On Yedinci Bölüm:  HRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ

17.1. HRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ

17.1.1. Nasarâ Kelimesinin Tanımı

17.1.2. Hıristiyan'ların, Yahudi'lerden Kopması

17.1.3. Hıristiyan Adı Nasıl Doğdu?

17.1.4. Hıristiyanlığın Ortaya Çıkış Tarihi

17.1.5. Hıristiyanların, Hz. Îsa’yı Tanrı İlân Etmeleri

17.1.6. Hz. Îsa'nın, Allah'ın Kelimesi Olmasının Anlamı

17.1.7. Teslis (Sülûsiyet) Akidesi

17.1.8. Şirk, Evliya ve Aziz'lere Tapınma Devri

17.1.9. Bugünkü Hıristiyanlık ve Aziz Paul

17.1.10. Aziz Paul'un İnançlarının Yayılışı

17.1.11. Ruhbanlığın Ortaya Çıkışı ve Sebepleri

17.1.11.1. Üç Sebep

17.1.11.2. Ruhbanlığın Kaynak ve Öncüleri

17.1.11.3. İlk Rahip ve İlk Manastır

17.1.11.4.  Ruhbanlık Sisteminin Ayrıntıları

17.2. İNCİL'LERİN TARİH AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ

17.2.1. Kaynakların Araştırılması

17.2.2. Matta'ya Ait Olduğu Bildirilen Nüsha

17.2.3. Markus'a Ait Olduğu Söylenen Nüsha

17.2.4. Luka'ya Ait Olduğu Belirtilen Nüsha

17.2.5. Yuhanna'ya Ait Olduğu Bildirilen Nüsha

17.2.6. İncillerin Muteber ve Güvenilir Olmamalarının Altı Sebebi

17.3. HZ. ÎSA'NIN GERÇEK TÂLİMÂTI

17.3.1. Hz. Îsa (a.s.)'nın Talimâtı'nın En İyi Kaynağı

17.3.2. Barnabas İncili'nin Belirgin Özellikleri

17.3.3. Hz. Îsa (a.s.)'nın Gerçek Tâlimâtı ve Etkileyici Anlatımı

17.3.4. Bütün Peygamberlerin Talimatına Uygun

17.3.5. Barnabas'ın İncil'i Yazması için İleri Sürdüğü Sebepler ve Amaçlar

17.3.6. Meşrû ve Muteber Sayılan Dört İncil'de Hz. Îsa'nın Talimatı

17.3.6.1. Tevhid'e Dâvet

17.3.6.2. İlâhi Hâkimiyet

17.3.6.3. Hak İle Batıl Arasındaki Mücadele

17.3.6.4. Hak Yolunda Sınav Elzem ve Vazgeçilmezdir

17.3.6.5. İnkılabî Bir Hareket

17.3.6.6. Sabır ve Metânet'in Telkini

17.3.6.7. Dünya Sevgisinden Uzaklaşmak ve Âhireti Sevmek

17.3.6.8. Çilekeşliğin Gayesi

17.3.6.9. İlâhî Hükümetin Kapsamlı Manifestosu

17.3.6.10. Hükümet, Hizmet Demektir

17.3.6.11. Yahudi Ulema ve Din Adamlarının Tenkidi

17.3.6.12. Hz. Îsa’ya Karşı Dini Liderlerin Tertibi

17.3.6.13. Hz. Îsa İle İlgili Yahudi İleri Gelenlerinin Muhakemesi

17.3.7. Hz. Muhammed (a.s.)'in Mekke Dönemiyle Benzerlik

17.4. HIRİSTİYANLARIN SAPLANTILARININ GERÇEK SEBEPLERİ

17.4.1. Hıristiyanlarda Bidat ve Başkalarını Taklit Etme Meyli

17.4.2. Bir Hıristiyan Âlimin Eleştirileri

17.4.3. Başka Bir Hıristiyan Bilim Adamının Görüşü

17.4.4. Kiliseler Tarihinden Bir Delil

17.4.5. Sonuç

17.4.6. İnsanların Doğuştan Günahkâr Olmalarına Dair Yanlış İnanç

17.4.7. Hz. Meryem (a.s.)'in, Tanrı'nın Anası Olarak Kabul Edilmesi

17.5. TEVRAT VE İNCİL'DE HZ. MUHAMMED'İN GELİŞİYLE İLGİLİ HABERLER

17.5.1. Tevrat'ın Açık Haberi

17.5.2. Sâf Suresi'nin İlgili Âyeti Üzerinde Bir Bahis

17.5.2.1. Muhammed İle Ahmed

17.5.2.2. "O Peygamber"

17.5.2.3. Yuhanna İncilindeki Haberler

17.5.2.4. Müstakbel Peygamber Dünyanın Lideri Olacak

17.5.2.5. "Paracletus" Kelimesi Konusunda Hıristiyanların Karşılaştığı Güçlükler

17.5.2.6. Kelimenin Tahrif Edilme İmkânı

17.5.2.7. Asıl Süryânice Kelime: "Munhamanna"

17.5.2.8. Necâşî'nin Şahitliği

17.5.2.9. Barnabas İncilinde Yer Alan Haberler

17.6. ARAP YARIMADASINDA HIRİSTİYANLIK

17.6.1. Ashâb-ı Uhdûd Kıssası

17.6.1.1. Hz. Suheyb'in Rivâyet Ettiği Hadis

17.6.1.2. Hz. Ali Tarafından Rivâyet Edilen Vak'a

17.6.1.3. İsrailî Rivâyetler

17.6.1.4. Necran Olayı

17.6.1.5. Yemen'de Hıristiyan Misyonerler

17.6.1.6. Ashâb-ı Uhdûd Olayının Görgü Şahitleri

17.6.2. Kâbe Benzeri Bir Bina'nın Yapımı

17.6.3. Yemen'de Hıristiyanlığın Üstünlüğü

17.6.4. Ebrehe Nasıl Yemen Valisi Oldu?

17.6.4.1. Araplara Siyasî, Ticarî ve Dinî Üstünlük Sağlama Çabaları

17.6.4.2. Mekke'ye Ebrehe'nin Yürümesi

17.6.4.3. Mekkelilerin Tepkisi

17.6.4.4. Kâ'be'nin Korunması İçin İlâhi Mu'cize

17.6.4.5. Arap Edebiyatında Bu Olay İle İlgili Kayıtlar

17.6.4.6. Eshab-ı Fîl İle İlgili Bazı Önemli Hadisler

17.6.4.7. Hz. Peygamber (a.s.)'in Doğuşu

17.6.4.8. Kur'ân-ı Kerim'de Bu Olaya  Kısaca Değinilmesinin Sebebi

17.7. HZ. MUHAMMED'İN PEYGAMBERLİĞİNDEN SONRA HIRİSTİYANLIK

17.7.1. Varaka bin Nevfel'in Hz. Muhammed'in Peygamberliğini Tasdik Etmesi

17.7.2. Müslümanların Hıristiyan Bir Ülkeye Hicretleri

17.7.2.1. Habeşistan'ın Hıristiyan Kralının Takdire Lâyık Tutumu

17.7.2.2. Habeşistan'a Karşı Müslümanların Dostça Tavrı

17.7.3. Mısır Patriğinin Tutumu

17.7.4. Hz. Peygamber ve Necran'daki Hıristiyanlar

On Yedinci Bölüm:  HRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ

17.1. HRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ

17.1.1. Nasarâ Kelimesinin Tanımı

Bazı kimselere göre, "Nasârâ" (Hıristiyanlar) kelimesinin kökü, Hz. Îsa (a.s.)'nın doğduğu yer olan "Nâsıra"dır. Fakat bu kelime aslında "Nus­ret" kökünden çıkmıştır. Bunun dayanağı, Hz. Îsa'nın şu sözleridir: "Men ensârî ilâhi (Allah'ın yolunda kimler benim yardımcılarım olacaktır) Hz. Îsa'nın bu sorusunu, şöyle cevaplandırmışlardı: "Nahnu Ensâr-Ullâhi" (Biz Allah'ın işinde (size) yardımcı olacağız). Hıristiyan yazarlar yalnızca yüzeysel benzerliğe bakarak, Kur'ân-ı Kerim'de "Nasârâ" kelimesinin, "Nasıriyye veya Nâsırî'den kaynaklandığını ileri sürmüşlerdir. Hıristiyanlı­ğın ilk yıllarında Nasıriyye (Nazarenes) adında bir mezhep vardı. Buna mensup olanlara hakaretle Nasırî ve Eybûnî denilirdi. Hıristiyan yazarlar, Kur'ân-ı Kerîm'in bu mezhep veya grup için kullanılan ismi bütün Hıristiyanlara atfettiğini yazmışlardır. Fakat Kur'ân-ı Kerîm, bizzat Hıristiyanla­rın kendilerine "Nasârâ" dediklerini beyan ediyor (Âl-i İmran: 52). Ayrıca, Hıristiyanlar hiçbir zaman kendilerine "Nasırî" dememişlerdir.

Şurada şunu da belirtelim ki, Hz. Îsa (a.s.) kendisine tâbi olanlara hiçbir zaman "Hıristiyan" veya "Mesihi" ismini vermemişti. Zira, Hz. Îsa kemli adına mensup olan yeni bir dîn'in temelini atmaya gelmemişti. Hz. Îsa'nın işi, geçmişte Hz. Musa (a.s.), ondan önce ve ondan sonra gelen bü­tün peygamberlerin davetini ve mesajını tekrarlamasıydı. Hz. Îsa'nın vaaz ettiği din her zamanki gibi aynıydı. O sadece bu dinin unutulan talimatını yenilemeye ve tekrarlamaya gelmişti. Bundan dolayıdır ki, aralarında doğduğu İsrail oğullarının dışında herhangi bir cemaat kurmaya teşebbüs etmedi. Ayrıca Musevî şeriatından başka bir şeriat da icat etmedi ve buna ayrı isim vermedi. Zâten Hz. Îsa'nın ilk havari, ve arkadaşları kendilerini İsrail oğullarından ayrı saymıyorlardı. Hz. Îsa’ya tabi olanlar ayrı bir ce­maat veya ayrı bir ümmet olarak belirmediler. Kendilerine bir takım ayrı­calık veya belli özellikler yakıştırmadılar. Hz. Îsa'nın dinini kabul edenler diğer Yahudiler ile birlikte Kudüs'teki Büyük Mabed'e ibadete giderlerdi ve kendilerinin Musevî şeriatına bağlı olduklarını belirtirlerdi. (Bk: Kitab­ul A'mâl, 3: 1-10, 14-15,1.5,21-22).

17.1.2. Hıristiyan'ların, Yahudi'lerden Kopması

Bundan sonra Hıristiyanlar ile İsrail oğulları veya Yahudilerin birbirin­den kopması hızla gerçekleşti. İki taraf da bu kopuş ve ayrılışı vazgeçil­mez hale getirdi. Bir yandan, Hz. Îsa’ya tâbi olan cemaat'ten Aziz Paul, Hz. Musa'nın şeriatından kendilerini azâd etti ve sadece Hz. Îsa’ya iman etmenin âhirette kurtuluşları için yeterli olduğunu ilân etti. Diğer yandan, Yahudi din adamları, ulema ve kâhinler Hz. Îsa’ya tâbi olanların tümünün Allah'ın yolundan sapmış olduğunu, mürted ve dinsiz olduğunu belirterek bunları, İsrailoğulları veya Yahudi topluluğundan ihraç ettiler.

Fakat, Hz. Îsa’ya tabi olanların Yahudi topluluğundan ayrılmasına rağmen, ilk dönemlerde kendisine mahsus hâlâ herhangi bir ismi yoktu. Bizzat Hz. Îsa’ya tabi olanlar bu dönemlerde kendilerine bazen "talebe" veya "öğrenci" (şâkird) ve bazen "kardeşler", "mü'minler" ve "mukaddes ' olanlar" demişlerdir. (Bk: Kitab-ul A'mâl). Buna mukabil, Yahudiler bun­lara hakaret kastıyla bazen "Galîlî ve bazen "Nasırîlerin bid'ate kapılmış fırkası", derlerdi. (Bk: Kitab-ul A'mal, 25: 5, İncil, Luka, 13: 2). Hıristiyanlara verilen bu hakaret dolu isim, Hz. Îsa'nın doğum yerinin, Filistin'in Galile bölgesinde bulunan Nasıra şehri olduğu için uygun görülmüştü. Fa­kat bu alaylı isimler fazla tutmadı ve Hz. Îsa’ya tâbi olanlar bu isimlerle meşhur olmadılar.

17.1.3. Hıristiyan Adı Nasıl Doğdu?

Bugün dünyaca bilinen ve kullanılan Hıristiyan (Mesîhi) kelimesinin mûcidî Antakya'lı müşriklerdir. Antakya'lı müşrikler ilk defa M.S. 43-44 de bu ismi, Hz. Îsa'nın taraftarlarına taktılar ve bu isim o zamandan beri geçerli sayıldı. İncil ve diğer tarih kitaplarındaki kayıtlara göre, Aziz Paul ile Barnabas, Antakya yöresine gelip dinlerini vaaz etmeye başladıkları sı­rada, kendilerine karşı çıkan müşrikler tarafından alaylı olarak "Hıristiyan" olarak çağırılmaya başlandılar. (Kitâb-ul A'mâl: 11-26). Hz. Îsa’ya tabi olanlar tabii ki bu isimle çağrılmak istemiyorlardı, ama bu isim gittikçe yaygınlaşınca onların büyükleri de bunu benimsemekte mahzur görmedi­ler. Nitekim, din adamları ve uleması halkı şöyle teskin etmeye çalıştı: "Eğer sizin düşmanlarınız, sizin Hz. Îsa’ya bağlı olduğunuzu belirtmek amacıyla size Mesihi (Hıristiyanlar) diyorlarsa, bunda utanılacak ne var?" (I- Peter, 4: 16). Sözün kısası, Hz.Îsa'nın havarileri ve ona tabi olanlar ya­vaş yavaş bu isme alıştılar ve kendileri de bunu kullanmaya başladılar. Zamanla, bu kelimenin alaylı tarafı da unutulmuş oldu.

İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Îsa’ya tabi olanlara hiçbir zaman "Hıristiyan" denilmemiştir. Aksine, onlara "nasârâ" oldukları ve Hz. Îsa ile Havarileri arasında şu sözlerin geçtiği hatırlatıl­mıştır. "Îsa, kavminde küfrü hissettiğinde: 'Bana, Allah için yardımcı kim­dir?' dedi. Havariler, 'Allah’ın yardımcıları biziz. Müslüman olduğumuza şahid ol." (Âl-i İmrân: 52). Yani, Kur'ân'a göre Hıristiyanlar, hakikî manâda "nasârâ" veya "ensâr" (yardımcı) dırlar. Fakat ne gariptir ki, Hıristiyan misyonerleri ve diğer kimseler kendilerini, Kur'an-ı Kerîm'in, "Hıristiyan" gibi aslında alaylı ve zâta mahsus bir isim yerine "nasârâ" gibi tari­hi ehemmiyeti haiz nisbeten daha kibar bir adla çağırdığına kızıyorlar.

17.1.4. Hıristiyanlığın Ortaya Çıkış Tarihi

Gerek "Yahudilik" gerekse "Hıristiyanlık" genellikle bilinen şekille­riyle asıl doğdukları tarihten çok sonra ortaya çıkmışlardır. Yahudilik bu­günkü bilinen şekli, dinî inanç, hususiyet, ibadet tarzları merasim ve Şeri­atlarıyla M.Ö. 300-400'da doğmuştur. Aynı şekilde Hıristiyanlık da, Hz. Îsa'dan sonra bugünkü şeklini almıştır.

Şimdi asıl üzerinde durulması gereken nokta şudur: Gerek Yahudi, gerekse Hıristiyanlar, doğru ve gerçek dinin kendilerininki olduğunu bu dinleri kabul etmemiş olanların hidâyetli ve imanlı olmadığını kabul eder­ler. Bir an için bunun böyle olduğunu kabul edelim. Fakat böyle olunca ortaya önemli bir soru çıkmaktadır: Madem ki doğru yol Yahudilik veya Hıristiyanlıktır, o zaman Yahudilik ve Hıristiyanlıktan önceki bütün dinler ve peygamberleri de yok saymalıyız. Geçmişteki bütün peygamberlerin maa­zallah yalancı ve sahtekâr olduğunu kabul etmeliyiz. Bilindiği üzere, Hz. İbrahim ve diğer pek çok güzide peygamber, sâlih ve dindar kişiler, adı geçen iki dinden yüzyıllar önce doğmuşlardı ve bunların Yahudiler de, Hıristiyanlar da hidâyetli, imanlı ve doğru yolda olan kişiler olduğuna ina­nırlar. Demek ki, ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar bunların yalancı ve sahtekâr olduğunu söylemiyorlar. Böylece kendi kendilerini yalanlıyor ve çelişkiye düşüyorlar. Ya söyledikleri ilk söz doğrudur ve adı geçen peygamberler sahtedir, ya da bu peygamberler doğru ve gerçektirler ve kendi­leri yalan ve sahtedirler. Aynı noktadan hareketle, Yahudilik ve Hıristiyan­lık olmaksızın geçmiş peygamberlerin hidayet buldukları ve başkalarını doğru yola sevk ettikleri söylenebilir. O halde, Yahudilik ve Hıristiyanlık'tan önce de sonra da insanların hidâyet bulmaları mümkündür. Bu hidâyet aslında Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi kısır dinî çekişmeden do­ğan din ve mezheplerde değil, evrensel ve ebedî bir gerçekte saklıdır.

Zâten Yahudiler ile Hıristiyanların mukaddes kitaplarında, Hz. İbrahim (a.s.)'in tek Allah'tan başka kimseyi ilâh olarak kabul etmediği, kimseye tapmadığı, itaat ve kulluk etmediği açık açık belirtilmiştir. Hz. İbrahim'in en büyük görevi, Allah'a ortak koşulmasına şiddetle karşı koymaktı.

Bundan çıkan netice şudur: Gerek Yahudilik gerekse Hıristiyanlık, ecdâdlarının en büyüğü olarak saydıkları Hz. İbrahim ve O'nun Tevhid'e dayalı Hak dininden caymış ve yanlış yola sapmışlardır, zira ikisi de şirke açık kapı bırakmış, hatta bunu temel inançları arasına sokmuş ve fiilen tatbik etmişlerdir.

17.1.5. Hıristiyanların, Hz. Îsa’yı Tanrı İlân Etmeleri

Hıristiyanlar, dünyaya çıkışlarının ilk döneminde Hz.Îsa’nın şahsiyeti­ne insanlık ve tanrılık ile ilgili bazı sıfatları öylesine karıştırdılar ki, Hz. Îsa'nın şahsiyeti ve varlığı bir muamma oluverdi. Hıristiyan din adamları lâf kalabalığı ve gevezelikle meseleyi ne kadar çok halletmeye çalıştılarsa o kadar karmaşık bir hal aldı. Hıristiyan ulemadan bazıları, Hz. Îsa'nın in­sanlık haline ağırlık verdiler ve kendisinin Allah'ın oğlu ve üç daimî tanrı­dan biri olduğuna karar verdiler. Hz. Îsa'nın karmaşık kişiliğinde ulûhiyet ve tanrılık sıfatlarının fazla olduğunu zannedenler, kendisinin insan şek­linde bir tanrı olduğunu belirttiler ve kendisine Allah diyerek diz çöktüler. Bu iki aşırı fikrin ortasında yol almaya çalışanlar ise bir takım tefsîr, te'vîl, açıklama ve tahminler ile öyle bir tez ortaya koydular ki, buna göre Hz. Îsa hem insan, hem tanrı oluverdi. Hz. Îsa'nın bu iki ayrı sıfatı, icabın­da birbirinden ayrılabilir ve birleşebilirdi.

17.1.6. Hz. Îsa'nın, Allah'ın Kelimesi Olmasının Anlamı

Nisâ suresinde şöyle buyurulmuştur:

"Muhakkak, Meryem'in oğlu Îsa, Allah’ın Resûlü ve Meryem'e ilka eylediği kelimesi ve ondan, Allah tarafından bir ruhtur". (âyet; 171)

Dikkat edilirse, burada "kelime" sözcüğü kullanılmıştır. Hz. Mer­yem'e ilka edilen veya gönderilen kelime'nin anlamı, Cenab-ı Allah'ın Meryem'in rahmine nâzil ettiği "fermân"dır. Yani, Hz. Meryem'in rahmi­ne, bir erkeğin dölünü almadığı halde, Hz. Îsa’ya gebe kalma emri veril­mişti. İlk başta, Hz. Îsa'nın babasız doğmasının sırrının bu olduğu Hıristiyanlara belirtilmişti. Fakat, Yunan felsefesinin etkisinde kalan Hıristiyan­lar, "kelime"nin anlamını "kelâm" veya "nutuk" (Logos) olarak kabul etti­ler. Daha sonra, bu kelâm ve nutuk'tan, bizzat Allah’ın konuşma özelliği anlamı çıkarıldı. Bununla yetinilmedi ve daha sonra, Allah’ın kişisel özel­liğinin, Hz. Meryem'in karnına girip Hz. Îsa'nın şeklini aldığı tahmini yapılıverdi. Böylece, Hıristiyanlarda Hz. Îsa'nın ulûhiyeti ve tanrılığı ile ilgili yanlış bir inanç ve kavram gelişmiş oldu. Hıristiyanlar bundan böyle, Ce­nab-ı Allah'ın bizzat kendisini veya ezelî vasıflarından olan kelâm ve nut­kunu, Hz. Îsa'nın fiziki varlığı ile dünyaya gösterdiğine inanmaya başladı­lar.

17.1.7. Teslis (Sülûsiyet) Akidesi

Nisâ sûresinin 171. âyetinde Hz. Îsa (a.s.)'nın (Allah tarafından) bir Ruh olduğu söylenmiştir. Bakara sûresinde ise aynı konuya şöyle değinil­miştir:

"Biz temiz (Mukaddes) ruh ile Mesih (Îsa)'e yardım ettik."

Her iki âyetin anlamı şudur: "Cenab-ı Allah, Hz. Îsa’ya her türlü kö­tülükten arınmış temiz bir kalp, ruh ve huy vermiştir." Hz. Îsa'nın kalbi ve ruhu ancak Hak ve doğruluğu biliyordu ve kendisi adeta bir ahlâk ve fazi­let simgesiydi. Gayet tabii ki Hıristiyanlara da, Hz. Îsa'nın bu özelliği taşı­dığı belirtilmişti, ama onlar bunu yanlış yorumladılar ve büyük mübalağa yaptılar. Onlar, "Allah tarafından bir Rûh" ibaresini bizzat Allah’ın Ruhu (Ruhullah) ve "Ruh-ul Kuds" deyimini, yanlış yorumlayarak, "Hz. Îsa’ya hulûl etmiş olan Allah’ın mukaddes Ruhu" yapıverdiler. Halbuki, bugün dahi Matta İncili'nde şöyle bir cümle yazılıdır: "Melek ona (Yusuf Neccar'a) rüyasında göründü ve dedi ki, 'Ey Davûd oğlu Yusuf, zevceni kendi evine getirmekten korkma, zira onun karnında ne varsa Ruh-ul Kuds (Mu­kaddes Ruh)'un kudretiyle vardır. (Bölüm I, âyet: 2). İşin aslına bakılırsa, Hıristiyanlar hem "Tevhid'e hem 'Teslis'e inanıyorlar, İncilde yer alan Hz. Îsa'nın açık sözlerine bakılırsa, Hıristiyanlardan hiçbiri Allah'ın tek olduğu­nu inkâr edemez. Hz. Îsa çeşitli vesilelerle Allah'ın tek olduğunu ve hiçbir ortağı bulunmadığını ifade etmiş ve bu ifadeler İncil'de aynen yer almışlardır. O halde, gerçek dinin Tevhid'e dayalı olduğunu Hıristiyanlar bile inkâr edemezler. Fakat, Hıristiyanların yanılgısı, "Allah’ın kelimesi" ve "Ruhullah" gibi deyimleri yanlış yorumlamalarında saklıdır. Daha önce işaret ettiğimiz gibi Hıristiyan uleması, "kelime"den, Allah'ın kelâmı ve nutkunun Hz. Îsa'nın varlığında ifade bulduğunu, anladılar ve Allah’ın ru­hunun O'na duhûl ettiğini ve böylece kendisinin bir Tanrı olarak dünyaya geldiğini sandılar. Bunun içindir ki, Hıristiyanlar Hz. Îsa ve Mukaddes Ruh'un ulûhiyetini Allah'ın ulûhiyetiyle kabul etme gereğini duydular. Hıristiyanların dinî inançlarına böylesine önemli bir unsurun girmesi Tevhîd ile ilgili akide ve inançlarını olumsuz yönde etkiledi ve kendilerini   tam bir çıkmaza soktu. Onlar için en büyük mesele, Tevhîd'siz bir Teslîs   Akidesi'ni, ve Teslis'siz bir Tevhid akidesini bir arada tutmak ve denge  kurmak olarak ortaya çıktı ve ne yapacaklarını şaşırdılar. Ne var ki, ortaya çıkan bu düğüm yüzyıllar geçmesine rağmen bir türlü çözülemedi. Hıristiyan din adamları ve uleması, geçen 180 yıldan beri bizzat kendi yarattık­ları sorunu çözemediler. Bu mesele zamanla daha da karmaşık bir hal al­maya başlamıştır. Aralarında sayısız mezhep ve gruplar doğmuştur ki, ba­zıları birbirine tam zıt fikir, görüş, inanç ve felsefe taşımaktadırlar. Hıristiyanlarda ne kadar mezhep varsa o kadar tevhid kavramı doğmuş ve geliş­miştir. Bu mezheplerden bazıları birbirine kâfir ve dinsiz demeye başla­mışlardır. Kiliseler bölünmüş ve topluluk parçalanmıştır. Halbuki işin as­lına bakılırsa, Tevhid ile ilgili zorluğu, ne Allah ne de O'nun sevgili pey­gamberi Hz. Îsa (a.s.) yaratmışlardı. Bu belâyı Hıristiyanlar bizzat kendi başlarına açmışlardır. Zâten, bir yandan Allah'ın tek olduğunu kabul et­mek ve bir yandan üç tanrının bulunduğuna inanmak ve buna göre hareket etmek, çözülecek bir düğüm değildir. Bu düğüm yanlış anlama ve yanlış yorumlamadan kaynaklandığı için bu yanlış anlamaya son verilmelidir ve doğru yola gidilmelidir. Onlar, Hz. Îsa (a.s.) veya Ruhul Kuds'ün ulûhiyetini nazarı itibara almadan sadece Tek Allah'ı ilâh olarak kabul et­melidirler: Allah’ın herhangi bir ortağı olmadığını ve Hz. Îsa'nın sadece onun peygamberi ve elçisi olduğunu teslim etmelidirler. Hz. Îsa’ya her­hangi bir tanrısal sıfat ve isim yakıştırmamalıdırlar.

