“Kâfirler ve âsi
olan bazı müminler için kabir azabı haktır”
Burada Özellikle “bazı”
kaydının konulması, Allah Taâlâ'nın azab çektirmeyi irâde etmediği bazı (âsi)
müminlerin, azab görmeyeceklerini belirtmek içindir.
“Taat ve ibadet sahiplerinin kabirde”Allah Taalâ'nın
bildiği ve dilediği şekilde “nimet içinde bulunmaları haktır”
Bu ifade umumî olarak kelâm kitaplarında yer alan,
“kabir azabı haktır”, şeklindeki nisbeten kısa olan ifadeden daha doğrudur.
Nasların çoğunun cehennem azabı ile ilgili olması, kabirde azab görenlerin
ekserisinin kâfirlerle günahkârların teşkil etmesi, “kabirdeki nimetin” bahis
konusu edilmeden, sadece azabtan söz edilmesi için daha uygundur, şeklindeki
mülâhazalara rağmen, (müellif Ömer Ne-sefi'ye ait) yukardaki ifade daha iyidir.
“Münker ve Nekir'in sual sorması
haktır”
Münker ve Nekir, kabre girerek, insana rabbından, dininden
ve peygamberinden sorgu ve sual soran iki melektir. Seyyid Ebu Şucâ, “Sabi
çocuklar (mezarda) sorguya çekilir”, demiştir. Bazılarına göre peygamberler
(a.s.) de onlar gibi hesaba çekilir [1].
“Bütün bunlar sem'i ve nakli delillerle sabitti”
Ayrıca naslarda da ifade edildiği veçhiyle, doğru sözlü (olan
Nebi a.s.) tarafından vukua geleceği haber verilen, (hadd-i zatında
imkânsız olmadığı için de te'viî edilemeyecek olan) mümkün işlerdir.
Allah Taâlâ: “Onlar sabah akşam cehenneme takdim
edilirler. Kıyamet vakti gelip çattığı zaman, 'Firavun'un adamlarını azabın en
şiddetlisine sokun', denir” (Mu'min, 40/46). “Günahları yüzünden suda
boğuldular ve cehenneme sokuldular” (Nuh, 71/25), buyurur.
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “İdrardan
sakınınız. Zira kabirdekilerin çoğunun çektikleri azab o yüzdendir”[2].
Peygamber (s.a.), “Allah, müminleri dünya hayatında ve ahirette hak bir söz
üzerinde sabit kılar” (İbrahim, 14/27), âyeti kabir azabı konusunda nazil
oldu”, buyurmuştur.
Kabire konulan ölüye, “Rabbin
kimdir? Dinin hangi dindir? Peygamberin kimdir?”, diye sorulduğunda, şu cevabı
verir: Rabbim Allah, dinim İslâm ve peygamberim Muhammed (a.s)dir.
Peygamber (s.a.) buyurmuştur ki: “Ölü mezara
konulunca, gözleri mavi olan iki siyah melek gelir. Birine Münker, diğerine
Nekir denir...”[3].
Yine Peygamber (s.a.) buyurur ki: “Kabir ya cennet
bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur olur...” [4].
Kısaca bu manâda ve diğer bir çok kabir halleri
konusunda rivayet edilen hadisler tek tek tevatür haddine ulaşmasa da manâ itibariyle
mütevatirdir.
Rafizilerden ve Mutezileden bazıları, “Ölü, hayata ve
idrâke sahip olmayan bir cansız olduğu için, ona işkence edilmesi imkânsızdır”,
diyerek kabir azabını inkâr etmişlerdir.
Cevap:
Allah Taâlâ'nın, ölünün bütün parçalarında veya bazılarında işkencenin acısını
veya nimetin tadını idrâk edecek ölçüde bir çeşit hayat yaratması mümkündür.
Kabirdeki ölünün bu nevi bir hayata kavuşması, ruhunun bedenine iade
edilmesini, hareket etmesini ve kıpırdamasını veya çektiği azabın eserinin
üzerinde görülmesini gerektirmez. Hatta suya batarak boğulan, hayvanlar
tarafından parçalanarak yenilen ve idam sehpasında sallandırılarak havada can
veren kimseler de - biz farkına varmasak bile- azab görürler. Allah Taâlâ'nın
mülkünde ve melekûtundaki acaip ve hayret verici şeyler üzerinde düşünenler,
kudret ve ceberûtunun garip ve akla durgunluk veren yönlerini gözönünde
bulunduranlar, bu ve emsali olan şeyleri - imkânsızlığını iddia etme bir yana -
yadırgamaz ve uzak bir ihtimal olarak görmezler.
Şu hususa dikkat edilmelidir: Kabir halleri konusu
dünya ile âhiret arasında ortalama ve bir geçiş dönemi mahiyetinde olduğu için
müellif Ömer Neserî, bu konuyu özellikle dile getirdi. Daha sonra da hasrın
mahiyetini, teferruatını ve âhiretle ilgili diğer hususları açıklama işi ile
meşgul oldu. Bunların hepsinin delili şudur: Âhiretle ilgili olarak anlatılan
konular, âyet ve hadiste anlatılan ve doğru sözlü (Peygamber s.a.) tarafından
haber verilen mümkün şeylerdir. (Bunların- hiçbiri hadd-i zatında imkânsız
değildir). Onun için de hak ve sabit olur.
Müellif Ömer Nesefî, bunlardan herbirinin mahiyetini
açıklamak, tekid etmek ve durumlarına önem vermek için dedi ki;[5]
Ba's, öldükten sonra dirilmek, aslî parçalarını bir
araya getirerek ve ruhları da buna iade ederek, Allah Taâlâ'nın ölüleri mezardan
çıkarmasıdır.
Ba'sın naklî delili: “Sonra siz kıyamet günü
diriltileceksiniz” (Mü'minûn, 23/16), “De ki: onu, yani ölü cesetleri,
onları ilk defa (ve yoktan) yaratan diriltecektir” (Yasin, 36/79).
Cesetlerin haşr edileceğini ve diriltileceğim kesinlikle ifade eden bunun gibi
daha pekçok nass mevcuttur.
“Yok olan bir şeyin aynen
tekrar var edilmesi (ma'dunıun ayniyle iadesi) imkânsızdır”, diyen filozoflar,
cisimlerin hasrım inkâr etmişlerdir. Filozofların, ciddi sayılacak bir
delilleri bulunmadığı gibi (bu konuda ileri sürdükleri fikirler naslarla sabit
olan esas) maksat için de zararlı (olabilecek kuvvette ve inandırıcılıkta
değil) dir. Zira bizim maksadımız şudur: Allah Taâlâ (öldükten ve çürüdükten
sonra dünyadaki insan bedenine ait) aslî cüzleri bir araya getirir ve ruhu
buna iade eder. Buna ister; “yok olanı aynen iade” adı verilsin, isterse
verilmesin fark etmez, eşittir. Bunun için, “Yenilen, yiyenin bir parçası
olacak şekilde bir insan diğer bir insanı yese, yenilen parçalar ya her iki
bedende birlikte haşr ve iade edilir -ki bu imkânsızdır - veya birinde haşr ve
iade edilir. Bu takdirde diğeri bütün bölüm ve parçalarıyla iade ve hasredilmiş
olmaz”, diyen filozofların görüşleri yukarda söz konusu edilen prensiple
itibardan düşer ve geçersiz hale gelir. Bunun sebebi de; “îâde ve haşr olunan
şeylerin, ömrün başından sonuna kadar varlığı devam eden aslî cüzlerin (ve genlerin)
olmasıdır. Yenilen parçalar, yiyende mevcud olan attıklardır, aslî parçalar değildir.
İtiraz:
Bu, (ba's denilen şey aslında) tenasuha inanmaktır. Zira ikinci beden, ilk
beden değildir. Çünkü, hadiste, “Cennetliklerin yüzleri tüysüz ve
sakalsızdır, teni tazedir. Cehennemliklerin dişi Uhud dağı kadardır”,
buyrulmuştur [6].
“Hiç bir mezhep yoktur ki,tenasüh akidesinin içine ayağını iyice basmış
olmasın”, diyenler işte bu noktadan hareket etmişlerdir.
Cevap:
Şayet ikinci beden birinci bedene ait aslî parçalardan (ve genlerden)
yaratılmış olmasaydı, o zaman tenasüh lazım gelirdi. Şayet anlattığımız
manadaki haşre ve ba'se de tenasüh denilecekse; bu, (manâya ve esasa değil)
sadece lafza dayanan bir tartışmadan ibaret olur. (Aslî cüzlerden yaratılan)
böyle bir bedene ruhun iade edilmesinin imkânsızlığını gösteren herhangi bir
delil mevcut değildir. Aksine, ister tenasüh ismi verilsin isterse verilmesin,
böyle bir haşrin ve ba'sın hakikatini ispat eden deliller mevcuttur.
Çünkü Cenab-ı Hakk:“O gün vezn, yani amellerin
tartılması haktır” (A'raf, 7/9), buyurmuştur. “Mizan (amellerin tartılması
ve terazi) amellerin miktarının bilinmesini temin eden şeyden ibarettir”. Akıl,
bu terazinin ve tartılmanın keyfiyetini (ve mahiyetini) idrâk etme gücüne
sahip değildir. (Buradaki terazi sözünü çoğunluk iki kefesi, iki kolu ve bir
dili olan terazi şeklinde anlamış, hatta bu şekilde resimler bile yapılmıştır.
Fakat aslında bu terazinin şekli ve keyfiyeti meçhuldür. Bugün ses, hareket ve
elektrik gibi cisim ve arazları ölçen âletler vardır. Amelleri ölçen terazi de
bizce biçimi bilinmeyen, fakat insanların işledikleri fiilleri en iyi ve en
doğru biçimde tartmaya yarayan bir ölçü âletidir. Bu âleti tecessüm ettirmeye
ve tasvir etmeye ihtiyaç yoktur. (Bu konuda bk. Gazali, İhya, I, 97; Irakî,
el-Muğnî, I, 97).
Mutezile, “Ameller arazdır (onun tartılması için iade
edilmesi mümkün değildir). îâdesi mümkündür, desek bile tartılması ve ölçülmesi
imkânsızdır. Zira ameller Allah Taâlâ tarafından bilinmektedir. Onun için de
(miktarı malum olan bir şeyin) tartılması abestir”, diyerek amellerin
tartılmasını inkâr etmiş (ve bu konudaki nasları da te'viî etmiş) tir.
Cevap: Hadiste geçtiği gibi, tartılacak olan amel defteridir. Burada anlaşılması müşkil bir şey yoktur, Allah Taâlâ'nın fiillerinin bir takım maksatlarla muallel olduğunu (ve bazı hikmet ve sebepleri bulunduğunu) kabul etmemiz halinde, diyeceğimiz şey şudur: Amellerin ölçülmesindeve tartılmasında mahiyetini kavrayamadığımız bazı hikmetlerin bulunması mümkün ve muhtemeldir. Bu nevi hikmetleri bilemeyişimiz, tartılma işinin abes olmasını gerektirmez.
Buradaki defter (kitap)
sözünden maksat, insanlara ait sevap ve günâhların üzerinde tesbit edildiği
şeydir. Bu defterler müminlere sağ, kâfirlere sol ve arka taraftan verilir
(îsra, 17/11; Hakka, 89/19, 25; İnşikak, 84/10).
Bu konudaki âyetler: “Kıyamet günü, insana açılmış
olarak bulacağı defteri önüne çıkarırız” (îsra, 17/13); “Defteri sağ
tarafından verilenler, kolay bir hesaptan geçirileceklerdir” (înşikak, 84/7,8).
Müellif Ömer Nesefi'nin hesap meselesini söz konusu
etmemesi ve bu bahiste sükût etmesi amel defterlerini anlatmakla yetindiği
içindir. (Zira defter hesab görmek için tutulmaktadır).
(Yapılan işlerin Allah tarafından bilindiğini,
bilenen bu amellerin ayrıca kağıtlar üzerine yazılmasının), abes olduğunu
ileri süren Mutezile, “Amel defterlerini” de (bu konudaki nasları te'vil
ederek) inkâr etmiştir. Mizan ve amellerin tartılması bahsinde Mutezileye
verdiğimiz cevap, bu inkâr için de cevaptır.
Zira Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Şüphe
yok ki, Allah Taâlâ (kıyamet günü) mümin kuluna yaklaşarak (şefkat) kanatlarını
üzerine gerer. Ve onu örter. Sonra buyurur ki:
- Ey kulum (işlediğin) şu, şu günahları biliyor
musun?
- Evet ya
Rabbî.
Böyle böyle Hakk Taâlâ onun tüm günahlarını bir
bir sayar. O kadar ki, kul, 'artık ben mahv ve helak oldum', kanâatma varır..
Bundan sonra Allah Taâlâ, “Bu günahları dünyada iken örtmüş ve gizli tutmuştum.
Bu gün de af ve mağfiret ediyorum”, der. Bunun üzerine, sorgusu yapılan kişiye
“sevaplarım ihtiva eden defteri verilir”. Hakk Taâlâ kâfirlere ve münafıklara,
bütün halkın ortasında şöyle nida eder: “Rabların yalanlayanlar işte bunlardır!
Dikkâat! Allah'ın lâ'neti zalimlerin üzerine olsun!”[7].
Zira Allah Taâlâ: “Biz sana kevseri verdik”
(Kevser, 108/1), buyurmuştur. Peygamber (a.s.) de şöyle buyurmuştur: “Benim
havzımın bir kenarı bir aylık mesafedir. Dört açısı ve kenarı birbirine
eşittir. Suyu sütten beyaz, kokusu miskten daha hoş, kadehleri gökteki
yıldızlardan daha çoktur. Ondan bir kere içen bir daha edebiyyen susamaz” [8]. Bu
konuda pek çok hadis mevcuttur.
Sırat, cehennemin üzerinden uzatılmış olan kıldan
ince ve kılıçtan keskin bir köprüdür. Cennetlikler bunun üzerinden geçerler.
Cehennemlikler üzerinden geçerken ayakları sürçer (ve cehenneme yuvarlanırlar) [9].
“Böyle bir köprüden geçmek imkânsızdır. Geçmenin
mümkün olduğu farz edilse bile; bu, müslümana eziyettir”, diyen Mutezilenin
ekseriyeti sıratı inkâr'etmiştir. (Nassda geçen sırat, köprü manâsına değil, yol
manâsına gelir).
Cevap:
Allah Taâlâ; böyle bir köprüden geçmeyi müslümanlara mümkün kılmaya ve
kolaylaştırmaya kadirdir. Hatta bazı müminler bu köprüden yıldırım gibi,
bazıları fırtına gibi, diğer bazıları rehvan at üzerine binmiş kişiler gibi,
vs. geçerler. Nitekim hadiste bu hususlara temas edilmiştir. [10]
Çünkü bunların varlığını açıklayan âyet ve hadisler,
kimse için gizli kalmayacak kadar apaçıktır ve miktarı da sayılmayacak kadar
çoktur.
