1.
Kelâma, Kelâm Denilmesinin Sebebi
2.
“Üç Kardeş” Meselesi Ve Ehl-i Sünnet Kelâmının Doğuşu
5.
KÂİNÂTIN VE MADDENİN MAHİYETİ
Hamd olsun o
Allah'a ki, zatının ulu ve sıfatlarının kâmil oluşu itibariyle tektir,
vasıflarmdaki büyüklük bakımından eksikliğe delâlet eden şaibe ve emmarelerden
münezzehtir.
Salat (ve
selâm), açık delillerle ve parlak (mucize ve) açıklamalarla te'yid edilen
peygamberimiz Muhammed'e, hak yolun rehberleri ve savunucuları olan âl ve
ashabına olsun.
Şübhe yok ki,
şeriatın ve (dinî) hükümlerin aslı, İslâm akaidindeki kaidelerin esasi, “kelâm”
adını alan (ve müslümanları) şübhecilik karanlığından, vehim kötülüğünden
kurtaran “Tevhid ve sıfat ilmi”dir [1].
İslâm
âlimlerinin Önderi, din ve diyanetin yıldızı ulu îmam - Allah, selâmet yurdu
olan cennetteki derecesini daha da yüceltsin- Ömer Nesefî'nin Akâid
(Metnu'l-Akâid ve Akâidu'n-Nesefiye) isimli kısa eseri, bu ilmin eşsiz
cevherlerini ve faydalı incilerini muhtelif bölümler içinde ihtiva etmektedir.
Bu bölümler son derece tertibli ve düzenli, azamî şekilde intizamlı ve özet
olmakla beraber (dini sahada yakinî ve) kesin bilgi sahibi olmak için birer öz
ve cevherdir de.
Bu eseri,
mücmel konuları tafsil ederek, anlaşılması güç yerleri açıklayarak, kapalı ve
dürülü kısımlarını ortaya sererek ve gizli yönlerini izah ederek, şerh etmeye
gayret ettim. Bununla beraber, özetleme ve düzenleme işini yaparken sözleri
esas maksadına yönelttim; açıklamalarda ana gayeye işaret ettim; meseleleri
zihinlere yerleştirdikten sonra araştırdım; delilleri, bütün açıklığı ile
ortaya koyduktan sonra inceledim; maksatları sergiledikten sonra izah ettim;
özetleme ve kısaltma işiyle birlikte faydalan çoğalttım; uzatma ve usandırma
işini bir yana bırakarak sözü kısa kestim; çok kısa ve nıübhem, çok uzun ve
anlaşılmaz şekilde yazı yazmaktan uzak kaldım.
Doğru yola
ileten Allah'tır. Hatadan korunmak ve doğrudan ayrılmamak hedefine ulaşmak
O'ndan istenir. O bana yeter, ne güzel velîdir O.[2]
Dinî ve şer'i
hükümlerin bazıları, amelin (yapılış biçimi ve) keyfiyeti ile ilgilidir.
Bunlara “fer'î ve amelî hükümler” denir. Diğer bazıları akidelerle (ve inanma
şekliyle) ilgilidir. Bunlara da “aslî ve itikadı hükümler”adı verilir. Birinci
nevi hükümleri ilgili ilme, “İlmu'ş-şeriat ve İlmu'l-ahkâm” ismi verilir. Böyle
denmesinin sebebi, bu çeşit hükümlerin sadece şer'î ve dinî kaynaklardan
çıkarılmış olmasıdır. “Dinî ahkâm”, denilince ilk akla gelen sadece bu nevi
hükümlerdir.
ikinci çeşit
hükümlerle ilgili olan ilme, “îlmu't-tevhid ve's-sıfat” denir. Burada incelenen
en meşhur bahsin ve en şerefli maksadın Tevhid ve ilahî sıfatlar oluşu, bu
isimlendirmeye sebep olmuştur [3].
îlk
müslümanlardan ashab ve tabiûn (r.a.), akidelerinin temiz olmaları, peygamber
(s.a.) le sohbet etme bereketinden feyz almaları, O'nun çağma yakın bir
zamanda yaşamaları, hadis ve ihtilafların az oluşu, güvenilir din âlimlerine
başvurma imkânına sahip olmaları sebebiyle, bahis konusu iki ilmi tedvin
etmeye, bölümlere ve kısımlara ayırarak tertibe koymaya, esas fer'î
maksatlarını anlatmaya ihtiyaç hissetmemişlerdi. Nihayet bu hal böyle giderken
müslümanîar arasında fitne çıktı (Cemal ve Sıffin savaşları meydana geldi). Din
âlimlerine karşı gelmeler umumî bir hal aldı. Görüşler arasında ihtilaflar
belirdi. Bid'at, hevâ ve hevese meyletme durumu ortaya çıktı [4].
Fetva ve vakalar çoğalarak önemli işlerde din alimlerine müracaatta bulunma
vaziyeti hasıl oldu. İşte o zaman âlimler nazar, istidlal, ictihad, istinbat,
kaide ve esaslar sergileme, kısım ve bölümler tertipleme, delillere dayanarak
meseleleri çoğaltma, itirazları cevaplarıyle birlikte ortaya koyma, ıstılah ve
tabirleri belirleme, mezhep ve ihtilafları açıklama işiyle meşgul oldular.
Mufassal ve
muayyen delillerden çıkarılan amelî hükümlerden bahseden ilme: “Fıkıh”, dinî
hükümlerin kaynağı olan delillerden ana hatlarıyle bahseden ilme:
“Usulu'l-fıkıh”; itikadî hükümleri, delillerine dayanarak anlatan ilme “Kelâm”
adını verdiler.[5]
1. Kelâmcılar, itikadî konuları tartışırken
söze “el-kelâm fi kezave keza..” (Şu konudaki
kelâm şöyledir), şeklindebaşlarlardı (Bundan dolayı en çok kullandıkları
bu cümledeki ilk kelime bu ilmin özel ismi haline gelmiştir).
2. Kelâm meselesi (ve Allah'ın Kelâm sıfatı) bu
ilmin en fazla meşhur olan ve en çok tartışma ve çekişme konusu idi. Hatta
mütegallibeden biri, “Kur'an mahlûktur” demedikleri için hak ehli olanlardan
bir çoklarını öldürtmüşdür (Memûn, Mutasım, Vâsık zamanlarında Mutezile kelâmı
Abbasî Devleti'nin resmî inancı haline gelmiş ve Hanbeliler şiddetli baskılara
maruz kalmışlardı).
3. Şer'î meselelerin hakikatini araştırırken ve
hasımları sustururken bu ilim, insana kelâm, yani konuşma gücü verir. Bu bakımdan
kelâm, mantıkin felsefî ilimlerdeki yeri gibi (İslânri ilimler içinde) bir yer
tutar.
4. Öğretilmesi ve öğrenilmesi farz olan
ilimlerin ilki sadece kelâmla, yani sözle öğrenilir. Bunun için bu ilme kelâm
ismi verilmiştir. Daha sonra özellikle akâid ilmine bu isim verilmiş, aradaki
fark görülsün diye" öbür ilimlere bu isim verilmemiştir.
5. Kelâmın mahiyeti ve hakikati, iki tarafın
ortaya atacakları sözler ve tartışmalarla anlaşılır. Halbuki öbür ilimlerden
bazılarının mahiyeti düşünülmek ve kitap okumakla da anlaşılabilir.
6. Kelâm en çok ihtilaf edilen ve çekişme
konusu olan bir ilimdir. Bu sebeple muhaliflerle konuşmaya yani kelâm etmeye
ve onları reddetmeye şiddetle ihtiyaç göstermektedir.
7. Kelâmdaki delillerin kuvveti sayesinde
sanki, “Söz, bu sözdür, bilinen diğer sözler değil!” denilmiş olmaktadır.
Nitekim iki söz-aen daha kuvvetli olanı için, “îşte kelâm budur!” denir.
8. Kelâm, çoğu sem'î ve nakli deliller
tarafından da desteklenen kesin delillere dayanmaktadır. Onun için kalbte en
fazla tesir yapan ve oraya nüfuz eden ilim budur. Bundan dolayı, yaralamak
manâsına gelen, “ k e 1 m “ kökünden türetilen “kelâm” sözü bu ilme isim olarak
verilmiştir (Bu sekiz sebepten biri veya birkaçı dolayısıyle bu ilme kelâm adı
verilmiştir. Bu hususa bütün kaynaklarda işaret edilmektedir).
Kudemâ,
denilen eski kelâmcılann anladığı kelâm budur. Bu kelâmdaki ihtilaflı konuların
çoğu İslâm fırka ve mezhepleriyle, özellikle Mutezile ile ilgilidir [6]. Zira
sünnetin ve hadislerin zahirinden anlaşılan manâ ve sahabe topluluğunun itikad
konusunda üzerinde yürüdüğü yol hususunda ihtilafla ilgili kaidelerin esaslarını
kuran Mutezile olmuştur.
Bu hadise
şöyle vukua gelmiştir: Mutezilenin reisi Vâsıl b. Ata föl. 131/748) Hasan Basrî
(öl. 110/728) nin ders halkasından ayrılmış, mürtekib-i kebîre (büyük günah
işleyen)nin ne mü'min ne de kâfir olduğunu anlatmaya başlamış, iki menzile
(iman -küfür) arasında bir menzilin var olduğunu kabul etmiş, bunun üzerine
Hasan Basrî, “Vasıl bizden ayrıldı” (Kad i'tezele Vâsilün annâ) demiş, bundan
dolayı ona ve etrafında toplananlara Mutezile adı verilmişti [7].
Mutezile
mensupları kendilerine, “Ehlu'i-adl” ve “Ashabu't-tevhid” gibi isimler
vermişlerdir. Bunun sebebi “itaat edene sevap, isyan edene ceza vermek Allah
Taâlâ için zarurîdir” demeleri ve Hakk Taâlâ'dan, kadım ve ezeli sıfatların
varlığını reddetmeleridir.[8]
Daha sonra
Mutezile kelâm ilmine genişlemesine ve derinlemesine dalmış ve temel konuların
bir çoğunda filozofların eteklerine sarılmıştır. Böylece mezheplerinin
yayılması Ebu'l-Hasan Eş'arî (r.a.) (öl- 330/941) ile Hocası Ebu Ali Cübbâî
Cöl. 303/915) arasında geçen şu hadiseye kadar devanı etmiştir:
Eş'arî: Üç
kardeş var. Biri ibadet ve itaat halinde, diğeri isyan ve günah içinde,
üçüncüsü de çocuk yaşta iken öldü. Bunlar hakkında ne dersiniz?
Cübbâî: îlki,
mükafat olarak cennette, ikincisi ceza olarak cehenneme girer, üçüncüsü ne
mükafat ne de ceza görür.
Eş'arî:
Üçüncüsü, “Ya Rabbi, beni neden çocuk yaşta öldürdün de büyüyene kadar
yaşatmadın? Büyüseydim sana iman ve itaat eder, böylece ben de cennete
giderdim”, derse, ona ne cevap verilir?
Cübbâî: Rab
ona der ki: “Ben haline bakarak şunu bildim: Büyüyene kadar yaşasaydın günah
işleyecek ve bu sebeple cehenneme gidecektin. Senin menfaat ve meslahtına en
uygun olan ( eslah) küçükken ölmendi”.
Eş'arî: Eğer
ikincisi, “Ya Rab neden beni küçükken öldürmedin? Öyle yapsaydın sana âsi olmaz
ve böylece cehenneme girmezdim”, derse Rab ne cevap verir?
Bu soru
üzerine Cübbâî şaşırdı ve cevap veremedi. Eş'arî de Mutezile mezhebinden
ayrıldı. Bundan sonra o ve ona tâbi olanlar, Mutezilenin görüşlerinin bâtıl
olduğunu gösterme, hadiselerde anlatılan hususların ve Ehl-i sünnet
ve'1-cemaatın yürüdüğü yolun doğru olduğunu ispat etme işi ile meşgul oldular.
Ondan dolayı da “Ehl-i sünnet ve'I-cemaat” adını aldılar.[9]
Felsefe
Arapçaya nakledilip Müslümanlar ona dalınca; âlimler, Şeriata muhalif olan
konularda filozofları reddetmeye koyuldular. Bunun neticesinde, maksatlarını
iyice kavrayıp iptal etmek için bir Çok felsefî meseleleri kelâm'a
karıştırdılar. Bu durum onları, felsefeni
tabiiyyât ve ilahiyat (fizik ve metafizik) kısımlarınin büyük bir bölümünü kelâm ilmine
ithal etmeye sürükledi. Daha sonra riyazi (matematik) ilimlere de daldılar.
Öyle ki, kelâm “Sem’-îyyât” bahsini ihtiva etmezse, hemen hemen felsefeden
ayırt edilmez ve seçilmez hale geldi. îşte bu da Muteahhirîn (sonrakiler) in
kelâmıdır.
Kelâm, en
şerefli bir ilim (eşrefu'l-ulûm)dur. Zira şer'î hükümlerin esası ve dinî
ilimlerin başı odur. İslâm'ın akideleri hakkında onda bilgi verilir. Gayesi
ise, hem dünya hem de âhiret saadetine nail olmaktır. Bu ilimdeki delillerin
çoğu, sem'î ve nakli delillerle de te'yid edilen kat'î (burhan, hüccet)
delillerdir.
Kelâmın
kötülenmesi ve okunmasından menedilmesi hakkında seleften (ve ilk din
âlimlerinden) nakledilen hususlar; sadece dinde taassub gösteren, yakîni (kesin
ve sağlam) bilgiler tahsil etme ehliyetine sahip olmayan, müslümanlarm
akidelerini bozma gibi bir maksat peşinde koşan ve aslında ihtiyaç duyulmayan
(derin gamız, mu'ğdıl ve) anlaşılması güç felsefi konulara dalan kimseler için
söz konusudur. Aksi halde farzların aslı ve teşri kılınan hususların esası
olan bir hususun öğrenilmesinden menedilmesi nasıl düşünülebilir?
Kelâm ilminin
temeli, sonradan olan (muhdes, hadis ve mahlûk) şeylerin var oluşu ile sanî'in
(ve Allah'ın) varlığına, birliğine, sıfatlarına ve fiillerine istidlal,
(eserden sanatkara, neticeden sebebe, malulden illete intikal) etmek ve daha
sonra diğer semi (nakli ve dinî) konuların. ispatına geçmek olduğu için, (Ömer
Nesefî tarafından bu) kitabın ayn ve araz (madde-cisim, özellik-nitelik)
nevinden olmak üzere müşâhade edilen varlığa ve bunlar hakkındaki insan
bilgisinin doğru ve gerçek olduğuna işaret edilerek başlatılması münasib
düşmüştür. Böylece esas ve en önemli maksadın bilinmesini sağlamak için bu hususlar
araç olarak kullanılmak istenmiştir.[10]
“Hak ehli
olanlara göre eşyanın hakikatları sabit ve mevcuttur”
Hak, vakıaya
mutabık olan hükümdür. Hak ihtiva etmesi itibariyle sözlere, inançlara,
dinlere, mezheplere de hak (gerçek) adı verilir (ve hak söz, hak inanç, hak
din, hak mezhep denilir). Hakkın mukabili ve zıddı bâtıldır. Sıdk (doğruluk)
tabirinin kullanılması ise özellikle sözlerde yaygınlaşmıştır. Sıdkın mukabili
kizb (yalancılık) dir.
Bazen hak ile
sıdk tabirleri arasında fark görülmek istenir ve “Hakta vakıa yönünden, sıdkta
hüküm cihetinden mutabakat aranır” denilir. Bu duruma göre “Hükmün sıdkı ve
doğruluğu vakıaya mutabık oluşu”, “Hükmün hakikati ve gerçekliğini vakanın ona
mutabık oluşu”, manâsına gelir (Hüküm vakıaya uygun ise sıdk, vakıa hükme
uygun ise hak adını alır).
“Eşyanın hakikatları
vardır”
Bir şeyin
hakikati ve mahiyeti, bir şeyi o şey yapan husustur. İnsan için, “Hayvan-ı
nâtık (konuşan ve düşünen hayvan) denilmesi gibi. Halbuki insan için “gülen”
veya “yazan” demek (hayvan-ı nâtık demek-gibi) değildir. Zira bunlara sahip
olmayan bir insanı tasavvur etmek mümkündür. Çünkü gülmek ve yazmak insandaki
arazlardandır, (temel vasıf değildir).
Şöyle de
denilir: Gerçekleşmesi itibariyle bir şeyin o şey olmasına hakikat, müşahhas
hale gelmesine hüviyet, bu gibi hususların dikkate alınmamış haline mahiyet adı
verilir (Buna göre gerçek varlığı olmayan anka kuşunun hakikati vardır, denemez
ama mahiyeti vardır, denebilir: Hüviyette ise müşahhaslık aranır) .
