1.
PEYGAMBERLİK VE PEYGAMBERLERE ÎMAN
“Peygamber göndermede hikmet vardır”
Rusül, resul kelimesinin çokluk şeklidir. “Feûl” vezninde
bir kelime olan resul, risâ1et kökünden gelir. Risâlet, Allah. Taâlâ ile, onun
mahluklarından akıl sahibi olan (temyiz ve rüşd çağına ulaşan) insanlar
arasında (peygamber olan bir) insanın sefirlik yapmasıdır. Allah, bu
sefaretle, insanların dünya ve âhiretteki çıkarlarıyla ilgili olan, fakat
mahiyetini kavramaya düşünceleri kafi gelmeyen illetleri ve kusurları giderir.
Resul ve nebinin ne olduğunu bu eserin baş tarafında görmüş bulunuyoruz.
Hikmet, maslahat ve iyi neticeye denir. Bu ifadede,
“Peygamber göndermek vâcibtir”, konusuna işaret vardır. Fakat buradaki “vâcib
olma”, Allah Taâlâ üzerine vaciptir (vücûb ale'İlah), manâsına gelmemektedir.
Aksine bu, “hikmetin hükmü ve gereği bunu icab ettirir. Zira bunda hikmetler,
maslahatlar ve menfaatlar vardır”, manâsına gelmektedir. Peygamber gönderme
Brahmanların ve Sümeniyye (veya Semeniyyenin) iddia ettiği gibi imkânsız da
değildir. Peygamber göndermek -bazı (Eş'arî) kelâm âlimleri tarafından
benimsendiği gibi- iki tarafı birbirine eşit olan (yani olması ve olmaması,
gönderilmesi veya gönderilmemesi yekdiğerine müsavi olan) bir mümkün de
değildir [1].
Bundan sonra müellif Ömer Nesefî, peygamber gönderme
hadisesinin vukuuna, faydasına, sübût yollarına ve peygamberliği sabit
olanlardan bazılarının belirlenmesine işaret ederek der ki:
İman ve taat sahiplerini Cennet ve sevapla
“Müjdelemek”, kâfirleri ve günahkârları Cehennem ve ceza ile “korkutmak için
Allah Taâlâ insanlardan insanlara resuller ve elçiler göndermiştir”
Bu gibi hususlara ulaşmak ve onları kavramak
konusunda akı! için yol yoktur. (Hangi işlerin insanı Cennete, hangilerinin
Cehenneme götüreceğini akıl idrâk edemez). Akıl için (bunlardan bazılarını)
idrâk etmek mümkün olsa bile, bu tek-tük kimselerden başkasının başaramayacağı
çok ince düşünceler sayesinde kabil olur.
“Allah, dünya ve din işleriyle ilgili olarak ihtiyaç
duydukları hususları açıklasınlar, diye insanlara peygamberler göndermiştir”
Allah Taâlâ Cenneti ve Cehennemi yarattı. Bunların
birinde mükâfatı, diğerinde cezayı hazırladı. Bunların halleriyle ilgili
tafsilatı; birincisini elde etme, ikincisinden sakınma konusu, aklın yalnız başına
anlayamayacağı işlerdendir. Bunun gibi Allah his ve aklın müstakil olarak
mahiyetini kavrayamâyacağı faydalı ve zararlı (helâl ve haram olan) maddeler
yaratmıştır. Bundan başka, öyle kaziyeler (ve dinî hükümler) ortaya koymuştur
ki, bunlardan bir kısmı hadd-i zatında mümkün olmakla beraber, mümkün olan iki
şıktan birini kestirmeye akıl için yol yoktur. (Akşam namazının 2 veya 4 rekât
olması aslında mümkündür. 3 rekât olması gerektiğini şeriat bildirmeseydi akıl
bilemezdi). Bu hükümlerden bir kısmı vâcib ve zaruri veya muhal ve imkânsız
olmakla beraber; akıl bunların böyle olduğunu mükemmel bir araştırma ve
sürekli bir düşünme neticesinde anlayabilir. İnsan bu neticeye varmak için o
kadar vakit ayirsa, işlerinin çoğu muattal olur, görülmeden kalır. O sebeple,
bu gibi hususları acıklasınlar diye Allah lütfunun ve rahmetinin eseri olarak
göndermiştir. Nitekim Hakk Taâlâ: “Biz
seni, sadece rahmet olasın, diye
gönderdik”(Enbiya, 21/107)
buyurmuştur. [2]
“Allah, peygamberleri, âdetleri
makzeden mucizelerle teyid etmiştir”
Mucize kelimesinin çoğul şekli mücizâttır. (Kur'an'da
mucize yerine daha çok delil ve delâil, Kelimeleri kullanılmıştır). Mucize,
inkarcıların benzerini getirmekten âciz kalacakları şekilde, münkirlerin meydan
okumaları halinde peygamberlik iddiasında bulunan zattan âdetin hilafına (ve
tabiat kanunlarının aksine) olarak zuhur eden (harikulade ve fevkalâde) bir
iştir.
Bunun sebebi şudur: Peygamberler mucize ile te'yid
edilmemiş olsalardı, sözlerini kabul ve kendilerini tasdik etmek vâcib olmazdı.
Peygamberlik davasında sâdık ile kâzib olan, doğru ve samimi olanla yalancı
olan yekdiğerinden ayırd edilemezdi. Mucize zuhur edince, peygamberin doğru
söylediği tabii bir şekilde ve kesinlikle anlaşılmış olur. Zira Allah Taâlâ
mucizenin zuhur etmesinin ardından, peygamberin doğru söylediğine dair bir
bilgi yaratır. Fakat bu bilginin yaratılmaması da hadd-i zatında mümkündür.
(Mucizeden sonra ilmin meydana gelmesi şöyle olur:)
Bir cemaatın huzurunda bir adam gelip: “Ben şu kralın size gönderdiği bir
elçiyim”, dese; sonra bu krala dönerek, “Eğer beni elçi tayin etmede sâdık
isen, âdetine muhalefet et, üç defa yerinden kalk”, dese, kral da bunu yapsa, o
topluluk için o adamın doğru söylediği hakkında örf ve âdete dayanan zarurî bir
bilgi hasıl olur.
Her ne kadar bu hususta o adamın yalancı olması
hadd-i. zatında imkân dahilinde ise de. “Bir işin akıl yönünden mümkün olması”,
manâsına gelen “zatî imkân”, kesin bir bilginin hasıl olmasına engel değildir.
Meselâ, hadd-i zâtında- mümkün olmakla beraber Uhud dağının altın haline
dönüşmediğini bilmemiz (ve bu bilginin kat'i olması) böyledir. Aynen bunun
gibi, âdetin gereği olarak peygamberin doğru söylediğine dair bir bilgi hasıl
olur. Çünkü âdet de his gibi bir bilgi edinme yoludur.
(Mucize ile hâsıl olan kesin) bilgi konusunda,
“Mucizenin Allah Taâlâ'dan
başkasından olması veya tasdik maksadı için olmaması veyahut yalancılığı tasdik
için olması... imkânı vardır”, gibi akla dayanan ihtimaller, bir itiraz ve
tenkit olarak ileri sürülemez. Nitekim “Ateşin sıcak olmaması mümkündür”,
denilmek suretiyle, ateş hakkındaki hisse dayanan zarurî bilgi de itiraz ve
tenkit konusu yapılamaz. Buradaki “Ateşin sıcak olmaması mümkündür” cümlesi, “Sıcak olmadığı
farzedilse, bundan bir imkânsızlık ortaya çıkmaz”, manâsına gelmektedir.
(Kelâmcılara göre tabiat
kanunları hadd-i zatında mümkündür, vücûb ve zaruretlerini Allah'tan
almaktadırlar. Onun için de vâcib li-gayrihîdir [3].
Peygamberlerin ilki Adem (a.s.) sonuncusu Muhammed (s.a.)dir.
Âdem (a.s.) in peygamberliği, kendisine bazı şeylerin
emir, diğer bazı hususların nehyedildiğini ifade eden Kur'an'la sabittir.
Halbuki O'nun zamanında başka bir peygamberin bulunmadığı kesindir. Şu halde bu
emir ve nehiyler, ona diğer herhangi bir yoldan değil, sadece vayih yoluyla
gelmiştir. Ayrıca Âdem (a.s.) in peygamberliği, buna ilaveten hadis ve icma
ile de sabittir. Bu sebeple, bazılarından naklolunduğu gibi, onun
peygamberliğini inkâr etmek küfürdür [4]
Muhammed (s.a.) in peygamberliğine gelince, O hem
peygamberlik davasında bulunmuş, hem de mucize göstermiştir. Peygamberlik
davasında bulunduğu tevatürle sabittir. Gösterdiği mucizeler ise iki nevidir:
1. Bir
mucize olmak üzere Allah'ın kelâmı olan Kur'an'ı ortaya koymuş, belagat (ve
fesahat) yönünden en yüce mertebede bulunan, beliğ konuşan şahıslara ve
edebiyatçılara bununla meydan okumuş, onlar da son derece arzu etmelerine (ve
bu yolda hırsla gayret göstermelerine) rağmen Kur'an'ın en kısa suresine bile
muârazada bulunmaktan (ve bir mislini vücûda
getirmekten) aciz kalmışlardır.
Nihayet, sözle karşı koymayı
(ve muârazayı) bir tarafa bırakarak kılıçla vuruşmaya girişmek suretiyle
kendilerini tehlikeye atmışlardı. (Edebî alanda Kur'an'a ve Islâmî harekete
karşı koymaya güçleri yetmeyince işi zorbalığa dökmüşlerdi). Kur'an'ın
muarızlarından hiç birinin (Kur'an'ın mislini değil) ona yakın olan bir şey
bile ortaya koyduğu bize nakledilmiş değildir. Halbuki onların böyle bir işe
girişmesmi gerektiren pek çok sebep vardı. Bu durum kesinlikle göstermektedir
ki, Kur'an Allah Taâlâ tarafından gönderilmiştir. Peygamber (s.a.)in davasında
hak üzere olduğu Kur'an'la tabii bir şekilde malum olmuştur, örf ve âdete
dayanan diğer tabiî bilgilerde olduğu gibi bu bilgi de aklî ihtimallerden
herhangi bir ihtimal ileri sürülerek tenkit ve itiraz konusu yapılamaz.
