On Sekizinci Bölüm: ÇEŞİTLİ ÜKELER İLE ARAPLARIN İLİŞKİLERİ
18.1. ÇEŞİTLİ ÜKELER İLE ARAPLARIN İLİŞKİLERİ
18.1.1. Ticaret Yollarının Kavşağı
18.1.2. Siyasî ve Kültürel İlişkiler
On Sekizinci Bölüm: ÇEŞİTLİ ÜKELER İLE ARAPLARIN İLİŞKİLERİ
18.1. ÇEŞİTLİ ÜKELER İLE ARAPLARIN İLİŞKİLERİ
İslâm öncesi Arabistan'ın ekonomik tarihine ve dış dünya ile ilişkilerine bir göz alacak olursak, her türlü coğrafî, fizikî, ulaşım ve maddî engellere rağmen, Arap Yarımadası veya Arapların dünya ile tamamıyla kopuk ve uzak olmadığını anlayabiliriz. Araplar görüldüğü kadarıyla kendi vadi ve çöllerinde mahsur kalan bir millet değildi, aksine faaliyetleri çeşitli sahalarda gözle görülür biçimde yaygın ve yoğundu.
18.1.1. Ticaret Yollarının Kavşağı
Eski çağlara ait ne kadar tarihi bilgi, bulgu ve eserler varsa, hepsinden Arapların kıtalar arasındaki ticarette merkezi bir rol oynadıklarını görürüz. Eski çağlarda ve orta çağların önemli bir bölümünde, Çin, Hindistan ve diğer Doğu ülkelerinden ve aynı şekilde Doğu Afrika'dan Mısır, Suriye, Küçük Asya (Türkiye), Yunanistan ve Roma'ya kadar yapılan ticaretin Araplar vasıtasıyla gerçekleştiğini biliyoruz. Doğu ile Batı arasındaki bu uzun mesafeli ticaretin üç ana yolu vardır. Birincisi, İran'dan başlayarak Irak ve Suriye üzerinden geçen kara ticaret yolu. İkincisi, Basra Körfezinden geçen deniz ticaret yolu, ki bu yolda ticarî mallar Arabistan'ın doğu sahillerine indirilir ve oralardan yüklenilirdi. Bu ticaret yolu Tedmür (Palmyra) üzerinden geçerdi. Üçüncü ticaret yolu, Hint Okyanusundan başlıyor ve Batıya kadar uzanıyordu. Bu yoldan geçen bütün ticarî mallar Hadramut ve Yemen limanlarına indirilir veya oradan yüklenilirdi. Görüldüğü gibi bu üç ana ticaret yolunun tam ortasında Araplar bulunuyorlardı. Araplar kendileri de ticarete yatkın bir millet olup çeşitli yönlere ticarî seyahatlar yaparlardı. Bir yerden satın alıp başka bir yerde salarlardı. Araplar nakliyecilikle de uğraşırlardı, kendi bölgelerinden geçen ticarî kafilelerden ve mallardan yüklü vergi ve gümrük alırlardı, malların ve kafilelerin korunması görevini yürüttükleri zaman da ayrı bir ücret alırlardı. Böylece, hem tüccar, hem nakliyeci, hem gümrükçü olmak sıfatıyla beynelmilel ticarette kilit bir durumda bulundukları inkâr edilmez bir gerçektir.
