1 —
İmam Mâturidi'nin Hayati Ve Yaptıkları:
Eş'arî'nin
Mâturîdî'den Fazla Tutulması :
Mâturîdî
Ve Es'arî'nin Metod Ve Mezhep Usûlünde İttifakı.
Taklid'in
İptali Ve Din'in Delil İle Bilinmesinin Vacip Olması:
İşitme
Ve Akıl Dinî Bilmenin İki Temel Esasıdır :
Mevcudatın
Hadis Olduğuna Delil :
Mes’ele
(Alemin Muhdisi Birdir)
Âlemin
Muhakkak Bir Mumis'i Bulunduğuna Delil :
Mes'ele
(Şahidin, Yani Görüienin Gaibe, Yani Görülmiyene Delâlet Etmesi)
(Âlemin
Kadim Olduğunu İddia Edenlerin Sözleri)
Mes'ele
(Cisim Lâfzıni Allah'a Itlak Etmek Caiz Değildir)
Mes'ele
(Allah'a «Şey'» Lâfzının Itlak Edilmesi Caizdir)
Mes'ele
(Allah-U Teâlâ'nm Sıfatı Hakkında)
Mes'ele
(Kâbi'nin1 Zatî Ve Fiili Sıfatlar Hakkındaki Görüşleri Ve Bu Görüşlerin
Reddedilmesi.)
Mes'ele
(Kâ'bî'nin Allah'ın Fiilleri İhtiyarîdir, Demesinin Tartışılması)
Mes'ele
(Allah Azze Ve Celle'nin İsimleri Hakkında)
Mes'eles
(Ku'yetuBah : Alüah'ı Görmek)
Mes'ele (Mu'tezîleye Göre «Yok Olansın Bir «Şey»
Olması Ve Ona Verilen Cevap)
Mes'ele
(Allah'ı Vasfetmek Ve O'na İsim Vermek Benzemeyi İcap Ettirmez)
Rahman
Ve Kahmı Olan Allah Adıyla
(İnsanların,
Allah'ın, Mahlûkatı, Niçin Yarattı? Sorusunu Sorana Verilen Cevap Hakkındaki
İhtilâfı)
Tevhid
Hakkında Mesele (Kim Ki, Nefsini Bilirse Rabb’ni Bilir)
Mes'ele
(Allah «Şey»Dir, Demenin Mânası)
Mes'ele
(Allah'ın İsimleri Hakkında)
(Zararlı
Varlıkların Yaratılmasındaki Hikmet)
Âlem
Hakkında Fırkaların İhtilâfı
Bütün hamd ü sena bizi
yoktan vareden, varlığından haberdar eden, sevdiklerini sevdiren, yerdiklerini
yerdiren ve bizi doğru yolda olanlardan eyleyip, Hahib-i Kibriyisına ümmet
kılan YÜCE ALLAH'a mahsustur.
Salât-ı selâm âlemlere
rahmet olarak gönderden iki cihan güneşi Peygamberimiz Efendimiz, MUHAMMED
MUSTAFA (s.a.v.)'e, âline ve ashabına olsun.
Bugün olduğu gibi
gedmiş zamanlarda da, İslâm'ın temel inançlarına, itikadı meselelerine dil
uzatıp, tahrif ederek müslümanlan gerçek itikat sisteminden uzaklaştırmaya
matuf çalışmaları durdurmak, müs-lünıanları ortaya atılan çarpık ve zehirli
fikriyattan korumak için çalışmalarda bulunan bir cemaat ortaya çıkmıştır ki,
ona ehl-i sünnet ismi verilmiştir. İtikatta mezhebimizin imamı EBU MANSUR
MUHAMMED BÎN-Î MAHMUD EL-MÂTÜRÎDÎ de o cemaatin mümtaz şahsiyetlerinden
biridir.
Bu eşsiz îmam ALLAH'a
ortak koşan müşriklere, CENAB-I HAK.-Iu inkâr eden mülhitlere, islâm itikadının
dışına çıkan sapıklara cevap vermek ve ortaya attıkları bâtıl düşünce ve
inançlarını çürütmek için, «Kitâbü't - Tevhîd» ismindeki eserini yazmıştır.
Zaman zaman lalamın
temel prensiplerine, itikadı meselelerine insanlar tarafından yani gayri
îslâmî inanç ve fikriyata saplanmış olan kimseler tarafından dil uzatılan ve
İslâm'ın kudsî prensiplerini tahrif etmeye yönelik azami çalışmalarda bulunulan
bu devirde itikatta mezhebimizin imamı olan Allâme Ebu Mansur Mâtürîdi'nin bu
eserini Türk-çeye tercüme edip müslümanlann istifadesine arz etmeye çalıştık.
Bu çalışmalarımızda bizi başarıya ulaştıran CENAB-I ALLAH'a hamd u senalar
ederim.[1]
Rahmân ve Rahim olan
Allah adıyla
îmam Mâturîdî ve
Mâturîdîyye mezhebi ile ilgilenip ihtimam göstermem bende, 1961-1964 yılları
arasında Kembric Universitesi'nde doktora tezimi hazırlarken başladı. Bu
sebebledir ki, bana Profesör A.J. Arbiri, Maveraü'n-Nehir ülkelerinde Fahreddin
Er-Râzî ile Mâturidiler arasında geçen münazarayı okuyup incelememi Önerdi.
îyi bahtımdan olacak
ki, îmam Mâturîdî'nin dünyada bir tane olan, elyazı, «Kitab-üt-Tevhid»
ismindeki eserini Kembriç Üniversitesi kütüphanesinde buldum. Doktora tezimi
henüz bitirmemiştim ki, Kitabü't-Tev-hîd nam eseri incelemek için düşünmeğe
başladım, ve 1964 yılının ilk yarısında Kembriç üniversitesi kütüphanesinin
endersun salonunda bilfiil incelemeye başladım.
Doktoramı yaptıktan
sonra İngiltere'de ikametim fazla uzamadi, kısa bir zaman sonra elyazısı olan
kitabın fotokopisini alıp Mısır'a döndüm.
İngiltere'den
döndükten kısa bir zaman sonra İskenderiye Üniversitesi, beni Beyrut'taki Arap
Üniversitesine Öğretim üyesi olarak gönderdi. Bu sebeple Beyrut Arap
üniversitesindeki felsefe öğrencilerine konferanslarımı hazırlıyabihnem için
Kitab'üt-Tevhidi inceleme işini bir müddet bıraktım. Bilâhare kitabı incelemeye
başladım. Fakat Fahreddin Er-Râzî hakkındaki incelemem, henüz İngilizce olarak
neşredilmeden Beyrut ve İskenderiye'deki öğrencilerim, benden Fahreddin Razi'yi
Arapça olarak okumamı istediler.
Bu sefer de onların
isteklerini yerine getirmek için Kitab-üt-Tevhid'i inceleme işini yine
durdurdum. Kısaca kitabı incelemeye Kembriç'de başladım, Beyrut'ta üzerine
kapandım ve sonra da İskenderiye'de tamamladım.
Burada El-KıddıV,
Yusuf Üniversitesinin —Beyrut— Şark Edebiyatı Enstitüsu'nde neşredilen
«Araştırma ve İnceleme» dergisini hazırlayan ilmî heyete, bana sundukları
kıymetli £Örüş ve düşüncelerinden dolayı en derin kalbi teşekkürlerimi sunarım.
Bu meyanda Kitab-üt-Tevhîd'in bu üstün vasfı ile çıkmasında büyük hizmetleri
geçen ve bu hususta emsalsiz bir şekilde önem veren katelik matbaasının sahip
ve elemanlarına teşekkür etmeyi bir vazife bilirim. [2]
İsmi ve Soyu :
İsmi : İmam Ebu Mansur
Muhammed bin Muhammed Mâturîdî'dir. Doğduğu köye nisbet edilerek kendisine
«Mâturîdî» denilmiştir.[3]
Mâturîd,
Maverâü'n-Nehir ülkelerinden biri olan Semerkand köylerinden bîridir. Nehirden
maksad Ceyhan Nehri'dir.[4] Bazen
Semerkand'a nisbet edilerek kendisine: «El-îmam Âlem'ül-Hedyi Ebu Mansur Muhammed
bin Muhammed bin Kahmud El-Mâturîdî, Es-Semerkandî» denir. Nitekim incelemekte
bulunduğumuz tttı kitabın sahifelerini okurken bu isme sık sık
rasthyacaksınız. «Âîem'ül-Hedy» ismine gelince bazan «îmam-ı Hedy» ve
«îmam-ül-Mütekeîlimm» isimlerini verdikleri gibi, bu da talebe ve dostları
tarafından kendisine verilen bir lâkaptır. Bunların hepsi, İlimde, Şeriatı ihya,
İslâm âkidesini müdafa ve Sünnet-i seniyyeye hizmet etmedeki çalışmalarından
dolayı talebe ve dostian katında yüksek makam ve dereceleri ihraz ettiğine
delâlet etmektedir.[5]
Her ne kadar
tarihçiler soyunun, Peygamber Aleyhisselâm'm Medi-ne-i Münevvere'ye hicret
buyurdukları vakit kendilerine misafir indikleri Kba Eyyub Halid bin Zeyd bin
Külcyb El-Ensari'ye ulaştığını yazıyorlarda, ana - baba ve ailesinden biri
hakkında bir şey bilmiyoruz.[6] Bunun
ndir ki, îmam EI-Beyâzî, İmara-ı Mâturîdi'yi yâdettiğinde: «El-îmam ıu Mansur
Muhammed bin Muhammcd bin Mahmud El-Mâturîdî El-En-rî» diye zikretmektedir[7]
Her ne kadar Dr. Eyyub
Ali, Mâturîdî'nin 23$ H. 852 M. yıllarında ğduğu fikrini tercih ediyorsa da,
hiç bir tarihçi o'nun doğum tarihi kkında bir şey söylememiştir. Çünkü îmam-ı
Mâturîdî'nin hocalarındı biri de, 248 H./G62 M.[8]
senesinde vefat eden Muhammed bin Mukatil -Râzî'dir. Eğer bu doğum tarihi doğru
ise îmam-ı Mâturidî yüz seneye ün bir zaman yaşamış olur. Zira tarihçiler o'nun
233 H./944 M.[9] Yılında
Ahiret'e irtihal ettiği hakkında ittifak
halindedirler.
Bu fikir birliğine,
O'nun 333 senesinde vefat ettiğini söyleyen ve Lra üâve ederek 336 yılında
vefat edip Semerkand'da defnedildiği de ayet edilir diyen Taşköprü Zade'den
başkası mualefette bulunmamıştır. [10]
Elimizde bulunan
kaynaklardan öğreniyoruz ki, Imam-i Mâturîdî, asrının ünlü alimlerinden ilim
tahsil etmiştir. Hocaları da, son halkası îmam-ı A'zam'da düğümlenen bilginler
zincirini teşkil eden değerli alimlerden okumuşlardır. El-Kefevi, îmam-ı
Mâturîdî'nin Ebu Nasr El-îyazî'-den icazet aldığını, Ebu Bekir Ahmed
El-Cûzcânî'den fıkıh okuduğunu, O'nun da Ebu Süleyman El-Cûzcâm'den, bunun da
Muhammed'den, Mu-hammed'inse Ebu Hanife'den okuduğunu ifade ederken[11],
Zübeydi de îmam Ebu Nasr El-îyazî'den icazet aldığını söylüyor. Hocalarından
biri de, El-Firak Vet-temyiz... isimli eserin sahibi imam Ebu Bekr Airmed bin
îshak bin Salih El-CûzcânTdir. Hocalarından biri de Er-Rey kadısı Muhammed bin
Mukâtil Er-Razi'dir.