2. Hz.
Peygamberden harikulade hususlar zuhur ettiği naklolunmuştur. Zuhur eden
mucizelerle ilgili nakiller -bu nevi nakiller her ne kadar teferruat itibariyle
âhâd olsa da- ortak noktalar itibariyle tevatür haddine ulaşmıştır. Hz. Ali
(r.a.)nin cesareti ve Hatem (Tâî) nin cömertliği gibi. Şüphe yok ki, teferruat
yönünden âhâd olsa da, bunlardan her biri tevatürle sabit olmuştur. Bunlarla
ilgili hususlar siyer kitaplarında kaydohınmuştur.
Basiret sahibi olan kimseler Hz. Muhammed'in
peygamber olduğuna iki şekilde daha istidlal ederler:
1. Hz.
Peygamberin, halkı dine davet etmeden evvelki, davet esnasındaki ve daveti
tamamladıktan sonraki halleri, yüce ahlâkı, verdiği hikemî (ve isabetli)
hükümler, cengâverlere hücum etmesi sırasındaki kararlı ve sarsılmaz
tutumu, her halükârda Allah Taâlâ'nın kendisini koruduğuna dair beslediği güven
duygusu, korkunç durumlarda bile vaziyetini değiştirmemesi... öyle ki, onu
kötülemek için hırsla çalışan en azılı düşmanları dahi kendisini bu durumlar itibariyle karalamaya
ve yermeye imkân bulamamışlardı. Şüphesiz ki, bu gibi hususların,
peygamberlerden başkasında toplanmasının
imkânsız olduğuna akıl kesinlikle hükmeder. Allah Taâlâ bu nevi kemâl ve
üstün halleri, kendisine iftira edeceğini bildiği bir zatta topluca
bulundursun, sonra bu şahsı (kendisine iftira ettiği için cezalandırmadan) 23
sene ihmal etsin, sonra onun dinini öbür dinlere üstün kılsın, düşmanlarına
karşı muzaffer kılsın, bıraktığı eseri (ve açtığı çığın) ölümünden sonra
kıyamete kadar payidar kılsın... bütün bunlar olacak şeyler değildir. (Bir
yalancı peygamber bu kadar mükemmel bir karaktere sahip olamaz, bu nisbette
başarılı olamaz, bu ölçüde büyük bir hareketi başlatamaz ve yürütemez).
2. O,
bu büyük davayı kitap sahibi olmayan, ve hikmetten anIamayan bir kavim içinde
ortaya atmış (Bk. Bakara, 2/151), onlara kitabı ve hikmeti izah etmiş,
hukukî ve şer'i hükümleri öğretmiş, ahlâklarım mükemmelleştirmiş, halkının pek
çoğunu hem ilmî ve hem de amelî fazilet bakımından kemâle erdirmiş, bütün âlemi
iman ve iyi amelle nurlandırmiş, ve Hakk Taâlâ va'd ettiği gibi onun dinini,
öbür dinlerin tümüne üstün kılmıştır. (Bk. Tevbe, 9/33; Feth, 48/28; Saff,
61/9). Esasen resûllüğün ve nebiliğin bundan başka bir manâsı (ve gayesi) de
yoktur [5].
Hz. Muhammed'in peygamber olduğu bu şekilde
ispatlandıktan sonra deriz ki: Gerek Resûlüllah'ın; gerekse, O'na indirilen
Allah Taâlâ'nın kelâmı (Bk. Ahzab, 33/40), Hz. Peygamber'in, nebilerin sonuncusu,
Hâtemu'lenbiya olduğuna delâlet eder. Ve yine O bütün insanlığa gönderilmiştir,
daha doğrusu ins ve cinne gönderilmiştir. Böylece peygamberlerin sonuncusu
olduğu ve Hıristiyanların iddia ettikleri gibi nübüvvetinin Araplara mahsus
olmadığı da sabit olmuş olur.
İtiraz:
Hz. Muhammed'den sonra İsa (a.s.)nın nüzulü konusunda hadis vardır.
Cevap:
Evet, Hz. İsa gökten yere inecek, lâkin Muhammed (s.a.)in şeriatına tabi
olacak. Zira Hz. İsa'nin şeriatı neshedilmiştir. Hz. îsa'ya vayih gelmeyecek,
(yeni ve aslî) hükümler de koyamayacaktır. O sadece Resûlüllah (s.a.)ın
halifesi olacaktır. En doğru olan görüşe göre, Hz. îsa halka namaz kıldıracak,
onlara imam olacak, Mehdi de ona tabi olacaktır. Zira Hz. îsa daha efdaldir, şu
halde imam olmaya (Mehdiden) daha uygundur [6].
“Peygamberlerin sayılan bazı
hadislerde açıklanmıştır”
Rivayete göre Peygamber (s.a.)e nebilerin sayıları
sorulduğunda 124.000, diğer bir rivayete göre 224.000 dir, buyurmuşlardır
“Cenab-ı Hakk 'Bazı peygamberlerin hayat
hikâyelerini sana anlattık, diğer bazilarınınkini anlatmadık” (Gafir,
40/78) buyurduğundan, isimlendirmede bir sayı üzerinde durmamak (ve belli bir
rakam tayin etmemek) daha doğru olur. Çünkü bir sayının tesbit edilmesi (ve
isimlerin belirlenmesi) halinde peygamber olmayanların peygamberlere dahil
edilmeleri veya peygamber olanların, peygamberlerin dışında kalmaları durumundan
emin olunamaz”
Eğer rakam büyük olursa nebi olmayanlar nebilere,
küçük olursa nebi olanlar nebi olmayanlara dahil edilebilir. Yani haber 4
vâhid, fıkıh usûlü'nde anlatılan şartların hepsini üzerinde toplaması halinde
bile, sadece zan ifade eder. İtikadı konularda ise zanna itibar edilmez.
Özellikle vâhid bir haberde rivayet ihtilafı olur ve o haberi kabul etmek,
Kur'an'm zahirine muhalefet edilmesi neticesine' ulaşmayı gerektirirse ona hiç
itibar edilmez. (Yukardaki hadiste, 124.000 mi, 224.000 mi olduğu konusunda bir
rivayet farkı vardır, ayrıca bu hadis, Gâfir suresinin meali yukarda verilen
78. âyetinin zahirine de uygun düşmemektedir). Zira bu âyete göre Hz.
Peygamber'e (s.a.) anlatılmayan nebiler de vardır. Onun için bir nebiyi sayı
dışında bırakmak veya nebi olmayanı sayıya dahil etmek sonucunu doğuran sayı
tesbiti, vakıaya aykırı olabilir. Zira bir sayı, ifade ettiği manâya delâlet
etmek konusunda özel bir isimdir. Onun için de fazla veya eksik olması gibi bir
ihtimal taşımaz. (Nebiler 124.000 veya 224.000 dir denildi mi, bu rakamın daha
fazla veya eksik sayıya delâlet etmesi
ihtimali ortadan kalkar. O zaman peygamberlerin adedi bu rakamdan fazla
ise bazı resuller nebi sayılmamış olur, şayet aded bu rakamdan az ise o zaman
da resul olmayan bazı kişiler nebi sayılmış olur. Bu sebeple bir sayı üzerinde
durulmaması daha uygundur).
“Peygamberlerin hepsi Allah Taâlâ'dan aldıkları
bilgileri (eksiksiz olarak ümmetlerine) haber vermişler ve tebliğ etmişlerdir”
zaten nebî ve resul (haberci ve elçi) olmanın manâsı da budur. “Peygamberlerin
hepsi de doğru sözlü ve samimi idiler”
Risâlet ve bi' set (elçilik ve gönderme) konusundaki
faydanın yok olmaması için böyle olmaları gerekir.
Bu ifadede, özellikle şer'î işlerde, dinî hükümlerin
tebliğ edilmesinde ve ümmetin irşadiyle ilgili konularda; peygamberlerin yalancılıktan
masum (korunmuş, hatasız ve günahsız) oldukları hususuna işaret vardır. Bu
gibi konularda peygamberlerin kasten yalancılıktan (ve günahtan) masum
olduklarına dair icma vardır.
Ekseriyetin kanâatma göre sehiv konusu olan
hususlarda da durum böyledir. (Kadı Ebu Bekir, tebliğle ilgili konularda bir
sehiv ve nisyan eseri olarak onlardan kizbin vukuunu caiz görmüştür).
Diğer günahlardan masum olduklarına dair bir takım
teferruatlı görüşler vardır:
1.
Peygamberler, kendilerine vahiy gelmeden önce de sonra da küfür ve şirk
günahından masumdurlar. Bu konuda icma ve ittifak vardır.
2. Cumhura
göre peygamberler kasten büyük günah işlemekten de masumdurlar. Fakat bu
konularda Haşeviyye aksi kanâattadır. İhtilaf konusu olan husus, peygamberlerin
kasten büyük günah işlemelerinin aklen
mi yoksa şer'an mi imkânsız olduğu konusudur. (Nebilerin büyük günahları kasten
işlemeleri, Eş'arilere göre din, Mutezileye göre akıl yönünden imkânsızdır).
3. Sehven
işlenen günahlar: Ulemanın ekseriyetine göre nebilerin sehven büyük günah
işlemeleri mümkündür.
4. Cumhura
göre nebilerin küçük günahları kasdet işlemeleri de mümkündür. Fakat Cübbaî ve
ona tabi olanlar aksi kanâattadırlar.
5.
Nebilerin küçük günahları sehven işlemeleri ittifakla mümkün görülmüştür.
Bazıları bu nevi günahlara ve
hatalara ze11e adını verir. Sadece
aşağı ve düşük karakter sahibi olmaya delâlet eden fiiller bir istisna teşkil
eder. Bir lokma yiyecek çalmak, tartıda ve ölçüde bir tane eksik çıkarmak gibi.
Fakat muhakkik: olan kelâm âlimleri, işlenen günahlar
konusunda nebilerin uyarılacaklarını, bunun üzerine günahtan vazgeçeceklerini
şart koşmuşlardır. (Allah onları uyarınca, bundan vazgeçerler).
Bütün bu anlatılanlar vahiyden sonrası içindir.