Nitekim, M.Ö. 2700'den beri Mısır ile Yemen'in dünya ticaretinde mühim bir rol oynadıkları anlaşılıyor. M.Ö. 1700'de ise İsrail oğullarının ticaret kafilelerinin kesif faaliyetleri Tevrat'ta bile yer almıştır. Kuzey Hicâz'da Medyen (Medyan) ve Dedân’ın memleketlerarası ticaretine M.Ö. 1500'den başlayarak birkaç asır sürdükleri tarih kitaplarından sabittir. Aynı şekilde, Hz. Süleyman ile Hz. Davûd (M.Ö. 1000')dan başlayarak Yemen'in Sabâ (Sebe') kabileleri ve daha sonra Himyer kabilelerinin Hz. Îsa'nın doğuşuna tesadüf eden ilk asırlara kadar ticarî alışveriş ve nakliyecilik yaptıkları bilinen bir gerçektir. Hz. Îsa'nın yaşadığı devirde Filistin'den Yahudi Araplar, Hicâz'a gelerek Hayber, Kura vadisi (El-Ulâ1), Teyma' ve Tebûk bölgelerine yerleştiler. Bu Yahudiler, Suriye, Filistin ve Mısır'daki dindaş ve ırkdaşlarıyla dini ve kültürel münasebetlerinin yanı sıra ticarî ilişkilerini de aralıksız sürdürdüler. Arabistan'da, Suriye ve Mısır'dan gıda maddeleri ve şarap ithal etme işini umumiyetle Yahudiler yaparlardı. Miladî beşinci yüzyıldan beri ise Mekke'nin tanınmış ve güçlü kabilesi Kureyş'e bağlı Araplar dış ticarette önemli bir rol oynamaya başladılar. Hz. Peygamber zamanına kadar Kureyşliler bir yandan Yemen ve Habeşistan ile, diğer yandan Irak ile ve yine başka bir yandan, Mısır ve Suriye ile geniş bir ticari münasebete girmişlerdi. Doğu Arabistan'dan İran'a bağlantılı yapılan ticaretin merkezi Yemen'di ve ticari malların önemli bir bölümü Hayre, Yemâme (Bugünkü Riyad) ve Benî Temîm bölgelerinden Necran ve Yemen'e giderdi.
18.1.2. Siyasî ve Kültürel İlişkiler
Bu ticarî ilişkilerin dışında da Arabistan halkı komşu ülkeler ile yakın siyasî ve kültürel ilişkiler kurmuşlardı. M.Ö. altıncı yüzyılda Babil hükümdarı Nebonidus kuzey Hicaz'ın Tema' kasabasını yazlık başkenti olarak seçti. Bu karar ve buna bağlı kurulan irtibatlardan sonra Hicazlıların Babil İmparatorluğunun ekonomik, siyasî ve sosyal durumlarından habersiz olmaları mümkün değildi. M.Ö. üçüncü yüzyıldan Hz. Peygamber'in doğuşuna kadar, önce Petra'daki Nebtî devleti, daha sonra Tedmür'deki Suriye devleti ve Hayre ile Gassan'daki Arap devletçikleri uzun süre iktidarda kaldılar ve Irak ile Mısır sınırlarına ve Suriye hududuna kadar hüküm sürdüler. Bunlar bir yandan Yunan ve Bizans ve diğer yandan İran ile yakın siyasî ekonomik ve kültürel ilişkiler içinde de idiler. Ayrıca, ırkî açıdan Arabistan'ın iç kısımlarındaki kabileler daha diğer ülkelerdeki ırkdaşlarıyla her alandaki münasebetlerini sürdürüyorlardı. Medineli Ensâr ile Suriyeli Gassanî hükümdarlar aynı ırktan ve soydan idiler. Bunlar aralarındaki ilişkilerini hiçbir zaman kesmediler. Bizzat Hz. Peygamber zamanında, onun sevdiği şair Hassan bin Sâbit, Gassanî emir ve kabile reislerine gidip gelirdi. Aynı şekilde Kureyşliler, Hayreli kabile reisleriyle çok sıkı fıkıydılar. Hatta Kureyşliler okuma ve yazmayı da onlardan öğrenmişlerdi. Ayrıca, Kureyşliler Hayrelilerden "Hattı Kûfî" olarak bilinen meşhur yazı stilini de öğrenmişlerdi.
Buna ilâveten, Arabistan'ın her yöresinde şeyhler, eşraf ve büyük tüccarların yanında çok sayıda Bizanslı, Rûm, Yunanlı ve İranlı hizmetçi, uşak ve cariyeler bulunuyordu. İran ile Bizans İmparatorlukları arasındaki amansız mücadele ve savaşların sonunda esir alınan çok sayıdaki askerler ve kadınların çoğu bir süre sonra pazarlarda açık arttırma usulüyle satılırlardı. Arabistan savaş esirleri, köle ve cariyelerin satıldığı büyük pazarlardan biriydi. Kölelerden birçoğu kültürlü, hünerli, sanat sahibi ve ticarette tecrübeli olurlardı. Arap kabile reisleri, eşraf şeyh ve tüccarları bunlardan mümkün olduğu kadar yararlanmaya çalışırlardı. Mekke, Taif, Yesrib ve diğer şehirlerde bu tür kölelerin sayısı çoktu. Bunlar usta birer sanatçı, esnaf ve tüccar olarak efendilerine değerli hizmetlerde bulunuyorlardı.