Bize göre “şey”
(obje) “mevcut” manâsına gelir. Subüt, tahakkuk, vücûd ve kevn (sabit olma,
gerçekleşme, varlık ve oluş) müteradif (eşanlamlı, sinonim) sözler olup
manâlarının tasavvur edilmesi apaçıktır, Caksiom, bedihî, tarife ihtiyaç
göstermez)
İtiraz: Bu noktadan hareket edilerek, “Eşyanın
hakikati var ve sabittir” diye hüküm vermek boş ve anlamsızdır. Tıpkı “sabit ve
var olan şeyler sabit ve vardır' sözüne benzer”, denilirse:
Cevab: Bu sözden maksat şudur. Eşyanın
hakikatlarıdır, diye inandığımız ve insan, at, gök, yer... gibi isimler
verdiğimiz şeyler aslında var olan hususlardır. Nitekim “vacibül-vücûd, varlığı
zarurî olan mevcuttur”, denilmesi de böyledir. Bu cümle bir manâ ifade eder,
bazen açıklamaya bile ıhtitaç gösterir. Bu gibi cümle ve bükümler, “sabit sabittir”,
“var vardır”, gibi (boş ve manâsız) değildir. “Ben Ebu Necmim, “şiirim
şiirimdîr” gibi de değildir. Nitekim bu husus apaçıktır. [Var vardır, şiirim
şiirimdir, gibi cümleler boş ve anlamsızdır, bir şey ifade eden hükümler
değildir. Zira mevzu (konu) mahmul (hüküm, yüklem) olarak (obje-süje,
yüklem-sıfat) aynen tekrar edilmektedir. Bir cümlenin ve kaziyenin yeni bir
şey ifade etmesi için mevzuun mahmuldan farklı olması şarttır!.
Bu meselenin
aslı şudur: Bir şeyin muhtelif itibarları ve değişik yönleri bulunabilir. Bu
gibi itibardan bazılarını değil de, diğer bazılarını dikkate alarak bir şeye
başka bir şeyle hükmetmek bir manâ ifade eder. İnsan örneğinde durum böyledir.
İnsan herhangi bir cisim olarak ele alınırsa, ona hayvandır, diye hüküm vermek
bir manâ ifade eder. İnsan, hayvan-ı nâtık olması itibariyle ele alınırsa,
hayvandır, diye hükmetmek boş ve anlamsız olur (İnsan bir cisim olarak ele
alınırsa, o hayvandır, demek bîr manâ ifade eder ama insan insan olarak ele
alınırsa o hayvandır, demek anlamsız olur).[11]
“Hakikatlarla İigili
insan bilgisi gerçektir”
Buradaki
“insan bilgisi” tabiri hakikatlann tasavvurunu da, tasdik edilmesini de ve
diğer hallerini de içine almaktadır.
Denilmiştir
ki, buradaki insan bilgisi ve ilim sözünden maksat, bu çeşit bilgilerin
(hepsinin) var ve sabit olduğunu kabul etmektir. Zira hakikatlann tümü hakkında
insanların bilgi sahibi olmadıkları kesindir.
Buna verilen
cevap şudur: Burada maksat (eşyanın hakikatlarının hepsi değil) cinsidir.
Böylece (Hakâik-i eşya sabittir, o hakâike de ilim mutehakkıktır sözü ile)
“Eşya ile ilgili hiç bir hakikat sabit değildir”, “Hakikatin var olduğu
konusunda da yok olduğu hususunda da' bilgimiz yoktur”, diyenler reddedilmiş
olmaktadır.
“Sofistlerin
aksine, eşya hakkında insanlar gerçek bilgi sahibidirler” [12].
Sofistlerden
bazıları, eşyanın (ve maddenin) hakikatlannı inkar eder, bilgi sanılan şeylerin
birtakım bâtıl hayal ve vehimlerden ibaret olduğunu iddia ederler. Bunlara,
“înâdiye” ismi verilir.
Bazı
sofistler, eşyanın, hakikatinin var olduğunu reddeder ve bunun inanca tabi
olduğunu iddia ederler. Hatta, bir şeyin cevher olduğuna itikad etsek o şey
cevher, araz olduğuna inansak araz, kadîm ve ezelî olduğuna inansak kadîm ve
ezeli, hadis ve sonradan olduğuna iman etsek hadis ve sonradan olmadır,
derler. Bunlara da “İndiye” ismi
verilir.
Bazı
sofistler eşya hakkındaki ilmin var olduğunu da var olmadığını da inkar eder,
şübhe içinde olduklarını, şübhe içinde bulunduklarından da şübhe
ettiklerini... iddia ederler. Bunlara da “lâedriye” (agnostizm) adı verilir.
Bu konudaki
hakikî delilimiz şudur: Biz eşyanın var olduğuna zarurî olarak kesinlikle
apaçık şekilde hükmediyor ve biliyoruz. Bazı şeylerin var olduğunu ise
açıklamalarla biliyoruz.
îlzamî
delilimiz, yani muhalifi susturmak için kullandığımız delil de şudur: Eğer
“Eşyanın hakikati yoktur” tezi gerçekleşmez ve ispat edilemezse, “eşyanın
hakikati vardır” tezi gerçekleşmiş ve ispat edilmiş olur. Eğer “eşyanın
hakikati yoktur” tezi gerçekleşir ve ispat edilirse, “yoktur” şeklindeki
olumsuz (menfi, negatif) bir hüküm gerçekleşir ki, bu da hakikatlardan bir
hakikattir. Zira bu da bir nevi hükümdür. Şu halde hakikatlardan bir şey, bir
hakikat sabit olmuştur. O sebeple hakikatleri mutlak surette (ve kökten) inkâr
etmek doğru değildir. Aşikârdır ki, bu ispat tarzı tadece inadiye için eksiksiz
olarak ileriye sürülebilir.
Sofistler
derler ki: Zarurî bilgilerin bir kısmı his ve duyumlara dayanır. Hisler ise
ekseriya yanılır. Meselâ şaşı, biri iki görür, safra hastalığına tutulan,
tatlıyı acı bulur. Diğer bir kısmı bedihi ve apaçıktır. Bu çeşit bilgilerde de
bazen ihtilaflar ve şüpheler meydana gelir. Bunları halletmek için ince
fikirlere ve nazariyelere ihtiyaç hasıl olur. Nazarî bilgiler zarurî bilgilerin
bir koludur. O sebeple zarurî bilgilerdeki bozukluk ve yanlışlık nazarî
bilgilerin de bozuk ve yanlış olması manâsına gelir. Nazarî konularda fikir
adamlarının çokça ihtilaf etmesinin sebebi budur.
Biz deriz ki:
Cüz'î ve özel birtakım sebeplerden dolayı duyu organlarının yanılmaları
(galât-ı hiss), yanılma sebeplerinin mevcut olmadığı bazı konularda kesin
hüküm vermemize ve kati bilgi sahibi
olmamıza engel değildir, Bedihî olan hususlarda ihtilaf edilmesi, tasavvurda
açık olmayan bazı hususların bulunuşundan ve alışkanlığın mevcut olmamasından
ileri gelmektedir. Bu ise bedahete ve apaçıklığa aykırı değildir. Nazar ve
fikirdeki yanlışlıklardan ileri gelen ihtilaf çokluğu, nazarî ve teorik olan
bazı meselelerin hakikat olmasına mani değildir.
Gerçek şudur
ki, sofistlerle, özellikle bunların laedriye kısmıyla tartışmaya girmenin bir
yolu yoktur. Zira onlar hiç bir malum ve bilgi kabul etmiyorlar ki, ona
dayanılarak bir meçhul ve bilinmeyen bir husus kendilerine ispat edilebilsin.
Bunlara gerçeği kabul ettirmenin yolu kendilerine ateşte işkence etmektir. Bu
sayede ya gerçeği itiraf ve kabul ederler veya yanmaya razı olurlar.
Sofesta
hayalî şekle sokulan hikmetin ve süslenmiş bilginin ismidir. “Sofa” (Sophia)
ilim ve hikmet, “asta” süslenmiş, yaldızlı laf ve galat manâsına gelir. Felsefe
“Hikmeti seven” (muhibb-i hikmet) manâsına gelen “Filosofiâ” (Philo-sophe,
philo-sophie) dan türetildiği gibi “safsata” da “sofista” kökünden
türetilmiştir.[13]
“Halk için
ilim elde etme sebepleri ve vasıtaları üçtür”
İ1im , bir
sıfattır ki, kendisinde bu sıfat bulunan kimseye (kalb ve dille anılma
özelliğine ve) zikredilme niteliğine sahip olan her şey apaçık şekilde bilinir
hale gelir. Yani zikredilen şey açık ve seçik hale gelir, (insan gibi) var veya
(anka gibi) yok olan şey onunla ifade edilir. Bu tarif hem hislerin idrâkini,
hem de ister kesin olsun, ister kesin olmasın aklı tasavvur ve tasdik
çeşidinden olan idrak şekillerini şümulüne alır. Halbuki, ilmin aşağıdaki
tarifi, bu bakımdan yukarıda geçen tarife aykırıdır.
îlim: “Öyle
bir sıfattır ki, aksi ihtimali saf dışı bırakan iki şey arasında bir temyiz ve
ayrım yapmayı gerektirir”.
iddia
ettiklerine göre bu tarife “manâlar” kaydı konulmadığı 'Çin duyu organlarının
idrâklerini ve aksi ihtimale sahip olmayan tasdik nevinden olan bilgileri
şümulüne almamaktadır [14].
Fakat birinci
tarifteki “tecellî” (apaçık) tabirinin, zanna şâmil olmayacak biçimde ve “tam
bir inkişaf” (eksiksiz bilme) şeklinde anlaşılması uygun olur. Zira, onlara
yani kelâmcılara göre ilim, zannın mukabili ve zıddıdır.
Melek, insan
ve cin gibi varlıklar için ilim elde etme vasıtaları üçtür ama Allah için durum
böyle değildir. Zira onun ilmi zatındandır, herhangi bir sebep ve vasıtaya
dayanmaz.
“Bilginin üç
vasıtası, selim hisler, sâdık haber ve akıldır”
(Selim his,
arızasız ve sağlıklı olan duyu organları; sadık haber, doğru ve gerçek haber
manâsına gelmektedir). İstikrâ ve inceleme neticesinde varılan hüküm budur.
Bilgi edinme vasıtalarını üçe inhisar ettirmedeki esas şudur: Bilgi elde etme vasıtası ya haricî olur- ki
buna haber-i sâdık denir - veya dıştan olmaz. Son duruma göre bilgi elde etme
vasıtası ya idrâk etme özelliğine sahip olmayan alet ve organlar olur -ki buna
duyu organları denir- veya idrâk özelliğine sahip olur -ki buna da akıl denir-.
İtiraz; Bütün bilgilerin edinilmesinde hakiki ve
tesirli sebep Allah Taâlâ'dır. Zira bilgiler haberin, duyu organlarının ve
aklın tesiri olmaksızın Hakk Taâlâ'nm yaratması ve icad etmesiyle meydana
gelir. Şayet maksat zahirî sebepse, yanmanın zahirî sebebi ateş olduğu gibi,
(ilmin elde edilmesinin zahirî sebebi de) sadece akıldır. Duyu organları ve
haberler idrâk için sadece âlet ve yol olmaktan ibarettir. Kısaca bilgiye
ulaştıran vasıta, Allah Taâlâ'nın mutad ve carî olan âdete göre bizde sebeple
beraber - ve sebebin peşinden - ilim, yaratmasıdır.
Böylece idrâk
özelliğine sahib olan akıl, âlet durumunda bulunan duyu organları, (bilgi
sahibi olmak için haricî) bir yol olan haber, “bilgiye ulaştıran sebep ve
vasıta” kavramına dahil olur. Fakat bu takdirde, “ilim elde etme vasıtası
üçten ibarettir” denemez. Zira bunlardan başka vicdan (ruhun bir şeyi doğrudan
ve vasıtasız bilmesi, sevinmek, susamak ve acıkmakla ilgili bilgi gibi), hads
(sezgi), tecrübe ve öncüllerle ilkeleri tertibe koymak manâsına gelen nazarî
(ve istidlali) akıl gibi şeyler de idrâk ve ilim sahibi olma vasıtalarıdır. (Bu
duruma göre de ilim vasıtası üçten ibaret görülemez).
Cevap: İlim elde etme sebeplerinin üçten ibaret
görülmesi ile yetinilmesi, kelâm âlimlerinin güttükleri maksadı ve felsefî
tetkikleri dikkate almama âdetlerine göredir. (Zira kelâmcınm esas gayesi
bilgi vasıtalarının sayısını ve çeşitlerini tesbit etmek, bunlara ait hükümleri
ayrıntılarıyla açıklamak değildir. Onların maksadı dinî akideleri zabt ve
tesbitten ibarettir). Kelâm âlimleri, ister (insan gibi) akıl sahibi olsun,
ister (hayvan gibi) akıl sahibi olmasın, varlığına şübhe olmayan dışa dönük
duyu organlarının (Havâss-ı zahire) kullanılması ve çalıştırılması sonunda
birtakım idrâkların meydana geldiğini görünce, hisleri ilim sebeplerinden
başlı başına bir sebep olarak kabul ettiler [15].
Dinî
bilgilerin büyük bir bölümünün doğru haberler vasıtasiyle öğrenildiğini gören
kelâmcılar haber-i sâdık'i da ayrı bir bilgi elde etme vasıtası saydılar.
“Müşterek
his” ve “vehm”... gibi isimler alan içe dönük duyu organlarının (havass-ı
bâtına) var olmadığını, ayrıca hads tecrübe, bedahet ve nazarla ilgili
bilgilerin ayrıntılarının kendi maksatlariyle alakası bulunmadığını, çünkü bu
gibi şeylerin hepsinin kökünün düşünce olduğunu tesbit eden kelâm âlimleri
aklı bilgi elde etmenin üçüncü vasıtası saydılar. Onlara göre akıl sırf bir
şeye yönelmek veya hads denilen sezgiye veya tecrübeye eklenmekle, veyahut da
öncüller düzenlemek (ve istidlal) ile bilgi elde eder.
Acıktığımızı,
susadığımızı (bunlar vicdâniyata misâldir) bir bütünün parçasından büyük
olduğunu (bu bedihiyata misâldir),ayın ışığını güneşten aldığını (bu hadsiyâta
misâldir), hindyağımn ishal yaptığını (bu tecrübiyâta misâldir), âlemin hadis
olduğunu (öncüller tertib etmeye misâldir) bilmemiz, her ne kadar bazı hallerde
duyu organlarının yardımıyla oluyorsa da idrâkin esas sebebi düşüncedir, diye
kelâm âlimleri aklı ilmin bir sebebi olarak gördüler.[16]
“Duyu organları beştir” (Havass-ı hamse)
Havâss ,
duyma gücü ve hassasiyet kuvveti manâsına gelen “hasse” kelimesinin çoğul
şeklidir. “Duyu organları beştir”, demek, akıl zarurî olarak bunların mevcud
olduğuna hükmetmektedir, manâsına gelmektedir.
Filozofların
var olduğunu kabul ettikleri bâtını hislere gelince, îslâm esaslarına göre,
filozofların bu hislerle ilgili delilleri, iddialarını ispat konusunda eksik
kalmaktadır.
1. İşitme duyusu (“sem'”Kuvve-i sâmia)
Kulak deliğinin içine serilmiş, sinirlerle yerleştirilmiş bir (kuvvet, hasse ve) duyudur. Ses keyfiyetiyle keyfiyetlenen, havanın yani havadaki ses titreşimlerinin (ihtizâz-i hevâ) kulağın içine ulaşması suretiyle bu duyu vasıtasıyle sesler idrâk edilir. Bu cümlenin manâsı şudur: Ses titreşimi olayı meydana geldiği an, Allah Taâlâ insanın zihninde bu idrâki yaratır.
2. Görme duyusu (“Basar”, kuvve-i bâsıra)
Göz çukurunda
önce bir araya gelen, sonra ayrılarak göze ulasan sinirlere konulmuş olan bir
duyu kuvvetidir. Işık, renk, şekil, bir şeyin miktarı, hareket, güzellik ve
çirkinlik v.s. gibi Allah Taâlâ'nın, bu kuvvetin kullanılması halinde insan
zihinde yarattığı kavramlar bununla idrâk edilir.
3. Koklama duyusu (“Şenim”, kuvve-i şâmme)
Beynin ön
tarafında bulunan ve meme ucuna benzeyen iki çıkıntıya tevdi olunmuş bir
duyudur. Kokulu bir şeyin özelliğini alan havanın, burun boşluğuna ulaşması
yoluyla kokular bununla idrâk edilir.
4.Tatma duyusu (“Zevk”, kuvve-i zâika)
Dil dediğimiz
et parçasında yayılmış bir halde bulunan (asab ve) sinirlerde mevcud olan bir
kuvvettin Ağızdaki salgıların (ve ifrazların) yenilen şeylerle karışması ve
sinirlere ulaşması suretiyle yenilen (ve içilen şeylerin) tatlan bununla idrâk
edilir.
5. Dokunma duyusu (“Lems”, kuvve-i lâmisa)
Bedenin her
yerine dağılmış ve yayılmış bir duyu gücüdür. Sıcaklık, soğukluk, nem, kuruluk
v.s. gibi şeyler, bu sinirlere ulaştıkları ve dokundukları zaman idrâk
olunurlar [17].