İtiraz: Cennetle
Cehennemi inkâr edenler şu gibi delillere sarılmışlardır: Cennet, “Eni
yerin ve göklerin eni kadar” (Bk. Ali îmran, 3/132), diyen
.nitelendirilmiştir. Unsurlar âleminde ve maddî dünyada bu genişlikte bir
cennetin mevcut olması imkânsızdır. Felekler âleminde veya onun dışında diğer
bir yerde mevcut olması mümkündür, denebilir ama; bu, hark ve iltiyamı (yani
semâların delinmesini ve delinen yerlerin tekrar kapanmasını) gerektirir ki, bu
da bâtıldır (Cennetle Cehennemin var olduğunu, fakat bunların hissi ve maddî
değil, ruhani ve manevî olduklarını ileri süren filozoflar bu ve benzeri
delillere dayanırlar).
Cevap: Bu
itirazın temeli, dayandığınız fâsid ve bâtıl esaslardır. Bu meselede (yukarıda
ve) yerinde konuşmuş (ve bilgi vermiş) tik.
“Cennet ve Cehennem şu anda mahluk
ve mevcuttur”
Bu ifade tekrar ve te'kid içindir. Mutezilenin
ekserisine göre Cennet ve Cehennem, amellerin karşılıklarının görüleceği (duruşmaların
ve hesaplaşmaların yapılacağı kıyamet) günü yaratılacaktır.
Delilimiz, Âdem ve Havva kıssası ve bunların
Cennette iskân edilmeleridir. (Bk. Bakara, 2/35; A'raf, 7/19).
“Cennet, müttekiler için hazırlandı” (Ali
Imran, 3/133; Hadis, “57/21), “Cehennem kâfirler için hazırlandı”
(Bakara, 2/24; Ali İmran, 3/131), gibi âyetlerin zahirinden anlaşılan ve
Cennetle Cehennemin hazırlanmış bir halde bulunduğunu ifade eden manâ da bizim
için delildir. Zira bu gibi âyetlerin zahirî manâlarını terketmek için bir
zaruret yoktur.
Buna karşı, “O âhiret yurdunu, yeryüzünde
kibirlenmeyen ve fesad çıkarmayanlar için yaratırız” (Kasas, 28/83) gibi
âyetler ileri sürülürse, deriz ki: Bu gibi âyetlerin devamlılığa, hale ve
şimdiki zamana (da, istikbâle ve gelecek zamana da) delâlet etmesi muhtemeldir.
(Bizim dayandığımız âyetlere karşı bu mealdeki âyetler ileri sürülebilir). Biz
bunu bir an için kabul etsek bile Âdem (a.s.)in kıssasına karşı ileri
sürülecek âyetler yoktur.
İtiraz:
Cennet ve Cehennem şu anda var olsalardı, Cennetteki yemişlerin helak, mahv ve
yok olmaması caiz ve mümkün olmazdı. Zira Allah Taâlâ: “Cennetin yemişleri
daimîdir” (Ra'd, 13/35) buyurmuştur. Fakat “Bir Allah'ın vechi ve zatı
müstesna herşey helak (mahv ve fani) olucudur” (Kasas, 28/88) mealindeki
âyete göre “Cennetteki yemişlerin helak olacağı” neticesini çıkarmanın bâtıl olması
lazım gelmektedir. (Yani Cennet ilerde ve gelecekte yaratılmalıdır ki, daimî
olduğu bildirilen yemişlerinin helak ve mahvolması neticesi ortaya çıkmasın).
Cevap:
Aşikârdır ki, Cennetteki yemişlerin aynen devamı mümkün değildir. Buradaki
daimilikten maksat, bir yemiş bitince yerine diğerinin getirilmesidir. Bu ise
(yani söz konusu şekildeki devamlılık) bir anlık ve lahzalık helake ve
mahvolmaya aykırı değildir.
Helak fenayı da gerektirmez, sadece “istifade
edilir”, olmaktan çıkarır. (Helakten fenanın lazım geleceğini bir an için)
kabul etsek bile “her mümkün hadd-i zatında mahv ve helak olucudur.” âyeti ile,
imkân esasına dayanan bir varlık, vücûb ve zaruret esasına dayanan bir varlığa
nisbetle (masiva Allah'a nazaran) yok hükmündedir, gibi bir manâmn kasdedilmiş
olması caiz ve mümkündür.
“Cennetle Cehennem bakî ve daimîdir,
oradakiler de fani değillerdir”
Yani Cennetle Cehennem daimidir, yokluk onlara arız
olmaz. Süreklidir. Zira Cennet ve Cehennemdekiler hakkında Allah Taâlâ: “Hâlidîne
fihâ ebedâ” (onlar orada ebediyyen daimîdirler) (Beyyine, 96/8),
buyurmuştur.
Bu konuda, “Sadece Allah'ın zatı müstesna, her şey
helak ve mahvolmaya mahkumdur” (Kasas, 28/88) mealindeki âyetin manâsını
gerçekleştirmek için, velev bir an ve lahza için olsun, Cennetle Cehennem de helak
olur, diyenler olmuştur. Fakat beka bu manâya aykırı olmaz (bir anlık ve
lahzahk yokluk bekaya ve devamlılığa engel değildir). Kaldı ki, âyette fenaya
delâlet eden bir şeyin bulunmadığını da öğrenmiş (helak fenayı gerektirmez,
meselesini bellemiş) bulunuyorsun.
Cehmiye (ve Cehm b. Safvan), “Cennet ve Cehennem
de, burada bulunanlar da fanidir,” kanaatma varmıştır. Bu, Kur'an'a,
hadise ve icmaa aykıiı olan bâtıl bir sözdür. Delile dayanması bir yana, bir
şüphe ve itiraz değerinde bile değildir [11].
“Kebîre
(büyük günah)”
Bu konuda değişik rivayetler vardır. îbn Ömer (r.a.) den büyük günahların dokuz olduğu rivayet olunmuştur:
1. Allah'a
şirk koşmak,
2. Haksız yere adam öldürmek (katl) [12],
3. Namuslu kadına iftira etmek,
4. Savaştan firar etmek,
5. Sihir (yapmak veya yaptırmak),
6. Yetim
malı yemek,
7. Müslüman olan anne ve babaya itaatsizlik etmek,
8.
Mescid-i haram'da günah, işlemek,
9. Ebu
Hureyre (r.a.) buna riba, yani
faiz yemeyi, Hz. Ali (r.a.) ise
hırsızlığı ve şarap içmeyi eklemişlerdir.
Zararı, yukarda sayılan günahlar kadar veya daha
büyük olan her günah kebîredir,
diyenler de olmuştur [13].
Şeriat sahibi (olan Allah ve Peygamberi) nin,
özellikle tehdidde bulundukları (ve karşılığında ceza koydukları) her şey
kebîredir, denilmiştir.
İnsanın, üzerinde ısrar ettiği her günaha kebîre
denir, af ve istiğfar konusu yaptığı her günaha s a ğ î r e (küçük günah)
denilmiştir.
Kifaye müellifi (Nureddin Sabuni) şöyle der: “Doğru
olan odur ki kebîre ve sağire izafi ve nisbi iki isimdir. Zatları itibariyle ne
oldukları bilinemez. Bir günah, daha büyük bir günaha nisbetle sağîre (ve
küçük günah) tır. Aynı günah, kendisinden daha küçük olan bir günaha nazaran
kebîredir. Mutlak kebîre küfür ve şirktir. Zira ondan daha büyük bir günah
yoktur. Fakat burada kebîreden maksat, küfrün dışında kalan büyük günahlardır”.
“Kebîre, bir mümini iman dairesinin haricine
çıkarmaz”
Zira imanın hakikati olan tasdik, müminde bakîdir,
devam etmektedir. “Kebîre sahibi ne mümindir, ne de kâfir”, diyen Mutezile bu
noktada da aksi bir kanâata sahip olmuştur. îki menzile arasında bir menzile
dedikleri şey budur. Amelin imandan bir parça olduğu inancından ve temel
görüşünden hareket eden Mutezile bu sonuca ulaşmıştır.
“Kebîre, İmanlı bir insanı küfre sokmaz”
Halbuki Haricîlere göre kebîre sahibi kâfir olur.
Zira onlara göre kebîre, hatta sağire işleyenler kâfirdirler. Çünkü onlara
göre küfürle iman arasında orta bir derece yoktur [14].
Bu konudaki bizim delillerimiz şunlardır:
1. İlerde
görüleceği gibi, imanın hakikati kalbin tasdikidir. O halde iman vasfını
taşıyan bir insan, bu vasfa zıd olan bir şeyi (inkâr, redd) kendinde
bulundurmadığı sürece mümin olmaktan çıkmaz. Sırf şehvetin, nefsanî arzuların,
kıskançlığın, çekememenin ve tenbelliğin galebe çalması ve şevkiyle günaha
teşebbüs eden ve
kebîre işleyen kimsenin bu hali kaîbteki tasdike
aykırı olmaz. Özellikle bu nevi davranışlar ceza görme korkusu, affedilme
ümidi ve günahtan tevbe etme azmi ile beraber yapılırsa, kalbteki tasdike hiç
muhalif olmaz. Evet, bu gibi günahlar, “haramı helâl sayma veya haram ve helâli
hafife alma”, suretiyle işlenirse, küfür olur. Çünkü bu gibi şeyler tekzib
alâmetidir. Şâri, yani Allah ve Resulü, bazı günahları tekzib (ve İsîâmı
yalanlama) alâmeti kılmıştır, bu konuda tartışma yoktur. Bunun böyle oluşu da
şer'i delillerle malum olmuştur. Puta tapmak, mushafı necis olan şeylerin içine
atmak, küfür olan sözler söylemek... vs. gibi. Bu gibi şeylerin küfür olduğu
delillerle sabittir. “îman; tasdik ve tasdik edileni ikrardan ibaret olunca,
tekzib ve şüphe içinde bulunma durumu gerçeklik kazanmadığı sürece, tasdik ve
ikrar edici durumda bulunan bir şahsın, küfür cinsinden olan herhangi bir fiil
ve söz sebebiyle kâfir olmaması uygun olur”,, şeklinde ileri sürülen söz ve
iddia da böylece halledilmiş olur.
2. Âyet ve
hadisler âsi ve günahkâr olan şahıslara mümin ismini vermekte ve bu ismin
verilebileceğini ifade etmektedir. Misal: “Ey iman edenler, adam öldürme
hadiselerinde üzerinize kısas farz kılındı”
(Bakara, 2/178); “Ey iman edenler, Allah'a nasûh tevbesiyle (ve
samimi bir şekilde) tevbe ediniz” (Tahrim, 66/8); “Eğer müminlerden iki
grup birbirini öldürürlerse aralarını bulunuz...” (Hucurat, 49/9). Bu manâya gelen daha pek çok
âyet vardır.
3. Ehl-i kıbleden olup da büyük günah işledikleri kesinlikle bilinen
kimselerin tevbe etmeden ölmeleri halinde cenaze namazlarının kılınacağı,
onlar için dua edilerek affedilmelerinin isteneceği konusunda Peygamber (a.s.)
in asrından çağımıza kadar olan zaman içinde ümmet icma etmiştir. Halbuki bu
gibi şeylerin müminden başkası için caiz olmadığı meselesinde yine ümmet
ittifak halinde bulunmaktadır.
Mutezilenin
delilleri: 1.Kebîre işleyenin fâsik olduğu hususunda ittifak eden îslâm
ümmeti (ve âlimleri); a) Mümin, b) kâfir, c) münafık olduğu hususunda ihtilaf
etmişlerdir, (a) şıkkı Ehl-i sünnetin, (b) şıkkı Haricîlerin, (c) şıkkı Hasan
Basrî'nin mezhebidir. Bu durum karşısında biz, ihtilaflı olan hususu bir yana
bırakarak, üzerinde ittifak edilen hususu esas alarak, “o fâsıktır; mümin kâfir
ve münafık değildir,” dedik.
Cevap: Bu, Selefin, “iki menzile arasında bir
menzile yoktur” konusundaki icmaına aykırı olarak ortaya atılan bir görüş
olduğu için bâtıldır.
2. Kebîre
işleyen mümin değildir. Zira, “Mümin olan fâsık olan gibi midir? Bunlar eşit
olmazlar” (Secde, 32/18) buyrulmuş, burada mümin fâsıkâ mukabil (ve ona zıd
bir şekilde) zikredilmiştir. Peygamber (s.a.): “Zina eden bir kimse, zina
ettiği sırada mümin değildir” [15]; “Emaneti
olmayan ve ona riayet etmeyenin imanı da yoktur” [16],
buyurmuştur.
Kebire sahibi kâfir de değildir. Zira büyük günah
işleyenlerin idam edilmedikleri, irtidat edenlere mahsus olan hükümlerin onlara
tatbik edilmediği ve öldükleri zaman müslümanlarm kabristanına gömüldükleri
konusundaki ümmetin icmaı tevatüren nakledilmiştir.
Cevap:
Âyetteki fâsiktan maksat kâfirdir. Çünkü küfür fâsiklı-ğm en büyüğüdür. (Her
kâfir fâsıktır ama her fâsık kâfir değildir). Hadisler insanları günahlardan
menetmede mübalağa ve tağliz (insanı kebîreden vaz geçirmede abartmalı ve sert
bir ifade kullanmak) yolunda irâd edilmiştir. Fâsıkın, mümin ve kâfir olduğunu
ifade eden âyet ve hadisler bunun delilidir. Hatta Peygamber (s.a.), soru sormada
mübalağa ederek direnen Ebu Zer'e, (imam olan bir kimse): “Zina da etse,
hırsızlık da yapsa, Cennete gidecektir, Ebu Zer'in burnu yerde sürtse de”[17]
buyurmuştur.
Haricîlerin
delilleri: Haricîler fâsıkm kâfir olduğunu ifade eden nasların zahirlerini
delil getirmişlerdir. Hakk Taâlâ şöyle buyurur. “Allah'ın indirdiği (dini
hükümler) ile hükmetmeyenler kâfirdirler” (Maide, 5/44, 45, 47); “Bundan
sonra kâfir olanlar yok mu, işte fâsık onlardır” (Nur, 24/55) (Sünnî
olduğunu söyleyen bugünün Haricileri de müslümanlara kâfir derken bu âyetlere
dayanırlar). Peygamber (s.a.) de: “Kasten namazı terkeden kafir olur”
buyurmuştur.
(Âhiretteki) azabın kâfirlere mahsus olduğunu ifade
eden naslar vardır. Hakk Taâlâ buyurur ki: “Şüpyesiz ki, azab, yalanlayan ve
yüzçevirenedir”. (Tana, 20/48, Hak olana yalan diyen ve ondan yüz çeviren
üzerine azab vardır). “Cehennem ateşine yalanlayan ve yüz çeviren en şaki
kimseden başkası yaslandırılmaz” (Leyi, 92/16), “Şüphesiz ki, bugün
rezil-rüsvay olmak ve kötülük kâfirler üzerinedir” (Nahl, 16/27) vs.