Kendilerine vahiy gelmeden evvel nebilerden kebîrenin sâdır olmasının imkânsız
olduğunu gösteren bir delil mevcut değildir. Mutezile vahiyden önce kebîre
işlemelerini de imkânsız görmüştür. Çünkü onlara göre, önceden işlenen kebîre,
halkın kendilerine tabi olmalarına engel olan bir nefret (ve güvensizlik
duygusunun) meydana gelmesini gerektirir. Böylece peygamber göndermedeki
maslahat ve menfaat ortadan kaybolur
[7].
Doğrusu şudur: Anne ile zina etmek, fücur, seciyenin
düşüklüğüne delâlet eden küçük günahlar gibi nefreti gerektiren günahları, nebilerin vahye mazhar olmadan
evvel işlemeleri de mümkün değildir.
Şiilere göre ne vahiyden evvel ne de sonra nebiler
büyük ve küçük günah işlemezler. Fakat Şiîler, nebilerin takiye icabı küfür
izhar etmelerini caiz ve mümkün görmüşlerdir.
Bu husus böylece ifade edildikten sonra deriz ki:
Nebî (a.s.)den yalan veya günah olduğu kanâatini ve hissini veren bir şey
naklolunduğunda; şayet bu nevi haberler âhâd yollardan bize gelmişse
reddolunur. Tevatür yoluyla naklolunmuşsa, bu takdirde mümkün olursa zahirî
manâları te'vil olunur. Bu mümkün olmazsa “terk – ievla” (Daha iyi olanı
terketme. Aslında nebilerin yaptıkları işler günah değildir, fakat daha doğru
olan hareket tarzını tarkettikleri için Allah tarafından kınanmışlardır)
formülü ile mesele halledilir. Veya bu günahın vahiy gelmeden evveline ait
olduğu ileri sürülür. Bu gibi hususlar hacimli eserlerde daha teferruatlı
olarak izah edilmiştir.
“Nebilerin en üstünü Muhammed (a.s.)dir”
“Siz, halka iyi olanı enir, kötü olanı nehyetmek
için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz” (Ali îmran, 3/110) âyeti bunun
delilidir. Şüphesiz ki, bir ümmetin en hayırlı olması, dindeki kemâl ve olgunlukları
itibariyledir. Bu ise, kendisine uydukları peygamberin kemâline tabidir. Hz.
Peygamber'in “Övünmek için söylemiyorum ama âdemoğlunun Efendisi benim” [8],
hadisinin delil gösterilmesi zayıf bir istidlaldir. Çünkü bu hadis, Hz.
Peygamber'in Âdem'den üstün olduğuna delâlet etmez, ama onun evlatlarından daha
üstün olduğuna delâlet eder.[9]
“Melekler, emrine göre hareket eden Allah Taâlâ'nın
kullarıdır”
Nitekim şu âyet-i kerîme buna delâlet eder:
“Allah'tan önce söz söylemezler, ancak onun emri üzerine iş yaparlar”; “...
Katında olanlar ona kulluk etmekten çekinmezler ve usanmazlar” (Enbiya,
21/27, 19).
“Erkeklik ve dişilikle nitelendirilemezler”
Zira bu konuda naklî bir' delil yoktur. Akıl da
onların (erkek ve dişi olduklarını) göstermez. Puta tapıcıların, “Melekler
Allah Taâlâ'nın kızlarıdır”, diye iddia etmeleri hem imkânsız hem bâtıldır, melekler
hakkında ifrattır, aşırılıktır. Nitekim Yahudilerin, “Meleklerden biri küfür
günahını işleyebilir ve bundan dolayı, Allah Taâlâ, o meleğin şeklini en kötü
bir biçime sokmak suretiyle onu cezalandırır”, demeleri de melekler hakkında
bir tefrit ve kusurdur. (Melekler yemezler, içmezler, uyumazlar, Allah'a asi
olmazlar).
Soru: Bazı
meleklerin günah işlemelerinin imkânı konusunda, aslen meleklerden olan İblisin
günah işlemesi (Bütün melekler Âdem'e secde etti, bir tek İblis müstesna,
Bk. Bakara, 2/35 âyetinde) istisnanın sıhhatma bir delil olmaz mı?
Cevap:
Hayır. İblis meleklerden değil, cinden idi. Rabbının emrinin haricine çıktı.
Fakat derecesinin yüksekliği ve ibadet konusu itibariyle meleklerin
vasıflarına haiz idi. İblis melekler arasında, hali gizli olan bir cinnî idi,
Onun için tağlib (ve ekseriyeti dikkate alma) kaidesine uyularak İblisin
meleklerden istisna edilmesi sahih olmuştur.
Harut ile Marut (Bk. Bakara, 2/102), en doğru olan
görüşe göre melek idilen Kendilerinden ne küfür ne de kebîre zuhur etmiş değildi.
Azab görmeleri, tıpkı peygamberlerin sehiv ve zelleden dolayı azara maruz
kaldıkları gibi, itab ve azar şeklinde idi. Harut ile Marut halka nasihat
ediyor, sihir öğretiyor ve: “Biz fitneyiz sakın küfretme” (ibtila ve imtihan
edilmeniz için vesileyiz) diyorlardı. Zira sihri öğretmek değil, sihre itikad
etmek ve onu uygulamak küfürdür [10].
“Allah Taâlâ'nın
peygamberlerine indirmiş olduğu
kitapları vardır. Emrini, nehyini, va'dım ve vaîdini burada
açıklamıştır”
Bunların hepsi Allah Taâlâ'nın kelâmıdır. Allah
Taâlâ'nın kelâmı vahiydir ve birdir (ilahî ve semavi kitaplar ve muhtevaları
çokluk gösterirse de Allah'ın kelâmı tektir). Çokluk ve farklılık nazımda
okunanda ve dinlenendedir. (Dinlenir, okunur ve ifade edilir olması yönünden
Allah'ın kelâmında ta'addud ve tefavüt vardır). Bu yönden en üstün olan Allah
kelâmı Kur'an, sonra. Tevrat, sonra İncil, daha sonra da Zebur'dur. Nitekim
Kur'an da Allah Taâlâ'nın bir tek kelâmıdır. Bu yönden Kur'an'daki bazı
bölümlerin diğer bölümlerden daha üstün olması tasavvur edilemez. Fakat okuma
ve yazma bakımından bazı surelerin diğerlerinden daha üstün olmaları caizdir.
Nitekim bu husus hadislerde de ifade edilmiştir.
Sözü edilen üstünlüğün mahiyeti, daha faydalı olması
ve içinde Allah Taâlâ'nın zikrinin daha çok olması itibariyle Kur'an'daki bazı
bölümlerin okunmasının daha efdal olmasıdır [11].
Daha evvelki kitapların okunması, yazılması ve bazı
hükümleri Kur'an'la neshedilmiştir [12].
“Allah Taâlâ’nın Resulünün, uyanık iken bedenî ile
önce semaya, sonra Allah Taâlâ'nın dilediği kadar yüceliklere miracı haktır” [13].
Meşhur haberle sabittir. Onun için de miracı inkâr
eden (kâfir lmasa da) bid'atcı sayılır.
Miracı inkâr ve imkânsızlığım iddia etmek felsefî
esaslara damaktadır, semâların açılması ve kapanması (yarılması ve tekrar
bitişmesi hark ve iltiyam) mümkündür.
(isimler birbirine benzemektedir
(temasül-i ecsâm). Bundan dolayı bir cisim için doğru olan bir şey öbürü için
de doğrudur. Mümkün olan her şeyi yapmaya Allah Taâlâ kadirdir.
Müellif Ömer Nesefî'nin “uyanık iken” (yakaza
halinde) demesinde, miracın rüyada vaki olduğunu iddia edenleri redde işaret
vardır. Nitekim Muaviye (r.a.) ye miraçtan sorulunca: “Bu uykuda meydana
gelmiş sâdık ve saîih bir rüyadan ibarettir”, demişti. Hz. Âişe (r.a.)nın:
“Miraç gecesi Muhammed (a.s.)in bedeni (yatağından) kaybolmamıştı”, dediği
rivayet edilmiştir. Hakk Taâlâ da (miraç hâdisesine işaret ederek) “Sana
gösterdiğimiz rüyayı, halka fitneden başka bir şey kılmadık” (îsra, 17/60),
buyurmuştur.
Bu düşünceye şu şekilde cevap verilmiştir: Rüyadan
maksat, gözle görmektir. (Rüya Arapça'da hem düş hem de görmek manâsına
gelir). Hz. Âişe'nin “Bedeni gâib olmadı”, sözü, “Bedeni ruhundan kaybolmadı,
ayrılmadı, bilâkis bedeni ruhu ile beraberdi. Miraç hem beden, hem de ruhla
ilgili bir hadise idi” manâsına gelir.
Müellif Ömer Nesefî'nin: “Bedeni ve şahsı ile”,
demesinde, “Miraç sadece ruha ait bir hadisedir”, (cismanî ve bedeni değil,
ruhanî ve manevîdir) iddiasında bulunanları redde işaret vardır. Aşikârdır ki,
rüya şeklinde veya ruhani bir biçimde miracı kabul etmek, esas itibariyle
reddedilen cinsden bir şey değildir. Halbuki kâfirler, inkâr etmede azamî
derecede ileri gitmişlerdi. Hatta bu sebeple bir çok müslüman irtidad etmişti.
(Yani kâfirler, “miraç beden ye vücûd ile vâki oldu”, denildiği için bunu
imkânsız görerek red ve inkâr etmişler, akıl almaz bir hadise olarak
karşılamışlardı. Şayet, miraç ruhla veya rüya şeklinde vaki oldu denilseydi
veya onlar meseleyi bu şekilde anlamış olsalardı, meseleyi bu kadar garib
görmez ve inkâr etmezlerdi).
Müellif Ömer Nesefî'nin “semâya” demesinde, “Uyanık
olma halindeki miraç, Kur'an'da da ifade edildiği gibi sadece Beytu'l-makdis'e
vaki olmuştu”, iddiasında bulunanları redde işaret vardır.
Müellif Ömer Nesefî'nin: “Sonra Allah Taâlâ'nın
dilediği bir yüceliğe...”, demesinde, Selefin bu konudaki ihtilâfına işaret
vardır. Miraç hadisesinin; Cennete, veya arşa veya arşın üst tarafına veya
âlemin uc (ve bitiş) noktasına kadar vaki olduğuna dair Seleften değişik
rivayetler gelmiştir,
Mescid-i Haram'dan Beyt-i makdis'e, Mekke'den Kudüs'e
kadar olan îsra ve
miraç kafidir, Kur'an'la sabittir.