Bu noktaların yanı sıra, Arabistan'ın ekonomik tarihinin bir yanı daha göz önünde bulundurulmalıdır. Arabistan hiçbir devirde gıda maddeleri, yiyecek ve içecek bakımından kendi kendine yeterli bir durumda olmamıştır. Ayrıca, bu memlekette halkın bütün ihtiyaçlarını karşılayacak sanayiler de kurulmamıştır. Dolayısıyla, her türlü gıda maddeleri ve sanayi mamulleri her zaman dışardan ithal edilmiştir. Giyim kuşamla ilgili hemen hemen bütün malzemeler de dışardan satın alınmıştır. Hz Peygamber zamanına kadar ithalâta dayalı bu büyük ticaret umumiyetle iki grubun elinde idi: Birincisi, Kureyşliler ile Benî Sakîf ve ikincisi Yahudiler. Fakat bu gruplar ithalâtı toptan yaparlardı. Yurt içinde çeşitli merkezlere malların sevkiyatı ve perakende satışını diğer gruplar, küçük kabileler ve şahıslar yaparlardı. Kureyşliler ile Yahudiler ne bu işleri severlerdi ne de diğer kabileler kendilerine izin verirlerdi. Küçük kabileler, büyük kabilelerin bütün ticarete rakipsiz sahip olmalarını veya tekel haline getirmelerine izin vermezlerdi. Kureyşliler, Beni Sakîf ve Yahudiler yurt içinde toptan satışı genellikle veresiye olarak yaparlardı ve bunlar bazen çok büyük meblağlara kadar varıyordu.
Resûlullah'ın, peygamber oluşu sırasında Arabistan'ın genel siyasî durumu ne idi ve bu hususta kendisi ne gibi bir politika izledi? Tarihe baktığımızda, o çağda Arabistan'ın etrafındaki bütün memleketlerde sömürgecilik, istibdâd, zulüm ve baskının hüküm sürdüğüne tanık oluruz. Arabistan'ın kendisi sömürülmekteydi. Bu ülkenin önemli bir bölümü yabancı boyunduruğu altında idi. Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın doğuşundan kısa bir süre önce Habeş Ordusu ta ülkenin merkezine kadar yürümüştü. Arabistan'ın en verimli ve mamur bölgesi sayılan Yemen, daha önce Habeşlilerin hâkimiyeti altında iken el değiştirmiş ve İranlılara geçmişti. Arabistan'ın güney ve doğu kıyıları da İranlı'ların hâkimiyeti altında idi. diğer tarafta Irak'ın Arabistan'ın içinde bulunan toprakları da Necd sınırına kadar yine İranlı'ların eline geçmişlerdi. Kuzeyde ise Akabe ile Ma'an ve hatta Tebûk'a kadar olan bölge Bizanslıların elinde idi. Kısacası, Arabistan iki büyük imparatorluğun arasında eziliyordu. Bu iki büyük kuvvet, kendi menfaatlerini korumak amacıyla Arap kabilelerini birbiriyle çarpışıyorlardı ve etki alanlarını gittikçe genişletiyorlardı. İstanbul'da oturan Bizans imparatoru defalarca Mekke gibi küçük bir yerin yönetimine müdahale etmişti. İranlılar ise Arap yarımadasının tümünü parça parça, yutmaya çalışıyorlardı. Kısacası, her ülke ve her millet Arabistan'a göz dikmişti. Arabistan bir çöldü, ama insanları verimsiz değildi. Dünyaya hâkim olmak ve cihanşümûl bir devlet kurmak isteyen herkes gözlerini bu tarafa çeviriyordu. Zira, bu cihanşümûl imparatorluğun kurulmasında yardımcı olacak en iyi komutan, asker ve idareciler ancak Arabistan'da yetişebilirdi.