“Bu duyu
organlarından biri, o organ ne için konulmuş ve yaratılmışsa ona vâkıf olur”,
Allah Taâlâ,
bu beş duyudan herbirini, kendine has özel şeyleri idrâk etmesi için
yaratmıştır. Meselâ işitme duyusu ile sesler, tatma duyusu ile yenilir-içilir
şeyler, koklama duyusu ile kokulu şeyler idrâk olunur. Bir organla idrâk edilen
bir şey öbür duyu organı ile idrâk edilemez (ses gözle, renk kulakla
algılanamaz). Acaba bir duyu ile idrâk edilen şeyin diğer duyu ile idrâk
olunmaması imkansız-mıdır veya imkan dahilinde midir, konusunda ihtilaf,
edilmiştir. Doğru olan, bunun caiz ve mümkün oluşudur. Çünkü idrâk olayı, duyuların
hiç bir tesiri olmaksızın sırf Allah Taâlâ'nın yaratması neticesinde meydana
gelmektedir. Şu halde meselâ gözün sese yöneltilmesinin peşinden işitme
idrâkinin vukua gelmesi imkansız değildir. (Bakma ile görme veya bakma ile
işitmeme arasındaki münasebet zaruri ve kesin
değildir, burada bir determinizm yoktur.
Sadece âdetullah ve sünnetullah dediğimiz ve esası îmfiana dayanan bir
kanunu hüküm sürmektedir, bunun esası imkana dayandığı için, şimdiye kadar
vukua geldiği görülmüş olmasa bile, aksi şıkkın meydana gelmesi imkansız
değildir).
Soru: Tatma duyusu bir şeyin tatlı ve sıcak
oluşunu aynı anda ve birlikte idrâk etmiyor mu?
Cevap: Hayır, bunları birlikte idrak etmiyor. Bir
şeyin tatlı oluşu tat alma duyusu ile, aynı şeyin sıcak oluşu ağızda ve dilde
mevcut olan dokunma duyusu ile idrâk olunmaktadır.[18]
“Haber-i
sâdık”,
Doğru haber,
vakıaya mutabık olan haberdir. Haber, (zihnin) haricindeki bir şeye nisbeti ve
ilgisi bulunan bir cümledir. Şayet verilen haber bu nisbete mutabık ve uygun
ise “doğru haber”, değilse “yalan haber” adını alır. Bu duruma göre doğru veya
yalan olma, haberin vasıflarındandır. İster vakıayı olduğu gibi anlatsın ister
anlatmasın, bazen bir şeyi haber vermeye de “sıdk ve kizb” (doğru ve yalan)
denilir. Yani meydana gelen olaya, ister uygun olsun ister olmasın sıdk ve
kizb “tam ve eksiksiz olarak bir nisbeti bildirmektir”. Buna göre doğru ve
yalan olma (haberin değil) haberi veren muhbirin sıfatlarından olur. Bundan
dolayıdır ki, bazı kitaplarda “sâdık haber” vasf ile, diğer bazılarında izafet
(ve nisbet) ile bahis konusu edilmiştir. (Doğru haber, olanı olduğu gibi haber
vermek olduğuna göre, yalan olarak anlatılan bir şeyi olduğu gibi nakletmeye
ve bildirmeye de haber-i sadık” denir. Haber-i sadıkın izafî ve nisbî manâsı
budur. Doğru ve yalan, haberin vasfı olursa netice başka, haberi verenin vasfı
olursa netice daha başkadır. Doğru bir kişi yalan bir haberi doğru olarak
nakledebilir, yalancı bir kişi de doğru bir haberi doğru veya yanlış olarak
anlatabilir).
“Doğru haber
iki çeşittir: Birincisi, mütevatir haberdir. Yalan üzere anlaşmaları ve
birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun diliyle sabit olan haberdir”
(İkincisi ilerde gelecek olan Haber-i rasûldur).
1. Mütevatir haber. Bir haberin mütevatir
olarak kabul edilmesindeki kıstas (haberi verenlerin sayıca çokluğu değil,
verilen haberin hiç bir şek ve) şüpheye mahal vermeden bilginin vukua gelmeşini
ve oluşmasını sağlamasıdır.
“Mütevatir
haber, mecburî olarak zarurî ve kesin bir bilginin elde edilmesini icab
ettirir. Eski zamanlarda yaşamış padişahlar ve çok uzak ülkeler hakkında
edinilen bilgi gibi”. (Bir kimsenin annesini, babasını, hısım ve akrabasını
bilmesi de mütevatir haber sayesinde mümkün olmaktadır).
Metindeki
“ülke” kelimesinin “padişahlar” kelimesine de “zamanlar” kelimesine de
atfedilmiş olması muhtemeldir. “Padişahlar” kelimesi, ibarede daha önce
zikredilmiş olsa bile birinci ihtimal daha kuvvetlidir.
Burada iki
nokta vardır:
a) Mütevatir haber bilgi sahibi olmayı
gerektirir. Bunun manâsı şudur: Biz Mekke ve Bağdat'ın var olduğu konusunda
kendimizde bir bilginin mevcut olduğunu zaruri olarak ve kesinlikle görmekteyiz.
Bu bilginin kaynağı ise sadece “haber verme” (ihbar) dir.
b) Tevatür yolu ile elde edilen bilgi
zaruridir. Bu yoldan, (muhakeme gücüne
sahip olan), istidlal ve kıyas yapanlar da, yapmayanlar da bilgi sahibi
olurlar. Hatta ilim öğrenme yolunun ne olduğunu bilmeyen ve öncüller tertib
etme gücüne sahip olmayan küçük yaştaki çocuklar bile bu yoldan kesin bilgi
sahibi olurlar. İsa (a.s.) nin katledildiğine dair Hıristiyanların, Musa (a.s.)ın getirdiği şeriatin ebediliği
hakkında Yahudilerin verdikleri haberin mütevatir olması imkansızdır [19].
İtiraz: Tek tek kişilerin ayrı ayrı verdikleri haber
zandan başka bir manâ ifade etmez. Bir zannm öbür zanna eklenmesinden de yakin
ve kesin bilgi hasıl olmaz. Ayrıca, tek tek kişilerin münferiden verdikleri
haberlerin yalan olmasının imkân dahilinde oluşu, bun-iardan meydana gelen
topluluğun verdiği haberin yalan oluşunun da imkân dahilinde olmasını
gerektirir. Çünkü topluluğun kendisi tek tek kişilerden meydana gelir.
Cevap: Biz diyoruz ki, bazen fertlerde bulunmayan
(vasıf, sıfat ve kuvvet gibi bir) şey, bunların toplamında mevcut olur.
Kıllardan örülen ipte mevcut olan kuvvet buna misâldir.
İtiraz: Zarurî bilgilerde kuvvet bakımından derece
farkı bulunmadığı gibi, bunlarda ihtilaf da edilmez. Halbuki “Bir,ikinin
yarısıdır”, hükmünün “İskender isimli bir kral vardır”, hükmünden daha
kuvvetli olduğunu görmekteyiz. Birinci ilim ikincisinden daha sağlamdır. Aklı
başında olan adamlardan bir grup, mütevatir haberin zaruri ilim ifade ettiğini
reddetmiştir. Meselâ Semeniyye ve Brahmanlar gibi. (Semeniye tenasuha inanan
putperest bir dinin mensuplarıdır. Hind sofistleri).
Cevap: Bu itirazı reddediyoruz. Zira zarurî
bilgilerde görülen kuvvet farkı, bu nevi bilgilerle ilgili olan alışkanlık,
ülfet, meşguliyet ve zihne gelme vasıtasiyle kuvvet yönünden derece
değişikliği gösterir. Sofistlerin yaptıkları gibi bazen zarurî bilgilerin
tümünde ihtilaf edildiği de olur. Fakat bu kibrin ve inadın neticesidir.
2.
İkincisi mucize ile teyid edilen
yani peygamberliği sabit olan resulün verdiği haberdir (Vahy).
Resul, halka
dinî hükümleri tebliğ etmesi için Allah Taâlâ tarafından gönderilen bir
insandır. Bir insanın resul olması için, kendisine Allah tarafından kitap
verilmesi şart iken, Nebî’de böyle bir şart mevcut değildir. Zira nebi daha
genel bir tabirdir (Her resul nebidir ama her nebî resul değildir. Resul yeni
bir şeriat getirir, nebi önce gelen şeriatı yerleştirir ve yayar. Resul melek
vasıtasiyle kendisine vahiy gelen zattır. Resule de, rüyada vahye mazhar olana
da nebî denilir).
Mucize: Harikulade (fevkalâde ve tabiat kanunlarının
üstünde) bir şeydir. Mucizenin maksadı, Allah tarafından peygamber olarak
gönderildiğini ileri süren zatın iddiasında doğru olduğunu ispat etmek ve
açıklamaktır.
“Haber-i
resul (kıyası, nazarî ve) istidlali bir bilgi icab ettirir”
Burada
“istidlal ile hâsıl olan bilgi”, delile nazar ederek elde edilen bilgi manâsına
gelmektedir.
Delil: Sahih bir nazarla bakıldığı zaman insanın
bir matlûb-i haberîye, yani gaye olan neticeye ulaşmasını mümkün kılan şeydir.
Delil şöyle de tarif edilmiştir: “Bir takım önermelerden meydana gelen bir sözdür ki, zatı icabı diğer bir sözü gerektirir”. (Yani delil olan sözün doğru olması zaruri olarak neticenin de doğru olmasını icabettirir).
Birinci
tarife göre: Sânî' olan Allah'ın varlığının delili âlemdir.
İkinci tarife
göre: “Âlem hadistir, her hadisin bir sânî'i vardır.” Önermeleri, (öyle ise
âlemin de bir var edeni mevcuttur, neticesini gerektireceği için) Allah'ın delilidir.
Delil, “Öyle
bir şeydir ki, onu bilmek diğer bir şeyi bilmeyi gerektirir”, şeklinde yapılan
tarif ikinci tarife oldukça uygundur.
Haber-i
resûl'un bilgi sahibi olmayı gerektirmesinin sebebi şudur: Allah, peygamberlik
konusundaki iddiasını tasdik etmek için bir kimsenin eli vasıtasiyle bir
mucizeyi ortaya çıkarırsa; bu, o kimsenin getirdiği dini hükümler konusunda
doğru sözlü bir kişi olduğunu kesinlikle tesbit etmeyi mümkün kılar. O kimsenin
doğru sözlü olduğu anlaşılınca, tebliğ ettirdiği ahkâmın muhtevasının da doğru
olduğu konusunda kat'î bir bilgi hasıl olmuş olur.
(Haber-i
resûl'un verdiği bilginin) “İstidlali” oluşu, aşağıdaki şekilde bir istidlal
yapmaya ve hatırlamaya bağlı olduğu içindir: Haber-i resul, peygamberliği
mucize ile sabit olan bir zatın verdiği haberdir. Bu nitelikteki her haber
doğrudur, muhtevası vâki ve gerçektir.
Haber-i resul
(ile sabit olan ilim kesinlik ve değişmezlik yönünden) mahsusât, müşahedât,
bedihiyât ve mütevâtirât gibi zarurî şekilde sabit olan bilgilere benzer ve
onlar gibidir.
Metinde geçen
“kesinlik” (teyakkun) sözü, zıddına ihtimali olmamak; değişmek (ve sabit)
olmak sözü, şüpheye düşüren bir kimsenin ileri sürdüğü şüphe ve itirazla yok
olup ortadan kalkmaya ihtimali olmamak manâsına gelmektedir. Şu halde Haber-i
resul, vakıaya mutabık kat'î ve sabit itikad manâsına gelen bir ilimdir. Aksi
halde Haber-i resul (vakıaya mutabık bilgi değil) bilgisizlik, (kesin değil)
zan, (sabit değil) taklid olurdu.
Soru: Bu nitelikler ve özellikler sadece mütevatir
haberlerde bulunur. O takdirde Haber-i resul mütevatir haberlere irca edilmiş
olmaz mı?
Cevap: Burada bahis konusu olan, peygamberin
ağzından işitilen veya bize kadar tevatüren gelen veya mümkün olması halinde
başka türlü bilinen haber-i resûl'dür. (Cümlenin son kısmı ile, ilhamla veya
rüya ile veyahut da ifadedeki üslûp ve belagatla bir sözün Hz. Peygamber'e ait
olması kasdedilmektedir).
Haber-i vahi
d, ilim ifade etmez [20].
Zira bu çeşit haber ve hadislerin peygamber (s.a.)e aidiyeti hususunda birtakım
şüphe ve tereddütler ortaya çıkmaktadır.
İtiraz: Şayet haber-i resul mütevatir olursa veya
Resûlüllah (s.a.) in ağzından işitilmişse, mütevâtirât ve hissiyat nevinden
olan diğer hususlarda olduğu gibi bu nevi haberlerden hasıl olan bilginin
istidlali değil, zarurî olması gerekir.
Cevap: Mütevatir (hadisler) in zarurî bilgi
vermesi, bu çeşit bilgilerin Peygamber (s.a.) in verdiği haberle ilgili olması
yönündendir. Zira haberlerin mütevatir olmasında esas olan manâ budur. Resûlüllah
(s.a.)in ağzından doğrudan işitilen hadisler ise birtakım lafız ve sözlerin
idrâki ve idrâk edilen lafızların Peygamber (s.a.)in sözü olmasiyle ilgilidir.
(Bu bakımdan bir söz, Hz. Peygamberden itişilmesi itibariyle hissi ve zarurî
bilgi verir). Bu konuda istidlali olan husus ise, bu lafızların muhtevası ve
manâları ile ilgilidir.
Meselâ,
Peygamber (s.a.) in “Delil getirmek davacıya, yemin etmek davalıya düşer”
mealindeki hadisinin Peygamber (s.a.) e ait bir haber oluşu tevatür yolu ile
bilinmektedir [21]. Bu manâda bu haber
zarurî bilgi verir. Fakat daha sonra bu hadisten “Delilin davacıya, yeminin
davalıya ait oluşu” hükmünün farziyetinin çıkarılması istidlali bir bilgidir [22].
İtiraz: İlim ifade eden doğru haber, “iki çeşitten
ibarettir” (Haber-i mütevatir, haber-i resul) denemez. Allah Taâlâ'nın, melekler'in,
icmâ topluluğunu meydana getiren
şahısların verdikleri halerler de doğru
haber (haber-i sâdık) dır. Ayrıca yalan olması ihtimalini ortadan kaldıran bir
karine ile birlikte bulunan haber de doârudur. Meselâ “Ali geldi” haberinin
“Hısım ve akrabasının evinde koşuşmaları karinesiyle”, birlikte verilmesi
gibi.
Cevap: Buradaki haber kavramından maksat, aklın
delaletiyle kesin bilgiler elde edilmesini sağlayan karineleri dikkate
almaksızın, mücerred haber elması bakımından bütün halk için bilgi edinme
vasıtası olan haberdir. Buna göre “Allah Taâlâ'nın verdiği haber” veya
“meleklerin verdiği haber”, bunun sadece Peygamber (s.a.) aracılığı ile halka
ulaşması halinde ilim ifade eder. Bu özellikteki bir haberin hükmü ise haber-i
resûl'ün hükmüne dahildir. İcmaa ehil olanların verdikleri haberin hükmü de
mütevatir haberin hükmüne dahildir.
Bu konuda
bazan şöyle bir cevap verilir: İcma ehli olanların haberi, mücerred olarak
ilim ifade etmez. Aksine icmam delil oluşunu gösteren delillere bakılarak icmam
ilim ifade ettiğine hükmedilir.
Biz deriz ki:
Haber-i resul de tıpkı bunun gibidir. Bu sebeple onu “istidlali” olarak kabul
ettik.[23]
bir kuvvet
olup, kişi o sayede ilim öğrenme ve idrak etme kabiliyetine sahib olur.
Şu tarifle
anlatılan manâ da aynıdır: Akıl, bir garîza, yani insanda doğuştan var olan bir
sıfattır ki, duyu organlarının sağlıklı olması halinde, zarurî bilgiler ona
tabî olur. Yani zarurî bilgiler bu garîzayı takib eder, gariza bulununca onun
peşinden zarurî bilgiler de mevcut olur.
Diğer bir
tarif: Akıl, gâib ve meçhul olan şeyleri vasıtalı, duyu organlanyle bilinir
cinsten olan hususları doğrudan ve müşâhade ile idrâk eden bir cevherdir [24].
Müellif Ömer
Nesefi'nin akim bilgi vasıtası olduğunu açıklaması, nazariyat bahsinin tümünde
mülhidlerin ve Sameniye'nin[25]
ilahiyat ve metafizik konularında bazı filozofların, bu alandaki ihtilafların
çokluğunu ve görüşler arasındaki çelişkileri ileri sürerek ihtilaf çıkarmış
olmaları (ve metafizik konularda nazarî aklı delil olarak kabul etmemeleri)
dir.