Ebu Bekir El-Cûzcânî,
Ebu Nasr Eî-îyazî ve Nuseyr bin Yahya ise îmam-ı Ebu Süleyman bin Musa bin
Süleyman El-Cûzcânî'den fıkıh tahsil etmişlerdir. Ebu Süleyman bin Musa iki
ünlü imam olan Ebu Yusuf ve Muhamme bin El-Hasan'dan okumuştur. Muhammed bin
Mukâtil ile Nuseyr bin Yahya ayrıca devirlerinin iki imamı olan Ebu Muti'
El-Hakem, bin Abdullah El-Belhi ve Ebu Mukâtil Hafs bin Müslim
Es-Semerkandî'-den ders almışlardır. Yine Muhammed bin Mukâtil Muhammed bin El
-Hasan'dan ilim tahsil etnıiştir. Bunların dördü de îmam-ı Hanife'den okumuşlardır."[12]
Ebu Nasr El-îyazî,
Mâturîdî'nin hocalarının ilkidir. Soyu Yahya bin Kays bin Sa'd bin Ubâde El-Ensarî
El-Hazreci'ye ulaşır.[13]
Kendisi ilim ve cihad erbabındandı. Hepsi Mâturîdî'nin akranı olan kırk kişinin
ardından Türk ülkelerinde Kâfirlerle savaşırken şehit düşmüştür.[14]
Tarihçiler, O'na
ilimde, amelî hassasiyet ve takvada topyekün ülkelerin hiçbirinde, hiç
kimsenin emsal olamayacağını zikrederler.[15]
Büyük imamlar diye
isim alan oğullan Ebu Ahmed El-îyasd ve Ebu Bekir El-îyazî babalarının ilim ve takvasına
varis oldular. Hatta oğlu Ahmed hakkında göyle deniyordu: «Ebu Hanife'nin
mezhebinin dofruluğuna Ebu Bekir Ahmed El-îyazî'nin O'nun mezhebinden olması en
büyük delildir. Eğer Ebu Hanife'nin mezhebi seçkin bir mezhep olmasaydı, Ebu
Ahmed El-îyazî ona inanmazdı. Allah rahmet eylesin.»[16]
Ebu Nasr El-îyazî
Mâturîdî'nin hocası olmasına rağmen O'nunla beraber Ebu Bekir Ahmed
El-Cüzcâm'nin meclisinde otururdu. Onun halka-i tedrisinde bulunup beraberce
İcazet almışlardır.[17]
El-Kefevi diyor ki:
«Ebu Bekir Ahmed El-Cûzcânî usul ve furu'a ait tüm ilimleri elde etmiş, büyük
bir alim ve yine her türlü ilmin en yüksek zirvesiydi.[18] Yine
îmam Ebu Bekir Ahmed El-Cüzcânî, talebesi olan îmam Ebu Nasr Eî-lyazî ile
beraber, Ebu Hanife'nin talebesi Muhammed bin El-Hasan'ın talebesi bulunan
hocaları imam Ebu Süleyman El-CûzcânT-nin dersinde bulunurdu.'[19]
İbni Nedim şöyle
diyor: «Ebu Süleyman El-Cûzcânî dini yönden büyük bir vara' ve takvaya sahip
olduğu gibi, kendisi hem fakın ve hem de muhaddis idi.»[20]
îşte Öyle bir vara' ve
takva sahibi olan doğru kişilerin meydana getirdiği müessesedir ki, îmam-ı
Mâturîdî orada yetişmiş, o müesseseden çıkmıştır. Bu müesseseyi meydana getiren
şahıslar, îmam-ı A'zam'a ait olan akaidin usûlünü ve esaslarının incelenmesini
ihtiva eden kitaplan, risaleleri ve onun vasiyetlerini nakl ve rivayet etmek
için çok büyük çaba harcamışlardır.[21]
îmam-ı A'zam Ebu
Hanife'nin, El-Fikhu'1-Ekber, Er-Risâle, El-Fik-hÜ'1-Ebsat, El-Âlim
ve'1-Muteallim, El-vasıyye adlı kitablan, Hanefi mezhebi alimlerinin Akaid
usulünde temel kaynakları olup, bu kitapları incelemek için azamî çaba
harcamışlardır.[22] îmam-ı Mâturîdî bunların
hepsini okuyup, hocalarından rivayet etmiştir.?[23]
Fakat Aküd Mâturîdî'nin elinde bambaşka bir §ekü almıştır. îmam-ı A'zam'm işbu
eserleri, Ehl-i Sünnet akidesi
ve delilsiz olarak kendisine inanılması sahih olan hususların «beyanı»
mesabesinde idiler.[24]
Fakat bu âkîde ve bu akidenin kapsamına aldığı esaslar akideden ilme dönüştü.
Daha sonra da Îmam-ı Mâturîdî'nin elinde Kelâm ümi olarak ortaya çıktı. Çünkü
Mâturîdî, o esasları kitaplarında kesin delillerle işledi. Bu esasların,
feri'lerini yakını ve parlak delillere dayandırarak kuvvetlendirip tesbit etti.[25] O'
Maverâü'n - nehir ülkelerinde ehli sünnet Vel-Cemaat'ın reisi ve Ebu Hanife'nin
mezhebinin yegâne kelâmcısı idi.[26]
Bunun içindir ki, bu mezhebe Mâturîdî'nin kendi ismi verildi. Böylece
Maverâü'n-nehir ülkelerindeki Hanefî mezhebinde bulunan kelâmcüara Mâturîdîyye
denmeye başlandı. Ebu Hanîfe'-nin ismi ancak Hanefî mezhebindeki fıkıh
alimlerine söylenmekle iktifa edildi.
îmam-ı Mâturîdî dört
büyük alim yetiştirmiştir ki, hepsi de îmam ismini almağa hak kapanmışlardır.
Onlar şu bilginlerdir:
1– 340
H./951 M. yılında vefat eden, Semerkand'h filozof, ismi ile ün salan Ebu Ishak
bin Muhammed bin îsmail.
2- îmam Ebu'l-Hasan Ali bin Said Er-Resteğfenî.
3- 390 H./999 M. yılında vefat eden îmam Ebu
Muhammed Ab-dülkerim bin Musa El'Pezdevî. [27]
Tarihçilerin beyan
ettikleri kitapların isimleri, imamı Mâturîdî'nin hayatını, sünnet dışına çıkan
kimselerin fikir ve görüşlerini iptal etmek ve islâm akidesini müdafaa etmekle
geçirdiğine delâlet etmektedir. Aynı eserler o'nun ilim ve kültürde bilhassa
din ilimlerinden Fıkıh, Usul, Kelâmda kugatıcı olduğuna da delâlet eder.
Şu bir gerçektir ki,
tmam-ı Mâturîdî Mu'teale'nin bütün görüşlerini cevaplandırarak iptal ettiği
gibi onların beş usûlünü de nakzetti. Mu'te-zileler katında yeryüzü imamı diye
benimsenen ve Mâturîdî'nin muasırı bulunan Kâ'bi'yi bizzat adım adım takip etti,
bütün eserlerini nakzetti; görüşlerini çürüttü: Mu'tezile Mezhebi'nin ileri
sürdüğü fikir ve görüşlerini cevaplandırmak ve çürütmek gayesi üe şu eserleri
yazdı: «Beyan-ı Vehm'il-Mu'tezile, Reddi'l-Usul'il-Hamse U. Ebî Muhammed
El-Bahîîî.» Kâ'bi'nin görüş ve eserini nakzetmek için de : «Reddu
Evâiî'il-Edille Li'l-Kâ*bi», «Redd'u Tehzîb'il - Cedel Ldl'kâbi» ve «Reddu
Vaîd-Ü Füssâk Li-1 Ka'bi», eserlerini telif etmiştir.
Yine Rafızi ve
Karamiti'erin[29] görüşlerini çürüttü,
fikirlerini red ve nakzetti. Hatta bu hususda, «Er-Reddu Âla-Usul'il-Karamite»,
ve «Red-du-kitab'U-îmame Li Ba'z-ır-Revafiz» ismindeki eserleri yazdı. Usul'ül
Fıkıh hakkındaki eserleri ise; «Me'haz-Üş-ŞerâiV ve «Kitab'ül-Cedel» ismindeki
kitaplardır. İmam'ı Mâturîdî Fıkıhda eserler yazdığı gibi tefsir ve Kelâm
sahasında da Ehli Sünnet metodu üzerinde eserler yazmıştır. Tefsir hakkındaki
yazdığı kitaba: «Te'vîlât-u Ehli Sünnet» yahut «Et-Te'vîlât'ül Mâturîdîye Fi
Beyanı UsuTi-Ehl'is-Sünnet'i ve Uşul'it-Tevhid» ismini vermiştir. Hacı Halife
bu kitabı anlatırken şöyle diyor: «O, eşi benzer buluninıyan bir kitaptır.
Hatta îlmi Kelâm'da kendisinden önce yazılan
kitaplardan hiç biri onun emsali olamaz.»[30]
Bununla beraber mü-fessîrler hakkında yazan tarihçiler bu büyük imamı ihmal
ederek ondan bahsetmezler. Yine Hacı Halife şöyle anlatıyor: «Bu kitap, diğer
kitaplarından daha kolay anlaşılıyor. Bunun içindir ki, Mâturîdî âlimleri bu
kitapdan istifade etmişlerdir. Bu kitaba çok büyük itimat etmişlerdir.» Gerçek
şudur ki, «Et-Te'vîlât» ismindeki kitap, «Et-Tevhid» kitabından daha
açık-seçik ve anlaşılması kolaydır. Bu kitapda âyetin tefsirini çok açık ve
kolay anlaşılır şekilde yazmıştır. Bu âyetin tefsirinden meselâ
Fahreddin-Er-Râsî tefsirinde yaptığı gibi bizi teferruatın derinliğine
daldırmaksızm her istifade edilen husus çıkartabilmektedir.[31] Bu
tefsir, İmam'ı Mâturîdî'nin lügat, dil ilimlerinde ve diğer bilimlerde geniş
bir kültüre sahip olduğuna şehadet eder. Ne güzel bir tesadüftür ki, bize
kitab'ül-Mekâlât ve Kitâb'üt-Tevhîd korunup ulaştığı gibi bu tefsir de
korunmuştur.[32] Diğer kitapları ise hepsi
zayi7 olmuştur. Yanlışlıkla kendisine Fıkh'ül - Ekber ve El-lbâne, Akîdet'ül -
Mâturîdiyye şerhleri is-nad edilir.[33]
Taşköprüzade şöyle
diyor: «Şu husus iyi bilinsin ki Ehlîi-Sünnet vel-cemaatm kelâm ilminde reisi
iki kişidir. Bunlardan biri Hanefi mezhebinden, diğeri ise Şafiî'dir. Hanefî
mezhebinden olan Îmamül-Hedy Ebu Mansur Muhammed bin Mahmud El-Mâturîdî'dir.
