Altıncı Bölüm: BİR İNSAN VE BİR PEYGAMBER OLARAK HZ. MUHAMMED (A.S.)
6.1. RASÛLULLAH (A.S.)'A BAĞLILIK VE İTAAT
6.1.1. İslâmiyetin Canlı Örneği
6.1.3. Nefsin Kötülüklerinden Arınmış
6.1.4. Her Zaman ve Her Yerde Örnek Hayat
6.1.5. Allah'ın Tâyin Ettiği Önder ve Hükümdar
6.1.6. Peygamber (a.s.)'e Bir Hükümdar Olması İtibariyle İtaat Etmek
6.1.8. Hz. Peygamber (a.s.)'in Hâkimiyetinin Kendine Mahsus Özelliği
6.1.10. Dinî ve Medenî Mevzular Arasındaki Ayırım Yanlıştır
6.2. HZ. PEYGAMBER (A.S.)'E İTAAT VE İSLÂMDA FİKİR HÜRRİYETİ KAVRAMI
6.2.2. İnsanların İnsanlar Üzerindeki Hakimiyeti
6.2.3. Peygambere İtaat Ne Demektir?
6.2.5. Peygamber (a.s.)'e Peygamber Olması Bakımından itaat
6.2.6. Hz. Peygamber (a.s.)'in Vazifesinin Başlıca İki Hedefi Vardı
6.2.7. Fikir Hürriyeti Kavramını Yerleştirme Çabaları
6.2.8. Hz. Zeyd bin Harise Olayının Ardındaki Gerçekler
6.2.9. Hz. Peygamber'in Öğrettiği Fikir Hürriyeti
6.2.10. Dört Halife'den Sonra Fikir Hürriyeti Kavramı
6.2.11. İmam ve Fakihlerin Fikir Hürriyetine Yaklaşımı
6.2.12. İslâm'da Fikir Hürriyeti Kavramının Ortadan Kalktığı Dönem
6.3. PEYGAMBERLİK VE FONKSİYONU
6.3.5. Çocukluktan İtibaren Peygamberlerin Terbiyesi İçin Alınan Özel Tedbirler
6.3.6. Olağanüstü Yetenek ve Güçler
6.3.7. Allah'ın Müşahedesi ve Himayesi
6.3.9. Peygamber Mükemmel Bir İnsandır
6.3.10. Konumuzla İlgili Bazı Ayetler
6.3.11. Peygambere Mutlak İtaat İçin Verilen Emir
6.3.12. Peygambere İtaat, Alelâde Bir İnsana İtaat Değildir
6.3.13. Peygamberin Hidâyeti İçin Gönderilen Vahyin Türleri
6.3.14. Hz. Peygamber (a.s.)'e Gelen Benzeri Vahiyler
6.3.15. Yukarıdaki Ayetlerden Çıkan Sonuçlar
6.3.16. Hz. Peygamber (a.s.)'in Bütün Hayatı "Güzel Bir Örnek"dir
6.3.17. Peygamber, Her Zaman Peygamberdir
6.3.18. Peygamber İle Peygamber Olmayanın Hâkimiyeti Arasındaki Fark
6.4. PEYGAMBER'İN ŞAHSÎ VE DİNÎ HÜVİYETİ
6.4.3. Asr-ı Saadet'ten Sonra Peygamberin Peygamberlik Yönünün Öğrenilmesi
6.5. PEYGAMBERLİK MAKAMI VE KUR'AN'IN HÜKÜMLERİ
6.5.1. Peygamber'in Dört Çalışma Alanı
6.5.3. Dinî Lider ve Taklide Lâyık Örnek Olarak Peygamber (a.s.)
6.5.4. Kanunların Uygulayıcısı Olarak Peygamber (a.s.)
6.5.5. Bir Hakim Olarak Peygamber (a.s.)
6.5.4. Kanunların Uygulayıcısı Olarak Peygamber (a.s.)
6.5.5. Bir Hakim Olarak Peygamber (a.s.)
6.5.6. Bir Hükümdar Olarak Hz. Peygamber (a.s.)
6.5.7. Asr-ı Saadet'te Adlî Sistem
6.5.8. İslâm Düzeninin Anayasal Temelleri ve Bunda Peygamber (a.s.)'in Yeri
6.6. HZ. PEYGAMBER'E KUR'AN'IN DIŞINDA İNEN VAHİYLER
6.6.2. Mekke'nin Fethiyle İlgili Müjde
6.6.4. Hz. Zeyneb'i Nikahlaması
6.6.6 Bedir Savaşından Önceki Bir Vaad
6.6.7. Müslümanların Yalvarışına Cevap
Altıncı Bölüm: BİR İNSAN VE BİR PEYGAMBER OLARAK HZ. MUHAMMED (A.S.)
6.1. RASÛLULLAH (A.S.)'A BAĞLILIK VE İTAAT
İslâmiyeti kabul etmiş ve müslüman topluluğa girmiş olanlar için Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)'in durumu sadece bir elçi veya haberci gibi değildir. Aksine, Rasûlullah onlar için hem hoca hem velidir. Rasûlullah (a.s.) hem İslâm şeriatı ve hayat tarzının canlı misali, hem de kendisine her devirde itirazsız sadakat gösterilmesi ve itaat edilmesi gereken hâkim ve önderdir.
6.1.1. İslâmiyetin Canlı Örneği
Muallim, hoca veya öğretmen olarak Rasûlullah (a.s.)'in görevi, Allah'ın kelâmı, emirleri, talimatı ve kanunlarını kullara anlatmak, ulaştırmak ve açıklamak olmuştur. Bir velî ve terbiyeci olarak vazifesi, Kur'ân-ı Kerim'in talimatı ve Allah'ın kanunlarına göre müslümanları yetiştirmek, eğilmek ve yaşantılarını değiştirmek olmuştur, İslâm dininin bir örneği olarak da Hz. Peygamber (a.s.)'in amacı ve hedefi, Kitabullah'a göre muteber ve makbul olan hayatın bir simgesi, canlı bir misali haline gelmek olmuştur. Hz. Muhammed bu hüviyetiyle, söylediği her söz ve yaptığı her hareket bakımından İslâmiyeti!) canlı bir timsalidir. O'na bakan herkes, Kitabullah'a göre nasıl konuşulması, nasıl hareket edilmesi ve nasıl bir hayat sürülmesi gerektiğini hemen anlamak durumundadır. Bunun yanı sıra, Rasûlullah (a.s.) müslümanların hâkimi, önderi ve lideridir de. Bu öyle bir liderdir ki, kendisine tanı itaat edilmeli ve emirleri hiç itiraz edilmeden, derhal ve eksiksiz yerine getirilmelidir. O'na inanmak ve O'nun emirlerine uymak, Kur'ân-ı Kerim'in ayet ve hükümlerine inanmak ve uymak demektir. Bu, bildiğimiz sıradan emir ve önderlerden değildir ki, yaşadığı veya iktidarda kaldığı sürece ona itaat edilsin. Aksine, kıyamete kadar müslümanların önderi, serdârı ve lideri olarak kalacak ve emirleri her zaman ve her şart altında geçerli olacaktır.
"İnne aleyke ille'l-belâğ" ayetine bakarak, peygamberin sadece bir elçi ve haberci olduğunu ileri sürenler mühim bir noktayı unutuyorlar. Bir peygamberin tebliğ edici veya telkin edici hüviyeti, ancak onun dinine insanların girmesine kadar sürer. Yeni dine girip bir ümmet oluşturduktan sonra iman edenler için peygamber kimliği, tebliğ ve telkin edicilikten çıkar, bir lider, hâkim, bir hükümdar, bir hukukçu, bir kadı, bir hoca, bir veli ve bir kumandan haline gelir. Artık ümmetinin O'na sadakatini bildirmesi, O'na itaat etmesi şarttır.
Bazı kimseler, bir insan olarak Muhammed bin Abdullah (a.s.) ile, bir vaiz ve peygamber olarak Muhammed Rasûlullah (a.s.) arasında ayırım yapmaya çalışmışlardır. Ancak Kur'ân-ı Kerim böyle bir ayırım yapmıyor. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Muhammed (a.s.)'in sadece bir tek kimliğini bildirmektedir. O da, rasûl veya peygamber oluşudur. Cenabı Allah'ın, kendisini peygamberlik mertebesine çıkarmasından başlayarak verdiği son nefesine kadar, Hz. Muhammed (a.s.) her ân Allah'ın Rasûlü sayılmıştır. Her sözü ve fiili Allah'ın peygamberi olarak yapılmıştır. Fakat, Peygamber Efendimiz (a.s.) bir peygamber olmasının yanı sıra aynı zamanda bir vaiz, muallim, hoca veli, eğitimci, kadı, hâkim, İmam, emir ve hükümdardı. Hatta, özel, ailevî ve vatandaşlık hayatını da aynı hüviyetiyle sürdürdü. Bütün bu kimliklere bürünmesine rağmen, mübarek hayatı, mükemmel bir insan ve dindar bir mü'min olarak öylesine temiz öylesine nezih idi ki, O'nu taklit etmek, Allah'ın rızası ve ahiretle şefaat ve selâmetin vazgeçilmez bir kuralı olarak ortaya çıktı. Nitekim, Ahzab sûresinin 21. ayetinde şöyle buyurulmuştur: "Sizin için Allah'ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır. Bu haslet, Allah'ın rızasını ve ahiret sevabını ümid edip, Allah'ı zikredenlere mahsustur". Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)'in peygamberlik, insanlık ve devlet başkanlığı hüviyetlerinde ayırım yapıldığını gösteren en ufak bir işaret ve kaydı Kur'ân-ı Hakim'de görmek mümkün değildir. Zaten, ayırım yapılmaya, fark gözetmeye ihtiyaç da yoklu. Zira, Hz. Muhammed (a.s.) Allah'ın şeriatına göre harekat etmek, bu şeriatın gerçek bir temsilcisi olmakla mükellefti ve dolayısıyla Allah'ın emrine aykırı herhangi bir söz söyleyemez, herhangi bir hareketle bulunamazdı.
6.1.3. Nefsin Kötülüklerinden Arınmış
Aynı noktaya, Necm sûresinin ilk ayetlerinde de temas edilmiştir. Meselâ 2. ayette şöyle deniliyor: "Sahibiniz (Hz. Peygamber) ne dalâlete düştü ve ne de azdı." Üçüncü ayette, "O, (Hz. Muhammed), hevasından söylemez" deniliyor. Dördüncü ayette de, "O, kendisine (Allah tarafından) vahiy olunan bir vahiydir" ve bundan sonraki ayette de, "O'na, O'nu en güçlü olan öğretti" deniliyor. Bazı kimseler bu ayetlerde sadece Kur'ân-ı Kerim'in vahiylerden ibaret olduğunun anlatıldığını söylüyorlar. Çünkü bilindiği gibi, kâfirler Kur'an-ı Kerim'in vahiy olmadığını iddia ediyorlardı. Ama bence burada Kur'ân-ı Kerim'e en ufak bir işaret yoktur. Dördüncü ayette kullanılan "huve" zamiri, açıkça Rasûlullah'ın nutkuna işarettir ki, bundan üçüncü ayette bahsedilmiştir. Bu ayetlerde, Rasûlullah'ın nutkunun, Kur'an'a mahsus olduğunu gösteren herhangi bir şeye rastlanmıyor. Yani burada denilmek isleniyor ki, işbu ayete göre, Resul’ün nutku veya konuşması olma mahiyetindeki her söz vahiy olacak ve nefsin hevasından arınmış olacaktır. Kur'ân-ı Kerim'de bu noktanın önemle belirtilmesinin amacı, Hz. Peygamber (a.s.)'in gönderildiği insanları, kendisinin masum olduğu ve dalâlete düşmediği konusunda ikna etmekti. Böylece Mekkeliler, Araplar ve diğer milletlerden olanlar, Hz. Muhammed (a.s.)'in, nefsin hevasından arınmış, tertemiz bir şahsiyete sahip olup, yaptığı her işin Allah'ın emrine uygun olduğunu anlayabilirlerdi. Zâten, bir peygamberin bir tek sözcük veya hareketinin, nefsinin isteklerine bağlı olduğu anlaşıldığı takdirde İnsanlar o peygambere itibar ve itimat etmezler. Kâfirlerin asıl bocaladığı mesele buydu. Onlar Hz. Peygamber (a.s.)'in söz ve hareketlerinin Allah'tan değil, hâşâ kendi kişiliği içindeki aksaklıktan doğduğunu sanıyorlardı. Onlara göre Hz. Peygamber (a.s.) ya aklî dengesini kaybetmişti ya da bir kişi O'na bazı şeyler öğretmiş olmalıydı. Yüce Allah işte bu ayetleri indirmek suretiyle bu tür tereddüt ve şüpheleri tek kalemle ortadan kaldırmış oldu. Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (a.s.)'in dalâlete de, kötü yola da düşmediğini, hiçbir sözünü nefsinin hevasından söylemediğini, ağzından çıkan her sözün hak olduğunu ve Hak'tan geldiğini, kendisine ne herhangi bir kişinin ne de şeytanın bir şey öğrettiğini, aksine en kuvvetli olan, Rabbi'nin O'na her türlü bilgiyi verdiğini açıkça ifade etmiştir. Aynı şeyi Hz. Nebiyi Kerim (a.s.) de kendi mübarek ağzıyla şöyle söylemiştir: "Elinde canım olan Zât'a yemin ederim ki, bundan (dilimden) çıkan her şey Hak'tır."
6.1.4. Her Zaman ve Her Yerde Örnek Hayat
Maalesef, bazı kimseler, Hazreti Muhammed (a.s.)'in yaşantısının her ânının örnek alınması gerekmediğini, bilhassa, özel yaşantısına karışılmaması gerektiğini söylerler. Bu şahıslara göre, Hz. Peygamber'in, evinde, ailesi içinde ve bazen dışarıda özel sohbetlerde söylediği sözlerin vahiy olmadığını, bunun için ne kendisinin herhangi bir iddiada bulunduğunu, ne de kâfirlerin bunu tartışma konusu yaptıklarını belirtirler. Ben diyorum ki, Rasûlullah (a.s.) ne zaman ve ne durumda ne söylemiş veya ne yapmışsa bir peygamber olarak yapmıştır. Yaptığı her iş ve altığı her adım, dalalet, kötülük ve sapıklıktan uzaktı. Bütün söz ve fiilleri, Cenabı Allah'ın çizdiği çizgi üzerinde olmuş, O'nun gösterdiği sınırlar içinde kalmıştır. Dolayısıyla, bütün İnsanlar Hz. Peygamber (a.s.)'in hayatının her ânını kendilerine örnek almalıdırlar. Hz. Peygamber (a.s.)'in hayatı, canlı bir Kur'ân-ı Kerim ve İlahi Nizamnamedir. Neyin caiz, helâl, mübah, geçerli, yararlı ve neyin mekrûh, haram, geçersiz ve zararlı olduğunu Peygamber Efendimiz'in mübarek hayalından anlayabiliriz. Nelerin Allah'ı hoşnut edebileceğini, nelerin O'nun gazabını gerektirdiğini, hangi konularda içtihâd edebileceğimizi, hangi meselelerde Rabbimize itaat edeceğimizi ve ne gibi meseleleri birbirimize danışmak suretiyle halledebileceğimizi ve dinimizde özgürlüğün yerinin ne olduğunu, kısacası her şeyi, Hz. Muhammed (a.s.)'in örnek hayalından öğrenebiliriz.
6.1.5. Allah'ın Tâyin Ettiği Önder ve Hükümdar
Rasûlullah (a.s.) kendi kendini lider ilân etmemişti. O'nu İnsanlar da hâkim seçmemişti. O, Allah'ın seçtiği ve tayin ettiği bir lider ve hâkimdi, iktidarı ve hakimiyeti, O'nun peygamberliğinden ayrı bir şey değildi. Aslına bakılırsa kendisi zâten Allah'ın Rasûlü olmak itibariyle lider ve hükümdardı. Şüphesiz kendisine, insanlara danışma fikirlerini alma öğüdü verilmişti. Ama bu istişare, ümmetine bir örnek vermek amacıyla gerekli görülmüştü. Maksat, Hz. Muhammed (a.s.)'in kendi görüş ve davranışlarıyla İslâmiyet'in allın kurallarını ümmetine gösterme imkânını oluşturmaktı. Bu itibarla, Hz. Muhammed (a.s.)'in sıradan lider veya hükümdarlardan biri olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü başka emîr ve hâkimlere "birbirine danışma" emri verilmiştir. (Bk. Şûra Sûresi, ayet: 39). Ayrıca istişare konusunda herhangi bir ihtilaf söz konusu olunca Hz. Peygamber (a.s.)'e müracaat edilmesi tavsiye edilmiştir (Nisa Sûresi: 59). Fakat Hz. Peygamber (a.s.)’e insanlara danışma öğüdü verilmesine rağmen bir şeye azmettiği zaman, Allah'a tam güvenerek harekete geçmesi de tavsiye edilmiştir. (Bk. Al-i İmran: 59). Bundan anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber (a.s.) için aslında herhangi bir istişareye gerek yoktu, ama kendisi bunu yapmıştır; zira insanlara İslâmî hükümetin örneğini vermek istemiştir.
6.1.6. Peygamber (a.s.)'e Bir Hükümdar Olması İtibariyle İtaat Etmek
Bir lider ve hâkim olması itibariyle Hazreti Peygamber (a.s.)'e itaat etmenin yalnızca yaşadığı devre kadar sınırlı olduğunu düşünmek yanlıştır. Bu hususta ileri sürülen ayetten aslında böyle bir mânâ çıkmıyor. Enfâl sûresinin 20. ayetinde yer alan "ve entüm tesme'ûn" sözlerinden, bazı kimseler, Hazreti Peygamber (a.s.)'e itaatin sadece O'nu kendi kulaklarıyla dinlemiş olanlara vacip olduğunu iddia ederler. Fakat, Enfâl sûresinin daha ilk ayetinde şu sözlere rastlıyoruz: "Ve eğer mü'minlerden iseniz Allah'a ve Rasûlüne itaat edin". Ayet 5'te ise Rasûlullah (a.s.)'ın cihâda daveti üzerine canları sıkılanlar azarlanıyor. 13. ayette de şöyle buyurulmuştur: Allah ve Rasûlüne karşı gelenlere, Allah'ın cezası cidden pek çetindir". 20. ayette şu sözlere rastlıyoruz: "Ey mü'minler, Allah ve Rasûlüne, itaat edin. Kur'ân'ı dinleyip dururken ondan yüz çevirmeyin." Gördüğünüz gibi bu ayette ve yukarıdaki ayetlerde Rasûlullah (a.s.)'a itaat edilmesi için defalarca emir verilmiştir. Bunun amacı, Allah'ın peygamberine itaat etmenin, Cenabı Allah'a itaat etmek demek olduğunu müslümanlara iyice anlatmaktır. Ayrıca, her yerde "rasûl" kelimesi kullanılmış, emir veya hükümdar kelimesi kullanılmamıştır. Bunun dışında, burada, rasûl veya peygamberin liderlik ve hükümdarlık hüviyetinin, peygamberlik sıfatından ayrı olduğunu gösteren en küçük bir işaret de yoktur. Daha sonra, kullar, peygamberin emirlerine karşı gelmekten men edilmiştir. Peygamber (a.s.)’e karşı gelmenin büyük bir günah olduğu ve cezasının çok ağır olduğu anlatılmıştır. Bu bakımdan, "ve entüm tesme'ûn" deyiminin, Allah'ın emirlerini duyduktan sonra Rasûlullah (a.s.)'a itaatsizlik etmemeleri anlamında kullanıldığı akıl ve mantığa da yakındır. Yani, Hz. Peygamber (a.s.)'e sadece yaşadığı çağda değil, ondan sonra da ve kıyamete kadar, Kur'ân-ı Kerim'i dinledikçe itaat etmek gerekiyor.
"Diğer lider ve hâkimler gibi, Hazreti Peygamber (a.s.)'in iktidarı ve hükümdarlığı da geçiciydi. O kendi çağının şartlarına göre lider ve hâkim sayılabilirdi. Ama bugün, devlet ve siyasetle O'nun kullandığı metod ve yaptığı icraata uyulamaz. Bugün şartlar çok değişiktir ve Bedir ile Uhud savaşlarında kılıç ve kalkanlarla yapılan muharebe artık tarihe karışmıştır". Bu gibi iddialar sık sık ortaya atılıyor. Bu saçma bir iddiadır ve biz bunun sadece son satırlarını ele almak istiyoruz. Şüphesiz, Hz. Peygamber (a.s.)'in zamanında kullanılan silâh, araç ve gereç o çağın ürünüydüler. Ama biz burada zahiri şeylerle uğraşmıyoruz. Bizim ilgilendiğimiz şey, Hz. Muhammed (a.s.)'in savaş ve barışla ilgili getirdiği altın kurallardır, önemli olan; askeri bilgisi, orduyu yönetme ve komuta etme kabiliyeti, çarpışmalarda kullandığı taktik, savaşırken dikkat ettiği ahlâk kuralları esirlere uyguladığı insancıl muameledir. Hazreti Muhammed (a.s.)'in hazırladığı ve uyguladığı savaş yasaları sadece kendi dönemi için değil, bütün çağlar için geçerlidir. Kanun ve şeriat açısından önemli olan; Hz. Peygamber (a.s.)'in kılıç, kalkan, top veya tüfek kullandığı değil, bu kılıç, top ve tüfekleri nasıl ve hangi amaçlar için kullandığıdır. Hazreti Peygamber (a.s.)'in mübarek gazve(savaş)lerinde bu konuda koyduğu kurallar ve gösterdiği örnekler, İslâm'da savaş ve barış yasalarını vücuda getirmişlerdir, İslam'da Cihad'ın ne olduğunu biz Rasûlullah'tan öğrenmişizdir ve Server-i Alem (Cihan Önderi) manevî bakımdan kıyamete kadar bütün İslâm ordularının Başkomutanı'dır.
6.1.8. Hz. Peygamber (a.s.)'in Hâkimiyetinin Kendine Mahsus Özelliği
Yazarlarımızdan biri, bir peygamber ile bir hâkim arasında fark olduğunu belirtmiş, müslümanların kendi hâkim ve hükümdarlarıyla ihtilâfa düşme hakkına sahip olduklarını, ama peygamberlerine karşı çıkma hakkına sahip olmadıklarını savunmuştur. Şimdi ben kendisine sormak istiyorum, eğer sizce Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) diğer emir ve hükümdarlar gibi bir hâkim ise, O'nunla ihtilafa düşme hakkına sahip misiniz? Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberlik hüviyetini, O'nun devlet ve siyaset adamlığından ayrı sayan bu zât'a sorabilir miyim; herhangi bir müslüman O'nun söz ve davranışlarına karşı gelebilir mi? Unutulmamalıdır ki, Hz. Muhammed öyle bir hâkim ve liderdi ki, O'nunla konuşurken sadece sesini yükseltenlerin bile, bütün amellerinin ve iyi işlerinin hiçe sayılacağı belirtilmişti (Hucurat, ayet: 2). bu öyle bir liderdi ki, O'nunla kavga edenin cehennem ateşine atılacağı ikâzı yapılmıştı (Nisâ, ayet: 115). Eğer kendisiyle ihtilâfa düşemez, O'na karşı çıkamazsak, O'nu başka hâkim ve hükümdarlarla nasıl bir tutabiliriz?
Bizden bazıları var ki, Rasûlullah (a.s.)'a itaat ile ilgili ilâhi emir ve talimatın, Hz. Peygamber (a.s.)'in hâkim ve hükümdar sıfatıyla ilgili olduğunu ileri sürerler. Meselâ, şu satırlara bakalım:
"Kur'ân-ı Kerim'de nerelerde Allah ve Rasûl kelimeleri geçmişse, bunlardan Allah ve Resûlünün hükümdarlık sıfat ve yetkileri anlaşılmalıdır. Bu hükümdarlık ve hükümetin anayasası Kitabullah'tır ve bunu uygulayan Rasûlullah ve halefleridir. Meselâ, "yes'elûneke anil enfâli kul-il-enfâlü li-llâhi ve-rrasûli" ayeti bunun bir örneğidir. Ganimet malıyla ilgili emir, Hz. Peygamber'in dönemine kadar sınırlı olmayıp, Halifeler tarafından da yerine getirilmiştir. Yani son karar ve Selahiyet mercii, Allah ve Rasûlü’nün hâkimiyeti ve saltanatıdır. Bu bakımdan, Rasûlullah'ın hâkim ve hükümdar hüviyeti, halifeleri için de geçerlidir."
Bu tamamıyla yanlış bir fikirdir. Kur'an-ı Kerim'de itaatin üç derecesi açıkça belirlenmiştir. Bunlar: 1) Allah'a itaat, 2) Peygambere itaat, 3) Hâkim veya devletin büyüklerine itaattir. Allah'a itaat ve bağlılık, Kur'ân-ı Kerim'in emir ve buyruklarına uymak demektir. Peygamber'e itaat, Rasûlullah (a.s.)'ın söz ve hareketlerini takip etmek demektir. Hâkim ve devlet büyüklerine sadakat ve itaat da, müslüman tebaa'nın kendi hâkim ve devlet yöneticilerine itaat etmesi demektir. İtaatin ilk iki derecesi hakkında Kur'ân-ı Kerim'in bir değil birçok yerinde, Allah ve Rasûlünün emirlerine herhangi bir itiraz edilmeden uyulmak gerektiği belirtilmiştir. Müslümanlar için Allah ve Rasûlüne itaat etmekten başka çare yoktur. Bir konuda Allah ve Rasûlü kararlarını vermişlerse, hiçbir müslüman bu konuda kendi görüşünü ileri süremez, keyfî hareket edemez. Üçüncü itaat derecesine gelince devlet büyüklerine, ancak Allah ve Rasûlüne bağlı kalınmak suretiyle itaat edilmesi farz edilmiştir. Yani bir konuda Allah ve Rasûlü'nün emirleri başka, devlet büyüklerinin emirleri başkaysa, hiç tereddüt edilmeden ilk zikrolunan emirler tercih edilmelidir. Herhangi bir şüphe ve ihtilâfta da Allah ve Rasûlünün emirlerine öncelik tanınmalıdır. Böylesine açık seçik emirler varken, Allah ve Rasûlünün emirlerini, hâkim ve hükümdarlarınki ile bir tutmanın hiçbir anlamı yoktur. Ayrıca, yukarıdaki ayet de yanlış şekilde yorumlanmıştır. "Bütün ganimet malları Allah ve Rasûlüne aittir" demenin maksadı, Allah ve Rasûlünün meydana getirdiği İslâm topluluğunun eline düşen ganimet mallarının, yine bu topluluğun kalkınma ve refahı için kullanılması gerektiğini vurgulamaktır. Böylece, Kur'ân-ı Kerim'de geçen Allah ve Rasûl kelimelerinin, Allah ve Peygamberi'nin hâkimiyeti ve saltanatı anlamına gelmediği anlaşılmış oluyor.