17.1.8. Şirk, Evliya ve Aziz'lere Tapınma Devri

Hıristiyanlar, Hz. Îsa’dan sonra Tevhid mefhumunu zedelemekle kal­madılar, bir çeşit putperestliğe de başladılar. Bir tek Allah yerine üç Tan­rı'nın olduğunu sanan Hıristiyanlar, özellikle Katolikler, beşinci yüzyıla ge­lindiğinde şirke ve azizler ile mezarlara tapma hareketine başladılar. Bu dönemde Hz. Îsa'nın yakın arkadaşlarına, havarilere, azizler, evliyalar ve diğer pek çok şahsiyete tapılmaya başlandı. Kiliselere Hz. Îsa, Hz. Mer­yem ve havariler ile hurilerin putları yerleştirildi. Kehf sahipleri (Eshab-ı Kehf'nin ortaya çıkışından birkaç yıl önce, yani M.S. 431'de bütün Hıristiyan âleminin din adamları ve rahipleri Efes'te bir araya gelerek Hz. Îsa'nın ulûhiyeti ve Hz. Meryem'in "Tanrı'nın Anası" akidesini resmen kabul etti­ler. Kiliseler Konseyi tarafından oybirliğiyle alman bu karar, Hıristiyanla­rın resmi inancı hüviyetini kazandı. Bu tarihi göz önünde bulundurduğu­muz takdirde, Kur'ân-ı Kerim'in Kehf Sûresinin 21. âyetinde, "O sırada onlar aralarında bunların işini nizalaşıyorlardı" olarak bahsedilen zümre­nin, Tevhid'e inanmış ve doğru yolda olan Hıristiyanlara hâkim olan müş­rik, menfaatçi ve bozguncu grup olduğunu anlayabiliriz. O sıralarda Hıristiyan âleminin siyasî ve dinî iktidarı işte bu sapık ve çıkarcı kimselerin el­lerinde idi. Bunlar şirkin bayraktarıydılar ve halkın umumî arzusuna aykı­rı olarak Kehf sahiplerinin bir türbesini inşa edip, bir mâbed haline getir­mek istiyorlardı.

17.1.9. Bugünkü Hıristiyanlık ve Aziz Paul

Hz. Îsa’ya tabi olanlar önceleri kendisinin sadece Allah'ın peygamberi olduğunu biliyor, Musevi Şeriatına göre hareket ediyor ve akideler ile talimat ve ibadetler bakımından kendilerini Yahudiler veya İsrail oğulla­rından ayrı saymıyorlardı. Hz. Îsa’ya tabi olanlar ile Yahudiler arasında sa­dece bir fark vardı: Bunlar Hz. Îsa'nın peygamberliğine iman etmişken, Yahudiler O'nun peygamberliğini tanımıyorlardı. Fakat bundan sonra, Hıristiyanlar ile Yahudilerin yolları gittikçe ayrıldı.

Aziz Paul, Hz. Îsa’ya tabi olanların cemaatine girdikten sonra yeni di­ni yaymak için türlü türlü tedbirlere başvurdu. Aziz Paul, Romalılar Yu­nanlılar ve Yahudi olmayan diğer milletleri de Hıristiyanlar arasına katmak istedi ve bu amacı elde etmek için, Hz. Îsa'nın getirdiği dinden tamamıyla farklı bir dini yaymaya başladı. Bu din temel yapısı akide ve inançlar ile ibadetler bakımından, Hz. Îsa'nın getirdiği dinden çok farklıydı. Gerçek şu ki, Aziz Paul hiçbir zaman Hz. Îsa'nın yakın dostu ve arkadaşı olmamıştı. Tam aksine O'nun muhalifi ve düşmanıydı. Paul, Hz. Îsa'nın vefatından sonra da birkaç yıl O'na tabi olanlara düşmanlık etti. Fakat daha sonra bu dini cemaate girip kendine göre yeni bir din icad etmeye başlayınca kendi yaptıklarının lehinde Hz. Îsa'nın hiçbir söz ve fiilini örnek almadı ve sade­ce kendi inanç, düşünce ve ilhamlarını temel olarak kabul etti. Bunu ya­parken başlıca amacı, dini herkes tarafından hoş görülür ve kabul edilebilir hale getirmesiydi. Aziz Paul, ne olursa olsun, bu dini Yahudilerin dışın­daki diğer milletlere de kabul ettirmeye kararlıydı. Bu hedefe varabilmek için Hıristiyanların, Musevî veya Yahudi şeriatından kopmalarını sağladı. Bir Hıristiyan'ın Yahudiliğin her türlü sınırlama, kısıtlama ve vecibelerin­den âzâd olduğunu ilân etti. Dolayısıyla, yemek ve içmek konusunda her türlü haram ve helâl ayırımını ortadan kaldırdı. Yabancıların, yeni dine girmekten çekinmelerine sebep olan "sünnet" ananesine de son verdi. Bu­nun yanı sıra, Hıristiyanlık'ta şirki ilk başlatan da Aziz Paul oldu. Nitekim Hz. Îsa'nın ulûhiyetini ortaya attı. O'nun Allah'ın oğlu olduğunu iddia etti ve çarmıha gerilmek suretiyle Âdem oğullarının bütün günahlarının kefaretini ödediğini de öne sürdü. Müşrik kafalara böyle bir mizansen çok elverişliydi ve onlar kitleler halinde Hıristiyanlığı kabul etmeye başladılar. Hz. Îsa'nın ilk havarileri ve en yakın arkadaşları bu batıl inanç ve bida'tlere şiddetle karşı koymaya çalıştılar, ama güçleri yetmedi. Aziz Paul'un din ile ilgili yeni kaide, kural ve inançları, halk kitlelerine çok cazip geldi. Çünkü gevşettiği bağ ve kaldırdığı sınırlar eskiden, hem Hıristiyanlara hem Hıristiyan olmayanlara çok ağır geliyordu. Bunlar ortadan kalkınca diğer milletlerden İnsanlar akın akın Hıristiyanlığa girmeye başladılar. Fakat her şeye rağmen üçüncü yüzyıla kadar Hz. Îsa'nın ulûhiyetine karşı çıkan pek çok Hıristiyan vardı.

17.1.10. Aziz Paul'un İnançlarının Yayılışı

Ancak dördüncü yüzyılın başında, yani 325'te İznik'te (Nicaea) kuru­lan Kilise Meclisi, Aziz Paul'un Hıristiyanlıkla ilgili ortaya koyduğu um­deleri resmen kabul etti. Böylece, Hıristiyanlık resmen ayrı bir din halini aldı. Daha sonra Roma İmparatorluğu da bu dini kabul etti ve İmparator Theodosius zamanında bütün imparatorluğun resmi dini Hıristiyanlık olu­verdi. Bundan sonra, gayet doğal olarak, Aziz Paul'un umdelerine aykırı olan bütün kitap ve eserler gayri meşrû ilân edilerek imha edildi. Sadece Aziz Paul'un akide, umde ve sistemine uygun olan eserler mu'teber ve gü­venilir sayıldı ve bunlara dokunulmadı. Miladî 367'de Athanasius'un bir mektubuna göre geçerli ve güvenilir kitapların ilk mecmuası hazırlandı. Toplanan bu kitaplar Miladî 382'de Papa Damasius'un başkanlığında top­lanan Kilise Meclisi tarafından onaylandı. Milâdi beşinci yüzyılın sonları­na doğru Papa Gelasius sadece bu kitapların meşru, muteber ve güvenilir olduğunu tasdik etmekle kalmadı, aynı zamanda, mu'teber ve meşru olma­yan kitapların listesini de hazırladı. Ne var ki, bu ayırım Aziz Paul'un inanç ve öğretilerine göre yapılmıştı. O inanç ve öğretiler ki, bunları Hz. Îsa'nın talimatı arasında bulmak hiç de mümkün değildir. Hatta, Aziz Paul'un işareti üzerine hazırlanan İncillerde de yer alan Hz. Îsa'nın sözlerin­de bile bu umdeler yoktur.

17.1.11. Ruhbanlığın Ortaya Çıkışı ve Sebepleri

Hz. Îsa'nın vefâtından sonra 200. yıla kadar Hıristiyanlar, ruhbanlık di­ye bir şey bilmezlerdi. Ne var ki, Hz. Îsa'dan sonra O'nun talimatını tahrif ederek ortaya yepyeni bir din çıkaran kimseler ruhbanlık geleneğinin de temelini atmışlardı. Hıristiyanlık, kendi tahrif edilmiş şekliyle ruhbanlığın mikroplarını taşıyordu. Ruhbanlığın ortaya çıkmasını sağlayacak düşünce ve görüşler bir kerre bu dine girmişlerdi. Her şeyi terk edip bir köşeye çe­kilmeyi ideal ahlâk'ın bir parçası olarak saymak ve izdivaç ile diğer dün­yevi işlerde dervişliği tercih etmek zâten ruhbanlığın çekirdeğini oluştur­maktadırlar. Bu tür düşünce ve görüş, tahrif edilmiş olan Hıristiyanlıkta başından beri vardı. "Tecerrüd" (dünya işlerinden ayrılmak), "takaddüs" (kutsallık)'e eşit sayılıyordu. Bu sebeple kiliselerde dini vazifeleri yerine getirmekle yükümlü olanların evlenmeleri, çoluk çocuğa karışmaları ve dünya işleriyle uğraşmaları hoş karşılanmıyordu. Böylece, Üçüncü yüzyı­la kadar bu mesele bir fitne halini aldı ve ruhbanlık bulaşıcı bir hastalık gibi bütün Hıristiyan dünyasını sardı.

17.1.11.1. Üç Sebep

Hıristiyanlıkta ruhbanlığın gelişmesinin üç büyük tarihi sebebi vardı:

Birincisi, eski çağların müşrik toplumunda seks, fuhuş, ahlâksızlık ve dünya sevgisi aşırı bir seviyeye yükselmişti. Buna karşı koymak için Hıristiyan uleması ılımlı olmak yerine aşırı bir yol benimsediler. Hıristiyan din adamları ve uleması namus ve iffet üzerinde o kadar durdular ki, nikâh şeklinde olsa dahi, bizzat erkek ile kadın arasındaki temas ve birleş­menin cenabetli ve pis bir iş olduğunu ilân ettiler. Bu dinî çevreler dünya sevgisine karşı o kadar sert bir tepki gösterdiler ki, dindar kişilerin dünya­nın herhangi bir nimetinden faydalanmaları imkânsız hâle geldi. Güzel ahlâk'ın ölçüsü, bir insanın müzmin bekâr kalması ve her bakımından dünyayı terk etmesi oluverdi. Aynı şekilde, insan toplumunun diğer bazı münasebet ve zevklerine karşı da bazı tedbirler alındı ve her türlü zevk, haz, keyif ve lezzet'i terk etmek, nefsi öldürmek, arzu ve istekleri bastır­mak yüksek ahlâkın hedefleri haline geldi. Yine aynı şekilde, türlü türlü yollarla vücuda eziyet vermek, ruhanilik ve ermişliğin delili ve kemâli ha­line geldi.

İkincisi, Hıristiyanlık gittikçe halk kitleleri tarafından kabul edilmeye başlayınca, azizler, din adamları ve kiliseler, kendi dinlerini mümkün ol­duğu kadar geniş halk kitlelerine yaymak hevesiyle herkesin alıştığı kötü inanç ve huylarını da olduğu gibi kabul etmeye başladılar. Havariler ve azizlere tapma, putperestliğin başka bir türü olarak zuhur etti. Horus ile İsis'in putları yerine Hz. Îsa ve Hz. Meryem'in putlarına tapılmaya başlan­dı. Saturnalia'nın yerine Noel bayramı kutlanmaya başlandı. Eski çağlarda yaygın olan yıldızlara göre fal bakma, falcılık, zikir, muska ve hortlakla cinlerin kovulması için özel dua ve merasimler, Hıristiyanlar arasında yeni­den makbul oldu. Bunun gibi, halk arasında, pasaklı, bakımsız, aç, açıkta ve çıplak olan bir kimsenin derviş, veli ve ermiş kişi olduğu inancı da yaygın olduğu için Hıristiyan kilisesinin din adamlarının bir bölümü de bu yolu seçti. Bu gibi insanların "kerâmet"leri ile ilgili hikayeler çoğaldı ve hatta bu konuda birçok kitaplar yazıldı.

Üçüncüsü, Hıristiyanlarda dinin gerçek sınırlarını tâyin edecek güveni­lir ve muteber şeriat veya sünnet diye bir şey yoktu. Hıristiyanlar Musevi şeriatını zâten bırakmışlardı ve İncil kendi başına mükemmel ve geniş kapsamlı bir talimatnâme değildi, veya en azından öyle sayılmıyordu. Bu sebepten dolayıdır ki, Hıristiyan uleması, gerek kendi dinlerinin dışındaki toplumlar ve filozofların etkisiyle, gerekse kendi yanlış tutum ve eğilimle­ri neticesinde her türlü bid'ate kapıları açık bıraktılar. Bu, çeşitli bid'atler­den biri de ruhbanlıktı.

17.1.11.2. Ruhbanlığın Kaynak ve Öncüleri

Hıristiyan dininin ulema ve din adamları, ruhbanlığın felsefe ve uy­gulamasını, Budizm'in rahipleri, Hindu dininin fakirleri ile eski Mısır'ın münzevi hayat yaşayanları, İran'ın manvileri ve Phlaton (veya Philatinus) un müşrikleri'nden esinlenerek almışlardı. Hıristiyanlar bunu nefsin temiz­lenmesi, ruhanî bakımdan yükselme ve Allah'a yaklaşmanın bir yolu ola­rak görüyorlardı.

Bu yanlışlığı yapanlar öyle sıradan İnsanlar değildi. Bu işi yapanlar, Miladî üçüncü yüzyıldan yedinci yüzyıla kadar (yani Kur'ân-ı Kerim'in inişine kadar) gerek Doğu'da gerekse Batı'da Hıristiyanlığın en önde gelen simaları, en muhterem şahsiyetleri ve dinî liderleri meselâ Aziz Athanasius, Aziz Basil, Aziz Gregory, Aziz Nazlanzin, Aziz Kreisosem, Aziz Ambross, Aziz Jerom, Aziz Augustin, Aziz Benediet, ve Büyük Gregoryidiler. Bunlar, kendileri rahip olup, ruhbanlığın en büyük savunucuları idi­ler. İşte bu dini liderler Kilise'de ruhbanlığın başlaması ve yayılmasının öncülüğünü yaptılar.

17.1.11.3. İlk Rahip ve İlk Manastır

Tarih'te Hıristiyanlar arasında ruhbanlığın ilk önce Mısır'da başladığı kayıtlıdır. Ruhbanlığın kurucusu Aziz Anthony idi. Miladî 250'de doğan ve 350'de ölen bu din adamı, Hıristiyanlığın ilk rahibiydi. Aziz Anthony, Feyyum bölgesinin, bugün Deyr-ul Meymûn olarak bilinen Pespir mevki­inde ilk manastırı kurdu. Aynı rahip, ikinci manastırı Kızıldeniz kıyısında kurdu ki, bugün Deyr-i Mâr-Antonios olarak bilinmektedir. Hıristiyanlıkta ruhbanlığın temel felsefe, inanç ve talimatı onun tarafından geliştirilmiş­tir.

Aziz Anthony'nın başlattığı bu hareket Mısır'da çığ gibi büyüdü, ve kısa bir zamanda ülkenin her tarafında rahip ve rahipler için manastırlar kurulmaya başlandı. Bu manastırlardan bazıları o kadar büyüktü ki, bazen bir yerde üç bine yakın rahip ve rahibeler oturabiliyorlardı. Milâdi 325'te yine Mısır'da bir Hıristiyan aziz Pakhomius ortaya çıktı. Bu aziz, rahib ve rahibelerin oturmaları için 10 adet büyük manastır inşa ettirdi. Bundan sonra manastır furyası. Suriye, Filistin ve Afrika ile Avrupa'yı da sardı. Kilise düzeni ilk önce ruhbanlık ile ilgili olarak önemli bir çıkmaza girdi. Çünkü din adamları ve Kilise, dünyayı terk etme, toplumdan kaçma ve fa­kir bir hayat sürmeyi, ruhanî bir yaşantı için ideal olarak kabul etmesine rağmen, rahipler ile rahibelerin dışında diğer insanların evlenmeleri, çoluk çocuklara karışmaları ve mal-ü mülke sahip olmalarını yasaklama hak ve selâhiyetine sahip değillerdi. Fakat bu çıkmazdan kurtulmanın bazı çarele­ri arandı ve bazı hususlarda uzlaşma sağlandı. Özellikle, Aziz Athanasius, (M. 373'de öldü), Aziz Basil (379'da öldü) Aziz Augustin (430'te öldü) ve Büyük Gregory (609'de öldü)'nin vaaz ve telkinleri sayesinde ruhbanlık, Kilise'nin müstakil ve ayrılmaz bir müessesesi olarak şekillenmiş oldu.

17.1.11.4.  Ruhbanlık Sisteminin Ayrıntıları                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                          

Hıristiyanlık'taki ruhbanlık bid'atinin bazı özellikleri aşağıda belirtil­miştir:

1) Ruhban sınıfının ilk özelliği, çeşitli dini ibadet, murakabe ve çile­ler ile insan vücuduna eziyet vermekti.

2) Hıristiyan Ruhban sınıfı ve rahiplerinin ikinci hususiyeti pis, pasak­lı ve kirli olmalarıydı. Rahip ve rahibeler temizlikten kaçınırlardı. Yıkanma ve vücudu su ile temizlemek, onlara göre Allah'a tapma ve O'nu sev­me geleneğine aykırıydı. Vücut temizliğini, ruhun cenabeti olarak görür­lerdi.

3) Bu ruhbanlık, evlilik hayatına ağır bir darbe indirdi ve nikâh bağ­larını kesip attı. Hem de bu işi çok merhametsizce yaptı. Miladî dördüncü ve beşinci yüzyılda kaleme alınmış olan eserlerde ana fikir olarak bekârlık, cinsel ilişkiden kaçınma, meşrû izdivaçtan uzaklaşma ve bir kö­şeye çekilme en güzel ahlâki değer şeklinde işlenmiştir. İffet ve namusun anlamı, her türlü cinsî münasebetler, hatta karı-koca arasındaki meşru iliş­kilerden uzaklaşma olarak yorumlanmıştır. Temiz bir hayat, bir kişinin kendi nefsini öldürüp, her türlü bedensel zevki yok etmekle eşdeğer tutul­muştur. Rahip ve rahibelere göre, arzular ve istekler ile heveslerden ka­çınma ve bunları kontrol altında tutma, insanın içindeki vahşeti zararsız hale getirme amacını taşıyordu. Arzu, istek ve ihtiraslar yok edilince insa­nın içindeki hayvanî istek ve arzular da ortadan kaldırılmış oluyordu. On­lara göre zevk ve günah aynı anlam taşıyorlardı. Hatta neşelenmek dahi, Allah'ı unutmak anlamına geliyordu. Aziz Basil gülmeyi ve gülümsemeyi bile yasaklamıştı. İşte bu noktadan hareketle, ruhban topluluğu içinde er­kek ile kadın arasındaki normal evlilik ilişkileri de yasaklanmıştı. Bir ra­hip için evlenmek şöyle dursun, bir kadının yüzüne bakması bile yasak­landı. Eğer bu rahip önceden evliyse, karısını terk edip kendisini tama­mıyla dine vermesi öngörüldü. Erkekler gibi kadınlar da, erkeğe yaklaş­mamaya, onlarla ilişki kurmamaya teşvik edildi. Allah'ın göklerdeki ve yerdeki saltanatında iyi bir yere sahip olabilmeleri için bakire ve bekâr kalmaları, evliyseler kocalarını bırakmaları tavsiye edildi. Aziz Jerom gibi önde gelen bir Kilise adamı, Hz. Îsa için rahibe olup, ömür boyu bekâr ka­lan bir kadının aslında Hz. Îsa'nın gelini ve o rahibenin annesinin tanrı, yani Hz. Îsa'nın kaynanası olma şerefine nail olduğunu beyan etmiştir. Aziz Jerom bir başka yerde şöyle demiştir: "İffetin baltasıyla evlilik ilişki­si denilen ağacı kesmek, sâlik'in ilk vazifesidir". Bu dinî vaaz ve telkin­ler yüzünden kendisini dine adayan ve rahip ya da rahibe olmaya karar veren bir Hıristiyanın ilk önce evliliği temelden sarsılmış ve zedelenmiş oluyordu.

Kilise düzeni, yaklaşık 300 yıl bu aşırı fikir ve görüşlere karşı şöyle ya da böyle direndiyse de, daha sonraki devirlerde fanatikler ve katı kural­ları benimsemiş ve uygulamaya kararlı olan aziz ve din adamlarına yenik düştü. Miladi 4. yüzyılda Kilise'de dini vazife ve hizmetlerde bulunan kimselerin evlenmeleri ve evlilik hayatı sürmeleri son derece pis ve kötü bir olgu olarak kabul edildi. Nitekim, Milâdi 362'de Gengra'da toplanan Kilise Meclisi, izdivaçla ilgili her türlü düşünceleri yasakladı ve dine ay­kırı saydı. Bundan kısa bir süre sonra 386'da Roman Synod bütün papaz ve rahiplerin evlilik bağlarını koparmalarını istedi. Ertesi yıl ise, Papa Siricius bir genelge yayınlayarak, evlenen veya evli olduğu takdirde karısıy­la cinsî münasebetlerini sürdürmekte olan bir papazın görevinden alınaca­ğını ilân etti.

4) Ruhbanlığın en acımasız ve kötü tarafı, ana-baba, kardeşler ve evlâtlar arasındaki ilişkileri de baltalaması oldu. Hıristiyan veli ve azizle­rin gözünde anne-baba'nın evlâtları, kardeşlerin kardeşleri ve evlâtların anne ve babaları için sevgi ve şefkatleri da birer günahtı. Onlara göre, ruhanî ve manevî terakki ile saadet için bütün bu ilişkilerin kesilmesi şart­tı. Hıristiyan ruhbanlarının felsefesine göre, Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanmak isteyen bir kimsenin dünyada anne-babaları, kardeşleri ve evlâtlarıyla olan bütün münasebetlerini ve akrabalıklarıyla dostluklarını terk etmesi elzem idi.

5) Ruhban sınıfının, en yakın akrabalarına karşı katı ve acımasızca davranmaya zorlandıkları için, zamanla bütün insancıl düşünce ve duygu­ları da kaybolup gidiyordu. Bu sebepten dolayıdır ki, dini konularda ken­dilerine muhalefet edenler ve din düşmanlarına karşı, kin, nefret ve mer­hametsizliğin en çirkin ve dehşet verici örneğini verirlerdi. Dördüncü yüz­yıla kadar Hıristiyanlık'ta 80-90 mezhebin doğmasını bu katı, acımasız ve nefret dolu tavır ve muamelelere bağlayabiliriz. Aziz Augustin kendi dö­neminde 88 mezhep olduğunu belirtmiştir. Bu mezhepler birbirine karşı son derece kırıcı ve acımasızca bir tutum için de idiler. Bu mezhepler ara­sındaki nefret ateşini yakan ve körükleyen de yine rahip ve din adamlarıy­dılar. Bu dönemde karşıt mezhep ve grupta olanların en merhametsiz ve vahşi yollarla işkence edilmeleri, ezilmeleri, öldürülmeleri ve diri yakıl­maları çok yaygındı. Bu dini kavga ve çatışmaların en büyük merkezi Mı­sır'ın İskenderiye şehriydi.

6) Gerçi ruhban sınıfı için dünyanın her zevki ve bütün insanî ilişki­leri günâh ilân edilmiş ve yasaklanmıştı. Ancak para hırsı ve zenginliğe karşı herhangi bir sınırlama getirilmedi. Bir yandan fakir, kalender ve kö­şeye çekilmiş bir yaşantı teşvik ediliyor ve öğütleniyordu, ama bir yandan da rahipler ve din adamlarının servet toplamaları serbest bırakılmıştı. Ni­tekim, Miladi beşinci yüzyılın başında Roma piskoposu krallar gibi bir sa­rayda rahat ve lüks bir hayat yaşıyordu. Bu rahip dışarıya çıktığı zaman et arabaları ve hizmetçilerinin alayı, tantana ve gösteriş bakımından imparator'unkinden hiç de az olmazdı. Yedinci yüzyıla kadar ise kiliselere ve manastırlara servet akımı bütün sınırları aşmıştı. Ruhban sınıfı arasında servet ve zenginliğin artmasının başlıca sebebi çok sayıda sahte kimsele­rin gerçek rahipler ile din adamlarının safına katılmalarıydı. Rahipler ise azizlerin büyük fedakârlık, cefakârlık ve tevekküllerinin neticesinde halk kitleleri kendilerine aşın derecede saygı ve bağlılık göstermeye başlayın­ca pek çok dünyacı, maddeci ve menfaatçi gruplar rahip ve rahibeler arası­na karışıp dört elle mal-ü mülk toplamaya başladılar. Bu sahte kişiler bazı samimi, iyiniyetli ve fedakâr rahip ve din adamlarının karakterlerinin de bozulmasına sebep oldular.

7) İffet ve namus konusunda da ruhbanlık, tabiat ve insanın içgüdü ve diğer doğal istek ve arzularına karşı ilân ettiği savaşta da defalarca yenil­giye uğramıştır. Manastırlarda bazı ibadet, merasim ve murakabe ile zikir­lerin, rahipler ile rahibeler tarafından beraberce yapılması gerekiyordu. Bu sebeple, rahipler ile rahibelerin beraber yaşamaları olağan bir hale gel­di. Aralarındaki temas, aşırı rahiplik hayatı yüzünden bastırılmış olan şehvanî istek ve duygularını kamçılıyordu ve dolayısıyla, aralarındaki cinsî ilişkiler çok yaygın bir hal aldı. İbadet ve zikir, yataklarda yapılma­ya başlandı! Zaten insan tabiatı, kendisine karşı gelen ve savaşanlardan acı ve intikam alır. Ruhbanlık, insan tabiatıyla savaşmakla öylesine bir çukura düştü ki, sekizinci yüzyıldan onbirinci yüzyıla kadar Hıristiyanlığın tarihi, insanlık tarihinin kara bir lekesi olarak kalmıştır. Orta çağlarda ka­leme alınmış olan eserlerde, kilise ve özellikle rahibelerin oturdukları ma­nastırların birer genelev haline geldiğinden yakınılmıştır. Bu manastırlar­da gayri meşru çocukların doğmaları ve öldürülmeleri bir salgın halini al­mıştı. Ayrıca gerek rahipler, gerekse sahibeler arasında homoseksüel iliş­kiler ve diğer ahlâksızlıklar alabildiğine yayılmıştı.

17.2. İNCİL'LERİN TARİH AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ

Yahudiler gibi, Hıristiyanların kutsal kitabı da gerçek şekliyle muhafa­za edilmemiştir. Hıristiyan dininde bid'at, yanlış inanç ve talimatın yayıl­masının sebebi ise semavi kitabın tahrif edilmesidir. Halbuki İncil, Allah tarafından indirildiği şekliyle korunabilmiş olsaydı, Hıristiyanlık herhalde bugünkü kadar değişik olmayacaktı.