(Bk. Îsra, 17/1).
Fakat arşdan semâya, yerden göğe vaki olan isra ve
miraç meşhur haberlerle sabittir. Semâdan Cennete, arşa... vaki olan isra ve
miraç ise âhâd haberlerle sabittir.
Doğru olan görüşe göre Hz. Peygamber (s.a.) miracda
Rabbını gözü ile değil, kalbi ile (baştaki gözü ile değil, kalbteki gözle) görmüştü.[14]
“Velîlerin kerametleri haktır”
Velî, mümkün olduğu nisbette Allah Taâlâ ve sıfatlan
hakkında marifet ve bilgi sahibi (ârif-i billahî olan, ibadet ve taatlara
sürekli olarak riayet eden, günah ve kötülükten daimi surette kaçman, (nefsanî
ve süfli arzulara, isteklere ve) nazlara, şehvet ve hırsla dalmaktan uzak
kalan kişidir.
Velinin kerameti; peygamberlik davası ile ilgili
bulunmamak şartiyle, ondan zuhur eden harikulade (ve tabiat kanunlarının
üstündeki fevkalâde) hadiselerdir. “İman ve iyi amelle ilgisi bulunmayan
kişilerden zuhur eden harikulade hadiselere istidrac, peygamberlik davasıyle
ilgili olan harikulade hadiselere mucize denir.
Kerametin hakikat ve mahiyetinin delili, sahabe ve
onlardan sonra gelenlerden zuhur edip te tevatür derecesine ulaşan ve onun
için de inkârı imkânsız olan harikulade hadiselerdir. Bize nakledilen bu nevi
hadiseler, tafsilat ve teferruat itibariyle her ne kadar âhâd senetlerle
rivayet edilmişse de, özellikle bu rivayetlerin birleştikleri ortak nokta
mütevatîrdir.
Ayrıca, Hz. Meryem'den (Bk. Ali îmran, 3/37) ve
Süleyman (a.s.)ın veziri (olan Asef) ten (Bk. Necm, 27/40) (kerametlerin ve)
harikulade hadiselerin zuhur ettiği açıkça ifade edilmiştir. (Böylece) vukuu
sabit olduktan sonra imkânını ispat etmeye ihtiyaç yoktur. (Zira vukuu imkânına
şahid ve delildir. Mümkün olmasaydı vaki olmazdı. Velilik konusunda geniş bilgi
için bk: Kuşeyri risalesi, s. 368 Tere. S. Uludağ, İst. 1978).
Müellif Ömer Nesefi, bundan sonra kerameti izah
etmek, aklın ciddî surette garib ve tuhaf bulduğu bazı keramet vakalarını tek
tek göstermek için şu sözleri irad etmişti:
“Keramet, âdeti nakz yolu ile
velîden zuhur eder”
(Yani tabiat kanunlarının işlerliğini durdurmak,
geçerliliğini sekteye uğrutmak ve tesirliliğini geçici bir zaman için, belli
kişi ve olaylara mahsus olmak üzere durdurmak suretiyle ortaya çıkan olağanüstü
olaylardır).
“Az süre içinde uzun mesafe katetmek” (tayy-i mekân),
Meselâ Süleyman (a.s.)ın adamı olan Asaf b.
Berhiya'nın -meşhur olan görüş budur- göz açıp kapama süresi içinde, hatta
ondan daha az bir zamanda, Belkıs'ın tahtını uzak bir mesafeden getirmesi gibi
(Bk. Nemi, 27/40). (Mutasavvıflar ayrıca tayy-ı mekâna da inanırlar ve: “Allah
zaman içinde zaman yaratır", derler).
“İhtiyaç duyulduğunda
yenecek, içilecek ve giyilecek şeylerin
zuhur etmesi, kendiliğinden ortaya çıkması”
Nitekim Hz. Meryem hakkında bu durum söz konusudur,
“Zekeriyya mihraba her gelişinde Hz. Meryem (a.s.)in yanında bir rızık (ve gıda
maddeleri) bulur, 'Ey Meryem, bunlar sana nereden geliyor', der O da:
'Allah tarafından', diye cevap verirdi” (Ali îmran, 3/37).
“Su üzerinde yürümek”,
Nitekim veli olan Selefin bir çoğundan bu gibi
hadiseler nakledilmiştir.
“Havada uçmak”,
Nitekim Cafer b. Ebu Talib'ten ve Serahslı
Lokman'danbu gibi vakalar rivayet edilir. (Cafer-i Tayyar “Uçan Cafer” Hz.
Ali'nin kardeşidir. Lokman-ı perende”Uçan Lokman”nin Hacı Bektaş ile ilgisi
vardır).
“Cansız maddelerin ve hayvanların konuşmaları”,
Cansız maddelerin konuşmasına misâl: Rivayet olunur
ki, Ebu Derda ile Selman-ı Farisî'nin önlerinde bulunan bir sahan teşbih etmiş
(Subhanellah, demiş) onlar da bu sesi işitmişlerdi [15].
Hayvanların konuşmasına misâl: a) Köpek Ashab-ı
kehfle konuşmuştu, b) Peygamber (s.a.)in şöyle dediği rivayet olunur: “Adamın
Diri, bir sığırın sırtına yük vurmuş ve önüne katıp götürüyordu. Bu esnada, sığır adama bakmış ve,
'Ben bu iş için yaratılmadım, sadece çift sürmek için yaratıldım', demişti. Hz.
Peygamber bu hadiseyi anlatınca, orada bulunan topluluk, hayret ederek,
'Sübhanellah.' Sığır da mı konuşurmuş? demişlerdi. Bunun üzerine Resûlüllah
(s.a.), “Ben buna ninanıyorum! (Ebu Bekir ve Ömer r.a.) da inanırlar, buyurmuştu” [16].
“Ve bunlara benzer daha başka
şeyler”
Medine'de minberde bulunan Ömer (r.a.) in
Nihavend'deki orduyu görmesi gibi. Hz. Ömer'in ordu komutanı olan zata, “Ya
Sâriye el-cebele!” (Dağa sığın, dağa!) diye seslendiği, böylece orada bulunan
ve arkadan çevirme harekâtına girişen düşmanın harb oyununa karşı komutanına
taktik verdiği hikâye edilir. Mesafenin uzunluğuna rağmen komutan Sâriye'nin
Hz. Ömer'in sesini işitmesi (daha doğrusu Hz. Ömer'in orduyu görüp sesini
komutanına işittirmesi) keramettir. Hz. Halid (r.a.) in içtiği zehirden zarar
görmemesi, Hz. Ömer'in gönderdiği bir mektup üzerine, o sırada suları azalan
Nil nehrinin taşması ve benzeri hadiseler gibi sayılmayacak pek çok keramet
vakası vardır.
“Harikulade hadiselerin velilerden de zuhur etmesi
mümkün olsaydı, o zaman kerametle mucize birbirine karışırdı, bunun neticesinde
de peygamberi, peygamber olmayandan ayırdetmek mümkün olmazdı”, gibi delil ve
düşüncelerle; Mutezile, evliyanın kerametini inkâr ettiği için (Eş'arîlerden
Ebu îshak İsferanî de aynı görüştedir), Müellif Ömer Nesefî, buna işaret ederek
dedi ki:
“Bu kerametler”,
Yani, bir ümmete mensup fertlerden biri olan bir
velîden zuhur eden harikulade hadiseler,
“Kendisinden keramet zuhur eden ferdin bağlı
bulunduğu ümmetin peygamberine ait bir mucize olarak kabul edilir. Çünkü bu
keramet sayesinde o şahsın velî olduğu zahir olur. Bir kimse dindarlığında hak
üzere (ve dine bağlılığında samimi ve sâdık) olmazsa velî olamaz. Velînin
dindarlığı ise”, lisan ve kalble “tâbi olduğu Resulün peygamberliğini ikrar
etmek”, bununla beraber bütün emir ve nehiylerinde kendisine itaat etmek “ile
olur”
(Cüneyd'in kerameti Hz. Peygamber'in mucizesidir).
Onun içindir ki, peygamberlere tâbi olmak söz konusu olmadan bizzat ve
müstakillen velî olduğunu iddia eden bir veli aslında velî sayılmaz, kendisinden
bu gibi harikulade halle (istidrac olmak üzere meydana gelir, ama katiyen
keramet olmak üzere) zuhur etmez.
Velhasıl, ister kendisinden zuhur etsin, isterse
kendisine bağlı olan ümmet fertlerinden bir zattan zuhur etsin, harikulade bir
hadise peygamberlere nisbetle mucize, velîye nisbetle keramettir. Zira kendisinden
harikulade bir hadise zuhur eden şahıs, peygamberlik davasında bulunmamaktadır.
Netice olarak, peygamberlerin nebî olduğunu kesinlikle bilmeleri, harikulade
bir şey göstermeye kasd ve azmetmeleri, mucizenin gereğine göre hükmetmeleri
(ve ona göre davranarak, “Ben peygamberim” demeleri) şarttır. Halbuki velî için
bunlardan hiçbiri söz konusu değildir, onda durum bunun tam aksinedir [17].
[1] Eş'arilere göre Allah'ın
fiilleri fayda, hikmet ve menfaat gibi illet ve sebeplerle bağlı olmadığından,
sırf Allah irâde ettiği için peygamber göndermiştir. Peygamber gönderme işinde
insanların faydası ve maslahatı gözetilmiş değildir. Allah istemiştir,
peygamber göndermiştir, istemeseydi göndermezdi. Göndermesiyle göndermemesi
eşit derecede mümkündür. Aklın bu konuda vereceği hüküm budur. Mutezileye göre
peygamber göndermek Allah üzerine vaciptir. İnsanlar için en faydalı ve
çıkarlarına en uygun olanı Allah'ın yapmaması, yaptığı işlerde bir çok hikmet
ve maslahatın olmaması düşünülemez. Maveraünnehir âlimlerine göre, insanların
menfaat ve maslahatlarını gözetmek ve kollamak için peygamber göndermek Allah
üzerine vacib değildir, ama kendi lutfu, ihsanı, keremi ve fazlı gereği
peygamber göndermek O'na vacibtir.
