Yusuf el-Kardavi
Çeviren: M. Salih Geçit
ŞURA YAYINEVİ
Tekfirde Aşırılığın Sebeplerini Araştırmaya Duyulan
İhtiyaç
Tekfiri Hakedeni Tekfir Etmenin Gerekliliği
Tekfir Konusunda Belli Bir Şahıs İle Nev’i Birbirinden
Ayrı Mülahaza Etmenin Gerekliliği
Kur'an Ve Sünnete Müracaat Etmenin Gerekliliği
Tevhid Üzere Ölen Kimse Cenneti Hakeder
Büyük Günahlar Îmanı Eksiltir Fakat Yıkmaz
Şirkten Başka Her Şey Affedilme İmkanına Sahiptir
Nasslarda Varîd Olan Küfrün Kısımları
Bazı İman Şubelerinin, Küfür, Nifak Veya Cahiliyet
Şubelerinden Bazıları İle Bir Olması
Ümmetin Taat Hususunda Farklı Mertebelerde Olması
Tekfir Konusunda İslam Alimlerinden Bazı Nakiller
A. Eş'arîlerîn Ve Diğer Mütekellîmlerîn Görüşü
5. Bu Mezheplere Bağlı Olmayanlardan Nakiller
Kainatın yaratıcısı olan Allah'a hamd ü senalar, Hz. Rasulullah'a,
onun âline, ashabına ve ümmetine salat ve selam olsun.
İslam
aleminin tanınmış ve ehliyetli bir alimi olan Üstad Yusuf el-Kardavî'nin,
dünyanın çeşitli bölgelerindeki Müslümanlar arasında derin bir yara ve
bulaşıcı bir hastalık halinde yayılmış olan "Tekfir Olayı" hakkında
yazmış olduğu ilmî, seviyeli, insaf eksenli ve taassubtan uzak eserini sizlere
sunmakla kendimizi bahtiyar addediyoruz.
Şüphesiz bu
kitap ve bu kitabın konusunu işleyen kitaplar oldukça önemli ve yararlı bilgiler
verdikleri halde piyasada fazla bulunmamaktadır. Şüphesiz bu hastalık
senelerdir İslam toplumunun ve İslam toplumundaki cemaatlerin içini, kalbini ve
ciğerini kemiren bir kurt gibidir. Müslüman cemaatlerin sayısı gün geçtikçe
arttığı halde, İslami hizmetler beklenen seviyeye gelememektedir. Yine İslami
cemaatlerin, vakıfların ve kuruluşların fazlalaşması karşısında, İslam’a karşı
olan kurum ve kuruluşların geri sayması, güç kaybına uğraması gerekirken, ne
yazık ki durum tam tersine olmakta, yani İslam’i kurum ve kuruluşların
fazlalaşması, İslami hizmetlerin dağılıp parçalanmasına, müslümanların
güçlerinin darmadağınık halde azalmasına yol açmaktadır. Mesela ülkemizdeki
"başörtü sorunu", seksenli yıllardan farklı bir mecrada değildir.
Halbuki ülkemizde bulunan yüzlerce cemaatin, bu konuda hakim güce sosyal baskı
yaparak bu sorunu çoktan çözmüş olmaları gerekirdi.
Düşündürücü olan şudur: Biz niçin yaptırım gücü yüksek bir
kuvvete sahip olamıyoruz? Evet, kendimizi sorgulamamız gerekiyor. İslami
cemaatler ve cemiyetler birbirlerine çevirdikleri
eleştiri oklarını kendi nefislerine ve gruplarına çevirmelidir.
Kanaatimizce bizim bu durumda olmamızın en
büyük sebebi, bütün cemaatlerde ve onların fertlerinde değişik miktar ve
dozlarda bulunan "Tekfir" hastalığıdır. İslami cemaatlerin
mensupları birbirlerini acımasızca tenkit etmekle kalmayıp, sonucu tekfir olan
çeşitli basamakları aşmaya devam ediyorlar, birbirlerini bir takım ithamlarla,
lakaplarla yerin dibine batırmaya çalışıyorlar. Hakim düzeni savunan ve yönetici
kadrolara yakın olan cemaatler, egemen güçler gayr-ı İslami gayelere hizmet de
etseler, onlara karşı çıkan fertleri ve cemaatleri "cihad" adı
altında anarşistlik yapan, kamuoyunun huzurunu bozan, yabancı devletler
hesabına çalışan ve asayişi yok eden "fitneciler" olarak görmekte ve
her fırsatta bu şekilde itham etmektedirler. Buna karşı, hakim güçlerin gayr-ı İslami,
baskıcı ve dayatmacı uygulamalarına karşı çıkan gruplar ve cemaatler de onları
korkak, menfaatçi, statükocu, riyakar ve hatta münafık olarak görüyorlar.
Şimdi böyle
bir durumda İslami hizmetlerin başarıya ulaşması mümkün müdür? Elbette ki
hayır! Öyleyse biz evvela bu sorunu çözmeliyiz. İslami cemaatleri ve onlara
mensup olan fertleri barıştırmalıyız. Birbirimize yönelttiğimiz tenkit ve küfür
oklarını hepimize düşmanlık yapan güçlere yöneltmeliyiz. Kafir ve müşrik
topluluklara yönelttiğimiz hoşgörülü, müsamahakar bakışımızı müslümanlara
çevirmeliyiz. Her fırsatta İslam'a ve Kur'an'a darbe vuranlara yönelttiğimiz
sevgi ve şefkatimizi birbirimize yöneltmeliyiz. Kucağımızı birbirimize açmalıyız,
çiçeklerimizi birbirimize sunmalıyız, selamlarımızı birbirimize vermeliyiz.
Nitekim Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Muhammed,
Allah'ın elçisidir. Ve onunla
birlikte olanlar da kafirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise
merhametlidirler…"[1]
"O, "dini
dosdoğru ayakta tutun ve onda
ayrılığa düşmeyin" diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana
vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi sizin için de
teşri etti (bir şeriat kıldı)."[2]
"Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını
bulup-düzeltin. Ve Allah'tan korkup sakının; umulur ki bağışlanırsınız. Ey iman
edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha
hayırlıdırlar. Kadınlar da kadınlarla (alay etmesin) belki kendilerinden daha
hayırlıdırlar. Kendi kendinizi yadırgayıp, küçük düşürmeyin ve birbirinizi
olmadık-kötü lakaplarla çağırmayın..."
[3]
Bu manada ayetler ve hadisler sayılmayacak
kadar çoktur. Hepsi de şunu ifade etmektedirler: Ey müminler, hepiniz küfre
karşı birleşiniz, birbirinizle uğraşmayınız. Çünkü siz birbirinizin
kardeşisiniz. Kafirler ise her fırsatta size düşmanlık yapanlardır!..
Ülkemizde de
"tekfir sorunu" zaman zaman hortlamaktadır. Ancak hiçbir zaman tekfir
tohumlan İslami cemaat mensuplarının kalplerinden sökülüp dışarı atılmamıştır.
Davet yolunda aceleciliğin ve acizliğin belirtisi olan ve Îslam düşmanları
tarafından "içimize atılan ve böylece İslami cemaatlerin birbirine karşı
kışkırtılmasına sebep olan "tekfir" tehlikesi, daha da acı sonuçlar
vermeden eleştiriye tabi tutulmalıdır. Bu amaçla ülkemizde bulunan bu
hastalığa bir merhem sürmek için Dr. Yusuf Kardavi'nin elinizdeki kitapçığının
tercümesi önemli bir katkıdır. İnşallah bu çalışma, tenkitle başlayan,
kavgayla devam eden ve öldürme ile sonuçlanan bu tekfir sorununu çözme yolunda
az da olsa bir yarar sağlayacaktır. Rabbim aramızı düzeltsin, sahip olduğumuz
azımsanamaz kuvvetimizi birleştirsin.
Burada sözümüzü üç hadisle bitiriyoruz:
"Rasul-i Ekrem (sahabilere):
"Sizce
pehlivanlık
nedir" diye sordu. Onlar da
"Adamların
güreşte yenemedikleri kimsedir" dediler. Rasul-i Ekrem bunun üzerine şöyle
buyurdu:
"Hayır, gerçek pehlivanlık, kızgınlık anında nefsine
hakim olmaktır."
[4]
Rasulullah (s.a.s.) bîr kudsi hadiste şöyle
buyurmuştur;
"Allahu
Teala buyuruyor ki: Allah benim, Rahman benim, rahmi yarattım, onu kendi ismimden türettim. Bundan dolayı kim akrabalık
haklarını gözetirse, ben de ona rahmet ederim. Bunu gözetmeyenlerden de
rahmetimi keserim."
[5]
"Mü'minler, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet
etmede, lütuf ve şefkatlerinde bir vücud gibidirler. O vücuddan bir uzuv
şikayette bulunursa, cesedin diğer uzuvları da uykusuz kalmak ve ızdırabını
duymak suretiyle o uzva iştirak eder."
[6]
İslam aleminde faaliyet gösteren
bütün fertlere ve cemaatlere şu ayet-i kerime'yi de hatırlatmada fayda mülaha
ediyoruz.
"Allah'a
ve Rasulüne itaat
edin ve çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız da
gücünüz gider. Sabredin, şüphesiz Allah {c.c.) sabredenlerle beraberdir."
[7]
Bütün hamdler Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yardım
diler, O'na istiğfar eder ve nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin
kötülüklerinden O'na sığınırız. Şüphesiz Allah (c.c.) kime hidayet verirse,
kimse onu saptıramaz. Alîah kimi saptırırsa, kimse ona hidayet veremez. Şahadet
ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur, O tektir ve O'nun şeriki yoktur. Yine şahadet
ederim ki Hz. Muhammed muhakkak onun kulu ve Rasulüdür.
Mısır'da Abdunnasır devriminin gerçekleştiği dönemde, İhvan-ı
Müslimin Cemaati'nin başından geçen üçüncü musibetten sonra hapishanelerden ve
zindanlardan çıkan bazı kardeşler beni ziyaret ettiklerinde senelerdir beni
meşgul eden tekfir sorunu yeniden gündeme girdi. Bu kardeşler tutuklanan ve
hapishanelerde bulunan müslümanların ve otoriteyi elinde bulunduran güçlerin
en çok meşgul oldukları konunun bu sorun olduğunu haber verdiler. Dikkat edin
bu, tekfir vakıası veya tekfirde aşırılığa gitme hadisesidir. Öyle ki, çoğu
yeni yetişmiş ve davet yolunda henüz toy olan gençler bu aşırı fikirde o hadde
vardılar ki, inanç ve düşüncede kardeşleri olan ve bela ve işkencelerde
kendilerine ortak olan kişilerle, hatta davet ve hareketteki üstadlarıyla
beraber namaz kılmaktan kaçınmaya başladılar.
Bu aşırılığın sebebini arayan araştırmacı bunun tutuklanan ve
zindanlara konanların maruz kaldığı, hiçbir din, hiçbir ahlak, hiçbir kanun ve
hiçbir insanlık duygusuyla bağdaşmayan vahşi muamelelerde saklı olduğunu
anlamakta güçlük çekmez.
Gerçekten de bu suçsuz gençler evlerinden alınıp işkence
bodrumlarına götürüldüler ve insanın dayanamayacağı acılara maruz bırakıldılar. Şüphesiz bu hakim
güçler, bedenlere eziyet etmede, insanların değerini küçültmede, akılları istihfaf
etmede, şahsiyeti kırmada ve insaniyeti küçük düşürmede, kalemin tasvir etmeye
aciz kaldığı ve aklın tasavvurunda durduğu şekilde uzmanlaştılar...
Şimdi
soruyoruz; bütün bunlar niçin yapıldı? Şüphesiz bu gençler -en azından kendi
açılarından- "Rabbimiz Allah’tır" demekten başka bir suç
işlememiştiler. Hiç kimse hakkında cürüm işlememiştiler, hiçbir kötülüğü
düşünmemiştirler, hiçbir masiyet ve fücur üzerinde toplanmamıştılar. Onların
yaptıkları şey, İslamın bir hayat nizamı olduğuna inanmak, ona düşünce ve metot
açısından bağlanmak, ona davet etmeyi ve onun şeriatını tatbik etmeyi, terk edilmesi
ve kendisinde taksiratta bulunulması günah olan bir gereklilik olarak itibar
etmek idi. Peki bunlar neden koğuşturuldular, neden işkence edildiler ve neden
en şiddetli cezalara çarptırıldılar?
1. Şüphesiz fasıklar, facirler, mülhidler ve dinsizler serbest
ve özgürdürler ve kimse onları sorgulamıyor, hiç kimse onları gözaltına
almıyor. Aksine onlar basın yayın ve diğer yönlendirici organların başına
getirilmişler, istedikleri gibi bu araçları küfür, fisk ve masiyet
doğrultusunda yönetiyorlar...
2. Gençlere işkence yapanların ve onları cezalandıranların ne
dini, ne de Allah korkusu vardır. Aksine onlardan kimi bu gençlerin
dindarlığıyla alay edenlerdir, kiminin de dilinden açıkça küfre götüren
kelimeler çıkıyor. Hatta bazıları: "Nerde Rabbiniz, getirin onu da şu
hücreye tıkayım!!" diyebilmişlerdir. Haşa, Allah (c.c.) o zalimlerin
dediklerinden çok çok yücedir.
3. Şüphesiz bu zor dönemde yazılmış olan bazı yeni İslami
kitaplar, tekfir düşüncesinin tohumlarını taşıyor ve güçlü bir söylem ve sıcak
bir etkiyle bu fikri aşılayarak insanları ona yöneltiyorlar.
İşte böylece
bu çilekeş grup, bu aşırılık ve şiddet mührü ile mühürlenmiş olan ve -gerek fertler
olsun, gerekse cemaatler olsun- insanlara
tozlu olan kara bir gözlük arkasından bakan düşünceyi bağrına bastı.
Beni ziyaret eden kardeşlerden birinin bana sorduğu
ilk soru şuydu: "Şu bize taş yüreklilikle ve fütursuzca işkence eden
kişilerin hükmü nedir? Daha doğrusu; bunların arkasında bulunan ve hiçbir
şeyden dolayı değil, sadece kendilerini Allah'ın indirdiği ile hükmetmeye
çağırdığımızdan dolayı ölüm sınırına varacak kadar bize işkence yapmalarını
emreden hakim güçlerin hükmü nedir?"
Onların yanında cevap hazırdı: Onlar bu cevabı bazı nasslardan ve
Maide süresindeki, "Allah'ın
indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler var ya, işte onlar kafirlerin ta kendileridir."
[8] ayeti gibi Kur'an ayetlerinden ve bazı
günahlara küfür itlak eden hadisler gibi Peygamber Efendimiz (s.a.s)in hadislerinden
alıyorlardı. İş bu sınırla da kalmıyordu. Nasslardan istidlal ettikleri bu
anlayışta kendilerine katılmayan ve "bu nasslar delalet bakımından daha
kuvvetli ve daha açık diğer bazı deliller ve kaidelerle çatıştığından dolayı
Ehl-i Sünnet ve Cemaat tarafından te'vil edilmiştir" diyerek kendilerine
muvafakat etmeyenleri küfür ile itham ediyorlar ve "Bu yöneticileri ve
onların dostlarını tekfir etmeyen kafirdir. Zira müşriklerin, Yahudilerin,
Hıristiyanların, Mecusilerin ve diğer dinlere mensub olanların kafir olduğundan
şüphelenen kimse gibi, bu kafirlerin küfründen şüpheye düşmek de küfürdür"
diyorlardı.
İşte buradan hareketle tekfir çerçevesi genişlemeye başlıyor,
sadece bu yöneticilerle dostluk yapan veya onların hakimiyetine rıza
gösterenlerle kalmayıp, onları tekfir etmede sükut edenleri de kapsıyor ve
böylece insanların çoğunluğunu şumulüne alıyorlardı.
Muhakkak ki bu sayıları az olan grubun düşüncesi,
İhvan-i Müslimin'den tutuklanan ve zindanlarda yatan büyük çoğunlukların, özellikle hareketin kurucusu Hasan el-Benna'ya öğrencilik yapan ve bu hareketin ilk fikri ve organik temellerini
koyan öncülerinin fikriyle çatışıyordu. Şüphesiz Hasan el-Benna'nın yöntemi
itidal ve yumuşaklıkla temayüz ediyordu. Onun yardımcılarının ve
destekçilerinin çoğu da bu minval üzere idiler. Bunların ondan öğrendikleri bir
şey de, Mısır'daki dini cemaatlerin bazılarının, diğerlerinin görüşlerinin
kötü olduğunu iddia etmeleri ve hatta bazı zamanlarda birbirlerini tekfir etmeye
varan tavırları sebebiyle Üstad'ın "Ta'lim Risalesi" nde -ki bu
risale, İslam'ın sınırlarında anlaşılması gereken usulleri kapsıyor- açık
ibarelerle 20. usulde belirttiği şu nasstır:
"Kelime-i
Şahadet getirip, onun gereklerini yapan, farzları ve dini vecibeleri ifa eden
hiçbir müslümanı, görüşünden veya günahkarlığından dolayı tekfir etmeyiz.
Ancak kendisinden küfür kelimesi sadır olursa; veya kesin olarak bilinen (zarurat-ı
diniyye'den) bir hususu inkar ederse; yahut Kur'an-ı Kerim'in açık bir hükmünü
yalanlarsa veya Kur'an-ı Kerim'i Arap dili üslubunun hiçbir halde ihtimal
vermediği bir şekilde tefsir ederse, yada küfürden başka bir te'vil ihtimali
olmayan bir iş yaparsa; küfre girer."[9]
Bu sorun vaktiyle İhvan-ı Müslimin'in mürşidi olan sabırlı
ve derin anlayışlı üstad Hasan el-Hudeybi (Allah ona Rahmet etsin)'ye,
hapishanedeyken sunulmuş o da bu eğilimi reddetmiş, cemaatin çizgisini ve
düşüncesini ilan etmiş, "Biz davetçiyiz, kadı değil!" şeklindeki
hikmetli ve ibretli vecizesinde söylediği gibi, bîr açıklama ile İhvan-ı
Müslimin'in bu sorun ve diğer konulardaki görüşlerinin Ehl-i sünnet mezhebinin
görüşüyle aynı olduğunu belirtmiştir.
Onun, daha sonra bu konuda mükemmel bir
kitaba isim olan bu veciz kelimesi, şüphesiz ki, İslam uğrunda çalışanlara ve
onun üzerinde gayret edenlere, kendilerinin kadı değil, davetçi olduğunu izah eden olumlu ve pratik bir metodu tarif
etmektedir.
Kadı ile davetçi arasında büyük bir fark vardır;
Kâdı'nın lehte ve aleyhte hüküm vermesi için insanların
hakikatini araştırması gerekir. Bu sebeple insanlar hakkında beraat ve ceza
kararını vermesi için, onları bir takım sıfatlarla tanımlaması ve onların
gerçek durumlarını bilmesi gerekir. Ayrıca kadılık konumu, aslında suçlardan
beri oldukları halde, insanlara ithamla bakmamıza sebep olabilir.
Davetçi ise dalalette olanın hidayet bulması, günahkar olanın
tevbe etmesi, cahil olanın bilgili olması ve hatta kafir olanın müslüman olması
için, İslam mesajını herkese ulaştırır ve herkese bildirir!..
Davetçi, hatalı olanı cezalandırmaya çalışmaz, aksine onu
hidayete ulaştırmaya çalışır. Mürtedi öldürmek için takib etmez, aksine onu
tekrar İslam sığınağına geri çevirmek için izlemeye çalışır.
