AKAİD-KELAM
TARİHÇESİ, TAFTAZANİ VE “ŞERHÜ’L-AKAİD”
Bir
Hanefî Ve Maturidî Kelâmı Var Mıdır?
Maturidîliğe
Dair Yazılan Eserler
Bir
Maturidî Kelâmı Var Mıdır?
3-
MATURİDÎLİKLE EŞ'ARÎLİK ARASINDAKİ FARKLAR
a)
Te'lif Ve Tevfikten Yana Olanlar
b)
Telif Ve Tevfikten Yana Olmayanlar
Kelâmın
Akîde Meydana Getirme Özelliği
4-
NECMÜDDİN ÖMER NESEFÎ VE “METNU'L-AKÂİD”
5-
SA'DÜDDİN TAFTAZÂNÎ VE “ŞERHUL-AKÂİD”.
Şerhu'l-Akâid'in
Türkçe Tercümeleri
Şerhu'l-Akâid
Tam Bir Sünnî Akîde Kitabı Sayılabilir mi?
Taftazânî'nin,
Sünnî Olmayan İslâm Mezheplerine Karşı Aldığı Tavır
Taftazânî'nin
Ortada Ve Askıda Bıraktığı Meseleler
Dinlerde
-hatta ideolojilerde- akideler (iman esasları) mühim yer tutarlar. İslâmın
iman esasları altı esas dahilinde ele alınmıştır. Bu esasların ilki Allah
Taâlâ'ya imandır. Peygamberlere ve âhiret gününe iman meselesiyle akideler bir
bütünlük kazanmaktadır. Meleklere, kitaplara ve kadere iman; bu üç iman
esasının devamı ve tezahürü olarak ele alınmıştır.
Hz. Peygamber
hayatta iken, diğer İslâmî ilimler gibi akâid ilmi de tedvin edilmiş durumda
değildi. Hz. Peygamber'in vefatından sonra gelişen fikri ve siyasî olaylar,
yeni anlayış ve yorumlan da beraberinde getirdi. Selef dediğimiz ilk dönem
İslâm âlimleri, bu yeni anlayış ve yorumlara karşı İslâm akaidini açık ve net
bir şekilde ortaya koyma ihtiyacını duymuşlardır.
Yeni fetihler
Müslümanları yeni kültürlerle karşı karşıya getirdi. Aynca Yunan felsefesi
tercümeler yoluyla İslâm dünyasına yayılmaktaydı. Bu yeni durum karşısında,
İslâm akidelerini ortaya koymaktan öte, felsefe ve İslama zıt fikirlere karşı
savunma ihtiyacı da doğdu. Bu bakımdan, Ehl-i bid'at diye nitelendirilen
Mutezilenin elinde gelişen kelâm ilmine, Ehl-i sünnet âlimleri de sahip çıkmak
ihtiyacını duydular. Savunma duygusu arttığı oranda akâid-kelâm kitaplanna
felsefe ve mantık konuları da bol miktarda girdi.
Tercümesini
sunduğumuz Şerhu'l-akâid, İslâm dünyasında en yaygın olan akâid-kelâm
kitaplannın başında gelmektedir. Osmanlılar dahil olmak üzere bütün İslâm
ülkelerinde altı asırdan beri bu eser okunmakta ve üzerinde çalışmalar
yapılmaktadır.
Elinizdeki
tercümede, kelâmcılann görüşleri yanında, Selefiye, mutasavvıf ve filozoflann
görüşlerine de dipnotlarda yer verilmiştir. Bununla İslâm akaidi konusunda bir
bütünlük sağlama gayesi güdülmüştür. Bunun yanında yeteri kadar vuzuha
kavuşmayan konular hakkında da geniş bilgiler verilmiştir. Esere ilave edilen
kısmında ise akâid-kelâm tarihi ve şerhu'l-akâid hakkında tatmin edici bilgiler
ve açıklamalar verilmeye çalışılmıştır.
Dergâh
Yayınlan, İslâm kılasikleri serisinde; Tasavvufun Mahiyeti (Şifau's-Sâil),
Kuşeyrî Risalesi, Doğuş Devrinde Tasavvuf (Ta'arruf) dan sonra Kelâm ilmi ve
İslâm Akaidi ile yayın çalışmalarını sürdürmektedir. Keşfu'l-Mahcûb'un
tercümesi ve Necmüddin Kübra'nın risaleleri ile bu seri devam edecektir.
Dergâh
Yayınları[1]
Kelâm ilmini
Mutezile mezhebine mensub olan âlimler kurmuştur.Mutezile mezhebi,
mürtekib-i,kabîre (büyük günah işleyen) meselesi etrafında ortaya çıkan
ihtilaf üzerine Vâsıl b. Ata'nın (öl. 131/ 748) Hasan Basrî'nin (öl. 110/728)
ders halkasından ayrılmasıyle ortaya çıkmıştır. Siyasetle ilgisi bulunmayan
Mutezile gibi bir mezhebin ortaya çıkışının, büyük günah işleyen kimsenin dini
hükmü ve iman-amel münasebeti gibi bir sebebe bağlanması oldukça anlamlıdır.
Vâsıl b. Ata
ve Mutezile mezhebi büyük günah işleyen bir kimsenin mümin ve müslim olmaktan
çıktığını, fakat kâfir de olmadığını, imanla küfür arasında mevcut olan fısk
mertebesinde bulunduğunu, tevbe etmesi ve bu şekilde ölmesi halinde Müslüman,
tevbesiz halinde ise kâfir olarak öleceğini savunuyor, ölüm suretiyle dünyadan
ayrılanların âhirete ya Müslüman olarak veya kâfir olarak gideceklerine,
üçüncü bir ihtimalin bulunmadığına inanıyorlardı. îslâm fikir ve itikad
tarihinde ilk defa ortaya çıkan ilme ve akla dayalı ihtilaf budur. Daha evvel
Şiilerin ve Haricîlerin çıkardığı ihtilaf siyasete dayanmakta idi.
Mutezilenin
kurucularından diğer bir zat, Vasıl'ın çağdaşı olan ve onun gibi zühdü,
takvası, hitabeti, belagatı ve dinî konulardaki hassasiyeti ile
temayüz"etmiş olan Amr b. Ubeyd Bâb (öl. 143/760) dır. Büyük günah
işleyenlere karşı Mutezilenin takındığı tavır, dinde müsamahadan yana olanların
değil, şiddetten ve aşırı ihtiyattan yana olanların takındıkları tavırdır. Bu
konuda şiddetten ve tehdid- den yana oldukları için Mutezileye Va'îdiye de
denilmiştir. Mutezile kendi mezhebine Mezheb-i ehl-i tevhid ve Mezheb-i ehl-i
adi; kendilerine muhalif olan müslümanlara ise Mezheb-i amme, yani avamın ve
halkın mezhebi adını vermişti.
Öbür mezheplere nazaran çok daha fazla akılcı
olan Mutezile mezhebinin ilk mensupları ibadete, taata, zühde ve takvaya büyük
önem verirlerdi. Dinde aşırı akılcı olmanın zarurî bir neticesi olarak sonraki
Mutezile âlimlerinden önemli bir bölümü bu gibi hususlara iaha az önem verir
hale gelmişlerdi.
Mutezile
mezhebi, kaderi inkâr ettikleri için kendilerine Kaderi-adı verilen Ma'bed
Cüheni, Ca'd b. Dirhem ve Geylani Dımışkî gibi şahıslara ait fikirlerin
tesirinde kalmış, Ca'd b. Dirhem'in talebesi ilan Cehm b. Safvan (öl. 128/745)
dan te'vil konusunu almıştı. Ebu Huzeyl Allaf (öl. 230/844), Nazzam (öl.
221/83S veya 231/845),
âhız (öl. 255/869), Bişr b. Mu'temer (öl.
210/825), Ka'bi, Hayyât, Kadi Abdulcebbar ve Zemahşerî gibi güçlü âlimler
tarafından temil edilen Mutezile mezhebi, Me'mun, Vâsık ve Mu'tasım gibi
halifeer zamanında bir ara Abbasî Devleti'nin resmî mezhebi de olmuş,akat Mütevekkil'in halife olmasıyle gerilemeye başlamış, bir kaçasır sonra da fiilen islâm
fikir tarihinden tamamen silinmiş, eserleine ilgi gösterilmemiş, hatta onlara
ait kitapların tamamına yakın ismi imha edilmiş, günümüze pek az eser
gelebilmiştir.
Mutezileye
göre Allah'ın zatından ayrı kadim ve ezeli olan ilim, tudret, basar. gibi
sıfatları yoktur. Allah her şeyi bilir, her şeye ücü yeter, her şeyi görür.
Bunda zerre kadar şek ve şüphe yoktur. rakat Allah; zatından ayn ve başka olan
ilim, kudret ve basar gibi tadîm ve ezelî
sıfatlarla değil, zatı ile bilir,
kadir olur ve görür. (Tevhid
prensibi).
Mutezileye
göre insanların tamamiyle hür ve müstakil olan bir râdeleri vardır. Yaptıkları
veya yapmadıkları işleri kendilerinde ar olan bu hür irâde ve kudrete dayanarak
yaparlar veya yapmazlar. Sorumluluğun' esası, insanlarda'mevcud olan bahis
konusu hür irâde ve kudrettir. Eğer insanlar yaptıkları işleri Allah'ın
irâdesi, cudreti ve takdiri ile yapmış olsalardı; yaptıkları iş kendileri
tarafından değil de Allah tarafından vücuda getirilmiş olsaydı, sorumlu
utulmamaları, sorumlu tutulmaları halinde ise Allah'ın âdil değil, zâlim olması
gerekirdi. Halbuki Allah zâlim olmaktan münezzehtir,adildir, kendi dilediği,
yaptığı ve yarattığa bir amelden dolayı kulunu mesul tutmaz, cezalandırmaz.
(Adalet prensibi, halk-ı.efal-i ibad konusu).
Mutezileye
göre Kur'an mahlûktur, sonradan yaratılmıştır (Halk-ı Kur'an meselesi).
Âhirette cennetteki müminlerin Allah'ı baştaki gözle görmeleri mümkün değildir
(Rü' yetullah'ı inkâr). Vahiy ve şeriat olmasa bile akü bir çok şeylerin iyi ve
güzel,diğer bir çok şeylerin ise kötü ve çirkin olduğunu bilebilir (Hüsün
ve Kubuh meseles).
Şerhu'l-Akâid'de
Taftazânî'nin, Mutezileyi tenkit ettiği başlıca meseleler bunlardır.[2]
2. Ehl-i
Sünnet Kelâmı
Mutezile
tarafından kurulan ve geliştirilen kelâm ilmine, başlangıçta Sünniler ve Selef
sürekli olarak karşı çıkmış, kelâm ilmini de, bu ilimle meşgul olanları da en
sert ve ağır bir dille suçlamışdı.İbn Küllab Selefiye ile Mutezile arasında
ortalama bir yol tutmuş, Selefiyeye uyarak Allah'ın sıfatlarını kabul etmiş,
böylece Mutezileye karşı Selefiye ile birlikte vaziyet almış, diğer taraftan
Allah'ın fiillerini te'vil etmiş, bu suretle de Mutezileye yaklaşmıştı. îbn
Küllab'ın ortaya attığı uzlaştırmacı ve ortalama yol yavaş yavaş müslümanlar
tarafından benimsenirken; Eş'ari -Şerhu'l-Akâid'de anlatılan-üç kardeş konusu
hususunda tatmin ve ikna edilmediği için hocası EbuAli Cübbaî (öl. 303/915)
den ayrılmış, Sünnîlerin ve Selefilerin safına geçmiş, İbn Küllâb'ın başlattığı
hareketin hararetli bir savunucusu ve yayıcısı olmuştu. Eş'arî'nin başlattığı
hareket süratle bütün İslâm dünyasına yayılarak bir Eş'ari mezhebi ortaya
çıkmıştı. Bu mezhebin başlıca şahsiyetleri şunlardır:
I. Eş'ari (Ebu'l-Hasan Ali b. İsmail, öl.
330/941) Başlıca eserleri:
1. el-îbâne an usûli'd-diyane (Haydarabad,
1948),
2. Kitabu'1-luma' fi'r-red alâ ehli'z-zlya'
ve'1-bida' (Beyrut, 1953),
3. İstîhsanu'1-havz fî ilmi'l-kelâm (el-Luma'ın ekinde),
4. Makalâtu'l-İslâmiyyin ve ihtilafu'l-musallin
(Kahire, 1950, iki cild; mezhepler tarihi). (Eş'ari’ye ait eserlerin ve
risalelerin ,tam bir listesi el-Luma'da verilmiştir).
Eş'ari,
260/873 tarihinde doğmuş, ömrünün 40 yıllık kısmını Mutezile mezhebinde
geçirdikten sonra 300/912 tarihinde bu mezhepten ayrılmıştı. Eserlerinin önemli
bir bölümünü Mutezile mezhebinde iken yazmıştı.
II. Bakillanî (Kadı Ebu Bekir Muhammed b.Tayyıb, öl. 403/1013) Eş'ari kelâmını akli ve ilmi delillerle temellendirmeye çalıştı.
1. et-Temhid ve'r-red ala ehli'1-ehva ve'1-bida'
(Beyrut, 1957),
2. Kitabu'I-insaf (Kahire, 1950) isimli
eserleriyle Eş'arî kelâmının yayılmasına ve tutunmasına çalıştı.
III. Cüveynî
(İmamu'l-Harameyn Ebu'l-Mealî, öl. 478/1085).
1. el-îrşâd ila kavâtı'i'l-edille fî
usûli'l-itikad (Kahire, 1950),
2. eş-Şâmil fi usûli'd-din (Kahire, 1959),
3. el-Akîdetü'n-Nizamiyye (Kahire, 1948).
lV. Abdulkahir Bağdadî (öl. 429/1037).
1. Usûlu'd-din (İstanbul, 1928),
2. el-Fark beyne'l-firak (Kahire, 1948).
V. Ebu İshak İsferâ'inî (öl. 418/1027), Ebu Ca'fer Simnânî (öl.
444/1052), İbn Fûrek (öl. 400/1015).
İsimleri
verilen müellifler ve eserler, Eş'arî kelâmının birinci dönemine ait başlıca
kaynaklardır. Bu dönemdeki Eş'arî kelâmının başlıca hususiyeti, felsefeden ve
mantıktan uzak kalışı, “yedullah” ve “vechullah” (Allah'ın eli, Allah'ın yüzü)
gibi tabirlerin te'vil edilmesi cihetine gidilmemesidir.
Eş'ari kelâmına te'vil ilk defa Cüveynî tarafından sokulmuş, fakat Cüveynî son eseri olan el-Akîdetü'n-nizamiye'sinde bundan vazgeçmiş, yaptığı işe pişman olmuş, ölürken: “Kocakarıların akidelerinden ayrılmayın”, “ben Nişabur kocakarılarının akideleri üzere ölüyorum” demek suretiyle eski kelâmcıların yoluna bağlılığını ifade etmiştir.
Buraya kadar
anlatılan kelâmcılar ve eserleri, kelâm tarihinin birinci dönemini teşkil
ederler. Buna kudemanın kelâmı adı da verilir. Eş'arî'yi müdafaa etmek için
İbn Asakir (öl. 571/1176) tarafından, Tebyinü kizbil-müfteri... (Dımışk,
1347/1928) isimli eserde ilk dönem Eş'ari kelâmcılan ve eserleri hakkında geniş
malumat vardır.
“Kudemâ” sözü
Mutezile kelâmcılannı da şümulüne alır.
VI. Gazali
(Ebu Hamid Muharamed b. Muhammed, öl. 505/1111). Gazali kelâm tarihinde inkılab
yapmış bir şahsiyettir. Onun için kendisinden Önceki kelâmcılara kudema
(eskiler), sonrakilere ise müteahhirîn adı verilir. Gazali “in ' ikâs -ı
edil1e“ yi, yani delilin bâtıl olmasından medlulün ve ispat edilmek istenen
hususun da bâtıl olması gerekir, şeklindeki eski kelâmcıların prensibini reddetmiş,
dine aykırı olan felsefî konuları red ve iptal maksadıyle kelâma almış,“mantık
bilmeyenin ilmine güvenilmez”demek suretiyle de eski kelâmcıların haram
saydıkları mantık ilmini Öğrenmenin önemini ve lüzumunu ifade etmiştir. Akaide
ve kelâma dair olan şu eserleri defalarca basılmıştır:
1. el-İktisad fil-itikad,
2. Kavâidu'l-akâid (İhya'nın birinci bölümü),
3. Tehâfutü'I-felâsife ve daha başka bir çok
eseri.
4. er-Risâletu'1-kudsiyye fî kavâidi'l-akâid.
Gazali ile
başlayan Eş'arî kelâmının yeni şekli, gittikçe felsefeye ve kelâma geniş yer
vermiş, âyet ve hadisleri eskisine nazaran daha geniş ölçüde te'vil etmiş,
böylece bir bakıma, Mutezilenin ortadan kalkmasından meydana gelen boşluğu
doldurmuş, bir çok meselede en az Mutezile kadar akla dayanmış ve nasları
te'vil etmiştir. Bu dönem kelâmı hakkında Şerhu'l-Akâid'in baş tarafında
söylenen ve İbn Haldun tarafından Mukaddime'de tekrar edilen, çok isabetli
tesbite göre sem'iyât bahsi olmasa kelâma dair yazılan eserlerle felsefeye dair
yazılan eserleri birbirinden ayırd etmeye imkân olmayacak derecede felsefe ile
kelâm konu, ifade, üslup ve muhteva yönünden birbirine karışmıştır.
Razî'den
sonra felsefe kelâm âlimlerinin eline geçmiş, hatta medreselerde bile resmen
felseye okutulmaya başlanmıştı. Eskiden korkulan ve düşman bilinen felsefe
artık ilgi duyulan ve önem verilen bir ilim olarak görülmeye başlanmıştı. Razi,
Amidî, Kadı Beydavî, Taftazânî ve Cürcâni gibi sonraki kelâm âlimleri kelâma
dair eser yazarken eski kelâm âlimlerinden çok filozoflara dayanmışlar ve
onların tesirinde kalmışlardır. Böylece sonraki kelâmcılar, kelâmcı filozof
haline gelmişlerdir. Zaman zaman felsefenin medreseden kapı dışı edildiğini,
hele son devirde hiç önem verilmediğini de belirtmeliyiz.[3]
İzmirli iki
nevi kelâmın mevcudiyetinden bahseder:
1. Kelâmı felsefe (Kelâm-i felsefî): Mantığın
esaslarını kabul ederek felsefî meselelerle kelâm meselelerini yekdiğeri ile
meczetmek ve kaynaştırmak yoludur. Bu yolda kelâmın usûl ve esasları dışına
çıkılmaz. Fakat saf ve katıksız bir kelâm yolu da değildir. Zira bu özellikteki
kelâm anlayışı ile yazılan eserler felsefî meseleleri de ihtiva etmektedir.
İmam Gazali ile başlayan sonraki Eş'arî kelâmcılarının tutdukları yol budur.
2. Felsefî kelâm (Felsefe-i kelâmiye): Felsefi
esaslarla -felsefî meseleleri değil- kelâmı esasları mecz ve kaynaştırmak
yoludur. Aslında bu da kelâmı bir meslek ise de evvelki kelâm mesleğinden
farklıdır. Kelâm ile felsefeden mürekkeb olan bir şey, kelâmdan hariç ve
felsefe olacağı, fakat buna rağmen bir felsefî kelâm sayılacağı aşikardır.
Cehmiye ile içli dışlı olan sonraki Mutezüe'nin kelâmda tutturduğu yol budur.
Ebu Huzeyl ile Nazzam bu yolun öncüleridir. Sonraki Eş'arî kelâmcıları ile
Cehmiyenin tesirine giren Mutezilenin arasındaki ince fark budur.
Meselâ “Allah'ın sıfatları zatının aynıdır” “hayatta bünye şarttır” önermeleri birer felsefi esastır. Bu esaslar aynı zamanda Mutezile tarafından da benimsenmiştir.[4]
Bu iza güzel
olmakla beraber, tartışılabilir bir izahtır. Zira Nasruddin Tusî, Razî ve
Seyfuddin Amidî gibi sonraki Eş'arî kelâmcıları, Ebu Huzeyl ve Nazzam'dan çok
daha felsefeye girmişlerdir. Onun için Ebu Huzeyl ve Nazzam'a kadar olan
Mutezile kelâmcıları ile Gazalî'ye kadar olan Eş'arî kelâmcılarına, “kelâmı
felsefe” denilmesi, Ebu Huzeyl ve Nazzam ile başlayan Mutezile kelâmı ile
Gazali ile başlayan Eş'ari kelâmına ise “felsefî kelâm” adı verilmesi daha uygun
gibi görünmektedir.
Vasıl b. Ata
ve Amr b. Ubeyd gibi ilk Mutezile âlimlerinde, Eş'arî ve Bakülani gibi Eş'ari
mezhebine mensup ilk âlimlerde felsefi tesir fazla önemli değildir. Katiyen
kelâmın hakim unsuru felsefe değildir. Halbuki felsefî kelâmda hâkim unsur
felsefedir. Felsefî kelâmda akla dayanılarak bol bol te'viller yapıldığı halde
kelâmı felsefede bu durum çok kısıtlı ve sınırlıdır.
Muteahhirîn,
dediğimiz sonraki kelâmcıların en önemlileri ve başlıca eserleri de şunlardır:
I. Şehristanî (Ebu'1-Feth Muhammed b.
Abdulkerim, öl. 548/ 1153).
1. Nihayetu'l-ikdâm fi ilmi'l-kelâm (London,
1934),
2. el-Milel ve'n-nihal (Kahire, 1381/1961,
mezhepler tarihine dair bir eserdir).
II. Fahruddin Razî (öl. 606/1209).
l. Muhassalu efkari'l-mütekaddimin
ve'1-müteahhirin mine'lulema vel-hukema ve'1-mütekelimin (Kahire, 1323/1905),
2. Mealimu'd-din (Muhassal'm kenarında),
3. el-Erbain fi usûli'd-din (Haydarabad, 1353/1934),
4. el-Mebahisu'l meşrikiyye (Hind, 1343/1924),
5. İtikadatu firakı' 1-müslimin ve'1-müşrikin (Kahire, 1938),
6. Razî'nin Mefatihu'1-gayb isimli tefsiri de
bir kelâm kitabı sayılır.
III. Seyfuddin Amidî (öl. 617/1220).
“Ebkârul-efkâr” isimli eseri meşhurdur. Kelâma, mantığa, felsefeye, fıkha ve fıkıh usûlüne dair eserler yazmış, felsefî inançlara bağlı kaldığı ileri sürülerek küfür ve ilhadla suçlanmıştır.
IV. Kadı Beydavî
(öl. 691/1291).
Tevaliu'l-envâr
(İstanbul 1311/1893, Mevâkıf şerhi kenarında, Şemsettin îsfehanî'nin
Metâliul-enzâr isimli şerhiyle).
V. Nasıruddin Tûsî (öl. 672/1274).
1. Tecridu'l-akâid (İstanbul, 1311/1893, Mevâkıf
şerhi kenarında) Tusî'nin bu eseri Osmanhlar'da çok okunmuş, hatta “Haşiye-i
tecrid” adı verilen bir medrese nevinin özel ismi bile olmuştur. Aslında Tusî,
felsefeye son derece önem veren Şiî meyilli bir kelâmcıdır. Felsefe adına F.
Razî'yi tenkit edecek kadar felsefeye bağlıdır.
2. Kavâidu'l-akâid.
VI. Adududdin îcî
(öl. 756/1355).
1. Mevâkıf fi ilmi'l-kelâm. Bu eser
Cürcanî'nin buna yazdığı şerhle
birlikte ve ayrıca defalarca basılmıştır.
(Şerhu'l-mevâkıf, İst. 1311/1893). Hâlâ Ezher ve Tunus medreselerinde
ders kitabı olarak okutulmaktadır.
2. Âkâid-i Adudiyye. Bu eser, Celâleddin
Devvânî'nin (öl. 907/ 1301) buna yazdığı
şerhle birlikte defalarca basılmıştır (İst. 1314/ 1896). Nesefi'nin Akâid
metni'nden daha küçük bir risale olduğu halde hemen hemen onun kadar rağbet ve
alaka görmüştür. Celâl üzerine İsmail Gelenbevi'nin (öl. 1295/1790)yazdığı
haşiye meşhurdur (ist. 1317/1899).
3. Cevahiru'l-kelâm.
İcî'nin,
Risaletu'l-ahlâk isimli eseri ise Türkçe'ye tercüme edilerek 1281/1864'de
neşredilmiştir.
VII. Sa!deddin Taftazânî: Hakkında ayrıca bilgi
verilecektir.
VIII. Seyyid Şerif Cürcânî (öl. 816/1413).
1. Şerhu'1-mevâkıf (îst. 1311/1893) îcî'nin
Mevâkıf isimli eserinin gayet güzel bir şerhidir.
2. Hâşiye-i Tecrid.
Lekânî, İbrahim b. Lekânî Malikî'nin (öl. 1041/1631) Cevheretu't-tevhid isimli manzum kelâm kitabı da çok okunmuştur. Fadalî (öl. 1237/1821), Bacurî (öl. 1277/1860), Susi (öl. 896/1490) de son Eş'arî kelâmcıîanndandır.
Seyyid Şerif
Cürcânî ile Taftazânî arasında Timur'un huzurunda ilmî bir mübahase ve
münazara düzenlenmiş, bu tartışmada Cürcânî Taftazâni'ye üstünlüğünü ispat
etmişti. (Bak. İslâm ansiklopedisi, “Cürcânî” Taşköprîzâde, Mevzuatu'1-ulûm,
I, 236).
Müteahhirîn
denilen sonraki kelânıcıların başlıcaları ve en önemlileri bunlardır. Bunlar
son asırlarda o kadar çok meşhur olmuşlar, o kadar çok rağbet görmüşler ki,
adetâ eski kelâmcılan ve şöhretlerini tam mânasıyle gölgelemişler, onlar
aleyhinde bir “ay tutulması” (husuf) hadisesi meydana getirmişlerdi. Son 5-6
asırda yaşamış olan kelâm âlimleri, kudemâ ve mütekaddimın denilen ilk
kelâmcılardan çok, müteahhirin kelâmcılarım tanımış, onlara çok derin bir saygı
duymuş, koparılması imkansız rabıtalarla onlara bağlanmış, onlara muhalefet
etmeyi affedilmez bir cüret ve hadbilmezlik saymış, durmadan onların
eserlerine şerh, haşiye ve talik yazmıştır.[5]
Müteahhirîn
dediğimiz Razî, Amidi, Tûsî, Taftazânî ve Cürcânî gibi sonraki kelâm âlimleri
eski kelâmcılardan çok filozoflara, ilk kelâm kitaplarından ziyade felsefî
eserlere dayanarak kelâm yapmışlardır.
Cürcânî,
816/1413 tarihinde vefat ettiğine göre, o tarihten itibaren önemli ve büyük
denilecek bir kelâmacı yetişmemiştir.
Dikkat
edilmelidir ki, bu kelâmcıların hiç biri Anadolu'da ve bilhassa Osmanlı
sınırları dahilinde yetişmemiştir. Osmanlılar, 600 sene süren saltanatları
süresince, isimleri zikredilen kelâmcilar ölçüsünde bir kelâm âlimi yetiş
tirememişlerdir.
Önemli olan
bir nokta da şudur: Eş'arî kelâmcılan, zaman zaman kelâmda yenilikler ve
değişiklikler yapmışlar, böylece kelâm ilmini felsefe ile rekabet edecek bir
seviyeye ve güce kavuşturmuşlardır.
Bu suretle,
bu kelâmın kurucusu olarak kabul edilen İmam Eş'arî'yi aşmışlar,
geliştirmişler, sık sık kendisine muhalefet etmişlerdir. Halbuki Maturidîler
hiç bir zaman İmam Maturidî'yi aşabilme ve geliştirme gücüne ve kabiliyetine
sahip bir kelâmcı yetiştirememişlerdir. Onun için de akide sistemleri,
Eş'ariliğin yanında önemini, yitirmiş, Hanefîlerin ve Maturidilerin hâkim
oldukları yerlerde bile Taftazânî, Cürcânî, İcî ve Tûsî gibi Eş'arî
kelâmcılarının eserleri okunmuştur. Meselâ Osmanlılardaki durum budur. Osmanlı
uleması şeklen ve ismen Mâturidîdir ama aslen ve hakikaten Eş'aridir. Şuurlu
Maturidîler azdır.
Üzerinde
ehemmiyetle durulması gereken konulardan biri de kelâmın kuruluşu, gelişmesi ve
geçirdiği devreler anlatılırken kafiyen Maturidilerden bahsedilmemesi, daima
Eş'arîlik ve Eş'arî kelâmcılan üzerinde durulmuş olmasıdır. Bunun manâsı şudur:
Hiç bir Maturidî kelâmcısı, kelâmın kuruluşunda, gelişmesinde ve bir dönemden
diğer bir döneme geçişinde kayda değer bir hizmet görmemiş, kelâmın doğuşuna,
gelişmesine ve çeşitli merhalelerden geçmesine tesirli olabilecek bir katkıda
bulunmamıştır. Bu gibi sebeplerden dolayı Doğuda, Batıda ve Avrupa'da Sünnî
kelâmı denilince daima ve sadece Eş'arîlik akla gelir ve Eş'ari'ye, “îmamu
ehli's-sünneh” (Ehl-i sünnetin kelâm imamı) adı verilir. Bu durum fazla yanlış
da sayılmaz. Nitekim biraz sonra izah edilecektir.[6]
Maturidi
akaidinin kökünü İmanı-ı Azam'ın (öl. 150/767) fikirleri, bilhassa onun
el-Fıkhu'1-ekber isimli eseri teşkil eder. Bu sebeple Ebu Hanife'nin kelâm ve
akâid konusundaki fikirleri ve inançları üzerinde kısaca durmak gerekmektedir.