Bu görüşe
verilen cevap şudur: Nazarın (ve düşüncenin) bozuk çalışmasından ileri gelen
ihtilaf çokluğu ve çelişkili görüşleri, akla dayanan sıhhatli nazar ve
düşüncenin ilim ifade etmesine aykırı değildir. Ayrıca “Akıl, metafizik
konularda delil değildir”, sözü nazarî akla dayanan bir istidlaldir. Bu sözle,
reddedilen şey kabul edilmiş, böylece bir çelişkiye düşülmüştür. (Nazarî akla
dayanarak metafizik konularda «şu vardır, şu şöyledir” diye müsbet hüküm verilemezse:
“Şu yoktur, şu şöyle değildir”, tarzında menfî hükümler de verilemez. Verilirse
tutarsız ve çelişkili bir durum hasıl olur).
Eğer derlerse
ki, bizim sözümüz “fasid ve hatalı olan bir görüşe, fasid ve hatalı olan diğer
bir görüşle karşı çıkmaktan (muaraza) ibarettir”. O zaman deriz ki: Şayet sizin
bu sözünüzde bir manâ ve gerçeklik payı varsa, nazari akıl faydasız değildir;
eğer bir manâsı yoksa, o zaman da bu bir muaraza ve karşı çıkma niteliğinde
değildir [26].
İtiraz: Nazarî akim ilim verdiği kabul edilse, bu
ilim ya zarurî nazari olur. Eğer zarurî ise, ihtilaf konusu olmaması gerekirdi,
“Bir ikinin yarısıdır”, hükmünde ihtilaf
edilmediği gibi.
Eğer nazarî
ise, nazari bir konunun yine nazari olan bir konu ile kabul edilmesi (gibi
çelişkili bir durumun meydana gelmesi) lazım gelir. Bu ise (fâsid) bir
devirdir.
Cevap: Bazan idrâk eksikliği veya inadcılık gibi
bir sebeple zaruriyâtta ihtilaf vaki olur. Akıllı ve âlim kişilerin bu
husustaki ittifakı, eser ve neticelere dayanılarak yapılan (kıyas ve)
istidlaller ve hadiselerin şehadeti göstermektedir ki, yaratılış itibariyle
insanlarda mevcut olan akıllar birbirinden farklıdır.
Bazan nazarî
bir konu, “nazari” denilmeyecek kadar özel olan diğer nazarî bir konu ile
(Küllî olan nazarî bilgiler, cüz'î olan nazarî bilgilerle) sabit olabilir.
Meselâ: “âlem (mütegayyir ve) değişkendir. Her değişken hadis ve sonradan
olmalıdır”, cümleleri âlemin hadis olduğu konusunda zarurî bir bilgi verir. Bu,
bahis konusu nazarî meselenin hususiyetinden değil, fakat bu nazari konunun
sıhhatli ve gerekli şartları toplamış olmasından ileri gelmektedir. Şu halde
gerekli şartlara haiz olan sıhhatli her nazarî akıl (ve düşünce) ilim ifade
eder, bilgi elde etme vasıtası olur.
Köküne inip
bu itirazı reddetmek, bu eserin hacmına uygun olmayan geniş açıklamalar
gerektirmektedir. (Onun için inceleme ve araştırmalarımızı genişletmiyoruz).
Akılla kabul
edilen ilim nevinden olmak üzere: “Bedihî ve apa çık olarak sabit olan”, yani
akim hedefe ilk defa yöneltilmesiyle derhal kavranan ve düşünmeye ihtiyaç
bırakmayan bilgilere “zarurî ilim”, denir. “Bütün parçasından büyüktür, hükmündeki
bilgi gibi” [27].
Şüphe yok ki,
“bütün”, “parça” ve “büyük” tabirlerinin tereddütsüz kavranması için hiç bir
sebep yoktur. “Bir insanın eli kendisinden daha büyük olabilir”, zannına
kapılıp, bu konuda hüküm vermede duraklayan kimse “parça” ve “bütün”
tabirlerinin manâlarını kavramamış demektir.
Delile
dayanan nazarî ve istidlali bilgiler, ister illetten malûle ve sebepten
neticeye - ateşi gören bir şahsın, onun dumanı da olacağına intikal etmesi
gibi- intikal olsun, ister ma'lûlden illete ve neticeden sebebe - dumanı gören
bir şahsın, onun ateşi de olacağına hükmetmesi gibi - intikal olsun
iktisabıdır. Özel bir manâda birincisine “talil”, ikincisine “istidlal”,
denir. Yani kesb ile (ve çalışarak) elde edilmiştir. Burada kesb sözünden
maksat doğrudan doğruya irâde ile sebeplere sarılmaktır. İstidlali konularda
aklı ve fikrî öncüllere yöneltmek, hissi konularda bir şeyi işitmek için kulak
kesilmek ve bir şeyi görmek için gözü dört açmak gibi.
Bu duruma
göre iktisabı, yani irâde ile kazanılan bilgi istidlali bilgiden daha umumî bir
ifadedir. Zira sadece delile bakma sonucunda hasıl olan bilgiye istidlali ilim
denir. Bu duruma göre istidlali olan her bilgi aynı zamanda iktisabîdir, ama
bunun aksi böyle değildir. Meselâ, irâde ve ihtiyar ile bakmak ve bir şeyi
görmek neticesinde hasıl olan bilgi istidlali değildir.
Zarurî bilgi:
Bazan iktisabı bilginin zıddına zarurî bilgi denilmiş ve bu da, “Elde edilmesi
insanın gücü (ve irâdesi) dahilinde olmayan bilgidir”, şeklinde tefsir
edilmiştir. Bazan da istidlali bilginin zıddına zarurî bilgi adı verilmiş ve bu
da, “Delil üzerinde düşünüp taşınmadan öğrenilen bilgidir” tarzında izah
edilmiştir; Bu noktadan hareket eden bazı âlimler duyu organlarıyle hâsıl olan
bilgiyi “iktisabî” saymışlardır. Yani onlara göre bu çeşit bilgiler, iradeli
olarak doğrudan sebep ve vasıtalara başvurularak elde edilmektedir. Diğer
bazıları ise hisse dayanan bilgileri “zarurî bilgi” olarak kabul etmişlerdir.
Yani onlara göre bu nevi bilgiler kıyas ve istidlal yapmadan hasıl olmaktadır.
Verilen
izahattan aşikâr olarak anlaşılmıştır ki, EI-Bidâye müellifi (Sabûnî)nin[28] şu
sözleri arasında bir çelişki yoktur: “Hadis (olan beşerî) ilim iki çeşittir:
1.
Zarurî ilim:Kulun irâdesinin ve çalışmasının tesiri
olmaksızın Allah Taâlâ'nın insanda icad ettiği bilgidir. İnsanın kendi varlığı
ve hallerinin değişmesi hakkında sahip olduğu bilgisi gibi.
2. İktisabî ilim: Kulun kazanması vasıtasiyle Allah Taâlâ'nın insanda yarattığı bilgidir. Burada kesb ve kazanmadan maksat, insanın bilgi elde etme vasıtalarına doğrudan başvurmasıdır, îlim elde etme vasıtaları ise üçtür.
a) Selim (sıhhatli ve kusursuz) duyu organları,
b) Haber-i sâdık,
c) Nazarî (ve istidlali) akıl.
el-Bidâye müellifi daha sonra diyor ki: “Nazarî akılla hasıl olan ilim de iki nevidir:
1. Zarurî
ilim. Bu, düşünmeye ihtiyaç göstermeden ilk nazarda hasıl olan bilgidir.
Bütün parçasından büyüktür, önermesiyle ilgili bilgi gibi.
2. İstidlali ilim. Bu, bir nevi düşünmeye ihtiyaç gösteren bir
bilgidir. Dumanı görünce, orada bir ateşin de olabileceğini bilmek gibi.”
Feyz yolu ile
kalbe gelen bir manâdır, şeklinde tefsir ve tarif edilen, “İlham, hak ehli
olanlara göre bir şeyin sıhhatini bilme konusunda ilim elde etme vasıtası
değildir”. Onun için yukarda geçtiği üzere “îlim elde etme vasıtaları neden
üçten ibaret görüldü”, diye itiraz edilemez.
Ömer
Nesefî'nin “îlham bir şey konusunda ilim vasıtası değildir”, demesi daha uygun
olurdu. (Yani ilhamla ilgili tarifte “marifet” yerine “ilim” tabirinin
kullanılması, sıhhat sözünü kullanmaması daha doğru olurdu). Ancak müellif
Nesefî bununla, marifetle ilmin aynı manâya geldiğini kastettiğini anlatmak
istemiştir. O, bazılarının “mürekkep ve küllî bilgilere ilim, basit ve cüz'î
bilgilere marifet denir”, şeklindeki ve özel mahiyetteki ıstılahî manâsını
kasdetmemiştir. Ancak tarife özel olarak “sıhhat” kaydım koymasının hiç bir
izah. şekli yoktur. Öyle anlaşılıyor ki, müellif Nesefî, bununla, “Herkes için
bilgi edinme vasıtası değildir, başkasına karşı delil olarak kullanılmaya
elverişli de değildir”, manâsım kasdetmektedir. Aksi halde, ilhamla ilim hâsıl
olduğu konusunda şübhe yoktur. Bu hususla ilgili hadisler mevcuttur. Bir çok
seleften bununla ilgili menkıbeler nakledilmiştir [29].
Âdil kimselerin
verdigi haber (haber-i vahid) müctehidin taklid edilmesi ise ,zan ve daima degişmesi ihtimali bulunan “kesin
inanc”(itikad-ı cazim) ifade eder. Müellif
Nesefi zannı ve zeval bulması muhtemel olan kesin inancı “ilim”
kavramının dışında bırakmak istemiştir.
Aksi halde ilim elde etme sebeplerini üçe inhisar ettirmesinin izah şekli
olmazdı. [30]
Âlem: Allah
Taâlâ'dan hariç olup da (Hakk ve) sânî'in bilinmesine vasıta olan tüm
varlıklardır. (Âlem emmare ve alâmet manâsına gelir, Hakk Taâlâ'nm varlığının
emmaresi ve alâmeti olduğu için kâinata âlem denilmiştir).
“Cisimler
âlemi”, “arazlar âlemi”, “bitkiler âlemi”, “hayvanlar âlemi” (“insanlar âlemi”,
“ruhlar âlemi”, “gayb âlemi”, “manâ âlemi”) v.s. denilir. (Bununla âlemin
nevileri anlatılır).
Allah
Taâlâ'nın sıfatlan âlem tarifinin haricinde kalır. Zira ilahî sıfatlar Allah'ın
zatının gayrisi olmadığı gibi aynısı da değildir.
Tarifteki
“bütün parçalarıyle..”kaydı, semâ ve semâdaki varlıkları, yer ve yeryüzündeki
şeylerin hepsini şümulüne almaktadır.
“Muhdes” sözü
yokluktan varlığa (ademden vücuda) çıkarılmıştır, demek olup, “yok idi, sonra
var oldu” (mesbukun bi'1-adem, öncesinde yokluk bulan varlık) manâsına
gelmektedir. Bu kanâat, “semâlar ve felekler maddesi, sureti ve şekli ile
kadim, (yeryüzünü meydana getiren toprak, su, hava ve ateş gibi aslî)
unsurlar, maddeleri ve suretleriyle ezelidir. Ancak bunların ezelî oluşu nevi
(ve cins) itibariyledir. Bu, 'madde hiç bir zaman herhangi bir suretten (ve
formdan) ayrı kalmamıştır, manâsına gelir”, iddiasında bulunan filozofların
görüşüne aykırıdır. (Kelâm hudûs-i âleme, felsefe kıdem-i âleme inanır.
Filozoflara göre maddedeki şekiller tek tek hadis olsa bile nevi ve cins
itibariyle ezelidir, hadis değildir). Evet, filozoflar da Allah Taâlâ'dan başka
her şeyin hadis olduğunu söylemişlerdir [31].
Lakin onların dilinde “hudûs” bir şeyin
başka bir şeye muhtaç olması manâsına gelmektedir, “Öncesinde yokluk bulunan
varlık” manâsını ifade etmemektedir. Müellif Ömer Nesefî, şu sözü üe âlemin
hadis oluşunun deliline işaret etmiştir:
“Âlem
hadistir, zira âlemdeki varlıklar ya a'yândır (bu tabir şekilsiz madde gibi bir
manâda kullanılmaktadır) veya arazdır”. (Bu tabir maddenin gelip geçici
niteliklerini ve şekillerini ifade eder).
Âlemdeki
varlıklar, eğer (başkasına dayanmadan bizatihi ve) kendi kendine ayakta
durabiliyorsa, buna ayn (yani madde), aksi halde araz denir. İlerde izah
edileceği gibi, madde de araz da hadistir. Bu konuda söylenen sözler uzun
olduğu için müellif Ömer Nesefi bu hususa temas etmemiştir. Delillerinden
bahsetmeksizin sadece meseleleri ortaya koyan bu kısa kitapta bahis konusu meselenin
izahı esasen uygun da olmazdı.[32]
“A'yân
bizatihi ve kendi başına kâim olur”. Kendi kendine kâim olan da ya mürekkebdir,
veya değildir.
(İlkine
“cisim”, İkincisine “cevher” denilir). Cüz-i lâyetecezzâ (ve cevher-i ferd;
atom) dedikleri şey budur.
Buradaki
“A'yân bizatihi kâimdir”, (hükmü vacibü'l-vücûd olan Allah'ı değil, sadece onun
dışında kalan) mümkün şeyleri şumûlüne almaktadır. Müellif Ömer Nesefî'nin,
a'yânı âlemin bir bölümü sayması karinesi bunu göstermektedir [33].
Kelâmcılara
göre “bir şeyin bizatihi kâim olması”, uzayda ve boşlukta kendi kendine yer
kaplaması (tahayyuz); yer kaplama konusunda, yer kaplayan (mutahayyiz) başka
bir şeye tabi ve bağlı olmaması, manâsına gelmektedir. Arazlarda durum bunun
aksinedir. Zira arazın yer kaplaması, kendisine mevzu olan cevherin yer
kaplamasına tâbi bulunmaktadır. Buradaki “mevzu” sözü, arazın kâim olmasını
temin eden mahal ve mekân, demektir.
“Arazın
varlığının bir mevzu ve bir mahalde olması”, bizatihi arazın mevcut olmasının
mevzuundaki varlığı ile tıpatıp aynı olması manâsına gelmektedir. (Yani arazın
hakikî ve aslî varlığı mevzuundaki varlığından ibaret olup onun dışında bir
mevcudiyeti yoktur) . Bundan dolayı arazın mevzuundan intikali ve ayrılması
imkânsızdır. Halbuki bir mekânda yer kaplayan cismin varlığında durum bunun
aksinedir. Zira cismin bizatihi varlığı bir şey, mekânda yer kaplama tarzındaki
varlığı başka bir şeydir.
Filozoflara
göre “bir şeyin bizatihi kâim olması”, o şeyin kâim olması için bir mekâna ve
mahalle muhtaç olmaması, demektir. “Bir şeyin başka bir şeyle kâim olması”,
birincisinin vâsıf, ikincisinin mevsûf olacak şekilde bir şeyin diğer bir şeye
mahsus olmasıdır. Mevsûf, ister yer kaplayan bir şey olsun, cismin siyahlığı
gibi (cisim mevzuu ve mevsûf, siyahlık mahmul ve vasıftır) isterse olmasın,
Allah Taâlâ'nın sıfatları ve (melek, cin, şeytan, feleklerin nefsleri ve
akıllar gibi) mücerred varlıklar olsun, durum aynıdır. (Kelâmcılara göre bir
şeyin bizatihi kâim olabilmesi için mutahayyiz olması şarttır. Çok özel olan
bu tarif Allah'a şâmil değildir. Filozoflar bir şeyin bizatihi var olması için o
şeyin mûtayyız olmasını şart koşmadıklarından tarifleri daha umumidir. Allah'ı
ve mücerred nefs ve akılları şümulüne almaktadır. Kelâma göre Allah cevher ve
araz değildir, onun için de mekânda yer kaplamaz).
Âlemin
bizatihi kâim olan ta'yan) kısmı bize göre, ya iki ve daha fazla parçadan
mürekkeptir. (Eş'arî ve bir kısım Mâturidîlere göre durum budur). Âlemin bu
nitelikteki parçasına “cisim" denir.
Diğer
bazılarına (yani Mutezile ile bazı Hanefüere) göre uzunluk, genişlik ve
derinlik gibi üç boyutun gerçekleşmesi için bir cismin en az üç parçası olması
şarttır. (Ebu Ali Cübbaî gibi diğer) bazılarına göre, dik açılar üzerinde
boyutların kesişmelerinin gerçekleşmesi için bir cismin sekiz cüz'ü bulunması
lazımdır. (îki parça konursa uzunluk, onun yanma diğer iki parça konursa
genişlik, onun üzerine dört parça konursa derinlik meydana gelir. Yani her
cisim iki satıhtan, her satıh iki hattan, her hat da iki parçadan meydana
gelir: 2 + 2-1-4 = 8 gibi).
Bu konudaki
farklı görüşler, tabire dayanan sırf lafzi bir ihtilaf değildir ki, “Herkes
dilediği gibi bir terim kullanabilir”, diye itiraz edebilsin. Tersine bu,
“Cisim kelimesinin karşılığı olarak ortaya konulan manânın tam olabilmesi için
iki parçadan meydana gelmesi kafi midir, değil midir?” tarzında (hakim) bir
ihtilaftır.
