kabulü kişi hakkında
bir zarar ve bir fitne sebebi de olabilir, eğer onun kâfirliği ve fasıklığı
bunu gerektirmekte ise.
İbn Mace’nin, Sünen’inde Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği
rivayet edilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Allah’tan dua edip dilekte bulunmayana
Allah gazab eder."[187]
Bir takım filozoflar ile aşırı mutasavvıfların
kanaatine göre duanın bir faydası yokmuş. Bunlar derler ki: İlahi meşiet şâyet
istenen şeyin var olmasını gerektirmiş ise duaya gerek yoktur, eğer
gerektirmemiş ise bu sefer duanın faydası yoktur.
Hatta onların bazıları âriflerden havas olanlarının
özel bir makamı olduğunu kabul ederler. Ancak bu kimi şeyhlerin hatalarından
birisidir. Böyle bir kanaatin İslam dininin gerçeklerinden ve aklın kabul ettiği
hükümlerden kesin olarak tutarsızlığı bilindiği gibi, duanın faydalı olduğu,
ümmetlerin tecrübeleriyle, ittifakla sabit olmuş bir husustur. Hatta filozoflar
şöyle derler: İbadet için yapılmış heykeller etrafında çeşitli dillerle ve şekillerle
yükselen sesler, etkin feleklerin bağladığı düğümleri çözer.
Ancak bu, müşriklerin bir vehmidir.
(Filozoflarla, aşırı mutasavvıfların) şüphesine
verilecek cevab ileri sürdükleri iki önermenin de yersiz olduğunu belirtmekten
ibarettir. Onların ilahî meşîet ile ilgili olarak belirttikleri, ilahî meşîet
ya bunu gerektirir, ya gerektirmez şeklindeki önermelerinin dışında üçüncü bir
önerme daha vardır. O da şudur: İlahi meşiet, duada istenilen şeyi bir şart ile
öngörmüş, şartsız olarak öngörmemiştir. Dua etmek, bunun şartı olabilir.
Nitekim ilahi meşietin salih amel olması halinde
mükafatı gerekli kılması, olmaması halinde bunu gerektirmemesi buna benzer. Ayrıca
ilahi meşiet yemek ve içmek halinde tok olunacağını ve su ihtiyacının karşılanacağını
gerektirmiş, bunların yapılmaması halinde böyle bir şeyi gerektirmemiştir.
Evlilikle çocuğun hasıl olacağını, ekinin tohumla hasıl olacağını hükme bağlamıştır...
Eğer duada istenen şeyin meydana gelmesi dua ile birlikte olması halinde takdir
edilmiş ise, duanın faydası yoktur, demek doğru olamaz. Tıpkı yemenin, içmenin,
tohum ekmenin vs. sebeblerin faydası yoktur, denilemeyeceği gibi. O halde bu
gibi kimselerin, bu sözleri şeriate muhalif olduğu gibi, aynı şekilde hisse ve
fıtrata da muhaliftir.
Bir kesim ilim adamının söylediği şu görüş
bilinmesi gereken hususlardandır: Esbaba iltifat etmek tevhid’de bir şirktir.
Esbabı silerek, onların esbab olmayacaklarını kabul etmek de aklî bakımdan bir
eksikliktir. Esbab’tan büsbütün yüz çevirmek ise şeriati tenkid etmektir.
Tevekkül ve umudun manası ise, tevhid’in, aklın ve şeriatın gereklerini yerine
getirmekle gerçekleşir.
Bunu şöylece açıklayabiliriz: Sebebe yönelmek
demek, kalbin ona güvenip dayanması; ondan ümit beslemek demek, kalbin ona bel
bağlamasıdır. Ancak mahlukat arasında buna layık hiçbir kimse, hiçbir şey
yoktur. Çünkü hiçbir mahluk tek başına ve bağımsız olarak var değildir. Onun
bir takım ortaklarının ve zıtlarının da bulunması kaçınılmazdır. Bütün bunlarla
birlikte eğer esbab’ın müsebbibi onu musahhar kılmayacak olursa, o sebeb
müsahhar kılınmaz.
Dua’yı faydasız görenlerin: Eğer ilahi meşîet
istenenin gerçekleşmesini hükme bağlamış ise duaya gerek yoktur, sözlerine karşılık
şu cevabı veririz: Aksine bazen ister dünyevî, ister uhrevî bir maslahatın elde
edilebilmesi ve ister dünyevî, ister uhrevî bir başka zararın önlenebilmesi
için duaya gerek duyulabilir.
Yine duayı gereksiz görenlerin: Şâyet ilahi meşiet
bunu gerekli görmüyorsa onda bir fayda yoktur, sözlerine karşılık da şöyle
deriz: Aksine dua’nın menfaatleri sağlamak, zararları önlemek bakımından pek
büyük faydaları vardır. Nitekim Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- bunlara dikkatimizi çekmiştir. Hatta dua sebebiyle kula
acilen dünyada verilen Rabbini bilip tanımak, O’nun rububiyetini ikrar ve
itiraf etmek, O’nun herşeyi işiten, pek yakın, herşeye kadir, herşeyi bilen,
merhameti sonsuz olduğunu dile getirmek, kul olarak kendisinin O’na muhtaç olduğunu,
zorunlu olarak O’nsuz olamayacağını dile getirmek ve buna bağlı olarak pek
üstün bilgiler ve pek değerli haller -ki bunlar en büyük talepler ve istekler
arasında yer alırlar- dua ile gerçekleşirler.
Denilse ki: Eğer kendisinden istekte bulunulan
kimsenin, istekte bulunana bir şeyler vermesinden aklımızla kavradığımız şekilde,
Yüce Allah’ın bir şeyler vermesi, kul’un (dua etmek şeklindeki) fiiline bağlı
ise; o takdirde bu dua eden kimsenin kendisine dua edilene -istediğini
verinceye kadar- etki etmiş olmaz mı?
Deriz ki: Kul’u kendisine dua etmek üzere
harekete getiren de Yüce Rabbimizdir. Bu hayır O’ndandır, O’nun kuluna hayrını
tamamlamasının bir tecellisidir.
Nitekim Ömer -Radıyallahu
anh- şöyle demiştir: Ben dua’mın kabul edilip, edilmeyeceğini düşünmem.
Beni düşündüren dua edebilmektir, o bakımdan bana dua etmem ilham edildiği
takdirde duamın kabulü de onunla birlikte demektir.
Yüce Allah’ın şu buyruğu da bu anlamı dile
getirmektedir: "O herşeyi gökten
yere doğru tedbir eder (düzenler.) Sonra miktarı sizin saymanıza göre bin yıl
olan bir günde O’na yükselir." (es-Secde,
32/5) Yüce Allah bu buyruğu ile tedbir’i kendisinin başlattığını, sonra da
tedbir ettiği bu işin kendisine yükseldiğini haber vermektedir. O halde kulun
kalbine dua etme duygusunu veren ve bunu kendisine vereceği hayırlara sebeb kılan
O’dur. Tıpkı amellere karşılık mükafat vermesi gibi. Kulu tevbe etmeye muvaffak
kılan, sonra o tevbeyi kabul eden de O’dur. Kulu amelde bulunmaya muvaffak kılıp
sonra da mükâfatlandıran O’dur. İşte dua etme tevfık’ini kul’a veren de, sonra
bu duayı kabul eden de O’dur. Mahlukattan hiçbir şey bu hususta O’na etki etmiş
olamaz. Aksine bizzat O, yaptığı birşeyi yapacağı bir şeye sebeb kılmıştır.
Tabiîn’in imamlarından birisi olan Mutarrif b. Abdillah b. eş-Şihhîr şöyle der:
Ben bu işe baktım, iyice düşündüm. Baktım ki başlangıcı da Allah’tandır,
tamamlamak ta Allah’a aittir. Bütün bunların anahtarının da dua olduğunu
gördüm.
"O
herşeye mâlik’tir, hiçbir şey O’na mâlik olamaz. Bir göz açıp kırpacak bir an
dahi Allah’a muhtaç olmamak düşünülemez. Bir göz açıp kırpacak kadar bir süre
Allah’a muhtaç olmadığını zanneden küfre sapar ve helâk olanlardan olur."
Bu, açık bir gerçek ve hiçbir kapalılığı
bulunmayan bir ifadedir.
"Yaratıklardan
kimseye benzemesi söz konusu olmaksızın Allah hem gazab eder, hem razı
olur."
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah onlardan razı olmuştur." (el-Maide, 5/119, el-Mücadele, 58/22,
el-Beyyine, 93/8); "Andolsun ki
ağacın altında sana bey’at ederlerken, Allah mü’minlerden razı olmuştur."
(el-Feth, 48/18)
Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah’ın kendilerine lanet ettiği,
üzerlerine gazab ettiği... kimseler" (el-Maide, 5/60); "Allah
ona gazab etmiş, lanet etmiş..." (en-Nisa,
4/93); "Allah’tan gelen bir
gazaba uğradılar." (el-Bakara,
2/61) Buna benzer buyruklar pek çoktur.
Selef’in vs. imamların benimsediği görüş gazab,
rıza, adalet, velâyet, sevmek, buğzetmek ve buna benzer Kitab ve sünnette varid
olan sıfatları kabul etmek, diğer taraftan bunları Yüce Allah’a yakışan gerçek
manalarından uzaklaştıracak türden olan te’vili de benimsememek şeklindedir.
Nitekim semi’, basar, kelam vs. sıfatlar
hakkında da buna benzer kanaattedirler. Tahâvî de -Allah ona rahmet etsin- daha önce geçen: "Çünkü ru’yetin
(Allah’ın görülmesinin) te’vili ve rububiyete izafe olunan herbir anlamın
te’vili, te’vili terketmektir, teslime yapışmaktır. Rasûllerin dini de bu şekildedir."
sözleriyle işaret etmiş idi.
İstivâ sıfatının nasıl olduğu
hususunda İmam Malik -Radıyallahu anh-ın
verdiği şu cevaba da dikkatle bakalım: İstiva’nın ne demek olduğu
bilinmektedir, keyfiyeti ise meçhulümüzdür. Yine Ummu Seleme -Radıyallahu anh-dan mevkuf olarak bu
cevab nakledildiği gibi, Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-e merfu olarak da nakledilmiştir. Aynı şekilde Tahâvî de -Allah ona rahmet etsin- daha önceden şunları
söylemiştir: Her kim nefy’den ve teşbih’ten korunmazsa ayağı kayar ve tenzih’i
isabet ettiremez. İleride de şu sözleri gelecektir: "Gerçek şu ki İslam
ifrat ile tefrit arasıdır. Teşbih ile ta’til arasıdır."
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin-: "Mahlukattan hiçbir kimse gibi olmamak üzere"
ifadesi teşbih’i nefyetmektedir.
Rıza iyilik yapmak iradesi, gazab da intikam
almak iradesidir denilemez. Çünkü böyle bir açıklama sıfatı nefyetmektir. Ehl-i
sünnet de ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Allah sevdiği ve razı olduğu şeyleri
emreder. Velev ki bunları irade ve meşîeti ile istemesin. Buna karşılık gazab
ettiği ve hoşlanmadığı, buğzettiği şeyleri nehyeder ve bunları yapanlara da
gazab eder. Bunu meşîet ve iradesiyle istemiş olsa dahi. Çünkü Yüce Allah irade
etmemekle birlikte bir takım hallerini sevip razı olabilir. Bununla birlikte
irade ettiği bazı şeylere de gazab edebilir.
Gazab’ı ve rıza’yı iyilik yapma isteği diye
te’vil edenlere: Niye böyle bir te’vil’de bulundun? diye sorulursa, şüphesiz şu
cevabı verecektir: Çünkü gazab kalbteki kanın kaynayıp coşması, rıza ise eğilim
ve arzu duymak demektir. Böyle bir şey ise Yüce Allah’a yakışmaz.
Ona şöyle cevab verilir: Kalbteki kanın kaynayıp
coşması insanoğlunda gazab sıfatından meydana gelen bir haldir, yoksa o gazabın
kendisi değildir. Yine şöyle denilir: Bizim irade ve meşietimiz, hayatta olan
kimsenin bir şeye ya da kendisine uygun ve mülayim gelene eğilim duymasıdır.
Bizden hayatta olan bir kimse ancak kendisine fayda sağlayacak yahut ta bir
zararı önleyecek bir şeyi irade eder ve iradesiyle istediği şeye muhtaçtır. İsteğini
elde etmekle de varlığı artar, etmemesi halinde de eksilir. Buna göre (siz bu
te’vili yaparken) Allah hakkında uygun görmediğiniz mana ile sizin uygun gördüğünüz
mana arasında hiçbir fark yoktur. Eğer bu caiz ise öteki de caizdir, bu caiz değilse
öteki de caiz değildir.
Dese ki: Herbirisinin bir hakikati bulunsa bile
Allah’ın sıfatı olan iradenin, kulun sıfatı olan irade gibi anlaşılmasından
korkulur. Ona şöyle cevab verilir: Bunun yerine: Herbirisinin bir hakikati
olmakla birlikte, Allah’ın sıfatı olan gazab ve rıza, kulun vasfı olan gazab ve rıza’ya muhaliftir, de. Eğer irade ile ilgili olarak söyledikleri
bu sıfatlar hakkında da söylenebiliyor ise o takdirde te’vil kaçınılmaz bir yol
olmaktan çıkar, aksine terkedilmesi gerekir. Çünkü bu durumda sen çelişkiden
kurtulmuş olacağın gibi, Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarını gereksiz yere ta’til
etmekten de kurtulmuş olursun. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’i gereksiz yere zahirî
anlamından ve hakikatinden başka manalara çekip yorumlamak haramdır. Başka
manaya çekip, yorumlamayı gerektiren de kişinin aklının gösterdiği sebeb
olamaz. Zira akıllar farklı farklıdır, çünkü herkes başkasının söylediğinden
farklı bir şeyi aklının gösterdiğini söylemektedir.
Bu sözler; "Bu adın verildiği sıfatlar
mahlukta da vardır. O bakımdan Yüce Allah hakkında bunları düşünmek imkansızdır"
gerekçesiyle Yüce Allah’ın sıfatlarından herhangi birisini nefyeden herkese
aynen söylenebilir. Çünkü varlık sıfatı dahil, insanın bilip tanıdığından farklı
olmayan herhangi bir şeyi Yüce Allah hakkında kabul etmek kaçınılmaz bir şeydir.
Çünkü kulun vücudu (varlığı) ona yakışan bir şekildedir. Yaratıcının vücud sıfatı
da O’na yakışan bir şekildedir. Yüce Allah’ın vücud sıfatı hakkında yokluk
imkansızdır. Mahluk’un vücud sıfatı hakkında ise yokluk imkansız değildir. Yüce
Rabbimizin kendi zatına isim olarak verdikleri ile mahlukatına verilen isimler
-Hayy, Alim, Kadir gibi- yahut ta gazab ve rıza gibi kullandığı bazı sıfatları
aynı şekilde bir takım kulları hakkında kullanılmış ise şunu bilelim ki bizler,
akıllarımızla, kalplerimizle Yüce Allah hakkında bu isimlerin manalarını idrak
edip kavrayabiliriz. Bunlar haktır, sabittir ve vardır. Aynı şekilde bu
isimlerin mahlukat hakkında kullanılması halinde ne manaya geldiklerini de
kavrayabiliyoruz. Her iki mana arasında bir ortak noktanın bulunduğunu
kavramakla birlikte, elbetteki bu ortak noktanın hariçte (zihnin dışında varlık
aleminde) varlığı söz konusu değildir. Çünkü küllî müşterek mana ancak
zihinlerde ortak olarak bulunur, hariçte ise ancak muayyen ve tahsis edilmiş (şart,
sıfat ve nitelikleri belirlenmiş) olarak var olabilir. Böylelikle halik ile
mahluk arasında ortak sıfatların herbirisi ilgili olduğu zat hakkında ona yakışan
şekilde sabit olur.
Hatta: Cehennem bekçisi olan mâlîk’in gazabı ile
meleklerden bir başkasının gazabı söz konusu edilecek olursa, bu gazabların
Ademoğullarının gazab keyfiyetinin aynısı olması icab etmez. Çünkü melekler
dört unsurun karışımından meydana gelmiş varlıklar değildir ki insanoğlunun kızması
halinde kalbindeki kanın kaynaması gibi, onların da kalblerindeki kanın
kaynaması söz konusu olabilsin. O halde Yüce Allah’ın gazabının, Ademoğlunun
gazabından farklı olması öncelikle söz konusudur.
"Rasûlullah
-Sallallahu aleyhi vesellem-in ashabını sever, onlardan herhangi birisinin
sevgisinde aşırıya kaçmayız. Onlardan herhangi birisinden de beri olduğumuzu
söylemeyiz. Onlara buğzedenlere ve hayırdan başka türlü onları yadedenlere biz
de buğzederiz. Onlardan ancak hayırla söz ederiz. Onları sevmek dindir, imandır,
ihsandır. Onlara buğzetmek ise küfürdür, nifaktır, tuğyândır."
Tahâvî -Allah
ona rahmet etsin-, Rafızîler’in ve Nevasıb’ın kanaatlerinin reddine işaret etmektedir.
Yüce Allah da, Rasûlü de Ashab-ı Kiram’dan övgüyle söz etmiş, onlardan razı
olmuş ve onlara el-Hüsna’yı (cennet’i) vadetmiştir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"İleriye
geçen muhacir ve ensar ile onlara güzellikle uyanlardan Allah razı olmuştur.
Onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır. Bunlar için orada ebediyyen kalmak üzere
altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu en büyük kurtuluştur."
(et-Tevbe, 9/100)
"Muhammed
Allah’ın Rasûlüdür. Onunla birlikte olanlar, kâfirlere karşı sert ve katı,
kendi aralarında merhametlidirler." (el-Feth,
48/29) Surenin sonuna kadar.
"Andolsun
ki ağacın altında sana bey’at ederlerken, Allah mü’minlerden razı olmuştur." (el-Feth, 48/18)
"İman
edip, hicret eden, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerle (onları)
barındırıp yardım edenler (ensar); işte onlar birbirlerinin
velileridirler..." (el-Enfal, 8/72)
surenin sonuna kadar.
"Aranızdan
fetih’ten önce infak edip, savaşanlar (diğerleriyle) bir olmaz. Onların
dereceleri fetih sonrasında infak edip savaşanlardan daha büyüktür. Bununla
beraber Allah hepsine de el-Hüsna’yı (cenneti) vadetmiştir. Allah yaptıklarınızdan
hakkıyla haberdardır." (el-Hadid, 57/10)
"(O
fey) yurtlarından ve mallarından çıkartılıp, uzaklaştırılmış olan ve Allah’ın
lutuf ve rızasını isteyen, Allah’a ve peygamberine yardım eden fakir muhacirler
içindir. İşte onlar sadıkların ta kendileridir. Onlardan evvel Medine’yi yurt
edinip iman’a sahip olanlar ise kendilerine hicret edenleri severler ve bunlara
verilen şeylerden dolayı kalplerinde bir çekememezlik duymazlar. Kendileri
fakirlik içinde bulunsalar dahi (muhacirleri) öz nefislerine tercih ederler.
Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarını bulanların ta
kendileridir. Onlardan sonra gelenler derler ki: ‘Rabbimiz bizi ve bizden önce
iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle, kalplerimizde iman edenlere karşı
hiçbir kin bırakma. Rabbimiz şüphesiz ki sen çok esirgeyicisin, çok
merhametlisin."
(el-Haşr, 59/8-10)
Bu âyet-i kerîme’ler muhacir ve ensar’a,
onlardan sonra gelip onlar için mağfiret dileyen, Yüce Allah’tan kalplerinde
onlara karşı bir kin bırakmamasını isteyenlere övgüleri ihtiva ettiği gibi,
fey’de hak sahibi olanların da işte bunlar olduğu hükmünü de ihtiva etmektedir.
Kalbinde iman edenlere karşı bir kin besleyen, onlar için mağfiret dilemeyen
bir kimse Kur’ân nass’ı ile fey’de hak sahibi değildir.
Buharî ve Müslim’de, Ebu Said el-Hudrî -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği
kaydedilmektedir: Halid b. el-Velid ile Abdurrahman b. Avf arasında bir anlaşmazlık
oldu. Halid ona sövecek oldu, Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Ashab’ımdan kimseye sövmeyiniz.
Sizden herhangi bir kimse eğer Uhud dağı kadar altın infak edecek olsa,
onlardan birisinin infak ettiği bir mudde ve hatta onun yarısına dahi erişemez."[188]
Halid’in, Abdurrahman’a sövmesini sadece Müslim söz konusu etmekte, Buharî
ondan söz etmemektedir.
İşte Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- Halid’e ve benzerlerine: "Ashab’ıma
sövmeyiniz" diyor ve bununla Abdurrahman ve benzerlerini kastediyor. Çünkü
Abdurrahman b. Avf ve benzerleri ilk iman edenler arasındadırlar. Onlar ayrıca
Fetih’ten önce İslam’a girip savaşmış olanlardır. Rıdvan bey’atinde de bulunmuşlardır.
O bakımdan onlar, Rıdvan bey’atinden sonra İslam’a giren kimselere nisbetle
daha faziletlidirler ve onun daha has ashab’ıdırlar. Diğerleri ise
Hudeybiye’den sonra ve Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in Mekke’lilerle barış yapmasından sonra İslam’a girmişlerdir.
Halid b. el-Velid de onlardan birisidir. Bunlar da Mekke fethedilinceye kadar
müslüman olmaları geciken kimselerden daha önce müslüman olmuşlardır. Mekke
fethedildiği gün İslama girenlere de "et-Tulaka" adı verilmiştir. Ebu
Sufyan ile onun iki oğlu Yezid ve Muaviye de bunlardandır.
Hadis’ten maksad Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in sonradan ashab arasına karışmış
olanların, önceden ashab’dan olanlara dil uzatmalarını yasaklamaktır. Çünkü
bunların sonradan ashab arasına katılanlara göre bir imtiyazları vardır ve
sonradan ashab arasına katılanların bu hususta onlara ortak olmalarına imkan
yoktur. Hatta onlardan birisi Uhud dağı kadar altın infak edecek olsa dahi bu,
diğerlerinden birisinin infak ettiği bir mudde yahut onun yarısına dahi denk düşmez.
Hudeybiye’den sonra
-Mekke’nin fethinden önce olsa bile- İslam’a girenlerin hali bu olduğuna göre,
hiçbir şekilde ashab arasında sayılmayan kimselerin ashab’a karşı durumu ne
olur? Allah onların hepsinden razı olsun.
Ensar ve muhacir’lerden ilk İslam’a girenler
Fetih öncesinden infak edip, savaşan kimselerdir. Rıdvan bey’atinde bulunanların
hepsi de onlardandır ve bunların sayısı bindörtyüz kişiden fazla idi.
Şöyle de açıklanmıştır: "İlk önde
gidenler" iki kıbleye doğru da namaz kılanlardır. Ancak bu zayıf bir görüştür,
çünkü Kudüs’e doğru namaz kılmak neshedilmiş bir hükümdür, tek başına bir
fazilet değildir. Çünkü nesh onların işi değildir, ayrıca bu şekilde bir namaz
kılmanın daha faziletli olduğuna delil olabilecek şer’î bir delil de yoktur.
Halbuki infak ile cihad ile ve ağaç altında Rıdvan bey’atinde bulunmak
suretiyle öncelikli oluşun faziletine dair delil teşkil eden buyruklar vardır.
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den rivayet
edilen: "Ashab’ım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayet
bulursunuz."[189]
hadisine gelince; bu zayıf bir hadistir. el-Bezzar der ki: Bu, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-den sahih
olarak gelen bir hadis değildir, güvenilir hadis kitaplarında da yoktur.
Müslim’in Sahih’inde ise Cabir’den şöyle dediği
kaydedilmektedir: Âişe -Radıyallahu anha-ya:
Bazı insanlar Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-in ashabını hatta Ebu Bekr ve Ömer’i dillerine doluyorlar
denilince, dedi ki: Siz bunun neresine hayret ediyorsunuz ki? Onların amelleri
(vefatlarıyla) kesildi, Yüce Allah da onların ecirlerinin kesilmesini murad
etmedi.
İbn Batta, sahih bir isnad ile İbn Abbas’ın şöyle
dediğini kaydetmektedir: "Muhammed’in ashab’ına sövmeyiniz. Onlardan
herhangi birisinin -Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- ile birlikte- bir anlık bulunması, sizden herhangi
birisinin kırk yıllık amelinden daha hayırlıdır."[190]
Vekî’ yoluyla gelen rivayette de: "Sizden herhangi birisinin ömür boyu
ibadetinden daha hayırlıdır" denilmektedir.
Buharî ile Müslim’de, İmran b. Husayn ve başkalarının
rivayet ettiği hadise göre Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "İnsanların en hayırlısı benim çağdaşlarımdır,
sonra onlardan sonra gelenler, sonra onlardan sonra gelenler." İmran dedi
ki: Kendi çağından sonra iki mi, üç mü çağ zikretti bilemiyorum.[191]
Müslim’in Sahih’inde, Cabir -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Ağaç altında
bey’at edenlerden hiçbir kimse cehennem ateşine girmeyecektir."[192]
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Allah peygamberini de içlerinden
bir gurubun gönülleri az kalsın eğrilmek üzere iken dar zamanda ona tabi olan
muhacir’lerle ensar’ı da tevbeye muvaffak etti. Sonra onların bu tevbelerini
kabul buyurdu..."
(et-Tevbe,
9/117 ile ondan sonraki diğer âyetler...)
Andolsun ki Abdullah b.
Mes’ud
-Radıyallahu anh- şu
sözleriyle onları nitelendirirken doğru söylemiştir: Allah kulların kalplerine
nazar etti. Muhammed’in kalbinin kulların kalplerinin en hayırlısı olduğunu
gördü. O bakımdan onu kendisi için seçti ve risaletiyle onu gönderdi. Muhammed
-Sallallahu aleyhi vesellem-in
kalbinden sonra diğer kulların kalplerine nazar etti. Ashab’ının kalplerinin,
kulların kalplerinin en hayırlısı olduğunu gördü. O bakımdan onları
peygamberinin yardımcıları yaptı, dini uğrunda savaştılar. Müslümanların güzel
gördükleri şey bundan dolayı Allah nezdinde de güzeldir, onların kötü
gördükleri şey bundan dolayı Allah nezdinde de kötüdür.
Bir başka rivayette şu şekildedir: Muhammed’in
ashab’ının tamamı Ebubekr’i halife seçmek görüşünde birleştiler.
İbn Mes’ud’un: Sizden her kim bir sünnete
uyacaksa, ölmüş olanların sünnetine tabi olsun... şeklindeki sözleri
Tahâvî’nin: "Ve biz sünnet’e ve cemaate tabi oluruz" sözlerini açıklarken
geçmiş idi.
Mü’minlerin en hayırlılarına ve Yüce Allah’ın
peygamberlerden sonraki gerçek dostlarının efendilerine, önderlerine kalbinde
bir kin taşıyan bir kimseden daha sapık kim olabilir? Hatta onlara kin
duyanlardan yahudi ve hristiyanlar bir hasletleriyle bu bakımdan onlardan
üstündürler. Çünkü yahudiler’e: Sizin ümmetinizin en hayırlıları kimlerdir?
diye sorulduğunda onlar: Musa’nın ashab’ıdır, derler. Hristiyanlar’a: Sizin
ümmetinizin en hayırlıları kimdir? diye sorulunca onlar da: İsa’nın ashab’ıdır
derler. Rafızî’lere: Ümmetinizin en kötüleri kimdir? diye sorulunca, onlar da:
Muhammed’in ashab’ıdır der, çıkarlar ve aralarından çok az kimseler dışında
istisna da yapmazlar. Halbuki onların dil uzatıp, sövdüğü kimseler arasında
istisna ettikleri kimselerden kat kat daha hayırlıları bile vardır.
Tahâvî’nin -
Allah ona rahmet etsin- : "Onlardan herhangi birisinin sevgisinde aşırıya
kaçmayız" yani onlardan kimseyi sevmekte -Şia’nın yaptığı gibi- haddi aşmayız.
O takdirde biz haddi aşanlardan oluruz. Yüce Allah ise: "Ey kitab ehli! Dininizde aşırıya
gitmeyin" (en-Nisa, 4/171)
diye buyurmaktadır.
Tahâvî’nin -
Allah ona rahmet etsin-: "Rafızî’lerin yaptıkları gibi onlardan
herhangi birisinden beri olduğumuzu da söylemeyiz" sözlerine gelince,
çünkü Rafızîlere göre Berâ olmaksızın velâ olmaz. Yani Ebu Bekr ve Ömer -Radıyallahu anh-dan teberri etmedikçe
(onlardan uzak olmadıkça) ehl-i beyt tevelli (dost) edinilmez.
Ehl-i sünnet ise onların hepsini veli edinirler
ve layık oldukları konumlarında görürler. Bu konuda adalet ve insaf ölçülerini
kullanırlar, heva ve taassubla hareket etmezler. Çünkü bütün bunlar haddi aşmanın
ta kendisi olan bağy’in bir bölümüdür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlar kendilerine ilim geldikten
sonra ancak aralarındaki bağy’den dolayı anlaşmazlığa düştüler." (el-Câsiye, 45/17)
İşte seleften birisinin şu sözünün manası da şudur:
Şehadet te bid’attır, beraet te bid’attir. Hatta bu ashab ve tabiîn’den olan
bir grub seleften dahi rivayet edilmektir. Ebu Said el-Hudrî, Hasan-ı Basrî, İbrahim
en-Nehaî, ed-Dahhak ve başkaları bunlar arasındadır.
Burada sözü geçen şehadet’in anlamı şudur:
Müslümanlardan muayyen bir kimse hakkında cehennemliklerden olduğuna yahut
kâfir olduğuna -bu hususta Allah’ın onun vefatı halindeki durumuna dair bir
bilgisi olmaksızın- şahitlik etmek demektir.
Tahâvî’nin-
Allah ona rahmet etsin-: "Onları sevmek din’dir, iman’dır, ihsan’dır"
sözlerine gelince, çünkü bu daha önce kaydettiğimiz nass’larda sözü geçen
Allah’ın emirlerine uymak demektir.