6.1.10. Dinî ve Medenî Mevzular Arasındaki Ayırım Yanlıştır
Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)'in dini, medeni ve içtimai hüviyeti arasında ayırım yapılması için ortada herhangi bir sebep yoktur. Zâten, Kur'ân-ı Kerim'de ve hadislerde, Allahu Teâlâ'nın veya bizzat Peygamberimiz'in bu konuları ayrı tuttuğunu gösteren en ufak bir işaret ve kayıt yoktur. Bu bakımdan, müslümanlar için Hz. Peygamber (a.s.)'in sadece dinî söz ve hareketlerinin örnek alınmasının lâzım geldiğini, cemiyet ve medeniyetle ilgili söz, hareket ve koyduğu kurallara itibar edilmemesi gerektiğini ileri sürenler yanlış yoldadırlar. Bu tür iddialarda bulunanlar, Hz. Muhammed (a.s.)'in sosyal ve kültürel alanlardaki söz ve fiillerinin sadece kendi döneminin insanlarını ilgilendirdiğini, çağımızda ise sözlerinin sadece dinî vecize niteliği taşıyabileceğini ve faaliyetlerinin de nazar-ı dikkate alınabileceğini söylerler. Fakat bu adamlara açıkça meydan okuyorum, Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber (a.s.)'in dini, içtimai ve medeni sıfatları arasında ayırım yapıldığına dair tek bir kelime veya ayet gösteremezler. Halbuki ben Kur'an-ı Kerim'de şu ayete rastlıyorum:
"Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü'min bir erkekle mü'min bir kadın için, kendi işlerinde muhayyerlik haklan yoktur. Allah ve Rasûlüne âsi olan muhakkak açık bir sapıklık etmiş olur". (Ahzâb; 36).
Görüldüğü gibi, bu ayette belirli bir zamandan bahsedilmiyor. Burada adları geçen "mü'min erkek ve kadınlardan sadece Hz. Muhammed (a.s.)'in zamanında yaşamış olan müslümanlar kastedilmiyor. Burada "iş" sözcüğü üzerinde de önemle durulmalıdır. Bu iş hem dini, hem dünyevi olabilir. Allah ve Rasûl kelimeleri de Allah ve Rasûl kelimeleri olarak kullanılmıştır, onların hakimiyeti veya saltanatı olarak değil. Burada bütün mü'min erkek ve mü'min kadınların, bir konuda Allah ve Rasûlü'nün karar vermeleri halinde ona uymaktan başka çareleri olmadığı ifade edilmiştir. Onlar, ister erkek ister kadın olsun, ne ferdî ne içtimaî şekilde Allah ve Rasûlü'nün emirlerine karşı gelemezler. Yukarıdaki ayette, Allah ve Rasûlü'nün emirlerine karşı gelenler de sapıklıkla suçlanmıştır. Yani, Allah ve Rasûlü'nün sadece dinî değil, diğer bütün konularda verdikleri emir ve kararlara istisnasız uyulmalıdır. Zaten, Allah ve Rasûlü'nün, İslâm topluluğu için getirdikleri kanun ve düzenin yaşaması ve gelişmesi, onların emir ve kararlarına uyulmaya bağlıdır. Eğer her müslüman Allah ve Rasûlü'nün emir ve talimatını bir yana bırakıp keyfine göre hareket etmeye başlarsa bu düzenin ayakta durması mümkün değildir.
6.2. HZ. PEYGAMBER (A.S.)'E İTAAT VE İSLÂMDA FİKİR HÜRRİYETİ KAVRAMI
Yazarlardan biri şöyle yazıyor:
"Ahzâb sûresinde Hz. Zeyd bin Harise ile Hz. Zeyneb (r.a.) hakkında anlatılan olay, önemli bir şüpheye yol açıyor. Rasûlullah (a.s.) Hz. Zeyd'e şöyle demişti: 'Karının izdivacında kalmasına izin ver ve Allah'tan kork'. Fakat Hz. Zeyd, Rasûlullah'ın bu emrine karşı gelerek Hz. Zeyneb'i boşayıverdi. Hz. Zeyd'in bu hareketinin Hz. Peygamber'in emrine karşı olduğu muhakkaktır. Ne var ki, Kur'ân-ı Kerim'de kullanılan ifadeden, Allahu Teâlâ'nın Hz. Zeyd'in bu itaatsizliğinden hoşlanmadığını gösteren en küçük bir işaret bulunmadığı anlaşılıyor. Bilakis, olayın başında Hz. Zeyd için "Allah'ın mükâfatlandırdığı kişi" deyimi kullanılmıştır. Bu demek oluyor ki, Hz. Peygamber'in bazı emirlerine karşı gelinebileceği ve bazı sözlerinin bizzat kendisine ait olduğu kesin ise bile, onlara uymanın Allah'ın emirlerine uyulması kadar vacip olmadığı ortaya çıkıyor."
Burada anlatılan olay ve bununla ilgili olarak sorulan soru öyle karmaşık değildir. Bu husustaki şüphe birkaç kelime ile giderilebilirdi. Ancak şüphenin doğduğu noktada çeşitli yanlış anlamalar vardır ve bunlar çok gerilere kadar uzanıyor. Onun için, bu şüphenin giderilmesinden önce bunun kaynağını teşkil eden yanlış anlamaları ele alalım.
Kur'ân-ı Kerim, semavi kitaplar arasında, Mutlak Hâkim'in, Allah (c.c.)tan başkası olmadığını en açık ve kesin ifadelerle anlatan kitaptır. Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde, her türlü karar ve hüküm verme hakkının sadece Allah'a ait olduğu, O'nun verdiği emir ve kararlara uyulmaktan başka çare bulunmadığı, O'na itaatin farz olduğu ve insanın yaradılış itibariyle O'nun kulu olduğundan O'na ibadet için yaratıldığı, insanlarla birlikte cinlerin de Allah'a itaat ve ibadet için yaratıldığı, insanın Allah'tan başka kimsenin mahlûku ve kulu olmadığı, bu bakımdan bir insanın başka bir insana itaatinin söz konusu olmadığı, emir ve kararların tümünün Allah tarafından verildiği, başka kimsenin bunda herhangi bir dahlinin bulunmadığı, bir insanın hiçbir zaman başka bir insanın mutlak hakimi olamayacağı, hatla kuvvet, kudret ve iktidar sahibi bir insanın başkasına, Allah'ın emirlerine aykırı bir iş yaptıramayacağı açık açık anlatılmıştır.
6.2.2. İnsanların İnsanlar Üzerindeki Hakimiyeti
Kur'ân-ı Kerim'in indirilişinin başlıca amacı, insanı Allah'tan başka varlıkların boyunduruğundan kurtarıp onu Allah'ın kulu haline getirmek ve bu arada, kendisine tam bir fikir ve vicdan hürriyeti bahşetmektir. Nitekim, insanların insanlara köleliğine karşı en çok mücadele veren ilâhi kitap Kur'ân-ı Kerim olmuştur. Bu kitap, hiçbir insana helâli haram veya haramı helâl yapma yetkisi vermemiştir. Ayrıca, bir insanın kanun ve yasaklarının sanki ilâhî emir ve buyruklarmış gibi geçerli ve itaate lâyık olduğu fikrini ortadan kaldırmıştır. Bu tür sadakat ve itaat Kur'ân-ı Kerim açısından "şirk"tir. Nitekim, Kur'ân-ı Kerim, din adamları, ulema, evliya, rahip, keşiş, kâhin, papaz, papa ve dini sıfatlar taşıyan hükümdarlarına bir takım tanrısal sıfat ve ünvanlar verip tapmasa başlayan, emirlerini Allah'ın emri gibi yerine getirmeye çalışanlara müşrik demiştir. Zâten bir insan, başka bir insana aşırı derecede bağlanıp onun bir takım insanüstü sıfat ve selâhiyetler taşıdığına inanmaya başlayınca, ister istemez onu ilâh derecesine çıkarır, kendisini de onun kulu haline getirir. Bir insan, bir başka insana karşı kalben, zihnen ve bedenen, bütün yetenek ve özgürlüklerinden feragat edince karşısındakini her türlü kusur, hata ve ayıptan berî saymış olur. Böyle bir kişi, bağlı olduğu kişinin, insan hak ve hürriyetleri hakkında son sözü söyleyebileceğine, herkese hükmetme hakkına sahip olduğuna kendi emrindekilere kâr ve zarar verme gücüne haiz olduğuna ve hatta insanlara rızk verme ve onları aç bırakma gücünde olduğuna inanır. Allah (c.c.)'tan başka herhangi bir kimseye bu sıfat ve özellikleri yakıştırmak şirkin ve köleliğin ta kendisidir. Buna karşılık, "Tevhid", Allah'ı tek saymak, Allah'tan başka kimsede tanrısal özelliklerin bulunmadığına inanmaktır. Tek Allah'a bağlı olan bir kişi, diğerlerine köle olmaktan kurtulur, tek Allah'ın hakimiyetine ve himayesine girmiş olur.
6.2.3. Peygambere İtaat Ne Demektir?
Allah'la insanlara itaat arasındaki bu farkı öğrendikten sonra gelin, peygambere itaatin ne demek olduğunu görelim. Bildiğiniz gibi, İslâm'da peygambere sadakat ve itaat farz olup, dinin temeli bunun üzerine kurulmuştur. Evvelâ, şunu bilmekte fayda vardır ki, peygambere itaatin farz edilmesi, o peygamberin insan olmasıyla ilgili değildir. Peygambere, Ahmet oğlu, Mehmet oğlu, İmran oğlu, Meryem oğlu veya Abdullah oğlu olması bakımından itaat edilmiyor. Peygamberin bu hüviyetiyle, başkalarına emir verme, bir şeyi yasaklama, bir şeyi helâl ve caiz kılma hakkı da yoktur. Çünkü böyle bir şey olsa, peygamber de "Allah'tan başka bir ilâh" haline gelir. Böylece bir peygamber kendi eliyle, geliş sebebini ortadan kaldırmış olur. Kur'ân-ı Kerim bu meseleyi gayet açık seçik bir şekilde bize anlatmıştır. Kur'an diyor ki, kişisel olarak, nebi veya peygamber sizin ve bizim gibi bir insandır. "Ey peygamber, onlara de ki, Rabbım pâk'tır. Berî insandan başka neyim ki? Ben (insan)dan peygamber yapıldım". Bir başka ayette şöyle deniliyor: "Ve onlara onların peygamberi dedi ki, ben de sizin gibi bir insanım". Ne var ki, "peygamber" olmak bakımından bir peygamber ile diğer İnsanlar arasında büyük bir fark vardır. Bir peygambere, Allah tarafından vahiy gönderilip peygamberlik payesi verildikten sonra kendisine "hüküm" de veriliyor. Meselâ, bir ayette şöyle deniyor: "Biz peygamberlere kitap, hüküm ve nübüvvet verdik." Burada hüküm kelimesi hem karar verme kabiliyeti, hem hükmetme kuvveti olarak kullanılmıştır. Demek ki, peygamberin sahip olduğu iktidar ve hakimiyet, kişisel bir yetenek değil, Allah vergisi bir vasıftır. Bu bakımdan, peygambere itaat, Allah'a itaat’tir. "Her kim Rasûl'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiştir". Peygamberin dünyaya ve insanlara gönderilmesinin amacı zaten, Allah'ın emirlerini insanlara iletmesi ve bu emirlere uymalarını sağlamasıdır. "Her peygamberi göndermemizin maksadı, Allah'ın emriyle O'na itaat edilmesini sağlamaktır". Bu bakımdan, peygamberin emri, Allah'ın emridir ve kimsenin buna itiraz etme hakkı yoktur. "Hidayet'in belirlenmesinden sonra peygamber ile kavga eden ve iman edenlerin yolundan başka bir yol takip eden birini, saptığı tarafa saptıracağız ve onu cehenneme atacağız, orası ne fena yerdir".
Bir peygamber'e fiilen itaatsızlık etmek şöyle dursun, biri sadece onun emrine karşı gelmeyi aklından bile geçirse, onun imanı silinmiş oluyor. "Vallahi, aralarındaki anlaşmazlığı gidermek hususunda seni hakem kabul etmedikçe ve verdiğin kararı, canlarını sıkmadan kabul etmedikçe onlar mü'min sayılmayacaklardır". Bu itaatsizliğin sonucu hüsran ve ümitsizliktir. "Küfretmiş ve Peygamber'in emirlerine karşı gelmiş olanlar, kıyamet günü öylesine bir güçlük ve felâketle karşı karşıya bulunacaklardır ki, kendilerinin yerle bir edilmelerini isteyeceklerdir."
Daha önce işaret elliğimiz gibi, peygambere lam itaat ve teslimiyet din ve imanın esaslarındandır. Bir insanın hidayet bulması ancak nebî veya peygambere itaat ile mümkündür. Peygamberin sözlerini dinlemeyen, onun hayatını örnek almayan bir kişi ne dünyada ne de âhirette felâh ve refah bulabilir. Ama bir kere daha tekrar edelim, peygambere bu bağlılık ve teslimiyet onun insanî ve kişisel özelliğine değildir. Allah, bir peygamberi, insanları kendi kulu haline getirmek üzere dünyaya göndermemiştir. Bir insan, Allah tarafından kendisine hüküm ve peygamberlik bahşedildikten sonra insanlara, "Allah yerine benim kulum olunuz" diyebilir mi? Peygamber, insanları şahsî hırs ve arzularına göre idare etmeye, onlar üzerinde şahsî iktidar ve hakimiyet kurmaya, baskı ve zulüm uygulamaya, onların hak ve özgürlüklerini ortadan kaldırmaya, kendine bir takım menfaatler kazanmaya çalışmaz. Eğer böyle olursa zâten, peygamberin dünyaya gönderilme amacı ortadan kalkmış olur. Allah'tan başka ilâh ve tanrıları yok etmeye gelen biri kendisi tanrı oluverirse, bunun hayırlı ve faydalı tarafı neresindedir? Halbuki, peygamber dünyaya bir insanın başka bir insanı köle etmesini, sömürmesini önlemeye gelir. "Ve bu peygamber, onların yükünü kaldırır ve onların bağlı bulundukları bağları keser". Peygamberin gelişinin sebebi ve gayesi, insanların başkalarının hak ve hürriyetlerini ihlal eden davranışlarını ve kendilerine sınırsız yetki tanımalarını önlemektir. "Kendi dilinizle islediğiniz şeyi helâl etme ve istediğiniz şeyi yasaklama hakkınız yoktur". Peygamber, bir insanı başka bir insanın önünde eğilme, ona boyun eğme rezaletinden kurtarmak için dünyaya gönderilmiştir. "Sizden hiçbir insan başka bir insanı, Allah'tan başka ilâh edinmesin". Böyle bir durumda, bir nebi başkalarının boynundaki boyunduruğu kendi boynuna geçirebilir mi? Başkalarının hak ve hürriyetlerine sadece kendi şahsî ihtiras ve menfaatleri için son verebilir mi? Kırmak için geldiği putlar yerine kendi putunu dikebilir mi? Allah'ın kullarına baskı ve zulüm yapan zalim hükümdarları ortadan kaldırmaya gelen peygamber kendisini onların tanıma olunabilir mi? Hz. Peygamber (a.s.), Yahudiler ile Nasranîlerin kendi din adamları ve rahiplerini, Allah yerine tanrı haline getirdiklerinden yakınmışım Böyle bir peygamber, kendisine iman edenleri, "siz Allah'ı boş verip beni Rabb olarak tanıyın ve arzularıma boyun eğin" diyebilir mi?
6.2.5. Peygamber (a.s.)'e Peygamber Olması Bakımından itaat
Peygamber (a.s.)'e peygamber olarak sadakat ve itaat, imanın bir parçasıdır, hatta İslâm dininin temel kurallarından biridir. Biz Hz. Peygamber (a.s.)'e bir insan değil, bir peygamber ve Allah'ın elçisi olarak itaat etmeye mecburuz. Biz Hz. Muhammed (a.s.)’e bağlılığımızı bildirirken aslında, Allah'ın Rasûlü'nün, Allah tarafından bize getirdiği ilim, hidayet, hüküm, emir, kanun ve talimata uymayı taahhüt ederiz. Başka bir deyişle, İslâm'a göre müslümanların Hz. Peygamber'e itaat etmeleri sıradan bir insana değil, bir peygambere ve dolayısıyla, Allah'a itaat etmeleridir. Şu ayetlere bakın:
"Allah'ın sana gösterdiği gibi İnsanlar arasında hükmetmen için sana hak olarak Kitab'ı indirdik". (Nisa; 105)
"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler zâlimlerin la kendileridir". (Maide; 45)
Bu kanuna diğer İnsanlar gibi, peygamber de bir insan olarak bağlı bulunuyor:
"Ancak bana vahyolunan şeye tabi olurum". (En'am; 50)
Bu ve buna benzer ayetler, Peygamber (a.s.)'e itaatin, aslında Yüce Allah (c.c.)'a itaat olduğunu göstermektedirler. Peygamber (a.s.)'e itaat ediliyorsa ona Allah tarafından "hüküm" verildiği için ediliyor, insan olduğu için değil. Hâkimlere ve halifelere itaat ediliyorsa, Allah ve Rasûlü'nün kanunlarını uyguladıkları için ediliyor. Ulema'ya itaat ediliyorsa, Allah ve Rasûlü'nün helâl ve haram ile ilgili koydukları kurallar hakkında bizi uyardıkları için ediliyor. Bu saydığımız kişiler bize Allah'ın herhangi bir emrini getirirlerse, biz buna itiraz etmeden uymak zorundayız. Allah'ın emri ve kararı söz konusu olunca kulun şahsî fikri ve fikir hürriyeti önemli değildir. Fakat eğer bir insan Allah'ın emrini değil, kendi görüşünü ve emrini onaya koyarsa, bir müslümanın buna mutlaka uyması şart değildir. Bu gibi konularda kendi aklını kullanma, düşünüp taşınıp, kararını verme hakkına ve hürriyetine sahiptir. İsler ittifak, ister ihtilâf edebilir. Mesele şahsî olunca bir müslüman sadece ulema ve yöneticilerle değil, peygamber ile de ihtilâf etme hakkına sahiptir.
6.2.6. Hz. Peygamber (a.s.)'in Vazifesinin Başlıca İki Hedefi Vardı
Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)'in dünyaya gelişinin ve peygamberlik vazifesinin iki önemli gayesi vardı. Birincisi, Tek Allah'a itaat ve bağlılık halkasını insanın boynuna geçirmek. İkincisi de insanların boynundaki insanlara ait boyunduruğu söküp atmak. Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğinin bu iki yanı da aynı önemi taşıyordu. Hz. Peygamber (a.s.)'in görevinin ilk bölümünün tamamlanması için bütün müslümanların kendisine kayıtsız şartsız itaat etmeleri gerekliydi. Kendisine itaat edilmesi, Allah'a itaat edilmesine giden yoldu. Başka bir deyimle, Allah'a itaat etmek Peygamber'e itaat etmeye bağlıydı. Hz. Muhammed'in, görevinin ikinci kısmını bitirmesi için, ilk. önce kendi fikir ve hareketleriyle bir insanın başka bir insana itaat etmesi, hatta Abdullah oğlu Muhammed'e bile itaat etmesi gerekmediğini, herkesin fikir ve vicdan hürriyetine sahip olduğunu müslümanlara anlatması, inandırması lâzımdı. Aslında bu son derece nâzik bir meseleydi, çünkü Hz. Muhammed bir yandan peygamber, bir yandan insan olup her iki hüviyeti şahsiyetinde toplamıştı. Hz. Peygamber (a.s.)'in bu iki kimliği arasında bir çizgi çizmek hayli güçtü. Ancak, Rasûlullah (a.s.) Yaradanının kendisine bahşettiği büyük meziyet ve hikmet sayesinde başarıyla bu nazik meselenin üstesinden geldi. Netice itibariyle bir peygamber olarak ümmetinin kendisine öylesine itaat etmesini sağladı ki, dünya tarihinde böyle bir itaati, böyle bir bağlılığı bir daha göremeyiz. Diğer yandan, bir insan olarak, kendisine iman edenlere ve taraftar olanlara dünya tarihinde ender rastlanabilecek cumhuriyetçi, özgürlükçü ve demokrat lider ve hâkimlerin tanıyabileceklerinden çok daha esaslı hak ve hürriyetler tanıdı, Bir taraftan, bir peygamber olarak, Hazreti Muhammed(a.s.)'in müslümanlar arasında en büyük itibar, şeref ve haysiyete sahip olduğu, müslümanların kendisine ne kadar çok sevgi ve saygı besledikleri, ona nasıl bağlı olduklarını düşünelim; bir taraftan da, böylesine büyük sevgi ve saygıya lâyık ve böylesine kudretli olmasına rağmen, güncel ve sosyal konularda her yerde ve her zaman insanlık hâlini, peygamberlik payesinden ayırt edebilme kabiliyetine bakalım. Bir düşünelim, bir peygamber olarak kendisine ses çıkarılmadan kitlelerin itaat etmelerine alışık olan bir kişi, bir insan olarak insanlara ne kadar çok fikir ve vicdan hürriyeti vermiş, ne kadar çok kendi fikriyle ihtilâf etmelerine izin vermiştir. Böyle bir değerlendirmenin sonunda, ancak bir peygamberin, böylesine harika bir ayırt etme kabiliyetine, tahammül, tevazu ve basirete sahip olabileceği sonucuna varacağız. Bu noktada sanki peygamberin şahsî hüviyeti de onun peygamberlik sıfatıyla özdeşleşmiştir. Yani peygamber iken insandır, insan iken de peygamberdir. Bir peygamber, kişisel kimliğine rağmen peygamberlik vazifesini yapabilir. O kişisel kimliği ile çalıştığı sırada taraftarlarına fikir hürriyetini aşılıyor, bir insanın nasıl eşit olduğunu ve ona nasıl muamele edileceğini öğretiyor, hatta Allah'ın peygamberi olarak tanıdıkları insanın görüş ve hareketleriyle de ihtilaf etme hakkına sahip olduklarını bildiriyor. Doğrusu, Hz. Muhammed (a.s.) müslümanlar tarafından öylesine seviliyor, sayılıyor ve yüksek mevkide tutuluyor ki, çeşitli dinlere mensup hükümdar, lider, rahip ve din adamları gibi kendisini kolayca tanrı mevkiine çıkarabilir ve diğer insanları da kendi kulları sayabilirdi. Ama, Hz. Peygamber (a.s.)'in söz ve fiillerinin bunun tam aksine olduğunu görüyoruz. Rasûlullah bir yerde şöyle diyor:
"Ben de bir insanım. Ben size dininiz hakkında bir şey söylersem söylediklerime uyun. Fakat ben kendi görüşümü ileri sürdüğüm zaman, benim sadece bir insan olduğumu düşünün."
6.2.7. Fikir Hürriyeti Kavramını Yerleştirme Çabaları
Bir defasında Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.) Medine'de bahçıvanlara, hurma ağaçlarının yetiştirilmesi konusunda bazı öğütlerde bulundu. Bahçıvan ve çiftçiler bu öğütlere göre hareket etliler, ancak ürün iyi olmadı. Konu Hz. Peygamber (a.s.)’e bildirilince kendisi şöyle buyurdular: "Ben tahminlerime göre bir şey söylemiştim. Benim tahmin ve şahsi fikirlerime fazla ehemmiyet vermeyin. Fakat bir şeyin Allah tarafından olduğunu söylediğim zaman bana inanın. Çünkü Allah hakkında yalan söylemem."
Bedir savaşında Hz. Peygamber (a.s.)'in konakladığı yer iyi değildi. Hz. Hubab bin Münzir (r.a.) çadırın kurulması için yer seçiminin, vahye göre mi yoksa bir muharebe tedbiri olarak mı yapıldığını sordu. Hz. Peygamber (a.s.) buyurdular ki, konak yeri vahye göre seçilmemiştir. Bunun üzerine Hz. Hubab, çadırın başka bir yerde kurulmasının dâha iyi olacağını belirtti ve Hz. Peygamber (a.s.) de bu fikri kabul etti.
Bedir savaşının esirleri konusunda Hz. Peygamber (a.s.) sahabelerin fikrini sordu ve kendisi de kişisel görüşünü ileri sürdü. Tarih kitaplarına göre, Hz. Ömer ile Hz. Ebû Bekr (r.a.) bu görüşe karşı çıktılar. Aynı toplantıda Hz. Peygamber, damadı Ebu'l Ass'ın durumunu da ortaya attı ve sahabelere, ona fidye olarak alınan kolyenin geri verilip verilmemesini sordu. Sahabeler bu fikri kabul edince kolye, Ebu'l Ass'a geri verildi.
Hendek savaşı sırasında, Hz. Peygamber (a.s.) Beni Gatafan ile sulh yapma niyetini açıkladı. Medine'deki Ensâr kabilelerinin reisleri bu düşünceye karşı çıktılar ve dediler ki: "Eğer sulh yapmak vahiy ile bildirilmişse, hiçbir itirazımız yoktur, ama değilse o zaman bazı maruzatımız vardır". Hz. Peygamber, onların itirazlarını dinledikten sonra anlaşma metnini yırtıp attı.
Hudeybiye Anlaşması imzalanırken Müslümanlardan bazısı, kâfirlere taviz verilmeme ve onların üstünlüğünü kabul etmeme eğiliminde idiler. Hz. Ömer bu anlaşmaya açıkça karşı çıktı. Ancak, Hz. Muhammed (a.s.) bu işi Allah'ın peygamberi olarak yapmakla olduğunu söyleyince durumdan şikayet eden ve hayli üzülen Müslümanlardan çıt çıkmadı. Hz. Ömer ise ömrünün sonuna kadar, Hz. Muhammed (a.s.)'in bir peygamber olarak yaptığı işe karşı çıkmasının pişmanlığını ve burukluğunu duydu.
Huneyn savaşının ardından ganimetlerin dağıtımı sırasında küçük bir ihtilaf ortaya çıktı. Ensâr bazı kimselere ganimet mallarının gerektiğinden çok cömertçe dağıtılmasına itiraz elliler. Hz. Peygamber onları yanına çağırdı ve: "Ben Allah'ın peygamberiyim, ne istersem yaparım" demedi. Aksine, özgürlükçü bir rejimde hürriyetçi bir liderin tavrıyla ganimet mallarının dağıtımının çeşitli yönlerini arılattı, dağılımın neden böyle yapıldığını açıkladı. Yani peygamberliğini karşısındakileri sindirmek amacıyla bir silâh olarak da kullanmadı, aksine kabaran duygularını yatıştırdı, akıl ve mantığa göre hareket etmelerini sağladı. Ensâr da evlerine memnun döndüler.