Birincilerin
delilleri: (Eşit olan) iki cisimden birine, bir parça daha eklendiği zaman: o,
öbüründen daha fazla cisimdir (ecsem), denilir. Bir şeyin cisim olması için, o
şeyin sadece iki parçadan mü-tekkeb olması kafi olsaydı, sırf bir parçanın
eklenmesi sebebiyle bir cismin cismiyyet yönünden öbür cisimden fazlalık ifade
etmemesi gerekirdi.
Bu delilin
doğruluğu tartışılabilir. Zira “ef’al” veznindeki “ecsem”, “büyüklük ve
fazlalık” manâsına gelen “cesamet” kökünden gelmektedir. (Bir şey öbür şeyden
ecsemdir, sözü, bir şey öbür şeyden daha büyüktür, demektir). “Cesüme
'ş-şey'ü” cümlesi “azume'ş-şey'ü” (bir şey büyüdü) demektir. “O cesîmdir”,
“cüsâmdır” sözü, “o büyüktür” demektir. Burada bahis konusu olan sıfat değil,
isim olan cisimdir.
(Bizatihi
kâim olan ve) mürekkeb olmayan a'yân cevherdir. Yani cevher ne fiilen ne vehmen
(ve hayalen) ne de farazi olarak bölünmeyi kabul etmeyen a'yândır. Bu manâdaki
cevher cüz-i lâyetecezza (atom ve cevher-i ferd)dir [34].
Müellif Ömer
Nesefî (metinde, “cevher gibi” tabirini kullandı) cevher demedi. Bunun sebebi,
“mürekkeb olmayan şeyler; aklen cüz-i lâyetecezza manâsına gelen cevherden
ibaret değildir” şeklinde bir itirazın ileri sürülmesinden kaçınmaktır. Zira
(felsefeye karşı ileri sürülen delillerin) eksiksiz olması için ayrıca heyula,
suret, mücerred nefsler ve akıllar gibi hususların da red ve iptal edilmesi
şarttır [35].
Felsefeye
göre “cüz-i lâyetecezzâ” manâsına gelen “cevher-i ferd”in varlığı yoktur. Bir
cisim sadece heyula ile suretten mürekkeptir.
Cüz-i
lâyetecezzânın var olduğunun en kuvvetli delili şudur: Hahiki bir küre gerçek
manâda düz bir satıh üzerine konulsa, kürenin sadece bölünme kabul etmeyen bir
parçası satıha temas eder. Zira, kürenin bir parçası değil de iki parçası satha
temas etse, kürede fiilen bir çizgi var demek olur. Bu takdirde de o hakikî bir
küre değildir.
Kelânıcılara
göre cevher-i ferdin varlığının meşhur iki ispat şekli vardır:
1. Her ayn (madde ve unsur) sonsuza kadar
bölünse, hardal tohumunun bir dağdan daha küçük olmaması gerekir. Zira her ikisinin
de parçaları sonsuz (gayr-i mütenâhı, lâ-mütenahî) dir. Büyüklük ve küçüklük sadece cüz ve
parçaların çokluğu ya da azlığı İle olur. Bu ise (sonsuzda değil) sadece
sonunda kendini gösterir.
2. Cisim, cüz ve parçaların bir araya gelmeleri
zatının gereği (ve kendiliğinden)
değildir. Öyle olsaydı bu parçaların birbirinden ayrılmayı kabul
etmemeleri icab ederdi. (Çünkü zatın gereği olarak cisimde mevcut olan şey
başka bir âmilin tesiriyle oradan ayrılmaz. O halde cismin cüzlerinin içtima ve
iftirakları lizatihi değildir). Şüphe yok ki, Allah Taâlâ, bir cismi cüz-i
lâyetecezzâya varıncaya kadar ayırmaya kadir, bölme fiilini yaratmaya
muktedirdir.
Tartışma
konusu olan (atom ve) cüz'ün, şayet ayrılması ve bölünmesi mümkün olursa,
kendisinden aczi defetmek için Allah Ta-âlâ'nm buna kadir olması lâzım gelir.
(Zira Allah lizatihî mümkün olan her şeyi yapmaya kadirdir). Eğer bu (lizatihî)
mümkün değilse o zaman da iddianın ispat edilmesi icab eder.
Bunların
hepsi (yani kelâmcıların en kuvvetli delilleri de, ondan sonra anlatılan iki
meşhur delilleri de) zayıftır.
Birincisini
ele alalım: Bu delil noktanın var olduğunu ispat eder. Noktanın var olduğunu
kabul etmek, atomun var olduğunu kabul etmeyi gerektirmez. Zira noktanın
mahalline hulul etmesi ve girmesi, sirayet (ve nüfuz) tarzında olan bir hulul
değildir ki, noktanın bölünmezliğinden mahallinin de bölünmezliği lazım gelsin.
(Onun için nokta da mahalli de bölünebilir, bölünmezlik sereyân denilen hululde
değil, civar hululünde söz konusu olur).
İkinci ve üçüncüsünü ele alalım: Filozofların “cisim fiilen cüzlerden mürekkeptir ve bu parçalar da sonsuzdur”, diye bir iddiaları yoktur. Tersine onlar cisim sonsuza kadar bölünme kabiliyetine sahip olduğu görüşündedirler. Onlara göre cisimde esasen bir içtimâ (ve cüzlerden meydana gelme durumu) yoktur. (Zira onlara göre cevher-i ferd ve atom fiilen mevcut değildir ki, cisimler ondan meydana gelmiş olsun). Büyüklük ve küçüklük cisimlerde var olan miktar itibariyledir. Sonsuza kadar iftirak (cismin parçalara ayrılması) mümkündür, onun için kelâmcılann bu delili cüz-i lâyetecezzanın varlığını kabul etmeyi gerektirmez.
(Filozofların
kelâmcılara yönelttikleri) karşı deliller de zayıftır. Bundan dolayı İmam
Fahruddin Razi bu meselede tevakkufa meyletmiş, kesin bir hüküm vermemeyi
tercih etmiştir.
Soru: Bu meseledeki ihtilafın bir faydası ve
müsbet neticesi var mıdır?
Cevap: Evet, vardır. Filozoflar tarafından ileri
sürülen (bâtıl ve) karanlık fikirden kurtulmak (ve onların zararından
korunmak), cevher-i ferdin (ve atomun) varlığını kabul etmeye bağlıdır. Meselâ
âlemin kadim ve ezelî olduğu neticesini kabule sebep olan heyula ve suret,
cismânî haşri red, semâ ve feleklerin sürekli olarak dönmelerine esas teşkil
eden geometrik kaidelerin bir çoğu, semâların (miraç ve şakk-ı kamer için)
yarılması ve tekrar kapanarak eski halini alması (hark ve iltiyamm inkânsiz
olması) gibi felsefî görüşlerde durum böyledir [36].
Araz başkası
sayesinde vardır, sıfatın mevsûfuna mahsus olması gibi veya mekânda yer
kaplaması bakımından başkasına tabidir. Nitekim bu konu evvelce açıklanmıştı.
“Araz var olmak için başkasına tabidir”, sözü, bazılarının zan ve vehm
ettikleri gibi, mahal olmadan arazın varlığını düşünmek imkânsızdır, manâsına
gelmemektedir. Bu, sadece arazların bazılarında söz konusudur.
“Arazlar
cisim ve cevherlerde hadis olur, meydana gelin Renkler, oluşumlar (ekvân),
tatlar ve kokular gibi”
“Araz cisim
ve cevherlerde meydana gelir”, kaydı Allah Taâlâ'nın sıfatlarının araz
kavramına dahil olmasından sakınmak ve tarifin eksiksiz olmasını temin
içindir, denilmiştir.
Renkler: Esas
renk ikidir, beyaz-siyah. San-kırmızı ve yeşil de (beyaz ve siyah gibi temel)
renktir, diyenler de olmuştur. Öbür renkler terkip suretiyle meydana gelir.
Oluşumlar:
(Kevn-fesad. Ekvân cisim, madde ve unsurlarda meydana gelen) birleşme-aynlma
ve hareket-sükûn gibi şeylere ekvân denir.
Tatlar: Dokuz
nevidir: Acı, yakıcı, tuzlu, buruk, ekşi, mayhoş, tatlı, yağlı ve tatsız.
Bunların birbirleriyle birleşmeleri itibariyle sonsuz tatlar meydana gelir.
Kokular:
Bunun da birçok çeşitleri vardır, bunların özel olarak aldıkları isimler de
yoktur. Doğru olarak görünen odur ki, ekvân sadece cisimlerde bulunur.
(Atomlarda, unsurlarda ve cevher-i ferdde bulunmaz) [37].
Âlemin a'yân
ve araz'dan ibaret olduğu; cisim ve cevherlerin a'yân olduğu böylece sabit
olduktan sonra diyoruz ki: Bunların tümü hadistir. Bazı arazların hudûsu
müşahede (ve tecrübe) ile sabittir: Sükûndan sonra hareketin, karanlıktan
sonra ışığın, beyazlıktan sonra siyahlığın gelmesi gibi.
Diğer bazı
arazların hudûsu delille sabittir: Yukarıda sayılan şeylerin zıdlarmda olduğu
gibi yokluk halinin arız olması ve meydana çıkması gibi. (Kıyas ve delil: Var
olan hareket hadistir. Zira ona yokluk arız olmaktadır. Kendisine yokluk arız
olan her şey hadistir. O halde mevcut hareket de hadistir. Hareket gelince
sükûn, sükûn gelince hareket yok olmaktadır). Şüphe yok ki “kıdem ademe
zıddır”. (Kelâm prensibi, yani ezeliyet ile yokluk birbirine zıddır). Bundan
dolayı kadîm eğer vâcib lizâtihî (vacibü'l-vücûd, varlığı zaruri ve kendi
kendine) ise, durum açıktır. Eğer kadîm varlık vâcib lizâtihî değilse, zaruri bir
şekilde ona istinad etmesi lazım gelir. (Vacib lizâtihî olmayan bir kadîmin var
olabilmesi için vâcib lizâtihî olan kadîme, mecburen dayanması gerekir). Zira
kasd ve irâde ile bir şeyden meydana gelen bir varlığın hadis olması zarurîdir.
Halbuki kadîm olmayı icabettiren lizâtihî vacibe dayanan kadim, varlık
(sürekli olarak) kadîmdir. Malûlün illetten geri, neticenin sebepten sonra
kalmasının imkânsız oluşu gibi kadîm varlık da lizâtihi kadîm olan varlıktan
sonraya kalamaz.
(Kadîm olan
bir şey yokoîmaz, kasd ve irâde ile kadîme dayanan bir şey hadistir. Kasd yolu
ile kadîm bir varlığın, kadim olan diğer bir varlığa istinad etmesi mümkün
değildir.
(Kelâmcılarla
filozoflar, şu noktada ittifak etmişlerdir: Kadim olan bir şeyin fâil-i
muhtar'a ve hür iradesiyle iş yapan ezelî bir varlığa istinad etmesi mümkün
değildir. Çünkü bu duruma göre kadîmin fâil-i muhtar'dan çıkmadan evvel bir
kasd ve irâdenin bulunması gerekir. Böyle olan bir kadîm varlığından evvel
yokluk bulunan bir varlıktır. Onun için de kadîm değil, hadistir. Kelâmcılara
göre kadîm bir varlığın fâil-i muhtara istinad etmesi ve ondan sudûru caiz ve
mümkün olmadığı için Allah'tan başka kadîm varlık yoktur. Felsefeye göre âlem
kadîmdir, kadîm olan âlemin fâil-i muhtara istinad etmesi ve ondan sudûru
imkânsız olduğu için Allah fâiî-i muhtar değil, mûcibün bi'z-zattır).
A'yân (ve
maddeler) de hadistir: Zira maddeler hadis ve sonradan olan şeylerle beraber
bulunur, onlarsiz değildir (ecsâm a'razdan hâli değildir). Behemehal hadis
şeylerle bulunan bir şey hadistir. (Havadisten hali olmayan, hadis şeylere
mahal olan şey de hadistir).
Birinci
öncülün izahı şudur. Hareketsiz ve sükûnsuz madde yoktur. Bu iki şey ise
hadistir. Maddenin hareketsiz ve sükûnsuz olmaması şu tarzda açıklanır: Cisim
ve cevher mutlaka bir hayyizde ve mekânda oluş (kevn) halindedir. Eğer bîr
cisim ve cevher daha evvel bulundukları mahalde, aynen diğer bir oluşla
bulunuyorsa, o cisim sükûn halindedir. Şayet daha evvel var oldukları yerde,
diğer bir oluşla bulunmuyorlarsa, aksine diğer bir mahalde bulunuyorsa, o madde
hareket halindedir. “Hareket iki yerdeki iki anda iki oluştur”, “”sükûn, bir
mahaldeki iki anda iki oluştur”, demelerinin manâsı budur.
İtiraz; Bir mahalde bulunan maddenin, başka bir
oluştan sonra olmaması esas itibariyle mümkündür. (Bir cismin iki yerde, iki zamanda,
iki oluşta veya bir yerde iki zamanda iki oluşta bulunması şart değildir):
Nitekim hudüs (ve var oluş) anında durum böyledir. Bu takdirde madde ne hareket
ne de sükûn halinde olur.
Cevap: Bu itirazın bize bir zararı olmaz. Zira bu
duruma göre de iddiamız .kabul edilmiş olur. (Yani cisimlerin hudûsu böylece
teslim ve kabul edilmiş olur,) Kaldı ki burada bahis konusu olan, üzerinde
müteaddid oluşumlar meydana gelen ve bu oluşumlar üzerinden yeni çağlar ve
zamanlar geçen cisimlerdir.
Hareket ve sükûnun hudûsu: Hareket ve sükûn arazdır, baki ve devamlı değildir. “Bir halden başka bir hale intikal etmekten” ibaret olan hareketin mahiyeti, daha önce başka bir şeyin (ve hareketin) bulunmasını gerektirir. Bu ise ezeliyet kavramına aykırıdır.
Diğer bir
sebep de şudur: Her harekette bir bitiş ve istikrarsızlık hali vardır. Her
sükûnun son bulması mümkündür. Zira her cisim zarurî olarak hareketi kabul
eder. Daha evvel yaptığımız açıklamalardan anlaşılmıştır ki, “yok olması
mümkün olan bir şeyin kadim olması imkânsızdır” (Ademi caiz olanın kıdemi imkânsızdır).
îkinci
Öncülün izahı da şudur: Hadis şeylerden hâli olmayan bir varlığın ezelde mevcut
olduğu kabul edilse, hadis şeylerin ezelde var olduklarını kabul etmek lâzım
gelir. Bu ise imkânsızdır. Burada birkaç mesele vardır:
Birinci
mesele: A'yânın, cisim ve
cevherlerden ibaret olduğunu gösteren bîr delil yoktur. Esas itibariyle mekânda
yer kaplamayan ve bizatihi mümkün olan bir şeyin varlığı imkânsız değildir.
Filozofların var olduğunu söyledikleri nıüreccet nefs ve akıllar gibi.
Cevap: Burada ispatlanmak istenen iddia,
mevcudiyeti delille sabit olan mümkün varlıkların hudûsudur. Bunlar da mekânda
yer kaplayan a'yân ile arazlardan ibarettir. Mücerred varlıkların mevcudiyetini
ispat için ileri sürülen deliller -bu konuda geniş malumat veren eserlerde
açıklandığı gibi- eksiktir.
İkinci
mesele: Anlatılan şeyler,
bütün arazların hadis olduğunu göstermez. Çünkü birtakım arazlar vardır ki,
onların hudûsu da zıdlarının hudûsu da müşahede (ve duyu organları) ile idrâk
edilmez. Meselâ semâlarda var olan ışıklar, şekiller ve uzamalar (imtidâdât)
gibi.
Cevap: Bu hususun, ispatlanmak istenen maksada bir
zararı yoktur. Zira a'yânın hudûsu, zarurî olarak arazların hudûsunu da
beraberinde getirmektedir. Şüphe yok ki, arazlar a'yansız kâim olmaz.
Üçüncü
mesele: Ezel, özel bir
halden ibaret değildir ki, cisimlerin orada var oluşundan, hadis şeylerin de
orada mevcud olmaları lazım gelsin. Aksine, “Ezel, evveliyetin olmaması” veya
“mazi yönünden takdir edilen sonsuz bir zamana kadar varlığın kesintisiz
uzayıp gitmesidir”, diye tarif edilir. “Hadis hareketler ezelîdir” demenin
manâsı şudur: “Hiç bir hareket yoktur ki, sonsuzluğa varıncaya dek ondan evvel
başka bir hareket mevcut olmasın.” Filozofların görüşü işte budur. Onlar,
hareketin parçalarından hiç bir parçacın kadim olmadığını kabul ederler. Ancak
burada söz konusu olan harekettir, (Yani
hareketin nevi ve cinsidir).
Cevap: Mutlakın, sadece cüz'înin zımnında bir
varlığı mevcuttur. Herbir parça hadis olmakla beraber, mutlakın (ve bütünün)
kadim oluşu tasavvur edilemez.