Cevap: Bu
nasların zahirî manâları terkedilmiştir (nazar-i itibara alınmaz). Zira kebîre
sahibinin kâfir olmadığı konusunda kesin naslar bulunmaktadır. Ayrıca, yukarıda
da işaret edildiği gibi, kebîre sahibinin kâfir olmadığı meselesinde icma
akdolunmuştur. Haricîler, esasen akdolunan icmam haricinde kaldıkları için
onlara ( ve görüşlerine) itibar edilmez.[18]
“Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez” (Nisa, 4/48, 116)
Bu konuda (bütün) müslümanlarm icmaı vardır. Fakat
İslâm uleması (şer'an ve dinen mağfiret edilmesi caiz olmayan) “şirk günahını
Allah'ın affetmesi acaba akıl yönünden caiz midir, değil midir” konusunda
ihtilaf etmişlerdir. Bazılarına göre, şirkin affedilmesi aklen caizdir.
Affedilemiyeceği sadece sem'î ve şer'i delillerle bilinmektedir. Diğer
bazıları bunu imkânsız görür ve derler ki: îyi ile kötü arasında fark görmek
hikmetin gereği ve hükmüdür. Küfür, işlenen cinayetlerin ve günahların en
büyüğüdür. Prensip itibariyle küfürden haram olma hükmünü kaldırıp mubah kılma
ihtimali yoktur. Şu halde bu günah konusunda af ve sorumluluktan kurtulma
ihtimali yoktur. Bir de kâfir, küfrün hak ve doğru bir şey olduğuna itikad
etmekte ve bu günahın mağfiretini ve affını talep etmemektedir. Onun için
kâfirin affedilmesi hikmete de Uygun değildir. Ayrıca küfür; ebedî ve daimî
bir itikaddır. Onun için cezanın da müebbed ve sürekli olması lazım
gelmektedir. Fakat diğer günahlarda bu durum yoktur, aksi vardır .[19]
“Allah, şirk hariç dilediği kimselerin
büyük-küçük günahlarını mağfiret eder”
Günah işleyen kişi ister tevbe etsin, ister etmesin.
Fakat bu fikre Mutezile karşı çıkmıştır. Bu hüküm bu şekilde takrir ve ifade
edilirken zikredilen (Nisa sûresinin 48.) âyetin affa delâleti mülahaza
edilmiş ve dikkate alınmıştır. Bu manâya gelen daha pek çok âyet ve hadis
vardır. Mutezile bu nevi naslan küçük günahlara ve bir de sonradan tevbe
edilen, pişmanlık duyulan büyük günahlara tahsis eder. (Nasların umumî olan
şümulünü daraltır ve daha özel hale getirir) .
Mutezile bu konuda iki nevi delile sarılır:
1. (“Allah'a ve Resulüne asi olanlar
Cehennemde ebedî kalırlar”, (Cin, 72/23) “Kasten bir müslümanı
öldürenin cezası ebedî olarak Cehennemde kalmaktır”, (Nisa, 4/93),
gibi) âsiler hakkındaki vaıd ve
tehdidle ilgili âyet ve hadisler.
Cevap: “Bu
gibi naslardaki hükmün umumî olduğu kabul edilse bile, bunlar vücûba değil,
vukua delâlet eder. (Allah'ın kebire sahibini Cehennemde yakması mümkün ve
vakîdir, ama mutlaka şart ve zaruri değildir). Kaldı ki, af konusunda da pek
çok nas vardır. O sebeple, affa uğrayan günahkârları, vaîd ve tehdidin
şümulünden istisna etmek gerekir. Bazılarının iddiasına (yani Eş'arîlere) göre,
vaîd ve tehdidden caymak keremdir, fazilettir. Allah Taâlâ hakkında bu
caizdir. Muhakkikler (ve dinî hakikatları daha iyi bilenler) bu kanâati kabul
etmemişlerdir. Bu rîasil caiz olur? Çünkü bu, “Sözü değiştirmektir” (tebdil-i
kavldır). Halbuki Allah Taâlâ: “Bizim katımızda söz değişmez”, (ben kullara
zulmetmem, Kaf, 50/29) buyurmuştur.
2.
Günahkâr kişi, günahından dolayı
cezalandırılmayacağını bilirse; bu, onun günah üzerinde olmasını takrir ve tasvib etmek, başkasını da
o günahı işlemeye teşvik etmek manâsına gelir. Bu ise peygamber göndermedeki
sır ve hikmete aykırı olur.
Cevap:
Sırf affı caiz ve mümkün görmek, “ceza görülmeyecektir”, şeklinde bir zannın
bile ortaya çıkmasını icab ettirmez. Bu konuda kesin bir bilginin ve kanâatin
ortaya çıkmasına neden sebep olacak? Böyle bir zan ve kanâat nasıl ortaya çıkar
ki, vaid ve tehdid, konusundaki naslar son derece korkutucudur, her bir şahsa
göre azabın vaki olacağı ihtimalini kuvvetlendirmekte (ve galib bir zan haline
getirmekte)dir. Zecr, (men, tehdid ve müeyyide)nin bu kadarı yeterlidir.
Sağıre işleyen kişi, büyük günahlardan ister sakınsın
ister sakınmasın, “küçük günahlardan dolayı ceza görmesi caizdir”
Zira bunlar da: “Allah, şirk hariç öbür günahları
dilerse affeder” (Nisa, 4/48,116); “Küçük-büyük, zabtetmedik hiç bir
günah bırakmamıştır” (Kehf, 18/49) gibi âyetlerin şümulüne girer. Son
âyetteki “zabt” (i h s â ) sadece sorguya çekmek ve yapılanın karşılığını
vermek için söz konusu olur. Bu konuda daha başka âyet ve hadisler de vardır.
Mutezileye göre, büyük günahlardan kaçman bir
kimsenin küçük günahlardan dolayı azab görmesi caiz olmaz. Fakat bu, “ceza
görmesi akıl yönünden imkânsızdır”, manâsına gelmez. Aksine bu, sem'i ve naklî
deliller ve naslar mevcut (ve Allah bu konuda teminat vermiş) olduğu için
“küçük günah işleyenlerin azab çekmeleri” vaki ve caiz olmaz, manâsına gelir.
Meselâ Cenab-ı Hakk “Eğer menedildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız
(diğer) günahlarınızın üzerini örter ve onları bağışlarız” (Nisa, 4/31),
buyurmuştur.
Cevap:
Mutlak kebire küfürdür. Çünkü eksiği olmayan en büyük günah odur. Âyette
“kebîre” kelimesinin “kebireler” ( kebâir) şeklinde çoğul olarak getirilmesi,
hüküm itibariyle hepsi bir bile olsa, (putperestlerin küfür tarzı, Mecusilerin
küfür şekli, Hıristiyanların kâfir olma biçimi gibi) nevilerine nisbetledir.
Veya kâfir olan muhataplardan ve fertlerden birinde mevcud olan küfre nazaran
kebîre kelimesi çoğul yapılmıştır. Bir çoğulun diğer bir çoğul ile karşı
karşıya getirilmesi (ve, “eğer kaçınırsanız, kebîrelerden” denilmesi, bu
cemiler içinde var olan ferdierin ve) teklerin de teklere bölünmesini
gerektirir. Meselâ, “topluluk bineklerine bindiler” ve “elbiselerini
giyindiler” cümlelerinde olduğu gibi. (Buradaki cemiler topluluk içindeki her
ferdin birden fazla bineği ve elbisesi olduğu manâsına gelmez, çoğul olan
binekler ve elbiseler, yine çoğul olan topluluk içindeki fertlere teker teker
taksim olunur. Âyette “kebîreler” denilmesi de böyledir, muhataplar arasında
birer birer bölüşülür, bir ferdin birden başka kebîresi, yani şirk ve küfür
günahı olmaz).
(Küçük günahtan
dolayı azab görmek mümkün olduğu gibi “Büyük günahların affedilmesi de
caizdir”
Biraz evvel müellif Ömer Nesefî bu hususu söz konusu
etmişti. Ancak “işlenen günahtan ötürü kınanmamak ve sorguya çekilmemek” için
af tabiri kullanıldığı gibi, aynı husus için mağfiret tabiri de kullanılır. Bu
hususun bilinmesi için ifadeyi tekrar etmiştir. Aynca af konusunun şu
ifadesiyle de ilgili olmasını istemiştir:
(Allah, büyük günahları) “Helal sayılarak işlenmemesi
şartıyla affeder, işlenen günahı (ve kebâiri) helal saymak ise küfürdür”
Çünkü, helal saymak, kalbteki tasdike aykırı olan
tekzib manâsına gelir. Âsilerin ve günahkârların Cehennemde ebedi kalacaklarına
delâlet eden naslar işte bu esasa göre tevil edilir veya onlara iman ve mümin
ismini vermemekle izah ve tefsir edilir. (Yani büyük günah işleyenler, şayet
işledikleri şeyin helal olduğuna inanırlarsa, o zaman Cehennemde ebedi kalırlar,
denilmek suretiyle naslar, tevil edilir, yorumlanır veyahut da “bu nevi büyük
günahları işleyenler, esasen imanı olmayan kimselerdir”, denilmek suretiyle
kendilerine iman ve mümin ismi verilmez, “Onlar Allah'a ve âhiret gününe
iman ettik derler ama, esasen mümin değillerdir”, [Bakara, 2/8] âyetinde
olduğu gibi kebîre sahibi müminler, kebîre sahibi kâfirlerden istisna edilmiş
olur).[20]
“Kebire sahipleri hakkında peygamberlerin ve hayırlı
müminlerin şefâatta bulunma yetkileri vardır. Bu husus (tevatür derecesine
ulaşmayan, fakat ahad haberlerden de kuvvetli olan müstefiz ve) meşhur
hadislerle sabittir”
Mutezile bu konuda Sünni görüşüne muhalefet etmiştir.
Bu ihtilaf, biraz evvel temas edildiği gibi “şefaat sözkonusu olmadan
(Allah'ın kulunun günahını) af ve mağfiret etmesi caiz olunca, şeraatla
caiz-olacağı, çok daha fazla tabiîdir”, şeklinde temel görüşe dayanmaktadır.
Mutezile onu caiz görmediği için bunu da caiz görmemiştir [21].
Delillerimiz:
“İmanlı erkekler, kadınlar ve kendi günahın için af dile” (Muhammed,
47/19). (Hz. Peygamber'in müminler için af dilemesinin faydası yoksa, bu
âyetin manâsı nedir?) “Onlara (yani kâfirlere) şefâatçıların şefaati fayda
vermez” (Müddessir, 74/48). Bu cümlenin üslûbu ve ifade şekli esas
itibariyle' şefaatin var olduğunun delilidir. Aksi halde hallerini kötülemek ve
içinde bulundukları sıkıntılı durumun mahiyetini ortaya koymak için,
“kâfirlere, hiç bir şefaatçinin şefaatinin faydası olmaz” demenin manâsı
olmazdı, Bu gibi yerlerde kullanılan bu nevi ifadeler, sadece kâfirlere mahsus
olan alâmetleri ifade eder, onlarla başkaları arasında müşterek olan
nitelikleri göstermez. (Şefâatcıya sahip olmama sadece kâfirlerin özelliğidir),
Buradaki hükmün kâfirlerle ilgili olmasından maksad, onlardan başkası da “şefâatcıya
sahip olmaz” (ve kâfirlerin haricinde kalan kimselerin şefâatcıları da
kendileri için faydalı olamaz) demek değildir. Onun için bu âyet, “muhalif
mefhuma” inananları reddetmek için de delil değildir.
(Şafiîlere
göre muteber olan mefhum-i muhalefet Hanefîlere göre muteber değildir. Onun
için bu âyetle, “mademki şefaatin kâfirlere faydası yoktur, o halde müminlere
faydası vardır”, şeklinde şefaat için delil getirilmemiştir. Tersine şefâatın
cevazı bu âyetin üslûbundan ve ifade tarzından çıkarılmıştır: Ey kâfirler, siz
öyle kötü ve zor bir. durumdasınız ki, herkese faydası olan şefâatın bile size
menfaati olmaz!, denmek istenmiştir.)
Peygamber (s.a.)in: “Şefaatim, ümmetimden kebîre
sahipleri içindir” [22],
buyurması da şefaat için bir delildir. Bu meşhur bir hadistir. Hatta bu
konudaki hadisler mânâ yönünden mütevatirdir.
Mutezilenin
delilleri: “Hiç bir kimsenin, diğer bir kimseden faydalanmayacağı,
kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği... günden korunun.” (Bakara, 2/48), “Zalimlerin
ne bir dostu, ne de itaat edecekleri bir şefâatcıları vardır” (Gâfir, 40/18), gibi âyetler.
Cevap: Bu
ve benzeri naslarm bütün şahıslara, zamanlara ve hallere delâlet eden umumî bir
ifade olduğunu kabul etsek bile (ki önce bunu kabul etmeyiz, ama kabul ve
teslim ettiğimiz farzedilse dahi) birbirine muarız bulunan ve âyet ve hadis
neviden olan) delilleri telif etmek için bu çeşit nasları kâfirlere tahsis
etmek gerekmektedir. Af ve şefâatm esası, Kur'an, hadis ve icmaa dayanan kesin
delillere istinad ettiği için Mutezile, “mutlak olarak küçük günahların,
tevbeden sonra da büyük günahların affını kabul etmiş” ve, “şefaat (günahların affına vesile değildir,
sadece) sevabın artmasını temin eder”,
demiştir.
Fakat bunlar hatalı görüşlerdir. Birinci şıkkın
yanlış oluşu, şundandır: Mutezileye göre büyük günahtan tevbe eden veya büyük
günahlardan kaçınmak şartiyle küçük günahları işleyen, esasen onlara göre
azabı hak etmiş değildir. Onun için de affın manâsı yoktur, îkinci şıkka
gelince, naslarda bahis konusu edilen şefaatin; işlenen cinayet ve günahtan af
taleb etmek manâlına geldiği (ve sevabı artırmaktan ibaret olmadığı) hususunda şübhe yoktur.
Tevbesiz dahi
vefat etmiş olsalar, “kebîre sahibi olan müslümanlar Cehennemde ebedî
olarak kalmazlar”
Delilleri:
“Kim zerre kadar hayır işlerse, onu görecektir” (Züzal, 99/7). İmanın
kendisi hayırlı bir ameldir; “Cehenneme girmeden evvel (Cennette) bunun
karşılığı görülür, som dbedî olarak yanmak üzere Cehenneme girilir,” demek
mümkün değildir. Zira bunun bâtıl olduğu konusunda icmâ ve ittifak vardır. Şu
halde geriye, (işlenen günah miktannca ve Allah'ın dilediği zamana kadar)
Cehennemde kaldıktan sonra oradan çıkmak şıkkı kalır.
“Allah, mümin erkeklere ve kadınlara, altından
ırmaklar akan Cennetler vaad etmiştir” (Tevbe, 9/73), “İman edip salih
ve iyi amel işleyenlerin ağırlanacakları yer Firdevs Cennetidir” (Kehf,
18/107). Müslümanların cennetlik olduklarına delâlet eden bunlar gibi daha pek
çok nas vardır. Ayrıca, günah sebebiyle bir müslümanın iman dairesinden
çıkmayacağı, yukarıda kesin delillerle gösterilmişti.