Hazreti Peygamber (a.s.)'in bu davranışı sadece sahabelere, yakınlarına ve toplumun üst tabakasında yer alanlara karşı değildi. Aynı alçak gönüllülüğü, açık kalpliliği, yumuşak tavrı toplumun en alt tabakasında yer alan köle ve hizmetçilere karşı da gösteriyordu. Kölelere hürriyet fikrini o verdi. Berre adlı cariye, kocasından nefret ederdi, ama kocası onu bırakmak istemiyordu, halla ona öylesine aşıktı ki caddelerde, sokaklarda onun için gözyaşı döküyordu. Olayı duyan Hazreti Peygamber (a.s.) cariye kıza kocasına dönmesini söyledi. Kız, "ya Rasûlallah bu bir emir midir?" diye sordu. Hz. Peygamber dedi ki, "bu bir emir değil, bir tavsiyedir". Kız dedi ki, "eğer bu tavsiye ise, ben onun yanına girmek istemiyorum."
Bu gibi örnekler daha da çoğaltılabilir. Fakat burada önemle belirtmek istediğimiz şey, Hz. Peygamber'in fikir hürriyeti kavramını müslümanlara nasıl yerleştirmiş olduğudur. Gördüğünüz gibi, Hz. Peygamber, kendi insanlık hali ve peygamberlik vazifesini her zaman birbirinden ayırt edebiliyordu. Şahsen uygun gördüğü görüşü ileri sürerdi ve arkadaşları buna serbestçe karşı çıkabilirlerdi. Başkalarının şahsî fikrine karşı çıkmak şöyle dursun, bunu teşvik ederdi. Uygun olmayan fikir ve tutmayan bazı tahminlerini geri alacak kadar da geniş kalpliydi.
6.2.8. Hz. Zeyd bin Harise Olayının Ardındaki Gerçekler
Bu açıklamalardan sonra gelin, Hz. Zeyd bin Harise (r.a.) olayının ardındaki gerçeklere bir göz atalım: Hz. Zeyd ile Hz. Muhammed (a.s.) arasındaki ilişki çok yönlüydü. Her şeyden önce, Hz. Muhammed (a.s.) bir dini önder ve Zeyd O'nun taraftarıydı. İkincisi, Zeyd, Hz. Peygamber (a.s.)'in eniştesiydi. Üçüncüsü, Hz. Peygamber (a.s.), Hz. Zeyd'in manevî babası ve velisiydi. Zeyd O'nun elinde büyümüştü. Zeyd, karısıyla geçine-meyince onu boşamaya karar verdi. Hz. Muhammed (a.s.) gerek bacanağı gerekse velisi olarak en uygun şeyi söyledi, yani "Allah'tan kork ve karını boşama". Fakat, evliliklerini bozacak sebepleri ve anlaşmazlığın kaynaklarını bilen Zeyd, durumu daha iyi kavrayabilecek mevkide idi. Bu, onun dini inanç ve eğilimlerinden çok, ailevi ve şahsi bir meselesiydi. Bu nedenle, Hazreti Peygamber (a.s.)'in sözlerini dinlemeyip eşini boşayıverdi. Burada dikkat edilmesi gereken husus şudur: Hz. Muhammed (a.s.). Zeyd bin Harise'ye nasihatini bir peygamber değil, bir insan, olarak vermişti. Zeyd de Rasûlullah (a.s.)'in sözlerine değil bir insan ve yakınının nasihatlerine karşı gelmişti. Bundan dolayıdır ki ne Hz. Muhammed (a.s.) ne de Cenab-ı Allah, Zeyd'in bu davranışını yadırgadılar. Eğer Hz. Muhammed (a.s.) yerine başka birisi, birini elinde büyütmüş, ona babalık etmiş, her türlü iyilik yapmış, daha sonra bir köle olmasına rağmen onunla amca kızını evlendirmiş ve karşı çıkmasına rağmen onu boşamış olsaydı, tabii ki hayli öfkelenerek şuursuzca hareketlerde bulunabilirdi. Ama Hz. Muhammed (a.s.) sadece bir veli değil, bir peygamber idi de. Allah'ın peygamberi olarak görevi ve hedefi, insanı insanın boyunduruğundan kurtarmak, insana insanın hakkını vermek, insana hürriyet nimetini tattırmaktı. Bu sebepten dolayıdır ki, bu hususta Hz. Peygamber (a.s.) gayet temkinli davranarak, Hz. Zeyd'e emir yerine nasihat verdi ve nasihatine uyulmadığı zaman da herhangi bir kızgınlık belirtmedi. Bu olay, Hazreti Muhammed (a.s.)'in kişiliğinde insanlık ve peygamberlik hallerinin hem nasıl birleştikleri hem nasıl ayrıldıklarını göstermeye yeter sanırız. Hz. Muhammed (a.s.) kendi peygamberlik hüviyeti ile insanlık hali arasında öylesine güzel bir denge kurmuştu ki, bunu ancak Allah'ın Peygamberi başarabilirdi.
6.2.9. Hz. Peygamber'in Öğrettiği Fikir Hürriyeti
Hz. Peygamber, insanın Allah'a itaat ile, İnsanlar arasındaki ilişkilerde nasıl bağımsız olabileceğini, ne gibi bir fikir hürriyetine kavuşacağını sözleri ve kendi hareketleri ile ortaya koymuştur. O'nun telkin ve davranışlarına uyan sahabeler, Allah'a itaat ve bağlılık ile insan hak ve hürriyetlerine saygı konusunda eşine rastlanmayan bir topluluk oluşturdular. Hz. Peygamber'in sahabeleri ve diğer müslümanlar demokratik ve özgürlükçü düşüncelerle yetişip bu konuda erişilmeyecek örnekler verdiler. Müslümanlar fikir ve söz hakkını sonuna kadar kullanabiliyorlardı. Herkes, herkesle ihtilaf etme hürriyetine sahipli. Bir söz veya fikri, sadece büyük bir adam söylüyor diye kabul etmeleri düşünülemezdi. Her şeyi ölçüp biçip kabul ederlerdi. Hazreti Peygamber (a.s.)'den sonra yeni doğan İslâm devletinin başına geçen Hulefâ-yı Râşidin istişareye dayalı bir rejimin temelini attılar. Hz. Muhammed (a.s.)'in mübarek sohbetinden kaptıkları bağımsızlık ve hürriyet fikrini her tarafa yaydılar. Halifeler bir yandan devletin temelini düşünce hürriyeti, istişare, insan hak ve hürriyeti ilkeleri üzerine atarken bir yandan da kendilerini diğer müslümanlarla eşit saydılar, emirlerini bir hükümdar olarak değil, alelâde bir vatandaş olarak verdiler ve herkesin kendileriyle ihtilaf etme hakkını tanıdılar. Kendi emir ve kanunlarını halka zorla kabul ettirme yoluna gitmediler.
6.2.10. Dört Halife'den Sonra Fikir Hürriyeti Kavramı
Dört Halife'den sonra Ümeyye ve Abbasî saltanatları döneminde fikir hürriyeti kavramına ağır darbe indirilme çabalarına şahit oluyoruz. Bu dönemde hürriyet ruhu baskı, zulüm, işkence, terör, para ve pul yoluyla yok edilmek istenmişse de, hürriyetçi müslümanların bir grubu uzun zaman buna karşı direnmeye çalışmıştır. İslâm tarihinin ilk üç yüzyılına kadar söz ve fikir hürriyetinin hayli parlak örneklerini görmek mümkündür. Siyasi alanda despot ve zâlim hükümdarlara karşı büyük çaplı direniş görülmezse de, ideolojik ve akademik alanda gayet cesaret verici çalışmalar yapılmıştır. Bu dönemde, âlim, fakih, düşünür ve yazarlar ile aydınların büyük bir bölümünün, hâkimlerine boyun eğmeyip doğru bildikleri ve İslâmiyet’e uygun olduğunu sandıkları her şeyi büyük bir azim ve kararlılıkla savunduklarını görmek mümkündür.
6.2.11. İmam ve Fakihlerin Fikir Hürriyetine Yaklaşımı
Sahabeler, peygamberden sonra en değerli kişilerdir. Gayet tabii ki sahabelerden hemen sonra dünyaya gelen "tâbiîn" sahabelere son derece saygılıydılar. Ancak "tâbiîn" (sahabelerden sonra gelen ve Hz. Peygamber (a.s.)'in dönemini yaşamamış olanlar), sahabelerin fikirlerini serbestçe tenkit edebiliyorlardı. Tabiiler, sahabelerin sözlerini enine boyuna tartışıp doğru bulduklarını kabul ederlerdi. Nitekim, İmam Malik (r.a.) sahabeler arasındaki görüş ayrılığına temas ederek şunları söylemektedir: "Sahabelerin fikirleri hem doğru hem yanlış olabilir. Bu hususta siz kendiniz düşünüp karar vermelisiniz." Aynı şekilde İmam Ebû Hanife (r.a.) de şunları yazmaktadır: "Sahabelerin iki farklı rivâyetinden biri muhakkak yanlış olacaktır."
Zâten sahabeler de kendilerinin masum olduklarını, hata işlemediklerini, sonrakilerin kendi fikirlerini unutup sadece onların fikrini kabul etmeleri gerektiğini hiçbir zaman iddia etmemişlerdir. Nitekim, Ebû Bekr (r.a.) bir konuda kendi fikrini söylerken şunları eklemeyi unutmazdı: "Bu benim fikrimdir. Eğer doğruysa, Allah tarafından olduğunu düşünün, eğer yanlışsa, bu benim hatamdır ve ben Allah'tan af dilerim." Hazreti Ömer (r.a.) ise şunları söylemiştir: "Fikir yanlışlığını, ümmet için sünnet haline getirmeyin." Hz. İbn Mes'ûd şu ikazlarda bulunmuştur: "Sakın, kimse din konusunda başkalarını körü körüne takip etmesin. Biri müminse öbürünün de mü'min, biri kâfirse öbürünün de kâfir olması gerekmez. Yanlıştık ve kötülükte kimse kimseyi takip edemez." İmam Malik (r.a.)'in sözleri şöyledir: "Ben bir insanım. Söylediğim sözler yanlış da olabilir, doğru da. Siz fikrimi gözden geçirin. Hangisi Kitap ve Sünnet'e uygunsa kabul edin, hangisi değilse kabul etmeyin."
Tarih kitaplarında İmam Malik (r.a.)'in bir vakası nakledilmiştir: "Abbasi halifesi Mansur, İmam'ın kitabı Muvatta'yı bütün İslam Aleminin Anayasası haline getirmek istiyordu. Gayesi, bütün diğer mezhepleri ortadan kaldırıp, Malikî mezhebini geçerli hale getirmekti.Ama, başkalarının fikir hürriyeti, tetkik, tahkik ve içtihad hakkına son derece saygılı olan İmam Malik, halife Mansur'u böyle bir adım atmaktan alıkoydu". İmam Ebû Yusuf ise şunları yazıyor. "Sözümüzün kaynağının ne olduğunu bilmeden bir kişinin bizim sözümüze inanması doğru değildir."
İmam Şafiî aynı konuda şunları söylüyor. "Delil aramaksızın ilim tahsil eden şahıs tıpkı, gece karanlığında odun toplayan adam gibidir. Bu adam, gece topladığı odunlar arasında, kendisini sokabilecek bir yılanın saklı olabileceğinden habersizdir."
6.2.12. İslâm'da Fikir Hürriyeti Kavramının Ortadan Kalktığı Dönem
Hz. Peygamber (a.s.)'in müslümanlara aşıladığı fikir hürriyeti mefhumu, Hicret'ten sonra 300 yıl kadar muhtelif şekillerde devam elti. Müslümanların önemli bir bölümü ilk yıllarda siyasî ve diğer alanlarda, daha sonra ilmi alanda fikir özgürlüğü, araştırma, eleştiri ve yorum yapma haklarını kullanmaya devam ettiler. Ne var ki, daha sonraki çağlarda, hâkim sınıfın baskı ve zulmünün giderek artması, aydın kesimin de ilme hizmetten vazgeçip, menfaat ve İkbal için, takip etlikleri yoldan ayrılmaları yüzünden fikir hürriyeti kavramı havaya uçup gitti. Düşünen kafalardan düşünme hakkı alındı, gören gözlerden görme kabiliyeti gasp edildi, konuşan diller de kökünden koparıldı. Saray ve divanlardan başlayarak medrese ve tekkelere kadar her yerde müslümanlara, dalkavukluk, uşaklık ve kölelik dersi verilmeye başlandı. Kalb, beyin, ruh ve beden hepsi zincire vuruldu. Sultan ve padişahlar, insanları kendilerine secde ettirmek suretiyle insanlara tapma geleneğini getirdiler. Medreselerde büyüklere kayıtsız şartsız itaat etme eğitimleri yapıldı. Tekkelerde "biat" sünneti tahrif edilerek kendilerini veli, sofu ve evliya ilân eden kişilere kölelik yapma devri açıldı. Allah'tan başka kimselerin karşısında eller bağlı olarak durulmaya başlandı.İnsanlar, insanın tanrısı oluverdi. Kısacası, tevhid ve peygamberlikle ilgili getirilen bütün hükümler ve emirler bir tarafa itildi. Açıkça şirk gibi bir günah işlenmeye başlandı. Netice itibariyle, müslümanlar, ilmi, ruhi, ahlâki, içtimai, iktisadi, fenni ve siyasi hiçbir gelişme kaydetmeden hızla çöküşe doğru sürüklendiler.
6.3. PEYGAMBERLİK VE FONKSİYONU
Herhangi bir peygamberin, insan olması bakımından, itaat edilmesi ve örnek alınmasının şart olmadığı kesindir. Hz. Musa (a.s.)'a, İmran oğlu Musa olması bakımından itaat edilmiyor. Hz. Îsa (a.s.)'nın, Meryem oğlu Îsa olduğu için örnek alınması gerekmez. Aynı şekilde Hz. Muhammed (a.s.)'e, Abdullah oğlu Muhammed olarak itaat etmek şart değildir. Onlara itaat ediliyor, onların hayatı örnek alınıyorsa, bu onların Allah'ın peygamberleri olmalarından ileri geliyor. Allahu Teâlâ onlara, alelâde insanlara verilen bir ilim vermemiştir, sıradan insanlara bahşedilen hidayeti bahşetmemiştir; aksine diğer insanların kendi akıl gücüyle veya peygamberleri yol göstermedikçe başaramayacakları seviyede yetenek, bilgi ve güç vermiştir. Şimdi gelelim, sorumuzun daha sonraki bölümüne; bir peygambere hangi işlerde itaat etmek zorunlu, hangi işlerde zorunlu değildir. Yani peygamberlere itaatin sınırı var mıdır, varsa ne kadardır?
Müslümanların bir grubu var ki itaat ve bağlılığın sadece Allah tarafından O'nun peygamberine gönderilen Kitaba mahsus olduğunu savunup durur. Bu gruba göre, kitabı tebliğ ettikten sonra peygamberin peygamberlik hüviyeti de sona ermiş olur. Kitabullah insanlara indikten sonra peygamber rasgele bir insana dönüşür. Bu grubun savunduğu diğer bazı düşünceler şunlardır: Hükümdar, hakim, lider ve önderlere itaat yalnızca düzenin korunması ve otoritenin sağlanması için lâzım olup, dini bir zorunluluk değildir. Alim, düşünür ve hukukçulara, kabiliyet ve bilgi derecelerine göre saygı gösterilmelidir. Bu itaat ve bağlılık da seçmeli olup bağlayıcı bir tarafı yoktur. Aynı durum Allah'ın peygamberi için de geçerlidir. Allah'ın kitabını dünyaya ve insanlara getirdikten sonra peygamber, peygamberlik niteliğini kaybedip sıradan bir insan haline gelir. Bir hâkim ve hükümdara da bağlılık onun iktidar sahibi olmasından ileri gelir ve iktidardan düşer düşmez bu kimliğini yitirir. Bir şahsın hâkim olarak etkinliği, sadece karar alanının sınırları dahilindedir. Bir hakim, karar ve yetki alanının dışında gerçek bir hakim değil, bir hukukçu olarak kabul edilecek ve verdiği karar ancak benzeri şartlarda örnek olarak kullanılabilecektir. Eğer biri mütefekkir veya filozof ise sözleri ve vecizeleri kendi değerlerine göre göz önüne alınmalıdır.Aynı şekilde iyi ve dürüst bir insan ise, onun söz ve davranışları ancak gönüllü olarak örnek alınabilir. Bu gruba göre bir peygamber sırasıyla bir hükümdar, hâkim, mütefekkir ve iyi bir insan ise, bu hüviyetteki bütün söz ve hareketlerini benimsemek veya benimsememekte serbestiz. Bütün bu ayrı ayrı hüviyet ve mevkilerde kullandığı sözler ve yaptığı hareketler o mevki ve işinin icabı olup, bunları bir peygamberin söz ve fiilleri gibi kabul etmek doğru değildir.
Başka bir grup, bu görüşte az bir değişiklik yapar. Bu gruba göre, peygamberin görevi sadece Allah'ın kitabın dünyaya getirmek değildir. O kitapta yer alan emir, tâlimat ve kanunları şahsen uygulamak suretiyle ümmetine örnek olmalıdır. Bu bakımdan, peygamberin ibadet ve diğer dini vecibeler ile ilgili gösterdiği örneğe uymak aslında Kitabullah'a uymaktır ve bu dini bir vecibedir. Ancak peygamberin bir insan olarak işgal ettiği hükümdar, hakim ve kadı gibi mevkiler ve taşıdığı ıslahatçı, düşünür, vatandaş ve cemiyetin bir ferdi gibi sıfatlarla yaptığı işler ve söylediği sözlerin kalıcı ve evrensel bir nizamname teşkil etmediği ve dolayısıyla bunun dinen farz olmadığı kesindir.
Üçüncü grup, peygamberin peygamberlik hüviyetinin, hayatının büyük bir bölümünü kapsadığını, ahlâkî, toplumsal ilişkiler, resmi uygulama ve hukukta veya bazı diğer alanlarda onun söz ve uygulamalarına uymanın Allah'ın talimatına uymak olduğunu kabul eder. Fakat aynı zamanda peygamberin peygamberlik ve insanlık halleri arasında ayırım yapar. Bu gruba göre, Hz. Peygamber (a.s.)'in belli bazı söz ve fiillerinin örnek alınması gerekli değildir. Ama bu grup, nebinin peygamberlik ile insanlık durumları arasında ayırım yapmakta hayli güçlük çeker.
Dördüncü gruba göre, nebinin kişisel ve peygamberlik durumları birbirinden farklı olmasına rağmen ikisi de aynı kişide birleşiyor ve bunlar arasında fiilen ayırım yapmak imkânsızdır. Bu grub diyor ki: Peygamberlik öyle hepimizin bildiği sıradan makamlardan değildir ki, onlar bu makamda bulundukları sürece peygamber, bundan iner inmez de alelade insan olsunlar? Bilakis, bir peygamber göreve çağırıldığı andan ölümüne kadar sürekli görevde sayılır. Bir peygamber, temsilcisi olarak gönderildiği saltanatın ruh ve yapısına aykırı herhangi bir harekette bulunamaz, ömründe yaptığı bütün işler, ister İmam veya hükümdar olarak olsun, ister toplumun bir bireyi, bir koca, bir baba, bir kardeş, bir akraba veya bir dost olarak olsun, hepsi peygamberlik damgasını taşır. Her ne iş yaparsa yapsın, her neyle meşgul olursa olsun, her an ve her zaman bir peygamberdir ve örnek alınmaya lâyıktır. Nitekim, zevcesiyle birlikte yatakta olduğu sırada bile, camide namaz kıldırdığı sırada olduğu gibi Allah'ın rasûlüdür. Hayatın çeşitli alanlarında yaptığı işleri Allah'ın hidayetiyle yapar. O, her an sıkı bir şekilde Allah'ın gözetimindedir. Bu sebeple, her an Allah'ın çizdiği yol ve sınırların içinde harekete mecburdur. Kendi sözleriyle, hareketleriyle ve hayati yaklaşımıyla adeta insanlığa, "bakın, bireysel ve toplumsal düzeniniz bunlar üzerinde kurulmalıdır" demek ister. Bir peygamber, ferdî, ailevî ve toplumsal vazifelerini resmî vazifesi gibi yerine getirmeyi bir borç bilir. Bir konuda en ufak bir hatası Allah katında kaydedilip hemen düzeltilir. Çünkü onun küçük bir hatası, ümmetinin büyük bir hatasına yol açabilir. Zaten dünyaya gönderilmesinin amacı, bir "müslüman"ın hayatının ne olduğunu fiilen göstermektir. O, insanları bireysel yaşantılarında Allah'ın emir ve talimatına göre hareket etmeleri için uyarmakla kalmayıp, gerçek anlamda bir müslüman toplumunun vücuda gelmesini de sağlar. Peygamber âncak masum ve hatasız olmak suretiyle müslümanların sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda mükemmel bir sistem ve düzen kurmalarına yardımcı olabilecektir. Elbette ki peygamberin söz ve fiillerine sadakat ve itaatin çeşitli dereceleri vardır. Bazıları farz ve vacip iken, bazıları isti'cap ve istikmal derecesindedirler. Yani bazılarına uymak şart iken, bazılarına uymak için ağır şartlar getirilmemiştir. Ama, umumi olarak peygamberin bütün hayatı, ümmeti için bir model ve örnektir en doğru ve emin yol, bu modele uymaktır. Gerçekten her kim bu "model"e en çok uymuş ve yaklaşmışsa, o gerçekten mükemmel insan ve dindar bir müslümandır. Aynı şekilde bu modelden uzaklaşan kişi sapıklık, ahlâksızlık ve dinsizlik çukuruna yuvarlanır.
Bence, bu son grup doğru yoldadır. Hem Kur'an-ı Kerim, hem aklımın ışığı altında bu konuyu düşündükçe yukarıdaki grubun haklılığına inancım giderek güçleniyor.
6.3.5. Çocukluktan İtibaren Peygamberlerin Terbiyesi İçin Alınan Özel Tedbirler
Kur'ân-ı Kerim'de peygamberler hakkında anlatılan kıssalar? okuduktan sonra şu gerçeğe vardım ki, Allah rasgele ya da birden bire bir kişiyi peygamber yapmaz. Allah, bir kişiyi yoldan çevirerek kendi kitabını göndermeye memur etmez. Rabbimiz, bir kişiyi "part time" ya da geçici çalıştıran bir patron değildir ki, birini geçici bir süre için elçisi veya habercisi yapsın. Peygamber kıssalarını karıştırdığımızda, peygamberlik vazife ve makamının belli bir plân ve düzen içinde verildiğine tanık oluruz. Allah'ın belli bir kişiyi bir kavimde yaratmasının amacı zaten onu ilerde peygamber yapmaktır. Bu insan doğuştan itibaren öyle bir terbiye görüyor ki, peygamberlik için gerekli olan bütün üstün zihnî, ruhi yetenek ve güçleri kazanmış oluyor. Çocukluk çağında özenli bakılıyor ve yetiştiriliyor. Çocukluktan erginlik çağına girip olgunlaşıncaya kadar kötülükler ve ahlâksızlıklardan arınmış oluyor. Çeşitli görünmez kaza ve belâlardan kurtarılıyor. Peygambere peygamberlik vazifesi verildikten sonra bilgisi, irade gücü, karar verme kabiliyeti ve diğer meziyetleri de arttırılıyor ve Allah yolunda tam faaliyet gösterecek hale getiriliyor. Bundan böyle bütün hayatı Allah'a adanmış oluyor. Artık dünyada insanları hidayete davet etmek, onlara Allah'ın kitabı, emir ve talimatını iletmek, onları eğitmek, ibadet ve nefisleri ıslah etmekten başka iş kalmamıştır. Gece, gündüz, otururken, yürürken tek düşüncesi ümmetini doğru yola getirmektir. O, her zaman "tam gün" mesai yapan insandır, istirahat, izin veya grev O'nun için düşünülmeyecek kavramlardır. Aslında onun için zaman kavramı yoktur, O 24 saat görev başındadır. En büyük amir olan Allah (cc.) ve O'nun denetçileri, peygamberin her ân görevde olduğunu gözetlemektedirler. Bunlar peygamberin en küçük hala yapmasına imkân bırakmazlar, O'nun kötü yola düşmesini de önlerler. En ufak bir tereddüt geçirdiği veya hata işlediği ân uyarılabilir ve tekrar düzeltilebilir.
Burada söylediğim her söz Kur'ân-ı Kerim'e aittir. Peygamberlerin çocukluklarından itibaren peygamberlik mevkii için hazırlandıklarına dair Kur'ân'da çeşitli örnekler vardır. Meselâ, Hz. İshak (a.s.) doğmadan önce, Hazreti İbrahim (a.s.)'e doğumu ve peygamberliği müjdelenmiş oluyor:
"Biz muhsinleri işle böyle mükâfatlandırırız. O bizim mü'min kullarımızdandı. O'na Salihlerden bir peygamber olmak üzere İshâk'ı müjdeledik". (Saffat; 110-112)
Hz. Yusuf henüz çocuk iken, Allah'ın seçkin kulları arasında yer alacağı ve İbrahim ile İshak (a.s.) gibi Allah'ın nimetlerine nail olacağı, Hz. Yakub (a.s.)'a bildiriliyor. Hz. Zekeriya (a.s.), kendisine bir evlât ihsan edilmesi için Allah'a dua ederken, ona Hz. Yahya (a.s.)'nın doğacağı müjdesi şöyle veriliyor:
"Zekeriya mihrapta ayaküstü durup bu duayı eylediği sırada melek O'na, Allah, seni kelimesini tasdik eden, seyyid ve şehevattan kaçınan, salihlerden bir peygamber olan Yahya ile müjdeler, diye nida elti". (Al-i İmrân; 39)
Hazreti Meryem'e iyi huylu bir çocuğun doğacağına dair haber vermek üzere bir melek gönderilip, Hz. Îsa (a.s.)'nın doğum ânı yaklaştığında, bu çocuğun doğumunun kolaylaştırılması için tedbirler alınır. (Bk: Meryem sûresi, ikinci rükû). Bu arada, Mukaddes Tuva vadisine çağrılarak kendisiyle konuşulan İsrailli çobana da dikkat edilmelidir. Bu çoban sıradan çobanlardan değildi. Bu çoban, Mısır'da Firavun'ları yok etmek ve İsrail oğullarını rezil hayatlarından kurtarmak amacıyla dünyaya gelmişti. Bu zât henüz bebekken, kılıçtan geçirilmeden kurtarılmış, bir sepete konup, Nil nehrinin sularına bırakılmış ve bizzat öldüreceği Firavun'un sarayına götürülmüş, O'nun tatlı yüzü saraydakileri büyülemiş ve orada dikkat ve itina ile yetiştirilmişti. Bütün bunları Kur'ân-ı Kerim'de görmek mümkündür.
