Otuz Dördüncü  Bölüm: MEKKE DÖNEMİNE GENEL BİR BAKIŞ

34.1. MEKKE DÖNEMİNE GENEL BİR BAKIŞ

34.1.1. Hz. Peygamber (a.s.)'in Şeceresi ve Soyluluğu

34.2.2. Rasûlullah (a.s.)'in Şahsiyeti

34.1.3. Rasûlullah (a.s.)'ın Peygamberlikten Önceki Hayatı

34.1.4. Hz. Muhammed (a.s.)'in Peygamberlikten Sonraki Temiz Hayatı

34.1.5. Rasûlullah (a.s.)'in Maddi Fedakârlıkları

34.1.6. Rasûlullah (a.s.)'ın Büyük Azim ve Kararlılığı

34.1.7. Rasûlullah (a.s.)'ın Eşsiz Cesareti

34.1.8. Rasûlullah (a.s.)'ın Yüksek Ahlâkı ve Fazileti

34.1.9. Rasûlullah (a.s.)'ın Söz ve Fiillerindeki Âhenk

34.1.10. Rasûlullah (a.s.)'ın Her Türlü Peşin Hüküm ve Taassuptan Uzak Olması

34.1.11. Kur'ân-ı Kerîm'in İnanılmaz Etkisi

34.1.12. Hz. Peygamber (a.s.)'e İman Edenlerin Meziyetleri

34.1.13. Medine Ensârının Vasıfları

 

Otuz Dördüncü  Bölüm: MEKKE DÖNEMİNE GENEL BİR BAKIŞ

34.1. MEKKE DÖNEMİNE GENEL BİR BAKIŞ

Biz şimdi geriye dönerek Mekke döneminin başlangıcından hicretin başlamasına kadar uzanan sürenin bir değerlendirmesini yapacağız. Böy­lece, İslâmi Hareket'in hangi temeller üzerine bina edildiğini, hangi temel düşünce ve felsefe ile ortaya çıktığını, 13 yıllık süre içinde bu sermayenin nasıl arttığını ve bu Hareket'in Medine dönemine girerken hangi sermaye­ye sahip olduğunu ve bu sermayeye dayanarak Mekke'deki şartların tam aksine bir yol çizip varacağı hedefini nasıl tayin ettiğini öğrenmiş olacağız.

Bu Hareket'in ilk ve daha doğrusu, temel sermayesi sadece Muham­med bin Abdullah (a.s.)'ın mevcudiyeti, şahsiyeti ve peygamberlikten ön­ceki 40 yıllık temiz yaşantısıydı.

34.1.1. Hz. Peygamber (a.s.)'in Şeceresi ve Soyluluğu

Hz. Muhammed (a.s.) kişisel olarak Arabistan'ın en temiz, en tanın­mış ve en soylu ailesine mensuptu. Araplar ve özellikle Mekkeliler, Hz. Peygamber (a.s.)'in şeceresini, geçmişini ve ailesini çok iyi biliyordu. Hz. Peygamber (a.s.)'in ailesi o kadar makbul ve mümtazdı ki, Arabistan'ın birçok kabilesi anne veya babaları tarafından bu aileye veya sülâleye mensup olmalarını bir iftihar vesilesi sayarlardı. Kısacası, Rasûlullah (a.s.) adı sanı bilinmeyen, soyu meçhul, kökü derin olmayan ve halk tara­fından tanınmayan bir şahsiyet değildi ki, birden bire büyük bir dava ile insanların karşısına çıktığı zaman herkes böyle bir davanın kendisine ya­kışmadığını söyleyebilsin. Bilâkis, bütün Arabistan'da kimse onaya çıkıp Rasûlullah (a.s.)'ın soyuna her şey yapabilsin, burunlarından kıl aldırmayan ve isimlerine toz kondurmayan ne kadar eşraf, asil ve namuslu aile var idiyse hepsiyle Hz. Peygamber (a.s.)'in şu veya bu şekilde akrabalığı ve yakınlığı vardı. Onlardan hiçbiri kalkıp cemiyetteki yer, sosyal statü ve şe­ref bakımından Hz. Muhammed (a.s.)'in veya ailesinin kendilerinden daha düşük seviyeli olduğunu söylemeye cesaret edemezdi. Hz. Muhammed (a.s.)'in üyesi olduğu Kureyş kabilesi dini, siyasi, sosyal ve ekonomik açı­dan Hicaz'ın lideri durumundaydı. Kureyş'in İsmail oğullarından geldiğine kimsenin şüphesi yoktu. Gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında Kureyşin ticari nüfuzu hatırı sayılır derecede büyüktü. Kâbe'nin mütevelliliğini ve Hac ile ilgili bütün işleri fiilen idare ettiği için Arabistan çapında Kureyş'i tanımayan ve bununla iyi geçinmeye çalışmayan kabile veya grup yoktu. Kureyş her bakımdan Arabistan'ın en güzide ve yüksek mevkiye sahip bir kabilesi idi. İşte Arabistan'da merkezi yer tutan bir kabilede Rasûlullah (a.s.) gibi büyük bir şahsiyetin doğması son derece önemli bir olguydu. Arabistan gibi bir memlekette yeni bir Hareket'in liderinin doğması için böylece en güzel ve en uygun şartlar sağlanmış oldu.

Hz. İsmail (a.s.)'in evlâtlarının azameti, asaleti ve meziyetleri bütün Arabistan'da dillere destandı. Bu güzide ailenin özelliklerinden biri, geçen 2500 yılda bir tek peygamber ortaya çıkarmamış olmasıydı. Bu tarihi ger­çek, Beni Amir bin Sa'sa'a'nın gün görmüş, yaşlı ve kültürlü bir zâtı tara­fından dile getirilmişti. Rivayetlere göre Beni Amir kabilesinden bir heyet hac farizasını eda edip memlekete döndüğünde bu ihtiyar kişiye Mekke'de Rasûlullah (a.s.) ile görüştüğünü, kendisinin (Rasûlullah -a.s.-'ın) onların himayesini istediğini ve köylerine gelmek dileğinde olduğunu anlatınca bu akıllı kişi başının saçını yolmuş ve demişti ki, "vah vah, siz aklınızı mı ka­çırmıştınız? Siz onun (Rasûlullah -a.s.-'ın) isteğini niye kabul etmediniz? Vallahi, hiçbir İsmailli şimdiye kadar böyle bir yalan uydurmamıştır." İşte Rasûlullah (a.s.)'ın Beni İsmail veya İsmail oğullarına mensup olması ken­disine bir avantaj daha sağlıyordu. Tarih Hz. Peygamber (a.s.)'in nübüvvet ile ilgili iddiasının doğru olduğunu ispatlıyordu, zira uzun bir müddetten beri İsmail oğullarında herhangi bir peygamber doğmamış ve İsmail oğul­ları bu hususta herhangi bir yalan söylememekle ün yapmışlardı.