Bir de şu var: Cehennemde ebedî
kalmak, cezaların en büyüğüdür. Onun için Cehennemde ebedî kalmak, en büyük
cinayet ve günah olan küfre karşılık kılınmıştır. Bu büyük ceza ile kâfir
olmayanlar (günahkâr müslümanlar) da cezalandırılırsa, cezanın cinayetten ve
suçtan fazla olması lazım gelirdi. Bu ise adalete sığmaz.
Mutezileye göre, Cehenneme girenler orada ebedî
olarak kalırlar. Zira Cehenneme ya kâfir veya tevbesiz ölen kebire sahibi
girer. Günahsız olanlar, veya günahına tevbe edenler veyahut da kebîre-den
sakınmak şartıyla küçük günah işleyenler esasen Cehennemlik değillerdir.
Nitekim bununla ilgili Mutezilenin dayandığı esâslar anlatılmıştı.
Mutezileye göre, kâfirin Cehennemde ebedî kalacağı
konusunda icma ve ittifak
vardır. îki bakımdan kebire sahibi de aynı durumda-
1. Kebîre
sahibi azaba müstehak olmuştur, Azab, daimî ve hâlis zarar demektir. Şu halde
bu manâdaki zarar ve azab daimî ve halis menfaat demek olan sevabı hak etmeye
aykırıdır.
Cevap:
Azabın tarifindeki “daimî” kaydını kabul etmiyoruz. Hatta onların
kasdettikleri manâda “müstehak olmak” veya “hak etmek” kavramlarım da kabul
etmiyoruz. Çünkü onların “istihkak” ve “hak etmek”ten anladıkları isticabdır,
yani amelin karşılığını zaruri olarak almaktır. Halbuki sevap Allah'ın bir
fazlı ve lütfudur, azab da adaletidir. Bundan dolayı Hakk Taâlâ kebîre sahibine
dilerse azab eder, dilerse bir süre azab ettikten sonra Cennete sokar.
2. Kebîre
sahibinin 'Cehennemde ebedi kalacaklarına delâlet eden naslar: “Kim, bir
mümini kasden öldürürse, cezası ebedî olarak Cehennemde kalmaktır” (Nisa,
4/93), “Kim Allah'a ve Resulüne âsi olur ve onun hududuun tecavüz ederse,
Allah onu ebedî kalmak üzere Cehenneme sokar” (Nisa, 4/14. Muhalled
fi'n-nâr, hulûd), “Kötülük işleyip suçu kendisini kuşatmış olan kimseler,
ebedî olmak üzere Cehennemliklerdir”
(Bakara, 2/81).
Cevap: Bir
müslümam, sırf müslüman olduğu için, kâfirden başkası katletmez. Allah'ın
cizdiği bütün sınırları tecavüz eden... ve günahı her taraftan kendisini
çeviren ve kuşatan... kişi için söylenecek söz de aynıdır. (Sırf Allah çizdi,
diye bir sınırı, kâfirden başkası aşmaz). Hulûd'dan, asli ve lafzi manânın
kasdedildiği kabul edilse bile, hulûd bazan, bir yere uzun süre kalmak
manâsında da kullanılır: “Sicnûn muhaledün (müebbed hapis) sözünde olduğu
gibi. “Hulûdun daima” “ebedilik' manâsına geldiği kabul edilse bile bu sefer,
hulûda ve ebediyete de'âlet eden naslar (kebîre sahibi için) hudûd ve ebedîlik
olmadığına delâlet eden âyetlere muarız olur, (onlarla çatışır ve çelişir. Onun
için de hulûda delâlet etmeyen naslar esas alınarak öbürleri buna göre te'vil
edilir ve yorumlanır, böylece aradaki çatışma ve çelişme hali ortadan
kaldırılır. Hulûda delâlet eden âyetler kâfirlere tahsis e/dilerek naslarm arası
telif edilir).[23]
Lügatte iman;
tasdik etmek, yani haberi veren zatın anlattığı hükme gönüllü olarak boyun
eğerek onu kabul etmek ve o hükmü doğru saymaktır. İman, “if‘al” vezninde,
“emn” kökünden gelir. “Ona iman etti” demenin hakikati, “onu (dinî akideleri)
yalanlamadan ve (ilahî hükümlere) muhalefetten emin kıldı”, manâsına gelir.
“Âmane” fiili “l” ve “b” harf-i cerleriyle müteaddi olur: “Sen bizim için
inanıcı değilsin” (bi-mü'minin lenâ (Yusuf, 12/171), yani bizim için tasdik
edici değilsin (bize inanmazsın, bizi tasdik etmezsin) demektir.
Peygamber (s.a.) bir hadislerinde: “el-îmanu
en-tü'mine bi'llah...” (İman Allah'a... iman etmendir), yani tasdik etmendir
buyurmuştur. (Âyette, “âmene” l, hadiste 'b' harf-i çeri ile müteaddi
olmuştur).
Tasdikin hakikati ve mahiyeti, gönüllü olarak
benimseme ve kabul etme sözkonusu olmaksızın, haberin ve haber verenin doğruluğu
ile ilgili olarak kalbte (ve zihinde) meydana gelen bir nisbet (şu haber
doğrudur, şu haberi veren sâdıktır şeklinde bir hüküm) değildir. Aksine,
“tasdik” “teslim olmak” denilecek şekilde ve ölçüde bu nisbeti iz'an, yani
gönüllü olarak benimsemek ve kabul etmektir. Nitekim îmam Gazali (r.a.) bu
hususu açıkça ifade etmiştir.
Kısaca iman ve tasdik farsçada: “girevîden” (inanmak,
tasdik etmek, boyun eğmek, tabi olmak, doğurmak) kelimesiyle ifade edilen
manâdır.
Mantık ilminin baş tarafında, “ilim ya tasavvur veya
tasdik olur”, denilmek suretiyle ifade edilen ve tasavvura mukabil olan
tasdikin manâsı da budur. Bu hususu mantıkçıların ve filozofların reisi îbn
Sina açıkça ifade etmiş (ve mantıktaki tasdikin, “gireviden” ile aynı olan
lügat manâsında kullanıldığım belirtmiş) tir. Bu manâ bazı kâfirlerde mevcut
olsa, “üzerinde tekzib ve inkâr alâmeti
ve emmaresi”, bulunması
yönünden o nevi kimselere kâfir adı verilir. Farzedelim ki, bir adam Peygamber
(s.a.) in getirdiği ve haber verdiği her şeyi tasdik ve ikrar etmiş, ayrıca
ona göre de amel etmiştir. Fakat bununla beraber ihtiyarî olarak zünnar
(dinleri icabı papazların bellerine bağladıkları kuşak) kuşanmış ve iradesiyle
putlara tapınıştır. Bu nevi fiilleri Peygamber (s.a.) i tekzib ve inkâr alâmeti
kıldığından biz o kimseyi kâfir sayarız.
Anlatılan sözlerin hakikatim ve mahiyetini kavramak,
iman meselesinde ortaya çıkan bir çok müşkil konuların halledilmesi yolunu
açar ve bunların çözümünü kolaylaştırır [24].
Tasdikin manâsının hakikati ve mahiyeti bu şekilde
bilindikten ve anlaşıldıktan sonra, malum olsun ki, şeriatta vs dini manâda:
“İman Peygamber (s.a.)in Allah Taâlâ'dan getirdiği
şeyleri tasdik ve ikrar etmektir”
Yani Peygamber (s.a.) in Allah Taâlâ tarafından
getirdiği zarurî ve kesin olarak bilinen şeylerin tümünü icmalen (toptan,
kısaca ve özet olarak) kalb ile tasdik etmektir. (Buna göre lügatteki tasdik
umumî, şer'i tasdik hususîdir). îmanın hakkını ödemek (ve bununla ilgili
sorumluluktan kurtulmak) için bu kadarı kâfidir. Şu halde Allah'ın varlığını ve
sıfatlarım tasdik eden bir müşrik, şer'î manâda
değil de, sadece lügat manâda mümin olur. Zira, müşrik tevhidi ihlâl
etmiştir. (Kelime-i tevhidin sadece Allah kısmını kabul edip peygamber kısmını
kabul etmediği için imam eksiktir). Allah Taâlâ; “Onların çoğu, sadece şirk
koştukları halde Allah'a iman ederler.” (Yusuf, 12/106) âyetinde buna
işaret etmiştir.
İkrar, tasdik edileni dil ile ifade etmektir. Ancak
tasdik (hiçbir zaman ve hiçbir şekilde) sakıt olması ihtimali bulunmayan bir
şart iken, bazan ikrarın düşmesi ihtimal dahilindedir. Nitekim ikrah ve cebir
halinde bu durum söz konusu olur. (Dilsizler için de durum böyledir).
İtiraz:
Gaflet ve uyku halinde olduğu gibi, bazı durumlarda tasdikde baki ve daimî
olmamaktadır.
Cevap:
Tasdik kalbte bakîdir. Zühul, sadece kalbte var olan tasdikle ilgilidir. Yani
tasdik kalbte vardır da insan bazan bunun farkında değildir. Bu itirazı biran
için kabul etsek bile, bu sefer de şöyle deriz: Şârî (olan Allah ve Resulü),
“Gerçekleştirilen ve ondan sonra da kendisine zıddı Colan küfür ve inkâr) arız
olmayan kalbin tasdikini, bakî ve daimî olan tasdik hükmünde tutmuştur”. Onun
içindir ki, mazide veya halde iman edip te, kendisine tekzib alâmeti arız
olmayan herkese mümin ismini verilmektedir.
Müellif Ömer Nesefî'nin, imanı “tasdik ve ikrardır”,
şeklindeki tarifi ulemadan bazılarının mezhebi ve görüşüdür. Şemsuleimnıe ve
Fahrulislâm da bunu tercih etmişlerdir.
Muhakkik olanların cumhuruna (ve özellikle
Eş'arilere) göre; iman, kalb ile tasdikten ibarettir. İkrar, sadece dünyevi (ve
hukukî) hükümlerin tatbik edilmesi için şart kılınmıştır. Çünkü kalbteki tasdik
gizli bir iştir, bu tasdikin açıkta bir alâmetinin bulunması şarttır. Bu
duruma göre kalbi ile tasdik edip te bunu diliyle ikrar etmeyenler, dünyevî (ve
hukukî) hükümler itibariyle mümin olmasalar bile Allah Taâlâ nezdinde
mümindirler. Münafıklarda olduğu gibi, diliyle ikrar edip te kalbiyle tasdik
etmeyenler için ise aksi bir durum vardır. Şeyh Ebu Mansur Maturidi (r.a.)nin
tercihi de budur.
Naslar bu kanâatta olanları desteklemektedir: “Allah,
işte bunların kalbine imanı yazmıştır” (Mücadele, 58/22), “Kalbi imanla
dolu olduğu halde, zor ve cebir altında tutulan kimse müstesna, iman ettikten
sonra küfredip kalbini kâfirliğe açanlara Allah'ın katında bir gazab vardır;
büyük azab da onlar içindir” (Nahl, 16/106), “İman henüz kalblerinize
girmedi” (Hucûrat, 49/14) gibi âyetler bu fikri kuvvetlendirir.
Peygamber (s,a.) şöyle dua
ederdi: “Allah'ın, kalbimi dinin ve taatan üzerinde sabit kıl [25].
“La ilahe illallah”, demesine rağmen (kâfirdir, diye)
bir kişiyi Öldüren Üsame'ye Peygamber (s.a.) (kelime-i tevhidi söylediği halde
onu niçin öldürdün? diye sormuş, “bunu söylemesi ölümden kurtulmak içindi”,
cevabını alınca, bunu nereden biliyorsun?) “kalbini açıp baktın mı ki”,
buyurmuştu.
İtiraz:
Evet iman tasdiktir, bu doğrudur. Lakin, lügat ehli (ve Arapça konuşanlar),
iman sözünden, (kalbin değil, sadece) dilin tasdikinden başka bir şey
anlamıyorlardı. Peygamber (s.a.) ve ashabı, bir kimsenin mümin olması için
kelime-i şahadeti söylemesini yeterli görüyor, kalbindekinin ne olduğunu
sormadan ve araştırmadan onun imanının muteber olduğuna hükmediyorlardı.
Cevap:
Aşikârdır ki, tasdikte muteber olan (dilin değil) kalbin ameli ve hükmüdür.
Hatta tasdik kelimesinin bir manâya karşılık olarak ortaya konulmadığını ve
kullanılmadığım veya bu kelimenin “kalbin tasdiği”nden başka bir manâ için
ortaya konulduğunu ve kullanıldığını farzedelim. O zaman lügat ve örf
ehlinden, yani bir dili anlaşarak konuşan kimselerden hiçbiri «saddaktü»
(tasdik ettim) kelimesini söyleyen bir kimsenin Peygamber (s.a.) i tasdik ettiğine
ve ona iman ettiğine hükmedemezdi. (Onun için dil ile tasdik ve iman kalbteki
kabulün ifadesi sayılmıştır. Yani dilin fiili ve ameli olan tasdik ve iman,
kalbin fiili ve ameli olan tasdike ve imana delâlet etmezse, örf ve lügat
yönünden iman ve tasdik sayılmaz). Bundan dolayıdır ki, dil ile ikrarda
bulunanlardan bazılarının imanını reddetmek sahih ve doğru olmuştur:
Allah Taâlâ buyurur ki: “İnsanlardan öyleleri
vardır ki, Allah'a ve âhiret gününe imân ettik derler, halbuki onlar mümin
değillerdir” (Bakara, 2/8). (Şu halde iman dilin tasdiki değildir). “Bedeviler,
iman ettik", dediler. De ki, iman etmediniz ama îslâm olduk, deyiniz”
(Hucurat, 48/14). (Yani iman ettik demekle zahirî bir teslimiyet gösterdiniz,
gönülden iman etmiş olmadınız).
Sadece dil ile ikrar eden bir kimsenin lügat (ve örf)
yönünden mümin adını alacağı ve zahirine bakılarak imanla ilgili hükümlerin
kendisine uygulanacağı hususunda ihtilaf yoktur. Tartışma konusu olan husus,
böyle bir kimsenin Allah Taâlâ ile kendisi arasındaki münasebetler yönünden
mümin olup olmaması konusudur. Peygamber (s.a.) ve ondan sonra gelenler
kelime-i şahadet getirenlerin mümin
olduklarına hükmettikleri gibi münafıkın da kâfir olduğuna hükmederlerdi.
Bu durum, iman konusunda sadece dilin fiilinin yeterli olmadığını gösterir.