Maturidîlere göre peygamber göndermek Allah'ın
zatına ve kudretine göre değil, lütfuna ve hikmetine göre vaciptir. Tıpkı
cömert ve mert bir adam gibi ki, bu adam aksini yapmaya muktedir olduğu halde
daima iyi ve güzel olan işler yapar.
[2] Sadreddin Taftazani, Kelâm
İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh
Yayınları: 293-295.
[3] Mucize, lügatte, aciz
bırakan manâsına gelen ve tabiat kanunlarının üstünde fevkalâde ve harikulade
bir hadisedir. Âdetullah ve sünnetullah denilen tabiat kanunlarının
geçerliliğini ve tesirlisini kısa ve geçici bir süre için durduran mucize,
mahiyeti cabi “müsbet ilimlerle izah edilemez”, bir nitelik taşır. Bu nevi
hadiseler akün ve tabiata hâkim olan kanunlar He açıklansa, o zaman mucize
olmaktan çıkar, tabiî bir hadise olur, fevkalâde ve harikulade bir hadise olma
niteliğini kaybederek alâlade bir olay haline gelir.
Mucize inancı determinizmle uyuşmaz. Onun için
kelâm âlimleri sürekli olarak determinizm prensibine karşı çıkmışlardır, tslâm
inancına göre, Allah her an her nevi hadiseye hür ve muhtar iradesiyle müdahale
ederek ona yön verdiği yani kelâmı bir deyimle fâil-i muhtar olduğu için,
determinizm fikri, filozoflar dışında kalan taraftar toplamamiştir. Mucizenin
nitelikleri:
1. Mucize Allah'ın fiilidir, onun için de ona aittir.
Peygamberlere isnad ve nisbet edilmesi mecazidir.
2. Tabiat kanunlarının üstünde ve ona aykırı olan
harikulade bir hadisedir.
3. Peygamberlik vazifesiyle görevlendirilen
şahıslardan zuhur eder.
4. Peygamberlik davasından evvel olmaz, bu iddiadan
çok sonra da olmaz. Peygamberlik davası ile birlikte bulunur.
5. Mucize ojan hadise davaya ve peygamberin isteğine
uygun olur, “Dağı yerinden
kaldıracağım”, diyen bir kimsenin, denizi yarması mucize değildir.
6. Bir 'inkarcı ve tekzibci bulunacak. Mucize bir
inkâr ve tekzib hadisesinden sonra vukua gelirse daha tesirli olur.
Bu iki
hususa stahaddfa denir. Peygamberin, dinî hükümleri tebliğ ettiği kavim veya
onlardan birkaçı veya biri, “biz senin Hak peygamber olduğuna inanmıyoruz. Eğer
Allah'ın peygamberi isen bize mucize göster”, diye peygamberi inkâr ve tekzib
edecekler, ona meydan okuyarak kendisini sıkıştıracaklar ve zor durumda
bırakmaya çalışacaklar. îşte bunun üzerine, peygamberin davasında hak üzere
olduğunun delili ve şahidi olan mucize hadisesi zuhur eder.
7. Mucize insanoğlunun benzerini ve dengini yapmaktan
âciz kaldığı bir hadise niteliğinde
olmalıdır.
8. Bir peygamberden,
bi'setinden yani nebi olarak gönderilmesinden kısa süre önce zuhur
eden harikulade hadiselere “irhas”
(çokluk şekli, irhâsât), daha evvel
zuhur eden harikulade hadiselere ise
“keramet”, denir. Bir peygamber tebliğ görevine başlamadan önce
veli olduğundan, kendisinden kerametler
zuhur edebilir.
Mucizede asıl ve esas olan aklî ve ilmî ölçüler
içinde izah edilmeme niteliğidir.
Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Süleyman
Nedevî, Asr-ı saadet, III ve IV. ciltler
(Ömer Rıza tercümesi, İst. 1928).
[4] İlk peygamberin Hz. Âdem olup olmadığı konusunda ihtilaf edilmiştir. Allah, Âdem'e “Cennette ikamet et”, diye emir vermiş, ”Şu ağaca yaklaşmayın”, diye de ona yasak koymuştu (Bk. Bakara, 2/35). O zaman başka bir peygamber bulunmadığına göre, O bu emir ve ne-hiylerî vahiy suretiyle almıştır. Fakat bu istidlal şekline itiraz edilmiştir. Önce Hz. Âdem'in peygamber oluşu, Cennette değil, dünyada idi. Halbuki söz konusu emir ve nehiyler Cennette iken vaki olmuştu. Hz. Âdem'e vahyin gelmiş olması peygamber oluşunu gerektirmez. Zira Hz. Musa'nın anasına da peygamber olmadığı halde vahiy gelmiştir. Bu gibi görüşleri ileri süren çoğunluk, Hz. Âdem'in Cennette iken değil, yer yüzüne indiği zaman peygamber olduğunu savunur.
[5] Taftazânî'nin temas ettiği
son iki delil çok önemlidir. Bunlardan birincisi Hz. Peygamber'in hal, hareket
ve sözleriyle ilgilidir. Bu kadar üstün vasıflara sahip olan sağlam karakterli
bir insanın, “Ben peygamberim” şeklindeki teklifini kabul edip kendisine uymak
için mucize göstermesine, ihtiyaç yoktur. Zaten O'nun şahsiyetini yakından
tanıyan ve çok iyi bilen Hz. Ebu Bekir gibi basiretli ve dürüst insanlar,
mucize göstermesini istemeden ona iman etmişlerdi. Hz. Peygamber'den mucize
göstermesini isteyenlerin pek çoğu da iman etmemişti. Şu halde, Hz.
Peygamber'in herkese emniyet ve itimad veren güçlü şahsiyeti ve sağlam
seciyesi, gösterdiği mucizelerden daha beliğ ve veciz bir şekilde O'nun Allah
Resulü olduğuna delâlet etmekte idi. Vefatından sonra geriye bıraktığı yakın
arkadaşları, İslâm devletinin sınırlarını doğuda Hindistan'a, batıda Pasifik
okyanusuna kadar genişletecek derecede akıllı, basiretli ve zeki insanlardı.
Hz. Peygamber'in bu güçlü şahsiyet sahibi zeki insanları, peygamber olduğuna
inandırmış olması, onların kayıtsız şartsız güvenlerini kazanması ve mutlak
şekilde kendine bağlaması, bu gibi işlerin zorluğunu bilen her aklı başında
insan için mucizelerin en büyüğüdür.
Asırlarca başka milletlerin hakimiyeti atlında
yasaya yasaya müzminleşrniş bir aşağılık duygusuna sahip olan cahil ve bedevi
bir kavmi, uzun ve ganh bir mazisi olan İran Sasanî devletine ve Bizans
împara-torluğu'na kafa tutacak bir hale getirmesi, o zamanın dünyasının en
güçlü iki devleti ile başarılı savaşlar yapacak bir seviyeye yükseltmesi, bu
iki devletten birini kökünden, diğerini ise büyük ölçüde yıkacak bir şuur
verebilmesi, daha fazlasını insan aklının idrâktan âciz kaldığı en muazzam
mucizelerdir. Allah, bu kadar meziyet, fazilet ve kemâle sahip kıldığı bir
kimseye, kendi aleyhinde bulunma ve yalan isnad etme imkânını vermez. Onu bir
süre başarılı kılsa bile neticede rezil eder. Gerçi, bazı fatihler ve
cihangirleri yaşadıkları zaman içinde Hz. Peygamber'în kurduğu ve halifelerinin
genişlettiği devletten daha geniş sınırlan olan büyük devletler kurmuşlardır.
Makedonyalı İskender ve Cengiz Han örneğinde olduğu gibi. Fakat bu devletlerin
ömrü kurucularının ömrü kadar olmuş, onlardan sonra parçalanmışlardı. Ayrıca,
Hz. Peygamber için sözkonusu olan başarı sadece devlet kurma ve fetih yapma
hareketi değildir. Bundan daha önemlisi, gidilebilen ülkelerde yaşayan halk
yığınlarının manen ve kalben fethedilerek yeni bir inanç sisteminin hararetli
taraftarları ve savunucuları haline getirilebilmiş olmasıdır ki diğer
fatihlerde ve cihangirlerde bu durum yoktur. İkinci husus, Hz. Peygamber'in
medeniyet âlemine kazandırdığı manevî değerlerdir. Çoğu câhil ve bedevi olan toplulukları
eğitmek, onlara edeb ve ahlâk
öğretmek, dünyanın en büyük medeniyetlerinden birinin kurulmasına müsait olan
zemini hazırlamak ayrı bir mucizedir. Resûlüüah'ın hayatında
kendisinden zuhur eden
“ellerinden su akması, cansız varlıkların kendisini
selâmlaması, az yemekle çok kişinin karnım doyurması” gibi mucizeler, sadece o
zamanda yaşamış olan insanlar için delil olduğu halde, bu nevi mucizeler her
zaman delil olma niteliğim muhafaza etmektedir.
Islâmın ilim, irfan, edeb, ahlâk, terbiye,
iman, amel, çalışma, istikamet, medeniyet ve kültür gibi büyük ehemmiyet
atfettiği manevî değerleri görmezlikten gelerek veya bunlara layık oldukları
büyük ehemmiyeti vermeyerek, bazı harikulade hadiseler üzerinde daha fazla
durmak, “mühimle meşgul olurken ehemmin faydasından” (lüzumlu ile ilgilenirken
daha fazla lüzumlunun verilerinden) mahrum kalmak gibi bir sonuç meydana
getirmiştir. Bu hüküm en azmdan, bazı çevreler için doğrudur.
[6] Mehdi hadisleri, sıhhatından
şüphe edildiği için Buharî ve Müslim gibi en yetkili iki hadis âlimi tarafından
rivayet edilmemiştir. Kütub-i sitte'-nin diğer dördünde Mehdî ile ilgili
hadisler ekseriya zayıf senetlerle rivayet edilmiştir. Hatta İbn Haldun,
Mukaddime'de bu hadislerin senetlerini teker teker inceleyerek hiçbirinin
güvenilir olmadığını, Mehdî akidesinin Sünnîlere Şiîlerden geçtiğini göstermiştir. Mehdî akidesi tarih boyunca bir
çok muhteris kişiler tarafından istismar edilmiştir. Mehdî olduğunu iddia ederek
saf müslümanları kandıran pek çok sahtekâr ve açıkgöz zuhur etmiştir.