6.3.6. Olağanüstü Yetenek ve Güçler
Peygamberler olağanüstü yetenek ve güçlere sahip olurlar. Karakterleri temiz olur. Öyle bir zihne sahip olurlar ki, doğru yoldan sapmaları mümkün olamaz. İçgüdüleri ve tabiatları daima iyiye, güzele yönelmelerine yardımcı olur. Alelâde insanların uzun. zaman uğraştıktan sonra bile göremedikleri gerçekleri en kısa zamanda görürler. Bir meselenin sonucunu derhal sezebilirler. Bilgi ve kültürleri, maddi ve gözle görülür yollarla değil manevî ve vehbî yollarla elde ederler. Hak ile batılı, doğru ile yanlışı derhal teşhis edebilirler. Tabiat itibarıyla doğru düşünür, doğru hareket ederler. Meselâ, Hz. Yakub (a.s.)'a bakın. Hz. Yusuf (a.s.)'u rüyasında görür görmez, O'nu kardeşlerinin yaşatmayacakları hakkında şüpheye düşer. Hz. Yusuf (a.s.)'a kardeşleri oyun oynamak bahanesiyle evden uzaklaştırırken, Hz. Yakub (a.s.) onların niyetini çok iyi bilmekte hatta onların ilerde ne gibi bahane uyduracaklarını da sezmektedir. Daha sonra, Yusuf'un kardeşleri, kanlı gömleğini getirip babalarına gösterirken de Hz. Yakub oynadıkları oyunun farkındadır. Aynı şekilde Hz. Yusuf'un kardeşleri Mısır'dan dönüp, Hz. Yakub'a Yusuf'un kardeşinin hırsızlık yaptığını ve buna delil olarak olayın geçtiği kasabanın sakinlerinin de bunu bildiklerini söyledikleri zaman Hz. Yakub onlara, "bunda nefsinizin mutlaka bir hatası vardır" der. Sonra oğullarını tekrar Mısır'a gönderir ve der ki, "gidin ve Yusuf'un kardeşini bulun." Yani, aradan yıllar geçmesine rağmen Hz. Yusuf'un yaşadığına inanmakla ve Mısır'da olduğunu sezmekledir. Bundan sonra Hz. Yakub'un oğulları, Mısır'dan Hz. Yusuf'un gömleğini alıp yola çıktıkları zaman, kendilerinden binlerce kilometre uzakta olmasına rağmen Hz. Yakub, sevgili oğlunun kokusunu alabilmektedir. Bu örnekten anlaşılacağı gibi, peygamberlerin duyuları, duyguları ve manevî sezgileri çok kuvvetlidir. Bu durum sadece Hz. Yakub'a mahsus değildir, bütün peygamberler böyledir. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Yahya (a.s.) ile ilgili şu kayıtlara rastlıyoruz:
"Ve çocuk iken O'na hikmet (nübüvvet) verdik. Tarafımızdan O'na kalp yumuşaklığı ve günahlardan temizlik verdik". (Meryem; 12-13)
Hazreti Îsa (a.s.)'nın ağzından da, henüz beşikte iken şu sözler söyleniyor:
"Beni nerede olursam mübarek kıldı. Hayatla olduğum müddetçe bana namazı ve zekâlı emretti. Beni anneme hayırlı ve hürmetkâr kılıp zorba bir bedbaht yapmadı". (Meryem; 31-32)
Hazreti Peygamber Efendimiz (a.s.) hakkında ise şunlar söylenir:
"Sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin". (Kalem; 4)
Kur'ân-ı Kerim'deki bu ifadeler, peygamberlerin olağanüstü yetenek ve güçlere sahip olduklarına açık birer işarettirler. Peygamberlerin bu gizli yetenek ve güçleri, peygamberlik payesine yükselmelerinden sonra, büsbütün açığa vurulur. Kur'ân-ı Kerim'de bu meziyet, kabiliyet ve kuvvetler "ilim", "hüküm", "hidayet" ve "beyyine" gibi kelimelerle ifade edilmiştir. Hazreti Nuh (a.s.) ümmetine şöyle der:
"Allah'tan gelen vahiyle sizin bilmediğinizi biliyorum". (Araf; 62)
Hz. İbrahim (a.s.)'e yerde ve gökteki eşya ve nimetler tanıtılıyor (En'âm: 75) ve bu gezintiden bilgi ve inanç hazinesiyle döndüğü zaman babasına şöyle diyor:
"Ey babam, bana, sana gelmeyen bir ilim gelmiştir. O halde, bana uy ki, seni doğru yola hidayet edeyim". (Meryem; 43)
Hz. Yakub (a.s) hakkında şöyle denmiştir:
"Şüphesiz kendisine öğrettiğimiz ilmin sahibi idi. Lâkin insanların çoğu bunu bilmezler". (Yusuf; 68)
Hz. Yusuf (a.s.) hakkında da şunlar söylenmiştir:
"Yusuf, erginlik çağına girince O'na hikmet ve ilim verdik". (Kasas 14)
Hz. Lût hakkında yine aynı şey söylenmiştir:
"Aynı ilim ve hikmet Hz. Lût (a.s.)'a da verilmiştir". (Enbiya; 74)
Ve bu olağanüstü ilim ve hikmete Hazreti Muhammed (a.s.) da nail oldu:
"Allah sana Kitab'ı ve hikmeti indirdi ve bilmediğin şeyleri öğretti". (Nisa; 113)
" De ki: 'Ben Rabbim'den apaçık beyyine üzereyim". (En'am; 57)
"De ki, 'Bu benim yolumdur. Ben Allah'a bir basiret üzere dâvet ediyorum. Ben ve bana tabi olanlar (böyleyiz)." (Yusuf; 108)
Allah tarafından ihsan edilen bu ilim ve hikmet yüzünden, peygamberler ile diğer İnsanlar arasındaki fark, gözleri görenler ile gözleri kör olanlar kadar büyümüş olur:
"Ancak bana vahyolunan şeye tabi olurum. De ki: 'Görmeyenle gören bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz?". (En'am; 50)
Yukarıdaki ayetlerde bahsedilen şey sadece Kitabullah değildir. Bu ilâhî bir nurdur ve peygamberlerin kalbini aydınlatmaktadır. Bu sebeple bundan ayrıca bahsedilmiştir ve peygamberlerin müstesna bir vasfı olarak gösterilmiştir. Bu nur ve ışık sayesinde peygamberler her şeyi görebiliyor, her şeyin farkına varabiliyorlar. Ulema bu ilâhî ışığa "gizli vahiy" adını vermişlerdir.
6.3.7. Allah'ın Müşahedesi ve Himayesi
Kur'ân-ı Kerim, Allahu Teâlâ'nın peygamberlere olağanüstü ilim, hikmet ve irade gücü vermesinin yanı sıra onları her an güzelim altında tuttuğunu, hata yapmalarını önlediğini, kötü yola sapmalarına izin vermediğini ifade eder. Cenabı Hak, isler insani sebeplerden, ister şeytani vesveselerden olsun, peygamberlerin yanlışlık yapmalarına mani olur. Bir peygamber insani zaaflara düşerek içtihat veya karar verme konusunda dahi herhangi bir yanlışlık yaparsa, Yüce Allah onun kararını derhal düzeltir. Meselâ, Hz. Yusuf (a.s.)'un hikâyesine bakalım. Hz. Yusuf, Mısır hâkiminin karısının cazibesine kapılıp oyuna gelmek üzere iken, Allah'ın "bürhân"ı veya işareti üzerine hatasından kurtuluverdi.
"Kadın Yusuf'a niyeti kurmuştu. O da kadına niyetlenmişti. Eğer Yusuf Rabbinin burhanını görmeseydi (olan olurdu). Bu şekilde O'ndan fenalığı ve fuhşu çevirdik. Çünkü, O, bizim muhlis kullarımızdandı". (Yusuf; 24)
Hazreti Musa ile Hz. Harun (a.s.)'a, Firavun'a gitme emri verildiği zaman, Firavun'un kendilerine kötülük yapabileceğinden korktular. Bunun üzerine Cenab-ı Allah onlara dedi ki, "hiç korkmayın, ben sizinle beraberim ve her şeyi görür ve işitirim". (Tâhâ; 45-46).Yani Hz. Musa ile Hz. Harun insani zaaf yüzünden kuşkulanıyor, korkuyorlardı. Ama, Cenab-ı Allah bir vahiy ile bu korkuyu giderdi.
Hz. Nuh (a.s.) oğlunun boğulduğunu görürken bağırıverdi: "Allah'ım, bu benim oğlumdur". Bu bir insani zaaftı. Allah kendisine hemen vahiy gönderip, oğlunun elbette O'nun kanını taşıdığını, ancak kötü huylu ve kötü karakterli olduğu için O'nunla hiç ilgisi bulunmadığını önemle belirtti. Beşeri zaaf ve baba sevgisi, bir peygamberin, hak konusunda baba-oğul ilişkisinin hiç önemli olmadığı gerçeğini bir ân için görmesini önlemişti. Ama Yüce Allah, gözündeki bu perdeyi çekip gerçeği tekrar görmesini sağladı.
Hz. Muhammed (a.s.)'in başından da buna benzer olaylar geçmiştir. Hz. Peygamber (a.s.) merhametli şahsiyeti, kâfirleri en kısa zamanda müslüman yapma düşüncesi, kâfirlerin gönlünü alma fikri, insanların kendisine yaptığı iyi işlerin bedelini ödeme heyecanı ve münafıkların hareketlerini ıslah etme niyetiyle herhangi bir karar vermekte hata edince, Allah vahiy ile bunu düzeltmiştir. Meselâ şu ayetlere bakın:
"Kendisine o âmâ geldi diye. Ne bilirsin? Belki o temizlenecekti.". (Abese; 2-3)
"Hiçbir peygamberin yeryüzünde zaferler kazanıncaya kadar esirler alması vaki olmamıştır" (Enfâl; 67)
"Onlar için istiğfar etsen de etmesen de, bir eğer onlar lehinde yetmiş kerre istiğfar ey les en de Allah onları mağfiret etmez". (Tevbe; 80)
"Onlardan ölen bir kimse üzerine katiyyen namaz kılma". (Tevbe; 84)
"Ey peygamber, zevcelerinin rızasını kazanmak için, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyleri niçin kendine haram ediyorsun?" (Tahrim; 1)
Bazı kimseler, bu ayetleri, Hz. Peygamber (a.s.)'in hata yaptığı ve kendisinin masum olmadığını göstermek için birer delil olarak kullanırlar. Özellikle, "Ehl-i Kur'ân" olarak bilinen mezhebe mensup olanlar ve hadisleri tanımayanlar, bu işi daha bir zevkle yaparlar. Fakat bu beyler önemli bir gerçeği görmezlikten geliyorlar. Aslında diğer hadis ve ayetlerden daha çok bu ayetler, Sevgili Peygamberimiz (a.s.)'in üstün bir insan ve Allah'ın inkâr edilmez rasûlü olduğunu gösteriyor. Zira, bu ayetler, Allah'ın, peygamberleri ve özellikle Hz. Muhammed (a.s.)'' kötülükler ve yanlışlıklardan korumak amacıyla fevkalâde tedbirler aldığını ispatlıyor. Yani, Hz. Peygamber (a.s.)'in herhangi bir hatasına göz yumulmamış ve derhal düzeltilmiştir. O halde, bu ufak tefek hata ve yanlışlıkları bahane ederek Hz. Peygamber (a.s.)'ı ve O'nun sözleriyle fiillerini inkâr etmek düpedüz dalâlettir. Bu hususta Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli işaretler bulunmaktadır:
"Eğer Allah'ın fazlı ve rahmeti senin üzerine olmasaydı, onlardan bir grup, seni de saptırmak için tasarı kurmuştu. Oysa onlar, ancak kendi nefislerini saptırırlar ve sana hiçbir şeyden zarar veremezler. Allah, sana Kitabı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti Allah 'ın üzerindeki fazlı (lütuf ve ihsan) çok büyüktür". (Nisa; 113)
"Az daha onlar, seni, sana vahyettiğimizden ayırarak, ondan başkasını bize iftira etmen için fitneye düşüreceklerdi."
"Eğer biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça meyledecektin". (İsra; 73-74)
"Biz senden evvel hiçbir Rasûl veya Nebi göndermedik ki, o bir şey temenni ettiği zaman Şeytan onun arzusuna fitne karıştırmış olmasın. Allah, Şeytan'ın ilkâ ettiği fitneyi bozar. Sonra da kendi ayetlerini tahkim eyler". (Hacc; 52)
Gördüğünüz gibi, Cenab-ı Allah, peygamberlerin hatalarını düzeltmeyi ve onların bazı yanlış karar ve hareketlerini ıslah etmeyi bir gelenek haline getirmiştir. Allah, peygamberlerin ister şahsî ister içtimaî olsun, her konudaki hatalarını ânında düzeltmektedir. Bu prensip kabul edildiği takdirde peygamberlerin Allah'ın müdahale etmediği veya düzeltmediği karar ve işlerinin Allah'ın koyduğu kaide ve kurallarına uygun olduğu ve hatta Allah'ın onayından geçtiği de kabul edilmelidir.
Buraya kadar anlattığımızı özetlersek, peygamberler sıradan İnsanlar değildir. Peygamberliğe yükseltilen kişiler özel bir şekilde yetiştirilir, bir takım olağanüstü bilgi, yetenek ve güce kavuşturulur ve peygamberlik makamıyla şereflendirildiği zaman mükemmel bir insan durumunda olur. Bir kişi yoldan çevrilip peygamber yapılmaz. Her ne kadar bazı peygamberlerin, resmen peygamberliğe getirilmesi kendileri için beklenmez ve şaşırtıcı olay gibi görünürse de, kendilerinin bu işe uzun zamandan beri, hatta doğduklarından itibaren hazırlandıkları anlaşılır. Bu bakımdan, bir peygamberin görevinin sadece Allah'ın vahyini veya kitabını getirip inzivaya çekilmekten ibaret olduğunu düşünen İnsanlar yanlış yoldadır. Yazımızın başında bahsettiğimiz ilk grubun durumu budur. Peygamberlik kavramını iyi bilen bir kişi, ikinci grubun da hatalı olduğu kanısına varır. Bilindiği gibi, bu grup sıradan İnsanlar ile peygamber arasındaki farkın, sadece Allah'ın kitabını getirip bunun ayrıntılarını insanlara anlatması ve bir hükümdar, hâkim, kadı, lider veya idareci olarak tesadüfen işgal ettiği görevlerde bulunduğu müddetçe bu yetkilerini kullanması olduğunu ileri sürer. Aynı şekilde üçüncü grubun, peygamberlerin insanî ve peygamberlik hüviyetleri arasında kesin bir ayırım yapması da doğru değildir. Bir peygamberin bazı söz ve hareketlerinden bir kısmını canımız isteyince alıp, bir kısmını da canımız isteyince atmak mümkün değildir. Bir peygamberin hayatı bir bütündür ve sözleri ile fiilleri ya tamamıyla kabul, ya da tamamıyla reddedilmelidir.
6.3.9. Peygamber Mükemmel Bir İnsandır
Kur'ân-ı Kerim'in ışığında peygamberlik mevkii ve makamı incelendiğinde yukarıdaki üç görüşün de yanlış olduğu ortaya çıkar. Kur'ân-ı Kerim bir kişinin aniden veya hiç hesapta yokken peygamber olmadığına işaret eder. Bir peygamber çekirdekten yetişir ve doğmasının sebebi de ilerde peygamberliği üstlenmesidir. Gerçi peygamber de bir insandır ve insanların bazı tabii zaaflarını taşır, ama bu zaaf ve sınırlara rağmen o mükemmel bir kişidir. Bir insanın sahip olabileceği bedenî, zihnî, psikolojik ve ruhî yetenek ve güçlerin en iyisine sahip olur. Kişiliği, denge ve itidalin bir simgesi olur. Zekâsı ve hayal gücü o kadar kuvvetlidir ki, ânında bir meselenin gereğine vakıf olur. Huyu ve karakteri öylesine temiz olur ki, herhangi bir dış etken, vaaz, telkin veya eğitim olmaksızın şehvani düşünce, fiil, sapıklık ve ahlâksızlıktan kaçınır. Öyle bir sağduyuya sahip olur ki, doğru ile yanlışı,1ıak ile batılı ayırt edebilir ve ilahî hidâyeti buluverir. Kendi ölçülü düşünce ve kararıyla Allah'ın hoşlandığı şeyleri yapar, hoşlanmadığı şeylerden kaçınır. İşte tekâmül etmiş, mükemmelleşmiş insanlık budur. Peygamber bu sıfatıyla Allah'ın gerçek bir halifesidir. Hidâyet nuru ve peygamberlik şerefiyle cilalanan, yoğrulan ve pekişen insanî vasıflar, peygamberi her tarafa ışık saçan bir kandil ve parlayan bir yıldız haline getirir. Sözün kısası, peygamberlik geçici bir ünvan ve vazife değildir. Bu, bir insanın tabiatında vardır. Peygamberlik dünyevi ünvan ve makamlar gibi bir şey değildir. Yani bir peygamber, valilik veya kaymakamlığa yapılan atama gibi peygamberliğe atanmaz. Peygamberlik doğuştan varolan, Allah vergisi bir şeydir. Bu bakımdan, bir nebi veya peygamberin şahsî yanı da aslında peygamberlik yanıdır. Aradaki fark bir peygamberin resmen peygamberliğe getirildikten sonra bütün meziyet ve selâhiyetlerinin kuvveden fiile çıkmasıdır.
6.3.10. Konumuzla İlgili Bazı Ayetler
Yukarıdaki açıklamadan sonra, peygamberin insanlık ve peygamberlik halleriyle ilgili Kur'ân-ı Kerim'de Allah'ın ne dediğini aşağıda belirtmeyi uygun buluyoruz. Bu ayetler sanırız konumuza daha da açıklık getirecektir:
1. "Allah size bildirecek değildir. Fakat peygamberlerinden dilediğini gayba muttaki kılar. Allah ve Rasûlüne iman edin". (Al-i İmran; 179)
2. "Biz gönderdiğimiz peygamberi Allah'ın izni ile itaat olunsun diye gönderdik". (Nisâ; 64)
3. "Kim Rasûl'e itaat etmişse Allah'a itaat etmiştir". (Nisâ; 80)
4. "Battığı zaman yıldıza andolsun ki, Sahibiniz (Hz. Peygamber) ne dalâlete düştü ve ne de azdı. O, hevasından söylemez. O, kendisine (Allah tarafından) vahyolunan bir vahiydir". (Necm; 1 -4)
5. "Ancak bana vahyolunan şeye tabi olurum". (En'âm; 50)
6. "Sizin için Allah'ın Rasûlü'nde güzel bir numune vardır". (Ahzab; 21)
7. "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin". (Al-i İmrân; 31)
8. "Aralarında hükmetmesi için Allah ve Rasûlüne davet olunduklarında mü'minler: 'işittik ve itaat ettik' derler. Muradına erenler işle onlardır... De ki, Allah'a itaat edin ve peygambere itaat edin. Eğer itaatten yüz çevirirseniz, O'na düşen vazife tebliğdir. Sizin üstünüze düşen de size yükletilendir, (itaattir). Eğer ona (peygambere) itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz". (Nûr; 51 -54)
9. "Hayır öyle değil; Rabbi’ne andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar". (Nisâ; 65
10. "Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü'min bir erkekle mü'min bir kadın için, kendi işlerinde muhayyerlik hakları yoktur. Allah ve Rasulüne âsi olan muhakkak açık bir sapıklık etmiş olur". (Ahzâb; 36).
Bu ayetleri dikkatle okuduğunuz zaman bütün gerçekleri kendi gözünüzle görmüş olacaksınız:
Birinci ayette peygamber ile diğer sıradan İnsanlar arasındaki fark üzerinde durulmuştur. Bu ayette peygambere iman etme ihtiyacına işaret edilmiştir. Allahu Teâlâ'nın belli bir kuralı vardır; gaybın ilmini ve bilgisini herkese tek tek iletmez. Tersine, gaipten haber ve bilgiyi belirli bir kuluna verir. Onun için İnsanlar bu kula iman etmelidir.[1]
6.3.11. Peygambere Mutlak İtaat İçin Verilen Emir
İkinci ayette, peygambere sadece iman etmenin yetmediği belirtilmiştir. Yani, bir peygamberi Allah'ın Rasûlü olarak tanıdıktan sonra, ona itaat etmek de aynı derecede önemlidir. İtaat ile ilgili emir sadece bu ayette değil, diğer ayetlerde de kat'i ve kesindir. Bu hususla herhangi bir istisna veya sınırlama getirilmemiştir. Yani kimse, peygambere şu meselede itaat edilmesi, şu meselede itaat edilmemesi gerektiğini ileri süremez. Kur'ân-ı Kerim'e göre, Hz. peygamber (as.) ve diğer peygamberler birer hükümdar gibidir. Bu hükümdarın verdiği her emir yerine getirilmelidir. Eğer bir istisna veya sınırlama söz konusuysa bunu ancak peygamber yapabilir, ya da Cenab-ı Allah. Yani, Peygamber istediği emir veya kanunları yürürlükten kaldırabilir ve kendisine tabi olanlara söz ve hareket serbestisi verebilir. Ama, mü'minler hiçbir zaman peygamberin söz, emir ve yetkilerini sınırlandıramazlar. Çünkü kendileri tamamıyla peygambere tabi ve onun emir kuludurlar. Onlar için emirlere uymak ve teslimiyetten başka çare yoktur. Mü'minler, peygamberin sadece din ve maneviyatla ilgili emirlerine uymakla mükellef değildirler; aksine, ziraat, ticaret ve eğilim gibi çok değişik konularda bile verdiği emre itaate mecburdurlar. Hiçbir konuda itiraz hakları yoktur.
6.3.12. Peygambere İtaat, Alelâde Bir İnsana İtaat Değildir
Peygambere kayıtsız-şartsız itaat emri verildikten sonra sanırız, bir peygambere itaatin alelâde bir insana itaat gibi olmadığını anlatmamıza gerek yoktur. Zaten, kâfirlerin en çok yakındıkları nokta buydu. Kâfirler, peygamber için, "Yahu, bu sizin gibi bir insan değil midir?" derlerdi. Bazen da şöyle derlerdi: "Yahu, bu sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Sonra da kalkıyor, sizden daha üstün olduğunu söylemek isliyor." Ayrıca şunu da söylüyorlardı: "Eğer siz kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz hüsrana uğrayacaksınız". Ama bu cahil kimseler, peygamberin emirlerinin aslında Allah'ın emirleri olduğunu bilmiyorlardı. Çünkü peygamber ne diyorsa, Allah'ın emri üzerine diyor ve ne yapıyorsa, Allah'ın emrine göre yapıyordu. Kendi nefsi için ve kendi şahsi menfaati için herhangi bir söz söylemiyor, herhangi bir harekette bulunmuyordu. Bu bakımdan, peygambere itaatle herhangi bir yanlışlığın olmadığı peşinen ve kesin olarak bilinmelidir.
6.3.13. Peygamberin Hidâyeti İçin Gönderilen Vahyin Türleri
Bu konuya üçüncü, dördüncü ve beşinci ayetlerde değinilmiştir. Dördüncü ve beşinci ayette bahsedilen vahiyden Kitabullah'ın kastedildiği öne sürülüyor. Bazı kimseler, peygambere Kitabullah'tan başka bir vahiy gelmediğine inanıyorlar. Ama bu yanlış bir fikirdir. Kur'ân-ı Kerim şahittir ki, peygamberlere sadece kitap vahyedilmezdi, aksine onların hidâyeti için Allah değişik zamanlarda çeşitli vahiyler gönderirdi. Bu vahiyler sayesinde, peygamberler doğru kararı verir, doğru yolu bulurlardı. Bu vahiylerle hataları düzeltilir, onların korunması veya başarılı olması için tedbirler alınırdı. Bu hususla çeşitli misaller verilebilir. Hz. Nuh (a.s.) bu vahiyler sayesinde büyük bir tufanın geleceğini, bunun için hazırlıklı olması gerekliğini, öğrenmiş ve dolayısıyla, gemisini inşa etmişti. Hz. İbrahim (a.s.), yerde ve gökte gezdirildi ve meleklerle tanıştırıldı. Kendisine ölülerin nasıl dirildiği gösterildi. Hz. Yusuf (a.s.)'a rüyaların tabiri hakkında bilgi verildi. Hz. Musa (a.s.) ile Tûr dağında konuşuldu. Kendisine, elinde ne olduğu soruldu. O da cevap verdi, "bu benim âsamdır". Hz. Musa ayrıca, asasını koyun ve keçileri gütmek için kullandığını belirtti. Emredildi, "bunu yere at". Yere atılan asa ejderha haline gelince, Hz. Musa korkup geriye çekildi. Bunun üzerine Allah dedi ki: "Ya Musa, korkma, ona yaklaş, sen emniyettesin". Daha sonra şu emri verdi: "Firavun'a git, o tuğyan etmiştir". Hz. Musa, kendisine yardımcı olması için Hz. Harun'u istedi ve bu işleği kabul edildi. Ancak iki kardeş Firavun'a gitmekten çekindikleri için, kendilerine şöyle dendi: "Korkmayın, Ben sizinle beraberim. Ben işitir ve görürüm". Firavun'un sarayında Hz. Musa (a.s.) sihirbazların sihirle yaptıkları yılanları görüp korkunca gene kendisine vahiy geldi: "Korkma, (sonunda sen kazanacaksın)". Firavun'a ak ile kara anlatıldıktan sonra, Hz. Musa'ya emredildi, "kullarımı alıp gece vakti yola koyul, sizi takip edecekler". Denize varınca yine bir vahiy geldi: "Asanı suya vur". Bu vahiylerin kitap şeklinde Hz. Musa'ya indiği ve kitlelere yol gösterme amacını taşıdığı iddia edilebilir mi? Diğer peygamberlere gelen vahiylerin durumu da aynıdır. Bu vahiyler, Cenab-ı Allah'ın sık sık peygamberlerle kelâm ettiği ve bu kelâmın, ikaz, tenbih, şahsi tavsiye ve nasihat mahiyetinde olduğu bilinmelidir. Bu vahiy, şekil ve muhteva bakımından insanların hidâyeti için, kitaba dahil edilmek ve ilâhi bir yasa haline getirilmek üzere gönderilen vahiylerden hayli değişiktir.