34.2.2. Rasûlullah (a.s.)'in Şahsiyeti

Hz. Muhammed (a.s.)'in şahsiyeti de büyük ve namlı bir peygambere yakışır şekilde idi. Rasûlullah (a.s.)'ın vücudu, eşkali, yüz hatları, genel görüntüsü, oturuşu, kalkışı, hareketi, konuşması ve alışkanlıkları çocuklu­ğundan beri parlak geleceğini haber veriyorlardı. Anatomi uzmanları ve akıllı kimseler bu belirtileri gördükten sonra Abdulmuttalib'in ailesinde olağanüstü bir kişinin doğduğuna inanmaya başlamışlardı. Bu hususta Hz. Muhammed (a.s.)'in annesi, büyük babası, amcası, süt kardeşi, dadısı ve arkadaşlarının intibaları tarih sayfalarına geçmiştir. Bunların hepsi, Hz, Muhammed(a.s.)'in küçük yaşta bile büyük bir şahsiyet olacağının çeşitli örneklerini verdiğini beyan etmişlerdir. Bazen da Hz. Peygamber (a.s.)'i hiç tanımayan kişiler ilk bakışta, "vallahi, bu asla yalancı veya sahte bir kişinin yüzü değildir" diyerek görüşlerini belirtmiş oluyorlardı. Hz. Pey­gamber (a.s.) buluğ çağına erişince ailesi ve hemşehrileri, şahsiyetinin da­ha da etkisinde kalmaya başladılar. Yoldan geçenler kendisini görünce gayri ihtiyari olarak sevgi ve saygı belirtmekten geri kalmazlardı, çünkü kendisini toplumun en iyi ferdi olarak görürlerdi. Rasûlullah (a.s.)'ın yakı­şıklılığı, nezâketi, vakarı, ciddiyeti, doğruluğu, dürüstlüğü, yüksek ahlâkı, temizliği ve alçak gönüllülüğü kendisini halkın sevgilisi yapmıştı. Rasûlullah (a.s.)'ın şahsiyetinin bu heybeti ve etkisi İslâmi davetini vermeye başlaması ve Kureyşliler kendisinin can düşmanı olmasından sonra da de­vam etti. Kureyşliler öfke ve nefrete kapılarak ekseriye çok alçakça ve ha­ince tezgâhlar kuruyor ve oyunlar oynuyorlardı. Fakat Kureyşliler, bizzat kendi aile mensupları, oğul, kardeş ve yeğenlerine reva gördükleri insan­lık dışı ve dehşet verici eziyet ve işkenceleri Hz. Muhammed (a.s.)'e hiç­bir zaman uygulamadılar. Kendi akraba ve yakınlarına karşı bu kadar gad­darca ve serbestçe hareket edebilen bu İnsanlar Rasûlullah (a.s.) ile karşı­laşınca sanki süt dökmüş kedi gibi oluveriyorlardı. Gerçek şu ki, Kureyş­liler bütün alçaklıklarına rağmen Hz. Peygamber (a.s.)'e kötü bir söz söy­lemek veya el kaldırmak konusunda her zaman aralarında belli bir mesafe­yi koymayı unutmazlardı. Bu mesafenin doğmasının sebebi, Rasûlullah'ın korkunç ikna edici ve nüfuz edici şahsiyeti idi. Nitekim, en ağır şartlarda bile Hz. Peygamber (a.s.) İslâmi daveti büyük bir ciddiyet ve metanetle yaymaya devam etti. Şi'b-i Ebi Tâlib'deki boykot sırasında bile Rasûlullah (a.s.) hiç korkmadan davetini vermeye devam etti. En çetin ve çileli ola­rak tarif edilebilecek Mekke döneminin son üç yılında bile Rasûlullah (a.s.) sadece Mekke'de değil, Ukâz, Mecenne, Zül-Mechaz ve Mina'daki panayır ve toplantılarda tebliğ ve vaazlarına devam etti. Arabistan'ın her köşesinden gelen kabileler ve heyetlerle görüşüp tebliğ çalışmalarına yar­dımcı olmalarını istedi. Bütün bu noktaları göz önünde bulundurduğu­muz takdirde Rasûlullah (a.s.)’ın nübüvvet farizasının durdurulmasına im­kân olmayan bazı şahsi meziyetlere ve nüfuza sahip olduğunu kabul et­meliyiz. Geçen sayfalarda belirttiğimiz gibi, Rasûlullah (a.s.)'ın en ezeli rakip ve düşmanları, meselâ Ebu Leheb ve Ebu Cehl bile kendisinden çok korkarlardı.