Biraz sonra, “haber-İ âhâd, itikadı konularda
zandan başka bir şey ifade etmez”, diyen Taftazânî'nin, senedi zayıf olan âhâd
haberlere dayanarak neden âhır zaman Mehdisinden bahsettiğini anlamak, kolay
değildir (Daha geniş bilgi için Bk. Avni İlhan, Mehdîlik, [îzmir, 1976]; İslâm
ansiklopedisi, “Mehdîlik”). Aslında nüzül-i İsâ (a.s.) konusuyla ilgili
hadisler de mütevatir ve meşhur değildir. Hükmü yukarda açıklanan âhâd
haberler nevindendir (Bk. Müslim, Fiten, 9). Mehdîlik ve nüzül-i îsâ (a.s.)
konusu etrafında bir çok efsane ve hurafeler vücuda getirilmiştir (Bk.
Süleyman Uludağ, Kelâm dersleri, s. 219, İst. 1977).
[7] Genellikle peygamberlik
hakkında bilinmesi vacib beş
sıfatın olduğu kabul edilir;
1. Nebilerin zeki ve dâhi kimseler olmaları zaruri (fetanet), ahmak olmaları imkânsızdır.
2. Emin olmaları zarurî, hâin olmaları imkânsızdır.
3. Doğru sözlü olmaları zarurî, yalancı olmaları
imkânsızdır.
4. Allah'tan aldıklarını eksiksiz olarak insanlara
tebliğ etmeleri zarurî, vahyedilenin bir kısmını gizlemeleri (ketm)
imkânsızdır.
5. Mâsûm ve günahsız olmaları zarurî, fısk ve fücur
içinde bulunmaları imkânsızdır.
Bunlara “sidk, emanet, tebliğ, jetanet ve
ismet” denir. Diğer insanlar için tabiî olan yeme, içme,
evlenme, uyuma, ev-bark sahibi olma, hastalanma, yanılma,
unutma gibi hususlar peygamberler için de caiz ve mümkündür. Peygamberler
fizikî bünye ve ihtiyaçları itibariyle diğer insanlardan farksızdırlar.
Peygamberlerin işledikleri küçük hatalara ve
günahlara, “zelle” adı verilir. Sünnîler bu manâda hata ve günahı nebiler için
caiz ve mümkün görürler. Abese suresinin nazil oluşuna sebep olan hâdise bu konuda
güzel bir örnektir. Ancak, Allah onları zelle üzerinde bırakmaz, kendilerini
uyarır ve bu nevi hatalardan da uzaklaştırır. (Daha geniş bilgi için, Bk.
Fahruddin Razi, îsmetu'l-enbiya, Kahire, 1388/1968). Oniki imamın bile mâsûm
olduklarına inanan Şiilerin, nebileri de her konuda masum görecekleri pek
tabiîdir. Mutezile ise, sırf aklı esas alarak, nebilerin günah işlemelerini
caiz ve mümkün görmemiştir. Onlara göre halkı Hakk'a davet eden örnek
insanların geçmişi de hali de tertemiz olmalıdır ki, muhataplarına emniyet ve
itimad verebilsin. Bu yüzden önce Mutezile, daha sonra Eş'arî kelâmcılari,
Kur'an'da geçen ve nebilerin günah işledikleri hissini ve intibaını veren bütün
âyetleri tevil etmişlerdir. Fahruddin Razî'nin eseri buna bir örnektir. Bu konuda
da doğru yol, ifratla tefrit arasındaki itidal yoludur.
[8] Tirmizî, Menâkıb, 1; îbn
Mace, Zühd, 37; îbn Hanbel, I, 5.
[9] Sadreddin Taftazani, Kelâm
İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh
Yayınları: 295-304.
[10] Sihir, büyü ve efsun da
denilen bu hadisenin dış âlemdeki gerçekliği ve hariçteki hakikati konusunda
ihtilâf edilmiştir. Başta Mutezile olmak üzere Cazı kolâmcılar ve Hanefîler,
sihrin tesirini kabul, fakat gerçekliğini reddederler. Bu tesiri, bir telkin
hayal ve vehim şeklinde anlarlar. Ekseriyete göre sihrin realiteler dünyasında
bir gerçekliği vardır. Sihir bir vehim ve hayal değildir. Bugün sihir, bir göz
boyama ve duyuları yanıltma (illizyon) şeklinde izah edilmekte, sihirbazlara da
illizyonist denilmektedir.
Sihrin haram olduğu konusunda ihtilaf yoktur.
Sihre itikad ve bunu icra etmek haramdır. Cüveynî, “sihir fâsıktan, keramet
velîden zuhur eder” demiştir. Yahudilerin, Hz. Peygamber'e sihir yaptıkları,
bunun tesiriyle Hz. Peygamber'in rahatsızlandığı, düğümlenmiş sihirli ipliğin
kuyudan çıkarıldıktan sonra sıhhatına kavuştuğu, sihre kargı bir ted bir ve
panzehir olmak üzere Nas ve Felak surelerinin nazil olduğu bilinmektedir.
(Daha geniş bilgi için Bk. Taşköprîzâde, Mevzuâtu'l-ulum, I, 363; Tehanevî,
Keşşaftı istilahâti'l-fünûn, T, 716; Fahruddin Razî, Mefatihu'l-gayb, Bakara,
102. âyetin tefsiri; îbn Haldun, Mukaddime). Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve
İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları:
304-305.
[11] İhlas, Yasin, Fetih, Kehf,
Âyetü'l-kürsî, Âmene'r-resûlü, Haşr suresinin son üç âyeti gibi Kur'an'daki
bazı âyet ve surelerin faziletine dair hadisler nakledilmiştir: “İhlas suresi
Kur'an'ın üçtebirine bedeldir” (Buharî, îman, 3; Müslim, Salatu'l-müsafirin,
45), “Zilzal suresi Kur'an'ın yarısına bedeldir” (Tirmizî, Sevabu'l-Kur'an,
10).
[12] Bildiğimize göre yeryüzüne
indirilen vahyin yüz'üne suhuf, dördüne kitap adı verilmektedir.
Suhuf: 10 sahife Hz. Âdem'e, 50 sahife Hz.
Şit'e, 30 sahife Hz. Idris'e, ve 10 sahife de Hz. İbrahim'e verilmiştir.
Kitaplar: Tevrat Hz. Musa'ya, Zebur Hz.
Davud'a, İncil Hz. İsa'ya, Kur'an da Muhammed (s.a.) e indirilmiştir. Tevrat'ta
dünyevî hükümler nisbeten daha çok yer alır. Zebur bir dua ve münaeaât
kitabıdır. Agağı yukarı încil de öyledir. Zebur ve İncil'de hukukî meseleler
yok denecek kadar az olduğundan bu konuda Hz. Davud ile Hz. Isa Tevrat'taki hükümlere
tabi olmuşlardı. Hıristiyan]ara göre Tevrat'taki dini hükümlerin încil
tarafından neshedilmeyen ve geçersiz sayılmayan hukukî hükümleri bugünkü
Hıristiyanlar için de geçerlidir. Hatta bir Hıristiyan, hiristiyan olmadan
evvel Yahudi olmak zorundadır. Yani İncil'den evvel Tevrat'ı okur ve ondaki
hükümlere göre hareket eder. Bugün Kitab-ı mukaddes (Bible) denilen
Hıristiyanların kutsal kitaplarının başında Tevrat yer alır ve bir hayli de
yer tutar. Onun İçin Yahudilerle Hıristiyanlar arasında -her ne kadar zaman
zaman bir birinin boğazına sanlrmşlarsa da- bir çok müşterek nokta vardır.
Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan
Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 306.
[13] Miraç, lügatte merdiven,
yukarı çıkmak ve yükselmek manâsına gelen miraç, Hz. Peygamber'in Rabbmı görmek
için semâlara çıkması ve yükselmesi manâsına gelmektedir. İttifakla kabul
edilen husus şudur: Miraç hadisesi Mekke'de bi'setten sonra fakat hicretten
evvel vaki olmuştur. Miracın hangi ayda ve yılda vukua geldiği hususundaki rivayetler
çok değişiktir. Bu hadisenin hicretten bir sene veya onyedi ay önce vukua
geldiği genellikle kabul edilmiştir. İhtilaf konusu olan hususlar da şunlardır:
1. Bazılarına göre miraç hadisesi rüyada vaki
olmuştur. Bunların delili İsra suresinin 60. âyetidir. İbn Abbas'm görüşü
budur.
2. Bazılarına göre miraç hadisesi uyku halinde ve
rüyada değil uyanık iken vukua gelmiştir. Bu görüşte olanlar da miracın ruhla
mı, yoksa hem ruh hem bedenle mi vaki olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir:
a)
Bazılarına göre miraç uyanık
halde bedenle beraber olan ruh ile (ruh maa'l-cesed) vaki olmuştur. Hz.
Peygamber semâya sadece ruhu ile değil, hem ruhu hem de bedeni ile çıkmıştır.
Taftazânî'nin ve sonraki kelâmcıların tamamına yakın ekseriyetin benimsediği yaygın ve hâkim görüş
budur. Kelâbâzi gibi bir sûfi de et-Taarruf isimli eserinde bu görüşü
benimsemiştir.
Miraç, asli ve esası itibariyle bir mucize
olduğundan, Hz. Peygamber bir gecede, hatta bir gecenin çok kısa bir zamanında
Mescid-i aksa'ya nasıl geldi? Oradan semâlara nasü çıktı? Mekândan münezzeh
olan, her yerde hazır ve nazır olan Hakk Taâlâ'yı görmesi için semâlara çıkmasına
ne lüzum vardı?., gibi sorular üzerinde kafa yormamak, miraç hadisesini ilmin
dar kalıblarına sokarak aklî ve mantıki izahını yapmamak gerekir. Ruh
maa'l-cesed miraç haktır. Fakat bunun şekli ve mahiyeti insanlarca bilinir ve
kavranır cinsten değildir. Zira miraç bir mucizedir ve mucizenin temel özelliği
aklın ve tabiat kanunlarının üstünde bir hadise oluşudur. Mucize olan miracın
akla ve tabiat kanunlarına uygun bir izahı, daha doğrusu te'vili yapıldı mı,
zaten o zaman mucize olmaktan çıkar ve alelade bir hadise olur. Halbuki miraç
îâa-lettayin bir hadise değil, harikulade ve fevkalâde bir olaydır. Bu itibarla
miracın ruh maa'I-cesed olduğuna inanılması halinde dahi bu hadisenin
teferruatına ve tafsilatına girilmemesi gerekmektedir,
b) Bazılarına göre miraç bedenle değil, sadece ruh ile
vukâa gelmiş olağanüstü bir hadisedir. Başta Hz. Aişe olmak üzere bir çok
âlimlerce benimsenen bu görüş, sonraki mutasavvıfların çoğunluğu tarafından
kabul ve müdafaa edilmiş, âdeta tasavvufun hakim ve yaygın kanâati haline bile gelmiştir. Hatta mutasavvıfların
pek çoğu kendilerinin de ruhanî bir miraç yaptıklarından bahsetmişlerdir.