Şafiî olan diğer ise müslüm ani arın akaidini öğrenmekte üstün çaba harcayan,
îslâm dini potasında eriyen, Peygamberlerin efendisi olan Muhammed
Aleyhısselam'm sünnetini yaymakta elinden geleni geri koymayan, kelâmcılarm
imamı Ehli Sünnet vel Cemaat'ın Reisi ve Şeyh'i olan Ebül-Hasan El-Esari
El-Basrî'dir.[34]
Musîihuddin Mustafa
El-Kestelî'nin, Taftazani'nin «Akâid-i Nesefiy-yc» şerhine yaptığı haşiyede
şunları okuyoruz: «Horasan, Irak, Şam ve bir çok ülkelerde bulunan ve
Ehli-sünnetden olmaları ile şöhret bulanlar, Eb'ül-Hasan, Ali bin İsmail bin
Salim bin Salim, ismail bin Abdullah bin Bilâl. Ebu burde bin Ebiimısa,
El-E§'arî'nin mezhebinden dalardır. Ebu Musa El-Eş'arî Resulüllah
Aleyhisselam'ın sahabelerincai-dir... Mavera'ün-Nahir ülkelerinde ise Ebû
Mansur El-Mâturîdî'nin nes-hebinden bulunan Maturîdîler görülmektedir. Ebû
Mansur Mâturîdi Sû Nasr El-îyazî'nin talebesidir. Ebû Nasr ise imamı Ebû
Hanife'nin -cebesi Muhammed bin El-Hasan Eşşeybânî'nin talebesi Ebû Süleyman
£-Cûzcânî'nin talebesi bulunan Ebû Bekr El-Cûzcani'nin talebesidir.[35]
Zübeydi ise şöyle
diyor: «Ehli Sünnet ve Cemaat diye söylendiği jî-kitde bunlarla Eş'arîler ile
Maturîdîler kastolunmaktadır.»[36]
Bu zikrettiğimiz
metinlerin bize Eş'arî ile Mâturîdî'nin her ika is ehli sünnet vel-Cemaate isim
olduklarını açıklamasına rağmen devamlı olarak Mâturîdî'nin namının düşürülmesi
Eş'arî'nin ise Selefin gidşat ve sünnetten inhiraf eden mubtedilerin zıddına
kıyam ederek İslâm akaidini müdafaa ettiğinden kendisine islâmm bayrağı adı
verilerek ön pi-na alındığı görülmektedir.[37]Oysaki
Mâturîdî, Ehli Sünnet vel-Cemaac mezhebini koruma hususundaki çalışmaları ve
yardımları ile Eş'srTâa daha önce kendini göstermiştir.[38]
Nitekim îmamı Mâturîdî, Ehli Sömet vel-Cemaat mezhebi üzerine yetişmiş ve aynı
halde irtihal etmiştir. Bl-buki, Eş'arî Mu'tezile mezhebinden olarak yetişmiş
ve kırk yağma E&ar bu hali devam etmiştir.[39]
îmam-ı Mâturîdî'nin az
tanınması, şöhretinin fazla yayılmama w dolayısıyle taraftarının az olması
tarihçilerden bir çoğunun ve bkEt fisini yazanların kendisini ihmal
etmelerinden ileri gelmektedir.
Meselâ; Mâturîdî'den
enaz elli sene sonra vefat eden (379 H-'K» M.) îbni Nedim, ehli sünnetin
Mısır'da îmamı ve Hanefîlerin reiâs^i-lan[40]aynı
zamanda Mâturîdî'nin muasırı bulunan 321 H./933 M. yM& vefat eden îmam'ı Tahavi'yi[41] ve
îmam'ı Es'arî'yi[42]eserlerinde zftrtfap
halde îmam'ı Mâturîd'den bahsetmez. Îbni
Hıllikân[43], îbn'ül-îmad, Essa-fedi
ve «fevat'ül Vefiyyât» eseri'nin sahibi, Mâturîdî'nin biyografisi hakkında bir
şey yazmazlar. Hatta İbni Haldun, Mukaddime'sinin Kelâm ilminden bahseden
bölümünde Mâturîdî'den hiç bahsetmez. îmam-ı Mâturîdî tefsir yazanların
bayraktarları içinde bulunmasına, rağmen Celâled-din Suyûti «Tabakatül
Müfessirin» nâm kitabında Mâturîdî'yi hiç anmamıştır. Bu hususa, onun
«Te'vilat'ül-Kur'an» veyahut «Tevilat'ü ehlis -Sünne»[44] ismi
verilen Tefsir-i Kebîr-i şahit olmaktadır.
Ne gariptir ki, bizzat
îmam-ı Mâturîdî'nin talebeleri hiç bir maksada binaen olmasa da, bu meyilleri
yaygın bir hale getirmeğe katılmışlardır. Çünkü, Hanefîler yazdıkları tarihî
ve biyografi eserlerinde imamlarını istenilen şekilde yazmamışlardır. Hatta
araştırıcılar, bü kaynaklarda imam-ı Mâturîdî'nin hayatından basit ve kısaca
malûmat bulabilirler.[45] Biz
eğer bu basit ve kısa malûmatlar ile Şafiî'lerin kitaplarındaki Eş'arî hakkında[46]
yazdıklarını mukayese edersek Şafiîlerin kendi imamlarına vermiş oldukları
önemle, Hanefîlerin imamları hakkındaki basit davranışlarını hemen anlarız.
Hatta bu iş, Tarih ve
Tercüme-i hal yazanların hareketlerinde kalmayıp îmam-ı Mâturîdî ve Akidesine
yardım etme çabasında bulunanlara büe sirayet etmiştir. Meselâ îmânı Ömer
En-Nesefî, El-Akaid'ün-Ne-esfiyye adındaki kitabında Mâturîdî'den hiç
bahsetmemiştir.44 Şimdi bizim Mâturîdîye'nin taraftarlarının
azaltılmasına, «Eş'arî'nin ondan ön
plânda tutulmasının sebebleri nedir» diye
sormamız kalmıştır. Bu hususlar için eğer sebep aranılacak olursa
Mâturîdî'nin, o vakitte İslâm âlemi'-nin merkezi olan Irak'tan çok uzakta
bulunan Mavera 'ün-Nehir ülkelerinde yaşaması, Es'arî'nin de Irak'da yaşaması
ve mezhebinin duyulup yayılmasından başka bir sebeb yoktur; Bu durum, açıkça
bilinen bir gerçektir. [47]
îmam-ı Mâturîdî tıpkı
îmam-ı Eş'arî gibi' harfçılarla akılcılar arasında orta bir metod
benimsemiştir. Evet her ikisi de Haşeviler, Muşeb-biheler, Mukeyyife, Muhaddide
ve Mucessimelerden harfçilerle Mu'tezile'-den akılcılar arasında orta bir yol
benimsemişlerdir. Nitekim Mâturîdî ve Eş'arî Cebriye ve Râfizîlerin ileri
gelenleri karşısında orta ve mu'tedil. bir yol izlemişlerdir. Evet bu iki ehli
sünnet imamı bu fırkalar arasında orta bir metod benimserler. Mezhepte
buluştukları gibi metodda da buluşurlar. Esasen mezhep, benimsenen yol ve
metod'un tatbikinden başka bir şey değildir. Her iki imam şu noktalarda fikir
birliği yapıp buluşurlar: Allah'u Teâlâ'nm sıfatlarını ispatta, O'nun ezelî
kelâmında, onun görünmesinin caiz olmasında, Allah'ın arşının beyanı ve arş'ı
ihata ve istilâ etmesinde, Allah'ın kullarının fiilleri hakkında, kullardan
büyük günah işleyenlerin durumu hakkında ve nihayet Allah'ın Resûlü'nün şefaati
hakkında. Müslüman fırkaları arasında ihtilâf vuku bulan bu önemli mes'elelerde
hatta kelâm ilminin önemli konuları olan bu hususlarda her ikisi de fikir
birliğinde bulunmuşlardır.
îmam-ı Eş'arî AUahu
Teâlâ'nm sıfatları hakkında orta bir yol benimsemiştir. Bu hususta Ibni Asakir
diyor ki: «Eş'arî, Mu'tezile, Cehmi-ler ve Rafiziler'in kitaplarını gözden
geçirip onların «Allah'ın ilmi, Kudreti, işitme ve görme sıfatları ve Hayat,
Beka, İrade sıfatları yoktur dediklerini ve Haşeviler, Mücessimeler, Mukeyyife,
Muhaddidelerin de: Gerçekten Allah'ın ilimler gibi ilmi, kudretler gibi
kudreti, işitmeler gibi işitmesi, görmeleri gibi görmesi vardır.» dediklerini
gördü. Bunun üzerine, her iki görüşün ortasında bir metod öne sürerek şöyle
dedi: «Şüphesiz ki, Allah-u Teâlâ'nm ilim sıfatı vardır. Fakat diğer ilimler
gibi değildir. Kudret sıfatı da başkalarının kudret sıfatlarına benzemez.
Allah'ın işitme ve görme sıfatları vardır. Fakat başkasının görme ve işitme
sıfatlarına asla benzemez.»[48]
îmam-ı Mâturîdî de aym
yolu benimsiyor. Biz onun Kitab'ut-Tev-hîd ismindeki eserinde şu görüşleri
okuyoruz: «Sonra Allah-u Teâlâ Kadirdir, âlimdir, diridir, Kerîmdir, çok
cömerttir, diye onu vasıflandırırız. Bu sıfatlarla Allah'a isim vermek aklî ve
naklî delillerin tümü ile tesbit edilmiştir... Ancak, ne varki bir gurup bu
isimleri başkalarına da yönelttiler. Bu hususta onlar ismi ispatta, isim ile
müsemnıa arasmda bir benzerlik vardır zannma kapıldılar... Fakat isme
muvafakatta sıfatın isme benzemekteki uzaklığını açıklamıştık. Allah, kendi
nefsine verdiği ismi almıştır. Ve kendisine verdiği sıfatla da
mevsuftur..."[49]
Sonra Mâturîdî adı geçen kitabının başka bir yerinde şöyle diyor: «Allah
bîrdir, onun benzeri yoktur...» Bu husus sabit olduğunda, mahlûkatdan,
kendisine izafe edilenin hepsinin takdiri bâtıl olur ve yine Allah'm mahlûkata
izafe edilip mahlûkatın almış olduğu sıfatlardan anlaşılan her bir sıfatla
vasfolun-ması da bâtıl olur.. îşte bu noktada Muşebbihelerin inatlaştıkları
ortaya çıkar, bu da Mulhid olanların ilhadına sebeb olur. Günkü o, bununla görülenin
ihtjmal verdiği hususunu yanlış olarak anlamıştır... İsimleri ispatta ve
sıfatları tahkik ve tetkikde hiç bir benzerlik yoktur. Fakat biz burada Allah
âlimdir fakat âlimler gibi değil, sözümüzden husule gelecek, şüpheyi gidermek
için bu hususa temas ettik. Bu nevi her isim verdiğimiz ve sıfatlandırdığımız
isim ve sıfatların hepsinde aynıdır.[50]
İmam-ı Eş'arî Allah-u
Teâlâ'nm Kadîm ve kendi Zatı ile kaim olan Kelâmı Nefsi'si (öz kelâmı) ve
Mushaflarda yazılan şekli ile hadis olan şekiller ve harfler arasını ayırt
ederek Allah'u Teâlâ'nm kelâmı hakkında orta bir yoî tutmuştur. İbni Asakir
diyor ki: «Mu'tezile de şöyle diyor:
. «Allah'ın Kelâmı
mahlûktur, sonradan icat edilmiştir» Haşeviye ve Mu-cessimeler de şöyle
diyorlar: «Hurufu Mukattaa (âyetlerdeki harfler) ve bunlarla Mushaflarda
yazılan şekiller, kendisi ile yazılan tüm renkler, iki kap arasında bulunan tüm
âyetler kadîmdir, ezelîdir.» Bunun üzerine Eş'arî'nin her iki görüş arasında
orta bir yol tuttuğunu ve şöyle dediğini görüyoruz: «Kur'anı Kerîm değişmiyen,
mahlûk ve hadîs olmıyan Allah'u Teâlâ'nm Kelâm'ı Kadîmidir. Harflere,
şekillere, renklere, okunurken meydana gelen seslere ve bütün hudutlagmış
hususlar ve âlemde bulunan sıfatlanmış mahlûkatm hepsi mahlûktur, sonradan
yaratılmıştır, hadistir.»[51]
Eş'arî'nin bu
görüşlerinin hepsi Mâturîdî ve mezhebine tâbi olanların benimsedikleri bir
görüştür. Biz Mâturîdî mezhebinin en büyük yardımcılarından biri olan imam
Eb'ul-Muin En-Nesefi'nin «Tebsıret'ül Edil-le» adındaki kitabında şu satırları
okuyoruz: «İnsanlar Allah'u Teâlâ'nm kelâmı hakkında Kadîm midir, yoksa Hadis
midir, diye ihtilâf etmişlerdir. Ehl'ül-Hak diyor ki: Gerçekten Allah'u
Teâlâ'nm kelâmı kendisinin ezelî bir sıfatıdır; harf ve sesler cinsinden
değildir, o sıfat öyle Allah'ın Zatı ile kaim bir sıfatdır ki; sükûn,
dilsizlik, çocukluk hali ve daha başka sıfatlara münafidir. Allah o sıfatı ile
emredici, nehyedici, haber verici olduğu için Mutekellîmdir. Şu Mushaftaki
ibareler ise onun sıfatına delâlet eder..»[52]
Kitabının başka bir yerinde Nesefi şöyle diyor: «Sonra biz, bizimle
muhaliflerimiz arasındaki Kur'an hakkında vukubulan mes'elele-ri tasvir etmeğe
çalışıyoruz. Ta ki bununla onların yaldızlı sözlerle süsledikleri zayıf
meselelerin çoğu bertaraf edilsin. Bunun için diyoruz ki, Allah'u Teâlâ'mn
kelâm sıfatı kendi zatı ile kaim olan ve harf ve sesler cinsiden olmıyan bir
sıfattır. O, öyle tek sıfattır ki Allah, emrettiğini onunla emreder, neden
nehyetti ise onunla nehyeder. Haber verdiğini de onunla verir. O, ezelî bir
sıfattır. Sonra bu Arapça, İbranice ve yahut Süryanice[53] olan
bu ibareler, o kelâmdan olan ibarelerdir. O kelâm bu ibareleri meydana getirir.