Dördüncü
mesele: Her cisim bir hayyiz
(ve mekân) da bulunsa cisimlerin sonsuz olmaları lazım gelir. Çünkü “Hayyiz
(mekân), kuşatan bir şeyin, kuşatılmış bir şeyin dış sathına temas eden iç sathıdır”.
Cevap: Kelâmcılara göre hayyiz, (hakikî değil)
mevhum bir boşluk olup cisim tarafından işgal edilir, cismin boyutları bu
boşluğa nüfuz eder.
Âlemin muhdes
ve hadis olduğu sabit olmuştur. Malumdur ki her muhdes için bir muhdis zarurî
olarak lazımdır. Bu zaruret, tercih yapan bir zat olmadan (varlığı da yokluğu
da eşit olarak) mümkün olan bir şeyin iki tarafından birinin tercih
edilmesinin imkânsız oluşu gibi bir zarurettir. Durum bu olunca, âlemin de bir
muhdisi mevcut olduğu sabit olmuştur.
“Âlemin
muhdisi (Mucidi, Mübdi'i, Muhteri'i, Sâni'i ve Halikı) Allah Taalâ'dır”
Varlığı
zatından olan, var olmak için hiç bir şekilde diğer bir .şeye muhtaç olmayan
(uluhiyetle muttasıf bulunan vacibü'l-vücûda ye) zarurî varlığa Allah denir.
Allah'ın varlığı zarurî değil de mümkün olsaydı, âlemden sayılması ve âlem
kavramına dâhil olması gerekirdi. (Zira âlem mümkündür). Bu takdirde âlemin
muhdisi ve mebdei, yani âlemin yaratıcısı ve kendisinden başladığı bir illet
(ve prensip) olmaması gerekirdi. Halbuki âlem, mevcudiyetinin mebdei ve illeti
olan varlığa alâmet teşkil etmeye elverişli olan herşeyin ismidir [38].
Su sözün
manâsı da buna yakındır: Mümkün olan tüm varlıkları mebdeinin vacib ve zarurî
varlık olması şarttır. Eğer bu varlık da mümkün varlıklardan kabul edilse,
mümkün varlıkların mebdei (illeti ve prensibi) olmazdı.
Yukarıdaki
delil, teselsülün iptaline ihtiyaç kalmadan Allah'ın varlığının delilidir,
zannına bazan kapılanlar olmuştur. Fakat durum Öyle değildir. Aksine,
yukardaki sözlerle, teselsülün bâtıl olduğunu gösteren delillerden birine
işaret edilmiştir. Bu delil de şudur: Mümkün varlıklar silsilesi ve zinciri,
birbirine eklenerek sonsuza kadar gitseydi, bu, müstakil bir illetin varlığına
muhtaç olurdu. Bu illetin, silsilenin tamamı veya bir bölümü olması mümkün
değildir. Zira bir şeyin kendisinin illeti ve kendi illetlerinin illeti olması
imkânsızdır. Aksine illetinin haricinde olması gerekir. İşte bu illet (varlığı
zarurî olan Allah manâsına gelen) Vâcib varlıktır. (Mümkünler) silsilesi burada son bulur.[39]
Teselsülün
bâtıl oluşunu gösteren ve ispat eden en meşhur delillerden biri “burhân-ı
tatbik” (iki sonsuzu birbiriyle çakıştırmak) delilidir. Bu delil, şu şekilde
ifade edilir: Son ma'lul (netice ve eser) den itibaren sonsuza doğru giden bir
(illet-ma'lûl) silsilesinin mevcut olduğunu farzedelim. Sonra birinci
silsilenin başladığı noktadan – meselâ- bir sayı evvel (Birinci silsileyi
ikinci silsileden bir eksik kılacak şekilde) sonsuza kadar uzanan diğer bir
(illet-ma’lûl) silsilesinin var olduğunu farzedelim [40]. Sonra birinci silsilenin ilk ma'lulünü
ikinci silsilenin ilk malûlü; birinci silsilenin ikinci malûlünü ikinci
silsilenin ikinci malûlü... hizasına getirerek iki silsileyi birbiriyle
çakıştıralım, (tatbik). Şayet birinci silsilenin herbirine (her bir illete ve
malûle) karşılık, ikinci silsilede de bir illet ve malûl vardır, denirse, eksik
(olan İkinci silsile) fazla olan (birinci silsile) gibi olur. Bu ise imkânsızdır.
Eğer eksik fazla gibi olmazsa; ikinci silsilede karşılığı bulunmayan bir şey,
birinci silsilede vardır, demektir. O halde ikinci silsile (bir noktada) biter
ve sona erer. Bundan, birinci silsilenin de sona ermesi lazım gelir. Zira ilk
silsile, ikinci silsileden sadece “sonlu” (belli ve sınırlı) bir ölçüde
fazladır. “Sonlu” dan “”sonlu bir ölçüde” “fazla” olan şey de zaruri olarak
sonludur. (Mütenahidir, namütenahi ve gayr-ı mütenahi değildir) .
Burada
anlatılan burhân-ı tatbik, sadece (dış) varlıklara uygulanır. (Daha doğrusu
haricî varlığı bulunan şeylere farazi olarak uygulanır). Sırf vehim (ve hayalî)
olan hususlarda tatbik edilmez. Çünkü bu gibi yerlerde uygulanması halinde
vehmin kesintiye uğ-ramasıyle, o da biter. Onun için burada, “Birden başlayıp sonsuza kadar giden bir sayı
silsilesini, iki rakamından başlayıp sonsuza kadar uzanan diğer bir sayı
silsilesiyle çakıştırmak” gibi sayı mertebe ve silsileleriyle ilgili bir itiraz
öne sürülemez. Aynı tarzda, “Allah'ın bildiği şeyleri gücü yettiği şeylerle
çakıştırmak” (Allah'ın malumatını makduratı ile çakıştırmak) suretiyle -zira
her ikisi de sonsuz olmakla beraber birincisi ikincisinden çoktur- (çünkü
kendisi gibi bir Allah yaratmanın bizatihi imkânsız olduğunu bilmekle beraber
bu onun makdûru değildir) bir itiraz yapılamaz, karşı bir delil ileri
sürülemez.
İtiraza mahal olmamasının sebebi şudur: Sayıların ve ilahî malumat ile makdûrâtm sonsuz oluşunun manâsı, “Bunlar, daha fazlası düşünülmeyecek ve üzerine ilave yapılmayacak bir sınıra kadar varmaz” demektir. Bu, “Sonsuzluk varlığa girer ve sığar demek değildir. Zira bu husus imkânsızdır.[41]
[1] Akâid ilmine, İlm-++i tevhid ve sıfat, îlm-i ûsvl-i
dîn, llm-î kelâm... gibi isimler de verilir.
[2] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid,
Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 91-92.
[3] Dinî ve islâmî hükümler ana hatlanyle üç çeşittir:
1. İtikadî hükümler. (Ahkâm-i
itikadiyye). Bunlar inanç konusu olan
hususlardır. Allah'a, sıfatlarına, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına
ve âhiret gününe iman etmek gibi. İtikadî hükümlerin bir kısmında kesin ve
açık olan aklî deliller aranır. Allah ve sıfatları konusunda olduğu gibi.
Diğerinde, akıl nazarında imkânsız olmamak şartıyle Kur'an ve sahih hadislerde
haber verilen hususları kabul ve teslim etmek esas alınır. Gayb âlemi,
melekler ve ahiret gibi konularda olduğu gibi.
İtikadî hükümler, başka bir bakımdan iki nevidir:
I.
Kesin olan itikadî hükümler:
Allah'a, Allah'ın birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve
âhiret gününe iman, gibi hususlar bu bölüme girer.
Bu nevi itikadı hükümlerin beş temel Özelliği vardır:
Birincisi: Kat'iyet ve yakın aranır. Şek ve şüphe burada inkâr ve
küfür sayılır.
İkincisi: Bu hükümler apaçık ayan ve aşikardır. Mübhem, muğlak
ve müşkü değildir.
Üçüncüsü: Bu hükümler bir bütündür, bölünme (tecezzi) kabul
etmez, bir küldür. Biri olmazsa öbürleri de mevcut olmaz.
Dördüncüsü: Bu hükümler,
ezelî, ebedî ve sabit hakikatlardır. Nesh, tebeddül, tağayyur ve
tahavvül kabul etmez, Peygamberden peygambere, ümmetten ümmete göre
değişmezler, Hz. İbrahim ve ümmeti neye inanmakla mükellef ise Hz. Peygamber
ve ümmeti de ona iman etmekle mükelleftir.
Beşincisi: Müslüman olmak için bu hükümlerin kalbte tasdik ve
kabul edilmiş şeklinde bulunması şart ve zarurîdir. Amelî bir hükme riayet
etmemek küfrü gerektirmez ama bu çeşit bir itikadı hükme sahip olmamak küfrü
icab ettirir.
2.
Zannî olan itikadı hükümler: Bazı
itikadı hükümler kat'i ve açık değildir. Onun için bu gibi itikadı hükümlere
belli bir biçimde inanma mecburiyeti yoktur, meselâ Maturidî itikadına göre
peygamberlikte erkeklik şart, Eş'arî itikadında şart değildir. Bir müslümanın
bu iki şıktan birine inanması itikadına zarar vermez. Eş'arîlikle Maturidîlik
arasındaki bu nevi itikadı farkların sayısı elliden fazladır. Zeydiye,
Ca'feriye ve Mutezile ile Sünnî kelâmuiları arasındaki itikadî farklar da kesin
değildir. Onun için bu mezhep mensuplarına kâfir, zındık ve münkir demek
kesinlikle caiz değildir. Zira onların da akidelerini dayandırdıkları birtakım
nakli ve aklî deliller mevcuttur. Kat'î olan. itikadî hükümlerin yukarda geçen
beş özelliği, zannî olan itikadı hükümlerde aranmaz.
II. Amelî hükümler: Bunlar amel, fiil, ibadet ve taat konusu olan hükümlerdir.
Namaz, oruç, hac, zekat, cihad,
tebliğ... gibi. Bunların da kat'î ve
zannî çeşitleri vardır. Meselâ kurban kesmek ve vitir namazı kılmak zannî olan
amelî bir hükümdür.
Amelî hükümler: a) ibadetler,
b) Dünyevî muameleler, c) Evlenme ve boşanmalar, d) Miras hukuku ve farâiz, e) Ukûbât ve cezalar gibi nevi-lere
ayrılır, fıkıh ve fıkıh usûlü bu gibi konuları tetkik eder.
III. Ahlakî, vicdanî ve kalbi hükümler: İnsanda doğuştan mevcut olan riya, ucb, cimrilik,
korkaklık, yalancılık, aldatıcılık gibi kötü huyların yok edilerek yerlerine
ihlas, tevazu, cömertlik, cesaret, doğruluk ve istikâmet gibi güzel huyların nasıl konulacağından bahseden bu
ilme tasavvuf adı da verilmektedir.
Kelâm ilmi, akıl, nazar, kıyas, muhakeme, istidlal, delil ve ispattan
bahseder. İslâm, düşüncesini verimli ve faydalı hale getirir. Tasavvuf!
ahlaktan, faziletten, insanlıktan, sevgiden kalbten ve vicdandan bahseder.
Verimli, zengin ve faydalı bir gönül müslüm anlığını meydana getirir. Bk.
İsmail Hakkı İzmirli, Yeni ilm-i kelâm, I, 22 (İst. 1341/1922).
[4] İslâm mezhepleri Ehl-i bid'at ve Ehl-i sünnet diye
ikiye ayrılmaktadır. Haricîler, Kaderiye, Cebriye Mutezile, Şia ve Mücessime
birinci gruba, Selefiye, Eş'arîye ve Maturidiye ikinci kı.sma girmektedir,
Ehl-i sünnetle Ehl-İ bid'at
arasındaki farklar kısaca
şu şekilde özet-. lenebilir:
1.
Ehl-i sünnet, Hz. Peygamber'in ve
sahabenin geleneklerine bağlıdırlar.
Onların izinde olmayı kendilerine yol olarak seçmişlerdir. Bundan dolayı sünnetçiler ve gelenekçiler adını almışlardır.
Ehl-i bid'at ise sünnetten çok kendi uydurmaları olan fikir ve inançlara
bağlanırlar. Bid'at da kelime olarak sonradan uydurulan şey demektir.
2.
Ehl-i sünnet âyet ve hadisleri
kendi şahsî görüşlerine göre
te'vil etmez, Allah ve Resûlü'nün âyet ve hadisten kasdettikleri manâya uymaya
çalışırlar. İhtida' değil ittiba esastır.
Ehl-i bid'at ise âyet ve hadisleri kendilerine göre te'vil ve tefsir
ederler. Batmiler ve Mutezile, âyetin zahirini terkederek başka manâlar
ararlar. Bu yüzden Ehl-i heva diye isimlendirirler.
3.
Ehl-i sünnet, Haricîler gibi
tamamen zahire de bağlı değillerdir.
Nasları te'vil etmemekle beraber, nasîarm ruhuna ve özüne de ehemmiyet
verirler. Yani zâhirbâtın dengesini muhafaza etmeye çalışırlar. Haricîlerde
olduğu gibi bazı Ehl-i bid'at mezhepleri âyetlerin tümünü zahirine göre değerlendirirler, bunun, için de birçok noktada dalâlete düşerler. Bunlara zâhirperest denir.
4.
Ehl-i sünnet, ümmetin bütünlüğüne ve ayrılmazlığına büyük değer verirler,
tefrikaya karşı çıkarlar. “Müslümanım” diyen herkesi müslüman kabul etme taraftarıdırlar. Ehl-i
bid'at mezheplerinin büyük bir kısmı kendi mezhebinde olmayanları müslüman
kabul etmez, küfürle itham eder. Bu yüzden, Ehl-i firkat diye de
isimlendirilirler.
5.
Ehî-i sünnet mezhepleri umumiyetle
müsamahalıdırlar. îtikadlarım kimseye
zorla kabul ettirmeye çalışmaz,
kendinden olmayanları tekfir
etmemeye çalışır, onların öldürülmelerini veya esir edilmelerini asla caiz
görmez. Bununla beraber tarih içinde Ehl-i sünnet mezheplerinden taassuba kaçanları
da olmuştur. Bu durum Ehl-i sünnetin faydasına olmamıştır.
Ehl-i bid'at mezhepleri umumiyetle mutaasıptırlar, kendi dışındakileri
tekfir ederler.
6. Yabancı din ve felsefelerin tesiri Ehl-i
sünnet mezheplerinin görüşlerini
temelden değiştirmemiştir. Onlar bu
yabancı düşüncelerden istifade etme
yolunu seçmişlerdir.
Ehl-i bid'at mezheplerinden Haricîler eski Arap telakkilerinin, Şiîler
Iran kültürünün, Mutezile ise Yunan felsefesinin tesirinde kalmış ve bu
tesirler altında birçok îslâmî inanca ters düşmüşlerdir.
7. Ehl-i sünnet mezhepleri ashaba sövmez,
saygısızlık göstermez, kafir demez, aksine büyük bir saygı besler.
Ehl-i bid'at mezheplerinden Haricîler, güler ve Mutezile ashabdan bazılarını
tekfir eder, onlara söver ve lanet okurlar.
[5] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 93-96.
[6] Gazali(öl.505/llll)den evvelki kelâmecılara kudema
(eski) kelâmcılar, ondan sonraki kelâmcılara muteahhirîn (sonraki)
kelâmcilar adı verilmektedir.
.
Eski kelâmcılarla sonraki kelâmcılar, usûl ve muhteva bakımından
birbirinden çok farklıdır. Kelâm zaman geçtikçe Meşşaî felsefesine daha çok
yaklaşmış, hatta ondan ayırdedilmez hale gelmiştir. Nitekim bu husus az
aşağılarda müşahede edilecektir.
[7] Mutezile ismi, Vasıl b. Ata ve taraftarlarına Sünnîlerce
verilmişti. Mutezile kendi mezhebine, “Ehl-i adl ve “Ashab-ı tevhid”
adını veriyor. Sünnîlere ise “Mezheb-i âmme”
(Halk mezhebi) adını takıyordu. Sünnîlere “Haşeviye” dediği de oluyordu.
Mutezilenin bu adı almasını daha başka şekilce izah eden kaynaklar da vardır.
[8] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 97-98.
[9] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 99.
[10] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 99-100.
[11] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 101-102.
[12] Bilgi teorisi (Marifet nazariyesi, Epistemoloji)
bahsi, kelâma felsefeden geçmi§tir. Burada bilgi teorisi ile ilgili sadece iki
felsefî ekol bahis konusu edilmiştir:
1. Dogmatizm (İkâniye, Cezmiye, Nassiye). Bunlar itiraz ve reddedilmesi
İmkânsız bazı bilgilerin ve gerçeklerin var olduğunu kabul ederler, îlk
filozofların kanaati budur. Kelâm kitaplarında “Hak ehli” denildiği zaman
bunlar anlaşılır. Kelâmcılar da esas itibariyle dogmatik sayılırlar.
Dogmatizmin zıddı Sophîsme, Scepticisme, Pyrrohonisme ve eriticisine
(Hisbâniye, Reybiye, Ehl-i şek ve întikadiye) gibi felsefî mekteplerdir.