Ebu
Hanife'nin hayatı hakkında malumat veren kaynaklar, onun başlangıçta kelâm ilmi
ile meşgul olduğunu, sırf kelâmı tartışmalara katılmak için Kufe'den Basra'ya
yirmiden fazla sefer yaptığını ve bu gibi çalışmalar sonunda kelâm sahasında
parmakla gösterilen yüksek bir seviyeye ulaştığını, fakat daha sonra kelâmın
faydasız hatta zararlı olduğuna kanâat getirerek bu ilmi terkettiğini ve fıkıh
tahsil etmeye başladığını ittifakla bildirirler. Ebu Hanife'nin fıkıh ilmi
sahasına, ticaretten geldiğini bildiren rivayetler de dikkate alınırsa,
yukardaki rivayeti kaydı ihtiyatla karşılamak gerekmektedir. Kelâmdan nefret
eden o devir Sünnîlerinin ve Ebu Yusuf gibi kelâm aleyhinde bulunan Ebu Hanife'nin
talebelerinin durumu, bu nevi menkıbelerin teşekkülüne ve yaygınlaşmasına sebep
olmuş olabilir. Yukarda anlatılan rivayeti doğru kabul etmemiz halinde dahi,
unutmamak gerekir ki, İmam'ın alaka duyduğu ve meşgul olduğu, sonradan da
sakıncalı bularak terkettiği kelâm, Mutezile kelâmıdır. Üstelik, Nazzam ve.Ebu
Huzeyl Allaf gibi Mutezile kelâmcıları tarafından felsefe ile karıştırılan ve
te'villerle doldurulan kelâm değil, Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd tarafından
anlaşılan ve tesis edilen, nisbeten basit ve sade kelâm sistemidir. Bu kelâm
sistemine o derecede şiddetli tepki gösteren Ebu Hanife'nin, eğer görebilseydi,
Nazzam ve Ebu Huzeyl Allaf gibi Mutezile kelâmcılarının ve Nasıruddin Tûsi ile
Seyfuddin Amidi gibi Eş'ari kelâmcılarının kelâm sistemlerine nasıl tepki
göstereceğini gözönünde bulundurmada fayda vardır.[7]
İmam-ı
Azam'ın el-Fıkhu'1-ekber, er-Risâle, el-Âmin ve'1-muteal-lim, el-Vasiyye isimli
küçük hacimdeki 4 eseri 1321/1903 de Haydarabad'da neşredilmiştir.
Kemaleddin
Beyazı, Ebu Hanife'nin el-Fıkhu'1-ekber, er-Risâle, el-Fıkhu'l-ebsat,
Kitabu'1-âlim, el-Vasiyye isimli risalelerini, İşarâtu'l-meram min
ibarâti'1-İmâm isimli kitabında toplamış ve bu eser 1949 da Mısır'da
neşredilmiştir .[8]
Bu beş
risalenin İmanı A'zam'a ait olmayıp, Ebu Hanife el-Buhari isminde Hanefî
fukahasmdan bir zata ait olduğu da söylenir. Bu beş risalenin İmam A'zam'a
aidiyeti kesin olmamakla beraber genellikle ona ait olarak kabul edilmiştir.[9]
Bekir
Topaloğlu, “Maturidîye mezhebinin, hatta Ehl-i sünnet ilm-i kelâmının ilk
eserleri, şüphe yok ki, yukarda isimleri geçen beş risaledir” demektedir.[10]
İnayetullah iblağ, İmam Azam Ebu Hanife el-mütekellim (Mısır, 1971) ismiyle
hacimli bir eser yazmış, burada İmam-ı Azam'ı, bir kelâm âlimi olarak takdim
etmiş, onun etrafında teşekkül eden menkıbeleri, sıhhatma ve mevsukiyetine
bakmadan eserine almıştır.
Son devirde
kelâm konusundaki araştırma ve incelemeleriyle haklı bir şöhret yapmış olan
İzmirli İsmail Hakkı, Selefiye mezhebim anlatırken, “Selefiye mezhebi üzere ilk
ma'ruf olan eser, ânifen beyan olduğu üzere îmam-ı Hümam Ebu Hanife'nin
el-Fıkhu'İ-ekber'idir. Burada icmal esas alınmıştır. Tafsile itina edenlerin
başında Şeyhülislâm îbn Teymiye bulunur “Eimme-i metbû'in tamamiyle Selefiyedir”
Buna mukabil, Ehl-i sünnet ile cidal ve niza hususunda en evvel ilm-i kelâma
dair eser yazan da Ehl-i i'tizalın reisi Vasıl b. Ata'dır. Böylece müslümanlar
arasında bir Ehl-i sünnet, diğeri Ehl-i bid'at veya Ehl-i i'tizal mezhebi olmak
üzere akaide ait birer müdevven ilimler hasıl oldu. İlm-i tevhid veya fikh-ı
ekber Ehl-i sünnetin, ilm-i kelâm Ehl-i bid'atın ilmi idi. [11]
Görülüyor ki,
İzmirli, İmam-ı Azam'ı, kelama değil, Selefi olarak takdim ediyor, F. Razî,
Sabûnî ve Taftazânî'nin değil, İbn Teymîye'nin mübeşşiri ve Selefi olarak
tanıtıyor. Hatta Ebu Hanife'yi, tafsilata dalmadığı için kelâmcılardan çok
daha uzak, Selefe İbn Teymiye' den daha yakın olarak görüyor.
Şimdi burada
şu soruyu soralım: Acaba Ebu Hanife, bir mütekellim midir? yoksa kelâma karşı
olan bir âlim midir?
Eğer kelâm,
“İslâm'ın akidelerini aklî ve ilmî delillerle savunmak ve doğruluğunu
muhaliflere ispatlamak” diye tarif edilirse, Ebu Hanife kafiyen bir kelâma,
eserleri de bir kelâm kitabı değildir. Ebu Hanife'nin eserlerine bakıldığı
zaman, orada sadece îslâm akaidinin ifade ve takrir edildiğini, yani
anlatıldığını, aklî, nazarî ve hatta nakli delillerle savunulması ve
ispatlanması hususuna asla yer verilmediği açıkça görülecektir.“Gerçi,îman artmaz
ve eksilmez” Kur'an-ın lafzı mahlûktur” gibi Sahabe ve Tabiîn tarafından
bilinmeyen ve söylenmeyen cümleler Fıkh-ı ekber'de vardır. Fakat bunların aklî,
mantıkî ve nazarî delillerle savunulması asla mevcut değildir. Diğer taraftan
te'vile karşı çıkılması, yedullah, vechuîlah (Allah'ın eli ve yüzü) gibi
deyimlerin, Allah'ın gelmesi ve inmesi gibi ifadelerin ve fiilî sıfatların hiç
yorumlanmadan ve te'vil edilmeden kabul edilmesi, bunun da ötesinde sık sık
“Bilâkeyf” (Allah'ın eli vardır, ama keyfiyetini bilemeyiz) tabirinin
kullanılması, hangi ölçüler esas alınırsa alınsın, îmam Azam'a mütekellim,
eserlerine de kelâmı eser denilmesinin mümkün olmadığına şehadet ve delâlet
etmektedir. Herhalde İmam Azam'ın fıkıhta, Hicazhlara nazaran daha çok kıyasa
ve reyci oluşu, O'nun ve eserlerinin mütekelim ve kelâmi eserler şeklinde
tanıtılmasını kolaylaştırmıştır. Fıkıhtaki reycilik, kelâmdaki akılcılık
imajını vücuda getirmiştir. Ebu Hanife eğer reyci bir fakih olmasaydı, şüphe
yok ki, bir kelâma olur, yine de nakilci olmazdı, îmam-ı A'zam'ın giriştiği
reyci ve kıyasa harekete akılcı Mutezileden çok nakilciler tepki
göstermişlerdir.
Kaynakların
verdiği bilgilere göre bizzat Ebu Hanife ve O'nun en önde olan talebesi Ebu
Yusuf, sonraki kelâmcılann anladığı manâdaki kelâma nazaran çok daha mutedil
ve ölçülü olan, Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd'in kelâm anlayışına bile tahammül
edememişler,kelâmı da, kelâmciları da en ağır şekilde suçlayarak mahkum etmişlerdir.
İmam-ı Azam
şöyle demiştir: “Sahabe, tabiûn ve tebe-i tabiînin dinî konulardaki bilgisi
bizden fazla olduğu halde kelâmı münakaşalara dalmadılar. Biz dahi kelâmda
niza ve cidale havz ve şurû'u terk edip, Selefin suru' ettiklerine şurû' ve
onlar ne halde ise biz dahi ol hale rücû eyledik”
“Gördük ki,
kelâm ile tenahhul ve onu mezhep ittihaz edinup cedel yolunu tutan bir taifedir
ki, simaları, hilaf-ı sima-i mutekaddimîn ve menhecleri hâric-i menahici
şalinindir”.
“İmam
Kadı-han, Fetâva'sında, hazar ve ibahe bahsinde demiştir ki: Taallum-i kelâm
ve onda nazar ve onunla münazara ve verâ-ı kadri hacet menhi anhdir. Zira Ebu
Hanife'nin oğlu Hammad'dan mervidir ki, O kelamda tekellüm ederdi ve pederi onu
kelâmdan nehyeyledi”[12]
“İmam-ı Azam
Ebu.Hanife'ye, arazlardan ve cisimlerden sorulmuş, O da, 'Allah, Amr b. Ubeyd
Bâd'a la'net etsin, halka ilm-i kelâm kapısını açtı” demiştir [13]
Ebu Yusuf'tan
rivayet edilir: “Biz Ebu Hanife katında otururken bir cemaat geldi, önlerinde
iki kişi vardı. Dediler ki: Şu kişiden biri 'Kur'an mahlûktur', der, diğeri
dahi münazara edip, 'gayr-ı mahlûktur der. Ebu Hanife Hazretleri buyurdular
ki, ikisinin dahi peşinde namaz kılmayın. Ben dedim ki, evvelki hakkında 'Evet'
zira kıdem-i Kur'an'a kail değildir. Amma şahs-ı ahar'ın hali nedir ki, onun ardında
namaz kılmazız? Buyurdular ki, ikisi dahi emr-i dinde münazaa etmişlerdir,
dinde münazaa ise bid'attır. [14]
“Fetava-yı
Kadı-han'da Fasl-ı iktidada mezkurdur: İmam Ebu Yusuf'tan rivayet edilir ki:
Bir kavme, emr-i dinde sahib-i husumet olan (ve dekâyik-i ilm-i kelâmda
münazara eden) imamet eylemek lâyık değildir”.
Gıyasulmüfti
de demiştir ki: “Şemsu'l-eimme Halvanî'nin hattı ile gördüm ki, Ebu Yusuf'tan
mervidir: Demiştir ki, 'mütekellimin ardında namaz kılmak caiz değildir, hak
ile tekellüm etse de. Zira bid'atcı olur, bid'atcı peşinde ise namaz kılmak
caiz değildir”.
“Ve dahi İmam
Ebu Yusuf buyurmuştur ki: 'Bir kimse dinî husumet (ve kelâm) ile taleb eyleye
tezenduk eder, (men tekelleme tezendek: Kelâmcı olan zındık olur) ve bir kimse
ki, malı kimya ile taleb eyleye müflis olur ve bir kimse ki garib hadis taleb
eyleye kâzib olur”.
Yine
Kadı-han'da demiştir ki: Hz. Ebu Yusuf'tan mervîdir ki, bir kere Harun Reşidin
meclisine dâhil olmuştu. Yanında iki kimse var idi ki, kelâmda münazara ve
cidal ederlerdi. Pes Harun, Ebu Yusuf'a: İkisinin arasında hükmeyle, dedi. Ebu
Yusuf cevap verip, “Ben mâlâyaniye havz ve şurû' etmezem, dedi!Halife dahi Ebu
Yusuf'un cevabını hoş bulup yüzbin caize ihsan eyledi”[15]
Bunlar ve
bunlara benzeyen sözler, Ebu Hanife ve talebelerine atfen, en sağlam Hanefî
fıkıh ve fetva kitaplarında nakledilmiş, bazan te'vil edilerek, ekseriya da
yorum yapılmadan okuyucuya takdim edilmiştir. Bu şekilde düşünen Ebu Hanife'nin
taraftarları arasında, akla, mantığa ve nazariyelere dayalı kuvvetli bir kelâm
sisteminin ortaya çıkmasının mümkün olmadığı aşikârdır.
Hanefî fıkıh
âlimlerinden Molla Hüsrev, (öl. 885/1480), medresenin ve o vasıta ile
zihniyetleri şekillenen çevrelerin büyük bir rağbet ve alaka ile okudukları
fıkıh kitabında diyor ki: “Bir kimse kelâm ilmi müstesna, diğer ilimleri
tahsil için anne-babasından izin almadan memleketinden ayrılabilir. Çünkü İmam
Şafiî 'kulun ekber-i kebâirle, yani en büyük günahla Allah'ın huzuruna çıkması,
kelâm günahı ile çıkmasından daha hayırlıdır' o zaman okunan kelâmın hükmü bu
olunca, filozofların hezeyanlarıyle karışık, bâtıl ve yaldızlı laflarıyle dolu
bir kelâm şekli hakkındaki hükmün ne olacağını varın da tasavvur edin”[16].
Kelâmın dinî, hukukî ve ahlâkî hükmü budur.
Açıkça
görülüyor ki, Molla Hüsrev, kelâmı kötülerken eski-yeni, sünnî-bid'at ayrımı
yapmıyor, ihtirazı bir kayd koyma ihtiyacını da duymuyor. Aksine felsefe ile
karışan sonraki kelâm anlayışının, İmam Şafiî'nin ve kendi mantığının gereği
olarak kötülemeye daha çok lâyık olduğunu açıklamaktan bile çekinmiyor. II.
Bayezid zamanında yaşamış olan ve Osmanlıların en kudretli âlimi sayılan Molla
Hüsrev'in bu sözleri -bunlar başka eserlerden nakledilmiş bile olsa- dikkate
şayandır.
Kelâm
âlimleri ve eserleri, hukukî bakımdan da
değerlendirilmiş ve hükmü tayin edilmiştir: “Bir adam, 'Ben öldükten
sonra kitaplarım, memleketimdeki âlimlere verilsin', diye vasiyet etse,
kelâmcılar âlim sözünün şümulüne girmeyeceğinden onlara kitap verilmez”. “Bir
kimse 'ilmî eserlerim vakfedilecektir' diye vasiyet etse kelâm kitapları ilim
kitabı sayılmayacağından, satılır, vakfedilmez”[17].
Kelâm kitabı
diye tanıtılan Fıkhu'l-ekber üzerine şerh yazan Ali Kari (öl. 1014/1605)
eserinin başında işte bunları yazıyor. Artık bu esere kelâm kitabı denilebilir
mi? Kelâmcılar âlim, eserleri ilmi eser sırasına giremiyor. Fetva verecek kadı
ve müftülere bu istikamette direktif veriliyor, veya telkinde bulunuluyor.
Aynı konuya
Taşköprizâde (öl. 960/1553) de temas eder. Kelâmciları, âlimler sınıfına dahil
etmeyenlerin düşünce tarihini ve fikrî gelişmeleri bilmedikleri hususuna
dikkati çeker: “Amma bazı fukahadan, gayet acaibdirki, selef-i ebrâr'dan sâdır
olan inkârı görüp, inkâr-ı mezhurî mutlaka ilm-i kelâma lazım, her zaman ondan
ayrılmaz ve gerekli zannedip ve dahi hallerin, ayların ve senelerin değişmesiyle
hükümlerin değişeceğini bilmezler. Hatta bazıları hükmeylemişlerdir ki, ulema
lafzı mutlak zikrolunsa, kelâm âlimleri onda dahil olmaya. Mükelleflerin
hallerinden bahseden fukaha, ulemadan sayıla, Allah'tan bahseden mütekellimler
ulemadan addolunmaya!. Aralarında ne kadar fark vardır? Kelâmcılar niçin
ulemadan sayılmasın?”[18].
Kelâmla
meşgul olmanın caiz olmadığı yolunda Kadı-han'da yer alan fetvaları nakleden,
bunların yorumunu yapan Taşköprizâde daha sonra sözü kendi zamanına getirerek
der ki: “Malum ola ki, fukaha ve müctehidîn-i selef-i ahyardan ilm-i kelâm
hakkında inkâr menkuldür. Hatta asrımızın fukahasmdan nicesi ilm-i kelâmla
meşgul olanları şiddetli şekilde red edip ulema-i ahyardan menkul olan âsâr ile
temessük etmişlerdir. Bir mertebede ki, ihlaslı kalbler rahatsız oldu, ilm-i
kelâm hakkındaki itikadlarına teşviş hasıl oldu”[19].
Taşköprîzâde,
münevver, şuurlu ve bilgili bir Osmanlı âlimidir. Dinî hükümlerin; hallerin,
ayların ve yılların değişmesiyle değişebileceğini açıkça söyler. Halbuki
diğerleri bunu dinin tağyiri, tebdili ve tahrifi olarak görüp şiddetle
reddederler. Osmanlılarda kaç tane Taşköprîzâde var ki?
Herhalde
Hanefî âlimleri kelâma ve kelâmcılara karşı çıkarken, fikir tarihindeki
gelişmelerden habersiz olsalar bile, Ebu Hanife'nin bu konudaki görüşlerine
şeklen ve zahiren tabi olmuş oluyorlardı. Zaten Hanefi fukahasının ekseriya
yaptığı şey budur.[20]
el-Fıkhu'I-ekber,
Ebu Hanife'nin akâid konusundaki fikir ve kanâatlarını kısa ve özlü cümleler
halinde ifade eden sözlerden meydana gelen küçük bir risaledir. Ne aklî ne de
naklî hiç bir delile yer verilmediği için de, hiç bir zaman bir kelâm kitabı
değildir. Bu eser, Selef yolunun icmal mesleğine çok güzel bir örnek teşkil
eder. Bu itibarla Ebu Hanife bu hususta tafsili benimsemiş olan İbn Teymiye
kadar bile kelâma yakın değildir. Bu husus dikkate alınırsa, sonraki Hanefîler
imamlarım, kelâm konusunda yanlış anlamış sayılmazlar.
Eş'arî kelâm
sistemi ve tasavvuf cereyanı sürekli olarak Ebu Hanife ve Fikhu'l-ekber
üzerindeki tazyikim ve tesirini hissettirmiştir. Bu tesir altında kalan çok
sayıda Hanefî uleması, imamlarını ve Onun eserlerini kelâm veya tasavvuf
istikametinde şerh, tefsir ve hatta te'vil etmişlerdir. İmam-ı Azam, bazı
Hanefîler tarafından Selefi, bazıları tarafından mütekellim, diğer bazıları
tarafından da mutasavvıf olarak görülmüş ve gösterilmiştir. Ebu Hanife'nin,
onlar tarafından görüldüğü ve gösterildiği gibi olmadığı aşikardır, ama asırlar
boyunca Hanefîler, imamlarını bu şekilde anlamışlardır. Onun gerçek
şahsiyetini anlayan Hanefîlerin sayıları fazla değildir. Burada, teferruata
girmeden, Ebu Hanife ve eserlerinin farklı üç şekilde nasıl anlaşıldığını ve
anlatıldığını örnekleriyle gösterelim.
1. Kelâm: Başta Maturidî olmak üzere Ebu Muin, Sâbuni
ve Beyazı Ebu Hanife'nin fikirlerini kelâmcı bir anlayışla şerh ve tefsir
etmişlerdir. Bu âlimler, prensip itibariyle ve umumiyetle kelâma karşı müsbet
bir tavır takınmışlar, İmam-ı Azam ve onun düşüncelerini akli, nazarî ve
kelâmı bir istikamette geliştirmişlerdir. Fakat, bahis konusu isimler, katiyen
Bakillanî, Cüveynî, Gazali, Râzî, Amidi vs. ölçüsünde büyük kelâm âlimleri
değillerdir. Onun için, çok güçlü olan Eş'arî kelâmı karşısında Maturidîliğe
kelâm denilir mi, denilmez mi, konusu sürekli olarak tartışılmıştır. Eş'arî
kelâm sisteminin, fasılasız olarak Hanefi muhitini baskı ve tesir altında
bulundurmasının bir sebebi de Maturidîliğin nazari yönden gelişmemiş ve zayıf
kalmış olmasıdır. Bu konuya tekrar dönülecektir.
2.
Tasavvuf: Mutasavvıflar ve
tarikatçılar, Ebu Hanife'yi ve eserlerini kendi meşreb ve mesleklerinde
gösteren beyan ve izahlarda bulunmuşlar, Ebu Hanife'nin eserlerini bu vadide
şerh ve tefsir etmişlerdir. Muhiddin b. Muhammed b. Bahaeddin Bayramı
el-Kavlu'1-fasl, adiyle Fıkhu'l-ekber'i şerh etmiş, bu eserde kelâmla tasavvufu
cem' ve te'lif etmiştir. [21]
Hanefi
fukahasnıda Kelâbâzî'nin tasavvufa dair yazdığı et'Ta'arruf [22]
isimli eserinin 5-25. bölümleri arasındaki kısım, Fıkhu'I-ekber'in bir tekrarı
ve şerhi sayılır. Bu eseriyle Kelâbâzî, Fıkhu'1-ekber'deki selef akaidini
sûfîlere telkin etmek istemiş veya sûfüleri buna inanır gibi göstermiştir.
Ebu Muîn
Nesefî, Kelâbâzî ve Ta'arruf hakkında der ki: “Deniz gibi coşkun ilimlere sahip
bulunan ve kerametleri halk arasında yaygın olan sûfîlerin çoğu Maturidî
mezhebi üzerinde idi. Kelâbâzî, et-Ta'arraf isimli eserinde sûfîlerin
mezheplerini ve akidelerini anlatırken, onların bu mezhepte bulunduklarını
(sarahaten değil, zımnen) ifade eder.
Kelâbâzî'nin
naklettiği sözlere güvenilir, zira rivayet ettiği sözler konusunda'âdil kabul
edilir. Kelâbâzî'nin tuttuğu yolun doğruluğunu, akidesinin temizliğini,
iffetini, nezahetini, dinî hususlardaki salabetini ve emanete riayetkar oluşunu
bilenler onun bir meseleyi iyice araştırmadan, kesin neticelere ulaşmadan, şek
ve şüpheyi ortadan kaldırmadan bir şey nakletmediğini bilirle”[23]
“Levlâ
senetân le-heleke'n-Nu'mân”,(Son iki sene olmasaydı Ebu Hanife mahvolurdu),
sözü tasavvufî çevrelerde çok yaygındır. Rivayete göre İmam-ı Azam, ömrünün
sonunda kurtuluş yolu olarak tasavvufu görmüş, gitmiş Ca'fer-i Sâdık'a intisab
etmiş, ondan tasavvufî terbiye görmüş, feyz almış ve vefat ederken de,
yukardaki meşhur cümleyi söylemiştir. Gerçi bu ve benzeri rivayet ve izah
şekillerinin aslı yoktur ama, tarikata bağlı ve tasavvufa merbut olan bazı
Hanefi âlimlerinin, mezhep imamlarının kendileriyle aynı kanâatta göstermek
için neler yaptıklarını, hatta bu yolda uydurulan rivayetlere dahi, hiç
araştırmadan nasıl inandıklarını göstermesi bakımından önemlidir. Aslında
İmam-ı Azam zamanında tasavvuf henüz doğmamış ve tedvin edilmemişti. Tarikat
anlayışına dayanan tasavvuftan ise eser ve nişan bile yoktu.
3. Selef: İmam-ı Azamı ve eserleriyle ilgili
çalışmaların bir kısmı da onu selef akaidi istikametinde yorumlamak, açıklamak
ve değerlendirmek şeklinde ortaya çıkmıştır. Ali Kâri'nin
Şerhu'l-Fıkhu'l-ekber (Mısır, 1323) eseri bunun en güzel örneğidir. Beyazı,
eserinde kelâm aleyhindeki selef sözlerini, kelâmın ve kelânıcıların lehinde
te'vil ettiği halde, Ali Kâri eserinin baş tarafında tam bunun tersini yapmış,
kelâma ve kelâmcılara, İbn Teymiye ve îbn Kayyim edasiyla çatmış, kelâm
aleyhindeki selefin sözlerini sonraki kelâm ve kelâmcılar için de geçerli
saymıştır. Ali Kâri şerhinin, Maturidi, Ebu Muîn, Sâbunî ve Beyazi’ye ait
eserlerden daha çok okunması dikkate değer bir hadisedir. Bunlara ait
eserlerden hiç biri basılmadan evvel Ali Kâri şerhi defalarca basılmış ve
okunmuştur.
Katip Çelebi,
Fıkhu'l-ekber'in “el-Hikmetu'n-Nebeviyye” isimli ve onun muhtasarı hakkında
bilgi verirken, müellifinin, “Düşünceye ve görüşe göre değil, şeriate göre
meseleleri izah ettim” dediğini naklettiğine göre, bu eserin müellifi olan
Hakim İshak'ın[24] şerhini yazarken akıl ve
reyden kaçınmış olması, bu yüzden de şerhin selefi bir nitelikte olması
gerekmektedir.
Bunlardan
daha önemlisi, Ebu Ca'fer Tahavî'nin (öl. 321/933) Beyanu's-sünne ve'1-cemaa
(Haleb, 1344/1925) ve bunun, Ali b. Muhammed Hanefî tarafından yapılan
Şerhu't-Tahaviyye (Mısır, 1373/ 1953) isimli eserde Ebu Hanife'nin fikir ve
akidelerinin selef akaidi istikametinde açıklanmış ve yorumlanmış olmasıdır.
İlerde de
vereceğimiz bilgiler de dikkate alınmak kaydıyle, bütün bunlar, Ebu Hanife'nin
selef akidesi üzerinde bulunduğu konusunda şüpheye mahal bırakmamaktadır.
Diğer bir konuya
geçmeden evvel Ebu Beka Ahmedî (öl. 918/1512) ve Şerifi, diye tanınan İbrahim
b. Hüsam Kirmanî (öl. 1016/1607) tarafından Fıkhu'l-ekber'in nazım haline
getirildiğini de söylemeliyiz. [25]
1. Maturidî (Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed
Maturidî öl. 333/944).
Bazan “İmamu'l-Hüdâ” bazan da “İmamu'l-mütekellimîn” gibi isimlerle anılan Maturidi’nin ilim silsilesi Ebu Bekir Cüzcânî - Ebu Süleyman Cüzcâni - İmam Muhammed yolu ile Ebu Hanife'ye ulaşmaktadır.
Mutezileden
Ebu Muhammed el-Bâhi'ye red için l. Beyanu vehmi'1-MuteziIe, 2. Reddu
usûli'l-hamse.
Yine
Mutezileden Kâ'bı'yi red için, 1. Reddu evaili'l-edille, 2. Reddu
tehzib’l-cedel, 3. Reddu vaîdi'1-fussak.
Rafizüeri ve
Karmatîleri red için, Reddu kitabi'1-İmame, gibi eserler yazan Maturidî, fıkıh
usulüne dair
1. Me'hazu'ş-şerai',
2. Kitabu'l-cedel, gibi eserler yazmıştır. [26]
Biz burada
Maturidi’nin kelâmla ilgili iki eseri üzerinde kısaca duracağız.
1. Kitabu't-tevhid (Beyrut, 1970, İstanbul,
1979). Kaynaklarda, Maturidi’nin bu isimde bir eseri bulunduğu kaydedilmekte,
fakat bu eserin günümüze kadar gelip gelmediği kesinlikle bilinmemekte
idi.Yusuf Ziya Yörükan, Maturidi ye. ait olduğunu zan ve tahmin ederek
Kitabıa-tevhid, Risaletun fil-akâid isimli iki metin neşretti (Ankara,
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1953). Muhammed Tancî meseleye açıklık getirmek
için Ebu Muin Nesefî'nin (öl. 508/1114) et-Tabsire'sinden, Maturidî ile ilgili
parçaları neşretti (İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1955. C. IV. 1-11. s. 1-12).
Fethullah Huleyf,
Maturidî'nin Kitabu't-tevhid'ini İngiltere'de Kembriç'te bulduğu yegâne ve
muahhar bir nüshaya dayanarak neşretti.
Burada
özellikle şunu belirtmek istiyoruz: Define aranır gibi, yarım asır arandığı
halde sadece bir tek nüshasına ancak rastlanabilen Kitabu't-tevhid'in İslâm
düşüncesi, akaidi, hatta bizzat Maturidî sistemi ve muhiti üzerinde tesirli
olmadığı bir gerçektir. Kitabu't-tevhid'in tesiri, Şerhu'l-Akâid'in tesiriyle
asla mukayese edilemez. Bu itibarla henüz yeni neşredilen Kitabu't-tevhid Maturidî
fikir ve inancı tarihini aydınlatmak bakımından çok önemlidir. Fakat meydana
getirdiği tesirler ve pratik sonuçlar itibariyle Şerhu'l-Akâid'in milyonda biri
kadar bile önemli değildir.
2. Te'vilâtu Ehli's-sünne veya
Te'vilâtu'I-Maturidiyye fi beyâni usuli Ehli's-sünne ve usûli't-tevhid isimli
eseri esas itibariyle tefsire dairdir. Fakat tefsir tarihini yazan müelliflerin
çoğu bile bu eserden bahsetmez ve habersiz görünürler. Te'vilât, tefsir olmakla
beraber, Fahruddin Razî'nin Mefatihu'l-gayb'te kelâmdan bahsettiği kadar olmamakla
beraber kelâmı konulardan bahseder. Ebu Muin, Tabsire'de, Katip Çelebi
Keşfu'z-zünûn'da bu eseri parlak cümlelerle överler. Buna rağmen eser hâlâ
neşredilmiş değildir. Yazma nüshalarının çok oluşu, fazla alaka ve rağbet görüşünden
değil, teberrüken veya merak saikiyle istinsah edilmiş olmasından ileri
gelmektedir. Hanefî uleması, Eş'arîliği esas alan Kadı Beydavî ve Celaleyn'i
okumaktan ve okutmaktan boş vakit bulup Te'vilât üzerine eğilememiş, buna dair
çalışmalar yapmamış gibi görünmektedir. Bu bakımdan Te'vilât'm da düşünce ve
inanç tarihimiz bakımından tesirli olamadığı bir gerçektir.