34.1.3. Rasûlullah (a.s.)'ın Peygamberlikten Önceki Hayatı

Şimdi de Peygamberlikten önceki 40 yılda Rasûlullah (a.s.)'ın hayatı­nın nasıl olduğu ve bunun ne gibi etkiler bıraktığına bir göz atalım. Haki­katte bu hayat sadece lekesiz değil, temiz ve güzel ahlâkın canlı bir örne­ğiydi. Rasûlullah (a.s.), çocukluğundan orta yaşına kadar içinde yaşadığı toplum ve akrabalık, yakınlık, dostluk, komşuluk, ticaret ve günlük işleri yüzünden haşır-neşir olduğu insanların hepsi Hz. Peygamber (a.s.)'in doğ­ruluğu, dürüstlüğü, emanetleri muhafaza etmesindeki titizliği, yüksek ah­lâk ve fazileti, merhameti ve kibarlığına hayrandı. Rasûlullah (a.s.) bir iyi­lik meleğiydi. Kendisi başlı başına hayır ve bereketti. Şerr ve kötülük yap­ması şöyle dursun, bunların yanına bile yaklaşmamıştı. Mekke halkı ken­disine o kadar güveniyordu ki, kendisine "emin" lakabını vermişti. Bu gü­ven ve itimat, İslâmi davet yüzünden herkes kendisine düşman kesilmesin­den sonra da devam etti. Dost düşman herkes kıymetli eşyasını Hz. Mu­hammed (a.s.)'e teslim ederdi. Herkes kendisinin emanetine zarar verme­yeceğinden emindi. Nitekim, Kureyşliler kendisini öldürmek için bütün hazırlıkları yapmışken bile Rasûlullah (a.s.) kendisine emanet edilen eşya ve paranın sahiplerine iade edilmesi için fevkalade tedbirler aldı. Doğrulu­ğu o kadar bilinen bir şeydi ki, İslâmi davetine başlayınca Kureyş bütün muhalefetine rağmen kendisinin yalancı olduğunu söylemeye cesaret ede­medi. Kureyş'in yalanlamak istediği şey Hz. Peygamber (a.s.)'in en yakın akraba ve arkadaşları en fedakâr savunucularıydı. Rasûlullah (a.s.)'in, hâşâ bir ayıbı olsa veya davası çürük ve asılsız olsaydı gayet tabii ki, yakın çev­reden fedailer bulamazdı.

Hz. Hatice (r.a.) evlilik için, kendisine gelen Kureyş'in en namlı kabi­le reislerinin isteklerini reddetti. Ama, Rasûlullah (a.s.)’ın ahlâkına hayran olduğu için kendisine bizzat evlilik teklifinde bulundu. 15 yıllık bir evlilik bir kadının kocasının günah ve sevaplarını öğrenebilmesi için yeterli bir müddettir. Hele bu kadın hem yaşça büyük hem akıllı ve hem de kocası onun mallan ve sermayesiyle ticaret yapıyorsa, bu iş daha da kolaylaşır. Fakat, Hz. Hatice bu uzun müddet sırasında Rasûlullah (a.s.)'ı yakından görüp takip ettikten sonra büyüklüğüne o kadar inandı ki, kendisinin sade­ce büyük bir insan olduğunu teslim etmedi, ayrıca kendisinin Allah’ın Rasûlü olduğunu da kabul etti ve kendisine iman etti. Halbuki, sahtekâr bir insanın menfaatçi ve maddeci karısı kurduğu tezgâhında her ne kadar ortak olsa dahi kendisine kalben bağlanmaz ve samimiyetle iman etmezdi.

Hz. Zeyd bin Hârise ile Rasûlullah (a.s.) arasındaki münasebet çok eskilere dayanıyordu. O sıralarda Hz. Zeyd henüz bir köle idi. Efendi ile köle arasında böylesine yakın ve samimi ilişkilerin bulunduğu az görül­müştür. Zira, köle genellikle çaresizdir ve efendisinin emir kuludur, efen­disinin emrini beğenmezse de yerine getirmekle mükelleftir. Bununla be­raber, bir köle de efendisini en yakından izleyen bir kişidir. O efendisini hem iyi hem kötü yanlarım çok iyi görebiliyor. Özellikle, köle çaresiz ol­duğu için her bakımdan muktedir olan efendisinin bütün huy ve kaprisle­rini de iyice öğrenmiş oluyor. Fakat Rasûlullah (a.s.) öyle bir efendi idi ki, kölesi kendisine gittikçe bağlandı. O kadar ki, bu köle azad edildikten sonra babası ve amcasının bütün ısrarlarına rağmen eski efendisinin hiz­metinde kalmayı tercih etti. Bu köle 15 yıl Rasûlullah (a.s.)'a hizmet etti ve efendisi tarafından azad edilerek evlatlık haline getirilince yüksek ahlâkından o kadar etkilendi ki, kendisi peygamberlik makamına yükse­lince Hz. Hatice gibi kendisine iman etmekte zerre kadar tereddüt etmedi. Hz. Zeyd bin Hârise aklı ermeyen bir çocuk değil, 30 yaşında yetişkin bir gençti. Ve öylesine yiğit, akıllı ve zeki idi ki, Hicri 8. yılda komutasına verilen orduda, Hz. Ca'fer İbn Ebi Tâlib ve Hz. Hâlid bin Velid gibi namlı ve şöhretli komutanlar vardı. Bu bakımdan, Hz. Zeyd bin Harise'nin İslâ­miyet'i kabulü, efendisine son derece bağlı ve borçlu olan akılsız bir hiz­metçinin iman etmesi olarak değerlendirilmemelidir. Hakikatte, Hz. Zeyd bin Harise (r.a.) 15 yıllık yakın temastan sonra Rasûlullah (a.s.)'ın pey­gamber olmasına şüphe edilmeyecek kadar büyük bir insan olduğuna kâni olmuştu.

Aynı durum Hz. Ebu Bekr (r.a.) için de geçerliydi. Hz. Ebu Bekr tak­riben 20 yıldan beri Rasûlullah (a.s.)'ın dostu, refiki, habibi ve sırdaşıydı. Hz. Ali (r.a.)'nin durumu da aynıydı. Kendisi Hz. Peygamber (a.s.)'in evinde yetişip büyümüştü. Varaka bin Nevfel de bu yakın akraba ve arka­daşlar arasında yer almalıdır. Varaka bin Nevfel, Hz. Muhammed (a.s.)'in çocukluğunu ve gençliğini yakından gören muhterem bir zâttı. Ayrıca, Hz. Hatice'nin yakın akrabası olması bakımından da kendisini daha iyi görme ve anlama imkânına sahipti. Hz. Osman bin Affan, Hz. Peygamber (a.s.)'in teyzesinin torunuydu. Hz. Zübeyr de teyze oğlu ve Hz. Hatice'nin yeğeniydi. Hz. Ebu Seleme, Hz. Muhammed (a.s.)'in hem süt kardeşi hem de teyze oğluydu. Hz. Ca'fer bin Ebu Tâlib Rasûlullah (a.s.)'ın öz amca oğluydu. Hz. Abdurrahman bin Avf ile Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas, Hz. Mu­hammed (a.s.)'in annesinin akrabalarıydılar. Bunlardan hiçbirinin Rasûlullah (a.s.)'ı yakından tanımadığı ve karakterini bilmediği iddia edilemez. Fakat bütün bu yakın akraba, eş ve dostlar, Hz. Peygamber (a.s.)'in nü­büvvetini ve davasını ilk tanıyan ve kabul edenlerdi.