Ayrıca, “kalbi ile tasdik eden, bu tasdiki dil ile ikrar etmeye karar veren,
fakat dilsizlik gibi bir engel sebebiyle bunu yapamayan bir kimsenin mümin
olduğu konusunda”, icma akdedilmiştir. Çok açık olarak görülmektedir ki,
Kerramiyenin zannettiği gibi, imanın hakikati ve mahiyeti “iki şahadet
kelimesinin sadece dil ile söylenmesinden ibaret”, değildir.[26]
Fıkıh, hadis ve kelâm âlimlerinden cumhurunun
mezhebi, “iman, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve organlarla icradır”,
(tasdîkun bi'l-ce-nan, ikrârun bi'1-lisân ve amelun bi'1-erkân), şeklinde tarif
ettiklerinden, Müellif Ömer Nesefî, bunu redde işaret ederek dedi ki:
“Amel ve taatlar esas itibariyle (günbegün, anbean)
artış gösterir. Halbuki iman ne artar ne de eksilir”
Burada iki
husus söz konusudur:
1. Ameller
iman (ve akîde kavramın) a dahil değildir. Çünkü yukarıda da geçtiği gibi
imanın hakikati ve mahiyeti tasdiktir. Bunun diğer sebepleri de şunlardır:
a) Kur'an'da ve hadislerde amel imanın üzerine
atfedilmiştir. Misâl: “îman eden ve iyi amel işleyen kimseleri
Cennetlerimize koruz” (Nisa, 4/57). Atıf, matuf ile matufun aleyhin başka
başka olmalarını ve birinin öbürüne dahil olmamasını gerektirir. Bu husus kesindir.
b) İman,
amelin sıhhatinin şartı kılınmıştır. Misâl: “Kim imanlı olduğu halde iyi
ameller işlerse zulme uğramaktan ve
hakkının yenmesinden korkmaz” (Taha, 20/112); Enbiya, 21/94). Meşrut şarta
dahil değildir. Zira bir şeyin,
kendisinin şartı olması imkânsızdır. (Şartla meşrut arasında bir ayrılık
ve gayrılık vardır). Bu husus da kafidir.
c)
Amellerden bazılarını terkedenlerin imanlarının mevcut olduğundan
bahsedilmiştir. Misâl: “Eğer müminlerde iki grup birbirleriyle cenk
yaparsa..” (Hucûrat, 49/9). Yukarda da geçtiği gibi, rüknü ve temel unsuru
olmadan bir şey gerçekleşmez, var olmaz. Bu da kesindir. (Birbirini öldürenlere
mümin denildiğine göre, haram olan
adam öldürme fiili insanı mümin olmaktan çıkarmamaktadır, demektir).
Aşikârdır ki, bütün bu izahlar, “amel ve taat, imanın
hakikatı-mn ve mahiyetinin şartıdır. Bunları terkedene mümin denilmez”,
diyenlere karşı delil olmak üzere ileri sürülebilir. Nitekim Mutezilenin (ve
Haricîlerin) görüşü budur. “Amel ve taat, imanın tam ve kâmil olmasının
şartıdır. Ameli ve taatı terkeden imanın hakikatinin ve mahiyetinin dışına
çıkmaz”, görüşünde ve mezhebinde olanlar için yukârdaki izahlar delil diye öne
sürülemez. Ameli, kâmil imanın şartı olarak gören de İmam Şafii'dir.
Mutezilenin tutunduğu deliller; cevaplarıyle birlikte daha evvel geçmişti.
2. İmanın
hakikati ve mahiyeti ne artar ne de eksilir. Nitekim daha evvel de geçtiği
gibi, “iman, cezm ve iz'ân (kesinlik ve boyun eğerek kabullenme) haddine ulaşan
kalbi bir tasdiktir”. Bu manâdaki imanda fazlalık ve eksiklik tasavvur
edilemez. Hatta, imanın hakikatini elde eden bir kimse, ister ibadet ve taat
işlesin, isterse günah işlesin müsavidir, tasdiki hali üzere bakîdir, esas
itibariyle bu tasdikte bir değişiklik olmaz.
(“Allah'ın âyetleri okunduğu zaman onların
imanları artar”.(Enfal, 8/21)mealinde olup da) imanın ziyadeleşeceğine
delâlet eden âyetler, Ebu Hanife (r.a.)nin zikrettiği manâya hamlolunur, te'vil
edilir. Şöyle ki: Sahabe Hz. Peygamber'e ve Kur'an'a esas itibariyle icmaîen
(toptan) iman etmişti. Sonra farz olan bir hükmün gelişini diğer bir farz takib
etmekte, onlar da bu farza özel olarak inanmakta idiler. (îcmalen anlatılan
bir husus tafsil edilince, teferruata inanmak suretiyle imanları fazlalaşmakta
idi). Ebu Hanife özetle demek ister ki, iman edilmesi farz olan hususlar
arttıkça iman da artar. Bu ise, Peygamber (s.a.)in asrından başka bir zaman
için düşünülemez.
Fakat bu tartışılabilir bir konudur. Çünkü farzların
tafsilatına (peyder pey) "vâkıf olmak, Peygamber (s.a.)in asrından başka
zamanlar için de mümkündür. îcmalen ve özet olarak bilinene icmalen,
tafsilatlı olarak bilinene tafsilatlı olarak iman etmek farzdır. Aşikardır ki,
tafsilatlı olan iman (icmalî olandan) daha fazla ve hatta daha da mükemmeldir.
“İcmâli iman, tasdik derecesinden aşağı düşmez”, demeleri, imanın aslı ile
muttasif olma itibariyledir.
(İmanın artacağına delâlet eden âyetler hakkında
şöyle de) denilmiştir: İmanda sabit ve daim olma her an iman üzerine ziyadeliktir.
Bu sözün de özeti şudur: Zamanın artmasıyle iman da artar. Çünkü iman arazdır,
ancak emsalinin yenilenmesi suretiyle bakî ve dai-ttti olur. (Zira bir araz iki
zamanda bakî olmaz).
Bu da tartışılabilir bir konudur. Zira bir şey yok
olduktan sonra onun dengi olan diğer bir şeyin vücûda gelmesi, o şeyde bir
ziyadelik ve fazlalık sayılmaz. Cismin siyahlığı örneğinde durum budur.
Şöyle de denilmiştir: İmanın
artması meyvesinin, nurundaki parlaklığın ve kalb içindeki ışığın
ziyadeleşmesi manâsına gelir. Şüphesiz ki (bu manâda iman) amellerle artar ve
günahla eksilir.
“Amel imandandır”, kanâatında olanlara göre, imanın
fazlalık ve eksiklik kabul edeceği açıktır. Bundan dolayı, imanın artması ve
eksilmesi meselesi, amel ve taatm imandan bir parça olup olmadığı konusunun bir
dalıdır, denilmiştir.
Muhakkiklerden biri (olan Adudiddin İcî)nin kanâatına
göre, “tasdikin hakikati ve mahiyeti fazlalık ve eksiklik kabul etmez”, kaidesi
kabul ve teslim edilemez. Aksine tasdik, kuvvet ve za'f yönünden değişiklik
gösterir. Zira kesinlikle bilinmektedir ki, Peygamber (s.a.)in (Allah,
melekleri...) tasdiki, ümmetten, birinin tasdiki gibi değildir. Bundan dolayı (Hz.
İbrahim, “Rabbim, ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster”, deyince Hakk Taâlâ
“yoksa iman etmiyor musun, ya İbrahim”, demiş işte o zaman) İbrahim (a.s.)
“Evet iman ettim, ama kalbim tatmin olsun, diye bunu istiyorum” (Bk.
Bakara, 2/260) demişti.
Lakin bu durumda diğer bir mesele daha ortada
kalmaktadır. Bazı Kaderîler “İman bilgidir” (marifet), demişler buna karşı
ulema yekvücûd olarak bu görüşün fâsid olduğunu ifade etmişlerdir. Ve delil
olarak da şü gibi hususlardan bahsetmişlerdir: Kitap ehli olanlar Muhammed
(a.s.) in peygamberliğini, kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyor ve
biliyorlardı. (Bk. Bakara, 2/146). Bununla beraber, kendilerinde tasdik
bulunmadığı için kesinlikle kâfir sayılmakta idiler.
Kâfirlerden bazıları, hak olanı yakînen bilmekte,
tanımakta, fakat sırf inad ve kibirlenme sebebiyle onu red ve inkâr etmekte
idi. Hakk Taâlâ bu konuda: “Kalbleri kesin olarak kabul ettikleri halde
kibir ve zalimlikleri sebebiyle Onu (Kur'an'ı) inkâr ettiler” (Nemi,
27/14), buyurmuştur.
Bu noktada, dini hükümleri tanımak ve yakînen
bilmekle, onları tasdik etmek ve onlara itikad etmek arasındaki farkın izah edilmesi
zarureti ortaya çıkmaktadır. Böylece birinci şıkkın değil, ikinci şıkkın iman
olduğu doğru bir şekilde anlaşılmış olur.
Bazı kelâm âlimlerinin
eserlerinde iman şöyle tarif edilir: “Tasdik Haberci'nin haberinden anlaşılan
ve bilinen şeye, insanın kalbini rabt etmesinden ve gönül bağlamasından
ibarettir”. Kalbi rabt etme işi, tasdikcinin irâdesi ve ihtiyarı ile sabit olan
kesbi bir şeydir Tasdik edenin sevap almasının ve bunun ibadetlerin başı sayılmasının
sebebi de bu (tasdikin iradî oluşu) dur. Halbuki marifet (tanımak ve biimek)
böyîe değildir. Zira marifet ekseriya insanın irâdesi ve kazanması söz konusu
olmadan vücûda gelir. Meselâ bir kimsenin gözü bir cisme raslar, hemen bunun
peşinden o cismin duvar veya taş olduğu konusunda (irâde ve kesble alakalı
olmaksızın) bir marifet, yani bilgi hasıl olur.
Söz konusu farkı, muhakkiklerden bazıları (meselâ
et-Tavzih müellifi gibi) şu şekilde anlatmışlardır: Tasdik, irâde ve
ihtiyarınla haberi getirene doğruluk nisbet etmektir. Hatta, bu nisbet etme işi,
iradesiz olarak kalbte vücûda gelse -bu, marifet olsa bile- tasdik olmaz.
Bu izah tarzı müşkildir, anlaşılması zordur. Çünkü
tasdik ilmin ve bilginin nevilerindendir. Bilgi ise ihtiyarî ve iradeli bir
fiil değil, psikolojik bir keyfiyettir. Şöyle ki: Biz iki şey arasındaki
nisbeti ve bağı tasavvur eder ve sonra o konuda müsbet veya menfi bir hüküm
verme hususunda şüpheye düşer, daha sonra müsbet hüküm vermemiz gerektiği
delille ispatlanırsa, bizim için hasıl olan şeye, onu iz'an ve kabul etmek
(gönüllü olarak benimsemek ve ona teslim olmak) denir. Tasdik, hüküm, ispat ve
ika'ın manâsı budur. (Bu, gayr-ı iradî psikolojik bir keyfiyettir).
Evet bu psikolojik keyfiyeti elde etmek, sebeplerine
tevessül etmek, nazarı ve düşünceyi o yöne çevirmek, engelleri ortadan kaldırmak...
vs. gibi iradî ve ihtiyari şeylerle olur. İnsan, imanla mükellef kılınırken bu
gibi şeyler nazar-ı itibara alınmıştır. îman ve tasdikin kesbî ve ihtiyarî
oluşundan maksat budur. Bunun için bilgi (marifet) yeterli değildir. Çünkü
marifet, bazan bu gibi iradî ve kesbi şeyler olmadan da hasıl olur.
Tabii (bu duruma göre) irâde ile kazanılan kesin
bilginin tasdik olması lazım gelmektedir. Fakat bunda bir sakınca yoktur. Çünkü
Farsça “girevîden” (inanmak, boyun eğmek ve tapmak) kelimesi ile ifade olunan
manâ, bu takdirde vücûda gelmektedir. Zaten iman ve tasdik de bundan başka bir
şey değildir. İnadcı ve kibirli kâfirler için o manâda bir iman-ve tasdikin
meydana gelmesi ve hasıl olması mümkün değildir. Mümkün olduğunu kabul etsek
bile, dilleriyle inkâr etmeleri, inad ve gururlarında direnmeleri kâfir
sayılmalarına
kâfi gelmektedir.
Bu ikisi, yani dil ile inkâr, kibir ve inadda ısrar tekzib ve inkârın
alâmeti bulunmaktadır [27].
“İman ile
İslâm bir ve aynı şeydir”
Zira islâm, (hak dinin önünde saygı ile) eğilmek ve
itaat etmektir. Bu ise, dinin hükümlerinin kabul edilmesi ve samimiyetle benimsenmesi
manâsına gelir. Yukarıda da geçtiği gibi tasdikin mahiyeti ve hakikati da zaten budur. Şu
âyet imanla İslâmın aynı manâya te'yid
etmektedir: “Bunun üzerine suçlu kavimler arasında
bulunan müminleri çıkardık. Zaten orada
müslümanlardan sadece bir
tek ev halkım bulmuştuk” (Zariyat, 51/35), (Bu âyette mü'min ile müslüman
aynı manâda kullanılmıştır).
Hulasa, herhangi bir kimseye,
“Mümindir ama müslüman değildir” veya
“Müslümandır lakin mümin değildir”, demek şer'an doğru değildir. îman ile îslâm
birdir, dediğimiz zaman, bundan başka bir şey kasdetmiyoruz. (Yoksa bu iki
kelime müradif, eşanlamlıdır, demek istemiyoruz). Öyle anlaşılıyor ki, kelâm
âlimleri “iman ile İslâm birbirinden başka şeyler değildir”, sözü ile,
“bunlardan birini diğerinden ayırmak mümkün değildir”, manâsını
kasdetnıişlerdir. Yoksa mefhum ve kavram itibariyle ikisi birdir demek
istememişlerdir.
Kifâye müellifi (Sabunî)nin:
“İman, emir ve nehiylerden olmak üzere Allah Taâlâ'nın haber verdiği şeyleri
tasdik etmektir”, “İslâm, Hakk Taâlâ'nın ulûhiyeti önünde saygı ile eğilmek ve
boyun bükmek (hudu' ve inkiyad) tir”, demesi iman ile İslâm'ın mefhum itibariyle
bir olmadığını gösterir. İnkıyad ve hudû' ise emir ve nehiyleri kabul etmeden
gerçekleşmez. Şu halde iman hüküm yönünden İslâm'dan ayrı düşünülemez. Onun
için de birbirinden başka değillerdir. Bir kimse çıkar da, “İman ile İslâm
başka başka şeylerdir”, derse ona denilir ki, “O halde iman edip de İslâm
olmayanın veya aksine müslüman olup da mümin omlayanm hükmü nedir?”. Bu iddiada
bulunan bir kimse, ikisi arasında farkın bulunduğunu, birinde mevcut olan
hükmün öbüründe bulunmadığını bize ispat ederse (ki bunu ispat etmesi imkânsızdır)
sözünü kabul ederiz. Aksi takdirde iddiasının bâtıl olduğu ortaya çıkar.
İtiraz: “Bedeviler
dediler ki: îman ettik. Sen de ki, iman etmediniz, fakat İslâm olduk deyiniz”
(Hucurat, 49/14). Bu âyet iman olmadan îslâmın tahakkuk edeceğini açıkça ifade
eder.