6.3.14. Hz. Peygamber (a.s.)'e Gelen Benzeri Vahiyler
Benzeri vahiyler Hazreti Peygamber'e de gelirdi. Kur'ân-ı Kerim'de buna dair çeşitli işaretler vardır. Örneğin, Rasûlullah önce Kudüs'ün müslümanların kıblesi olduğunu söylemişti. Bununla ilgili herhangi bir ilâhi emir gelmedi. Ama bu kıble iptal edilip Kâbe kıble olunca, Allah'tan şöyle bir emir geldi:
İnsanlardan bir takım beyinsizler: 'Onları daha önce üzerinde bulundukları kıblelerinden çeviren nedir?' diyecekler. De ki: 'Doğu da Allah'ındır, batı da. Dilediğini dosdoğru yola yöneltip iletir". (Bakara; 142)
"Senin üzerinde bulunduğun kıbleyi, Peygamber'e tabi olan ile arkasını döneni ayıralım diye yaptık" . (Bakara; 143)
Bu demektir ki, daha önce kıblenin Kudüs olması kararı Allah'ın vahyi ve emriyle alınmıştı.
Uhud savaşı sırasında, Hz. Peygamber (a.s.) müslümanlara yardım için Allah'ın meleklerinin geleceğini söylemişti. Daha sonra, Allah Teâlâ, Hz. Peygamber(a.s.) 'in bu açıklamasından Kur'ân-ı Kerim'de şöyle bahsetti:
" Allah bu yardımı, âncak size müjde olmak ve kalbinizde itminan (yatışma) hâsıl etmek için yaptı". (Al-i İmran; 126)
Demek ki, bu yardım vaadi Allah tarafından yapılmıştı.
Uhud savaşından sonra, Hz. Peygamber (a.s.) müslümanları ikinci bir Bedir savaş ı için Medine'nin dışına çıkmaya çağırdı. Hz. Peygamber (a.s.)'in bu çağrısı Kur'ân-ı Kerim'de hiçbir yerde yer almıyor. Ama Allahu Teâlâ bu çağrının da kendisinden geldiğini sonradan tasdik etli:
"Kendilerine yara, elem ve bozgunluk isabet ellikten sonra yine Allah ve peygamberin davetine uyanlar için pek büyük mükâfat vardır" (Al-i İmran; 172)
Bedir savaşı sırasında, Hz. Muhammed (a.s.)'in Medine'den çıkmasından Kur’unda şöyle bahsedilmiştir:
"Rabbin seni evinden hak uğrunda çıkardığında mü'minlerden bir grup isteksizdi." (Enfal; 5)
Evden çıkma emri Kurban’da yer almamıştır. Ama daha sonra, Allah, evden bu çıkışın kendi emriyle olduğunu beyân etmiştir. Daha sonra, savaşın en şiddetli anında, Allah'ın rasûlü bir rüya gördü:
"Şunu da hatırla ki, Allah onları sana uykuda (rüyada) az gösterdi" (Enfâl; 43)
Münafıklar, Rasûlullah (a.s.)'ın ganimet dağıtımından hiç hoşlanmamışlardı. Yüce Allah, bu dağıtımın bizzat kendi emriyle yapıldığını duyurmak suretiyle ağızlarını kapatıverdi:
"Eğer onlar, Allah ve Resûlünün verdiğine razı olsalar". (Tevbe; 59)
Hudeybiye Anlaşması imzalanırken sahabenin hemen hemen hepsi buna karşıydılar. Anlaşmanın şartları hoşlarına gitmemişti. Fakat Rasûlullah (a.s.) anlaşmayı kabul etti. Rasûlullah (a.s.)'ın bu hareketi daha sonra Allah tarafından tasdik edildi:
"Biz sana âşikâr bir fetih verdik". (Fetih; 1)
6.3.15. Yukarıdaki Ayetlerden Çıkan Sonuçlar
Yukarıdaki ayetlerin benzerlerini bulmak kolaydır. Fakat burada anlatmak istediğimiz, peygamberler ile Allah arasındaki ilişkinin geçici olmadığıdır. Yani Allah ile Hz. Rasûl (a.s.) arasındaki ilişki, sadece Hz. Rasûl (a.s.)'ın bir ilâhi mesaj taşıdığı veya ilettiği sürece devam etmez. Bu ilişki sürekli ve kalıcıdır. Allahu Teâlâ her zaman vahiyle peygamberlerine yol gösterir, hatalarını düzeltir. Necm suresinin ilk ayetlerinde işte bu hususa işaret edilmiştir. Bu bolümün başında arz ettiğini gibi, Kur'ân-ı Kerim'de peygamberlerin her zaman Allah'ın özel gözetimi altında oldukları açıkça ifade edilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de Hazreti Peygamber (a.s.) ile diğer peygamberlerin hatalarının düzeltilmesi ve Allah tarafından kendilerinin ikaz edilmesi ve ıslah edilmesinin anlatılmasındaki amaç, peygamberlere güvensizlik belirtmek değildir. Bu kıssa ve ifadelerden, peygamberlerin de bizim gibi hatalı İnsanlar olduğunu çıkarmak yanlıştır. Bu bakımdan onlardan yüz çevirmek, onların söz ve hareketlerine uymamak da yanlış bir davranış olur. Aslında peygamberler her zaman iyiyi ve doğruyu yapmakla mükelleftirler ve en küçük hataları bile anında düzeltildiği için sözlerine ve hareketlerine güvenmemek doğru değildir. Aslında Allahu Teâlâ peygamberler konusunda fazlasıyla hassas davranır ve en küçük hatalarını bile affetmez. Nitekim, Kur'ân-ı Kerim'de, Hazreti Peygamber (a.s.)'in diğer insanların hayatında belki de hiç önem taşımayan konularda uyarıldığını görürüz. Örneğin, bir insanın bal yiyip yememesi, bir köre dikkat edip etmemesi veya onun itirazından hoşlanmaması ya da biri için mağfiret dilemesi... Bunların önemli bir konu olduğu söylenebilir mi? Ama, bu gibi normal bir bakışla önemsiz sayılabilecek olaylarda Allah, peygamberlerin kendi veya başkalarının fikrine göre hareket etmelerini yasaklamıştır. Aynı şekilde bazı kimseleri savaşa katılmaktan müstesna bırakması, veya bazı savaş esirlerini fidye alıp serbest bırakması, bir hükümdar veya komutanın işlevleri arasında çok küçük bir yer tutar. Ne var ki, bir peygamberin hayatında bunlar öylesine önemli bir konu haline gelir ki, kendisi açık bir vahiy ile ikaz edilir. Neden? Çünkü, peygamber alelade bir hükümdar veya komutan değildir. O, kendi fikrini üstün kılmaya, kendi düşündüğü gibi hareket etmeye selahiyetli değildir. Bir peygamber, peygamberlik makamında bulunduğu için verdiği kararın Allah'ın rızasına uygun olması gerekir. Bir peygamber gizli vahyi iyice anlamayıp, Allah'ın rızasına aykırı en ufak bir harekette bulunur bulunmaz derhal açık bir vahiyle ikaz ve ıslah edilir.
Peygamberlerin bu özel vaziyetine Allahu Teâlâ'nın özenle eğilmesi, onların daima dürüst davranmalarına, her zaman doğru hareket etmelerine tam güvenmemizi sağlamak amacını taşımaktadır. Böylece biz peygamberlerin her zaman doğru söz söylediklerine, her zaman kötülüklerden kaçındıklarına inanmalıyız. Peygamberlerin daima Allah’ın gösterdiği çizgide olduklarını bilmeliyiz. Peygamberlerin hayatının, İslâmî siretin mükemmel ve üstün bir numunesi olduğuna inanmalıyız. Cenab-ı Hak bu olgun ve üstün örneği, Allah'ın en sevgili kulu olmak isteyenlerin takip etmesi için yaratmıştır. Bu ilâhi gaye ve hedef, yukarıda kaydettiğimiz 6. ve 7. ayetlerde açıkça ifade edilmiştir. Altıncı ayette peygamberlerin, İnsanlar için "güzel bir örnek" olduğu belirtilmiş, yedinci ayette ise Allah tarafından sevilmenin yolunun Rasûlullah'a itaatten geçtiği ifade edilmiştir.
6.3.16. Hz. Peygamber (a.s.)'in Bütün Hayatı "Güzel Bir Örnek"dir
Diğer peygamberler gibi Hz. Peygamber (a.s.)'in de bütün hayatı müslümanlar için güzel bir örnektir. Hz. Peygamber (a.s.)'in hayatını örnek almamızda en ufak bir istisna, kısıtlama veya sınırlama yoktur. Bütün hayatı mutlaka takip edilmesi gereken bir örnektir. Kur'ân-ı Kerim bunu emretmektedir. Hadislerin telkinleri de bu yöndedir. Demek ki, Hz. Peygamber (a.s.)'i kim ne kadar çok sever, Ona kim ne kadar çok itaat eder, O'nun örneğine uyarsa, Allah katında o kadar makbuldür.
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın bütün hayatını müslümanlar için örnek alınması gerekliğini belirtirken, tabiatıyla bazı istisnaların olduğunu da unutmayalım. Hz. Peygamber (a.s.)'in hayatını örnek alırken bazı istisnalar olduğunu inkâr etmeyelim. Ama bu istisnaların mahiyeti nedir? Bunlar hangileridir? İşte bunları bilmek zorundayız. Rasûlullah (a.s.)’ın hayatının örnek alınması gerekliğini söylerken, hayatının her safhasında her an ve her zaman ne yapmışsa, nasıl yapmışsa onu aynen taklit etmemiz gerektiğini kastetmiyoruz. Rasûlullah (a.s.)'ın hayatına tıpa tip uymak ve hatta aslı ile kopyası arasında herhangi bir fark bırakmamak amacımız olmamalıdır. Zaten Kur'ân-ı Kerim de böyle bir kopya çekilmesini emretmiyor. Kur'ân-ı Kerim bu hususta bir genelleme yapmıştır ve Hz. Peygamber (a.s.)'in hayatını genel hatlarıyla örnek almamızı istemiştir. Bu hususta, Hazreti Peygamber (a.s.) ile sahabelerin söz ve hareketleri de bizim için yol gösterici nitelik taşımaktadır. Burada ayrıntılara girmeye gerek yoktur. Ancak kısaca belirtmek istersek, diyebiliriz ki; İslâm dininde farz, vacip ve sünnet olarak bilinen konularda Hz. Muhammed (a.s.)'in söz, vaat, telkin, ikaz ve fiillerine tıpa tip uyulmalıdır. Örneğin, namaz, oruç, hacc, zekât gibi konularda en ufak bir itiraz veya istisnaya yer yoktur. Ama İslâmî yaşantıyla ilgili genel öğretileri; mesela medeni, kültürel, ekonomik, sosyal ve siyasal konuların ayrıntıları konusunda bazı istisnalar vardır. Bu gibi meselelerde Hz. Muhammed (a.s.), ahlâk, hikmet ve dürüstlük ile ilgili belli başlı kurallar meydana getirmiştir. Bir de çeşitli söz ve hareketleriyle, bu hususla bize seçenekler bırakmıştır. Bunlardan akıl ve mantık ile İslâmiyet'in ruhuna en uygun olanlara uyma hürriyetimiz vardır. Böylece, iyi niyetle Hz. Muhammed (a.s.)'in hayatını örnek almak isteyen biri için hangi konularda kendisine tam itaat etmesi ve hangi konularda kısmen ya da akıl ve mantık kuralları çerçevesinde uyması gerektiğini öğrenmek hiç de zor değildir.
Fakat bazı ard niyetli ve bilgisiz kimseler bu hususta tutarsız sorular sorarlar. Derler ki, Hz. Peygamber (a.s.)'in dili Arapça idi, o halde biz de mi Arapça konuşalım? Hz. Muhammed (a.s.) Arap kadınlarıyla evlenmişti, biz de Arap kadınlarıyla mı evlenelim? Hz. Muhammed (a.s.) kendisine mahsus bir kıyafet giyerdi, biz de mi aynı kıyafeti giyelim? Kendisinin yiyecekleri, içecekleri başka idi, biz de mi o şeylerden yiyelim, içelim? Hz. Muhammed (a.s.)'in toplumsal yaşantısı başka türlüydü, biz de mi aynı şekilde yaşayalım? Keşke bu İnsanlar önemli olanın, Hz. Muhammed (a.s.)'in konuştuğu dil değil, onun muhtevası ve üslûbu olduğunu bilseler, önemli olan, Arap veya başka bir milletten olan kadın ile evlenmek değil, o kadına yaptığımız muamele, haklarını ödemek, onun üzerine olan şer'i selâhiyetleri, doğru şekilde kullanmaktır. Aslında Hazreti Peygamber (a.s.)'in, mübarek zevcelerine yaptığı güzel muamele her müslümanın aile hayatı için birer örnek olmalıdır. Sonra, Hz. Muhammed (a.s.)'in giydiği kıyafetin bütün müslüman erkekler için mecburi kılındığını iddia eden kimdir? Yediği yemekler de müslümanlar için zorunlu hale getirilmemiştir. Asıl dikkate değer olan şey, giyimde kuşamda Hazreti Peygamber (a.s.)'in riayet ettiği sınır ve kurallardır. Yiyecek, içecek konusunda da önemli olan getirdiği adab, kaide ve kurallardır. Kur'ân-ı Kerim'de iyi ve kötü şeyler arasındaki fark genel hatlarıyla belirtilmiştir. Kur'ân'ın ifadelerinden hangi konularda peygamberlere itaat edilmesinin faydalı olduğu, hangi konularda itaat edilmesinin gerekli olmadığını anlamak mümkündür. Aslında Hazreti Peygamber (a.s.)'in özel ve görevi ile ilgili yaşantısı açık bir kitaptır ve bunu incelemek ve örnek almak hiç de zor değildir. Rasûlullah'ın bütün hayatı doğru ve Allah'tan korkan bir müslüman için örnek bir hayattır. Nitekim, Hz. Aişe (r.a.) bu hususta şöyle buyurmuştur: "Eğer, Kur'ân'ın talimatı ve ruhuna göre mü'min bir insanın dünyada nasıl yaşaması gerektiğini bilmek isliyorsanız, o zaman Muhammed Mustafa (a.s.)'nın hayatını örnek almalısınız." Doğrusu, Allah'ın kitabında genel hatlarıyla ortaya konan İslâm, Rasûlullah (a.s.)'ın kişiliğinde açık ve etraflı ifadesini bulmuştur.
6.3.17. Peygamber, Her Zaman Peygamberdir
Allah'a şükürler olsun ki, bu bölümün başında bahsettiğimiz Üçüncü Grub'a bağlı kimseler, Birinci ve İkinci Grup'takilerden daha mantıklı ve ileri düşüncelidirler. Ama bazı hadislere bakarak, "Hz. Peygamber her an ve her durumda peygamber olmaz. Dolayısıyla, her sözü ve her harekeli bir peygamber olarak kabul edilmemelidir" görüşüne kapılmışlardır. Aslında bu yanlış anlama, bambaşka olay ve konularla ilgili olan hadislerden kaynaklanmaktadır. Gerçek şudur ki Hazreti Peygamber (a.s.) her an ve her durumda Allah'ın rasûlüydü. Zaten, Hz. Muhammed (a.s.) kendisinin peygamber olduğunu, ne amaçlarla dünyaya gönderildiğini hiçbir zaman unutmamıştır. O'nun dünyaya gönderilme gayesi, insanlardan düşünme, fikir beyan etme, hareket etme hürriyetini ortadan kaldırmak, akıl ve fikirlerine kilit vurmak değildi. Hz. Muhammed (a.s.) dünyaya, tarım ve sanayi gibi konulan anlatmaya da gelmemişti. Hz. Muhammed (a.s.)'in maksadı ve hedefi, insanların ailevi ve özel hayatlarına karışmak da değildi.
Hazreti Muhammed (a.s.)'in hayatının tek gayesi vardı. İslami belirli bir inanç olarak insanların kalbine yerleştirmek ve bunu bir ferdin şahsiyetinde ve toplumun düzeninde faal ve canlı hale getirmekti. Hz. Muhammed (a.s.)'in hayatının bunun dışında bir gayesi ve hedefi olmamıştır. Hz. Peygamber (a.s.), hayatında eğer nadiren başka meselelerle ilgilenmişse de kendisine tâbi olanlara durumu izah ederek kendi fikirlerini belirtme ve hareket etme konusunda serbest bırakmıştır. Gerçi sahabeler ile diğer müslümanlar, Hz. Peygamber (a.s.)'in her sözünün Allah'ın Rasûlünün sözü olduğunu kabul ederek kendisine hiç ses çıkarmadan itaat etmeye hazırdılar ve dünyevi konularla ilgili olarak söylediği her sözün de risaletin emri olduğuna inanırlardı. Fakat, Hz. Peygamber (a.s.) hiçbir zaman, şahsi veya dünyevi bir mesele hakkında sahabelere ne bir emir vermiş, ne de onlardan itaat etmelerini istemiştir. Tam 23 yıl bu konuda titiz davranması, asıl mevkii ve görevini her an göz önünde bulundurması, bir an bile olsun şaşmaması, peygamberlik vazifesi ile şahsi ve dünyevi işlerini karıştırmaması ve taraftarlarına tam bir otorite kurmuş olmasına rağmen ilgisi olmayan bir konuda kendilerine herhangi bir emir ve direktif vermemesi kendisinin ne kadar sağlam karakterli ve vazifeşinas olduğunun açık bir delilidir. Fakat bununla beraber, şunu açıklamakta fayda vardır ki; dünya işleri ile ilgili söylediği sözler veya yaptığı hareketlerden çoğunun Allah'ın emri veya vahiy ile olmadığı söylenemez. Gerçi bu gibi konularda mübarek ağzından çıkan sözler emir niteliğinde olmamış ve kendisi de, müslümanları itaate mecbur etmemiştir. Ancak ağzından çıkan her sözün hak olduğu ve herhangi bir yanlışlık ihtimali bulunmadığı bilinmelidir, örneğin, Hz. Peygamber (a.s.)'in tip ilmiyle ilgili söylediği sözler ve gösterdiği yollar, öylesine faydalı ve hikmetlidir ki, insanın şaşmaması mümkün değildir. Tıp ilmini hiç bilmeyen, bu hususta hiçbir çalışması olmayan, hiçbir tecrübeden geçmemiş olan bu Arap Ümmi Peygamber (a.s.)'in tıbbın bazı evrensel gerçeklerini nasıl öğrendiğine, nasıl bildiğine akıl ermez. Halbuki, yüzyılların deneyleri ve araştırmaları Hz. Peygamber (a.s.)'in bu konudaki tavsiye ve çalışmalarını haklı çıkarmıştır. Buna benzer pek çok örnekler vermek mümkündür. Bu konular, peygamberlerin asıl görevi, yani tebliğ ile ilgili değildir, ama Allah'ın kendilerine verdiği ilham ve sağduyuyla her konuda en doğrusunu, en iyisini yapmaya kadirdirler. Demircilik ve zırhçılık ile peygamberlik arasında ne gibi bir münasebet olabilir? Fakat görüyoruz ki, Hazreti Davud (a.s.) işte usla oluyor ve bizzat Allahu Teâlâ kendisine bu ustalığı verdiğini beyan ediyor:
"O'na, sizi harbin şiddetinden koruması için zırh yapma sanatını öğrettik"(Enbiya; 80)
Peygamberlik ile kuşların dilini bilmek arasında ne gibi bir ilişki olabilir? Ama, Hz. Süleyman, bu konuda usta olduğunu bizzat kendisi söylüyor:
"Ey İnsanlar, bize kuşların dili öğretildi". (Neml; 16)
Marangozluk ile gemi yapımcılığı, peygamberliğin herhangi bir bölümü müdür? Fakat, Cenab-ı Hak Hz. Nuh (a.s.)'a sağlam bir gemi yap demiyor, aksine şöyle diyor:
"Bizim nezaretimizde ve vahyimizle gemiyi yap". (Hûd; 37)
Bu bakımdan, peygamberlere sadece tebliğ ve telkin ile ilgili vahiylerin geldiğini sanmak yanlıştır. Aslında, peygamberlerin hayatının tümü Allah'ın hidâyetine tâbiydi. Ama burada, peygamberlerin hayatının iki yanı olduğunu belirtmeliyiz. Bunlardan birincisine müslümanların uyması her hâlükârda şarttır. Bunun adım adım takip edilmesi ve her yönüyle örnek alınması elzem ve zaruridir. Fakat, peygamberlerin hayatının ikinci yanına uyulması her müslüman için her zaman farz değildir.Ne var ki, bu davranış farz olmamakla birlikte, Cenab-ı Hakk'ın sevgili kulu haline gelmek, O'nun katında üstün bir mevkiye yükselmek isteyen imanlı ve inançlı bir müslüman için, Peygamber (a.s.)'in bütün sünnetini örnek almaktan başka çare yoktur. Hz. Rasûl (a.s.)'ün sünnetinden bir santim bile ayrılmak, Allah ve Rasûlü tarafından daha az sevilmeye sebep olabilir. Aşk ve sevginin ilk şartı kayıtsız şartsız teslimiyettir. Rasûlullah (a.s.)'ı seven O'na tam olarak teslim olmalı, itaat etmelidir. Aşk, ayırım, fark ve istisna tanımaz.
6.3.18. Peygamber İle Peygamber Olmayanın Hâkimiyeti Arasındaki Fark
Yukarıdaki bahsimizden, peygamberler ile peygamber olmayanların hakimiyeti, saltanatı, otoritesi ve hükümdarlığı arasındaki fark sanırız kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu misallerden, peygamberler ile alelade hakim ve kadıların verdikleri kararlar arasındaki büyük fark da meydana çıkıyor. Özellikle, naklettiğim son üç ayet bu ayrıcalığı büsbütün ortaya koyuyor. Bu ayetler, Rasûlullah (a.s.)'ın emrine boyun eğme ve kararlarını itirazsız kabul etmenin, imanın esaslarından biri olduğunu gösteriyor. Bu emirlere uymayan, bu kararları kabul etmeyen mü'min değildir. Bir hükümdar veya yargıcın emir, kanun ve kararlarının bu kadar bağlayıcı, bu kadar etkili olduğu söylenebilir mi? Eğer değilse, "Allah ve Rasûl gibi kelimelerin Kur'ân-ı Kerim'de geçtiği her yerde saltanat veya hükümet anlamı çıkarılmalıdır" demenin ne kadar yanlış olduğu ortadadır. Benim itirazım, Mevlana Aslam Ciracpûri'nin işte bu sözlerinedir. Ben bunu, İslâm'ın ve Kur'an-ı Kerim'in talimatına tamamıyla aykırı sayıyorum. Peygamber efendimiz (a.s.)'den sonra hükümdarlar ile devlet erbabının emir ve kanunlarına saygılı olunmasını ben de teslim ediyorum. Aslında, bir İslâm devletinde hükümdar ve yöneticilere itaat vaciptir. Ama yöneticilerin ve liderlerin görevi de İslâm'ın gösterdiği yolda yürümektir. Onlar devlet ve hükümet işleri konusunda Hz. Muhammed (a.s.)'in mübarek hayatından, hikmetli söz ve fiillerinden örnek almalıdırlar. İslâm'da hükümdar ve liderlerin kararlarına büyük önem verilmiştir. Hatta bazı durumlarda, yöneticilerin hüküm, emir ve kararlarının Allah ve Peygamber'in emirlerine ters düşmesine rağmen vatandaşların bir ölçüye kadar doğru fikrini korumak kaydıyla bu emir ve kararlara uymaları emredilmiştir. Fakat, bu saltanat, hâkimiyet ve hükümetin, tamamıyla Kur'ân-ı Kerim'de gelen "Allah ve Rasûl" deyimiyle aynı olduğu anlamı nereden çıkıyor? Sıradan insanların karar ve hükümlerinin, Allah ile Rasûlü'nün emirleri olduğu söylenebilir mi? Böyle bir şey olsa, devlet erbabını masum ve hâşâ peygamber ile Allah gibi varlıkların benzeri kimseler olarak kabul etmemiz gerekecektir. Halbuki müslüman ülkeler ve milletler arasında Kitap ve Sünnet'ten pek uzak olan, hatta doğru yoldan tamamıyla sapmış ve dinsiz hükümdar ve yöneticilerin bulunduğu, tarihin çeşitli dönemlerinde görülmüştür. Şimdi müslüman halk, bu cahil, sapık hükümdar ve yöneticilerin sapık emir ve kanunlarını aynen Allah ve Rasûlü'nün emir ve kanunlarıymış gibi kabul edip dalâlete ve felâkete mi sürüklenmelidir? Mevlâna Aslam Ciracpûri'nin mantığına bakılırsa, böyle bir karanlık devrede ve ortamda Allah'ın bir kulu kalkıp bu zalim, cahil ve sapık hükümdar ve yöneticileri ve diğer müslümanları yanlış yolu terk edip Allah ve Rasûlü'ne itaate çağırırsa derhal kafası uçurulacaktır. Zira, adı geçen hükümdar ve idareciler pekâlâ diyebilirler ki, "Allah ve Rasûl biziz, sen hangi Allah ve Rasûle bizi çağırmak istiyorsun?"