Attar, Tezkiretu'l-ev-Hya'da, Bayezid Bistamî (Öl. 361/971) nin yapmış olduğu
bir miracı anlatır ve bunu parlak cümlelerle tasvir eder. (Lehü miracün kemâ
kâne li'n-Nebî).
Muhyiddin b. Arabî de el-Futuhâtu'l-Mekkiyye
isimli eserinde, yapmış olduğu miracı uzun uzadiya anlatır. Miraç, Hz.
Peygamber'in ümmetinden olan velîlere bile nasib olan ruhî bir hadise ise,
artık bu hadisenin Hz. Peygamber'e has bir mucize ve harikulade bir olay
olmasının bir manâsı kalmaz, diyenlere şu yolda cevaplar verilmiştir:
b/l. Evet miraç bazı velîlere de nasib olan
çok yüce bir ruhî hadisedir. Fakat Hz. Peygamber'e nasib olan miraç, velîlere
nasib olan miracdan daha kudsî, daha ulvî, daha yüce ve daha mükemmel idi. Velîlerin
miraçları, onun miracının küçücük örnekleridir. Miraç, diğer insanların
ruhlarından hiç birine nasib olmayan çok yüksek seviyede bir ruhî olay olması
itibariyle harikuladedir, fevkalâdedir, eşsizdir, mucizedir. Üstelik ruhî ve
manevî mucizeler, kevnî ve surî mucizelerden çok daha fazla önemlidir,
anlamlıdır.
b/2. Evet velîler de ruhî miraç yaparlar ama,
onların miraçları bi'l-asale değil, bi't-tebiyyedir, Yani velîler esas
itibariyle miraç yapamazlar, sadece Hz. Peygamber'e tabi olarak miraç
yaparlar, onların ruhu onun ruhuna tabi olmak kayd ve şartıyle Allah'a doğru
yücelir, yükselir. Bir şeye asaleten sahip olmakla, tebaiyet yolu ile sahip olmak
arasındaki fark ne ise Hz. Peygamber'in miracı ile, ümmetinden olan velîlerin
miracı arasındaki fark da odur.
Görülüyor ki, miracın ruhî bir olay olarak
kabul edilmesi halinde bile mesele asla küçümsenmiyor ve önemsiz sayılmıyor.
Bilakis miraç hadisesi harikulade bir hadise ve fevkalâde bir vakıa olma
özelliğini ve niteliğini aynen koruyor. Hatta ruhun Allah'a yücelişi ve
yükselişi daha önemli ve daha anlamlı olağanüstü bir hadise olarak görülüyor.
Elmalılı Hamdi Yazır, tefsirinde miracdan bahsederken şöyle der: “Miracın,
Mescid-i aksâ'dan sonraki bölümünün ruhanî olarak cereyan ettiğine kail
alanlar da vardır. Bazıları bununla alâkalı olarak demişlerdir ki: Ruhun iki
cesedi vardır. Biri gayb âleminden latif bir ceseddir ki, onda maddî unsurların
tesiri yoktur. Biri de şehadet ve madde âleminden kesif bir ceseddir ki,
cisimlerden ve unsurlardan mürekkebtir. Hz. Peygamber (s.a.) urûc ederken
cismanî bedene ait olan unsurların hepsini, ait oldukları maddî'âlemde bıraktı,
sadece latif cesedi ile kaldı, Allah'ın dilediği yere kadar onunla çıktı,
sonra da arzda bıraktığı bedene geri döndü...” (Hak dini Kur'an dili, IV, 3152).
Bu ifade mirac meselesinde ruhanî tabirinin sadece fikrî bir uruc ve yükseliş
demek
olmadığını anlatmak gibi bir faydayı ortaya
koymakla beraber tasavvufi miracı, “külli insilah” (insan ruhunun bedeninden
külliyen soyularak ve sıyrılarak çıkması ve Rabbına yücelmesi, sonra tekrar
geri dönmesi), tabir ettikleri vakıa mahiyetinde gösteriyor, demektir. Halbuki
bu külli insilâhm, ümmet fertlerinden nice ricalullaha ve velîlere bile
mükerreren vukuu nakledilmiştir. Ve elbette Hz. Peygamber'in miracının
insilâhtan çok yüksek ilahî bir âyet olduğunda şüphe edilmemesi lazım gelir.
Merhum Elmaîıh Necm Suresini tefsir ederken de
Şah Veliyyullah'm mirac konusundaki tasavvufî fikirlerine temas ederek bunlara
büyük değer atfeder. Şah Veliyyullah'ın bu fikirleri, ehemmiyetinden dolayı
Asr-ı saadet (III, 1496) de ve Muhammed Hamidullah'ın, İslâm peygamberi isimli
değerli eserinde de nakledilmiştir.
Şah Veliyyullah Dehlevi şöyle diyor: “Biri
madde âlemi (âlem-i ecsâd), diğeri ruh âlemi (âlem-i ervah) olmak üzere iki
âlem vardır. Birbirinden ayrı ve farklı olan bu iki âlemi yekdiğerine bağlayan
ve arada bir köprü görevi yapan üçüncü âleme âlem-i berzah veya âlem-i misâl
adı verilir. îsrâ ve mirac hadisesi yakaza ve uyanıklık halinde ve bedene ait
bir vakıa olarak meydana gelmiştir. Fakat bu hadise, misâl âlemi ile berzah
âlemi arasında bulunan ve her iki âlemin de hüküm ve vasıflarına sahip olan
bir yerde cereyan etmişti, O sebeple beden üzerinde ruhun hükümleri ve
vasıfları zuhur etmiş, ruh ve ruhî manâlar ise beden olarak temessül ve zuhur
etmişti. İşte onun için miraçta geçen vakıalardan herbiri için bir tabir, yani
te'vil ve yorum zahir olmuştur. Aynı şeyler, -Allah nezdindeki dereceleri yüce
olsun diye- bu ümmetin velîlerinde de zuhur etmiştir. Böylece velîlerin
ulaştıkları derecelerin yüksekliği onların rüya halleri gibi olmuştur.
«Mirac yolculuğuna çıkmadan evvel Hz.
Peygamber'in göğsünün yarılması (şakk-ı sadr) ve imanla doldurulması,
hakikatte meleklere has nurların galebe etmesi, maddî tabiatın alev ve
hararetinin sönerek, kuds naziresinden üzerine akıp gelen feyzlere boyun eğmesi
manâsına gelmektedir.
Burak'a binmesi, nefs-i natıkanın, yani insanî
ruhun, yine insanda mevcut- bulunan
hayvanı ruhu istilâ etmesidir. Hz. Peygamber'in Bu-raka binmesi, nefsinin
behimiyete galib ve hâkim olmasıdır. «Mescid-i aksa'ya isrası, yani gece oraya
gitmesi, oranın ilahî şiarların zuhur mahalli, mele-i alanın himmetlerinin
alâkalı bulunduğu mevki ve nebilerin nazarlarının tamah ettiği yer
oluşundandir. «Peygamberlerle buluşup onlara imam olması, haram-ı kudsiyete merbut
olmaları bakımından hepsinin bir arada toplanmaları ve onların arasında kendisine tahsis edilen
çeşit çeşit kemâl halleriyle seçkin hale gelmesi manâsını ifade etmektedir.
«Birer birer semâlara yükselmesi, derece
derece yükselerek Allah'ın seviyesine kadar çıkması, semâya müvekkel olan
meleklerle bu melekler hükmünde olan faziletli insanları tanıması, semâlara
Allah'ın vah-yettiği tedbiri ve semâdaki topluluklar arasındaki mübaheseleri
anlaması, demektir.
Hz. Musa'nın ağlaması, O'nun hasedinden
değildir, fakat onun umumî davet sahibi olmamasından ve yolunda bulunup da.
elde edemediği bir kemâlin mevcut olduğunu görmesindendir. Ağlama bu iki halin
misâli ve remzidir.
“Sidretu'l-münteha'ya gelince, bu, varlık
ağacı (şecere-i kevn) dir, Kâinatın bazı kısımlarının diğer bazıları üzerinde
tertib ve tanzim edilmiş halde gaziye ve nâmiye, yani besleyici ve geliştirici
v.s. gibi kuvvetlerin bir ağaçta birleşmesi gibi tek bir idare altında
toplanmasıdır. Kâinatın bir şeklinde temessül edip bir hayvan şeklinde görünmemesinin
sebebi, fertleri ve birimleri itibariyle külli siyasete ve idare tarzına öz ve
özet olarak en çok benzeyen ağaçtır, hayvan değildir. Hayvandaki kuvvetler ise
tafsil edilmiş, daha teferruatlı hale getirilmiş, ondaki irâde tabiattaki
kanunlarda olandan daha açıktır. “Nehirler, şecere-i kevn'in dibinden çıkan
ırmaklar, maddî âlem kadar melekût âlemine de taşan rahmet, feyz, hayat ve neşv
ü nemadır. Bunun için, Nil ve Fırat gibi bu maddî âlemde faydalı olan bazı
hususlar, orada taayyün ve temessül etmiştir.
“Ağacı Örten ve kaplayan nurlar ise ilahî
tedellîler (sarkmalar) ve Rahmanî tedbirlerdir, maddî âlemde istidadlarma göre
zuhur edip parlamaktadır.
“Beyt-i ma'mûr, ilahî tecellîlerin
hakikatıdirlar ki bütün insanların secdeleri ve niyazları oraya yönelir.
Dünyadaki Kâ'be ve Beytu'I-makdis şeklinde görünmüştür.