İhvan-ı Müslimin teşkilatının ve mürşidinin izlediği yol,
bulunduğu konumu, aşırılığa eğilimli olanların çemberinin daralmasına ve onların
etrafında bulunanların dağılmasına tesir etmekteydi. Onlardan geriye kalanlar
ise, davet yoluna ayakları tam yerleşmemiş ve tohumları tam kök salmamış,
aksine davette yeni (tecrübesiz) sayılan kişilerdir. Üstelik onların çoğunluğu
"Devrim Kuşağı" denilen kuşaktandır.
İşte bu durum, beni, tehlikesinin şiddetinden ve somut
tesirinden sonra konuyla ilgili bir kitap yazmamı ciddi şekilde düşünmeye
yöneltti. Fakat kitabı bitirmem bir türlü nasip olmuyordu. Bunun üzerine 1977
yılı Ocak ayında, yani daha tekfir işi büyümeden ve Allah rahmet eylesin Şeyh
Zehebi kaçırılıp öldürülmeden iki ay kadar önce "el-Müslimu'1-Muasir"
dergisinin 9. sayısında yayınlanan araştırmamı yazdım. Bu araştırma yazısının
mukaddimesinde sorunun tehlikesini, tekfir tohumlarının ekilmesine neden olan
genel sebepleri ve tedavi etme yollarını açıkladım. Ayrıca hakem olarak kabul edilmesi gereken bir dizi
şer'i kaide
ve hakikatleri aktardım. Bu kaideler, kitap ve sünnetten sağlam delillerle ispatlanmış
ve hiçbir görüşün taassubu ile karışmamış güvenilir kaidelerdir. Bununla
sadece İslam'a hizmet etmeyi ve doğru yoldan ayrılmamaları için ihlaslı müslüman
gençlerin elini tutmayı diledim. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) ümmetini,
aşırılıktan ve bağnazlıktan sakındırmıştır. İbni Abbas’ın rivayet ettiği hadiste Hz. Peygamber (s.a.s)
şöyle buyurmuştur:
"Sizi dinde aşırılığa gitmekten sakındırırım. Çünkü
sizden önceki (ümmet)leri dinde aşırılığa gitmek helak etmiştir."
İbni
Mes'ud'un rivayet ettiği hadiste de şöyle buyurulmuştur:
"Aşırılığa kaçanlar helak olmuştur, aşırılığa kaçanlar
helak olmuştur, aşırılığa kaçanlar helak olmuştur..."
Hz. Peygamber (s.a.s.) bir kelimeyi ancak ifade ettiği tehlikenin
büyüklüğünden veya taşıdığı gerçeklerin önemini te'kid etmekten dolayı
tekrarlıyordu.
Şüphesiz dinleri
hususunda gayretkeş ve ihlaslı olan bu gençleri, müslümanlardan kendilerine
aykırı düşünenleri tekfir etmeye ve onların canlarını ve mallarını mubah kılmaya
sürükleyen bu aşırılık, mü'minlerin emiri Hz. Ali (R.A)'nin kanını bile helal
edecek şekilde ileri giden Haricilerin aşırılığının ta kendisidir!..
Muhakkak ki Hariciler'in amelleri ve ibadeti az değildi.
Gerçekten de onlar çok oruç tutuyorlardı, geceleyin teheccüd için çok
kalkıyorlardı, Kur'an'ı çok okuyorlardı, hak hususunda çok cesaretliydiler ve
Allah yolunda canlarını çekinmeden feda ediyorlardı. Nitekim kendilerinden olan
Ebu Hamza eş-Şadi de onları böyle vasıflamış ve daha güzel anlatmıştır.
Fakat onların amel etmeleri uzun süre ibadetle
meşgul olmaları ve niyetlerinin iyi olması onlara hiçbir menfaat sağlamadı.
Çünkü onlar dosdoğru istikametin dışında gidiyorlardı. Matlub olan istikametin
dışında yürüyenlerin kat etmedikleri bir yer ve tırmanmadıkları bir sırt
kalmasa bile, kat ettikleri mesafeler
ancak onların
hedeften ne kadar uzaklaştıklarını gösterir.
İmam Ahmed'in dediği gibi Haricileri zemmetme ve onlardan
sakındırma konusunda rivayet edilen hadisler on vecihten sahih görülmüştür.
Bunlardan bazıları da sahihayn (Buhari ve Müslim)de bulunmaktadır. Mesela bazı
hadis kitaplarında şu rivayetler geçmektedir:
"Sizden her biriniz onların namazı karşısında kendi
namazını, onların kıyamı karşısında kendi kıyamını ve onların kıraati
karşısında kendi kıraatini tahkir edecek."
Bununla
beraber Hz. Peygamber onları şöyle vasıflandırıyor:
"Okun yaydan çıktığı gibi onlar da dinden
çıkacaklardır."
Yine Hz.
Peygamber onların mümeyyiz alametlerini açıklıyor ki, o da şudur:
"Putperestleri (İslam'a) çağıracaklar, müslümanları ise
öldüreceklerdir."
Yine onların
Kur'an'ı anlamadaki kıt anlayışına, yüzeyselliklerine ve derinleşmemelerine
şöyle işaret buyurulmuştur:
"Onlar Kur'an'ı okurlar. Fakat Kur'an onların
boğazlarından veya köprücük kemiklerinden aşağı inmeyecektir."
Bir amelin Allah (c.c.) katında makbul
olabilmesi için şu iki esas rüknün bulunması gerekir:
a. Allah (c.c.)'ın rızasından başka hiçbir şeyi
dilemeyecek şekilde, amelde niyetin ihlaslı olması.
b. Şeriat nasslarından apaçık olan muhkem delillere ve
kaidelere dayanması.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Artık her kim, Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amellerde
bulunsun ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın."
[10]
Şüphesiz
ben, tekfir eğilimini hoş görmemekle ve kendilerini "Tekfir ve Hicret
Cemaatı" diye isimlendirenler de olmak üzere kim olursa olsun, bu eğilimi
hoş görmediğimi arz etmekle beraber, burada bir kaç noktayı da açıklamak
istiyorum:
Birincisi: Şüphesiz gazetelerin çoğunda Tekfir Cemaati sağlam olmayan
ve faydasız bir şekilde ele alınmıştır. Çoğu zaman bu basın, korkutmaya,
abartıya, olmayanı olmuş gibi tasvir etmeye, konuyu saptırmaya ve edep dışı
tavırlara zemin hazırlar. İşte bunlardan bir kaç örnek:
a. Bu gençler gözbağcılığı ve yozlaşma ile
vasıflandırılmıştır. Halbuki bu doğru değildir. Çünkü bunların kalpleri bozuk
değil, fikirleri bozuktur, niyetleri kötü değil, anlayışları kötüdür.
b. Onların üzerine titredikleri edepli davranışlar ve dini
görünümler tebrik edileceğine tenkit ediliyor. Mesela sakal bırakmak, misvak
kullanmak, kadınlardan korunmak ve diğer birçok İslami normlar bunlar
arasındadır.
c. Onları başka devletler hesabına çalışmak ile itham ettiler.
Kanaatime göre aşırı olanlar, hiç kimseye ajanlık yapmaya uygun bir yapıya
sahip değildirler. Çünkü onlar sadece kendilerini müslüman sayıyorlar ve
herkesi cahil ve kafir olarak itham edip insanlara tepeden bakıyorlar. Onlar
herhangi birisiyle ilişki kurduklarında veya başkaları onlar ile ilişki kurduğunda,
onların nazarında ilişkide bulundukları kişi onlar için çalışan bir hizmetçi
veya onların amaçlarını yerine getiren unsurdan başka bir şey değildir...
İkincisi: Şüphesiz ben onlara yönetilen
tiksindirici töhmetlere rağmen, onların olağan bir medeni mahkemede yargılanmalarını
çok isterdim. Böylece onların özgürce ve açıkça görüşlerini haykırdıklarını
görürdük. Böylelikle de insanlar onların fikirlerini öğrenme fırsatını bulurlar
ve mahkemenin onlara sağladığı özgürlük ortamında, hiçbir baskının ve kısıtlamanın
olmadığı bir ortamda onların dağarcıklarında neler var, neler yok iyice ortaya
çıkardı.
Üçüncüsü: Biz onların, kim olursa olsun,
hasımlarına karşı şiddet ve sertliği kullanmalarına karşı olduğumuz gibi,
egemen güçlerin onlara karşı şiddet kullanmalarına da karşıyız. Çünkü biz,
daha önceki devirlerde kullanılan şiddet yönteminin
şerden başka
bir netice vermediğini, benzeri veya daha fazla şiddeti doğurduğunu tecrübe
etmişiz.
Artık biz fiyaskoyla sonuçlandığı sabit olan ve sahiplerinin
Allah'ın, meleklerin, insanların ve tüm varlıkların lanetini boyladığı bu
çürümüş teknikleri terk etmeli, hukukun egemenliğine, bireyin özgürlüğüne ve
insanın şerefini desteklemeye çağıran yeni dönemdeki tekniklere yapışmalıyız.
Yüce Allah'ın bu gençlerimize hak yolunu aydınlatmasını ve
onları düşüncede ölçüyü kaçırmaktan, kalp kaymasından, kötü amellerden
uzaklaştırmasını, yoldan sapmış olanları doğru yola iletmesini ve hidayette
olanların hidayetini artırmasını dilerim.
"Rabbimiz!
bizi doğru yola ilettikten sonra
kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Şüphesiz ki lütfü en bol
olan sensin."
[11]
"Rabbimiz!
Gelmesinde şüphe
edilmeyen bir günde insanları mutlaka toplayacak olan Sen'sin. Şüphesiz ki Allah
(c.c.) asla sözünden dönmez."
[12]
Dr. Yusuf el-Kardavî,
28
Şa'ban
1397, Kahire[13]
Aşağıdaki iki mektup bana gönderilmişti. Birinci mektupta
girişten sonra şunlar belirtilmektedir:
"Kendilerini "Tekfir Cemaati"
"Kehf Cemaati" veya "Hicret Cemaati" olarak veya başka
isimlerle isimlendirenler ile herhangi bir isim veya lakap ile tanınmayan
kişilerin ortaya çıkardıkları yeni dini hadise etrafında bazı gazetelerin yayınladıklarını
ve dillerde dolaşanları okumuş ve duymuşsunuzdur.
Bütün bunlardan sonra bu yönelişe sahip olanlar arasında
bulunan bütün gruplar, tekfirin sebepleri ve tekfiri gerektiren şeyler
hususunda ihtilafa düşseler de, bu hadise, "tekfirde aşırılık"
başlığı altında özetlenmesi mümkün olan genel bir yönelişi temsil etmektedir.
Bu aşırı eğilime sahip olanlardan bazıları daha önceleri Haricilerin
düşündüğü gibi, büyük günah işleyenleri tekfir ediyorlar. Onlardan bazıları
biz büyük günah işleyenleri tekfir etmeyiz, fakat Mısır halkı büyük günah
işliyor diyorlar. Onlardan bazıları da, "bugün kendilerini müslüman
sayarak İslam'a nisbet eden insanların çoğunun müslüman olmadığını söylüyorlar.
Umarım ki
onların bu tür iddiaları hakkında ileri sürdükleri ve bazı alimlerin,
gazetelerin bazısında ele aldıkları delilleri ve tartışmalarını okumuşsunuz.
Yine umarım ki şöyle konuştuğumda abartma yapmış olmam: Şüphesiz bu iş, bazı
insanların düşündüğü veya tasavvur ettiği gibi normal bir iş değildir. Aksine
bu, son derece tehlikeli bir durumdur. Yine bu, bir çok genci meclislerde ve
toplantılarında ciddi şekilde meşgul eden ve onların, hakkında (hak ile batılı
birbirinden) ayırıcı bir söz ve adil bir hüküm istedikleri bir durumdur.
İşte bütün
bunlardan sonra, sizin ilminize, anlayışınıza, dini hassasiyetinize, hak
hususundaki ihlasınıza ve sadece taklit, asabiyet veya çoğunluğu razı etme
uğruna bir grup aleyhine başka bir gruba meyletmeyeceğinize veya bir görüşe
karşı başka bir görüşün taassubunu yapmayacağınıza olan güvenimiz dolayısıyla,
sizden her ne kadar başka meşgaleleriniz bulunsa da, bu işin layık olduğu önemi
ve alakayı bulacağını umarak, ümmetin alimleri yanında muteber olan nasslar ve
şer'î deliller ışığında bu yönelişin İslam’daki gerçek yerini açıklamanızı
istiyoruz. Bizim görüşümüze göre bu konu diğer önemli meseleler karşısında
öncelik verilmesi gereken en önemli meselelerdendir... Biz, başarılar dileyerek
sizden bir açıklama yapmanızı bekliyoruz."
"Müslüman gençlerden bir grup, Kahire."
Diğer mektup ise Kuzey Yemen'den, San'a'daki bir grup müslüman
gençten, metninde ise şunlar belirtilmektedir:
"Sizin, Yemen’de ve diğer yerlerde
bulunan 'Yemen toplumu' veya diğer toplumlara mensup olan, ister İslamın
rükünlerine bağlı olsun, ister olmasın, ister alim olsun ister cahil, ister
erkek olsun ister kadın, ümmetin bütün fertlerinin kafir ve mürted olduklarını;
bu memleketlerin dar-ı harb veya dar-ı ridde olduğunu, Cuma ve Cemaat
namazlarının mürted ve kafirler arkasından kılındığından sahih (geçerli) olmadığını,
mürted bir toplumda veya mürted yahut kafir bir millet içerisinde emr-i
bi’l-ma'ruf ve nehy-i ani’l-münkerin gerekmediği, aksine onların öncelikle
Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed'in onun Rasulü olduğuna davet
edilmesi gerektiği ve emr-i bi’l-ma’ruf ve nehyi ani'l-münkerin sadece bir İslam
toplumunda ve müslüman bir ümmet içerisinde yani Daru’l-İslam'da gerektiğine
inanan bir müslüman hakkındaki görüşünüz nedir?
Acaba bu inanç doğru mudur? Ve bu inancın kitap,
sahih sünnet, selef-i salihinin akidesi ve icma-ı ümmetten sarih bir dayanağı var
mıdır? Yoksa bu inanç, kitap, sahih sünnet, selef-i salihinin hidayeti ve icma-ı ümmetten
herhangi bir dayanağının olmamasından dolayı fasit bir inanç mıdır? Bu konuda
sizden yeterli bir cevap vermenizi rica ediyoruz"
Bana güvenen bu iki müslüman gruba teşekkür ediyor, Allah'u
Teala'ya beni onların hüsnü zannı üzere kılmasını ve onların bilmedikleri günah
ve eksikliklerimi bağışlamasını diliyor ve hemen diyorum ki:
Şüphesiz
ben, onların sordukları ve onlar gibi bir çok kişiyi meşgul eden
"tekfirde aşırılık" konusunun tehlikesini takdir ediyorum. Şüphesiz
ben de bir çok Arap beldelerinde niyeti halis olan temiz kalpli bazı gençlerin
yanında bu konunun fikri etkilerini gözetlemiş, onların bazılarının dayandığı
bazı delilleri veya şüpheleri dinlemiş ve başka bazılarını da okumuştum. Fakat
ben, bunların düşüncelerini tam açıklayacak şekilde, onların görüş açılarını
teyit eden delillerle desteklenmiş sınırlı bir şeyler okumak isterdim. İşte ancak
bununla müslüman araştırmacı, onların ilan ettikleri ve bağlandıkları
görüşlerine şifahi olarak değil, kitabi olarak reddiye verebilir.
Ancak ne kadar istedimse de bunun gerçekleşmemesi
üzerine, ayrıntılara girmeden tekfir düşüncesini ve tekfirde aşırılığı
tartışmaya mani olmadığını düşündüm.
Bu sorunun Hariciler döneminden itibaren İslam
düşünce tarihinde kökleri vardır. Belki bu problem, müslümanları meşgul eden
ilk fikri problemdir. Bu problemin bir çok nesil üzerinde "askeri ve
siyasi" maliyeti olan rasyonel bir takım tesirleri de vardır. İslam
düşüncesi sonraki dönemlerde de uzunca bir süre bu problemden kurtulmadı ve
sonunda Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaatin üzerinde bulunduğu görüşle istikrar kıldı.
Konuyla ilgili olarak bana soru soran kardeşlere senelerdir
bir kitap hazırladığımı ve hala tamamlayamadığımı belirtiyordum. Bu kitabı
tamamlamak için acele etmenin gerekli olduğuna gayret edenlerden bir çok
kimsenin ısrarına ve benim de şiddetle
buna ihtiyaç olduğuna dair hissime rağmen; bir taraftan gelecekle ilgili
meşgalelerin çokluğu, bir taraftan konunun tahkikinde temkinli davranmanın
gerekliliği hususundaki inancım, diğer bir taraftan da kendilerini
"Tekfir Cemaati" diye isimlendirenlerin dünya görüşlerini doğru
şekilde tanımaya olan hırsım, evet bütün bunlar bugüne kadar bu kitabı
insanlara sunmamı geciktirdi.
Şanı yüce
Allah Allahu Teala'ya razı olacağı vecih üzere bu kitabın tamamlanması için
bana başarı vermesini diliyorum.
Yukarıda saydığım hususlar, bu konuda hızlı bir şekilde bir
şeyler söylememize mani değildir. Gerçi bu söyleyeceklerim şiddetli susuzluğu
tam gideremeyecekse de, az da olsa kuru dudaklarını ıslatabilir...[14]
"Tekfirde Aşırılık" hadisesini basiret üzere tedavi edebilmemiz
için, bunun sebeplerini ve amillerini araştırmaya ihtiyaç vardır. Bu sorunu
baskı, işkence ve tutuklama gibi çeşitli şiddet metotlarıyla çözmek isteyenler
şu iki sebepten dolayı hatalıdırlar:
1. Muhakkak ki fikre karşı ancak fikir ile mukavemet yapılır.
Fikre karşı mukavemette şiddetin kullanılması ancak ve ancak fikrin yayılmasını
ve o fikre sahip olanların bunun üzerinde ısrar etmesini artırır. Bu sorunun
tedavisinde gerekli olan metot; ikna, açıklama, delillerin ikamesi ve
şüphelerin giderilmesi metodudur.
2. Bu tekfircilerin tamamına yakın çoğu
dindar, ihlaslı, oruçlu, namazlı, niyazlı ve dinleri hususunda gayretkeş insanlardır.
Toplumda gördükleri fikri riddet, ahlaki çözülme, sosyal bozulma ve siyasi
istibdad onları böyle bir tavır takınmaya itmiştir. Onlar, yolda hataya düşüp
yolu şaşırmış olsalar da ıslahı isteyenlerdir, İslam ümmetinin hidayeti
bulmasını şiddetle arzulayanlardır. Bu sebeple onların tertemiz savunmalarını
takdir etmemiz gerekir. Onlar toplumu tahrip etmek isteyen sivri tırnaklı ve
yırtıcı canavarlar değildir.
Bu hadisenin sebeplerini araştıran
araştırmacı, bunun şu hususlarda temsil edildiğini görür:
1. Bizim İslam toplumumuzda küfrün ve gerçek
riddetin açıkça yayılması, kafir ve mürted olanların öne geçmesi, batıl düşüncelerinin
şımarıklıkları malumdur. Basın-yayın araçlarının ve diğer organların
sapıklıkları ve azgınlıklarını müslüman çoğunlukları içerisinde küfriyatlarını
yaymak için kullananlar vardır.