Bu ibareler ise harf ve seslerden meydana gelmiştir ki kendi mahallerinde
hadis, mahlûk ve Aîlah'u Teâlâ'nm ezelî sıfatı olan kelâm-ı ilâhiyesine delâlet
ederler. O'nun âyetleri, cüzleri, aşirleri, sınıfları ve başka türlü şekilleri
vardır. Bunların hepsi bir birlerine benzemez. Allah'u Teâlâ'nm kelâmı ise
birdir, böyle parçalara bölünmez ve dolayısı ile birbirlerine benzemez gibi
husus kendisinde düşünülemez...[54]
İmam El-Bcyazî —ki
diğer Mâturîdî ismiyle meşhurdur— bir yönden ehli sünnet mezhebinden olan Mâturîdîlerle
Eş'arîler arasındaki ihtilâfı tasvir ederken diğer taraftan ehli sünnete
muhalif olanlarla ehli sünnet arasındaki ihtilâfı açıklamıştır. Kelâmcılar
arasındaki ihtilâfı kuvvetli bir şekilde şu meselelerde tesbit etmiştir ki,
bunu Îşarat'ül-Meram kitabında okuyoruz: «Allah'u Teâlâ mütekellimdir, fakat
onun kelâmı, bizim kelâmımız gibi değildir.» Bu ibarede aşağıdaki meselelere
işaret edilmektedir:
Cenab'ı Allah'ın
kelâmı nefsisi'ni nefyeden Mu'tezile mezhebine red...
«Allah'u Telâ'nın
kelâmı lafzîdir. O, harflerin tertibi ve kelimelerin birbiri ardınca gelmesi
itibariyle Kadîmdir, Allah'u Telâl'nın Zatı ile kaimdir» diyen Haşeviyeleri
red...
Kerrâmilerin,
«Allah'ın kelâmı lâfzından ibarettir. O, hadîstir, Allah'u Teâlâ'nm zatı üe
kâimdir» sözlerine red...
Burada ifade-i meram
ederken neticeleri birbirine uymayan iki kıyasla karşılaşıyoruz. Şöyle ki:
Alİah'u Teâlâ'nm
kelâmı kendisinin sıfatıdır. Allah'ın sıfatı olan her sıfat kadîmdir. Öyle ise
Alah'm kelâmı de kadîmdir.
Allah'u Teâlâ'mn
kelâmı, tertiplenmiş harflerden meydana gelmiştir. Bu ise vücutta birbirini
takip etmektedir. Böyle olan her şey hadistir, öyle ise Allah'ın kelâmı da
hadistir. İşte birinci kıyas ne kadar doğru ise ikinci kıyas da o kadar
bâtıldır, doğru değildir.
Evet, ehli sünnetden
Mâturîdîler olsun, Eş'arîler olsun, Allah'u Teâlâ'nm kelâmı nıürettep
harflerden meydana gelmiş ve birbiri ardınca vücut bulmuştur... diye ifade
edilen ikinci kıyasın suğrasmı (küçük önerme) kabul etmiyerek red etmişlerdir.
Hanbeîüer, ikinci kıyasın kübrasını (büyük Önerme) teşvik eden «her harfler ve
seslerden meydana gelen ve bu şekilde mürettep olan hadistir.» kısmını kabul
etmiyerek Allah'u Teâlâ'nm kelâmı seslerden ve tertiplenmiş harflerden
müelleftir. O, kadîmdir, Allah'u Teâlâ'nm zatı ile kaimdir dediler.
Mu'tezileler de,
«Allah'u Teâlâ'nm kelâmı kendi sıfatıdır» ibaresiyle birinci kıyasın suğrasmı
teşkil eden ifadeyi kabul etmiyerek şu görüşü ortaya attılar: «Allah'u Teâlâ'nm
kelâmı, meydana gelen sesler ve tertiplenmiş harflerden ibarettir. O, Allah'ın
gayri ile kaimdir. Allah'u Teâlâ'nm mütekcllim olmasının mânâsı, o harfleri ve
sesleri Levhi Mahfus veya Cibril veyahut Peygamber Aleyhİsselâm veyahut da Musa
Aleyhis-selâm'ın baktığı ağaç gibi başka bir cisimde icat etmesi demektir. «Ke-iâm-ı
Nefsî» diye bir şey varlıkta sabit değildir. Çünkü böyle bir tesbit mâkul
sayılmaz,»
Kerramiyeler ise,
«Allah'ın sıfatı olan her sıfat kadîmdir» diye ifadesini bulan birinci kıyasın
kübrasmı men' edip kabul etmediler ve şu görüşe sahip oldııklarını ifade
ettiler: «Allah'u Teâlâ'nm kelâmı, kendinin, hadis harfler ve seslerden
meydana gelmiş bir sıfatıdır, ve Zatı ile kaimdir..»[55]
îmam-ı Eş'arî Allah'u
Teâlâ'nm görmesi konusunda orta bir yol benimsemiştir. Nitekim îbni Asakir bu
hususu şöyle ifade ediyor: «Evet, Muşebbihe olan Haşeviyeler de böyle diyorlar:
«Allah'u Teâlâ, diğer görünenler gibi sınırlanmış ve bir şekil almış olarak
görünür.» Mu'teziler, Cehmiîer, Neccariler de bu mevzuda şöyle diyorlar: «Allah
Subhanehu ve Teâlâ, hâl ve durumlardan hiç bir şekilde görünmez.» Eş'arî ise
(Allah ondan razı olsun) bu iki görüşün ortasında bir yol benimseyerek, şöyle
diyor: «Allah'u Teâlâ, şekil ve keyfiyetsiz, hudutsuz ve her hangi bir sey'e
hulul etmeksizin görünür. Tıpkı onun, bizi, hudut ve keyfiyet mefhumları
nazarı itibare alınmaksızın gördüğü gibi biz de onu (Ahiret'de) böylece hudut
ve keyfiyetsiz olarak göreceğiz.[56]
Imam'ı Mâturîdî de
aynı görüşü benimsemektedir. Biz onun Kitab'-üt Tevhîd ismindeki kitabında
şunları okuyoruz : «Allah Azze ve Cel-le'nin bizce görünür denmesi lâzımdır. Bu
da idrâk ve tefsirsiz olarak bak ve gerçektir... Biz, Allah idrâk edilir
demiyoruz. Çünkü Allah Kur'-anı Kerîminde «hiç bir göz onu dünyada ihata ve
idrâk edemez» buyuruyor[57]
Allah'u Teâlâ kendi Zatı'nı ru'yeti nefyi ile değil, idrâki nefy ile övüyor...
Ve yine idrâk mahdut olan bir şeyi ihata etmekten ibarettir. Allah'u Teâlâ ise
had ve hudut ile vasfedilmekten beridir, Yücedir... Eğer
Allah, nasıl görünür, diye sorulursa;
şöyle cevap verilir: Allah, Keyfiyetsiz olarak görünür; zira keyfiyet, suret
ve şekilli olan için düşünülür.»
Hatta Allah, vasıfsız,
ayakta durma ve oturma, bir şeye dayanma, bir şeye tutunma, yapışma ve ayrılma
olmaksızın, bir şeyin önünde ve arkasında bulunma gibi yönler tâyin olmazdan
uzunluk, kısalık, ziya, nûr, karanlık ve aydınlık, bir yerde durmak, müteharrik
olmak, bir şeyden uzak olma, yakın olma, beraber olma, bir şeye girme ve çıkma
gibi hususlar düşünülmezden görünür. Allah'u Teâlâ'nm bu gibi sıfatlardan yüce
ve beri olduğu için akıl, bu mânâları takdir edemez. Esasen böyle bir vehme de
kapılmanın mânâsı yoktur.»[58]
Tine Imam'ı Eş'arî,
Arş ve îstiva'yı beyan etme sadedinde orta bir yol tutmuştur. İbni Asakir bu
mevzuda diyor ki: Yine Neccariye şu görüşü benimsemiştir: «Allah'u Teâlâ cihet
ve hululsüz olarak her yerde vardır.» Haşevilerden Mucessimeler ise şöyle
diyorlar: «Allah'u Teâlâ Arşda yerleşmiştir. Arş O'nun yeridir, O, Arşın
üzerinde oturuyor.»
Imam'ı Eş'arî ise; her
iki görüşün arasında orta bir yol tutarak bu mevzuda şöyle diyor: «Allah,
Ezelde vardı. Fakat onun asla mekânı yoktu. Arş'ı ve Kürsü'yü yarattı, bir
mekâna muhtaç olmadı. O, yani Allah, mekânı yarattıkdan sonra, mekânı
yaratmazdan önceki hali gibi idi.»[59]
Yine Imam'ı, Mâturidî,
Eş'arî'nin bu görüşünü benimsiyor ve Ki-tab'üt-Tevhîd ismindeki eserinde şu
satırları okuyoruz: «Sonra müslü-manlar mekân hakkında ihtilâf ettiler.
Müslümanlardan bazıları Allah'u Teâlâ Arş'm üzerinde yerleşmiştir, diye
vasfetmişlerdir. Onların katında Arş, meleklere yüklenmiş ve etrafı Meleklerle
kuşatılmış bir tahtdan ibarettir. Bu iddialarım şu âyetlerin zahirleri ile
ispat etme dâvasında-dırlar: «...O gün Rabbi'nin Arş'ını, üstlerinde sekiz
melek taşır...»[60] «Bir de Melekleri
görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır.»[61],
«Arş'ı yüklenen melekler ve onun etrafındakiler Rablerini hamd ile tesbîh
ederler...»[62]
Allah'u Teâlâ'nm Arş
üzerinde karar kıldı diye iddiada bulunanlar «O Rahman, (Kudret ve hâkimiyeti ile) Arş'ı istilâ etti.» âyet-i celîleyi
delil olarak ileri sürüyorlar.[63] Ve
Allah daha önce Arş/ta bulunmazken, sonradan orada karar kıldı diyorlar. Bu
sözlerine de «... Sonra Arş'ı istilâ etti.»[64]âyeti
celîleyi delil gösteriyorlar. Müslümanlardan bir kısmı da «Allah'u Teâlâ her
yerde bulunur, her yer onun mekânıdır» diyorlar ve delil olarak da Allah'u
Teâlâ'nın: «... Herhangi bir uç sırdasın, bir fısıltısı oluyor mu, mutlak O
(Allah) dördüncüleridir»[65]
âyeti kerîmesini öne sürüyorlar.