6.4. PEYGAMBER'İN ŞAHSÎ VE DİNÎ HÜVİYETİ
"İslâm'da fikir hürriyeti kavramı" ve "Peygamberlik ve fonksiyonları" başlıklı iki yazımın Arapça tercümeleri Şam'da neşredilen "El-Müslimun" dergisinde yayınlanmıştı. Bu yazıları okuyan Suriye'li bazı alimler bazı noktalarının açıklığa kavuşması gerektiğini bildirdiler. Ayrıca, Şam'dan bir zât bana mektup yazarak ikinci yazımla ilgili bazı itirazlarda bulundu. Kendisi, mektubunda şunları yazıyordu:
"Hazreti Muhammed (a.s.) bir insan olarak, bizden bir fert gibi midir? Bir insan olarak, Hz. Peygamber (a.s.) de şahsî iktidar ve ikbal peşinde olan bir kişi olarak mı tarif edilmelidir? Başka insanlara hükmetme ve otorite kurma arzuları O'nda da mı aranmalıdır? Eğer durum böyle ise, Hz. Muhammed (a.s.)'in bir insan olarak insanî zaaflardan arınmış olmadığı hususları birbiriyle nasıl bağdaştırılabilir? Hz. Muhammed (a.s.)'in, peygamberlik payesine yükseltilmediği sürede sürdüğü normal bir insanın hayatı ve peygamberlik vazifesi yapmadığı süre içindeki söz ve hareketlerinin bizim için ne yararı olabilir? Hz. Muhammed (a.s.), peygamber olduktan sonra insanlık ve peygamberlik hüviyetleri ayrı ayrı mı kalmış yoksa birleşmiş midir? İki hüviyeti ayrı ise, bunları açıkça ve kesinkes birbirinden ayırmak mümkün müdür? Çünkü böylece Peygamber olan Hz. Muhammed (a.s.)'e itaat edilmeyebilir. Başka bir deyimle, Hz. Muhammed (a.s.)'in insan olarak ve peygamber olarak söylediği sözler ile yaptığı işleri ayırmanın usûlleri nelerdir? Yani, Hz. Peygamber (a.s.).'in şahsî ve dinî talimatları arasında ayırım yapmamız mümkün müdür? Hz. Peygamber (a.s.)'in hangi sözlerine itaat edilmeli, hangisine edilmemelidir? Acaba Hz. Peygamber (a.s.) ve diğer peygamberlerin şahsî görüşüne karşı çıkılabilir mi? Muhammed Mustafa (a.s.) kendi insanlık haline dikkat edilmemesi, önem verilmemesi için müslümanlara telkinde bulunmuş mudur? Hz. Peygamber (a.s.) müslümanların şahsi görüşlerini oluşturma ve açıklamaları için kendilerini teşvik etmiş midir? Ayrıca, Hazreti Ömer (r.a.) zaman zaman, Hz. Muhammed (a.s.)'in şahsi görüşlerine karşı çıkmış mıdır?..."
Yukarıdaki mektubun dışında bazı diğer kesimlerden de söz konusu iki makalem ile ilgili bazı itirazlar kulağıma gelmiştir. Bu itirazların başında iki yazıda çelişkiye düştüğüm yer alıyor. Bu itirazlara göre, ilk yazıda diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed (a.s.)'in Peygamberlik ve insanlık yönü arasında fark olduğunu, insanların, peygamberler ile Hz. Muhammed (a.s.)'in sadece peygamberlikleriyle ilgili söz ve davranışlarına itaat etmeleri, insanlık halleriyle ilgilenmemeleri, bu konuda kendilerine itaat etmemeleri gerekliğini belirtmişim. Yine itiraz edenlere göre, ikinci yazıda bu görüşümün aksine, peygamberlere her durumda itaat etmemiz gerektiğini belirtmişim. Güya ikinci yazımda ilkinin tam aksine bir tez savunmuşum, peygamberlerin insanlık ve peygamberlik hüviyetlerinin aslında ayrı olmayıp tek bir kişide birleştiğini, bu bakımdan hangi şartlarda olursa olsun peygamberlerin hareketlerine uyulması lâzım geldiğini savunmuşum. İtiraz edenler, görünüşle bu iki ayrı görüş arasında bağ kurmanın zor olduğunu belirtiyorlar.
Bu bölümde bu konuya ayrıntılı bir şekilde değinmenin yerinde olacağını sanıyorum.
Öncelikle şunu unutmayalım ki, bu meselenin iki önemli yanı vardır: Birincisi teorik yönü, ikincisi, ise amelî ve pratik yönü. Yani peygamberin şahsiyetini bir hidâyet kaynağı olarak kabul edersek; bunu bütünüyle bir peygamberin kişiliği olarak mı, yoksa bir insan ile bir peygamber arasında bölerek mi kabul etmeliyiz. Önemli olan önce peygamberin kişiliğinde ikilik olup olmadığını tesbit etmek, daha sonra da, eğer ikilik olduğunu teorik olarak kabul ediyorsak, bunun pratik yönünü ele almak ve şahsı ile peygamberâne söz ve hareketlerine uyup uymayacağımızı belirlemektir.
İlk önce teorik yanını ele alalım. Kur'ân-ı Kerim, peygamberlerin şahsî ve peygamberâne hüviyetleri arasında fark olduğunu kesin bir şekilde ifade etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'e göre, peygamberler, insanları kendi kulları değil, Allah'ın kulları yapmaya gönderilirler. Al-i İmrân sûresinin 79. ayetinde şöyle denilmiştir:
"Beşerden hiç kimsenin, Allah kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği versin de, sonra o, insanlara: 'Allah'ı bırakıp da bana kulluk edin' deme (hakkı ve yetkisi) yoktur. Fakat, o, öğretmekle olduğunuz ve ders alıp vermekte bulunduğunuz Kitaba göre Rabbâniler olunuz" (deme görevindedir).
Peygamberlere iki vazife birden verilir: Vazifelerden biri, insanları Allah'tan başka kimselerin köleliğinden kurtarmaktır. Yani, peygamber, insanları başkalarının yanı sıra kendisine kul olmalarından da kurtarır. Vazifelerinden ikincisi, bütün insanları tek Allah'ın kulu yapmaktır
"Biz her millete bir peygamber gönderdik (ve onlara şu talimatı verdik:) Allah'a ibadet edin ve Tağut'tan uzak durun" (Neml; 36)
"De ki: 'Ey kitap ehli, Allah'tan başkasına ibadet etmemek, O'na bir şeyle şirk koşmamak, Allah'ı bırakıp da birbirimizi ma'bud edinmemekten ibaret olan ve bizimle sizin aranızda müsavi bulunan bir kelimeye geliniz" (Al-i İmrân; 64)
Dinimizde, peygamberlere itaatin kayıtsız şartsız emredilmesi; peygamberlerin şahsî hüviyetleri açısından değil, Allah'ın emir ve talimatının onlar vasıtasıyla gelmiş olmasındandır. İşte bu sebeple, peygambere itaat, Allah'a itaat ile bir tutulmuştur. Meselâ, şu ayetlere bakın:
"Biz, gönderdiğimiz peygamberi Allah'ın izni ile itaat olunsun diye gönderdik". (Nisâ; 64)
"Kim Peygambere itaat ederse muhakkak Allah'a itaat etmiştir" (Nisâ; 80)
Bununla beraber, gerek Kur'ân-ı Kerim, gerekse hadislerden, Hz. Muhammed (a.s.)'in, Allah'ın emriyle değil, kendi düşüncesine göre söylediği bir söze, Allah'tan gelen bir emre uyulması gerektiği gibi uyulmasının gerekli olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Bu hususta "İslâm’da fikir hürriyeti kavramı" konulu yazımda çeşitli örnekler sunmuş bulunuyorum. Bunun en bariz misali, Hz. Zeyd bin Harise (r.a.)'nin, Hz. Peygamber (a.s.)'in emrinin hilafına Hz. Zeyneb (r.a.)'i boşamış olması ve ne Allah'ın, ne Peygamber (a.s.)'in bu konuda herhangi bir olumsuz tepki göstermemeleridir. Bu olayın başka bir açıklaması olamaz ve yazımda bunu böyle yorumlamaya çalıştım. Hurma ağaçlarının dikilmesi olayı da hepimizin malumudur. Hazreti Peygamber bu hususta şunları söylemiştir:
"Ben de bir insanım. Ben size din ile ilgili bir emir verdiğim zaman buna uymalısınız. Ama kendi görüşümü belirttiğim zaman (düşünün ki) ben de bir insanım. Ben tahminime göre bir şey söylemiştim. Tahmin ve şahsî görüşüme dayalı sözlerimi kabul etmeye mecbur değilsiniz. Ancak Allah tarafından size bir şey söylersem onu kabul edin. Çünkü ben Allah adına yalan konuşmadım. Siz dünyevî konuları daha iyi bilirsiniz" (Sahih-i Müslim, Dünya işleriyle ilgili bölümler).
Meselenin teorik yanı budur. Şimdi pratik yanını ele alalım.
Aslında, Cenab-ı Allah'ın, peygamberlere yüklediği vazife çok hassastır. Yani, Allah bir insanı yegâne temsilcisi olarak insanlara gönderirken, kendisine aynı anda iki önemli vazife verir. Bir yandan, bu peygamber, kendi cinsinden olan büyük insanları, kendisi de dahil bütün insanlara itaat ve kölelikten kurtarıp, kendilerine fikir hürriyeti ve bağımsızlık ruhu verecektir. Diğer yandan da peygamber olan aynı insan, bütün insanların Allah'a kayıtsız şartsız itaat etmelerini sağlamak amacıyla bizzat kendisine itaat edilmesini isteyecektir. Yani nazari ve teorik olarak insanları insanların sömürüsünden kurtarmaya çalışan bir peygamber pratikte Allah'ın rasûlü olması sıfatıyla insanların kendisine tam olarak bağlanmasını isteyecektir. Gördüğünüz gibi, bu iki ayrı ve birbirine zıt olan vazife bir peygamber tarafından yerine getirilmek istenmiştir. Bu iki ayrı vazife ve kimliğin sınırları öylesine birbiriyle çatışır durumdadır ki, bunlar arasında doğru ve iyi bir ayırım çizgisi ancak Allah ve Rasûlü tarafından çizilebilir. Bu her babayiğidin işi değildir.
Şu aşağıdaki üç noktayı göz önünde bulundurduğumuz zaman meselenin daha da karmaşık ve hatta içinden çıkılmaz bir hal aldığını görürüz.
6.4.3. Asr-ı Saadet'ten Sonra Peygamberin Peygamberlik Yönünün Öğrenilmesi
Asr-ı Saadet'te Hz. Muhammed (a.s.)'in şahsi ve peygamberlik yönünü belirlemek amacıyla söz ve hareketlerini değerlendirmemizin ölçüleri bunlardır. Fakat daha sonraki devirlerde ve hatla çağımızda da Rasûlullah (a.s.)'ın iki yönü arasındaki farkı bilmemiz için bir takım şeriat usulleri vardır. Meselâ, en basitinden Rasûlullah (a.s.)'ın yaşadığı devir, ülke ve beraber olduğu İnsanlar bambaşkaydı, hayat tarzları değişikli. Hz. Muhammed (a.s.) o devirde Arabistan'da revaçta olan elbiseyi giyerdi. Giydiği kıyafet kendi icadı olmayıp o devrin ve muhitin bir kıyafetiydi. Bu hususta kendi zevki ve beğenisi fazla önemli değildi ve bir "emri vaki"ye uymak zorundaydı. Aynı şartlar yiyecek ve içecekleri için de geçerliydi. Kendisi, o devirde Arabistan'da Araplar arasında genellikle pişirilen ve yenen yemekleri yemeğe mecburdu. İçme konusunda da şahsî zevkinin önemi yoktu. Yani bu konularda seçme hakkı hemen hemen yoktu. Şimdi bu kıyafet veya yemeklerin özü veya mahiyeti ne olursa olsun, önemli olan Hazreti Peygamber (a.s.)'in bunlarla ilgili getirdiği bazı görgü, ahlâk, medeniyet, temizlik ve sağlık kurallardır. Yani bu kıyafet ve yiyecekler, içecekler konusunda sözleri ve hareketleriyle belirlediği "Şeriat usulleri ve İslâmî âdâb"dır. Kısaca yukarıda zikrettiğimiz husus, Hazreti Peygamber (a.s.)'in insanlık hali ve şahsiyetiyle ilgili olup, ikinci husus da O'nun peygamberlik sıfatlarıyla bağlantılıdır. Başka bir deyimle, Allah tarafından insanlara anlatmakla görevlendirildiği Şeriat'ın kapsamına, insanların bazı özel faaliyetleri, örneğin, kıyafetler ile elbiselerin deseni ve modası ve yemek pişirme şekilleri vs. girmez. Fakat şeriatın ilgilendiği şeyler elbiseler ile yemeklerin dış görünüşü ve niteliği değildir. Şeriat, giyim, kuşam, yemek, içmek konusunda caiz, caiz olmayan, helâl ve haram gibi çeşitli sınırlar koymuş, genel hükümler meydana getirmiştir. Yani, Şeriat'ın ahlâk ve kültür ile ilgili getirdiği genel kuralların içinde yapılan her şey caizdir.
Hz. Muhammed (a.s.)'in insanlık ve peygamberlik halleri arasındaki farkı ister kendisinin herhangi bir açıklamasından, ister koyduğu Şeriat kurallarından öğrenelim, her iki durumda da bilgi kaynağımız Hz. Muhammed (a.s.)'in kendisidir. Yani, Hazreti Peygamber (a.s.) efendimizin herhangi bir insanî durumunu da tesbit etmemiz için O'nun peygamberlik haline müracaat etmek zorundayız. Biz doğrudan doğruya Hz. Muhammed (a.s.)'in insanlık hüviyetiyle ilgilenemiyoruz, işte, "Hz. Muhammed'in sünnetinin fonksiyonları" başlıklı ikinci yazımda bu noktayı vurgulamaya çalıştım ve bu konuda sünneti inkâr edenleri uyarmak istedim. Ehl-i Kur'ân veya sünnetin münkeri olarak bilinen bu grubun en büyük hatası, Abdullah oğlu Muhammed (a.s.)'in peygamberlik ve insanlık hali arasındaki farkı bizzat kendilerinin belirlemeye çalışmasıdır. Halbuki daha evvel işaret ettiğimiz gibi bu öyle kolay bir iş değildir ve biz buna muktedir değiliz. Ama bu gruptakiler kendilerine göre, Hz. Muhammed (a.s.)'in insanî ve şahsi olduğunu söyledikleri söz ve davranışlarından kendilerini azad etmişlerdir. Yani, Hz. Muhammed (a.s.)'in sözde insani ve şahsi hareketlerine itaat etmiyorlar. Oysa, Hz. Peygamber (a.s.)'in insanlık ve peygamberlik halleri arasındaki gerçek ayırım Allah ve Rasûlü tarafından yapılmıştır. Bu ayırımın yapılmasının amacı da bizim herhangi bir inanç yanılgısına kapılıp, Abdullah oğlu Muhammed (a.s.)'i bir tanrı haline getirmemizi önlemektir. Yani Allah'a itaat etmeye çağıran Peygamber'i, "Allah" sanmamızı engellemektir. Fakat, bu ayırım nazarî ve teorik yapılmıştır. Pratikte ise, Hz. Muhammed (a.s.) her zaman ümmeti için bir peygamberdir. Ümmeti, Abdullah oğlu Muhammed (a.s.) hakkında fikir hürriyetine sahip oluyor veya serbest davranabiliyorsa, bunu yine Rasûlullah (a.s.)'a borçludur. Bu hürriyet ve bağımsızlığı kullanmak konusunda gereken bilgi ve eğitimi sağlayan da, Rasûlullah (a.s.)'dır.
İşte bu açıklamalarımdan sonra zannederim, yukarıda bahsedilen izah tarzım okuyucular tarafından daha iyi anlaşılacaktır.
6.5. PEYGAMBERLİK MAKAMI VE KUR'AN'IN HÜKÜMLERİ
6.5.1. Peygamber'in Dört Çalışma Alanı
Kur'ân-ı Kerim'de Hazreti Muhammed (a.s.)'in peygamberlik mevkii ve dört çalışma sahası hakkında şu kayıtlara rastlıyoruz:
"Bizim, Beyti sevap kazanılacak yer ve emniyet mahalli eylediğimizi yâd et; İbrahim'in makamını namazgah yapınız. İbrahim ve İsmail’e Beyt'imi, tavaf edenler, itikâf eyleyenler ve namaz kılanlar için temizleyin diye emrettik... Ya Rabbi, onlara kendilerinden bir peygamber gönder ki, onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin, onları günahlardan temizlesin". (Bakara; 125,129)
"Aranızdan size bir Peygamber gönderdik ki; ayetlerini okuyan, onları kötülüklerden ve küfürden temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah mü’minlere büyük lütuf ve keremde bulunmuştur". (Al-i İmran; 164)
"İçlerinde, kendilerinden onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları kötülüklerden ve küfürden temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah mü'minlere büyük lûtuf ve keremde bulunmuştur". (Al-i İmran; 164)
"Ümmetler içinde, onlara kendilerinden ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı, hikmeti öğreten bir peygamberi gönderen O'dur" (Cuma; 2)
Yukarıdaki ayetlerde Hz. Peygamber (a.s.)’e Kur'ân'ın ayetlerinin yanı sıra üç şeyin daha verilerek dünyaya gönderildiği defalarca tekrarlanmıştır. Demek ilk iş olarak kendisine Kur'ân-ı Kerim'in ayetleri verilmiştir. İkinci iş olarak, insanlara Kitab'ı öğretmesi islenmiştir. Peygamberlik sahasına giren üçüncü görev de Kitabullah'ın amaç ve ruhuna uygun olarak peygamberin insanlara, "hikmet''i öğretmesidir. Peygamberlik makamının dördüncü işi de insanları hem kişi, hem toplum açısından tezkiye etmek, yani nefislerini temizlemektir. Bu noktayı açacak olursak, bir peygamberin görevleri arasında, bireyler ile toplumun her türlü eksiklik, ayıp ve kötülüklerini giderip ıslah etmek ve iyi bir ortamda gelişmelerini sağlamak yer almaktadır.
Burada önemle durulması gereken husus Kitab ve "hikmet”in öğretilmesidir. Yani Kur'ân-ı Kerim ile "hikmet”in öğretilmesi, ilâhi ayetlerin insanlara yalın bir biçimde iletilmesinden mutlaka başka bir şeydir ki, bunlardan ayrı ayrı bahsedilmiştir. Aynı şekilde, Hazreti Peygamber'in fertler ile cemiyetin ıslahı ve terbiyesi için aldığı tedbirler ve harcadığı çabaların da ayrı bir önemi olsa gerek. Şimdi bana söyler misiniz, Kur'ân-ı Kerim'i insanlara iletmenin yanı sıra, Hz. Muhammed (a.s.)'in haiz olduğu öğretmen ve velî makamlarına kendisi mi gidip oturmuş, yoksa Cenab-ı Allah mı O'na bu mevki ve şerefi vermiştir. Kur'ân-ı Kerim'e inanan ve müslüman olduğunu söyleyen bir kimse, Hz. Peygamber (a.s.)'in öğretmen (hoca) ve veli sıfatlarının peygamberliğinin birer parçası olmadığını iddia edebilir mi? bu husustaki çalışma ve faaliyetlerinin, peygamberliği ile ilgili olmayıp, sadece özel hayatıyla ilgili olduğu söylenebilir mi? Eğer söylenemezse ve Hz. Peygamber'den Kur'ân'ın sözlerini insanlara iletmenin dışında bir takım hizmet ve vazifeler islenmiş ve Kitabullah ile hikmet hakkında insanları bilinçlendirmesi, eğitmesi beklenmişse ve Hz. Muhammed (a.s.)'de bunları aynen yapmışsa, akıl, mantık ve dinî geleneğimize aykırı düşen bir şey var mı? Böyle bir durumda, Hz. Peygamber'in bu çok yönlü çalışmalarını inkâr edenler bizzat O'nun peygamberliğini inkâr etmezler mi?
6.5.2. Kur'ân'ın Açıklayıcısı Olarak Peygamber (a.s.)
Nahl sûresinde Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
"Sana da (habibim) insanlara kendileri için indirilen her şeyi açıklayasın diye Zikr'i (Kur'ân'ı) indirdik" (Nahl; 44)
Gördüğünüz gibi, Hazreti Peygamber (a.s.)'e yüklenen görevlerden biri, Kur'an'da yer alan ilâhi emir ve hikmetli sözleri kendisine tabi olanlara tefsir ve izah etmekti. Herkes biliyor ki, bir yazı veya kitabın açıklanması ve yorumlanması, o yazı veya kitabın sadece okunması veya duyurulmasıyla mümkün değildir. Bir yazıda kullanılan dil, kelime, deyim ve üslûp ile işlenen konu ve olayları açıklamak için epeyce çaba göstermek gerekir. Değişik değişik ifadeler kullanmak, çeşit çeşit örnekler vermek gerekir. Yazı veya kitapta teorik ve pratik konular geçer. Teorik konulan açıklamak için öğretmenin bazen pratik örnekler vermesi gerekir ve bunun tatbikatını da yapar. Şimdi yukarıdaki ayeti gördükten sonra, Hz. Muhammed (a.s.)'in, Kur'ân-ı Kerim'in açıklayıcısı, öğreticisi olmadığını söyleyebilir miyiz? Eğer söyleyemezsek, Hz. Peygamber (a.s.)'in açıklayıcı, öğretici ve eğitici kimliğini Allah'tan başka kimsenin tayin etmediğini de kabul etmeliyiz. Zâten Cenab-ı Allah da onu ifade etmektedir. Yani, Hz. Peygamber (a.s.) söz ve hareketleriyle Kur'ân-ı Kerim'i müslümanlara açıklamakla görevlendirilmiştir. Böyle bir durumda, Kur'ân'ın bir açıklayıcısı olarak Hz. Muhammed (a.s.)'in kimliği, peygamberlik makamından ayrı düşünülebilir mi? Akıllı bir insan, O'nun sadece Kur'ân-ı Kerim'i alıp getirdiğini kabul ve hem nazarî hem tatbikî olarak onu müslümanlara açıkladığını reddedebilir mi?
Yukarıdaki ayet, Allah'ın "zikrinin bir insan tarafından iletilmesine karşı çıkan ve peygamberliği inkâr edenleri nasıl susturucu mahiyette ise, Peygamber (a.s.)'in açıklamasını ve yorumunu kabul etmeyerek sadece Allah'ın kelamını kabul etmek isteyenleri de cevapsız bırakacak niteliktedir. Onlar ise Peygamber (a.s.)'in sadece "zikr"i getirdiğine, açıklamasını ve yorumunu yapmadığına inansınlar; ister sadece "Zikr”i kabul edip Peygamber (a.s.)'in açıklamasını reddetsinler; islerse de kendileri için sadece "zikr"in kâfi olduğuna ve açıklamaya gerek olmadığına, hatta güvenilecek durumda olmadığına inansınlar; bu dört tür inancın hepsi de Kur'ân-ı Kerim ile çatışır durumdadır ve kendileri mutlak bir yanlış içindedirler.
Yukarıda bahsettiğimiz ilk inancın anlamı şudur: Hz. Peygamber (a.s.) dünyaya gönderilme amacını kendisi ortadan kaldırmıştır. Çünkü, bir an için Peygamber (a.s.)'in sadece "zikr"i getirdiğini, açıklamasını yorumunu yapmadığını farz etsek, O'nun dünyaya gelişi ve peygamberlik görevini üstlenmesinin hiçbir anlamı kalmaz. Eğer böyle bir şey olsaydı, Allahu Teâlâ "zikr"ini ya melekler vasıtasıyla ya da doğrudan kullarına gönderirdi, Peygamber (a.s.)'i göndermeye ihtiyaç duymazdı.
Yukarıda bahsettiğimiz dördüncü inanç da aynı şekilde tehlikeli ve zararlıdır. Böyle bir şeye inananlar aslında, hem Kur'ân-ı Kerim hem hadis-i şeriflere güvensizliklerini belirtirler ve her ikisini reddetmiş olurlar. Bu tehlikeli düşünce yeni vahiy ve yeni peygamberler için de kapıyı aralamış olur. Yukarıdaki ayetle gördüğünüz gibi, bizzat Allahu Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'in indiriliş amacının, ancak Peygamber (a.s.)'in izahatı ve telakkileriyle tamamlanabileceğini belirtmiştir. Ayrıca, peygamberin dünyaya indiriliş sebebinin de "zikr" veya "Allah'ın kelâmı"nı açıklaması olduğunu vurgulamıştır. Şimdi eğer "Hadis"i inkâr edenlerin, artık dünyada peygamberin açıklamasına ve yorumuna gerek kalmadığı yolundaki tezini bir an için doğru sayarsak, o zaman şu iki ihtimali kabul etmek zorundayız.
Birincisi, Hazreti Muhammed (a.s.) kendi hayatının örnek alınması hüviyetini kaybetmiştir. O'nun sözleri ve hareketleri artık bizim için "güzel birer numune" değildir. Hz. Muhammed (a.s.)'in durumu bizim için Hz. Hûd, Salih ve Şuayb (a.s.)'dan pek farklı değildir. Yani nasıl ki onların peygamberliklerini kabul ediyor, onlara iman ediyorsak, ama hayatlarının herhangi bir numunesi bulunmadığı için onları örnek atamıyorsak, Hz. Muhammed (a.s.)'in hayatını da takip edemiyoruz. Böyle bir inanç, yeni bir peygamberliğin ihtiyacını kendiliğinden gündeme getiriyor. Madem ki Hz. Muhammed (a.s.) dahil, eski peygamberlerin sünneti tatbik edilmeyecek, o zaman yeni bazı meseleler için yeni birtakım vahiylere ve peygamberlere ihtiyaç duyulacaktır. Böyle bir durumda ancak akılsız bir kişi peygamberliğin hitamında ısrar edebilecektir.
İkincisi, Kur'ân-ı Kerim, kendisini getiren peygamberin açıklaması ve tatbikatıyla anlatılmadıkça, bizzat kendi ifadeleriyle anlaşılma ihtimali zayıf olduğu için, Kur'ân-ı Kerim'i tanıyan ve buna iman edenler her ne kadar bunun kulların hidâyeti için yeterli olduğunu iddia ederlerse etsinler, onların iddiaları geçerli sayılmayacaktır. Böyle bir durumda yeni bir ilâhi kitabın ihtiyacı kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. Aslında, Hadis'i inkâr edenler Kur'an-ı Kerim'i de inkâr etmiş ve dinin temeline dinamit koymuş oluyorlar.
6.5.3. Dinî Lider ve Taklide Lâyık Örnek Olarak Peygamber (a.s.)
Al-i İmran sûresinde Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
"De ki, 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin...