Tirmizî, Abdullah b. Muğaffel’in şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-i şöyle buyururken dinledim: "Ashab’ım hakkında
Allah’tan korkun, Allah’tan. Benden sonra onları (atışlarınıza, saldırılarınıza)
hedef edinmeyin. Çünkü onları seven beni sevdiği için onları sever, onlara buğzeden
de bana olan buğzundan dolayı onlara buğzeder. Onlara kim eziyet ederse, bana
eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden de Allah’a eziyet etmiş demektir. Allah’a
eziyet edeni de fazla zaman geçmeden Allah yakalar."[193]
Ashab’ı sevmeye iman demek, Tahâvî - Allah ona rahmet etsin- adına izahı
zor bir şeydir. Çünkü sevmek kalbin bir amelidir, tasdik ile de aynı şey değildir.
Buna göre amel de iman adının kapsamı içerisine girmektedir. Halbuki daha önce
onun: "İman dil ile ikrar ve kalb ile tasdiktir" dediğini görmüştük
ve o ameli iman kapsamı içerisine sokmamaktadır. Ebu Hanife mezhebinin bilinen
görüşü budur. Ancak böyle bir adlandırma mecazi kabul edilirse, izah edilmiş
olur.
"Onlara buğzetmek küfür’dür, münafık’lıktır
ve tuğyan’dır" sözlerine gelince, bid’at sahibi kimselerin tekfir’i ile ilgili
açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Burada sözü edilen küfür de Yüce
Allah’ın: "Allah’ın indirdikleriyle
hükmetmeyenler, onlar kâfirlerin ta kendileridir" (el-Maide, 5/44) buyruğunda sözü edilen küfrü andırmaktadır. Bu
hususa dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Rasûlullah
-Sallallahu aleyhi vesellem-den sonra, halifeliği ilk -ve onun faziletinin,
bütün ümmetin de önünde oluşunun bir belirtisi olarak- Ebu Bekr es-Sıddîk -Radıyallahu
anh- için sabit kabul ederiz."
Ebu Bekr es-Sıddîk -Radıyallahu anh-ın halifeliği nass ile mi, yoksa ihtîyar (seçim)
ile mi sabit olduğu hususunda ehl-i sünnet arasında görüş ayrılığı vardır.
Hasan-ı Basrî ve hadis ehlinden bir topluluk
bunun gizli nass ve işaret ile sabit olduğu görüşündedir. Onlardan açık nass
ile sabit olmuştur, diyenler de vardır. Hadis ehlinden, Mutezile ve Eşarîyeden,
bir grubun kanaatine göre ise halifelik ihtîyar ile sabit olur.
Ebu Bekr -Radıyallahu
anh- hakkında halifeliğin nass ile sabit olduğuna delil olabilecek bazı
rivayetler bulunmaktadır.
Bunlardan birisi Buharî’nin senedini kaydederek
Cubeyr b. Mutim -Radıyallahu anh-dan
kaydettiği şu rivayettir: Bir kadın Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- e geldi, o kadına kendisine tekrar
geri gelmesini emretti. Kadın -ölümü kastedercesine-: Şâyet gelip de seni
bulamayacak olursam ne emredersin? diye sorunca: "Beni bulamazsan Ebu
Bekir’e git" diye buyurdu.[194]
Buharî bu hadisin bir başka şeklini de ve daha başka hadisler de
kaydetmektedir. İşte bunlar Ebu Bekir’in imameti hususunda açık bir nass’tır.
Huzeyfe b. el-Yeman dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurdu: "Benden sonraki iki kişiye Ebu Bekir ve Ömer’e uyunuz." Bunu
da Sünen sahipleri rivayet etmiştir.[195]
Buharî ile Müslim’de Âişe -Allah ondan ve babasından razı olsun-'nin şöyle dediği
kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-, hastalığı başladığı günü yanıma geldi ve bana: "Bana
babanı ve kardeşini çağır ki Ebu Bekir’e bir kitap (ahidnâme) yazayım."
Sonra da şöyle buyurdu: "Zaten Allah da, müslümanlar da Ebu Bekir’den başkasını
kabul etmez."
Bir rivayette: "Bu işe hiçbir kimse göz
dikmesin." denilmektedir.
Bir diğer rivayette de şöyle buyurmuştur:
"Bana Abdu’r-Rahman b. Ebu Bekr’i çağır ki Ebu Bekir’e -ona karşı
muhalefet olmasın diye- bir yazı (ahidname) yazayım. Sonra da şöyle buyurdu:
"Ebu Bekir hususunda mü’minlerin ihtilafa düşmelerinden Allah’a sığınırım."[196]
Namazda imamete geçirilmesi ile ilgili hadisler
ise hem meşhurdur, hem de bilinmektedir. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Ebu Bekir’e
emredin, insanlara namaz kıldırsın."[197]
Buharî ile Müslim’de ki rivâyete göre Ebu
Hureyre -Radıyallahu anh-da dedi ki:
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i
şöyle buyururken dinledim: "Ben uyurken kendimi bir kuyu başında gördüm.
Kuyunun üzerinde bir kova vardı. Allah’ın dilediği kadar o kuyudan su çektim.
Sonra o kovayı benden Ebu Kuhafe’nin oğlu (Ebu Bekir) aldı. Kuyudan bir ya da
iki kova çekti, çekişinde biraz zayıflık vardı. Allah ona mağfiret buyursun.
Sonra bu kova daha da büyük bir kova halini aldı ve İbnu’l-Hattab (Ömer) onu
aldı, insanlar arasında onun çekişi gibi çeken müthiş birisini görmedim. Öyle
ki sonunda insanlar onun etrafında kalabalık bir şekilde toplandılar."[198]
Sahih hadiste de belirtildiğine göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- minberi
üzerinde şöyle demiştir: "Eğer yeryüzündekilerden bir halil (candan dost)
edinecek olsaydım, elbetteki Ebu Bekir’i halil edinirdim. Mescid’e açılan ne
kadar kapı varsa -Ebu Bekir’in kapısı müstesna- hiçbirisi açık kalmasın, kapatılsın."[199]
Ebu Davud’un Sünen’inde ve başkalarında da el-Eş’âs,
el-Hasen’den, o Ebu Bekre’den gelen rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- bir gün:
"Aranızdan kim rüya gördü" diye sorunca, bir adam: Ben gördüm dedi,
sanki semadan bir terazi indirildi. Sen ile Ebu Bekir tartıldınız, sen Ebu
Bekir’e ağır bastın. Sonra Ömer ile Ebubekir tartıldi, Ebu Bekir ağır bastı.
Sonra Ömer ve Osman tartıldı, Ömer ağır bastı. Sonra da terazi kaldırıldı.
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in
yüzünde hoşlanmadığının belirtilerini gördüm: şöyle buyurdu: "(Bu)
nubuvvet hilâfetidir, sonra Yüce Allah mülkü dilediğine verecektir."[200]
Böylelikle Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- bunların yönetimlerinin nebevî
halifelik olduğunu, bundan sonra ise melik’lik olacağını beyan etmektedir.
Bu hadiste Ali -Radıyallahu anh-dan söz edilmeyişinin sebebi, insanların onun
döneminde birlik olmayışından dolayıdır. Aksine onlar ihtilaf halinde idiler.
Onun döneminde ne nebevî hilafet düzenli bir şekilde vardı, ne de mülk.
Yine Ebu Davud’da yer alan rivayete göre Cabir -Radıyallahu anh-, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle
buyurduğunu naklederdi: "Bu gece salih bir adam rüyasında Ebu Bekir’in
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e
askıyla bağlandığını, Ömer’in de Ebu Bekr’e aynı şekilde bağlandığını, Osman’ın
da Ömer’e öylece bağlandığını gördü." Cabir dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in yanından
kalkınca şöyle dedik: "Salih adam, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-dır. Biri diğerine bağlanan kişiler de
Allah’ın peygamberi ile göndermiş olduğu bu işteki yöneticilerdir."[201]
Yine Ebu Davud’da yer alan Semura b. Cündeb’den
gelen rivayete göre bir adam şöyle demiş: Ey Allah’ın Rasûlü, sanki sema’dan
kova gibi bir şey sarkıtıldığını rüyamda gördüm. Ebu Bekir geldi ve bu kovanın
ağzında bulunan değneği tuttu, az birşey içti. Sonra Ömer de geldi, azğzındaki
değneği tuttu ve doyasıya içti. Arkasından Osman geldi, o da değneğinden tuttu
ve o da doyasıya içti. Sonra Ali gelip değneğinden tuttu ve suyu sıçratacak şekilde
çalkalandı, onun üzerine de ondan biraz su döküldü."[202]
Said b. Cuhman’dan, o Süfeyne’den şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Nubuvvet hilafeti otuz senedir. Sonra
Allah dilediği kimseye mülkünü -yahut mülkü- verir."[203]
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- halife olarak kimseyi tayin etmemiştir diyenler de bu
hususta rivayet edilen haberi delil gösterirler. Abdullah b. Ömer’den, o da
Ömer’den -Radıyallahu anh- şöyle dediğini
nakletmektedir: Eğer ben halife tayin edersem, benden daha hayırlı olan halife
tayin etmiştir. -Ebu Bekir’i kastediyor.- Şâyet halife tayin etmezsem, yine
benden daha hayırlı olan -Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-ı kastediyor- halife tayin etmemiştir.[204]
Âişe -Radıyallahu
anh-dan gelen şu rivayeti de delil gösterirler: Ona Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- eğer halife
tayin etmiş olsaydı, kimi tayin ederdi, diye sorulmuştur.[205]
Kuvvetli görünen görüşe göre, -doğrusunu en iyi
bilen Allah’tır- o kimseyi halife tayin etmemiştir, diyenlerin maksadı yazılı
bir ahidnâme bırakmamıştır, şeklindedir. Eğer yazılı bir ahidname bırakmış
olsaydı, bunu Ebu Bekir -Radıyallahu anh-
lehine yazacaktı. Çünkü o böyle bir ahidname yazmayı istemiş, sonra da bundan
vazgeçmiş ve: "Allah da, müslümanlar da Ebu Bekir’den başkasına razı
olmazlar" demiştir.[206]
İşte bu mücerred bir ahidname bırakmaktan daha
beliğ’dir. Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem- müslümanlara Ebu Bekir’i halife tayin etme yolunu göstermiş ve
onlara bu yolu söz ve fiilleriyle bir çok yolla göstermiştir. Onun halife olacağını,
bu işten hoşnud olan ve bundan övgü ile söz eden bir eda ile haber verdiği
gibi, bu hususta bir ahidname yazmayı da kararlaştırmış idi. Sonra da
müslümanların onun etrafında birleşeceğini bildiği için bununla yetinerek yazılı
bir ahidname bırakmayı terketmiştir. Sonra hastalığı esnasındaki perşembe günü
de buna karar vermiş, ancak bazılarının bu hususta acaba onun bu sözleri hastalığın
bir etkisi ile midir yoksa uyulması gereken bir söz müdür? diye şüpheye düşmesi
üzerine[207] yazı
yazmayı terkederek Yüce Allah’ın da, mü’minlerin de Ebu Bekir’i halifelik makamına
seçeceklerini bilmekle yetinmiştir.
Eğer tayin ümmet için şüpheye düşülen bir husus
olacak olsaydı, elbetteki bunu bu hususta bir mazeret kalmaması için kat’î bir şekilde
açıklayacaktı, fakat Ebu Bekir’in halife seçilmesi gereğini bir çok yolla
onlara gösterip onlar da bunu anladıklarından maksat hasıl olmuştur. Bundan
dolayı Ömer -Radıyallahu anh- muhacir
ve ensar’ın hazır bulunduğu bir sırada irad ettiği hutbesinde şunları söylemiştir:
Sen bizim en hayırlımızsın, efendimizsin. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in aramızda en çok sevdiği kişi sensin.
O bu sözleri söylediği
halde kimse onun bu sözlerine karşı çıkmadığı gibi, Ashab-ı Kiram’dan bir kimse
kalkıp hayır Ebu Bekir’den başka muhacir’lerden herhangi bir kimse hilafet’e
ondan daha bir hak sahibidir, demediği gibi, ensar’dan bir kaç kişi dışında
-ensar’dan bir emir, muhacir’lerden de bir emir olur umuduyla- halifeliği
hususunda kimse onunla tartışmamıştır.
Daha sonra ensar bütünüyle -Sâd b. Ubade
müstesna- Ebu Bekir’e bey’at ettiler. Çünkü Sad’ın kendisi yöneticiliğe
talibti. Ashab’tan hiçbir kimse asla: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den; Ebu Bekir dışında Ali, Abbas veya
bir başkası olsun -bid’at ehlinin söyledikleri gibi- diye açık ifadeler kullandığını
söyleyen olmamıştır.
Özetle: Ebu Bekir’den başkasının yönetime talib
olduğu nakledilenlerin hiçbirisi dini ve şer’î bir delil zikretmediği gibi Ebu
Bekir’den başkasının ondan daha faziletli yahut bu işe daha layık ve hak sahibi
olduğunu da belirtmemiştir. Bu husustaki ifadeler sadece kabilesini ve kavmini
sevdiğinden ortaya çıkmıştır. Onlar Ebu Bekir -Radıyallahu anh-ın faziletini, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in onu sevdiğini biliyorlardı. Nitekim
Buharî ile Müslim’de yer alan rivayete göre Amr b. el-Âs’ı, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-
Zatu’s-Selasil Gazvesi’ne giden ordunun başında kumandan olarak göndermişti.
Amr der ki: Peygamberin yanına vardım, ona: İnsanlar arasında en çok kimi
seviyorsun? diye sordum. O: "Âişe’yi" diye buyurdu. Ben: Erkeklerden?
diye sordum. O: "Babasını" diye cevap verdi. Sonra kimi diye sordum:
"Ömer’i" dedi ve daha başka şahıslar saydı.[208]
Yine Buharî ile Müslim’de yer alan rivayete göre
Ebu’d-Derdâ şöyle demiştir: Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in yanında oturuyordum. Aniden Ebu Bekir elbisesinin bir
yanını diz kapakları açığa çıkıncaya kadar tutmuş olarak geldi. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurdu: "Sizin bu arkadaşınız, birisiyle tartışmış ve öfkelenmiştir."
Sonra gelip, selam verdi ve şöyle dedi: Benimle Hattab’ın oğlu arasında bir
anlaşmazlık oldu. Ben acele ederek ona ağır sözler söyledim, sonra pişman
oldum. Beni affetmesini istedim, kabul etmedi. Ben de senin yanına geldim.
Peygamber: "Allah sana mağfiret buyursun. Ey Ebu Bekir" dedi ve üç
defa bu sözünü tekrarladı. Daha sonra Ömer de pişman oldu. Ebu Bekir’in evine
gitti ve: O burada mı diye sordu, hayır dediler. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in huzuruna geldi, ona selam verdi.
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in
yüzü değişmeye başladı. Ebu Bekir korktu, dizleri üzerine çökerek: Ey Allah’ın
Rasûlü! Allah’a yemin ederim, daha haksız idim, dedi ve bu sözlerini iki defa
tekrarladı. Bunun üzerine Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Allah beni size peygamber gönderdi.
Sizler: Yalan söylüyorsun, dediniz. Ebu Bekir doğru söylüyorsun, dedi. Malıyla,
canıyla bana karşı fedakarca davrandı. Şimdi siz arkadaşımı bana (ona zarar
vermeksizin) bırakmaz mısınız?" Bu sözlerini de iki defa tekrarladı.
Bundan sonra kimse Ebu Bekir’i rahatsız edecek bir iş yapmadı.[209]
Ebu Bekir’in faziletlerini sayıp dökmeye bu
küçük hacimli eserimiz yeterli değildir.
Yine Buharî ile Müslim’de kaydedildiğine göre Âişe
-Radıyallahu anh- şöyle demiştir:
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-
vefat ettiği sırada, Ebu Bekir es-Sunh’da bulunuyordu. -Hadisi nakletti ve şunları
söyledi-: Ensar, Sâd b. Ubade’nin etrafında Benu Saide Sakife’sinde toplandı ve
bizden bir emir olsun, sizden de bir emir olsun dedi. Ebu Bekir, Ömer b.
el-Hattab ve Ebu Ubeyde b. el-Cerrah onların yanına varıp gitti. Ömer konuşmak
istedi, Ebu Bekir onu susturdu. Ömer şöyle derdi: Allah’a yemin ederim. Ben
konuşmak isterken beni memnun edecek şekilde tasarladığım bir konuşmayı yapmak
istemiştim ve Ebu Bekir’in bunları söylemeyeceğinden korkmuştum. Daha sonra Ebu
Bekir konuştu ve insanların en beliğ konuşanı olarak sözlerini söyledi. Bu konuşmasında
dedi ki: Emir’ler bizleriz, vezir’ler de sizlersiniz. Hubab b. el-Münzir dedi
ki: Allah’a yemin olsun, böyle yapmayacağız. Bizden bir emir, sizden bir emir
olsun. Ebu Bekir şu cevabı verdi: Hayır ama emir’ler bizleriz, vezir’ler
sizlersiniz. Onlar (Kureyş’liler) Arap’ların her bakımdan en uygunlarıdır. Şeref
ve mevkileri itibariyle en azizleridir. O bakımdan Ömer’e yahut Ebu Ubeyde b.
el-Cerrah’a bey’at ediniz. Bunun üzerine Ömer: Hayır, biz sana bey’at edeceğiz,
sen bizim efendimizsin, bizim hayırlımızsın. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in aramızda en sevdiği kişi sensin.
Sonra Ömer elini yakaladı, ona bey’at etti. Daha sonra da insanlar ona bey’at
ettiler. Onlardan birisi: Sâd’ı öldürdünüz, dedi. Bu sefer Ömer: Onu öldüren
Allah’tır, diye cevap verdi.[210]
Sunh ise el-Aliye diye bilinen yerdir ve bu,
Medine bahçelerinden bu isimle bilinen bir bahçedir.
"Sonra
Ömer b. el-Hattab -Radıyallahu anh-ın halife’liğini (kabul ederiz.)"
Yani Ebu Bekir’den sonra halifeliği Ömer -Radıyallahu anh- için sabit kabul
ederiz. Bu da Ebu Bekir -Radıyallahu anh-in
halifeliği ona havale etmesi ve ondan sonra da ümmetin bu hususta Ömer üzerinde
ittifakı ile olmuştur. Faziletleri inkar olunamayacak kadar ünlü,
zikredilemeyecek kadar çoktur.
Muhammed b. el-Hanefiye’den şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Ben babama: Babacığım, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-den sonra insanların en hayırlıları
kimdir? O şöyle dedi: Oğulcağızım, bilmiyor musun? Ben: Hayır, dedim. O: Ebu
Bekir’dir, dedi. Ben: Sonra kimdir? diye sordum. O: Ömer’dir, dedi. Bu sefer
sonra Osman’dır, diyeceğinden korktuğum için hemen: Sonra sen, değil mi? dedim.
Şöyle dedi: Ben ancak müslümanlardan bir adamım.[211]
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in: "Benden sonraki iki kişiye Ebu Bekir ve Ömer’e
uyunuz." şeklindeki buyrukları da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Müslim’in Sahih’inde, İbn Abbas -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği
rivayet edilmektedir: Ömer divan’ına (teneşire) konuldu. İnsanlar -cenazesi
kaldırılmadan- etrafını sardılar övgüyle söz edip ona dua etmeye koyuldular.
Aralarında ben de vardım, arkamdan birisinin omuzumu yakaladığını farkettim.
Ona döndüm: Ali olduğunu gördüm. Ömer’e rahmetler diledi ve şöyle dedi: Geriye
yaptığı amelin bir benzerini yaparak, Allah’ın huzuruna çıkmayı senden daha çok
istediğim bir kimse bırakmadın. Allah’a yemin ederim ki ben Allah’ın seni iki
arkadaşın ile birlikte bulunduracağını sanıp durmuştum. Çünkü ben Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in:
"Ben Ebu Bekir ve Ömer geldik. Ben Ebu Bekir ve Ömer girdik. Ben Ebu Bekir
ve Ömer çıktık, dediğini çok duyuyordum. O bakımdan ben Allah’ın seni o ikisi
ile beraber kılacağını ümit ederdim -yahut zannederdim.-"[212]
Ebu Hureyre -Radıyallahu
anh-ın Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem-in gördüğü rüyasına dair hadisi de daha önceden geçmişti. Bu
hadise göre Peygamber, gördüğü rüyasında önce kendisi bir kuyudan su çekiyor,
daha sonra Ebu Bekir su çekiyor. Daha sonra su çektikleri kova büyükçe bir
kovaya dönüşüyor, sonra İbnu’l-Hattab (Ömer) bunu alıyor. (Peygamber de şöyle
buyuruyor): "Ben insanlar arasında Ömer’in çektiği gibi muazzam bir şekilde
su çeken kimse görmedim. Öyle ki insanlar onun etrafında çok kalabalık bir şekilde
toplandı."
Buharî ile Müslim’de, Sâd b. Ebi Vakkas’ın şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Ömer b. el-Hattab, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in huzuruna girmek için izin istedi.
Huzurunda Kureyş’ten ve onunla yüksek sesle konuşan Kureyş’ten bazı kadınlar
vardı... Bu hadiste Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Yeter, ey Hattab’ın oğlu! Nefsim
elinde olana yemin ederim ki, şeytan senin gitmekte olduğun bir yolda seninle
karşılaşacak olursa, mutlaka senin gittiğin yoldan başka bir yolu izler."[213]
Yine Buharî ile Müslim’de, kaydedildiğine göre
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
şöyle dermiş: "Sizden önceki ümmetlerde ilhama mazhar insanlar vardı. Eğer
benim ümmetimde onlardan birisi varsa şüphesiz ki Ömer b. el-Hattab onlardandır."[214]
"Sonra
Osman -Radıyallahu anh- için (halifeliği sabit görürüz.)"
Yani halifeliği Ömer’den sonra Osman -Radıyallahu anh- için sabit kabul
ederiz.
Buharî -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- Ömer -Radıyallahu
anh-ın öldürülmesi ile şûra’nın durumunu ve Osman -Radıyallahu anh-a bey’at edilmesini, Sahih’inde kaydetmiş
bulunmaktadır. Ben de onun rivayet ettiği şekilde senediyle bu rivayeti
serdetmeyi uygun gördüm:
Amr b. Meymun’dan dedi ki: Ömer -Radıyallahu anh-ı Medine’de
öldürülmesinden birkaç gün önce gördüm. Huzeyfe b. el-Yeman ile Osman b.
Huneyf’in yanında durdu ve: Ne yaptınız? diye sordu. Sizler araziye (Irak
sevad’ına) kaldıramayacağı kadar bir yük yükletmiş olmaktan korkuyor musunuz?
Onlar, biz o araziye kaldırabileceği kadar bir yük yükledik. Çünkü yüklediğimiz
fazla bir şey değildir. Onlara: Yine sizler o araziye kaldıramayacağı kadar bir
yük yükletmiş olup olmadığınızı gözden geçirin, dedi. Onlar: Hayır (fazla yük
yüklemedik) dediler. Bunun üzerine Ömer -Radıyallahu
anh- şöyle dedi: Eğer Allah bana esenlik verecek olursa, Irak ahalisinin
dul kadınlarını benden sonra hiçbir erkeğe muhtaç bırakmayacağım. (Amr) dedi
ki: Üzerinden dört gün geçmeden öldürüldü.
(Amr devamla) dedi ki: Öldürüldüğü gün sabahı
ben (safta) ayakta duruyordum ve benimle onun arasında sadece Abdullah b. Abbas
vardı. İki saf arasından geçti mi: Saflarınızı düzeltiniz, derdi. Nihayet
saflar arasında bir bozukluk görmedi mi bu sefer öne geçer ve tekbir alırdı.
Bazen Yusuf yahut Nahl suresini ya da buna yakın uzunluktaki bir sureyi ilk
rek’atte okurdu ki insanlar (cemaate) toplanmış olsun. Tekbir alır almaz; onun:
O köpek beni öldürdü -yahut beni yedi- sözlerini hançerlediği vakit söylediğini
duydum.
Kâfir iki uçlu bıçak ile kaçıp gitti. Kimin yanından,
sağında ya da solunda olsun geçtiyse mutlaka ona hançerini saplıyordu. Böylece
onüç kişiyi yaraladı, bunların yedisi öldü. Müslümanlardan birisi onun bu
durumunu görünce, üzerine bir bornoz attı. O yakalandığını anlayınca intihar
etti.
Ömer, Abdurrahman b. Avf’ın elinden tutarak onu
mihraba geçirdi. Ömer’in arkasında bulunanlar benim gördüklerimi gördü, ancak
mescidin uzak yerlerinde bulunanlar ise sadece Ömer’in sesini işitmediler ve başka
bir şeyin farkına varmadılar. Onlar subhanallah, subhanallah deyip durdular.
Abdu’r-Rahman cemaate kısa bir namaz kıldırdı. Namaz bitince ey İbn Abbas, bak
bakalım beni kim öldürdü, dedi. Bir süre dolaştıktan sonra geri geldi ve el-Muğire’nin
kölesi dedi. O sanatkar köle mi? diye sordu. İbn Abbas, evet dedi. Ömer: Allah
kahretsin onu, halbuki ben onun için iyilikte bulunmasını (efendisi Muğire’ye)
emretmiştim. Ölümümü müslüman olmak iddiasında bulunan bir adam eli ile
gerçekleştirmeyene hamdolsun. Sen ve baban Medine’de bu kâfirlerin çoğalmasını
arzu ederdiniz. Abbas da onlardan en çok kölelere sahip olan bir kimse idi. (İbn
Abbas): Dilersen böyle bir şey yaparım yahut ta ben istersem (onları) öldürürüz
dedi. Ömer, artık bunu yapamazsınız, onlar sizinle aynı dili konuşuyorlar,
sizin kıble’nize dönüp namaz kılıyorlar, haccettiğiniz gibi haccediyorlar.
Sonra onu evine taşıdılar, biz de onunla
birlikte gittik. İnsanlar sanki bundan önce hiçbir musibetle karşılaşmamış
gibiydiler. Kimisi korkulacak bir şey yoktur diyordu, kimisi: Ben onun için
korkuyorum, diyordu. Ona, nebiz (şıra) getirildi, içti. Karnından dışarı çıktı,
sonra ona süt getirildi, o da karnından çıktı. Artık öleceğini anladılar.
Yanına girdik, insanlar gelip ondan övgüyle
sözetmeye başladılar. Genç bir adam gelip: Allah’ın müjdesiyle müjdeler olsun
sana ey mü’minlerin emiri! Çünkü sen Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- ile arkadaşlık ettin. Erken dönemlerde
İslam’a girdin ve bildiğin şeyleri yaptın. Sonra yönetimin başına getirildin,
adil davrandın, sonra da işte şehid oluyorsun, dedi. Şu cevabı verdi: Bu işin
başabaş çıkmasını çok arzu ederdim. Ne lehime olsun, ne de aleyhime. Geri döndüğünde
adamın elbisesinin etekleri yere değiyordu. O delikanlıyı yanıma geri çağırınız,
dedi. Ona şunları söyledi: Kardeşimin oğlu, elbiseni yukarı çek. Böylesi
elbiseni daha temiz tutar ve Rabbine karşı daha takvalı olursun. Ey Ömer’in oğlu
Abdullah, üzerimdeki borçları tesbit et, dedi.
Hesabını yaptılar, seksenaltıbin veya ona yakın
miktarda olduğunu tesbit ettiler. (Ömer) dedi ki: Şâyet Ömer ailesinin malı
bunu ödemeye yeterli gelirse, mallarından o borcu öde. Aksi takdirde Adiy b.
Ka’b oğullarının bunu tamamlamasını iste. Onların da malları buna yetmezse, bu
sefer Kureyş arasında bunu tamamlamalarını iste ve artık onlardan başka da
kimseden birşey isteme ve benim yerime bu borcu sen öde. Mü’minlerin annesi Âişe’ye
git ve ona de ki: Ömer’in sana selamı var, ama sakın mü’minlerin emiri
demeyesin. Çünkü ben bugün mü’minlerin emiri değilim artık ve de ki: Ömer b.
el-Hattab iki arkadaşının yanında defnedilmek için izin istiyor.
O da gitti, selam verib izin istedi, sonra yanına
girdi. Oturmuş ağlamakta olduğunu gördü, babam Ömer b. el-Hattab sana selâm
söyledi ve iki arkadaşı yanında defnedilmek için izin istedi dedi. Aişe dedi
ki: Orayı ben kendim için düşünüyordum fakat bugün ben onu kendime tercih edeceğim.
İbn Ömer geri döndüğünde, işte Abdullah geliyor
denildi. (Ömer) dedi ki: Beni doğrultunuz, bir adam onu kendisine dayadı. Ona:
Ne haber? diye sordu. İstediğin oldu ey emir, izin verdi dedi. Buna karşılık
dedi ki: Allah’a hamdolsun, bundan daha fazla hiçbir şeyi sevmiyordum. Artık
benim işim bittikten sonra beni oraya taşıyınız, sonra yine selam ver ve de ki:
Ömer b. el-Hattab izin istiyor, şâyet bana izin verirse beni içeri sokunuz. Eğer
beni geri çevirecek olursa, siz de beni müslümanların kabristanına geri
götürünüz.
Mü’minlerin annesi Hafsa ve onunla birlikte
kalabalık halinde başka hanımlar da geldi. Onu görünce ayağa kalktık, ona
kapandı ve yanında bir süre ağladı. Daha sonra yanına girmek üzere erkekler
izin istedi. Ben de onlarla birlikte girdim, içerden onun ağlayışını duydum.
Huzurunda bulunanlar: Ey mü’minlerin emiri
vasiyet et, halife tayin et dediler. O şu cevabı verdi: Ben bu işe şu
kimselerden yahut ta şu şahıslardan daha hak sahibi kimseyi bulamıyorum.
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-
onlardan razı olduğu halde vefat etmişti, deyip Ali, Osman, Zubeyr, Talha, Sa’d
ve Abdu’r-Rahman’ın isimlerini verdi ve şunları ekledi: Abdullah b. Ömer de
aranızda hazır bulunacak fakat bu hususta onun herhangi bir yetkisi olmayacak.
Bu da onu bir çeşit teselli idi. Şâyet emir’lik Sa’d’a isabet ederse, o bu işe
ehil’dir. Aksi takdirde hanginiz emir olursanız, onun yardımını alınız. Şüphesiz
ki ben onu ne acizliğinden, ne de hainliğinden dolayı azletmiş değildim.