“Bir kadeh süt, bir kadeh şarabın getirilip,
Hz. Peygamber'in sütü tercih etmesi üzerine Cebrail'in: 'Fıtrata ve hılkata
hidayet ve irşâd olundun, şarabı alsaydm, ümmetin azardı', demesi Hz.
Peygamber'in, bütün ümmetini kendinde toplamasının ve onların zuhurunun menşei
olmasının remzi idî. Süt, insanların fıtratı, şarab ise dünyevî zevkleri tercih
etmeleri manâsına gelmektedir.
“Sonra Hz. Peygamber'e mecaz dili ile beş vakit
namazın emrolunması, bu beş vakit namazın, sevab itibariyle elli vakit namaza
bedel olduğunu anlatmak için idi. Dinde zorluğun ortadan kaldırıldığını ve nimetin
mükemmel olduğunu anlatmak için idi. Dinde zorluğun ortadan kaldırıldığını ve nimetin mükemmel
olduğunu anlatmak için Hakk Taâlâ muradını tedrici surette izah etti. Bu
manânın Hz. Musa'ya istinaden anlatılmış olması, peygamberler içinde ümmetini
en iyi tecrübe eden, onların manevî hastalıklarını tedavi etmesini bilen, sevk
ve idarelerine âşinâ olan peygamberlerin Hz. Musa oluşundan dır.” Miraç gecesi
vaki olan Mescid-i aksa'ya gitme, göğüs
açılması, Burak'a binilmesi, peygamberlerle görüşme, onlara imam olma,
semâlara çıkma, Hz. Musa'nın ağlaması, Sidre-i müntehâ ve onun altından çıkan
ırmaklar, onu bürüyen nurlar, Beyt-i ma'mûr, süt ve şarab kadehlerinin
sunulması ve beş vakit namazın değişik bir üslûb içinde anlatılması.., gibi
önemli hadiseler bu şekilde işârî ve remzi manâlara bürünmektedir. Bir
mutasavvıf olduğu kadar da hadis
ve kelâm
âlimi olan Dehlevî'nin bu fikirleri genellikle tepki ile karşılanmamış,
aksine alâka ve kabul görmüştür. Miraç vakasını değişik şekillerde yorumla yan
mutasavvıflar da vardır.
Miraç hadisesinin çok kısa zaman içinde
geçtiğini anlatmak için, “Hz. Peygamber evine avdet ettiği zaman henüz
yatağı soğumamiş idi”, “Miraca
giderken devrilen bir destinin ağzından
dökülen su, bu yolculuktan geri döndüğü zaman daha yere düşmemişti”, denilmektedir. Gerçekten de miraç, bizim
anladığımız zaman Ölçülerine ve kavramına göre çok kısa bir vakit içinde
cereyan etmiş bir hadisedir. Bir tayy-i mekân ve bast-ı zaman vakasîdır.Hakk Taâlâ
zaman içinde zaman yaratmıştır.
Uzun zamanlara, belki ışık hızı ile trilyonlarla ifade edilecek senelere
sığabilecek bir yolculuğu bir ân'ın içine sığdınvermiştir. İbn Arabî: “Âlem her ân yok olmakta ve her ân var
olmaktadır. Fakat onun yok olduğu ân, var olduğu ân'ın aynısıdır”, demiştir.
Bu ölçüyü konumuza tatbik edersek, “Hz. Peygamber'in miraca gitmek üzere
evinden ve yatağından ayrılmış, miraç yolculuğunu tamamladıktan sonra evine ve
yatağına dönmüştü. Fakat onun yatağından ayrıldığı ân, yatağına geri döndüğü
ân'ın aynısıdır”, demek uygun olacaktır. Genellikle kabul edildiğine göre
dünyada olduğu gibi yedi kat semâda da zaman ve mekân kavramı vardır. Yedi kat
semânın üstünde bulunan Kürsî'de zaman kavramı yok ama mekân kavramı
vardır. Kürsî'-nin üstünde bulunan
ArşrXa ise ne zaman ne de mekân kavramı vardır. Cenab-ı Hakk ise Arş'm da
üstündedir. Mekân ve zaman kavramı bulunmayan bir âlemin ve Hakk Taâlâ
hazretlerinin yedi kat semâ ile arza ve Hz. Peygamber'in. evine eşit yakınlıkta
ve mesafede bulunacağı dikkate alınırsa, bu mesele bir dereceye kadar
anlaşılabilir ve halledilir. Daha açık ve daha doğru bir ifade ile, «meselenin
anlaşılmaz ve halledilmez olduğu», daha iyi kavranabilir.
Tekrar edelim ki, miraç haktır, gerçekten vaki
olmuş bir hadisedir. Fakatjnasıl vaki olduğu bir sırdır. Bu vakanın cereyan
ediş şeklini ve keyfiyetini Allah'tan ve Hz. Peygamber'den başka bilen yoktur.
Resû-lüllah'ın diğer mucizeleri, bir veya birkaç insan tarafından görüldüğü
halde, sâdece miraç mucizesi bir tek kişi tarafından bile görülmemiştir. Bundan
dolayı miraç hadisesi acaba ruh maa'l-cesed midir, yoksa sadece ruhanî midir,
konusundaki tartışmalar boştur, manasızdır, lüzumsuzdur. Bu nevi tartışmalarla
bu sır çözülemez, anlaşılır hale getirilemez. Tersine çözümü ve izahı daha da
karmaşık bir hale gelebilir. Lâ-mekânî ve lâ-zamanî olan ruhun, içinde
bulunduğu bedene kendi özelliğini ve niteliğini verme gücüne sahip olduğunu
bilenler, bunun aksine bir durum olan bedenin ruhu kendi özelliğine ve
niteliğine boyama imkânına sahip bulunduğunu müşahade edenler, miraç hadisesi
karşısında inkarcı bir tavır takınmazlar. Buna iman ve bunu tasdik etmenin daha
doğru bir yol olduğunu bilirler.
[14] Sadreddin Taftazani, Kelâm
İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh
Yayınları: 307-313.
[15] el-Muğnî, I, 119; Beyhakî.
[16] Buharî, Enbiya, 54; Müslim,
Fezâilu's-Sahabe, 1.
[17] Mucize bahsinde de temas
edildiği gibi harikulade hallerin başlıca çeşitleri şunlardır:
1. Mucize: Vahye mazhar olduktan sonra nebilerden
zuhur eder.
2. İrhâs: Vahye mazhar olmadan evvel nebilerden zuhur
eder zira, kendisine vahiy gelmeden
evvel nebî'nin hali velînin halinden daha agağı
değildir.
3. Keramet: Peygamberine sıkı ve samimi bir şekilde
bağlı olan ve ona titizlikle tabi olan velîlerden zuhur eder. Asîmda bir
velînin kerameti tabi bulunduğu nebî'nin mucizesidir. Hz. Mevlânâ'nın
kerametleri
Hz. Peygamber'e
ait mucizelerdir. Bu gibi harikulade hadiseler nebiye göre mucize, o nebiye
tabi bulunan velîden zuhuruna nisbetle de keramet adını alır.
4. Meûnet (yardım, destek): Hakk Taâlâ'nın, herhangi
bir mümin ve müslümani, darda kaldığı ve sıkıntıya düştüğü zaman harikulade bir
gekilde kurtarmasına meûnet denir.
5. İstidrac: Kâfir ve fâsık kişilerden zuhur
eden harikulade hadiselerdir, İman ve hidâyet dairesine girmesi için her türlü
çaba sarfedildiği halde, sırf inad, kibir,
benlik ve ihtirasları sebebiyle hak yola gelmeyenlere, Allah bir takım
harikulade haller verir. Onlar da bu hal-t lere bakarak doğru yolda olduklarım
iddia ederler. Böylece şımanr,
böbürlenir, azgınlıkta ve haksızlıkta son derece ileri giderler. Azgınlıkları
ve haksızlıkları arttığı oranda çekecekleri azabın şiddeti de faz-lalaşir.
Azgınlık merdiveninin yüzüncü basamağından düşen bir kimsenin çekeceği acı ile
bininci basamağından düşeninki kat kat fazla olur (Bk. A'raf, 7/182; Kalem,
68/44).
6. İhanet (hor, hakir ve zelil kılmak):
Yalancı peygamberin davasında yalancı olduğunu gösteren ve onların
isteklerinin tam zıddı olar cak şekilde ortaya çıkan harikulade hadiselerdir.
Müseylimetu'l-Kezzab tek gözü kör olan bir adama, gözü iyi olsun, diye dua
etmiş, bunun üzerine adamın gören gözü de kör olmuştu.
7. Şa'beze (Göz boyama, hokkabazlık): Sihir ve
büyü (duyu organlarım yanıltma, ilizyon) gibi hadiseler de harikulade olaylar
sayılabilir. Fakat bunlar istidrac ve ihanet nevinden olan, dinî değeri bulunmayan,
aksine sahiplerinin dînce makbul kişiler olmadıklarını gösteren vakıalardır.
Îslâmda ve tasavvufta keramet hak olarak kabul
edilmiş, fakat önemi abartılmamıgtır. İstikamet daima kerametten üstün
tutulmuştur: Ebu Ali Cüzcanî şöyle demiştir: “îstikamet sahib” ol, ama keramet
talibi olma. Zira Rabbin senden istikameti istediği halde, nefsin keramet
taleb etmek İçin seni tahrik etmektedir (Bk. Kuşeyrî risalesi, İstikamet
bahsi), Abdullah b. Tüsterî;“En büyük keramet, kötü bir huyu iyi bir huyla
değiştirebilmektir”, demiştir (Bk. Kuşeyrî risalesi, Kerametler bahsi).
Tüsterî'ye göre keramet, ağlayan çocukları susturmak için verilen afyon gibidir
(Bk. aynı yer).
Gerçekten de aslında hak olan keramete, cahil
halk tarafından gösterilen aşırı bilgi ve merak, şeyh geçinen bazı açık gözler
tarafından bu akidenin istismar edilmesine, bir yığın hurafe, bir alay bâtıl
inancın ortaya çıkmasına, netice itibariyle de tıpkı afyonla uyuşturulurçasma
îslâm, toplumunun uyuşturulmasına sebebiyet vermiştir. (Daha geniş bilgi için
Bk. Kuşeyrî risalesi, Süleyman Uludağ tercümesi, s. 469 ve 48). Sadreddin
Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman
Uludağ), Dergâh Yayınları: 314-318.