17.2.1. Kaynakların Araştırılması

Bugün İncil olarak bildiğimiz Kutsal Kitap aslında dört ayrı kitabın mecmuasıdır, ki şöyle sıralanabilir: Matta, Markus, Luka ve Yuhanna. Fa­kat bu kitaplardan hiç biri Hz. Îsa’ya inmiş veya onun tarafından hazırlan­mış olan bir kitap değildir. Bilindiği gibi, Kur'ân-ı Kerim'de Hazreti Pey­gamber efendimize Allah tarafından vahiy olunan bütün sûre ve âyetler eksiksiz toplanmış bulunmaktadır. Fakat, Hz. Îsa’ya gelen vahiylerin tü­münü bu kitaplardan hiçbirinde mükemmel bir şekilde görmemiz müm­kün değildir. Ayrıca, peygamberliği süresince Hz. Îsa'nın çeşitli vesile ve zamanlarda söylediği sözler, vaaz ve telkinler de aynen muhafaza edilmiş değiller. Kısacası, bize kadar gelen Hıristiyan kutsal kitapları ne Allah’ın kelâmı ne Hz. Îsa'nın sözlerinden meydana gelmişlerdir. Bunlar, aslında çeşitli zamanlarda Hz. Îsa'nın havarileri ve havarilerinin öğrencileri tara­fından yazılan kitaplardır. Adı geçen havari ve şâkirdler bu kitaplarda kendi akıl, anlayış ve görüşleri doğrultusunda Hz. Îsa'nın hayatını ve eser­leri ile vaaz ve talimatını dile getirmişlerdir.

17.2.2. Matta'ya Ait Olduğu Bildirilen Nüsha

Ancak bu kitaplar da öyle güvenilecek ve pek itibar edilecek cinsten değillerdir. Bu kitaplardan ilki, Hz. Îsa'nın havarilerinden Matta'ya aittir, ya da öyle olduğu söyleniyor. Halbuki, tarihi kayıtlar bu kitabın Matta ta­rafından kaleme alınmadığını göstermektedirler. Matta'nın asıl hazırladığı kitap, "Logia" ortadan kaybolmuştur ve hiçbir nüshası hiçbir yerde bulun­mamaktadır. Bugün ise Matta'ya ait olduğu bildirilen İncil'in yazarı, diğer kitapların yanı sıra Logia'dan da istifade eden meçhul bir şahıstır. Nitekim bu kitapta Matta'dan sanki yabancı bir şahıs imiş gibi söz edilmiştir[1]. Bunu dikkatle incelediğimizde, bunun Markus'un İnciline dayandığını fark edebiliriz. Şöyle ki, bu kitabta yer alan 1068 âyetten 470'i Markus İnci­linde yer alan âyetlerin aynısıdır. Sonuç olarak, bu kitabın yazarı bir havari olsaydı, havari olmayan ve Hz. Îsa ile hayatında hiç görüşmemiş olan bir kişinin kitabından yararlanmasına hiçbir gerek yoktu. Teolog ve Hıristiyan din adamlarının tahminlerine göre, Matta'ya ait olduğu bildirilen İncil, Miladî 70'de yani, Hz. Îsa'dan 41 yıl sonra yazılmıştır. Bazı ulema ve din âlimleri bunun yazılış tarihinin Miladî 90 olduğunu belirtmişlerdir.

17.2.3. Markus'a Ait Olduğu Söylenen Nüsha

İnciller'in mecmuasında yer alan ikinci kitabın Markus'a ait olduğu söyleniyor ve kendisinin bu kitabı gerçekten ele aldığı belirtiliyor. Fakat bu zât hiçbir zaman Hz. Îsa ile görüşmemiştir. Markus, Hz. Îsa'nın müridi de değildi. Bu her iki husus tarih kitaplarından sabittir[2]. Aslında Mar­kus, aziz ve havari olan Peters'in müridi olup, onun söylediklerini Lâtinceye çevirirdi. Bu sebeple, Hıristiyan yazarları, Markus'un, Aziz Pe­ters'in tercümanı olduğunu belirtirler. Tahminlere göre, Markus İncili Miladî 63-70'te yazılmıştır.

17.2.4. Luka'ya Ait Olduğu Belirtilen Nüsha

İncillerin üçüncüsünün Luka'ya ait olduğu söyleniyor. Luka'nın hiç­bir zaman Hz. Îsa'yı görmediği ve O'ndan hiçbir feyiz almadığı kesindir. Luka, Aziz Paul'un müridiydi. O'nun sadık dostu olup, her zaman onun sohbetinde bulundu. Gayet tabii ki, kendi İncilinde Aziz Paul'un fikirlerini aksettirmeye çalışmıştır. O kadar ki, Aziz Paul, Luka'nın İncilinin kendi İncili olduğunu söylemiştir. Ne var ki, Aziz Paul kendisi hiçbir zaman Hz. Îsa'nın yanında bulunmamıştır. Hıristiyan tarih kitaplarına göre Aziz Paul, Hz. Îsa'nın çarmıha gerilmesinden ancak 6 sene sonra Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Bu itibarla, Luka ile Hz. Îsa arasında olayların zincirinde bir hal­ka eksiktir. Luka'ya ait olduğu söylenen İncil'in yazılış tarihi de tesbit edi­lememiştir. Bazıları bunun Miladî 87'de kaleme alındığını belirtirken, bu tarihin Miladî 74 olduğunu da söylemişlerdir. Fakat Mc Giffert ve Plummer gibi araştırmacılar bu İncilin Miladî 80'de yazıldığında ittifak etmiş­lerdir.

17.2.5. Yuhanna'ya Ait Olduğu Bildirilen Nüsha

Yapılan tetkikler, Yuhanna İncilinin, tanınmış havari Yuhanna tara­fından kaleme alınmadığını ortaya koymuşlardır. Bu dördüncü İncil as­lında, Yuhanna adını taşıyan meçhul bir şahsın eseridir. Bu kitap, Hz. Îsa'nın vefatından çok sonra, Miladî 90'da ve hatta daha sonraki bir tarihte yazılmıştır. Horneck bunun yazılış tarihinin Miladî 110 olduğunu belirt­miştir.

Demek ki İncil'de veya Mukaddes Kitap'ta yer alan, yukarıda bahsettiğimiz dört kitabın hepsi de Hz. Îsa'dan sonra ve başka kimseler tarafın­dan kaleme alınmıştır. Bu itibarla, bu kitaplarda yer alan söz, ibare ve âyetlerin Hz. Îsa’ya veya Allah'a ait olduklarını söylemek çok güçtür. Ak ile kara ve doğru ile yanlışı birbirinden ayırmak çok zor bir iştir. Fakat bu hususta inceleme ve araştırmamızı derinleştirdikçe bu kitapların daha da şüpheli ve güvenilmez hale geldiğine şahit oluruz.

17.2.6. İncillerin Muteber ve Güvenilir Olmamalarının Altı Sebebi                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                              

1. Her dört İncil'in metinleri birbirinden ayrı ve farklı olup çelişkiler­le doludurlar. O kadar ki, Hıristiyan vaaz ve talimatının temelini oluşturan "Tepe'deki Vaaz"in metinleri bile Matta, Markus, ve Luka İndilerinde ayrıdırlar.

2. Her dört İncil, Allah (cc.) veya Hz. Îsa'nın sözlerine önem verme­nin yerine kendi yazarlarının şahsî fikir ve tavırlarını yansıtmaktadırlar. Meselâ, Matta'nın muhataplarının Yahudiler olduğu ve onlara çeşitli delil­ler vermeye çalıştığı her hâliyle belli oluyor. Markus'un muhatabları ise Romalıdırlar. Markus bunlara İsrail oğullarının tarihi ve talimatını hatır­latmaya çalışmaktadır. Luka, her konuda diğer havarilere Paul'u tercih et­mektedir. Yuhanna ise, ilk miladi yüzyılda Hıristiyanları saran felsefelerin etkisinde bulunuyor. Böylece, bu dört İncil'de söz ve metindeki tutarsızlık ve çelişkiden çok kavram kargaşasının hâkim olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.

3. İncillerin hepsi Yunanca ve Lâtince yazılmışlardır. Halbuki, Hz. Îsa ve bütün havarilerinin dili Süryânice idi. Dilin değişmesi, fikir ve görüşün değişmesine de yol açmıştır.

4. İncillerin düzenli şekilde yazılmasına Miladî ikinci yüzyıldan önce başlanamadı. Miladî 150 yılına kadar sözlü rivâyetlerin yazılardan daha iyi olduğu inancı hâkimdi. Miladî ikinci yüzyılda İncilleri kayda geçirme fikri doğduysa da o zamanın yazılan güvenilir sayılamaz. Ahd-i Cedîd ve­ya Yeni Ahid'in ilk güvenilir metni Miladî 379'da Kartacına'da toplanan Kilise Meclisinde tasdik olundu.

5. Hâlen dünyada bulunan İnciller'in en eski nüshaları miladî dördün­cü yüzyılın ortalarına aittir, ikinci nüsha beşinci yüzyıl'a ve noksan olan üçüncü nüshaları, (ki Vatikan'da Papa'ya ait kütüphanede bulunuyor) da dördüncü yüzyıldan öteye gitmiyorlar. Bu durumda Milât'tan sonra ilk 300 yılda Hz. Îsa’ya tabi olanlar tarafından okunan ve takip edilen İncillerin metinlerinin bugünküleriyle ne kadar mutabık olduğunu kesinlikle söylememiz mümkün değildir.

6. İnciller hiçbir zaman Kur'ân-ı Kerim gibi hıfz edilmeye çalışılma­mıştır. İnciller ilk dönemlerde genellikle konu ve anlamları bakımından şahıstan şahısa rivâyet edildi ve aynı kelime veya aynı cümle ve ifadelerin kullanılmasına dikkat edilmedi. Bunun tabii bir neticesi olarak, İncillerin metinlerine yazar, derleyen ve rivâyet edenlerin şahsî görüş ve yorumları da girmiş oldu. Sıra bu kitapların kağıda dökülmesine ve yazılmasına ge­lince asıl söz ve metinlere bağlı kalınmasının son umudu da ortadan kalk­mış oldu. Çünkü, hattat ve dizgiciler kendi fikir ve inançlarına göre me­tinde gelişi güzel değişiklikler yaptılar[3].

Bu sebeplerden dolayıdır ki bu Dört İncil'de de Hz. Îsa'nın gerçek söz, ifade ve talimatının bulunduklarını katiyetle söyleyemeyiz.

 17.3. HZ. ÎSA'NIN GERÇEK TÂLİMÂTI

17.3.1. Hz. Îsa (a.s.)'nın Talimâtı'nın En İyi Kaynağı

Gerçek şu ki, Hz. Îsa'nın hayatı, eserleri ve talimatının en iyi kaynak­ları daha önceki bölümde bahsettiğimiz ve Hıristiyan Kilisesi tarafından muteber ve meşru olarak kabul edilen Dört İncil değillerdir. Asıl muteber ve güvenilir bir kaynak, Hıristiyan Kilisesi tarafından "sahte" "uydurma" veya "şüpheli" olarak ilân edilen Barnabas İncili'dir. Bu İncil dünya halk­larından adetâ saklanmış ve yüzyıllarca hiçbir yerde aslı veya kopyası bu­lunmamıştır.

Ben Şahsen Oxford Üniversitesi Kütüphanesinde bu değerli İncil'in İngilizce tercümesinin bir fotokopisini gördüm ve kelimesi kelimesine okudum. Bence bu eser, büyük bir nimet ve rahmettir ve Hıristiyanlar sa­dece kendi dinî taassup, fanatizm ve inatçılıkları yüzünden böyle bir eser­den kendilerini mahrum etmişlerdir.

Kitab-ı Mukaddes'te meşru ve muteber olarak yer alan dört İncilden hiçbirinin Hz. Îsa'nın havarileri tarafından kaleme alınmadığını bilmekte fayda vardır. Sonra, bu İncilleri yazanlardan hiçbiri, yazdıklarının Hz. Îsa'nın havarilerine dayandığını veya onlar tarafından nakledildiğini de id­dia etmemişlerdir. Bu gibi atıflar şöyle dursun yazılanların hiçbir kaynağı gösterilmemiştir. Bu bakımdan, rivâyet edenin, sözleri kendisinin mi duyduğu veya olayları kendisinin mi gördüğü, yoksa bunları bir veya birden fazla aracıdan mı işittiği bilinmiyor.[4] Buna karşılık, Barnabas'ın yazarı diyor ki, "ben Hz. Îsa'nın ilk 12 havarisinden biriyim. Baştan sonuna ka­dar Îsa ile beraberdim ve gözlerimle gördüğüm olayları ve kulaklarımla duyduğum sözleri bu kitapta yazıyorum." Sadece bu değil, Barnabas şun­ları da yazıyor: "Hz. Îsa bu dünyadan ebediyete intikal ederken, hakkında çıkan yalan yanlış dedikodulara son vererek dünyaya gerçekleri açıkça or­taya koymamı emretmişti."

17.3.2. Barnabas İncili'nin Belirgin Özellikleri

Tarafsız ve sağduyulu bir kişi Barnabas İncilini okuduktan sonra bu­nu Ahd-ı Cedidin dört İnciliyle karşılaştıracak olursa, bunun her dördün­den kat kat daha iyi olduğu sonucuna varacaktır. Bu İncil'de Hz. Îsa'nın hayatı ve başından geçen olaylar daha ayrıntılı bir biçimde anlatılmıştır. Tıpkı bir kişinin gördükleri ve yaşadıkları olaylar gibi. Dört İncil'de ko­puk ve görünürde birbirine bağlı olmayan hadise ve hikâyelerin anlatımı Barnabas İncilinde daha düzgün ve anlamlı hâle getirilmiştir; özellikle, tarihî hadiseler daha bir dikkatle ve sıralarıyla kaydedilmiştir.

17.3.3. Hz. Îsa (a.s.)'nın Gerçek Tâlimâtı ve Etkileyici Anlatımı

Hz. Îsa (a.s.)'nın dinî telkinleri Barnabas İncili'nde dört İncil'e oranla daha ayrıntılı, açık ve etkin biçimde kaydedilmiştir. Tevhid ile ilgili nasihatler, şirkin reddi, Allah-u Teâlâ'nın sıfatları, ibadetin ruhu ve güzel ah­lâk gibi mevzular gayet teferruatlı, mantıklı ve kuvvetli şekilde anlatılmış­tır. Bu kitapta Hz. Îsa'nın kullandığı dil, ifade ve konunun iyi anlaşılması için verdiği pratik örneklerin en küçük misalini bile diğer dört İncil'de bulmak mümkün değildir. Bundan, Hz. Îsa (a.s.)'nın kendi taraftarları ve havarilerine nasıl nasihat ve telkinde bulunduğu ve bu hususta ne kadar akıllıca yöntemler kullandığı da anlaşılıyor. Hz. Îsa'nın dili, üslûbu, tabiatı ve huyuna azıcık bile vakıf olan biri bu İncil'i okuduktan sonra bunun sah­te veya düzmece bir kitap olmadığına kanaat getirecektir. Gerçeği söyle­mek gerekirse, Hz. Îsa'nın kişiliği ve öğretileri, diğer dört İncil'e nisbetle

Barnabas İncili'nde daha net, dâha açık bir şekilde karşımıza çıkıyor. Ayrıca, bu İncil'de diğer İncil'lerin belirgin bir eksikliği olan çeşitli söz ve fi­illerdeki tezât da yoktur.

17.3.4. Bütün Peygamberlerin Talimatına Uygun

Barnabas İncilinde Hz. Îsa'nın hayatı ve talimatı bir peygamberin ha­yatı ve talimatına tıpatıp uyuyor. Kendisi bir peygamber olarak karşımıza çıkıyor ve bütün peygamberler ile kitaplarını tasdik ediyor. Peygamberler olmaksızın Hakk'ı tanımanın bir yolu olmadığını belirtiyor ve peygamber­lere boş verenin aslında Allah'a boş vermiş olduğunu anlatıyor. Tevhid, peygamberlik ve âhiret hakkında diğer bütün peygamberlerin talimatına uygun sözler söylüyor. Namaz, oruç ve zekât için gereken telkinde bulu­nuyor. Barnabas İncilinde sık sık bahsedilen namazların, aslında müslü­manların bildiği sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı ve teheccüd namazları olduğu anlaşılıyor. Ayrıca, her namazdan önce abdest alındığı da belli oluyor. Hz. Îsa, peygamberler arasında Hz. Davûd ile Hz. Süleyman (a.s.)'ın da bulunduğunu kaydediyor. Halbuki, hem Yahudiler, hem Hıristiyanlar bu iki peygamberi, peygamberler listesinden çıkarmışlardır. Hz. İsmail’in "zebîh" (Allah'a adanmış kurban) olduğunu kabul ediyor ve bu hu­susta bir Yahudi âlimini de bu gerçeği kabul etmeye zorluyor. Aynı âlim, İsrail oğullarının kendi menfaatleri için Hz. İshâk'ın zebîh veya kurban ol­duğunu herkese inandırmaya çalıştıklarını belirtiyor. Kısacası, Barna­bas'taki kayıtlara göre, Hz. Îsa (a.s.)'nın âhiret, kıyamet, cennet ve cehen­nem ile ilgili vaaz ve telkinleri Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılanların hemen he­men aynısıdır.

17.3.5. Barnabas'ın İncil'i Yazması için İleri Sürdüğü Sebepler ve Amaçlar

Barnabas İncili'nin yazarı ta başta kitabı kaleme almasının sebebini şöyle anlatıyor: "Bu kitabın gayesi, Şeytân'ın hilelerine uyarak Hz. Îsa’yı Allah'ın oğlu ilân edenleri ıslâh etmektir. Bu İnsanlar erkeklerin sünnet edilmesini gereksiz buluyor, haram yiyecekleri helâl kılıyorlar. Bu tür ha­taya düşenler arasında (Aziz) Paul da vardır." Barnabas, Hz. Îsa (a.s.) sağ iken, Mu'cizelerini gören müşrik Romalı askerler O'nun Allah’ın oğlu ve hatta Allah olduğunu söylemeye başladığını ve bu yanlış inanca daha son­ra İsrail oğullarının da bulaştığını belirtiyor. Barnabas'ın dediği gibi, Hz. Îsa bu gidişata çok bozulmuştu. Defalarca, O'nun etrafını saranları uyarmış ve yanlış inançlarını şiddetle yermişti. Şâkirdlerini çeşitli bölgelere göndermişti. Bu şâkirdler, Hz. Îsa'nın duaları sayesinde tıpkı kendisi gibi halka bazı Mu'cizeler gösterdiler. Bundan maksat, Mu'cizeler gösteren bir kişinin Tanrı veya Tanrının oğlu olması gerekmediğini açıkça göstermek­ti. Barnabas bundan sonra Hz. Îsa'nın bu konuda yaptığı çeşitli konuşma­larını naklediyor. Bu konuşmalardan Hz. Îsa'nın halk arasında yaygınlaşan batıl itikatlara ne kadar karşı olduğu ve bundan ne kadar endişe duyduğu anlaşılıyor.

Barnabas ayrıca, Aziz Paul'un, Îsa (a.s.)'nın çarmıhta can verdiği yo­lundaki genel akidesini şiddetle yalanlıyor ve kendi tanık olduğu olayı şöyle anlatıyor: "Şâkird Yahuda (Judah, Judas) Yahudilerin Başrahibinden rüşvet alarak Hz. Îsa’yı yakalamak üzere askerlerle gelince, Allah'ın em­riyle dört melek Hz. Îsa'yı semâya kaldırdılar ve Şakirt Yahuda'nın yüzü ve sesi tamamıyla Hz. Îsa'nınki gibi oluverdi. Böylece çarmıha Hz. Îsa de­ğil, Yahuda gerildi. "Barnabas İncilin'deki bu ifade görüldüğü gibi, Aziz Paul'un kurduğu Hıristiyanlığın kökünü kazıdığı gibi, Kur'ân-ı Kerîm'in ifadelerini de tamamıyla doğrular niteliktedir. Hiç şaşılmamalıdır ki, Kur'ân-ı Kerîm'in inişinden tam 115 sene evvel Barnabas İncilindeki bu ifadeler, bu kitabın Hıristiyan Kilisesi ve din adamları tarafından afaroz edilmesine sebep oldu.

17.3.6. Meşrû ve Muteber Sayılan Dört İncil'de Hz. Îsa'nın Talimatı

Çağımızın olay ve gelişmeleri, Hazreti Îsa (a.s.)'nın Filistinli Yahudilere, Cenâb-ı Allah'ın kelâmı ve Devlet-i İlâhiye'yi kurmaları konusunda vaaz, telkin ve talimat verdiği şart ve ortama çok benzediği için, bu güzi­de peygamberin kullandığı dil, uslûp ve metod bizim için son derece önem taşımaktadırlar. Aşağıya aldığımız alıntılar, Kur'ân-ı Kerimin tali­matının ışığı altında seçilmiştir ve bu bakımdan, bunların Hz. Îsa'nın ger­çek söz ve üslûbuna uygun olduğunu söyleyebiliriz:

17.3.6.1. Tevhid'e Dâvet

"Fıkıh âlimlerinden biri O'na hükümler arasında en iyi hükmün han­gisi olduğunu sordu. Hz. Îsa dedi ki birincisi şudur: "Ey İsrail, dinle! Hüdâvend, bizim Hüdâ aynı Hüdâvend'tir ve sen Hüdâvend'i, Kendi Hûda'nı, kendi kalbini, kendi canını, kendi aklım ve kendi kuvvetini sev"... Fıkıh âlimi ona dedi ki, "ey üstâd, maaşallah, Sen doğru söyledin,

O birdir ve O'ndan başkası yoktur." (Markus: 12: 28-32).

"Sen Hüdâvend'e, kendi Tanrına secde et ve O'na ibadet et." (Luka, 4: 8).

17.3.6.2. İlâhi Hâkimiyet

"O halde, siz şöyle dua edin: 'Ey bizim Babamız, Sen ki, göktesin, Senin ismin pâk kalsın, Senin Hâkimiyetin gelsin, iraden nasıl ki gökte hâkimse, yere de hâkim olsun." (Matta, 6: 9-10).

Görüldüğü gibi, son âyette Hz. Îsa kendi idealini ortaya koymuştur. Bu ayetten, bazıları Hz. Îsa'nın ruhani hâkimiyeti kastettiğini sanmışlar­dır. Ama bu ayet bu inancı reddetmektedir. Hz. Îsa'nın başlıca hedefinin, kâinat'ta Cenâb-ı Allah'ın kanunlarının geçerli olduğu gibi, dünyada da O'nun şeriatının geçerli ve her şeyden üstün kılınmasını sağlamak olduğu burada kesin olarak anlaşılıyor.

17.3.6.3. Hak İle Batıl Arasındaki Mücadele

"Sanmayın ki, ben dünyaya sulh yapmaya gelmişimdir. Ben sulh de­ğil, kılıç sallamaya gelmişimdir. Ben buraya, bir insanı babasından, kızı annesinden ve gelini kaynanasından koparmaya gelmişimdir. Aslında bir insanın düşmanı, onun ailesi olacaktır. Anne ve babasını benden daha çok seven ve sayan bir kişi bana lâyık değildir."

17.3.6.4. Hak Yolunda Sınav Elzem ve Vazgeçilmezdir

"Ve kendi haçını kaldırmayan [5]ve peşimden gelmeyen bana lâyık değildir. Kendi canını kurtarmak isteyen biri bunu er geç kaybedecektir. Ve benim için canını fedâ eden biri, kendini kurtarmış olacaktır." (Matta: 10: 14-39).

"Benim peşimden gelmek isteyen biri kendi benliğini [6]inkâr etmeli, kendi haçını kaldırmalı ve arkamdan gelmelidir." (Matta: 16-24).

"Kardeşi kardeş öldürecek, oğul babasına karşı gelecek ve baba oğlu­na karşı gelip onu öldürecektir. Ve benim adım yüzünden herkes sizden nefret edecektir. Fakat sonuna kadar dayanabilen kurtulmuş olacaktır." (Matta: 10: 21-22)

"Bakın ben sizi sanki koyunların arasına gönderiyorum... Adamlardan uzak durun ve dikkatli olun. Zira, onlar sizi mahkemeye verecekler­dir ve kendi ibadet yerlerinde sizi kırbaçlayacaklardır. Ve siz benim yü­zümden Hükümdarlar ve hâkimlerin önüne çıkarılacaksınız." (Matta: 10: 16-18).

"Ve eğer biri yanıma gelir ve kendi babası, annesi, karısı, çocukları ve kardeşlerine ve bizzat kendi canına düşman olmazsa (yani, bunlarla ilişkilerini koparmaz veya onların sevgilerine Hak dinini tercih etmezse), benim öğrencim olamaz. Kendi haçını kaldırmayan ve peşimden gelme­yen biri şâkirdim olamaz. Herhalde, sizlerden biri bir burç inşa etmek isti­yorsa, evvelâ onun yapımında kullanılacak malzeme ve tutarını hesapla­yacaktır. Bunu yapamaz ve binanın temelini atıp yarıda bırakırsa, herkes gülecek ve diyecek ki, şu adama bakın, bina yapmaya kalkıştı, ama bunu hesaplayamadı... Sizlerden biri, her şeyini terk etmedikçe benim şâkirdim olamaz." (Luka: 14: 23-26).

17.3.6.5. İnkılabî Bir Hareket

Bütün bu ayetler gösteriyor ki, Hz. Îsa (a.s.) sadece bir dini yaymaya değil, tüm medenî ve siyasî nizamı temelden değiştirmeye gelmişti. Bu, öylesine hafif veya küçümsenecek cinsten bir görev veya dava değildi, aksine son derece güç ve büyük bir dava idi ve bu yolda bir değil, birkaç kuvvete karşı savaşmak, meselâ, Roma imparatorluğu, Yahudi devleti, fı­kıh âlimleri ile ferisîlerin (şeriat sahipleri) iktidarı ve genel olarak bütün sapık ve çıkarcı insan ve zümrelerle boğuşmak gerekiyordu. Bu sebepten dolayıdır ki, Hz. Îsa ta başta hem kendisinin üstlendiği görev, hem arka­daşlarının üzerlerine aldıkları sorumluluğun ne kadar büyük ve tehlikeli olduğunu söylemekten çekinmiyordu. Hz. Îsa, yolun ağzında kendisiyle beraber gelmek isteyenlerin nelerle karşılaşacaklarını açıkça dile getiri­yordu.

17.3.6.6. Sabır ve Metânet'in Telkini

"Haylazlara karşı gelme; aksine, senin sağ yanağına tokat atana öbür yanağını da çevir. Ve eğer biri seni mahkemeye verip senden gömleğini almak istiyorsa, sen ona cübbeni de var. Ve biri seni bir fersah boşuna koşturursa, sen onunla iki fersah koş.." (Matta: 15: 39-41).

"Bedenleri öldüren ama ruhları öldürmeyenlerden korkma. Sen asıl ruh ile bedenin ikisini cehennemde öldürecek olandan kork." (Matta: 10­28).