Müslümanlardan
bazıları ise, Allah'u Teâlâ'nın bir mekânla vasıflanmasını men'ederler. Hatta
Allah'u Teâlâ bütün mekânlarla vasfolun-maz diyorlar. Ancak bu hususta varid
olan naslarm mecazi mânâlarını alıp, Allah bütün mekânları ihata eder, onların
koruyucusu da odur, derler.
Şeyh Ebû Mansur
Mâturîdî (A.H.) şöyle diyor: «Bütün bunların hepsi, eşyanın Allah'a ve Allah'ın
eşyaya izafe edilmesi O'nu, ancak yücelik vasfı ile. vasıflandırmayı ve O'na
ta'zimi intaç eder. Bu konuda asıl olan şudur ki, Allah-u Teâlâ var idi,
varlığı mekansızdı. Mekânların, kaldırılıp yok edilmesi caizdir. Allah (C.C.)
olduğu gibi bakîdir. O daha Önce olduğu gibi, şimdi de varlığı aynıdır.
Allah'u Teâlâ değişmek, zeval bulmak, bulunduğu halden başka bir hale geçmek,
aynı halinden yokluğa dönüşmekten beridir. O, bu gibi hallerden yücedir. Çünkü
bu tür haller, hadis olmanın alâmet ve işaretidir.»
Bu konu hakkında bizce
(Mâturîdîlerce) esas alman husus şöyle ifade edilmektedir: Gerçekten Allah'u
Teâlâ «...O'nun misli gibi (O'nun benzeri) hiç bir §ey yoktur.»[66]
buyuruyor. Allah bu beyanı ile kendi zatına mahlûkatınm benzediğini
nefyediyor. Biz açık ve seçik olarak ifade etmiştik ki Allah'u Teâlâ fiilinde
ve sıfatında herhangi bir şeye benzemekten berî ve münezzehtir.
Bunun içindir ki
«Rahman arşı istilâ etti» âyeti celilesine Kur'ân'da vârid olduğu gibi mânâ
vermek vaciptir ve aklen de böyle olduğu sabittir. Sonra onu (istivayı) bir
şeyle te'vil ederken kesinlik ifade etmeyiz. Çünkü istivanın bizim
zikrettiğimiz mânânın gayrına da ihtimali olabilir... Biz, Allahu Teâlâ onunla
neyi nıurad ettiyse ona inanırız ve yine böylece, Kur'anı Kerîmde varîd olan,
ru'yet ve ru'yetten başka her husustan benzerliği nefyetmek, ve herhangi bir
§eyle ince!emeksizin Allahu Teâlâ'nın o hususla murad ettiğine inanmak
vaciptir.[67]
îmam-ı Eş'arî kulların
fiillerinde de orta bir yolu benimsemiştir. Bu hususta îbni Asâkir diyor ki:
«Ve yine Cuhrn bin Safvan «kul herhangi bir şeyi kesbe ve meydana getirmeye
kadir değildir.» Mu'tezile ise «kulun fiili hem kesbe ve hem de meydana
getirmeye kadir olduğunu» söylüyor. Eş'arî ise, her ikisinin arasında orta bir
yol benimsiyerek konuyu şöyle açıklıyor: «Kul yaptığım icadetmeğe kadir
değildir, ancak onu kesbe kadirdir.» Böylece Eş'arî, kulun icad için kudretini
nefyediyor. Kesb için de kulda kudret olduğunu ifade ediyor.»[68]
îniam-ı Mâturîdî de bu
mevzuda înıam-ı Eş'ârî'nin görüşlerini paylaşıyor. Biz Maturîdî'nin
Kitab'üt-Tevhîd adındaki eserinde bu konuyla ilgili şu satırları okuyoruz :
«îslâmdaki mezhep sahipleri kulların fiilleri, hakkında ihtilâf ettiler.
Onlardan bazıları kullara fiilleri mecaz olarak isnad eder ve fiillerin gerçek
yaratıcısının Allah olduğunu söyliyerek fiillerin hakikatini Allah'a isnad
ederler... Bizce (Mâturîdîlerce) kullara, fiilleri isnad ve izafe etmek
lâzımdır... Fiilleri Allah'a izafe ve isnad etmek te bu hususu nefy etmeyi
icap ettirmez. Bilâkis fullerin Allah'a isnad ve izafe edilmesi gerekir. Çünkü
fi'îlleri yoktan vareden ve bulundukları hal ve sekil üzere onlan yaratan
Allah'tır. Kulların ancak fiilleri kesbetrne ve onları yapmadaki meyilleri
vardır...»[69]
îmam-ı Eş'arî, büyük
günahları irtikâp edenler hakkında da orta bir metod kullanmıştır. «Tebyin-i
Kizb'il-müfteri» adındaki eserde şunları okuyoruz: «Ve yine Murcie: «Allahu
Teâlâ'ya ihlâsla, içtenlikle bir kere îman eden ne irtidad ile ne de herhangi bir
inkâr ile küfreder, ve üzerine hiç bir büyük günah yazılmaz.» Bu konuda
Mutezilenin görüşü şöyledir : «Onlar büyük günah işleyen kimse yüzlerce sene
îman ve taa-tıyla ölseler dahi cehennemde ebedî olarak azap çeker ve
cehennemden çıkmaz.» îmam-ı Eş'arî (Allah ondan razı olsun) bu iki görüş
arasında orta bir görüş benimseyerek şöyle der: «Mü'min ve muvahhid olan kimse
günah işleyip fâsık olursa onun durumu Allah'ın dileğine kalmıştır. Allahu
Teâlâ dilerse onun günahlarını bağışlar ve cennete sokar, dilerse günahından
Ötürü onu cehennemde azaplandırır sonra cennetine koyar.
Cehennemde devamlı ve
ebedi olarak azaplandırılmak ise, en büyük ve daimî günah olan küfür
sebebiyledir.[70]
îmam-ı Mâturîdî'nin
büyük günahları irtikab eden kişi hakkındaki görüşü Eş'arî'nin görüşünün
aynıdır. Biz Mâturîdî'nin Kitab'ut Tevhîd adındaki eserinde şunları okuyoruz:
«Biz, büyük günahlar hakkında ileri sürülen fikirleri şöyle beyan ederiz. Büyük
günahlar, affedilme ihtimaline girmiştir. Bu böyle olunca büyük günahların
altında bulunan küçük günahların af edilmesi ihtimali daha kuvvetlidir. Büyük
günahların af kapsamına girmesi hususunda ortaya atılan birbirine uymayan
fikirlerin islâm milletinde gösterdiği iz açık ve seçik olduğundandır ki, sözü
afva yöneltmek daha gerçek olur.»[71]
İmam-ı Mâturîdî büyük
günah işleyenlerin durumu hakkında rnüs-lümanlar arasındaki ihtilâfa değinerek
haricîler ve mu'tezilelere şiddetli hücum ederek şöyle diyor : «mu'tezileler,
haricîler ve haşevîler kendile-rinin işlemiş oldukları günahlara rağmen —ki bu
günahların büyük günahlar olduğu kendilerince bilinsin veya bilinmesin— bu
günahları işleyenlerden hiç birinin, kendisinin islâm dışına çıktığını
kabullendiği görülmemiştir. Büyük günah işlediği halde islâmm içinde
bulunması; kendisinden îmanın gitmediği ve mümin isminin kendisinde
bulunduğunu ispatlar. Bu cümlelerle t—ki bunları kabul etmiyenlerin inatçı ve
kibirli olduğu bilinir— haricîlerin ve mu'tezilelerin ortaya attıkları fikirler
çürütülmüş olur.»[72]
Eserinin başka bir
yerinde ise şöyle diyor : «Sonra hak olan, haricîlerin ve mu'tezilelerin
hepsinin büyük günah işledikleri zaman kendi sözlerine göre kâfir olduklarını
ve cehennemde ebedî kalmağa müstahak olduklarını ifade etmektir... Mü'minler
ise onlar, Allah'ın âyetlerine inanmışlardır. Onlar, Allah-u Teâlâ'nm merhamet
edici, bağışlayıcı olduğunu ifade etmekle Allah'ın bu sıfatlarla muttasıf
olduğunu tetkik ve tahkik edip ifade etmişlerdir. îşte o mü'minlerdir ki, daima
Allah'ın rahmetinden, afv-u mağfiretinden ümitvardırlar... »[73]
Şefaat hakkında da
orta bir yol takip eden İmam-ı Eş'arî'nin bu konudaki görüşlerine değinen îbni
Asakir şöyle diyor: «Rafiziler, Allah'ın izni ve emri olmaksızın Resulûllah
Sallellahu aleyhi ve sellem'in ve Hz. Ali'nin
(r.a.) şefaat etme haklarına sahiptirler hatta Peygamber Aleyhis-selâm ve Hz.
Ali kâfirlere şefaat etseler şefaatleri kabul olunur diyorlar.
Mu'tezile ise
Peygamber Aleyhisselam'ın hiç bir şekil ve durumda gefaata sahip olmadığını
iddia ediyor.
Imam-ı Eş'arî ise bu
iki görüşün ortasını ele alarak şöyle diyor: Re-sûl-i Ekrem'in, müminlerden
azaba müstehak olan kimseler için Allah katında makbul olan şefaati vardır;
Müminlerden azaba müstehak olanlara Allah'ın emri ve izniyle şefaat eder.
Peygamber Sallellahu aleyhi ve sellern kimden razı ve hoşnut ise ona şefaat
eder,»[74]
îmam-ı Mâturîdî de
Eş'arî'nin bu görüşüne katılıyor. Yine biz Mâturîdî'nin Kitab'ut Tevhîd
adındaki eserinde şu satırları okuyoruz : «Şefaat, kendisine ihtiyaç
hissedilen şeylerin en büyüğüdür. Şefaat hakkında Kur'anı Kerîmde âyetler
bulunduğu gibi Resûlullah'dan Sallellahu-aleyhivessellem rivayet edilen
hadisler de vardır. Kendilerinden cezayı icap ettirecek, günahları işleyenlere
yapılacak, bilinen bu şefaat ahirette tatbik edilir. Günahları işleyenlerden
azaba müstehak olanların cezalan Peygamberler gibi seçkin kimseler ve Allah'ın
rızasına nail olan iyi kişilerin şefaatiyle bağışlanır... Kâfirlerin ise
suçları şefaatle bağışlanmaz.»[75]
Biz bütün bu metinleri
şu noktaları izah etmek için zikrettik. Evet başkasının düşmesi için kuyu
kazanın aynı kuyuya kendisinin düşeceğini açıklamak; îmam-ı Mâturîdî'nin
benimsediği orta yolun, îmam-ı Eş'arî'nin tuttuğu orta yolun aynısı olduğunu ve
Ehli Sünnetin iki reisi olan bu imamların, kelâmcılar arasında beliren
guruplarda ortaya çıkan ve kelâm ilminin en Önemli meselelerinde bir mezhep ve
bir metodda buluştuklarını izah etmek.