(Ömer -Radıyallahu
anh.- devamla) dedi ki: Benden sonraki halifeye ilk muhacirleri tavsiye
ediyorum. Onların haklarını gözetsin, onların saygınlıklarını korusun. Ensar
hakkında da ona hayır tavsiye ederim, onlar muhacirlerden önce (Medine denilen)
yurtta yerleşmiş ve iman sahibi kimselerdir. İyilik yapanlarını güzellikle mükafatlandırsın,
kötülük yapanlarını da bağışlasın. Sair İslam diyarlarında bulunan insanlara da
hayırla davranmasını tavsiye ederim, çünkü onlar İslam’ın desteğidir. Malı
toplayanlardır, düşmanın öfkesidir. Onlardan ancak arta kalanlarından ve gönül
hoşluklarıyla alacağını alsın. Bedevîler hakkında da ona hayırla davranmasını
tavsiye ederim, çünkü onlar Arapların esası, İslam’ın ana maddesidirler. Mallarının
en iyi olanlarından değil, öbürlerinden alsın, fakirlerine versin. Ona Allah’ın
ve Rasûlünün zimmeti ile (zimmî’lik) akdi yapmış olanlara ahidlerinin
gereklerini eksiksiz olarak yerine getirmesini ve onları korumak için savaşmasını
tavsiye ederim, takatlerinden fazlasının onlara yükletilmemesini de tavsiye
ederim.
Ruh’unu teslim ettikten sonra onu aldık ve
cenazesi ile yürüdük. Abdullah b. Ömer selam verdi ve dedi ki: Ömer b.
el-Hattab izin istiyor. (Âişe) dedi ki: Onu içeri getiriniz, içeri alındı ve
orada iki arkadaşı ile birlikte konuldu.
Defin işi bittikten sonra bu kişiler bir araya
gelip toplandılar. Abdu’r-Rahman b. Avf dedi ki: Aranızdaki bu işi, aranızdan
üç kişiye havale ediniz. ez-Zubeyr dedi ki: Ben hakkımı Ali’ye verdim, Talha
da: Ben de hakkımı Osman’a verdim dedi. Sa’d da: Ben de hakkımı Abdu’r-Rahman’a
verdim. Abdu’r-Rahman dedi ki: İkinizden hangisi bu işten ferağat ediyorsa
(halife tayini) işini ona verelim. O da Allah’ın hakkı ve İslam için kendi
nefsinde hangisinin daha faziletli olduğuna bir baksın (ve ona görevi versin.)
İki yaşlı (Ali ile Osman) sustular.
Abdu’r-Rahman, peki bu işi (tesbit yetkisini) bana verir misiniz? Allah’a yemin
ediyorum, ben sizin en faziletliniz kimse onu bulup çıkarmaktan geri kalmayacağım.
Her ikisi de evet dedi, onlardan birisinin elini tuttu ve şunları söyledi: Sen
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-
ile akrabasın, İslam’da da bildiğin şekilde bir önceliğin vardır. Allah adına
sana ant veriyorum, şâyet seni emir tayin edecek olursam, mutlaka adaletle
hareket edeceğine ve eğer başkasını sana emir tayin edecek olursam, mutlaka
dinleyip itaat edeceğine (söz veriyor musun?) Sonra diğeri ile başbaşa kaldı,
ona da aynı şeyleri söyledi. Bu şekilde söz aldıktan sonra; elini kaldır, ey
Osman dedi ve ona bey’at etti. Ali de ona bey’at etti, daha sonra evde
bulunanlar içeri girip, onlar da ona bey’at ettiler.[215]
Humeyd b. Abdu’r-Rahman’dan dedi ki: el-Misver
b. Mahreme’nin kendisine haber verdiğine göre: Ömer’in tayin ettiği kimseler
bir araya gelip, istişare ettiler. Abdu’r-Rahman’da onlara: Ben bu hususta
sizinle yarışa girecek değilim, fakat sizler arzu ederseniz aranızdan sizin
için birisini seçerim. Bunun üzerine bu işi Abdu’r-Rahman’a havale ettiler. İşlerini
Abdu’r-Rahman’a havale ettikten sonra insanlar Abdu’r-Rahman’a yöneldi. Öyle ki
insanlardan kimsenin öbür kimselerin arkasından gittiğini, ayak bastıkları yerlere
ayak bastıklarını görmez oldum. İnsanlar Abdu’r-Rahman’a yöneldiler ve o
geceler boyunca onunla istişare ettiler. Nihayet sabahı ettiğimiz o gece geldi,
biz de Osman’a bey’at ettik. el-Misver b. Mahreme dedi ki: Gece karanlığı iyice
bastıktan sonra Abdu’r-Rahman yanıma geldi, kapıyı çaldı, nihayet uyandım.
Bana: Uyuduğunu görüyorum, dedi. Allah’a yemin ederim, bu üç gece boyunca pek
fazla uyumadım. Haydi kalk bana ez-Zubeyr ile Sa’d’i çağır. Onları Abdurrahman’ın
yanına çağırdım. Onlarla istişare etti, sonra beni çağırdı. Bu sefer: Bana
Ali’yi çağır dedi, onu çağırdım. Gece karanlığı aydınlanıncaya kadar onunla başbaşa
konuştu. Sonra Ali onun yanından -umuda kapılmış olarak- kalkıp gitti.
Abdurrahman, Ali’den bir hususta çekiniyordu. Sonra bana Osman’ı çağır dedi,
onu çağırdım, onunla da başbaşa konuştu. Nihayet müezzin sabah ezanını okuyunca
ayrıldılar. İnsanlar sabah namazını kılıp da o kimseler minberin yanında bir
araya gelip toplandıklarında muhacir ve ensar’dan hazır olanlara ve ordu
kumandanlarına haber gönderdi. Onlar o hac mevsiminde Ömer ile birlikte idiler.
Bütün bunlar bir araya gelip toplandıklarında, Abdurrahman kelime-i şehadet
getirdikten sonra şunları söyledi: İmdi ey Ali, ben insanların durumunu tetkik
ettim. Onların Osman’a denk kimse görmediklerini gördüm. Sakın kendi aleyhine
bir yola sebebiyet vermeyesin. Sonra Osman’a şöyle söyledi: Ben sana Allah’ın
sünneti, Rasûlünün sünneti, ondan sonra gelen iki halife’nin sünneti üzerine
bey’at ediyorum deyip, Abdu’r-Rahman ona bey’at etti. Daha sonra diğer
insanlar, muhacirler, ensar, ordu kumandanları vs. müslümanlar ona bey’at
ettiler.[216]
Osman -Radıyallahu
anh-ın özel faziletleri arasında onun Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-ın iki kızını da nikahlamış olmasıdır.
(Bunlar da Rukayye ve Ummu Külsum -Allah
ikisinden de razı olsun- idiler.)
Müslim’in Sahih’inde, Âişe -Radıyallahu anh-ın şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- evinde baldırları
yahut bacakları açık olduğu halde uzanmış yatıyordu. Ebu Bekir (huzuruna girmek
üzere) izin istedi, ona izin verdi ve bu hali üzere de kaldı. Onunla bir süre
konuştu. Sonra Ömer izin istedi, ona da bu hali ile izin verdi, bir süre konuştu.
Sonra Osman izin istedi, bu sefer Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- oturdu ve elbisesine çeki düzen verdi.
Osman girdi ve bir süre konuştu. Çıkıp, gittikten sonra Aişe -Radıyallahu anh- dedi ki: Ebu Bekir
girdi, onu karşılamak için durumunu değiştirmedin ve aldırmadın. Sonra Ömer
girdi, yine durumunu değiştirmedin ve aldırmadın. Daha sonra Osman girdi,
oturdun, elbiselerine de çeki düzen verdin. Şu cevabı verdi: "Kendisinden
meleklerin dahi haya ettiği bir adamdan ben nasıl haya etmem."[217]
Sahih(-i Buharî)deki rivayete göre Rıdvan
Bey’ati gününde, Osman -Radıyallahu anh-ı
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
Mekke’ye göndermişti. Rıdvan Bey’ati de, Osman’ın Mekke’ye gidişinden sonra
olmuştu. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem- sağ elini gösterib: "Bu Osman’ın eli" dedi ve bunu öbür
eline koydu ve: "Bu da Osman içindir" dedi.[218]
"Sonra
Ali b. Ebi Talib -Radıyallahu anh- için (halifeliği sabit görürüz.)"
Yani Osman -Radıyallahu
anh-dan sonra halifeliği Ali -Radıyallahu
anh- için sabit görürüz.
Osman -Radıyallahu
anh-ın öldürülmesinden ve Ali -Radıyallahu
anh-a bey’at edilmesinden sonra o itaat edilmesi vacib hak bir imam olmuştur.
Kendi döneminde nebevi hilafet halifesi idi. Az önce geçen Süfeyne yoluyla
gelen hadis de buna delalet etmektedir. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Nubuvvet hilafeti
otuz senedir. Sonra Allah mülkünü dilediği kimseye verir."[219]
Ebu Bekir es-Sıddîk -Radıyallahu anh-ın halifeliği iki yıl üç ay idi. Ömer -Radıyallahu anh-ın halifeliği onbuçuk yıl
sürdü. Osman -Radıyallahu anh-ın
halifeliği oniki yıl devam etti, Ali -Radıyallahu
anh-ın halifeliği de dört yıl dokuz ay sürdü. Oğlu el-Hasen’in halifeliği
de altı ay sürdü.
Müslümanların ilk melik’i Muaviye -Radıyallahu anh-dır. O müslümanların
melik’lerinin en hayırlısıdır. Şu kadar var ki o, el-Hasen b. Ali -Radıyallahu anh- ona halifeliği
devredince hak bir imam oldu. Çünkü el-Hasen -Radıyallahu anh-a babasının vefatından sonra Irak’lılar bey’at
etmişti. Bundan altı ay sonra o işi Muaviye’ye devretti ve böylece Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in:
"Benim bu oğlum seyyid’dir. Allah onun vasıtasıyla müslümanlardan iki
büyük kesiminin arasını bulacaktır."[220]
hadisinin doğruluğu da böylelikle ortaya çıkmış oldu.
Halifelik Osman -Radıyallahu anh-dan sonra Ali b. Ebi Talib -Radıyallahu anh-ın lehine, Ashab-ı Kiram’ın bey’atiyle sabit olmuştur.
Ancak Muaviye ve Şam ahalisi bey’at etmediler.
Hak, Ali -Radıyallahu
anh- tarafında idi. Osman -Radıyallahu
anh-ın şehadetiyle sonuçlanan bir takım olaylar gelişmişti. Gerek Osman -Radıyallahu anh- aleyhinde, gerekse de
Ali, Talha, ez-Zübeyr gibi ashab’ın ileri gelenlerinden olup Medine’de bulunan
ashab aleyhinde çokça yalanlar uydurulmuştur. Durumu bilmeyen kimseler için de şüphe
içinden çıkılamayacak kadar bir hal almıştı. Yurtları Şam ahalisinden uzaklarda
bulunanlar arasından heva ve heveslerinin arkasından gidenlerin nefislerinde çeşitli
arzular güç kazanmıştı.
Osman -Radıyallahu
anh-ı sevenler ise ileri gelenler hakkında kötü zanlar besliyordu. Onlara
dair bir takım haberler de ulaşmıştı. Bu haberlerin bir bölümü yalan, bir
bölümü tahrif edilmişti, bir bölümü de nerden geldiği bilinmiyordu. Buna
yeryüzünde üstünlük sağlamak isteyen bir topluluğun hevaları da katıldı.
Ali -Radıyallahu
anh-ın askerleri arasında Osman -Radıyallahu
anh-ı o haddi aşmış ve ayaklanmış kimselerden de vardı. Ancak bunların kim
oldukları muayyen olarak bilinemiyordu. Kimisi kabilesi tarafından
destekleniyor, kimisinin de aleyhine yaptığına dair delil ortaya konulamıyordu.
Kimisinin kalbinde münafıklık var, fakat bunu büsbütün açığa çıkaramıyordu.
Talhâ ve Ebu’z-Zübeyr mazlum şehidin intikamının alınmadığı görüşüne kapıldılar.
Fesad ve düşmanlık yapanların kökünün kazınmadığını kabul ettiler. Aksi
takdirde (Hz. Ali’ye itaat etmedikleri için) yüce Rabbin gazabı ve cezası onlar
hakkında vacib olurdu. Bunun sonucunda ne Ali’nin, ne Talha’nın, ne de
Zübeyr’in tercihi olmaksızın Cemel fitnesi cereyan etti. Bu fitneyi kışkırtanlar,
önce müslüman olmuş olanların tercihi olmaksızın, fesatçılar oldu.
Sonra da görüş ayrılığı sebebiyle Sıffîn fitnesi
ortaya çıktı. Şöyle ki; Şam halkı hakkında adaleti uygulayamıyor yahut ta
adaleti uygulama imkanını bulamıyordu. Onlar ise bir şeye ilişmiyorlardı, ümmet
söz birliği edinceye kadar böyle kalacaklardı. Diğer taraftan onlar, orduda
bulunanların mazlum şehide haksızlık ettikleri gibi, kendilerine de haksızlık
edeceklerinden korkuyorlardı.
Ali -Radıyallahu
anh- ise itaat olunması gereken raşid ve mehdî (hidayet üzere) halife idi.
Ümmetin onun etrafında birleşmesi gerekiyordu. O bakımdan Şam’lıların da hakkında
vacib olan itaat ve cemaatin, ancak onlarla savaşmak suretiyle gerçekleşeceğine
inandı. Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem-in dönemiyle, ondan sonraki iki halife döneminde olduğu gibi;
bunların da kalpleri te’lif edilecek kimseleriden oldukları kanaatinde değildi.
İşte onun sahib olduğu; onlara haddi uygulamayı,
onları telife çalışmak söz konusu olmaksızın ayaklanmaları önlemeyi şeklindeki
dinî kanaati kendisini onlarla savaşmaya itti.
İleri gelenlerin büyük çoğunluğu ise savaşmaktan
uzak kaldılar: Çünkü onlar bu hususta fitne zamanlarında oturmayı emreden
nassları duymuş ve bellemişlerdi. Fesadı maslahatından daha ileri derecede olan
bu fitneyi görünce savaştan uzak durdular.
Bununla birlikte hepsi
hakkında da güzel söz söylemek gerekir: "Rabbimiz,
bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle. Kalplerimizde iman
edenlere karşı hiçbir kin bırakma. Rabbimiz, şüphesiz ki sen çok esirgeyicisin,
çok merhametlisin."
(el-Haşr,
59/10)
Onun dönemindeki fitnelere karışmaktan Yüce
Allah ellerimizi korumuş bulunuyor. O’ndan dilediğimiz lütuf ve keremiyle,
dillerimizi de korumasıdır.
Mü’minlerin emiri Ali b. Ebi Talib -Radıyallahu anh-ın faziletlerinden
birisi de Buharî ile Müslim’deki şu rivayette dile getirilmektedir: Sa’d b. Ebi
Vakkas -Radıyallahu anh-dan dedi ki:
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-
Ali’ye şöyle buyurdu: "Senin bana karşı durumun Harun’un Musa’ya karşı
durumu gibidir. Şu kadar var ki benden sonra peygamber yoktur."[221]
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- Hayber günü şöyle buyurdu: "Yarın bu sancağı Allah’ı
ve Rasûlünü seven, Allah ve Rasûlünün de kendisini sevdiği bir kişiye vereceğim."
Hepimiz bunu temenni ettik. Şöyle buyurdu: "Bana Ali’yi çağırın."
Gözlerinden rahatsız olduğu halde Ali’yi getirdiler. Gözlerine tükürdü ve sancağı
ona verdi. Yüce Allah ona zafer nasip etti."[222]
Şu: "De
ki: ‘Geliniz oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, biz
kendimizi ve siz de kendinizi çağıralım...’" (Al-i İmran, 3/61) âyeti nazil olunca, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Ali, Fatıma,
Hasan ile Hüseyin’i çağırdı ve: "Allah’ım, işte bunlar benim aile halkımdır"
diye buyurdu.[223]
"İşte
raşid halifeler ve hidayete iletilmiş olan imamlar bunlardır."
Sünen’de sabit olup Tirmizî’nin sahih olduğunu
belirttiği el-İrbâd b. Sâriye yoluyla gelen hadis daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. el-İrbâd dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- bize oldukça etkileyici bir öğüt verdi. Bundan dolayı
gözler yaşardı, kalpler titredi. Birisi: Ey Allah’ın Rasûlü dedi. Bu veda eden
birisinin öğüdüne benziyor. Bize neyi tavsiye edersin? Şöyle buyurdu:
"Size dinleyip, itaat etmeyi tavsiye ediyorum. Gerçek şu ki aranızdan
benden sonra yaşayacak olanlar pek çok ayrılıklar göreceklerdir. Siz benim
sünnetime ve benden sonra hidayete iletilmiş raşid halifelerin sünnetine uymaya
bakınız. Ona sımsıkı sarılınız, onu azı dişlerinizle kavrayınız. Sonradan
uydurulmuş işlerden (bid’atlerden) çokça sakınınız, çünkü herbir bid’at sapıklıktır."[224]
Raşid halifelerin -Allah hepsinden razı olsun- fazilet itibariyle sıralanışı,
halifelikteki tertibleri gibidir. Ebu Bekir ve Ömer -Radıyallahu anh-ın ayrıca bir meziyeti de vardır. Şöyle ki:
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
bizlere raşid halifelerin sünnetine tabi olmayı emretmiştir. Ancak fiilleri
itibariyle Ebu Bekir ve Ömer’den başkalarının fiillerine uymamızı emretmemiştir.
O: "Benden sonraki iki kişiye iktida ediniz: Ebu Bekir’e ve Ömer’e."[225]
Bu sözleriyle raşid halifelerin sünnetine tabi olmak ile onlara iktida etme
arasında bir fark olduğuna dikkatimizi çekmektedir. Ebu Bekir ve Ömer’in
durumu, Osman ve Ali’nin durumundan daha üstündür. -Allah hepsinden razı olsun.-
Ebu Hanife’den Ali’yi, Osman’a takdim ettiğine
dair rivayet gelmişse de mezhebinde zahir (kuvvetli) olan Osman’ı takdim ettiğidir.
Ehl-i sünnet’in geneli de bu kanaattedir.
Abdurrahman b. Avf’ın, Ali -Radıyallahu anh-a söylediği şu söz daha önceden geçmiş bulunuyor:
Ben insanların durumuna bir baktım, onların Osman’a kimseyi denk tuttuklarını
görmedim.
Eyyub es-Sahtıyanî dedi ki: Osman’ı, Ali’ye
takdim etmeyen bir kimse muhacir ile ensar’ı küçümsüyor demektir.
Buharî ile Müslim’de de İbn Ömer’den şöyle dediği
kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- hayatta iken biz şöyle diyorduk: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-ın ümmeti
arasında ondan sonra en faziletli kimse Ebu Bekir’dir, sonra Ömer’dir, sonra da
Osman’dır.[226]
"Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in isimlerini saydığı ve kendilerini
cennet ile müjdelediği on kişinin de, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in lehlerine yaptığı şehadete binâen,
cennetlik olduklarına biz de şahitlik ederiz. Çünkü onun sözü hakkın
kendisidir. Bunlar: Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, ez-Zübeyr, Sa’d, Said,
Abdu’r-Rahman b. Avf ve Ebu Ubeyde b. el-Cerrah’dır ki o bu ümmetin de
eminidir. Allah hepsinden razı olsun."
Dört halifenin faziletlerine dair bazı açıklamalar
daha önceden geçmişti. Onun geriye kalan altısının fazileti -Allah hepsinden razı olsun- ile ilgili
bir rivayeti Müslim kaydetmektedir: Âişe -Radıyallahu
anh-dan: Bir gece Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- uyuyamadı. "Keşke ashab’ından salih bir adam bu gece
gelse de bana bekçilik yapsa" diye buyurdu. (Âişe) dedi ki: Bu esnada
silah sesi duyduk, Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-: "Bu kim?" diye buyurdu. Sa’d b. Ebi Vakkas dedi
ki: Ey Allah’ın Rasûlü, seni korumaya geldim. Bir diğer lafızda: İçimden
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e
bir tehlike gelir diye bir korku geçti, onu korumaya geldim, dedi. Bunun
üzerine Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem- ona dua etti ve sonra uyudu.[227]
Buharî ile Müslim’deki rivayete göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e Uhud günü
Sa’d b. Ebi Vakkas’a hem annesi, hem de babasını zikrederek: "Ok at, anam
babam sana feda olsun" demiştir.[228]
Müslim’in Sahih’inde de Kays b. Ebi Hâzim’den şöyle
dediği kaydedilmektedir: Ben Talha’nın Uhud günü, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-i kendisi
ile koruduğu elini felç olmuş haliyle gördüm.[229]
Yine Müslim’de Ebu Osman en-Nehdî’den şöyle dediği
kaydedilmektedir. Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in fiilen savaştığı o günlerin birisinde Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- ile
birlikte Talha ile Sa’d’dan başka kimse kalmamıştı.[230]
Buharî ile Müslim’de -lafız Müslim’in- Cabir b.
Abdullah’dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- Hendek günü ileri atılacak er istedi,
ez-Zubeyr ileri atıldı. Sonra onlardan aynı isteğini tekrarladı, yine ez-Zubeyr
atıldı. Sonra onlara aynı isteğini tekrarlayınca yine ez-Zubeyr atıldı. Bunun
üzerine Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem- şöyle buyurdu: "Herbir peygamberin bir havarisi vardır.
Benim havarim de ez-Zubeyr’dir."[231]
Buharî ile Müslim’de, ez-Zubeyr -Radıyallahu anh-dan gelen rivayete göre
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
şöyle buyurmuştur: "Kim Kureyza oğullarına gidip bana onlara dair haber
getirebilir?" Ben yola koyuldum, geri döndüğümde Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- bana anne
ve babasını bir arada zikrederek: "Anam-babam sana feda olsun" dedi.[232]
Müslim’in Sahih’inde, Enes b. Malik’ten şöyle
dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Muhakkak her bir ümmetin bir emini vardır.
Elbette bizim eminimiz de ey ümmet: Ebu Ubeyde b. el-Cerrah’dır."[233]
Buharî ile Müslim’de, Huzeyfe b. el-Yeman’dan şöyle
dediği kaydedilmektedir: Necran’lılar, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e gelerek şöyle dediler: Ey Allah’ın
Rasûlü sen bize emin bir kişi gönder. Şöyle buyurdu: "Ben size gerçekten
emin bir adam göndereceğim." Herkes ben olurum diye ümide kapıldı. Ebu
Ubeyde b. el-Cerrah’ı gönderdi.[234]
Said b. Zeyd -Radıyallahu
anh-dan dedi ki: Şahitlik ederim ki Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i şöyle buyururken dinledim: "On
kişi cennettedir: Peygamber cennettedir, Ebu Bekir cennettedir, Ömer cennettedir,
Osman cennettedir, Ali cennettedir, Talha cennettedir, ez-Zubeyr cennettedir,
Sa’d b. Malik cennettedir, Abdu’r-Rahman b. Avf cennettedir." İstesem
onuncusunun da adını veririm. O kimdir? diye sordular. Said b. Zeyd dedi ki:
Onlardan herhangi birisinin Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- ile birlikte yüzünün tozlanması sonucunu verecek bir
konumda bulunması, sizden herhangi birisinin -Nuh ömrü kadar yaşayacak olsa
dahi- amelinden daha hayırlıdır.[235]
Bu hadisi Ebu Davud, İbn Mace ve Tirmizî rivayet etmiştir. Tirmizî sahih olduğunu
belirtmiştir, yine Tirmizî bunu Abdurrahman b. Avf’tan da rivayet etmiştir.
Abdu’r-Rahman b. Avf -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Ebu Bekir
cennettedir, Ömer cennettedir, Ali cennettedir, Osman cennettedir, Talha
cennettedir, ez-Zubeyr b. el-Avvam cennettedir, Abdurrahman b. Avf cennettedir,
Said b. Zeyd b. Amr b. Nufeyl cennettedir, Ebu Ubeyde b. el-Cerrah
cennettedir."[236]
Bu hadisi de İmam Ahmed Müsned’inde rivayet ettiği
gibi, Ebu Bekir b. Ebi Hayseme de bunu rivayet etmiş ve rivayetinde Osman -Radıyallahu anh-ı, Ali -Radıyallahu anh-dan önce zikretmiştir.
Ebu Hureyre -Radıyallahu
anh-dan dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha ve ez-Zubeyr ile
birlikte Hira dağının üzerinde bulunuyorlardı. Kaya sarsılır oldu. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle
buyurdu: "Sakin ol, senin üzerinde bulunanların her biri ya bir
peygamberdir, ya bir sıddîk’tır, ya bir şehid’dir." Bu hadisi Müslim,
Tirmizî ve başkaları rivayet etmiştir.[237]
Farklı yollardan da rivayet edilmiştir.
Bu on kişinin ta’zim edilip onlara öncelik tanınması
ehl-i sünnet tarafından ittifakla kabul edilmiştir. Çünkü onların faziletleri
ve üstün menkıbeleri pek ünlüdür.
On lafzını söylemekten hoşlanmayan yahut onu
bulacak bir iş yapmaktan hoşlanmayan kimseden daha cahil kim olabilir? Onların
bundan hoşlanmayış sebebleri ise ashab’ın en hayırlılarına buğzetmeleridir. Bunlar
ise cennetlik olduklarına şahitlik edilen kimselerdir. Ancak bu kimseler Ali -Radıyallahu anh-ı istisna ederler.
Hayret edilecek bir husus da on kişiden dokuzuna buğz ettikleri halde, dokuz
lafzını da benimserler. Ağacın altında Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e bey’at eden, öncelikli olarak İslam’a
girmiş bulunan muhacir ve ensardan geri kalanlarına da hep buğzederler. Bunlar
da bindörtyüz kişi idiler.[238]
Yüce Allah da şu buyruğunda olduğu gibi,
onlardan razı olduğunu belirtmiş bulunmaktadır: "Andolsun ki ağacın altında sana bey’at ederlerken Allah
mü’minlerden razı olmuştur."
(el-Feth,
48/18)
Müslim’in Sahih’inde ve başka kaynaklarda
Câbir’den sabit olan rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Ağaç altında
bey’at eden hiçbir kimse cehennem ateşine girmeyecektir."[239]
Yine Müslim’in Sahih’inde, Cabir’den rivayete
göre Hatıb b. Ebi Beltea’nın kölesi: Ey Allah’ın Rasûlü dedi. Andolsun Hâtıb
ateşe girecektir. Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Yalan söyledin, o ateşe
girmeyecektir. Çünkü o hem Bedir’e katılmıştır, hem de Hudeybiye’de bulunmuştur."[240]
Rafızî’ler ise bunların büyük çoğunluğundan beri
olduklarını söylerler. Hatta yaklaşık on küsur kadar az sayıdaki sahabi dışında,
Allah Rasûlünün bütün ashabından beri olduklarını ilan ederler.
Bilindiği gibi eğer dünyada insanlar arasında
küfrü en aşırı on kişinin varlığı kabul edilse yine bundan dolayı on adını
terketmek icab etmez. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "O şehirde, yeryüzünde bozgunculuk yapan
fakat ıslah etmeyen dokuz kişi vardı." (en-Neml, 27/48) (Bu böyledir diye) asla dokuz lafzını terketmek
icab etmez. Hatta Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’in bazı yerlerinde, on adının ad
olduğu varlıkları övmüştür bile: "İşte
bunlar tam on gün eder." (el-Bakara,
2/196); "Musa ile otuz gece
sözleştik ve buna ayrıca on gece daha kattık." (el-A’raf, 7/142); "Andolsun
fecre ve on geceye"
(el-Fecr,
89/1-2)
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- de Ramazan’ın son on gününde itikafa çekilirdi.[241]
Kadir gecesi hakkında da şöyle buyurmuştur:
"Onu ramazan ayının son on gecesinde arayınız."[242]
Yine şöyle buyurmuştur: "Salih ameli Yüce
Allah on günde sevdiği kadar hiçbir günde sevmez."[243]
Burdaki on günden kasıt zü’l-hicce ayının ilk on günüdür.
Rafızî’ler ise cennetle müjdelenmiş on kişi
yerine, oniki imamı veli edinirler. Bunların ilki Ali b. Ebi Talib -Radıyallahu anh-dır. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in vasisi
olduğunu iddia ederler. Ancak bu iddialarının bir delili yoktur. Sonra el-Hasen
-Radıyallahu anh-, sonra el-Huseyn -Radıyallahu anh-dır. Daha sonra sırasıyla
Ali b. el-Huseyn b. Zeyne’l-Âbidîn, Muhammed b. Ali el-Bakır, Cafer b. Muhammed
es-Sadık, Musa b. Ca’fer el-Kazım, Ali b. Musa er-Radî, Muhammed b. Ali
el-Cevad, Ali b. Muhammed el-Hadî, el-Hasen b. Ali el-Askerî, sonra da Muhammed
b. el-Hasen gelir.
Bunlara sevgi beslemekte aşırıya giderler ve
haddi aşarlar.
Oniki imam ancak onların görüşlerini red ve
iptal edecek bir surette (nasslarda) zikredilmiştir. Bu da Buharî ve Müslim’in,
Sahih’lerinde kaydettikleri şu rivayettir: Cabir b. Semura’dan dedi ki: Ben
babam ile birlikte Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in huzuruna girdim, şöyle buyurduğunu işittim: "İnsanların
işi, başlarına oniki kişi yönetici olarak geldiği sürece yolunda gitmeye devam
edecektir." Sonra Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- anlayamadığım bir söz söyledi, babama: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- ne buyurdu?
diye sordum, o: "Hepsi Kureyş’ten..." dedi.
Bir diğer lafız da: "İslam oniki halife
gelinceye kadar aziz kalmaya devam edecektir."
Bir diğer lafızda da; "Oniki halife’ye
kadar bu iş aziz kalmaya devam edecektir." şeklindedir.[244]
Gerçekten durum Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in buyurduğu gibi olmuştur. Bu oniki kişi,
dört raşit halife, Muaviye, oğlu Yezid, Abdu’l-Melik b. Mervan ve onun dört
çocuğu ile aralarında halifelik devri geçen Ömer b. Abdu’l-Aziz’dir. Daha sonra
iş çözülmeye başladı.
Rafızî’lere göre ümmet bunların döneminde işleri
hep bozuk ve hep iyi gitmemiştir. Başlarına zalimler ve haddi aşanlar yönetici
olmuştur, hatta münafıklar ve kâfirler onları yönetmiştir. O dönemde hak ehli
yahudilerden daha zelil imiş. Onların bu sözlerinin batıl olduğu açıkça ortadadır.