17.3.6.7. Dünya Sevgisinden Uzaklaşmak ve Âhireti Sevmek

"Kendi nefsin için dünyada mal-ü mülk toplama. Dünya öyle bir yer­dir ki, burada her şeyi böcekler yer ve her şey paslanır ve haydutlar her şeyi alıp götürürler. Asıl sen gökte kendin için mal-ü mülk toplamalısın." (Matta: 6: 16-20)

"Hiçbir kimse aynı ânda iki efendiye hizmet edemez. Siz aynı zaman­da Allah'a ve servete hizmet edemezsiniz. Biz ne yiyeceğiz ve ne içeceğiz diye kendi canınızı sıkmayın, giyeceğiniz hakkında da tasalanmayın. Fezadaki kuşlara bakın, ne ekiyorlar, ne biçiyorlar, ne de evlerde ve köşk­lerde biriktiriyorlar. Fakat yine de Gökteki Babanız onların kamını doyu­ruyor. Siz onlardan daha değerli değil misiniz? Sizlerde, kendi canını sık­mak ve tasalanmak suretiyle ömrünü bir an bile uzatabilecek kimse var mıdır? Ve giyim-kuşamlarınız için niçin bu kadar telaşlanıyorsunuz? Or­mandaki ağaçlara ve kır çiçeklerine bakın, onlar nasıl büyüyor ve nasıl yetişiyor? Onlar ne didiniyor, ne çabalıyor ve ne de örüyor. Yine de ben size söylüyorum ki, Süleyman (a.s.)'da bütün şan ve şevketine rağmen di­ğer İnsanlar gibi giyinik değildi. Eğer Allah, bugün varolan ama yarın ocağa atılacak olan otları bile giydirebiliyorsa, ey imanı zayıf olanlar, sizi neden giydirmesin? Siz önce O'nun Hükümdarlığını ve dürüstlüğünü ve doğruluğunu ararsanız, o zaman siz bu şeylere de kavuşabilirsiniz." (Mat­ta: 6: 24-33).

"Talep ettiğinizde size verilecektir, araştırdığınızda siz bulacaksınız ve çaldığınızda bu size açılacaktır." (Matta: 7: 7).

17.3.6.8. Çilekeşliğin Gayesi

Hz. Îsa (a.s.)'nın ruhbanlığı teşvik ettiği, insanların dünyayı terk edip bir köşeye çekilmelerini emrettiği genellikle kabul ediliyor. Halbuki, Hz. Îsa'nın asıl amacı bu değildi. O'nun başlattığı inkılabî hareket ve bunun o günkü şartlar altında yaşayıp gelmesi ancak sabır, Allah'a tevekkül ve çi­lekeşliğe bağlıydı. Bir uygarlık ve siyaset düzeni bütün dünyaya hâkim iken ve hayatın bütün imkân ve kaynakları onun elinde bulunurken, bir devrimci cemaat ve inkılâpçı hareket, her türlü can ve mal sevgisini orta­dan kaldırmadan, her türlü tehlikeye ve eziyete göğüs germeden ve her çeşit zarar ve ziyanı göze almadan gayesine ulaşamaz. Kurulu bir düzene karşı baş kaldırmak aslında bin bir musibeti davet etmektir. Bu işi yapma­ya kalkışanların; bir tokadı yedikten sonra, ikinci bir tokada da hazır olma­ları, gömlek elden giderken, cübbenin de elden çıkacağını bilmeleri, her türlü yiyecek ve giyecek derdinden uzak durmaları ve diğer bütün tehlikelere ve çilelere hazırlıklı bulunmaları gerekmektedir. Rızık ve gelir kaynakları ellerinde bulunan güçlere karşı savaşıldığı zaman, elbetteki onla­rın vereceğinden ümit kesilmelidir. O halde, ancak her türlü ard niyet ve düşünceden sıyrılmış, her çeşit tehlikeye göğüs germiş ve her şeyi Allah için terk etmeye karar vermiş olanlar bu yolu seçmelidirler.

17.3.6.9. İlâhî Hükümetin Kapsamlı Manifestosu

"Ey emekçiler ve ey ezilmiş olanlar, siz hepiniz bana gelin. Ben hepi­nizi rahatlatacağım. Zira, benim boyunduruğum yumuşak ve benim yü­küm hafiftir." (Matta 11; 28-30)

İlâhi Hükümet'in manifestosu herhalde bundan daha iyi ve anlamlı olamaz. Bu geniş kapsamlı manifesto en az kelimelerle ancak böyle ifade edilebilir, İnsanlar üzerine insanların hükümeti gerçekten son derece bü­yük ve ağır bir yüktür, ilâhi hükümet kurmak niyetiyle ortaya atılan bir insan, bu yükün altında ezilmekte olanlara ancak bu şekilde seslenebilir. Yani, İlahî Hükümetin yükü hem hafif hem yumuşaktır.

17.3.6.10. Hükümet, Hizmet Demektir

"Diğer milletlerin kralları onlara hükümet ediyorlar. Fakat sen buna izin verme ve böyle olma. Halbuki, sizlerden büyük olan, küçük gibidir ve efendi olan hizmetçi gibidir." (Lukas 22: 25-26)

Hz. Îsa'nın kendi havarilerine talimatı buydu. Buna benzer diğer bir­çok nasihat İncillerde vardır. Hz. Îsa, havarilerinden, çağlarındaki Firavun ve Nemrud'ları ortadan kaldırıp onların huylarını kabul etmemeleri hak­kında söz almak istiyordu.

17.3.6.11. Yahudi Ulema ve Din Adamlarının Tenkidi

"Fıkıh âlimleri ile firisîler (şeriat sahipleri), Musa'nın koltuğuna otur­muşlardır. Onun için, onların size söylediklerini dinleyin ve yapmaya çalışın. Fakat onlar gibi işler yapmayın. Zira, onlar dediklerini yapmıyor­lar. Onlar, taşınması güç olan yükleri insanların omuzlarına koyuyorlar. Halbuki kendileri parmaklarını bile oynatmak istemiyorlar. Bütün işleri­ni başkalarına göstermek için yapıyorlar. Boyunlarındaki takıları çok büyük oluyor. Elbiselerinin kenarları (dantelleri) çok geniş oluyor. Tö­renlere başkanlık etmeyi, mabetlerde en yüksek kürsüye çıkmayı, çarşı­larda selâm almayı ve halk tarafından Rabbi olarak çağırılmayı çok sever­ler.

"Ey sahtekâr fakihler ve firisîler, yazıklar olsun! Siz Göklerin hâki­miyetinin kapılarını insanlara kapatıyorsunuz. Bu kapıya ne kendiniz giri­yor ne girmiş olanların girmelerine izin veriyorsunuz."

"Ey yalancı fakîhler ve firisîler, yazıklar olsun! Bir müridi bulmak için kara ve deniz yolunu katediyorsunuz. Ve bir kişi mürid olunca, onu kendinizden iki misli cehenneme lâyık yapıyorsunuz."

"Ey kör yol göstericileri! Siz sivri sineği süzgeçten geçiriyorsunuz, ama deveyi yutuyorsunuz."

"Ey hilekâr fakîhler ve firisîler, yazıklar olsun! Siz üstü beyazla bo­yanmış mezarlar gibisiniz, ki dışardan güzel görünüyor, ama içinde ölüle­rin kemikleri ve diğer pislikler vardır. Tıpkı bunun gibi, siz dışardan dü­rüst gibi görünüyorsunuz, ama içiniz hilekârlık, riyakârlık ve dinsizlikle doludur." (Matta: 23: 2-28).

Hz. Îsa'nın yaşadığı çağda din adamları ve şeriat sahiplerinin durumu işte buydu. Onlar ilim ve irfana sahip olmalarına rağmen, hem kendileri kötü yolda idiler hem diğerlerinin de kötü yola sapmalarına sebep oluyor­lardı. Gerçek şu ki Hıristiyanların içinde bu düşmanlar Romalı ve Bizanslı imparatorlar ve diğer din düşmanlarından daha tehlikeliydiler.

17.3.6.12. Hz. Îsa’ya Karşı Dini Liderlerin Tertibi

"O zaman firisîler gidip kendisini hile ile ağlarına düşürmeyi plân­ladılar. Onlar, şâkirdlerinden birini Herodlular [7]ile birlikte O'nun yanına gönderdiler ve onlar, şâkirdler dediler ki, Ey Üstâd, Biz senin doğru oldu­ğunu biliyoruz. Sen kimseden korkmadan herkese Allah'ın talimatını bü­tün kalbinle veriyorsun. Bize söyle, sen ne düşünüyorsun? Kayser'e (İmparator'a) cizye (vergi) vermek doğru mudur, değil midir. Hz. Îsa onların şeytanlığını anlamıştı ve dolayısıyla kendilerine şöyle dedi: 'Ey sahte­kârlar, beni neden imtihan ediyorsunuz? Cizye sikkesini bana gösterin. Onlar O'na dinarı getirdiler, O zaman O dedi ki, 'Bu sikke üzerinde kimin resmi ve adı vardır? Onlar, Kayser(imparator)'in olduğunu söylediler. Bu­nun üzerine Îsa şöyle cevap verdi: 'İmparatorun olanı imparatora, Allah’ın olanı ise Allah'a ödeyin.'" (Matta: 22: 15-21).

Bu hikâye gösteriyor ki, firisîler ve Romalıların yandaşları Hz. Îsa’ya bir oyun oynamak istiyorlardı. Firisîler, Hz. Îsa'nın başlattığı devrimci ha­reketi durdurmak için, O'nu İmparatorlukla karşı karşıya getirip, hareketin güçlenmesinden önce ezdirilmesini istiyorlardı. Bu sebeple, Hz. Îsa'nın hükümete vergi verilmesinden yana olup olmadığını açığa çıkarmak iste­diler. Hz. Îsa'nın, onların oyununa gelmeyip, aynı zamanda iki anlama ge­len bir söz söylemesi onların oyununu bozdu. Onların oyununu bozdu, ama, hem Hıristiyanlar hem hristiyan olmayanların bu sözleri kasıtlı olarak hep tek bir anlamda kullanmalarına da sebep oldu. Nitekim, geçen 2000 yıldan beri bu çevreler bu sözleri, ibadetin Allah'a yapılması ve itaatin da her devirde işbaşında bulunan hükümete yapılması manâsında kullanmış­lardır. Fakat, Hz. Îsa'nın sözlerine dikkat edersek, kendisinin, vergilerin İmparator'a verilmesinin câiz olduğunu ilân etmesi onun talimatına aykırı olurdu. Vergi verilmemesini de emredemezdi. Zira o zamana kadar O'nun hareketi, vergi ödemesini durduracak ve bunun üzerine Hükümetten gele­cek tepkiye karşı direnecek güçte değildi. Bu sebeple, Hz. Îsa şöyle ince ve zarif bir nasihatte bulunmuştu: "İmparator'un resmi ve ismini ona geri verin ve Allah'ın yaradığı altını Allah yolunda sarf edin." Firisîler kendi oyunlarında başarısız olduktan başka tertiplerin peşinde koşmaya başladı­lar ve bizzat Hz. Îsa'nın havarilerinden birine rüşvet vererek, halkın fazla bir tepki gösteremeyeceği bir sırada Hz. Îsa'nın yakalanmasına yardımcı olmaları için razı ettiler. Bu oyun tuttu ve rüşvet alan şâkird Yahuda (Ju­da), Hz. Îsa'nın yakalanmasına sebep oldu.

17.3.6.13. Hz. Îsa İle İlgili Yahudi İleri Gelenlerinin Muhakemesi

"Ondan sonra bütün cemaat O'nu (Hz. Îsa'yı) Pelatius'a (Romalı hâkim) götürdüler. Orada dediler ki, 'Biz bunu, milletimizi suça teşvik ederken, İmparatora vergi verilmesine karşı çıkarken ve kendisine "Mesih Kral" derken bulduk"... Pelatuis, Başrahip'e ve diğer adamlara, 'Ben bu adamda hiçbir kusur görmüyorum' dedi. Fakat onların bağırıp çağırmaya başladılar ve kendi sözlerini kabul ettirmeye çalıştılar. Dediler ki, 'Bu adam bütün Yahudiler arasında huzursuzluk yaratmıştır. Kötü emeline ulaşmak için Galile'den buraya kadar herkesi ayaklandırmaya çalışmakta­dır.' Onlar bağırıp çağırmaları işe yaradı." (Luka: 23: 1-23).

17.3.7. Hz. Muhammed (a.s.)'in Mekke Dönemiyle Benzerlik

Böylece, dünyada Hz. Îsa'nın inkılâpçı mesajı, kendilerini Hz. Musa (a.s.)'nın vârisi sanan kişiler ve cemaat tarafından yok edildi. Tarihî kayıt­lara göre Hz. Îsa'nın peygamberlik müddeti sadece 1.5 ilâ 3 yıl arasında idi. Bu kısa müddet içinde Hz. Îsa, Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.)'nın

Mekke'de yaşantısının ilk üç yılında yaptığı kadar bir çalışma yapabildi. Eğer bir kişi, İncillerin yukarıda iktibas ettiğimiz ayetlerini, Kur'ân-ı Kerîm'in Mekkî ayetleri ve Hz. Peygamber(s.a.)'in bu döneme ait hadise­leri ile karşılaştıracak olursa, ikisi arasında önemli bir benzerlik bulacak­tır.

17.4. HIRİSTİYANLARIN SAPLANTILARININ GERÇEK SEBEPLERİ

"De ki: 'Ey Ehl-i Kitap, Haksız yere dininizde haddi aşmayın. Bundan önce dalâlete düşmüş ve çocuklarını da dalâlete düşürmüş ve doğru yol­dan sapmış olan kavmin hevâsına tabi olmayın." (Maide; 77)

17.4.1. Hıristiyanlarda Bidat ve Başkalarını Taklit Etme Meyli

Burada Hıristiyanların, kendi dinlerinde çeşitli bid'atlere yer vermele­rine, ve başka milletlerden batıl inanç ve alışkanlıklar edinmelerine işaret edilmiştir. Hıristiyanlar özellikle Yunan felsefesinin etkisinde kalıp doğru yoldan sapmışlardı. Halbuki bu bid'at ve taklit'ten evvel onlar Allah’ın ha­kiki dinine bağlıydılar. Hz. Îsa'nın ilk halife ve havarileri, kendi gördükle­ri ve duyduklarına göre Hak dininin özünü koruyor ve yaymaya çalışıyor­lardı. Ne var ki, daha sonraki devirlerde Hıristiyanlar bir yandan kendi pey­gamberlerine sevgi ve saygıyı haddinden fazla abarttılar ve bir yandan çe­şitli yabancı milletlerin hurufat ve batıl itikatları ile felsefelerinin etkisin­de kalarak kendi akide ve inançlarına filozofik yorumlar getire getire ta­mamıyla yeni bir din yaratmış oldular. Hıristiyanların bu dini, Hz. Îsa'nın getirdiği Hak dininden çok farklı ve çok uzaktaydı.

17.4.2. Bir Hıristiyan Âlimin Eleştirileri

Bu hususta önde gelen bir Hıristiyan teolog ve âlim, Charles Ander­son Scott'ın görüşleri çok ilginçtir. Scott, Encyclopaedia Britannica'nın 14. baskısında "Jesusu Christ" (Hz. Yesuh-i Mesih, Îsa) maddesi altında uzun bir makale yazmıştır. Bundan bazı bölümlere bir göz atalım:

"İlk üç İncil (Matta, Markus ve Luka) de, bu İncillerin yazarlarının, Hz. Îsa’yı insandan başka bir şey sandıklarını gösteren herhangi bir şey yoktur. Bu yazarlara göre Hz. Îsa bir insandı. Öyle bir insan ki, özellikle Allah'ın ruhundan feyiz almıştı ve Allah ile öylesine kesintisiz ve ayrıl­maz bir ilişki içinde idi ki-, kendisine Allah’ın oğlu demek yerinde olacaktı. Matta bile kendisinden söz ederken, kendisinin, "marangozun oğlu" ol­duğunu belirtir ve bir yerde şöyle yazar: 'Peters O'nu Mesih diye çağırın­ca, o onu bir tarafa götürüp onu (Peters'i) azarladı.' (Matta: 16: 22). Luka'ya baktığımızda, haç vak'asından sonra Hz. Îsa'nın iki şâkirdi Amaus'a giderken kendisinden şöyle bahsettiğini görüyoruz: 'O Allah ve bütün millet'in gözünde, gerek söz gerekse fiilde kudretli bir peygamberdi.' (Luka: 24: 19). Burada şu noktaya özellikle dikkat etmeliyiz ki, Markus'un eserinden önce Hıristiyanlar arasında Yesu (Îsa) için "Hüdâvend" kelimesi yaygınlaşmaya başlamış olmasına rağmen, ne Markus'un İncilinde, ne de Matta'nın İncilinde kendisi bu isim ile anılmıştır. Buna mukabil, her iki İncilde "Hüdâvend" kelimesi Tanrı veya Allah için sık sık kullanılmıştır. Hz. Îsa'nın başına gelenler ve çarmıha gerilmesi olayı her üç İncilde gayet haklı olarak acıklı ifadelerle, uzun uzun anlatılmıştır. Fakat Markus'un İncil'inde geçen, 'efidye' kelimesinin dışında bu İncillerden hiç birinde, bu olaya daha sonraki devirlerde verilen anlam verilmemiştir. Hatta Hz. Îsa'nın ölümünün bütün insanlığın günâhının bir kefareti olduğuna dair en küçük bir işarete rastlanmamaktadır."

Rahip Scott daha sonra şunları yazıyor:

"Îsa'nın kendisini bir peygamber olarak halka sunduğu, İncillerin çe­şitli ifadelerinden sabittir. Meselâ şu satırlara bakınız: 'Benim için bugün, yarın ve ertesi gün kendi yolunda yürümem gereklidir. Çünkü bir pey­gamberin Kudüs'ün dışında ölmesi mümkün değildir." (Luka: 13: 23). Hz. Îsa ekseriya kendisinden "ademoğlu" olarak bahsediyor... Îsa hiçbir yerde kendisine 'Allah’ın oğlu' demez. Galiba, çağdaş havarileri ve yazarları da bu kelimeyi kullanırken herhalde O'nun sadece Allah'ın bir kulu olduğunu kastetmişlerdir. Fakat o sırf Allah ile olan ilişkisini göstermek amacıyla kendisi için "oğul" tabirini kullanıyor... Ayrıca, kendisinin Allah ile olan ilişkisini de anlatırken, Allah'ı "baba" olarak anıyor... Bu ilişkinin sadece kendisine mahsus olduğunu da sanmıyordu. Aksine ilk devrelerde, diğer insanların da bu ilişkide kendisiyle ortak olduklarını düşünüyordu. Ne var ki, daha sonraki tecrübeler ve insan tabiatını daha yakından incelemesin­den sonra Tanrı ile ilişkisi konusunda kendisinin tek başına kaldığı sonu­cuna vardı."

Aynı yazar daha sonra şöyle diyor:

"Paskalya bayramında Peters'in Hz. Îsa için kullandığı bu tabir, Allah tarafından olan bir insan', O'nun çağdaşlarının kendisini nasıl gördüklerini ve anladıklarını göstermektedir... İncillerden anladığımız kadarıyla, Îsa çocukluğundan gençliğine kadar çok doğal ve normal bir talim ve terbiyeden geçerek yetişti. O acıkırdı, susardı, yorulurdu ve uyurdu, hayrete dü­şerdi ve hatırının sorulmasını beklerdi. O çile çekti ve öldü. Her şeyi duy­duğunu ve her şeyi gördüğünü hiçbir zaman iddia etmedi... Hatta bu gibi şeyleri kendisine yakıştıranlara kızdı... Gerçekten O'nun hazır ve nazır ol­duğu iddiası, bize İncillerden gelen bütün kayıtlar ve kavramlara aykırı olacaktır. Bu iddia, imtihan olayı ve Getusmani ile Khopri mevkiinde meydana gelen olaylar arasında herhangi bir bağlantı kurulamaz. Bağlan­tıyı, ancak bu olayların gerçek dışı olduğunu kabul ettiğimiz takdirde ku­rabiliriz. Hz. Îsa'nın bütün bu olayları yaşarken, diğer İnsanlar gibi sınırlı bilgiye sahip olduğu kabul edilmelidir. Bu sınırlamada bazı istisnalar da vardı, ama bunlar ancak peygamberlik basireti ve Allah'ı kendi gözüyle görmüş olması, ölçüsünde olabilir. Ayrıca, İncillere göre Hz. Îsa’yı Kâdir-i Mutlak olarak kabul etme imkânı daha da azdır. Zira, hiçbir yerde O'nun Allah'tan bağımsız ve egemen olarak hareket ettiğine dair en küçük bir işaret yoktur. Aksine, O'nun sık sık dua etme alışkanlığına sahip olduğuna ve şöyle konuştuğuna şahit oluyoruz: 'Bu iş, Allah'a dua edilmeden yapı­lamaz veya önlenemez.' Bu söz ve davranışları, O'nun tamamıyla Allah'a tabi ve dayalı olduğunu göstermektedirler. Bu husus bile, İncillerin tarihi hüviyeti açısından Îsa'nın insanlık halinin büyük bir delilidir. Zira İncille­rin hepsi, Hıristiyan Kilisesinin, Hz. Îsa’yı bir tanrı olarak kabul etmesin­den sonra yazılmış, ve hazırlanmıştı. Buna rağmen bir yandan da O'nun hiçbir zaman kendisini tanrı ilân etmediği kaydedilmiştir."

Charles Anderson Scott, makalesinin sonunda şunları yazıyor: "Îsa'nın bütün yetkilerle "Allah'ın oğlu" ilân edildiğini ilk kez yazan ve açıklayan Aziz Paul oldu... Allah’ın oğlu tabiri, gerçekten baba-oğul ilişkisi anlamını taşımaktadır, ki Aziz Paul başka bir yerde, Îsa için "Allah’ın kendi oğlu" deyimini kullanmak suretiyle katiyetle ortaya koy­muştur. Îsa için asıl dinî manâda "Hüdâvend" ünvanının ilk önce Hıristiyanların ilk cemaati tarafından mı, yoksa Aziz Paul tarafından mı kulla­nıldığı henüz açıklığa kavuşmamıştır. Belki de bu ünvanı Îsa’ya ilk yakış­tıran ilk Hıristiyanlardı. Fakat şurası bir gerçektir ki, bunu bugünkü manâda ve tam olarak ilk kullanan Paul'du. Paul bu ünvanı ısrarla ve her­kesin anlayabileceği şekilde kullandı. Nitekim, "Hüdâvend, Yesû-ı Mesîh" tabirini kullanarak niyetini ve amacını açıkça ortaya koydu. Paul bu terimler ve kavramlar ile eski mukaddes kitaplarda "Hüdâvend" "Yahova" (Yahudilerin Allah için kullandıkları tabir)'ya mahsus olan bütün özellikleri Hz. Îsa’ya yöneltmiş oldu. Ayrıca, Îsa'nın, Allah'ın akıl ve azametine eşit olduğunu ve mutlak surette O'nun oğlu olduğunu açıkladı. Fakat çok gariptir ki, Paul, Hz. Îsa'nın pek çok açıdan Allah'a eşit oldu­ğunu belirtmesine rağmen, kendisini kesin bir şekilde Allah olarak kabul etmekten kaçındı."

17.4.3. Başka Bir Hıristiyan Bilim Adamının Görüşü

Rev. Reorge William Nox adında başka bir Hıristiyan din ve ilim ada­mı, Encyclopaedia Britannica'nın "Christianity" (Hıristiyanlık) maddesin­de Hıristiyanlık ve Katolik kilisesinin temel inançlarından söz ederken şöy­le diyor:

"Teslis akidesinin düşünce çerçevesi Yunan kaynaklıdır. Ayrıca buna bazı Yahudi talimatı da eklenmiştir. Bu bakımdan, bu akide ve umde bi­zim için garip bir terkiptir. Dinî düşünceler İncil'inki olup, yabancı felsefe kalıplarına göre dökülmüşlerdir." Baba, oğul ve Ruhûl-Kuds terimleri Yahudi kaynaklıdırlar. Son terimi Îsa nâdiren kullanmış idi. Paul da bunu müphem bir şekilde kullanmıştı. Fakat Yahudi literatüründe bu tâbir, bir şahsiyete bürünme anlamına geliyordu. O'nun için bu akide'nin temeli Yahudi inançlarıdır. (Gerçi Yahudi inançları da bu terkibe veya formüle katıl­madan önce Yunan felsefesinden etkilenmişti). Teslîs akidesinin malze­mesi Yahudilerden ve konumu Yunanlılardan gelmiştir. Bu akidenin üze­rinde teşekkül ettiği sorun ne dinî idi ne ahlakî, aksine tamamıyla felsefi idi. Yani asıl sorun, bu üç unsur (baba, oğul ve ruh) arasındaki ilişki ve dengeyi bulmaktı. Bu sorunu İznik’te toplanan Kilise Meclisi çözdü. Bu­gün bu çözümü gören herkes, bunun her bakımından Yunan düşüncesinin bir ürünü olduğuna derhal karar verebilir."

17.4.4. Kiliseler Tarihinden Bir Delil

Bu konuda Encylopaedia Britannica'nın, "Church History" (Kiliseler Tarihi) maddesi de dikkate değerdir. Şu yazıya bakın:

"Milâdi Üçüncü asrın son bulmasından önce Îsa, "kelâm'ın bedensel bir ifadesi olarak kabul edilmişti. Fakat pek çok Hıristiyan, Îsa'nın ulûhiyetini kabul etmiyorlardı. Dördüncü yüzyılda bu mesele büyük tar­tışmalara yol açıyordu. Bu tartışma ve kavgalar öylesine şiddetliydi ki, Kilise'nin temellerini sarstılar. Nihayet, 325'te İznik Meclisi, Îsa'nın ulûhiyetini, Hıristiyanlığın resmî akidelerinden biri haline getirdi ve bunun için belirli tabirler kullandı. Gerçi bundan sonra da münakaşa ve münaza­ralar bir süre devam etli. Fakat İznik Meclisinin kararları her şeye egemen oldu. Nihayet Doğu ile Batı'da Hıristiyanların imanının sağlamlığı bu akideye göre ölçülmeye başlandı. Oğulun ulûhiyetinden sonra Ruh'un ulûhiyeti de kabul edilmiş oldu. Bu inançlara, Hıristiyanlık kelimesi ve Ba­ba ile oğul'un yanında yer verildi. Aynı şekilde, İznik Meclisinde Îsa'nın ulûhiyetine dair alınan karar da Hıristiyan akide ve inançlarının ayrılmaz bir parçası oluverdi.

Daha sonra, "Oğulun ulûhiyeti, Îsa'nın şahsiyetinde ifade buldu" um­desinin bir yanı ikinci bir tartışma konusu oldu. Bu mesele, Miladî dör­düncü asırda ve daha sonra uzun süre münakaşa ve münazaralara sebep oldu. Mesele, Hz. Îsa'nın şahsiyetinde ulûhiyet ile insanlığın nispetiyle il­giliydi. Miladî 451'de toplanan Kadıköy (Calcedon) Meclisi, Îsa'nın vücu­dunda iki tam ve ayrı şahsiyetin ve hüviyetin bulunduğuna karar verdi. Yani birincisi ilahî, ikincisi insanî hüviyeti ve bunlar birleşmelerine rağ­men, farklı özelliklerini aynen muhafaza ediyorlardı. 680'de İstanbul'da toplanan Kilise Meclisi bu karara bir ilâve yaparak, Hz. Îsa'nın her iki şahsiyetinin iki ayrı irâdesi bulunduğunu da tasdik etti. Yani, Îsa hem ilahî, hem insanî şahsiyet ve iradelere sahipti... Bu arada Batı (Roma) Ki­lisesi "günah" ve "fazl" kelimeleri üzerinde de önemle durdu. Ve âhirette kurtuluş konusunda Allah'ın işi ve kulların vazifelerinin ne olduğu konusu uzun tartışmalara yol açtı. Nihayet 529'da ve ikinci Yene meclisinde bu hususta şöyle bir karar alındı: Her insan fâni ve günahkâr olduğu için ebedî kurtuluşuna doğru adım atamaz. Bu işi ancak Allah'ın fazlı ve yardı­mıyla yapabilir. Doğuşundan sonra bir günahkâra ikinci bir hayat verili­yor ve bu hayatta da Allah'ın fazlı ve merhameti olmaksızın doğru yolu ve necatı bulamaz. Bir insan'a Allah'ın fazlı ve inayeti ancak Katolik Kilise­sinin vasıtasıyla sağlanabilir."