Maturidî,
yetiştirdiği talebeler ve yazdığı eserler vasıtasiyle ilk zamanda tesirli
olmuş, sonra da bu tesirler dolaylı olarak ve daima ikinci elden sürüp
gitmiştir. [27]
II. Hakim Semerkandî, Ebu Kasım İshak b. Muhammed
(öl. 343/ 953). Maturidî'nin talebelerinden olan bu zatın es-Sevadu'1-A'zam
adlı (Darussaadet, Ahter matbaası, 220 sayfa, şerhle birlikte, tarihsiz, îst)
eseri 62 meseleden bahseder, Orijinal bir yanı yoktur. Fazla tesirli de
olmamıştır.
III. Ebu Muîn (Maîn) Nesefi (öl 508/1114). Maturidî'den sonra en
ihatalı, en geniş ve en ciddî eser bu zatın “Tebşiretu'1-edille” (Henüz
neşredilmedi, Fethullah Huleyf bunu neşredeceğinden bahsetmektedir, yazmaları
çoktur) isimli eseridir. Katip Çelebi haklı olarak “Akâid-i Nesefiye,
Tabsire'nin bir fihristi gibidir” demektedir. Tancı adı geçen makalesinde bu
eserden bazı parçalar neşretmiştir. Bu eserin de İslâm fikir ve itikad tarihi
üzerindeki tesirleri, azdır, dolaylıdır, Şerhu'I-Akâid'e nazaran fazla önemli
de değildir. Taftazânî Şerhu'I-Akâid'de bu eserden nakiller yapmıştır.
Fethullah Huleyf, Ebu Muîn'in; Maturidîler arasındaki yerini, Gazali ve
Bakillani’nin Eş'ariler arasındaki mevkiine benzetmektedir.
Ebu Muîn
Nesefî'nin, kelâm konusundaki “Bahru'I-kelâm” (Konya, 1329/1911,
Meşriku'l-irfan matbaası Kahire, 1911) isimli eseri kelâmın birçok
meselelerine temas eden 38 sayfalık bir risaledir, et-Temhid
li-Kavâidi't-tevhid kısa bir akâid kitabıdır, şerhin adı et-Tesdid'dir.
IV. Sabuni (Nureddin Ahmed b. Mahmud, öl.
580/1184). Maturidî ve Ebu Muîn Nesefî'den sonra Hanefî akaidinin üçüncü mühim
şahsiyetidir.
1. el-Kifaye fi'I-hidaye (basılmamıştır).
2. Kitabu'l-bidaye mine'l-kifaye
fi'I-hidaye fi usûli'd-din isimli
eseri evvela Mısır'da 1969 da Fethullah Huleyf tarafından, sonra Ankara'da
1979 da Bekir Topaloğlu tarafından Türkçe tercümesiyle birlikte basılmıştır.
Bu esere “Telhisu'l-kifaye, el-Bidaye fi usûli'd-din ve Mulahhasu'I-kifaye
fi'I-hidaye, Muhtasara'1-hidaye gibi
isimler de verilir.
el-Bidaye,
el-Kifaye'nin hacmi dörtte bir kısaltılarak meydana getirilmiş özet bir
kitaptır. İfadesi açık, tertibi güzeldir. Fakat buna rağmen ne el-Bidaye ne de
onun şerhi olan el-Kifaye, Şerhu'l-Akâid'in gördüğü alaka ve rağbetin
bindebiri kadar bile ilgiye mazhar olmamışlardır. Onun için de önemli
sayılacak tesirleri olmamıştır. Esasen el-Bidaye'nin yeni neşredilmesi,
el-Kifaye'nin isa hâlâ neşredilmemiş olması bunun bir delilidir.
V. Ebu'l-Berekât Nesefi. Meşhur Medarik isimli
tefsirin müellifi olan Ebu'l-Berekât'ın (öl. 710/1310) el-Umde ve bizzat
kendisi tarafından şerhedilen el-İtimad fi'1-itikad isimli eserleri
basılmamıştır.
VI. Beyazi
(Kemalettin Ahmed b. Hasan, öl. 1098/1687). Beyazi tarafından yazılan
İşârâtul-merâm min ibârâti'1-İmâm (Mısır, 1949) isimli eser, yukarda
zikredildiği gibi, Ebu Hanife'ye ait Fıkhu'I-ekber ve diğer dört risalenin
kelâmcı bir anlayışla şerh edilmesinden meydana gelmiştir. Güzel bir eser
olduğu halde hiç ilgi görmemiştir. Düşünce ve inanç tarihindeki tesirleri, hiç
yok denecek kadar azdır.
VII. İbn Hümam (öl. 861/1457). el-Müsayere isimli
eseri kelâma dairdir. Mısır'da basılmıştır. Gazali'nin Risale-i kudsiye isimli
eserinin şerhidir. Kasım b. Kutlubuğa, el-Müsayere'ye, Müsâmere, adiyle haşiye
yazmıştır. Tesirleri ve muhtevası
bakımından fazla önemli değildir. Esasen eserin metni, Eş'arî akaidi üzeredir.
VIII. Sadru'ş-şeria (öl. 747/1340). Ta'dilu'l-ulüm-
İlk yarısı mantık, ikinci yarısı kelâm olan 7 bölümlük bir eserdir.
Burada, muhtevaları bakımından hiç mühim olmayan, fakat çok okunan ve tesirleri nisbeten geniş olan iki manzum esere de temab etmek gerekmektedir:
IX. Ali b. Osman Ûşî Ferganî (öl. 575/1179). Emâlî, Lâmiye ve Kelâmiye
diye meşhur olan bu manzum eser defalarca şerh edilmiş ve birkaç kere
basılmıştır (İst. 1304/1886). Hoca
Sa'deddin tarafından nazmen Türkçe'ye de tercüme edilmiştir (Bk. İlahiyat
Fakültesi dergisi, yıl, 1954, ili. 1-11). Zebrecan, Farsça tercümesidir.
X. Hızır Bey
(öl. 863/1458). el-Kasidetü'n-nûniye fi'1-akâid (İst. 1258/1842). Çok şerh edilmiş ve
basılmıştır. İlmî ve kelâmî değeri fazla değildir (Bk.
Şerhu'I-kasideti'n-nûniye, Osman Uryani, İst. ts.)
Burada
anlatılan isimlerden, sadece Maturidî, Ebu Muin, Sâbunî ve Beyazî mühimdir.
Diğerlerinin fazla kelâmî kıymeti ve ehemmiyeti yoktur. Tesirleri bakımından,
ise en önemlileri son iki kasidedir. Okunanlar önemli değildir. Önemli olanlar
ise okunmamıştır. Bunun sebebini göstermek için Osmanlı medreselerinde okunan
akâid ve kelâm kitapları konusunda kısaca malumat verelim:
1. Teeridu'l-itikad veya Tecridu'l-kelâm.
Nasıruddîn Tûsî'nin eseridir. Şemseddin İsfehani (öl. 746/1345) Şerhu't-tecrid
ismiyle Tûsî'nin eserini şerh etmiş, Seyyid Şerif Cürcânî de bu şerhe
Haşiyetu't-tecrid diye meşhur olan haşiyesini yazmış, Tecrid bu haşiye ile birlikte
o kadar çok okunmuştur ki, kelâm ve
akâid dersleri okutulan medreseler dahi ismini bu eserden almıştır:
Hâşiye-i Tecrid medreseleri.
2. Adudiye veya Akâid-i Adudiye. İcî'nin
eseridir. Celâleddin Devvanî'nin (öl.
908/1502) şerhiyle birlikte okunmuştur.
îsmail Gelenbevi'nin bu şerhe yazdığı haşiye de meşhurdur.
3. Mevâkıf, îcî'nin eseridir. Cürcani'nin bu
metne Şerhu'1-mevakıf adiyle yazdığı şerhle birlikte okunmuştur.
4. Tevâliu'l-envar. Kadı Beydavî'nin eseridir.
Şemseddin İsfehari'nin Metâliu'I-enzâr adiyle yazdığı şerhle birlikte
okunmuştur.
5. Makâsidu't-talibîn. Taftazânî'nin eseridir.
Metin yine kendisi tarafından Şerhu'l-Makasıd adiyle şerh edilmiştir. Medreselerde çok okunmuştur.
6. Metnu'l-akâid veya Akâidu'n-Nesefiye.
Şerhu'l-Akâid: Nesefî'-nin Akâid'i üzerine Taftazânî tarafından yazılan bir
şerhtir. Nesefî Akaidi Metin için değil şerh için okunmuştur. Osmanlı ülkesinde
en çok, en devamlı olarak okunan akâid ve kelâm kitabı budur. [28].
Bu tabloya
bakıldığı zaman şu gibi gerçekler derhal dikkati çeker:
a) Osmanlı uleması, kudema ve mütekaddimîn
denilen Gazalî'den evvelki kelâmcılar okumamakta, okutulmamakta, dolayısıyle onlar
hakkında esaslı ve ciddî bir bilgiye sahip bulunmamaktadır.
b) Osmanlı uleması, muteahhirîn denilen
Gazali,Şehristânî, Amidî ve hatta Fahruddin Razî'ye bile fazla ilgi
duymamaktadır.
c) Osmanlı ulemasının, eserlerini, şerhlerini
ve haşiyelerini medreselerde çağlar boyu okutmuş olduğu müelliflerden hiç biri
Maturidî mezhebinden değildir. Ayrıca bu müelliflerden hiçbiri Osmanlı
medreselerinde de yetişmemiştir ya Osmanlılardan önce veya Osmanlı ülkesinin
dışında yaşamışlardır.
d) Başta Maturidî olmak üzere, onu takib eden
Tabsiretu'I- edille, el-Bidâye müellifleriyle kendisi de Osmanlı
müellifi olan Beyazî bu memleketin medreselerinde ilgi görmemiş ve
unutulup gitmişlerdir. Osmanlı uleması ismen
Maturididir ama aslında ve hakikatte Eş'arîdir. Eş'ari mezhebinin
sonraki kelâm kitapları, izah ve şerhleri gibi bir çok eserler İstanbul'da
Hanefî âlimleri tarafından basılır, okunur ve okutulurken, İmam Maturidî'nin
hiç bir eserinin, Ebu Muin Nesefî'nin
Maturidî mezhebinin, ikinci derecede değerli eseri olan Tabsiretu'kedille'nin
ve Sabunî'nin üçüncü derecede bir kaynak eser olan el-Kifaye'sinin basılmamış,
okunmamış ve okutulmamış olması, Maturidî mezhebi hesabına bir talihsizlik,
ilim adına şanssızlık ve fikir tarihi namına acınacak bir durumdur.
e) Osmanlı
ulemasının mezhepler tarihi hakkında-pek azı müstesna-bilgisi yoktur.
Zira bu husus medreselerde okunmamış ve okutulmamıştır.
Osmanlı
ulemasının bu yolu tutması, Maturidî olan müellifleri küçümsemiş ve eserlerini
fazla kelâmı bulmamış olmalarıyle açıklanabilir. Gerçekten de Maturidiliğin
fikir ve görüşleri, Osmanlı Devleti gibi, tarihin en büyük ve en uzun ömürlü
Türk-îslâm devleti için felsefî ve nazarî bir temel olma görevini yapabilecek
nitelikte değildi. Onun için diğer îslâm devletlerinde olduğu gibi
Osmanlılarda da Eş'arîlik alaka ve rağbet görmüştür, fakat bu alaka ve rağbet
hem yarımdır, hem de eksiktir: Yarımdır, çünkü eski Eş'arî kelâmcıları
bilinmemektedir; eksiktir, çünkü sonraki kelâmcılardan Amidî, Şenristanî ve
Fahruddin Razî gibi en büyük kelâm âlimleri, hatta Gazali tam olarak
bilinmemektedir. îlk defa medreseleri kurmuş olan Nizamülmülk'ün Eş'arî olması,
yaptığı ve açtığı Uizamiye medreselerinde Eş'arî âlimlerini görevlendirmesi, bu
geleneğin Büyük Selçuklu Devletinden sonra Anadolu Selçuklu medreselerinde de
aynen devam etmesi, Osmanlı medreselerinin ve ulemasının bu ilim ve eğitim
geleneğinin dışına çıkmamasında tesirli olmuştur.
Bundan sonra
artık yeni bir sual sorabiliriz: [29]
İzmirli bu
konuda şunları yazıyor: Maturidi'nin ilim silsilesi Ebu Hanife'ye dayanır.
Maturi'dî'ye gelinceye kadar Hanefîler başka bir isim almamışlardı. Maturidî,
Mutezile ve diğer bid'at mezheplerle münazaraya başlamış, bu şekilde tevhid
konusunda büyük ve değerli eserler yazmış, telif ettiği kitapları aklî ve naklî
delillerle doldurmuştu. Böylece Maveraünnehir'de Hanefîlerin imamı oldu. Artık
sonra gelenler ona intisab ettiler. Maturidlye müstakil bir fırka ve mezheb
değildir. Maveraünnehir'deki fıkıh âlimlerinin tuttukları bir yoldur,
mütekellimlerden ziyade fukahadan müteşekkil bir taifedir. Müveraünnehir
fukahasına Maturidiye denildiği halde Irak ve sair yerlerdekiler Hanefî adını
muhafaza etmişlerdi. Nesefller, Maturidiliği desteklediği için Maturidîye
lakabı şayi oldu, artık Hanefîye lakabı unutuldu.
Ebu
Hanife'nin akîdesi hakkında ilk önce sahih bir isnad ve muteber bir nakille
eser yazan Mısır fakihi Ebu Cafer Tahavî'dir (öl. 321/933). ilim silsilesi Ebu
Hazım-İsa b. Eban-İmam Muhammed yolu ile Ebu Hanife'ye dayanır.
Akîdetu't-Tahavî' isimi, eserinden başka Şerhu Meâni'1-aşâr ve Şerhu
müşkili’l-âsâr isimli eserleri vardır.
Maturidî de
Tahavî gibi selef mezhebini tesbit etmiş, şerhin gereği olarak telhisde
bid'atlardan tecridde bulunmuştur,
Tahavî ile
Maturidî arasında iki meselede fark vardır:
1. Tahavî selef gibi, “Kur'an kelâmullahtır,
keyfiyetsiz olarak Allah'tan söz olarak başlamıştır”, diyordu. Yani Cenab-ı
Hakk kelâmı başkasında yaratmamış, kelâm kendisinden başlamıştır.
Maturidî ise
kelâm-ı nefsîyi kabul edip onun da işitilmediğini ileri sürüyordu. Ebu Muîn
Nesefî, Maturidî gibi kelâm-ı nefsî'yi kabul etmekle bu meselede Maturidîye ile
Eş'arîyle birleşmiş, Tahavî'den, esas Hanefîlikten ayrılmış oldu.
2. Maturidi,“İman tasdikten ibarettir”,demek
suretiyle Eş'arîlerle birleşmiş, esas ve eski Hanefî kökünden kopmuştu.
Tahavî ve
eski Hanefîler Selefidir. Maturidîye, Selefiye ile Eş'arîye arasındadır,
Eş'ariyeden çok Selefiyeye yakındır. Hanefîler arasında, akîde itibariyle
halis Eş'ari olan Ebu Cafer Simânî gibi zatlar da vardır. [30]
Bu duruma
göre, Maturidî, birkaç meselede İmam-i Azanı'dan ayrılmış olmakla beraber esas
itibariyle onu takib etmiş, eserlerini, fikirlerini ve akidelerini şerh ve
tefsir etmiştir. Bu sebeple Maturidilik bir kelâm mezhebi olmaktan çok, bir
akâid mezhebidir ve bu hususta da asıl olan Ebu Hanife'nin akideleridir. Onun
için Maturidîliğe fukaha yolu, Hanefî fakihlerinin mezhebi, Maveraünnehir ulemasının
mesleği gibi isimler de verilmiştir. Ehl-i sünneti desteklemek için, Eş'arîden
çok evvel zuhur etmiş olan Ebu Hanife ve taraftarlarının mezhebini tafsil ve
şerh eden Maturidî olmuştur.[31]
Ebu Hanife
ile Eş'arî arasındaki farklar, Maturidî ile Eş'arî arasındaki farklara nazaran
daha çoktur. Zira Maturidî, iman ve kelâm-ı nefsi konusundan başka, eserlerini
aklî ve nakli delillerle doldurmak suretiyle de Eş'arîliğe yaklaşmıştır.
Meseleye bu açıdan bakıldığı zaman Tahavî'nin Ebu Hanife'nin akidelerine
Maturidi’den çok daha fazla sadık kaldığı ve imamını büyük bir dikkat ve
hassasiyetle takib ettiği görülecektir. Tuhaftır ki, Tahavî tarafından aynen
devam ettirilen Ebu Hanife'nin şerh ve tefsir edilmesi şekli, hemen hemen
unutulduğu halde, Maturidî tarafından yapılan şerh ve tefsir biçimi daha fazla
yayılmış ve tutunmuştur.
Aslında
Maturidi, akâid ve kelâm sahasında Eş'ariden çok geri olan bir âlim değildir.
İzmirli'nin de işaret ettiği gibi eserlerini naklî ve aklî delillerle
doldurmuş, hiç olmazsa akâidden kelâma doğru ciddî olarak geçmeye teşebbüs
etmiştir. Fethullah Huleyf bu konuda şunları söylemektedir: Maturidî, Ebu
Hanife'nin akaide dair risalelerini tetkik etti. Fakat bu risaleler onun
elinde yeni bir şekle girmişti. Bu risaleler, delil ve burhan bahis konusu
etmeden, Ehl-i sünnetin akidelerinin açıklanması yolunda yazılmış eserlerdi. Bu
akideler ve esaslar Maturidî'nin elinde akide olma halinden ilim olma, yani
kelâm olma haline dönüşmüştür. Zira o bu akideleri ilmî esaslara ve kesinlik
ifade eden delillere istinad ettirmişti. Ebu Hanife'nin mezhebindeki
mütekellimler Maveraünnehir'de Maturidî ismini almışlardı. Hanefilik deyimi
sadece fıkıh konularıyle meşguliyeti ifade ediyordu.
Hakim-i Semerkandî diye meşhur olan îshak b.
Muhammed (öl. 340/951), Ebu Hasan Ali b. Said Rustuğfeni, Ebu Muhammed
Abdulkerim b, Musa Pezdevî (öl. 390/999), Ebu Leys Buharî gibi meşhur kişiler
Maturidî'nin talebeleri ve takibcileri olmuşlardır.[32]
Maturidî ile
Eş'arî arasında, müteşabih sayılan yedullah, vechullah (Allah'ın eli, Allah'ın
yüzü) gibi ifadelerin te'vil edilmemesi konusunda görüş birliği vardır. Ancak
Eş'ari “ihtiyarî ve iradî fiiller Allah ile kaim değildir”, diyerek Allah'ın
fiillerini te'vil ettiği halde Maturidî bu nevi fiilleri te'vil etmemişti.
Îmamu'1-Harameyn Cüveynî, te'vili Eş'arîliğe sokmak suretiyle mezheb imamını
aşmış oldu. Gazali, kelâmın kapılarını felsefeye ve mantığa açarak İmam
Eş'arî'yi bir kere daha aştı. F. Razî, kelâmı iyice aklîleştirerek Eş'ari
kelâmına yeni ufuklar açtı. Böylece Eş'arî kelâmı gelişmek için geniş bir saha
bulmuş oldu.
Maturidî'nin
talihsizliği, takibcilerinin ve taraftarlarının, kendisini aşma, sistemini
geliştirme ve kelâmi düşünce için yeni ufuklar açma kudretini ve istidadını
gösterememiş olmalarıdır. Bu yüzdendir ki, yeni hedefler istikametinde
ilerleme ve yükselme kabiliyeti gösteremeyen Maturidî'nin sistemi unutulmuş ve
terkedilmiş hale geldi.
Mezhepler
tarihine dair eser yazan Şehristanî, el-Milel ve'n-ni-hal'de, Abdulkahir
Bağdadî, el-Fark foeyne'l-fırak ve
Usûlu'd-din'de, İbn Hazm el-Fisal’da, Ebu Muzaffer İsferâinî (öl. 471/1078)
et-Tabsire'de, İbn Nedim (öl. 379/987) el-Fihrist'de İmam Maturidî'ye temas
etmemişler, onun mezhebini anlatmaya lüzum görmemişlerdir. Mezheplere ve
mezhepler tarihine dair eser yazan müelliflerin Maturidî'den ve Maturidilikten
bahsetmemiş olması, umumiyetle Maturidîliğin Hanefilikten farklı görülmemiş
olmasındandır. İbn Hallikan, İbn İmad, Safedî ve İbn Şakir gibi ulemanın
biyografilerini yazan meşhur müellifler bile Maturidî'den bahsetmemişlerdir.
Hatta İbn Haldun, Mukaddime'de kelâmın tarihini yazarken Maturidi ismini
aklından dahi geçirmemiştir. Ebu Muin Nesefi, Tabsıratu'1edille'de, “Maturidî
ismi sonradan çıkma bid'at bir isimdir”, diye iddiada bulunanlara karşı
savunma yapmak ihtiyacını duymuştur. Tabakatu'l-müfessirîn isimli eserin
müellifi olan Suyutî'nin bu eserde Maturidî'den bahsetmemesi de ilgi
çekicidir. Zira Maturidî'nin et-Te'vilât'ı tefsire dairdir.
Çok tuhaftır
ki, Hanefîler bile Hanefî olan ulemanın tercüme-i hallerini anlatmak için
yazdıkları tabakât kitaplarında Maturidî ismi üzerinde fazla durmamışlar ve bu
isim geldiği zaman alelacele üzerinden geçmişlerdir. Ömer Nesefi'nin
Metnu'l-Akâid' de Maturidî ve Maturidilik konusunda bir tek kelime bile
söylemediğini düşünürsek, ilgisizliğin derecesini daha iyi anlamış oluruz. İbn
Subkî'nin Tabakatu'ş-Şafiiyye isimli eserinde Eş'ari hakkında verdiği geniş malumatı,
Hanefilerin tabakât kitaplarında Maturidî'ye verdikleri kısa malumatla mukayese
edecek olursak, ikincisinin birincisine nisbetle devede kulak olduğu görülür.[33] İbn Asakir, Eş'arî'yi savunmak için: Tebyinu
kizbi'l-müfterî, adiyle bir eser yazdığı halde, Maturidîler, imamları hakkında
bunun yüzde biri kadar bile bir çalışma yapmış değillerdir. Eş'arî'nin bir çok
eserleri neşredildiği halde Maturidî'nin sadece bir eseri, o da 1970'de
neşredilebilmiştir.
Maturidî
Sünnî doğmuş, Sünni yaşamış ve bu akide üzerine vefat etmişti. Çağdaşı Eş'ari
Mutezile iken Sünnî akaidini ilmî ve aklî delillerle savunmakta idi. Hal böyle
iken ömrünün 40. yılını Mutezile mezhebinde geçiren Eş'arfnin çok meşhur
olmasına mukabil Maturidi'nin kendi muhitinde bile büyük ölçüde unutulmuş
olması, onun adına bir şanssızlık olmuştur. Bir Maturidî kelâmının fiiliyatta
ve tatbikatta var olup olmadığını göstermek için iki husus üzerinde daha
duralım:
1. Gazali,el-îktisad fi'1-itikad isimli eserinde
hüsün-kubuh (iyi,kötü, güzel,çirkin) teklif-i mâla yutak (güç yetirilemiyecek
şeyi teklif), ta'zib-i mutî (itaatkâr mümine azab etme),Allah'ın fiillerinin
hikmetle muallel olması, tekvin sıfatı, şeriat gelmeden evvel Allah'ın
varlığının aklen bilinmesinin vacib olması gibi konuları anlatırken
Maturidîlerin ve Hanefîlerin görüşüne temas etme ihtiyacını duymaz.Bu gibi
konularda münakaşaların ve mücadelelerin sadece Eş'arîlerle Mutezile arasında
geçmiş gibi bir tavır takınır. Eserinin hiç bir yerinde, hatta imanın artma ve
eksilme kabul edip etmediğini anlatırken dahi Hanefî veya Maturidî sözünü
kullanmaz. Diğer eserlerinde de bu tutumunu devam ettirir. Eş'arîleri tek
başına Ehl-i sünnetin temsilcisi olarak gösterir.
İcî,
Mevakıfda; Cürcânî Şerh u'l-Muvâkıf da aynı anlayışı devam ettirirler. Cürcânî,
“iman artar mı, eksilir mi?” meselesini Muvâkıf şerhinde izah ederken Hanefiye
ve Maturidîye kelimelerini kullanmamaya dikkat eder, haşiye ve talik yazanlar
da onu bu konuda takib ve taklid ederler. Hemen hemen bütün Eş'ari kitaplarında
durum budur.
2. Şeyhzâde, Nazmu'l-feraid'de Eş'arîye ile
Maturidiye arasındaki ihtilaflı meseleleri anlatırken sürekli olarak “zehebe
meşayihu'l-Eş'âire (Eş'ari
âlimlerinin kanâatına göre) tabirine
karşılık olmak üzere “zehebe meşayihu'l-Hanefiyye” (Hanefî âlim ve
fakihlerinin kanâatına göre) tabirini kullanır, 9. meselede yani kelâm-ı nefsi
bahsinde görüldüğü gibi pek nadir hallerde İmam Maturidî'den bahseder. Beyazı
de îşârâ'l-meram'da aynı yolu takib eder. Bazan “el-Haniıfiyetu'l-Maturidiye”(Hanefî
olan Maturidîler tabirini) kullanır.
Bu durum
göstermektedir ki, Hanefî âlimleri bile bir Maturidîlik cereyanının varlığını
kabul etmek istememişler, böyle bir hareketin varlığım görmezlikten gelmişler,
Eş'arüiğe karşı Maturidîliği değil, Hanefîliği çıkarmayı tercih etmişlerdir.
Hanefi âlimlerinin, itikadı görüşlerini akaide ait müstakil eserlerden ziyade
fıkıh ve fıkıh usûlü kitaplarında anlatmaları da bu durumun sonucudur.
Bütün
bunlardan sonra neticeyi iki maddede özetlemek mümkündür:
1. Maturidî'nin eserlerinde, özellikle
Kitabu't-tevhid'de kendi çağında varolması mümkün olan ölçüde bir kelâm
anlayışı mevcuttur. Bu anlayış Ebu Muîn'in Tabsiretu'l-edille'sinde,
Sabunî'nin el-Kifaye'sinde ve Beyazî'nin İşarâ'I-meram'ında devam etmiştir. Ama
bütün bunlar ya tamamen unutulmuş veya çok az sayıda kimse tarafından
okunmuştur.Önemli sayılabilecek bir tesir bırakmamıştır. Onun için, hiç olmazsa
meydana getirdikleri neticeler ve tesirler yönünden bu kıymetli eserleri
maalesef yok hükmünde tutmak zarureti vardır.
2. Hanefîîerin her zamanda, her yerde ve çok
yaygın biçimde bir akâidleri olmuştur. Bu akideler ilmihal kitapları nevinden
olan ve talimi gayeler güden basit eserler vasıtasiyle yaşatılmış ve telkin
edilmiştir. Bu anlayıştan da, Eş'arî muhitinde görülmeyen bir “Âmentü”ve“Âmentü
şerhleri”serisinde kitaplar meydana gelmiştir. Bu bakımdan “Hanefî akaidi,
arada birtakım önemli farklar bulunmasına rağmen kelâmdan çok, Hanbelî
akaidine benzemektedir” “Eşarilikten çok Selefiyeye yakındır” sözünün manâsı da
budur. Hanefî Akaidinin “Maturidî kelâmı” olmuş şekli ise zaman zaman Mutezileye
yaklaşmıştır; Bu konuya' ilerde tekrar döneceğiz.[34]
Eş'arîlikle Maturidîlik arasında ihtilaf konusu olan meselelere dair birbirinden çok farklı rakamlar verilmektedir. Hadimi, Tarikat-ı Muhammediye şerhi'nde ihtilaflı meselelerin sayısının 73 olduğunu söylerken, İbn Subkî “İhtilaf konusu olan hususların adedi 13'tür. Bunlardan 7'si lafızla, 6'sı manâ ile ilgili ihtilaftır”, demektedir. Şeyhzâde eserinde 40 meseleden, Beyazı ise 50 meseleden bahsederler. îhtilaf konusu olan hususları, delilleriyle birlikte burada göstermek mümkün değildir. Ancak Şerhu'I-akâid'in ne ölçüde Hanefî ve Maturidî el kitabı olduğunu tesbite imkân vermek için bu farklardan kısaca bahsetmek lüzumsuz olmayacaktır:
1. Maturidî: Vacib varlıkta vücûd, zatın
aynıdır. Eş'arî zat üzerine zaittir.(Burada
Maturidî sözü ile Maturidiye, Eş'arî sözü ile Eş'arîye mezhepleri kasdedilmektedir).
2. Maturidî: Vücûb zat üzerine zait değildir.
Eş'ari Vücûb itibarî bir şeydir.
3. Maturidi: Vücûb bizzat hakikatin kendinde
gerçekleşmesidir. Eş'ari:Vücûb, zatın vücûdu gerektirmesidir.
4. Maturidî: Beka,vücûdun devamıdır, vücûddan
ayrı bir sıfat değildir.Eş'arî:Beka,vücûd üzerine zaid bir sıfattır.
5. Maturidî:Kudret, irâdeye göre ortaya çıkan ve bir şeyin
yapılmasını veya yapılmamasını mümkün kılan ezelî bir sıfattır. Eş'ari:
Taalluk ettiği vakit makdûrda tesirli olan bir sıfattır.
6. Maturidi:İrâde sıfatında mahabbet yoktur.
Eş'arî: İrâde mahabbet ve rızâdır.
7. Maturidî: Sem' ve basar ilim sıfatından
başkadır. Eş'arî: ilimle aynıdır.
8. Maturidi:Kur' an , keyfiyetsiz bir şekilde
söz olarak Allah'ın sıfatıdır. Eş'ari: Kur'an tek bir şeydir.
9. Maturidi:Kelâm-ı nefsi işitilemez. Eş'ari:
İşitilebüir.