Aksine bu oniki kişinin döneminin her günü İslam’ın izzeti artarak devam etmiştir.
"Rasûlullah
-Sallallahu aleyhi vesellem-in ashab’ı, her türlü pislikten tertemiz zevceleri
ve her türlü kirlilikten uzak mukaddes zürriyetleri hakkında güzel söz söyleyen
kimse münafıklıktan beri olur."
Ashab-ı Kiram’ın faziletlerine dair kitab ve
sünnet’te varid olmuş bazı nasslar önceden kaydedilmiş bulunmaktadır.
Müslim’in Sahih’inde, Zeyd b. Erkam’dan şöyle
dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- bize Hum diye bilinen Mekke ile Medine arasındaki bir
yerdeki bir su yakınında bir hutbe irad etmek üzere ayağa kalktı ve şöyle
buyurdu: "İmdi ey insanlar! Ben ancak bir beşerim. Belki aradan fazla
zaman geçmeden, Rabbimin elçisi bana gelir, ben de Rabbimin çağrısını kabul
ederim. Ben, sizin aranızda iki ağır (emaneti) bırakıyorum. Bunların ilki
Allah’ın Kitabıdır, onda hidayet ve nur vardır. Allah’ın Kitabının gereğini
yerine getiriniz ve ona sımsıkı sarılınız." Böylece Allah’ın Kitabına sarılmaya
teşvik edip durdu, sonra şöyle buyurdu: "Diğeri de benim ehl-i beytim’dir.
Ehl-i beytim hususunda size Allah’ı hatırlatırım" dedi ve bunları üç defa
tekrarladı.[245]
Buharî’de Ebu Bekr es-Sıddîk -Radıyallahu anh-ın şöyle dediğini
rivayet etmektedir: "Muhammed’in hatırını, ehl-i beyt’ini gözeterek
gözetiniz."[246]
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin-: "Münafıklıktan beri olur" demesinin sebebi Rafızî’liğin
aslını ortaya koyanın münafık ve zındık bir kimse oluşundan dolayıdır. Bu kişinin
maksadı İslam dinini ortadan kaldırmaktı. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i tenkid edip ona dil uzatmaktı.
Nitekim ilim adamları bunu böylece zikretmişlerdir.
Çünkü Abdullah b. Sebe’ müslüman olduğunu ortaya koyunca, hile ve
desiseleriyle, kötü maksatlarıyla İslam dinini ifsad etmek istemişti. Tıpkı
Pavlos’un hristiyanlığa yaptığının benzerini yapmaya çalışmıştı.
Abdullah b. Sebe’ önce çok âbid birisi olduğu
izlenimini verdi. Daha sonra iyiliği emredip münker’den alıkoyar göründü ve
nihayet Osman -Radıyallahu anh-
dönemindeki fitneyi ve onun öldürülmesi fitnesini körükledi. Daha sonra Kufe’ye
geldiğinde Ali -Radıyallahu anh- hakkında
aşırı kanaatler ortaya koydu. Böylelikle maksatlarına ulaşma imkanını bulmak
istiyordu.
Bu husus Ali -Radıyallahu
anh-a ulaşınca, öldürülmesini istedi. Ondan kurtulmak için Karkisiya’ya
kaçtı. Ona dair bilgiler tarih kitaplarında bilinen şeylerdir. Ancak batıl peşinde
olanların nefislerinde Harici’ler arasında bulunan Haruri’ler ile Şia’nın
bid’atlerinin tohumları varlığını sürdürdü.
İşte bundan dolayı Rafızî’lik de bir çeşit zındıklıktır.
Nitekim Kadı Ebu Bekr b. et-Tayyib’in, Batınî’lere dair naklettikleri ve onların
İslam dinini nasıl ifsad ettiklerine dair açıklamaları da bu kabildendir. O şöyle
der: Dai’ye (propagandiste) dediler ki: Sen müslüman diye çağırdığın birisini
bulacak olursan, ilk yapacağın iş senin Şiî’liği din ve şiar edindiği kanaatini
onda uyandırmaktır. Onu etkilemeyi deneyeceğin ilk kapı selef’in Ali’ye nasıl
zulmettiklerini ve Huseyn’i öldürdüklerini ortaya koymak olmalıdır. Teym oğullarından,
Adiyy oğullarından, Ümeyye oğullarından ve Abbas oğullarından teberri ettiğini
(uzak olduğunu) anlatmalısın. Ali’nin gayb’ı bildiğini ve âlemin yaratılmasının
ona havale edildiğini ortaya koymalısın ve buna benzer Şia’nın hayret verici ve
cehaletlerini ortaya koyan şeylerini telkin edib durdular. Nihayet şunları
söyledi: Sen kimi şiî’lerin bu davetine icabet ettiklerini ve buna kulak
verdiklerini tesbit edecek olursan, bu sefer Ali’nin ve onun çocuklarının
kusurlarını onlara anlatmaya koyulmalısın...
Şüphesiz Ashab’a sövmekten yola çıkıldıktan
sonra, Ehl-i beyt’e, ondan sonra da Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e sövüp dil uzatmaya kadar gidilir.
"Önceki
selef âlimleri ile onlardan sonra gelen tabiîn -haber ve eser ehli ile fıkıh ve
nazar ehli- ancak güzellikle anılırlar. Onlardan kötülükle söz eden, hak yolun
dışında bir yol üzerindedir."
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim doğru yol kendisine apaçık belli
olduktan sonra, Peygamber’e karşı gelir, Mü’minlerin yolundan başkasına uyup
giderse, onu döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü bir dönüş
yeridir!"
(en-Nisa, 4/115)
O halde her müslümanın Allah ve Rasûlünü veli
edindikten sonra Kur’ân-ı Kerîm’inde açıkça belirttiği gibi mü’minleri veli
edinmesi gerekir. Özellikle peygamberlerin mirasçısı olan ve Yüce Allah’ın
kendilerini yıldız konumuna çıkarttığı, kara ve denizin karanlıklarında
kendileriyle yolun bulunduğu kimseleri. Müslümanlar onların hidayet ve dirayet
sahibi olduklarını icma ile kabul etmişlerdir.
Çünkü Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-in peygamber olarak gönderilmesinden
önce herbir ümmetin alimleri, o ümmetin en kötüleri olmuştur, müslümanlar
bundan müstesnadır. Onların alimleri en hayırlılarıdır, onlar Allah Rasûlünün
ümmeti arasındaki halife’leridir, sünnetinden ölenleri diriltenlerdir. Kitab
onlar vasıtasıyla dimdik ayaktadır, onlar da Kitab’la ayakta kalırlar. Kitab
onlar vasıtasıyla konuşur, onlar da Kitab’la konuşurlar. Hepsi de kat’î olarak
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e
tabi olmanın farziyyetini ittifakla kabul ederler. Ancak onlardan herhangi
birisinin bir görüşüne muhalif sahih bir hadis tesbit edilecek olursa, mutlaka
o hadisi almamasında o alimin haklı bir mazereti vardır.
Bu mazeretlerin özü de üç türlüdür:
1- Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in o sözü söylediğine inanmaması.
2- O söz ile bu meseleyi
kastettiğine inanmaması.
3- O sözün ihtiva ettiği
hükmün mensuh olduğuna inanması.
Onlar bizden önce geldiklerinden ve Allah Rasûlü
ile gönderilenleri bizlere tebliğ ettiklerinden, bizim için kapalı olan
hususları açıkladıklarından dolayı bizden üstündürler ve bizim onlara karşı
minnet duygularımız vardır. Allah onlardan razı olsun ve onları hoşnud kılsın: "Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman
etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle. Kalblerimizde iman edenlere karşı hiçbir
kin bırakma. Rabbimiz, şüphesiz ki Sen çok esirgeyicisin, çok
merhametlisin."
(el-Haşr, 59/10)
"Hiçbir
veli zatı, hiçbir peygamber’den -hepsine selam olsun- üstün tutmayız. Hatta:
Bir tek peygamber dahi bütün veli’lerden daha faziletlidir, deriz."
Tahâvî -Allah
ona rahmet etsin-, vahdet-i vücut’çuların ve cahil mutasavvıf’ların
kanaatlerinin reddine işaret etmektedir. Yoksa istikamet ehli olan kimseler
ilme tabi olmayı, şeriata tabi olmayı tavsiye ederler. Yüce Allah bütün
insanlara peygamberlere tabi olmayı farz kılmıştır. O şöyle buyurmaktadır:
"Biz gönderdiğimiz herbir
peygamber’i Allah’ın izniyle kendisine itaat edilsin diye gönderdik. Şâyet
kendilerine zulmettiklerinde sana gelib de Allah’tan mağfiret dileselerdi...
Aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden
dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça
iman etmiş olmazlar." (en-Nisa,
4/64-65); "De ki: ‘Eğer Allah’ı
seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın.
Allah Ğafur’dur, Rahim’dir."
(Al-i
İmran, 3/31)
Ebu Osman en-Neysaburî dedi ki: Sünnet’i nefsine
söz ve fiilleriyle tatbik eden bir kimse hikmet ile konuşur. Nefsine hevâ’yı
hakim kılan kimse ise bid’at konuşur.
Bir ilim adamı da şöyle demiştir: Kim sünnet’ten
bir şey (bilerek) terkederse bu ancak nefsindeki bir kibirden dolayıdır.
Durum gerçekten de dediği gibidir. Zira bir
kimse eğer Allah Rasûlünün getirmiş olduğu emre tabi olmuyor ise o, nefsinin
iradesiyle amel ediyor demektir. Dolayısıyla Allah’tan gelen bir hidayet olmaksızın
hevasına uyan bir kimse olur. Bu ise nefsin aldatmasıdır ve bu da kibirden
kaynaklanır, bu hal; "Allah’ın
peygamberlerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz."
(el-En’âm, 6/124) diyenlerin sözlerinin bir dalını teşkil eder. Halbuki;
"Allah, peygamberliğini kime vereceğini
çok iyi bilendir." (el-En’âm, 6/124)
Bu kabilden olanlardan pek çok kimse ibadetteki
olanca gayret ve riyazetiyle, nefsini arındırmakla, peygamberlerin ulaştığı
mertebeye -onların yollarını izlemeksizin- ulaşabileceklerini zannederler.
Hatta onlar arasından artık peygamberlerden daha
üstün olduğunu zannedenler de bulunur.
Yine aralarından: Peygamberler ve Nebîler
Allah’a dair bilgiyi, Hatemu’l-Evliya (velilerin sonuncusu)nun nurundan alırlar,
diyen ve kendisinin Hatemu’l-Evliya olduğu iddiasında bulunan da var.
Böyle bir ilim ise aslında Firavun’un söylediği
sözün bizzat kendisidir. O da şudur: Şu görülen varlık alemi bizatihi vacib’tir
(varlığı zorunludur.) Onun ondan ayrı bir yaratıcısı yoktur.
Hatta böyleleri: Bu bizzat Allah’tır, derler.
Firavun inkârı büsbütün açığa, ortaya koymuştu. Fakat Firavun içten içe Allah’ı
onlardan daha iyi bilip, tanıyan bir kimseydi. Çünkü o bir yaratıcının varlığını
kabul ediyordu, bunlar ise yaratılmış olan bu varlık alemini, yaratıcının varlığı
zannettiler, İbn Arabî ve benzerleri gibi. Zahir hükümleriyle şeriatın değiştirilmesine
imkan olmadığını görünce, şöyle demeye koyuldu: Peygamberlik sona ermiştir,
fakat velilik sona ermemiştir. O öyle bir velilik iddiasında bulundu ki,
nubuvvetten de daha büyük, peygamber ve rasûllerin sahib oldukları makamlardan
da daha üstündür. Hatta (onlara göre) peygamberler velilikten istifade ederler,
nitekim şöyle demiştir:
"Nubuvvet makamı bir berzah’ta (ara bir
yerde)dır.
Rasûl’den biraz üstte, fakat veli’den aşağıdadır."
Bu ise şeriatı altüst etmektir. Çünkü velilik,
takva sahibi bütün mü’minler için sabittir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Haberiniz olsun ki
Allah’ın velilerine hiçbir korku yoktur, onlar kederlenecek de değillerdir.
Onlar iman edip, takvalı davrananlardır." (Yunus, 10/62-63) Nubuvvet ise velilikten daha özel bir makamdır.
Risalet te, nubuvvetten daha özeldir. Nitekim daha önceden buna dikkat çekilmişti.
Yine İbn Arabî "Fususu’l-Hikem" adlı
eserinde şöyle demektedir: Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- nubuvveti kerpiç’ten yapılmış bir duvara benzetti. Bu duvarın
bir kerpiç’lik yer dışında tamamlandığını gördü. İşte o kerpiç’in yeri onun
idi. Hatemu’l-Evliya (velilerin sonuncusu)nın da bu rüya’dan mutlaka bir payı
vardır. O da peygamber’in kendisine ait temsili gördüğü gibi görür ve
Hatemu’l-Evliya kendisini o duvarda iki kerpiç’in yerinde görür. Nefsinin o iki
kerpiçin tabiatını kazandığını görür. Böylelikle duvarı tamamlar. Onun iki
kerpiç olarak görmesini gerektiren sebeb de şudur: Duvar, bir kerpiç gümüşten,
bir kerpiç altındandır. Gümüşten olan kerpiç onun zahir ve ona tabi olan ahkam’ı
temsil eder. Nitekim o suretin zahirinde ona tabi olur görüneni sır’da (gizli
halde) Allah’tan alır. Çünkü o (Hatemu’l-Evliya) durumu gerçek mahiyetiyle
gördüğünden bunu (temsili duvar’ı) da böyle görmesi kaçınılmazdır. Bu ise bâtın’da
altın olan kerpiç’in yeridir. Çünkü o rasûl’e vahiy getiren meleğin aldığı
madenin kaynağından alacağını alır. İşte bizim işaret ettiğimiz bu hususu anladı
isen, sen faydalı bilgiyi elde etmiş oldun demektir.
Kendisine altın kerpiç’i, Allah Rasûlüne de gümüş
kerpiç’i örnek gösteren ve böylelikle kendisini rasûl’den daha üstün ve
faziletli gösteren kimseden daha kâfir kim olabilir? Bu onların kuruntularıdır:
"Şüphesiz onların göğüslerinde asla
kendisine ulaşamayacakları bir kibirden başka bir şey yoktur." (el-Mu’min, 40/56)
Bu sözleri söyleyen bir kimsenin küfrü nasıl açıkça
görülmez ki? Onun bu kabilden daha başka sözleri de vardır. Bu sözler arasında
küfrün açıkça görülebildiği sözleri de vardır, küfrün gizli saklı bulunduğu
sözleri de vardır. Bundan dolayı böyle birisinin sözlerinin sahteliğinin ortaya
çıkması için iyi bir sarrafa ihtiyacı yoktur. Bu gibi sahtelikler herkes tarafından
açıkça görülebilir. Bazı ifadeler ise ancak çok becerikli ve maharetli sarraflar
tarafından anlaşılabilir. Ancak İbn Arabî ve benzerlerinin küfrü; "Allah’ın peygamberlerine verilen gibi,
bize de verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz." (el-En’âm, 6/124) diyenlerin küfürlerinden daha da ileri
derecededir.
Fakat İbn Arabî ve benzerleri münafık, zındık,
cehennemin en alt basamaklarında vahdet-i vücut’çudurlar. Münafıklara ise
-müslüman olduklarını açığa vurduklarından- müslüman muamelesi yapılır. Nitekim
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
hayatta iken münafıklar da böylece müslüman olduklarını -küfrü içlerinde
gizledikleri halde- açığa vuruyorlardı, o da onlara zahir olan durumları dolayısıyla
müslüman muamelesinde bulunurdu. Şâyet onlardan herhangi bir kimse içinde
sakladığı küfrü açığa vuracak olursa, ona da mürted hükmü uygulanır. Şu kadar
var ki tevbesinin kabulü hususunda görüş ayrılığı vardır, doğru görüş
tevbesinin kabul olunmayacağıdır. Ebu Hanife -Radıyallahu anh-dan, Mualla’nın rivayeti de budur. Allah’tan yardımını
taleb ederiz.
"Onların
(evliya’nın sahih yolla) gelen kerametlerine ve güvenilir kimselerden sahih
olarak bize ulaşan rivayetlerine inanırız."
Mucize, sözlük’te olağan üstü herbir şeyi
kapsar. İmam Ahmed b. Hanbel ve diğerleri -ki onlar buna "âyet’ler"
adını da verirler.- Önceki ilim ehli’nin örfünde "keramet" de bu
anlamda kullanılmıştır. Fakat sonraki ilim adamlarının bir çoğu lafız
itibariyle aralarında fark gözetirler. O bakından mucize’yi peygamber için,
kerameti veli için kabul ederler. Her ikisinin ortak yönü ise olağan üstü
olmalarıdır.
Kemal sıfatları üç hususa raci’dir: İlim, kudret
ve muhtaç olmayış (gani’lik). Bu üç husus kemal şekliyle ancak Allah için söz
konusudur. O herşeyi ilmiyle kuşatmıştır. O, herşeye kadir olandır ve O,
âlemlere muhtaç olmayandır. Bundan dolayı Yüce Allah şu buyruğuyla peygamberine
bu üç hususa sahib olmak iddiasından uzak olduğunu bildirmesini emretmektedir: "De ki: ‘Ben size yanımda Allah’ın
hazineleri vardır, demiyorum. Ben gayb’ı da bilmem, şüphesiz ben bir meleğim de
demiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyarım.’" (el-En’âm, 6/50)
Nuh -Aleyhisselam-
da böyle demiştir. O ulu’l-azm peygamberlerin ilkidir. Allah’ın yeryüzü
insanlarına gönderdiği ilk rasûldür. İşte peygamberlerin ve ulu’l-azm’in
sonuncusu da, aynı şekilde hususlardan uzak olduğunu belirtmiştir. Buna sebeb
ise muhatablarının onlardan;
Kimi zaman: "Sana kıyamet hakkında onun ne zaman kopacağını sorarlar" (en-Naziat, 79/42) buyruğunda olduğu
gibi gayb’a dair soru sormaları;
Kimi zaman: "Dediler ki: ‘Bize yeryüzünden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana
inanmayacağız." (el-İsra, 17/90
vd.) buyruğunda olduğu gibi etkin olmasını;
Kimi zaman da: "Bu nasıl peygamberdir ki yemek yer ve pazarlarda dolaşır...
dediler" (el-Furkan, 25/7)
buyruğunda olduğu gibi beşer olarak bir takım şeylere muhtaç oluşunu ayıplamaya
kalkışmalarıdır.
Rasûlullah onlara, onların istediklerini
gerçekleştirme imkanına sahib olmadığını bildirmekle emrolundu. O bu üç hususa
Allah’ın kendisine bağışladığı kadarıyla sahib olabileceğini bildirdi. O Allah’ın
kendisine öğrettiği kadarını bilir. Allah’ın kendisini muktedir kıldığı şeylere
güç yetirebilir ve kesintisiz adete muhalif olan yahut ta çoğu insanların
adetlerine muhalif olan işlerden ancak Yüce Allah’ın muhtaç kılmadığı şeylerden
müstağni kalabilir. İşte bütün mucizeler ve kerametler bu üç tür hususun dışına
çıkmamaktadır.
Diğer taraftan olağanüstü bir olayın şâyet dinde
arzulanan bir faydası gerçekleşirse, bu dinen ve şer’an emrolunan salih
amellerdendir ve bu tür amel ya vacibtir, yahut müstehabtır. Eğer bununla mübah
olan bir husus gerçekleşiyorsa, bu da Yüce Allah’ın şükür gerektiren dünyevî
nimetlerinden birisidir. Eğer haram yahut kerahet manasına bir yasağı (nehyi)
ihtiva ediyor ise o takdirde bu, azaba ya da buğzedilmeye sebebtir. Kendisine
verilen bir takım âyetlerden sıyrılıp, uzaklaşan Bel’âm b. Baurâ buna örnektir.
Bu ise ya bir içtihada yönelmek, yahut taklid, yahut akıl ve ilim eksikliği,
yahut bir halin etkin olması, acizlik ya da zaruret dolayısıyla olur.
Buna göre olağanüstü haller üç türlüdür: Dinde öğülen
hal, yerilen hal ve mübah olan hal. Şâyet mübah olan halde bir fayda varsa, bu
bir nimet olur, aksi takdirde hiçbir faydası bulunmayan sair mübahlar gibi
olur. Ebu Ali el-Cüzecanî der ki: Sen keramete değil, istikamete talib ol!
Çünkü nefsin, keramet talebinde harekete geçer. Rabbin ise senden istikameti
ister.
Şeyh es-Sühreverdî de
"Avarifu’l-Meârif" adlı eserinde şunları söylemektedir: Bu, bu
hususta çok büyük bir esastır. Çünkü kendilerini ibadete vermiş ve bu hususta
çok gayret göstermiş pek çok kimse önceden gelmiş, selef-i salih’i ve onlara
ihsan edilmiş kerametlerle harkulade olayları işitip durmuşlardır. Bundan dolayı
nefisleri sürekli bunların bir kısmını arzulayıp durmuştur. Bunlardan bir parça
kendilerine de rızık verilmesini isterler. Hatta böyle bir kimse, böyle bir olağanüstü
olaya sahib ve mazhar olamadığı için amelinin sıhhati hususunda nefsini itham
eder durur ve kalbi kırık haliyle kalıverir. Eğer bunun sırrını bilselerdi,
mesele onlar için basitleşirdi. Yüce Allah bir takım sadık mücahidlere bundan
bir kapı açabilir. Bundaki hikmet ise bu kimsenin gördüğü olağanüstü olaylar
ile kudretin emaresini yakînen müşahede edip dünyadaki zahidlik ile hevâ’nın
gereğini yerine getiren hususların dışına çıkmak hususundaki kararlılığını pekiştirmektir.
O halde davasında sadık olan kimselerin izleyeceği yol, nefsin istikametine
talib olmaktır, işte bütün keramet budur.
Şüphesiz ki kalplerin bedenlere göre daha büyük
bir te’siri söz konusudur. Ancak kalpler salih ise etkileri de salih olur.
Bozuk olursa, etkileri de bozuktur. Hallerin etkisi de kimi zaman Yüce Allah
tarafından sevilir, kimi zaman da hoşlanılmayan bir şeydir.
Fukahâ batınen başkasını öldüren kimseye kısas’ın
vacib olduğu hususunu söz konusu etmişlerdir. Bunlar ise batın ve kalpleriyle
kevnî emre tanıklık ederler ve herhangi birilerinin sahip olduğu mücerred, olağanüstü
durumu Allah’tan kendisine verilmiş bir keramet sayarlar. Halbuki onlar
hakikatte kerametin istikametten ayrılmamak olduğunu, Yüce Allah’ın sevdiği ve
razı olduğu hususlarda kendisine muvafakat etmekten daha büyük bir kerameti
hiçbir kuluna lutfetmemiş olduğunu bilmezler. O’nun sevip razı olduğu
hususlarda, O’na muvafakat etmek ise Allah’a ve Allah’ın Rasûlüne itaat etmek,
O’nun dostlarını dost edinmek, düşmanlarına da düşmanlık etmektir. İşte bunlar
Yüce Allah’ın haklarında: "Haberiniz
olsun ki Allah’ın velilerine hiçbir korku yoktur. Onlar kederlenecek de değillerdir."
(Yunus, 10/62) diye buyurduğu Allah’ın
velileridirler.
Yüce Allah’ın rahatlık zamanlarında olağanüstü
bir halle yahut başkasıyla ya da darlık zamanlarında mübtela kıldığı (sınadığı)
hususlara gelince; Bunlar kulun Rabbi nezdinde keramet sahibi olduğundan yahut
ta değersiz olduğundan dolayı değildir. Bilakis kimi topluluklar O’na itaat
ettikleri takdirde bu olağanüstü halden dolayı bahtiyar olmuşlardır. O’na isyan
ettiklerinden de kimileri bundan dolayı bedbaht olmuşlardır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ama insan Rabbi kendisini sınayıp da ona
ikramda bulunup nimetler verse: ‘Rabbim beni şereflendirdi, bana lutfetti’ der.
Fakat ne zaman onu deneyip, rızkının daraltırsa, bu sefer: ‘Rabbim, beni
alçalttı’ der. Hayır..."
(el-Fecr,
89/15-17)
İşte bundan dolayı insanlar bu hususlarda üç kısımdırlar:
Bir kısmının olağanüstü olay sebebiyle dereceleri yükselir, bir kısmı bundan
dolayı Allah’ın azabına maruz kalır, bir kısmı için de bu -önceden de geçtiği
gibi- mübah’lar seviyesinde kalır.
Keşf ve te’sirin çeşitliliği, Allah’ın
kelimelerinin çeşitliliğine göredir. Allah’ın kelimeleri ise kevnî ve dinî
olmak üzere iki türlüdür:
Allah’ın kevnî kelimeleri, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şu
sözlerinde kendileri ile Allah’a sığındığı sözlerdir: "İyi olsun, kötü
olsun hiçbir kimsenin kendilerini aşamadığı Allah’ın eksiksiz kelimeleri ile
(Allah’a sığınırım.)" Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "O bir şeyi diledi mi ona emri sadece
"ol" demesidir. O da oluverir." (Yasin, 36/82); "Rabbinin
sözü doğruluk ve adalet bakımından eksiksizdir. O’nun kelimelerini değiştirebilecek
yoktur."
(el-En’âm, 6/115)
Kainatın ve oluşların tamamı, vesair olağan
üstülükler bu kelimelerin kapsamına girmektedir.
İkinci tür kelimeler ise dinî kelimelerdir.
Bunlar da Kur’ân-ı Kerîm’dir, Yüce Allah’ın kulu ile birlikte gönderdiği şeriatidir.
Bu şeriat te O’nun emri, yasağı ve haberini ihtiva eder. Kulun bunlardan alacağı
pay, bunu bilmek, gereğince amel etmek, Allah’ın emrettiklerini emretmektir.
Nitekim kulların özel ve genel olarak payları da kevniyatı bilip onları
etkilemektir. Yani kevniyatın gereğince etkili olmaktır.
Buna göre birinci tür kelimeler tedbirî ve
kevnî’dir, ikinci tür ise şer’î ve dinî’dir. Birinci türün keşfi, açıklanması
kevnî olayları bilmekle gerçekleşir. İkincilerinin keşfi ve açığa çıkartılması
ise şer’î emirlere dair bilgi edinmektir.
Birinci tür kelimeler ile ilgili kudret sahibi
olmak, kevniyatta etki ile ortaya çıkar. Bu da ya su üzerinde yürüyüp havada
uçmak, ateşin üzerinde oturmak gibi bizzat kendi nefsinde cereyan eden
olaylarla ortaya çıkar yahut ta sağlığa kavuşturmak, helak etmek, zengin ya da
fakir kılmak suretiyle başkasını etkilemekle olur.
İkinci tür kelimelerin gücü ise şer’î hususlarda
etkili olmakla kendisini gösterir. Bu da ya Allah ve Rasûlüne itaat edip Allah’ın
Kitabına, Rasûlünün sünnetine batınen ve zahiren sıkı sıkıya yapışmak suretiyle
bizzat kişinin kendisinde olur yahut ta Allah’a ve Rasûlüne itaati emrederek bu
hususta şer’î bir surette ona itaat edilmek suretiyle başkasını etkilemek şeklinde
ortaya çıkar.
Bu husus, bu şekilde ortaya çıktığına göre şunu
bilmek gerekir ki; ilim ve kudret itibariyle olağanüstülüklere sahip olmamak
müslümana dini bakımdan zarar vermez. Gayb olan hususlardan herhangi bir şey
kendisine açılmayan, kevnî olaylardan herhangi bir şey kendisine müsahhar kılınmayan
bir kimsenin bu hali, Allah’ın nezdindeki mertebesini eksiltmez.
Aksine böyle bir halin olmaması -şâyet dinine bağlı
bir kimse ise- onun için daha faydalıdır. Aksi takdirde kişi dünyada da,
ahirette de helak olur. Şüphesiz ki olağanüstü olaya mazhar olmak, dine bağlı
olmakla birlikte de görülebilir, olmamakla birlikte yahut dinin fesadı ya da bağlılığın
eksikliği ile birlikte de görülebilir.
O halde faydalı olan olağanüstü haller dine
tabidir ve ona hizmet edicidir. Nitekim faydalı olan başkanlık bizzat dine tabi
olandır, faydalı olan mal da aynı şekilde. Nitekim faydalı haliyle sultan
(otorite) ve mal Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in, Ebu Bekir ve Ömer’in... elinde idi.
Bizzat bunları maksat olarak gözeten kimse ise
dini bunlara tabi ve bunlar için bir araç kılmış olur. Bizzat asıl din için
bunları vasıta kılmış olmaz. Bunu yapan bir kimse dini ileri sürerek, dünyalığı
yiyen kimseye benzer.
Böyle bir kimsenin hali elbetteki azab korkusu
yahut ta cennet ümidi ile dine bağlanan kimsenin hali gibi değildir, çünkü
böylesi emrolunan bir husustur. Bu şekilde dine bağlanan bir kimse kurtuluş
yolu üzerindedir, doğru bir şeriat üzere yol almaktadır.
Hayret edilecek bir husus ta şudur: Gayretinin
artık ateşten korkmanın yahut cennete talib olmanın çok üstüne çıktığını iddia
edenlerin bir çoğu, dini vasıtası ile bütün gayretini dünyadaki olağanüstü
hallerin asgarisine dahi yöneltmeye kalkışır.
Diğer taraftan şunu bilelim ki: Bir kimse sahib
olduğu dindarlık, ilim ve amel itibariyle olduğu takdirde, böyle bir kimsenin
muhtaç olması halinde olağanüstü bir hali gerektirmesi de (ortaya koyması) kaçınılmazdır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim
Allah’tan korkarsa ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona ummadığı bir yerden rızık
verir." (et-Talak, 65/2-3);
"Ey iman edenler! Eğer Allah’tan
korkarsanız, O size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir anlayış (furkan)
verir..." (el-Enfal, 8/29); "Kendilerine
verilen öğütleri yerine getirselerdi, elbette haklarında çok daha hayırlı ve
daha bir sebat verici olurdu. O takdirde onlara katımızdan büyük bir mükafat da
verirdik ve onları elbette dosdoğru yola iletirdik." (en-Nisa, 4/66-68); "Haberiniz olsun ki Allah’ın velilerine
hiçbir korku yoktur. Onlar kederlenecek de değillerdir. Onlar iman edip, takvalı
davrananlardır. Onlar için dünya hayatında da, ahirette de müjde vardır."