2. Bazı alimler bu gerçek kafirlerin durumu hususunda gevşeklik göstermektedirler ve onları müslümanlar zümresinden
saymaktadırlar. Halbuki İslam bunlardan beridir.
3. Salih İslami düşüncenin ve Kur'an ve Sünnete bağlı
İslam davetinin taşıyıcılarına işkence yapılmakta, onlara davetleri hususunda
baskı uygulanmakta, özgür düşünceye sahip olanlara kısıtlama ve eziyet
edilmektedir. Bu durum, ancak ve ancak yer altında kalan, açık tartışmalardan
uzak olan, kapalı bir atmosferde faaliyet gösteren munhariç bir takım
yönelişleri doğurur...
4. Bu gayretli gençlerin İslam fıkhından ve fıkıh
usulünden sermayelerinin azlığı, onların İslami ve luğavi ilimlerde ihtisaslarının
olmayışı. Bu durum onların bazı nassları terk edip başka nassları almalarına
veya müteşabihatı tutup muhkematı unutmalarına veya cüziyyatı alıp külli kaidelerden
gafil kalmalarına veya bazı nassları aceleci ve yüzeysel bir anlayışla anlamalarına
sebep olmaktadır. Bu tehlikeli durumlar ilmi ehliyetleri olmaksızın ahkam
kesmelerine sebep olmaktadır...
Allah'ın şeriatı ve hükümleri konusunda derin bir fıkıh bilgisine
dayanılmadığı müddetçe, ihlas tek başına kafi değildir. Kuru bilgiye sahip
olan kimse daha önce Haricilerin düştüğü hataya düşer. İmanı Ahmed'in dediği
gibi, onlar öyle kimselerdir ki, on vecihten sahih olan hadislerle
zemmedilmişlerdir... Bu durum, onların Allah'a kulluğa ve ibadete olan şiddetli
arzularına rağmen başlarına gelmiştir.
İşte bundan
dolayıdır ki, selefin imamları farkına varmadan Allah yolundan inhiraf edilmemesi
için, ibadetten ve cihaddan önce ilim tahsil etmeyi tavsiye ediyorlardı.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir:
"İlimsiz amel eden, yol olmadan yürüyen gibidir.
Yine ilimsiz amel edenin bozduğu şeyler yaptığı şeylerden daha çoktur. Öyleyse
siz ilmi, ibadete zarar vermeyecek bir talep ile talep edin. İbadeti de ilme
zarar vermeyecek bir talep ile talep edin. Çünkü ibadeti talep edip ilmi terk eden
bir grup Hz. Muhammed (s.a.s.)in ümmetine kılıçlarıyla karşı çıkacak kadar
ileri gittiler. Eğer onlar ilim tahsil etseydiler, ilim onları bu yaptıklarına
sürüklemezdi..."[15]
Burada
çekinmeden küfrünü ortaya koyanları tekfir etmemiz ve batınları iman
bakımından harap olsa bile zahirlerinde müslüman olanları tekfir etmekten
çekinmemiz gerekir. Çünkü böyleleri İslam örfünde dilleriyle iman ettik deyip
kalpleri iman etmemiş olan veya amelleri sözlerini yalanlayan
"Münafıklar" diye isimlendirilmektedir. Onlar hakkında zahirlerinin
gereği olarak dünyada müslümanlara uygulanan hükümler uygulanır. Ahirette ise
batınlarında gizledikleri küfür yüzünden cehennemin en alt basamağındaki
yerlerine giderler.
Aşağıdaki sınıflar, aldatma ve gizleme olmaksızın küfre
nisbet edilmeleri gereken gruplardandır:
1. İslam akidesi, şeriatı ve değerlerine açıkça zıt olduğu
halde komünizmin bir dünya görüşü ve hayat düzeni olduğuna, bütün dinlerin
milletlerin afyonu olduğuna inanan, genel olarak tüm dinlere, özel olarak da
kamil bir inanç, olgun bir hayat nizamı ve yeterli bir medeniyet olduğu için İslam
dînine daha fazla intikam ve düşmanlık hissi ile düşmanlık yapan ve komünizm
üzerine ısrar eden komünistler.
2. (Mısır'da) açıkça Allah'ın şeriatını reddeden, devletin dinden
ayrılması gerektiğini haykıran, Allah'ın ve Rasulunun hükümlerine davet
edildiklerinde karşı çıkan ve imtina eden, hatta bundan daha fazla olarak
Allah'ın şeriatı ile hükmetmeye ve İslam'a dönmeye davet edenlerle çok
şiddetli bir savaş ile savaşan laik devlet adamları ve laik partilerin siyaset
adamları.
3. İmam Gazali ve diğer bazı alimlerin, haklarında "Zahirleri
rafızi, batınları ise halis küfürdür" dediği, Şeyh'ul İslam İbni
Teymiyye'nin de "Onlar, İslam'ın kati hükümlerini, esaslarını ve zaruri
olarak bilinen hakikatlerini inkar etmelerinden dolayı Yahudi ve
Hıristiyanlardan daha çok kafirdir" dediği Dürziler, Nüsayriler,
Ismaililer ve onlara benzeyen batini fırkalar gibi İslam dininden açık bir
çıkış ile çıkıp ayrılan inanç sahipleri.
Asrımızda tek başına yeni bir din olan Bahailik de bunlara
benzemektedir. Allahu Teala'nın kendisiyle Peygamberlik silsilesini tamamladığı
Hz. Muhammed (s.a.s.)'den sonra peygamberliğin gelebileceğini iddia eden
Kadiyanilik de bunlara yakındır.[16]
Burada dikkatimizi çekmesi gereken bir husus vardır ki,
o da alimlerden muhakkik olanların tekfir konusunda şahıs ile nev'i birbirinden
ayrı mülahaza etmenin gerekliliği hususundaki tesbitleridir.
Bunun manası şudur: Biz mesela (Mısır'da)
komünistler kafirdir veya îslam şeriatının hükümlerini reddeden laik devlet
adamları kafirdir veya kim şöyle derse yahut şuna davet ederse kafirdir
demeliyiz. Çünkü bütün bunlar nevi (topluluk, grup) üzerine hüküm vermek
demektir. Fakat bu saydığımız gruplara mensup olan belli bir şahsa iş taalluk
ettiğinde, o zaman onun gerçek konumunu tahkik ve tesbit etmek için orda
durmak ve onu sorgulamak, onunla tartışmak gerekir. Ta ki onu tekfir
edebilmemiz için onun aleyhine deliller ortaya çıksın, onun hakkındaki şüpheler
giderilsin ve onun ileri sürdüğü ma'zeretler yok olsun...
Bu konuda Şeyhü'l İslam İbni Teymiyye şöyle
demektedir: "Şüphesiz ki bazen belli bir söz küfür olur. Bu sebeple
söyleyen tekfir edilir ve "kim şöyle derse kafir olur" denilir. Fakat
böyle bir sözü söyleyen belirli bir şahsın aleyhinde terk eden kişiyi kafir
kılan delil, tam olarak ortaya çıkmadıkça o şahsın kafir olduğuna hükmedilmez.
İşte bu,
kafirleri tehdit eden vaid ayetlerindeki hüküm gibidir: Allah'u Teala şöyle
buyuruyor:
"Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler,
karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çilgm bir ateşe
gireceklerdir."
[17]
Bu ve benzeri vaid ayetleri haktır. Fakat
muayyen bir şahıs aleyhine azaba müstahak olduğuna dair şahadet edilmez, ehl-i
kıbleden muayyen birinin cehenneme gireceği söylenemez. Çünkü bu vaid nassları
ona ulaşmamış olabilir, tahrim ayetleri ona iletilmemiş olabilir ve işlemiş
olduğu haramdan dolayı tevbe etmiş olabilir... Veya onun işlediği haram fiilin
cezasını silecek büyük iyilikleri olabilir veya işlediği suça keffaret olarak
başına bir takım musibetler gelmiş olabilir. Hatta şefaati kabul edilen bir
şefaatçi onun için şefaat etmiş olabilir.
Söyleyeni küfre sokan sözleri söyleyen adama belki hakikati
bildiren nasslar tebliğ edilmemiş olabilir. Veya ona ulaşmış da, ona göre
sabit olmamış veya onu iyice anlamamış olabilir. Bazen de Allah'u Teala'nın
affettiği şüpheler ona arız olmuş olabilir..."
Daha sonra şöyle demektedir:
"İşte
müctehid imamların mezhepleri zikretmiş olduğumuz bu tafsilatta olduğu gibi
belli bir şahıs ile nev'î birbirinden ayırt etme üzerine bina edilmiştir."
[18]
Bunlardan da anlaşıldığı gibi, küfrünü açıkça ortaya
koyanlar hakkında böyle ihtiyatla davranmak gerektiğine göre, nasıl olur da
bir müslüman "Lailahe illallah ve Muhammedun Rasulullah" diyerek
Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed'in onun elçisi olduğuna şahadet
eden çoğunlukları, salih amelleriyle kötü fiilleri birbiriyle karıştırsalar
bile, tekfir etmeye cüret edebilir?
Halbuki insanların şahadeteyni ikrar etmeleri, hak
ve hukukları müstesna olmak üzere, onların canlarının ve mallarının korunmuş
olmasını sağlar. Onların hesapları ise Allah (c.c.)’a aittir. Biz ise, zahire
göre hükmetmekle emrolunmuşuz. Kişinin gizli olan sırlarını sadece Allah (c.c.)
bilir.
Rasulullah (s.a.s.)'den sahih, hatta mütevatir
olarak şu hadis rivayet edilmiştir:
"Ben insanlar, Allah'tan başka ilah olmadığını söylemedikçe onlarla savaşmakla emrolundum. Bunu
dedikleri taktirde, hakkettikleri hariç, benden canlarını ve mallarını korumuş
olurlar. Onların hesabını görmek ise Allah'a (c.c.) kalmıştır."
[19]
Herhangi bir insan hakkında küfür hükmünü vermek
gerçekten de ciddi ve tehlikeli bir hükümdür. Çünkü onun tekfir edilmesi
halinde şu son derece tehlikeli etkiler terettüb etmektedir:
1. Onun karısının onunla beraber kalması helal
olmaz ve bu sebeple ikisinin birbirinden ayrılması gerekir. Çünkü müslüman bir
kadının bir kafire zevce olmasının sahih olmadığı yakin olarak bilinen icma ile
sabittir.
2. Onun çocuklarının, onun idaresinde kalmaları caiz değildir.
Çünkü bu durumda onlar hakkında emin olunmaz ve onun küfrünün çocuklarına tesir
etmesinden korkulur. Özellikle onun çocuklarını yumuşaklıkla ve şefkatle
ziyaret etmesi, bu etkiyi artırır. Bundan dolayı onlar İslam toplumuna mensub
olan herkesin boynuna emanettirler.
3. Şüphesiz o, sarih küfür ve apaçık riddet ile dinden çıktıktan
sonra İslam toplumu üzerinde borç olan velayet ve yardım hakkını kaybeder. Bu
sebeple de kendi kendisi uyanıp geri dönene kadar ve tekrar hidayete erişinceye
kadar onunla ilişkilerin kesilmesi ve toplumdan ona en yakın sığınağın kapatılması
gerekir.
4. Onun, tevbeye davet edilmesi, zihninden şüphelerinin
giderilmeye çalışılması ve ona delillerin ikame edilmesinden sonra hakkında
mürted hükmünün infaz edilmesi için İslam mahkemesi önünde muhakeme edilmesi
gerekir.
5. O öldüğünde onun hakkında müslümanlar üzerinde icra edilen
hükümler icra edilmez. Bu sebeple cenazesi yıkanmaz, üzerine namaz kılınmaz,
müslümanların kabristanında defnedilmez
ve bir murisi öldüğünde ona varis olmadığı gibi, başkası da ona varis
olamaz.
6. Yine o küfür halinde öldüğü zaman Allah'ın
(c.c.) lanetini, rahmetinden kovulmayı ve cehennem ateşinde ebedi olarak
kalmayı hak eder.
İşte bu
hükümler, Allah'ın kullarından birisinin hakkında tekfir hükmünü veren kişinin,
bu dediğini söylemeden evvel bir çok kez irkilip geriye çekilmesini
gerektirir!..[20]
Yine burada Allah'ın dini ile ve insanların hayatı ile
ilgili olan bu tehlikeli konuda ve buna benzer diğer bir çok konuda Kur'an ve
Sünnet'in nasslarına müracaat etmemiz ve bu nasslar ışığında hakem olarak kabul
edilmesi gereken şer'î kaideleri ve hakikatleri tesbit etmemiz gerekmektedir.
Bizim genel itimadımız ancak ve ancak Allah'ın
kitabında ve Rasulünün sünnetinde bulunan her türlü hatadan korunmuş olan
sabit nasslaradır. Çünkü sadece bu nasslar tartışmasız hüccet ve
dayanaktırlar.
Ancak bazı zamanlarda kimi alimlerin
sözlerini şahid olarak göstermemiz, onların sözlerinin bizatihi hüccet olduğundan
dolayı değildir. Belki biz, onların anlayışından yararlanarak bu nassları daha
iyi kavrayabilmek için onların sözlerini şahid olarak gösteriyoruz. Ta ki
müteşabihat hakkında şaşırıp kalmayalım veya ayet ve hadisleri birbirleriyle
çarpıştırmayalım. Yine burada şu esası da te'kid etmeliyiz: Şüphesiz bu
ümmetin selefi olan sahabiler ile onlara iyilikle uyan tabiiler, ümmetin en
çok hidayet yolunda olanı, en sahih anlayışlısı, en sağlam metoda sahip olanı,
İslam'ın ruhunu en çok kavrayanı ve İslam'a uymada en fazla haris olanıdır.
Onların yanında herhangi bir konuda, bilinen bir hidayeti gördüğümüzde, artık
onu bırakıp da onlardan sonra gelenlerin bid'atlerine meyletmeyiz. Çünkü onlar
Rasulullah'ın (s.a.s.) şahadetiyle nesillerin en hayırlısıdırlar.[21]
Birinci hakikat
veya kaide: Şüphesiz
insan İslam'a iki şahadet cümlesinden ibaret olan kelime-i şahadetle girer. Her
kim bu iki şahadet cümlesini dili ile ikrar ederse İslama girmiş olur ve kalben
kafir olsa bile onun hakkında müslümanlara uygulanan hükümler cari olur. Çünkü
biz zahire göre hüküm vermekle ve kişinin sırlarını ise Allah'a (c.c.) havale
etmekle emrolunmuşuz. Bu hakikate gösterdiğimiz deliller ise şunlardır:
1. Şüphesiz Hz. Peygamber (s.a.s) şahadeteyni ikrar edenin
müslümanlığını kabul eder ve onun müslüman olduğuna hükmetmek için mesela
namazın vaktinin girmesini, zekatın havlini veya Ramazan farzını eda etmesini
beklemezdi. Sadece onun şahadeteyne iman etmesi ve bunu açıkça inkar etmemesi
ile yetinirdi.
2. Buhari ve diğerlerinin rivayet ettiği Üsame b.
Zeyd (r.a.) ile ilgili hadiste belirtildiğine göre, Üsame bir adama kılıç çekmiş,
o da "Lailahe illallah" demişti. Fakat Üsame buna rağmen onu
öldürmüştü. Hz. Peygamber bunu duyunca, çok şiddetli bir şekilde kızdı ve
Üsame'ye şöyle buyurdu:
“Sen onu "Lailahe illallah" dedikten sonra mı
öldürdün?” Bunun üzerine Üsame şöyle dedi:
“O, kılıçtan
kurtulmak için onu söylemiştir!”.. Hz.
Peygamber de ona dedi ki:
“Sen onun kalbini mi yardın?”
Başka bazı rivayetlere göre şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü (onun söylediği) lailahe
illellah'ı ne yapacaksın?"
3. Ebu Hüreyre şu hadisi rivayet etmiştir:
"Ben insanlarla lailahe illallah deyinceye kadar
savaşmakla emrolundum. Onlar bunu söyledikleri zaman, artık hakkettikleri
hariç, benden canlarını ve mallarını korumuş olurlar. Onların hesaplan ise
Allah'a aittir."[22]
Müslim'in rivayetinde ise şu ibare vardır:
"Allah'tan başka ilah olmadığına şahadet edinceye, bana
ve benim getirdiklerime iman edinceye kadar..."
Buhari'nin Hz. Enes'ten merfu olarak rivayet ettiği hadiste
ise şu ibare geçmektedir:
"Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in onun
kulu ve elçisi olduğuna şahadet edinceye kadar..."
Hadiste geçen insanlardan maksat, alimlerin
belirttiği ve Hz. Enes'in, rivayet ettiği hadiste tefsir ettiği gibi Arap müşrikleridir.
Çünkü ehl-i kitaptan cizyenin kabul edildiği Kur'an nassı ile sabittir.
Bizim burada delilimiz şudur: Şüphesiz Arap
müşrikleri, canlarını ve mallarını koruduklarını belirten ibarenin delaletiyle,
lailahe illallah dedikleri zaman, onunla İslam’a girmiş olurlar. Çünkü can ve
malı korumak ya müslüman olmakla yada anlaşma ve zimmeti kabul etmekle
sağlanır. Burada ise müşrikler için anlaşma ve zimmet hakkı söz konusu
değildir. Öyleyse onlar için müslüman olmaktan başka kurtuluş yolu yoktur.
Şüphesiz ki
bu hadis birbirine yakın lafızlarla bir çok sahabiden sahih olarak rivayet
edilmiştir. Bundan dolayıdır ki Hafız es-Suyuti "el-Camius-Sağir"
isimli kitabında, "bu hadis mütevatir bir hadistir" demiştir. Bu
kitabın şarihi olan el-Münavi de şöyle demiştir: "Çünkü bu hadisi onbeş
sahabi rivayet etmiştir."
Kendi zamanındaki hadis imamlarından biri olan
Süfyan b. Üyeyne'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Hadiste
belirtilen bu durum namazın, orucun, zekatın ve hicretin farz edilmesinden
önceki İslamın ilk döneminde söz konusu idi."
Allame İbni Receb el-Hanbeli "Camiu'1-Ulum
ve'l-Hikem" İsimli kitabında Süfyan b. Uyeyne'nin bu sözünü naklettikten
sonra şöyle demiştir: "Bu, gerçekten zayıftır. Bu sözün Süfyan'dan sahih
bir şekilde nakledildiği tartışma götürür. Çünkü bu
hadisin ravileri olan sahabiler, Rasulullah (s.a.s.)'e ancak Medine'de
sahabelik yapmışlardır. Bunlardan bazıları da son dönemlerde müslüman
olmuşlardır."
Ayrıca Hz. Peygamberin "benden
canlarını ve mallarını korumuş olurlar." sözü, O'nun bu sözü ifade
buyururken savaşla emredilmiş olduğuna delalet eder. Bütün bunlar ise O'nun
Medine'ye hicret etmesinden sonra emredilmiştir."
İbni Receb
devamla şunu söylemektedir: "Zaruri olarak bilinenlerdendir ki, Hz.
Peygamber (s.a.s.) İslam’a girmek için kendisine gelenlerin hepsinden sadece şahadeteyni
söylemesini kabul ederdi. Böylece o, İslam’a girmiş ve canını kurtarmış
olurdu. O. Üsame b. Zeyd'e, kılıcını kaldırdığında "lailahe illallah"
diyen kişiyi öldürdüğü için çok sert bir şekilde kızmıştı. Hz. Peygamber
İslam'a girmek isteyenlere namaz ve zekata iltizam etmelerini şart koşmuyordu.