10. Maturidi:Tekvin Allah'ın sıfatıdır.
Eş'ari: Değildir, itibarî bir şeydir.
Kudret sıfatına racidir,
11. Maturidî:Eşyanın varlığı “kün”(ol)
kelimesine değil, bu kelimenin olmasına bağlıdır. Eş'arî: Eşyanın vücûdu
Allah'ın ezeli kelâmına bağlıdır.
12. Maturidî:İsim müsemmanm aynıdır. Eş'arî: Aynı değildir.
13. Maturidî:Kader,eşyanın ezeldeki takdiri,
kaza bu kadere göre eşyanın meydana gelmesidir. Eş'arî: Kaza takdirdir, takdirin
meydana çıkmasına kader denir.
14. Maturidî:Allah'ın eli, Allah'ın yüzü (yedullah,, vechu1lah)hakdır. Aslı malum,
vasfı meçhuldür. Eş'arî: (sonraki Eş'-arîler) Bunlar mecaz ifadelerdir, yed ve
vech kudret ve zat demektir.
15. Maturidî:Tevfik, kolaylaştırmak ve
desteklemektir. Eş'arî: Taat için kudret yaratmaktır.
16. Maturidî: İnsanların güç yetiremediği bir
şeye Allah'ın tek1if etmesi mümkün
değildir. Eş'arî: Caiz ve mümkündür.
17. Maturidî: Allah'ın fiillerinde, zaruret
yolu.ile değil, lüzum ve lütuf yolu ile hikmet ve illetler vardır. Eş'arî:
Allah'ın fiillerinde lüzum yolu ile değil, cevaz yolu ile hikmetler olabilir,
fakat olmayabilir de.
18. Maturidî: Hikmet,Allah'ın ezelî bir
sıfatıdır. Eş'arî: Ezelî bir sıfat değildir.
19. Maturidî: Allah'ın va' idinden, yani
tehdidinden dönmesi imkansızdır. Eş'arî: Allah ve va'idinden hulf edebilir,
cayabilir.
20. Maturidî: Allah çirkin bir şey yapmaz, zira
çirkin bir şeyi yapması çirkin olur. Bu da aklen imkânsızdır. Allah mü'mini
ebedi olarak cehennemde yakmaz, kâfiri cennete göndermez. Eş'arî: Allah'ın
fiillerinde çirkinlik diye bir şey yoktur. Allah bir peygamberi ebedi olarak
cehennemde yaksa, buna karşılık bir kâfiri cennete gönderse dahi çirkin bir iş
yapmış olmaz.
21. Maturidi: Küfür ve şirkin affedilmesi-şer'an değilde - aklen caizdir.
Eş'arî: Aklen de şer'an de caiz değildir.
22. Maturidî: Akıl bazı şeylerin güzelliğini ve
çirkinliğini (hüsnünü ve kubhunu) idrâk edebilir. Eş'arî: Akıl hiç bir şeyin
güzelliğini ve çirkinliğini kavrayamaz.
23. Maturidî: Allah'ın var ve bir olduğu (vahiy
gelmese bile) aklen farzdır. Eş'arî: Değildir. Sit-ı Nübüvvet, yani peygamberliğin sesi ve tebliği
ulaşmamış olan bir bölge ahalisi, Maturidîlere göre sadece Allah'ın varlığım
bilmek ve buna iman etmekle mükelleftirler. Eş'arilere göre hiç bir şeyle
mükellef ve hiç bir işten mesul değillerdir.
24. Maturidî:İman tasdik ve ikrardan ibarettir.
Eş'arî: îmanın mahiyeti sadece tasdiktir.
25. Maturidî: İman ne artar ne de eksilir.
Eş'arî: Artar ve eksilir.
26. Maturidî: Mukallidin imanı sahihtir. Eş'arî:
(Eş'arîlerin ekseriyeti) değildir.
27. Maturidî:Nakli deliller kesinlik ifade
eder. Eş'arî: (sonraki Eş'arîlerin çoğunluğu) Etmez.
28. Maturidî:İman mahlûk değildir. Eş'arî:
Mahlûktur.
29. Maturidî: Şu anda mümin olan kişi müslümandır,
ömrünün sonunda kâfir olursa, küfür üzere ölmüş, olur. Eş'arî:
İtibar hatime yedir. Küfür üzere Ölen
bir kişi -daha evvel müslüman bile olsa- daima ve ömür boyu kâfir olarak
yaşamış sayılır. Mümin için de durum budur.
30. Maturidî:Said ve cennetlik bazan
cehennemlik, şaki ve cehennemlik de bazan cennetlik olabilir. Eş'arî: Olamaz.
31. Maturidî:“inşallah müminim,Allah dilerse
müslümanım” denemez, (müminim hakka, gerçekten müslümanım, demeli, inşaallah
sözü imana şübhe sokar.) Eş'arî: Denebilir (İmanda istisna).
32. Maturidî: Peygamberlikte erkeklik şarttır.
Eş'arî: Değildir.
33. Maturidî: Nebi ve resû1ler vefat ettikter
sonra da hakikaten nebî ve resuldürler. Eş'arî: Hükmen nebi ve resuldürler.
34. Maturidî: İman ile îslâm birdir. Eş'arî: Başka
başka şeylerdir.
35. Maturidi:İnsan nevinden olan Hz. Musa gibi
peygamberler, melek nevinden olan Hz. Cebrail gibi peygamberlerden, melek
peygamberler avamdan, avamdan olan salih ve takva sahibi müminler peygamber
olmayan meleklerden üstündür. Eş'ari: İnsan peygamberler melek peygamberlerden
üstündür ama bunun dışında umum melekler umum insanlardan üstündür.
36. Maturidi: Kudret, iki zıd işi yapmak imkânı
veren bir sıfattır. Eş'ari: Bir kudretle sadece bir iş yapılır, iki zıd şeyi
yapan kudret ayrı ayrı iki kudrettir.
37. Maturidî: İnsan fiili esas olarak Allah'ın
kudreti ve tekvini iledir, günah ve sevap, kötü ve iyi vasfını kazanması
insanın kudreti iledir. Eş'arî: İnsan fiili tek başına Allah'ın kudreti
tarafından meydana getirilir. İnsan kudretinin fiilin meydana gelmesinde
herhangi bir dahli ve tesiri yoktur.
38. Maturidî:İkâ' saf bir yokluk değildir.
Varlıkla yokluk arasında olup hal adını
alır. Eş'arî: îkâ' saf yokluktur.
39. Maturidi:İrtidâd eden mümin sonradan tekrar
İslâm'a dönse, irtidâdla boşa giden amelleri geri gelmez. Eş'arî: Geri gelir. (Habt-i amel).
40. Maturidî:Ye 's halindeki tevbe makbuldür ama
bu durumdaki iman muteber değildir. Eş'arî: Ye's halindeki tevbe de iman da
makbul ve muteber değildir.
41. Maturidî:Müteşabih âyetler
te 'vi1 edilemez. Eş'arî: (sonraki Eş'arîler) Edilebilir.
42. Maturidî: Daha üstün biri varken üstün
birinin imam ve halife
olması caizdir. Eş'arî: Efdal varken mefdûl halife olamaz.
43. Maturidi:Kâfir, amel ve ibadetle mükellef
değildir. Önce imanla, iman ederse ondan sonra amel ve ibadetle mükellef olur.
Eş'arî: Amelle de mükelleftir.
44. Maturidî:İ'ctihad konusu olan meselelerde Allah indinde hak
ve doğru birdir. Eş'arî: Birden fazladır.
45. Maturidî: İki kadir tarafından bir makdûr
meydana getirilebilir. Eş'arî: Getirilemez.
46. Maturidi:Sebepler ve illetler, tesirli oldukları alanlarda ve
yerlerde, kuvvet ve tabiat gibi hakikî müessirdir. Eş'ari: Adî müessirdir.
47. Maturidî:Araz için beka yoktur. Eş'ari: Vardır.
48. Maturidî: Hüsnü ve kubhu zatî olan iman ve
küfür gibi şeylerin neshi caiz değildir. Eş'arî: Caizdir.
49. Maturidi:Peygamber gönderilmeden önce bazı
hükümlerin bilinmesi mümkündür. Eş'ari: Mümkün değildir.
50. Maturidî;Mümaselet, zatî sıfatlardaki iştiraktir. Eş'arl:
Mümaselet; bütün sıfatlardaki iştiraktir.
51. Maturidî:Rüya ruhun bir nevi müşahedesidir. Eş'ari:
Hayal-ı bâtıldır.
52. Maturidî: Allah rüyada görülemez. Eş'ari:
Görülebilir.
53. Maturidî: Kesb azm-ı musaramamdır. Eş'arî:
İnsan kudretinin makdura iktiranıdır.
54. Maturidî: Ezelde ma'duma yani yok olana
ilahi hitap taalluk etmez onun için Allah ezelde mütekellim değildir. Eş'arî:
Hitab-ı ilâhî ma'dûma taalluk edebilir, Allah ezelde mütekellimdir.
55. Maturidî: Sahih nazar, Allah'ın yaratması ve
insanın kesbi ile ilim ifade eder. Eş'arî: Sadece Allah'ın yaratması ile
nazar-ı sahih ilim ifade eder.
56. Maturidîler: Tekvin mükevvenin gayrıdır.
Eş'arî: Aynıdır.
57. Maturidîler: Darbın akabinde vaki olan elem,
kırma fiilinden sonra hâsıl olan kırılma, insan fiiline müteallik değildir.
Eş'arî: Mütealliktir.
İhtilaf
konusu olan meseleler aşağı yukarı bunlardan ibarettir.
Maturidîlerle
Eş'arîler arasındaki ihtilaflı konulara
bir misâl;
İki mezhep
arasındaki farkı ve bu farkın mahiyetini daha iyi görebilmek için, bir
meseleyi delilleriyle nakledelim:
Maturidîlere
göre erkek olmak peygamberliğin şartlarındandır.
Eş'arilere
göre peygamber olmak için erkek olmak şart değildir, kadından da peygamber
olabilir.
Maturidîlerin
delilleri:”Ey Muhamnıed, senden önce, sadece kendilerine vahyettiğimiz
erkekleri (ve ricali) peygamber olarak gönderdik” (Nahl, 16/43; Yusuf, 12/109; Enbiya, 21/7).
Bu üç âyet
peygamberlerin sadece erkeklerden gönderildiğini, kadından peygamber
gönderilmediğini açıkça ifade eder.. Ayrıca kadın halife, vali, emir, komutan
ve kadı olma hakkına ve ehliyetine sahip değildir. Ehliyeti eksiktir. O halde
peygamber de olamaz. Fakat müftü olabilir, fetva verebilir.
Eş'arîlerin
delilleri: “Biz Musa'nın annesine vahyettikki.”(Ta-ha, 20/38; Kasas, 28/7),
âyeti Hz. Musa'nın annesine vahyin geldiğini açıkça göstermektedir.Vahyin
gelmesi ise peygamberliğin alâmetlerinden ve özellikîerindendir.
Ayrıca kadın
müftü, mürşide ve veliye olabilmektedir. Dini hükümleri talim ve tebliğle de
mükellef bulunmaktadır. Emr bi'I-ma'ruf venehy ani'l-münker onun da vazifesi
bulunmaktadır. Ö halde kadından peygamber olabilir. Meryem, Asiye, Sâre,
Hâcer, Havva, Musa'nın annesi (a.s.) gibi hanımların nebi oldukları ifade
edilmiştir.
Maturidilerin
karşı delilleri:”Biz sadece erkekleri peygamber olarak gönderdik”, mealindeki
âyetin delâleti kesindir. Onun için “Musa'nın annesine vahyettik” mealindeki
âyeti, “Meselâ Hz. Şuayb gibi o zaman hayatta bulunan bir peygambere vahyettik.
O peygamber de vahyimizi ya haber salarak veya bizzat Hz. Musa'nın annesine
ulaştırdı” şeklinde anlamak gerekmektedir. Âyet şu tarzda da izah edilebilir:
Biz Musa'nın annesine bir melek gönderdik. Fakat bu melek gönderme işi
peygambere melek gönderme şeklinde değildi. Hz. Meryem hakkında, “Biz ona
ruhumuzu gönderdik” (Meryem, 10/17) âyetinde belirtildiği gibi bir melek
göndermedir. İşte bu melek kendisine Allah tarafından vahyedileni Hz. Musa'nın
annesine tebliğ etmiştir. Âyetin diğer bir yorumu da şudur: Hakk Taâlâ gerçekten
ve doğrudan Hz. Musa'nın annesine vahyetmiştir. Fakat bu vahiy, “Rabbin arıya
vahyetti ki...” (Nahl, 16/18) âyetinde geçen vahiy gibi ilham manâsına
gelmektedir.
Eş'arîlerin
karşı delilleri:”Biz
Musa'nın annesine vahyettik.,.” mealindeki âyet, hiç bir şekilde, “Biz sadece erkekleri
peygamber olarak gönderdik...” mealindeki âyetten daha az açık ve daha az kesin
değildir. Bu âyet de en az o âyet kadar açık ve kesindir. Bu kadar çok açık ve
kesin olan bir ifadeyi birtakım zanni ve tahminî yorumlarla te'vil etmek doğru
değildir. Hakk Taâlâ'nın “Biz ona ruhumuzu gönderdik”,demesi ve bununla Hz.
Meryem'e Cebrail'i gönderdik manâsını kasdetmesi sizin görüşünüzü değil, bizim
kanâatimizi teyid edefT Zira Ruh adı da verilen Cebrail, peygamberlere
gönderilen bir melektir. O halde Hz. Meryem bir Nebiyyedir. Âyette “Biz sadece
erkekleri peygamber olarak gönderdik”, denilmesi, insan nevinden peygamber
gönderilmesini garib karşılayan ve peygamberlerin ya melek veya melekler gibi
yemeyen, içmeyen, uyumayan ve cinsî münasebette bulunmayan varlıklar olması
lazım geldiğini zan ve iddia edenleri red içindir. Âyet “Biz daha evvel de
erkeklerden, yani insanlardan peygamber göndermiştik, hiç bir zaman insanlara
melekten peygamber göndermemiştik”, manâsına gelmektedir. Esasen Furkan
suresinin 25/7. ve 20. âyetlerinde de bu hususa işaret edilmiştir.
İşte deliller
ve karşı deliller böylece sürüp gitmektedir. İhtilaf konusu olan her meselede
tarafların dayandıkları birtakım nakli ve aklî delilleri mevcuttur. Bu görüşler
gelişi güzel ve indi mülâhazalarla ortaya atılmış değildir. Fakat bu gibi
konuların fiilî ve amelî hayatla hiç bir ilgisi bulunmadığı için, tatbikatta
herhangi bir karışıklığa sebebiyet vermemekte, sadece bir kanâat olarak
kalmakta, bazan Eş'arîlsr Maturidîlerin, bazı Maturidiler de bazı konularda
Eş'arîlerin fikir ve kanâatlarmı gayet rahat bir şekilde benimsemektedirler.
Nitekim peygamberlikte erkek olmanın şart kılınması meselesinde başta
Fahruddin Razî olmak üzere bir çok Eş'arî âlimi Maturidî görüşünü benimsemiş ve
savunmuştur.
Bir de
doğrudan âyet ve hadislerle ilgisi bulunmayan “Vücûb ve zaruretin mahiyeti ve
tefsiri, vücûbun yokluk mu, varlık mı oluşu ve mümâseletin ne olduğu” gibi akli
konularla ilgili ihtilaflar vardır. Buna da bir misal verelim:
Maturidîlere
göre mümâselet, yani iki şeyin birbirinin misli ve dengi olması, aslî ve zatî
sıfatlarda iştirak manâsına gelir. İştirakda ise iki hususun bulunması lazım
gelir:
a) Vacib, caiz ve mümtenî olan hususlarda
iştirak,
b) Birbirine misil ve denk olan iki şeyin
yekdiğerinin yerini tutabilmesi. Allah'ın sıfatlarında bu iki husustan hiç
biri düşünülemez. O halde Allah, hayat, ilim, kudret, irâde, sem', basar,
kelâm ve tekvin sıfatları
itibariyle insanların misli değildir,
bu yönden onlara benzemez. Bu sıfatlar bakımından insanlar da Allah'ın misli
olamazlar, ona benzeyemezler. Zira arada mümâselet yoktur.
Eş'arîlere
göre, mümâselet, bütün vasıflarda iştirak suretiyle hasıl olur, Hatta iki şey
bütün vasıfları itibariyle birbirinin misli olsa da tek bir vasıfta değişik ve farklılık
gösterseler aralarında mümâselet hasıl ve sabit olmaz. Bundan dolayı Eş'arîler
der ki: Allah hayat sahibidir, âlimdir, kadirdir, işiticidir... demekten,
Allah'la insanlar arasında bir mümâseletin ve benzerliğin mevcud olması gerekmez.
Zira insanlarla Allah'ın arasında bir mümâseletin ve benzerliğin bulunması
için, istisnasız bütün vasıflan yönünden insanların Allah'ın misli olmaları
icabeder. Bu ise imkânsızdır.
Mutezileye
göre, mümâselet, en hususi bir vasıfta iştirakin bulunması suretiyle de hasıl
ve sabit olabilir.
Misâl: Araz ve hadis olduğu için değil de sırf
idrâk olduğu için bir ilim ve bilgi diğer bir ilim ve bilginin mümasili ve
dengidir. Şu halde Allah -âlimdir, diye değil de- ilmi vardır, diye vasfolunsa
insanla O'nun arasında bir mümâselet ve
benzerlik hasıl ve sabit olur. Bu
sebeple Mutezile Allah'ın zatı üzere zaid sıfatları bulunduğunu red etmiş ve:
Allah ilim sıfatına sahip olmadan âlimdir, kudret sıfatına haiz olmadan her
şeye kadirdir... diye iddia etmiştir.
Pek tabiî mümâselet
konusunda da tarafların tamamiyle aklî delilleri ve muhaliflerinin delilleri
için de karşı delilleri mevcuttur. Fakat naslarla ye akidelerle doğrudan
değil, dolaylı olarak bir münasebet ve irtibat kurulmuş olan bu ve benzeri
konularda sözü fazla uzatmakta bir yarar görmüyoruz.
Burada bazı
noktaları belirtmekte fayda görüyoruz:
1. Bu meselelerde, sürekli olarak Hanefî
fakihleri ve Maturidîler bir tarafı, Eş'arîler karşı tarafı tutmuş değillerdir.
Hemen hemen her bir meselede Eş'arî görüşüne katılan Maturidîlerden bir veya
birkaç âlim vardır. Bunun aksi de böyledir. Beyazî eserlerinde bunlara kısmen
işaret etmiştir. Bir misal:
Maturidilere
göre peygamber olmak için erkek olmak şarttır. Bir çok Eş'arî âlimi de bu
görüşü benimsemişlerdir.[36]
Şeyhzâde şöyle
der: Hanefî hocalarının cumhuruna göre mukallidin İmam sahihtir. Eş'arîlerin cumhuruna göre
sahih değildir.[37]
Görülüyor ki,
burada ekseriyete göre bir hüküm verilmektedir. Eş'arî görüşünde olan
Maturidîler bulunduğu gibi, Maturidî görüşünde olan Eş'arîler de vardır.
Maturidîlere
göre rü'yetullah sem'an ve şer'an vacib ise de aklen vacib değildir. Eş'arîler
rü'yetullah'ı aklen de vacib görürler. Fakat Fahruddin Razî Eş'arî olduğu
halde Maturidî görüşünü savunmuştur.
Pratikte bir
karışıklığa sebebiyet verme durumu olmadığı için ihtilaf konusu olan hususlarda
herhangi bir görüşü benimsemek ekseriya fazla önemli sayılmamış, tenkit ve
itiraz konusu yapılmamıştır. Fakat bu kaidenin istisnaları çoktur. Amelî
mezheplerde durum böyle değildir. Kadından peygamber olur mu olmaz mı?
konusunda Maturidîler veya Eş'arîler gibi düşünmek ve inanmak, pratikteki sonuçları
itibariyle hiç önemli değildir. Zira nasıl olsa Hz. Peygamber'den sonra bir
peygamber gelmeyeceği konusunda her iki taraf da müttefektirler.
2. İhtilaf konusu olan hususlar sadece
Maturidîlerle Eş'arileri ilgilendirmemektedir. Bir konuda Maturidîlerle
Eş'ariler ihtilaf ederlerse, bazan Maturidller Mutezile ile, Eş'arîler de
Cebriye ile birleşmektedirler. İrade-i cüz'iye, teklif-i mâlayutâk, ta'zib-i
mutî, şükr-i mün'-im ve hüsün-kubuh, konularında bu husus bütün çıplaklığı ile
ortaya çıkar. İmam Gazali “Şeriat gelmeseydi, Allah'ı tanımak ve verdisi
nimetlere karşı şükretmek insanlar üzerine vâcib olmazdı, bu konuda Mutezile
aksi kanâattedir, yani Vacib olurdu',der” demektedir.[38]
Görülüyor ki. Mutezile ile Maturidiler arasında müşterek olan bir kanâati
Gazali sadece Mutezileye nisbet etmekte, Eş'ari görüşünü de Ehl-i sünnet
görüşü olarak takdim etmekte, aslında İmam-i Azam'a ait olan bir sözü naklederken
O'nun ismine işaret etme ihtiyacını dahi duymamaktadır,
Taftazânî
şöyle diyor: “İman artar ve eksilir. Eş'arîye, Mutezile. İmam Şafiî ve daha bir
çok âlim bu kanâattadır. Ebu Hanife'ye, Hanefi fakihlerine, İmamu'l-Harameyn'e
ve daha pek çok âlime göre imanda artma ve eksilme olmaz”.[39]
Eş'arîlerden Fahruddin Razî. Amidi ve Nevevî de Ebu Hanife ile aynı
kanâattadırlar. Görülüyor ki, bu sefer de Eş'arîler Mutezile ile birleşmekte,
mesele çok daha dallı budaklı bir hal almaktadır. Bu gibi sebeplerden dolayı
ihtilaf konusu olan hususlara sadece Eş'arîlerle Maturidîleri taraf olarak
görmek yanlış ve yanıltıcı olur. Onun için ihtilaflardaki bu özelliğe daima
dikkat etmek gerekmektedir.
3. Eş'arîlerle Maturidîler arasında ihtilaf
konusu olan hususlar ekseriye te'lif edilmek istenmiştir. Bu husus imanın
artması ve eksilmesi konusunda kendisini açık olarak göstermektedir. Bir çok
mesele derinlemesine ve sıhhatli ölçüler içinde incelendiği zaman, arada
hakiki bir ihtilafın olmadığı görülür. İhtilaf kelime ve tabirlere değişik
manâlar vermekten ve tarafların birbirinin maksadını iyice kavramamalarından
doğmaktadır. Kelâm kitaplarının çoğu, bu arada Şerhu'l-akâid imanın artması ve
eksilmesi meselesindeki farklı görüşleri
bağdaştırmak ve uzlaştırmak suretiyle
itikadî ihtilafların nasıl te'lif edildiğine dair çok güzel örnekler
verirler.
4. Eş'arîlerle Maturidîler arasındaki ihtilaflı
konuların çoğunda ihtilaf tamamiyle nazarî (teorik) dir, hiç bir amelî (pratik)
yönü yoktur. Meselâ Hz. Peygamber'den sonra peygamber gelmeyeceği hususunda
bütün İslâm mezhepleri ittifak etmişlerdir. Durum bu olduğu halde, yani
erkekten bile peygamber gelmesi bahis konusu olmadığı halde kadından peygamber
gönderilmesi caiz midir, değil midir? meselesinde Eş'arîlerle Maturidîler
ihtilaf etmişlerdir. Hz. Meryem gib; bazı kadınların peygamber olduğuna inanan
Eş'arîler, konunun tamamen nazarî olmadığım örnek göstererek ispat
edebilirler. Ancak mesele bugün için tamamiyle nazaridir. Hz. Meryem'in nebiye
veya veliye olduğuna itikad edilmesi pratikte hiçbir netice meydana getirmez.
Bu konuda
daha açık misâl şudur: Allah insana gücünün yetmediği bir şeyi teklif
etmemiştir. Kur'an'da ve hadiste veya diğer semavi dinlerde bunun misali
yoktur. Bu konuda Eş'arilerle Maturidîler ittifak etmişlerdir. Fakat acaba
Allah insana gücünün yetmediği bir şeyi teklif etseydi...bu caiz olur muydu,
olmaz mıydı, hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilaf, aslında var olmayan
mesele ve mevzularla ilgili tamamiyle nazarî bir ihtilaftır.
Âhirette
Allah'ın görüleceği konusunda ittifak eden Eş'ariye ve Maturidiye, ru'yetu
İlahın sem'an ve şer'an vacib olduğu hususunda ittifak etmişler, fakat sem'an
ve şer'an caiz olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Maturidîler ikinci,
Eş'arîler birinci şıkkı tercih etmişlerdir. Yani ru'yetullah Eş'arîlere göre
aklen caizdir, Maturidîlere göre akıl bu konuda hüküm veremez. Aslında bu gibi
ihtilaflara itikad ve iman ihtilafı değil, fikir ve kanâat ayrılığı demek daha
doğru olur. Mesele böyle görüldüğü içindir ki, ru'yetullah konusunda Ebu Muîn
Nesefî Tabsiretu'l-edille'de, Pezdevî Keşfu'1-esrar'da ve Sâbunî el-Bidaye'de
kendileri Maturidî oldukları halde Eş'arî görüşüne sahip çıkmışlar ve onu
desteklemişlerdir. Buna karşılık esas itibariyle Eş'arî oldukları halde Fahruddin
Razî bu konuda Maturidî görüşünü savunmuştur. Bu gibi ihtilaflar, ameli ve
tatbikî neticeler meydana getirmeyen nazarî ve fikrî ihtilaf olduğu için
Eş'arîlerle Maturidîler arasında fikir ve kanâat mübadelesi eksik olmamıştır.
Fıkıh konularında telfike şiddetle karşı çıkanlar bile Eş'arî - Maturidî
akaidinin karışımından ibaret olan Şerhu'l-Akâid'i ve benzeri eserleri, hatta
tamamiyle Eş'arî olan Akaidu Adudiye ve şerhleri gibi kitapları okumakta ve
okutmakta bir sakınca görmemişlerdir. Bu durumdan İslâm düşüncesi zarar değil,
fayda görmüştür. Fakat ihtilaflar delilleriyle bilindikten sonra serbestçe
tercihler yapılsaydı, şüphesiz ki daha faydalı olurdu. Ama tartışmalar
ekseriya böyle olmamış, çok dar çerçevede kalan kısır çekişmelerden ibaret kalmıştır.
5. İtikadî mezhepler ve felsefî cereyanlar
arasında Eş'arîlerle Maturidîlerin işgal ettikleri yer şöyle tesbit edilir:
“Felsefenin önünde Mutezile, Mutezilenin önünde Eş'ariye vardır.'Mutezile,
felsefe ile Eş'arîye arasında, Eş'arîye de Mutezile ile Selefiye arasındadır.
Eski Eş'arüer Selefiyeye, sonrakiler felsefeye daha yakındır”.[40]
“Maturidiye Selefiye ile Eş'arîye arasındadır. Eş'arîyeden ziyade Selefiyeye
yakındır”.[41] Bu duruma göre Mutezile
ile Selefiye arasında Eş'arîye, Eş'arîye ile Selefiye arasında da Maturidîye
yer almaktadır. Bu husus iki bakımdan doğrudur:
a) Maturidîler “yedullah, vechullah, istiva”
gibi tabirleri te'vil etmedikleri
halde, Cüveynî'den itibaren Eş'arîler bu gibi ifadeleri te'vil etmişlerdir.
Bundan daha önemlisi, Eş'arîler Allah'ın fiili sıfatlarını te'vil ettikleri ve
tekvini bir sıfat olarak kabul etmedikleri halde Maturidîler Allah'ın fiilî
sıfatlarını ve tekvini kabul ederler. Bu gibi şeyleri te'vil etmezler.
b) Eş'arîler, nazarî, nıücerred ve felsefî konulara fazla daldıkları halde Maturidîler bu hususlara çok daha az
girmişlerdir. Onun içindir ki, bir Maturidî kelâmının varlığı bile kabul
edilmemiştir.
İşte bu gibi
sebeplerden dolayı Maturidîye akaidi Selefiye hareketine çok cazib
görünmüştür. Eş'arîlere fazla muhalif olan Selefîler Maturidüere yakın bir
alaka duyarlar.
Diğer
taraftan irâde, kaza, kader, hüsün, kubuh, teklif-i mâlâyutâk, hikmet, illet,
kudret ve Allah'ı aklen bulma ve bilmenin vacib olması gibi temel konularda
Maturidîler, Eş'arüerden çok Mutezileye yakındırlar. Hatta bu meselelerde
Mutezile'ye çok yaklaşır, bazan da onunla kaynaşırlar. Aslında bu gibi
konularda bile Maturidîyenin Eş'arîlerden çok İbn Teymiye ve İbn Kayyım gibi
Selefîlere daha yakın oldukları rahatlıkla söylenebilir. Muhammed Abduh ve
O'nu takib edenlerin Maturidî akaidine ilgi duymaları ve üzerinde durmaları
bundan ileri gelmektedir.
“Eş'arî,
Ebu.Ali Cübbaî'nin çeşmesinden içmiştir”,”Eş'arüer Mutezile ile aynı
meşrebdendir”, “Eş'arîler Mutezilenin hünsalarıdır” (yani bir kimsenin Eş'ari
mi yoksa Mutezile mi olduğu kolay kolay belli olmaz, Eş'arüer Mutezilenin
bozuntusu veya dişisidir) sözlerine rağmen bazı temel konularda Eş'arîlere
karşı Mutezile, Maturidîye ve Selefiye birleşmişlerdir. Kâinattaki sebep-netice
(determinizm, icabiye) fikrine Cebriyeden sonra Eş'arîler kadar yabancı ve uzak
kalmış başka bir mezhep yoktur. Mutasavvıfların ekseriya Eş'arî olmalarının
bir sebebi de budur.