(Yunus, 10/62-64)
Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- de şöyle buyurmuştur: "Mü’minin ferasetinden sakınınız,
çünkü o Allah’ın nuru ile bakar." Daha sonra Yüce Allah’ın: "Elbette bunda basiret sahibi olanlar
için ibretler vardır." (el-Hicr,
15/75) ayetini okudu." Bu hadisi Tirmizî, Ebu Said el-Hudrî yoluyla
rivayet etmiştir.[247]
Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-in bize rivayet ettiğine göre de Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: " Kim Benim bir
velime (dostuma) düşmanlık ederse, Bana teketek savaş ilan etmiş demektir.
Kulum Bana kendisine farz kıldığım şeylere benzer hiçbir amelle yaklaşamaz.
Kulum nafilelerle Bana yaklaşmayı devam ettirir ve nihayet Ben onu severim. Onu
sevdim mi de kendisiyle işittiği kulağı, kendisiyle gördüğü gözü, kendisiyle
yakaladığı eli, kendisiyle yürüdüğü ayağı olurum ve andolsun Ben’den isterse
ona veririm. Bana sığınırsa, onu himayeme alırım. Ben yapacağım hiçbir işte -kişi
için kaçınılmaz olan ve Ben’im kendisine kötülük yapmak istemediğim fakat
ölümden de hoşlanmayan- mü’min kulumun canını almakta tereddüt ettiğim kadar
tereddüt etmem."[248]
Böylelikle istikametin Rabbe ait olan bir pay,
kerameti taleb etmenin ise nefse ait olan bir pay olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Başarı Allah’tandır.
Keramet’in inkarı ile ilgili Mutezile’nin
söylediklerinin batıl olduğu açıkça ortadadır. Bu tıpkı hissedilen maddi şeyleri
inkar etmeye benzer. Onlar: Keramet’in doğru olduğu kabul edilirse, o vakit bu
mucizeye benzer (ona karışır.) Dolayısıyla insanlar peygamber ile veli’yi
birbirine karıştırırlar, bu ise caiz değildir, derler.
Böyle bir iddia veli olan kimsenin olağanüstü
hali göstermekle birlikte peygamberlik iddiasında bulunması halinde doğru kabul
edilebilir. Ancak böyle bir şey görülmemektedir, zaten peygamberlik iddiasında
bulunacak olursa veli olamaz. Aksine o yalancı bir peygamberlik taslayıcısı
olur. Peygamber ile yalancı peygamber arasındaki farka dair açıklamalar ise
daha önceden Tahâvî’nin -Allah ona rahmet
etsin-: "Ve şüphesiz Muhammed, O’nun seçilmiş kulu ve seçkin
peygamberidir" sözlerini açıklarken geçmiş bulunmaktadır.
"Deccal’in
çıkması, Meryem oğlu İsa -Aleyhisselam-nın sema’dan inişi gibi Kıyamet
alametlerine de iman ederiz. Güneşin batısından doğacağına, Dâbbetu’l-arz’ın
bulunduğu yerden çıkacağına da inanırız."
Avf b. Malik el-Eşcaî’den dedi ki: Tebuk
Gazvesi’nde, Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem-in huzuruna -o deriden bir çadır içerisinde iken- vardım. Şöyle
buyurdu: "Kıyametten önce gerçekleşecek altı şeyi sayıyorum: Ölümüm, sonra
Beytu’l-makdis’in fethedilmesi, sonra aranızda koyunlar arasında salgın
ölümleri andıran çokça ölümlerin olması, sonra malın oldukça artması öyle ki
bir kişiye yüz dinar dahi verilecek olsa yine razı olmaz. Sonra Arap evlerinden
girmedik hiçbir ev bırakmayacak olan bir fitne, sonra sizler ile Sarı oğulları
arasındaki bir ateşkes antlaşması, onlar bu antlaşmayı bozacaklar, size
herbirisi altında onikibin asker olmak üzere seksen sancak altında saldıracaklar."[249]
Bu hadisi Buharî, Ebu Davud, İbn Mace ve Taberanî de rivayet etmiş bulunmaktadır.[250]
Huzeyfe b. Esid’den dedi ki: Biz Kıyamet hakkında
konuşurken Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem- yanımıza çıkageldi "Neden söz ediyorsunuz?" diye sordu.
Kıyametten söz ediyoruz, dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "On tane
alamet görülmedikçe Kıyamet asla kopmayacaktır: Duman, Deccal, Dabbe, güneşin
batı’sından doğması, Meryem oğlu İsa’nın inmesi, Ye’cuc ile Me’cuc(un çıkması),
birisi doğu’da birisi batı’da ve birisi Arap yarımadasında olmak üzere üç kara
parçasının yerin dibine geçmesi. Bunların sonuncusu ise Yemen’den çıkıp
insanları mahşerlerine doğru önüne katıp sürükleyecek olan bir ateştir."
Bunu da Müslim rivayet etmiştir.[251]
Lafız Buharî’nin olmak üzere, Buharî ile
Müslim’de, İbn Ömer -Radıyallahu anh-dan
şöyle dediği kaydedilmektedir: Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in huzurunda Deccal’in sözü geçti. Şöyle buyurdu: "Şüphesiz
ki Allah size gizli kalmaz (onu tanırsınız.) Muhakkak Allah’ın bir gözü kör değildir
-deyip eliyle gözüne işaret etti.- Şüphesiz Mesih Deccal’in ise sağ gözü
kördür, onun gözü adeta kurumuş bir üzüm tanesini andırır."[252]
Enes b. Malik -Radıyallahu anh-dan dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Kavmini bir gözü kör
deccal ile uyarıp korkutmamış hiçbir peygamber yoktur. Şunu bilin ki onun bir
gözü kördür ve elbetteki Rabbiniz kör değildir. Deccal’in gözlerinin arasında
"kâfir" yazılıdır."[253]
Buharî ve başkalarının
rivayetine göre Ebu Hureyre -Radıyallahu
anh- dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki
fazla zaman geçmeyecek, aranızda Meryem oğlu (İsa) adil bir hakem olarak
inecek. Haç’ı kıracak, domuzu öldürecek, cizye’yi kaldıracak. Mal o kadar çoğalacak
ki hiç kimse onu kabul etmeyecek, öyle ki bir tek secde dahi dünyadan ve
dünyadaki herşeyden hayırlı olacak." Daha sonra Ebu Hureyre der ki:
Dilerseniz Yüce Allah’ın: "Kitab
ehlinden ölümünden evvel ona iman etmeyecek kimse yoktur. O da Kıyamet günü
aleyhlerinde bir şahid olacaktır." (en-Nisa,
4/159) buyruğunu okuyunuz.[254]
Deccal ile Meryem oğlu İsa -Aleyhisselam-ın sema’dan inip onu öldüreceğine dair hadisler ile
Ye’cuc ile Me’cuc’ün Deccal’i (İsa'nın) öldürmesinden sonra onun döneminde çıkacağını
ve Yüce Allah’ın onların hepsini, onlara beddua etmesinin bereketiyle tek bir
gecede helak edeceğini belirten hadisler bu kısa kitaba sığmayacak kadar
çoktur.
Dâbbe’nin çıkışı, güneşin batı’dan doğuşu ile
ilgili olarak da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O söz aleyhlerine gerçekleşince, Biz onlara yerden bir Dâbbe çıkartırız.
Onlara: ‘İnsanlar âyetlerimize inanmıyorlardı’ diye söyler." (en-Neml, 27/82)
"Onlar
kendilerine meleklerin gelmesinden yahut Rabbinin gelmesinden yahut Rabbinin
âyetlerinden birisinin gelmesinden başkasını mı bekliyorlar? Rabbinin
âyetlerinden biri geldiği gün daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır
kazanmamış olan kimseye imanı fayda vermez. De ki: ‘Bekleyin, biz de
beklemekteyiz.’"
(el-En’âm, 6/158)
Buharî bu âyetin tefsiri ile ilgili olarak Ebu
Hureyre’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Güneş batı’sından doğmadıkça
kıyamet kopmaz. İnsanlar onu göreceklerinde yeryüzünde bulunanların hepsi iman
edecektir. İşte daha önceden iman etmiş olması hali müstesnâ hiçbir nefse iman
etmenin fayda vermeyeceği zaman o zamandır."[255]
Müslim’in rivayetine göre de Abdullah b. Amr şöyle
demiştir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem-den ezberlemiş olduğum bir hadis var ki onu henüz unutmadım.
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i
şöyle buyururken dinledim: "İlk çıkacak olan alamet güneşin batısından doğmasıdır.
(Sonra) kuşluk vaktinde Dâbbe’nin insanların üzerine çıkmasıdır. Bunların
hangisi diğerinden önce olursa, ötekinin de hemen arkasından çıkması pek yakın
demektir."[256]
Alışılmadık alametlerin ilkini kastetmektedir.
Deccal ve İsa -Aleyhisselam-ın
sema’dan inmesi her ne kadar bunlardan önce olacaksa da aynı şekilde Ye’cuc ile
Me’cuc’ün çıkışı da böyle ise de; bütün bunlar bir çeşit alışılmışlık özelliğine
sahiptir, çünkü bunlar beşer’dirler. Bunların benzerlerini görmek alışılmış bir
şeydir. Fakat alışılmadık bir şekilde Dâbbe’nin çıkması, sonra bunun insanlarla
konuşması sonra da onları mü’min ve kâfir diye damgalaması olağanüstü bir iştir.
İşte bu da yeryüzündeki bu tür alametlerin ilkidir. Nitekim güneşin batısından
alışılmış adetine muhalif olarak doğması da semada görülecek alâmetlerin ilki
olacaktır.
İlim adamları kıyametin alametleri ile ilgili
hadislere dair özel ve meşhur eserler tasnif etmişlerdir. Bu kısa şerh bunların
hepsini burada kaydetmeye elverişli değildir.
"Hiçbir
kâhin’i, hiçbir arrâf’ı; Kitab’a, sünnet’e ve ümmetin icmâ’ına muhalif herhangi
bir iddiada bulunanı da tasdik etmeyiz."
Müslim ve İmam Ahmed, Safiye bint Ebi Ubeyd’den,
o Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in
hanımlarından birisinden, o Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-den, dedi ki: "Her kim bir arrâf’a gider de ona birşeye
dair soru soracak olursa, kırk gün süreyle onun namazı kabul olunmaz."[257]
İmam Ahmed de Müsned’inde, Ebu Hureyre’den
kaydettiği rivayete göre Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Kim bir arraf ya da kahin’e gider
de söylediklerini doğrularsa, o Muhammed’e indirilene kâfir olur."[258]
Müneccim de bazı ilim adamlarına göre arrâf ismi
kapsamındadır. Bazıları o manaya gelir demektedir. Soranın durumu bu olduğuna
göre ya kendisine sorulanın hali ne olacaktır!
Buharî ile Müslim’de ve İmam Ahmed’in
Müsned’inde, Âişe -Radıyallahu anh-dan
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bazı kimseler Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e kahinler
hakkında soru sordu, şöyle buyurdu: "Onlar birşey değildir." Bu
sefer: Ey Allah’ın Rasûlü! Onlar bazen bir şeyi söylüyorlar ve gerçek oluyor.
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-
şöyle buyurdu: "İşte o cin’in bellediği hak sözdendir. O cin bunu
(insanlardan olan) dostunun kulağına fısıldar. Onlar da buna yüz yalandan
fazlasını katar, karıştırırlar."[259]
Sahih(-i Müslim)de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle
buyurduğu kaydedilmektedir: "Köpeğin bedeli pistir. Fahişe’nin ücreti
pistir. Kahin’in ücreti pistir."[260]
Müneccime, putların önündeki oklarla kısmet
arayan kimseye, çakıl taşları atana, kumda çizgi çizene (falcıya) verilen ücret
de onun kapsamı içerisindedir. Bütün bunlara verilen ücret haramdır. Bunların
haram olduklarına dair icma’ı birden çok ilim adamı nakletmiş bulunmaktadır. Beğavi,
Kadı İyad ve başkaları gibi.
Buharî ile Müslim’de, Zeyd b. Halid’den şöyle
dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- Hudeybiye’de bize bir hutbe irad etti. Geceleyin yağmur yağmıştı,
şöyle buyurdu: Bu gece Rabbinizin ne buyurduğunu biliyor musunuz?" Bizler:
Allah ve Rasûlü daha iyi bilir dedik. Şöyle buyurdu: "Kullarımdan kimisi
bana iman etmiş, kimisi de beni inkar etmiş olarak sabahı etti. Her kim Allah’ın
lütfu ve rahmeti ile bize yağmur yağdırıldı, dediyse işte o bana iman etmiş
demektir. Yıldızları da inkar etmiştir. Her kim de şu, şu yıldızın doğuşu dolayısıyla
bize yağmur yağdırıldı demişse o da beni inkar etmiş, yıldızlara iman etmiş kişidir."[261]
Müslim’in Sahih’i ile İmam Ahmed’in Müsned’inde
Ebu Malik el-Eşarî’den gelen rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin
arasında cahiliye işinden dört şey kalacaktır ve onları terketmeyeceklerdir:
Soylarla, soplarlar övünmek, neseplere dil uzatmak, yıldızların hareketleri ile
yağmur yağdırılmasını istemek ve ölüler arkasından ağıt yakmak."[262]
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-den, ashab’ından ve diğer imamlardan bu hususlara dair
yasaklayıcı ifadeler ihtiva eden nass’lar buraya sığmayacak kadar pek çoktur.
Muhtevası bir şeyi muhkem kılmak ve (başkalarını)
etkilemek demek olan müneccimlik sanatına gelince, bu sanat yeryüzündeki
olaylara felekî hallerin (yıldız ve gezegenlerin yörüngelerindeki degişikliklerin)
yahut ta felekî güç ile yeryüzündeki gaileleri birbirine katıp mütalaa ederek
bir takım sonuçlar çıkartmayı öngören bir sanattır ve bu sanat Kitab ve sünnet
ile haram kılınmıştır. Hatta bütün peygamberler vasıtasıyla haram kılınmıştır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Büyücü
ise nereye giderse iflah olmaz." (Tâ’hâ,
20/69); "Şu kitaptan kendilerine
biraz pay verilenlere bakmaz mısın? Cibt’e ve tağut’a inanıyorlar..."
(en-Nisa, 4/51)
Ömer b. el-Hattab -Radıyallahu anh- ve başkaları cibt, büyücülük demektir demişlerdir.
Sahih-i Buharî’de, Âişe -Radıyallahu anh-dan
şöyle dediği kaydedilmektedir: Ebu Bekir’in getirdiği gelirlerden yediği bir
kölesi vardı. Birgün birşeyler getirdi, Ebu Bekir’de ondan yedi. Köle ona:
Bunun neyin kazancından alındığını biliyor musun? O: Bu, neyin nesidir? diye
sordu. O da şöyle dedi: Cahiliye döneminde birisine kahin’lik yapmıştım.
Halbuki ben kahin’liği de bilen birisi değildim, ancak onu aldatmıştım. Benimle
karşılaştı, bana bunları verdi. İşte senin o yediklerin bundandır. Ebu Bekir
elini ağzına soktu ve karnında ne varsa hepsini dışarı çıkardı.[263]
Yönetici ve yetki sahiplerinin ve gücü yeten
herkes, bu müneccimleri, kahinleri, arrâfları, kuma, taşa vurarak remil yoluyla
fal açanları, falcıları engellemekle görevlidir. Onları dükkanlarda yahut
yollarda oturmaktan ya da bu maksatla insanların evlerine girmekten
engellemelidir. Bunların haram olduğunu bilip buna güç yetirmekle birlikte
ortadan kaldırmaya çalışmayan kimselere de Yüce Allah’ın: "Onlar işledikleri herhangi bir kötülükten
birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Onların yapmakta oldukları gerçekten
ne kötü bir şeydi!" (el-Maide,
5/79) buyruğu tehdit olarak yeterlidir.
Bu lanet olasıca kimselerin günah sözler
söyleyip haram’ı yedikleri hususunda müslümanlar icma etmişlerdir. Sünen’de,
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in
Ebu Bekir es-Sıddîk’in rivayetiyle şöyle buyurduğu sabittir: "İnsanlar
münker’i gördükleri halde, eğer onu değiştirmeyecek olurlarsa fazla zaman
geçmeden Allah kendi katından onların hepsini bir azaba düçar kılar."[264]
Kitab ve sünnet’in dışında bu tür fiiller işleyen
bu gibi kimseler bir kaç çeşittir.
Onların kimisi gerçeği gözden kaçırıp başka
türlü gösterme, yalan ve aldatma yolunu seçerler. Bu onlardan herhangi bir
kimse cinlerin kendisine itaat ettiğini söyler yahut ta uyduruk, yalancı şeyhlerden
yahut yalancı miskinlerden ya da hilebaz tarikatçılardan olup batıl ehli
kimselerden hal sahibi birisi olduğunu iddia eder.
Böyleleri hem kendilerini hem de benzerlerini bu
tür yalan iddialardan ve insanlara karşı batıl üzere oldukları halde hak ehli
imiş gibi kendilerini göstermekten alıkoyacak bir şekilde etkin bir cezalandırmayı
hakederler. Hatta bu gibileri arasında öldürülmeyi hakedenler dahi olabilir.
Bir takım abuk sabuk laflarla, peygamberlik iddiasında bulunanlar yahut ta şeriatten
bir şeylerin değiştirilmesi talebinde bulunanlar vb. gibi.
Bir başka tür de bu hususlar hakkında çeşitli
sihirlerle ciddi ve gerçekmiş gibi söz söyler, konuşur. İlim adamlarının büyük
çoğunluğu ise büyücünün öldürülmesini öngörürler. Nitekim Ebu Hanife, Malik ve
Ahmed’in görüşü budur. Ömer, oğlu (Abdullah), Osman ve bunların dışında (Allah
hepsinden razı olsun) kalan bir çok sahabe-i kiram’dan nakledilen görüş de bu
doğrultudadır.
Ancak bu görüşün sahipleri büyücünün tevbe
etmesi istenir mi, istenmez mi? Büyü yapmakla küfre girer mi, girmez mi? ve
yeryüzünde fesad çıkarttığı için mi öldürülür? hususunda farklı görüşlere
sahiptirler.
Bir başka kesim de şöyle demektedir: Sihirbaz
yaptığı büyü ile başkasının ölümüne sebeb olmuşsa öldürülür, aksi takdirde eğer
söz ve amelinde küfür yoksa ölümden daha aşağı bir ceza ile cezalandırılır. Şafiî’den
nakledilen görüş budur, Ahmed’in mezhebindeki bir görüş de bu şekildedir. -Allah’ın rahmeti hepsine olsun.-
İlim adamları büyü’nün hakikati ve çeşitleri
hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Çoğunluk der ki: Büyü yapılan kişinin
ölümüne, hastalanmasına -zahiren ona bir şey ulaşması tesbit edilmeksizin- etki
edebilir. Bazılarının iddiasına göre de büyü mücerred bir hayal göstermekten
ibarettir.
Hepsi de ittifakla şunu kabul ederler: Yedi
gezegene yahut başkalarına dua etmek ya da onlara hitab etmek yahut onlara
secde etmek ve onlara uygun düşen elbise, yüzük, tütsü vb. şeyler ile yakınlaşmaya
çalışmak türünden olan işler küfürdür ve bu, şirkin en büyük kapılarından
birisidir. Bu kapının kapanması hatta açılmamak üzere tıkanması gerekir. Bu
gibi işler İbrahim -Aleyhisselam-ın
kavminin yaptığı türdendir. Bundan dolayı Yüce Allah bizlere onun şu durumunu
nakletmektedir: "Derken yıldızlara
bir defa baktı da: ‘Muhakkak ben hastayım’ dedi." (es-Saffat, 37/88-89)
Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Gece onu (İbrahim’i)
bürüyüp, örtünce bir yıldız gördü: ‘Bu muymuş benim Rabbim’ demişti... İman
edenler ve imanlarına da zulüm karıştırmayanlara gelince işte onlaradır
güvenlik ve onlardır hidayete ermiş olanlar." (el-En’âm, 6/76-82)
Yine bütün ilim adamları ittifakla şunu kabul
etmişlerdir: Allah’a şirk koşmayı ihtiva eden herbir okuma yahut kasem ve
yemin’i telaffuz etmek, kesinlikle caiz değildir. İsterse bu sözleriyle cinler
ya da başkaları ona itaat etsin. Aynı şekilde küfür ihtiva eden hiçbir sözün
telaffuzu caiz olmadığı gibi, anlamı bilinmeyen sözler de söylenmez. Çünkü bu
sözlerde bilinmeyen türden bir şirk bulunabilir. Bundan dolayı Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurmuştur: "Şirk olmadığı sürece rukye (okumak) da bir mahzur
yoktur."[265]
Cinlere sığınmak caiz değildir. Çünkü bundan
dolayı Yüce Allah kâfir’leri yermiş ve şöyle buyurmuştur: "Bir gerçek de şu ki: İnsanlardan bazı
kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı. Bununla da onların azgınlıklarını
arttırırlardı."
(el-Cin, 72/6)
Dediklerine göre bir insan, bir vadide
konaklayacak olursa, bu vadinin şer’lilerinden bu vadi’inin en büyüğü kimse ona
sığınırım, der ve böylelikle sabaha kadar güvenlik ve himaye altında uyurmuş. İşte
"bununla da onların azgınlıklarını arttırırlardı" buyruğu insanlar
cinlere sığınmak suretiyle, onların günahlarını, azgınlıklarını, cüretkârlıklarını
ve kötülüklerini arttırmış oluyorlar, buna sebeb teşkil ediyorlardı. Bu azgınlıkları
da onların: Biz cinlerin de, insanların da efendileri olduk, demeleri idi.
Cinler kendi kendilerine büyükleniyorlar ve insanlar bu şekilde onlarla muamele
ettikçe, onların küfürleri de sürekli artıyordu. Yüce Allah da şöyle
buyurmaktadır: "O günde onların
hepsini haşredecek, sonra da meleklere şöyle diyecek: Bunlar mı size ibadet
ederlerdi? Melekler diyecekler ki: Tenzih ederiz seni. Bizim velimiz
(mabudumuz) onlar değil, sensin. Aksine onlar cin’lere ibadet ediyorlardı.
Bunların çoğu onlara inanıyorlardı." (Sebe’, 34/40-41)
İşte kendi kanaatlerine göre meleklere dua edip
bu dualarıyla onlara hitab ettiklerini ve meleklerin üzerlerine indiklerini
zanneden bu kimseler, sapık kimselerdir. Aslında onların üzerine inen (melekler
değil) şeytan’lardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hepsini toplayacağı o günde: ‘Ey cin topluluğu!
İnsanlardan bir çoğunu kendinize uydurdunuz’ (buyuracak.) O zaman onların
dostları olan insanlar da şöyle diyecek: ‘Rabbimiz, kimimiz kimimizden
faydalandık. Nihayet bizim için takdir ettiğin vakte eriştik.’ Şöyle buyuracak:
‘Allah’ın dilediği müstesna olmak üzere, içinde ebedi kalıcılar olarak ateş
sizin barınağınızdır.’ Şüphesiz Rabbin hikmeti sonsuz olandır, herşeyi
bilendir." (el-En’âm, 6/128)
İnsanlardan olanın, cinlerden olandan
faydalanması, ihtiyaçlarını karşılaması, emirlerini yerine getirmesi, gaybe
dair bir takım hususları kendisine haber vermesi vb. hususlarla olur. Cinlerden
olanın, insanlardan faydalanması ise insanın onu ta’zim etmesi, onun yardımını
istemesi, ona sığınması ve ona boyun eğip itaat etmesidir.
Bu kabilden iş yapanların bir başka çeşidi de şeytanî
halleri, keşifleri söz konusu eden gayb ricali ile konuşan ve Allah’ın velileri
olmalarını gerektiren olağanüstü hallerinin bulunduğunu iddia ederler. Bu
kimseler arasından müşriklere karşı müslümanlara yardım edenler de vardı.
Bunlar şöyle derler: Rasûl kendisine müşriklerin yanında yer alarak,
müslümanlarla savaşmayı emretmiştir, çünkü müslümanlar artık isyankardırlar.
Böyleleri hakikatte müşriklerin kardeşleridir.
Bunların aralarında bulunan ilim ehli kimseler
üç gruba ayrılırlar:
Bir grub gayb rical’inin varlığını yalan kabul
ederler. Ancak insanlar da bunları görür yahut görenlerden bunların varlıkları
sabit olursa yahut ta bunlara güvendikleri kimseler gördüklerini anlatacak
olursa, kendileri de bunları görmeleri halinde, artık varlıklarına kesin inanırlar
ve onlara boyun eğerler.
Bir başka kesim bunların varlığını bilip kabul
ederler ve kadere raci’dir deyip, batın’da Yüce Allah’ın peygamberlerin yolu dışında
bir yolunun da bulunduğuna inanırlar.
Bir başka kesim de rasûlün dairesi dışında bir
veli’nin varlığını kabul etmenin mümkün olmadığını gördüklerinden şöyle derler:
Her iki kesime de yardımcı olan rasûlün kendisidir. Bunlar rasûl’ü ta’zim eden
kimseler olmakla birlikte onun dinini ve şeriatini bilmeyen cahillerdir.
Gerçek şudur: Böyleleri şeytanlara tabi olan
kimselerdir. Gayb rical’i denilenler de cin’lerin ta kendileridir ve onlara
"rical" diye ad vermişlerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Bir gerçek de şu ki insanlardan bazı
kimseler (rical) cinlerden bazı kimselere (rical’e) sığınırlardı. Bununla da
onların azgınlıklarını arttırırlardı." (el-Cin, 72/6)
Bu, böyledir. Çünkü insanlar görülür ve müşahede
olunurlar. İnsan belki bazı zamanlar görülmeyebilir, ancak her zaman için
insanların gözlerinden kaybolması söz konusu değildir. Bunların insan olduklarını
zannedenler bu konuda hata ediyorlar ve cahilliklerinden bu kanaate kapılıyorlar.
Sapmalarının sebebi de kendilerindedir. Bu üç kesimin böyle bir ayrılık
içerisinde olmasının sebebi, şeytan’ın velileri ile Rahman’ın velileri arasındaki
farkı bilememektir.
Bazı kimseler: Fakirler kendi hallerine bırakılırlar,
demektedirler. Ancak bu batıl bir sözdür, aksine onların fiillerini ve
hallerini Muhammed-î Şeriat’e arzetmek gerekir. Ona uygun düşen kabul edilir,
muhalif olan da reddedilir. Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Her kim bizim
bu işimize uygun düşmeyen bir amelde bulunursa, o merduttur."[266]
Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir: "Kim bizim bu işimizde ondan
olmayan bir şeyi ortaya çıkartırsa, o merduttur."
Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-in tarikati dışında tarikat, onun getirdiği hakikatin dışında
hakikat, şeriatı dışında şeriat, akidesi dışında akide yoktur. Ondan sonra
hiçbir kimse zahiren ve batınen ona tabi olmadıkça Allah’a, Allah’ın rızasına,
cennetine, kerâmetine (lütuf ve ihsanına) erişemez.
Onun verdiği haberleri tasdik etmeyen, kalplerle
ilgili batınî hususlara dair emirlerinde olsun, bedenlere dair zahirî amellerde
olsun ona itaate bağlanmayan bir kimse Yüce Allah’ın velisi olması şöyle
dursun, mü’min olması dahi söz konusu değildir. İsterse havada uçsun, suyun
üzerinde yürüsün, isterse gaybdan dilediği harcamaları yapsın, cebinden altın çıkarsın
ve isterse her türlü harikulade olayı göstersin. Emrolunduğu fiilleri
terkediyorsa, o ancak kişiyi Allah’tan uzaklaştıran, O’nun gazabına ve azabına
yaklaştıran, şeytanî hallerin sahibi bir kimsedir.
Ancak mükellef olmayan çocuk ve delilerden
mesuliyet kaldırılmıştır, onlar cezalandırılmazlar. Zaten onların zahiren de,
batınen de kendilerini Allah’ın mukarreb velileri arasına katacak, kurtuluşa
eren hizbinden ve galip gelen askerleri arasına katacak iman ve takvaları da
olmaz. Ancak bunlar babalarına tabi olarak İslam’a girmiş olarak kabul
edilirler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İman edenlerin soyları da iman ile kendilerine uyanların, Biz evlatlarını
da kendilerine katarız. Amellerinden bir şey eksiltmeyiz. (Çünkü) her kişi
kendi kazandıkları karşılığında bir rehinedir." (et-Tur, 52/21)
Bir takım ahmak ve salak kimselerin -söz, fiil
ve hallerinde Allah Rasûlüne tabi olmayı terketmekle birlikte- Allah’ın
veli’lerinden olduklarına inanan ve bunların Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in tarikatine tabi olanlardan üstün
olduğuna inanan kimseler dalâlettedir, bid’atçidir. Bu inanışlarında yanılmışlardır,
çünkü böyle bir salak ya şeytan ve zındık’tır, yahut ta zahiren başkasına zahid
ve abid birisi olduğu intibaını veren birisidir yahut ta mazur görülebilecek
bir delidir. Böyle bir kimse nasıl olur da Allah’ın dostlarından, Rasûlüne uyan
kimselerden daha faziletli ve üstün görülebilir yahut ta ona eşit kabul
edilebilir?
Bu kişi her ne kadar zahiren peygamber’e tabi
olmayı terkediyor ise de batınen ona tabi olabilir, denilemez. Çünkü bu da bir
hata’dır. Aksine Allah Rasûlüne hem zahiren, hem batınen tabi olmak icab eder.
Yunus b. Abdi’l-A’la es-Sadefî der ki: Şafiî’ye dedim ki: Bizim arkadaşımız
el-Leys şöyle derdi: Bir adamın su üzerinde yürüdüğünü görseniz dahi, onun
halini Kitab ve sünnet’e arzetmediçe, onun bu haline itibar etmeyiniz. Bunun
üzerine Şafiî şöyle dedi: Leys -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- biraz
müsamahalı bir ifade kullanmış. Hayır, siz bir adamın suda yürüdüğünü ve havada
uçtuğunu görseniz dahi, onun halini Kitab ve sünnet’e arzetmedikçe ona itibar
etmeyiniz, demesi gerekirdi.