17.4.5. Sonuç

Hıristiyan din adamları ve düşünürlerinin yukarıdaki açıklamalarından Hıristiyanlığın ne gibi değişikliklere uğradığı ve Tek Allah'a olan inanç­tan nasıl şirke saplandığı iyice anlaşılıyor. Hıristiyanların doğru yoldan ayrılmalarına ilk önce Hz. Îsa’ya olan aşırı sevgi ve sadakati belirlemek amacıyla önce "Hüdâvend" ve "Allah'ın oğlu" gibi deyimler kullanıldı, daha sonra kendisine tanrısal sıfatlar yakıştırıldı, ve kefâret akidesi icad edildi. Halbuki Hz. Îsa'nın öğretilerinde bunlara zerre kadar yer verilme­mişti. Daha sonra Hıristiyanlar felsefeye bulaşınca, ilk yanılgılarından sıy­rılmaya ve kurtulmaya çalışmak yerine geçmişteki din âlimi ve rahiplerin söz ve davranışları için saçma sapan gerekçeler bulmaya çalıştılar. Böyle­ce, Hz. Îsa'nın gerçek talimatını unutup, mantık ve felsefeye dayanarak üst üste akide ve inançlar türetmeye başladılar. Bölümümüzün başında naklettiğimiz Kur'ân-ı Kerîm'in ayetleri Hıristiyanların işte bu dalâleti ko­nusunda dikkatimizi çekmektedirler.

17.4.6. İnsanların Doğuştan Günahkâr Olmalarına Dair Yanlış İnanç

Hıristiyanlığın geçen 1500 yıldan beri temel inançları arasında yer alan, insanların doğuştan günahkâr olduğu kavramı, hiçbir semavî kitap­ta yer almamıştır. Hatta bugün bazı Katolik din adamları da böyle bir inancın İncil'de bulunmadığını savunmaya başlamışlardır. Nitekim, tanın­mış bir Alman İncil uzmanı, Rev. Herbert Haag, "Is Original Sin in Scripture" adlı son eserinde Hıristiyanlar arasında en az miladî 300 yılına ka­dar, insanların doğuştan günahkâr oldukları yolunda herhangi bir inancın bulunmadığını ve bu inanç halk arasında yayılmaya başlayınca Hıristiyan din adamlarının yaklaşık iki yüzyıl bunu reddetmeye çalıştıklarını belirti­yor. Nihayet beşinci yüzyılda Aziz Augustin kendi mantığıyla ve bazı kuvvetli delillerle, bunu şöyle ifade ederek Hıristiyanlığın temel inançları arasına katıverdi: "İnsan oğlu, Adem'in günâhının vebalini miras almıştır ve onun Îsa'nın kefareti, sayesinde âhirette kurtulmasından başka bir çare­si yoktur."

17.4.7. Hz. Meryem (a.s.)'in, Tanrı'nın Anası Olarak Kabul Edilmesi

Miladî 43l'de Efes'te bütün Hıristiyan dünyasının din adamları ve ule­masının bir konseyinin yaptığı toplantısında Hz. Îsa'nın ulûhiyeti ve Hz. Meryem (a.s.)'in Tanrı'nın Anası olması, Kilise'nin resmi akideleri olarak kabul edildi.

Hıristiyanlar, Allah ile Hz. Îsa ve Ruh-ul Kuds'ü tanrı olarak kabul etmekle yetinmediler, ayrıca Hz. Îsa'nın annesi, Hz. Meryem'i de bir tanrı­ça yapıverdiler. Daha önce birçok defa işaret ettiğimiz gibi Kitab-ı Mu­kaddes veya İncillerde Hz. Îsa'nın ulûhiyetine dair en küçük bir işaret yoktur. Hz. Îsa'nın ölümünden sonra 300. yıla kadar Hıristiyan dünyası böyle bir şeye vakıf değildi. Ancak Miladî üçüncü yüzyılın sonlarına doğ­ru İskenderiye'de bazı din adamları ve ilahiyat ulemâsı, Hz. Meryem için ilk defa "Allah'ın Anası" deyimini kullandılar. Bundan sonra Meryem'in ulûhiyeti ve Meryem'e tapma geleneği giderek yayıldı. Hıristiyan Kilisesi ilk başlarda böyle bir şeyi resmen kabul etmeye hazır değildi ve hatta Meryem'e tapanlara fâsid ve kâfir derdi. Daha sonra, Hz. Îsa'nın aynı za­manda iki ayrı şahsiyet taşıdığı yolunda Lusturius'un ileri sürdüğü fikir Hıristiyan dünyasında görülmemiş münakaşa, kavga ve çatışmalara yola-çınca, meselenin halli için Miladî 431'de Efes'te toplanan Kilise Meclisi ilk defa Hz. Meryem için "Tanrı'nın Anası" deyimine resmi bir hüviyet verdi. Bunun gayet doğal sonucu olarak, o zamana kadar kilise dışında ce­reyan eden Meryem-perestlik Kiliselere de giriverdi. Hatta, Kur'ân-ı Ke­rim'in inişine kadar, Meryem öylesine büyük ve heybetli bir tanrıça olu­verdi ki, Baba, oğul ve Ruh-ul Kuds gibi Teslis akidesinde yer alan üç ilâh O'nun yanında birer hiç kaldı. Meryem'in putları sayısız kiliselerde vardı. Dua ve ibadetler onun put ve heykelleri önünde yapılırdı. Her türlü arzu ve istek O'na iletilirdi. Herkes derdini O'na anlatırdı. Meryem tanrı­çası herkesin koruyucusu ve yardımcısı haline geliverdi. Böylece bir Hıristiyan kişi için en büyük güven mutluluk kaynağı, "Tanrı'nın Anası"nın himayesine girmekti. Bizans imparatoru Justinian çıkardığı bir kanunla Hz. Meryem'in, kendi imparatorluğunun koruyucusu olduğunu ilân etti. Bu imparatorun komutanlarından biri olan General Nersius savaş alanında Hz. Meryem'den merhamet ve hidayet isterdi. Hz. Peygamber (a.s.)'in çağdaşı olan imparator Heraclius'in bayrağında ve flamasında "Tanrı'nın Anası"nın resmi vardı ve Hz. Meryem'in inayetiyle savaşta bayrağının düşmeyeceğine ve yenilmeyeceğine inanırdı. Daha sonraki çağlarda Hıristiyanlıkta ortaya çıkan mezhepler ve reform hareketleri, Meryem'in tapılmasına karşı çıktılarsa da, Katolik Kilisesinde Meryemperestlik hâlâ devam etmektedir.

17.5. TEVRAT VE İNCİL'DE HZ. MUHAMMED'İN GELİŞİYLE İLGİLİ HABERLER

"Bir vakit Meryem'in oğlu Îsa da: 'Ey İsrail oğulları, Ben size Al­lah'ın peygamberiyim. Benden evvel gelen Tevratı tasdik edici ve benden sonra gelecek bir peygamber ki, onun adı Ahmed'dir; müjdeleyici olarak geldim' dedi." (Sâf; 6)

Hz. Îsa'nın bu sözleri, Hz. Musa'nın kendi ümmetine, Hz. Muham­med (a.s.)'in peygamber olarak gelişine dair verdiği müjde ile ilgilidir. Hz. Musa'nın müjdesi şu satırlarda yer almıştır:

17.5.1. Tevrat'ın Açık Haberi

"Allah-u Teâlâ, Senin Rabbin, senin için, senin aralarından, yani se­nin kardeşlerin arasından, benim gibi bir nebi peydah edecektir. Siz onu dinleyin. Bu senin, Rabbına, kendi Rabbına, toplantı günü Havreb'de yaptığın müracaata uygun olacaktır. Sen o gün Rabbine kendi Rabbine de­miştin ki, Rabbimin sesini bir daha duymayayım ve belki de benim ölme­me sebep olacak büyük bir ateşi görmeyeyim. Ve Rabbim bana dedi ki, onlar ne diyorsa doğrudur. Ben onlar için kendi kardeşleri arasından, se­nin gibi bir nebi yaratacağım ve kelâmımı onun ağzına koyacağım. Ve Ben ona ne emir verirsem, onlara söyleyecektir. Ve onun, benim adımı anarak söyleyeceklerini dinlemeyenlerden hesap soracağım." (istisna: Bö­lüm: 18, âyet: 15-19).

Tevrat'ın bu açık kehâneti Hz. Muhammed (a.s.)'den başka kimseye ait değildir. Bu ibarede Hz. Musa (a.s.) Allah’ın şu müjdesini veriyor: "Se­nin için, senin aralarından, yani senin kardeşlerinin arasından bir nebi do­ğuracağım." Bir milletin "kardeşleri"nden o milletin bir kabile veya ailesi­nin kastedilmediği ortadadır. Bu deyimin, sözü edilen millet ile ırk açısın­dan yakın ilişki bulunan bir millet için kullanıldığını söylemek daha doğru olur. Şayet gelecek nebinin Beni İsrail'den doğacağı kastedilmiş olsaydı, o zaman başka ifade ve sözler kullanılacaktı. O zaman yalnızca, "Senin için aranızdan bir nebi doğuracağım" demek kâfi olurdu. Bu sebeple, İsrail oğullarının kardeşlerinden burada, İsrail oğullarının kastedildiği akla ve hayâle daha yakındır. İsrail oğulları, Hz. İbrahim (a.s.)'in evlâtları olduğu için İsrail oğullarında sadece bir tek peygamber doğmuş olsaydı bu kehânetin böyle bir nebi ile ilgili olduğu söylenebilirdi. Halbuki İncil'de belirtildiği gibi, İsrail oğulları arasında Hz. Musa'dan sonra da birçok pey­gamber doğdu.

Burada verilen müjdede bir noktaya daha dikkat edilmelidir. Müstak­bel peygamberin tıpkı Hz. Musa (a.s.) gibi olacağı ifade ediliyor. Elbette­ki, bu benzerlik dış görünüşüyle ilgili değildi. Çünkü dünyada hiçbir insan başka bir insanın tıpatıp aynısı değildir. Bu benzerlik her iki nebinin pey­gamberlik payesi ve olağan özellikleriyle ilgilide sayılmazdı. Zira, bu benzerlik, Hz. Musa'nın ardından dünyaya gelen bütün peygamberlerde bulunuyordu. Bu iki ihtimal ortadan kalktıktan sonra Hz. Musa ile Hz. Muhammed'in "ortak yanını araştıracak olursak, bunun kalıcı ve müstakil bir şeriatın getirilmesinden başka bir şey olmadığını görürüz. Bu benzer­lik gerçekten Hz. Musa ve Hz. Muhammed arasında vardı. Hz. Musa'yı müteakip İsrail oğullarında doğan peygamberler hep Musevi şeriatının savunucusuydular. Hz. Musa gibi değişik ve müstakil bir şeriat getiren sade­ce Hz. Muhammed'di.

Bu açıklama ve yorum, Tevrat'taki şu ifadelerle daha da kuvvetlen­miş oluyor: "Rabbine toplantı günü Havreb'te yaptığın müracaata uygun olarak size bir nebi gönderilecektir. Sen o gün demiştin ki, Rabbimin sesi­ni bir daha duymayayım ve belki de benim ölmeme sebep olabilecek bü­yük bir ateşi görmeyeyim. Ben senin gibi bir nebi yaratacağım ve kelâmımı onun ağzına koyacağım." Burada bahsedilen Havreb, Hz. Mu­sa'nın ilk kez şeriat hükümlerini aldığı dağdır. Hz. Musa'nın Allah’ın nu­ruyla ilk kez karşılaşması ve onun sesini duyması kendisini müthiş sars­mıştı ve bir ân kendisinin öleceğini sanmıştı. Burada bahsedilen İsrailoğullarının müracaatı ve yalvarışı da, şeriatın Havreb dağında olduğu gibi, çok korkunç şartlar altında verilmesiyle ilgilidir. Bu vak'a Kur'ân-ı Ke­rim'de de geçmiştir. Ayrıca, İncil'de de benzeri kayıtlar vardır. Buna ce­vap olarak Hz. Musa, İsrail oğullarına, Allahu Teâlâ'nın onların ricalarını kabul ettiğini bildiriyor. Allah diyor ki, onlar için göndereceğim peygam­berin ağzına kendi kelâmımı vereceğim. Demek ki, bundan böyle şeriat veri irken Havreb dağında meydana gelen korkunç olay tekrarlanmaya­caktır. Yani bundan sonra gönderilecek peygamber kendi yanında Allah'ın kitabıyla gelecek ve onu insanlara anlatacaktır. Bu açıklamadan sonra, Tevrat'taki kehânetin, Hz. Muhammed'den başkasına ait olduğu söylene­bilir mi? Hz. Musa'dan sonra dünyaya müstakil ve daimî bir şeriat yani, din ve ahlâk nizamı getiren ancak Hz. Muhammed (s.a.)'dir. Bu şeriatın verilmesi sırasında Havreb dağında İsrail oğullarının toplandığı sırada meydana gelen korkunç olay ise yukarıda belirtildiği gibi, tekrar yaşan­madı.

17.5.2. Sâf Suresi'nin İlgili Âyeti Üzerinde Bir Bahis

Bu bölümün başında tercümesi verilen Sâf sûresinin 6. âyeti, Kur'ân-ı Kerîm'in önemli âyetlerinden biridir .İslâm düşmanları bunun üzerinde bir hayli durmuş, bunu alabildiğine eleştirmiş ve bu hususta kin ve nefretleri­ni kusmuşlardır. Çünkü bu ayette Rasûlullah'ın ismi açıkça verilmek sure­tiyle, Hz. Îsa'nın ağzıyla dünyaya bir peygamberin geleceğine dair müjde verilmiştir. Bu sebeple, bu mevzunun etraflıca ele alınması gerekiyor:

17.5.2.1. Muhammed İle Ahmed

Görüldüğü gibi, bahse konu olan âyette Hz. Peygamber (a.s.)'in adı "Ahmed" olarak verilmiştir. Ahmed'in iki anlamı vardır: Birincisi, Allah'ın

en çok methini yapan kişi. İkincisi, en çok methedilen kişiler arasında en çok övülen kişi. Sahih hadislerden, Hz. Peygamber'in çeşitli isimlerinden birinin "Ahmed" olduğu anlaşılıyor. Sahih-i Müslim ile Ebû Davud'da, Hz. Ebû Musa Eş'ari'nin bir hadisi şöyledir: "Ben Muhammed'im, ben Ah­med'im ve ben Haşir'im.." Benzeri hadisler Hz. Cübeyir bin Mutim tara­fından İmam Mâlik, Buhârî, Müslim, Dârimî, Tirmizî ve Nesâi v.s.'de de nakledilmiştir. Hz. Peygamber'in bu mübarek ismi sahabeler arasında iyi biliniyordu. Nitekim, Hz. Hassan bin Sâbit (r.a.)'in bir şiiri şöyledir:

Allah ve Arş'ın etrafında toplanan melekler, ve bütün temiz varlıklar, Bereketli Ahmed'i methettiler.

Tarih kitaplarında da Hz. Peygamber'in isminin hem Muhammed, hem Ahmed olduğu sabittir. Burada dikkate değer nokta, Peygamber efendimizden önceki bütün Arap Edebiyatında "Ahmed" isminin hiç kul­lanılmayışıdır. Hz. Peygamber'den sonra da Ahmed ve Gulam Ahmed isimleri öylesine yaygınlaşmıştır ki, bunun haddi hesabı yoktur. Bu ismin doğru ve gerçek oluşunun en büyük delili, peygamberimizin devrinden başlayarak günümüze kadar ümmetimizde bunun kadar popüler, tutulmuş ve beğenilmiş başka bir ismin bulunmayışıdır. Peygamberimizin mübarek ismi "Ahmed" olmasaydı, müslümanların büyük bir çoğunluğu, çocukları­nın ismini ne diye "Gulam Ahmed" (Ahmed'in Uşağı) koyuyorlar? "Ah­med" olmadan, "Gulam Ahmed" olabilir mi?

17.5.2.2. "O Peygamber"

Yuhanna İncilinde, Hz. Îsa'nın gelişi sırasında İsrail oğullarının üç şahsiyeti bekledikleri ifade edilmiştir. Bunlar, Hz. Mesih (Îsa), Hz. İlyas ve "o peygamber" idiler. İncil'in ilgili âyetleri şöyledir:

"Ve Yuhanna (John, Hz. Yahya) tanıktır ki, Yahudiler Kudüs'ten ken­disine "sen kimsin' diye sormak üzere keşiş ve rahipler gönderince o ne müsbet cevap verdi ne de menfi. Aksine kendisinin Mesîh olmadığını söyledi. Onlar sordu, 'öyleyse sen kimsin?' sen İliyah (Hz. İlyas) misin?' O dedi ki, 'ben değilim'. (Sonra dediler ki) 'Sen o peygamber misin'. O de­di ki, 'hayır'. Bunun üzerine onlar onun kim olduğunu sordular. O dedi ki, 'Ben sahrada seslenen birinin sesiyim, ki siz Tanrının yolunu bulabilesi­niz.' Onlar ona sordular, 'Madem ki sen ne Mesîh, ne peygambersin, o za­man sen ne diye insanları takdis edersin?'

Buradaki sözler gösteriyor ki, İsrail oğulları Hz. Mesîh (Îsa) ile Hz. İlyas'ın dışında başka bir peygamberi de bekliyorlardı ve bu peygamber Hz. Yahya (a.s.) değildi. Bu üçüncü peygamberin geleceğine öylesine muhakkak gözüyle bakılıyordu ki, İsrail oğulları arasında sadece "o pey­gamber" kelimelerini söylemek, onu kastetmek için kâfi sayılıyordu. Ayrıca, sözü edilen peygamber'in dünyaya geleceğine herkes inanmış gibiy­di. Çünkü, bu peygamberin gelişi hakkındaki inanç yanlış olsaydı, Hz. Yahya'ya yukarıdaki sorular sorulurken kendisi pekalâ diyebilirdi ki, "Ey İsrail oğulları, siz hangi peygamberden bahsediyorsunuz? Böyle bir pey­gamber gelmeyecektir."

17.5.2.3. Yuhanna İncilindeki Haberler

Şimdi gelin, Yuhanna İncilin'de (St. John İncili'nde) Bölüm 14'ten 16'ya kadar devamlı olarak yer alan müstakbel peygamber hakkındaki müjde ve kehânetlere bir göz atalım:

"Ve ben Babam'a yalvarırsam, O size ikinci yardımcısını gönderecek­tir. Bu yardımcı ebediyyen sizlerle kalacaktır. Yani, dünyanın elde ede­meyeceği Hak Ruh'u. Bunu dünya ne görür ne bilir. (Ama) siz bilirsiniz. Çünkü, o sizlerle yaşar, sizin içinizde bulunur." (Bölüm 14:16-17)

"Ben bu sözleri sizlerle beraberken size söyledim. Ama, Pederim, Ruh-ul Kudüs, adıma size göndereceği Yardımcı size her şeyi öğretecek ve size bütün söylediklerimi hatırlatacaktır." (Bölüm 14:25-26)

"Bundan sonra ben sizinle pek konuşmayacağım. Zira, dünyanın lide­ri geliyor ve bende onun hiçbir özelliği yoktur." (14:30)

"Ama, pederim tarafından size göndereceğim yardımcı, yani 'Haki­kat'ın Ruhu' size gelince benim için şâhitlik yapacaktır. (15:26)

"Ama ben size doğruyu söylüyorum, benim gitmem sizin için fayda­lıdır. Zira ben gitmesem o yardımcı size gelmeyecek. Ama gidersem onu size göndereceğim." (16:7).

"Ben size bazı diğer şeyleri de söylemek istiyorum, ama siz bunlara tahammül edemezsiniz. Ama o, yani Hakikat'ın Ruhu, size gelince, size doğru yolu gösterecektir. Zira, o kendi tarafından hiçbir şey söylemeye­cektir, aksine duyduklarını anlatacaktır ve size geleceğin haberini vere­cektir. Çünkü o size benden aldığı haberleri verecektir. Peder'in olduğu her şey benimdir. Onun için dedim ki, o benden alacak ve size verecek­tir." (16:12-15).

17.5.2.4. Müstakbel Peygamber Dünyanın Lideri Olacak

Yuhanna İncilinde Hz. Îsa'nın kendisinden sonra büyük bir peygam­berin geleceği konusunda kehânette bulunduğuna dair ayetleri yukarıda naklettik. Bu âyetlerde Hz. Îsa (a.s.) diyor ki müstakbel peygamber, "dün­yanın lideri" olacaktır, o "ebediyen yaşayacaktır", "doğruluğun bütün yol­larını gösterecektir" ve bizzat Hz. Îsa'nın peygamberliğini tasdik edecek­tir. Dikkat edeceğiniz gibi, asıl ibarelere "Ruh-ul Kudüs" ve "Hakikat'ın Ruhu" gibi tabirler ilâve edilmek suretiyle ifade muğlak ve hatta anlamsız kılınmak istenmiştir. Buna rağmen bütün ibareleri dikkatle tahlil ettiği­mizde müjdelenen şahsiyetin bir ruh değil, bir insan ve belirli bir kişi ol­duğunu anlarız. Bu öyle bir kişidir ki, tâlimâtı ve mesajı cihanşümûl olup herkesi kapsayacak ve kıyâmete kadar yaşayacak nitelikte olacaktır. Bu mahsus ve malum şahsiyetin bir husususiyeti de "yardımcılık" olacaktır. Tercümede biz "yardımcı" kelimesini kullandık. Hıristiyanlar, Yuhanna İncili'nin Elence asıl nüshasında geçen kelimenin "Paracletus" olduğunda ısrar etmektedirler.

17.5.2.5. "Paracletus" Kelimesi Konusunda Hıristiyanların Karşılaştığı Güçlükler

Fakat Hıristiyanlar bu kelimenin manasını tesbit ederken kendileri de ihtilâfa düşmüşlerdir. Bu kelimenin kökü olan Yunanca "Paraclete" nin anlamı şunlardır. "Bir yere çağırmak, yardıma çağırma, ikâz ve tenbih, teşvik etmek, yalvarmak, dua etmek" v.s. Elence'de bu kelimenin anlamı şunlardır: Teselli etmek, teskin etmek ve cesaret vermek. İncil'de hangi yerlerde bu sözcük kullanılmışsa, orada buna yukarıdaki anlamlardan hiç­biri uygun düşmez. Origen, bu kelimeyi bazı yerde "teskin eden" ve bazı yerde "takbih eden" olarak tercüme etmiştir. Ama diğer yorumcular bu tercümeleri reddetmişlerdir. Çünkü bunlar ilkin, Yunanca grameri bakı­mından doğru anlamlar değildir, ikincisi, söz konusu kelimenin geçtiği metinlerden hiçbirinde bu manalar uygun görülmüyor. Bazı diğer müter­cimler bunu "öğretmen" ve "hoca" olarak çevirmişlerdir. Ama yunanca'nın genel kural ve kaideleri bu anlamın çıkarılmasına da müsait değil­dir. Tertulian ve Augustin ise "avukat" ve "vekil" kelimesini tercih etmiş­lerdir. Başkaları "yardımcı", "teskin ve teselli eden" kelimelerini kullan­mışlardır. (Bk. Encylopadeia of Biblical Literature, "Parcletus" maddesi).

17.5.2.6. Kelimenin Tahrif Edilme İmkânı

İşin ilginç yanı, Yunancada sözünü ettiğimiz kelimeye benzer başka bir kelime, "Periclytos"un bulunmasıdır. Bu kelimenin manâsı, "methedilmiş"tir. Görüldüğü gibi, bu kelime, Arapça "Muhammed"in tam karşılığı­dır. Hem de telâffuz bakımından da ikisi arasında epeyce benzerlik vardır.

Şimdi ister misiniz, kendi kutsal kitaplarında keyiflerine göre değişiklik yapmayı meslek ve âdet edinmiş olan Hıristiyan din adamları, Yuhanna'nm naklettiği kehânette yer alan bu kelimeyi akide ve inançlarına ters düştü­ğünü görünce bunu az bir değişiklikle "Paracletus" yapmış olsunlar! Bu değişikliğin gerçekten yapılıp yapılmadığının tesbiti, Yuhanna İncilinin asıl Yunanca nüshasının bulunmasıyla mümkün olabilir. Maalesef, bu nüs­ha hiçbir yerde bulunmadığı için eski ve yeni metinde kullanılan kelime­nin ne olduğunu tesbit etmek imkânsız kılınmıştır.

17.5.2.7. Asıl Süryânice Kelime: "Munhamanna"

Ancak vereceğimiz karar sadece bir noktaya bağlı değildir. Çok şü­kür ki değildir. Zira, Yuhanna'nın Yunanca İncilinde müjdelenen peygam­ber için hangi kelimenin kullanılmış olunması meseleyi tamamıyla hallet­miyor. Bir kerre, bu İncil de Süryâniceden çevrilmişti. Demek ki, bu hu­susta asıl önemli olan İbn Hişâm'ın "Siyer-i Nebevi'sinde vardır. Siret-i İbn-i Hişâm'da sadece aradığımız kelime bulunmuyor, ayrıca bundan asıl Yunanca kelimenin ne olduğu da açıkça anlaşılıyor. İbn Hişâm, Muham­med bin İshâk'a atfen Yuhanna İncilinin 15. Bölümü, âyet: 23-27 ve Bö­lüm 16: âyet 1'in tümünü tercüme etmiştir. Adı geçen tercümede Yunanca "Paracletus" kelimesi yerine Süryânice "Munhamanna" kelimesi kullanıl­mıştır. Daha sonra İbn İshâk ya da İbn Hişâm bu kelimeyi şöyle tarif et­miştir: "Munhamanna kelimesi, Süryânicede Muhammed (methedilmiş) ve Yunancada Paracletus anlamına gelmektedir." (İbn Hişâm, Cilt: I, s. 248).