6. Eş'arîlerle Maturidîler arasındaki
ihtilaflar acaba manevî midir, yoksa lafzî midir? Başka bir tabirle bu
ihtilafların İslâmdaki Önemi ve değeri nedir? İslâm nazarında bu ihtilaflar
büyük ve ehemmiyetli midir yoksa küçük ve basit midir?
Bu sorulara
çok farklı cevaplar verilmiştir. Bu ihtilafların büyük, önemli ve esaslı
gösterilmesi halinde, Maturidîlerle Mutezile arasında veya Eş'arîlerle
Mutezile arasında fark kalmıyacağını sezenler, bu iki mezhep arasındaki
farkları küçük, basit ve Önemsiz göstermişler, böylece Maturidîlerle Eş'arileri
yekdiğerine yaklaştırarak Ehl-i sünnet adı altında toplarken Mutezile, Şia,
Hariciler... gibi İslâm mezhepleriyle Sünnî mezhepleri arasındaki farkı
büyütmüşlerdir. Maturidîlikle Eş'ariliği bağdaştırırken, bu iki mezhebin diğer
mezheplerle uzlaşmasına engel olmak için ya aşılması imkânsız kaim ve yüksek
duvarlar inşa etmişler veya geçilmesi mümkün olmayan uçurumlar meydana
getirmişlerdir.
Diğer bazı
âlimler ise baklayı ağızlarından çıkararak gerçeği olduğu gibi söylemişler,
taraf tutma ve grup kayırma gibi bir endişe ile hareket etmemişlerdir. Mezhep
mutaassıbları ise bu gibi yorum ve açıklamalara bakarak, kendi mezheplerinin
dışında kalan herkesi bir ve aynı hükümde tutmuşlardır. Şimdi bu hususu
örneklerle izah edelim:[42]
Eş'arîlerle
Maturidîler arasındaki ihtilaflı konuları uzlaştırmak ve bağdaştırmaktan
(te'lif ve tevfik'ten, yani yekdiğerine muvafık ve mutabık hale getirmekten,
mutearız ve mütenakız bir durumu önlemekten) yana olanlar, bir taraftan bu
ihtilafların sayısını azaltırken, diğer taraftan da bu nevi anlaşmazlıkları
basit ve lafzî ihtilaf şeklinde değerlendirirler.
Taceddin
Şübkî şöyle der: “Tahavî ile Eş'arî arasında sâdece onüç konuda ihtilaf
vardır... Eş'arîlerle Hanefîler ve Maturidîler arasındaki ihtilaflı konular
onüçden ibarettir. Bu onüç meselenin yedi tanesi lafzî bir ihtilaftır. Sadece
altı tanesi manâ ile ilgilidir. Bu onüç meselede bir kimsenin başka bir kimseye
muhalefet etmesine, haddizatında muhalefet bile denilmez. Zira bu meselelerde
bir müslümanın öbürüne muhalefet etmesi kâfir veya sapık veyahut da bid'atcı
olmayı gerektirmez. Aslında bu onüç meselenin bile Ebu Hanife'ye aidiyeti kesin
ve sabit değildir”.[43]
Beyazı,
ihtilaf konusu olan meseleleri 50 olarak kaydettikten sonra,”Bunlar
teferruatla ilgili ihtilaflardır, Hanefîlerin cumhuru tarafından kabul edilen
bu meselelere Eş'arilerin cumhuru-hepsi değil- muhalefet etmişlerdir”, der.[44]
Ahmed Asım,
“Zikrolunan ihtilafların ekserisi birbirine racidir, çoğu lafzi bir
münazaadır”, der.[45]
Gazali'nin İhya'sına on cildlik bir şerh yazmış olan Zebidî, dikkate değer şu bilgiyi verir: “İnsan fiilinin yaratıcısıdır, derseniz, bu Mutezile'nin mezhebi olur. insanın fiilini Allah yaratır, derseniz bu da Cebircilik olur. Bu iki görüşün ortasında bir yol takib etmek gerekir. İkisi arasındaki bu yola Maturidüer ihtiyar, Eş'arüer kesb adını veriyorlar. İhtiyar ve kesb ile anlatılmak istenen manâ bir ve aynıdır. Fakat bu manâyı anlatmak için Maturidî ihtiyar, Eş'-arî kesb kelimesini kullanmayı tercih etmiştir. Fakat Bakillanî'nin İmamu'l-Harameyn'in ve Gazalî'nin bu konudaki görüşleri Mutezileye oldukça yakındır”[46] “Eş'arîlerle Maturidüer arasında bazı itikadı meselelerde ihtilaf varsa da bunlar cüzî ve fer'î konularla ilgilidir. İhtilaf ettikleri meselelerin çoğunda aralarım te'lif etmek mümkündür. Bu sebeple Eş'arîye tabiri bazan Ehî-i sünnet muradifi ve Ehl-i bid'at mukabili olarak kullanılır ve bu suretle ta'ğlib yolu ile Maturidîleri de şümulüne alır”[47],
Görülüyor ki,
ihtilaflı konuların başında gelen irâde, kudret ve yaratma fiili konusunda,
Zebidi'ye göre Eş'arî ile Maturidî aynı şeyi düşünmekte, fakat fikirlerini
değişik terimlerle anlatmaktadırlar. Manâ bir, sadece lafız farklıdır.[48]
Maturidîlik
ile Eş'arüik arasındaki ihtilaflı meseleleri uzlaştırmak ve bağdaştırmak
istemeyenler bir taraftan ihtilaflı konuların sayısını artırırlar. Hadimi
Tarikat-ı Muhammediye şerhi'nde bu ihtilafları 73'e çıkarmıştır. Diğer
taraftan ihtilafa konu olan meseleler arasındaki farkı büyük ve önemli
gösterirler. Mustafa Sabrı diyor ki:
“Maturidüer
insan irâdesinin Allah'ın irâdesine tabi olduğunu inkâr ederek, Allah'ın
irâdesinin insan irâdesine tabi olduğunu iddia ediyorlar. “Düzenli bir âdet ve
kaide olarak Allah kulların fiillerini irâdelerine uygun biçimde yaratır”,
demeleri bunu gösterir. Biz bu görüşü Tahte sultani’l-kader isimli eserimizde
tenkit ettik. Bu mezhebin tefviz konusunda Mutezileden daha aşırı ve şiddetli
olduğunu gördük. Zira Maturidîlere göre Allah'ın irâdesi tabi, insanınki metbu
olmaktadır.
“Maturidîler,
insan fiili irâde-i cüziye ile müstakillen meydana gelir, îrâde-i cüziye Allah
tarafından yaratılmamıştır. Zira mevcud değildir, derler. Şimdi bakınız,
insanın, fiiline yönelik irâdesi, fiildeki istiklâli artmasın, diye nasıl
küçültülmekte... îrâde-i cüziye (küçücük irâde, ufacık irâde) denilmek
suretiyle, doğru olmayan bir biçimde küçük görülmekte, sonra da, düzenli bir
şekilde Allah'ın halk etme fiilini celb etme gibi en büyük tesir bu irâdeye
isnad edilmektedir. Adeta irâde-i cüziye fiillerin hâliki şeklinde ortaya
çıkmaktadır. Hatta Mutezile, dâiye denilen ve Allah tarafından yaratılan bir
arzu ve istekle insan irâdesinin her zaman dilediğini yapamayacağını söylemek
suretiyle kulun irâdesine Maturidüer kadar istiklâl ve serbesti vermemektedir.
Onun için Tahte sultani'I-kader isimli eserimde söyledim. Şimdi de söylüyorum:
Maturidî mezhebinde insan irâdesine, Mutezile mezhebinden daha fazla hürriyet
verilmektedir.
“Maturidî
mezhebinin insan irâdesine verdiği serbestîliği Mutezile mezhebi vermemiştir.
Biz, İslâmın önem verdiği ve reddedeni kötülediği kadere inanıyoruz. Cüzî
irâdesinde hür ve insan irâdesine tabi olan, Maturidî mezhebindeki ilahî irâde
anlayışına ve kadere değer vermiyoruz. Biz cebir inancım, Mutezilenin itizaline
de, ondan daha şiddetli ve katı olan Maturidîlerin itizaline de tercih
ediyoruz. Maturidî mezhebine tefviz mezhebi demek, Mutezile mezhebinden daha
Çok layıktır”[49]
Son Osmanlı
şeyhülislâmı Mustafa Sabri eskiden Maturidî iken mezhep değiştirmiş ve Eş'arî
olmuştur. Türkiye'den ayrıldıktan sonra Arapça olarak yazdığı Tahte
sultanil-kader ve Mevkıfu'I-akl... (4 cild) isimli eserleri neşredilmiştir.
Kendisini kelâm sahasında -her ne kadar bazan eski âlimler karşısında eğiliyor
ve küçülüyorsa da- yetkili ve hatta müctehid olarak gören bu zatın fikirlerinde
doğruluk Payı vardır. “Mutezile mezhebi Maturidîlik ismi altında sürekli olarak
yaşamıştır”, diye bir not koyması oldukça dikkat çekicidir.
Görülüyor ki,
İbn Sübkî ve Zebidî'nin basit gördüğü ihtilaf konusu olan bir husus Mustafa Sabri
tarafından oldukça büyütülmüştür. Bu nevi misalleri çoğaltmak mümkündür. Bu
duruma göre, “Mutezile, insan fiilinin halikıdır”, sözü ile birden çok ilah
kabul etmektedir, şeklindeki suçlama manâsız kalmaktadır veya bu konuda Mutezileye
yapılan hücumun daha ağırını Maturidîîere yöneltmek gerekmektedir. Zaten
Mustafa Sabri de bunu yapmıştır. Sırf irâde anlayışı ve insan fiili
konusundaki anlayışları dikkate alınarak rivayet edilen, “Kaderiye, yani
Mutezile bu ümmetin Mecusileridir”, mealinde olup mevsukiyeti ve sıhhati
şübheli olan hadis üzerinde de bu bakımdan düşünmek gerekmektedir.
Aslında
meselenin esası şudur: Muhammed Abduh ve onu takib edenler, Eş'arüiğin kader ve
irâde anlayışını İslâm cemiyetinin geri kalış sebeplerinden biri olarak görmekte,
bunun için Matüridîlerin kader ve irâde anlayışına yönelmekte idiler. Mustafa
Sabri'nin fikirleri bu harekete gösterilen bir tepkiden başka bir şey
değildir. Fakat içinde büyük hakikat payı vardır.[50]
Eş'arîlikle
Maturidilik arasındaki görüş ayrılıkları bazan teklif ölçüsüne bile ulaşmıştır.
İmam Kerderî'nin Feteva'sında Muhammed b. Fazl'ın şöyle dediğinden bahsedilin
“İman mahlûktur, diyenin ardında namaz kılmak caiz değildir. Hanefî hocalar
Buhara'da ittifak ettiler ki, îman mahlûk değildir, mahlûktur diyen kâfirdir.
Bu yüzden en büyük hadis âlimi İmam Buharî memleketinden kovulmuştur”. (iman
Eş'arilere göre mahlûk, Maturidîîere göre gayr-ı mahlûktur),[51]
Tuğrul Bey'in veziri Amidülmülk Kündürî zamanında Eş'arilere minberlerden
la'net okunması bu konudaki hatıraların en acı olanıdır.
Âyetlerde ve
sahih hadislerde açık ve kesin şekilde ifade edilmeyen, sahabe ve tabiûn
zamanında üzerinde durulmayan, hatta ne olduğu bilinmeyen bahis konusu
ihtilafları itikad ve iman konusu olarak değil, fikir ve kanâat meselesi
olarak görmek ve değerlendirmek daha doğru olur. Aksi takdirde bu gibi
mevzularda değişik düşüncelere sahib olanların yekdiğerini bid'atcı veya sapık
veyahut da kâfir olarak görmeleri ve itham etmeleri işten bile değildir. Fikir
ve inanç tarihi bize örnek teşkil edecek misâllerle doludur.
İmam Gazali,
itikadı mezhepler arasındaki farklar konusunda dikkate değer bilgiler verir:
“Söz, fiil ve akideler konusunda halk bir şeyi benimserken veya reddederken,
kendilerine önceden öğretilen ve telkin edilen fikirlere ve inançlara bağlı
kalır. Onları, bu gibi evhama tabi olmaktan vazgeçirmek mümkün olmaz.
“Saf akla
tabi olmaya, Allah'ın kendilerine hakkı hak olarak gösterdiği ve ona tabi olma
gücünü verdiği Hakk dostlarından başkası güç yetiremez. Eğer itikadı konularda
bunu tecrübe etmek isterseniz, şöyle yapınız; Avamdan olan bir Mutezile
mezhebi mensubuna bir meseleyi makul ve açık olarak anlatınız. Göreceksiniz,
anlattığınız şeyi derhal kabul edecektir. Sonra bu zata deyiniz ki: Kabul ettiğin
mesele Mutezilenin değil, Eş'arüerin görüşü ve akîdesidir. O zaman
göreceksiniz, bu zat evvelce kabul ettiği meseleyi reddedecek, onu kabul
etmekten vazgeçecek ve kaçınacaktır. Biraz evvel kabul ve tasdik ettiği bir
meseleyi az sonra red ve tekzib edecektir. Bunun sebebi, küçüklüğünden beri
Eş'ariler hakkında su-i zan sahibi olma hususunun ruhuna yerleşmiş, kalbine ve
zihnine kök salmış olmasıdır.
“Aynı şekilde
avamdan olan bir Eş'ariye makul bir hususu anlatınız. Göreceksiniz bunu hemen
kabul edecektir. Sonra bu şahsa deyiniz ki: Kabul ettiğiniz bu görüş ve akîde
Mutezile mezhebine aittir. Göreceksiniz. tasdik ettiği bir hususu bu sefer
tekzib edecek ve bu sözü kabul etmekten kaçınacaktır.
“Bu sadece
avamın ve halkın huyu ve âdetidir, demiyorum. Benim gördüğüm, âlim ismini
alanların çoğunun huyu ve âdeti de budur. Âlim geçmen bu kişiler esas
itibariyle taklidçilik bakımından avamdan ayrılmış değillerdir. Avam ve halk
bir mezhebi delile bakmadan taklid ederler, âlim geçinenler ise buna ilâve
olarak mezhebin dayandığı delilleri de taklid ederler. Bunlar hak olanı
araştırmazlar. Taklid ve görenek yolu ile hak diye benimsedikleri akideleri
desteklemek ve delillendirmek için çare arar ve araştırmalar yaparlar.
Kendilerine göre, inançlarını destekleyen bir şeye tesadüf ettiler mi, delil
bulduk, kanâatimizi sağlam delillerle ispatladık derler. Mezheplerinin zayıf
olduğunu ortaya koyan bir şeye rastladılar mı, (kendilerinden şüphe ederek)
bize şüphe ârız oldu, tereddüd hasıl oldu, derler. Taklid yolu ile
derledikleri ve edindikleri akideleri asla terketmezler. Taklid yolu ile sahip
oldukları akidelerine aykırı düşen her şeye şüphe ve tereddüd, uygun düşene ise
delil adını verirler.
“Hak olan bu
değil, bunun zıddıdır. O da şudur: Esas itibariyle hiç bîr akideyi
benimsemiyeceksin. Delile bakacaksın, delilin gereğine ve gösterdiği şeye hak,
zıddına bâtıl adını vereceksin”[52] .
Gazali'nin bu
sözleri çok doğrudur. Eş'arîlere veya Mutezileye ait olan bazı meseleleri,
tamamına yakın bir kısmı Maturidî olan Anadolu halkına, hocalarına, ve hatta
âlimlerine makul, mantıkî, inandırıcı ve açık bir şekilde anlatınız. En azından
kimse buna itiraz etmez. Hatta anlattığınız fikirlerin Bakillanî'ye veya Kadı
Abdülcebbar'a ait olduğunu da söyleyiniz. Yine kimse ses çıkarmaz. Çünkü
birinci zatın Eş'arî, ikincisinin Mutezile âlimi olduğunu bilmezler. Sonra
anlattığınız şeyin Maturidî mezhebine aykırı olduğunu söyleyiniz, işte kıyamet
o zaman kopar.
“Ben Maturidî
mezhebindenim”, diyen nice hocalara, “Bir mesele ortaya getiriniz ki, o
meselede Eş'arîler, Mutezile, Şia ve Haricîler ayrı, Maturidîler daha başka
türlü düşünmüş olsunlar da siz de bu görüşler arasında Maturidî görüşünü
tercih etmiş olasınız”, deyiniz. Göreceksiniz böyle bir mesele ortaya
koyamayacaklardır.[53]
İzmirli, İbn
Teymiye'den mülhem olarak Selefiye mezhebini anlatırken şöyle diyor: “Matlub
olan sadece şer'î irâdedir. Allah'ın sevdiği, razı olduğu ve onun maksadı
uğrundaki râde, Resul-i Ekrem'in getirdiği irâde taleb olunur, istenir. Ancak
Cenab-ı Hakk'a olan ibadeti irâde maksûd olur.
“İrâdenin
medarı ancak bir tek olan Allah'a ibadeti, meşru şekilde ibadeti dilemek
üzeredir.”
“Mutasavvıfa
mutlak olarak irâdeyi iltizam etmekle Selefiyeden ayrılmış olur. Bundan dolayı
tasavvuf yolunda gayr-i mesnûn irâde, bid'at olan ibadetler bulunur. Nitekim
kelâmcılar yolunda bid'at olan itikadlar bulunur” [54].
Bu sözün açık
manâsı; kelâmcılar Hz. Peygamber ve sahabe zamanında mevcut olmayan birtakım
dini akideler meydana getirmişler, bu akidelere önce kendileri inanmışlar,
sonra çevrelerindeki insanları ve takibcilerini inandırmışlar, daha sonra bu
nevi akidelere inanmayan müslümanları, yerine ve zamanına göre bid'atcı, sapık
ve hatta kâfir olmakla itham etmişlerdir. Nitekim mutasavvıflar da aynı işi
akîde sahasında fakat daha ziyade amel ve ibadet alanında yapmışlardır. Biz
burada tasavvufu bir tarafa bırakarak kelâmın bu konudaki görüşünü açık ve
kesin bir şekilde ortaya koyalım.
İmamul-Harameyn
Ebu'l-Meâli b. Cüveynî ve O'na uyanlar,' “Cevher-i ferdi ve temâsül-i ecsâmı
red ve inkâr etmek mülhidlerin ve zındıkların sözüdür”, diyorlardı. Çünkü
âlemin hudûsu hakkında kabul ettikleri delili dinin aslı sayıyorlardı. în'
ikas-ı edille esasının gereği, bu delilin iptaline sebep olacak bir söz mülhid
sözü olacaktır[55].
Kelâmcılar
in'ikas-i edilleyi kabul etmişlerdi. Bakillanî, bu delilleri, iman akideleri
hükmünde tutmakla, bu delillerin çürütülmesi-ni imanla ilgili akidelerin
çürütülmesi hükmündedir, kanâatma varmıştı[56] .
Bunun manâsı
şudur: Allah'ın var ve bir olduğunu kabul etmek için daha Önce cevher-i ferd,
temasül-i ecsam, hudûs-i âlem, cisimlerin arazdan hâli olamayacağı... vs. gibi
delillerin kabul edilmesi gerekir. Allah'ın var ve bir olduğunu ispata yarayan
bu gibi delillerin red ve inkâr edilmesi, bu delillerin medlulü olan Allah'ın
var ve bir olduğu davasının da red ve inkâr edilmesi manâsına gelir. Bu ise
küfrü gerektirir. İşte bu sonucu doğuran in'ikasi edilleyi, gerçi Gazalî saçma
bulmuş ve şu gibi mülâhazalarla reddetmişti: “Delilin bâtıl ve yanlış
olmasından, medlulün de bâtıl ve yanlış olması gerekmez. Bir şeyin var olduğunu
biliriz de henüz onun deliline sahip olamayız, ilerde bunun delilini de
buluruz, önceden bilinmeyen nice gerçekler vardır ki, sonradan bilinir ve
delille ispat edilir hale gelmiştir”. Gazalî'nin bu konudaki isabetli ve haklı
fikirlerine rağmen kelâmcılar eski alışkanlıklarım kolay kolay terketmemişler,
Allah'ın var ve bir olduğunu kendi delilleriyle kabul etmeye herkesi mecbur
tutmuşlar, buna uymayanları sapık ve kâfir olmakla suçlamışlardı.
İn'ikas-i
edille ve onun ortaya koyduğu zihniyet, bütün muhzurlariyle birlikte kelâmda
varlığını devam ettirmiş ve çok zararlı neticeler meydana getirmişti. Selefiye
ile Sûfiye hareketine bağlı kabanlar sürekli olarak kelâmcılara şu sorulan
sormuşlardı: Biz, Allah'ın var ve bir olduğunu, bütün kemâl sıfatlarına sahip,
eksik sıfatlardan münezzeh olduğunu kabul ediyor ve buna itikad ediyoruz. Fakat
bu hususları sizin delillerinize göre kabul ve iman etmeye mecbur muyuz? İlle
de sizin nazar, kıyas ve istidlal tarzını benimsemek zorunda mıyız? Hz.
Peygamber ve sahabe zamanında araz, cevher, hudûs... vs. gibi şeyler biliniyor
mu idi? Bunları bilmemenin onlara ne zararı dokundu? Nazar ve istidlale dayanan
siz kelâmcıların imanı ve itikadı, sanki sahabe ve tabiûnunkinden daha sağlam
ve daha mükemmel midir? Kelâm ilmini bilmediği için sahabe ve tabiûn, dinî
yönden ne kaybetmişlerdir? Siz kelâm bildiğiniz için ne kazandınız?
Bu gibi
sorulara kelâmcılar hiç bir zaman inandırıcı ve doyurucu cevap
verememişlerdir. Âyet ve sahih hadislerde yer almayan, ilk üç nesil tarafından
bilinmeyen birtakım düşünce ve görüşlerin kelâmcılar tarafından nasıl
akideleştirildiği ve dinî bir mesele haline getirildiğini daha iyi görebilmek
için meşhur kelâm âlimi Abdulkahir Bağdadî'nin, Ehl-i sünnetin özelliği olarak
anlattığı bir iki mesele üzerinde duralım: “Ehl-i sünnet uleması arz'ın vukuf
ve sükûn halinde olduğu, sadece zelzele gibi geçici ve iğreti sebeplerle
hareket haline geçtiği hususunda icma ve ittifak etmişlerdir. Dehriye ise bunun
aksini iddia etmiştir” [57].
Arzın hareket
halinde olmayıp sükûn halinde olduğu hususunun, bütün Sünnilerin müşterek
kanâati ve inancı olarak takdim edilmesi son derece yanlış ve zararlı olmuştur.
Sırf materyalistler, demek olan Dehriyyeye muhalefet etmek için, onların
söyledikleri sözlerin aksini iddia etmek çok sakıncalıdır.
“Ehl-i
sünnet, arazların cinsleri değişiktir, diye ittifak etmişler,arazların hepsi
bir cinstir ve bütün arazlar hareketlerdir' diyen Mutezile âlimi Nazzam'ı, bu
kanâatından dolayı kâfir saymışlardır” [58].
Arazlar ayrı
ayrı cinslerdendir, hükmünün dinle ilgisi nedir? Bu konuda âyet ve hadis
bulunmadığına göre Nazzam'a nasıl kâfir denilebilir?
Gazalî'nin de
dediği gibi, cenneti bir avuç kelâmcıya hasrederek müslümanları tekfirde aşırı
giden bazı kelâmcılar, aslında geniş olan Allah'ın rahmetini insanlar için
daraltmışlardır.
Kelâmın, Hz.
Peygamber ve sahabe zamanında mevcut olmayan akideler meydana getirme
özelliğine daima dikkat etmek gerekmektedir, Aslında kelâm, naslarda var
olmayan akideler meydana getiren bir ilim değildir. Kelâmın gayesi ve görevi,
esasen naslarda mevcud olan açık ve kesin hükümleri ve akideleri aklî, mantıkî
ve ilmî delillerle savunmak, zaman değişip ilimler ilerledikçe delilleri yenilemek
ve geliştirmektir. Fakat ekseriya kelâmda delil medlul ile, vasıta gaye ile
eşdeğer tutulmuş, hatta bazen delile ve vasıtaya, medlulden ve gayeden daha
çok ehemmiyet verilmiş, böylece sonu gelmeyen mezhep ihtilaflarına ve kısır
çekişmelere sebebiyet verilmiştir. Şerhu'l-Akâid'de bunun birçok örneğini
bulmak mümkündür. Biz yeri geldikçe bu nevi hususların bazılarına işaret ettik.[59]
Ebu Hafs
Necmüddin Ömer b. Muhammed Nesefî (öl. 537/1142) Metnu'l-akâid veya
Akâidu'n-Nesefiyye (Dini ve İslâmî akideler risalesi) diye meşhur olan üç
sayfalık küçücük bir risalenin müellifidir. Aslında Nesefi fıkıh, tefsir,
edebiyat, usûl, lügat, nahiv ve tarih âlimidir. Kelâm konusunda ne derece geniş
malumata sahip olduğuna dair elimizde herhangi bir delil mevcut değildir.
Keşfu'z-zunûn'da
Katip Çelebi Metnu'l-akâid'in, Ebu Muin Nesefî (öl. 508/1114) ye ait Tabsıretu'l-edille
isimli eserin bir fihristi gibi olduğunu, çok haklı olarak ifade eder.
Tabsire'ye bakıp Metnu'l-akâid gibi bir özet çıkarmak fazla kelâm ve akâid
bilgisine ihtiyaç göstermez. Bu herkesin yapabileceği bir iştir. Onun için
Metnu'l akâid'e bakarak Ömer Nesefî'nin kelâm ve akâid ilmi konusundaki bilgisi
hakkında bir hüküm vermek doğru olmaz.
Diğer
taraftan Ömer Nesefi'nin kelâma dair başka eseri bulunmadığım ileri sürerek
Metnu'I-akâid'in Burhaneddin Nesefi'ye (öl. 687/İ289) ait olabileceğini ileri
sürmek de doğru görünmektedir. Zira bu nevi küçük bir risalenin yazılması ve
hele bu konuda Tabsire'ye istinad edilmesi, o kadar fazla kelâm ve akâid
bilgisine ihtiyaç göstermez. Tersine, ekseriya, delillerden tecrid edilmiş bu
nevi küçük risâlecikler bu saha ile fazla uğraşmamış kimseler tarafından yazılır.
Metnu'l-akâid, aslında küçük ve basit bir ilmihal kitabı olmanın ötesinde hiç
bir fikrî ve ilmî yenilik ve değişiklik getirmemiştir. Muhtevasını teşkil eden
konulardan hiç biri yeni ve orijinal değildir. Avamı tarzda yazılan bu eserin
büyük önemi ve hiç bir şekilde küçümsenemiyecek olan değeri, yazıldığı tarihten
itibaren bütün îslâm dünyasında muazzam bir rağbet ve alâka görmesinden ve bu
şöhretin medrese mensuplarının inanç ve fikir yapılarına şekil verme derecesine
ulaşmış olmasındandır. Hatta bu küçük risale 1843'ten itibaren Avrupa'da da
tanınmaya başlamıştır [60].
Hiç şüphe yok
ki, Nesefî akaidi bu şöhretini Taftazânî'nİn, Şerhu'I-Akâid diye tanınan
eserine ve şerhine borçludur. Eğer bu şerh olmasaydı, bu risale bu kadar çok
alâkaya ve rağbete mazhar olmazdı. Aslında Nesefî'nin risalesi, sırf
Şerhu'l-Akâid'in hatırı için okunmuştur. Bu küçük metnin, manzum hale
getirildiği bilinmekte ise de, başka bir şerhinin bulunduğu konusunda
kaynaklarda malumat bulunmamaktadır [61].
Aklî ve naklî
delillerden tecrid edilmesi, itikadî konuların kısa fakat açık ve seçik
cümlelerle gayet veciz ve beliğ bir şekilde ifade edilmesi
Akâidu'n-Nesefîye'nin başlıca özelliğini teşkil eder.
Çeşitli
ilimlere dair binlerce sayfa tutan eserler yazan bir müellifin, bu
eserlerinden çok üç sayfalık küçücük bir risale ile meşhur olması dikkat çeken
bir husustur [62]. Ömer Nesefî'nin Kitab fî
be-yâni mezahibi'l-mutasavvıfa isimli eseri (Bk. GAL, I, 758) ehemmiyetinden
dolayı tercüme edilerek Ta'arruf tercümesinin sonuna eklenmiştir (Doğuş
devrinde tasavvuf, İst. 1979).
Nesefî bu
küçük risalesinde bilhassa şeriat dışı tarikatlar ve tasavvuf! hareketler
hakkında kıymetli bilgiler verir. Ebu Muin Nesefi'nin Bahru'l-kelâm isimli akaide
dair eserinin sonunda da hemen hemen bu risaledeki fikirler tekrar edilir.
Bahru'l-kelâm'da “mutakâşife” adı verilen mutasavvıfaya sık sık çatılır ve
böylece kelâmı bir vazife yapılmış olur. (GAL.'de Nesefî'ye ait 14 eser ismi
kaydedilmiştir) .
Melamî Şeyhi
Seyyid Muhammed Nuru'l-Arabi (Arab Hoca) ikindi namazından sonra müridlerine
Metnul-akâid'i okur, tercüme eder ve kısaca izah ederdi. Bu takrirler
İstrumcalı Şahkuloszâde Ömer Efendi tarafından derlenmiş ve Manzume-i efkar
matbaasında basılmıştır. 30 sayfa kadar küçük boyda bir risaledir.
Zirikli,
el-A'Iâm'da (c.III,258) Mercânî'nin (öl.1306/1889) Şerhu Akâidü'n-Nesefi isimli
bir eseri bulunduğundan bahseder.[63]
Sa'düddin
Mesud b. Ömer (öl. 797/1395) Şerhu'I-Akâid diye meşhur olan eserin
müellifidir. Meşhur kelâm âlimi îcî'nin talebesi olduğu söylenir. Horasan'da
Nasa yakınında büyük bir kasaba olan Taftazan'da 722/1322 de doğmuş, 792 veya
793 veyahut da 797 de Serahs'ta vefat etmiştir. Taftazânî aslında Şafii ve
Eş'arîdir, Fakat İbn Nüceym ve Ali Kari gibi bazı âlimler O'nu Hanefi
göstermişlerdir. Bunun sebebi Taftazâni'nin hem Şafiî, hem de Hanefî fıkhına
dair eser yazmış olmasıdır.