Bu izahattan
anlaşıldığı gibi Mâturîdiyye mezhebi, büyük âlim Mu--hammed Zahid El-Kevserî[76] nin
söylediği gibi ve onun bu görüşüne tâb' olan zatın kabullendiği gibi Eş'arî
mezhebi ile Mu'tezile mezhebinin ara smda orta bir yol benimseyen bir mezhep
değildir [77]
Nitekim Dr. Mahmud
Kasım'ın i'tikad ettiği gibi, Mâturîdiyye mezhebi, Mu'tezile mezhebine,
Eş'arîye mezhebine nazaran daha yakın değildir. O zat ki sözü evirip - çevirip
Mâturîdiyye mezhebi, Eş'arîyye mez-hebiyle ancak Önemi olmayan az mes'elelerde
görüş birliğinde bulunmuştur demeğe getiriyor.[78]
Allahu Teâlâ'nm
sıfatları konu edinilen meseleler için, Önemli meseleler değildir, dememiz
nasıl mümkün olur ki, İlmi kelâm âlimleri bu ilme «tevhîd ve sıfatlar ilmi»
diye bizzat isim vermişlerdir ve en önemli mevzuları ile ilmi kelâmı tarif
etmişlerdir.[79] Yine Allah'ın kelâm
sıfatına Önemli konulardan değildir denmesi .nasıl mümkün olur! O sıfat ki,
ke-iâmcılar arasında, hakkında ihtilâf edilen en bariz bir meseledir. Ve bu
konu, îmam-ı Ahmed bin Hanbel (r.a.) Allah kelâmı hakkında karşılaştığı
imtihan zamanında siyasî bir renge büründürülmüştür.[80]Hatta
bu meseleye ilmi kelâm da denir. Bu hususta Şehristani şöyle eliyor: cBundan
sonra Mu'tezile âlimleri Me'munun iktidarda bulunduğu günlerde tercüme
edildiği zaman filozofların kitaplarını okudular. Bu bilginler okudukları
kitaplardaki metod ve usulleri kelâm ilminin metod ve usulleriyle
karşılaştırdılar ve onu ilim dalarından bir dal olarak bağınısızlaştırıp ona,
kelâm ismini verdiler. Ya da bu isim, üzerinde konuşulan ve herkes tarafından
bilinen ve uğrunda çeşitli kavgalar ve savaşlar verilen bir kelâm meselesi
olduğundan mevznuyla isimlenmiştir.[81]
Ehli sünnet vel Cemaat'm
iki büyük âlimi ve imamı olan îmam-ı Mâturîdî ile îmam-ı Eş'arî'nin üzerlerinde
ittifak ettikleri; ahirette Allah'ı görmek Arş, kulların kesbi ve bunlardan
başka zikredilen diğer meseleler hususunda Önemli meseleler değildir
demek hiç mümkün olurmu?
Biz Eş'arî ve Mâturîdî
mezhebinden olan ehli sünnetin sıfatı hakkında şunları okuyoruz: «Ehli
sünnetten olan Eş'arî ve Mâturîdîîer, kesb, keyfiyetsiz olarak ru'yet, Çin'li
bir âmânın İspanya ülkesini görebilmesinin caiz olması, hem mevcut olanı görmesinin
caiz olması, bütün varlıkların Allahu Teâlâ'ya isnat edilmesi ve Allahu
Teâlâ'nm, zatının aynî ve
gayrî olmıyan sıfatlarla mevsuf olması meselesi gibi temel esasları teşkil eden
hususlarda sair mezhep ve fırkalara şiddetle muhalefette bulunmuşlardır... Ehli
sünnet arasında vuku bulan ihtilâfın tümü fer'i meselelerde görülmektedir.»[82]
Evet, ehli sünnet
usulde ittifak etmişlerdir. Bu ittifaktan sonra feri meselelerde ihtilâf
etmişlerdir. Meselâ, onlar Allahu Teâlâ'nm zatî sıfatlarını ispat etmekte ve o
sıfatların sıfat-i maânî olup kadim ve Allahu Teâlâ'nm zatiyla kâim olduğunu
ve o sıfatların ne Allah'ın gayrı ve ne de zatı olduğu hususunda ittifak
etmişlerdir. Ehl-i Sünnet katında Allah-u Teâlâ, bir ilimle âlimdir veyahut
Allanın ilmi vardır, onun için âlimdir.[83]
Allah'ın ilmi kadîm
bir mânâdır, Allah'ın zatı ile kaim ve zatına aittir, yani o ne Allah'ın
zatıdır ve ne de zatınuı gayrıdır. Allahu Teâlâ'nm, kudret, irade, hayat,
sem', basar ve kelâm sıfatlarında da durum böyledir. Mâturîdî ve Eş'arî mezheplerinden
olan bütün ehli sünnet bu yedi sıfat hakkında görüş birliğindedirler. Ancak
bundan sonra tekvin ve beka sıfatları gibi başka sıfatların adedinin ispatı etrafında
ihtilâf etmişlerdir.[84]
Meselâ Eş'arî ve Mâturîdîîer Allahu Teâlâ'nm bakî olduğu hususunda
müttefiktirler. Fakat onlar, Allahu Teâlâ'nm bekasının mânâsı hakkında ihtilâf
etmişlerdir; şöyle ki: Allah beka sıfatıyla mı bakîdir ve onun bekası, kendi
zatiyle kaim olan ve zatına zait olan bir sıfatla mıdır, yoksa Alîahu Teâlâ
beka sıfatıyla değil de zatı ile mi bakîdir? Diğer bir deyimle: Beka veya
zatın varlıkta devam etmesi zatın varlığının üzerine zati bir mânâ mıdır, yoksa
o, yani beka veya zatın vücutta devam etmesi ikinci zamanda zatın varlığının
aynı mıdır?
Eş'arî ve mezhebinden
olanların çoğunluğu şu fikri savunuyorlar; Allah'ın beka sıfatı zatında zait
bir sıfattır. Allahu Teâlâ'nm ilim, hayat ve sıfat-ı maânînin diğerleri
hakkında da beka sıfatında benimsenen gö-rüşîerin aynı kabul edilir. Eş'arî'nin
bu görüşünü Mâturîdî mezhebinden benimseyip destekliyenler vardır.
Destekliyenlerden biri de Nûreddîn Es-sâbûnîdir. Halbuki beka sıfatının bakî
olan Allah'ın zatına zait bir sıfat olduğunu kabuîlenmiyen Mâturîdîlerden,
taraftarlarının çoğunluğu kendisine muhalefet etmişlerdir. Nitekim tmam
Haremeyn ve Fahreddin Kr-Râzî gibi Eş'arîlerden bazıları bu görüşü red
ediyorlar.[85]
«Tekvin» sıfatına
gelince; İmam-ı Mâturîdî ve taraftarları bu sıfatı Allahu Teâlâ'nm zatında
zait, zatı ile kaim ve kadim bir sıfat olduğunu kabul ediyorlar. Oysa ki tekvin
sıfatı Eş'arîler katında izafî bir sıfat olup hadistir. Fiillerin
yenilenmesiyle yenilenir. Bu hususta tekvin sıfatının durumu her fiil sıfatının
durumu gibidir ki, fiil sıfatı Eş'arîler katında fiillerin yenilenmesiyle
yemlenir ve dolayisı ile hadistir.
Mâturîdüer, takvîn
sıfatını ispat ederek, diyorlar ki, «tekvin sıfatı mümkün olanların icadına
taalluk eden ve mümkinatm yokluktan varlığa çıkartılmasına tesir eden bir
sıfattır..» Böyle diyerek, kudret sıfatının ancak mahlûkun varlığının
gerçekleştirilmesine taalluk eden bir bir sıfattır diyorlar. Çünkü kudret
sıfatı mümkün olmaları bakımından mümkinata taalluk eder; fakat kudret
sıfatının mümkinatm icadında bir rolü yoktur, bu sıfat mümkinatm icadına
taalluk etmediği gibi münı-kinatın yokluktan varlığa çıkartılmasında da bir
tesiri bulunmaz çünkü bu tekvin veya tahlik sıfatının görevidir.
Nesefi, «Et-Tabsire»
adındaki kitabında şöyle diyor: «Allah, yoktan var etmeyi kendisine has kıldı
diye bunun Allah (C.C)ın kudretinin kendi zatından gayrisi olduğu anlamına
geldiği söylenemez. Çünkü kudret sıfatı, kendi şümulü içine girenlerin mevcut
değil, makdur (takdir edilmiş) olmasını iktiza eder. Eğer mevcud olmasını
iktiza etmiş olsaydı bu icad olurdu. Zira icad vücûdu icap eder, makdur ise,
hiç şüphe yoktur ki, mevcud değildir. Bunun içindir ki, yok olana makdurdur
yani takdir olunmuştur denebilir. Yine eğer vücud kudretle hasıl olsa idi
bizim halk ve icad gibi sıfatlar vardır demeye ihtiyacımız olmazdı. Ve Allah-u
Teâlâ âlem üzerine kadir idi, âlemi yaratıcı ve icad edici değildir, dememiz
gerekirdi (Haşa).»[86]
Nesefi aynı kitabının
başka bir yerinde şöyle diyor : «Vuku', ne zaman kudret ile olur? Vuku' ikâ
ile, vücud, da icad ile olur. Kudrette, failin, fiilinde mecbur olmadığını
bilâkis muhtar olduğunu ifade eder.[87]
Şu husus açık seçik
olarak bellidir ki, ihtiyarın illeti veya Aîlahu Teâlâ'nm kadir olmasının
illeti, mahiyeti itibariyle mümkün olana ait olan imkânın ta kendisidir. Çünkü
mümkün olan demek varlığı da, yokluğu da kabul eden demektir. Bunun içindir
ki, mümkün olana kudret taallûk eder. Zira eşyanın varlığı ya da yokluğu vacip
olsa idi onun üzerinde kudret'in rolü bulunmazdı.
Kş'arner ise kudret
sıfatı hakkında şu görüşü benimsiyorlar: Kudret sıfatı eşyanın var olmasına
taalluk eden ve eşyanın yokluktan varlığa çıkmasında rol oynıyan bir sıfattır.
Ne var ki, bu taalluk irâdenin katılmasına bağlıdır ve ilme tâbidir. Yani
Allahu Teâlâ'nm var olduğunu bildiği şeyi kudretiyle meydana getirmesi
demektir. îrâde, vuku' zamanını tahsis eder. Tekvin sıfatı, kudretin makdura,
Allah'ın onu meydana getirmesini murad etmesi halinde taalluk etmesinden başka
bir şey değildir. Bu noktadandır ki tekvin sıfatı nisbî ve hadistir.
Eş'arîler indinde
kudret sıfatının; «Salûhî Kadîm» ve «Tencîzî hadis» olmak üzere iki taalluku
vardır. Salûhî Kadîm, kudret sıfatının eşyanın varlığının sıhhatine taalluk
etmesidir. Hadis olan taâlluk-u tencîzî ise, Tekvin sıfatının, eşyanın
yokluktan varlığa çıkarılmasının kendisi oîan taalluktan başka bir şey
değildir. Bunun içindir ki, Eş'arîler, Tekvin sıfatının isbat edilmesi için,
kendisinde bir faide mülâhaza edilmeyen said bir sıfatın bulunmasının hiç bir
mânâsı yoktur, görüşünü savunmuşlardır. Kudret sıfatının, eşyanın
yaratılmasında rol oynayan bir sıfattan ibaret olduğunu söylüyorlar.[88]
Böylece, Tekvin sıfatı
hakkında vuku bulan ihtilâfın ardında, fiil sıfatı ve kudret sıfatı ile kudret
sıfatının görevi hakkında ihtilâf vardır. Fakat bu ihtilâfların hepsi fer'î
mes'elelerde vuku bulan ihtilâflardır. Bu ihtilâftan dolayı, bulunduğu Ehl-i
Sünnet dairesinin dışına çıkmaz. Çünkü mezhep içindeki fer'i mes'elelerde,
kendi mezhebinden olan dostları ile de ihtilâfa düşmüştür. Mes'elenin aslı
gerçekten sabit olduğu gibi hakkında hiçbir ihtilâf vuku bulmamıştır. Bu da
Ehl-i Sün-net'in Allah Teâlâ'nm zatında zaid olan sıfatlarının isbatmdaki
icmaıdır. Tıpkı Kadîm olan sıfat-ı maânî gibi. Onlar ne Allah'ın Zatının aynıdır
ve ne de gayri.