Olaya tarih açısından bakacak olursak, Filistinli Hıristiyanların ana di­linin dokuzuncu asra kadar Süryânice olduğunu görürüz. Bu bölge, yedin­ci yüzyılın ilk yarısında müslüman topraklarına katılmıştır. İbn İshâk miladî 768'de ve İbn Hişâm M. 828 yılında vefât etmişlerdi. Demek ki her iki yazar ve âlimin zamanında Filistinli Hıristiyanlar Süryânice konuşuyor ve yazıyorlardı. Her ikisi için kendi memleketlerinin Hıristiyan tebaasıyla temas kurmaları hiç de zor değildi. Ayrıca, o devirde Yunanca konuşan yüz binlerce Hıristiyan, müslüman topraklarında yaşıyorlardı. Bu nedenle, kendileri, Süryânicenin hangi kelimesinin, Yunancada ki hangi kelimenin karşılığı olduğunu gayet iyi anlayabiliyorlardı. Şimdi, İbn İshâk'ın naklet­tiği tercümede Süryânice "Munhamanna" kelimesi geçmiş ve İbn İshâk ve İbn Hişâm bunun Arapça "Muhammed" kelimesi ya da Yunanca Paracletus sözcüğüne eşit anlamda kullanıldığını açıklamışsa, Hz. Îsa'nın, Hz. Pey­gamber'in mübarek ismini vererek kendisinden sonra dünyaya geleceğini müjdelemiş olmasına hiçbir şüphe kalmıyor. Bu açıklama ile birlikte, Yuhanna İncilinde geçen kelimenin aslında "Periclytos" olduğu, ancak Hıristiyan din adamları tarafından sonradan "Paracletus" olarak tahrif edildiği de kesin olarak anlaşılıyor.

17.5.2.8. Necâşî'nin Şahitliği

Bundan daha eski tarihî delil, Habeşiştan Kralı Necâşî'ye bir avuç müslümanın gidip kendisine İslâmiyet hakkında bilgi vermeleriyle ilgili­dir. Hz. Abdullah bin Mesud'un rivâyetine göre, Habeşiştan'a hicret etmiş olan müslümanlar, Kral Necâşî'nin huzuruna çağırılınca, heyet Başkanı Hz. Ca'fer bin Ebû Tâlip (r.a.) İslâm peygamberi ve getirdiği din hakkında bir konuşma yaptı. Bu konuşmayı dinleyen Necâşî dedi ki, "merhaba size ve tarafından geldiğiniz şahsiyete. Ben onun Allah'ın rasûlü olduğuna şahâdet ediyorum. İncil'de zikri geçen elbette odur ve geleceğine dair müjdeyi Meryem oğlu Îsa bize vermişti." (Müsned-i Ahmed). Bu olay, hadislerde bizzat Hz. Ca'fer ile Ümm-ü Seleme tarafından da nakledilmiş­tir. Bu demek oluyor ki, yedinci yüzyılda Habeşistan Kralı Necâşî, Hz. Îsa'nın bir peygamberin geleceğini müjdelediğini biliyordu. Bu olay ile ayrıca, İncil'de Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın gelişine dair bazı açık işaretler bulunduğu ve işaretlere dayanarak Necâşî'nin gelen peygamberin Hz. Muhammed olduğu neticesine varmakta hiç gecikmediği de anlaşılı­yor. Fakat burada anlatılan rivâyet ve hikâyeden, Hz. Îsa'nın müjdesiyle ilgili Kral Necâşî'nin bilgi kaynağının Yuhanna İncili mi yoksa başka İn­cil ve kitaplar mı olduğu anlaşılmıyor.

17.5.2.9. Barnabas İncilinde Yer Alan Haberler

Barnabas İncilinde, Peygamber efendimiz (a.s.)'in gelişine dair haber­ler ile ilgili bölümlerde Hz. Îsa, bazen açıkça "Muhammed" kelimesini kullanmış, bazen 'O'ndan "Rasûlullah" ve "Mesîh" diye bahsetmiştir. Bazen kendisine "Takdir Edilmeye Lâyık" demiş, bazen da öyle kelimeler kullanmıştır ki bunlar "Lâilaheillâllah Muhammedurrâsûlullah" anlamına gelmektedir. Hz. Îsa'nın Hz. Peygamber hakkında verdiği işaretler o kadar çoktur ki, bunların hepsini anlatmak için ayrı bir kitapçığa ihtiyaç duyula­caktır. Biz burada sadece belli başlı haberleri naklediyoruz:

"Allah'ın dünyaya gönderdiği peygamberler, ki sayıları 144 bindi, muğlak ve karmaşık şekilde konuştular. Ama benden sonra, bütün pey­gamberler ile mukaddes varlıkların nuru gelecektir ki, peygamberlerin söylediklerini açıklayacak, sizi aydınlatacaktır. Çünkü o Allah'ın rasûlü­dür." (Bölüm: 17).

"Firisîler ile Lâviler dedi ki, madem ki, sen ne Mesih, ne İlyas, ne de başka bir nebisin, o zaman sen neden yeni bir vaaz ve telkinde bulunuyor­sun ve kendini Mesih'den de daha büyük olarak gösteriyorsun? Îsa Mesih dedi ki, Tanrının benim vasıtalığımda gösterdiği Mu'cizelerin maksadı, be­nim yaptıklarımın hepsinin Tanrının isteğine bağlı olduğunu size göster­mektir. Yoksa, ben kendimi, sizin bahsettiğiniz (Mesih)'ten büyük saymı­yorum. Ben, sizin Mesih dediğiniz çobanın boncuğunu veya ayakkabı bağlarını açacak seviyede bile değilim. O Mesih benden önce yaratılmıştı ve benden sonra gelecektir. O, dininin hiç son bulmaması için hakikatleri (delilleri) kendisiyle birlikte getirecektir." (Bölüm: 42).

"Size yemin ederek söylüyorum, gelen her nebi sadece bir millet için Allah'ın rahmetinin işareti olarak gelmiştir. Bu sebeple, bu peygamberle­rin talimatı, gönderildikleri ümmet ve ulusların dışına çıkmadı. Ama Allah’ın Rasûlü gelince, Tanrı ona adeta elindeki mührünü verecektir. Ta ki, onun talimatını almış olan dünyanın bütün ulusları selâmete ve rahmete kavuşacaklardır. O dinsizlere hâkim olacak ve putperestliği öylesine yer­yüzünden silecektir ki, Şeytan kaçacak delik arayacaktır." (Bu satırlardan sonra, Hz. Îsa'nın şâkirdleriyle uzun bir konuşması yer alıyor. Bu konuş­mada Îsa Mesih, müstakbel peygamberin İsmail oğullarından olacağını izâh ediyor). (Bölüm: 43).

"Bu sebeple, size diyorum ki, Rasûlullah, Tanrı'nın yarattığı hemen hemen bütün mahlûk ve eşyaları memnun edecek bir saadettir. Zira, o an­layış, nasihat, hikmet, kuvvet, şefkat ve sevgi gibi güzel duygularla dolu­dur. O, cömertlik, rahmet, adalet, takva, dürüstlük, efendilik ve sabrın ru­huyla donatılmıştır. Kendisine bu faziletlerin üç mislisi verilmiştir. Yani Allah'ın yarattığı diğer mahlûklara nisbetle, inanın, ben onu görmüş ve ona saygılarımı sunmuşumdur. Tıpkı diğer bütün peygamberlerin onu gördüğü ve ona saygılarını sundukları gibi. Allah onun ruhunu görerek, ona nübüvvet bahşetti. Ve ben onu görünce heyecandan dilim tutuldu ve ben ona dedim ki, "Ey Muhammed (methedilmiş kişi, zât) Allah senin yardımcın olsun ve Allah beni senin pabuçlarının bağlarını bağlamaya lâyık yapsın. Zira ben bu mevkiye yükselirsem, kendimi büyük bir pey­gamber ve Allah'ın mukaddes varlığı sayacağım..." (Bölüm: 44).

"(Buradan gideceğim için) yüreğiniz sızlamasın, ve siz korkmayın. Çünkü sizi yaratan ben değilim. Sizi yaratan, Yaratıcımız Allah'tır ve o si­zi koruyacaktır. Bana gelince, şu anda dünyada, dünyaya selâmet ve kur­tuluş getirecek olan Allah'ın rasûlü için zemin hazırlamaktayım... Andreas dedi ki, 'ey Üstâd, onun bazı belirgin özelliklerini bize bildir ki, onu tanıyalım.' Îsa Mesih cevap verdi: 'O sizin zamanınızda gelmeyecek, aksine birkaç yıl sonra gelecek. O zamana kadar benim İncilim öylesine tahrif edilmiş olacak ki, dünyada en fazla 30 mü'min bulunacaktır. O zaman Al­lah dünyaya acıyacak ve rasûlünü gönderecektir. O rasûlün başına beyaz bulutun gölgesi olacaktır ve onun vasıtasıyla dünya Allah'ın marifetine kavuşacaktır. O dinsiz insanlara karşı büyük bir güçle gelecek ve yeryü­zünden putperestliği silecektir. Ve ben bundan son derece memnunum, zi­ra onun sayesinde Tanrımız tanınacaktır, takdis edilecek ve hakikatimi dünya anlayacaktır. O, ayrıca, beni İnsanlar ötesinde bir şey zannedenler­den intikam alacaktır... O öyle bir hakikatle gelecektir ki, bu hakikat bütün peygamberlerin getirdiklerinden daha açık seçik olacaktır." (Bölüm: 72).

"Allah için and Kudüs'te mi yoksa Süleyman mabedinde mi içilmişti? Fakat sözlerime inanın, bir gün gelecek, Allah rahmetini başka bir şehre nâzil edecektir. Ondan sonra, her yerde onun için doğru biçimde ibadet yapılacaktır ve Allah kendi rahmetiyle her yerde hakikî namazı kabul ede­cektir... Ben aslında, İsrail hanedanı için kurtarıcı nebi olarak gönderil­dim. Fakat benden sonra Mesih gelecek, Allah'ın gönderdiği, bütün dünya için. Öyle bir nebi ki, Allah bütün dünyayı onun için yaratmıştır. O zaman bütün dünyada Allah'a ibadet edilecek ve her tarafa rahmeti nâzil olacak­tır." (Bölüm: 83).

"(Mesih, Başrahibe söyledi) Yaşayan Allah ve elinde canım olan Ya­radan'a yemin ederim, bütün dünyanın milletlerinin beklediği o Mesih ben değilim. Allah bu nebi ile ilgili vaadini atamız, Hz. İbrahim'e şöyle diye­rek vermişti: 'Senin neslinin vasıtasıyla, yeryüzünün bütün milletleri bere­kete kavuşacaktır.' (Doğum: 22:18).

Ancak Allah beni bu dünyadan kaldırınca, Şeytan yine isyan çıkara­caktır ve mü'min olmayanlar benim Tanrı ve Tanrının oğlu olduğumu id­dia edeceklerdir. Bu nedenle, sözlerim ve talimatım tahrif edilecektir. O zaman Allah dünyaya acıyacak ve rasûlünü gönderecektir. O Rasûl ki, onun için dünyanın her şeyi yaratılmıştır. O rasûl bütün gücüyle güneyden gelecek ve putları putperestler ile beraber mahvedecektir. Şeytandan ikti­darını alacaktır. Ve Allah'ın rahmetini kendine iman edecek olanların kur­tuluşu için yanında getirecektir. Ne mutlu, onun sözlerini dinleyene." (Bö­lüm: 96).

"Başrahip sordu, 'Allah'ın bu rasûlünden sonra başka nebîler de gele­cek mi?' Mesih cevap verdi: 'Bundan böyle, Allah’ın gönderdiği hakikî ne­biler gelmeyecekler, ama pek çok sahte nebiler geleceklerdir. Ben bunun için özgünüm. Çünkü, Şeytan, Allah'ın adaletli kararı yüzünden bunları tezgahlamaya çalışacaktır. Ve onlar benim İncil'imin perdesinin arkasında saklanacaklardır." (Bölüm: 97).

"Kâhinlerin başı sordu. 'Bu Mesih hangi isimle çağrılacaktır?' Ve onun gelişinin işaretleri ne olacaktır?' Îsa Mesih dedi ki, 'Bu Mesih'in adı 'Takdir edilmeye Lâyık'tır. Zira, Allah onun ruhunu yarattığı zaman ona bu ismi kendisi vermişti. Bu orada ona kral muamelesi yapılmıştı. Allah dedi ki, "Ey Muhammed, bekle, çünkü senin için cenneti, dünyayı ve bir çok mahlûku yaratacağım ve bunları sana hediye olarak vereceğim. Ta ki, se­ni tebrik edecek olanlara bereket verilecek ve seni lanetleyecek olanlar lanetlenecekler. Ben seni dünyaya göndereceğim zaman seni kurtuluş ha­bercisi olarak göndereceğim. Senin sözlerin doğru olacaktır. Öyle ki, yer­yüzü ve gökler kaybolup gidecekler ama senin dinin ayakta duracaktır. Öyleyse, onun mübarek ismi Muhammed'dir." (Bölüm: 97).

Barnabas diyor ki, bir defasında Hz. Îsa şâkirdlerine hitaben yaptığı konuşmada "şâkirdlerimden biri (ki sonradan Yahuda, Juda olduğu ortaya çıktı) beni 30 sikkeye karşılık düşmanlara satacaktır" dedi ve şunları ekledi:

"Bundan sonra, beni satacak olanın benim adımla öldürüleceğinden eminim. Zira, Allahu Teâlâ beni yerden semâ'ya kaldıracak ve o hainin yü­zünü öylesine değiştirecektir ki herkes onun ben olduğunu sanacaktır. Ne var ki, kötü şekildeki ölümü bir müddet benim karalanmam ve rezil olma­ma yol açacaktır. Fakat, Muhammed, yani Allah'ın mukaddes rasûlü gelin­ce bana sürülen leke temizlenmiş olacaktır. Ve Allah bunu, benim o Me­sih'e sadakatimi bildirdiğim için yapacaktır. O bana mükâfatımı verecektir. Bu şekilde, herkes benim yaşamakta olduğumu ve bu rezil ölümle hiçbir ilişkim olmadığını anlamış olacaktır." (Bölüm: 113).

"(Hz. Îsa, şâkirdlerine dedi ki) Elbette ben size diyorum ki, eğer Musa (a.s.)'nın kitabından gerçekler çıkarılmış olsaydı, Allah, atamız Davûd (a.s.)'a başka bir kitap vermeyecekti. Ve eğer Davûd'un kitabında değişik­likler yapılmamış olsaydı, Allah bana İncil'i vermezdi. Ve herkese aynı mesajı vermiştir. Onun için, Rasûlullah geldiği zaman, dinsiz insanların benim Kitabıma bulaştırdıkları bütün (uydurma) şeyleri temizleyecektir." (Bölüm: 124).

17.6. ARAP YARIMADASINDA HIRİSTİYANLIK

"Hıristiyanlık, milâdi üçüncü yüzyılda Arabistan'a girdi. Bu sıralarda Doğu Roma İmparatorluğu olarak bilinen Bizans İmparatorluğunun hima­yesindeki Hıristiyanlık bir hayli değişikliğe uğramış ve bu dine pek çok bid'at ve batıl itikat girmişti. Bazı tarihçilere göre Hıristiyanlık Zünvâs za­manında Hicâz'a girdi. Ama bu doğru olamaz. Zira bu hükümdar tam 600 yıl önce yaşamıştı. Hıristiyanlık ilk önce Necran'da yayıldı ve gelişti ve Hicaz'ın diğer bölgelerinde pek müsait bir ortam bulamadı. Fakat Beni Rebiyye ve Gassan ile bazı diğer bölgelerde az sayıda da olsa, Hıristiyanlar vardı".[8]

"Öyle tahmin ediliyor ki, Beni Rebiyye ve Gassan ile Kuzâ'a bölge­sindeki Hıristiyanlar, dinlerini Bizanslılardan öğrenmişlerdi. Zira, Araplar ticaret amacıyla Bizanslılar ve Romalıların hakimiyetindeki çeşitli mem­leketlere gidip gelirlerdi. Hayre'de çeşitli Arap kabileleri topluca Hıristiyanlığı kabul etmişlerdi. Bunlara "Abbâd" denilirdi. Bunlar arasında Adiyy bin Zeyd Abbâdî tanınmış bir kişiydi. Benî Tağlib de Hıristiyandılar."[9]

Beni Gassân'ın Hıristiyanlığı Miladî 330'da kabul ettiği tahmin edili­yor. Hıristiyanlık daha sonra Yemen'in bazı diğer bölgelerine de yayıldı. Etyopya kralı Necâşî ve Kaiser Bâhim Yemen'de 395-513 arası Hıristiyan­lığın yayılması için büyük çabalar harcadılar. Dolayısıyla bu dönemde Yemen'de İncillerin sayısı gittikçe çoğaldı.

Arabistan'ın güneyinde tanınmış ve gelişmiş ancak iki din vardı: Yahudilik ve Hıristiyanlık. Bu iki din hem kuvvetli hem birbirine rakiptiler. Romalılar ile Habeşliler'in Himyerli Saba kavmi arasındaki mücadeleye ve rekabete daha önceki bölümlerde işaret etmiştik. Bu sebepten dolayıdır ki Himyerliler genellikle Hıristiyanlara Yahudileri tercih ederlerdi. Yemen ve çevredeki bölgelerde Abd-i Kelîl'in dışında ünlü veya tanınmış başka bir Arab kabile reisinin Hıristiyanlığı kabul ettiği bilinmiyor. Arap tarihçi­lerine göre de Abd-i Kelîl bir Hıristiyandı. Bölgeden çıkarılan bir kitabe­den de onun Hıristiyan olduğu sabittir. Himyerlilerin bir bölümü yıldıza taparken bir bölümü de Yahudiydi. Tarih-i Taberî'ye göre, ilk önce Es'ad Ebû Kerb, Yahudiliği kabul etti.

Arabistan'ın kuzeyinde İran ile Bizans arasındaki çekişme had safha­ya varmıştı. Tabiatıyla, Himyerliler İranlılardan yana bir tutum içinde idi­ler. Himyerliler fırsat buldukça Bizanslılara baskın düzenler ve ticaret ka­filelerini soyarlardı. Bizanslılar bundan huzursuz oluyorlardı. Bizanslılar bu kavgaya bir çare aramak üzere Yemen Hâkimine bir elçi göndermeye karar verdiler. Kaiser Justinian'ın elçisi altıncı yüzyılın başında Yemen hakimine geldi, ona Kaiser'in mektubunu ve bazı hediyeler verdi. Ne var ki bu barış girişimi artmakta olan düşmanlık ve nefreti azaltmadı.

Bizanslı tüccarlar sık sık Yemen limanlarına uğrarlardı. Geçtikleri yerlere ticarî malların yanı sıra Hıristiyanlığın akide ve inançlarını aşılama­ya çalışırlardı. Hıristiyan misyonerler ve rahipler de arada sırada ülkede gezer ve dinlerini yaymaya çalışırlardı. Hıristiyanlık ilk önce Aden'de ve daha sonra Adnan bölgelerinde bazı taraftarlar buldu. Necran ise kısa bir sürede Hıristiyanlığın merkezi haline geliverdi.

17.6.1. Ashâb-ı Uhdûd Kıssası

Eski çağlarda karşı görüşlü insanların diri diri yakılması olağan bir şeydi. Bir iktidara ve dine muhalefet edenler diri diri yakılan insanların başında gelirlerdi. Çeşitli tarih kitapları ve eserleri iman sahiplerinin, Kâ­fir ve müşrikler tarafından içinde ateş yakılan çukurlara atılmalarına iliş­kin olay ve hikâyelerle doludur.

17.6.1.1. Hz. Suheyb'in Rivâyet Ettiği Hadis

Bu tür hikâyelerden biri Hz. Suheybi Rûmî (r.a.) tarafından rivâyet edilmiştir. Hz. Rûmî, Rasûlullah'ın bir defasında şöyle bir hikâye anlattı­ğını kaydetmiştir: "Krallardan birinin yanında bir sihirbaz vardı. Bu sihir­baz yaşlanınca, Kral'dan kendisine, sihir ve bütün diğer hünerlerini öğre­nebilmesi için bir genç çocuk göndermesini rica etti. Kral, yaşlı sihirbazın bu ricası üzerine kendisine böyle bir çocuk gönderdi. Çocuk sihirbazlığı öğrenmeye başladı. Fakat o çocuk, sihirbaza gelip giderken bir rahibe (ki herhalde Hz. Îsa’ya tabi idi) gidip gelmeye başladı ve o rahibin vaaz ve telkinlerinden etkilenerek iman sahibi oluverdi. Hatta rahibin talim ve ter­biyesi sayesinde kerâmet sahibi de oldu ve körler ile cüzzamlıları iyileştir­meye başladı. Kral bu çocuğun Tevhid'e iman ettiğini duyunca önce rahi­bi öldürttü ve daha sonra çocuğu da öldürtmek istedi. Fakat ona karşı kul­lanılan her silah etkisiz kaldı. Nihayet çocuk dedi ki, "eğer beni öldürtmek istiyorsan, bu çocuğun Rabbinin adıyla' diyerek bana bir ok at, ben ölmüş olacağım." Kral dediğini yaptı ve çocuk öldü. Bunun üzerine olayı seyret­mekte olan kalabalık bir ağızdan, "Biz bu çocuğun Rabbine iman ettik" diye bağırıverdi. Kral'ın yandaşları ve dalkavukları dediler ki, "ey majes­te, korktuğumuz başımıza geldi. Halk sizin dininizi bırakıp bu çocuğun dinini kabul etti." Kral son derece öfkelendi ve yolun kenarında büyük çu­kurlar kazdırdı. Bunları ateşle doldurdu ve imandan dönmeyenleri bu çukurlara attırdı. (Ahmed, Müslim, Nesâî, Tirmizî, İbn Cerîr, Abdürezzâk, İbn Ebî Şeybe Taberânî ve Abd bin Humeyd).

17.6.1.2. Hz. Ali Tarafından Rivâyet Edilen Vak'a

İman sahiplerinin ateşe atılmalarıyla ilgili ikinci vak'a Hz. Ali tara­fından rivâyet edilmiştir: "İran krallarından biri şarap içip sarhoş oldu ve öz kız kardeşiyle zina etti. Sonra ikisi arasında gayri meşru münasebetler kuruldu. Bir süre sonra olay halk tarafından duyulunca kral hemen bir ba­hane uydurup, Allah'ın, kız kardeşler ile evlenmeyi helâl kıldığını ilân et­ti. Ancak halk bu maskaralığı kabul etmedi. Fakat kral çok zâlimdi ve herkesi kendi uydurduğu kanunu kabul etmeye zorladı. Kabul etmeyenle­ri, ateşlerle dolu çukurlara attırdı." Hz. Ali'nin ifadesine göre o zaman­dan beri Mecusîler'de, mahrem kişilerle evlenme geleneği vardır. (İbn Cerir).

17.6.1.3. İsrailî Rivâyetler

Bu hususta üçüncü bir olayı Hz. İbn Abbas, İsrailî rivâyetlere daya­narak nakletmiştir. Rivâyetine göre, Babiller, İsrail oğullarını; Hz. Mu­sa'nın dininden dönmeye mecbur etmişlerdi. Babillerin bu isteğine uyma­yanlar ise diri diri ateşte yakıldılar.

17.6.1.4. Necran Olayı

En önemli olay Necrân'ındır, pek çok tarihçi meselâ İbn Hişâm, Tabe­ri, İbn Haldun ve Mücem'ul Buldan'ın yazarı v.s. tarafından kaydedilmiş­tir. Özeti şöyledir: Himyer (Yemen) Hâkimi Tebân Es'ad Ebû Kerb bir de­fasında Yesrib'e gitti ve orada Yahudilerin tesiri altında kalarak Yahudiliği kabul etti. Yesrib'te Benî Kureyza'nm iki Yahudi âlimini alarak Yemen'e döndü ve orada Yahudiliği bütün gücüyle ve imkânlarıyla yaymaya başla­dı. O'nun yerine tahta geçen oğlu Zünvâs, Güney Arabistan'da Hıristiyanlı­ğın merkezi haline gelmiş olan Necran'a saldırdı. Amacı, Necran'dan Hıristiyanlığı silip süpürmek ve oranın ahâlisini Yahudiliği kabul etmeye zorla­maktı. (İbn Hişâm'ın anlattığı gibi Necrânlılar, Hz. Îsa'nın getirdiği hakikî dine tabi idiler). Zünvâs, Necran'a vardıktan sonra halkın Yahudiliği kabul etmesini istedi, ama herkes inkâr etti. Bunun üzerine Zünvâs, çok kişiyi ateşle dolu çukurlara attırdı ve pek çok kişiyi öldürttü. Toplam 20 bin kişi yok edildi. Necrânlılardan biri olan Zûsa'labân kaçmayı başardı ve bir rivâyete göre bu şahıs Bizans İmparatoruna gidip başlarından geçenleri anlattı, (bir rivâyete göre Habeş İmparatoru Necâşî'ye derdini anlattı). Nihâyet, Bizanslılar ile Habeşliler yardımlaşarak Yemen'e karşı saldırıya geçtiler, içinde 70 bin asker bulunan güçlü bir donanma Aryât adlı bir ge­neralin komutasında Yemen'e saldırdı. Saldırıda Yemenliler yenildi, Zünvâs öldürüldü ve Himyer'deki Yahudi devleti sona ermiş oldu. Bundan böyle Yemen, Hıristiyan Habeş devletinin bir parçası haline geldi.

17.6.1.5. Yemen'de Hıristiyan Misyonerler

Müslüman tarihçilerin anlattığı yukarıdaki olay diğer tarihi kaynaklar tarafından da doğrulanıyor. Ayrıca bu hususta bazı diğer ayrıntılar elde ediliyor. Hıristiyan Habeşliler ilk önce Milâdi 340'ta Yemen'e hâkim ol­muşlardı ve bu hâkimiyet 378'e kadar sürdü. Bu sıralarda Hıristiyan misyo­nerler Yemen'e girmeye başladılar. Yemen'e gelenler arasında dindar, so­fu ve kerâmet sahibi bir Hıristiyan seyyah Faymiyum da vardı. O Necran'a vardı ve halkı putperestliği terk edip Allah'a itaat etmeye çağırdı. Onun telkinleri sayesinde Nccrânlılar Hıristiyan oldular. Necranlıların dini ve siyasî nizamı üç kişinin elinde idi: Birincisi "Seyyid", ki kabile reisleri gi­bi nüfuz ve Selahiyet sahibi olurdu, dış ilişkiler ve anlaşmalar ile askerî işlerle ilgilenirdi. İkincisi, "Akıb", ki içişlerinde söz sahibiydi. Üçüncü­sü, "Piskopos", ki din işleriyle uğraşırdı. Arabistan'ın güneyinde Nec­ran önemli bir yer tutardı. Bu, hatırı sayılır bir ticaret ve sanayi merke­ziydi. Dokuma, deri ve silah gibi sanayi malları imâl edilirdi. Ünlü Ye­men kumaşı burada yapılırdı. Zünvas sadece dinî sebeplerden değil, Necran'ın jeopolitik durumu ve ekonomisi yüzünden de buraya saldır­mıştı. Zünvâs, Necran Seyyidi Harisiye'yi (Süryanî tarihçilere göre Arethas) öldürdü, karısı Rûma'nın önünde iki kızını öldürdü ve kanlarını ona içirdi ve sonra onu da öldürdü. Piskopos'un (ki adı Papul olarak verilmiş­tir) kemiklerini mezardan çıkartıp yaktırdı. Ateşle dolu çukurlarda kadın, erkek, çocuk, yaşlı, rahip ve diğer birçok kişiyi pişirtti. Toplam 20-40 bin kişinin canına kıydı. Bu olay Ekim 523'de meydana geldi. Nihayet devletini ortadan kaldırdılar. Bu savaş ve yağma hareketleri, arkeolog ve tarihçilerin son zamanlarda Hısn-ı Ğurâb'dan çıkardıkları kitabelerde de yer alıyor.