34.1.4. Hz. Muhammed (a.s.)'in Peygamberlikten Sonraki Temiz Hayatı

Bir hareketin böylesine azametli, asaletli ve muhterem bir şahsiyet ta­rafından başlatılması başlı başına büyük bir kazanç, sermaye, servet ve kı­vanç vesilesidir. Üstelik, bu hareketin başlamasından sonraki 13 yılda bu temel sermaye ve servete daha o kadar kıymetli ilâveler yapıldı ki, bunun eşine insanlık tarihinde rastlamak mümkün değildir. Şimdi biz bu bahset­tiğimiz sermayeye dönelim ve ilk önce Rasûlullah (a.s.)'ın bu devrede iyice ortaya çıkan evsaf ve meziyetlerine bir göz atalım. Zaten bu vasıflar ve meziyetler İslâmî Hareket'in gelişmesi ve büyümesinde en büyük etken oldu.

34.1.5. Rasûlullah (a.s.)'in Maddi Fedakârlıkları

Rasûlullah (a.s.)'ın bin bir vasıflarından biri maddiyata, mal ve mülke düşkün olmamasıydı. Rasûlullah (a.s.), bilhassa davası uğruna büyük fedakârlıklar yaptı ve varını yoğunu bu yolda harcadı. Bilindiği gibi peygamberliğinden önce Rasûlullah (a.s.) çok başarılı ve varlıklı bir tüccardı. Rasûlullah (a.s.) bir yandan Hz. Hatice (r.a.) gibi zengin bir iş kadınının mallarının sahibiydi. Bu mallar, Kureyşin bütün zengin kabile reislerinin mallarının toplamı kadar büyüktü. Diğer yandan. Rasûlullah (a.s.) kendi zekâsı mali ve ticari konulardaki mahareti, doğruluğu, dürüstlüğü ve idareciliğiyle cemiyette kendisine mühim bir mevki edinmişti. Bir işte ser­maye, zekâ ve idarecilik gibi faktörlerin birleşmesinden sonra o işin ne kadar büyüyeceği ve gelişeceği kolayca tahmin edilebilir. Fakat, Rasûlullah (a.s.) ile zevcesi bu büyük sermayeyi peygamberlikten önce sadece kendi rahat ve lüks yaşantısı için kullanmıyorlardı ve aksine fakir fukara ve muhtaçlara cömertçe dağıtıyor ve misafirler için harcıyorlardı. Bu dev­rede de Hz. Peygamber (a.s.) ve hayat arkadaşı bütün hayır işlere seve se­ve katıldılar. Bu bakımdan peygamberliğin başında Rasûlullah (a.s.) bü­yük bir tasarrufa sahip değildi. Cenab-ı Allah Hz. Muhammed (a.s.)'e pey­gamberlik vazifesi verdikten sonra kıyıda köşede saklı bulunan bir küçük tasarruf da kısa bir zamanda Allah yolunda harcandı. Tebliğ çalışmaları, Rasûlullah (a.s.)'ın ticaret yapmasına da imkân bırakmıyorlardı. Bu sebeple, Rasûlullah (a.s.) ve ailesinin mali durumu o kadar sarsıldı ki, kendisi Taife gittiğinde bir binek hayvanı bile yoktu. Rasûlullah (a.s.)’ın hicret sırasındaki bütün masraflarını Hz. Ebu Bekr (r.a.) karşıladı. Hatta Hz. Mu­hammed (a.s.), ailesini Mekke'den Medine'ye getirmek için de Hz. Ebu Bekr (r.a.)'den 500 dirhem almak zorunda kaldı. Kısacası, Rasûlullah (a.s.)'da ne dirhem vardı ne dinar; beş paraya muhtaç kalmıştı. Bir dava­nın savunucusu bu dava için bizzat kendisinin sahip bulunduğu her şeyini feda ediyorsa demektir ki, davası için samimi ve fedakârca hareket edi­yordur. Bu tür fedakârlığı görenler ister dost, ister düşman olsunlar, böyle bir davada adı geçen kişinin herhangi bir şahsi menfaati olmadığına kana­at getirirler. Buna karşılık onun davetini kabul ederek onunla beraber ha­reket edenler için yaptığı bu fedakârlıklar iyi bir misal teşkil eder ve onlar da Hakk'ı sadece Hak olduğu için kabul eder ve müdafaa ederler.

34.1.6. Rasûlullah (a.s.)'ın Büyük Azim ve Kararlılığı

Rasûlullah (a.s)'ın karakterinin diğer mühim vasfı da büyük irade, azim ve kararlılığıydı. Rasûlullah (a.s.) muhalefet, zorluk ve tehlikelerin  en büyüğü ile karşılaşınca bile azminden zerre kadarını kaybetmedi. Hiç­bir endişe ve korku onu yolundan caydırmadı, hiçbir tamah veya heves onu Hak yolundan uzaklaştırmadı ve en zor şartlar bile üzüntüye ve ümit­sizliğe kapılmasına sebep olmadı. Rasûlullah (a.s.)'ın kaya gibi iradesi ve azmine çarpan bütün muhalefet kuvvetleri paramparça oldular. Hiçbir güç gösterisi, baskı ve zulüm, hırs ve ihtirasa davet, iftira ve ilham, davasına zarar veremedi. Rasûlullah (a.s.)'ın yıllarca bu azim ve kararlılıkla davası­nı savunmaya devam ettiğini gören bir kişi mutlaka şu neticeye varacak­tır: Rasûlullah (a.s.) kendi davasının doğru ve haklı olduğuna inanmadığı ve her türlü şahsi menfaat ve ikbâle süngü çekmediği sürece böylesine azimli, kararlı, dirayetli sebatlı davranamazdı. Aynı tutum ve davranış Rasûlullah (a.s.)'ın arkadaşları ve taraftarlarının da imanlarının güçlenmesine yol açtı ve onları Hak yolunda her tehlikeyi göze almaya ve her şeye karşı direnmeye itti. Aynı husus, bütün tarafsız ve garazsız kişilerin de Rasûlullah (a.s.)’ın vermekte olduğu Davet'in Hak ve Haklı olduğuna inanmaları­na da sebep oldu.