Cevap:
Şeriatce muteber olan İslâm, iman olmadan gerçekleşmez. Âyetteki, “İslâm”
kelimesi, içten bir bağlılık ve kabullenme söz konusu olmadan sadece zahiri bir
itaat ve boyun eğme halini ifade etmektedir, tıpkı iman konusunda, tasdik
olmadan kelime-i şahadetin söylenmesi gibi.
İtiraz: Peygamber
(s.a.), İslâm, “Allah'tan başka tanrı yoktur, Muhammed Allah'ın Resulüdür, diye
şahadette bulunmak, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucun ututmak ve güç
yetmesi halinde haccetmektir” buyurmuştur [28]. Bu
hadis gösterir ki, îslâm ameldir, kalbin tasdiki değildir.
Cevap:
Hadiste, îslâmın meyvesini, neticesini ve alâmetlerini fiile getirme maksadı
gözetilmiş tir. Bu hadis, aynen şu hadislere benzer:
1.
Huzuruna gelen bir heyet üyelerine Peygamber (s.a.) sorar: “Tek bir Allah'a
iman etmenin ne olduğunu bilyior musunuz?”. Onlar da: “Allah ve Resulü bunu
daha iyi bilir”,derler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Allah'tan başka tanrı
bulunmadığına, Muhammedin Allah'ın Resulü olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak,
zekat vermek ve ganimet olan malların beştebirini vermektir”, buyurur [29].
2.
Peygamber (s.a.): “İman yetmiş küsur şubedir. Bunun en a'lası Lâ ilahe
illallah', demek, en aşağısı da insanlara eziyet veren şeyleri yoldan
kaldırmaktır”, buyurmuştur [30]. (Bu
iki hadiste imanın mahiyeti değil, alâmeti ve semeresi dile getirilmiştir).[31]
“Bir insanda tasdik ve ikrar bulundu mu, 'Ben
hakikaten müminim, demesi doğru olur”. Zira artık iman gerçekleşmiştir. “Allah
dilerse (inşaallah) müminim, demesi uygun olmaz”
Eğer bu son ifadenin sebebi şüphe ise, o kimse
behemahal kâfir olur. Fakat böyle konuşmak; edebe riayet ederek işleri Allah
Taâlâ'nın irâdesine havale etmek veya içinde bulunulan hal ve anla ilgili değil
de akıbet ve neticedeki şüpheyi (ve ölüm zamanındaki kaygıyı) dile getirmek,
veya “înşaallah” demek suretiyle Allah'ın zikri ile teberrük etmek veya nefsi
temize çıkarmaktan veyahut da durumunu beğenmekten uzak durmak gibi
mülâhazalardan ileri geliyorsa, bu takdirde bile “İnşaallah müminim” sözünü
kullanmamak daha iyidir. Çünkü bu ifade şüphelenme vehmini ve izlenimini
meydana getirebilmektedir. İşte bu gibi düşünceler sebebiyle müellif Ömer
Nesefi, “caiz olmaz” demedi, sadece “uygun olmaz”, dedi. Zira “İnşaallah
müminim”, ifadesi şüpheyi ifade için kullanılmazsa, “caiz değildir”, demenin
bir manâsı yoktur. Kaldı ki, sahabe ve tabiûna varıncaya kadar, selefden pek
çok kimse bu ifadenin kullanılmasının caiz olduğuna kani olmuşlar (ve hatta
bizzat kullanmışlar) dır.
“İnşaallah müminim”, demek, “inşaallah Taâlâ gencim”,
demek gibi değildir. Çünkü gençlik kazanılan fiillerden değildir. Akıbet ve
netice itibariyle de baki ve daimî olması düşünülemez. Bu, nefsi aklamak ve
beğenmek gibi bir sonuç doğuran ifadelerden de değildir “İnşaallah müminim”,
cümlesi, “inşaallah zahidim, takva sahibiyim” cümlesine benzer. (Zira her ikisi
de irâdeye ve kazanmaya dayanan fiillerdendir).
(Îmamu'l-Harameyn gibi) bazı kelâm âlimleri şu
kanâata ulaşmışlardır: İnsan için hasıl olan, onu küfürden çıkaran tasdikin hakikati
ve mahiyetidir. (Fiilen müminin kendisinde bu manâda bir tasdik vardır ve bu
hususta şüphe edilemez). Lakin hadd-i zatında tasdik kuvvetli ve zayıf olmaya
kabiliyetli ve müsaittir. “Hakikaten mümin olanlar işte bunlardır. Onlar
için Rabları katında mağfiret ve nefis rızık vardır” (Enfal, 8/4), âyetinde
işaret edilen (Cehennemden ve Allah'ın gazabından) kurtarıcı tam ve kâmil
tasdikin husulü, sadece Hakk Taâlâ'nın meşiyetinde ve iradesindedir. (Onun için
bu manâyı kasdederek, “inşaallah müminim”, demekte bir sakınca yoktur. Asgari
derecedeki iman için, ben hakikaten müminim, azami ve kemâl mertebedeki bir
iman için inşaallah müminim denebilir).
Bazı Eş'arîlerden, “inşaallah müminim”, sözünü
söylemenin sahih ve doğru olduğu nakledilmiş, bunun gerekçesi de şöyle açıklanmıştır:
İmanda, küfürde, Cennetlik ve Cehennemlik olma (sâadet ve şekavet)de hatimeye
ve neticeye itibar olunur. Hatta Cennetlik mümin, ömür boyu küfür ve isyan
üzere yaşasa ela iman ile ölen (ve hüsn-i hatime ile vefat edeiı) kişidir.
Cehennemlik olan kâfir, hayatı boyunca tasdik ve taat durumunu muhafaza etse de
- Allah Taâlâ bizleri korusun - küfür üzere ölen (ve sû-i hatime ile giden)
kişidir. Şeytan'dan bahseden: “O, kâfirlerden oldu” (Bakara, 2/34),
âyet-i kerimede buna işaret edilmiştir. (İblisten. çok Allah'ı bilen ve ona
ibadet eden yoktu, ama neticede kafir oldu). Peygamber (s.a.): “Cennetlik
olan kimse, daha annesinin karnında iken Cennetliktir. Cehennemlik olan kimse
daha ana rahminde iken Cehennemliktir” hadisiyle de aynı hususa dikkati
çekmiştir [32].
Bu durum karşısında Müellif Ömer Nesefi, bazı Eş'arîler tarafından ileri
sürülen bu görüşün (yani “inşaallah müminim”, demenin sıhhati ile ilgili
kanaatin) bâtıl olduğuna şu sözü ile işaret etti:
Allah Taâlâ korusun imandan
sonra irtidad etmek suretiyle, “Cennetlik olan kimse bazan cehennemlik olur”
Küfürden sonra imana gelmek suretiyle de “Cehennemlik olan bir kişi bazan
Cennetlik olur”
Saadet ve şekavet, yani Cennetlik ve Cehennemlik olma
hadise üzerinde değişiklik olur ama, “Cennetlik kılma ve Cehennemlik kılma”
tis'âd ve işkâ) konusunda olmaz. Çünkü is'âd ve iskâ Allah Taâlâ'nın
sıfatlarındandır. Zira İs'âd saadeti tekvin etmek ve yaratmak; işkâ şakavetr
halk ve tekvin etmek manâsına gelir. (Allah'ın tekvin sıfatı ise değişmez).
“Ne Allah Taâlâ ne de sıfatları üzerinde herhangi bir
değişiklik söz konusu olmaz”
Bunun sebebi de evvelce geçtiği gibi, “kadîm ve ezeli
varlık hadis şeylere konu olmaz”, (kadîm havadise mahal olmaz) kâidesidir.
Hakk olan şudur: (“Allah dilerse müminim” sözünün)
manâsında iftilâf yoktur. Zira eğer iman ve saadetle mücerred manânın husulü
kasdediliyorsa, o manâ zaten şu anda mevcuttur. Eğer iman ve saadet
tabirleriyle bunlar üzerine terettüp eden kurtuluş ve semereler
kasdediliyorsa, o da Allah Taâlâ'nın meşiyetinde ve iradesindedir. Şu anda
onun husule geldiği kestirilemez. Şu anda imanın ve saadetin mevcut olduğunu
kesinlikle ifade edenler ilk manâyı ve izah şeklini kasdetmektedirler. Bu
konuda işi Allah'ın meşiyetine ve irâdesine havale edenler, ikinci manâyı ve
izah şeklini kastetmektedirler. (Kısaca ihtilaf manâ ile değil, lafızla
ilgilidir).[33]
[1] Münker ve Nekir'e, mezardaki
ölüye hiç görmedikleri bir şekilde görünecekleri için bu isim verilmiştir. Zira
bu kelimelerin sözlükteki manâsı bilinmeyen, tanınmayan, değişik kılık ve
kıyafette olan demektir.
[2] Bu hadîs Darekutni
tarafından rivayet edilmiş olup zayıftır. Bk. Münavi, Feyzu'l-kadir, III, 29;
Camiu's-sağir, I, 133.
Hz. Peygamber bir mezarlıktan geçerken iki
mezardaki ölünün bazı ufak şeylerden dolayı azap gördüklerini müşahede etti.
Bunlardan birinin koğuculuk ve fesatla çok yakından ilgisi vardı. Diğeri idrar
yaparken ihtiyatlı ve sakıngan davranmazdı. Bunun üzerine Hz. Peygamber bir
yas ağaç dalı istemiş, ikiye bölmüş, birini bir mezara, diğerini öbürüne
diktikten sonra şöyle dedi: “Umulur ki bu yaş ağaç-, lar kuruyuncaya kadar
azapları hafifler”, Müslim, îman, 34; Ebu Da-vud, Taharet, 26. Kabir azabı
konusunda daha başka hadisler de vardır.
[3] Tirmizî, Cenaiz, 70; Iraki,
el-Muğnî, I, 97.
Hadisin tamamı şudur: “Ölü mezara gömülünce,
birine Münker, diğerine Nekir adı verilen siyah-mavi iki melek gelir. Ona
derler ki, 'Şu (Muhammed a.s. denilen) zat hakkında ne dersin'? O da şöyle
cevap verir: ıO Allah'ın kulu ve resulüdür. Ben şehadette bulunurum ki
Allah'tan başka tanrı yoktur, Muhammed de O'nun kulu ve resulüdür'. Bunun
üzerine melekler, 'biz senin böyle diyeceğini zaten bilmekte idik', derler.
Sonra onun mezarım yetmiş arşın genişletirler, daha sonra bu ölünün mezarı
ışıklandırılır ve aydınlatılır. Daha sonra melekler ölüye, 'yat ve uyu',
derler. O da; aileme gidin de durumu haber verin', der. Melekler, 'zifafa
giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi mahşer
gününe kadar sen uyumana devam et', derler. “Ölü münafık olursa meleklere şöyle
der: 'Halkın Muhammed hakkında birşeyler söylediklerini işitmiş, ben de onlar
gibi konuşmuştum, başka birşey bilmiyorum'. Melekler, 'böyle diyeceğini zaten
biliyorduk', derler. Daha sonra arza, 'bu adamı alabildiğine sıkıştır', diye
hitap edilir. Yer de başlar adamı cendere gibi sıkıştırmaya... O kadar ki
kemikleri hurda haş olur. Mahşer oluncaya kadar mezarda böyle işkence görür”.
[4] Tirmizî, Kıyamet, 26. Bu
hadis Tirmizî'de uzunca bir girişten sonra zikredilir. Tirmizî, “Bu hadis garip
ve hasendir, sadece tek bir senedle rivayet edilmiştir”, demektedir. Hadisi
Tabaranî de rivayet etmektedir. Fakat senedi zayıftır. Bk. Aclunî, II, 90.
[5] Sadreddin Taftazani, Kelâm
İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh
Yayınları: 251-254.
[6] . Bu hadis bütün olarak değil, iki bölüm
halinde rivayet edilmiştir: Tirmizî, Cennet, 8, 12; Ibn Hanbel, II, 295; İbn
Mace, Zühd, 38.
[7] .Buharî, Mezalim, 2; Müslim,
Tevbe, 8.
[8] Tirmizî, Kıyamet, 14, 15.
Havzia ilgili hadisler değişik şekilde hadis kitaplarında geçmektedir. Bk.
Buharî, Rekâik, 53; Müslim, Salat, 14, 15; Irakî, I, 98; Gazali, ihya, I, 98.
[9] “Sırat kıldan ince, kılıçtan
keskincedir», mealindeki hadisler sahih değildir. Zaten Beyhakî, bu hadisin
zayıf olduğunu ve bir senedle rivayet edildiğini ifade etmiştir. Bk. Aclunî,
II, 24.
Sahih hadis kitaplarında cehennemin bir
tarafından öbür tarafına uzanan bir köprünün kurulacağından ve bu köprüden ilk
defa Hz. Peygamber'le onun ümmetinin geçeceğinden bahseden hadisler vardır.
Farkat bu hadislerde sırat köprüsünün niteliği ve şekli konusunda bir bilgi
verilmemektedir. Bk. Buhkrî, Tevhid, 24; Müslim, îman, 81; tbn Ma-ce, Zühd, 33;
Ebu Davud,. Sünnet,,- 25; Irakî, I, 97.
[10] Sadreddin Taftazani, Kelâm
İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh
Yayınları: 254-257.
[11] Allah, insanları kendisini
tanımak ve ibadet etmek için tertemiz bir hilkat ve fıtrat üzere yarattı. Fakat halkın büyük bir kısmı, yaratıştan
tabiatlarında var olan bu anlayışı bozdular. Aslî fıtrata ve tabiata
döndürülmeleri için peygamberler gönderildi.
1. Bazı insanlar peygamberlere tam ve kâmil bir
şekilde itaat ederek manevî pislikten ve
kirden temizlendi, aslî fıtrattaki
arı ve duru olma haline döndü.
2. Bazı insanlar Nebilere tam olarak itaat etmedi,
manevî bir kir ve pas içinde kaldı. Bu pislik içinde üreyen mikroplar
günahkârları manen, ruhen ve ahlaken hasta etti. Onları tabiî ve fıtrî
temizlikten uzaklaştırdı. Bu nevi manevi kir ve hastalıklardan temizlik ve
tedavi için ibtilâ ve imtihan ilaçları hazırlandı. Dünyada tamamiyle tedavi
edilemeyenler mezarda, mezarda tedavi edilemeyenler mahşerde, orada da
tedavisi bitmeyenler Cehennemde ateşle temizlenecekler, orada tertemiz bir duruma geldikten sonra, arı ve
duruların yeri olan Cennete
gireceklerdir. Temizlemenin yapıldığı yer Cehennem, (Dâr-ı tathîr), temizlenme
işi sona erenlerin yeri Cennettir (Dâr-ı tâhirin).
3. Hiç bir zaman Allah'a ve O'nun peygamberlerine
itaat etmemiş, aksine daima onlara karşı gelmiş olanlar ne dünyada, ne
mezarda, ne mahşerde, ne de Cehennemde temizlenirler. Cehennem baki
kaldıkça orada azab görürler.
Cehennemin ebediyeti konusunda Selef arasında var olarak bilinen mezheb ve görüşler iki türlü idi:
1. Kâfirler ebedî olarak, diğer günahkârlar geçici
olarak Cehennemde azab görürler.