17.6.1.6. Ashâb-ı Uhdûd Olayının Görgü Şahitleri

Miladî altıncı yüzyıl'da kaleme alınan çeşitli yazı, mektup ve kitap­larda Eshab-ı Uhdûd vak'asında ayrıntılı biçimde yer verilmiştir. Bunlar­dan bazısının yazarları vak'anın görgü tanıkları olup olayı ânında kâğıda aktarmışlardır. Bazıları ise görgü tanıklarına dayanılarak kaleme alınmışlardır. Bunlardan üç kitabın yazarları olay sırasında yaşıyorlardı. Meselâ, biri Procopius'tır, diğeri Cosmos Indicopleustis'tir, ki o sıralarda Necâşî Hükümdar Elesboan’ın emriyle Batlamyus'un Yunanca kitaplarının tercü­mesini yapıyor ve Habeşistan'ın kıyı kenti Adolist'te oturuyordu. Üçüncü­sü Johannes Malata'dır, ki birçok tarihçi onu kaynak olarak kabul etmiş ve ondan istifade etmişlerdir. Bundan sonra, Efes'li Johannes (M.S. 585'te öl­dü) in "Kilise Tarihi" adlı kitabında Necranlı Hıristiyanlar (Eshab-ı Uhdûd)’ın katliamı, olayın çağdaşı olan Piskopos Simeon'un bir mektubuna dayanılarak anlatılmıştır. Bu mektup, Gabula manastırının reisine yazıl­mıştır ve bunda katliâmın görgü tanıklarının beyanatı etraflıca verilmiştir. Bu mektup 1881'de Romada ve 1890'da "Hıristiyan Şehitleri" adı altında neşrolunan bir dizi kitap arasında yer almıştır. Patrik Dionysius ile Midil-Iili Zekeriya (Zacharia of Mitylene) Süryânice tarih kitaplarında da bu ola­yı ayrıntılı biçimde anlatmışlardır. Jacob Saroji'nin kitabında da Necranlı Hıristiyanların başına gelen felâket dile getirilmiştir. Edessa Piskoposu Pu­lu, Necranlı Hıristiyanlar için bir mersiye yazmıştır ki, hâlâ kütüphanelerde bulunmaktadır. Himyerlüeri konu eden Süryânice bir kitabın İngilizce ter­cümesi "Book of Himyarites" adında 1924'de Londra'da yayımlanmıştır. Bu kitap ta müslüman tarihçilerin "Eshab-ı Uhdûd", yani Necranlı Hıristiyanların ateşe atılmalarını ve diğer mezâlime maruz kalmalarını doğrula­maktadır. Buna ilâveten, Londra'daki Biritish Museum'da o çağa ait olan Habeş yazma eserlerinde bu olaya aynen değinilmiştir. Philby, "Arabian Highlands" isimli eserinde, Necran'da "Esbab-ı Uhdûd vak'asının vuku bulduğu yerin hâlâ halk tarafından iyice bilindiğini yazmıştır. Necran'da Umm-i Hark yakınlarında kayalarda oyulmuş bazı resimler vardır. Necrânlılar, "Kâbe-i Necrân"ı, yani olayın meydana geldiği yeri de bil­mektedirler.

17.6.2. Kâbe Benzeri Bir Bina'nın Yapımı

Habeşli Hıristiyanlar, Necrân'ı ele geçirdikten sonra burada Mekke'de­ki Kâbe'ye benzer bir bina yaptılar ve bunu asıl Kâbe'nin yerine geçirmek istediler. Bu Kâbe'nin rahip ve piskoposları "harem" dedikleri bir sarık gi­yerlerdi. Bizans imparatorluğu da bu Ka'be'ye malî yardımda bulunuyor­du. Bilindiği gibi, işte bu Necran Kâbesinin rahipleri kendi seyyid, Âkib ve Piskoposlarının liderliğinde bir heyet şeklinde Hz. Muhammed (a.s.)'in yanına varmışlardı ve bunun üzerine Âl-i İmrân suresinin 61. âyetinde bahsedilen meşhur "mübâhale" olayı meydana gelmişti.

17.6.3. Yemen'de Hıristiyanlığın Üstünlüğü

Daha önceki bölümlerde gördüğümüz gibi, Necran'da Yemen hâkimi Zünvâs’ın Hıristiyanlara revâ gördüğü zulüm ve katliâm’ın intikamını al­mak üzere Habeşistan'ın Hıristiyan devleti Yemen'e saldırıp Himyer devle­tini ortadan kaldırmıştı ve M.S. 525'te bütün Yemen'e hakim olmuştu. Bü­tün bu işler İstanbul'da merkezi bulunan Bizans imparatorluğu ile Habeş İmparatorluğu arasındaki işbirliğiyle gerçekleşmişti. Zira, o devirde Ha­beşliler öyle güçlü ve görkemli bir donanmaya sahip değillerdi. Donan­manın tümünü Bizanslılar vermişti ve Habeşliler 70 bin askerini Yemen sahillerine çıkarmıştı. İlerde ele alacağımız bahisleri anlayabilmek için şu­nu belirtmekte fayda vardır ki, bütün bunlar sadece dinî bir coşku ile ya­pılmamıştı. Aksine bazı siyasî ve iktisadî etkenler de önemli rol oynamış­tı. Hatta diyebiliriz ki, Yemen'in ele geçirilmesinin altında bu gerçekler yatmaktaydı ve Hıristiyan dindaşların intikamı sadece bir bahane ve bir fır­sattı. Bizanslılar, Mısır'a ve Suriye'ye hâkim olduğundan beri gözlerini Arapların elinde bulunan deniz ticaret yoluna dikmişti. Bizanslılar, Doğu Afrika, Kuzey Afrika, Hindistan, Endonezya ve Ortadoğu ile Romalıların ellerinde bulunduğu memleketlere kadar uzanan ticaret yolunu Araplardan kendi ellerine geçirmek istiyorlardı. Böylece, Arap tüccar ve aracılarını saf dışı edebilecek ve işin kaynağını hep kendileri yiyeceklerdi. Bu hedefe varabilmek için imparator Augustus M.Ö. 24-25'te Aelius Gallus'un ko­mutasında büyük bir orduyu, Arabistan'ın güneyinden Suriye'ye giden ti­caret yolunu kesmek amacıyla Arabistan'ın batı sahiline-çıkarmıştı. Ne var ki Arabistan'ın çetin ve elverişsiz hava şartları bu askerî seferin başarısız­lığa uğramasına sebep oldu. Bundan sonra Bizanslılar donanmalarını Kızıldenize naklettiler ve buradan Mısır ile Arabistan arasında yapılan deniz ticaretine son vermiş oldular. Bundan sonra sadece kara yolu ticareti Arapların elinde kalmıştı. Bu kara ticaret yoluna da son vermek amacıyla Bizanslılar, Habeşli Hıristiyanlarla işbirliği yaptılar ve karşılıklı yardımlaş­ma ile Yemen'i fethettiler.

17.6.4. Ebrehe Nasıl Yemen Valisi Oldu?                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                    

Yemen kıyılarına çıkarma yapan ve sonunda bütün bölgeyi ele geçi­ren Habeş ordusu hakkında Arap tarihçileri farklı açıklamalarda bulunu­yorlar. Hafız İbn-i Kesîr, bu ordunun iki komutanı olduğunu söylüyor. Bi­ri Eryât, diğeri Ebrehe, Muhammed İbn İshâk ise ordu kumandanının Eryât olduğunu, ve Ebrehe'nin orduda yer aldığını yazıyor. Her iki tarihçi, daha sonra Ebrehe ile Eryât arasında kavga çıktığı ve yapılan düelloda Eryât'ın öldüğü konusunda birleşiyorlar. Ebrehe'nin onaylattığı belirtili­yor. Bu hususta Yunan ve Süryanî kaynaklarda farklı ifadeler bulunuyor. Bu kaynakların bildirdiğine göre, Habeşliler Yemen'e hâkim olduktan sonra direnen Yemen'li kabile reislerini tek tek temizlemeye başladılar. Ama Assumifi' Aşû (Esymphaeus) adlı bir kabile reisi Habeşlilere bağlı olduğunu bildirerek vergi vermeyi kabul etti ve böylece kendi canını kur­tardı. Bu kabile reisi daha sonra Habeş Kralından Yemen'in valiliğini aldı. Fakat Habeş ordusu bu adamın valiliğini kabul etmedi ve isyan etti. Ordu daha sonra Ebrehe'yi vali seçti.

Ebrehe Habeşiştan'ın Udolys limanında bir Yunan tüccarının köle­si iken Yemen'e saldıran orduya katılarak üst mevkilerine çıkmayı ba­şaran bir kişi idi. Habeş İmparatorunun Ebrehe'nin isyânını bastırmak ü-zere Yemen'e gönderdiği kuvvetler ya kendisine katıldılar ya da kendisi tarafından yenilgiye uğratıldılar. Nihayet, Habeş İmparatorunun ölümün­den sonra tahta geçen halefi, Ebrehe'nin valiliğini onayladı. Yunanlı ta­rihçiler kendisine Abrames adını verirken Süryanî tarihçileri kendisini "Abraham" olarak anmaktadır. Ebrehe herhalde Habeş dilinin bir kelime­sidir, çünkü Arapçada Abraham'ın karşılığı "İbrahim" olarak zaten bulun­maktadır.

Zamanla, Ebrehe Yemen'in fiilen rakipsiz kralı oluverdi, ancak sözde Habeş imparatoruna bağlı kaldı. Ebrehe kendisine iftiharla "Kral Naibi" derdi. Ebrehe'nin ne kadar büyük nüfuz, yetki ve güce sahip olduğu Miladî 544'de Mağrib Ceddinin inşaasından sonra düzenlediği kutlama tö­renlerinden anlaşılıyor. Bu tantanalı ve görkemli törenlere Bizans impara­toru, İran imparatoru, Hayre kralı ve Gassan kralının elçileri katılmışlardı. Bu törenlerle ilgili ayrıntılar. Ebrehe'nin Ma'rib Şeddine yerleştirdiği kita­belerde yazılıdır. Bu kitabeler bugün de muhafaza ediliyor ve üzerindeki yazılar Glaser tarafından kitaplara nakledilmiştir.

17.6.4.1. Araplara Siyasî, Ticarî ve Dinî Üstünlük Sağlama Çabaları

Ebrehe, Yemen'e tamamıyla hâkim olduktan sonra Bizanslılar ile Ha­beşlilerin ta başından beri kurdukları hayalleri gerçekleştirmeye çalıştı. Yani, bir yandan Arabistan'da Hıristiyanlığı yaymaya ve diğer yandan, Doğu ile Batı arasında, Arapların elinde bulunan kara ticaret yolunu ele geçirmeye çalıştı. Böyle bir girişime ziyadesiyle ihtiyaç vardı; zira, İran'daki Sasanî imparatorluğu ile Bizans İmparatorluğu arasındaki iktidar kavgası, Doğu ülkelerinden Batıya kadar bütün ticaret yollarını engelle­mişti. Ebrehe, idealine kavuşmak amacıyla Yemen'in Başşehri San'a'da muhteşem bir kilise inşa ettirdi. Arap tarihçileri buna "El-Kalîs", "El-Kulîs" veya "El-Kuleyyes" derlerdi, ki aslında Yunanca "Ekklesia" kökün­den geliyoıdu. Muhammed bin İshâk'ın rivâyetine göre Ebrehe kilisesinin inşaatını bitirdikten sonra Habeş kralına yazdığı bir mektupta, bütün Arapları bu kiliseye "Kâbe"' diye yüz çevirmelerini temin etmeden rahat edemeyeceğini belirtti.[10] Ebrehe bu niyetini Yemen'de herkese ilân etti. İbn Kesir'e göre, Ebrehe, Arapları kızdırmak için bu ilânı mahsus yapmış­tı. Ebrehe böylece Arap ahalisini galeyana getirip Kâ'be'ye saldırma ve bunu yok etme bahanesini arıyordu. Muhammed bin İshâk'ın rivâyetine göre Ebrehe'nin bu sinsî planlan devam ederken öfkeli bir Arap vatandaşı kiliseye girip orada büyük aptesini yapıverdi. Bu işi Kureyş kabilesine ait bir kişi yapmıştı. Başka bir tarihçi, Mukâtil bin Süleyman'ın rivâyetine göre Kureyş kabilesinin bazı gençleri bu kilisede yangın çıkardılar. Bu iki olaydan hangisi meydana gelmiş olursa olsun, ikisinin de vuku bulma ih­timali vardı ve bunda şaşılacak bir şey değildi. Zira, Ebrehe'nin ilânı son derece tahrik ediciydi. Cahiliyye devrinde bu tür kışkırtmalar üzerine bir Arap vatandaşı, bir Kureyşli veya birkaç Kureyşli gencin Kiliseyi kirlet­meleri veya kundaklanılan gayet doğal karşılanmalıydı. Fakat, Mekke'ye yürüme bahanesini aramakta olan Ebrehe'nin bizzat böyle bir kışkırtıcı harekette bulunmuş olma ihtimali de gözden uzak tutulmamalıdır. Ebrehe böylece hem Arapların dinî merkezi olan Kâbe'yi yerle bir edebilecekti hem de Kureyş kabilesine ağır bir darbe indirerek bütün Araplara gözdağı vermiş olacaktı. Gerçek sebep ve olayların gelişme şekli ne olursa olsun Ebrehe, en büyük kilisesine yapılan tecavüz üzerine Kâbe'yi yerle bir et­me andını içti.

17.6.4.2. Mekke'ye Ebrehe'nin Yürümesi

Ebrehe Miladî 570 veya 571'de 60 bin asker ve 13 fil (bir rivâyete göre 9 fil) ile Mekke'ye doğru yürüdü. Yolda, Yemen'in Arap kabile reis­lerinden Zünefer Araplardan müteşekkil küçük bir kuvvetle kendisine kar­şı koymak istedi, ama yenilerek yakalandı. Daha sonra Has'am bölgesinde Nüfeyl bin Habib Has'amî adında bir Arap reisi, kabilesiyle birlikte Ebre­he'nin yolunu kesmeye çalıştı. Ama o da yenilerek esir alındı ve daha sonra canını kurtarabilmek için Ebrehe'nin askerlerine çok sayıda katırlar ver­meyi kabul etti. Ebrehe ordusuyla beraber Taife varınca Benî Sakîf bu ka­dar büyük bir kuvvete karşı koyamayacağını anladı ve kendi tanrıları olan Lât ve bağlı bulunduğu Mâbed'in, Habeşliler tarafından yıkılacağından endişe etti. Dolayısıyla, Benî Sakîf in kabile reislerinden Mes'ud bir he­yetle Ebrehe'ye gelerek, "sizin yıkmak istediğiniz ibadet yeri bizim mabedimiz değildir. O ibadet yeri Mekke'dedir. Onun için, lütfen bizim mabedimize dokunmayın. Biz size Mekke'nin yolunu gösterecek rehber (kılavuz) ve katırlar vereceğiz" dedi. Ebrehe bu teklifi cazip buldu ve ka­bul etti. Benî Sakîf, Ebrehe ve ordusuna birçok katırın yanı sıra Ebû Rigâl adında bir kılavuz da verdi. Mekke'ye üç fersah uzaklıkta El-Muğammes (veya El-Mugammis) mevkiinde Ebû Riğâl öldü ve bundan sonra kin ve nefretlerini belirtmek için yıllarca onun mezarını taşladılar. Ayrıca, Beni Sakif ile de sürekli alay ettiler ve onların kendi putları olan Lat'ı kurtar­mak için Allah'ın evinin yıktırılması için Habeşliler ile Hıristiyanlara geçit verdiklerinden yakındılar.

17.6.4.3. Mekkelilerin Tepkisi

Muhammed bin İshâk'ın rivâyet ettiği gibi, El-Muğammes'ten kabile­lerine ait çok sayıda hayvanları alıp götürdüler. Götürülen hayvanlar ara­sında Hz. Muhammed (s.a.)'in dedesi, Abdülmuttalip'in de 200 devesi var­dı. Ebrehe bundan sonra bir elçisini Mekke'ye göndererek, Mekkelilere şöyle bir duyuruda bulundu: "Ben sizinle savaşmaya gelmedim. Gayem sadece Kâbe'yi yıkmaktır. Eğer siz karşı koymazsanız, canınıza ve malını­za dokunulmayacaktır." Ebrehe ayrıca, Mekkeliler kendisiyle görüşmek istedikleri takdirde onların en büyüğüyle masaya oturabileceğini de bildir­di. O sıralarda Mekke'nin en büyük kabile reisi Abdülmuttalip'ti. Elçi ken­disine Ebrehe'nin mesajını verdi. Abdülmuttalip kendisine şu cevabı ver­di: "Benim sizinle savaşacak gücüm yoktur. Bu Allah’ın evidir ve Allah isterse kendi evini kurtaracaktır." Elçi, Abdülmuttalip'in kendisiyle bera­ber Ebrehe'ye kadar gelmesini istedi ve o da bu isteğe uydu. Abdülmutta­lip öylesine yakışıklı ve iri yarı insandı ki, Ebrehe kendisini görünce çok etkilendi. Tahtından kalkıp yanına gelip yere oturdu ve kendisinden bir is­teği olup olmadığını sordu. Abdülmuttalip çalınmış olan bütün develeri­nin serbest bırakılmasını istedi. Bunun üzerine Ebrehe kendisine şöyle de­di: "Ben sizi görünce çok etkilenmiştim. Fakat siz öyle bir şey söylediniz ki gözümden düştünüz. Siz sadece kendi develerinizi düşünüyorsunuz. Halbuki, sizin ve sizin atalarınızın dininin merkezi olan bu ev elden gidiyor ve siz bunun için bir şey söylemiyorsunuz." Abdülmuttalip de şöyle bir cevap verdi: "Ben sadece kendi develerimin sahibiyim ve bu yüzden sadece onlar için size yalvardım. Bu eve gelince, bunun sahibi Allah'tır ve ancak bunu o koruyacaktır." Ebrehe, "O bunu kurtaramayacaktır" dedi, Abdülmuttalip te "bu işi ya siz bilirsiniz ya da O" dedi ve ordan ayrılmak üzere kalktı. Ebrehe kendisine çalınan develeri geri verdi.

İbn Abbas'ın rivâyeti bundan farklıdır. Bunda, develerden hiç söz edilmiyor. Abd bin Humeyd, İbn-ul Münzir, İbn Merdûye Hâkim, Ebû Naîm ve Beyhakî, İbn Abbas'a dayanarak naklettikleri rivayetlerde özetle şunları söylüyorlar:

Ebrehe, Essifâh mevkiine varınca (Arafat ile Taif arasındaki dağların bitiminde Harem'e yakın olan yer), Abdülmuttalip kendisine gitti ve "sizi buraya getiren nedir?" diye sordu. Ebrehe, "duyduğuma göre bu huzur evi'dir ve ben bu huzuru bozmaya geldim" diye cevap verdi. Abdülmutta­lip, "Bu Allah'ın evidir ve bu ev bugüne kadar kimsenin kendisine musal­lat olmasına izin vermemiştir" dedi. Ebrehe, bu evi yıkmadan Mekke'den ayrılmayacağını söyledi. Abdülmuttalip şöyle dedi: "Bizden ne isterseniz size veririz, ama buradan gidin, bu eve dokunmayın". Fakat Ebrehe bu lâfları dinlemedi ve Abdülmuttalib bırakıp Ka'be'ye doğru ilerledi.

İki rivâyet arasındaki farklı ifadeye dokunmaz ve birini öbürüne ter­cih etmeye çalışmazsak da bazı gerçeklerin ortada olduğunu görebiliriz. Şöyle ki, Mekke ve çevredeki Arap kabileleri Ebrehe'nin komutasındaki büyük bir orduya karşı koyacak güçte değillerdi ve dolayısıyla savaşarak Ka'be'yi kurtarmaları söz konusu değildi. Bu sebeple, Kureyşliler de Ka'be'yi kurtarmak amacıyla gereksiz bir direnişe ihtiyaç duymadılar. Ku­reyşlilerin insan gücü Habeşlilere karşı çok cüz'î idi. Bilindiği gibi, Ahzâb savaşı sırasında Kureyşliler ile Yahudi kabileleri bütün güçlerini toplaya­rak müslümanlara karşı ancak 12 bin kişilik bir kuvvet hazırlayabilmişler­di. O halde, 60 binden fazla askeri olan bir Ordu'ya nasıl karşı koyabilir­lerdi.

Muhammed bin İshâk'ın verdiği bilgilere göre, Abdülmuttalip, Ebre­he'nin çadırından geldikten sonra bütün Kureyşli kadın ve çocukların katliâmdan kurtulabilmeleri için dağa çıkmalarını herkese duyurdu. Daha sonra Abdülmuttalip ile Kureyş'in bazı diğer ileri gelenleri Kâ'be'ye gidip kapı tokmağını tutarak Allah'a acz içinde dua ettiler ve O'ndan kendi evini ve kullarını korumalarını istediler. O sırada Ka'be'de 360 put vardı. Fakat bu nâzik anda Arap ve Kureyşliler her şeyi unutup sadece Allah'a yalvar­dılar. Bu ânda yaptıkları dualar tarih sayfalarına geçmiştir. Bunlardan hiç birinde Tek Allah'dan başka bir tanrı veya tanrıça'dan söz edilmemiştir. İbn Hişâm kendi eserinde Abdülmuttalib'in o ânda söylediği şu şiirlerine yer vermiştir:

"Ya Rab, kul kendi evini korur, Sen de kendi Evini koru

Dikkat et, yarın onların haç ve tedbirleri senin tedbirlerine galip gel­mesin.

Eğer sen onları ve kabilemizi kendi hâlimize bırakmak istiyorsan, öy­le yap."

Süheylî, "Ravd-ul Enf' adlı eserinde bu durumla ilgili olarak bir şiir daha akletmiştir:

"Haç'ın evlâtları ve O'na tapanların karşısında bugün Sen kendi evlâtlarına yardım et."

İbn Cerîr, Abdülmuttalib'in, dua ederken okuduğu şu şiirlerini de yazmıştır:

"Ya Rabbim, Senden başka onlara karşı Ben kimseye ümit bağlamış değilim Ey Rab, Sen onlardan kendi Harem'ini koru."

"Bu evin düşmanı Senin düşmanındır. Onları, Senin meskenini tahrip etmekten alıkoy."

17.6.4.4. Kâ'be'nin Korunması İçin İlâhi Mu'cize

Abdülmuttalip ile arkadaşları, Ka'be'nin kapısında dua ettikten sonra dağa çekildiler ve ertesi gün Ebrehe Mekke'ye girmek üzere yola çıktı. Fakat Mahmut adlı fili, birden bire yere çöktü. Yürümesi için kamçılandı, gözüne kazık batırıldı ve birçok yerinden yaralandı, ama bulunduğu yer­den hiç kımıldamadı. Fil güneye, kuzeye ve doğuya çevrilince koşmaya başlıyor, ama Mekke'ye doğru çevrilince hemen yere çöküveriyordu ve hiç kımıldamıyordu. Derken, çok sayıda kuşlar gagalarında ve pençele­rinde küçük taşlar olduğu halde akın akın Kızıldeniz tarafından gelmeye başladılar ve bu kuşlar daha sonra Ebrehe'nin ordusuna taşları yağdırma­ya başladılar. Taşlar kime isabet ediyorsa onun vücudu çürümeye başlı­yordu. Muhammed bin İshâk ile İkrime'nin rivâyetlerine göre bu su çiçeği hastalığıydı ve Arabistan'da ilk defa ortaya çıkmıştı. İbn Abbas diyor ki, çakıl taşı kime düşüyorsa o şahıs vücudunu kaşımaya başlıyordu ve kaşı­dığı yerlerde küçük yaralar beliriyordu ve et çürümeye başlıyordu. İbn Abbas'ın başka bir rivâyetine göre et ve kan su gibi akmaya ve kemik­ler görülmeye başlıyordu. Ebrehe'nin durumu da aynıydı. Vücudu yaralar­la dolmuş ve bazı âzâları bozulmaya başlamıştı. Bu beklenmedik olay Ebrehe ve ordusunun paniğe kapılmasına sebep oldu ve hepsi Yemen'e doğru kaçmaya başladılar. Kendilerine kılavuz olarak seçtikleri Nüfeyl bin Habib Has'amî'den dönüş yolunu sordular ve o tarafa kendilerine rehberlik yapmalarını rica ettiler. Ama Nüfeyl bu isteği reddetti ve şöyle dedi:

"Artık Allah peşinizde iken kaçamazsınız ve Maymun (Ebrehe) mağluptur, galip değildir."

Meydana gelen panik ve telaş içinde geriye çekilme sırasında birçok kişi ezildi ve öldü. Atâ bin Yesar'ın belirttiği gibi Habeşli Hıristiyanların hepsi Mekke yakınlarında ölmedi, bazıları yolda öldüler. Ebrehe de Has'am'a vardıktan sonra öldü.

Ebrehe'nin Ordusu Müzdelife ile Minâ arasında Muhassab vadisi ya­kınlarında Muhassir mevkiinde imha oldu. Sahih-i Müslim ile Ebû Da­vud'da yer alan bir hadise göre, Resûlullah (s.a.) Müzdelife'den Mina'ya giderken Muhassir vadisinde daha hızlı hızlı yol almaya başladı. Bu ha­dis, İmam Ca'fer Sâdık tarafından, Haccet'ul Vedâ hikayesinin anlatıldığı sırada, İmam Muhammed el-Bâkir ve Hz. Câbir bin Abdullah'a dayanıla­rak rivâyet olunmuştur. İmam Nevevî bu hadisin yorumunu yaparken Eshâb-ul fîl (fil sahipleri) vak'asının işte bu yerde meydana geldiğini be­lirtmiştir. İmam Nevevî bu sebeple, Muhassir'den geçerken hızın artırıl­masının bir sünnet olduğuna işaret etmiştir. Muvatta'da İmam Mâlik şöyle bir hadis naklediyor: Resulüllah (a.s.) Müzdelife'nin tümünde kalınabileceğini, ancak Muhassir vadisinde kalınmaması gerektiğini belirtmiştir.

17.6.4.5. Arap Edebiyatında Bu Olay İle İlgili Kayıtlar

İbn îshâk, Nüfeyl bin Habîb'in bu olay ile ilgili pek çok şiirini naklet­miştir. Nüfeyl olayın görgü tanığıydı:

"Ey Rüdeyne keşke sen görseydin ve sen göremeyeceksin,

Bizim Muhassir vadisi yakınlarında gördüklerimizi"

"Ben kuşları görünce Allah'a şükrettim

Ve çakıl taşlarının bana düşmelerinden korkuyordum."

"Onlardan her biri Nufeyl'i arıyordu,

Sanki ben Habeşlilere borçluydum."