De ki, 'Allah'a ve Rasûl'e itaat ediniz. Eğer yüz çevirirseniz, kâfir olursunuz". (Ayet; 31-32)
Ahzâb sûresinde de şöyle buyurmuştur:
"Sizin için Allah'ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır. Bu haslet, Allah'ın rızasını ve ahiret sevabını ümid edip Allah'ı zikredenlere mahsustur". (Ayet; 21)
Bu her iki ayette Allahu Teâlâ, Peygamber (a.s.)'in kesin önder olduğunu ve kendisine itaatin şart olduğunu söylüyor. Allah (c.c.)'a göre Hz.Peygamber (a.s.)'in hayatı müslümanlar için "güzel bir örnek”tir. Cenab-ı Allah, kullarının ancak böyle davranmaları halinde kendisine herhangi bir ümit bağlayabileceklerini, kendilerini sevdirebileceklerini belirtiyor. Allah ayrıca diyor ki, "sevgimi kazanmak istiyorsanız Benim sevgili Resûlüme tam olarak itaat etmelisiniz. Ondan yüz çevirirseniz, Ben'den de yüz çevirmiş olacaksınız ve bunun sonu küfre kadar varır". Şimdi bir kimse iddia edebilir mi ki, Hz. Muhammed (a.s.), dinî liderliğe kendisi gelip oturmuştur? Yoksa müslümanlar mı O'nu bu mevkiye getirmiştir? Hazreti Peygamber (a.s.)’e bu mevki ve şeref Cenab-ı Hak tarafından verilmemiş midir? Eğer Kur'ân-ı Kerim'in bu açık ifadelerini kabul ediyorsak, o zaman Hz. Peygamber (a.s.)'in, dinî liderliğe ve taklit edilecek mevkiye bizzat Allah tarafından getirildiğine inanmalıyız. Eğer bu da doğruysa, o zaman Hz. Peygamber (a.s.)'in söz ve hareketlerini numune olarak kabul etmemize mani olan nedir? Bu ayetlerden, sadece Kur'ân-ı Kerim'in örnek alınmasının kastedildiği öne sürülürse buna ancak gülebiliriz. Çünkü gerçekten böyle bir şey olsaydı, o zaman söz konusu ayetlerde "Fet'tebi'ûnî" kelimesi yerine "Fet'tebi-ul-Kur'ân" kelimesi kullanılmalıydı. Sonra, Hazreti Muhammed'in hayalında "güzel bir örnek vardır" deyimi de kullanılmamalıydı.
6.5.4. Kanunların Uygulayıcısı Olarak Peygamber (a.s.)
Cenab-ı Allah, A'raf sûresinde Hazreti Peygamber'den bahsederken şöyle buyurmuştur:
"O peygamber, onlara iyiliği emreder, kötülükten nehyeder. Tertemiz ve iyi olan şeyleri helâl, kötü ve zararlı şeyleri haram eder. Onların sırtlarındaki ağır yükü kaldırır. Onların zincirlerini kırar". (Ayet; 157)
Yukarıdaki ayette Cenab-ı Allah'ın, Hz. Muhammed (a.s.)'e kanunları hazırlama ve uygulama yetkisi verdiği açıkça ifade edilmiştir. Demek ki, kanunun hazırlayıcısı ve uygulayıcısı sadece Allah değildir. Allah'ın emrettiği, yasakladığı, helâl ettiği, haram ettiği, doğru ilân ettiği ve yanlış olarak belirlediği konuların dışında Hz. Peygamber (a.s.)'in helâl ve haram ettiği şeyler de aynı önemi taşımaktadır. Hz. Peygamber (a.s.) Allah'tan aldığı yetki ile bazı şeylerin gerekli bazı şeylerin gereksiz olduğunu belirtmiş, bu hususta çeşitli kaide ve kurallar meydana getirmiştir. Bunlar, Allah'ın kanunları ve şeriatının birer parçasıdır. Aynı konuya Haşr sûresinde aynı açıklıkla temas edilmiştir.
"Peygamber'in size verdiğini alın. Sizi, kendisinden nehyettiği şeyden de sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çok şiddetlidir" (Ayet; 7)
Burada hiç kimse sadece ve sadece Kur'ân-ı Kerim'den bahsedildiğini iddia edemez. Yukarıdaki her iki ayette Hz. Peygamber (a.s.)'in bir takım kanunları çıkarma ve uygulama yetkisine sahip olduğu açıkça anlatılmıştır Bunları te'vile imkân yoktur. Çünkü böyle bir şey te'vil değil tahrif olur. Burada, Cenab-ı Allah kanunları çıkarma ve uygulama yetkisi ile emir ve nehy konusunda selâhiyetin Hz. Peygamber (a.s.)'e mi, yoksa Kur'ân-ı Kerim'e mi verildiğini söylemektedir? Birisi çıkıp da burada Allah'ın yanlışlıkla (hâşâ) Kur'ân-ı Kerim yerine Peygamber (a.s.)'in adını kullandığını söyleyebilir mi?
6.5.5. Bir Hakim Olarak Peygamber (a.s.)
Kur'ân-ı Kerim'de bir yerde değil, birçok yerde, Cenab-ı Allah, Hazreti Muhammed (a.s.)'ı kadı, hakem ve hâkim olarak tâyin ettiğini ifade buyurmuştur:
"Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için sana hak olarak Kitab'ı indirdik. Hainler için müdafaacı olma". (Nisa; 105)
"Ve de ki, 'Den Allah'ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adalet etmekle emrolundum....". (Şura; 15)
"Aralarında hükmetmesi için Allah ve Rasûlüne davet olunduklarında mü'minler, 'işittik ve itaat ettik' derler". (Nur; 51)
"Allah'ın indirdiğine ve Rasûlüne gelin denilirse, münafıkların senden şiddetle yüz çevirdiklerini görürsün". (Nisa; 61)
"Aralarında cereyan eden olaylarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin karardan yürekleri bir sıkıntı duymadan teslim olmadıkça onlar, Rabbin hakkı için iman etmiş olamazlar". (Nisa; 65)
Peygamber (a.s.)'in hayatı müslümanlar için "güzel bir örnek”tir. Cenab-ı Allah, kullarının ancak böyle davranmaları halinde kendisine herhangi bir ümit bağlayabileceklerini, kendilerini sevdirebileceklerini belirliyor. Allah ayrıca diyor ki, "sevgimi kazanmak isliyorsanız Benim sevgili Resûlüme tam olarak itaat etmelisiniz. Ondan yüz çevirirseniz, Ben'den de yüz çevirmiş olacaksınız ve bunun sonu küfre kadar varır". Şimdi bir kimse iddia edebilir mi ki, Hz. Muhammed (a.s.), dinî liderliğe kendisi gelip oturmuştur? Yoksa müslümanlar mı O'nu bu mevkiye getirmiştir? Hazreti Peygamber (a.s.)’e bu mevki ve şeref Cenab-ı Hak tarafından verilmemiş midir? Eğer Kur'ân-ı Kerim'in bu açık ifadelerini kabul ediyorsak, o zaman Hz. Peygamber (a.s.)'in, dinî liderliğe ve taklit edilecek mevkiye bizzat Allah tarafından getirildiğine inanmalıyız. Eğer bu da doğruysa, o zaman Hz. Peygamber (a.s.)'in söz ve hareketlerini numune olarak kabul etmemize mani olan nedir? Bu ayetlerden, sadece Kur'ân-ı Kerim'in örnek alınmasının kastedildiği öne sürülürse buna ancak gülebiliriz. Çünkü gerçekten böyle bir şey olsaydı, o zaman söz konusu ayetlerde "Fet'tebi'ûnî" kelimesi yerine "Fet'tebi-ul-Kur'ân" kelimesi kullanılmalıydı. Sonra, Hazreti Muhammed'in hayalında "güzel bir örnek vardır" deyimi de kullanılmamalıydı.
6.5.4. Kanunların Uygulayıcısı Olarak Peygamber (a.s.)
Cenab-ı Allah, A'raf sûresinde Hazreti Peygamber'den bahsederken şöyle buyurmuştur:
"O peygamber, onlara iyiliği emreder, kötülükten nehyeder. Tertemiz ve iyi olan şeyleri helâl, kötü ve zararlı şeyleri haram eder. Onların sırtlarındaki ağır yükü kaldırır. Onların zincirlerini kırar". (Ayet; 157)
Yukarıdaki ayette Cenab-ı Allah'ın, Hz. Muhammed (a.s.)’e kanunları hazırlama ve uygulama yetkisi verdiği açıkça ifade edilmiştir. Demek ki, kanunun hazırlayıcısı ve uygulayıcısı sadece Allah değildir. Allah'ın emrettiği, yasakladığı, helâl ettiği, haram ettiği, doğru ilân elliği ve yanlış olarak belirlediği konuların dışında Hz. Peygamber (a.s.)'in helâl ve haram ettiği şeyler de aynı önemi taşımakladır. Hz. Peygamber (a.s.) Allah'tan aldığı yetki ile bazı şeylerin gerekli bazı şeylerin gereksiz olduğunu belirtmiş, bu hususta çeşitli kaide ve kurallar meydana getirmiştir. Bunlar, Allah'ın kanunları ve şeriatının birer parçasıdır. Aynı konuya Haşr sûresinde aynı açıklıkla temas edilmiştir.
"Peygamber'in size verdiğini alın. Sizi, kendisinden nehyettiği şeyden de sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çok şiddetlidir" (Ayet; 7)
Burada hiç kimse sadece ve sadece Kur'ân-ı Kerim'den bahsedildiğini iddia edemez. Yukarıdaki her iki ayette Hz. Peygamber (a.s.)'in bir takım kanunları çıkarma ve uygulama yetkisine sahip olduğu açıkça anlatılmıştır Bunları te'vile imkân yoktur. Çünkü böyle bir şey te'vil değil tahrif olur. Burada, Cenab-ı Allah kanunları çıkarma ve uygulama yetkisi ile emir ve nehy konusunda selâhiyetin Hz. Peygamber (a.s.)'e mi, yoksa Kur'ân-ı Kerim'e mi verildiğini söylemektedir? Birisi çıkıp da burada Allah’ın yanlışlıkla (hâşâ) Kur'ân-ı Kerim yerine Peygamber (a.s.)'in adını kullandığını söyleyebilir mi?
6.5.5. Bir Hakim Olarak Peygamber (a.s.)
Kur'ân-ı Kerim'de bir yerde değil, birçok yerde, Cenab-ı Allah, Hazreti Muhammed (a.s.)'ı kadı, hakem ve hâkim olarak tâyin ettiğini ifade buyurmuştur:
"Allah'ın sana gösterdiği gibi İnsanlar arasında hükmetmen için sana hak olarak Kitab'ı indirdik. Hainler için müdafaacı olma". (Nisa; 105)
"Ve de ki, 'Ben Allah'ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adalet etmekle emrolundum....". (Şura; 15)
"Aralarında hükmetmesi için Allah ve Rasûlüne davet olunduklarında mü'minler, 'işittik ve itaat ettik' derler". (Nur; 51)
"Allah'ın indirdiğine ve Rasûl'üne gelin denilirse, münafıkların senden şiddetle yüz çevirdiklerini görürsün". (Nisa; 61)
"Aralarında cereyan eden olaylarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin karardan yürekleri bir sıkıntı duymadan testim olmadıkça onlar, Rabbin hakkı için iman etmiş olamazlar". (Nisa; 65)
Bütün bu ayetler, Hazreti Peygamber (a.s.)'in kendi kendine ya da müslümanlar tarafından seçilen değil, bizzat Allah tarafından tâyin edilen bir kadı, yargıç ve hakem olduğunu belirtiyorlar. Üçüncü ayete dikkat ettiğinizde göreceksiniz ki, Hz. Muhammed (a.s.)'in hâkimlik veya kadılık sıfatı O'nun peygamberlik sıfatından ayrı değildi. Bu ayette, Hz. Muhammed (a.s.)'in hakemlik ve yargıçlığına iman edilmediğinde, peygamberliğine inanmanın mümkün olmayacağı belirtilmiştir. Yani mü'minlerin, Hz. Muhammed (a.s.)'in hâkimliğini sadece sözleriyle değil, hareketleriyle de kabul etmeleri zorunlu kılınmıştır. Dördüncü ayette "indirilen" (kitap) ve "peygamber”den ayrı ayrı söz edilmiştir. Bu demek oluyor ki, herhangi bir dini ve içtimai konuda Allah'ın kesin hükmünü öğrenmenin iki kaynağı vardır. Birincisi, Allah'ın kanunu olarak Kur'ân-ı Kerim ve ikincisi, bu kanuna göre kararını veren hâkim ve yargıç Hz. Peygamber (a.s.). Bu her iki kaynaktan yüz çevirmek münafıklıktır. Son ayette daha ileri gidilerek Hz. Peygamber'in kararını beğenmeyen veya O'nun hakemliğini kabul etmeyenin, mü'min bile olamayacağı ifade edilmiştir. Hz. Peygamber'in kararından canları sıkılanlar, imanlarını da kaybederler. Kur'ân-ı Kerim'in bu açık ifadelerinden sonra da, Hz. Muhammed (a.s.)'in kadılık, hâkimlik ve yargıçlığının özel önem taşımayıp kendisinin alelâde bir hâkim veya yargıç olduğunu ileri sürenler olabilir mi? Dünyada herhangi bir hâkime böyle bir yetki tanınmış mıdır veya tanınabilir mi? Yani, dünyada bir yargıcın kararını kabul etmeyen, eleştiren ve reddeden bir kişi imanını kaybedebilir mi?
6.5.6. Bir Hükümdar Olarak Hz. Peygamber (a.s.)
Kur'ân-ı Kerim'de birçok yerde Hz. Muhammed (a.s.)'in, Allah tarafından hükümdar ve rehber yapıldığı ve kendisine bu makamın da peygamber olması sebebiyle verildiği ifade edilmiştir.
"Biz, gönderdiğimiz peygamberi, Allah'ın izniyle itaat olunsun diye gönderdik". (Nisa; 64)
"Kim rasûle itaat ederse muhakkak Allah'a itaat etmiştir". (Nisa; 80)
"Gerçekten sana biat edenler, Allah'a biat etmiş olurlar". (Fetih; 10)
"Ey mü'minler, Allah ve Rasûlüne itaat edin. isyan ile amellerinizi boşa çıkarmayın". (Muhammed; 33)
"Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, mü'min bir erkekle mü'min bir kadın için, kendi işlerinde muhayyerlik haklan yoktur, Allah ve Rasûlüne âsi olan muhakkak açık bir sapıklık etmiştir". (Ahzab; 36)
"Ey mü'minler, Allah ve Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah'a ve Peygamber'e döndürün. Eğer Allah ve ahiret gününe iman ediyorsanız bu, sizin için hayırlıdır". (Nisa; 59)
Bu ayetler açıkça gösteriyor ki, Hz. Muhammed (a.s.) kendi başına buyruk olmamıştır veya kendi kendine hâkim olmamıştır. Hz. Peygamber (a.s.) gücüne veya kılıcına dayanarak iktidar koltuğuna oturmamıştır. Onu bu mevkiye getirenler müslümanlar da değildir. O, Allah tarafından iktidara getirilen bir hükümdar ve rehberdir. O'nun hükümdarlığı veya rehberliği peygamberlik sıfatından ayrı değildir. Aksine, hükümdar olması peygamberliğinden ileri geliyor. O'na itaat etmek, O'nun iktidarını tanımak, O'nun çıkardığı kanunlara uymak, bizzat Allah'a ve onun emirlerine uymaktır. O'na biat ediyorsak, Allah'a biat ediyoruz. O'na baş kaldırmak, Allah'a baş kaldırmak demektir. Peygamber (a.s.)'in hâkimiyetine karşı çıkmak O'na isyan etmek, bütün iyi işler ve amellerden vazgeçmek demektir. Bu bakımdan Allah ve Rasûlü hangi konularda görüşlerini beyan etmiş emirlerini açıkça vermişlerse, aralarında hükümdar, lider ve diğer yönetici kadro da olmak üzere, bütün müslümanlar, bunlara aynen uymak zorundadırlar. Bu hususlar son ayette daha açık bir şekilde dile getirilmiştir. Bu ayette itaatin üç derecesinden bahsedilmiştir:
1-İlk önce Allah'a itaat,
2-Daha sonra Peygamber (a.s.)'e itaat,
3-Bundan sonra da "emir sahipleri" yani hükümdar, idareci ve devlet erbabına itaat.
Bu derecelendirme gösteriyor ki Peygamber (a.s.), "emir sahipleri" veya devlet yöneticileri arasında yer almıyor. O'nun yeri ve mevkii alelâde lider veya yöneticilerden ayrı ve yüksektir. Peygamber (a.s.), Allah'tan sonra ikinci sırada yer almaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken ikinci nokta Allah ve Peygamber (a.s.)'e kayıtsız, şartsız itaattir. Bazı konularda devlet yöneticileriyle ihtilaf olabilir, ama Allah ile Rasûlü için bu imkânsızdır. Burada dikkat edilmesi gereken bir başka husus da bu gibi ihtilaf ve anlaşmazlık hallerinde karar mercii Allah ve Peygamberidir. Gayet tabii ki, karar mercii sadece Allah olsaydı. Peygamber (a.s.)'in adı ve sanı burada bu kadar açık bir şekilde geçmezdi. Bu durumda Allah'a müracaatın Kur'ân-ı Kerim'e müracaat anlamında olduğunu kabul edersek, Peygamber (a.s.)'e müracaatın da O'nun yaşadığı devirde bizzat kendisine, ama vefâtından sonra geride bıraktığı sünnetine başvurma mânâsında olduğunu kabul etmeliyiz.
Aslında, meselenin derinliğine inecek olursak, Asr-ı Saadet'te, yani Hz. Muhammed (a.s.) sağ iken bile herhangi bir konuda başvurulan ikinci kaynağın, Rasûlullah (a.s.)'in sünneti olduğunu görürüz. Bu noktayı şöyle izah etmek mümkündür. Hz. Muhammed (a.s.)'in mübarek ömrünün sonlarına doğru İslâmiyet Arabistan'ın dışına kadar yayılmış ve İslâm Devleti'nin sınırları bütün Arap Yarımadasını içine almıştı. 110-120 bin mil kare gibi geniş bir memlekette her şeyin bizzat Hz. Muhammed (a.s.) tarafından şahsen izah edilmesi ve gösterilmesi mümkün değildi. İster istemez, o devirde de İslâm Devleti'nin vâli, kadı, kaymakam ve diğer mahalli idarecileri çeşitli konularda karar verirken önce Kur'an'a, sonra da kanunların ikinci kaynağı olan Rasûlullah'ın sünnetine müracaat ederlerdi.
6.5.7. Asr-ı Saadet'te Adlî Sistem
Hz. Muhammed (a.s.) hayatta iken kendisine intikâl eden idarî ve adlî konularda bizzat kendisi karar verirdi. Fakat, daha önce görüldüğü gibi, koskoca Arap Yarımadasında çeşitli bölgelerde çıkan bir ihtilaf veya herhangi bir medenî sulh ve ceza davası Hz. Peygamber (a.s.)'e intikal etmezdi. O sıralarda, memleketin her tarafında Hz. Peygamber (a.s.)'in tâyin ettiği "muallim"ler vardı. Bu muallim veya öğretmenler halka din bilgisi verirler, ayrıca günlük meseleler ile, ailevi ve içtimaî davalarda Allah'ın emri ve Rasûlullah (a.s.)'ın sünnetine göre karar verirlerdi. Bunun dışında, her bölgede Emir (vali), âmir (yüksek dereceli devlet idarecisi) ve kadılar da vardı ki, kendi alanlarını ilgilendiren meselelerde Allah ve Peygamber (a.s.)'in emir ve talimatına göre hareket eder, yetkilerini kullanırlardı. Bazen da, başka türlü mümkün olmadığı için, içtihad ederlerdi. Yani kendi sağduyularını kullanarak karar verirlerdi. Bu hususta getirilen kurallar ve kullanılan ölçüler, Hz. Muaz bin Cebel (r.a.)'in rivâyet ettiği ünlü hadisinde yer almaktadır:
"Rasûlullah (a.s.), Muaz bin Cebel'i Yemen'e kadı olarak gönderirken kendisine şu soruyu sordu: 'Kararını nasıl vereceksin?' Muaz cevap verdi: 'Allah'ın kitabında yer almış olan hidayete göre'. Dediler ki, 'eğer Kitabullah'ta bir şey bulamazsan?' Dedi ki: 'O zaman Rasûlullah'ın sünnetine göre'. Buyurdular ki: 'eğer bu şey Sünnet'te de yoksa?' Arz etti; 'kendi reyime göre (doğru ve hak olanı bulmaya) elimden gelen gayreti göstereceğim'. O zaman Rasûlullah buyurdular. 'Allah'a şükürler olsun ki, Rasûlullah'ın gönderdiği bir şahsa, Rasûlullah'ın benimsediği bir yol izleme fırsatı ve imkânı verdi." (Tirmizî, Ebvâb-ü Ahkâm, Sünen-i Ebû Davûd; Kitab'ul Aziye).
6.5.8. İslâm Düzeninin Anayasal Temelleri ve Bunda Peygamber (a.s.)'in Yeri
"Ey mü'minler, Allah'a ve Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah'a ve Peygamber'e döndürün. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inan ediyorsanız bu, sizin için hayırlıdır. Ve netice itibarıyla daha güzeldir" (Nisa; 59)
Yukarıdaki ayet, İslâm medeniyeti, dinî ve siyasî düzeninin temeli ve İslâm devletinin Anayasasının ilk maddesidir. Bu ayette şu başlıca kurallar kesin olarak ve vazgeçilmez şekilde benimsenmiştir:
1- İslâm düzeninde itaat edilmeye lâyık olan ilk varlık Allah'tır. Bir müslüman her şeyden önce Allah'ın kuludur. Her şey bundan sonradır. Müslümanların bireysel ve toplumsal düzenlerinin temeli Tek Allah'a sadakat ve itaat üzerinde kurulmuştur. Diğer itaat ve sadakalar, ancak Allah'a olan itaat ve sadakate ters düşmekle değil, tâbi olmakla geçerli olabilir. Bu asıl ve temel itaat ve sadakate rakip olabilecek ya da karşı durabilecek her türlü bağımlılık zinciri koparılıp atılacaktır. Bu hususu Hz. Muhammed (a.s.) şu kelimelerle ifade etmiştir: "Bir yaratık, Yaradan'ına itaatsizlik pahasına başkalarına itaat edemez."
2- İslâmî nizamın ikinci esası Rasûlullah (a.s.)'a itaat ve bağlılıktır. Aslında, bu kendi başına bir itaat değildir. Aksine, Allah'a itaatin tatbiki ve pratik şeklidir. Hz. Peygamber (a.s.) bizim için itaat edilmeye lâyık bir şahsiyettir; çünkü bize Allah'ın emir ve talimatını getiren ve onları tatbik ederek gösteren tek merci odur. Allah'a itaat ve bağlılık, Hz. Peygamber(a.s.)'in onayı olmadan beş para etmez ve Peygamber(a.s.)'e itaatsizlik etmek resmen Allah'a isyan etmektir. Nitekim, şu hadisle aynı konuya temas edilmiştir: "Bana itaat eden, Allah'a itaat etmiştir ve bana itaatsizlik eden, Allah'a itaatsizlik etmiştir". Kur'ân-ı Kerim'in emri de hemen hemen aynıdır ki, bundan ilerde daha etraflıca bahsedeceğiz.
3- İslâm düzeninde, yukarıdaki iki itaate bağlı olarak, müslümanlar için vacip olan üçüncü itaat vardır ki buna müslüman olan "emir sahipleri" ya da devlet yöneticilerine itaat denilmiştir. Aslında "emir sahipleri" geniş anlamlı bir deyimdir ve bütün hâkim ve liderleri kapsamaktadır. Örneğin, müslümanların din, devlet ve toplum işleriyle uğraşan kişiler, devlet büyükleri, siyasî ve ideolojik alandaki liderler, ulema, aydın, siyasetçi düşünür, bürokrat, yüksek rütbeli yetkililer, yargıç, hukukçu, kabile reisi, belediye başkanları ve mahalle muhtarları vs., kısacası, müslümanlara âmir durumda olan herkes bunun içine girmektedir ve müslümanların itaatine lâyıktır. Bu hâkim yönetici ve âmirlere karşı çıkmak ve kavga çıkarmak suretiyle Allah'ın kullarını zahmete sokmak ve toplum hayatını altüst etmek doğru değildir. Fakat, İslâm'da devlet büyüklerine ve yöneticilere itaat ve bağlılığın önemli bazı şartları vardır. Bir kere, yöneticinin kendisinin müslüman olması şarttır. İkincisi, o yönetici Allah ve Rasûlüne tâbi ve itaatkâr olmalıdır. Yöneticilere bağlılığın bu şartları sadece bahsettiğimiz ayette değil, Hazreti Peygamber (a.s.)'in muhtelif hadislerinde de gayet açık bir şekilde sıralanmıştır. Meselâ şu hadislere bakınız:
"Bir müslümanın kendi âmirlerine (yöneticilerine) -ister onların sözlerini beğensin, ister beğenmesin- uyması lâzımdır; ta ki, ona günah işleme emri verilmesin. Günah işleme emri verildiği takdirde, o ne bir şey dinlemeli, ne de kabul etmelidir." (Sahih-i Buhari ve Müslim).
"Allah ve Rasûl'üne isyan edilecek bir şekilde itaat edilmemelidir, itaat varsa "marûf' da vardır" (Sahih-i Buhari ve Müslim).
"Rasûlullah buyurdular ki, size hükümet edecek olanların bazı şeylerini 'maruf' bazılarını 'münker' bulacaksınız. Bunların 'münker'lerinden hoşnut olmadığını açıklayanlar kendilerini kurtulmuş olarak sayabilirler. Bunları beğenmeyen de paçasını kurtarmıştır. Fakat bunlara rıza gösteren ve itaat etmeye başlayan kişi zan altında kalacaktır. Sahabe sordu, 'bu gibi yöneticilerin devri gelince biz onlarla savaşacak mıyız?' Hz. Peygamber cevap verdi: 'Hayır, onlar namaz kıldıkları sürece değil".
Demek ki, yöneticilerin namaz kılıp kılmamaları, Allah ve Rasûlü'nün emirlerinden çıkmalarının son belirtisi sayılacaktır. Yani namazı terk eden yöneticilere karşı mücadele, doğru bir harekettir.
"Rasûlullah (a.s.) buyurdular, en kötü reisleriniz (yöneticileriniz) sizin için kötü düşünen ve sizin de onlar için kötü düşündüğünüz, sizi lânetleyen ve sizin de onları lanetlediğiniz yöneticilerdir. Sahabe sordu:
'Ya Rasûlullah, bu durum böyleyken biz onlara karşı ayaklanamaz mıyız?' Buyurdular, 'aralarınızda namazı sürdürdükleri müddetçe değil" (Müslim).