2.İbn Arabî ve ona tabi olanlara göre Cehennemdeki
ateş, Cehennemliklerin tabiatına uygun olacağından, Cehennemlikler burada azab
değil, zevk duyarlar. Tabiatı nârî olana, nâr (ateş) zarar vermez. Şeytan
esasen ateşten yaratıldığından, ateşte olmak ona elem değil, haz verir. İbn
Arabi'ye göre Cehennemlikler burada ebedî ve daimî kalırlar ama Cehennemin
kendisi ebedî ve daimî değildir. Cehennemin fânî olduğu, buradaki azabın sona
ereceği görüşü Hz. Ömer, îbn Mesûd,
Ebu Hureyre ve Ebu Saîd gibi sahabelerden de nakledilmiştir.
Hadis ve tefsir âlimi Abd b. Humeyd'in görüşü
de budur. Şa'bî'den de bu yolda nakil vardır. Bu mezheb, azınlığın mezhebi
olmakla beraber üstün bir mezheptir. Allah'ın rahmetinin, affının ve nimetinin
çokluğundan bahseden âyetler bunu gösterir, Kur'an'da Cehennem ve ateş “İllâ
mâ şâe Rabbuk” (Rabbınm dilediği zamana kadar, Rabbmın dilemesi müstesna...
[Bk. En'am, 6/128]), ifadesi ile istisna olunur. Cabir b, Abdullah ve İshak b.
Raheveyh gibi bazı Selef âlimleri, istisna âyeti, Kur'an'daki bütün vaîde ve
tehdid edici âyetlere hâkimdir”, diyorlar. Kur'an'da rahmete nail olanlarla
gazaba uğrayanların mükâfat ve cezaları birlikte zikredildiği zaman,
Cennetliklerin mükâfatı; müebbed, ebedî, sözü ile kayd altına alındığı halde,
Cehennemliklerin cezası mutlak olarak ve kayda bağlanmadan söylenir. Kur'an'da
bir çok yerde: “Lâ yuhlifu va'deh” (Allah; mükâfat vereceğim, derse bundan
caymaz), denildiği halde bir yerde bile “La yuhlifu vaîdeh” (Allah, ceza
vereceğim, derse sözünden dönmez), denilmemiştir. Hakk Taâlâ va'dını yerine
getirir, ama vaid ve tehdidlerini gerçekleştirip gerçekleştirmemekde
muhayyerdir.
Va'd ve vaîd da haktır. Va'd, kulun
Allah'tan alacağı hakkıdır. Va-îd,
Allah'ın kulundan alacağı haktır. Mutlak vaîd böyle olunca peşinden istisna
gelen vaîdin de böyle olacağı pek tabiîdir. Cennetlikler, Cennete yaptıkları
amel ve kazandıkları sevapla değil, Hakk Taâlâ'mn lütfü ve merhameti ile
girerler. Cehennem bakî kaldığı sürece Cehennemlikler de bakî kalacaktır.
Fakat Cehennem bakî midir, fânî midir, işte, burada ihtilaf vardır. Dâr-ı adi,
dâr-t fazl'a kıyas olunamaz, Cehennem Cennete benzetilemez.
Hulasa, inanan kimse hem Allah'ın azabından
korkar, hem de ilahî rahmete mazhar olacağım ümit eder. Allah'ın cezasından
emin olmak da, rahmetinden ümit kesmek de (emn ve ye's halleri) caiz değildir.
Bu haller küfrü gerektirir. (İzmirli, Yeni ilm-i kelâm, II, 199). Cehennemin
ebedî olmadığını ileri sürenler, ne kadar büyük ve ne kadar çok olursa olsun,
dünyada çok kısa bir süre içinde işlenen mah-dud miktardaki suç ile âhirette bu
suçlara verilecek çok ağır ve ebedî ceza arasındaki nisbetin ilahî adalete
sığmayacağını, suç-ceza arasındaki adaleti ve dengeyi bozacağını iddia
ederler.
Çağımızda tbn Arabi'nin görüşü Musa Carulİah
Bigiyef tarafından, Rahmet-i İlahiye burhanları adlı eserde savunuldu. Fakat
Mustafa Sabri, bu fikirleri, Yeni müctehidlerimizin kıymet-i ilmiyesi isimli
eseriyle sert bir biçimde reddetti. Cennetin ebedî olmadığı îbn Kayyım Cevziye
tarafından Hâdi'l-ervâh ilâ biladi'l-efrah isimli eserde de müdafaa
edilmiştir. (Daha geniş bilgi için bk. Gazali, Faysalu't-tefrika tercümesi:
İslâm'da müsamaha, Tere. Süleyman Uludağ, İst. 1972). Sadreddin Taftazani,
Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh
Yayınları: 257-261.
[12] Buharî, Vasayâ, 23; Müslim,
İman, 36. Bu konudaki hadisler sahih kaynaklarda değişik şekilde geçer.
[13] Büyük günahların neler
olduğu öteden beri araştırma konusu olmuş ve bu sahada bir hayli eser
yazılmıştır. Bu eserlerde kebîre yani büyük günahların adedi değişik olarak
gösterilmiştir. Beyrut'ta 1355/1933 de neşredilen Şemseddin Ebu Abdullah
Muhammed b. Ahmed Zehebî (Öl. 748/1437) nin Kitabu'l-kebair isimli eserinde
yetmiş kebîrenin izahı yapılmıştır.
[14] Haricîlere göre amel
imandandır. Ve onun için de günah işleyen kâfir olur. Bunun zıddı Mürcie
mezhebidir. Onlara göre amel imandan değildir. Onun için de kebîre sahibi tam
ve kâmil manâda müslümandır. Günah işleyenlerin seyyiati mağfur, hasenatı
makbuldür, kâfire iyi amel fayda vermediği gibi, müslümana da kötü amel ve
kebîre zarar vermez. Halis Mürcie'nin görüşü budur.
Mutezileye göre amel imanın parçasıdır. Onun
için kebîre bir insanı mümin olmaktan çıkarır ama kâfir de yapmaz. İkisi
ortasında bir yer olan menzile beyne'l-menzileteyn'de tutar. Kebîre sahibi
tevbe ederek Ölürse Müslüman olarak; tevbe etmeden canverirse kâfir olarak
âhirete intikal eder. Ölüm, kebîre sahibinin nihaî durumunu tayin eder. Ameli
imandan parça (cüz) sayan, onun için farzları terk edenlere veya haramı
işleyenlere kâfir diyen Sünnî hadis ve fıkıh âlimleri de vardır. Ama
Sünnülerin ekseriyetine göre, şirk hariç diğer günahları işleyenler iman ve
İslâm dairesinin dışına çıkmış sayılamazlar,
[15] Hadisin tamamı şöyledir:
“Zina eden kişi, zina halinde iken. mümin değildir. İçki içen kimse içki
içtiği zaman mümin değildir. Hırsızlık yapan kimse hırsızlık fiilini icra
ederken imanlı değildir. Herkesin gözünü diktiği itibarlı bir zat, çapulculuk
yaparken mümin değildir.” Buharı, Eşribe, I; Müslim, îman, 22, 24.
[16] Aclunî, II, 349. Ebu Va'la,
Beyhaki, Tabaranî ve Ahmed b. Hanbel'ir eserlerinde yer almaktadır.
[17] Hadisin lamamı şöyledir: Ebu Zer'den naklen: Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: “Lâ ilahe
illellah diyen, sonra da bu inanç üzere ölen hiçbir insan yoktur ki Cennete
girmesin. Bunu Cebrail böyle müjdeledi”.
- “Ey Allah resulü, zina etse, hırsızlık da
yapsa da mı?
-
“Evet, zina da etse, hırsızlık da yapsa”. Ben tekrar aynı soruyu sordum,
aynı cevabı verdi. Üçüncü defa aynı sofuyu sorunca
“Evet evet, zina da etse, hırsızlık da yapsa
Cennete gidecektir. Hem de Ebu Zer'in burnu yere sürtse ve bunu İstemese de...”
Buharî, Libas, 24; Müslim, İman, 38
[18] Sadreddin Taftazani, Kelâm
İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh
Yayınları: 262-266.
[19] Tevhid, Allah Taâlâ'mn
birliğine, ulûhiyet ve ulûhiyetin hususiyetlerinde şerîk (ortak) ve nazîr
(benzer); olmadığına itikat edip, şirk nevilerinden, sirk ihtimali bulunan şekillerden
sakınmaktan ibarettir. Kur'an'da tevhid kelimesi, üç nevi amirle gelmiştir.
a) Mütekellim
zamiri: “Lâ ilahe illâ ene”; Benden başka ilah yoktur.
b) Muhatab zamiri: “Lâ ilahe illâ ente”: Senden başka
ilâh yoktur.
c) Gâib zamiri:
“Lâ ilahe illa hû”: Ondan başka ilâh yoktur.
d) Tevhidin bir de “Lâ ilahe illallah” şekli vardır
ki, yaygm olan da budur. Son iki tevhidi herkes söyler. İkincisini, bütün
nefsanî hazlardan gaib olup kurtulanlar söyler. İlkini ancak ulu ve yüce olan
Hakk söyler (İzmirli, Yeni ilm-i kelâm, II, 103).
Tevhide zıd olan sirkin bir takım nevileri
vardır. Başlıcaları Veseniye (putperestlik) ile Seneviye (iki ilâh kabul etmek,
Mecusîlik) tir.
1. Şirk-i İstiklâl: Müstakil iki ilâh kabul
edenlerin şirkidir, Mecûsî-lerin ve müşriklerin şirki gibi. Seneviye bu guruba
dahildir.
2. Şirk-i teb'iz: Cenâb-ı Hakk'm bir
olduğunu söylemekle beraber, birden fazla tanrıdan mürekkeb
olduğuna itikad edenlerin şirkidir.
Teslis inancı gibi (Ekânim-i selâse:
Hıristiyanlıkta Allah hem birdir, hem üçtür).
3. Şirk-i takrîb: Bu inanca göre âlemin yapıcısı ve
yaratıcısı (sanî'i ve hâlik'i) birdir
ama ona bir yakınlık peyda etmek için aracılar kabul etmemek, aracı ve
gefâatcı olduğuna İnanılan heykellere, putlara ve bazı maddelere ibadet etmek
gibi itikadlar ve hareketler vardır.
Veseniyenin, yani putperestlerin ve Cahiliye Arapîarınm şirki bu ne-videndir.
4. Şirk-i taklîd: Sırf başka birini
taklid ederek Allah'tan maadasına,
putlara ibadet edenlerin, putlara ve heykellere Tanrı ismini verenlerin
şirkidir. Sonraki Cahiliyet dönemlerinde görülen şirk gibi.
5.
Şirk-i esbâb: Tabiattaki eşyanın hakiki müessir olduğuna itikad
edenlerin şirkidir. Tabiiyyûn
(Natüralistler) ile onlara tabi
olanların Sirki böyledir.
Ancak neticeyi sebebe rapt ederek, her
ikisinin Hâlik'ının da Allah olduğuna, sebepleri yaratınca, onun ardından
neticeyi yaratmanın sünnetullah ve âdetullah olduğuna itikad etmek bir şirk
nevi değildir, aksine tevhidin ta kendisidir. Zira Mutezile ve Maturidı
akaidine göre îslâmda nisbî ve izafî bir determinizm vardır, Eş'arîlere ve
Cebriyeye göre yoktur.
Bir diğer tasnife göre şirkin iki nevi daha
vardır:
a) Şirk-i celi: Açıktan açığa birden fazla
ilah kabul etmek.
b) Şirk-i hâfî: Sırf Hakk rızası için
yapılması gereken ve Allah'ın zatına
mahsus olan ibadet, taat, hal ve hareketleri riya olsun, insanlar görsün diye
yapmak. (Bk. İzmirli, a.g.e., II, 102).
İbn Teymiye ve ondan sonra Muhammed b.
Abdülvehhab (Vehhabîliğin kurucusu Öl. 1206/1791) tarafından" kabul ve
müdafaa edilen tevhid anlayışı iki türlüdür:
1. Tevhid-i Rubûbiyet: Âlemi yaratan Allah'ın bir
olduğuna itikad etmek. Dinlerin çoğunda mevcut olan bu tevhide, tevhidu'l-esmâ
ve's-sıfat, tevhidu'l-ef'al, tevhidu'l-ilm ve'l-itikad adı da verilir. Allah'ın
zatı, isimleri,
fiilleri ve sıfatları gibi zata, İsimlere, fiillere ve sıfatlara haiz ikinci
bir ilâh yoktur, diye bilmek ve buna inanmak tevhid-i Rubûbiyettir.
Cahiliye Araplarına: Yerleri ve gökleri kim
yarattı, diye sorulunca: “Allah” diye cevap verirlerdi. Puta tapan Cahiliye
Arapları tarafından dahi bilinen ve itikad edilen bu tevhid, İslama has bir
tevhid değildir. Cahiliyye Arapları tarafından dahi bilinen ve itikad edilen bu
tevhid, îslârna has bir tevhid değildir. Cahiliye Arapları Allah'ın var ve bir
olduğuna inanıyor, sadece “Bizi Allah'a yaklaştırır, onun nezdinde bize
şefaatçi olur”, inancıyla putlara ilah diyor, bunları aracı ve şefaatçi kabul
ediyor ve en önemlisi de aslında Allah olmadıklarına kesinlikle inandıkları bu
putlara ibadet ediyor, onlardan yardım istiyor ve onları şefaatçi biliyorlardı.
2. Tevhid-i ulûhıyet: Tevhidu'l-kasd ve't-taleb
denilen tevhid budur. Yani ibadette ve yardım istemede sadece Allah'ın kasd,
irâde ve taleb edilmesidir. Her ne surette olursa olsun Allah'tan başkasına
ibadet etmemek ve sadece Allah'ın vereceği hususları ondan başkasından
istememek, kul ile Rabbı arasına kesinlikle üçüncü bir varlığı sokmamaktır,
îsiâmın gerektirdiği tevhid budur. îslâmda bulunup diğer dinlerde bulunmayan
tevhid de budur. Bu tevhidin iki esası vardır:
a) Allah'tan başkasına ibadet
etmemek,
b) Allah'a da âyet ve sahih hadislerde anlatıldığı
biçimde ibadet etmek. Bunun dışında Allah'a ibadet etme şekillerini şirk,
küfür, bid'at ve delâlet kabul etmek,
(Bk. Muhammcd b.
Abdulvehhab, Kitabu't-tevhid, s. 9 (Kahire
1376/1976).
Buraya kadar anlatılanlar doğrudur. Eş'arî ve
Mâturidî akaidine de uygundur. Ancak Vehhabîler bu akidenin tatbikinde çok
aşırı gitmişlerdir, aslında mekruh olan hususları bile şirkin şümulüne alarak
tevhid kelimesinin geniş olan manâsını daraltmışlardır. Bu sebeple,
îslâ-miyeti taklid yoluyla öğrenen çok sayıdaki insanın davranışını ve görüşünü
şirk saymışlar, hatta bunları Cahiliye döneminin putperest Araplarıyla bir
tutarak Öldürülmelerini bile caiz görecek kadar aşırı gitmişlerdir. Meselâ
onlara göre şu gibi hususlar şirktir:
1. Kabirleri ve
türbeleri ziyaret ederek,
buralarda gömülü olan şahıslardan
yardım istemek, yatırların Allah nezdinde bize şefaatçi, yardımcı ve aracı
olacağına inanarak oralarda ibadet etmek, namaz kılmak.