Aksine Hz. Peygamber'in zekat vermemek şartıyla müslüman olmak isteyen bir
kavmin müslümanlığını kabul ettiği rivayet edilmektedir.
İmam
Ahmed'in "Müsned"inde Cabir (r.a.)'den rivayet ettiğine göre, o,
şöyle demiştir:
"Sakif
kabilesi Rasulullah (s.a.s.)'e sadaka vermemek ve cihad etmemek üzere şart koştular.
Rasulullah (s.a.s.) ise (şartlarını kabul ettikten sonra) şöyle buyurdu:
"Onlar daha sonra sadaka da verecekler, cihad da
edecekler."
Yine İmam Ahmed Müsned'inde Nasr b. Asım el-Leysi'den rivayet ettiğine
göre, onlardan bir adam Peygamber'e gelip iki vakit namazdan başka namaz
kılmamak şartıyla müslüman oldu. Peygamber de onun müslümanlığını kabul etti."
İbni Recep
diyor ki: İmam Ahmed bu hadisleri delil alarak şöyle demiştir: "Fasid şart
üzere.müslüman olmak sahih olur. Fakat müslüman olduktan sonra İslam’ın bütün
kanunlarını yerine getirmek gerekir." İbni Receb'in sözü burada bitti.
Bu nakillerde bizi ilgilendiren iki husus vardır:
a. Şüphesiz İslam'a girmek, şahadeteyn ile gerçekleşir. Bazı
hadislerde sadece kelime-i tevhide şahadet getirmek ile yetinmesî ise ya bazı ravilerin hadisi kısaltıp onunla iktifa etmesinden
dolayıdır yada hadiste insanlar kelimesi ile kastedilen Arap müşriklerinin
kelime-i tevhidi getiren ve davet eden Allah'ın Rasulü Hz. Muhammed'e şahadet
etmedikçe, Allah'tan başka ilah olmadığına şahadet getirmeyecekleri gerçeğinden
dolayıdır.
Bundan dolayıdır ki bazı Selef alimlerinden şu
söz nakledilmiştir: "İslam kelimedir." Yani İslam, kelime-i şahadet
ile gerçekleşir.
Namaz, oruç ve diğer İslam prensipleri ve
farzlarına gelince, bunlar ancak kişiden müslüman olduktan sonra istenir.
Çünkü bu ibadetler ancak müslüman olanlardan kabul edilir. Kafirin ise
ibadetlerin kabul şartı olan müslümanlık şartını taşımamasından dolayı ne
namazı, ne orucu, ne haccı, ne de başka bir ibadeti kabul edilir.
b. İbni Receb'in zikrettiği ve İmamu's-Sünne Ahmed
b.Hanbel'in rivayet ettiği hoşgörüyü ve geniş ufukluluğu ifade eden hadislere
gelince... Rasulullah (s.a.s.) özellikle yeni İslam'a girmiş olanlara bu tavrı
göstererek, bununla insanları çeşitli durumlarına ve konumlarına göre tedavi
ediyordu.
Şüphesiz Hz.
Peygamber (s.a.s.) bazıları için reddettiği şartları, diğer bazıları için kabul
etmişti. Beşir b. el-Hassasiye'den gelen hadise göre, o sadaka vermemek ve
cihad etmemek şartıyla müslüman olmak üzere Hz. Peygamber (s.a.s.)'e biat
etmek istemiş, bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) ondan elini çekerek şöyle
buyurmuştur:
"Ey Beşir!.. Cihad yok, sadaka yok. Peki o zaman ne ile
cennete gireceksin?!.."
Fakat Hz. Peygamber (s.a.s.) Sakif kabilesinden bu
şartı kabul
etti ve onlara bu konum üzere donup kalmayacaklarını ve müslümanlıkları ilerleyince
diğer müslümanların yaptıkları her şeyi yapacaklarını da bildirdi: İşte bunun
için onlara güvenerek şöyle buyurmuştur:
"Onlar gelecekte sadaka da verecekler ve cihad da
edecekler."
[23]
İkinci
kaide: Tevhid inancı üzere yani
Allah'tan başka ilah olmadığına inanarak ölenler Allah (c.c.) katında iki şeyle
ödüllendirilir:
1. Ateşte daimi olarak kalmaktan kurtulur, ister zina gibi Allah'ın
hakkına taalluk etsin, isterse hırsızlık gibi kulların haklarına taalluk etsin,
ne kadar günah işlerse işlesin durum değişmez. Kalbinde hardal tanesi kadar
iman bulunduğu müddetçe günahları sebebiyle cehenneme girse bile, mutlaka
oradan çıkacaktır.
2. Ne kadar gecikirse geciksin, mutlaka cennete
girecektir, işleyip
de tövbe etmediği ve herhangi bir sebeple keffaretini ödeyemediği günahları
sebebiyle cehennemde azabını çekeceğinden dolayı, ilk önce cennete girenlerle
beraber olmasa da cezasını çektikten sonra mutlaka girecektir.
Buna gösterdiğimiz deliller Buhari ve Müslim ile diğer hadis
(kaynak)larında geçen sahih ve meşhur hadislerdir. Bunlardan bir kaçını aşağıya
alıyoruz:
Ubade b. es-Sabit’ten rivayet edildiğine göre
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim ki Allah'tan başka ilah olmadığına, onun bir
olduğuna ve şeriki olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna,
İsa'nın da O'nun kulu, rasulü ve Meryem'e ilka etmiş olduğu kelimesi ve kendi
katından bir ruh olduğuna, cennetin ve cehennemin hak olduğuna şahadet ederse,
hangi amel üzere olursa olsun, Allah (c.c.) onu cennete koyacaktır."
Ebu Zerr (R.a.)'dan rivayet edildiğine göre
şöyle demiştir: Ben Rasulullah (s.a.s) in yanına geldim. Bana şöyle buyurdu:
"Allah'tan başka ilah yoktur diyen ve sonra bu inanç
üzere ölen hiçbir
kul yoktur ki cennete girmesin."
Başka bir hadiste şöyle buyuruluyor:
"Şüphesiz ki Allah (c.c.) kendi rızasını umarak
"lailahe illallah" diyene ateşi haram kılmıştır..."
Bu hüküm
Peygamberlik devrinde münafıkların yaptığı gibi sadece canını ve malını
korumaya çalışanlar için geçerli değildir.
Yine Enes (r.a.)'den rivayet edildiğine göre
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kalbinde buğday tanesi kadar hayır bulunduğu halde
"lailahe illallah" diyen bir kimse (bile) cehennemden
çıkacaktır."
Bu hadislerin hepsinde Buhari ve Müslim
ittifak etmişlerdir. Yine Buharı ve Müslim'in Ebu Zerr'den rivayet ettikleri
hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Cebrail bana geldi ve
"Senin ümmetinden her kim Allah'a hiçbir şey şirk
koşmadan ölürse cennete girecektir" diye beni müjdeledi." Dedim ki:
"Zina etse ve hırsızlık yapsa da mı?" Dedi ki:
"Zina yapsa ve hırsızlık yapsa da!"
Sahih-i Müslim'de es-Sanabihi'nin Ubade
(r.a.)'den rivayet ettiği hadise göre o, şöyle demiştir: Rasulullah'ı (s.a.s.)
şöyle buyururken işittim:
"Her kim Allah'tan başka ilah olmadığına ve
Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şahadet ederse, Allah (c.c.) ona cehennemi
haram kılar."
İşte bu
zikrettiğimiz hadisler gibi daha bir çok hadis vardır ki hepsi de sarahaten ve
açıkça kelime-i şahadetin cennete girmeyi ve ateşten kurtulmayı gerektirdiğine
delalet etmektedir. Burada "cennete girmek"ten maksat, günahlarından
dolayı hak ettiği belirli bir zaman cehennemde hakketmiş olduğu cezayı
çektikten sonra, eninde sonunda cennete girmektir.
Yine burada
"cehennemden kurtulmak"tan maksat, tahakkuk eden cezayı çektikten
sonra kurtulmaktır.
İşte biz bütün bunları, bu hadisler ile bazı günahları irtikab
edenlere cehennemin gerektiğini ve cennetin haram olduğunu belirten diğer bazı
hadisler arasında cem' yapmak (uzlaştırmak) için söylüyoruz. Çünkü bizim bazı
nassları diğer bazılarına zıt olarak göstermemiz caiz olmaz.[24]
Üçüncü kaide: Muhakkak ki insan şahadeteyni ikrar
etmekle İslam'a girdikten sonra, müslüman olmasının gereği olarak, İslam'ın
bütün hükümlerine bağlanmış olur. Bağlılık ise, Kitab ve Sünnet'le sabit olan,
sarih ve mükemmel hükümlerin, adil ve kudsi olduğuna inanmak, teslim olmak ve
gerekleriyle amel etmek demektir.
Bu hükümlere karşı herhangi bir müslüman için, reddetme veya
kabul etme, alma veya terk etme şeklinde hiçbir muhayyerlik hakkı yoktur.
Aksine onlara, razı olmuş bir müslüman olarak boyun eğmesi, helalini helal ve
haramını haram bilmesi, vacib olanların vücubuna, mubah olanların da mübahlığına
itikad etmesi gerekir.
Bu hususta Allahu Teala şöyle buyurmaktadır:
"Allah ve Rasulü, bir işe hükmettiği zaman, mü'min bir
erkek ve mü'min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı
yoktur. Kim Allah'a ve Rasulüne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir
sapıklıkla sapmıştır."
[25]
"Aralarında hükmetmesi için, Allah'a ve elçisine çağrıldıkları
zaman mü'min olanların sözü sadece "işittik ve itaat ettik"
demeleridir. İşte felaha kavuşanlar bunlardır."
[26]
"Hayır öyle değil; Rabbine andolsun ki, aralarında çekiştikleri
şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı
duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar."
[27]
Burada bilmemiz gereken önemli hususlardan biri de şudur:
Şüphesiz İslam'ın hükümlerinden kat'i olarak sabit olup yakini ahkamlardan olan
teşriattan vacibler, haramlar, cezalar (ukubat) ve diğer bir çok konu ile
ilgili hükümler vardır ki, bunların Allah'ın (c.c.) dininden ve şeriatından
olduğu hakkında hiçbir şek ve şüphe ihtimali söz konusu değildir. İslam alimleri
bunlara "dinden zaruri olduğu bilinenler" ismini takmışlardır...
Bu hükümlerin alameti, havas ve avamın hepsinin de onları
bilmesi ve isbat etmek için araştırma ve istidlale ihtiyaç duymamasıdır. Bu
hükümler İslam'ın rükünlerinden olan namazın, zekatın ve diğer rükünlerin
farziyyeti, kebairden olan katil, zina, faiz yemek, içki içmek ve diğer büyük
günahlar ve evlilik, talak, miras, hudud, kısas ve bunlara benzer konularla
ilgili hükümlerdir.
İşte kim bu saydığımız "dinden zaruri olarak
bilinen" hükümlerden birisini inkar ederse veya istihfaf ederse ve alaya
alırsa, hiç şüphesiz açık bir küfür ile kafir olur ve onun İslam'dan çıkan bir
mürted olduğuna hükmedilir. Onun kafir olması şundandır: Bu hükümler sarih olan
ayetlerle sabit olmuş, onlar hakkındaki sahih hadisler tevatür derecesine ermiş
ve ümmetin nesilleri peyderpey bu hükümler üzerinde icma etmiştir. Bu sebeple
kim bunları tekzib ederse, şüphesiz Kur'an ve Sünnet nasslarını tekzib etmiş
olur. Bu ise küfürdür.[28]
Dördüncü kaide: Şüphesiz küçük ma'siyetler ve büyük
günahlar (kebair) işleyenler, üzerinde ısrar etse ve tevbe etmeseler de, bu
durum imanlarını soyar ve eksiltir fakat kökünden kazımaz ve tamamıyla yok
etmez. Buna dair deliller ise şunlardır:
1. Şayet bu günahlar imanı kökünden kaldırsaydı ve işleyeni
mutlak küfre soksaydı, o zaman ma'siyet ile riddet aynı şey olurdu, günah
işleyen kişi (asi) ise mürted olurdu ve ona mürted cezasını vermek gerekirdi.
Böylece de zina yapanın, hırsızın, yol kesenin, eşkiyanın, içki içenin ve adam
öldürenin cezaları farklı olmayacaktı. Bu ise nass ve icma ile reddedilmiştir.
2. Şüphesiz Kur'an'da kısas ayetinde katil ile maktulün
velilerinin birbirinin kardeşleri olduğunu belirtmektedir: "Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı.
Özgüre karşı özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi. Fakat kimin (hangi
katilin) lehine kardeşi tarafından bağışlanma olmuşsa, bu taktirde örfe uymak
ve ona (maktulun velisine) güzellikle (diyet) ödemek gerekir."
[29]
3. Yine Kur'an-i Kerim birbirleriyle savaşan iki
taifenin iman sahibi olduğunu isbat etmektedir:
"Mü'minlerden iki topluluk birbirleriyle savaşacak
olursa, aralarını bulup düzeltin. Şayet biri diğerine tecavüzde bulunacak
olursa, artık tecavüzde bulunanla, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın..."
[30]
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz mü'minler kardeştirler. Öyleyse
kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin..."
[31]
Kur'an, bu iki ayetle iki grub arasındaki
savaşa rağmen, onların imanlı ve birbirlerinin din kardeşleri olduklarım isbat
etmiştir. Kur'an bu hakikati, Hz. Peygamber'in (s.a.s.) "Benden sonra birbirlerinizin boyunlarım vuran kafirler (gibi)
olmayın!" hadisi ile "iki
müslüman kılıçlarıyla birbiriyle karşılaştıklarında, öldüren de öldürülen de
ateştedir." hadisi (nin zahiri manasi)na rağmen beyan etmiştir. İmam
Buharı bu son hadis ile delil getirerek, günahların işleyeni küfre götürmediğini,
çünkü Hz. Peygamber'in birbirine karşı kılıçlarıyla karşılaşan her iki tarafı
da, cehennem ile tehdit etmekle beraber, müslüman olarak isimlendirdiğini
belirtmiştir.
Bu ayet ve hadislerin kastettikleri şey, hiçbir
te'vil kabul etmeyen savaştır.
4. Hatib b. Ebi Baltaa Hz. Peygamberin sıkı bir
şekilde gizli kalmasını istemesine rağmen Mekke'nin Fethi'nden az bir zaman önce
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in haberlerini ve ordusunun Mekke'ye doğru hareket
ettiğini Kureyş'e bildirmeyi istemek suretiyle günümüzde "en büyük
hainlik" diye isimlendirilen suç gibi bir suç işlemişti. Bunun üzerine
Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e şöyle dedi:
"Ya
Rasulallah, izin ver de bunun boynunu vurayım. Çünkü o, münafıklık
yapmıştır." Hz. Peygamber (s.a.s) ise onun Bedir ehli olduğunu belirterek
özrünü kabul etti ve onun bu fiilini, kendisini imandan çıkarıp küfre götüren
bir fiil saymadı. Bu olay üzerine inen Mümtehine Suresi'nin başındaki ayetler
de bunu tekid etmektedir:
"Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de
düşmanınız olanları veliler edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz;
oysa onlar haktan size geleni inkar etmişler, Rabbiniz olan Allah'a
inanmanızdan dolayı elçiyi de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp çıkarmışlardır. Eğer siz, Benim yolumda cihad etmek ve Benim
rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl olur) onlara karşı hala sevgi
gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilirim. Kim
sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp sapmış
olur."
[32]
Allahu Teala "Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz" kavli ile Hatib
b. Ebi Baltaa'yi da "iman edenlerin"
içine koyarak hitab etmiş ve ayette onun düşmanı ile mü’minlerin düşmanlarını
bir saymıştır.
5. Bedir savaşına katılanlardan biri olan ve Hz.
Ebu Bekir'in kendisiyle artık ilişki kurmayacağına dair yemin ettiği Mistah b.
Üsase'nin de aralarında bulunduğu, Hz. Aişe'ye zina iftirasını atanlar hakkında
nazil olan şu ayet de yukarıdaki ayete yakın hakikatleri beyan etmektedir:
"Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar yakınlara,
yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere (mallarından) vermekte eksiltme
yapmasınlar, affetsinler ve hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez
misiniz? Şüphesiz Allah (c.c.) çok bağışlayandır ve çok esirgeyendir."
[33]
Eğer denilse ki Mistah ve diğerleri tevbe ettikleri için
özürleri kabul edilmişti. Biz de diyoruz ki: İbni Teymiye (rh.a.) nin dediği
gibi Allahu Teala, müslümanlara onları affetmelerini, hoş görmelerini ve
onlara ihsanda bulunmalarını emrederken, tevbe etmelerini şart koşmamıştır.
6. Buhari'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre,
Hz. Peygamber zamanında içki içen birine, Hz. Peygamber (had cezasını) vurmayı
emretti. Sahbiler de ona vurdular. Adam (cezasını çektikten sonra) giderken,
ashabdan bazıları ona
"Allah
senin canını alsın!" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) onlara
şöyle buyurdu:
"Böyle demeyiniz, şeytanı onun yardımcısı
yapmayınız."
Buhari'de
geçen başka rivayette ise şöyle buyurmuştur:
"Şeytanın yardımının kardeşinize gelmesine sebeb
olmayınız "
Ebu Davud'un
Sünen'inde ise bu olay ile ilgili olarak
fazladan
şu
ibare geçmektedir:
"...Fakat deyin ki: Allah'ım onu bağışla, Allah'ım ona
merhamet et..."
İşte kötülüklerin anası olan içkiyi içen kişiye Müsamahakar
Muhammedi bakış böyledir. O, (s.a.s.), cezanın verilmesini emrediyor. Fakat
onun Allah'ın rahmetinden kovulmasına ve lanetlenmesine, mü'minlerin
çemberinden çıkarılmasına razı olmuyor. Aksine onunla diğer mü'minler arasında
kardeşlik olduğunu isbat ediyor, onların ona söverlerken ve onu açıkça küçük
düşürürlerken kalbinde şeytan için bir geçit açmalarını nehyediyor, onlara onun
bağışlanmasını ve Allah'ın rahmetine kavuşması için dua etmelerini, ona
kardeşlik, sevgi ve hidayet arzusu şuurunu vermelerini emrediyor. Umulur ki bu
tavırlar onun düştüğü hatadan çıkmasını sağlar.
7. Yine Buhari'nin Ömer b. Hattab'dan rivayet ettiği şu
hadis, konumuzu daha çok desteklemektedir: Rasulullah (s.a.s.) döneminde ismi
Abdullah olup "Himar" diye lakaplanan bir adam vardı ki bir defasında
(içki içtiğinden dolayı) Rasulullah (s.a.s.) ona içki cezasını verdiğinde
gülüyordu. Yine bir gün bu suçtan getirildi. Hz. Peygamber (s.a.s.) emretti ve
yine cezası vuruldu. Bu esnada sahabeden biri şöyle dedi:
"Allah’ım,
buna lanet et, bu suçtan ne kadar da çok getiriliyor!.." Bunun üzerine
Hz. Peygamber (s.a.s.) buyurdu ki:
"Ona lanet etmeyin. Allah'a yemin olsun ki ben onun
Allah'ı ve Rasulünü sevdiğini biliyorum." Hadisin
diğer bazı rivayetlerinde şu ibare geçer:
"Şüphesiz ben onun Allah'ı ve Rasulünü sevdiğini
biliyorum."
Başka bazı
rivayetlerde de şöyle geçer:
"Ben ancak onun Allah'ı ve Rasulünü sevdiğini
biliyorum."