Bazı kimselerin Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in: "Ben cennet’e muttali oldum.
Ora ehlinin çoğunluğunun ebleh’lerden oluştuğunu gördüm" diye buyurduğunu
söylemelerine gelince, Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-in böyle bir söz söylediği sahih olarak rivayet edilmiş değildir.
Bunun ona nisbet edilmemesi gerekir. Çünkü cennet ancak özlü akıl sahibleri
için yaratılmıştır. Akıllarının ve zihinlerinin kendilerini Allah’a,
melek’lerine, kitab’lara, rasûllerine ve âhiret gününe iman etmeye irşad ettiği
özlü akıl sahibleri için. Yüce Allah cennet ehlini Kitab-ı Kerim’inde
nitelikleriyle zikretmiş bulunmaktadır. Onların nitelikleri arasında şu kıt akıllı,
zayıf akıllı ebleh’lik yoktur. Aksine Peygamber: "Ben cennete muttalî
oldum da ahalisinin çoğunluğunu fakirler gördüm."[267]
diye buyurmuştur "ama ebleh’leri" dememiştir.
Melamiye taife’sine gelince, bunlar kınanmalarını
gerektirecek işleri yapar ve biz batın’da şeriate tabi kimseleriz, derler. Bu
sözleriyle de riyakâr kimselerin yaptığı gibi amellerini gizlediklerini anlatmak
isterler. Onlar kendi batıl’larını bir başka batıl’la çürütmektedirler. Sırat-ı
Müstakîm ise bu ikisinin arasındadır.
Güzel nağmeler dinlediklerinde baygın düşen
kimseler de aynı şekilde bid’atçi ve sapık’tırlar. Hiçbir zaman insanın aklının
başından gitmesine sebeb teşkil edecek şeyleri gerektirecek işler yapmamalıdır.
Ashab-ı Kiram ile Tabin arasında Kur’ân’ı dinledikleri zaman dahi böyle hareket
eden olmamıştır. Aksine onlar Yüce Allah’ın kendilerini nitelendirdiği şu halde
idiler: "Gerçek mü’minler ancak o
kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer. Âyetleri karşılarında
okunduğu zaman (bu) onların imanını arttırır ve onlar ancak Rablerine dayanıp,
güvenirler." (el-Enfal, 8/2);
"Allah sözün en güzelini müteşabih,
tekrar edilen (mesani) bir kitab halinde indirmiştir. Ondan dolayı Rablerine
kalpten saygı duyanların derileri ürperir, sonra Allah anıldığı için derileri
ve kalpleri yumuşar. Bu Allah’ın hidayetidir, onunla dilediğine hidayet verir.
Allah’ın saptırdığı kimseyi doğru yola ileten olmaz." (ez-Zümer, 39/23)
İlim adamlarının kendilerinden hayırla söz ettiği
akıllılar arasından çıkan delilere gelince, bunlar bir zamanlar hayırlı
kimselerdiler. Daha sonradan akılları zail olmuştur. Bu gibi kimselerin bir
alameti de şudur: Bunların deliliklerinde bazen ayılma ve kendine gelme hasıl
olursa, kalplerinde bulunan imanın gereği ile konuşurlar. Hatta akıllarının
zail olduğu halde bile bu hususları hezeyanlarında söylerler. Fakat bir çeşit
ayılıp kendilerine geldiklerinde küfür ve şirk sözler söyleyen ve akıllarının
zevali esnasında da hezeyanlarında bu tür şeyler söyleyenler böyle değildirler.
Deli olmadan önce kâfir ya da fasık olan bir kimsenin sonradan deli olması daha
önceden sabit olmuş küfür ya da fasık’lığını izale etmez. Aynı şekilde mü’min
ve takva sahibi kimseler arasından deliren bir kimse de mü’min ve takva sahibi
kimseler arasında haşredilecektir.
Delilik ya da başka bir sebeble aklın zail olması,
böyle bir kimse ister delirmiş veya delirtilmiş diye adlandırılsın, önceki iman
ve takva halinde bir fazlalığı gerektirmez. Aksine önceden hayır ve şer
kabilinden neyin üzerinde ise öylece kalır. Yani delilik onun halinde bir artış
ya da bir eksikliğe sebeb değildir. Ancak delirmesi daha fazla hayır yapmaktan
kendisini mahrum eder, diğer taraftan şerre karşılık çekeceği cezasını da
engeller. Ancak delilikten önceki kötülüklerini de silmez.
Neşelendirici nağmeleri, semâ’ı dinlemesi
halinde bir takım hezeyanlarda bulunan ve kendisinin alışılagelmiş konuşmasından
başka ve ondan farklı bazı dillerle konuşmalarına şahid olunan kimselere
gelince, bu o kimsenin dili ile konuşan bir şeytanın söylediği sözlerdir.
Nitekim şeytanın saraya yakalanmış kimsenin diliyle konuşması da bu
kabildendir. Bütün bunlar şeytanî hallerdendir.
Hem aklın zevali, dalalet ehli pek çok kimsenin
zannettiği gibi Allah’ın veli’si olmaya bir sebeb yahut şart veya buna yakınlaşmaya
bir gerekçe olarak nasıl görülebilir? Öyle ki bu gibi kimselerden birisi şöyle
demiştir:
"Onlar öyle bir topluluktur ki düzeni çözmüşler,
duvarı yıkmışlar.
Onlar için ne farz vardır, ne nafile.
Delidir onlar, şu kadar var ki deliliklerinin sırrı,
Çok değerlidir; onun kapılarında akıl secde
eder."
Ancak bu sapık, hatta kâfir bir kimsenin
söyleyebileceği bir sözdür. Çünkü böyle bir kimse deliliğin, kapısında secde
etmesini bir sırrının bulunduğunu zannedecek hale gelmiştir. Bu sözleri
söylemelerine sebeb ise bazı delilerin bir çeşit mükâşefede bulunduklarını
yahut ta olağanüstü hayret verici bazı tasarruflarının olduğunu görmüş olmalarıdır.
Bu da sihirbaz ve kahinler hakkında söz konusu olduğu gibi, kimi şeytanların bu
işe katılmaları sebebiyle olur. O sapık kişi de böylelikle mükâşefede bulunan
yahut olağanüstü bir iş yapan herkesi Allah’ın velisi zanneder. Böyle birşeye
itikad eden ise kâfirdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Size şeytanların kimin üzerine indiğini
haber vereyim mi? Her yalancı günahkâr üzerine inerler." (eş-Şuara, 26/221-222) Şeytanın üzerine
nazil olacağı herbir kimsenin de mutlaka yalancılığı ve facir’liği (günahkarlığı)
vardır.
Bir takım riyazetlerde bulunarak, halvete
çekilerek ibadet eden, cumalara, cemaatlere katılmayı terkeden kimselere
gelince, onlar da iyilik yaptıklarını zannetmekle birlikte, dünya hayatındaki
çalışmaları sapıklık noktasına ulaşmış kimselerdir. Allah onların kalplerini
mühürlemiştir. Nitekim sahih hadis’te Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle buyurduğu sabittir: "Kim
mazeretsiz olarak ve ehemmiyet vermeyerek üç cuma’yı terkedecek olursa, Allah
onun kalbine mühür vurur."[268]
Allah Rasûlünün sünnetini izlemeyerek başka yol
izleyen bir kimse eğer bu sünneti bilen birisi ise gazaba uğramış bir kimsedir,
değilse sapıktır. Bundan dolayı Yüce Allah bizlere her namazda bizleri en güzel
arkadaş olan ve kendilerine nimetlerini ihsan etmiş olduğu peygamberlerin, sıddîkların,
şehidlerin ve salihlerin yoluna -kendilerine gazab edilmiş ve sapmışların
yoluna değil- iletmesini dilemeyi bize teşri buyurmuştur.
Musa -Aleyhisselam-ın
ve Hızır -Aleyhisselam-ın başlarından
geçen kıssayı ilahi tevfıke mazhar olmamış bazı kimselerin iddia ettiği şekilde
"ledünnî ilmi" vahye muhtaç olmamanın cevazı hususunda delil diye
gösterenlere gelince, bunlar inkârcı ve zındıktırlar.
Çünkü Musa -Aleyhisselam-,
Hıdır’a peygamber olarak gönderilmiş değildir. Hıdır da, Musa -Aleyhisselam-a tabi olmakla emrolunmamıştı.
Bundan dolayı ona: Sen İsrailoğullarının Musa’sı mısın? diye sormuştu. O da:
Evet, diye cevap vermişti. Muhammed -Sallallahu
aleyhi vesellem- ise bütün cinlere ve insanlara peygamber olarak gönderilmiştir,
eğer Musa ve İsa da hayatta olsalardı, onlar dahi onu tabi’lerinden olurlardı. İsa
-Aleyhisselam-da yeryüzüne ineceğinde
ancak Muhammed -Sallallahu aleyhi
vesellem-in şeriati ile hükmedecektir.
Her kim Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e karşı durumunun, Hıdır’ın Musa -Aleyhisselam-a karşı durumu gibi olduğunu
iddia edecek olursa yahutta bunu ümmetten herhangi bir kimse için caiz diye
kabul ederse, o kimse İslam’ını tazelesin ve yeniden kelime-i şehadet getirsin.
Çünkü o Allah’ın velilerinden olmak şöyle dursun, tamamen İslam dininden ayrılan
bir kimsedir. Böyle bir kimse ancak şeytanın velilerinden olabilir.
İşte bu, zındıkları istikamet sahibi kimselerden
ayıran önemli bir ölçüdür. Tetkik eden görür.
Nerede bulunurlarsa bulunsunlar, bir takım
insanların etrafında dönüp tavaf yaptığını söyleyenlere gelince, Hudeybiye’de
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in
Kâbe’ye ulaşması engellendiğinde niye Kâbe yerinden ayrılıp Allah Rasûlünün
etrafında tavaf etmedi? Halbuki peygamber onu bir defa olsun görmeyi çok
arzuluyordu. Bunlar Yüce Allah’ın şu buyruğu ile nitelendirdiği kimselere
benzer: "Hatta onlardan herbiri
kendisine açılmış sahifeler verilmesini ister. Asla, doğrusu onlar âhiretten
korkmazlar..."
(el-Muddessir,
74/52-53)
"Cemaati
hak ve doğru, tefrika’yı sapıklık ve azab olarak görürüz."
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hepiniz toptan Allah’ın ipine sarılın.
Parçalanıp, ayrılmayın."
(Al-i İmran,
3/103)
"Siz
kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp, ayrılığa düşenler gibi
olmayın. İşte onlar için büyük bir azab vardır." (Âl-i İmran, 3/105)
"Dinlerini
parça parça edip, fırka fırka ayrılanlar var ya? Senin onlarla hiçbir ilişkin
yoktur. Onların işi (cezalarını vermek) ancak Allah’a aittir. Sonra O, yaptıklarını
kendilerine haber verecektir."
(el-En’âm,
6/159)
"Onlarsa
hala anlaşmazlık içerisindedirler. Rabbi’nin rahmet ettikleri müstesnâ."
(Hud, 11/118-119)
Böylelikle rahmet’e mazhar olan kimseleri
ihtilâfa düşmekten istisnâ etmiştir.
"Bunun
sebebi: Allah’ın, Kitabı hak ile indirmesidir. Muhakkak ki Kitab hakkında anlaşmazlığa
düşenler, elbette uzak bir ayrılık içindedirler." (el-Bakara, 2/176)
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in şu hadisi daha önceden de geçmişti: "Şüphesiz iki
Kitab ehli dinlerinde yetmişiki fırkaya ayrılmışlardır ve şüphesiz bu ümmet
yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. -Hevâ ehli fırkaları kastetmektedir.- Hepsi ateştedir,
bir tanesi müstesnâ; o cemaattir."[269]
Bir rivayette de ashab: O hangisidir, ey Allah’ın
Rasûlü? diye sormuşlar. O da şu cevabı vermiştir: "Benim ve ashab’ımın
üzerinde olduğu yol."
Böylelikle genel olarak ihtilafa düşenlerin
helak içerisinde olduklarını, ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in bundan müstesnâ olduğunu,
ihtilafın ise mutlaka ve kaçınılmaz bir şey olduğunu beyan etmektedir.
İmam Ahmed’in rivayetine göre de Muâz b.
Cebel’den, Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem- şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki şeytan insanın kurdudur. Tıpkı
koyunların sürüden ayrılmış olanı kapması gibi. O bakımdan sakın kenardaki uzak
yollara gitmeyin. Size cemaate, umumi olarak müslümanlarla birlikte olmaya ve
mescide devam etmenizi tavsiye ederim."[270]
Buharî ile Müslim’de kaydedildiğine göre
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
Yüce Allah’ın: "De ki: "O size
üstünüzden" buyruğundan sonra, Peygamber:
"Sana sığınırım" dedi. "Yahut
ayaklarınızın altından" buyruğundan sonra, Peygamber: "Sana sığınırım"
dedi. "Bir azab göndermeye ya da
sizi birbirinize katıp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya kadir olandır."
buyruğundan sonra, (el-En’âm, 6/65)
Peygamber: "İşte bu ikisi daha da ehven’dir." diye buyurdu.[271]
Bu buyruk onları fırka fırka birbirlerine katmasının
ve onlardan kimisinin hıncını kimisine tattırmasının kaçınılmaz olduğunu
göstermektedir. Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- ise bu halden beridir. Onlar bu halde olacaklarında bir çeşit
cahiliye içerisinde bulunacaklardır, bu sebebten ez-Zührî şöyle demiştir:
Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in
ashab’ı daha pek çok iken fitne meydana geldi. Onlar, Kur’ân’ın te’vili
neticesinde akıtılan herbir kan yahut telef edilen herbir mal yahut herbir ırzın
heder olduğunu icma ile kabul ettiler ve bu halleri bir çeşit cahiliye
konumunda değerlendirdiler.
Malik de sabit isnadı ile Âişe -Radıyallahu anh-dan şunu rivayet
etmektedir: Âişe şöyle derdi: İnsanlar şu âyet-i kerîme gereğince amel etmeyi
terkettiler. O bu sözleriyle Yüce Allah’ın: "Eğer mü’minlerden iki grup birbirleri ile çarpışırlarsa onların aralarını
düzeltin." (el-Hucurat, 49/9)
buyruğunu kastediyordu. Müslümanlar birbirleriyle çarpıştıklarında farz olan,
Yüce Allah’ın emrettiği şekilde aralarını düzeltmek idi, ancak gereğince amel
olunmayınca fitne ve bir çeşit cahiliye ortaya çıktı.
İşte bu şekilde ümmetin usul ve furû’a dair anlaşmazlığa
düştüğü anlaşmazlık konuları şâyet Allah’a ve Rasûlüne havale edilmeyecek
olurlarsa o konularda hak apaçık ortaya çıkmaz. Aksine anlaşmazlık içerisinde
olanlar işlerinde herhangi bir delil üzere hareket etme imkânını kaybederler. Eğer
Allah onlara rahmet buyuracak olursa, biri diğerinin hakkını teslim eder ve
biri diğerine haksızlık etmez. Nitekim Ömer ve Osman -Radıyallahu anh-ın halifeliklerinde bir takım içtihadi meselelerde
anlaşmazlığa düşenlerin biri diğerinin hakkını teslim eder ve ne kendisi haksızlık
eder, ne başkasına haksızlık ederdi.
Şâyet onlara rahmet olunmayacak olursa, bu sefer
aralarında hoş görülmeyen ihtilaf meydana gelir, biri diğerine haksızlık eder.
Bu haksızlık ya mesela kâfir ve fasık olduğunu söylemek gibi sözle olur yahut
ta o kimseyi hapsetmek, dövmek ve öldürmek suretiyle fiil ile olur. Kur’ân’ın
yaratılması meselesiyle insanları mihnete düşürenler işte bu kabilden idiler.
Onlar bir bid’at ortaya attılar ve bu bid’atte kendilerine muhalif olanların
kâfir olduklarını söylediler. Ona haklarının verilmemesini ve onun cezalandırılmasını
helal kabul ettiler.
İnsanlar şâyet Yüce Allah’ın, Rasûlü ile
gönderdiklerinin bir kısmını farkedemiyecek olurlarsa, bu hallerinde ya
adaletlidirler yahut zalimdirler. Aralarında adaletli olan kimseler kendisine
ulaşan ve peygamberlerden gelen gereğince amel eder, başkasına zulmetmez. Zalim
ise başkasına haksızlık eden kimsedir, bunların çoğunluğu ise zulmettiklerini
bile bile zulmederler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine kitap verilenler ancak
kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı ayrılığa düştüler."
(Al-i İmran, 3/19)
Yoksa bildikleri kadarıyla adalet yolunu
izleyecek olurlarsa, biri diğerinin hakkını teslim eder. Nitekim taklid edenler
ilmin önderlerine karşı bu tavrı takınırlar. Mukallitler kendilerinin Yüce
Allah’ın ve Rasûlünün taklit ettikleri meselelerde Allah’ın hükmünü bilmekten
aciz olduklarını bilip kabul ederler. O bakımdan kendi taklit ettikleri imamlarını
Allah Rasûlünün vekili konumuna getirir ve şöyle derler: Bu bizim gücümüzün ulaşabildiği
noktadır. Onlardan adaletli olan başkasına zulmetmez ve söz ya da fiiliyle haksızlık
etmez. Ortaya koyacağı bir delil olmaksızın taklit ettiği zatın görüşünün sahih
olduğunu iddia etmek ve -müçtehid mazur olmakla birlikte- taklit ettiği kimsenin
görüşüne muhalefet edenleri yermek, böyle bir haksızlıktır.
Tefrika ve ihtilâf asıl itibariyle: Çeşitlilik
arzeden ihtilâf ile çelişki arzeden ihtilâf olmak üzere iki türlüdür.
Çeşitlilik arzeden ihtilâf da birkaç şekilde olur.
Bir şeklinde iki görüş yahut iki fiilin herbirisi ayrı ayrı hak ve meşru
olabilir. Ashab-ı Kiram’ın hakkında ihtilaf ettiği kıraatlerde olduğu gibi.
Öyle ki Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem- (haklılık iddiasında bulunmaktan) vazgeçmelerini söylemiş ve:
"Her ikiniz de güzel okumaktasınız." demiştir.[272]
Ezanın, ikamet getirmenin, istiftâhın (iftitâh
tekbirinden sonra dua okumanın), sehv secdesinin yapılacağı yerin, teşehhüd,
korku namazı, bayram tekbirleri ve buna benzer hepsi de meşru olan türlü ihtilaflar
da bu kabildendir. Bazı çeşitleri diğerlerine göre daha tercihe şayan veya
faziletli olsa bile bu böyledir.
Ümmetin pek çoğunun bu hususta ikametin çift
yahut tek ve buna benzer getirilmesi dolayısıyla bazı kesimlerin birbiriyle
çarpışmalarını gerektirecek kadar ayrılığı ileri götürdüklerini görüyoruz.
Ancak bu, bizzat haram olan bir iştir. Yine onların bir çoğunun kalbinde bu
türlerden herhangi birisini daha çok sevdiğini, diğerinden ise yüz çevirip
nehyettiğini -ve böylelikle Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in nehyettiği tefrikanın kapsamı içerisine düştünüğü-
görüyoruz.
Kimi ihtilâflarda da her iki görüşün herbirisi
diğer görüş ile aynı manaya gelebilmektedir. Ancak kullanılan ifadeler farklıdır.
Bir çok insanların tariflerin lafızlarını, delilleri sıralamalarını, eşyaya
verdikleri isimleri ve buna benzer hususlarda ihtilâf etmeleri buna örnektir.
Diğer taraftan cehalet yahut zulüm bu iki görüşten birisinin övülmesine
yorumlanır, diğerinin ise yerilmesine ve o sözü söyleyene haksızlığa kadar gider
ve buna benzer tutumlar.
Çelişki türünden ihtilâfa gelince, bu da ya usul
ya da furûda birbirini nefyeden iki ayrı görüştür. Bu gibi ihtilaflar hakkında
cumhur: İsabet eden bir kişidir, demektedir. Bu tür ihtilafta iş daha zordur,
çünkü her iki görüş birbirini nefyetmektedir. Ancak bunların bir çoğunun tartışma
içerisinde bulunduğu karşı tarafın batıl görüşünde bir dereceye kadar hak
hususlar da bulunduğunu yahut ta onunla birlikte bir dereceye kadar hakkı
gerektiren bir delil bulunduğunu ve bu reddedilirken dolayısıyla hak ve batıl’ın
beraberce reddedildiğini ve nihayette bunu reddedenin de kısmen batıl
içerisinde kalmaya devam ettiğini -karşı görüşü savunanın asıl itibariyle batıl
içerisinde olduğu gibi- görüyoruz. Bu da ehl-i sünnet arasında çokça görülen
bir durumdur.
Bid’at ehline gelince, onların durumu açıkça
ortadadır. Allah’ın kendisine bir hidayet ve bir nur kıldığı kimseler bunu açıkça
görür ve kendisine faydalı olmak üzere Kitab ve Sünnette varid olan bu ve
benzeri hususlar ile ilgili nehyi idrak eder. Eğer kalpler sağlıklı ise bu gibi
bid’atleri reddeder fakat kimi nur, kimisinden üstündür.
Çeşitlilik ihtilâfı türünden olan birinci
ihtilâfta yermek, diğerine haksızlık eden kimse hakkında söz konusudur. Kur’ân-ı
Kerîm böyle bir durumda eğer haksızlık husule gelmeyecek olursa her iki kesimin
her birisinin de övülebileceğine delil teşkil etmektedir. Yüce Allah’ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Herhangi
bir hurma ağacını kesmeniz yahut onu kökleri üzere dikili bırakmanız hep Allah’ın
izni ile olmuştur." (el-Haşr,
59/5) Halbuki daha önce ağaçların kesimi hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdi.
Kimileri ağaç kesmiş, kimileri kesmemişti.[273]
Yüce Allah’ın şu buyruğunda da benzeri bir durum
dile getirilmektedir: "Davud ve
Süleyman’ı da (an.) Hani kavmin koyunlarının girdiği ekin hakkında hüküm
veriyorlardı. Biz onların hükümlerine tanık idik. Biz onu hemen Süleyman’a
kavratmıştık, bununla beraber herbirine hikmet ve ilim verdik." (el-Enbiya, 21/78-79)
Böylelikle Yüce Allah, Süleyman’ı olayı kavramak
özelliği ile zikrederek her ikisinden de hüküm ve bilgi sahibi olmakla övgüyle
söz etmiş bulunmaktadır.
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in, Kureyza oğulları gününde ikindi namazını vaktinde kılanların
da Kureyza oğulları diyarına ulaşıncaya kadar erteleyenlerin de uygulamalarına
itiraz etmemiş olması da bu türdendir.[274]
Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem-in: "Hakim içtihad edip de isabet ederse, onun için
iki ecir vardır. İçtihad edip, hata ederse onun için bir ecir vardır"[275]
buyruğunda da benzeri bir durum söz konusudur ve buna benzer diğer hususlar da
böyledir.
İkinci tür ihtilâfta ise iki kesimden birisinden
övgü ile söz edilir, diğeri ise yerilir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda dile
getirildiği gibi: "Eğer Allah
dileseydi, onlardan sonra gelenler kendilerine apaçık deliller geldikten sonra
birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat anlaşmazlığa düştüler de kimi iman etti, kimi
de kâfir oldu."
(el-Bakara,
2/253)
Yüce Allah’ın şu buyruğu da bu kabildendir:
"Bunlar Rableri hakkında davalaşan
iki hasımdırlar. Kâfir olanlar için ateşten elbiseler biçilir..." (el-Hac, 22/19...)
Ümmet arasında sonuç itibariyle hevâların peşine
takılmaya götüren ihtilâfın büyük çoğunluğu birinci kısma girer. Aynı şekilde
bu, kanların dökülmesine, malların mübah görülmesine, düşmanlığa ve nefretleşmeye
de götürür. Çünkü iki kesimden biri diğerinin sahib olduğu hakkı kabul etmediği
gibi, ona insafla da muamele etmemektedir. Hatta kendisinin sahib olduğu hakka
daha başka batıllar ilave etmek yoluna gider, diğeri de böyle davranır. İşte
bundan dolayı Yüce Allah şu buyruğunda bu tür ihtilâfın kaynağını haddi aşmaya
bağlamıştır: "Halbuki kendilerine o
kitabın verildiği kimseler ancak apaçık deliller onlara geldikten sonra aralarındaki
kıskançlıktan (haksızlıktan) dolayı ona dair anlaşmazlığa düştüler."
(el-Bakara, 2/213)
Çünkü bağy (haksızlık, kıskançlık) haddi aşmaktır.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu husus, bu ümmete ibret teşkil etmesi için bir kaç yerde
söz konusu edilmiştir.
Buharî ile Müslim’in Sahih’lerinde rivayet
ettikleri şu hadiste bu tür ihtilafa benzer bir durumu dile getirmektedir:
"Ebu’z-Zinâd el-A’rec’den, o Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan rivayetine göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurmuştur: "Ben size ilişmediğim sürece siz de beni bırakınız. Çünkü
sizden öncekiler ancak çokça soru sormaları ve peygamberlerine muhalefet
etmeleri dolayısıyla helâk olmuşlardır. Bundan ötürü ben size bir şeyi
yasaklayacak olursam, ondan uzak durunuz. Size bir hususu emredecek olursam,
gücünüz yettiği kadarıyla onu yerine getiriniz."[276]
Böylelikle peygamber onlara emrolunmadıkları
husus hakkında soru sormamalarını emretmektedir. Buna sebeb de öncekilerin
helâk olmalarının ancak çokça soru sormaları, sonra da masiyetleriyle
peygamberlere muhalefet etmeleri olduğunu göstermiştir.
Kitab’ı kabul edenlerin, kitab ile ilgili
ihtilafları iki türlüdür:
1- Kitab’ın indirilişi ile
ilgili ihtilaf,
2- Te’vili ile ilgili
ihtilaf. Her ikisinde de bir bölümüne iman söz konusudur, bir bölümüne de değil.
Birinci türe örnek, Yüce Allah’ın Kur’ân-ı
Kerîm’i kelâm olarak söylemiş olması ve indirilmesi ile ilgili ihtilâf
gösterilebilir. Bir kesim şöyle demiştir: Bu kelam O’nun kudret ve meşîeti ile
hasıl olmuştur, ancak bu kelam O’nunla kaim olmayıp, O’ndan başkasında
mahluktur.
Bir diğer kesim de şöyle demektedir: Kelâm O’nun
zatı ile kaim bir sıfatıdır ve mahluk değildir. Fakat O, kendi meşîet ve
kudretiyle konuşmaz.
Her iki kesimin de görüşlerinde hak ile batıl
bir arada bulunmaktadır. O bakımdan görüşlerindeki bir kısım hak dolayısıyla
mü’mindir, diğerinin görüşündeki hakkı da yalanlamaktadır. Bu hususlara dair işaret
daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Bir bölümüne imanı ihtiva etmekle birlikte, bir
bölümüne de imanı ihtiva etmeyen te’vilindeki ihtilaf örnekleri ise pek çoktur.
Buna örnek olarak Amr b. Şuayb’ın babasından, onun da dedesinden rivayet ettiği
şu hadistir: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- bir gün kader ile ilgili tartışmakta iken ashabının yanına
çıktı. Bu bir âyet-i kerîme’yi delil gösteriyor, diğeri bir başka âyeti.
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in
yüzünden adeta nar tanecikleri gibi terler boşaldı, şöyle buyurdu: "Size
emrolunan bu mudur? Yoksa size bu işler mi görev olarak verildi? Allah’ın Kitabını
bir bölümünü, diğer bölümüne vurmak mı? Size ne emrolunduysa ona bakın ve ona
uyun, size ne yasaklandıysa ondan da uzak durun."[277]
Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir:
"Ey kavmim sizden önceki ümmetler bununla sapıttılar. Peygamberlerine
muhalefet etmekle ve kitab’ın bir bölümünü diğeri bölümüne çarpıştırmakla. Gerçek
şu ki Kur’ân-ı Kerîm bir bölümünü diğeriyle çarpıştırasınız diye indirilmemiştir.
Ama Kur’ân bir bölümü diğerini tasdik ederek nazil olmuştur. Ondan bildiğiniz
ile amel ediniz, sizin için müteşâbih görünene de iman ediniz."
Bir diğer rivayette de şöyle denilmektedir:
"Sizden önceki ümmetler ihtilâfa düşünceye kadar lanete uğramadılar. Şüphesiz
ki Kur’ân-ı Kerîm hakkında inatlıca tartışmak küfürdür." Bu hadis meşhur
bir hadis olup, müsned’lerde ve sünenler’de rivayet edilmiştir.
Bu hadisin aslını Müslim, Sahih’inde rivayet
etmektedir. Abdullah b. Rebah el-Ensarî’nin rivayetine göre Abdullah b. Amr şöyle
demiştir: Bir gün öğle sıcağında Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-in yanına gittim. Bir âyet hakkında ihtilâf eden iki adamın
seslerini işitti. Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem-in yüzünden öfkeli olduğu okunur haliyle yanımıza çıkıp
geldi ve şöyle buyurdu: "Sizden öncekiler ancak Kitab hakkındaki
ihtilâfları sebebiyle helak oldular."[278]
Bütün bid’at ehli Kur’ân’ın te’vili hususunda
ihtilâf etmektedirler. Bir bölümüne iman ederken, bir bölümüne etmemektedirler.
Yani onlar görüşlerine uygun düşen âyetleri kabul ederler, muhalif olanları da
etmezler. Ya sözleri yerlerinden tahrif edecek bir şekilde o muhalif âyetleri
te’vil ederler, yahut ta: Bu müteşabih’tir, kimse bunun manasını bilmez,
diyerek Allah’ın indirmiş olduğu manalarının bir bölümünü inkar ederler. Bu da
buna bir çeşit küfür anlamındadır, çünkü bir anlamı olmayan lafza iman, Kitab
ehlinin imanı türündendir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine Tevrat yükletilip sonra onu
yüklenmeyenlerin hali kocaman kitaplar taşıyan eşşeğin hali gibidir." (el-Cuma, 62/5); "Onların arasında kuruntu dışında Kitab’ın ne olduğunu bilmeyen
ümmi’ler vardır." (el-Bakara,
2/78) Yani manasını anlamadan onu okumaktan başka bir şey bilmezler.