Safsata ve mugalataya dayanan Sophisme, Sokrat'tan Önce birçok filozof
tarafından savunulmuş ve bu görüşler Piron'da sistemlegerek Scepticisme halini
almıştı.”İnsan her şeyin ölçüsüdür”, diyen eski Yunan filozofu Protarogas
Indiyedendir.
“Her müetehid isabet halindedir”, diyen bazı fıkıh âlimleri de bilgilerin
ve hakikatlann -ictihad konusu olmak şartiyle- kişilere tabi olduğunu kabul
etmişlerdir.
Kelâm âlimleri Sophisme ve Scepticisme şiddetle ve kararlı bir biçimde
karşı çıkmışlardır. Zira kelâmcılar âlem ve kâinat dediğimiz dış dünyanın
hakiki ve reel bir varlığa sahip olduğuna, bu dünyanın tamamı nı ve künhünü
doğru bir şekilde bilmek ve kavramak mümkün olmasa bile, dış dünyadaki
eşyalardan bazıları hakkında doğru, sağlam, gerçek, değişmez ve kesin bilgi
sahibi olmanın mümkün olduğuna inanırlar. Bu gerçek dünyadan ve onunla ilgili
birtakım kesin bilgilerden - hareket ederek âlemin yaratıcısına ulaşmaya
çalışırlar. Bu âlem; sebep, illet, sanatkâr, hâlık ve muhdis olarak kabul
edilen Hakk Taâlâ' nın neticesi, ma'lûlu, eseri, mahlûku ve muhdesi olduğuna
itikad ederler. Eser ve eserle ilgili şeyler hakkındaki bilgimiz kesin olmaz
da şüpheli olursa Allah'ın varlığını aklî delilerle ispat etmek imkânı ortadan
kalkar. Onun için îsbât-ı vacıb konusunda yapılacak ilk ve en Önemli şey
şübheciliği red ve iptal etmektir.
Ömer Nesefî ve Taftazânî'nin eserlerine sofistleri ve septikleri reddetmekle
başlamalarının sebebi budur.
Şu bir, gerçektir ki, bütün dinler için sofist ve septik adı verilen şüpheci
düşünce her zaman en büyük ve en ciddi tehlike olmuştur. Onun için sâdece müslümanlar
değil, bütün din mensupları bu düşünce tar-zıyle sürekli olarak mücadele
etmişlerdir.
Bk. Fennî İsmail, Lugatçe-i felsefe, (İst. 1341/1922); s. 613, 647.
îzmir-İİ, a.g.e., I, 62.
[13] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 102-105.
[14] Tarifte: Manâlar arasındaki farkı temyiz..., şeklinde
bir kaydın konulmaması duyu idrâklerini tarifin dışında bırakmamak içindir.
Tezad ve tenakuz, tasavvurlarda değil, tasdik ve hükümlerde olur. îslâm âlimleri
ilmî yani kelâmı manâdaki bilgiyi çeşitli şekillerde tarif etmişlerdir. En
fazla rağbet gören tarif şudur: “İlim, öyle bir sıfattır ki, onunla muttasif
olan kişiye, bilinmesi imkân dahilinde bulunan şeyler şüphe görtürmez bir
şekilde anlaşılır ve kavranır hale gelir”. Fahrüddin Razî'nin tarifi: “İlim,
vakaya mutabık olan kesin inançtır”. Tarifteki “Cazim ve kesin” kaydı “zıddına
ihtimali yoktur”, manâsına geldiği için “zan” ilim sayılmaz.
“Vakıaya uygun”, cehl-i mürekkebi tarifin dışında bırakır. Zira mürekkeb
cehalet her ne kadar kesin bir inanç ise de vakıaya mutabık değildir. (Bir şeyi
bilmemeye cehl ve cehalet, bilmediğini de bilmemeye cehl-i mürekkeb denir).
Sabit, kararlı ve değişmez olmayan fakat vakıaya uygun düşen kesin inanç
manâsına gelen isabetli ve doğru taklid» de ilim sayılmaz, tarifin dışında
kahr. Bk. İzmirli, a.g.e, 1. 128.
Kelâmın esas gayesi, kendi görüşlerini sağlam, sabit, değişmez, kesin ve
dosdoğru bilgilere dayandırmak olduğu için zannî ve taklidi bilgilere bu ilimde
itibar edilmez. Delâlet veya subût veyahut da hem delâlet, hem de subût
yönünden kesin olmayan bütün naslar, rivayetler ve nakiller kelâmda delil
olarak kabul edilmez ve kullanılmaz. Bu özelliği ile kelâm geniş ölçüde
Selefiye mezhebinden ayrılır. Zira Selefîler, sübutu kesin olmayan çok sayıdaki
âhâd haberleri itikadı konularda delil olarak kabul ettikleri halde kelâm
âlimleri bu görüşe katılmazlar. Sahih bile olsa âhâd haber ve hadisleri
kelâmda ve itikadı konularda çok hakli olarak delil ve ölçü olarak kabul
etmeyen kelâm âlimleri, bu çeşit hadislerin fıkıhta ve anıelî-ahlakî konularda
delil olabileceğini kabul ederler. Kelâmda sadece mütevatir olan ve ayın zamanda
delaleti de açık ve kesin olan hadisler delil olarak kabul edilir. Halbuki bu
nitelikteki hadislerin sayısı çok az ve pek nadirdir. Bundan dolayıdır ki,
kelâm kitaplarında çok az hadise raslanır. Bu durum kelâmın nakîî ilim olmayıp
aklî bir ilim oluşunun tabiî ve kaçınılmaz bir sonucudur.
[15] Görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyularına
havass-ı zahire, buna karşı içe dönük olan müşterek hisse, vehme, hayâle,
mutasarrifeye Ve hafızaya havass-t bûtina âdı verilmektedir. Bâtınî hisleri
kabul edenler, filozoflardır, kelâmcılar bunlara itibar etmezler.
[16] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 105-108.
[17] Beş duyu organı denilen kulak, göz, burun, dil ve deri
hakkında biyoloji, fizik ve tıbla ilgili eserlerde çok daha geniş, sıhhatli ve
yeni bilgiler mevcut olduğundan bu konu üzerinde açıklama yapmada fayda
görmüyoruz. Bu konu hakkında daha geniş ve doğru bilgi sahibi olmak
isteyenlerin bu kaynaklara başvurmaları gerekir.
[18] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları:108-110.
[19] Mütevatir bir haberin kesin bilgi vermesi için üç şart
vardır:
1. Haberi verenlerin yalan üzerine birleşmeleri ve anlaşmaları aklen ve
âdeten imkansız olacak.
2. Verilen haber bizatihi ve esas
olarak imkânsız olmayacak. Aklen mümkün
olan hususlarla ilgili olacak.
3. Verilen haher, his, tecrübe ve müşahede ile bilinen cinsten olacak.
Nazarî ve teorik olmayacak, delile ihtiyaç gösteren cinsten bulunmayacak.
Ayrıca tevatür sayısı her dönemde kesintisiz bir şekilde mevcut olacak.
Din, mezhep ve felsefe arasında tartışma konusu olan nazarî konularda
tevatür bahis konusu değildir. Mezhep mutaassıplarının, kendi mezheplerinin
esasları hakkında ilk müslümanlar arasında icma ve ittifak bulunduğunu, konu
ile ilgili olarak nakledilen haberlerin tevatür derecesine ulaştığını iddia
etmeleri akıl ve ilim dışı bir inanç ve görüştür
[20] Haber-i âhâd, Hz. Peygamber'den bir kişinin, ondan da
bir kişinin... işittiği haberdir. Bk. Cürcanî, Tarifat,
Mütevatir olmayan meşhur ve âhâd haberler kelâm ilminde kesin delil
değildir. Bk. îzmirli, a.g.e. 1. 57.
[21] Buharı, Tefsir, B.
3; Müslim, Ahdiye, 1. Bu hadisin mütevatir olduğundan bahsedilir.
[22] Zarurî ilim, Duyu organlarının ve aklın doğrudan
doğruya apaçık olarak kavradığı bilgilerdir. Bir bütün kendi parçasından
büyüktür, ateş sıcaktır gibi.
İstidlâlî ilim, bir delile ve ara bir fikre başvurularak, doğrudan
değil, dolaylı olarak elde edilen bilgilerdir. “Allah âlemin muhdisidir”,
hükmünün, “âlem hadistir, her hadisin bir muhdisi vardır, şu halde âlemin
muhdisi de'Allah'tır” gibi bir kıyas yoluyla kabul edilmesi gibi. iki türlü
istidlal vardır: 1.Burhan-ı innî: Ma'lûlden illete, eserden müessire, sanattan sanatkâra ve neticeden sebebe
intikal etmek. Bir dağın ardından dumanlar yükseldiğini gördüğümüz zaman orada
ateşin mevcut olduğuna istidlal etmemiz gibi.
Âlemin varlığım Allah'ın mevcudiyetinin delili
ve şahidi olarak değerlendirmemiz de böyledir. Kelâm ilminin temeli bu nevi
istidlaldir. (îndüksiyon, istikra).
2. Burhan-i limmî: İlletten ma'lule,
müessirden esere, sanatkârdan
sanata ve sebepten neticeye intikal etmek. Bir gece gördüğümüz ateşin,
dumanının da olacağına hükmetmemiz gibi. Bu delil daha çok Se-lefiyede ve
Sûfiyede kullanılmıştır. (Dedüksiyon,
Ta'lil).
İstidlali bilgilere nazarî bilgi
adı da verilir. Bk. îzmirli, a.g.e. I,
58; Sırrı Paşa, Nakdu'l-kelâm, s. 36.
[23] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 110-115.
[24] Filozoflara
dayanan kelâmcılar akim, heyulâî
akıl, bi'l-meleke olan akıl, bi'l-fiil olan akıl ve Müstefad
olan akıl gibi düşünce nevilerinden bahsederler.
[25] Sümeniye veya Sameniye bir nevi Hind sofistleridir.
Bk. Ülken H.Z., İslâm felsefesi tarihi, s. 49
(İst. 1957).
[26] Nazarî aklın
tabiatötesi (maverayı tabiat, maba'dettabia, metafizik) konularda verdiği hükümlere
güvenilemeyeceğini ileri süren bazı
Selefüer ve sûfîler de bu noktada kelâma karşı çıkmışlardır. Alman filozofu
Kant da Allah'ın varlığının nazarî
akıl (akl-ı mahz) ile kabul edilemeyeceğini, akl-ı ameli (pratik akıl) ile kabul edileceğini savunmuştur.
Metafiziğe yapılan en kuvvetli ve en sürekli itirazlar, “ilahiyatçılar
metafizik konularda durmadan ihtilaf ediyorlar, birbiriyle çelişen açıklamalar
yapıyorlar, şayet bu sahada saf ve nazarî akılla bir gerçeğe ulaşmak mümkün
olsaydı, bu durumun mevcut olmaması gerekirdi..”şeklindedir. Kelâmcılar,
ilahiyatçı filozoflar gibi
metafizik konularda birtakım hakikatlerin mevcut olduğunu, bu
gerçeklerin nazarî akıl ve istidlallerle bilinebileceğini ısrarla
savunmuşlardır,
[27] Kıyasın tatbik konusu olan beş sanat şunlardır:
Burhan, cedel, hatabe, şiir, safsata. Kıyas ve istidlal vasıtasıyle bir bilgi
elde etmenin ve bir gerçeği öğrenmenin yolu bu beş sanattan biridir. Bir
kıyasla, yukardaki beş neticeden birine ulaşmak, kıyasta kullanılan mukaddem ve
öncüllere göre değişir. Kaziye ve önermelerin muhtevasını teşkil etmesi
bakımından öncül olarak kullanılan kaziye ve Önermeler yedi çeşittir.
A,Yakîniyât: Kesin hükümler
ihtiva eden önermelere yakîniyat adı
verilir. Bunlar da iki nevidir: Bedîhiyat, nazariyat.
I. Bedîhiyât: Bir hükmün ve
kaziyenin doğruluğu, hiç bir delile muhtaç olmadan kabul edilecek kadar akla
açık olursa, bu nevi önermelere bedîhiyât {apaçıkçılık, aksiom) adı verilir. “Bütün, parçasından büyüktür”
hükmü gibi. Bu çeşit önermelerin altı çeşidi mevcuttur.
a) Evveliyat: Zihnin vasıtasız olarak kabul ettiği önermelerdir. “Bir, ikinin
yarısıdır”, “toprak ateş değildir”, gibi.
b) Fıtriyât: Zihnin, ara ve
orta bir terim vasıtasıyle doğruluğunu apaçık olarak kabul ettiği önerme ve hükümlerdir. “Dört çifttir”, gibi. Dördün çift olduğunu
anlayabilmek için, bu sayının ikiye bölünür nitelikte olup olmadığım, ara ve
orta bir terim olarak gözönünde bulundurmak
gerekmektedir. Bu çeşit bilgiler, doğuştan insanda var olduğu için fıtriyât
denilmiştir.
c) Müşahedât: Duyuların
doğrudan doğruya idrâk ettikleri hükümlerdir. Bu idrâk dıştaki beş duyu
(havass-ı zahire) yolu ile hasıl olursa, “Hissiyat, içteki duyular (havass-ı
bâtına) vasıtasıyle hasıl olursa, vicdaniyât adını alır. Batınî beş his:
müşterek his, vehm, hayal, mutasarrife, hafıza.
Hissiyata misâl: “Güneş ışık
verir, kar soğuktur”.
Vicdaniyata misâl: “Kişinin aç, susuz ve elemli olduğunu bilmesi...”
d) Hadsiyât: Gizli ve hızlı,
fakat doğru bir kıyasla zihnin süratle neticeye intikal etmesi ve sonucu derhal sezmesidir. Misâl: “Ay ışığını güneşten
alır”.
e) Mücerrebât:
Tecrübe ile öğrenilen kesin hükümlerdir.
Misâl: “Şarap insanı sarhoş eder”.
f) Mütevatirât: Akıl için
imkânsız görünmemesi şartıyle, yalan üzerine birleşmeleri âdeten imkânsız olan
bir topluluğun verdiği haberler de kesinlik ifade eder. Misâl: “Mekke vardır”.
İlk iki çeşit bedîhiyata, “bedîhiyat-ı akliye”, ikinci iki çeşit
bedihiya-ta ise “bedîhiyat-ı hissiye” denir.
II. Meşhûrat: Ya bütün insanlar
veya insanların büyük bir kısmı tarafından doğru olarak kabul edilen öncüller ve hükümlerdir. Herkes tarafından
iyi kabul edilen önermeler: “Adalet iyidir, zulüm kötüdür”. Bir kısım insanlar
tarafından muteber sayılan önermeler: Dinî, kavmi ve millî gelenek ve görenekle
ilgili olarak söylenen vecizeler.
III. Müsellemdi: Bir tartışmada
hasım durumunda bulunan iki tarafın da doğruluğunu kabul ve teslim ettikleri
önermelerdir: “Hz. Muhammed semâya nasıl
çıktı? diye itiraz eden bir Hıristiyana bir müslümanın, “Hz. İsa nasıl çıktıysa
Öyle”, demesi gibi.
Harikulade haller her iki din mensuplarınca da mümkün ve vaki görülmektedir. '
IV. Mukbûlât: Otorite ve
salahiyetli kabul edilen kişilerin sözleri. Hz. Ali: “Adalet mülkün temelidir”,
“bana bir harf Öğretenin kulu olurum”.
V. Zanniyât:
Zan ve tahmine
dayanan hükümlerdir. Gece
dolaşan bir adam için, “Bu hırsızdır”, denmesi gibi.
VI. Muhayyeldi:
Doğru olmadıkları bilindiği halde sırf neşe vermek veya nefret
uyandırmak için söylenen sözler: “İçki akıcı bir yakuttur”, “bal iğrenç bir
kusmuktur”.
Fakat daha ziyade hayal gücüne dayanarak şair ve ediblerin yaptıkları
temsil ve teşbihlere muhayyelât adı verilmektedir.
VII. Vehmiyût: Kuruntuya
dayanan hükümlerdir. Görünen varlıklara bakarak, “her varlık mekânda yer
tutar”, demek ve Allah'ın da mekânı olduğunu söylemek gibi.
Yedi çeşit önerme (kaziye ve mukaddime) ve hükme göre beş sanat şu
şekilde meydana gelir:
1. Burhan ve hüccet: Öncülleri yakîniyât yani
bedîhiyât ve nazariyat olan kıyastır. Verdiği bilgi yakın ve kat'iyet ifade
eder.
2. Cedel (diyalektik): Öncülleri meşhûrat ve müsellemat olan kıyastır.
Gayesi ikna ve tatmindir. Kelâmda burhan ve cedel geçerlidir.
3. Hatabe veya Hitabe:
Öncülleri makbûlât ve zanniyât olan kıyastır Gayesi vaaz, nasihat ve öğüttür.
Tasavvufta, irşaddâ ve vaazlarda bu çeşit delil ve kıyaslar kullanılır.
4. Safsata: Öncülleri vehmiyat olan kıyastır, kasten yapılırsa buna mugalata denir.
5. Şiir: Öncülleri muhayyelât olan kıyastır.