2. Yatırlara kurban kesmek,
3. Yatırlara ve oradaki ağaçlara çapıt ve iplik
bağlamak,
4. Allah'tan başkasına adak adamak,
5. Fala,
uğursuzluğa, yıldıznâmelere, müneccimliğe inanmak.
6. Dünyevî maksatlar için ibâdet etmek,
7. Helâli haram, veya haramı helâl kılan bir âlime
itaat etmek, onu taklid etmek,
8. Allah'tan
başkasına yemin etmek.
Başlangıçta çok sert çıkışlı ve katı tutumlu
Vehhabiler, bilgi seviyeleri ilerledikçe epey' yumuşamışlar, liğer
müslumanlarla İşbirliği yapabilme anlayışına ulaşabilmişlerdir.
[20] Sadreddin Taftazani, Kelâm
İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh
Yayınları: 266-271.
[21] İbn Teymiye ve Vehhabîlerin,
peygamberlerin şefaatini inkâr ettikleri, özellikle mutasavvıflar ve Şiîlerce
ısrarla müdafaa edilmektedir. Şefaatin üç manâsı vardır:
1. Hz. Peygamber hayatta iken, bir kimsenin hidâyete
ermesi ve günahlarının affedilmesi için Allah katında şefaatçi olur. Allah da
habibinin şefaatini kabul ederek o kulu hidâyete erdirir, affeder veya affetmez.
Nitekim ResûlüIIah'ın anası hakkındaki şefaat ve af dileği geri
çevrilmişti (Bk. Tevbe, 9/113).
2. Hz. Peygamber mahşer günü de şefâatta bulunacaktır,
şefâat-ı uzma ve şefâat-ı kübra, en büyük gefâat ona aittir. Bu iki manâdaki
şefâatı Vehhabîler, diğer Sünnîler
gibi aynen ve
Allah'ın iznine bağlı olarak
kabul ederler.
3. Hz. Peygamber vefat ettikten sonra ve kıyameti
müteakip dirilmeden önce acaba şefaat edebilir mi edemez mi? Bu soruya Sûfîler ve Şiîler evet; Vehhabîler,
fıkıhçılar, kelâmcıîar ve hadisciler hayır cevabını vermişlerdir.
Bu konu esas itibariyle şudur: Günah işleyen
bir kişi dünyada iken af için Allah'la arasına bir şahsı ve Ölünün ruhunu aracı
ve şefaatçi olarak koyabilir mi, koyamaz mı? İhtiyaçları olan bir müslüman, hacetinin
görülmesi için bir şahsın ve ölünün vesile ve vasıta olmasını isteyebilir mi,
isteyemez mi? Kısaca kul ile Mevlası arasına üçüncü bir şahsın şefaatçi ve
aracı olarak girmesinin hükmü nedir, konusudur. El-Hidaye'nin
“Kitabu'l-kerâhiyyet”, bölümünün sonunda aynen şöyle denilmektedir: “ve yukrehu
en yekûle fî duaihi, bihakkî fûlan ve bi-hakki enbiyâike ve rusulike...” (Bir
kimsenin dua esnasında: Ya Rabbi falanın hakkı için veya nebi ve rusûllerinin
hakkı için, yani onların yüzü suyu hürmetine şu işimi gör, beni mağfiret et,
demesi mekruhtur). Bu ifade bütün Hanefi fıkıh kitaplarında ve aynı bölümde
yer almıştır.
İmam Muhammed'e göre kerahet haram olmak,
mekruh da haram manâsına gelir. Buna göre, kime ait olursa olsun ölülerin
ruhlarından yardım istemek, onlardan meded ummak, şefâatlarını ummak ve aracı
olacaklarım beklemek (istiâne, istimdad, İsti$fa' ve tevessül) caiz değildir.
Bu maksatla kabir ve türbeler ziyaret edilemez. Kabir ve türbeler sadece
iki maksat için ziyaret edilir:
1. İbret ve ders almak için. Buna ilâne-i kulûb veya
terkik-i kulûb için kabirleri ziyaret etmek denir.
2. Kabir, ve türbede yatan zata faydalı olmak için.
-Ondan faydalanmak için değil-. Ziyaret sırasında okunan dua ve Kur'an,
kabirde ve türbede yatan ve gömülü olan zatın ruhuna faydalı olur. Bu iki maksatla
kabir ziyareti, îbn Teymiye ve Vehhabîler dahil bütün Sünnîlerce caiz
görülmüştür. İhtilaf konusu olan kabirde yatan ve gömülü olan kişileri, onların
ruhlarından ve maneviyatlarında istifade etmek mak-sadiyle ziyaret etmek meselesidir.
Vehhabîler ve îbn Teymiye bu konuda biraz
ileri giderek ve biraz da sert çıkışlar yaparak, diğer Sünnîlerce mekrhu
sayılan kabir ve türbe ziyaret biçimlerini kesin surette haram saymışlar ve
hatta bunu küfre kadar götürmüşlerdir. Burada esas ihtilaf Vehhabîlerle Şiîler
ve Mutasavvıflar arasındadır.
[22] Ebu Davud, Sünnet, 21;
Tirmizî, Kıyamet, 11; îbn Mace, Zühd, 37; îbn Hanbel, III, 213. Ayrıca Beyhakî,
Hakim ve îbn Hibban tarafından da rivayet edilmiştir. Bk. Aclunî, II, 10.
Mutezile bu hadisin uydurma olduğunu ileri sürmüştür. Hadisin senedini zayıf görenler vardır.
[23] Sadreddin Taftazani, Kelâm
İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh
Yayınları: 271-275.
[24] İman, lügatte inanmak ve
tasdik etmek manâsına gelir. Fakat inanma sadece “bilmek” ve “bilineni tasdik
etmek” ten ibaret değildir. Aksine doğruluğunu kabul ederek, benimseyerek,
boyun eğerek ve teslimiyet göstererek, bir haberin veya o haberi veren zatın
doğru olduğuna hükmetmeye ve onu tasdik etmeye iman denir. İman, “keyfiyet nevinden
bir şeydir”, “kelâm-ı nefsidir”, “Bazı itibarî şeylerle beraber 'bilgiden
ibarettir”, diyenler olmuştur.
Taftazânî, sözlükteki imanın, bilgi nevinden
psikolojik bir keyfiyet olduğuna meyletmektedir. Buna göre lugattaki iman,
mantıktaki tasavvurun mukabili olan tasdikten ibaret olmaktadır. İbn Sina,
Dânişname-i Alâî isimli eserinde, şöyle demektedir: “Bilmek (dânişten, ilim)
iki çeşittir:
a) Anlamak, fehmetmek, idrâk etmek. Tasavvur denilen
şey budur.
b) İnanmak
(girevîden). “Tasdik denilen şey de budur”. (Bk. Giritli Sırrı Paşa,
Nakdu'l-keîâm, s. 263).
Bu manâda, Islâmiyeti tasdik eden, tasdikini
ikrar eden, ikrarına göre hareket eden bir kimse, küfür ve inkâr şiarı olan
zünnâr kuşansa ve putlara tapsa, aslında imanı bile olsa, dinen ve seran küfür
ve inkâr alâmetleri sayılan davranışları sebebiyle yine de kâfir olur. Biz
zahire göre hükmederiz, işin aslım ve hakikatim Allah'a havale ederiz.
[25] Tirmizî, Kader, 7; İbn Mace,
Mukaddime, 13; tbn Hanbel, II, 4.
[26] Sadreddin Taftazani, Kelâm
İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh
Yayınları: 276-280.
[27] İman, kalbin tasdikidir: Bu
tasdikin dil ile ifadesi dünyevî ve hukuki muamelelerin tatbiki yönünden önemli
ve lüzumludur. Yani ikrar müslümanlara göre kâfir sayılmamak için şarttır.
Allah indinde müslüman olmak için şart değildir.
İmanın iki türlü şartı vardır. Biri aslî ve
zatî, diğeri fer'i ve zaiddir. imanda esas olan şart tasdiktir, ikrar zait bir
şarttır. Onun için de cebir ve dilsizlik gibi mazeretler zamanında ikrar şartı
düşer ama tasdik şartı hiç bir zaman sakıt olmaz.
İman ne bir bilgidir ne de bilgiden mücerred
kuru bir beyandır, tman kavramında iki temel unsur vardır:
1. Bilgi unsuru. Önce neye, ne şekilde ve
niçin inanıldığı hususunun bilinmesi şarttır. Şöyle veya böyle bir bilgi
olmadan iman etmek imkânsızdır. Bu sebeple iman kavrami'nın tekevvün ve teşekkülünde “marifet” ve “İlim” denilen
bilgi unsurunun birinci derecede rolü vardır. İmanın akıl, fikir, nazar ve
istidlalle ilgili olan'yönü budur.
2. İrâde ve ihtiyar unsuru. Bilinen bir şeyin iman
haline gelmesi için, o şeyin, teknik bir deyimle iz'anı ye kabulü şarttır. Yani
bilinen husus gönüllü olarak kabul edilmeli, samimi surette benimsenmeli,
içten gelen bir kararlılıkla teslimiyet gösterilmeli, onun karşısında saygı ile
eğilmeli ve boyun eğmelidir. Esasen İslâm, Hakka ve hak dine teslim olmak,
demektir. Her şeyi çok iyi bilen Şeytanın kâfir sayılması, imanında bu unsur
bulunmadığı içindir. İmanın his, fiil ve amel yönü de budur.
İmanm birinci unsuru bazı hallerde iradeli ve
kesbî olmayabilir. Fakat bir takım şartlarla birlikte iradeli ve kesbîdir.
İkinci unsur ise tamamen irâdeye ve kesbe dayanmaktadır. îman iradeli bir
tasdik, gönüllü olarak kabul edilen bir şeyin beyanı olduğu için mükellefiyet'
ve sorumluluk konusu olmuştur. Hz. Peygamber: “Bir kimse beni her şeyinden
daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz”, deyince, Hz. Ömer: “Ya Resûlallah, ben
seni nefsim ve özüm hariç herkesten, daha çok seviyorum” demiş, fakat Hz.
Peygamber, “olmadı” buyurmuş, bunun üzerine Hz. Ömer: “Ey Allah Resulü, ben
seni kendimden de çok seviyorum”, deyince, Hz. Peygamber: “Hah işte şimdi oldu
ya Ömer!”, buyurmuşlardı (Bk. Ahmed Naim, Sahih-i Buharî Tecrid tercümesi,
I, 27).
Demek ki, imanın temeli, “kalbin tam bir
meyli” manâsına gelen sevgidir. Allah'ı ve Resulünü sevmeyen bir kimse, ne
yaparsa yapsın iman etmiş sayılmaz. Sevgi unsuru ise tamamiyle hissidir. Ve
önemli ölçüde de iradî ve ihtiyarîdir. Başlangıçta fertlerin gönlündeki sevgi
temeline dayanan iman hareketi, bu unsurun gelişmesi ve yayılması nisbe-tinde
büyür ve âlemşümul hale gelir. Onun için din, önemli ölçüde bir bilme konusu
olmaktan çok, duyma ve yaşama konusudur. Akıl ve şuur meselesi olmaktan fazla,
his meselesidir. Din, bilindiği ve öğrenildiği nisbette, fakat bundan daha çok
duyulduğu ve yaşandığı Ölçüde anlaşılır ve gerçeklik kazanır. Dinî akîde,
temeli bilgiye ve sevgiye dayanan bir inançtır. Bu sebeple din demek, bir
bakıma sevgi demektir. Kuvvetli bir tasdik ve iman behemahal dille ikrarı
gerektirir. Bir adam gönülden benimsediği ve severek bağlandığı inancını
açıklamaktan gurur duyar, bununla iftihar eder. Aksini düşünmek mümkün değildir.
İman ve akîde çok kuvvetli olursa mutlaka amel, taat ve İbadet şeklinde kendini
belli eder. înamlan, gönülden benimsenen, doğruluğu samimiyetle kabul edilen
imanın gereğine göre hareket edilmesi tabiî ve hatta bir manâda zarurîdir. Önce
ikrar, daha sonra amel, güçlü bir inancın kaçınılmaz sonucudur. Her iman
sisteminde durum budur. İmanlı bir kimsenin amel sahibi olması veya olmaması
veyahut az amel sahibi olması her zaman imanın ve kalbi tasdikin güçlü oluşu
ile açıklanamaz. Zira içtimai çevrenin, ailevî sebeplerin ve alışkanlık haline
gelen davranışların amel sahibi olmada payı büyüktür. Bunun için amel sahibi
olmayan müminler arasında, amel sahibi olan müminlerden daha kuvvetli iman
sahiplerine raslamak bazı hallerde mümkündür. Bazan insanı amele ve ibadete
sevk eden amilin riya veya alışkanlık, haya ve çevreye uyma olduğunu unutmamak
gerekir. Amelle imanın artıp eksileceğine kani olan kelâm âlimleri vardır.
Doğrusu şudur: Amel imana tesir eder ve onu kuvvetlendirir. Ama kuvvetli iman
da amele tesir ederek onu kemiyet ve keyfiyet yönünden daha iyi bir duruma
getirir. Yani iman ile amel arasındaki tesir, ister müsbet yönde düşünülsün,
ister menfî yönde düşünülsün karşılıklıdır. Bir insanın imanı arttıkça ameli,
fazlalaştıkça da imanı artar. Aynı şekilde imanı zayıflayanın ameli, ameli
zayıflayanın da imanı za'fa uğrar. Fakat bir iman ne kadar zayıf olursa olsun
“kalbin gönüllü tasdiki”, şeklinde varlığını devam ettirdiği sürece insan
mümindir. İrâdeye ve bilgiye dayanan kalbi tasdik ortadan kalkıp yerini iradeli
inkâra veya şüpheye bırakmadığı müddetçe insan mümindir. Aslında inkâr ve şüphe
de bir imandır, ama artık bu dinî manâda bir iman değildir, küfür niteliğinde
ve menfî bir imandır.
[28] Buharı, îman, 37; Müslim,
îman, 1. Bu hadis, “Cibril hadisi” diye meşhurdur.
[29] Buharı, İman, 40; Müslim,
îman, 7.
[30] Müslim, İman, 12; Ebu Davud,
Sünnet, 14; Tirmizî, îman, 6.
[31] Sadreddin Taftazani, Kelâm
İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh
Yayınları: 280-287.
[32] Müslim, Kader, î. Beyhakî,
Bezzar, Taberanî ve İbn Cevzî bu hadisin uydurma olduğunu iddia.ederler.
[33] Sadreddin Taftazani, Kelâm
İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh
Yayınları: 287-289.