Ehl-i Sünnet Allahu
Teâlâ'nın kelâmının kadîm bir sıfat olduğunu ve kendi zatı ile kaim olduğunu
ihtilafsız olarak kabul ederler. Bu hususta görüşleri birdir; Allah'ın kadîm
sıfatı olan öz kelâmı ile katında «kelâm-ı nefsî»sine delâlet eden ses ve
harflerden ibaret olanın arasında fark bulunduğunu sünnet ehl-i fikir birliği
içinde kabul ederler. Bundan sonra Allah'ın kelâmı nefsisinin işitilmesinin
caiz olup olmadığı hususunda ihtilâf ediyorlar.[89]
îmam-ı Eş'arî ve
taraftarlarının "büyük bir kısmı, Allah-u Teâlâ'nın kelâm-ı nefsîsinin
işitilebilmesinin caiz olduğunu söylüyorlar. Bu sözlerini isbat etmek için
aklî ve nakti deliller öne sürmüşlerdir. Aklî delil olarak İmam-ı Eş'arî,
Allah-u Teâlâ'nın görülmesinin caiz olması hususunda da öne sürdüğü delilin
aynısını Allah'ın kelâm-ı nefsisinin işitilmesinin caiz olması hususunda öne
sürmüş ve şöyle elemiştir : Allah-u Teâlâ'nın varlığı, onun görülmesinin caiz
olduğuna illet olduğu gibi kelâm-ı nefsisinin varlığı işitilmesinin de caiz
olmasına illettir.[90]
îmam-ı Eş'arî bu
husustaki görüşüne şu âyet-i celîleleri delil olarak gösteriyor : «Eğer (taarruza
uğrayan) müşriklerden biri aman dilerse, ona aman ver, tâ ki Allah'ın kelâmını
işitsin...»"[91],
«... ve Allah, Musa'ya (vasıtasız) hitap etti.»8', «Musa, kendisiyle
konuşacağımızı vâdettiğimiz vakıtta gelince, Rabbi ona kelâmını (vasıtasız
olarak) söyledi.»'[92]
İmam-ı Mâturîdî ve
taraftarlarından olan bilginler bu âyetlerde Musa aleyhisselâm'm, Allah-u
Teâlâ'nın kelâm-ı ezelîsini işittiğine delâlet eden bir şeyin bulunmadığını
öne sürdüler ve Musa aleyhisselâm Allah'ın ezelî olan kelâmına delâlet edeni
işitti dediler."[93] Bu
tıpkı, «Ben filânın ilmini işittim, yani onun ilmine delâlet eden hususu
işittim» demesi gibidir. Yine, «Allah-u Teâlâ'nın kudretine delâlet edeni
murad ederek : «Allah-u Teâlâ'nın kudretine bak» diyen kimsenin sözüne benzer.[94] Burada şu hususa işaret etmek gerekmektedir.
İmam-ı Mâturîdî
ve kendisine bağlı
bulunanlar, her ne kadar Musa aleyhisselâm'm, Allah'ın Kelâm-ı Nefsisini
işitmesini mümkün görmeyip, O'na delâlet eden şeyi işittiğini öne sürüyorlarsa
da, Allah-u Teâlâ'nın. kelâmı mutlak olarak işitilmesinin caiz olup olmadığı
hususunda ve Allah'ın kelâmının işitilmesi için ses ve harflerden mürekkep
olmasının gerekip gerekmediği hakkında kendi aralarında ihtilâf etmişlerdir.
îmam-ı Mâturîdî'nin kendisinin Allah-u Teâlâ'nın kelâmı nefsisinin
işitilmesinin mümkün olmadığına delâlet eden bir ifadede bulunduğunu görmedim;
hatta Mâturîdî hazretleri, işitilmenin meydana gelmesi için harf ve sesin şart
kandığını açıkça ifade etmemiştir. Şeyhzade Hazretleri, bize naklen bildiriyor
ki, Mâturîdî'ye tâbi' olanların bazıları Allah-u Teâlâ'nın kelâmı nefsisinin
işitilmesinin muhal kılınmış olmayıp caiz olduğunu sera-haten beyan
etmişlerdir. Çünkü Allah-u Teâlâ kelâmı nefsisini idrâk etmesi için duyu
organına kuvvet yaratmasına kadirdir, diyorlar.[95]
Mâturîdüerden, ses. ve
harfin şart olmasından dolayı kelâmı nefsisinin işitilmesini mümkün
görmeyenler adî olan şart ile illetin arasında fark vardır diyorlar. Bunun
için işitmeyi, görmeye kıyas etmeyi red ediyorlar. Çünkü mû'tezilelerin görmek
için ileri sürdükleri şartlar, adî şartlardan başka bir şey olmadığından ru'yet
için hakiki illetler olamazlar. Ses ile harf bunun aksinedir, çünkü ses ile
harf işitmek için gerçek illetlerdir.[96]
Mâturîdî ve
Eş'arîlerden ibaret olan ehl-i sünnet arasında keyfiyet-siz olarak Allah'ın
görülmesinin caiz olduğu hususunda icmaen görüş birliği vardır. Fakat bundan
sonra aralarında bu husus, «aklî delille mi bilinir yoksa bunun bilinmesi
yalnız naklî delil ile midir» diye ihtilâf vuku bulmuştur. Naklî delile gelince,
aralarında hilaf yoktur ki, ru'yet sem'an, yani nakli delille vaciptir.[97] Şu
husus çok ilgi çekicidir ki, ehl-i sünnetten olanlar ru'yetin isbatı için delil
olarak, Mû'tezilelerin ru'yeti nefyetme babında delil olarak öne sürdükleri
âyetleri delil ittihaz ediniyorlar. Meselâ Mu'tezîleler ru'yeti nefyetmek için
şu âyetleri delil olarak ele alıyorlar : «Hiç bir göz onu dünyada idrâk ve
ihata edemez.»[98], Allah-u Teâlâ'nın Musa
aleyhisselâm'a olan «... Beni hiçbir zaman göremezsin...»[99] buyruğu ve «Hiçbir insan yoktur ki
Allah'ın onun ile (doğrudan doğruya) konuşması olsun; ancak vahy ile yahut perde
arkasından...»[100]
Ehl-i Sünnet, Allah-u
Teâlâ'nın «hiçbir göz onu ihata ve idrâk edemez» kelâmında ru'yetin isbatına
delil olduğunu görüp diyorlar ki, âyet-i celîle ru'yeti değil, ancak idrâki
nefy ediyor; çünkü idrâkta ihata mânâsı vardır. Allah-u Teâlâ hudud, yön ve
taraflardan münezzehtir.[101]
Allah-u Teâlâ'nın Musa aleyhisselâm'a «Beni hiçbir zaman göremezsin» buyruğu
Musa aleyhisselâman «Rabbim cemâlini bana göster, sana bakayım» diye münacaatta
bulunduğu zaman vuku bulmuştur.[102]
Bunun anlamı Musa aleyhisselâm dünyada Allah'ı hiçbir zaman göremez demektir.
Sonra Musa (a.s.) eğer, rûyetullahın, Allah'ın çocuk edinmesi veya bir ortak
edinmesinin müstahil olduğu gibi Allah'ın görülmesinin müstahil olduğunu
bilseydi Allah'tan bunu istemezdi. Zira peygamberlik makamına nasıl yaraşır ki
Allah'ın azamet ve celâline lâyık olmayanı Allah'tan istesin. Musa (a.s,)'m bu
sorusu küfür derecesine ulaşacak bir cehalet olurdu ve Allah-u Teâlâ bundan
başka yerde Adem (a.s.)'a sitem, Nuh (a.s.)'ı nehy ettiği gibi Musa
aieyhisselâmı da nehy eder ve ona sitem ederdi. Fakat Allah-u Teâlâ Musa
(a.s.)'ı nehy etmedi ve bunun için ona sitem de etmedi. Ancak ru'yetin vukuu
için dağın yerinde durmasını şart koşarak «Eğer o yerinde durursa sen de beni
görürsün» buyurdu.[103]
Dağın yerinde durması
hattı zatında mümkün olan bir şeydir. Mümkün olana şart koşulan şey de mümkün
olur. Gerçekten dağ sarsıldı, yer ile bir oldu. «Nihayet Rabbi, o dağa tecellî
edince, onu yer ile bir etti. Musa da bayılarak yere düştü..»[104] Bu
husus Allah-u Teâlâ'nın Musa (a.s.)'a dünyada hiçbir vakit kendisini
göremiyeeeğini bildirmesi için vuku bulmuştur. Sonra, nasıl oluyor ki
mu'teziîeler Allah'ın görülmesinin mümkün olmadığını biliyor da, Allah'ın
peygamberi bunu bilmiyor. Hiç peygamberlik sıfatına yakışır mı ki,
mu'tezilelerin bildiği, Allah'ın emrinden olan bir işi Musa (a.s.) bilmesin.[105]
Evet bu parlak ve
kuvvetli delillerdir ki, onları ehl-i sünnetten olan bilginler Allah'ın
görülmesinin caiz olduğunu ispat etmek için Kur'an-ı Kerîm'den hülâsa ederek
bahsetmişlerdir. Kur'an-ı Kerîm'deki âyetlerin bu açık seçik tefsirleri
muvacehesinde ehl-i sünnetin düşünce ve anlayışı kuvvet kazanmıştır.
Mâturîdîler ve Eş'arilerden bütün ehl-i sünnet, Allah-u Teâlâ'nın görülmesinin
naklî delil ile vacip olduğuna, bu âyetlerle delil getirilmesinde aralarında
hiçbir ihtilâf yoktur. Ancak onların ihtilâf etmiş olduğu husus, Allah-u
Teâlâ'nın görülmesinin aklen caiz olup olmamasıdır. İmam-ı Mâturîdî hiçbir
tefsir yapmaksızın Allah-u Teâlâ'nm görülmesinin naklî delille vacip olduğunu
savunmuştur.[106] Yani İmam-ı Mâturîdî
diyor ki «biz, Allah-u Teâlâ'nm görülmesi kitap ve sünnetle vaciptir; fakat
Allah-u Teâlâ'nm görülmesinin mümkün olduğuna delil ikame etmekten akıl
âcizdir, diye îman ederiz.»
îmam-ı Eş'arî ise
Aîlah-u Teâlâ'nın görülmesinin eaiz olduğuna dair aklî delil ikame edilmesinin
mümkün olduğu görüşünü benimser. İmam-ı Eş'a.rî'nin keîâmcılann «vücud delili»
diye isim verdikleri meşhur delili vardır ki şöyle hülâsa etmemiz mümkün olur :
«Dünyada görmenin mümkün olması varlıktan doğar, başka bir şeyden değil.
Allah-u Teâlâ vardır öyle ise görülmesi de caizdir. Dünyada görülenlerin
görülmesinin başka birşeyden değil, var olmalarından ötürü caiz olduğu hususuna
gelince bunun delili şöyle ifade edilir : Biz cevher ve arazlardan ha-kikatları
bir birine muhtelif olan eşyayı görürüz. Bu görmeyi doğrulayan husus eşyadaki
birbirlerine uygun olmayan şeyin olması caiz değildir. Çünkü bu, bir hüküm
için iki muhtelif illetin bulunması neticesini doğurur. Bu ise ilk düşünüşte
akıl tarafından red edilir. Öyle ise bu birbirlerine muhtelif olan hakikatlar
arasında müşterek bir sıfat icat etmemiz gerekir ki, onu görelim ve ona istinaden
bu görüşün caiz olduğunu söyliyeyim. Ta ki; illet, muttarid ve mün'akis olsun.
Bu seyir ve taksimat gösteriyor ki, cevher ve arazlardan şu muhtelif
hakikatlerin arasında «var olma» ve hadis olmadan başka müşterek vasıfları yoktur.
Çünkü hudus yokluktan sonra «var olma»dan ibarettir. Yokluğun ise hükme hiç
tesiri yoktur. Hudus sahih olmayınca geriye ancak vücud kalır. Vücud ise şahid
ile gaib arasında müşterektir. Allah-u Teâlâ'-nm vücud sıfatı kendisinin
görülmesinin sahih olması için bir illeti sa-lihadır. İllet hasıl olduğu vakitte hükmün hasıl olması
kaçınılmazdır.