Nizamülmülk'ün
458/1066 da resmî devlet müesseseleri şeklinde yeni bir tarzda
teşkilatlandırdığı medreselerde en çok Taftazânî'nin eserleri okunmuş, medrese
zihniyetinin teşekkülünde ve asırlar boyunca devam etmesinde birinci derecede
rol oynamıştır. Denebilir ki, medresenin ve medrese zihniyetinin hocası
Taftazânî'dir. Medrese, Taftazânî'den evvelki âlimlere o kadar ilgi duymamış,
rağbet etmemiştir.
Dilbilgisine
dair Şerhu't-Tasrifi'1-İzzî (İst. 1253/1837), belagata dair el-Mutavvel (İst.
1260/1844), Muhtasara'I-meânî (İst. 1301/1883), mantıka dair
Şerhu'r-risâîeti'ş-şemsiyye (Leknov, 1905), Tehzibu'I-mantık ve'I-kelâm
(Kalküta, 1243/1827, yarısı mantık, yarısı kelâmdır), fıkıh usûlüne dair
et-Telvih (Delhi, 1267/1850) isimli eserleri bütün İslâm dünyasında asırlar
boyu okunmuş ve her tarafta defalarca basılmıştır (Bk. GAL, II. 215; Suppl,
II. 301, 302, İslâm ansiklopedisi, “Teftazânî” maddesi).
Mehmed Ali
Aynî, “Sa'düddin Taftazânî Islâmî ilimler için yeni bir devir açmıştır. Bu
sebeple kendisinden evvelki âlimlere mütekaddimîn, kendisinden sonra
geleneklere de müteahhirîn ismi verilmişti... Taftazânî, Timur ile birlikte
Anadolu'ya gelmiş, bizim âlimlerle görüşerek hepsini mağlub etmiş olduğundan
O'nun te'lifatı medrese tedrisatında esas kabul edilmişti”[64] demektedir.
Kelâmda
müteahhirîn dönemi Gazali ile başlar. Diğer ilimler için de ayrı ayrı şahıslar
ve tarihler mütekaddimîn müteahhirin sınırım teşkil ederler." Fakat bütün
İslâmi ilimler nazar-ı itibara alınırsa, Taftazânî'den önceki İslâm âlimlerine
mütekaddirain, sonrakilere muteahhirîn adı verilmektedir.
Taftazânî ile İslâm fikir ve ilim hayatının
bir dönemi kapanmış, başka bir dönemi açılmıştır. İslâm düşüncesi S.Şerif
Cürcânî ve Taftazânî ile kelâm sahasında son sözünü söylemiştir. Artık sonradan
gelenler devamlı surette bu iki zata derin bir hayranlık, sonsuz bir hürmet
duymuşlar, sarsılmaz ve koparılmaz bağlarla onlara merbut kalmışlardır.
Taftazânî'ye kadar, bazan hızlı, bazan ağır
ağır ilerleyen ve yükselen hareket halindeki İslâm düşüncesi, ondan sonra
dinamizmini, ilerleme kabiliyetini ve yükselme istidadını tamamen kaybederek
durgun bir hale ve donuk bir vaziyete girmiştir. Taftazânî'den sonra İslâm'daki
ilim ve fikir hareketi iç açıcı ve gönül ferahlatıcı değildir. İftihar edilecek
bir vaziyette olmaktan ziyade ibret ve ders alınacak bir haldedir.
Aslında, o kadar çok hayranlık ve hürmet
duyulmuş olmasına rağmen Taftazânî ile Cürcânî'de bile yeni ve ileri düşünceler
yoktur. Eskinin bir tekrarından ve özetinden ibarettir. Felsefeye doğru daha
rahat bir açılış durumunun mevcut olduğunu da buna eklemeliyiz. Fakat Taftazânî
ile Cürcânî'yi takib edenler felsefe bilmediklerinden bu durum faydalı olmaktan
ziyade sakıncalı olmuştur.
Şaşılacak şeydir ki, İslâm fikir âlemine ve
medrese zihniyetine birinci derecede Taftazânî, ikinci derecede Cürcânî hâkim
oldukları halde, onlarla çağdaş olan îbn Haldun bu sahada hiç tesirli olamadı.
Halbuki İbni Haldun'un düşünceleri Taftazânî ile Cürcâni'nin düşüncelerinden
hem daha yeni hem de çok daha ileri idi. Medrese, Taftazânî ile Cürcânî'ye
gösterdiği bağlılığı İbn Haldun'a göstermiş olsaydı, bugün İslâm düşüncesi ve
medeniyeti çok daha başka türlü olabilirdi. Yazık ki, zamanının üstünde ve
çağının çok ilerisinde yaşamış olan İbn Haldun unutulup giderken mukallid
hocalara olan rağbet giderek arttı.
Her şeye
rağmen şunu söylemeliyiz: Taftazânî kendi devrinde ve yaşadığı çağdaki fikir ve
ilim anlayışına bihakkın vakıf bulunuyordu. Makâsıd ve Şerhu'l-Akâid'inde de
onun bu ehliyeti ve özelliği en açık bir şekilde göz önünde durmaktadır.[65]
1. el-Mekâsıd ve bunun şerhi olan
Şerhu'I-makâsid (İst. 1305/ 1887), iki
cildlik gayet güzel klasik tipte bir kelâm kitabıdır. Altı bölümdür. İlk dört
bölüm tamamiyle, beşinci bölüm büyük ölçüde felsefî ve nazarî mahiyettedir.
430 sayfa tutan ilk dört bölümde tamamiyle nazarî ve spekülatif konular
üzerinde, 115 sayfa tutan beşinci bölümde ilahiyat meselesinde, 140 sayfa tutan
altıncı bölümde de peygamberlik, kitaplar, melekler, âhiret ahvali gibi konular
üzerinde durulmuştur.
Bu dönem
kelâm kitaplarında olduğu gibi, Makâsıd'da da nazari, felsefî ve mantıkî
bahislere, esas gaye olan ilahiyat ve sem'iyat konusundan çok daha fazla yer
ayrılmıştır. Bu durum kelâmcıların felsefeye ne kadar çok yaklaştıklarını
açıkça gösterir.
2. Tehzîbu'1-mantik ve'1-kelâm diğer ismiyle Gayetu tahzibi’l-kelâm fî tahrîri'l-mantık
ve'I-kelâm (Kalküta, 1243/1827), isimli eseri zaten kısmen mantık, kısmen
kelâmdır.
3. Şerhu'l-Akâid veya
Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefiye. Taftazânî Makâsıd'ı ve şerhini 784/1383 de
Semerkand'da, Tehzîbu'l-mantik'ı 789/ 1387 de ikmal etmişti. Şerhu'l-Akâid'i
768/1367 de Harizm'de ikmal ettiğine göre, kelâm konusundaki fikirlerini durmadan
felsefî ve nazarî istikamette geliştirmiştir, demektir. Gerçekten de en
çok felsefi ve nazarî konulara, bu konudaki son eseri olan Tehzibu'I-mantık
isimli eserinde yer vermiştir. Şerhu'l-Akâid ise Şerhu'I-makâsid'dan çok daha
az nazarî ve felsefîdir. Dikkate şayandır ki, Taftazânî'nin en çok alâkaya
mazhar olan ve en fazla ilgi gören eseri Şerhu'l-Akâid olmuştur. Eserin lüzumundan
fazla felsefî ve nazarî olmaması, öbür iki esere nisbetle kolay anlaşılır
mahiyette olması, bu ilginin yegâne sebebidir. Müslüman halk ve âlimle'ri,
özellikle Hanefîlerin çoğunlukta
bulundukları yerlerin ahalisi felsefî ve nazarî konulara fazla ilgi
duymamışlardır.[66]
1. Şerhu'l-Akâid, 1297/1879 da İstanbul'da
basılmıştır. Eserin ilk 200 sayfasında Şerhu'l-akâid, kenarında Kestelî
haşiyesi, son 104 sayfalık ek kısmında Hayalî şerhi ve bu şerhle ilgili
Bihiştî'nin haşiyesi yer alır. Sonunda ise 3 sayfa 4 satır tutan Metnu'l-akâid
bulunur. Daha sonra Hayalî'nin ve Bihiştî'nin şerh ve haşiyeleri atılarak,
Şerhu'l-Akâid, Kestelî haşiyesiyle defalarca İstanbul'da basılmış ve hâlâ da
basılmaktadır.
2. Kalküta, 1244/1828,
3. Delhi, 1870,
4. Leknov, 1876,
5. Cavnpur, 1903,
6. Kahire, 1297/1879 da Hayalî'nin ve bununla
ilgili olan Kara Halil'in haşiyeleriyle neşredilmiştir.
7. Şerhu'l-Akâid'in bazı kısımları Fransızcaya
(Cenevre, 1790) ve Almanca'ya da tercüme edilmiştir [67].
Genellikle
burada ilk baskılardan bahsedilmiştir. Şerhu'l-Akâid bundan sonra da aynı
yerlerde ve daha başka memleketlerde defalarca basılmıştır. Dikkat edilirse
Şerhu'l-Akâid'in en çok İstanbul -Mısır-Hind üçgeninde basıldığı ve buralardan
tüm islâm âlemine yayıldığı görülecektir.[68]
1. Kesteli şerhi: Muslihiddin Mustafa
el-Kastalânî (öl. 901/1495) tarafından yazılan haşiye bugün en çok okunan ve
istifade edilen bir haşiyedir. 1297/1879 da İstanbul'da basılmıştır. Kestel,
Nazilli'nin bir köyüdür (Bk. Osmanlı müellifleri, II, 3).
2. Hayalî: Ahmed b. Musa Hayalî (öl. 862/1457)
nin haşiyesi çeşitli yerlerde defalarca basılmıştır.
3. Seyalkutî: Abdulhakim b. Şemseddin Muhamnıed
Seyalkutî (öl. 1067/1656) nin Haşiye ala Şerhi'l-Akâidi'n-Nesefiye
isimli haşiyesi de defalarca basılmıştır
(Delhi, 1876).
4. Bihiştî:Ramazan b. Abdumuhsin Bihiştî (öl. 979/1571) nin Hayalî haşiyesi
üzerindeki haşiyesi 1297/1879 de İstanbul'da
basılmıştır. Bu, şerhin şerhinin şerhi sayılır.
5. Ramazan b. Muhammed (öl. 1025/1616) nin
haşiyesi. Ramazan Efendi diye meşhur olan bu haşiye 1327/1909 da Delhi'de ve
İstanbul'da neşredilmiştir.
6. Hasan Şehid'in haşiyesi 1328/1910 da
Bihar'da basılmıştır.
7. Kara Halil haşiyesi 1297/1879 da Mısır'da
basılmıştır.
Katip Çelebi,
Keşfu'z-zunûn'da 50 kadar haşiye kaydeder. Bunun dışında ve Katip Çelebi'den
sonra da Şerhu'l akâid üzerine haşiye yazma ve çeşitli dillere tercüme etme
faaliyeti devam ettiğine göre, bu sayının çok daha büyük rakamlara ulaştığı
muhakkaktır. Umumiyetle haşiye yazarları, Taftazânî'ye uymak ve O'na karşı uysal
davranmak ihtiyacını duymuşlar, Şerhu'l-Akâid'in müellifini red ve tenkit etme
gücünü ve cesaretini kendilerinde bulamamışlardır. Bu uysallık ve tâbiiyet
ekseriya inkiyad ve teslimiyet derecesindedir. Taftazânî'ye şerh, haşiye ve
ta'lik yazanlar, mukaddes bir kitabı tefsir etme anlayışı ve uysallığı
zihniyeti ile kendisini adım adım takib etmişlerdir. Onun için bu nevi şerh,
haşiye ve taliklerde fazla yeni ve ileri görüşler bulmak mümkün değildir. Katip
Çelebi'nin naklettiğine göre sadece Abdullatif b. Ebu Feth Kirman! ile Suyutî
Şerhu'l-Akâid'i tenkit etmişler, bu kitaptaki bazı konuların Ehl-i sünnete
uymadığından bahsederek, tasdik konusunu buna misâl göstermişlerdir. Katip
Çelebi, bu nevi tenkitleri yapanları mantık bilmemekle itham etmekte ve
Taftazânî'yi müdafaa etmektedir (Bk. Keşfu'z-zunûn, II, 1147) [69].
Taftazânî'nin
Şerhu'l-Akâid'i, bu konuda hiç bir kitaba nasib olmayan geniş bir çevrenin
alâkasına ve çağlar boyu devam eden bir rağbete mazhar olmuştur. İslâm
dünyasının son 5-6 asırlık dönemi içinde bu eserden fazla rağbet gören ve dinî
çevrelere tesir eden başka bir eser mevcud değildir. “Yıllarca Osmanlı
medreselerinde okutulan, bugün de memleketimizin resmî ve gayr-ı resmî
tedrisat ve araştırmalarında elden ele dolaşan meşhur kitap Şerhu'l-akâid
Eş'-arîye mektebine bağlı bir kitaptır” [70].
Fethullah
Huleyf şöyle diyor: “Çok eski zamandan beri Şerhu'l-Akâid, tevhid dersleri için
Ezher Üniversitesi'nde ana bir kaynak olarak tedris edilmiştir. Bugün de Ezher
uleması ve talebesi tevhid ilmi konusunda bu eseri esas almaktadırlar”[71].
Muhammed Abduh da bir ara Ezherl de Akâidu'n-Nesefiye'yi okutmuş ve
Maturidîliğin tesirinde kalmıştır. Risâletu't-tevhid isimli eserinde bu tesirler açıkça görülür.
Şerhu'l-Akâid'in
Doğu ve Batı Türkistan'da, Kazan'da, Kırım'da, Müslüman Kafkas kavimleri
arasında, Balkanlar'da, İran'da, Afganistan'da, Doğu ve Batı Pakistan'da,
Hindistan'da, Güney Doğu Asya'daki İslâm ülkelerinde, Arab memleketlerinin
çoğunda ve bir çok Afrika kavimleri arasında sürekli bir şekilde okunduğu,
burada gördüğü ilgi ve rağbetin Anadolu'dakinden daha az olmadığı muhakkaktır.
Bu itibarla, içindeki bilgilerin önemi ve değeri ne olursa olsun, dünyadaki
Sünnî Müslümanların büyük bir bölümünün, düşünce ve inanç yönünden bu eser
sayesinde yekdiğerine yaklaştıkları ve bağlandıkları şüphe götürmez bir
gerçektir. 'Son 5-6 asırlık süre içinde Sünnî Müslümanlar nasıl düşünmüşler ve
nelere inanmışlar, şu anda ne düşünmekte ve neye inanmaktadırlar?', konusunu
merak edenler, Şerhu'l-Akâid okuyarak bu konuda yeterince bilgi sahibi olabilirler.
Zaten Şerhu'l-Akâid'in büyük değeri ve önemi, tatbikatta ve fiiliyatta vücuda
getirdiği büyük tesirden ileri gelmektedir.
Şerhu'l-Akâid,
Osmanlı sınırlarındaki resmî medreselerde ve bilhassa gayr-i resmî olarak dinî
tedrisat yapan mekteplerde ve medreselerde asırlarca okunmuş ve okutulmuştur.
Medreseye, ve hatta bütün Anadolu'daki hocalara fikir ve akîde yönünden şekil
veren bu eser olmuştur. Medrese zihniyetinin teşekkülünde ve özellikle günümüze
kadar devam etmesinde bu eserin payı büyük olmuştur. Bu bakımdan Türk-İslâm
düşüncesi, inancı ve bunun tarihi açısından da bu eserin ayrı bir kıymeti
vardır.
Şerhu'l-Akâid
Türk-îslâm düşüncesi üzerinde hem doğrudan hem de dolaylı olarak tesirli olmuş,
bu düşünce tarzı üzerinde unutulmaz, silinmez, kazınmaz, kolay kolay sökülüp
atılmaz ve onun için de küçümsenemez tesirler bırakmıştır. Giritli Sırrı Paşa
tarzında, tercüme, şerh ve özetleme suretiyle eserin Türkçe'ye aktarılması bu
nevi tesirleri daha da kuvvetlendirmiştir. Şuna da işaret edelim ki, bu tesir
müslüman halk üzerinde değil, bu halkın ileri gelen âlimleri, bilhassa orta
seviyedeki hocaları üzerinde görülmüştür. Şerhu'I-akâid'ın, avam ve halk
üzerindeki tesiri ise dolaylıdır, hocalar aracılığı iledir.
Bugün
Anadolu'nun çeşitli yerlerinde, özellikle Doğu, Güney Doğu ve Doğu Karadeniz
vilayetlerinde bu eser özel surette hâlâ okunaktadır. Denebilir ki,
Şerhu'l-Akâid, kelimenin tam anlamıyle bir akide kıtabi olarak okunmuştur. Bu
kitabı okuyanlar ve okutanlar her sayfasının, her satırının ve her kelimesinin
doğruluğuna inanarak okumuşlar, okutmuşlar, bütün müslümanların ve gayr-i
müslimlerin, Sünnîlerin ve Sünni olmayan müslümanların fikir ve inançlarını bu
kitaba göre değerlendirmişler, bu kitapta yazılı olan fikir ve inançlara uygun
düşünenleri müslüman ve sünnî, ona uymayan düşüncelere sahip olanları ise ya
kâfir veya sapık ve bid'atcı diye kıymetlendirmişlerdir. Fikir, inanç, hak ve
bâtıl yönünden insanları değerlendirirken, naslardan çok Şerhul-Akâid'de
yazılı olan hususları kıstas ve miyar olarak kabul etmişlerdir. Onun için Sünnî
düşüncesini, hâkim ve yaygın bir şekliyle en iyi aksettiren Şerhu'l-akâid'dir.[72]
Uzun asırlar
boyu milyonlarca insan tarafından okunan Şerhu'l-Akâid pek çok dile kısmen veya
tamamen tercüme edilmiş, bu suretle de tesir alanını daha da genişletmiştir.
Burada Şerhu'l-Akâid'in Türkçe tercümeleri üzerinde kısaca durmak
gerekmektedir. Geniş bir muhitte uzun yıllar okunmuş olan Şerhu'l-Akâid'in
Türkçe'ye bir kere değil, birkaç kere tercüme edilmesi oldukça normal bir
şeydir. Ancak biz Şerhu'l-Akâid'in sadece üç tane tercümesini görebildik.
1. Tercüme-i Şerh-i Akâid (Süleymaniye Ktp.
Fatih Kit. 29İ8Î. Tevkii San Abdullah b. Mehmed Efendi tarafından yapılan bu
tercüme büyük boy 169 varak tutmaktadır. Bazan sayfaların arasına bazan da
kenarlarına az miktarda haşiyeler ve
notlar konulmuştur. Güzel bir nesih ve
güzel bir ifade ile yazılan bu tercüme oldukça serbest bir tercümedir. Metne
fazla bağlı kalınmamıştır.
2. Tercüme-i
Şerh-i Akâid-i Nesefî (Süleymaniye
Ktp. Hacı Mahmud Efendi Kit.
1303). Müellif hatti ile olan bu tercümenin bir nüshası Süleymaniye'de
mevcuttur. Şerhu'l-Akâîd'e Arapça haşiyeler yazmış olan Karabaş b. Ali
Efendi'nin oğlu Mustafa Manevî-i Üsküdarî Lübbü'l-akâid ismi ile
Şerhu'l-akâid'i serbest ve özet bir şekilde Türkçe'ye tercüme etmiştir. 58
varaktan ibarettir.
3. Şerh-i Akâid tercümesi (Rusçuk, 1292).
Giritli Sırrı Paşa tarafından yapılan bu tercüme, 76 sayfa tutan bir giriş
kısmı ile 4 cüzden meydana gelmiştir. 800 sayfa kadardır. Sırrı Paşa, giriş
kısmında, “Harfi tercüme iltizam olunmuş, fakat bazan makâlat bi'1-icab telhis
suretinde yazılmıştır”, (Önsöz, 4)
demektedir.
Yegâne matbu
tercüme olan Sırrı Paşa'nın tercümesi, Şerhu'l-Akâid'in ve diğer akâid, kelâm
kitaplarının haşiye ve taliklerinden alman bol iktibaslarla doludur. Âdeta
Şerhu'l-Akâid'in tercümesi bu noktalar arasında kaybolmuştur. Başlangıçta geniş
notlar konulduğu halde tercümenin sonuna doğru açıklayıcı notların azaldığı
iyice farkedilir.
Cevdet Paşa
tercümenin ilk cüzünü gördükten sonra Sırrı Pasa'yı teşebbüsünden dolayı tebrik
etmiş ve eserdeki bazı aksaklıklara ve yanlışlıklara dikkati çekmiştir.
Çerkeşîzâde Mehmet Tevfik, Sırrı Paşa tercümesiyle ilgili olarak, Şerh-i
Akâid-i Nesefî tercümesine bazı tashihat risalesi ismiyle 30 sayfalık bir
tenkit yazmış ve bu tenkit de basılmıştır. Ahlâkî ve dinî ölçülere uygun olan
bu tenkidin giriş kısmında şöyle denilmektedir: “Bir zat-ı gayret-simât,
menfaati herkese şâmil olmak gibi bir halis niyetle Şerh-i Akâid-i Nesefî'nin
lisan-i Türkî'ye tercümesine himmet ederek nail-i ecr ve mesûbât olmuştur.
'İnsan hata ile nisyandan mürekkebdir', fehvasınca mütercim-i müşarun ileyhin
hasbe'l-beşeriyye bazı sehv ve nisyanı vukûbulmakla bu abd-i aciz dahi ecr-i
mezkûrde mütercim-i müşarun ileyhe müşareket maksadiyle tercüme-i mezkûrede
muttali olabildiğim sehv ve hatanın tayin ve ta'dadı için işbu varak-pârenin
tesvidine ibtidar eyledim”.
Görüldüğü
gibi tenkit ince ve kibarca kaleme alınmıştır. Fakat eserin muhtevası yeterince
ciddî ve ilmî değildir. Herşeyden evvel tercüme baştan sona kadar dikkatle
incelenmeden bazı konular tenkit edilmiş ve tenkit edilen hususlarda da çok
lüzumsuz teferruata girilmiştir.
4. Nakdu'l-kelâm fî akâidi'l-İsIâm (İstanbul,
1310). Giritli Sırrı Paşa'nın olan bu eser, ŞerhuT-akâid kısaltılarak ve yeni
birtakım ilaveler yapılarak meydana getirilmiştir. Sırrı Paşa eserini şöyle
takdim ediyor: “Eser-i hâme-i acizânem olan Şerh-i Akâid tercümesi'nin bazı
zevâidini tarh, gavâmızını şerh suretiyle telhis dahi saye-i
muvaffakıyet-vâye-i Hazret-i padişahîde teyessür-nüma husul olarak
Nakdu'l-kelâm fî akaidi'I-îslâm, namiyle tesmiye kılınmıştır.”
Ömer Nasuhi
Bilmen'in Muvazzah ilm-i kelâm'ı da geniş ölçüde mevzuunu teşkil eden
meseleleri ve muhtevasını Şerhu'I-Akâid'den almıştır.
Umumiyetle
Şerhu'I-Akaid tercümelerinde serbest tercüme biçiminin benimsenmesi eserin
özelliği ile ilgilidir. Eserin tamamı değilse bile bazı bölümlerinin
anlaşılması oldukça zordur. Umumiyetle ya bu zor yerler atılmış veya
haşiyelerle açıklanarak anlaşılır hale getirilmiştir. Bizim de yer yer bu
mahiyette notlar koymamızın sebebi budur.[73]
Metmı'l-akâid'in
yazarı Ömer Nesefi Maturidî, Sârini Saduddin Taftazânî ise Eş'ari ve Şafiîdir.
Eş'arî bir âlimin, Maturidi bir âlim tarafından yazılan metne şerh yazması,
muhakkak ki, birtakım farklı değerlendirme ve yorumların ortaya çıkmasına yol
açacaktır. Acaba Taftazânî Metnu'I-akâid'i;
a) Metne sadık ve Maturidî akaidine bağlı
kalarak mı?,
b) Yoksa kendi mezhebi olan Eş'arîliğe bağlı ve
sadık olarak mı?,
c) Yoksa kendi kelâm anlayışına ve akâid
görüşüne göre mi, yani yerine göre Maturidi, yerine göre Eş'arî görüşünü tercih
etme ehliyetini ve salahiyetini kendinde görerek mi şerh etmiştir?
Bir gerçektir
ki, Akâid baştan sona kadar ne Maturidî, ne de Eş'ari akaidine bağlı olarak
şerh edilmiş değildir. Bu duruma göre sorulması gereken soru şudur: Acaba
Taftazânî Akâid'i şerhederken ve kendi kanâatına göre tercihler yaparken mezheb
taassubu gütmüş müdür? Eş'ariliğe meyletmiş midir? Yoksa ilmî ölçüler içinde
kalarak buna göre mi hareket etmiştir? Bu takdirde, yaptığı tercihlerin çoğu
acaba Eş'arîlik lehinde midir, yoksa Maturidilik lehinde midir?
Şerhu'l-Akâid'e
haşiye yazmış olan Kestelî, “Sarih Taftazânî, musannif Ömer Nesefî'ye tabi
olarak bu kitabtaki konuların çoğunu Eş'ari itikadına göre şerh etmiş değildir”,
demektedir [74].
Bekir
Topaloğlu aynı konuda, “Şerhu'lAkâid, Eş'arîye mezhebine bağlı bir eserdir.
Yeri geldikçe doğrudan ve dolaylı bir şekilde Maturidî görüşünü çürütmeye ve
Eş'ari telâkkisini hâkim kılmaya gayret gösteren bir eser görünümdedir”[75], “Bugün
ilim mahfillerinde akâid ve kelâm sahasının en muteber kitabı vasfını devanı
ettiren Şerhu'I-Akâid'in müellifi Taftazânî Eş'arîdir, hatta yer yer Maturidî
ulemasını ithamkâr tenkitlere maruz bırakıp Eş'arîyyeyi haklı çıkaran bir
Eş'ari” demektedir [76].
W. Montgomery
Watt'm düşünceleri de şöyle: “Taftazânî, dört asır kadar kelâmın başlıca ders
kitaplarından biri olan Ömer Ne-sefî'nin Metnu'I-akâid'e yazdığı şerhi ile
meşhurdur. Bu hususta merak edilecek taraf şudur: Metnu'l-akâid, Maturidî
yolunda yazıldığı halde, Taftazânî umumiyetle Eş'ari kabul edilir. Belki de
bunun sebebi, onu Maturidî görüşlerinin hakim olduğu bir bölgede öğretmiş
olmasıdır. Kendini dikkatli idare eder, fakat bir çok görüş noktaları vardır
ki, onun, şerh ettiği metinden memnun olmadığını açıkça gösterir” [77].
Taftazânî'nin
Ömer Nesefı'yi tenkit ettiği, Metnu'l-akâid'deki konuların önemli bir bölümünü
uzun uzadıya münakaşa ettikten sonra, ya Ömer Nesefî'nin anladığından başka
türlü anladığı, bunu yapamaymca konunun etrafında birtakım şüphe ve tereddütler
meydana getirmeye, çaliştığı hususu doğrudur. Fakat acaba bunun sebebi
Taftazânfnin Eş'arî oluşu mudur? Yani mezheb taassubuna kapılmış olması mıdır,
yoksa kelâmcı oluşunun kendisine vermiş olduğu bir hava mıdır? Taftazânî, Ömer
Nesefî'nin eseri yerine Eş'arî olan bir âlimin eserini şerhetseydi acaba aynı
şeyi yapmayacak mıydı? Veya bir Maturidî âlimi, diğer Maturidî âliminin
eserini şerhederken onu tenkit etmez mi? İşte düşünülmesi gereken konular
bunlardır.
Taftazânî,
Allah'ın va'id ve tehdidden hulf etmesi ve dönmesi konusunu anlatırken Eş'ari
görüşünü, “Bazıları iddia ettiler ki”, şeklinde naklettiği halde, Maturidî
görüşünü, “Muhakkikler dediler ki,” tarzında nakleder ve Eş'arîliğin görüşünü
zayıf bulur. Sem' ve basar sıfatlarını kabul ederken, rızk konusunu anlatırken
“Eş'armin iddia ettiği gibi değil”, tabirini kullanmaktan çekinmez. Kısaca
Şerhu'l-Akâid dikkatle okunduğu zaman, Taftazânî'nin yeri ve sırası gelince
Maturidîler kadar Eş'arîliğe de muhalefet ettiği görülür.
Taftazânî,
Nesefî'nin açık vermesini kollar, zayıf taraflarını bulunca da olanca gücü ile
yüklenir ve onu sıkıştırdıkça sıkıştırır. Meselâ, “Peygamberimizden sonra en
üstün insan evvelâ Ebu Bekir, sonra Ömer...” dediği için Nesefı'yi sıkıştırır
ve kelimenin tam manâsiyle bir kelâm yapar. Bu gibi fırsatları hiç kaçırmaz.
Allâmeliğini her vesile ile hissettirmek ister. Tekvin konusundaki Maturidî
görüşünü delilleriyle naklettikten sonra açıkça Eş'arîliğe meyleder. İlhamdan
bahsederken Nesefî'ye çatmaktan kendisini kurtaramaz. Taftazânî, insan fiilinin
yaratılması konusunu işlerken şöyle der: “Maveraünnehir uleması, bu konuda
Mutezileyi sapıklıkla itham etmede aşırı gittiler. Hatta, bir olan Allah için
bir ortak kabul eden Mecusîler birden çok ortak kabul eden Mutezile'den daha
çok saadete ye mutluluğa yakındır, diyecek kadar işi ileri götürdüler”.