İşte bu
tavır, onun içkiye devam etmesine, içmekte ısrar etmesine ve içkiden dolayı
yadırganmasına rağmen gösterilmiştir. Hatta İbni Hacer Askalani
"Fethu'1-Barî" isimli eserinde İbni Abdilberr'den o adama elli defa içki
sebebiyle ceza vurduğunu ve her seferinde Hz. Peygamber'in ona lanet edilmesini
nehyettiğini, onun Allah'ı ve Rasulünü sevdiğini anlattığını rivayet etmiştir.
Hafız İbni Hacer Fethu’l-Bari'de bu hadisin nüktelerini beyan
ederken şöyle demektedir:
a. Bu hadiste, büyük günah işleyenin kafir olduğunu
iddia edenlere reddiye vardır. Çünkü Hz. Peygamber büyük günah işleyene lanet
etmeyi nehyetmiş ve ona dua etmeyi emretmiştir.
b. Yine bu hadiste büyük günah işleyen kişinin kalbinde
bulunan Allah ve Rasulünün sevgisinin, büyük günah işlemekle yok edilemeyeceği
gerçeği vardır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) mezkur adamın, kendisinden sadır
olan günaha rağmen Allah (c.c.) ve Rasulünü sevdiğinden haber vermiştir.
c. Yine bu hadiste kendisinden defalarca günah sadır
olan kimsenin kalbinden Allah ve Rasulullah sevgisinin çekilip çıkarılamayacağı
belirtilmektedir.
d. İçki içen kimseden imanı nefyeden "Bir kimse mü'min iken içki içmez" şeklindeki hadiste
imanın tamamıyla gittiği değil, imanın kemalinin zail olduğu belirtilmektedir. Bu
da önceki hususları teyid etmektedir.
İbni Hacer’in
Fethu'1-Bari kitabından yaptığımız nakil burada bitti.
8. Bu konuda göstereceğimiz diğer bir delil
yukarıda geçen "lailahe illallah" diyen kimsenin zina ve hırsızlık
yapsa da cennete gireceğini belirten hadislerdir.
9. Diğer bir delilimiz de Hz. Peygamber (s.a.s.)'den sahih olarak
rivayet edilmiş ve meşhur olmuş olan, O'nun ümmetinden büyük günah işleyenlere
şefaat edeceğini belirten hadislerdir. Bu hadisler de iki büyük hükme delalet
etmektedir:
a. Şüphesiz
onlar, büyük günah işlemekle Hz. Peygamber'in ümmet çemberinden dışarı
çıkmazlar.
b. Yüce Allah,
Hz. Peygamber'in bu şefaati sebebiyle ya onları, günahları dolayısıyla hakketseler
de, cehenneme girmekten affederek, yada belirli bir zaman orada kalıp azaplarını
çektikten sonra çıkararak onlara merhamet edecektir. Yoksa onlar katiyyen
cehennemde ebedi kalmazlar.[34]
Beşinci kaide: Bu kaide, bir önceki kaideyi te'kid
eder. Buna göre affedilmeyen tek günah Allah'u Teala'ya şirk koşmaktır. Bundan
başka diğer günahlar, ister büyük isterse küçük olsun, Allah'ın dilemesine
bağlıdır; dilerse affeder, dilerse cezalandırır. Bu konuda Yüce Allah (c.c.)
şöyle buyuruyor:
"Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz.
Bunun dışındaki (günah)ları ise
dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir
sapıklıkla sapmıştır."
[35]
Bu ve buna benzer ayetlerde geçen
"Şirk"ten maksat, büyük şirk (şirk-i ekber)dir. Bu ise, Allah'u Teala
ile beraber bir veya bir çok ilah edinmektir. İşte bu ayette geçen
"şirk" lafzından mutlak olarak kastedilen böyle bir şirk koşmadır.
Küfr-i ekber (büyük küfür) yani Allah'ı inkar etmek ve varlığını kabul etmemek
şeklindeki küfür de buna benzer.
Bu konuda Hafız İbni Hacer şöyle demektedir:
"Çünkü
Hz. Muhammed (s.a.s.)in peygamberliğini inkar eden kimse Allah (c.c.) ile
beraber başka ilah edinmese bile yine kafir olur. Tartışmasız olarak, bu kişi
de mağfiret edilmeyecektir."
[36]
Küfür ve şirkten başka diğer günahların hepsi ilahi meşietin
hakimiyetine bağlıdır. Allah'u Teala "Bunun
dışındakileri ise dilediği kimse için bağışlar" ibaresinde buyurduğu
gibi kimi dilerse bağışlar, kimi dilerse cezalandırır...
İmam İbni
Teymiyye diyor ki:
"Bu
hükmün şirkten tevbe eden kimseye de hamledilmesi caiz değildir. Şöyle ki, "(Benden onlara) de ki: Ey kendi
nefisleri aleyhinde haddi aşan kullarım. Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin.
Çünkü Allah (c.c.) bütün günahları bağışlar. Şüphesiz o, çok bağışlayan ve çok
esirgeyendir..."
[37] şeklindeki
ayette eksik sıfatlardan münezzeh olan Allah (c.c.) buyurduğu gibi, tevbe eden
kimse hakkında şirk ve diğer günahlar arasında fark yoktur. Bu iki ayette umum
ve itlak bahsi vardır. Çünkü burada "haddi
aşan kullarım" dan maksat (günahtan sonra) tevbe edendir. Yine burada
tahsis ve talik bahsi vardır."
[38]
Şüphesiz
şirkten başka diğer tüm günahların ilahi meşiete bağlı olduğunu belirterek
ayetin zımnında bulunan hakikati teyid eden sahih hadis de vardır.
Buharî'de bulunan Ubade b. es-Samit'in rivayet etmiş olduğu
hadise göre. Hz. Peygamber etrafında bir grup sahabe bulunduğu halde şöyle
buyurmuştur:
"Allah'a hiçbir şey ortak koşmayacağınıza, hırsızlık
yapmayacağınıza, zina etmeyeceğinize, çocuklarınızı öldürmeyeceğinize,
yalan-dolanlarla hiç kimseye İftirada bulunmayacağınıza ve iyilik hususunda
isyan etmeyeceğinize dair bana bey'at ediniz. Sizden kim bunlara vefakar
davranırsa, onun ecri Allah'a aittir. Her kim ki bunlardan birisini yapar ve bu
sebeple dünyada cezalandırılırsa, bu onun için bir keffaret olur. Her kim de
bunlardan birini yapar da Allah onun bu aybını örterse, onun işi Allah'a
kalmıştır; dilerse affeder, dilerse cezalandırır."
Belki bu günahlardan dolayı ceza çekenler
için, bu ceza temizleyici ve keffaret olmaktadır. Şayet ceza çekilmişse, durum
Allah'ın meşietine bağlıdır.
Allame el-Maziri bu konuda diyor ki: Bu hadiste işledikleri
günahlar sebebiyle insanları tekfir eden Haricilere ve fasıkın tevbe etmeden ölmesi durumunda ona azabın vacib olduğuna
inanan Mu'tezile'ye reddiye vardır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) bu günahları
işleyenin Allah'ın meşietine bağlı olduğunu belirtmiştir. Yoksa "Ona azap
gerekir" dememiştir. et-Tayyibi de
şöyle
demiştir:
"Bu
hadiste, bizzat hakkında nass varid olan kimseden başka herhangi bir kimsenin
cehenneme gireceğine dair şahadet getirmekten vazgeçmenin gerektiğine işaret
vardır."[39]
Altıncı kaide: Şüphesiz Kur'an ve sünnet
terminolojisinde küfür kelimesi kullanılırken, dünya hükümlerine nisbetle
insanı dinden çıkaran ve ahiret hükümlerine nisbetle cehennemde ebedi kalmasını
gerektiren küfr-i ekber (büyük küfür) kastedilir. Ancak bazen de kişinin
cehennemde ebedi kalmasını değil, cehennem ile tehdit edilmesini gerektiren ve
onu İslam dininden çıkarmayan küfr-i asgar (küçük küfür) kastedilir. Bu küfür
çeşidi ancak kişinin fasıklık ve isyankarlıkla damgalanmasına sebep olur.
Birinci anlamıyla küfür (yani küfr-i ekber), Hz.
Peygamber'in getirmiş olduğu dinden zaruri olarak bilinen herşeyi veya bunların
bazısını kasden inkar etmek ve reddetmek demektir.
İkinci
anlamıyla küfür (küfr-i asğar) ise Allah'ın emrine muhalefet sayılan, yahut
onun nehyettiği yasakları işlemek suretiyle gerçekleşen diğer günahları
kapsamaktadır. İşte bu küfür çeşidi hakkında şu hadisler gibi bir çok hadis
bize ulaşmıştır:
a- "Kim
Allah'tan başkasına
yemin ederse küfretmiş olur." veya "şirk koşmuş olur."
b- "Müslümana sövmek fasıklık, onu öldürmek ise küfürdür."
c- "Benden
sonra birbirinizin boynunu vuran kafirler olmayın"
d- "Babalarınızı reddetmeyin. Çünkü babalarınızı reddetmeniz sizi
küfre götürür."
Bizim bu tür hadisler hakkındaki
değerlendirmemiz şöyledir: Bu ve benzeri nasslarda varid olan küfür, diğer
bazı delillerden dolayı, kişiyi dinden çıkaran küfür değildir. Çünkü sahabe de
birbiriyle savaşmıştı. Ama onlardan bazısı diğer bazısını tekfir etmiyordu.
Emiru'l-Mü'minin Ali b. Ebi Talib'den yakın olarak bize ulaşmıştır ki, o, Cemel
ve Sıffın savaşlarında kendisiyle savaşanları tekfir etmiyordu. Sadece onları
baği sayıyordu. Şüphesiz Hz. Peygamber'in Ammar'a söylediği şu hadis sahihtir:
"Seni baği bir topluluk öldürecektir."
Yine
Hariciler hakkındaki şu hadis de sahihtir:
"Onlarla iki taifeden hakka yakın olanı
savaşacaktır."
Gerçekten de
onlarla Hz. Ali ve beraberindekiler savaşmıştı.
Yine Kur'an-ı Kerim de birbiriyle savaşan iki
taifenin mü'min olabileceğini isbat etmiştir:
"Mü'minlerden iki taife birbiriyle savaşırsa..."
[40].
Ayrıca onlar
arasında din kardeşliğinin devam ettiğini de isbat etmiştir:
"Şüphesiz mü'minler kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin
arasını bulup düzeltin."
[41]
Şu hadis de
bu hususu belirtiyor:
"Her kim (müslüman) kardeşine kafir derse..."
İşte bu
hadiste birbirlerine kafir diyen iki müslümanın kardeş olduğunu ve bu olayın
müslüman ile kafir arasında olmadığını belirtiyor. Böylece de kardeşine kafir
diyenin bu sözüyle İslam dairesinden dışarı çıkmadığına delalet etmektedir.
"Kim
Allah'tan başkasına
yemin ederse, şüphesiz küfretmiştir." veya "şirk koşmuştur" hadisi ile "kim bir arrafa veya kahine gider de onun dediğini tasdik ederse,
şüphesiz o, Allah'ın Muhammed (s.a.s.)'e gönderdiğini inkar etmiştir"
şeklindeki hadis ve buna benzer hadisler de yukarıdaki gerçeği ifade etmektedirler.
Geçmiş asırlar boyunca müslüman alimlerden hiçbiri yukarıdaki
fiilleri dinden çıkaran ve İslam'dan döndüren fiiller olarak saymamıştır. Şüphesiz ki insanlar daima
çeşitli zamanlarda Allah'tan başkasına yemin ediyorlar, falcıları ve kahinleri
tasdik ediyorlardı. Bu tür hareketleri yüzünden ilim ve din adamları onları
yadırgıyorlar, onların sapık ve fasık olduklarını söylüyorlardı. Fakat onların
mürted olduklarına hüküm vermiyorlar, onları eşlerinden ayırmıyorlar, onların
cenazeleri üzerine namaz kılınmamasını veya müslümanların kabristanında
defnedilmesini nehyetmiyorlar. Bu ümmetin, dalalet üzere icma yapmayacakları
bize merfu bir hadis ile ulaşmıştır.
İşte bu
sebeple, İbni Kayyım bazı günahlara küfür itlak eden bir çok hadisi
zikrettikten sonra şöyle demiştir:
"Burada
kastedilen şudur: Bütün günahlar küfr-i asgar nevindendir. Bu ise taat ile amel
etmek olan şükrün zıddıdır. Çalışma (sa'y) ya şükürdür, yada küfürdür
(nankörlüktür.) Üçüncü bir çalışma türü ne bundandır ne de şundan."
[42]
Birinci manadaki küfür (yani küfr-i ekber) ise imanın
zıddıdır. Bu manayla, "şu kafirdir, şu da mü'mindir" denilir.
Aşağıdaki ayetler de bu anlamdadır:
"Onlardan
kimi inandı, kimi
inkar etti..."
[43]
"Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir.
Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkar edenlerin velileri ise tağuttur.
Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, orada
ebedi kalacaklardır."
[44]
"Kendilerine
apaçık belgeler geldiği ve
elçinin hak olduğuna şahid oldukları halde, imanlarından sonra küfre sapan bir
kavmi Allah (c.c.) nasıl hidayete erdirir?.."
[45]
İkinci
manadaki küfür -yani küfr-i asgar-a gelince, onun zıddı da şükürdür. İnsan ya
bir nimet için şükredici olur yada hakkını yerine getirmeyerek -gerçi onu
reddetmekle kafir olmasa da nankör olur.
Allahu Teala insanın bu vasfı hakkında şöyle buyurur:
"Şüphesiz biz ona yolu gösterdik. Artık o ya şükredici olur,
ya da nankör (kafir) olur."
[46]
Başka bir ayet-i kerimede Yüce Allah şöyle buyurur:
"Her kim
şükrederse, o ancak kendisi lehine
şükretmiştir. Kim de küfrederse (nankörlük yaparsa), şüphesiz benim Rabbim
müstağnidir ve kerimdir..."
[47]
Sahih-i Buhari'de kadınların cehenneme
girmelerinin sebebi hakkındaki hadiste şöyle buyurulmaktadır:
"Şüphesiz onlar inkar ediyorlar = nankörlük ediyorlar." Bunun
üzerine sahabe dedi ki:
"Allah'ı
mı inkar ediyorlar?" Hz. Peygamber şöyle cevap verdi:
"Onlar dostluğa ve iyiliğe küfr (an-ı ni'met)
ediyorlar."
Hafız İbni Hacer Askalani, Kurtubi'nin şu sözünü nakletmiştir:
"Şariin
lisanında küfür, İslam dininden olan şer'î hususlarla ilgili zaruriyeti bilerek
inkar etmek manasında kullanılmıştır. " Daha sonra İbni Hacer şunları
belirtmiştir:
"Ancak
bazen de şeriatta küfür, nimete karşı nankörlük, nimeti veren zata şükretmeyi
terk etmek ve nimetin hakkını vermemek manasında kullanılmıştır. Nitekim
Buhari'nin "Kitabu'l-îman" bölümündeki "küfr düne küfr"
(küfür olmayan nankörlük) babındaki Ebu Said (R.a.)'m rivayet ettiği "onlar iyiliği inkar ediyorlar..."
şeklindeki hadis de bu hususu anlatmaktadır."
[48]
Bundan dolayıdır ki İmam Buhari Sahih'inde
"Kitabu'l-İman" bölümünde, büyük günahları işlemeleri sebebiyle
müslümanları tekfir eden Hariciler’i reddetmek için bir çok "bab"lar
koymuştur, işte bu "bab"lardan biri de "Babu Kufrani'l-Aşiri"
ve "Küfri düne kufrin" bahsidir.
"Kufrun düne küfr" ibaresi Allahu
Teala'nın "Allah'ın indirdiğiyle
hükmetmeyenler var ya, işte onla kafirlerin ta kendileridir"
[49] kavl-i şerifinin tefsiri hakkında İbni
Abbas ve bazı tabiilerden rivayet edilmiştir.
İşte bütün
bunlar da bize gösteriyor ki, küfrün büyük ve küçük olmak üzere değişik
derecelere taksim edilmesi, Ümmetin selefinden rivayet edilmiş bir taksimdir.
Bu taksim şirkte de, nifakta da, fıskta da, zulümde de cereyan etmektedir.
Bütün bu saydıklarımız, insanın ebedi olarak cehennemde kalmasına sebep olan
"büyük" ve buna sebep olmayan ve dinden çıkarmayan "küçük"
kısımlara ayrılmaktadırlar.
Yine İmam Buhari, Sahih'inde "Babu Zulmin düne Zulm"
bahsinde İbni Mesud'un rivayet ettiği şu hadisi kendisine delil almıştır:
"En'am
süresindeki "İman edenler ve
imanlarını zulüm ile karıştırmayanlar, işte güvenlik onlar içindir ve onlar
hidayete ermişlerdir."
[50]
ayeti nazil olunca sahabe dedi ki:
"Ya
Rasulallah! Hangimiz kendisine zulmetmez ki?" Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Burada kastedilen sizin dediğiniz zulüm değil,
imanlarına şirk karıştırmaktır. Yoksa siz Yüce Allah'ın şu sözünü duymadınız
mı?:
"Şüphesiz şirk, büyük bir zulümdür."
[51]
İmam Buhari’nin
irad ettiğine dair hadisin delalet vechi şudur: Sahabe "zulüm ile
karıştırma" sözünden bütün günahları anlamıştılar. Hz. Peygamber de
onların bu anlayışını reddetmedi. Ancak bu ayette zulümden maksadın zulüm çeşitlerinden
en büyüğü olan şirk olduğunu onlara açıkladı. Bu da zulmün çeşitli mertebelere ayrıldığını
göstermektedir.[52]
Yedinci
kaide: Şüphesiz iman, küfür,
cahiliyye veya nifak şubelerinden bir veya birçoğunu kapsayabilir, işte bu hakikat
eskiden de, şimdi de birçoklarına gizli kalmıştır. Bu sebeple insanın ya tam
bir mü'min veya tam bir kafir olduğunu, bu ikisi arasında bir makamın
bulunmadığını ve insanın saf bir muhlis veya saf bir münafık olduğunu
zannetmişlerdir. Bazılarının dediği şu söz de buna yakındır: Ya halis bir
müslüman ya da halis bir kafir olunmalıdır, bunun üçüncü şıkkı yoktur!
Bu yönteme sıkça başvuruluyor. Tüm dikkatlerini her iki tarafa
çekip, orta mertebeye iltifat etmiyorlar. Onlara göre bir şey ya beyaz, ya da
siyahtır. Halbuki saf beyaz ve saf siyahtan başka veya ikisi arasında bir çok
rengin olduğunu unutuyorlar.
Bizim insanlardan bir grubun fertleri veya toplulukları kamil
imanın sıfatlarını gerçekleştiremeyip, içlerinde kimi münafıklık özelliklerini,
küfür şubelerini veya cahiliye ahlakını gördüğümüzde hemen onlara mutlak
küfür, hakiki münafık (nifak-i ekber) veya küfre düşüren cahiliye hükmünü
vermemiz doğru olmaz. Böyle yapanlar, imanın küfürden veya nifaktan bir
özellikle hiçbir zaman bir araya gelmeyeceğine, İslam ile cahiliyenin bir arada
bulunmayan iki zıt kutup olduğuna inanırlar.
Bu inanç, mutlak yani kamil iman ile mutlak
küfür, veya İslam ile hakiki cahiliye açısından doğrudur. Ancak bazen
mutlak iman ile küfür, veya mutlak iman ile nifak
yahut mutlak İslam ile cahiliye bir araya gelebilir.