Böyle bir kimse ise Kur’ân-ı Kerîm’den anlayıp
da anladığı kadarıyla amel eden, bir bölümü kendisine müteşabih geldiği
takdirde de onun ilmini Allah’a havale eden ve Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in: "Ondan bildiğiniz kadarı ile
amel ediniz. Bilmediğinizin de bilgisini onu bilene havale ediniz" buyruğunda
emrettiği şekilde, peygamberinin emrine uyan mü’min gibi değildir.
"Allah’ın
yeryüzündeki dini de, semadaki dini de birdir. O da İslâm dinidir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah nezdinde din İslâmdır." (Al-i İmran,
3/19) Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve size din olarak İslâm’ı beğenip
seçtim." (el-Maide, 5/3) O din aşırı gitmek ile kusurlu kalmak arasında,
teşbih ile ta’til arasında, Cebriye ile Kaderiye arasında, kendisini emin
hissetmek ile ümit kesmek arasında bir yoldur."
Sahih(-i Buharî)de, Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan rivayete göre
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-
şöyle buyurmuştur: "Muhakkak biz peygamberler topluluğuyuz ve bizim
dinimiz birdir."[279]
Yüce Allah’ın: "Kim İslam’dan başka
bir din ararsa o, ondan asla kabul olunmaz." (Al-i İmran, 3/85) buyruğu ise her zaman için umumidir, ancak şer’î
hükümlerde çeşitlilik olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizden herbiriniz için bir şeriat ve bir yol
tayin ettik."
(el-Maide, 5/48)
Buna göre İslam dini Yüce Allah’ın kulları için
peygamberleri vasıtasıyla teşri’ ettiğidir. Bu dinin esasları da, fürû’u da
peygamberlerden kalan miraslardır. Bu din gayet açıktır. Küçük büyük, fasih
olan ve olmayan, zeki olan ve olmayan, mümeyyiz olan her kimsenin en kısa
zamanda bu dine girmesi mümkündür. Bundan daha hızlı bir şekilde de bir
kelimeyi inkar etmek, yahut yalanlamak, yahut ona karşı çıkmak, yahut Allah’a
iftira etmek, yahut Allah’ın buyruğu hakkında şüpheye düşmek, ya da indirdiğini
reddetmek, yahut Yüce Allah’ın şüphe edilmemesini emrettiği hususlarda şüphe
etmek veya bu kabilden başka herhangi bir tutum dolayısıyla da bu dinden çıkmak
söz konusu olabilir.
Kitab ve Sünnet İslam dininin apaçık olduğuna,
onu öğrenmenin kolay olduğuna, uzaktan gelen bir kimsenin onu öğrenib aynı
zamanda geri dönebileceği kadar kolay öğrenilebildiğine delâlet etmektedir.
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in
bu dini öğretirken bir takım lafızlarda farklılık görülmesi, öğrenen kimsenin
durumuna göredir.
Çünkü imam b. Sa’lebe ile en-Necdî ile
Abdu’l-Kays hey’etleri[280]
gibi yurtları uzak olan kimselere Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- bilmemeleri uygun olmayacak türden olan hususları öğretmiştir.
Bununla birlikte o, dininin herbir tarafa yayılacağını
biliyordu. Onlara gerek duyacakları sair hususlarda, kendilerine dini öğretecek
kimseleri göndereceğini de biliyordu. Kaldığı yurdu yakın olup da, tedrici
olarak öğrenebilme imkanı olacak şekilde her vakit gelebilen yahut ta
peygamberin, bilmesi kaçınılmaz olan hususları bildiğini tesbit ettiği
kimselere de yine soru soranın halinin karinesinin delaletine uygun olarak,
durumuna ve ihtiyacına uygun şekilde cevab vermiştir. Onun: "Allah’a iman
ettim de, sonra da dosdoğru ol,"[281]
buyruğu gibi.
Allah’ın izin vermediği bir dini teşri’ eden
kimselere gelince şunu bilmek gerekir ki, böyle bir dinin esaslarının Peygamber
-Sallallahu aleyhi vesellem-den da,
ondan başka diğer rasûllerden de nakledilmiş olması imkansız bir şeydir. Çünkü
böyle bir din batıldır, batılın gerektirdiği şey de batıldır. Nitekim hakkın
gerektirdiği şeyin hak olduğu gibi.
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin-: "Aşırı gitmek ile kusurlu kalmak arasındadır"
ifadesi ile ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey kitab ehli! Dininizde aşırı gitmeyin,
Allah’a karşı hak olandan başkasını söylemeyin." (en-Nisa, 4/171); "De
ki: ‘Ey kitab ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın...’" (el-Maide, 5/72)
Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı
o en temiz ve en güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Çünkü Allah
haddi aşanları sevmez. Allah’ın size verdiği rızıktan helal ve tertemiz olarak
yiyin ve siz iman ettiğiniz Allah’tan korkun." (el-Maide, 5/87-88)
Buharî ile Müslim’de, Âişe -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in ashabından bazı kimseler Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in hanımlarına
insanlardan gizli olarak yaptığı ameline dair sorular sordular. Kimileri: Ben
et yemiyeceğim, dedi. (Kimileri): Ben de kadınlarla evlenmeyeceğim, dedi. (Bir
diğeri): Ben de yatak üzerinde uyumayacağım, dedi. Bu Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e ulaşınca şöyle
buyurdu: "Bir takım kimselere ne oluyor ki onların biri böyle, diğeri
böyle diyor? Fakat ben hem oruç tutarım, hem yerim, hem uyurum, hem namaz kılarım,
eti de yerim, hanımlarla da evlenirim. Benim sünnetimden yüz çeviren, benden değildir."[282]
Buharî ile Müslim’den başkasında da: "Onun
insanlardan gizli yaptığı ibadetine dair soru sordular ve sanki onu azımsar
gibi oldular" denilmektedir.
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin-: "Teşbih ile
ta’til arasındadır" ifadesine
gelince, daha önceden de açıkladığımız gibi Yüce Allah kendisinin kendi zatını,
Rasûlünün de kendisini vasfettiği şekilde vasfedilmeyi -teşbih (benzetmek) söz konusu olmaksızın- sever. O bakımdan O’nun
işitmesi bizimki gibidir, görmesi bizimki gibidir ve buna benzer sözler
söylenmez.
Ta’til’e
(işlevsiz kılmak)
de gidilmez, yani O’nun kendi zatını nitelendirdiği herhangi bir sıfat yahut ta
insanlar arasında O’nu en iyi bilen Allah Rasûlünün ona izafe ettiği hiçbir sıfat
reddedilmez, çünkü bu ta’til dir. Bu
hususa dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Bu sözlerinin bir benzeri de daha önceden
söylediği: "Her kim (sıfatları) nefyetmekten ve teşbih’ten sakınmayacak
olursa, ayağı kayar ve tenzih’i isabet ettiremez" sözleridir.
Bu mana ise Yüce Allah’ın şu buyruklarından anlaşılmaktadır:
"Hiçbir şey O’nun gibi değildir. O
herşeyi işitendir, herşeyi görendir" (eş-Şura, 42/11) Yüce Allah’ın: "Hiçbir şey O’nun gibi değildir"
buyruğu Müşebbihe’nin görüşlerini
reddetmektedir. "O herşeyi işitendir, herşeyi görendir" buyruğu da Muattile’nin görüşlerini reddetmektedir.
Tahâvî’nin -Allah
onarahmet etsin-: "Cebriye ile Kaderiye arasındadır" ifadesinin
anlamına dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Oradaki açıklamalardan
da anlaşıldığı gibi, kul fiil ve sözleri hususunda mecbur değildir. Bunlar felç
olmuş kimsenin titreme hareketleri ayarında, ağaçların, rüzgarların ve başka şeylerin
hareketleri seviyesinde değildir ve bunlar kul tarafından yaratılmış da değildir.
Aksine, fiiller kulun fiili ve kesbidir, Yüce Allah’ın da yaratması ile meydana
gelir.
"Güven duymak ile ümit kesmek arasıdır"
şeklindeki ifadelerinin dile getirdiği anlam hakkında da açıklamalar önceden
geçmiş bulunmaktadır. Kulun, Rabbi’nin azabından korkan, rahmetini ümid eden
bir halde olması gerekir. Korku ile ümitin kulu Yüce Allah’a giderken ve ahiret
yurduna doğru yol alırken, iki kanadı seviyesinde olduğu belirtilmiş idi.
"İşte
bu bizim dinimiz, zahiren ve batınen itikadımızdır. Bizler yüce Allah’a, sözünü
ettiğimiz ve açıkladığımız hususlara muhalefet eden herkesten uzak olduğumuzu
bildiririz. Yüce Allah’tan bizlere iman üzere sebat vermesini ve iman ile hayatımızı
sona erdirmesini, cemaate muhalefet eden, dalâlet ile ahidleşmiş bulunan Müşebbihe,
Mutezile, Cehmiye, Cebriye, Kaderiye ve diğer çeşitli hevâlardan, farklı farklı
görüşlerden ve bayağı mezheblerden muhafaza buyurmasını dileriz. Biz onlardan
uzağız, bize göre onlar sapıklıktırlar, bayağıdırlar. (Bunlardan) koruyacak
olan ve başarıyı ihsan edecek olan Allah’tır."
Tahâvî’nin -Allah
ona rahmet etsin- "işte bu" sözleri kitabın başından itibaren
buraya kadar geçen bütün ifadelere bir işarettir.
Müşebbihe’den kasıt, Yüce Allah’ı
sıfatları itibariyle mahlukata benzeten kimselerdir. Onların söyledikleri,
hristiyanların söylediklerinin aksidir. Çünkü hristiyanlar mahluk’u -ki o İsa -Aleyhisselam-dır- Yüce Halık’a benzetmişler
ve onu ilah diye kabul etmişlerdir. Bunlar ise Halık’ı, mahluk’a benzetmişlerdir.
Davud el-Cevaribî ve benzerleri gibi.
Mutezile ise Amr b. Ubeyd, Vasıl
b. Atâ el-Ğazzal ve onların kanaatlerini kabul eden kimselerin adıdır. Bu isim
onlara merhum Hasan el-Basrî’nin vefatından sonra ikinci yüzyılın başlarında
cemaatten i’tizal etmeleri (ayrılıp uzaklaşmaları) üzerine verilmiştir. Onlar
başkalarından ayrı, kendi başlarına otururlardı. Katade ve başkası da: İşte
onlar mutezile (ayrı duranlar)dir, derdi.
Denildiğine göre Mutezile mezhebinin esaslarını ortaya koyan Vasıl b. Atâ’dır.
Hasan-ı Basrî’nin öğrencisi Amr b. Ubeyd de ona tabi olmuştur. Harun er-Reşid
döneminde de Ebu’l-Huzeyl, Mutezile’ye dair iki kitab telif etmiş ve bunlarda
mezheblerinin beş esasını açıklamıştır. Onlar bu beş esaslarına "adl,
tevhid, infâdu’l-vaîd, el-menziletu beyne’l-menzileteyn, el-emr bi’l-ma’ruf
ve’n-nehy ani’l-münker" adını vermişlerdir. Onlar bu beş esasta hakkı batıl’a
karıştırmışlardır. Çünkü böyle bir bid’atin özelliği hem hakkı, hem batıl’ı
ihtiva etmektir.
Mutezile fiillerde Müşebbihe’dir, çünkü Mutezile Yüce Allah’ın fiillerini kulların
fiillerine kıyas etmişler. Kullar tarafından yapılması halinde güzel görülen
hususları Allah’tan da güzel görülür, kullar tarafından yapılması halinde
çirkin görülen hususları da Allah tarafından yapılması halinde çirkin kabul
etmişler ve şöyle demişlerdir: Allah için şunu yapmak vacibtir, şu işi yapmak
caiz değildir. Bunu da fasit bir kıyas’ın gereği olarak ileri sürmüşlerdir.
• İlkelerinden birisi olan adl (adalet)’in mahiyetine gelince: Bunun altına kader’i reddi
gizlemişler ve şöyle demişlerdir: Şüphesiz ki Allah şer diye bir şey yaratmaz
ve onu hükmetmez. Zira şer yaratacak, sonra da bundan dolayı kullarını azaplandıracak
olursa bu bir zulüm olur. Yüce Allah ise adaletlidir, zulmetmez.
Bu bozuk esaslarına binaen Yüce Allah’ın
mülkünde, O’nun irade etmediği şeylerin cereyan etmesi gerekir. O bir şeyi
irade ettiği halde, o iş olmaz. Bunun ayrılmaz sonucu ise O’nun âcizlik ile vasıflandırılmasıdır.
Yüce Allah bundan münezzehtir.
• Tevhid
ilkesinin altına da Kur’ân’ın yaratılması görüşünü gizlemişlerdir. Çünkü eğer
Kur’ân mahluk değilse, kadim olanların birden çok olması gerekir.
Bu bozuk görüşlerine binaen ise Yüce Allah’ın
ilim, kudret vs. sıfatlarının da mahluk olduğunu kabul etmeleri yahut ta çelişkiye
düştüklerini kabullenmeleri gerekir.
• Vaîd’i
şöyle açıklarlar: O kullarından herhangi birisine bir vaîd’de (tehditte)
bulunacak olursa, onları azablandırmaması ve va’dini yerine getirmemesi caiz değildir.
Çünkü o verdiği va’dinde caymayandır. Dolayısıyla -onlara göre- dilediği
kimseyi affetmez, istediği kimseye mağfiret etmez.
•
el-Menziletu beyne’l-menzileteyn: Onlara göre bir kimse büyük bir günah işlerse
imandan çıkar, fakat küfre girmez.
• Emr
bi’l-ma’ruf: Hakkında şöyle derler: Bizim emrolunduğumuz hususları, başkalarına
da emretmek ve bizim için bağlayıcı olan hususların başkaları için de bağlayıcılığını
sağlamak bizim vazifemizdir. İşte el-emr bi’l-ma’ruf ve’n-nehy ani’l-münker
denilen şey budur.
Onlar bu ilkelerinin kapsamına zalimlik etmeleri
halinde yöneticiler ile savaşarak karşı çıkmanın caiz olduğu hükmünü de sokmuşlardır.
Bu beş şüphenin cevabı ile ilgili açıklamalar
da, ilgili yerlerinde daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Mutezile’ye göre tevhid ve adl (adalet)
aklî esaslardan olup semin sıhhati ancak bunlardan sonra bilinebilir. Bu
hususlara dair semi deliller getirecek olsalar dahi, onlar bu semi delilleri,
semi delillere olan itimad ve güvenlerinden dolayı değil, aklî kanaatlerini
pekiştirmek için zikrederler ve şöyle derler: Bu husus sem ile sabit olmamaktadır,
aksine bu hususa dair bilgi naklin sıhhatine dair bilgiden öncedir.
Kimileri de bu semi delilleri esaslar ile ilgili
olarak söz konusu etmez. Zira onlara göre bunların bir faydası yoktur. Kimileri
de sadece semin akla uygunluğunu açıklamak ve onlara güvenip dayanmak maksadıyla
değil de insanların bu delillerle konuya daha bir ısınmalarını sağlamak maksadıyla
zikrederler.
Onlara göre Kur’ân-ı Kerîm ile hadis bu
hususlarda aranan asgari şahit miktarından daha aşağıdaki şahitler
seviyesindedir. Kendilerine ihtiyaç bulunmayan askeri gücün daha sonra gelip
yardıma katılması ve bir kimsenin hevâsına tabi olurken, şeriatın da onun hevâsına
uygun gelmesi seviyesindedir.
Ömer b. Abdu’l-Aziz der ki: Sen hevasına uygun
düştüğü vakit hakka tabi olan, hevâsına muhalefet ettiği vakit ona muhalefet
eden bir kimse olma. Çünkü o takdirde sen hakka muvafakat ettiğin için mükafat
kazanmazsın. Ancak hakkı terkettiğinde, ettiğin kadarıyla cezalandırılırsın,
çünkü sen her iki halde de aslında sadece hevâna tabi olmuşsun.
Ameller niyetlere olduğuna göre ve her kişiye
ancak niyet ettiğinin karşılığı verileceğine göre, amel de o ameli işleyenin
maksat ve iradesine tabi bulunduğuna göre, güçlü itikadın arkasından da aynı şekilde
buna dair bir bilgi ve buna dair tasdik gelmelidir. Eğer bu ilim ve tasdik
imana tabi ise, bu da imandandır.
Nitekim salih amel, salih bir niyet ile yapılırsa
salih olur, aksi takdirde olmaz. Mutezile arasında pek çok zındıklar olduğu
gibi, yine onların aralarında güzel bir iş yaptıklarını zannetmekle birlikte
dünya hayatında yaptıkları boşa gitmiş olanlar da vardır.
Cehmiye, Cehm b. Safvân
et-Tirmizî’ye müntesib olanlardır. Sıfatları nefyetmeyi ve ta’tili açıkça dile
getiren odur. O ise bu kanaatleri Abdullah b. Halid el-Kasrî’nin, Vasıt’ta
kurban niyetine kestiği el-Câd b. Dirhem’den almıştır. Halid b. Abdullah kurban
bayramı günü insanlara hutbe irad ederken şöyle demişti: Ey insanlar! Kurbanlarınızı
kesiniz, Allah keseceğiniz kurbanları kabul buyursun. Ben de el-Câd b. Dirhem’i
kurban edeceğim, çünkü o Yüce Allah’ın İbrahim’i halil edinmediğini, Musa ile
özel bir şekilde konuşmadığını iddia etmektedir. Yüce Allah el-Câd’in söylediğinden
çok yüce ve münezzehtir. Daha sonra minberden inip, el-Câd’ı boğazladı. Bunu
ise çağdaşı ilim adamlarından fetva aldıktan sonra yapmıştır ki bunlar da
selef-i salih’tirler.
-Yüce Allah’ın
rahmeti üzerlerine olsun.-
İşte Cehm, el-Câd’den sonra Horasan’da ortaya çıkmış
ve orada onun görüşlerini açığa vurmuştur. Bir takım insanlar da bu görüşleri
benimseyerek ona uymuşlardır. Rabbi hususunda şüphe ettiği için kırk gün namazı
terkettikten sonra bu açıklamalarda bulunmuştur. Bu şüpheye düşmesi ise bir takım
müşrik’lerle tartışmasından sonra olmuştur. Bunlar da Hind filozoflarından
es-Sümeniyye diye adlandırılırlar. Bunlar maddi olarak hissedilenler dışındaki şeylerin
bilgisini inkar ederler.
Cehm’e şöyle demişlerdi: Senin tapındığın bu
Rabbin görülür, koklanır, tadına bakılır yahut elle kendisine dokunulabilir bir
şey midir? O: Hayır, deyince, onlar da: O halde O yoktur. Bunun üzerine kırk
gün süreyle hiçbir şeye ibadet etmeksizin durdu. Daha sonra kalbinde ibadet
edeceği bir ilahın bulunmamasının boşluğunu hissetti, şeytan da onun içine
fikriyle yonttuğu bir itikad nakşetti ve o da: Mutlak bir varlık vardır, deyip
bütün sıfatları reddetti ve bu görüşleriyle de el-Ca’d’a katılmış oldu.
Şöyle de denilmiştir: el-Ca’d, Harran’lı Sabiî
filozoflarla ilişkiye geçmişti. O aynı şekilde dinlerini tahrif eden ve
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-i
büyüleyen, büyücü Lebîd b. el-A’sam ile bağlantıları bulunan ve dinlerini
tahrif eden bir takım yahudilerden bazı şeyler de öğrenmişti. Cehm, Horasan’da
Selm b. Ahvez tarafından öldürülmüştür, ancak o sırada görüşleri insanlar arasında
yaygınlaşmış idi, mutezile’de ondan sonra onun bu görüşlerini taklid ettiler.
Fakat Cehm, Mutezile’ye göre ta’til’de daha ileri dereceye gitmişti. Çünkü o
hakiki isimleri de inkâr ediyordu. Ancak Mutezile hakiki isimleri değil sadece
sıfatı inkâr ederler.
İlim adamları Cehmiye’nin, acaba bunlar yetmiş
iki fırkanın içinde midirler, değil midirler? hususunda görüş ayrılığı
halindedirler. Bu hususta onların iki görüşleri vardır: Onların yetmiş iki fırka
içerisinde bulunmadıklarını söyleyenler arasında Abdullah b. el-Mübarek ile
Yusuf b. Esbat da vardır.
Cehm’in bu görüşü İmam Ahmed b. Hanbel ile
sünnet-i seniye’nin diğer ilim adamlarının mihnete uğramasından itibaren yaygınlık
kazanmıştır. Çünkü onlar Me’mun’un emirliğinden itibaren güçlenmiş ve sayıca çoğalmışlardır.
Çünkü o da Horasan’da bir süre ikamet etmişti. Onlarla bir araya gelmiş, sonra
da 218 yılında Tarsus’tan mihnete dair mektub yazmış ve o senede ölmüştü.
Bunun üzerine İmam Ahmed’i, Bağdat’ta 220 yılına
kadar tekrar hapse koymuşlardı. O dönemde de Ahmed b. Hanbel’in, Mu’tasım tarafından
mihnete uğratılması gerçekleşmiş ve kelâm sıfatı ile ilgili olarak onlarla tartışmaya
girişmişti.
Onların ileri sürdükleri delilleri tek tek çürütüp
bu hususlarda onların herhangi bir delillerinin bulunmadığını, insanlardan
kendilerine muvafakat etmelerini isteyip, bu uğurda onları mihnete tabi
tutmalarının bir cahillik ve bir zulüm olduğunu ortaya koymuştur.
Mu’tasım onu serbest bırakmak istemiş ancak onun
yakınlarından birisi maslahatın onu sopalamak olduğu görüşünü belirtmiştir.
Böylece ardı arkasına halifeliğin saygınlığının zedelenmesinin önleneceğini
belirtmiştir. Onu dövmeye başlamaları üzerine bu sefer herkes bundan dolayı kızıp
öfkelenmeye başladı. Yönetim de bundan korkunca onu serbest bıraktı. Buna dair
açıklamalar tarih kitaplarında mevcuttur.
Cehm’in tek başına savunduğu kanaatlerden birisi
de şudur: Cennet ile cehennem yok olurlar. İman sadece bilgidir, küfür de yalnızca
cehaletten ibarettir. Hakikatte hiç kimsenin bir fiili yoktur, yalnız Allah’ın
fail oluşu söz konusudur. İnsanların fiilleri, insanlara nisbet etmeleri
mecazidir. Ağaç hareket etti, felek (yörünge) deveran etti, güneş batıya kaydı,
demeye benzer.
Nakledildiğine göre Ebu Hanife’ye -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- araz ve
cisimler hakkında söylenen sözlere dair soru sorulmuş, şu cevabı vermiştir:
Allah Amr b. Ubeyd’e lanet eylesin. Bu hususta söz söyleme kapısını ilk açan kişi
odur.
Önceden de geçtiği üzere Cebriye’nin görüşlerinin esası el-Cehm b. Safvan’a dayanır. Onlara
göre kulun fiili, uzunluğu, boyu, posu ve rengi seviyesindedir. Onlar Kaderi
reddeden Kaderiye’nin aksi konumdadırlar. Kaderiye’nin kadere nisbet edilmeleri
onu nefyetmelerinden ötürüdür. Nitekim Mürcie de ircaı nefyettikleri için bu adı
almışlardır. Onlara göre hiç kimse Allah’ın emrine murce’ (bırakılmış, havale
edilmiş) değildir. O, onları ya azablandırır yahut tevbelerini kabul eder.
Cebriye
’ye de bazen Kaderiye adı verildiği olur, çünkü Cebriye
de kaderi kabullenmekte aşırıya gitmişlerdir. Nitekim va’d ile vaid namına
hiçbir şeyi kabul etmeyenlere de bu ismin verildiği olmaktadır. Bunlar ise her
işi irca’ etmekte aşırıya giderler. Onlar tevbe edenin, sevab kazanacağını
kesin söylemezler, tevbe etmeyenin ceza göreceğini de kesin söylemezler. tıpkı
muayyen bir kimse hakkında kesin bir kanaat belirtmedikleri gibi.
İlk Mürcie mensubları Osman ve Ali -Radıyallahu anh-ın durumlarını da
ircâ’da bulunurlar ve ne mü’min olduklarına ne de kâfir olduklarına şehadet
ederlerdi.
Kaderiye’nin yerilmesi ile ilgili bir takım
hadisler rivayet edilmiştir ki, hadis alimleri bunların sıhhati hususunda bir
takım tenkidlerde bulunmuşlardır. Sahih olan bu hadislerin -Harici’lerin
zemmedilmesine dair varid olmuş hadislerden farklı olarak- mevkuf olduklarıdır.
Çünkü Hariciler’in yerilmesi ile ilgili sadece sahih hadis kitaplarında on
hadis yer almaktadır. Buharî bunların üçünü rivayet etmiş, diğerlerini de
Müslim rivayet etmiştir.
Ancak Kaderiye’nin mecusilere benzerlikleri açıkça
ortadadır. Çünkü Mecusiler iki yaratıcının varlığına inanmışlardır. Kaderiye de
(biri Allah, diğeri fiillerini yaratan kul olmak üzere) iki yaratıcının varlığına
inanırlar.
Birbirinin zıttı olan bu bid’atler ümmet arasındaki
çeşitli zamanlarda ortaya çıkmış fitnelerden meydana gelmiştir. Buharî’nin,
Sahih’inde Said b. el-Müseyyeb’den zikrettiğine göre o şöyle demiştir: Birinci
fitne yani Osman’ın öldürülmesi fitnesi meydana geldi. Bedir ashab’ından
kimseyi geri bırakmadı. Sonra ikinci fitne -el-Harre fitnesini kastediyor-
meydana geldi. Bu fitne sonunda da Hudeybiye’ye katılanlardan hiç kimse kalmadı.
Sonra üçüncü fitne meydana geldi, insanların başında akıl diye bir şey bırakmadı.[283]
Haricilerle, Şia birinci fitnede ortaya çıktılar.
Kaderiye ile Mürcie ikinci fitnede, Cehmiye ve benzerleri ise üçüncü fitneden
sonra ortaya çıktılar.
İşte böylelikle dinlerini bölük pörçük edip
kendileri de fırkalara ayrılan bu kimseler bid’ate karşılık bid’atle ortaya çıktılar.
Bunların ilki Ali hususunda aşırıya kaçtılar, diğerleri
ise onu tekfir edecek noktaya vardılar. Onların kimileri vaîd’de öyle aşırıya
gittiler ki kimi mü’minlerin ebedi cehennemde kalacağını söyleyecek hale
geldiler, diğerleri vâd’de o kadar aşırıya gittiler ki artık vaîd diye bir şeyin
olmadığını kısmen dahi olsa kabul etmeyecek hale geldiler. Bunlardan da kasıt
Mürcie’dir.
Kimileri sıfatları nefyedecek hale gelinceye
kadar tenzihte aşırıya giderken, diğerleri teşbihe düşünceye kadar sıfatları
isbatta aşırıya gittiler.
Bunun sonucunda meşru olmayan bir takım delil ve
meseleleri bid’at olarak ortaya koymaya başladılar. Meşru olan emirden ve işlerden
de yüz çevirir oldular. Bu bid’at görüşleri savunanlar arasında daha önce gelmiş
olan yahudi, hristiyan, mecusî ve sabiî’lerin bir takım görüşlerinden de
istifade ettiler.
Çünkü bunlar onların kitaplarını okudular, bunun
sonucunda onların sapıklıklarından öğrendiklerinin bir bölümünü kendilerinin
gündeme getirdikleri mesele ve delilleri arasına kattılar. Kimi zaman aldıkları
bu görüşleri lafzen değiştirdiler, kimi zaman da mana itibariyle değiştirdiler.
Böylelikle hakkı batıl’a karıştırdılar. Peygamberlerinin getirmiş olduğu hakkı
gizlediler, tefrika’ya düştüler, ihtilaf ettiler. İşte o vakit de cisim, araz,
tecsim ile ilgili kabul ve red çerçevesinde görüşler belirttiler.
Bu fırkaların ve benzerlerinin sapıtmalarının
sebebi ise Yüce Allah’ın bizlere kendisine tabi olmamızı emretmiş olduğu sırat-ı
müstakîm’den sapmaktır, uzaklaşmaktır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki bu Benim dosdoğru
yolumdur. O halde ona uyun, başka yollara uymayın, sonra sizi O’nun yolundan ayırırlar."
(el-En’âm, 6/153); "De ki: ‘İşte bu benim yolumdur. Ben
(insanları) Allah’a bir basiret üzere davet ediyorum; Ben de, bana uyanlar
da...’"
(Yusuf, 12/108)
Görüldüğü gibi Yüce Allah "kendi yolunu: sırat
ve sebil" tekil olarak zikrederken, ona muhalif olan "yolları:
es-subul" çoğul olarak zikretmiştir.
İbn Mes’ud -Radıyallahu
anh- dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- önümüze bir çizgi çizdi ve: "Bu, Allah’ın
yoludur." dedi. Sonra o çizginin sağında ve solunda bir takım çizgiler
çizdi ve şöyle buyurdu: "Bunlar da değişik bir takım yollardır. Bu yolların
herbirisinin başında ona davet eden bir şeytan vardır." Daha sonra Yüce
Allah’ın: "Şüphesiz ki bu Benim
dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun, başka yollara uymayın. Sonra sizi O’nun
yolundan ayırırlar. İşte sakınasınız diye Allah size bunları tavsiye etti"
(el-En’âm, 6/153) buyruğunu okudu.[284]
İşte buradan şunu anlıyoruz: Kulun Rabbinden
dosdoğru yola iletilmeyi istemesi her türlü zorunlu ihtiyacın da üstündedir.
Bundan dolayı Yüce Allah namazda herbir rek’atte Fatiha’yı okumayı teşri’
buyurmuştur. Bu Fatiha’nın okunması, bu husustaki ilim adamlarının farklı görüşlerine
göre ya farz ya da vacib’tir. Buna sebeb kulun bu çok değerli, en üstün ve en şerefli
ihtiyacı kapsayan böyle bir duaya muhtaç oluşudur. Yüce Allah bize: "Bizi dosdoğru yola ilet. Kendilerine nimet
verdiklerinin yoluna, gazaba uğramışlarınkine de, sapıklarınkine de değil"
(el-Fatiha, 1/6-7) diye dua etmeyi
emretmiştir. Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem-den de: "Yahudiler kendilerine gazab edilmiş olanlar,
hristiyanlar da sapıtmış olanlardır" dediği sabittir.[285]
Sahih(-i Buharî)de de sabit olduğuna göre Peygamber
-Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurmuştur: "Sizden öncekilerin yollarını karış karış izleyeceksiniz.