Taftazâni,
haklı olarak Maveraünnehir hocalarının, yani Maturidîlerin, Mutezile karşısında
takındıkları bu sert ve katı tutumdan rahatsız olur. Maturidilere karşı bu noktada
Mutezileyi savunur. Zaten samimi ve aklı başında olan her âlimin yapacağı şey
de budur. Yalnız, “Ben mest üzerine meshi caiz görmeyenlerin kâfir
olmalarından korkarım”, diyen ve bununla Caferiyeyi kasdeden Kerhî'nin sözünü
tasvip ederek nakleder ve itirazda bulunmamak suretiyle bazı konularda Şiî ve
Mutezileyi suçlayan Maveraünnehir hocaları kadar kendisi de sert ve katı
davranır.
Taftazânî,
Maturidîlerle Eş'ariler arasındaki bazı ihtilaf noktalarının lafza ve şekle
ait olduğunu, mesele derinleştirildiği zaman arada önemli bir farkın
bulunmadığını savunur. İmanın artması ve eksilmesi meselesiyle, “İnşallah
müslümanım”, sözünü söylemenin hükmü konusunda açıkça, “Bu konudaki ihtilaf,
manâ ile değil, lafızla ilgilidir”, der ve görüşleri te'lif eder.
Aslında
prensip itibariyle Taftazâm'nin kafasına Eş'arî fikirleri, kalbine de yine bu
mezhebin inançları hâkimdir. Kelâmın esas ve önemli konularını işlerken, bu
meseleleri Eş'arîlere nisbet eder, Maturidîlerin varlığından bile habersiz
görünür. “Allah'ın sıfatları ne zatının aynıdır, ne de gayrıdır”, cümlesini
Eş'arîlere ait bîr akîde olarak ele alır. Aynı sözü, metnin müellifi de eserine
aldığı halde, bu sözün Eş'arilerle Maturidîler arasında ortak bir akîde
olduğunu söylemeye bile ihtiyaç hissetmez. Bunun sebebi, belki de bu sözün esas
itibariyle Eş'arîlere ait oluşu, belki de Maturidîleri bir kelâm mezhebi olarak
görmeyişidir.
Eş'arî
kelâmcıların çoğunda, Maturidîleri itikadi ve kelâmî bir fırka olarak görmeme
anlayışı vardır. Aslında bu anlayış Hanefîlerde dahi mevcuttur. Taftazânf yi bu
noktada haklı bulmak gerekir. Eş'arîlik gibi bir çok işlenmiş ve son derece
geliştirilmiş bir akâid ve kelâm sistemi karşısında, bu nitelikte olmayan
Maturidî akaidini savunmak, her zaman kolay olmamaktadır. Onun için, denebilir
ki, eserin tamamına hâkim olan anlayış budur. Yalnız, Beyazî'nin,
îşarâtu'I-merâm min ibârati'l-İmam isimli eserinde de hemen hemen aynı anlayış
vardır Halbuki Beyazî, Hanefî ve Maturidîdir.
Ve nihayet
unutmamak gerekir ki, Taftazânî, devrinde geçerli olan dinî velslâmî bilgileri
çok iyi bilen bir allâmedir. Bu alanda sahip olduğu geniş bilgi, çağdaşı olan
îbn Haldun gibi büyük bir âlimi bile hayrete düşürmüştür. îbn Haldun, İslâm
âlimlerinin çoğunun Arab soyundan gelmediklerini anlatırken ve aklî ilimleri
sınıflandırırken Taftazânî'den takdirle bahseder. Devrine göre bu kadar güçlü
yetkili olan bir kelâmcının, itikadî ve kelâmî konularda birtakım tercihler
yapmasını ve tasarruflarda bulunmasını tabiî karşılamak icabeder.
Taftazânî
Maturidîleri tenkit ederken veya onlara karşı Eş'arilerin görüşlerini
savunurken fazla ileri gitmiş, haksız ve insafsız tenkitlerde bulunmuş ve
mezheb taassubuna kapılmış sayılmaz. Öyle olsaydı Şerhu'l-Akâid daha çok
Maturidî ve Hanefî çevrelerde okunma şansına sahip olmazdı. Ayrıca,
Şerhu'l-Akâid'e yüzlerce haşiye ve talik yazmış olan Maturidî ve Hanefî
âlimlerinin, Taftazânî'ye fazla itirazları olmamıştır. Yazdıkları şerh ve
taliklerde, Taftazânî'ye karşı aşırı denecek kadar uysal, davranmışlar,
Maturidî'den çok Taftazânı'yi akidelerinin imamı olarak görmüşlerdir.
Bu konuda,
üzerinde önemle durulması gereken diğer bir mesele de şudur: Acaba Eş'arilerle
Maturidîlerin ihtilaf ettikleri ve birbirine ters düştükleri konuların din ve
İslâm nazanndaki önemi ve değeri nedir? Bu konudaki değerlendirmeler ve
görüşler birbirinden çok farklıdır. Bazıları, bu nevi görüş farklarını esas ve
manâ ile ilgili görürken, diğer bazıları bu çeşit farkları ve ihtilafları
fazla büyütmezler ve meseleyi lafız ihtilafı ile ilgili görürler, farkların,
esasa değil, teferruata ait olduğunu söylerler. Bu duruma göre Taftazânî'nin
iki mezheb arasında tercih yaparken fazla müşkülat çekmeyeceği,
Şerhu'I-makâsıd'ı okuyanların da bu nevi görüş farklarının mahiyet ve değeri
üzerinde fazla durmayacakları tabiîdir. Allah'ın sıfatı olan kelâm-ı kadîm'in
işitilmesi konusunda, mezhebinin imamı Eş'ari'ye muhalefet eden Taftazânî'nin,
Maturidî'ye daha rahat muhalefet edeceği aşikardır.
İşte bu gibi
sebeplerden dolayı, Taftazânî'nin Şerhu'l-Akâid'de hangi ölçüde Eş'arî, hangi
nisbette Maturidî akaidini savunduğunu tesbit etmek oldukça zordur.
Nisbetlerinin tayini ihtilaf konusu olmakla beraber, Şerhu'l-Akâid'in Eş'ari
ve Maturidî akâidlerini mezceden mahlüt ve memzûc bir akâid kitabı olduğu
muhakkaktır. Fakat Maturidî ve Hanefî olduğunu söyleyenlerin düşünce ve inanç
yapılarına bu eser biçim verdiği için onu bir Maturidi akâid kitabı olarak
kabul etmek zorundayız. Zira Maturidîler ve Hanefiler daima ve büyük ölçüde
Şerhu'I-Akâid'in muhtevasına göre düşünmüş ve inanmışlardır. Bu durum hâlâ da
devam etmektedir. Maturidî'nin esas akidelerinden, kısmen de olsa farklı
düşünen ve inanan bir Maturidî cemaatını meydana getirmek, Şerhu'l-Akâid
sayesinde mümkün olmuştur.[78]
Bu soruya,
müsbet cevap vermek oldukça zordur. Bunun sebebi, Eş'arî ve Maturidi
akidelerinin tamamının bu eserde anlatılmamış olmasıdır. Fakat en önemli sebep
şudur: Taftazânî Şerhu'I-Akâid'de Selefiye ve Hanbeliyenin görüşlerini
savunmaz. Kur'an'ın mahlûk olmadığını Mutezileye karşı savunan Taftazânî,
Mutezile tarafından öne sürülen bir delile cevap verirken, “Bu, bizim değil,
Hanbelîler aleyhinde bir delildir. Onun için bizi bağlamaz”, der. Hanbelîleri
kendisinden saymaz, Mutezilere karşı onları müdafaa etme ihtiyacını duymaz.
Garibtir ki, halk-ı Kur'an meselesi ilk defa Mutezile tarafından ortaya
atılmış ve buna karşı ilk sert tepki de Hanbelîlerden gelmiştir. Fakat daha
sonraki bütün Eş'arî ve Maturidi kelâmcıları, ke1âm -ı 1afzî'yi kabul eden
Hanbelîleri, en az Mutezile kadar kendilerine yabancı ve düşüncelerinden uzak
görmüşlerdir. Şerhu'l-Akâid'e göre dinî düşünceleri ve inançları teşekkül ve
tekevvün edenlerin aslında Hanbelî olan Vehhabîlere karşı duydukları
soğukluğun ve nefretin kaynağı budur. Yalnız bu husus sadece Şerhu'l-Akâid'e ve
Taftazânî'ye mahsus değildir. Bütün kelâmcılarda ve eserlerinde durum budur. Bu
itibarla îslâm akaidini Şerhu'l-Akâid'den ibaret görmek, bunun dışındaki fikir
ve akideleri bid'at ve dalâlet olarak damgalamak-ki buna sık sık rastlanır- çok
hatalı olur.[79]
Taftazânî,
Şerhu'l-Akâid'de Sünnî olmayan İslâm mezheplerine karşı sert, katı ve
müsamahasız bir tavır takınmıştır. “Ehl-i kıble tekfir olunamaz”, şeklindeki
Sünnî akidesini açıklarken sadra şifa olacak bir şey söylemez. “Ehl-i kıble
tekfir olunamaz” prensibi ile “Kur'an mahlûktur diyen kâfir olur” sözünü
bağdaştırmak zordur, der. “Zayıf hadislere dayanarak 'Kur'an mahlûktur, diyen
kâfir olur', denemez”, sözünü söylemekten ya bilerek veya bazı maslahatları
kollayarak veyahut da kendinden evvelki kelâmcıları taklîd ederek kaçınır ve
çekinir. Böylece Mutezileyi küfür töhmeti ve şaibesi altında bırakmakta bir
sakınca görmez.
“Yezid'e
lanet okunamaz”gerçekten takdire layık
ccesur bir hamle yapar, ama hemen onun ardından, “mest üzere mesh”, “nebizin
haram olmaması”, konularını işlerken, İslâm birliği taraftan samimi bir
müslümam içinden yaralayan ve herhangi bir insanın bile içini buruk hale
getiren sözler söylemekten çekinmez. Meselâ Ca'ferilerce kabul edilen, fakat
haklı olarak Sünnîlerce kabul edilmeyen “mest üzerine mesh” yapmanın cevazı
konusunu anlatırken, Kerhi'nin şu sözünü tenkit etmeden ve hatta tasvib ederek
nakleder: “Mest üzere meshin cevazı görüşünde olmayanların küfründen
korkarım”.
Taberî
tefsirinin abdestle ilgili âyetinin izahına bakanlar sahabe, tabiûn ve
etbau't-tabiînden bazı büyük zatların da bu konuda Ca'ferîler gibi
düşündüklerini görürler. O büyük zatların küfründen hiç endişe etmeyenlerin,
aynı görüşü Ca'ferîler benimsedikleri zaman neden bu kadar çok korkuya
kapıldıklarını, iyi niyetleri ve şefkat duygulariyle izah etmek oldukça zordur.
Taftazânî,
“Nebize haramdır, dememek ve bu konuda Rafizîlere muhalefet etmek Sünnilikte
prensiptir”, derken de aynı hataya düşmektedir. Zira, fıkıh kitaplarının,
Kitabu'l-eşribe bahsini okuyanlar, pek çok Sünnînin nebizin içilmesini haram
saydıklarını göreceklerdir. Nebiz haramdır, sözünü bir Şafiî ve Hanbelî
söylediği zaman, Sünnîliğin haricine çıkmış olmuyor da, aynı şeyi bir Ca'ferî
söylediği zaman neden Rafizî olmakla damgalanıyor? Bunun sebebini anlamak
oldukça zordur. Mest üzerine mesh etme konusundaki Ca'feri görüşünü savunmak
istemiyoruz, aksine bunun hatalı bir yorum olduğunu özellikle belirtmek
istiyoruz. Ama itikadla ilgisi bulunmayan bu nevi fıkhî ve ferî ve hatta zannî
konuların neden akâid kitaplarına sokulduğu, bunun İslâm'a ne temin ettiği
konusuna dikkat çekmek istiyoruz.
Taftazânî,
“îster fâsık olsun, ister sâlih olsun, herkesin cenaze namazı kılınır”,
konusunu anlatırken, bu meseleye cevap verme ihtiyacını duyar, ama tatminkâr
bir şey söylemez. Aslında Şia, Mutezile ve Haricilere karşı bu tarzda davranan
sadece Taftazânî ve onun eseri değildir. Hemen hemen bütün kelâmcılar,
yazdıkları eserlerde bu yolu takib etmişler, dinsizlerden, Yahudilerden ve
Hıristiyanların çok Ca'ferîlik, Zeydîlik ve Mutezile gibi İslâm'daki Ehl-i
bid'at Mezhepleri red ve iptal işi ile uğraşmışlardır. Sünnî olmayan îslâm
Mezheplerine en ağır biçimde hücum eden kelâmcılar, Yahudi, Hıristiyan,
Mecusîlik, Tabîatçılık ve Materyalistlik gibi görüşlere ya hiç temas etmemişler
veya teğet geçmişlerdir. Bu özelliği ile kelâm, Sünni olmayan İslâm mezhepleri
arasında aşılması imkânsız denecek kadar
yüksek ve kalın bir duvar örmüş veya geçilmesi mümkün olmayan bir uçurum
meydana getirmiştir. Bunun neticesinde bir Sünnînin karşı tarafa geçmesi
önlenebilmiştir ama karşı taraftan olan birinin Sünnî olması da imkânsız hale
gelmiştir. Bunun faydası mı mahzuru mu daha fazla olmuştur, bu konu hem
Sünnîlik, hem de genel olarak İslâm açısından incelenmeye değer bir husustur.
Şerhu'I-Akâid
ve diğer kelâm kitaplarını okuyanlar, İslâm cemiyetinde büyük tahribat yapan
Batınîler, Zındıklar, hululcular, ittihatçılar, maddeciler, aşırı
mutasavvıflar (gulat-ı mutasavvıfa), Yahudiler, Hıristiyanlar ve daha başka
zararlı dış tesirler üzerinde durulmadığını, en azından yeterince
durulmadığını, buna karşı özellikle Mutezileile Şia gibi Ehl-i kıbleden olan
mezheplere durmadan çatıldığını göreceklerdir.Bu durum müslümanların, fikir ve
itikad alanında bir iç mücadeleye sürüklenmiş olmalarından ve bunun neticesinde
diğer büyük tehlikeleri göremeyecek kadar basiretlerinin bağlanmış olmasından
ileri gelmektedir. Yeni îslânı hareketi bütün bu hataları gözönünde bulundurmak
ve tekrarlamaktan sakınmak zorundadır.
Kelâm
kitaplarına, “Bilgi elde etme vasıtası üçtür: a) Akıl, b) Duyu organları, c)
Haber-i sâdık, yani haber-i mütevatir ve haber-i resul”, cümlesi ile başlanır ve
âhâd hadisler, kelâmî manâda bir bilgi vasıtası ve ölçü olarak kabul edilmez.
Kelâmcılar âhâd hadisleri ve onlarla sabit olan dinî hükümleri kabul etmemenin
küfrü gerektirmeyeceğini, zira bu gibi haberlerin sadece zan ifade ettiklerini,
zanna dayanarak bir müslümana kâfir demenin mümkün olmadığını çok haklı olarak
ifade ederler. Ama yazdıkları eserlerde, her şeyden evvel kendileri bu kaideye
riayet etmezler, fiiliyatta bu esası tatbik etmezler. Meselâ:
1. ”İmamlar Kureyş'ten. Olur”, hadisi sahih
olmadığı halde, sırf aksi kanâatta olan Haricîleri red için bu sözü eserlerine
alırlar.
2. “Kur'an gayr-ı mahlûktur.”,”Şefaatim,
ümmetimden büyük günah işleyenler içindir”, gibi hadisler sahih olmadığı
halde, sadece aksi kanâatta olan Mutezile mezhebini red ve iptal için bu nevi
sözleri eserlerine alırlar. Sırat köprüsü ile ilgili hadis için de durum budur.
Buna dair
daha pek çok misâl verilebilir. Kısaca kelâmcilar, kendi prensiplerine ve
zihniyet biçimlerine uygun olan bir hadisi zayıf da olsa, hatta mevzu' dahi
olsa alırlar. Diğer taraftan, esaslarına uymayan hadisleri, “bunlar âhâddır”,
diyerek üzerinde durmaya bile değer bulmazlar. Böylece Selefîlerden ve
Hanbelilerden uzaklaşırlar.
Aslında kelâm
ve akâid kitaplarında çok az hadis nakledilir. Meselâ Sâbuni'nin el-Bidaye
isimli 77 sayfalık akaide dair eserinde sadece ondokuz hadis nakledilmiştir.
Bunlardan sadece beş -altısı- mütevatir değil sadece - sahihtir. Bu nevi
hadislerin çoğu da sem'iyât bahsinde nakledilir. Şerhu'l-Akâid'in ilk yarısında
hemen hemen hiç hadis nakledilmemiştir. Bu durum, bu kısımdaki konuların naklî
olmayışından ve tamamiyle aklî ve nazari oluşundan ileri gelmektedir. İşlerine
gelince, eserlerine zayıf ve hatta mevzu' hadis alan, işlerine gelmeyince sahih
hadisleri bile görmezlikten gelen sadece kelâmcılar değillerdir. Bazı
mutasavvıflar, muhaddisler, fıkıhcılar ve müfessirler de bu yolu tutmuşlardır.
Onun için bir mezhep, mensubunun, diğer mezhep aleyhinde naklettiği hadislerin
daima şüphe ve ihtiyatla karşılanması gerekmektedir. Mezhep mutaassıpları,
kendi mezheplerini övmek ve muhalif mezhepleri kötülemek için çok sayıda hadis
uydurmuşlar veya uydurulan bu nevi hadisleri nakl verivayet etmişlerdir.
Şerhul-Akâid'deki hadislerin de, bundan dolayı ihtiyatla karşılanması gerekmektedir.[80]
Okuyucusunu
şek, şüphe ve tereddüde düşürdüğü için kelâm âlimi Fahruddin Razî'ye Müşekkik
(Şüpheye düşüren) adı verilmişti. Müşekkiklik az çok her kelâmcıda vardır. Bir
kelâmcı hiç müşekkik değilse, zaten o iyi bir kelâmcı değildir. Bu bakımdan
Taftazânî'nin de zaman zaman teşkik (Şüphelendirme, tereddüt uyandırma ve şekke
düşürme) usûlüne başvurduğu görülür. Meselâ:
1. Taftazânî,kâhinin tasdik edilmesi konusundan
evvelki bahsi aynen şöyle bitirir: “Bu ve bunun gibi meseleler müşkildir”. Herhalde bu cümle
tekfir konusunda kimseyi ikna ve tatmin etmez. Sadece zihin ve vicdan
sıkıntısına sebep olur.
2. “Benden sonra halifelik otuz sene olacak...” hadisini
naklettikten sonra, “Bu müşkil bir şeydir”, der ve bu konuda yeterli bilgi
vermez.
3. Rü'yetullahın akıl yönünden mümkün olduğunu,
bir neticeye ulaştırmadan ortada bırakır. Tarafların sadece delillerini nakletmekle
yetinmeyi uygun görür.
Bunun
sebepleri şunlardır: Kelâmın konuları ekseriya nazarîdir. Tatbikatta ve
fiiliyatta da bir netice meydana getirmez. Meselâ Eş'-arilere göre de
Maturidilere göre de teklif-i mâlâyutâk,yani Allah'ın bir insanı
gücünün yetmediği bir işle mükellef tutması vaki değildir. Fakat acaba böyle
bir şeyle mükellef tutması, bir faraziye olarak aklen mümkün müdür, değil
midir, konusunda Eş'arîlerle Maturidîler ihtilaf etmişlerdir. Eş'ariler,
mümkündür derken, Maturidîler mümkün değildir, derler. Sırf nazarî ve farazi
olan bu gibi meseleleri bir sonuca ulaştırmak oldukça zordur. Bir taraf ne
derse, karşı tarafın ona karşı ileri süreceği bir itiraz ve vereceği bir cevap
mutlaka vardır. Zaten böyle konuların bir neticeye bağlanması halinde bile
kimseye temin edeceği bir fayda veya verebileceği bir zarar yoktur. Onun için
çözümü zor ve faydası hiç olmayan bu nevi meseleler üzerinde fazla durmak,
boşuna zaman harcamak olur. Taftazânî bu konuyu çok iyi bildiği için, kısa
yazmaya azmettiği Şerhu'I-Akâid'de bu nevi konuları ister istemez askıda
bırakmak zorunda kalmıştır.
4. Kelâmda tekâfu-i edille (antinomi) diye bir
şeyden bahsedilir. Bu tabir, “İki tarafın elinde bulunan delillerin eş değerde
olması, birbirinin elindeki delilin, hasmın elindeki delilden daha az kuvvetli
veya zayıf olmaması” manâsına gelir. Bir mezhebin, diğer bir mezhebe karşı
savunul artı ayacağı, bu konudaki aklî ve nakli delillerin birbirine müsavi
olduğu manâsına gelen tekâfu-i edille konusuna îbn Hazım, el-Fısal'm sonunda
temas eder. İmam Eş'arî ve Fahruddin Razı gibi kelâmcıların da en sonunda bu kanâata
ulaştıkları nakledilir. Bu düşüncede gerçeklik payı büyüktür. Nazarî ve
mücerred konularda tarafların delilleri eşdeğerde ve kuvvetde olmaktadır.
Müsabakada berabere kalan rakipler gibi bir durum meydana gelmektedir.
Taftazânî, “Allah'ın sıfatları zatının ne aynıdır, ne de gayrıdır”,
“İnsanların bütün fiilleri, Allah'ın irâdesi, hükmü, takdiri ve
yaratmasıyledir”, cümlelerini izah ederken kesin konuşmaktan sakınır ve karşı
tarafa da hak vermek gerektiğini imâ ile anlatır. Te'vil konusunda “Selef yolu
daha sağlıklı, halef yolu daha sağlamdır”, derken de bir tercih yapmanın
zorluğunu hissettirir. İsferainî ile Abdülcebbar'ın konuşmalarını bunun için
nakleder. Allah'ın kadim olduğunu anlatırken, Hamiduddîn Darîr'in sözlerini
naklettikten sonra, “Bu son derece zor anlaşılan bir söz ve meseledir”, demesi
de önemlidir.
Bu gibi
sebeplerden dolayı, kelâm kitaplarını okuyanlar her konuda açıklık ve kesinlik
aramamalıdırlar. Bu nevi eserlerin okunması, bir nevi diyalektik kabiliyeti
meydana getirir ve bunu geliştirir. Bu bir zekâ sporudur. Konunun özelliğinin
gereği de budur.[81]
En çok okunan
ve en geniş tesirler meydana getiren Taftazânî'nin Şerhu'l-Akâid'ini tenkit ve
münakaşa konusu yapmakta fayda görmekteyiz.
İçinde
yaşadığı çağın ilim ve fikir hareketine en çok vakıf ve hakim olan kudretli
bir müellifin eseri olan Şerhu'l-Akâid, hiç tereddüt edilmeden denebilir ki,
İslâm'daki ilim ve fikir hareketlerine yeni sayılabilecek hiç bir unsur
getirmemiştir. Önceden mevcut olmayan bir hususun Şerhu'I-Akâid'de var olduğunu
iddia etmek çok zordur. Eserin bütün özelliği, daha evvel var olan fikirleri
iyi ve güzel bir şekilde derleyip özetlemiş olmasından ibarettir.
Şerhu'I-Akâid'de
ne tam olarak Eş'arî akaidine ne de Maturidî itikadına bağlı kalınmıştır. Bu
husus güzel bir şeydir.Ama, “Eş'arîlerin görüşü şudur, Maturidilerin aynı
konudaki kanâati budur, ben de şunu tercih ediyorum”, denilmiş olsaydı, çok
daha faydalı olurdu. Bazan bu hususa dikkat edilmiş ise de ekseriya ihmal edilmiştir.
Şerhu'l-Akâid'e haşiye ve talik yazanlar da bu noktaları yeteri kadar
aydınlatmış değillerdir. Bu sebeple Şerhu'l-Akâid'deki farklı görüşler yeteri
kadar açık ve belirgin değildir. Hangi görüşün kime ait olduğunu kolay kolay
kestirmek mümkün olmaz. îşte bu mahzuru ortadan kaldırmak için eserin önsözüne
Eş'arîlerle Maturidîlerin ihtilaf ettikleri meselelerin bir listesini verdik.
Yeri geldikçe de dip notlarda bu hususa işaret ettik.
Şerhu'l-Akâid'de
bazı konularda Maturidî görüşüne hiç işaret edilmez, ihtilaf Mutezile ile
Eş'arîlik arasında imiş gibi gösterilir. Teklif-i mâlâyutak
bahsi bunun için güzel bir misâldir.
Şerhu'I-akâid'de
bütün Sünnilerin akidelerinin savunması yapılmamıştır. Eğer kelâmın
gayelerinden biri de Sünnî itikadını, Sünnî olmayan îslâm mezheplerine karşı
savunmak ise, bu hususun Şerhu'I-Akâid'de tam olarak yapıldığını iddia etmok
çok zordur. Meselâ, haîk-ı- Kur'an
bahsinde Mutezilenin Sünnilere karşı ileri sürdüğü deliller cevaplandırılırken;
“Bu delil bize karşı değil, Hanbelîlere karşı ileri sürülebilir, bizi değil
onları bağlar”, denilmekte ve Mutezileye karşı Hanbelîlik ve Selefîlik
savunulmamaktadır. Tersine “Hanbeliler sırf inadcılıklarından ve
cahilliklerinden bu görüşü benimsemişlerdir”, denilmek suretiyle, tıpkı Mutezile
reddedilir gibi Hanbeliye ve Selefiye de reddedilmektedir. Hanbeliliği,
Sünnîliğin dışında bırakması Taftazânî adına iftihar edilecek bir şey değildir.
Şerhu'l-Akâid'de
sûfîlerin görüşleri de kafi derecede açık ve kuvvetli bir şekilde açıklanmış,
tenkit ve münakaşası yapılmış değildir. İlham, keramet ve nasların bâtını
manâları anlatılırken meseleler yeterince açıklanmamıştır. Hele kerametler
bahsinde Lokman-ı Serahsî veya Lokman-ı Perende diye meşhur olan, ucan bir zatın
uydurma menkıbesinin anlatılması bir kelâmcının yapmaması icabeden hatadır. Bu
bahiste nakledilen menkıbelerin çoğu ya zayıf veya uydurma rivayetlere
dayanmaktadır. İlham ve âyetlerin bâtını manâları konusundaki Nesefî'ye ait
sert ve katı görüşün yumuşatılması güzel bir şey olmakla beraber yeterli
değildir. Sülemî, Kuşeyrî, Tüsteri, İbn Arabi, Abdurrezzak Kaşânî gibi
mutasavvıfların âyetlere verdikleri bâtını manâların, kelâm ve akâid
bakımından bir değerlendirilmesinin yapılması, hiç şüphe yok ki, okuyucu için
faydalı olurdu.
Şerhu'l-Akâid'de
halk-ı Kur'an ve rü'yetullah gibi Mutezile ile Sünniler arasında ihtilaf konusu
olan meselelere çok geniş yer verilmesi, Taftazânî'nin Sünnî kelâm geleneğine
ne kadar fazla bağlı kaldığının en açık delilidir. Taftazânî Şerhu'l-Akâid'i
yazdığı zaman veya bu eserin okunduğu çağlarda Mutezile mezhebi tamamiyle
ortadan kalkmış ve fikir tarihine mal olmuştu. Ortada mevcut olmayan ve artık
mensupları kalmamış bulunan Mutezile mezhebi ile Şerhu'l-Akâid'de durmadan
uğraşılması ve ikide bir bu mezhebe çatılması faydalı olmamıştır. Aslında
Mutezile mezhebinin görüşlerine temas edilerek reddedilmesinin bu mezhebe ait
fikir ve kanâatların boşuna ve gereksiz olarak yaşatılmasından başka bir neticesi
olmamıştır. Gazali gibi kelâmcıların yaptıkları şekilde Mutezilenin görüşleri
teferruatiyle nakledildikten sonra bunların tartışılması ve eleştirisi
yapılmış olsaydı, muhakkak ki, faydalı olurdu. Fakat Taftazânî, Şerhu'l-Akâid
gibi nisbeten küçük hacimli bir eserde değil, Şerhu'l-makâsıd gibi hacimli eserinde
bile bunu hakkiyle başarabilmiş değildir.
Şerhu'l-Akâid'de
Mutezile ve Ca'feriye gibi mezheplere çok sert ve katı davranılmış, en küçük
vesilelerle bu mezheplere çatılarak
mahkûm edilmiştir. Halk-ı ef'âl-i ibad bahsinde bazı Maveraünnehir ulemasının
yöneltmiş oldukları aşırı, sert ve insafsız hücumlarına karşı Mutezilenin
nisbeten kollanmak ve kayrılmak istenmesi önemli, fakat yeterli değildir. Mest
üzerine mesh gibi konularda Ca'ferilere yüklenilmesi ve ağır töhmet altında
tutulmaya girişilmesi, İslâm'ın birliği ve bütünlüğü açısından sakıncalı
sonuçlar doğurmuştur.
Şerhu'l-Akâid'in,
daha evvel akâid ve kelâm sahasında yazılmış olan çok daha önemli ve değerli
eserlerinin okunmasını ve incelenmesini engellediğini de bilhassa
belirtmeliyiz.
Şerhu'l-akâid'de
canlı, hareketli, yeni, ileri bir kelâm anlayışı, değişen, gelişen ve
çeşitlenmeler gösteren bir düşünce sistemi mevcud değildir. Aksine durgun,
donuk, sönük, cansız, hareketsiz, bayat, oski, katı, sabit ve standart bir
kelâm telakkisi ve fikir anlayışı havası hâkimdir. Bu özellikteki bir kelâm ve
akâid kitabı ile halkı medresede ve hocaların çevresinde toplamak ve tutmak
elbetteki mümkün değildir. Bunun içindir ki, halk ve hatta okumuş ve aydınlar
zümresi kendisine daha hisli, heyecanlı, vecdli, hareketli, aynı zamanda hür
düşünce ve serbest görüş beyan etmeye imkân veren tekkelere yığılmışlar ve
şeyhlerin çevresinde toplanmışlardı. Kelâmın kuru ve katı tutumu tekkenin
güçlenmesine sebep olmuştu. Medresede durgunlaşan fikir ve hisler tekkede
hareketlenmiştir. Fakat medresenin ve kelâmcının yapması gereken şeyi tekkenin
ve şeyhlerin yapması medrese için de tekke için de faydalı ve hayırlı sonuçlar
doğurmamıştır. Durum ne olursa olsun medresenin kelâmda verdiği açığı tekkenin
kapatması imkânsızdır.