Sahih-i Buhari'de Hz. Peygamber'in Ebu Zerr (r.a.)'a
şöyle dediği
geçmektedir:
"Sende cahiliyye bulunmaktadır"
[53]
Bu sözü de
Ebu Zerr daha cihad ve sıdk bakımından yeni müslüman iken ona söylemişti.
Yine Buhari'de şu hadis de geçmektedir:
"Her kim ki (Allah yolunda) gazve (cihad) etmeden ve
gazveyi niyetlenmeden ölürse, o nifaktan bir şube üzere ölmüştür."
Ebu Davud'un Huzeyfe b. el-Yeman’dan rivayet ettiğine göre o,
şöyle demiştir:
"Kalpler dört çeşittir: Kılıflı ve kilit kalp ki, bu,
kafirin kalbidir. Ters yüz olan kalp ki, bu da münafığın kalbidir. Pürüzsüz ve
içinde parlak bir kandil bulunan kalp ki, bu da müminin kalbidir. Diğer kalp
de içinde hem iman hem de nifak bulunan kalptir. Kalbin içindeki iman temiz su
ile beslenen ağaç gibidir. Kalbin içindeki nifak da kan ve irin akıtan yara
gibidir. İki maddeden hangisi diğerine galip olursa, o hakim olur."
[54]
Bu hadis imam Ahmed'in Müsned'inde merfu bir hadis
olarak rivayet edilmiştir.
[55]
Şeyhu'l-İslam
İbni Teymiye şöyle der:
"Huzeyfe'nin
söylediği bu söze, Allahu Teala'nın şu sözüne de delalet etmektedir:
"O gün onlar, imandan çok küfre daha yakındılar."
[56]
Bu olaydan
önce onlarda mağlup olmuş bir nifak vardı. Ancak Uhud savaşı olunca, onların
nifağı galip oldu ve onlar küfre daha yakın oldular.
Abdullah b. el-Mübarek -kendi senediyle- Hz. Ali b.
Ebi Talib'den rivayet ettiğine göre, Hz. Ali şöyle demiştir:
"İman kalpte bir beyaz nokta olarak zuhur eder. Kulun imanı ne kadar
artarsa, onun kalbindeki beyazlık da o kadar artar. Ta ki iman kamil olunca,
kalbin tamamı bembeyaz olur!! Nifak da kalpte siyah bir nokta (leke) olarak
zuhur eder. Kulun nifakı ne kadar artarsa kalbindeki siyahlık da o kadar artar.
Ta ki kulun nifağı kamil olunca, kalbi de kapkara olur. Allah'a yemin ederim
ki, şayet siz mü'minin kalbini açarsanız, onun beyaz olduğunu göreceksiniz.
Şayet kafirin kalbini de açarsanız, onun da kara olduğunu göreceksiniz."
İbni Mes'ud (r.a.) da demiştir ki:
"Zenginlik,
suyun baklayı yeşertmesi gibi kalbte nifakı yeşertir."
Şeyhu'l-İslam
İbni Teymiye devamla şunları söyler:
"İşte
Selefin kelamından, bu manada bir kalpte imanın da nifakın da (aynı anda)
bulunabileceğine dair sözler çoktur. Kitab ve Sünnet de buna delalet
etmektedir. Mesela, Hz. Peygamber (s.a.s.) imanın ve nifakın şubelerini
zikrederken şöyle buyurmuştur:
"Kimde bu nifak şubelerinden biri bulunursa, onda terk ettiği
zamana kadar nifaktan bir şube bulunmuş olur."
İşte bu
şube, bir çok iman şubesi ile beraber bulunur.
Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur:
"Kalbinde zerre kadar iman bulunan herkes cehennemden
çıkacaktır."
Böylece
kendisinde azın en azı kadar bile iman bulunan kimsenin cehennemde ebedi olarak
kalmayacağı, kendisinde nifaktan çok miktar bulunanın da, kendisinde bulunduğu
kadar azap çekeceği ve daha sonra cehennemden çıkacağı anlaşılmaktadır.
Yüce Allah'ın bedeviler hakkındaki şu sözü de bu manadadır:
"Bedeviler, dedi ki: "İman ettik." De ki:
"Siz iman etmediniz, ancak "teslim (müslüman) olduk deyin, iman henüz
kalplerinize girmiş değildir..."
[57]
Ayet imanın
onların kalbine girdiğini nefyediyor. Bu ise onların kalplerinde imandan bir
şubenin bulunmasına mani değildir. Nitekim bu manada Hz. Peygamber (s.a.s.) de "zina eden, hırsızlık yapan, kendisi için sevdiğini kardeşi sevmeyen,
komşusunun şerrinden emin olmadığı kimse ve daha bir çok kimseden de imanı
nefyetmiştir. Şüphesiz Kur'an ve Sünnet'te bazı vacipleri terk ettiğinden
dolayı insanlardan imanı nefyeden nasslar çoktur."
[58]
İbni Teymiye
(rh.a) başka bir yerde de bu konuya değinerek şöyle demektedir:
"Burada
kastedilen şudur: Mü'minlerin en hayırlı olanları cennetin en üst derecelerinde
olacaktır. Münafıklar ise gerçi dünyada zahiren müslüman görünseler ve
haklarında zahiren müslümanlara uygulanan hükümler cereyan etse de cehennemin
en alt tabakalarında kalacaklardır. Kalbinde hem iman, hem de nifak bulunup
müslüman olarak tanınanlar ise halis münafık değildirler. Bu durumda olanlar,
şayet nifakları imanlarına galib ise mü'min ismini hak etmezler, aksine
münafıklık ismi onlara daha layıktır. Çünkü onda beyaz ve siyah renk beraber
bulunmakta, -ancak siyahlığı beyazlığından daha çok olduğundan, siyah ismi ona
beyaz isminden daha layık düşer. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Onlar o gün imandan çok küfre daha yakın idiler."
[59]
Ancak onun imanı daha galip olmakla beraber,
yanında nifak da bulunsa, o zaman cehennemle tehdit edilmeye layıktır. Bu da
şefaat edilmediğinde veya Allah (c.c.) onu affetmediğinde azabını çektikten
sonra hakketse bile, cennete öncelikle girecek olanlardan olmaz.
İbni Teymiye
devamla şöyle demektedir:
"Ehl-i
hevadan olan Hariciler, Mutezile, Cehmiye ve Mürcie taifeleri, bir kulda iman
ile nifağın bir arada bulunmadığını söylerler. Onlardan kimi de bu hususta icma
olduğunu iddia ederler. Halbuki onlar bu
konuda hataya düşmüşlerdir ve Kitab, Sünnet ve sahabe ile onlara iyilikle
tabi olan Tabiûn'dan gelen rivayetlere açıkça anlaşılabilir şekilde muhalefet
etmişlerdir.
Hariciler ve Mutezile bu fasid esası öne
sürerek, bir şahısta, onun kendisiyle sevabı hakkettiği bir taat ile, cezayı
hakkettiği bir masiyetin bir arada bulunmayacağını söylemişlerdir. Yani
onlara göre bir şahıs bir açıdan övülmüş, diğer bir açıdan kınanmış, bir açıdan
kendisine dua edilecek şekilde sevilmiş, diğer bir açıdan lanet edilecek
şekilde gazaplanmış olamaz ve bir şahsın hem cennete hem de cehenneme gireceği
tasavvur edilemez. Aksine onlara göre bir kişi cennet veya cehennemden birisine
girerse artık diğerine giremez. Bu sebeple onlar cehennemde olan birisinin
oradan çıkmasını veya şefaat edilmesini inkar ederler.
Mürcie'nin aşırı olanlarından da buna benzer görüş nakledilir:
Onlar da bu hususta Mutezile ve Haricilere muvafakat ederler. Fakat onların
tersine şöyle derler:
"Şüphesiz
büyük günah işleyenler cennete girecekler, cehenneme girmeyecekler."
Halbuki sahih hadislerin haber verdiği gibi, bir
şahsı Allahu Teala cehennemde azaba çektikten sonra cennete koyacaktır.
Diyelim ki bir şahsın günahları var, bu durumda o şahıs günahları sebebiyle
azap çekecektir. İyiliği var, iyilikleri sebebiyle cennete girecektir. Bu
durumda onun hem itaati, hem de masiyeti vardır. Yukarıdaki gruplar böyle
birisinin hükmü hakkında değil, ismi hakkında tartışmışlardır.
Mürcie mezhebinin görüşü şudur:
"Böyle
birisi imanı kamil olan bir mü'mindir. "
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'a göre ise, böyle
birisi imanı noksan olan bir mü'mindir. Şayet imanı noksan olmasaydı azap
görmezdi. Nitekim müslümanların ittifakına göre böyle bir insan iyilik ve takva
bakımından da eksiktir.
Peki bu durumda ona "mü'min"
ismi verilebilir mi? Bu konuda iki görüş vardır ki, en doğrusu açıkladığımız
şekilde Ehl-i Sünnet'in görüşüdür.
Böyle bir insanın keffaret için köle azad etmesi gibi dünya
hükümleri hakkında sorulursa, bir görüşe göre onun mü'min olduğu
belirtilmektedir. Aynen bunun gibi o, Allahu Teala'nın "Ey iman edenler!" hitabının kapsamına giren mü'minlerden
sayılır. Ahiretle ilgili hükmüne gelince, böyle birisi cennetle vaad edilmiş
müminlerden değildir. Aksine ondaki iman, onun cehennemde ebedi olarak
kalmasına mani olmaktadır. Yine bu imanı sebebiyle, şayet Allah (c.c.) onun
günahlarını affetmezse, cehennemde cezasını çektikten sona cennete girecektir.
Bundan dolayıdır ki şöyle denilmiştir: "O, imanı sebebiyle mü'min, büyük
günahları sebebiyle fasıktır. Veya o, imanı noksan olan bir mü'mindir."
Ehl-i Sünnet'ten ve Mu'tezile'den
böylelerini mü'min olarak isimlendirmeyenler diyorlar ki, Allahu Teala'nın, "İmandan sonra fasıklık ne kötü bir
isimdir."
[60]
kavlinden dolayı onların fasıklık ismi, iman ismini kendilerinden nefyetmektedir.
Yine onlar,
"Mü'min olan, kimse fasık olan kimse gibi midir?"
[61]
ayetine de dayanıyorlar.
Ancak buna rağmen, bazı insanlarda küfür
şubelerinden biri bulunmakla beraber, aynı zamanda iman şubeleri de bulunabilir.
İşte bu manada, Hz. Peygamber (s.a.s.)'den bir çok günahları, o günahları
işleyenlerde zerre miskalinden fazla iman bulunduğu halde, küfür olarak
isimlendiren hadisler varid olmuştur. Bu günahları işleyenler de cehennemde
ebedi kalmazlar. Bu tür hadislerden bazıları da "Müslümana sövmek fasıklık; onu öldürmek kafirliktir."
hadisi ile "Benden sonra
birbirinizin boynunu vuran kafirler olmayın." gibi hadislerdir.
İşte bu (son) hadis, sahih hadis kitaplarında bir çok vecihten
meşhur olmuştur. Çünkü bu "Veda Haccı"nda insanlar arasında ilan
edilmesi emredilen bir hadistir. Burada Hz.Peygamber
(s.a.s.) haksız
yere birbirlerinin boyunlarını vuranları kafirler saymış, böyle bir işi de
küfür olarak isimlendirmiştir. Bununla beraber Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Eğer mü'minlerden iki taife birbiriyle savaşırlarsa,
aralarını bulup düzeltin."
[62]
Daha sonra
şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ancak mü'minler kardeştir."
[63]
Böylece bu
günahları işleyenlerin tamamıyla imandan çıkmadıklarını, fakat bunlarla
beraber küfür özelliklerinin de kendilerinde bulunduğunu belirtmiştir, işte bu
haslet sahabeden bazılarının "Küfrün düne küfrin" (gerçek küfür
olmayan, insanı dinden çıkarmayan küfür) ismini verdikleri bir haslettir. Şu
hadis de böyle değerlendirilmelidir:
"Kim kardeşine kafir derse, muhakkak ki ikisinden biri
bu ismi hakketmiş olur."
Burada Hz.
Peygamber o sözün denildiği zamanda bile onları birbirlerinin kardeşi olarak
isimlendirmiş ve onlardan birinin bu ismi hakkettiğini haber vermiştir. Şayet ikisinden
biri dinden çıkmış olsaydı, diğerinin kardeşi olmazdı. Çünkü o zaman birisi
kafir olacaktı."[64]
Sekizinci
kaide: (Bu kaide, yedinci kaideyi
te'kid etmektedir.) Şüphesiz insanların, Allah-u Teala'nın emrini yerine
getirmede ve nehyinden uzaklaşmadaki mertebeleri ayrı ayrıdır. Bu sebeple de
onların imanları ve Allahu Teala (c.c.) ya olan yakınlıkları da farklı
derecelerdedir. Burada ümmetin selefi imanın artıp eksildiğini takrir etmiştir.
Kitap ve Sünnet de buna delalet etmektedir. Bundan dolayı bütün insanları,
kendisinden yaratılmış oldukları ve kendilerini yeryüzüne şiddetle bağlı kılan
çamursal unsuru unutarak, günahsız ve hatasız melekler şeklinde tasavvur etmek
açık bir yanlıştır.
İşte bu,
insanların Allah'a itaat ve iman etme hususundaki farklılığı hakikati Kur'an-i
Kerim'in takrir ettiği ve Rasulullah (s.a.s.)'in sünnetinin te'kid ettiği bir
hakikattir.
Allahu Teala bu konuda Fatır suresinde
şöyle buyurur:
"Sonra
Kitabı kullarımızdan
seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi
orta bir yoldadır. Kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda yarışır öne geçer. işte
bu, büyük fazlın kendisidir. Adn Cennetleri (onlarındır); oraya girerler, orada
altından bileziklerle ve incilerle süslenirler. Ve orada onların elbiseleri
ipek(ten)dir."
[65]
Burada Yüce Allah (c.c.) kitabı miras olarak
verdiği ve seçmiş olduğu ümmeti üç gruba ayırmıştır.
1. Nefsine
zulmedenler: İbni Kesir'in dediği gibi bu sınıf bazı vacipleri
yapmada gevşek davranan ve bazı haram fiilleri işleyenlerden oluşur.
2. İktisatlı davrananlar (orta yolda olanlar): Bu sınıfta
olanlar vacibleri yerine getirirler, haram işleri terk ederler. Fakat bazen
bazı müstehabları terk eder, bazı mekruhları da işlerler.
3. Hayırlarda
yarışıp öne geçenler: Bu sınıfta olanlar da vacibleri ve müstehabları yaparlar,
haramları, mekruhları ve bazı mubahları terk ederler.
[66]
İşte bu üç
grup, içlerinde bazı grupların kaymasına, taksiratta bulunmasına ve
nefislerine zulmetmesine rağmen, Allahu Teala'nın kulları arasında seçmiş
olduğu ümmetine dahildir.
Ayrıca bu üç sınıf, meşhur Cibril hadisinde zikredilen "İslam"
"iman" ve "ihsan" şeklindeki üç tabaka veya mertebeye de
uymaktadır. Allahu Teala da, içlerinde kendilerine zulmedenler de olmak üzere,
bu üç sınıfın cennet ehlinden olduğunu haber vermiştir.
Bu ayetin tefsiri hakkında İbni Abbas'tan sahih bir
şekilde şu söz nakledilmiştir:
"Bunlar
Allahu Teala'nın indirdiği bütün kitapları kendilerine miras bıraktığı Ümmet-i
Muhammed'dir. Onların zalimleri affedilir, orta yolda olanları kolay bir hesab
ile sorguya çekilir, hayırda yarışıp öne geçenleri de hesapsız olarak cennete
girer."
[67]
Burada "kendilerine zulmedenlerin" işledikleri
"muharremat-haramlar"dan maksat sadece küçük günahlar değildir. Büyük
günahlar da bu kapsama girer. Yine burada "muharrematı işleyenlerden
maksat, bütün günahlardan tevbe edenler değildir. Çünkü Şeyhülİslam İbni
Teymiye'nin dediği gibi bu iki grup da orta yolu izleyenler veya hayırlarda öne
geçenler grubuna dahildir. Zira Adem (a.s.) oğullarından hiçbiri, hiçbir
günahtan uzak kalmış değildir. Onların hepsi günah işler. Fakat kim tevbe
ederse, ya orta yolu izleyenlerden, yada hayırlarda öne geçenlerden olur.
Bunun gibi kim büyük günahlardan uzak durursa, onun
işlediği küçük günahlar affedilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Şayet siz nehyedilmiş olduğunuz büyük günahlar
(kebair)dan uzak durursanız, biz de sizin küçük günahları
(seyyiatı)nızı sileriz."
[68].
İşte nefsine
zulmeden kişinin de, kendisini hatalardan temizleyecek azabı çektikten sonra
da olsa, cennetle va'dedilmiş olması gerekir.[69]
Bununla beraber, müslüman her ne kadar orta yolu
izlese de veya kendi nefsine zulmetse de, etrafındaki küfrü, fasıklığı,
isyankarlığı red etmeli, hayatta dolup taşan kötülüklere razı olmamalıdır.
Çünkü imanın en alt derecesi, müslümanın kötülüğü kalbiyle değiştirmesi, yani
onu hoş görmemesi, ondan dolayı acı duyması ve ona kızmasıdır. Bundan üstün derece
ise gücü yettiğince kötülüğü diliyle değiştirmeye çalışmasıdır. Bundan daha
üstün olan derece ise, gücü yeterse kötülüğü eliyle kaldırmasıdır. İşte bu
gerçek, meşhur olan şu sahih hadis-i şerifte belirtilmektedir:
"Sizden her kim bir kötülüğü görürse, onu eliyle değiştirsin.
Kim buna güç yetirmezse, o zaman diliyle, buna da gücü yetmezse kalbiyle
değiştirsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir."
-Bizim açıkladığımız mefhuma göre- şayet
kalb ile değiştirme imanın en zayıf derecesi ise, bunun manası şudur: Her kim
ki bu dereceyi -imanın en zayıf derecesini- de kaybetmişse, o, imanın tamamını
yitirmiştir ve onda imandan hiçbir şey kalmamıştır.
Bu husus, Müslim'in İbni Mes'ud (r.a.)'den
rivayet etmiş olduğu başka bir hadiste de açıkça anlaşılmaktadır. Buna göre
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Benden önce ümmetlere Allahu Teala'nın gönderdiği
hiçbir Peygamber yoktur ki, onun ümmetinden onun sünnetine yapışan (yolunu
takib eden) ve emrine uyan havarileri ve sahabileri bulunmasın. Sonra onların ardından onları takib eden bir nesil gelir, yapmadıklarını
söylerler ve emredilmediklerini yaparlar. Kim bunlarla eliyle cihad ederse o, mü'mindir. Kim onlarla diliyle cihad ederse o, mü'mindir. Kim
onlarla kalbiyle cihad ederse o da mü'mindir. Bundan sonrasında ise hardal
tanesi kadar iman yoktur!.."