Bu öyle küçümsenecek veya önemsenmeyecek cinsten bir olay değil­di, aksine yankıları bütün Arap yarımadasında duyulmuştu. Bu olay çeşitli hikâyelere, efsanelere, destanlara ve şiirlere konu oldu. Birçok şair, şiirle­rinde bu olaydan söz etti. Bütün şair ve yazarlar, Eshab-ı Fîl vakasının Al­lah'ın bir Mu'cizesi olduğunda birleştiler ve hiçbiri bunun, Ka'be'de tapılan putların bir kerâmeti olduğuna en küçük işaret bile etmedi. Meselâ, Cahi­liyye dönemi şairlerinden Abdullah İbn-üz Ziba'râ şöyle diyor: "60 bin idiler, kendi yurtlarına dönemeyenler ve Ne de döndükten sonra onların hastası (Ebrehe) yaşayabildi" "Burada onlardan önce Âd ve Cürhem vardılar ve, Allah kullarının üzerindedir ve onu (Kâ'be'yi) korumaktadır."

Başka bir şair Ebû Kubeys bin Eslet şunları söylüyor: "Kalkın ve kendi Rabbinize ibadet edin ve                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                     

Mekke ile Mina'nın tepeleri arasında Beytullah'ın köşelerini öpün." "Arş sahibinin yardımı size gelince, o Kralın askerleri, Onları öylesine geri çevirdi ki bazıları toprakta idi ve bazıları taşlaşmıştı."

17.6.4.6. Eshab-ı Fîl İle İlgili Bazı Önemli Hadisler

Ebrehe ve ordusunun imha olması Mekkelileri ve diğer Arapları manevî açıdan da bir hayli etkilerdi. Nitekim, Hz. Ümm-ü Hâni ile Hz. Zübeyr bin Avvâm'ın, Resûlullah'a atfen dedikleri gibi, Kureyşliler bu vak'a'dan sonra 10 yıl (bazı hadislere göre 7 yıl) Tek Allah'tan başka bir ilâha ibadet etmediler. Ümm-ü Hanî'nin hadisi İmam Buhârî'nin tarihinde ve Taberânî, Hâkim, İbn Merdûye ile Beyhakî'nin hadis kitaplarında yer almıştır. Hz. Zübeyr'in rivâyeti ise Taberânî, İbn Merdûye ve İbn Asâkir'in eserlerinde kaydedilmiştir. Bu hadisler, Hz. Saîd İbni Müsey­yeb'in, Hatîb Bağdâdî'nin tarihinde yer alan hadisiyle de doğrulanmış olu­yorlar.

17.6.4.7. Hz. Peygamber (a.s.)'in Doğuşu

Ebrehe olayının meydana geldiği yıla Araplar "Fil Senesi" ismini ver­mişlerdir. Hz. Muhammed (a.s.) aynı yıl dünyaya geldi. Muhaddisler ile tarihçiler, Eshâb-ul Fîl vak'asının muharrem ayında meydana geldiğinde birleşiyorlar. Hz. Resûl-i Ekrem (a.s.) ise Rebiülevvel ayında doğdu. Ta­rihçi ve muhaddislerin çoğu, Hz. Peygamber'in, Ebrehe olayından 50 gün sonra doğduğuna inanıyorlar.                                                                                                                                                                                                    

17.6.4.8. Kur'ân-ı Kerim'de Bu Olaya  Kısaca Değinilmesinin Sebebi                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                  

Yukarıda ayrıntılı olarak belirtilen tarihi olayı, Fîl Suresi'yle karşılaş­tıracak olursak burada "Eshâb-ul Fîl"e Allah’ın azabının inişinden niçin bu kadar az bahsedildiğinin hikmetini anlamış olacağız. Aslında bu kadar es­ki bir olay değildi. Yakın geçmişte cereyan eden hadiseler Mekke'de her­kesin dilinde idi. Arabistan'ın diğer bölgelerinde de halk az çok bu olayı biliyordu. Herkes, Kâ'be'nin herhangi bir put veya ilâh tarafından değil Tek Allah tarafından kurtarıldığını iyi biliyordu. Kureyşli kabile reisleri, Ebrehe'nin orduları Mekke'nin kapısına dayanmışken sadece ve sadece Allah'a dua etmiş ona yalvarmışlardı. Ve bu olay Kureyşlileri öylesine et­kiledi ki bir süre Tek Allah'tan başka kimseye ibadet etmediler. Bundan dolayıdır ki Fil Sûresinde herkesçe bilinen bir olay uzun uzun anlatılmadı ve sadece bunun hatırlatılması kâfi görüldü. Böylece Kureyşliler ve diğer Araplar meseleyi ciddî ciddî düşünmeye davet ediyorlardı. Onların, Hz. Pegyamber'in ne gibi bir mesajla geldiğini hatırlamaları isteniyordu. On­ların, bütün sahte ilâhlarını terk edip tek Allah'a ibadet ve itaat etmeleri is­teniyordu. Onlara Eshâb-ul Fil'in korkunç sonucu da hatırlatılıyordu. Ya­ni, doğru yolu kabul etmeyip Allah'a karşı gelmeleri halinde "Fîl sahiple­ri" gibi yok olacakları önemle belirtiliyordu.

17.7. HZ. MUHAMMED'İN PEYGAMBERLİĞİNDEN SONRA HIRİSTİYANLIK

Semavî kitaplara sahip olmaları açısından, gerek Yahudilerin gerekse de Hıristiyanların, müslümanlara daha yakın olmaları gerekiyordu. Zira, onların gerçek dinî de aslında İslâmdı. Özellikle, Hıristiyanların, müslü­manlara daha çok yakın olmaları lâzımdı. Bunun iki sebebi vardı: Birinci­si, Hz. Muhammed (a.s.), Hz. Îsa (a.s.)'nın tamamlanmamış olan görevini tamamlamaya gelmişti. İkincisi, Hıristiyanların kutsal kitaplarında ve dini eserlerinde Yahudilere oranla, çok daha büyük sayıda, Hz. Muhammed (a.s.)'in bir peygamber olarak dünyaya geleceğine bir müjde ve kehânetler yer alıyor. Nitekim Hıristiyanların pek çoğu Hz. Peygamber (a.s.)'i merakla bekliyorlardı. Bunlar arasında ileri gelen bir kişi de Varaka bin Nevfel idi. Ayrıca, Hz. Peygamber'in zamanında birbirine daha çok yaklaşmaları ge­rekiyordu. Ne var ki, Hıristiyanlar ile Yahudilerin katı ve fanatik durumu, müslümanlar ile aralarındaki açıyı gittikçe büyüttü. Müslümanların bütün iyi niyet ve uzlaşma çabalarına rağmen aradaki uçurum giderek büyüdü ve düşmanlık denizine dönüştü. Bu düşmanlık, haçlı seferleri şeklinde ortaya çıktı. Orta çağlardaki ülkelerin İslam dünyasına karşı çirkin tertip hazırla­malarına yol açmıştır.

17.7.1. Varaka bin Nevfel'in Hz. Muhammed'in Peygamberliğini Tasdik Etmesi[11]

Hira mağarasında, Hz. Muhammed (a.s.) ilk defa bir melek ile karşı karşıya geldikten sonra titreyerek ve sarsılmış bir şekilde eve geldi. Hz. Hatice kendisini amcazadesi, Varaka bin Nevfel'e götürdü. Nevfel, Cahi­liyye döneminde Hıristiyanlığı kabul etmiş ve yanında Arapça ve İbranice İnciller bulunduruyordu. Hem yaşlı, hem âmâ idi. Hz. Hatice kendisine şöyle hitap etti: "Ağabeyciğim, yeğeninizin başına gelenleri bir dinleyin". Varaka, Hz. Muhammed'e dönerek, "evlâdım, başından geçenleri anlat'' dedi. Hz. Muhammed gördüklerini ve duyduklarını kendisine anlattı. Bu­nun üzerine Varaka şöyle dedi: "Vallahi, bu melek, Allah’ın Musa'ya gön­derdiği melektir. Keşke ben senin peygamberliğin zamanında genç ve güçlü olsaydım. Keşke, ümmetinin seni buradan sınır dışı edeceği zamana kadar yaşayabilsem." Rasûlullah (a.s.) sordu, "Acaba bunlar beni buradan çıkaracaklar mıdır?" Varaka "evet" dedi ve devam etti: "Senin getirdiğin gibi bir şey ne zaman getirilmişse, sert bir tepki ile karşılaşmış ve getiren kişiye düşmanlık yapılmıştır. Eğer senin zamanında olsaydım, seni kuv­vetle desteklerdim." Fakat aradan uzun bir zaman geçmeden Varaka vefat etti... Varaka bin Nevfel, Hz. Muhammed (a.s.)'in çocukluğunu görmüş bir kişiydi. Yaklaşık 15 yıllık akraba ilişkileri yüzünden de kendisine daha iyi tanıma fırsatını bulmuştu. Ehli kitaptandı, bilgiliydi, kültürlüydü ve tecrübeli idi. Bütün bunlarla birlikte, Hz. Muhammed (a.s.)'in Hira mağa­rasında geçirdiği olayı duyar duymaz onun bir peygamber olduğuna kana­at getirdi ve hiçbir şüpheye veya tereddüde düşmedi Hz. Peygamber (a.s.)'e gelen meleğin daha önce Hz. Musa'ya geldiği sonucuna vardı. De­mek ki Hz. Muhammed (a.s.)'in kişiliği ve karakteri ve dış görünümü öy­lesine etkileyici ve debdebeliydi ki, Varaka bin Nevfel gibi yaşlı ve tecrü­beli bir şahsiyet te kendisinin peygamberlik payesine yükselmesi üzerine hayretini belirtmedi.

17.7.2. Müslümanların Hıristiyan Bir Ülkeye Hicretleri

Mekke'de müslümanların hayatı çekilmez hale geldikten sonra, Fîl vakasının geçmesinden 45 yıl sonra ve Hz. Muhammed'in nübüvvetinin 5. yılında müslümanların başka bir yere hicret etmeleri kararlaştırıldı. Nite­kim, Hz. Peygamber (a.s.), mü'minleri toplayarak kendilerine şöyle dedi: "Zannediyorum, sizin Habeşistan'a gitmeniz iyi olacaktır. Orada bir Hü­kümdar vardır, o Hükümdar'ın saltanatında kimseye zulüm yapılmıyor ve orası iyilik beldesidir. Cenab-ı Allah başınıza gelen afeti def edinceye ka­dar siz orada kalın."[12]

Hz. Peygamber (a.s.)'in bu buyruğu üzerine 11 erkek ve 4 kadından müteşekkil müslümanların ilk kafilesi Habeşistan'a hareket etti. Kureyşli müşrikler kıyıya kadar kafileyi takip ettiler. Fakat şans eseri, müslümanlar Şuaybiye limanında bir tekne buldular ve son anda yakalanmaktan kurtul­dular. Birkaç ay içinde daha birçok kişi Habeşistan yolunu tuttu, ve kısa bir zamanda 83 Kureyşli erkek-kadın ve 7 Kureyşli olmayan kişiden mü­teşekkil bir müslüman grubu Habeşistan'a varmış oldu. Böylece Hz. Mu­hammed (a.s.)'e iman eden ilk Müslümanlardan sadece 40'ı Mekke'de kal­mış oldu.

17.7.2.1. Habeşistan'ın Hıristiyan Kralının Takdire Lâyık Tutumu

İlerde Habeşistan'a hicret olayı daha ayrıntılı biçimde ele alınacağın­dan burada sadece, Habeşistan kralının olumlu ve övgüye değer tutumuna işaret etmekle yetineceğiz. Müslümanları takip eden Mekkeli müşrikler, peşlerinde Habeşistan'a kadar gelmişlerdi. Habeş kralı Necâşî, müslüman­ların heyetini kabul ettiği sırada Mekkeliler de orada hazır bulunuyorlardı ve bunlar ilk önce söz alarak, Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliği ile, getirdiği ilâhi mesaja itiraz ettiler. Bunun üzerine Hıristiyan Kral Necâşî, müslümanların heyetine başkanlık eden Hz. Ca'fer'den, Hz. Peygamber (a.s.)'e nâzil olan kelam'dan bazı örnekler vermesini istedi.

Hz. Ca'fer, Meryem sûresinin, Hz. Yahya (a.s.) ve Hz. Îsa (a.s.) ile il­gili ilk bölümünü okudu. Necâşî bunları dinliyor ve gözlerinden pınar gibi yaşlar akıyordu. O kadar ki sakalı yaşlarla ıslandı. Hz. Ca'fer Kur'an-ı Kerîm'in âyetlerini okumayı bitirince, Necâşî şu sözleri söylemekten ken­dini alamadı: "Elbette bu kelâm ve Hz. Îsa'nın getirdikleri, ikisi de aynı yerden kaynaklanıyorlar."[13]

Mekkeli müşrikler tarafından gelen heyet, Habeş kralının sarayında bazı mümtaz kişileri, rüşvet vererek kendilerine çekmişlerdi. Bu sebeple heyet ertesi gün tekrar Kral'ın önüne çıkarıldı. Orada Amr bin-el As şöyle bir mesele ortaya attı:

"Şu adamlara sorar mısınız? Meryem oğlu Îsa hakkındaki inançları nedir diye?"

Bunun üzerine Necâşî müslüman muhacirleri tekrar yanına çağırıp meselenin vuzuha kavuşmasını istedi. Onlara Amr bin As'ın sorusunu ilet­ti. Bunun üzerine Hz. Ca'fer bin Tâlib yerinden fırlayarak, Hz. Îsa'nın Al­lah'ın kulu ve peygamberi olduğunu ve Hz. Meryem'in namuslu ve şerefli bir peygamber anası olduğunu söyledi. Necâşî bunu duyar duymaz yerden bir çöp kaldırarak dedi ki, "vallahi billahi, sizin söylediklerinizden, Hz. Îsa bu çöp kadar fazla değildi."

17.7.2.2. Habeşistan'a Karşı Müslümanların Dostça Tavrı

Ebû Davûd ve Müsned-i İmam Ahmed'de Hz. Peygamber efendimi­zin bir hadisi vardır. Buna göre, Hz. Peygamber, Habeşlilerin kendilerine dost olduğunu ilân etmişti. Başka bir hadis'te ise Hz. Peygamber'in şöyle dediği kaydedilmiştir: "Habeşliler sizlere (müslümanlara) serbestlik tanı­dıkları sürece siz de onlara serbestlik tanıyın."

Muhtemelen bundan dolayıdır ki, Peygamber (a.s.)'den sonra dört ha­life devrinde Habeşistan'a doğru herhangi bir askerî harekât düzenlenme­di. Bu olayın ve politikanın, herhalde geçmişte müslümanlara sıkıntılı günlerinde Habeşlilerin yardım elini uzatmalarından kaynaklandığı söyle­nebilir. Böylece müslümanların nankör ve hain bir millet olmadığı kanıt­lamak isteniyordu. Bu dostane tutumun başka bir sebebinin de olduğu söylenebilir. Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) Habeşistan'ın coğrafî durumu ve geçmiş tarihi göz önünde bulundurarak, İslâmiyet'in merkezi olan Hicaz'ın güvenliği için Habeşistan ile iyi ilişkilerin sürdürülmesinin daha akıllıca bir politika olabileceğini de düşünmüş olabilir. Hz. Peygamber (a.s.)'in, Habeşistan'da İslâmiyet'in barışçı yollarla tebliğ edilmesi ve zora başvurulmaması konusundaki tembihinin hikmeti bu olsa gerek.

17.7.3. Mısır Patriğinin Tutumu

Hudeybiye Anlaşması yapıldıktan sonra, Hz. Peygamber efendimiz (a.s.) çeşitli memleketlerin hükümdar, hâkim ve ileri gelenlerini İslâmi­yet'e davet eden mektuplar göndermişti[14]. Bu mektuplardan biri Mısır'ın İskenderiye şehrinin patriğine de gönderilmişti. Hz. Muhammed (a.s.)'in özel elçisi, Hz. Hatip bin Ebî Belta'a, mektupla beraber Patriğin önüne çı­kınca, kendisi İslâmiyet! kabul etmemesine rağmen elçiye iyi davrandı ve Hz. Peygamber'e (a.s.) cevabî mektupta şöyle yazdı: "Bir peygamberin dâha geleceğini biliyorum. Fakat kanımca bu peygamber Suriye'de doğa­caktır. Yine de elçinize iyi davrandım ve iki Kıptî kızı size gönderiyo­rum." (İbn Saad). Bu kızlardan biri Sîrîn ve ikincisi Maria Kıptî idi. Mı­sır'dan Arabistan'a dönerken yolda Hz. Hatıp, bu iki kızı İslâmiyet'e davet etti ve ikisi de bu dini kabul ettiler. Kızlar, Hz. Peygamber (a.s.)'in huzu­runa çıkınca Sîrîn'i Hz. Hassân bin Sabit'e emanet etti ve Hz. Maria'yı kendi haremine aldı. Zilhicce 8 h.'de işte bu Hatun'un batınından Hz. Pey­gamber'in oğlu Hz. İbrahim doğdu. (El Esîy'ab El-Esâbe).

17.7.4. Hz. Peygamber ve Necran'daki Hıristiyanlar

Hicrî 9 yılında Necran'daki Hıristiyan cumhuriyetinden bir heyet Resûl-i Ekrem'in huzuruna geldi. Necran, Hicâz ile Yemen arasında bir yerdir. O sıralarda bu bölgede 73 yerleşim merkezi vardı. Nüfusun tümü hemen hemen Hıristiyandı ve üç reis veya lider tarafından idare ediliyordu. Birincisi Seyyid, ikincisi Âkib ve üçüncüsü Piskopos. Hz. Nebi'yi Kerim Mekke'yi fethettikten sonra bütün Arabistan'ın her köşesinden kendisine sadakatlarını bildirmek üzere heyetler gelmeye başladı. Necran'ın üç yö­neticisi başkanlığındaki 40 kişilik heyeti de işte bu heyetlerden biriydi.

Burada şu husus ta unutulmamalıdır ki, Bizans ile İran arasındaki çekişmede müslümanların sempatisi her zaman Hıristiyanlardan yana idi. Fa­kat diğer taraftan, Tebûk savaşında müslümanlar ile Hıristiyanlar ilk defa karşı karşıya geldiler. Bizanslılar ile İranlılar arasındaki çekişme ile ilgili ayrıntıları daha önceki bölümde verdik. Tebûk savaşının ayrıntılarını ise yeri gelince vereceğiz.


 

[1] Bk: Matta. Bölüm 9 âyet 9: "Hz. İsa oradan ayrılarak hudutta Gümrük memuru olarak Matta adında bir kişiyi tâyin etti." Bu kitabın yazarı Matta olsaydı, herhalde böyle bir ifade kullan­mayacaktı.

[2] Bazı kimselerin rivâyetlerine göre Luka, Hz. Îsa çarmıha gerilirken seyirciler arasında bulunuyordu. Ama, bunun herhangi bir tarihi ispatı yoktur.

[3] Bu bilgilerin çoğu şu eserlerden alınmıştır: (2) Dumellow, "Commentary on the Holy Bible", (2). Y.K. Cheyne, "Encyclopadia Biblica". (3) Milman, "History of Christianity".

[4] Mevlâna Rahmetullah Kiranvî'nin kitabı, "Ezhâr'-ul Hak'ta muteber ve güvenilir İncillerin metinlerinde 124 tezât ve 110 hatâ sıralanmıştır. Ayrıca, İnciller ve ilgili yazma eserler ile mek­tupların pek çoğunun sahte ve şüpheli olduğu, önde gelen sayısız hıristiyan tarihçi, din bilgini ve kuruluşları tarafından kabul edilmiştir (Tafsilât için Bk: "İncil'den Kur'ân'a Kadar", Urduca tercü­mesi, C. I, Bölüm: 4, Mütercim: Mevlâna Ekber Ali, Açıklama: Muhammed Taki Osmanî).

[5]  "Kendi haçını kaldırma" deyimi burada "kelleyi koltuğa alma" anlamında kullanılmıştır. Yani Hak yolunda olan herkes ölmeye hazır olmalıdır.

[6] Bu deyim aslında "kendini ve kendi menfaatim" düşünmeyen olarak kabul edilmelidir. Yani bencil veya egoistin tam tersi olan bir kişi.

[7] Hz. İsa’nın yaşadığı dönemde Filistin'de bir yahudi devleti vardı, bunun başında Herod hanedanının hükümdarları bulunuyordu. Bu devlet, Romalılara tabi olup içişlerinde özerkti. Fakat burada kullanılan "Herodlular" kelimesi daha çok casus ve muhabirler anlamındadır.

[8] Bk: İbn Haldun, Urdu Tercümesi, C. I, Mütercim: Hekim Ahmed Hasan Allahabadî.

[9] Bülûğ-ul Edeb, Urduca Tercüme, Mütercim: Pir Muhammed Hasan, C. III, s. 152.

[10] Hristiyanlar Yemen'e hâkim olduklarından beri Mekke'deki Kâbe'ye paralel olarak başka bir Kâbe inşa etmeye devamlı çalışmışlardı. Amaçları, Kâbe'nin merkezi durumuna son vermekti. Nitekim, Necran'da daha önce bahsettiğimiz bir Kâbe inşa edilmiştir.

[11] Varaka bin Nevfel'den önce, bazı tarihi kayıtlara göre, Rahip Bahira da, Hz. Muhammed (s.a.)'in Suriye gezisi sırasında kişiliğinde, peygamberliğin bazı belirlilerini görmüştü. Bu hususta İbn Haldun şunları yazmaktadır:

"Hz. Muhammed 12 yaşını bitirip 13'üne geçerek Ebû Tâlip ile birlikte Suriye'ye bir tica­ret gezisi yaptı. Rahip Bahira Hz. Muhammed (a.s.)'in kişiliğinde peygamberliğin bazı işaretlerini görerek adamlarını yanına çağırdı ve onun peygamberliği hakkında onlara bilgi verdi. Bu hadise siyerlerde de nakledilmiştir. Daha sonra ikinci defa Hz. Muhammed, Hz. Hatice'nin ticarî mallarını alarak onu uşağı olan Meysere ile Suriye'ye bir yolculuk yaptı. Yolculuk sırasında Rahip Nesturi •onu gözledi ve onda peygamberliğin belirtilerini gördüğünü Meysere'ye anlattı. Meysere Mekke'ye dönünce duyduklarını Hz. Hatice'ye anlattı. Hz. Hatice bunları duyunca, Hz. Muhammed (a.s.) ile evlenmeyi arzu etliğini söyledi." (İbn Haldun, Tarih, Urduca tercümesi, Allame Hakim Ahmed Hasan Osmani, s. 35).

Yukarıdaki rivâyetin tarihi mahiyeti henüz kesinlik kazanmamıştır. Nitekim Urduca "Rahmet-ul-lil Âlemin"in yazarı bunu hiç dikkate değer saymamıştır. Ayrıca Tirmizî'de bu rivâyetin anlatıldığı hadisle bazı diğer yanlış şeylere yer verilmiş ve bunları Allâme İbn Kayyım ağır bir dille eleştirmiştir. Gerçek ne olursa olsun, şurası unutulmamalıdır ki, Hz. Muhammed'in dış görünüşü, yüz yapısı ve kişiliği hakkında Hıristiyanların dini kitaplarında yer alan bilgilere da­yanarak bazı rahip ve din adamlarının, onun müjdelenen ve vaadedilen peygamber olduğuna kana­at gelirmiş olabilirler. Eğer hristiyanlar iki rahibin, Hz. Muhammed'de peygamberliğin bazı belirti­lerini gördüklerine inanıyorlarsa o zaman böyle bir kişiye herhangi bir şeyin öğretilmesine de de­ğer bulunmadığını kabul etmelidirler.

[12] Gördüğünüz gibi, Hz. Peygamber Habeşistan devleti için çok iyi kelime ve ifadeler kul­lanmıştır. Müslümanların, Habeşistan'da huzur ve adalet olduğunu düşünerek oraya ilk kez hicret etmeleri de iyi niyetlerinin bir belirtisidir. Ne var ki bu iyi niyet ve iyi münasebetler daha sonraki yıllarda görülmedi.

[13] Görüldüğü gibi, Mekkeli müslümanların heyetini kabul eden Habeş Kralı Necâşî müslü­manların dinî inancını ve görüşlerini onaylamıştı. Ayrıca Hz. Peygamber (a.s.)'in Allah’ın resulü olduğunu da tasdik etmişti. Daha sonra Hz. Muhammed (a.s.) dünyanın çeşitli hükümdar ve hâ­kimlerine mektup gönderip İslâmiyet'e davet etmişti. Bu mübarek mektuplardan biri o zaman Ha­beş Kralı Ashame bin Ebzec'e de gitmişti. Bu kral Hz. Peygamber'in davetini kabul ederek derhal cevap yazmıştı. (Tafsilât için Bk: Rahmet-ul lil Âlemin, Kadi, Salman Mensutpûrî, C. I, s. 209-212)

[14] "Rahmet-ul lil Âlemin" C. I, (s. 206-224)'de belirtildiği gibi, 1 Muharrem Hicri 7 yılında Hz. Peygamber (a.s.)'in özel elçileriyle çeşitli ülkelere gönderdiği mektupların çoğunun muhatapla­rı hristiyan hükümdar ve hakimlerdi. Bu hükümdarların çoğu bu mektuplara müsbet cevap verdiler ve genellikle sert bir tepki göstermediler. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, Habeş Kralı Ashame bin Ebcez İslamiyeti kabul etti. Bahreyn Hâkimi Münzir bin Sava müslüman oldu. ve tebaasından da birçok kişi Hak dinini kabul ettiler. Umman hakimleri Celidî oğulları da hiç düşünmeden İslâm'ı kabul ettiler. Şam valisi Münzir bin Hâris bin Ebu Şimr, Hz. Muhammed'in mektubunu aldıktan sonra önce hayli bozuldu. Ama sonra elçisini saygıyla geri gönderdi. Yemame valisi Havza bin Ali İslâm devletinden yüzde 50 pay istedi, ama birkaç gün sonra öbür dünyayı boyladı. Kudüs'e Heraclius hâkimdi. Heraclius, Hz. Peygamber (a.s.)'in mektubu geldikten sonra yardımcılarını top­ladı ve Hz. Peygamber hakkında bilgiler toplamaya çalıştı. Mekkeli reislerden Ebu Süfyân ticari yolculuk sırasında Filistin'e gittiğinde, Heraclius'ın huzuruna çağırıldı. Bizanslılara tabi olan Kudüs hâkimi Heraclius, Ebu Sufyân'dan Hz. Peygamber hakkında çeşitli bilgiler aldı ve sonra şunları söyledi: "Vaadedilen peygamber'in alâmetleri bunlardır. Ben bu peygamber'in ortaya çıkacağını bekliyordum, ama bunun Arabistan'da doğacağını tahmin etmiyordum. Ebu Süfyân, eğer dediklerin doğruysa, o bir gün bugün benim oturduğum yerlere (Suriye ve Kudüs) hakim olacaktır. Keşke ben onun huzuruna çıkabilseydim ve o peygamber'in ayaklarını yıkayabilseydim." (Rahmetül lil Âlemin, C. I.)

 Bizans imparatoru tarafından Suriye valisi olan Ferve bin Amr Hüzâ'i de müslümanlığı seçen Hıristiyanlardandı. Ferve bu sebeple daha sonra İmparator tarafından idam edildi.