34.1.7. Rasûlullah (a.s.)'ın Eşsiz Cesareti

Rasûlullah (a.s.)'ın kişisel özelliklerinden biri de korkusuzluğu, cesa­reti ve yiğitliğiydi. Rasûlullah (a.s.) her ne kadar büyük olursa olsun hiçbir kuvvet karşısında yılmadı ve cesaretini kaybetmedi. Endişe ve korku denen bir şey onun lügatinde yer almıyordu. Kureyşli kâfirlerin öfkeli bir kalabalığı Rasûlullah (a.s.)'ı yalnız başına Ka'be'de yakalıyor ve "sen şun­ları şunları söylüyorsun" diye rest çekiyor. Rasûlullah (a.s.) da hiç korkmadan ve herhangi bir zaaf belirtmeden "evet ben bunları söylüyorum" diye cevap veriyor. Canına kıymak isteyenlerin yüzüne bunları söylerken yüzünde en ufak bir korku işareti bulunmuyor. Düşmanlar Sevr mağarasının tam ağzına kadar geliyorlar, kendisini görürlerse parçalayacaklar. Ama Rasûlullah (a.s.) huşû ve huzu ile namazına devam ediyor. Hz. Ebû Bekr diyor ki, "bu zâlimler aşağıya bakarlarsa bizi mutlaka görecekler." Fakat Hz. Peygamber (a.s.) son derece metanetle diyor ki, "Ebu Bekr, üçüncüsü Allah olan iki kişiye ne diyorsun. Üzülme, Allah bizimle bera­berdir." Düşmanlar Rasûlullah (a.s.)'in başına ödül koymuşlardır. Pek çok maceracı kişi ve iz sürücüsü Rasûlullah (a.s.)'ı didik didik aramaktadır. Ama, Rasûlullah (a.s.) büyük bir soğukkanlılıkla Kur'ân-ı Kerîm okuya­rak yoluna devam ediyor. Peşinde kimsenin olup olmadığına bile bakmı­yor. Böylesine cesur ve yiğit bir liderin bayrağı altında muhakkak ki yiğit ve cesur kişiler toplanacaktır. Onun yoldaşları ve arkadaşları ondan cesa­ret alıp yollarına devam edeceklerdir. Güçlerine güç bu şekilde katılıyor. Gözü dönmüş bir düşman bile her ne kadar gaddar ve vicdansız olursa ol­sun, böyle bir şahsiyetin bu eşsiz vasfını övmekten geri kalmaz. Düşman, korku diye bir şey bilmeyen rakibinin bu tutumu üzerine er geç cesaretini kaybeder. Bir hareket, bilhassa İslâmî Hareket'in lideri ve komutanının korkusuz, yiğit ve cesur olması kaçınılmazdır. Zira önder veya komutanın cesaretsizliği bütün Hareket'in çökmesine sebep olur.

34.1.8. Rasûlullah (a.s.)'ın Yüksek Ahlâkı ve Fazileti

Rasûlullah (a.s.) en güzel insanî vasıflarla donatılmıştı. Doğruluk, dü­rüstlük, sabır, açık kalplilik, alçak gönüllülük v.s. gibi özelliklerde kimse onu geçemezdi. Rasûlullah (a.s.) muhaliflerinin en âdî ve en iğrenç hareket ve sözleri üzerine öfkeye kapılmadı. Küfre küfürle cevap vermedi. Kötü söz ve seviyesiz iftira ve ithamlara karşı mübarek ağzından kötü herhangi bir söz çıkmadı. Düşmanlar ekseriya son derece kırıcı, hakaret edici ve kışkırtıcı sözler söylediler. Ama Rasûlullah (a.s.), tevâzu, nezâket ve kibarlığıyla bütün bunlara tahammül etti. Kötülüğe daima iyilikle kar­şılık verdi. Mekke'de uzun süren tehlikeli ve çileli dönemde Rasûlullah (a.s.)'ın bir defa bile medeniyet ve nezâket kurallarının dışına çıktığı söy­lenemez. Bu tutum ve davranış ister istemez Rasûlullah (a.s.)’ın muhaliflerinin gaddarlığı acımasızlığı ve barbarlığı iyice sergilendiği için mevki ve itibarları da düştü. Hz. Peygamber (a.s.), tebliğ ve vaazları sırasında Taifteki kadar zor anlar hiçbir zaman yaşamadı. Fakat o zaman da ağzın­dan sadece dua ve hayır sözler çıktı ve Taiflilerin zulmü üzerine kendileri­ne Allah'ın azabının inmesine gönlü razı olmadı. Gerçek şu ki, Rasûlullah (a.s.)'ın muhalifleri savaş alanından çok önce ahlâk alanında kendisi karşısında büyük bir hezimete uğramışlardı. Muhaliflerin bu yenilgisine son damga da Hazreti Peygamber (a.s.)'in suikast gecesi Mekke'den çıkarken katillerin emânetlerinin iadesi için gereken tedbirleri almasıyla vurulmuş oldu. Böylesine büyük bir ahlâk ve fazilet örneğini gördükten sonra bile cehaletinde ısrar eden ve Rasûlullah (a.s.)'a zarar vermeye çalışan ancak vicdansız ve imansız bir kişi olabilir. Yoksa, gözü açık olan herkes bütün Arap milleti değil, insanlığın bu en temiz ve efendi kişisiyle savaşmanın abes olacağına karar vermeliydi. İslâmi Hareket'in Önderi'nin bu emsalsiz ahlâk ve fazileti, taraftarları için binlerce vaaz ve telkinden daha kuvvetli ve tesirliydi. Zâten bundan dolayı Rasûlullah (a.s.)'ın davetine evet diyen herkes ahlâk ve karakter bakımından öylesine yükseldi ki, her tarafsız göz­lemci putperest ile iman sahibi arasındaki farkı hemen anlayabiliyordu.