Bu hadis-i şerif de, bu tür fasıklara ve
zalimlere karşı kalbiyle cihad etmeyenlerin, yani onların amellerine, zulümlerine
ve fasiklıklarına hoşnutsuz olmayanın yanında imandan hardal tanesi kadar
miktarın bulunmadığını, başka bir ifadeyle, onun yanında imandan azın en azı
kadar imanın bulunmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Ancak bu işin kaynağı müslümanın vicdanı ve
kalbidir. Bu sebeple kendi nefsine bakıp onun münkerden razı olduğuna veya ona
kızdığına hüküm verebilecek tek kişi odur. Yine şayet münker sahibi olan kişiden
razı ise, acaba onun fıskı, zulmü ve Allah'ın şeriatından sapması için mi,
yoksa bir şey için mi, mesela kendisine dokunan bir yarar veya aralarında
bulunan bir yakınlıktan ve bunlar gibi bir başka sebepten mi razı olmuştur?
Bunu sadece kişinin kendisi bilebilir. Gerçi mü'minin insanlara olan
yakınlığının veya uzaklığının onların İslam'a yakınlığı veya uzaklığı oranında
olması ona vacipse de, durum yine de böyledir.[70]
Yukarda zikretmiş olduğumuz kapsamlı kaideler, kesin
nasslar, açık ve net deliller ışığındaki açıklamamızdan sonra, gözü açık olan
herkes tekfir konusunda aşırıya giden "kardeşlerimiz" in düştüğü
büyük hatayı ve tehlikeyi anlar. Hatta onlar kendi bakış açılarına aykırı olan
şer'i nasslardan ve delillerden yüz çevirerek, eski devirlerde ve çağımızda
ümmetin kendilerine muvafakat etmeyen alimlerini ve imamlarını hatalı görerek
ve kendilerinin "imamet" ve mutlak ictihad derecesine ulaştıklarını
zannederek fertleri ve toplulukları bir bütün olarak tekfir etmektedirler.
Halbuki onlar ümmetin çoğunluğuna ve selef ile halefin üzerinde icma
ettiklerine aykırı davranıyorlar.
Bu feci durum, insanı helak eden bir ucube,
mahveden bir gurur ve zararlı bir aşırılıktır. Bu aşırılığın, Allahu Teala'yı
insanları ve kendini tanımamaktan başka bir kaynağı yoktur. Allah (c.c.) kendi
haddini bilen kişiye rahmet etsin. Sahih bir hadiste şöyle geçmektedir:
"Sizi aşırılıktan sakındırırım. Çünkü sizden öncekileri ancak
aşırılık helak etmiştir."
Diğer bir
hadiste Hz. Peygamber üç defa "Aşırıya
gidenler helak olmuştur." buyurmuştur. Bütün bunlara rağmen ben de bu
aşırıya giden kardeşlerimizin düştüğü hataya düşüp herhangi bir müslümanı
tekfir edenin kafir olduğunu belirten hadisler bulunsa da, onların diğer
insanları tekfir ettikleri gibi onları tekfir etmek istemiyorum. Çünkü bu tür
hadisler, herhangi bir müslümanı hiçbir tevil vechi olmaksızın tekfir edenler
hakkında varid olmuştur. Bunların ise reddedilmiş de olsa tevil vecihleri
vardır.
Bundan dolayıdır ki selef alimleri, kendilerini
kınayan sahih ve merfu hadislere rağmen Haricileri tekfir etme hususunda
ihtilafa düşmüştür. Emiru'l-mü'minin Hz. Ali onları tekfir etmemiş ve onlarla
savaşı ilk olarak kendisi başlatmamıştır. Kendisine
"Onlar
kafir midir?" diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:
"Onlar
küfürden kaçmışlar!.."
İşte bundan
dolayı ben de fikirlerinde hak caddeden sapmalarına ve aşırılıklarına rağmen,
onların "kardeşlerimiz" olduğunu söylemekte ısrar ediyorum. Kanaatim
şudur ki, onlardan çoğu benim bu kitabımı okudukları zaman, tarafsızlık,
insaf hakkı taleb etme hususundaki ihlas, asabiyetten uzak durma, sadece
kendileriyle ihtilaf ettiklerinden ve bu görüşlerinden dönmelerinden dolayı
onları "mürted" olarak itibar edip dinlerini değiştirdiklerini iddia
ederek öldürülmelerinin vacib olduğuna fetva veren arkadaşlarının kınamaları
ve reislerinin tehdit etmeleri korkusundan özgür olma ruhuyla, tekfir
konusundaki bu aşırı düşüncelerinden döneceklerdir.
Yine ben yakın bir şekilde biliyorum ki, bu
aşırı cemaatlerde Allah'ın rızasından, Ahiret yurdundan ve İslam'a yardım
etmekten başka bir şey istemeyen ihlaslı gençler vardır. Fakat onlar köklü
İslami bir kültür ve derin İslami bir anlayış ile dayanamadıkları için, bu tür
fikirler onların boş kalplerine girip yerleşmiştir.
Yine bu gençlerden bir çoğunun hakkı görüp,
kendilerine yönelik yapılan tehdit ve uyarılara aldırış etmeden bu fikirlerinden
vazgeçtiklerini, hatta bir çok eziyete maruz kalıp sabrettiklerini ve sebat
ettiklerini biliyorum.
Yine biliyorum ki bu aşırılık vakıası, meydanın
aydınlık ve açık bir atmosferde çalışan anlayışlı ve dikkatli bir İslami
hareketten boşalmasının bir neticesidir. Bu sebeple de bu gençler yer altındaki
hücrelere ve mağaralara sığınarak karanlıklarda çalışıyorlar. Şu bilinmelidir
ki, davet güneşi, kamil olan İslam'a doğru doğduğu, parıltılarını semanın ufuklarına yaydığı ve sesini korkusuzca ve fütursuzca yükselttiği
gün, artık yeraltı hücrelerine sığınarak aşırı gidenlerin ve haddi aşanların
hiçbir fonksiyonu kalmayacaktır. Allahu Teala'nın izniyle (başka bir kitapta)
tekrar bu tehlikeli konuyu ele almayı umarım.[71]
Adudu'd-Din el-İci’nin "el-Mevâkıf"
isimli kitabında ve Seyyid Şerif el-Cürcani'nin Eş'arilerden müteahhirunun ana
kaynağı sayılan "Şerhu'1-Mevakıf"ta şöyle denilmektedir:
"Kelamcıların ve fukahanın cumhuruna göre
kıble ehlinden olan hiç kimse tekfir edilmez. Çünkü Ebu'l-Hasan el-Eş'ari
"Makâlâtu'l-İslamiyyin" kitabının başında şöyle demektedir:
"Müslümanlar
Peygamberlerinden sonra bazı konularda ihtilafa düştüler. Bu ihtilaf sonucu,
onlardan bazıları diğer bazılarını sapıklıkla itham ettiler, bazıları diğer
bazılarından teberri ettiler. Böylece bir çok fırkalara ayrıldılar. Buna
rağmen İslam bütün bu fırkaları bir araya toplamakta ve hepsini
kapsamaktadır." İşte bu, İmam Eş'ari'nin mezhebidir ki, arkadaşlarımızın
çoğu da bu görüştedir.
"İmam Şafii şöyle demiştir: Ben ehl-i heva
ve bid'atten hiçbir şahsın şahadetini reddetmem. Ancak Hattabiye müstesna.
Çünkü bunlar yalan konuşmanın helal olduğuna itikad ederler."
"el-Muhtasar" kitabının müellifi,
"el-Münteka" isimli kitapta Ebu Hanife (rh.a)'nin, ehl-i kıbleden hiç
kimseyi tekfir etmediğini nakletmektedir.
Ebu Bekir er-Razî de bunun aynısını el-Kerhî ve
diğer bazı alimlerden nakletmektedir ve şöyle demektedir: Ebu'l-Hasan'dan
-onların büyüklerinden biridir- önceki mutezililer Eş'arilerle tartışıp bazı konularda ashabı tekfir
ediyorlardı. Bizden de bazıları onlara aynı karşılığı verip, onları bazı konularda
tekfir ettiler. Mücessime de bir çok kişiyi tekfir etmişti. Bizim ashabımızdan
ve Mu'tezileden alimler bunlara muhalefet etmişlerdir. Ütad Ebu'l-İshak el-İsferayinî
şöyle demiştir:
"Bizi
tekfir eden her muhalifi tekfir ederiz. Şayet onlar bizi tekfir etmezse, biz de
onları tekfir etmeyiz."
"el-Mevakıf" müellifi ve sarihi
kelamcıların ve fakihlerin Cumhurunun ehl-i kıbleye mensup olanların ihtilafa
düştükleri bazı i'tikadi mes'elelerde hakka muhalefet etseler bile, İslam
ehlinden birisinin tekfir edilmemesi şeklindeki görüşlerini teyid etmişlerdir.
Ehl-i kıblenin üzerinde ihtilafa düştükleri itikadı meselelerden bazıları
şunlardır:
Acaba Allah (c.c.) kulun fiilinin mucidi midir, değil midir?
Allah için bir cihet var mıdır, yok mudur? Allah (c.c.) ahirette görülecek
midir? Allah (c.c.) günahları irade eder mi, etmez mi? İşte bunlar gibi kelami
bir takım problemler vardır ki, Hz. Peygamber (s.a.s.) İslam'a giren
kimselerden bunlar hakkındaki itikadını sormadan ve bunları araştırmadan onların
müslüman olduğuna hükmediyordu. Sahabe ve tabiun da böyle yaparlardı.
Böylece İslam dininin sıhhatinin bu meselelerde hakkın
marifetine bağlı olmadığı ve bu meselelerde hata yapmanın İslam'ın
gerçekleşmesinde herhangi bir engel olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü eğer İslam'ın
sahih olması bu meselelere bağlı olsaydı ve bu hakikatler hususunda hataya
düşmek müslümanlığın gerçekleşmemesine tesir etseydi o zaman Hz. Peygamber'in
bunlar hakkında yeni müslüman olanların itikadının keyfiyetini araştırması
gerekecekti. Halbuki ne Hz. Peygamber zamanında, ne de sahabe ve tabiun
zamanında, böyle bir araştırmanın yapıldığı şeklinde hiçbir olay cereyan
etmemiştir.
[72]
İmam Gazali,
Mutezile, Müşebbihe ve din hususunda bidatlere sahip olan ve te'vilde hataya
düşen diğer fırkaların ictihad konularında
yanıldıklarını söyledikten sonra şöyle demiştir:
"Araştırmacının
meyletmesi gereken, hak gördüğü yoldan tekfir etmekten onları istisna yapmasıdır.
Çünkü açıkça "lailahe illallah" diyerek kıbleye yönelip namaz
kılanların canlarının ve mallarının mubah olduğunu söylemek hatadır. Bin
kafirin hayatta kalmasında hataya düşmek, bir müslümanın kanından bir şişe
akıtma hatasını işlemekten daha ehvendir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle
buyurmuştur:
"Ben insanlar "Allah'tan başka ilah yoktur,
Muhammed O'nun Rasulüdür" deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum.
Şayet onlar böyle deseler, hakkettikleri müstesna, benden canlarını ve
mallarını korumuş olurlar."
[73]
Yine İmam Gazzali şöyle demektedir:
"Te'vil
hususunda hataya düşmenin tekfiri
gerektirdiği hakkında bize hiçbir nass sabit olmamıştır. Bu sebeple, böyle bir
iddiada bulunanın delil getirmesi gerekir. Halbuki bize "lailahe illallah"
demekle kesin olarak can ve malın korunmasının sağlanacağı hakkında nasslar
sabit olmuştur. Ancak bu husus yol kesiciler hakkında geçerli değildir... İşte
bu kadarı da delilsiz olarak insanları tekfir etmede mübalağa eden kimsenin
aşırıya gittiğini tenbih etmek hususunda yeterlidir. Delil ise ya asıldır veya
asl üzerine kıyastır. Asıl da açık şekilde (dini) tekzib etmektir. (Dini
hakikatleri) tekzib etmeyen kimse hiçbir zaman tekzib edenlerin kapsamına
alınmaz. Ve o, kelime-i şahadeti söylemekle ismetin (canını ve malını
korumanın) kapsamı altında kalmaya devam eder."
[74]
Hanefi mezhebinin kitaplarından
"Camiu'l Fusuleyn"de şu ibare geçmektedir:
"et-Tahâvi ashabımızdan rivayet etmiştir
ki: Bir kişiyi müslüman eden şeyleri, bilerek inkar etmesinden başka bir şey
imandan çıkarmaz. Sonra bilinmelidir ki, riddet olduğu yakın olarak bilinen bir
şey yapıldığı zaman birisinin mürted olduğuna hükmedilir. Riddet olup
olmadığında şüphe bulunan şeyler sebebiyle ise bu hüküm verilemez. Çünkü İslam
sabit olan bir şeydir ki, şüphe ile zail olmaz. Aynı zamanda İslam üstündür,
(başka bir şey ona üstün olmaz). Bir alime bu konu getirildiği zaman, ehl-i
İslam'ı tekfir etmeye acele etmemelidir.
"Ben de derim ki: Bu hususu, bu bölümdeki
meseleler hakkında yapmış olduğum nakillere ölçü olması için takdim ettim.
Çünkü zikrettiğim bu mukaddimeye kıyasla nakletmiş olduğum bu hususlar küfür
olmadıkları halde, bazıları bana onların küfür olduğunu belirtmişlerdir. Bu
sebeple konuyu iyi düşünmelisin."
"el-Fetâvâs-Suğra" isimli kitapta
şöyle denilmektedir: "Tekfire gelince: Tek bir yorum vechi bile kişinin
tekfir edilmesine mani olmaktadır. Fetva verilen (müfta) görüşe göre, kişinin
herhangi bir rivayete meyletmesi, onun tekfir edilmemesini sağlar."
"el-Hulasa" ve diğer
kitaplarda da şu ibare geçmektedir: "Şayet bir meselede tekfiri gerektiren
birçok vecihler yani ihtimaller varsa, buna karşılık, tek bir vecih bile
tekfire mani olur. Müfta bih görüşe göre, müslüman hakkında hüsn-ü zan etmenin
gerekliliğinden dolayı, onun tekfire mani olan bir veche yönelmesi, kendisini
tekfirden kurtarır."
"el-Bezzaziye" isimli eserde bu bilgiden
fazla olarak şu
husus da bulunmaktadır: "Ancak, küfrü gerektiren bir hususu kendi
iradesiyle açıkça ortaya koyarsa, o zaman tevil ona yarar sağlamaz."
Bu hususa şunlar misaldir: Bir adam, herhangi
bir müslümanın dinine söver de bu sövmenin istihfaf ettiğine ihtimal verilirse
bu durumda adam tekfir edilir. Ancak o adamın bundan muradının dini küçültmek değil de, müslümanın kötü ahlakı ve
çirkin muamelesi olduğuna da ihtimal verilebilir. Bu durumda ise, onun tekfir
edilmemesi gerekir. Nitekim bazı Hanefi alimler de bunu belirtmişlerdir."
[75]
"el-Fetâvâ'1-Hayriyye" de şu sual
vardır: Kadı bir adama "şeriate razı ol" dediği zaman, o da
"kabul etmem!" dedi. Bu sebeple bir müfti onun kafir olduğuna ve
karısının kendisinden ayrılmış olduğuna fetva verdi. Acaba bununla onun kafir
olduğu sabit olur mu?
Bu soruya, alimin ehl-i İslam'ı tekfir
etmeye acele davranmaması gerektiği ve o adamın tazir edilmesi ve cezalandırılması
gerektiği cevabı verilmiştir. Burada bu çirkin kelimeye benzer kelimeleri
söyleyenlerin kafir olduğu hükmü verilmemiştir. Çünkü onun bu sözü, şeriate
karşı kibirlenerek veya onu kerih görerek değil, hasmına karşı aşırı şekilde
gazaplanarak söylemiş olabileceği ihtimali vardır.
"el-Fetâvâ't-Tatarhaniye" de ise şöyle
denilmektedir: "İhtimal sebebiyle tekfir edilmez. Çünkü küfür ukubetin son
derecesidir. Bu sebeple cinayetin son derecesini gerektirir. İhtimalin
yanında ise böyle bir derece söz konusu değildir."
"el-Bahr" isimli kitapta bu nakillerden
sonra
şöyle
denilmektedir: "Tesbit edilen gerçek şudur ki, zayıf bir rivayet bile
olsa, bir kişinin kafir olduğu hakkında ihtilaf olduğu zaman, onun sözünün güzel
bir ihtimale hamledilmesinin mümkün olması durumunda hiçbir müslüman o kişinin
kafir olduğuna fetva veremez. Buna rağmen, (yukarıda) zikredilen küfür
lafızlarının bir çoğu sebebiyle tekfir fetvası verilmektedir. Ancak ben kendi
kendime, böyle bir fetvayı vermemeyi gerekli kıldım.."
[76]
İbni Abidin
de "Reddu'l-Muhtar"da el-Hayr er-Remli'nin ; "el-Bahr"
isimli kitabın müellifinin bu sözünün ardından
şöyle
dediğini nakleder: Velev ki bu rivayet zayıf da olsa." Yine İbni Abidin
der ki: Ben de derim ki: Velev ki bu rivayet mezheb mensuplarından başkalarına
ait de olsa, küfrü gerektiren hususun, üzerinde icma gerçekleşmiş şeylerden
olmasının şart koşulması da buna delalet etmektedir."
[77]
Mezheb(imiz)e mensub olanların sözlerine göre bir çok kişinin tekfir edilmesi
söz konusu olmaktadır. Fakat bu tür sözler müctehid olan fakihlerin sözleri
değildir. Aksine başkalarının sözüdür. Fakih olmayanlara da itibar edilmez.[78]
Malikilerin bu konudaki görüşleri
için İmam-ı Şatıbî'nin şu tahkikiyle yetiniyoruz: İmam Şatıbî "el-i'tisam"
isimli eserinde Hariciler ve diğer ehl-i heva ve'1-bid'attan İslam ümmetine
muhalefet edenlerden bahsederken şunları söyler:
"Şüphesiz ümmetin alimleri şu "büyük bidatlere"
sahib olan fırkaları tekfir etme hususunda ihtilafa düşmüştür. Fakat dikkatli
düşünüldüğünde ve rivayetler göz önüne alındığında onların kesinlikle tekfir
edilmemesi görüşü ağır basar. Bu husustaki delil ise, Selef-i Salihin'in onlar
hakkındaki uygulamasıdır.
Sen Hz.Ali'nin, Allahu Teâlâ'nın şu
kavli gereğince Hariciler hakkındaki uygulamasını ve onlarla savaşırken müslüman
muamelesi yaptığını görmüyor musun:
"Şayet mü'minlerden iki taife birbiriyle savaşırsa,
onların arasını bulup düzeltin."[79]
İşte bu
ayete uygun olarak Hz. Ali kendisinden ayrılan grub Haruriye'de toplandığı
zaman onlara hücum edip savaşmadı. Şayet onlar ona karşı çıkmakla mürted
olsaydılar "Kim dinini değiştirirse
onu öldürün" hadis-i şerifi gereği Hz. Ali onları öyle bırakmayacaktı.
Hz. Ebu Bekr (R.a.)'in mürted olanlarla yaptığı gibi, onlarla savaşacaktı. İşte bu durum her iki olay arasındaki farkı göstermektedir.
"Ma'bed el-Cüheni ile diğer Kaderiler ortaya
çıktıkları zaman selef-i salihin onları reddetmek, onlardan uzaklaşmak, onlara
düşmanlık yapmak ve onları terk etmekten başka bir şey yapmadı. Eğer onlar
mutlak küfre düşseydiler, mürtedlere uygulanan had cezasını onlara
uygulayacaklardı. Yine Ömer b. Abdulaziz de kendi zamanında Musul'da Hariciler
ortaya çıkınca, Hz. Ali'nin yaptığı gibi onlardan el çekmeyi emretti ve onlar
hakkında mürtedlere yapılan muameleyi yapmadı.