Şüphesiz ki,
bir Sünnî kelâmcısının, Sünnîlikten farklı inanç ve fikirlere sahip olan
Mutezile ve Ca'feriye gibi mezhepleri tenkit ve münakaşa konusu etmesi, naklî
ve aklî delillerle onları reddetmesi en tabiî hakkıdır ve hatta görevidir.
Fakat bu noktada suçlama, karalama, kötüleme ve yerme gibi bir havaya girmesi
hatalı olduğu kadar da ilme yakışmayan ve İslâm'ın yüksek menfaatlarma uymayan
bir davranıştır. Sünnî akaidini savunmak için ille de Sünnî olmayan Mutezile,
Ca'feriye ve Zeydiye gibi İslâm mezheplerini ağır bir biçimde itham ve mahkum
etmek gerekmez. îşte Şerhu'l-Akâid'de bu yapılmıştır. “Kur'an mahlûktur, diyen
kâfir olur” denirken Mutezileye, Mest üzerine meshi caiz görmeyen kâfir olur”,
denirken Ca'ferilere reva görülen ağır suçlamalar, yüreğinde İslâmlık ve
insanlık sevgisi bulunan herkesi rahatsız edecek niteliktedir. Hanbelîlerin
bile tenkid, red ve iptal konusu yapıldığı Şerhu'l-Akâid'de, Mutezile ve
Ca'feriye gibi Sünnî olmayan mezheplere karş yöneltilen ithamların kayd-ı ihtiyatla
karşılanmasında sayısız faydalar vardır: İmamet, hilafet, mest üzerine mesh...
vs. gibi aslında itikadLa ilgisi bulunmayan bazı amelî konuların, sırf muhalif
mezheplerle arayı açmak ve münasebetleri gergin tutmak için akâid kitaplarına
alınması, İslâm cemiyeti için huzur ve güven kaynağı değil, kaygı ve korku
menşei olmuştur. Sırf Ca'ferîye ve îmamiye imameti ve hilafeti akide ve iman
konusu yapmıştır, diye tamamiyle bir tepki olmak üzere Sünnî âlimlerinin de
meseleyi böyle takdim etmeleri ve şekillendirmeleri her iki taraf için de
hayırlı ve uğurlu neticeler doğurmamıştır.
Elfaz-ı küfür
bahsinde anlatılanlar, Sünni bir cemiyet içinde dahi birliği ve beraberliği
temin edecek nitelikte değildir. Ayrılığa ve gerginliğe sebep olacak bir
mahiyettedir.
Prensip
olarak:“Haber-i âhâd, sahih bile olsa küfürle iman arasında bir ölçü
değildir”, kaidesini ortaya koyduktan sonra, sahih bile olmayan âhâd haberlere
dayanarak şu ya da bu çeşitten söz söyleyen veya iş yapanlara kâfir demek açık
bir tezad ve te'vili olmayan bir tenakuzdur.
Şerhu'l-Akâid'in
yazıldığı ve okunduğu çağlarda İslâm cemiyetini hurafeler istila etmiş, bâtü
fikir ve itikadlar alabildiğine her tarafa yayılmış, Batınilik, Hurufîlik gibi
şeriatdışı cereyanlar gittikçe kuvvetlenmiştir. Tenasuh, hulul, ittihad,
te'lih, mehdilik, ric'at, âyet ve hadislerin, Allah'ın Resulünün maksadını ve
muradını aşan bir şekilde yorumlanması, türlü türlü dinî âyinlerin ve
bid'atların İslam muhitine kök salması gibi hususlar hiç bir zaman eksik
olmamıştır. Vahdet-i vücûd inancı ise âdeta İslâm'ın resmî bir akidesi haline
gelmiştir. Akâid ve kelâm kitaplarının esas konusunu teşkil etmesi gereken bu
gibi hususlarda, Şerhu'l-Akâid'de veya sonradan onun üzerine yazılan haşiye ve
taliklerde hemen hemen hiç bir şeyin söylenmemiş olması şaşılacak bir şeydir.
Artık mevcudu kalmamış, mensubu tükenmiş ve taraftarları yok olup gitmiş bir
mezhep olan Mutezile ile durmadan uğraşan Taftazânî ile yazdıkları haşiye ve
taliklerle kendisini takib ve taklid edenler, İslâm cemiyetini kasıb kavuran
Batınî faaliyetleri, îslâm muhitim kemiren bâtıl akideler ve hurafe fikirler,
İslama eski Hind, İran, Mısır ve Mezopotamya dinlerinden sızmış olan muzır
akideler konusunda bir tek söz bile söylememişlerdir. Bu durum İslâm'da nazariyat
ile fiilî hayatın ne kadar birbirinden ayrı ve uzak olduğunu açıkça
sergilemektedir. Gerçi bazı kelâm ve akâid âlimleri, meselâ Batinıliği ve
Zındıklığı red için müstakil eserler yazmamış değillerdir. Fakat bu nevi
eserler çok az ve sınırlı bir topluluğa hitap etmiştir. Şerhu'l-Akâid gibi
milyonlara hitap eden eserlerde, İslâm cemiyetinde fiilen mevcut olan Dehriye,
Tabiiyyun, Zındıklar, Mülhidler, İbahîler, Kalenderler, Rindler, Maniheistler,
Mazdeistlar, Yahudiler, Hıristiyanlar, Pessimistler ve Nihilistler hakkında hiç
bir şey söylenmemiş olması elbetteki tasvib ve takdir edilecek bir şey
değildir.
Şerhu'l-Akâid
tercümesine de yeri geldikçe bu nevi tenkitler yapılacaktır.
Şerhu'l-Akâid
ve benzeri kitapların günümüzde okutulması için de aynı şeyler söylenebilir.
Hâlâ İslâm akaidini bu nevi kitaplarla öğrenmek ve savunmak isteyenler çağların
çok gerisinde kalmış kimselerdir.
Ancak
Şerhu'l-Akâid'in aşağıdaki özellikleri hiç bir zaman gözden uzak tutulamaz ve
ehemmiyeti küçümsenemez.
1. Şerhu'l-Akâid asırlarca, İslâm dünyasının
önemli bir kısmının resmî itikadî ve düşünce şekli olmuştur. Çağlar boyunca
Sünnîlerin akâid konusunda neler okuduklarını, nelere inandıklarını ve nasıl düşündüklerini
araştırmak isteyenler bu eseri incelemek zorundadırlar.
2. Şerhu'l-Akâid, medrese zihniyetinin meydana
gelişinde ve şekillenişinde birinci derecede tesirli olan kitaplardan biridir.
Bu eseri tetkik edenler medrese
zihniyetini yakından tanıma
imkânını bulmuş olurlar.
3. Şerhu'l-Akâid kadar itikadî sahada tesirli olmuş ikinci bir akâid
kitabı yoktur. Bu sebeple Şerhu'l-Akâid, meydana getirdiği derin, devamlı ve
geniş tesirler açısından da okunmaya ve incelenmeye değer bir eserdir.
4. Şerhu'l-Akâid, bugün de geniş bir çevre
tarafından sürekli olarak hararetli bir şekilde okunmakta ve okutulmaktadır. Bu sebeple doğru-yanlış
yaşayan din gerçeğini ve kısmen de olsa geçerli olan akidelerle ilgili
hakikatları doğru olarak kaynağından öğrenmek için de bu eserin tetkik
edilmesine ihtiyaç vardır.
5. Delilleri ve ifade biçimleri değişse de
islamın asıl ve esas olan akaidi her zaman ve her yerde kendi kendinin aynıdır.
Akaidin bu “ismini Şerhu'l-Akâid'de bulmak mümkündür.
6. Şerhu'l-Akâid'i hazmederek okuyanlar ve
iyice tetkik edenler, diğer akaid ve kelâm kitaplarını daha rahat okuma, daha
kolay anlama alışkanlığını ve melekesini kazanmış olurlar.
Bu ve benzeri sebeplerden bir tanesi bile Şerhu'l-Akâid'in dikkatle okunması ve incelenmesini gerektirecek önem ve ağırlıktadır.
Bir hususu,
önemine binaen altını çizerek belirtmeliyiz. Yukarıda yaptığımız tenkit ve
münakaşalar sadece Şerhu'l-Akâid için doğru ve geçerlidir, denemez. Böyle bir
iddiamız yoktur. Tersine müteahhirîn denilen son dönem akâid ve kelâm âlimleri
tarafından yazılan bütün eserler için geçerlidir. Bu durum, İcî'nin Akâid-i
Adudiye'si, Celaleddin Devvanî'nin bunun üzerine yazdığı şerhi, Gelenbevî'nin
bu şerh üzerine yazdığı şerhi, yine İcî'nin Mevâkıfı, Seyyid Şerif Cürcâni'nin
bunun üzerine yazdığı Şerhu'I-mevâkıf'ı, Tusî'nin Tecrid'i, Beyzavî'nin
Tevâlm'l-envar'ı, Fahruddin Razî'nin Muhassal'ı için de bahis konusudur.
Umumiyetle İslâm ilim ve fikir tarihinde ilk ve eski kaynaklara çıkıldıkça
genişleyen bir fikir meydanı varken, son dönemlere gelindikçe bu alan
daralmaktadır.[82]
Tesbit
edebildiğimize göre Şerhu'l-Akâid'deki hadisleri tahric ve kaynaklarını tesbit
için iki eser yazılmıştır.
1. Ali Kari'nin, “Risale fi şerhi hadisin
verede fî Şerhi'l-akâid” isimli eseri. Biz bunu göremedik.
2. Suyutî'nin, Tahricu ahâdisi Şerhu'l-Akâid
isimli eseri (Bk. Süleymaniye, H.K.M. 943/37 Nesih, 260 varak; R.Ş.D. 988/44
Nesih, 430 varak).
Suyutî'nin bu eserinde 64 tane hadis tahric edilmiştir. Fakat Suyutî'nin tahric ettiği hadislerin hepsi merfû' yani Hz. Peygamber'e ait sözler ve işler değildir. Sahabeye ait sözler ve fiiller de vardır ki, bunlara da mevkuf hadis adı verilmektedir.
Şerhu'l-aAkâid'deki
hadisleri biz de tahric ettik ve esas kaynaklarını göstermeye gayret ettik.
Şerhul-Akâid'deki hadislerin hemen hemen hepsi âhâd haber niteliğindedir. Bu
âhâd haberlerin de yandan fazlası sahih değildir: Ya zayıf veya mevzu (düzme)
dur. Bu hususu misâllerle açıklamakta fayda vardır.
Suyutî'nin
tahriclerini ele alalım:Hz. Peygamber buyurdu ki, “Bir hoca ve talebe bir
köye uğradılar mı, şüphe etmeyin ki Allah
Taâlâ o köyün mezarlığında gömülü olan ölülerden kırk gün süreyle azabı
kaldırır”. Suyutî bu hadis için “lâ asle leh”, yani bu hadis asılsızdır,
demiştir. Bu hadisin, uğradıkları yerlerde hürmet, ikram görmek isteyen bazı
menfaatperest hocalar tarafından uydurulduğu âşikâr olmakla beraber, sanki
ölüye yapılan duanın ona faydası dokunacağı konusunda sahih hadisler yokmuş
gibi, allâmeliği ile meşhur olan Taftazânî'nür bu hadisi eserine alması,
doğrusu hayret edilecek bir şeydir. Ondan daha çok şaşılacak şey,
Şerhu'l-Akâid'e haşiye ve talik yazanların bu konuda bir şey söylememiş
olmaları ve uydurma olan bu rivayeti kabullenmiş görünmeleridir. Teferruat
sayılan bir çok konularda çok lüzumsuz bilgiler veren haşiye ve şerh yazarları,
hadislerin sıhhati ve mevsukiyeti gibi çok önemli ve temel konularda hiç bir
şey söylememektedirler. Bu durum, Selefilerin ve Ehî-i hadisin, “Kelâmcılar
hadis bilmezler”, şeklindeki iddialarına kuvvet kazandırmaktadır.
Suyutî, “Allah
bir kulunu sevdi mi, günah ona zarar vermez”, mealindeki hadis için, “lem
ekıf aleyh” yani kaynağını bulamadım, demekte ve böylece hadisin uydurma
olduğunu ima etmektedir ki, haklıdır.
Hz.Peygamber,”Namaz
kılanların lanetlenmesini yasaklamıştır...”,“Ashabıma kramda bulunun...”
buyurmuştur, mealindeki hadislerin de kaynağını bulamayan Suyutî, “Böyle
hadisler yoktur. Fakat diğer hadislerde bu manâ vardır”, demekte böylece lafız
itibariyle düzme olan bu hadislerin, manâ yönünden doğru olduğunu anlatmak
istemektedir.
Aslında
Suyutî'nin kaynağını gösterdiği hadislerin de bir kısmı uydurmadır. Meselâ “Kur'an
Allah'ın kelâmı olup gayr-i mahlûktur. Mahlûktur, diyen kâfir olur”,manâsına
gelen hadisin düzme olduğunu îbn Cevzi açıkça söylemiştir [83].
Gerçi
mutasavvıflar da eserlerinde zayıf ve mevzu hadisler nakletmişlerdir. Fakat
onların eserleri bir akâid ve inanç kitabı olmayıp nasihat ve irşad kitapları
olduğundan, vaaz ve nasihat vadisinde yazılan kitaplarda ahkâmla ilgili
bulunmayan hadisler nakledilirken tesahül ve müsamaha göstermek hadisciler
arasında dahi âdet olduğundan bu husus o kadar fazla önem taşımamaktadır.
Akâid ve
kelâm kitapları şu ölçüyü ortaya koymaktadırlar:
1. Nakl-i mütevatir, iman ile küfür arasında
ölçüdür.
2. Nakl-i meşhur dalâlet ile adem-i dalâlet
arasında ölçüdür: a) Nakl-i mütevatiri inkâr eden tekfir, b) nakl-i meşhuru
inkâr eden tadlîl olunur.
3. Nakl-i âhâd-sahih dahi olsa- iman ve
dalalette kıstas değildir. Fakat amelî ve ahlakî mevzularda bir delildir. Bab-ı
akâiddezan muteber olmadığından nakl-i ahad orada delil olmaz. [84]
Bu duruma
göre Şerhu'l-Akâid'de nakledilen “Delil getirmek iddia sahibine, yemin ise
inkâr edene düşer” hadisi mutevatirdir Cibril hadisi gibi birkaç hadisi de
meşhur ve mustefiz sayarsak altmışdört hadisten altmışı âhâddır. Âhâd hadisler
de sahih olan. âhâd hadisler, hasen veya zayıf olan âhâd hadisler diye ikiye
ayrılır. Bir de ne sahih, ne hasen, ne de zayıf olmayan mevzu ve uydurma hadisler
vardır. Şerhu'l-Akâid'deki hadislerin azı sahih, çoğu gayr-ı sahihtir. Sahih
olmayan hadisler içinde mevzu hadislerin sayısı az değildir.
Tuhaftır ki,
Fahruddin Razî gibi Eş'ari kelâmcılan, mütevâtir dahi olsa nakli delillerin
ilim değil zan ifade ettiğini açıkça söylemişlerdir. Bizzat Taftazânî
Şerhu'l-Akâid'de âhâd hadislerin akâidde ölçü ve delil olmadığını ifade
etmiştir. Buna rağmen bu hadisleri nakletmesi bir tezaddır.
Bu durum
karşısında Şerhu'l-Akâid'deki hadislere bakarak bunları iman ile küfür
arasında, veya bid'atcılıkla Sünnîlik arasında bir delil olarak görmek ve
kullanmak çok yanlış olur. Zira dört-beş tanesi hariç geriye kalan tüm
hadisler âhâddır ve âhâd hadisler itikadı meselelerde, imanla ilgili konularda
asla ölçü değildir. Halbuki bu hadisler Şerhu'l-Akâid'de delil diye
nakledilmiş, iman ve akâidle ilgili meselelerin mesnedi şeklinde
gösterilmiştir. Şerhu'l-Akâid'de bir hadis veya hadise dayanan bir mesele
görenler, o hadise ve meseleye aykırı inanç ve fikir taşıyanları, hiç tereddüt
etmeden ya kâfir, ya dalâlette kalmış bir sapık veyahut da bir bid'atcı olmakla
suçlamaktadırlar. Bu ise, Gazalî'nin Faysalu't-tefrika isimli eserinde gayet
açık olarak belirtildiği gibi, aslında çok geniş olan iman ve akâid konularının
çok daraltılması manâsına gelmektedir [85].
Çok geniş ve
pek engin olan iman ve itikad dairesini, Hakk Taâlâ'nın rahmetini ve lütfunu,
birtakım sun'î, beşerî, aklî ve mantıki ölçülerle daraltmak, hidayette ve
sırat-ı müstakimde olmayı bir avuç şahsa inhisar ettirmek sürekli olarak İslâm
cemiyeti ve müslüman ferdleri için huzursuzluk ve geçimsizlik sebebi olmuştur.
Şerhu'l-Akâid'deki
hadisleri tahric ettik ve kaynaklarını tek tek tesbit ettik. Eğer bir hadis
muttefekun aleyh ise, yani Buharı ile Müslim tarafından müştereken nakl ve
rivayet edilmişse, bu gibi hadislere kelâm ve akâid açısından önem ve değer verilmesi,
bu nitelikte olmayan hadislerin bid'atcıhkta dahi ölçü olarak kullanılmaması
gerekmektedir. Konuya bu açıdan bakıldığı zaman bir çok müşkil mesele büyük
ölçüde halledilmiş olacaktır.[86]
Elinizdeki
eser hazırlanırken, anlaşılmasını kolaylaştırmak ve tasnifler getirmek için,
bazı ilave ve tasarruflarda bulunulmuştur. Bunları burada belirtmekte fayda
mülâhaza ediyoruz:
1. Konuların daha iyi takip edilebilmesi için, bölüm başlıkları, umumî
başlıklar ve altbaşlıklar tarafımızdan ilave edilmiştir, ilave ettiğimiz
bu başlıkların esas metinden ayırdedilmesi için bunları parantez içine
almaya ihtiyaç duymadık. Çünkü kitabın aslında zaten hiç başlık yoktur.
2. Şerhin, esas metin olarak ele aldığı
Metnu'I-Akâîdle ilgili kısımlar ayırdedilebilecek şekilde siyah dizilmiş ve
boşluklar bırakılmıştır.
3. Hakkında yeterli bilgi olmayan konularla ilgili, dipnotlarda yeterli bilgi verilmiş, bunun için İsmail Hakkı İzmirli, Giritli Sırrı Paşa ve Seyyid Bey'den aynen alıntılar da yapılmıştır. Diğer mezheplerin o konulardaki görüşleri de özetlenmeye çalışılmıştır. Bununla İslâm akaidi hakkında umumî bir bakış sağlama gayesi güdülmüştür.
4. Âyetlerin sure ve numaraları metnin içinde
verilirken, hadislerin kaynak ve tenkidi ise dipnotlarda verilmiştir.
Doğruya ulaştıran yalnız Allah Taâlâ'dır.
Süleyman ULUDAĞ Bursa Yüksek îsîâm Enstitüsü Tasavvuf Tarihi öğretim Üyesi. [87]
[1] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 5-10.
[2] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 11-13.
[3] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları:13-15.
[4] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni ilm-i kelâm, I, 88. (ist. 1339/1920)
[5] Sonraki kelâmcılar kudemanm eserlerinden çok îbn
Sina'nın el-îşarat ve't-tenbih (Kahire, 1323/1905, el-Muhassal'm zeylinde),
e§-Şifa (Bulak, 1960, ilahiyat kısmı), en~Necât (Kahire, 1938) gibi eserlerine
dayanmışlar, eski kelâmcılardan çok filozoflardan faydalanmışlardır.
[6] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 15-19.
[7] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 20.
[8] Müsnedu EM Hani/e, isimli İmam-ı Azam'ı msbet edilen
bir hadis kıta bı daha vardır. Bu da basılmıştır. Fakat içinde çok az hadis
mevcuttur.
[9] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 21.
[10] Nesil dergisi, Sayı: 3, s. 45 (1978). Bağdadî de
UsûIu'd-din'de Ebu m-nife'yi kelâmcı gösterir .Fakat ona göre ilk kelâma Hz.
Ali'dir.
[11] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni ilm-i kelâm, I, 105, 170.
[12] Taşköprîzâde, Mevzuatu'l-ulûm, I, 597
[13] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni ilm-i kelâm, I, 77.
[14] Taşköprîzâde,
I, 600. Fıkhu'l-ekber'de “Kur'an mahluk değildir” denildiğine göre ya
bu rivayet veya kitab Ebu Hanife'ye ait değildir.
[15] Taşköprîzâde, a.g.e, I, 599, 600.
[16] Molla Hüsrev, Dureru’l-hükkâm fî şerhi Gureri'l-ahkâm,l323 (İst. 1317/1899).
[17] Ali Karî, Şerhu'l-Fıkhı'l-ekber, s. 2 (Mısır, 1323/1905).
[18] Taşköprîzâde, Mevzuatu'l-ulûm, I, 615.
[19] Taşköprîzâde, a.g.e, I, 597.
[20] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları:21-26.
[21] Kâtip Çelebi, Keşfu'z-zünûn, 11, 1287.
[22] Ta'arruf, Fıkhu'l-ekber'le birlikte tarafımızdan
tercüme edilerek neşredilmiştir. Dergâh yayınları, İst. 1979.
[23] Ebu Muîn, Tabsiretu'l-edüle, Tancî, a.g. makale, 11,
12. Kelâbâzî'nin Ta'arruf isimli mühim
eserin tercümesinin önsözünde, Maturidî akaidi İle, daha doğrusu Fikhu'l-ekber
ile ilk sûfîlerin akideleri arasındaki benzerliğe temas etmiştik, bk.
Doğuş devrinde tasavvuf, (Ta'arruf tercümesi, İst. 1979. s. 34). Aslında ilk
sûfîlerle Maturidîler arasında var olan akîde yakınlığı ve benzerliği, ilk
sûfîlerin Hanefî veya Maturidî olduklarından değil, ilk sûfîlerin de, Hanefî ve
Maturidîlerin de Selef mezhebine
yakın oluşlarından ileri
gelmektedir. Meseleye bu
açıdan bakıldığı zaman ilk sûfîlerle ilk Eş'arîler arasında da akâid
konularında önemli sayılabilecek bir fark göze çarpmamaktadır.
[24] Kâtip Çelebi, II, 1287. Ebu'l-Müntehâ'nm Fıkhu'l-ekber
şerhi de basılmıştır (İst. 1309/1891).
[25] Kâtip Celebi, aynı yer. Sadreddin Taftazani, Kelâm
İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh
Yayınları: 26-29.
[26] Bk. Fethullah Huleyf, Kitabu't-tevhid önsözü, s.
6, (İst. 1979).
[27] Maturidi'nin mezarı, Cakardiza'dadır. Cakardiza
Semerkand'm bir mahallesidir. Muhammed b. Ebu Vefa Kııreşî, el-Cevahiru'l-muzîe
fî tabakâti'Hanefiye'de bu kabristan hakkında der ki: Cakardiza'da
'Türbe-tu'1-Muhammedîn adı verilen bir mezarlık vardır. îsmi Muhammed olan
400'den fazla âlim burada gömülüdür. Bunlardan herbiri eser yazmış, fetva
vermiş ve çok sayıda talebe yetiştirmiştir.
[28] Bu konuda bk. Uzunçarşüı İsmail Hakkı, Osmanlı
devletinde ilmiye teşkilatı, 24, 25, 26. (Ankara, 1965). Türk kelâmcıları için
bk. Aynî M. Ali, Î.F.M. 1932, sayı 23.
[29] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 29-34.
[30] İzmirli, Yeni ilm-i kelâm, II, 107, 108.
[31] Beyazî, İşaratu'l-meTâm, 23.
[32] Fethullah Huleyf, Kitabu't-tevhid önsözü, 5.
[33] Bk. Tancî a.g. makale; Fethullah Huleyf,
Kitabu't-tevhid Önsözü, 9.
[34] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 34-39.
[35] Maturidîlik ile Eş'arîlik arasındaki farkları ve
ihtilaflı meseleleri tesbit için eskiden beri çalışmalar yapılmış ve muhtelif
eserler yazılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Şeyhzâde,
Nazmu'l-ferâid.(İst. 1288/1871); Ebu Uzbe,el-Ravzu'l-behİyye jîmâ
beyne'l-Eş'ariyye ve'î-Maturidîyye (Haydarabad, 1322/1904); Halid Ziyaeddin,
es-Simtu'l-abkerî jî şerhi ikdi'l-cevheri ji'l-fark beyne kesbeyi'l-Maturidî
ve'î-Eş'arî (îst. 1305/1887); Beyazı, İşâratu'l-merâm, s.53-56, (Mısır, 1949);
Tacuddîn Sübkî, Kaside ji'l-hilaf beyne'UEş'ariyye ve'l-Maturidîyye (Zebidî,
İthafu's-sade, II, 8-10); Zebidî, îthafu's-sade (îhya, şerhi, Mısır,
1199/1776); Abdullah b. Osman b. Musa, Hİlafiyatu'l-hükemâ maa'l-mütekellimin
ve hilafiyâtu'l-Eş'arîyye maa'l-Maturidîye; Ahmed Asım, Mevhu'l-meâli /t
şerhi'l-Emâlî (İst. 1304/1886); Hadimi, Tarikat-t Muhammediye şerhi.
[36] Bk. Beyazı, s. 56.
[37] Şeyhzâde, s. 42.
[38] Gazali, el-îktisad, s. 97 (Mısır, 1962).
[39] Taftazânî, Şerhu'l-Makûsid, II, 261.
[40] İzmirli, Yeni ilm-i kelâm, I, 89.
[41] İzmirli, a.g.e, I, 81, 108.
[42] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 40-51.
[43] Bk. Zebidî, îthâju's-sade, II, 8.
[44] Beyazı, s. 56.
[45] Merhu'l-meâlî, s.
18
[46] Zebidî, II, 9.
[47] Seyyid Bey, üsûl-ı fıkıh dersleri, II, 7, (îst. 1330/1911).
[48] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 51-52.
[49] Mustafa Sabri, Mevktfu'l-akl, î, 403, 413, 418,
419 (Mısır, 1950).
[50] . Abduh'tm Maturidî akaidinin tesirinde kaldığı
konusunda bk; Fethullah Huleyf, Kitabu't-tevhid'in Önsözü, s. 10.
[51] Şeyhzâde, s. 46.
[52] Gazalî, el-îktisat ji'l-iiikad, s. 88 (Mısır, 1962).
[53] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 52-56.
[54] İzmirli, Yeni ilm-i kelâm, I, 102.
[55] İzmirli, İsmail
Hakkı, Daru'l-jünûn İlahiyat Fakültesi
Mecmuası, sayı: IX, s. 15.
[56] İzmirli, Yeni ilm-i kelâm, I, 184.
[57] Abdulkahir Bağdadî, el-Fark beyne'l-fırak, s. 330.
[58] Abdulkahir Bağdadî, a.g.e., s. 329.
[59] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 56-59.
[60] Wencinck, A. J.”Nesefî” maddesi, islâm Ansiklopedisi.
[61] Mehmet Alı Aynî ve Bekir Topaloğlu Mctnu'l-akâid'e bir
çok şerh yazılmış olduğunu söylerler,
ama örnek vermezler. Bk.
Huccetu'l-îslâm İmam Gazali, s. 102 (İst. 1327) Nesil. 1979, sayı, 8.
Bağdatlı İsmail Hakkı Paşa da aynı şeyi söyler. Hediyyetu 'I arif in, I, 783.
Bu durum, Taftazânî şerhine yazılan şerhlerin, Akâidu'n-Nesefî'ye aitmiş gibi
görülmesinden ileri gelmiş olabilir.
[62] Metnu'l-akâid müellifi
Nesefi'nin hayatı ve
eserleri için bk. Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetul-ârifîn, I,
783; Brockelman GAL. I, 427; Suppl,I, 758; Keşfuz'zunûn, I, 1145; E. Serkis,
Mu'cemu'l-matbuât, 1854; Kah-hale, Mu'cemu'l-müellifîn, VII. 305.
[63] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 60-61.
[64] Mehmed Ali Aynî, İlahiyat Fakültesi Mecmuası, Sayı X,
s. 52, 53.
[65] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 62-63.
[66] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 64.
[67] îbn Arabi'nin Fusûs'unu red içia yazılan Fazihatu’l-
mülhidir,î'nin değil, Taftazani’nin Alâeddin Buhari’nindir.
[68] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 64-65.
[69] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 65-66.
[70] Bekir Topaloğlu, Maturidîye akaidi i. 10 (Ank. 1979).
[71] Fethullah Huleyf, Kitabu't-tevhid önsözü, s. 9.
[72] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 66-68.
[73] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 68-69.
[74] Bk. Şerhu'l-akâid, s. 165.
[75] Bekir Topaloğlu, Maturidîye akaidi, 10 (Ank.
1979).
[76] Bekir Topaloğlu, Nesil Dergisi, sayı: VIII, 52, 1969.
[77] W. Montgomery Watt, îslâmî tetkikler (Ank. 1968).
[78] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları:70-74.
[79] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 74.
[80] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 74-77.
[81] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 77-78.
[82] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 79-84.
[83] Bu hadis üzerindeki tartışmalar İçin bk. Aclunî, n,
94.
[84] İzmirli, Yeni ilm-i kelâm, I, 31.
[85] Gazalî'nin küfürle iman arasındaki sınırı tesbit etmek
ve müsamaha anlayışını hakim
kılmak için yazdığı Faysalu't-tefrika,.. ismindeki küçük fakat kıymetli eserini
İslâm'da müsamaha ismiyle tercüme etrniştik (îst, 1972).
[86] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 84-87.
[87] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 87.