34.1.9. Rasûlullah (a.s.)'ın Söz ve Fiillerindeki Âhenk

Rasûlullah (a.s.)’ın beşinci ve muhtemelen en büyük vasfı, söz ve fiil­lerindeki ahenkli. Rasûlullah (a.s.)'ın söz ve hareketlerinde en ufak bir tezâd yoktu. Rasûlullah (a.s.) daima söylediklerini yapardı, ve yapamaya­cağı şeyi söylemezdi. Rasûlullah (a.s.) yasakladığı kötülüklerden hem kendisi, hem arkadaşları arınmış durumda idiler. Mekkeliler Rasûlullah (a.s.)’ın sadece cemiyetteki yaşantısını değil, özel hayatını da çok iyi bili­yorlardı. Zira, bunların birçoğu annesi, babası veya zevcesinin akrabala­rıydılar. Fakat bunlardan kimse, Rasûlullah (a.s.)'ın başkalarına yasakladı­ğı şeyleri kendisinin yaptığını iddia edemedi. Aynı şekilde Rasûlullah (a.s.) hangi iyi ve hayırlı işlere halkı davet ederse onları ilk önce kendisi yapardı. Rasûlullah (a.s.)'ın hayatı, kendi davasının canlı bir örneğiydi. Kimse onun hayır ve iyi işte en ufak bir hata veya eksiklik gösterdiğini söyleyemezdi. Bir hareket, özellikle İslâmi Hareket'in başarıya ulaşması­nın en iyi teminâtı o hareketin lideri ve rehberinin söz ve fiillerinin uyum­lu olmasıdır. Böyle bir önder sadece nazarî ve teorik talimat ve telkinde bulunmamalıdır, aksine uygulamasını ve pratiğini de göstermelidir. Böyle­ce bu lidere tabi olanlar da kendisinden etkilenir ve esinlenirler.

34.1.10. Rasûlullah (a.s.)'ın Her Türlü Peşin Hüküm ve Taassuptan Uzak Olması

Rasûlullah (a.s.)'ın altıncı en büyük vasfı her türlü peşin hüküm art niyet ve taassuptan uzak olmasıydı. Rasûlullah (a.s.) kabile, millet, vatan, renk, ırk ve dil farklarını hiç önemsemeyen bir liderdi. İnsan hak ve hürri­yeti ile eşitliğine tam inanan bir önderdi. Rasûlullah (a.s.) zengin ile fakir, büyük ile küçük, soylu ile soysuz, siyah ile beyaz gibi kavramları tanı­mazdı. Herkese insan gözüyle bakar ve saygı gösterirdi. İster Kureyşli, is­ter Arap, ister Habeşli, ister Acem, ister Rum (Batılı) ister beyaz, ister si­yah olsun, Hak davetini kabul eden herkes Rasûlullah (a.s.)’ın camiasına girerdi. İşte bu husus, ta başından beri İslâmî Hareket'in uluslararası ve evrensel bir hareket olduğunu gösterdi. İslâm ümmeti, uluslararası bir top­luluk haline geldi. İslâm'a göre, Hak dinini kabul edenler arasındaki her türlü ayırım ortadan kalktı. İnsanlar arasında İslâm ve Küfr'den başka bir ayırım ölçüsü kalmadı. Rasûlullah (a.s.)'ın cemaatinde köleler, azâd edil­miş uşaklar, cariyeler, fakir, zengin ve reis, Arap ve Arap olmayan hepsi aynı seviyede ve aynı çizgide idiler. Arabistan'da büyüklük kompleksine kapılmış olan bir grup kabile reisi ve eşrafın dışında diğer kimseler için bu cazibesi büyük olan bir olguydu.

İşte Hz. Peygamber (a.s.)'in bu eşsiz Allah vergisi vasıfları, 13 yıllık Mekke döneminde alabildiğine ortaya çıktı ve dost düşman herkesin kal­bini fethetti. Rasûlullah (a.s.)’ın şahsiyeti ve meziyetlerinin manevî ve ah­lakî tesiri altında İslâmî Hareket ağır ama sağlam bir şekilde ilerleme kay­detti. Rasûlullah (a.s.)’ın büyük kişiliğinin bazı diğer özellikleri ise henüz ortaya çıkmamıştı. Bunlar ortaya çıkmak için Medine gibi yerde yeni şart ve muhitin doğmasını bekliyorlardı.