"Gerçi biz onlar hakkında "onlar,
heva, fitne ve yanlış teviller peşinde giderek Kitap'taki müteşabih ayetlere
tabi oluyorlar" desek de, mana bakımından onlar mutlak olarak hevaya ve
Kitap'taki müteşabihata uymuş değildirler. Şayet biz onların böyle yaptıklarını
farz edersek, o zaman onlar kafir olurlar. Halbuki şeriata göre inad ve küfre
saparak İslam'ın muhkematını reddetmedikçe hiç kimse kafir olmaz. Fakat kim ki
şeriatı tasdik edip uygularsa ve muhkem ayetler gibi bir delile uyduğunu
zannederek belli bir aşamayı kat etmişse, böyle birisine mutlak olarak
"hevaya uydu" denilmez. Aksine o kendi nazarına göre şeriata
uymuştur. Ancak müteşabih nasslara itibar etmesi sebebiyle, muhkem nasslar
hakkında şüpheye düşmesi cihetinden, şeriat tahsilinde sahip olduğu görüşüne
hevayı da karıştırdığından dolayı ehl-i heva ile ortak özelliğe sahip
olmaktadır. Yine o, bir bütün olarak, sadece hakkında delil bulunan görüşü
kabul etmesi bakımından da ehl-i hakkla aynı özelliği taşımaktadır.
Ayrıca ehl-i heva ve bid'atten olanların ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatle
amaçlarının bir olduğu da ortaya çıkmaktadır ki, bu amaç da şeriata intisab
etmektir.
Mesela onlarla aramızdaki en büyük ihtilaflardan biri
de Allah'ın sıfatlarının ispatı meselesidir. Bu sıfatları bazı fırkalar
nefyetmektedir. Ancak biz her iki fırkanın da maksatlarını araştırırsak, görürüz ki hepsi de tenzihi müdafaa etmeye, Allah'tan
(c.c.) noksan sıfatları nefyetmeye ve hudustan yüceltmeye gayret ediyorlar. Bu
ise konu ile ilgili delillerin anlatmak istediği husustur. Onların
ihtilafları, bu amacı gerçekleştirmek için tutulan metodda vaki olmaktadır ki,
metod farklılığı bu amacı her iki taraf açısından da ihlal etmemektedir.
Bazen onlardan bize muhalif olanlara delil gösterildiğinde,
çoğunluğu dönmeseler bile, onlardan bu görüşlerini terk edip, doğru görüşü
benimseyenler de olmaktadır. Nitekim Hz Ali'ye karşı çıkan Haruriye fırkasından
iki bin kişi de görüşlerinden dönmüştüler."[80]
Daha önceki bölümlerde Şafii mezhebinin ve Eş'arilerin imamından
olan Ebu Hamid el-Gazali'nin bu konudaki görüşlerini nakletmiştik. Burada bu
mezhebin diğer bazı alimlerinin konu ile ilgili görüşlerini nakledeceğiz.
İmam Nevevi "Şerhu Müslim" isimli kitabında
şunları söylemektedir:
"Bil ki, hak mezheb mensuplarına göre,
herhangi bir günah sebebiyle hiç kimse tekfir edilmez. Yine ehl-i heva ve
bidatten olan Hariciler, Mutezililer, Rafiziler ve diğer fırka mensupları da
tekfir edilmezler. Fakat bir kimse İslam dini açısından zaruriyet olarak
bilinen şeyleri bilerek inkar ederse, onun mürted olduğuna ve küfre girdiğine
hükmedilir. Ancak daha yeni müslüman olmuşsa veya İslam'dan habersiz uzak bir
yerde (çölde) yaşıyorsa veya bunun gibi gerçeğin kendisine gizli kaldığı bir
kimse ise, tekfir edilmez. Eğer bu kişi zaruriyeti inkar etmenin küfür olduğunu
öğrenip, bunları inkar etmeye devam ederse, o zaman kafir olduğuna hükmedilir.
Bunun gibi, zinayı, içkiyi, katli ve bunlar gibi haram olduğu zaruri olarak
bilinen diğer haramları helal kılanın da kafir olduğuna hükmedilir."
[81]
İbni Hacer
el-Heysemi de "et-Tuhfe" isimle eserinde şöyle demektedir:
"Bir
müftünün, tehlikesinin büyüklüğü ve kişinin kasdını aşarak söylemesi
sebebiyle, özellikle de avam hakkında tekfir hükmünü verme hususunda ihtiyatlı
davranması gerekir. Bizim (Şafii) imamlarımız, geçmişte ve günümüzde bu tavır
üzerindedirler. Ancak Hanefi'ler küfre düşürücü bir çok sebepten dolayı,
bunlar te'vil edilebilir olmasına, hatta acele etmeme gerekliliğine rağmen,
küfür hükmünü vermekte biraz geniş davranmışlardır. Ben bu konuyu ez-Zerkeşi'ye
sorduğumda, Hanefılerin gösterdiği bu gevşekliğin sebebini şöyle açıkladı: Bu
tür hükümlerin çoğu mezheb büyüklerinden nakledilen "Fetâvâ"
kitaplarında geçer. Müteahhir Hanefilerden vera (takva) sahibi olanlar ise
bunların çoğunu reddedip onlara muhalefet ediyorlar ve şöyle diyorlar:
Bunların taklid edilmesi caiz değildir. Çünkü bunlar müctehid olmakla
tanınmamışlardır ve bu tür fetvaları İmam Ebu Hanife'nin usulü üzere istihrac
etmemişlerdir. Zira (onun mezhebinden sayılan) bu tür fetvalar imamın akidesine
terstir. Çünkü o şöyle demiştir: Bizim yanımızda kati olarak gerçekleşmiş bir
asıl vardır ki, o da imandır. Biz yakın olarak bilmedikçe onun kalktığını
iddia edemeyiz."
"Bizden (Şafiilerden) ve onlardan
(Hanefilerden) bu meseleler hususunda insanları tekfir etmekte acele
davrananlar artık uyanıp sakınsınlar ve kendilerinin tekfir edilmeyi hakkettiklerinden
korksunlar. Çünkü onlar, bir müslümanı tekfir etmektedirler."
"Yine bizden ve onlardan bazı muhakkik
alimlerin belirttiği şu değerlendirme enteresandır:
Müteahhirun
muhakkiklerinden Ebu Züra'ya, bir kimseye "Allah için benden
uzaklaş" denilirse, o da "bin Allah için senden uzaklaştım"
derse bunun hükmünün ne olacağı soruldu. O da şöyle cevap verdi:
Şayet
"bin"den maksadı "bin sebep" veya Allah için bin defa
uzaklaşma (hicret) ise, bu durumda küfre girmez. Böyle bir yorum, lafzın
zahirine uygun değilse bile, bize düşen mümkün olduğu kadarıyla onun kanını korumaktır. Özellikle böyle bir söz söyleyen
adamın kötü bir inanca sahip olduğu bilinmiyorsa, böyle davranmak lazımdır.
Ancak böyle bir lafzın mutlak ifadesindeki zahiri anlamın çirkinliğinden dolayı
te'dib cezası verilir."[82]
Biz burada Hanbelilerden insanların bidatçilere
ve dinden çıkmış olanlara karşı en sert davrananlardan olan İmam İbni
Teymiye'nin sözüyle yetineceğiz.
Şeyhu'l-İslam
İbni Teymiye "Mecmuati'r-Resail ve'1-Mesail" kitabının 5. cildinin
199-201 sayfalarında şunları belirtmektedir:
"Hiçbir
müslümanı işlemiş olduğu bir fiil veya ehl-i kıblenin hakkında münakaşa ettiği
meseleler gibi herhangi bir meselede düşmüş olduğu hata yüzünden tekfir etmek
caiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kendileriyle savaşılmasını emrettiği,
Raşid Halifelerden biri olan mü'minlerin emiri Hz. Ali b. Ebi Talib'in savaştığı
ve sahabe, tabiin onlardan sonraki din büyüklerinin kendileriyle
savaşılmasının gerekliliği hususunda ittifak ettikleri Haricileri, Hz. Ali,
Sa'd b. Ebi Vakkas ve diğer sâhabiler tekfir etmediler. Aksine, onlarla
savaşmalarına rağmen onları müslümanlardan saydılar. Hz. Ali onlar haram olan
kanı akıtmadıkça ve müslümanların mallarına baskın yapmadıkça onlarla savaşmadı.
Hz. Ali, onlar kafir oldukları için değil, onların zulümlerini ve
taşkınlıklarını defetmek için onlarla savaştı. Bu sebeple de onların ailelerine
el atmadı ve mallarını ganimet olarak almadı. Peki, bu sapıklıkları nass ve
icma ile sabit olanlar, Allah (c.c.) ve Rasulü'nün onlarla savaş yapılması
emrine rağmen tekfir edilmiyorsa, nasıl olur da onlardan en alim olanlarının
bile hakkında yanıldıkları meseleler hususunda hakkı şaşıran çeşitli taifeler
tekfir edilebilir? Bu taifelerden hiçbirinin diğer bir taifeyi tekfir etmesi
helal değildir. Çünkü Haricilerin bid'atleri, daha büyük bid'atlerdir. Gerçek
şudur ki, onların hepsi ihtilafa düştükleri meselelerin hakikatini
bilmiyorlardı.
"Aslolan, müslümanların kanlarının, canlarının
ve namuslarının birbirlerine haram olduğudur. Bunlar ancak Allah'ın ve
Rasulü'nün izni ile helal olabilir."
"Eğer bir müslüman savaş veya tekfir
hususunda te'vil edilebilir bir konuma sahip ise, o zaman tekfir edilmez. Nitekim
Hz. Ömer b. el-Hattab, Hatib b. Ebi Beltaa hakkında şöyle demişti:
"Ya Rasulallah, izin ver de bu münafığın boynunu vurayım! " Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s.) şöyle buyurmuştu:
"Şüphesiz o, Bedir savaşına katılmıştır. Sen nerden
biliyorsun, belki Allahu Teala Bedir ehlinin böyle yapacağını bildiğinden
dolayı "Dilediğiniz gibi amel edin, şüphesiz ben sizi bağışlarım"
ayetini onlar hakkında buyurmuştur." Bu hadis, sahihayn'da geçmektedir.
Yine sahihayn'da geçtiğine göre, Üseyd b. el-Hudeyr,
Sa'd b. Ubade'ye
"Sen
münafıklar hesabına bizimle mücadele eden bir münafıksın!.." demiş ve
bunun üzerine Evs ve Hazrec kabileleri münakaşaya başlamıştılar. Bunun üzerine
Hz. Peygamber (s.a.s.) iki grubun arasını düzeltti.
İşte şu
Bedir Savaşına katılanlar ki, onlardan biri diğerine "sen münafıksın"
diyor. Fakat Hz. Peygamber ne onu ne de bunu tekfir etmiyor, aksine hepsinin de
cennete gireceğine şahitlik yapıyor.
Yine bunun gibi selef de Sıffın, Cemel
ve diğer bir takım savaşlarda birbirleriyle savaşmıştılar. Fakat hepsi de müslüman
idiler ve mü'min idiler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Şayet mü'minlerden iki taife birbirleriyle
savaşırlarsa onların aralarını bulup düzeltin."
[83]
Yine yüce
Allah şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki mü'minler kardeştirler. Öyleyse
kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin"
[84]
"İşte Allahu Teala, onların
birbirleriyle savaşmalarına ve birbirlerine haksızlık yapmalarına rağmen
onların mü'min kardeşler olduklarını beyan etmiştir ve onların aralarının adaletle ıslah edilmesini emretmiştir."[85]
5.
Bu Mezheplere Bağlı Olmayanlardan Nakiller
es-Seyid
Sıddık Hasan Han "er-Ravdatu'n-Nediyye" isimli eserinde Allame
eş-Şevkânî'nin "es-Seylu'l-Cerrar" eserindeki şu sözünü
nakletmiştir:
"Bil ki, bir müslümanın İslam dininden çıktığına
ve küfre girdiğine hükmetmeye yönelmek gündüzün güneşinden daha açık bir delil
olmadıkça, Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş olan hiçbir müslüman için
gerekli değildir. Çünkü sahabeden bir grubun tarikiyle rivayet edilmiş sahih
bir çok hadislerde, "Her kim
kardeşine "ey kafir" derse, mutlaka ikisinden biri bunu hak eder"
ibaresi sabit olmuştur.
"Sahih-i Buhari'de hadis böyledir.
Sahihayn ve diğer hadis kitaplarında şu ibare de geçmektedir: "Her kim bir adamı küfür ile çağırırsa
veya ona "ey Allah'ın düşmanı derse", o adam da böyle değilse,
mutlaka ikisinden biri kafir olur."
"Bu hadiste ve bu husus
üzerine
varid olan diğer hadislerde tekfirde acele etmede çok müthiş bir tehdit ve çok
büyük bir öğüt vardır. Allahu Teala da şöyle buyurmuştur:
"Kalbi imanla tatmin olduğu halde baskı halinde
zorlanan hariç, kim imanından sonra Allah'a (karşı) inkara sapıp da göğsünü küfre açarsa, işte onların üstünde Allah'tan
bir gazap vardır ve büyük azap onlarındır."
[86]
Buna göre (birisini tekfir etmek için) göğsün küfre açılması,
kalbin küfürle tatmin olması ve nefsin onunla teskin olması gerekmektedir. Bu
sebeple sahibinin kendisiyle İslam dininden çıkıp küfür dinine girmeyi irade
etmediği şirk yollarından biriyle vaki olan düşüncelere, ondan sadır olan
küfri davranışlara ve müslümanın ağzıyla söylemiş olduğu fakat manasına
inanmadığı lafızlara, özellikle de bunların İslam yoluna muhalif olunduğunun
bilinmemesi durumunda itibar edilmez."[87]
[1] Fetih: 48/29.
[2] Şura: 42/13.
[3] Hucurat: 49/10-11.
[4] Müslim, Ebu Davud. (Seçme Hadisler, D.Î.B. sh: 124.)
[5] Tirmizi, Ebu Davud. (Seçme Hadisler D.İ.B. sh: 195.)
[6] Buhari, Müslim
(Seçme Hadisler D.İ.B. sh: 215.)
[7] Enfal: 8/46. Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık,
Şura Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 7-10.
[8] Maide: 5/44.
[9] Eğitim Risalesi, Said Havva, (Terc: Abdullah Yılmaz)
Petek Yay. 1990, İst, sh: 119.
[10] Kehf: 18/110.
[11] Al-i İmran: 3/8.
[12] Al-i İmran: 3/9.
[13] Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları,
(Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 11-19.
[14] Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları,
(Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 20-23.
[15] Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları,
(Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 24-25.
[16] Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları,
(Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 26-27.
[17] Nisa: 4/10
[18]
İbni Teymiyye, er-Resaili'1-Merdaniyye.
[19] Buharı, İman: 17, İ’tisam: 28; Müslim, İman: 32; Ebu Davud,
Zekat: 1; Neseî, Zekat: 3; Cihad: 1, Tahrim: 1; İbni Mace, Mukaddime: 9; Ahmed, I: 1,87; II: 314, III: 149. Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları,
(Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 28-30.
[20] Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları,
(Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 31-32.
[21] Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları,
(Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 33.
[22] Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.
[23] Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları,
(Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 34-37.
[24] Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları,
(Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 38-39.
[25] Ahzab: 33/36.
[26] Nur: 24/51.
[27] Nisa: 4/65.
[28] Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları,
(Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 40-41.
[29] Bakara: 2/178.
[30] Hucurat: 49/9.
[31] Hucurat: 49/10.
[32] Mümtehine: 60/1.
[33]
Nur: 24/22.
[34] Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları,
(Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 42-46.
[35] Nisa: 4/116.
[36] Fethu'I-Bari,s.92.
[37] Zümer: 39/53.
[38] Mecmuu Fetava
Şeyhi'l İslam Ibni Teymiye, c: 7, s:
484,485.
[39] Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları,
(Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 47-49.
[40] Hucurat: 49/9.
[41] Hucurat: 49/10.
[42]
İbni Kayyım el-Cevziyye, Medaricu's-Saiikin, c. 1, s. 355.
[43] Bakara: 2/253.
[44] Bakara: 2/257.
[45] Nisa: 4/86.
[46]el-İnsan: 76/3.
[47] en-Neml: 27/40.
[48] İbni Hacer, Fethu'1-Bari, c. 13, s. 75.
[49] Maide: 5/44.
[50] En'am: 6/82.
[51] Lokman: 31/13.
[52] İbni Hacer, Fethu'1-Bari, c. 1, s. 94-95. Yusuf
el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit),
İstanbul, 1998: 50-54.
[53] Yani sende cahiliye hasletlerinden biri bulunmaktadır.
(Bak, Tecrid-i
Sarih, c. 13, sh. 30.)
[54] İbni Kesir, bu hadisin senedinin hasen ve ceyyid olduğunu
söylemiştir.
Said Havva, Ruh Terbiyemiz, s. 55; Petek Yay.
tst. (Mütercim).
[55] Ahmed,3/17.
[56]
Al-i imran,3/167.
[57] Hucurat, 49/14.
[58]
Şeyhui İslam îbni Teymİyye, Mecmuu'I-Fetava,
Kİtabu'l-lmanu'l-Kebir, c. 7, s. 303, 305.
[59] Al-i
İmran, 3/167.
[60] Hucurat: 49/11.
[61] Secde: 32/18.
[62] Hucurat: 49/9.
[63] Hucurat: 49/10.
[64] İbni Teymiye, a.g.e., s. 302-355. Yusuf el-Kardavi,
Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998:
55-61.
[65] Fatır: 35/32-33.
[66] Tefsiru İbni Kesir, c. 3, s. 454-455.
[67] a.g.e.
[68] Nisa: 4/31.
[69] Mecmuu Fetava Şeyhu'l İslam İbni Teymiye,
Kitabu'1-İman Bahsinden,c 7, s. 485.
[70] Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları,
(Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 62-65.
[71] Muhterem müellif elinizdeki bu kitaptan başka,
bu konu ile ilgili olarak "Advaun Ala Kadiyyeti't-Tekfir" isimli bir
kitap daha yazmıştır.
(Mütercim). Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim: M.
Salih Geçit), İstanbul, 1998: 66-68.
[72] el-Mevakıf ve Şerhi, c. 8, s. 239-240.
[73]
İmam Gazali, el-İktisad fi'1-İ'tikad, s. 223,224.
[74] Gazali, age. s. 224. Yusuf
el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit),
İstanbul, 1998: 69-71.
[75] Bkz: Haşiyetu Reddİ'l-Muhtar, c. 3, s. 339.
[76]
el-Bahru'r-Raik, c. 5, s. 134-135.
[77] Haşiyetü'1-Muhtar, c. 5, sh. 399.
[78] Haşiyetü'1-Muhtar, c. 5,
sh:418. Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura
Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 71-74.
[79] Hucurat: 49/9.
[80]
Şatibî, el-İ'tisam c. 3, s. 33, 35. Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları,
(Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 74-76.
[81]
İmanı Nevevi, Şerhu Müslim, c. 1, sh: 50.
[82]
İbni Hacer el-Heytemi, Tuhfetu'l-Muhtaç, c. 9, s. 88. Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları,
(Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 76-78.
[83] Hucunıt: 49/9.
[84]
Hucurat: 49/10.
[85]
İbni Teymiye, Mecmuati'r-Resail ve'İ-Mesâil, c. 5, s.
199-201. Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de
Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 78-80.
[86] en-Nahl: 16/106.
[87] Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları,
(Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 81.