Bu hadis'te daha önce bahsettiğimiz şart, biraz daha açık şekilde ortaya konmuştur. Yukarıdaki hadisten, kötü yöneticilerin kendi kişisel hayatlarında namaz kılmaya devam ettikleri sürece kendilerine baş kaldırılmaması gerektiği intibaı alınıyordu. Fakat bu son hadisi ele aldığımızda bir yöneticinin şahsen namaz kılıp kılmaması değil, cemiyette ve bütün müslümanlar arasında namaz nizamını kurup kurmamasının önemli olduğunu görüyoruz. Yani yöneticilerin namaz kılmaları yeterli değildir. Onların kurduğu düzende namazın nasıl bir yer tuttuğu önemlidir. Eğer bir müslüman devlette, müslüman tebaanın namaz kılmaları mecburiyse ve bu hususta gereken bütün tedbirler alınmışsa, o devletin her kademesindeki yöneticileri usulen müslümandırlar. Bu da bir İslâm devletinin, "İslâmlık" hüviyetini koruyup koruyamamasının en son ölçüsüdür. Bu alâmet ve işaret de yoksa demek ki söz konusu devlet ve hükümet İslâm'dan ayrılmıştır. Ve bunu ortadan kaldırıp yerine tam manasıyla bir İslâm yönetimi kurmak için müslümanların mücadele etmeleri haklı sayılacaktır. Bu husus bir başka hadiste şöyle anlatılmıştır: "Nebi-yi Kerim (as.) bizden diğer konuların yanı sıra şu konuda da söz aldı: 'İşlerinde bariz bir küfre şahit olmadığımız müddetçe reislerimiz ve yöneticilerimizle kavga etmeyeceğiz. Kavga ettiğimiz takdirde de Allah'ın huzurunda onlara karşı gösterebileceğimiz bir delil olmalıdır" (Sahih-i Buhâri ve Müslim).
4- Söz konusu ayette kat'î ve kesin kural olarak belirlenen bir başka husus da, İslâm düzeninde, Allah'ın emri ve Peygamber'in sünnetinin kanun-u esasî ve başvurulacak son merci oluşudur. Müslümanların arasında ya da hükümet ile vatandaşlar arasında çıkan bir anlaşmazlığın giderilmesi için elde olan usullere göre herhangi bir neticeye varılmazsa, kesin karar için Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet'e müracaat edilmelidir. Allah ve Rasûl (a.s.)'un mahkemesinden çıkacak her karar hem hükümet hem diğer müslümanlar için bağlayıcı olacaktır. Zâten tüm dini ve dünyevî konularda Kitabullah ile Rasûl (a.s.)'un Sünnetine en büyük ve en son merci olarak başvurulmasından dolayıdır ki, İslâm düzeni, dinsiz ve Allahsız bir düzenden ayırt edilebilmektedir. Bu temel felsefe ve kurallardan yoksun olan bir düzen elbette ki İslâmî özellikler taşımamaktadır.
Bu noktada, bazı, kimseler itiraz edebilirler. "Canım böyle bir şey olur mu? Hele modern çağda böyle bir şeye imkân var mıdır? Bugünkü günlük hayatta her ufak tefek meselede Allah ve Rasûlüne müracaat edilebilir mi? Belediye, posta, telefon, telgraf ve buna benzer pek çok şeylerin yönetmeliği, kaide ve kuralları Kur'an-ı Kerim ve hadislerde bulunabilir mi?" Aslında, bu tür basit sorular ve gülünç itirazlar, dinin kurallarını bilmemekten ileri geliyor. Bir müslüman ile bir kafiri birbirinden ayıran nedir? Aralarındaki iman. Ama bu iman nasıldır? Bir kâfir yüzde yüz özgür ve bağımsız olduğunu iddia ettiği için kâfirdir. Ama bir müslümanın özgürlüğü ve bağımsızlığının bir sınırı vardır. O Allah'ın kulu olmak sıfatıyla, Rabbi'nin çizdiği sınırların içinde özgür ve bağımsızdır. Kâfir bütün işlerini kendi çıkardığı ve geliştirdiği kaide ve kanun1ann içinde yapmaktadır ve insanüstü bir varlığa inanmamaktadır. Bunun aksine, bir müslüman her konuda ilk önce Allah ve Peygamberine müracaat etmekte, onlardan hidayetini almaktadır. Bu iki merciden herhangi bir şey bulamadığı zaman âmir ve hâkimlerine müracaat etmektedir. İslâm fıkhının belirlediği emir ve itaat zincirinin en sonunda kendi düşüncesine ve görüşüne göre hareket etmektedir. Bir müslüman, ancak şeriatın açıklayıcısı ve öğreticisi Hz. Muhammed (a.s.)'in herhangi bir hükmü ve işareti bulunmadığı takdirde hareket serbestisine sahiptir.
6.6. HZ. PEYGAMBER'E KUR'AN'IN DIŞINDA İNEN VAHİYLER
"Onu acele (kavrayıp ezber) etmen için dilini onunla tahrik etme (depreştirme). Onun toplanması ve onu okutması bize aittir. Sana vahiy ile kıraat eylediğimizde sen de oku. Sonra onun beyan ve izahı da bize aittir" (Kıyamet; 16-19)
Bu önemli bir ayettir. Bu ayette öyle bazı usûl ve prensipler anlatılmıştır ki, bunları iyice kavrayan bir kişi başkalarının yaydıkları yalan yanlış şeylere inanmaktan kurtulur.
Birincisi, Hazreti Muhammed (a.s.)'e, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan Allah'ın kelâmının dışında da vahiylerin geldiği bu ayetle sabittir. Kur'ân-ı Kerim'de yer almayan bazı emir ve bilgiler de Allah tarafından Hz. Peygamber (a.s.)'e aktarıldı. Kur'ân'da yer alan emir, talimat, işaret, kelimeler ve özel deyimler ile ilgili açıklamalar da Allah'ın kitabında yer almış olsaydı, o zaman "onun beyanı ve izahı da bize aittir" demenin hiçbir anlamı kalmazdı. Zâten Kur'ân'da olan bir şeyin izahına ihtiyaç yoktur. O halde teslim etmeliyiz ki, Kur'ân-ı Kerim'in anlatımı, açıklaması ve yorumlanmasıyla ilgili Allah tarafından Hazreti Peygamber'e gelen ilham ve vahiyler Kur’ân-ı Kerim'de yer almamıştır. Kur'ân-ı Kerim'in dışında yapılan bu açıklamalar, Hz. Muhammed (a.s.)'e "hafî" (gizli) vahyin gelişinin bir delilidir.
İkincisi, Allah tarafından Hazreti Peygamber (a.s.)'e iletilen ve ulaştırılan Kur'ân-Kerim’in mefhumu, hikmetleri ve açıklamalarının maksadı, Rasûlullah (a.s.)'ın insanlara Kur'ân-ı Kerim'i söz ve fiilleriyle daha açık bir şekilde anlatmasını kolaylaştırmaktı. Maksat bu olmasaydı, Kur'ân-ı Kerim'in mefhum ve açıklamalarının sadece Peygamber (a.s.)'in istifadesi için gönderilmesi anlamsız olurdu. Bu açıklama ve bilgiler yalnızca Hz. Peygamber (a.s.)'in şahsiyetine ait olsaydı. Allah'ın bu gayreti hâşâ beyhude olurdu. Çünkü bunlar Hz. Muhammed (a.s.)'in kendi peygamberlik vazifesini yerine getirmesinde hiç de yardımcı olamazdı. Onun için, sadece akılsız ve düşüncesiz bir insan Allah'ın ek açıklayıcı bilgilerinin hiçbir amacı ve pratik önemi olmadığını ileri sürebilir. Nitekim, Allahu Teâlâ Nahl suresinin 44. ayetinde şöyle buyurmuştur: "Onları Mu'cize ve kitaplarla gönderdik. Sana da (habibim) insanlara kendileri için indirilen her şeyi açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik". Ayrıca, Cenab-ı Allah, Kur'ân-ı Kerim'de "dört ayrı yerde, Rasûlullah (a.s.)'ın işinin insanlara, sadece Kur'ân-ı Kerim'in ayetlerini duyurmak değil, bunun talim ve terbiyesini vermek olduğunu belirtmiştir. (Bakara; 29 ve 151. ayetler, Al-i İmran; 164. ayet ve Cum'a; 2. ayet). Bundan sonra aklı başında olan bir kişi, Kur'ân-ı Kerim'in en güvenilir ve doğru açıklamasının Hz. Muhammed (a.s.)'in söz ve fiilleriyle yapıldığına inanmaktan kaçınabilir mi? Bu doğru, güvenilir ve resmi açıklama ile yorumu bir yana bırakıp, kendi keyfine göre Kur'ân-ı Kerim'i tefsir etmeye çalışan bir kişi büyük bir günah işlemiş olur.
Üçüncüsü, Kur'ân-ı Kerim'i şöyle gözden geçirmiş olan bir kişi bile, bu ilâhi kitapta geçen pek çok söz ve deyimi sadece Arapçayı bilen bir kişinin tam anlamıyla anlayamayacağının derhal farkına varabilir. Örneğin, "salât" kelimesini ele alalım. Kur'ân-ı Kerim'de imandan sonra üzerinde en çok durulan bir şey varsa o da "salât"tır. Fakat sadece Arapçaya vakıf olan, ya da Arapçanın sözlüğüne bakarak bu kelimenin anlamını çıkarmaya çalışan bir kişi gerçek anlamını aslâ bulamayacaktır. Kur'ân-ı Kerim'de bu kelimenin sık sık kullanıldığını görünce diyecektir ki, Arapça'nın bu kelimesi muhakkak bir terim veya ıstılah olarak kullanılmıştır. "Salât'ın gerçek mefhumuna vakıf olmayan bu şahıs en nihayet diyecektir ki, bundan iman sahiplerinin mutlaka yapmaları gereken bir fiil kastedilmiştir. Ama o fiilin gerçek anlam ve mahiyetini bilemeyecektir. "Salât"tan ne kasdedildiğini, sadece Arapça bilen bir kişinin anlaması mümkün değildir. Şimdi sorarım size, Cenab-ı Allah, Kur'ân-ı Kerim'de kullanılan bu ve buna benzer pek çok söz ve deyimleri açıklamak ve fiilen göstermek üzere kullarına bir peygamber göndermeseydi, dünyada Kur'ân-ı Kerim'i okuyanlardan iki kişi bile "salat"ın, namaz manasına geldiği ve bunun belli bir ibadet şekli olduğu üzerinde anlaşabilirler miydi? Halbuki, yaklaşık 1400 yıldan beri müslümanlar nesilden nesile aynı şekilde namazı eda ede-geliyorlar ve yanlış şeyin yakıştırılmaması için azami gayret sarf ediyorlar. Yanlış şeylerin Hazreti Peygamber (a.s.)'e yakıştırılma ihtimalleri gittikçe artınca da ümmetin iyiliğini düşünen bir takım fedakâr ve cefakâr fertler, ak ile karayı, doğru ile yanlışı birbirinden ayırmak için görülmemiş çaba harcadılar. Aslında hadislerin hazırlanması konusunda müslüman âlim ve fakihlerin gösterdiği olağanüstü titizlik ve meydana getirdikleri muazzam ilmin bir başka örneğini görmek mümkün değildir ve müslümanlar bununla ne kadar iftihar etseler azdır. Bu ilmi bilmeyip batılı oryantalistler tarafından aldatılmaları yüzünden hadis ve sünnet'i güvenilir saymayan bu zavallı İnsanlar aslında çok talihsizdirler. Maalesef, kendi cehaletleri sebebiyle İslâmiyet’e ne büyük zarar verdiklerinin farkında bile değillerdir.
Kur'ân-ı Kerim'in dışında, Hz. Peygamber'e başka vahiyler ve başka ilâhî emirlerin geldiğini bizzat Kur'ân-ı Kerim açıklamıştır. Hz. Peygamber (a.s.) hem Kur'ân-ı Kerim'e hem diğer vahiylerde yer alan emirlere uymaya mecburdu:
"Senin üzerinde bulunduğun Kıbleyi, Peygamber'e tabi olan ile, arkasını döneni bilelim diye yaptık" (Bakara; 143)
Yukarıdaki ayet, her çeşit te'vile son veren ve Hz. Peygamber (a.s.)'e Kur'ân'dan başka vahiylerin gelmediği düşüncesini tamamıyla silen apaçık bir ayettir. Mescid-i Harâm (Kâbe) "kıble" ilân edilmeden önce, müslümanların kıblesi olan yerin (Mescid-i Aksa) kıble ilân edilmesine dair herhangi bir emir Kur'ân-ı Kerim'de yer almıyor. Ama ilk kıblenin Hz. Muhammed (a.s.) tarafından belirlendiğini ve müslümanların yaklaşık 14 yıl buna dönerek namaz kıldıklarını kimse inkâr edemez. 14 yıl sonra ise, Cenab-ı Allah, Bakara sûresinin yukarıdaki ayetiyle Hz. Muhammed (a.s.)'in bu kıble seçimini onayladı ve bu kıbleyi kendisinin seçtiğini ilân etti. Nitekim, Cenab-ı Hak ayette diyor ki, "bu kıbleyi, Hz. Peygamber vasıtasıyla ben seçtim. Bununla gayem, Peygamber'e kimin itaat ettiğini, kimin etmediğini görmekti". Bu ayet bir yandan, Hz. Peygamber Efendimiz (a.s.)'e Kur'ân-ı Kerim'in dışında başka vahiylerin geldiğini, bir yandan da müslümanların, Kur'ân-ı Kerim'de yer almayan bazı konularda Hz. Peygamber (a.s.)'e itaat etmeye mecbur olduklarını beyan ediyor. Hatta Allah katında Rasûlullah (a.s.)'a imanın, onun vasıtasıyla gelen emir ve talimata uyulma derecesine göre değerlendirildiği de bir gerçektir.
Şimdi bizim sormak istediğimiz soru şudur: Madem ki Hz. Peygamber (a.s.)'e Kur'ân-ı Kerim'in dışında herhangi bir vahiy gelmiyor, o zaman "kıble" ile ilgili ilâhi emir kendisine nasıl geldi? Bu, Hazreti Peygamber (a.s.)'e, Kur'ân-ı Kerim'de yer almayan bazı emirlerin de geldiğinin açık bir delili değil midir?
6.6.2. Mekke'nin Fethiyle İlgili Müjde
Hz. Peygamber (a.s.) Medine'de rüyada, Mekke'ye girdiğini ve Beytullah (Kâbe)'ı tavaf ettiğini görür. Hz. Peygamber (a.s.) bu rüyasını sahabeye açıklar ve 1400 kişiyle umre yapmak üzere yola koyulur. Mekke kâfirleri, Hz. Peygamber ile beraberindekileri Hudeybiye adlı yerde durdururlar. Nihayet Hudeybiye Anlaşması imzalanır. Bundan bazı sahabe hayli rahatsız olurlar. Aralarında bu durumdan yakınanlar da vardır. Bunların temsilciliğini Hz. Ömer (r.a.) üstlenir ve Hz. Peygamber (a.s.)'e sorar: "Ya Rasûlallah, siz bize dememiş miydiniz, biz Mekke'ye gireceğiz ve tavaf edeceğiz? Rasûlullah buyurdular: "Ben bu yolculuk sırasında mı bunun böyle olacağını söylemiştim?" Daha sonra Kur'ân-ı Kerim'de Cenab-ı Allah şunları söyler:
"Andolsun ki Allah, Peygamberine hak olarak gösterdiği rü'yayı tasdik etti. İnşallah (hepiniz) emin ve korkusuz başınızı tıraş etmiş, kısaltmış olarak Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilemediğiniz şeyleri bildi de, Mekke fethinden önce size yakın bir fethi mukadder kıldı." (Fetih; 27)
Yukarıdaki ayetten anlaşılıyor ki, rüya yoluyla Hazreti Peygamber (a.s.)'e Mekke'ye giriş şekli, arkadaşlarıyla birlikte oraya gidişi kâfirlerin onlara mani olacağı, sonra anlaşma yapılacağı, bundan sonra iki sene müddetle müslümanlara umre yapmak imkânı sağlanacağı ve nihayet Mekke fethinin yolunun açılacağı tek tek anlatılmıştı. Bu da, Kur'ân-ı Kerim'in dışında başka vahiy ve ilhamların Hz. Peygamber'e gelmelerinin bir delili değil midir?
Hazreti Muhammed (a.s.), zevcelerinden birine gizli bir şey anlatır. Ama bu zevcesi bu gizli şeyi başkalarına anlatır. Hz. Peygamber (a.s.) bunun üzerine kendisine serzenişte bulunur ve gizli bir şeyi niçin başkalarına anlattığını sorar. Zevcesi de hayret içinde kendisine sorar, "Ya Rasûlallah benim bu hareketimi nereden öğrendiniz?" Hz. Peygamber (a.s.) de der ki, "Bu bilgiyi bana her şeyi bilen ve her şeyden haberdâr olan Allah vermiştir":
"Peygamber zevcelerinden birine bir sözü sır olarak söylediğinde o zevce de diğerine bunu haber verdi. Ve Allah da bunu Peygamber'e bildirdi. Peygamber onun bir kısmını bildirmeyip bir kısmını haber verdiğinde zevcesi, 'Bunu sana kim haber verdi' dedi. Peygamber de: Her şeyi bilen ve her şeyden haberdâr olan (Allah) bana bildirdi' dedi" (Tahrim; 3)
Kur'ân-ı Kerim'de yukarıdaki ayetin dışında, Hz. Peygamber (a.s.)'in zevcesinin, sır olarak söylenen sözü başkasına aktardığına dair Cenab-ı Allah'ın kendisine verdiği bilgiyi ihtiva eden bir başka ayet var mıdır? Eğer yoksa, Cenab-ı Allah (c.c.)'ın, Hz. Peygamber (a.s.)'e Kur'ân'ın dışında da bazı mesaj ve haberler yolladığı doğru değil midir?
6.6.4. Hz. Zeyneb'i Nikahlaması
Hazreti Peygamber (a.s.)'in evlâtlığı, Zeyd bin Harise (r.a.), karısını boşar, daha sonra Hazreti Peygamber bu kadın (Hz. Zeyneb) ile evlenir. Bunun üzerine münâfıklar ve muhalifler, Hz. Muhammed (a.s.)'e karşı büyük bir iftira kampanyasını başlatırlar. Hz. Peygamber (a.s.)'i soru ve itirazlara boğarlar. Cenab-ı Allah bu soruların cevabını Ahzâb sûresinin bütün bir rükûsunda vermiştir. Bu ayetlerde, Allahu Teâlâ, Hz. Muhammed (a.s.)'in, Hz. Zeyneb (r.a.) ile kendi keyfine göre değil, ilâhi emir üzerine nikâh yaptığını açıklar:
"Zeyd o kadından alâkasını kesince biz onu sana zevce yaptık ki, mü'minlere evlâtlıklarının kendilerinden alakalarını kestikleri (boşadıkları) zevcelerini almakta bir müşkülat olmasın".(Ahzâb; 37)
Bu ayet geçmişte meydana gelen bir vak'ayı anlatıyor. Peki, bu vak'adan önceki Allah'ın emri, yani Hz. Muhammed (a.s.)'in, Zeyd'in boşadığı karısıyla evlenme hükmü Kur'ân-ı Kerim'de herhangi bir yerde geçiyor mu?
Rasûlullah (a.s.), Beni Nadir'in sık sık anlaşmaları bozma alışkanlığından bıkıp onların Medine yakınlarında bulunan mahallelerine karşı askeri bir harekâta girişir. Kuşatma devam ederken müslüman askerler çevredeki bazı bahçelerde bulunan ağaçları keserler. Amaç, hücumu kolaylaştırmaktır. Ama bu hareket bozguncuların hoşuna gitmez ve hemen yaygarayı basarlar, yok dikili ağaçları kesmek günahtır, yok meyveli ağaçları talan etmekle müslümanlar yeryüzünde fesad ve huzursuzluğa yol açmışlardır vs. gibi itirazlarda bulunurlar. Buna cevap olarak Allah (cc.) der ki:
"Kestiğiniz her hurma ağacı veyahut kökleri üstünde dikili bıraktığınız her ağaç Allah'ın izni iledir". (Haşr; 5)
6.6.6 Bedir Savaşından Önceki Bir Vaad
Bedir savaşının sona ermesiyle ganimet mallarının dağıtım meselesi ortaya çıkınca Enfâl suresi iner ve bu sûrede Bedir savaşının tümü Allah tarafından değerlendirilir. Cenabı Allah, değerlendirmesine, Hz. Muhammed (a.s.)'in savaşmak üzere Medine'nin dışına çıktığı ânı hatırlatarak başlar ve müslümanlara şöyle hitap eder:
"Allah iki taifeden birinin sizin olacağını va'd eylediği vakit siz, kuvvetsiz ve silahsız olan taifenin sizin olmasını arzu ediyordunuz. Halbuki, Allah, emirleri ile hakkın açığa çıkmasını ve kâfirlerin köklerini kesmeyi murad eder". (Enfal; 7)
Bu sûrenin dışında, Kuran-ı Kerim'de herhangi bir yerde, Cenabı Allah'ın yukarıdaki vaadine rastlayabiliyor musunuz? Yani, Allah'ın Hz. Peygamber (a.s.)'e ya da müslümanlara hitaben, "bakın biz sizi iki taife (ticaret kafilesi ile Kureyş Ordusu)'den birine galip getireceğiz" dediğini belirten başka ayet var mıdır?
6.6.7. Müslümanların Yalvarışına Cevap
Aynı Bedir savaşıyla ilgili Allah'ın değerlendirmesi devam ediyor ve ilerde bir yerde şöyle deniyor:
"Hani, siz Rabbinizden imdat istediğinizde, 'size peyderpey bir melekle yardım edeceğim' diye icabet buyurdu" (Enfâl; 9)
Müslümanların feryadına Allah tarafından verilen cevabın, Kur'ân-ı Kerim'in herhangi bir yerinde bulunduğunu söyleyebilen çıkar mı?
Bu tarz kuşkusu olanlara, ben bir değil, iki değil tam 7 ayrı misal verdim. Kur'ân-ı Kerim'e istinaden verdiğimiz bu misaller, Hazreti Peygamber (a.s.)'e Kur'ân-ı Kerim'den başka da vahiylerin geldiğini ispatlamaktadır. Konumuzu daha ileriye götürmeden önce Hakka boyun eğmeye hazır olup olmadığınızı bilmek isterim.
"Ey mü'minler, Cuma günü namaza çağırıldığınız zaman hemen Allah'ın zikrine gidin. Alış verişi terk edin"(Cum'a; 9)
Yukarıdaki ayette üç nokta dikkate değerdir: 1) Namaz için genel bir duyuru ve çağrı yapılması. 2) Bu çağrının cuma günü kılman namaz ile ilgili olması. 3) Bu iki şey için, "önce namaz için çağrı yapın ve cuma günü özel bir namaz edâ edin" gibi bir ifadenin kullanılması. Burada kullanılan ifade gösteriyor ki, İnsanlar namaz kılmakta, özellikle cuma namazına gitmekte tembellik yaparlardı, oyalanırlardı ve alış verişlerine devam ederlerdi. Bu sebeple, Cenab-ı Allah bu ayeti indirmeyi uygun gördü. Allah bu ayetle, insanların namaz çağrısını dinlemelerini, bu özel namazın önemini ve farz olduğunu bilerek camilere koşmalarını istemiştir. Bu üç noktaya dikkat ettiğimizde de Allah'ın Hz. Peygamber (a.s.)'e Kurân’dan başka da emirler verdiği ve bu emirlerin Kur'ân-ı Kerim'de yer alan emir ve talimat kadar itaate lâyık olduğu ortaya çıkar.
Yukarıda namaz için çağrı olarak tanımlanan şey "ezân"dan başka bir şey değildir. Ezan bugün bütün dünyada ve hususiyetle, müslüman ülkelerde müminleri beş vakit namaza çağırmak için müezzinlerin minarelerden okudukları Allah'ın kelâmıdır. Fakat çok gariptir ki, Kur'ân-ı Kerim'de hiçbir yerde ne ezân'ın sözleri yer almıştır ne de mü'minlerin bu şekilde namaza çağrılması gerektiği belirtilmiştir. Bu geleneği bize Hazreti Muhammed (a.s.) aktarmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de bu gelenek iki yerde tasvip edilmiştir. Biri yukarıdaki ayette, biri de Maide suresinin 58. ayetinde.
Aynı şekilde, bugün bütün dünyada müslümanların çok iyi bildiği cuma namazının ne edâsı ne zamanı ne de mahiyeti hakkında Kur'ân-ı Kerim'de hiçbir yerde bilgi verilmemiştir. Bu (cuma namazı) Hazreti Peygamber (a.s.)'in öğrettiği bir şeydir. Yukarıdaki ayet de yalnızca bu namazın farz olmasını belirtmek üzere indirilmiştir.
Bu kesin delilden sonra eğer bir kişi yine de şer'i emir ve kanunların yegâne kaynağının Kur'ân-ı Kerim olduğunu söyler ve hadis ile sünnet'in nazar-ı itibara alınmaması gerektiğini ileri sürerse, ben onun Kur'ân-ı Kerim'in de inkarcısı olduğunu söylerim.
"Gördün mü şu kimseyi ki menetti. Namaz kıldığı zaman bir kulu" (Alak; 9-10)
Yukarıdaki ayetle bahsedilen "kul", Hazreti Muhammed (a.s.)'den başka kimse değildir. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Muhammed (a.s.)'den, bu şekilde çeşitli yerlerde bahsedilmiştir. Meselâ (İsra) sûresinde 1. ayette şöyle denmiştir: "Kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götüren (Allah) münezzehtir". Kehf sûresinin birinci ayetinde şöyle buyurulmuştur: "Hamd o Allah'a mahsustur ki, kuluna Kitab'ı (Kur'ân) indirdi". Cin sûresinin 19. ayeti de şöyledir: "Allah'ın kulu, O'na ibadet için kalktığı zaman nerdeyse cinler etrafında üst üste yığılıyorlardı." Bunlardan anlaşılacağı gibi bu, Allah'ın sevgili peygamberine mahsus bir hitabet şeklidir ve kendine sevgisini belirten bir konuşma tarzıdır. Yukarıdaki ayetten, Allah'ın Hz. Peygamber (a.s.)'i, peygamberliğe getirdikten sonra namaz kılmasını da öğrettiği anlaşılıyor. Ancak namazın nasıl kılınması gerektiğine dair Kur'ân-ı Kerim'de herhangi bir kayıt yoktur. Bu da Hz. Peygamber (a.s.)'e Kur'ân-ı Kerim'in dışında da başka emir ve talimatın verildiğinin başka bir delilidir.
[1] "Gaip", insanların gözleriyle göremediği, duyularıyla duyamadığı duyular üstü dünyaya denilir. Gaip hakkındaki bilgi sahibi olunmadan insan hayatının sırları öğrenilemez. İnsanın hakikati nedir? Özü ve kaynağı nedir? Kendisi bağımsız mıdır, yoksa bağımlı bir yaratık mıdır? Bağımlıysa kime ve neye bağımlıdır? Bir insanın, Yaradan'ıyla ne gibi bir ilişkisi vardır? Evren nedir, ruh nedir? ölümden sonraki hayal nedir? Bu ve buna benzer sorulara, gaipten haber olmadan tatmin edici cevap verilemez. Allah işte bu gaip ilmini peygamberlere verir.