34.1.11. Kur'ân-ı Kerîm'in İnanılmaz Etkisi

İslâmi Hareket'in ikinci büyük sermayesi Kur'ân-ı Kerîm'in üslûbuydu ki üçte ikisinden fazlası Mekke döneminde idi. Araplar dil bil­gisi, üslûp ve ifadeye aşık olan bir milletti. Dil ve edebiyata bu düşkün­lükleri kendilerini Ukâz gibi panayırlara götürürdü. Buralarda hatipler halkı büyüleyici konuşmalar yapar ve şairler arasında şiir müsabakası ya­pılırdı. Kur'ân-ı Kerîm ise akan suları durduran bir kelâm olarak ortaya çıktı. Bütün dil bilginleri Kur'ân'ın mûcizesi karşısında acz içinde kaldılar. Şair, edip ve hatiplerin dili tutuldu. Kur'ân-ı Kerîm'in edebi değeri de tar­tışılmazdı. En güzel edebi parçalar ve şaheserler bunun yanında birer hiç olarak kaldı. Üslûbu ve anlatım tarzı öylesine vecd vericiydi ki, bunu din­leyenler mest oluyordu. Muhalifler buna "sihir" derlerdi. Tarafsız kişiler ise bunun bir insanın kelâmı olamayacağını ilân ederlerdi. Etkisi o kadar kuvvetliydi ki, Hz. Ömer gibi katı ve seri bir İslâm düşmanının yüreğini sızlattı ve Rasûlullah (a.s.)'ın ayaklarına getirdi. Kureyş'in önde gelen ka­bile reislerinden Cubeyr bin Mut'im, Bedir savaşından sonra esirlerin ser­best bırakılması konusunu görüşmek üzere Medine'ye gitti. Rasûlullah (a.s.) o sırada müslüman cemaate akşam namazı kıldırıyordu ve Tûr sûresini tilâvet ediyordu. Buhârî ve Müslim'de yer alan Cubeyr bin Mut'im'in rivâyetinde kendisinin şöyle dediği kaydedilmiştir: "Rasûlullah (a.s.) sûrenin 35. ilâ 39. âyetlerini okurken yüreğim sanki göğsümden fır­layacaktı." Hz. Cubeyr bu yüzden daha sonra müslüman oldu. İşte Kur'ân-ı Kerîm'in bu Mu'cizevi tesirinden dolayıdır ki, düşmanlar bunun halk tara­fından dinlenmesine mani olmaya çalışıyorlardı. Ne var ki, bu İslâm düş­manları kendileri Kur'ân-ı Kerîm'in sihrine kapılırlardı ve gizli gizli oku­nuşunu dinlerlerdi. Kuran-ı Kerîm'in sadece üslûbu etkileyici değildi, bu­nun ileri sürdüğü deliller ve gündeme getirdiği bahisler de öylesine doyu­rucu ve tatmin ediciydi ki, bunu dinleyen herkes İslâm ve Cahiliyye ara­sındaki farkı iyice anladı ve Cahiliyye'nin bütün tutarsız ve mantıksız ta­raflarını öğrendi. Aynı kelâm, İslâm'ın vaaz ve telkinleri ile temel felsefe ve ilkelerinin anlatılması için de gayet akıcı ve etkileyici şekilde kullanıl­dı. Bununla İslâm'ın akide, inanç, kültür ve medeniyeti ile ahlâk kuralları da anlatıldı. Hem de öylesine kuvvetli bir şekilde ki, bunları tekzip edecek veya reddedecek cesaret kimsede yoktu. Bundan sonra kâfirler İslâmi­yet'in inkişâfını önleyebilmek için çirkin oyunlara baş vurdular. Baskı, zu­lüm, küfür, yalan, iftira ve ithâm gibi silahlar kullandılar. Fakat, kullan­dıkları bu metod kendilerinin daha da yıpranmasına ve rezil olmasına se­bep oldu. Bu, delil, mantık, akıl, ahlâk ve dürüstlük alanlarında kendileri­nin iflâsının ilânıydı. İslâm ile küfr arasındaki bu mücadeleyi gören her aklı başında olan kişi Hakkın ne, Batıl'ın ne olduğunu anlayabiliyordu. Tutarsız bir gözlemci, münkir ve muhalifler de Kur'ân-ı Kerîm'in delil ve öğretilerine verecek cevabın çirkin ve insanlık dışı hareketlerinden başka bir şey olmadığına kanaat gelirdi. Bu kıran kırana mücadele sadece Mek­ke'de değil, bütün Arabistan'da cereyan ediyordu. Rasûlullah (a.s.) Kur'ân-ı Kerîm'i tam 10 yıl süre ile her yıl Ukâz'dan Mina'ya kadar çeşitli panayır ve toplantı yerlerine giderek Arabistan'ın dört bir yanından gelen­lere duyurmaya devam etti. Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi İnsanlar buna ce­vap olarak ancak taş ve toprak atabiliyorlardı. Bunun tabii bir neticesi olarak bütün muhalefetlere rağmen Mekke'de de Kur'ân-ı Kerîm ve dolayı­sıyla İslâm'ın talimatı yayılmaya devam etti. Böylece Arabistan'da bir ve­ya birkaç ferdinin müslüman olmadığı tek bir kabile kalmadı. Gerçi Mek­ke'de İslâmiyet'i alenen kabul edenlerin sayısı nispeten azdı, ama Kur'ân-ı Kerîm'in öğretileri, Rasûlullah (a.s.)'ın azameti ve büyüleyici şahsiyeti ve arkadaşlarının örnek yaşantıları yüzlerce ve binlerce Mekkeliyi İslâmi­yet'e hayran bırakmıştı. Mekkelilerin birçoğu Kureyş'in baskı, zulüm ve eziyetlerinden nefret etmeye başlamış ve müslümanları gizlice de olsa, takdir etmeye başlamışlardı. Kısacası, Mekke nüfûsunun büyük bir bölü­mü zihnen İslâm'a yaklaşmış durumdaydı.