Öyle ki bir kertenkele deliğine girecek olsalar dahi siz de oraya
gireceksiniz." Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar yahudilerle, hristiyanlar mıdır?
diye sormuşlar. O da: "Başka kim olabilir ki" diye buyurmuştur.[286]
Seleften bazıları şöyle demiştir: İlim adamlarından
olmakla birlikte sapanlarda, yahudilerden bir takım şüpheler vardır. İbadete
kendilerini vermiş olanlar arasından sapanlarda da hristiyanların bir takım şüpheleri
vardır.
İşte bundan dolayı kelâm ehli arasından sapanların
çoğunu teşkil eden Mutezile ve benzerlerinde yahudilerinkini andıran bir takım şüpheler
vardır. Öyleki yahudi ilim adamları, Mutezile’ye mensub ileri gelen ilim
adamlarının kitablarını okuyorlar, onların yöntemlerini güzel bulup
benimsiyorlar. Aynı şekilde ileri gelen Mutezile ilim adamları da yahudilere
meyleder ve onları hristiyanlara tercih ederler.
İbadete kendilerini veren sapık bir takım
mutasavvıf ve benzerlerinde ise hristiyanların şüphelerini andıran şüpheler
vardır. Bundan dolayı bunlar da bir çeşit ruhbanlığa ve hulul, ittihad ve buna
benzer kanaatlere meyl ederler. Kelâmı ve kelâmcıları da zemmederler. Onların
ileri gelen ilim adamları da bunların izledikleri yolu ayıplarlar. Sema’, vecd
ve bunların ortaya koymuş oldukları fazla zahidlik ve ibadetin yerilmesine dair
de kitaplar yazarlar.
Sapıklık fırkalarının vahye karşı biri tebdil yolu, diğeri de techil (cahil bırakma) yolu olmak üzere
iki yöntemleri vardır. Tebdil yapanlar da iki türdür. Vehm ve tahyil
(hayallendirme) ehli kimseler ile tahrif
ve te’vil yapan kimseler.
Vehm ve tahyîl yapanlar der ki: Peygamberler Allah’tan, ahiret gününden,
cennet ve cehennem’den, durumun gerçek vaziyetine uymayan bir takım hususlarla
haber vermişlerdir. Onlar durumu gerçeği gibi haber vermek yerine Allah’ın
büyük bir şey olduğunu, bedenlerin tekrar diriltileceğini, onların maddi bir
takım nimetlere ve maddi ve hissedilir bir takım cezalara ma’ruz
kalabileceklerini hayallerinde canlandıracak ve vehmetmelerini sağlayacak bir şekilde
hitab etme yolunu seçmişlerdir. Durum böyle olmamakla birlikte cumhur’un
maslahatı böyle bir yolu seçmeyi gerektirmektedir, yalan dahi olsa. Bu
cumhur’un faydasına söylenmiş bir yalandır. İşte İbn Sina ve onun benzerleri
"Kanun"larını bu esasa bina ederek ortaya koymuşlardır.
Tahrif ve te’vil ehline gelince: Bunlar şöyle derler: Peygamberler bu
sözleriyle bizatihi hakkı olduğu şekliyle haber verme maksadını gütmemişlerdir.
Hak gerçek mahiyeti itibariyle bizim akıllarımızla bilip öğrendiğimiz şeydir.
Bundan sonra bu görüşleri artık çeşitli te’vil
yollarıyla kendi kanaatlerine uygun düşecek şekilde te’vil etmek için olanca
gayretlerini harcarlar. İşte bundan dolayı onların önemli bir çoğunluğu açıktan
açığa te’vil lafzını zikretmez, bunun yerine: Şu kastedilmiş olabilir, demek
yolunu seçerler. Bunların bütün bilgileri ise lafzın ihtiva etmesi muhtemel
olan manadan ibarettir.
Techil ve tadlîl ehli kimselere gelince, bunların görüşlerinin gerçek
mahiyeti şudur: Peygamberlere tabi olanlar cahil ve sapık kimselerdir. Bunlar
Allah’ın kendi zatını vasfetmiş olduğu âyetlerden ve peygamberlerin buyruklarından
Allah’ın neyi murad ettiğini bilmezler deyip sözlerini şöyle sürdürürler: Nass’ın
Allah’tan başka hiçbir kimsenin, ashab ve onlara güzel bir şekilde tabi olanlar
şöyle dursun, Cebrail’in de, Muhammed’in de sair peygamberlerin de bilemeyeceği
bir te’vilinin olması mümkündür. Muhammed -Sallallahu
aleyhi vesellem-: "Rahman Arş’a
istiva etti." (Tâhâ, 20/5); "Güzel söz yalnız O’na yükselir."
(Fatır, 35/10); "Kendi ellerimle yarattığıma secde’den seni
ne alıkoydu?" (Sad, 38/75)
buyruklarını okurdu ama bu âyet’lerin ne manaya geldiğini bilmezdi. Aksine bu
buyrukların delâlet ettiği manayı Allah’tan başkası bilemez, derler ve selef’in
yolunun bu olduğunu zannederler.
Kimileri de şöyle der: Bu buyruklardan kasıt,
zahirinden anlaşılan medlul değildir, bunların maksadını kimse bilemez. Tıpkı kıyametin
ne zaman kopacağının bilinemeyeceği gibi.
Bazıları da şöyle der: Bu gibi buyruklar
zahirleri gibi kabul edilir ve zahirlerine göre yorumlanırlar. Bununla birlikte
bunların te’vilini Allah’tan başkası bilemez. Böylelikle bu görüşün sahipleri
bir taraftan zahirlerine muhalif bir te’villerinin bulunduğunu söylerken,
bununla birlikte: Bunlar zahirlerine göre yorumlanır, diyerek çelişkiye düşmektedirler.
Bunların görüşlerinin ortak noktası şudur: Rasûl
-kendilerinin- müşkil ya da müteşabih kabul ettikleri nasslardan neyin
kastedildiğini açıklamamıştır. Bundan dolayı onların herbir kesiminin müşkil
kabul ettiği nasslar diğer bir kesimin müşkil kabul ettiğinden farklıdır.
Kimileri de yine: Bunların manaları bilinmez der
ve bunların arasından bazıları şu kanaati ileri sürer: “Bunların ilmini peygamber
açıklamamıştır. Bunun yerine, bunları açıklamayı aklî delillere ve bu nassları
te’vil etmek yolunda ilimde olanca gayretini harcayan kimselere havale etmişlerdir.
Bunların da ortak noktası şudur: Rasûl bilmezdi yahut bildirmedi. Biz hakkı akıllarımızla
biliriz, sonra da Allah Rasûlünün kelamını aklımızla kavradıklarımıza uygun şekilde
yorumlarız. Peygamberler ve peygamberlere tabi olanlar aklî bilgileri
bilemezler, sem’î bilgileri de kavrayamazlar.”
Bütün bunlar ise doğru yoldan bir sapmadır ve başkalarını
saptırmadır.
Yüce Allah’tan, kabul edeni cehenneme kadar
götüren bu aslı astarı olmayan görüşlerden kurtarıp esenlik ve afiyet ihsan
etmesini dileriz.
Onların vasfedegeldiklerinden münezzeh olan,
izzetin Rabbi olan senin Rabbin, her türlü eksiklikten münezzehtir. Selam olsun
peygamberlere; hamdolsun âlemlerin Rabbi Allah’a.
[1] Buhârî, Halku Ef'âli'l-İbâd, s.69.
[2] Buhârî 3654; Müslim 2382, 2383; Tirmizî 3656; İbn Mâce
93; Müsned, I, 377, 379, 409, 433.
[3] Müslim 532.
[4] Müslim 532
[5]. Ebû Dâvûd 1522; Müsned, V, 245, 247.
[6] Buhârî 3662, 4358; Müslim 2384; Tirmizî 3885
[7] Buhari 50, 4777; Müslim 8,9; Ebû Dâvûd 4695; Tirmizî
2610; Nesaî, VIII, 101-103; İbn Mâce 63, 64; Müsned, I, 28, 51, 52, II, 426…
[8] Buhârî 4008, 5008, 5009, 5040, 5051; Müslim 808.
[9] Müslim 806.
[10] Tirmizî, 2312; İbn Mâce 4190; Müsned, V, 173.
[11] Buhârî ve Müslim ile diğer kaynaklarda yer alan uzunca
"İsrâ Hadisi"nden bir bölüm.
[12] Buhârî 391
[13] Buhârî 2410, 3476, 5062; Müsned, I, 393.
[14] Buhârî 4987.
[15] Câmiu'l-Beyân, I, 56-59.
[16] ez-Zehebî,
el-Uluvv, s. 140.
[17] Ebû Dâvûd 4901.
[18] Buhârî 3481, 7506; Müslim 2756.
[19] Buhârî 6780.
[20] Buhârî 48, 6044, 7076; Müslim 64.
[21] Buhârî 4403, 6166, 6785, 7077; Müslim 66, 120.
[22] Buhârî 6103.
[23] Buhârî 34, 2459, 3178; Müslim 58.
[24] Buhârî
2475, 5578, 6772, 6810; Müslim 57.
[25] Müslim 82.
[26] Ebû Dâvûd 3904; Tirmizî 135.
[27] Müsned, II, 69, 87, 125; Ebû Dâvûd 3251; Tirmizî 1535;
Hâkim, el-Müstedrek, I, 18.
[28] Müslim 67; Müsned, II, 377, 441, 496.
[29] Buhârî
2449, 6534; Tirmizî 2419.
[30] Müslim 2581.
[31] Bk. Buhârî 40, 4486.
[32] Tirmizi 3050, 3051.
[33]
Tirmizi
3175; İbn Mâce 4198; Müsned, VI, 159, 205.
[34] Tirmizî 1987; Müsned, V, 153, 158.
[35] Buhârî 5641, 5642; Müslim 2573.
[36] Buhârî 2440, 6535; Müsned, III, 13, 57, 63, 74.
[37] Müsned, III, 491; IV, 106.
[38] Müslim 2877; Ebû Dâvûd 3113; İbn Mâce, 4167; Müsned
III, 293.
[39] Buhârî 425.
[40] Müslim 29.
[41] Sahih bir hadis olup, ileride kaynakları
gösterilecektir.
[42] Buhârî 3470; Müslim 2766.
[43] Buhârî 3467; Müslim 2245.
[44] Buhârî 2475, 5578, 6772, 6810; Müslim 57; Ebû Dâvûd
4689; Tirmizî 2625; İbn Mâce 3936; Nesaî VIII, 64, 65, 313; Müsned, II, 243,
317, 376, 386, 479.
[45]
Ebû
Dâvûd 4690
[46] Buhârî 6243, 6612; Müslim 2657; Müsned, II, 276; Ebû
Dâvûd 2152.
[47] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef,
XI, 22.
[48] Buhârî 9; Müslim 35; Ebû Dâvûd 4676; Tirmizî 2614; İbn
Mâce 57.
[49] Ebû Dâvûd 2682; Tirmizî 1163; Müsned, II, 250, 472,
527.
[50] Ebû Dâvûd 4161; İbn Mâce 4118.
[51] Müslim 49; Ebû Dâvûd 1140, 4340; Tirmizî 2172.
[52] Müslim 50; Müsned, I, 458, 461, 462.
[53] Müsned,
III, 438, 440; Ebû Dâvûd 4681.
[54] Buhârî
52; Müslim 1599; İbn Mâce 3984.
[55] Müslim 79.
[56] Buhârî 15; Müslim 44; Müsned, III, 207, 275, 278.
[57] İbn Ebi Şeybe, İman
108; el-Musannef, XI, 26.
[58] Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebir,
8549; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X,
185.
[59] Buhârî, İman bölümünün başlarında; İbn Ebî Şeybe, İman 105.
[60] İbn Ebî Şeybe, İman
116; el-Musannef, XI, 43.
[61] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef,
XI, 43.
[62] "İcmâlî ve Tafsilî Bakımdan İmanın Artışı"
başlığında zikredilen bu hadisin kaynakları da orada gösterilmiştir.
[63] Müslim 54.
[64] Müslim 101.
[65] Buhârî 53, 87, 523, 1398, 3095, 4368, 4369; Müslim
17l.
[66] Müsned, III, 135.
[67] Daha önce kaynakları ile birlikte geçmişti.
[68] Müslim 8; Ebû Dâvûd 4695; Nesaî, VIII, 97-101; İbn
Mâce 63.
[69] Buhârî 1120, 6317, 7385, 7442, 7499; Müslim.
[70] Buhârî 37, 1478; Müslim 150.
[71] Müsned, IV, 114.
[72] Müslim 249; Ebû Dâvûd 3237; İbn Mâce 4306.
[73] Müslim 1110; Ebû Dâvûd 2389; Muvatta, I, 289; Müsned,
VI, 67, 156, 245.
[74] Ebû Nuaym, Hilye, IX, 106; İbn Asâkir, Tarihu Dimaşk,
VI/X, 2; Beyhakî Menâkıhu'ş-Şâfiî, I, 474.
[75] Buhârî 1, 54, 2529, 3898, 5070, 6689, 6953; Müslim
1907; Ebû Dâvûd 2201; Tirmizî1647; İbn Mâce 2427; Nesahi, I, 58-60, VI,
158-159, VII, 13...
[76] Buhârî 2535, 6756; Müslim 1506.
[77] Buhârî 5109, 5110; Müslim 1408; Muvatta, II, 532.
[78] Buhârî 2645, 5100; İbn Mâce 1938.
[79] Buhârî 403, 4488, 4490-4494, 5251; Müslim 526.
[80] Buhârî 34, 2459, 3178; Müslim 58; Ebû Dâvûd 4688;
Tirmizî 2632; Nesaî, VIII, 117; Müsned, II, 189.
[81] Buhârî 9; Müslim 35; Ebû Dâvûd 4676; Tirmizî 2614; İbn
Mâce 57; Müsned, II, 414, 445.
[82] Buhârî 7510; Müslim 193, 326; İbn Mâce 4312; Müsned,
III, 116, 244, 247, 248.
[83] Buhârî 6502.
[84] İbn Mâce 4220.
[85] Müsned, V, 411.
[86] Buhârî 50, 4777; Müslim 8, 9; Ebû Dâvûd 4695; Nesâî,
VIII, 97, 101-103; İbn Mâce 63, 64; Müsned, I, 28, 51, 52.
[87] Müslim 726.
[88] Müslim 727.
[89] Buhârî 53, 87, 523, 1398, 3095, 4368, 4369, 6176,
7266, 7556; Müslim 17; Tirmizî 2611; Ebû Dâvûd 3692; 4677; Nesai, VIII, 120,
323; Müsned, I, 228.
[90] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, II, 185.
[91] Müslim 771; Ebû Dâvûd 760; Tirmizî 3422; Nesaî II,
130.
[92] Buhârî 799; Nesaî, II, 196; Ebû Dâvûd 770; Müsned, IV,
340; Muvatta, I, 211, 212.
[93] Müslim 876, 477; Ebû Dâvûd 846, 847; Müsned III, 87,
IV, 353, 354, 356; Nesaî, II, 198, 199; Tirmizî 3541; İbn Mâce 878.
[94] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid,
X, 176.
[95] Bk. İbn Hacer, et-Telhis, II, 43; İbn Şeybe, el-Musannef, II, 378; Beyhakî, es-Sunenu'l-Kubrâ, III, 122.
[96] Buhârî 694.
[97] Buhârî 695.
[98] Buhârî 694.
[99] Ebû Dâvûd 3199; İbn Mâce 1497.
[100] Aşere-i Mübeşşere, yani Hz. Peygamber tarafından
cennetlik oldukları ismen belirtilmiş on sahabi Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha
b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebî Vakkas, Said b. Zeyd, Ebû Ubeyde
b. el-Cerrâh ve ez-Zubeyr b. el-Avvâm -Radıyallahu
anh- dır.
[101] Buhârî 6878; Müslim 1676; Ebû Dâvûd 4352, 4353;
Tirmizî 1403; Nesaî, VII, 90, 91, 101, 102, VIII, 13, 23; İbn Mâce 2534;
Müsned, I, 382, 428, 444, 465, VI, 181.
[102] Buhârî 7137; Müslim 1835.
[103] Müslim 648, 1837; İbn Mâce 2862.
[104] Buharî 693, 696, 7142; Müsned, III, 114; İbn Mâce
2860.
[105] Buhârî 2955, 7144; Müslim 1839.
[106] Buhârî 3606, 7084; Müslim 1847.
[107] Buhârî 7053, 7054, 7143; Müslim 1849.
[108] Müsned, IV, 130, 202, V, 344.
[109] Müslim 1855; Müsned, VI, 24, 28.
[110] Müslim 1855; Müsned, VI, 24, 28.
[111] Tirmizî 2676; Ebû Dâvûd 4603; İbn Mâce 42; Müsned, IV,
126, 127.
[112] Müsned, III, 120, 145; İbn Mâce 3992.
[113] Tirmizî 2641.
[114] Ebu Nuaym, Hilye,
I, 305.
[115] Buhârî 16, 21, 6941; Müslim 43.
[116] Buhârî 6502.
[117] Buhârî 1384, 6599, 6600; Müslim 2659.
[118] Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebîr, 82.
[119] Müsned, IV, 191; İbn Huzeyme 163; Dârakutnî, I, 95;
Beyhakî, I, 70. Ayrıca: Buhârî 60, 96, 163, 165; Müslim 241, 242; Ebû Dâvûd 97;
Nesaî, I, 77; Tirmizî 41; İbn Mâce 451, 453, 454; Müsned, II, 193, 201, 205,
211, 226, 451, III, 316, VI, 112, 192, 258.
[120]
Müslim 1855;
Müsned, VI, 24, 28; Beyhakî, VII, 158.
[121] Buhârî 555, 3223, 7429, 7486; Müslim 632; Nesaî, I, 240,
241; Muvatta, I, 170; Müsned, II, 257, 312, 486.
[122] Tirmizî 2800.
[123] Müslim 2814; Müsned, I, 385.
[124] Buharî 7501; Müslim 128.
[125]
Müslim
129; Müsned, II, 315.
[126] Müsned, IV, 287, 295-296; Ebû Davûd 4753.
[127] Buhârî 1338, 1374; Müslim 2870.
[128] Buhârî 216, 218, 1361, 1378, 6052; Müslim 292.
[129] Bu Peygamber'e has bir özellik olarak vârid olmuştur:
Ebû Dâvûd 2041.
[130] Buhârî 1338, 1346; Müslim 2870.
[131] Müslim 2870; Müsned, V, 190.
[132] Bk. Buhârî 4936, 5301, 6503; Müslim 295.
[133] Buhârî 4814, 4935; Müslim 2955.
[134] Müslim 2577.
[135] Buhârî 103, 4939, 6536, 6537; Müslim 6876.
[136] Buhârî 2411, 3408, 6517, 6518, 7428; Müslim 2373; Ebû
Dâvûd 4671; Müsned, II, 264.
[137] Buhârî 2412, 3298, 4238, 6916, 6917, 7427; Müslim
2374.
[138] Tirmizî 2427; İbn Mâce 4277; Müsned, IV, 414.
[139] Müslim 315.
[140] el-Haysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 340-343.
[141] Müslim 2496.
[142] Tirmizî 2639; İbn Mâce 4300; Müsned, II, 213.
[143] Tirmizî 2639; Müsned, II, 221-222.
[144] Buhârî 4729; Müslim 2785.
[145] Müsned, I, 420, 421; Taberânî 8452.
[146] Müslim 223; Tirmizî 3512; Müsned, V, 342.
[147] Buhârî 6406, 6687, 7563; Müslim 2694.
[148] Müsned, II, 423.
[149] Buhârî 4730; Müslim 2849.
[150] Buhârî 3207, 3787; Müslim 164.
[151] Muvatta, I, 239; Buhârî 1379; Müslim 2866.
[152] Müsned, IV, 287, 295-296; Ebû Dûvûd 4753
[153] Buhârî 1212; Müslim 901.
[154] Buhârî 1052; Müslim 907.
[155] Müslim 426.
[156] Muvatta, I, 240; Tirmizi 1641; Nesai, IV, 108; İbn
Mâce 1449; Müsned, III, 455, 456, 460, Vı, 386.
[157] Ebû Dâvûd 4744; Tirmizî 2563; Nesaî, VII, 3-4; Müsned,
II, 332, 354.
[158] Tirmizî 3458.
[159] Tirmizî 3460, 3461.
[160] Müslim 3836; Müsned, II, 370, 407.
[161] Müslim 2837.
[162] Buhârî 4730; Müslim 2849; Müsned, III, 9.
[163] Bu
nakillerin kaynakları ve sıhhat dereceleri ile ilgili etraflı açıklamaları;
tercümesini sunduğumuz "Tehzib"in esas şerhini tam olarak yayınlayan
ve tahkik eden Dr. et-Türkî ile Şuayb el-Arnavut'un orada kayd ettikleri noktta
görmek mümkündür.
Bu nottaki açıklamalardan
anlaşıldığına göre; adı geçen bütün sahabilere bu hususta nisbet edilen
rivâyetlerin senetleri zayıf olup bu konuda delil olabilmeye elverişli
değildir. (s.626-627)
[164] Müslim 987; Ebû Dâvûd 1658; Nesaî, V, 12-14.
[165] Ancak
bu buyrukta söz konusu edilenler cennetliklerdir. -Çeviren-
[166] Müslim 2662; Ebû Davûd 4713; Nesaî, IV, 57; İbn Mâce
82.
[167] Bu
hususta geniş açıklamalar için Kurtubî, el-Câmi'li
Ahkami'l-Kur'ân, I, 160'a bakınız.
[168] Buhârî
5673, 6363; Müslim 2816; İbn Mâce 4201; Müsned, II, 235, 256.
[169] Buhârî 5951, 7558; Müslim 2108.
[170] el-Heysemî,
Mecmau'z-Zevâid, X, 127.
[171] Müslim 2577, Müsned, V, 160.
[172] Ebû Dâvûd 4699; İbn Mâce 77.
[173] Buhârî 5673, 6363, 6464, 6467; Müslim 2816, 2818;
Müsned, II, 235, 256..., III, 52, 337, 362, VI, 125.
[174]
Buhârî
834, 6326, 8388; Müslim 2705.
[175] Müslim 1631; Tirmizî 1376; Ebû Dâvûd 2880; Nesaî, VI,
251.
[176] Nesaî, es-Sunnenu'l-Kübrâ,
IV/43/1; Tahâvî, Müşkilu'l-Âsâr, III,
141, (Mevkuf alarak)
[177] Ebû Dâvûd 3221.
[178] Müslim 249; Ebû Dâvûd 3237; İbn Mâve 4306; Müsned, II,
300, 375, 408...
[179] Müslim 974.
[180] Buhârî 1388, 2760; Müslim 1004.
[181] Buhârî 2756, 2762, 2870; Ebû Dâvûd 2882.
[182] Buhârî 1952; Müslim 1147; Ebû Dâvûd 2400; Müsned, VI,
69.
[183] Buhârî 1852, 6699, 7315; Müsned, I, 279.
[184] Müsned, II, 330.
[185] Müsned, III, 356; Ebû Dhavûd 2810; Tirmizî 1521.
[186] Müsned, VI, 391-392.
[187] İbn Mâce 3827; Müsned, II, 477.
[188] Buhârî 3673; Müslim 2541; Dâvûd 4658.
[189] İbn Abdilberr, Câmiu
Beyâni'l-İlm, II, 91.
[190] İmam Ahmed, Fedâ-ilu's-Sahâbe
20.
[191] Buhârî 2561, 3650, 6428, 6695; Müslim 2535; Tirmizî
2221, 2222, 2303.
[192] Müslim 2496; Tirmizî 3859; Ebû Dâvûd 4653.
[193] Tirmizî 3862; Müsned, IV, 87, V, 54, 57.
[194] Buhârî 3659, 7220, 7360; Müslim 2386; Müsned, IV, 82.
[195] Tirmizî 3662, 3663; İbn Mâce 97, Müsned, V, 382, 385.
[196] Müslim 2387; Müsned, VI, 47, 106, 144.
[197] Buhârî 664, 679, 712, 713, 716.
[198] Buhârî 3664, 7021, 7022, 7475; Müslim 2392.
[199] Buhârî 3654; Müslim 2382, 2383; Tirmizî 3656, İbn Mâce
93; Müsned, I, 377, 379, 409, 433.
[200] Ebû Dâvûd 4634, 2287; Müsned, V, 44, 50.
[201] Ebû Dâvûd 4636; Müsned, III, 355.
[202] Ebû Dâvûd 4637; Müsned, V, 21.
[203] Ebu Dâvûd 4646, 4647.
[204] Buhârî 7218; Müslim 1823; Ebû Dâvûd 2939; Tirmizî
2225; Müsned, I, 43, 47.
[205] Müslim 2385
[206] Az önce geçti.
[207] Buhârî 7366; Müslim 1637.
[208] Buhârî 3662, 4358; Müslim 2384; Tirmizî 3885; Müsned,
IV, 203.
[209] Buhârî 3661, 4640
[210] Buhârî 3668.
[211] Buhârî 3651; Ebû Dâvûd 4629.
[212] Buhârî 3677, 3685; Müslim 2389.
[213] Buhârî 3294, 3683; Müslim 2396; Müsned, I, 171.
[214] Buhârî 3469, 3689; Müslim 2398
[215] Buhârî 3700.
[216] Buhârî 7207.
[217] Müslim 2402; Müsned, IV, 15, 62, 155.
[218] Buhârî 3698, 4066; Tirmizî 706.
[219] Ebû Dâvûd 4634, 4635; Tirmizî 2287; Müsned, V, 44, 50.
[220] Buhârî 2704, 3639, 3746, 7109; Tirmizî 3775.
[221] Buhârî 3706, 4416; Müslim 2404; Tirmizî 3764.
[222] Buhârî 3009, 3701, 4210; Müslim 2406.
[223] Müslim 2404.
[224] Ebû Dâvûd 4607; Tirmizî 2678; Müsned, IV, 126, 127.
[225] Tirmizî 3662, 3663; İbn Mâce 97; Müsned, V, 382, 385,
399, 402.
[226] Buhârî 3697.
[227] Müslim 2410; Buhârî 2885, 7231.
[228] Buhârî 2905, 4058, 4059, 6184; Müslim 2411.
[229] Buhârî 3724, 4063.
[230] Buhârî 3724, 4060; Müslim 2414.
[231] Buhârî 2846, 2847, 2997, 3419, 4113, 7261; Müslim 2415
[232] Buhârî 3720;
Müslim 2416; Tirmizî 3743.
[233] Buhârî 3744, 4382, 7255; Müslim 2419; Müsned, III,
125.
[234] Buhârî 3745, 4380, 4381, 7254; Müslim 2420.
[235] Ebû Dâvûd 4649, 4650; Tirmizi 3748.
[236] Tirmizî 3748; Müsned, I, 193.
[237] Müslim 2417; Tirmizî 3696; Müsned II, 419.
[238] Buhârî 4152; Müslim 1856.
[239] Müslim 2496; Ebû Dâvûd 4653; Tirmizî 3859; Müsned VI,
362.
[240] Müslim 2495; Tirmizi 3864; Müsned, III, 325, 349.
[241] Buhârî 2026; Müslim 1172.
[242] Buhârî 2017, 2019, 2020; Müslim 1169.
[243] Buhârî 969; Tirmizî 757.
[244] Buhârî 7222, 7223; Müslim 1821.
[245] Müslim 2408; Müsned, IV, 366.
[246] Buhârî 3713, 3751.
[247] Tirmizî 3127.
[248] Buhârî 6502.
[249] Buhârî 3176; Ebû Dâvûd 4293; İbn Mâce 4042.
[250] Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebîr,
XVIII, 40.
[251] Müslim 2901
[252] Buhârî 3439
[253] Buhârî 7131, 7408; Müslim 2933.
[254] Buhârî 2222
[255] Buhârî 4635.
[256] Müslim 2941.
[257] Müslim 2230; Müsned, IV, 68, V, 380.
[258] Ebû Dûvûd 3904; Tirmizî 135; İbn Mâce 639; Müsned, II,
408, 429, 476.
[259] Buhârî 3210.
[260] Müslim 1564.
[261] Buhârî 846, 1038, 4147, 7503; Müslim 71.
[262] Müslim 934; Müsned, V, 342-343.
[263] Buhârî 3843.
[264] Ebû Dâvûd 4338; Müsned, I, 2 5, 7, 9; Tirmizî 2168,
3057.
[265] Müslim 2200; Ebû Dâvûd 3886.
[266] Buhârî 2697; Müslim 1718; Ebû Dâvûd 4606; İbn Mâce 14;
Müsned, VI, 270.
[267] Müslim 2737; Tirmizî 2602.
[268] Tirmizî 500; Ebû Dâvûd 1052; Nesaî, III, 82; İbn Mâce
1125
[269] Müsned, IV, 102; Ebû Dâvûd 4597.
[270] Müsned, V, 232-233.
[271] Buhârî 4628, 7313, 7406; Tirmizî 3065.
[272] Buhârî 2410, 3476, 5026; Müsned, I, 393, 412, 456.
[273] Buhârî 4884; Müslim 1746.
[274] Buhârî 946, 4119; Müslim 1770.
[275] Buhârî 7353; Müslim 1716.
[276] Buhârî 7288; Müslim 1337; Müsned, II, 258.
[277] Müsned, II, 181, 185, 195, 196; İbn Mâce 85; Müslim
2666.
[278] Müslim 2666.
[279] Buhârî 3443; Müslim 2365.
[280] Bk. Buhârî 46, 53, 1891, 2678, 6956; Müslim 11, 17;
Muvatta, I, 175.
[281]
Müslim
38; Tirmizî 2410; Müsned, III, 413, IV, 385.
[282] Bu lafızla: Müslim 1401; Müsned, III, 241, 259.
[283] Buhari 4024 no’lu hadisin akabinde.
[284] Müsned, 1, 435, 465.
[285] Tirmizi 2954, 2955; Müsned, 1V, 378.
[286] Buhari 3456, 7320; Müslim 2669; Müsned; 111, 84, 89,
94.