B. Nazariyat: Akıl tarafından
kesin olarak kabul edilmeleri için bir
delile (kıyasa ve istidlale) ihtiyaç
gösteren önermelerdir: “Âlem hâdistir”. Bu önermenin doğruluğunu
ispat eden kıyas ve delil şudur: Âlem
(müteggayir ve) değişkendir (Kübra, büyük öncül). Her değişken
hadistir. (Suğra, küçük öncül).
O halde âlem sonradan olmadır.
(Netice, dava, matlub-ı haber). Kelâm ilminde bu çeşit nazarî ve teorik
kıyas ve hükümler çok geniş olarak kullanılır. Hatta geniş ölçüde kelâm,
tamamiyle nazarî hükümlerden ibarettir. Bazan
nazariyecilik spekülasyon haline
gelir. Felsefe kendi bilgi sisteminin burhana ve delile dayandığım ileri
sürer. Fakat kelâm bunu reddederek kendilerinin ehl-i burhan olduğunu ileri sürer. Aslında mantık kitaplarında mevcud
olması lazım gelen bu bilgilere
Cürcanî'nin Mevâkıf şerhi,
Taftazânî'nin Makâsıâ. şerhi gibi eserlerde geniş yer ayrılmıştır. Bu
hususları iyice bilmeden kelâm tam olarak anlaşılmaz.
[28] el-Bidâye mine'l-Kifâye fî usûli'd-din, Nureddin Ahmed
b. Mahmud Sabûnî'nin eseridir. Bu eser evvela 1969'da Mısır'da daha sonra
1979'da Bekir Topaloğlu tarafından Ankara'da Matûridî akaidi adiyle neşr
edilmiştir. Katip Çelebi Keşfu'z-zunûn'da (bk. I, 229) Ebu Turab İbrahim b.
Abdullah'ın el~Bidâye fi'l-kelâm isimli bir eserinden de bahseder. Taftazânî,
Sabûnî'nin fikirlerini, kısaltarak ve özet olarak nakletmiştir.
[29] Kelâm ilminde sadece peygamberlerin ilhamı bilgi
kaynağı olarak kabul edilir. îlham, feyz yolu ile kalbe ilkâ olunan manâdır,
diye tarif edilir. Fakat Gazali, Kiyâlhisarî, Razî ve Amidî gibi en büyük
kelâmcılar nazar ve istidlal bahis konusu olmaksızın ilhamla “yakinî ve kat'î”
bilgilerin elde edileceğini kabul ederler. Bu halde, keşif ve ilhamla hasıl
olan kesin bilgiler, kelâmcıların kabul ettikleri zarurî bilgiler nevinden
sayılmaktadır. Fakat ilhamı vehimden ayırarak onu âyet ve hadisle kontrol
etmelidir. Bu şekilde kabul edilen ilham bile dinler ve mezhepler konusundaki
tartışmalarda Ölçü değildir. Bk. İz mirli,a.g.e.l,59.
İlham, umumi, külli ve kesin bir bilgi vasıtası değildir. Özel, cüzî ve
vasıtasıdır.Hucce-i muteaddiye ve mülzime değildir.Yani başkası bağlamaz. Huccet-i
lâzimeâıv, sadece ilhama mazhar
olan şahsı baglar. Fakat kıyas ve istidlalle ortaya konulan içtihadı bilgilerde
de durum böyledir. Bir müctehidin içtihadı diğer bir müctehidi bağlamadıgı gibi bütün müslümanları da bağlamaz. Bu bakımdan
esas nitelikleri itibariyle aynıdır. Zaten sûfîlerin yaptıkları ictihatlara
çoğu zaman keşf ve ilham, fıkıhçılann ilham ve buluşlarına da ictihat adı
verilmektedir.
Kelamda ve fıkıhta ilhamın delil kabul edilmemesinden daha tabiî bir şey
yoktur. Herkes kendi ilhamına ve hissine, yani sezgi gücüne göre konu tartışma
yolu ile müsbet bir şekilde neticelendirilemez.Zira ilham temel özelliği
enfüsî (subjektif) olmasıdır. Halbbuki kelam daima afakî
(objektif) olmaya büyük önem vermiştir.
[30] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 115-122.
[31] Filozoflara göre hudûs bir şeyin diğer bir şeye muhtaç
olması manâsına gelmektedir. Onlara göre âlem Allah'a muhtaçtır. Yani Allah
olmasaydı âlem olmazdı. Bu manâda âlem hadistir. Fakat Allah âleme muh taç
değildir. Yani âlem olmasaydı Allah yine var olurdu. Bu manâda Allah Kadîmdir.
Bunun manâsı şudur: Allah, âlemden zaman itibariyle önce değildir, zat
itibariyle öncedir. Bu manâda Allah'ın âlemden evvel olmasına kıderti-i zâtı
denilir. Âlem zaman itibariyle Allah'tan sonra değildir. Allah ezelden beri var
olduğu gibi âlemin heyulası ve unsurları da ezelden beri mevcuttur. Âlem sadece
zat bakımından sonradır. Bu manâdaki sonralığa hudûs-i zâtı denir. Bu ma'lûlün
illetten, neticenin sebepten, eserin müessirden sonra gelmesi gibi bir sonralık
(hudûs)tir. Kelâm, Allah'ın zaman bakımından âlemden önce olduğunu kabul eder
ve buna Vııdem-i zâmanî adım verir. Âlemin de Allah'tan sonra olduğunu kabul
eder. Buna hudûs-i zâmani ismini verir. Felsefe bu manâdaki hudûsu kabul
etmemiştir.
[32] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 123-124.
[33] Umumiyetle cisim madde manâsına gelmektedir.
Kelâmcılara göre cisimlerin başlıca nitelikleri ve temel özellikleri şunlardır:
“Ecsâm mütenâhîdir” (Cisimler sonlu ve sınırlıdır), “cisimler hadistir”,
“cisimler mütemasildir” (ana vasıfları itibariyle birbirine benzerler),
“cisimler baki ve devamlıdır” (arazlar gibi gelip geçici nitelikler değildir),
“cisimler iç içe girmezler”, “cisimlerde tedahül olmaz”, “cisimler arazsiz
olmaz” (ecsam arazdan hâli değildir), “cisimlerin ve âlemin ebedî olması zarurî
değildir”, “başı olduğu gibi sonu da vardır”,
“cisimler ölçülebilir”.
Kelâmcıların maddeyi ve niteliklerini sınıflandırmasını daha açık olarak
şöyle gösterebiliriz: Var olan hadis ve mahlûk şeyler:
1.
Ya bizatihi kâimdir, buna a'yân denir,
2.
Veya başkası ile kaimdir. Buna da a'raz denir. A'yân da:
a)
Ya mürekkebtir, bileşiktir, buna cisim
denir,
b)
Veya mürekkeb değildir, basittir, buna da cevher, cevher-i ferd ve cüz-i
lâyetecezzâ gibi isimler verlir.
Bir şema halinde, göyle gösterilir:
Mükevvenat - Mahlûkat (Mâsivallah)
A'yan
Cisim (Ağaç gibi)
Cevher (Atom)
A'raz (Renk, koku, hareket, ağırlık...)
[34] Eski kelâmcılara göre maddenin en küçük ve bölünmez
parçası manâsına gelen “cüz'i lâyetecezza” ile “cevher” aynı manâya gelir.
Sonraki kelâmcılara göre cevher ile a'yân bir ve aynı şeydir. Bunlar “cüz-i
lâyetecezza”ya “cevher-i ferd” (atom) adını vermişlerdir..Mesaî felsefesi atom nazariyesini kabul etmezdi.
Kelâmcılar, eski Yunan filozofu Demokrit'ten
aldıkları atom nazariyesiyle Aristocu Felsefeyi reddetmek için
çalışmışlardır.
[35] Felsefede heyula, suret, mücerred nejs ve akıllar
cevher olarak kabul edilir.
Kelâm, varlıkları Önce ikiye ayırır:
I.
Yaratıcı ve ezelî varlık: Allah,
II. Yaratılmış ve
hadis varlık. Allah'tan başka
her şey, mâsivallah. Hadis varlıklar da iki kısımdır:
1. Mütehayyiz, mekânda yer tutan, bizatihi var olan a'yân.
Cevher gibi. Cevher de iki nevidir:
a) Cisim, mürekkeb varlık, bölünebilen varlık.
b) Cevher-i ferd veya cüz-i lâyetecezza,
bölünmeyen varlık, atom.
2.
Mütehayyiz olmayan, mekânda
yer kaplamayan, başkası ile
kâim olan varlık: Araz. Arazlar da iki nevidir:
a) Sadece canlılara mahsustur. îlim, idrâk,
haya, irâde gibi.
b) Canlılarla cansızlar arasında müşterektir: Renk,
şekil, ağırlık ve kuvvet gibi.
Kelâmcılarm çoğunluğuna göre
hayat ve ruh da cisimdir.
Ancak ci kesif ve lâtif (yoğun,
kaba ve ince, hafif) olma yönünden ikiye ayrılır:
Kesif cisimler: Taş, su, toprak (ecsâm-i kesife),
Lâtif cisimler: Ruh, melek, cin, şeytan (ecsâm-i lâtife). Lâtif cisim
gözle görülmez, meselâ ruh, yağın sütte bulunuşu gibi bedende bulunur. Bazı
kelâmcıîar ruhu araz, sonraki bazı kelâmcılar ise cevher saymışlardır.
Kelâmda varlıklara ait tasnif budur.
İslâm filozoflarına göre varlıkların tasnifi şöyledir:
I.
Vâcib ve zarurî varlık: Allah, vâcibü'l-vücûd.
II. Mümkün varlık. Allah'tan
başka her şey. Mümkinât
da, önce, a) cevherler ve b) arazlar .olmak üzere iki çeşittir.
Beş çeşit cevher vardır:
1.
Heyula. Şekilsiz 'madde. .Heyula Allah gibi kadîm ve ezelîdir.
2. Suret (form). Heyulanın ve maddenin şekli.
Suretsiz heyula yoktur.
3. Cisim. Heyula ile suretin birleşmesi
cisimleri ve maddeyi meydana getirir.
4.
Nefs (ruh). Maddi varlıklarda tasarruf
ederek onu sevk ve idare eden bir cevherdir. Bedeni olmayan nefslere nüfûs-i
mücerrede denir.
5. Akıl. Bedende tasarruf etmez ama nasıl tasarruf edileceğini gösterir.
Bedeni olmayan akıllara ukûl-i mücerrede denir.
Felsefede mevzuun mahmûla nisbetiyle ilgili olan kategoriler (makû-lât-ı
aşere, buradaki makûl ve makûlât, denilen, denilenler, sorulanlar, manâsına
gelmektedir.) ondur: 1. Cevher ve
varlık. “O nedir” sorusunun cevabıdır. “Ali nedir”, insandır gibi. 2. Kem (kaç). “O ne kadardır”,
sorusunun cevabıdır. “Duyu organları kaçtır?”, beştir gibi. 3. Keyf (nasıl). “O nasıldır”,
sorusunun cevabıdır. “Kar nasıldır?”, beyazdır, gibi. 4. Eyne (nerede, mekân). “O nerededir”, sorusunun cevabıdır. “Ahmed
nerededir?”, evdedir, gibi. 5. Meta
(ne vakit, zaman). “Ne zaman” sorusunun cevabıdır. “O ne zaman gelecek?”,
yarın gelecek, gibi. 6. Vaz' (durum,
pozisyon). “O ne vaziyettedir” sorusuna cevaptır. “Ali ne vaziyettedir?”,
ayaktadır, gibi. 7. Mülk. “Onun nesi
var”, sorusuna cevaptır. “Ahmetin nesi var?”, evi var gibi. 8. İzafet ve nisbet. “O onun nesidir”,
sorusuna cevaptır. “Ali Veli'nin
nesidir?”, babasıdır, gibi. 9. Fiil
(aksiyon). “O ne yapar”, sorusuna cevaptır. “Ateş ne yapar?”, yakar,
gibi. 10. İnfial. “Ona ne yapılır”,
sorusuna cevaptır. “Odun ne yapılır?”, yakılır.
Buradaki on kategoriden birincisi cevher, diğerleri arazdır.
Kelâmcilarla filozofların varlıkları farklı
şekillerde tasnif etmeleri, usûl ve gayelerinin farklı oluşundandır. Bu
farklı tasnifler, sonu gelmeyen tartışmaların konusu olmuştur. Kelâm
gittikçe felsefenin varlık anlayışına
yaklaşmıştır.
[36] Bu gibi konularda yeni fizik ve kimya ilmi, burada
anlatılan hususlara bazan uyan, bazan zıd olan neticelere ulaşmıştır. Birçok
geometrik esasların, felsefenin karanlık fikirleri şeklinde takdim edilmesi
bir sehiv ve tahrif olarak yorumlanmıştır. Bk. Kesteli haşiyesi. Sadreddin
Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman
Uludağ), Dergâh Yayınları: 124-130.
[37] Araz cevher ve cisim sayesinde mevcut olan, var olması
için bir mahalle muhtaç olan gelip-geçici keyfiyet ve vasıflardır. “Araz bir
yerden diğer bir yere intikal etmez”, “araz, araz ile kâim olmaz”, “bir araz
iki yerde bulunmaz”, “arazlar baki ve devamlı olmaz”, “bir araz iki zamanda
bulunmaz”, önermeleri kelâm âlimleri tarafından birer prensip olarak kabul
edilmiştir.
[38] Kelâmda, sonradan olan ve yaratılan varlığa hadis ve
muhdes, ezeli varlığa kadîm ve muhdis denir. Kadîm varlığın bir faile ve yaratana
ihtiyacı yoktur. Hadisin vardır. Kadîm varlık zaman ve mekânın üstündedir,
hadis varlık zaman ve mekân içinde bulunur. Yokluk ezelî ve kadîm değildir.
Felsefede, var olması imkân dahilinde bulunan varlığa caiz ve müm kün, zarurî
olan varlığa vâcib, olmaması zarurî olan varlığa müstakil (Muhal ve mümteni)
adı verilir. Mümkün varlık var veya yok olması için başkasına muhtaçtır.
Varlığı zatından değil, başkasındandır. Vâcib varlık var olmak için başkasına
muhtaç değildir, lizatihi vardır. Mümkünün var olma şansı yok olma şansına
eşittir. Onun için mümkün olan bir şey meydana gelirse, behemehal onun bir
sebebi vardır. Mümkün olan âlemin bir illeti mevcuttur. Mümkün varlık,
varlığını devam ettirebilmek için kendisini var eden illete ve sebebe sürekli
olarak muhtaçtır. Bk. Uludağ, Süleyman Kelâm dersleri, s. 55, 61 (îst. 1969).
[39] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 130-135.
[40] Bu noktayı bir misalle kısaca izah edelim:
1. Silsile: oğul - baba - oğul - baba - oğul - baba... sonsuzluğa kadar.
2. Silsile: .... oğul -baba -oğul - baba - oğul... sonsuzluğa kadar.
Burada oğul ma'lûl, baba illettir. Burada dikey çizgi başlama
noktasıdır. İkinci silsile, birinci silsileye nazaran eksiktir. Çünkü oradaki
oğul, birinci silsileden bir mertebe Önde bağlamaktadır. Şimdi, ikinci
silsiledeki oğulu birinci silsiledeki oğulun hizasına getirirseniz, silsiledeki
diğer oğul ve babalar da kendiliğinden birbirinin hizasına gelecektir. Zira
ikinci silsile bir derece geriye çekilerek birinci silsile ile
çakıştırılmıştır (tatbik). Çakıştırılmadan sonra her iki silsile de aynı
noktadan başladığına göre, ikinci silsiledeki eksiklik, silsilenin mebdeinde
ve bacında değil, nihayetinde ve sonunda gerçekleşecektir. Bu durum her iki
silsilenin de sonlu olduğunu gerektirmektedir. Zira sonlu olmasa eksiklik ve
fazlalık sonda gerçekleşmez. Burada oğul ma'lûl, baba illet itibar edilmiştir.
Bir kişi babasına göre oğul, oğluna göre babadır.
“Burhan-ı tatbiki ile teselsül iptal olunur”. Burhan-ı tatbikinin can damarı
“Namütenahinin tefadulu, tesavisi ve tefavütü”meselesidir. Yani sonsuzun
fazla, eşit ve farklı olması konusudur.
Leiboiz zamanından itibaren,“a'zamı namütenahi”,“asgar-ı namütenahi”meselesinden
dolayı, evvelce kelâmcıların ve tslâm filozoflarının kabul ettikleri
“Namütenahinin tefadulu” meselesi artık yeni felsefe ve matematikte kabul
edildi. Ancak burhan-ı tatbikinin tatbik kabiliyeti tartışılabilir. Nitekim
muhakkik olan kelâm âlimleri bunun tartışmasını yapmışlardır. İzmirli, II, 20.
Teselsülün bâtıl olduğu konusunda diğer deliller için M.Şemsettin'in hbat-ı
vacib, ve Bekir Topaloğlu'nun Allah'ın varlığı isimli eserlerinde yeteri kadar
malumat vardır.
[41] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi
(Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 135-137.