34.1.12. Hz. Peygamber (a.s.)'e İman Edenlerin Meziyetleri

İslâmî Hareket'in üçüncü büyük sermayesi veya mal varlığı 13 yıllık dönemde Hz. Peygamber (a.s.)'e iman eden güzide ve seçkin kişilerdi. Bunlar zihni ve aklı açık ve Hakk'a yatkın şahsiyetlerdi. Bunlar şirk ve Cahiliyye'nin en karanlık döneminde yetişip büyümelerine ve yaşamaları­na rağmen akıl ve iradelerini kullanarak doğru yolu bulan zevattı. Bunları hiçbir taassup, ard niyet veya düşünce yahut menfaat atalarının dinini de­ğiştirmekten ve İslâm'ı kabul etmekten alıkoyamadı. Onlar, kendi aile, ka­bile ve şehirlerinin ahâlisinin görüşüne aykırı olarak Hz. Muhammed (a.s.)'e tabi olma ve İslâmiyet'i kabul etmenin ne demek olduğunu çok iyi biliyorlardı. İman ve inanç sahiplerine ne gibi zulüm ve işkence yapıldığı­nı da kendi gözleriyle görüyorlardı. Fakat, onlar kellelerini koltuklarına almıştı ve hiçbir kuvvet onları kararlarından caydıramazdı. Onlar Bâtıl'a boyun eğmektense Hak için her türlü eziyet çekmeyi kabul ettiler. Onlar sövüldüler, dövüldüler, baş aşağı asıldılar, aç ve susuz bırakıldılar, zindana atıldılar, mangallar üzerinde yürütüldüler ve göğüslerine kocaman taş yer­leştirildiği halde kızgın güneşin altında kumlar üzerine saatlerce yatırıldı­lar. Onlardan tüccar veya esnaf olanların ekmeklerine mani olundu ve şe­ref ve haysiyet sahipleri herkesin önünde alaya alındılar. Fakat, bu fedai­ler Allah için ve Rasûlü için her cefâyı çektiler. Kureyş'in baskı ve zulmü bir tek mü'min erkek veya kadını dinden döndüremedi. Onlar kendi iman­larını korumak için iki defa Habeşistan'a ve nihayet Medine'ye hicret etti­ler. Ev, bark, mal ve mülk, aile, akraba, dost, ahbab, vatan ve millet her şeyi bırakıp Allah için yola koyuldular. Bunların çoğu varlıklı ve hatırı sayı­lır kişi olmalarına rağmen giydikleri elbiseden başka bir şeyi yanlarına al­madılar. Bu insanların bu davranışları gösteriyordu ki İslâmi Hareket ta­rihte ender rastlanan samimi ve fedakâr elemanlarım bulmuştu. Bunlar sayıca çok azdı ama her biri bir kaya parçası, bir pırlanta ve bir arslandı. Bu İnsanlar bu meziyetlerinin yanı sıra, Kur'ân-ı Kerîm'in vaaz ve telkinleri ile Hz. Peygamber (a.s.)'in terbiyesi sayesinde doğru söz söyleme, doğru ha­reket etme, dürüst davranma, temizlik, Allah'tan korkma, iffet ve namus­larını koruma, sabır ve herkesin hakkına riayet etme konusunda örnek ki­şiler olup çıktılar. Bunlar dünyanın en temiz, en iyi insanlarıydılar. Nasıl ki, Rasûlullah (a.s.) karanlık dolu Arap toplumunda bir fener ve bir meşa­le idi, ona tabi olanların hayatı ve karakteri de İslâm'ın getirdiği ahlâk devriminin birer canlı örneğiydiler. Tarafsız bir göz kâfir ve müşrikler ile müslümanların ahlâkî durumu arasındaki bu büyük farkı derhal görebilir­di. Muhalifler taassup, kin ve nefret yüzünden gerçeği söylemekten kaçı­nabilirlerdi, ama kalpleri can çekişmekte olan eski Cahiliyye döneminde ne gibi İnsanlar yetiştiğini ve İslâm dininin kıvamından ne kadar yüksek ahlâk ve karaktere sahip İnsanlar doğmakta olduğunu çok iyi biliyordu.

34.1.13. Medine Ensârının Vasıfları

İslâmî Hareket'in Mekke döneminin son üç yılında kavuştuğu en bü­yük ve paha biçilmez sermayesi Medine Ensârının büyük ve katıksız imânıydı. Medineliler ne Rasûlullah (a.s.)'ı yakından tanıyorlardı ne onun terbiyesinde büyümüşlerdi. Onlar ne sahabelerin tertemiz hayatlarını gör­me fırsatını bulmuş ne de Mekkeli müslümanlar kadar Kur'ân-ı Kerîm'in vaaz ve telkinlerini kavrayabilmişlerdi. Fakat, bunlar aklıselime sahip açık fikirli ve açık zihinli insanlardı ve Hakk'ın sadece bir ucunu görüp buna fedâ oldular. İslâm'ın "sırat-ı müstakim" ini (doğru yolunu) görür görmez, yüzyıllardan beri kalplerine yerleşmiş olan batıl fikir ve inançları söküp attılar. Medineliler olgun meyve gibi İslâm'ın torbasına düşmeye başladılar. Öyle ki, bunların sayısı üç yılda Mekke'de 13 yılda İslâmiyet’i kabul edenleri geçti. Medineliler bununla yetinmediler ve o kadar coşku ve samimiyetle müslüman oldular ki, Hz. Peygamber (a.s.) ve Mekkeli ar­kadaşlarını kendilerine gelip yerleşmeleri için iknâ ettiler ve bunun için gereken her şeyi yaptılar. Onlar Hz. Peygamber (a.s.) ve arkadaşlarını memleketlerine çağırmakla ne büyük bir tehlikeyi göze aldıklarını da çok iyi biliyorlardı. Onlar bütün Arabistan'ı karşılarına alacaklarından haber­dârdılar. Nitekim, son Akabe bi'atı sırasında Medineli eşrafın yaptıkları konuşmalar bunu göstermektedir. Ayrıca, Medineliler sadece Rasûlullah (a.s.) ve sahabelerini kabul etmekle kalmadılar, Rasûlullah (a.s.)'ı kendi hükümdarları da seçtiler ve ona itaat etmeyi borç bildiler. Medine ensarı, Mekke'den gelen diğer müslümanlara da tam bir kardeş muamelesi yaptılar, kendi evlerinde barındırdılar, kendilerine eşit haklar tanıdılar ve evleri ile mallarında ortak yaptılar.

Medine ensârının bu jesti tarihin akışını değiştirdi. Bununla, İslâm bir davet ve hareket olmaktan çıktı ve bir toplum ve devlet halini aldı. Aynı zamanda Hz. Peygamber (a.s.)'in şânı arttı ve kendisi bağımsız ve egemen bir Dâr ul-İslâm'da İslâm'ın nasıl bir nizam olduğunu gösterme fırsatını buldu. Rasûlullah (a.s.) bundan sonra Medine'de kurduğu İslam devletinin hangi esaslara dayandığını gösterdi. Rasûlullah (a.s.) bu devletle, Yüce Allah'ın gönderdiği dinin ne gibi fertler yetiştirdiğini, nasıl bir toplum meydana getirdiğini, nasıl bir kültür ve medeniyet yarattığını, toplumda nasıl bir ahlâk ve fazilet anlayışı doğurduğunu, ekonomi, eğitim, siyaset, hukuk, adalet ve ticarette, hangi ilkelere önem verdiğini, savaş ve barış kurallarının ne olduğunu memleketleri fethettikten ve milletlere galip gel­dikten sonra kendilerine nasıl davrandığını, varılan anlaşmalara nasıl bağ­lı kaldığını ve milletlerarası ilişkilerde hangi çizgilerde bulunduğunu bü­tün dünyaya ve kıyamete kadar gelecek nesillere göstermiş oldu.  Murat BOZDOĞAN   Melek BOZDOĞAN