Öyle ise, Allah-u
Teâlâ'nın görülmesinin caiz ve sahih olduğunu söylemek vaciptir.»[107]
Eş'arî mezhebinden
olanların —Eş'arî'ye muhalefet eden Fahruddin-i Razi müstesna— tümü bu delili
benimseyip, bu hususta Fahruddîn Râzî'-nin Ebu Mensur Mâturîdî'nin tarafına
geçtiğini ve onunla birlikte tef-sirsiz olarak Allah-u Teâlâ'nın görülmesinin
naklî delille vacip olduğuna inandığını ilân ettiler.[108]
Fahreddin Râzî'nin
îmam-ı Eş'arî'den ve bütün Eş'arîlerden ayrılıp bu görüşte îmam-ı Mâturîdî'ye
katıldığı gibi, Mâturîdî mezhebinden olanların hepsinin bu konuda, yani Allah-u
Teâlâ'nın aklen görülmesinin caiz olduğu babında Eş'arî'nin öne sürdüğü delili
benimseyerek Mâ-turîdî'den ayrılıp Eş'arî'ye katıldıkları görülmektedir.[109]
İşte bu, ehl-i
sünnetteki iki mezhep arasında fer'i mes'elelerde vuku bulan ihtilâfları ihtiva
eden bazı Örneklerdir.[110] Bu
ihtilâflar, bize açık seçik olarak iki mezhep arasındaki fikir ve düşünce
birliğini ortadan kaldırmadığını gösteriyor. Gerçekten görüyoruz ki, Mâturîdî
mezhebinden olanlar bazen kendi imamlarına muhalefet edip Eş'arî'nin görüşünü
teyid ederek ona yardım ediyorlar. Tıpkı Eş'arîlerden imamlarına muhalefet
edip Mâturîdî'nin reyini benimsiyen bilginleri gördüğümüz gibi. Bu gibi feri
mes'elelerde vuku bulan ihtilâfları verecek olduğumuz bir. hükme senet ve delil
olarak göstermek suretiyle Mâturîdîyye mezhebinin Mu'tezileye, Eş'arî mezhebine
nazaran daha yakındır demek doğru olmaz. Biz eğer bu gidişi benimsemiş olsaydık,
îmam Fahreddin Râzî gibi Eş'arî mezhebinden olan âlimleri ehl-i sünnet
dairesinden çıkarıp Mu'-tezile bilginleri arasına koymamız gerekirdi. Çünkü
Razi bazen Mu'tezîle'nin öne sürdüğü fikirleri benimsiyerek o kadar ileri
gidiyor ki bir
çok mes'elelerde
Mu'tezilelerin itiraz ettikleri hususları İmam-ı Eş'arî ve ona tâbi olanların
aleyhinde kullanıyor.
Razi'nin Mu'teziîe ile
bulunduğu düşünce birliğinde uzun bir mesafe kat'etmesine rağmen ehl-i sünnet
camiası içinde kalmıştır. Çünkü o ehl-i sünnet ve'l cemaatın benimsemiş olduğu
itikadı esaslardaki nıeba-dînin dışına çıkmamıştır. Esasen ehl-i sünnet
bilginleri arasında nazarı itibare alman hususlar furuatta değil bilâkis usul
ve rnebadidedir. îbn-i Subhi «Şerh-u Akideti îbni'l - Hacib» ismindeki eserinde
şöyle diyor : «Şu hususun bilinmesi gerekir ki, ehl-i sünnet ve'l cemaatin
hepsi vacip, caiz ve müstahil olan hususlarda, bir inanç üzerine ittifak etmişlerdir.
Her nekadar bu hususa ulaştıracak olan sistem ve mebadide ihtilâf etmişlerse
de, sonuç olarak uzun bir inceleme neticesinde diyebiliriz ki, ehl-i sünnet üç
grup olarak ortaya çıkmıştır :
1- Hadis
ehli : Bunların benimsedikleri
mebde'ler, nakli delillerdir ki onlar da kitap, sünnet ve icma-ı ümmettir.
2- Re'y ve
aklî delilleri benimseyenlerdir ki, onlar da, Eş'arîler ve
Mâturîdî'lerdir. Eş'arîlerm imamı Ebu'l
Hasan el-Eş'arî'dir. Mâturîdî-lerin
imamı ise Ebû Mensur el-Mâturîdî'dir. Bunlar aklî olan mebde'ler-de, naklî
delile dayanan her meselede ittifak halindedirler. Naklî delil-lerdeki mebde'lerinde
akim caiz olduğunu idrâk ettiği hususta; aklın caiz olduğunu idrâk edemediği
mes'elelerde aklî ve nakli delillerde iktifa etmişlerdir. Bazı mes'eleler
hariç bütün itikada ait mes'elelerde görüş birliğine varmışlardır.[111]
3- Kitab'ut
Tevhîd'in ihtiva ettiği hususların incelenmesi:
A) İmam-ı
Mâturîdî Kitab'ut - Tevhîd'in bir bölümü ile taklidin iptali hakkında
müsamahalı davranıp kolaylık gösteriyor. O, bununla ehl-i sünnetle Mu'tezîle
arasında varılan taklidin fasid ve bâtıl olduğu hakkındaki icmam dışına çıkmış
olmaz. îmam-ı Eş'arî ve ona tâbi olan Eş'arîler mukallidin tekfirine kadar
ileri gittiler. Çünkü Eş'arîler imanın sıhhatma îmanın, deliller ile kaim
olmasını şart koştular. Hatta Eş'arîler şu görüşü ortaya atıyorlar : «Bir
şahsın müslüman olması bulûğ çağından sonra tasdik edici değil, şek'edici
olmadıkça sahîh olmaz.»[112]
Tabiidir ki, burada sekten murad şekkin kendisi değildir. Bilâkis gek'ten
murad insanda yaradılış itibarı ile bulunan fikirlerden şahsı temizlemektir. Ta
ki delillere bakıp düşünmek sureti ile hakkı kabul etsin. îman için kullandığı
delilleri kullanabilmek için her müslüma-nm bulûğ çağma yaklaştığı veya bulûğ
çağından evvel fikri düşünme ve delilleri kullanmağa yetenek elde etmek için
yetiştirilmesi gerekir. Tabi bu hususlara müslümanm gücü yettiği vakitte...
îbn-i Hazm diyor ki:
«Muhammed Bin Cerîr et-Taberî ve es-Sım-nânî hariç olmak üzere Eş'arî'Ierin
hepsi kişi ancak delillerle müslüman olabileceği ve delilsiz müslüman
olamıyacağı görüşünü savundular. Ta-berî diyor ki; erkeklerden ve kadınlardan
kim ki bulûğ çağma'ulaşır veya kadınlardan adet halini görme çağma ulaşır da
Allah-u Teâlâ'yı bütün sıfatları ve isimleri ile istidlal yolu ile bilmezse o
kimse kâfirdir, malı ve kanı helâldir.
Ve yine Taberî; erkek
veya kız çocuğu yedi yaşma girdiği vakit onları öğretime tâbi tutup Allah-u
Teâlâ'nın bütün isimlerini ve sıfatlarım delillerle anlıyabilmeleri için
yetiştirilmeleri vacibtir, diyor. Eş'arî-ler de, bu hususların ancak bulûğ
çağından sonra gerektiğini söylüyorlar.[113]
Mu'tesiîelerin taklidi iptal etme hakkındaki sözleri, îmam-ı Mâturîdî'nin
Kitab'ut - Tevhîd adındaki eserinde ileri sürdüğü görüşlerin dışına çıkmıyor.
Mu'tezile'den olan ve 415 H. / 1024 M. yılında yani Mâturîdî'nin vefatından
seksen sekiz sene sonra vefat eden kadı Abdülceb-bâr, Mâturîdî'nin
söylediğinden başka bir şey dememiştir. İkisinin arasındaki ihtilâf sırf
ibarede görülmektedir. Delillerin kullanılmasına gelince, ikisinin de delil
kullanma tarzı birdir.
îmam-ı Mâturîdî
Kitab'ut - Tevhîd adındaki eserinin ilk bölümünde şöyle diyor : Biz, insanları
dinî konulardaki inançlarında muhtelif mezheplere bölünmüş ve bu bölünmelerine
rağmen bir kelime üzerinde ittifak etmiş olduklarını görüyoruz. Birinin
benimsediği görüş, hak ve gerçek ise, diğerininki gerçek dışı ve bâtıl olur.
Bununla beraber hepsinin taklid
edilen selefleri bulunduğu hususunda ittifak halinde oldukları görülmektedir.
Öyle ise taklid eden kişinin mazur olmadığı sabit olmuştur. Çünkü; kendisi
gibi mukallîd olan, kendi görüşünün zıddı iddiasında da isabetli olabilir ki,
bunlara bakıldığında sayılarının çoğalmasından başka bir şey olmadığı görülür.
Ancak, ne var ki, son sözü söyleme hakkına sahip olan birisinin öne sürdüğü
hükmün hak olduğunu bildirecek ve hakka isabet ettiğini vicdanlı kimseye
kabullendirecek aklî bir delili bulunan, müstesna. Kim ki incelenmesi gereken
hususu, dinî esaslara dayanarak incelerse hakka isabet etmiş olur. Bunlardan
her birinin Peygamber Aleyhisselâmm inandığı hususun hak ve gerçek olduğunu
bilmesi gerekmektedir...[114]
Gazi Abdül Cebbar
«Muğni» adındaki kitabında taklidin fasid ve bâtıl olduğunu beyan etmek için
açmış olduğu bölümde şöyle diyor : «Şunu iyi bil ki, taklid etmenin caiz
olduğunu söylemek inşam bir zarureti inkâr etmeye götürür. Çünkü cisimlerin
kadîm olduğunu söyleyenleri taklid etmek, bunların hadis olduğunu söyleyeni
taklid etmekten daha evlâ ve üstün değildir. Öyle ise cisimlerin hem kadim hem
hadis olduğuna inanması gerektir ki bu mümkün değildir. Veya her iki inancın
dışına çıkması vacip olur ki bu da mümkün değildir. Diğer mezhepler hakkındaki
söa de aynı böyledir... Kişinin "ben bu husustaki inançta çoğunluğu taklid
ederim" demesine hakkı yoktur. Çünkü bazan hakka isabet eden bir olur,
yalnız kalır; hakka isabet etmeyip bâtıla saplananların hepsi çoğunluğu teşkil
eder. Öyle ise kişinin bu yoldan başka bir yolla hakkı öğrenmesi vaciptir...»[115]
İki şahıs arasındaki
şu ittifak Mâturîdî'nin Mu'tezîle mezhebinin imamının tesiri altında kalmasına
hiç delâlet eder mi? Biz Gazi Abdül Cebbar'm bu mes'elede İmam-i Mâturîdî'nin
tesiri altında kalmasını uzak görmüyoruz. Gerçekten biz biliyoruz ki Gazi Abdül
Cebbar Mu'~ tezile mezhebine tâbi olmazdan önce Eş'arî mezhebinde ve ehl-i sünnet
itikadı üzere yetişmiştir.[116] Ve
yine bilyoruz ki îmam-ı Eş'arî her ne kadar taklidi zem etmiş ise de
kendisinden bu deliller gibi deliller nak-lolunmamiştır.[117]
Nitekim kendisinden sonra gelen Gazi Abdül Cebbarda ve imam-ı Mâturîdî'de bu
delilleri görüyoruz.
Taklid'in bâtıl ve
aklen redaouınması şer'e de uygundur. Çünkü taklid, şeriatta de zem
oîunnıuştUr, Allah-u Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'inde taklid ve taklid edeni zem
ederek şöyle buyurmuştur : «... Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz
de onların izlerine uyarız.»[118]
«Her Peygamber de ümmetine şöyle demiştir : «Atalarınızı, üzerinde bulduğunuz
dinden daha doğrusunu si2e getirdimse de mi? (bunu kabul et-miyeceksiniz...)»'[119]
«... ya ataları foir şey anhyamaz ve doğruyu seçemez idiseier de rni? (ona
uyacaklar),»[120] yine şöyle diyecekler:
«Ey Rab-bimiz! Doğrusu bizler, beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi
yanlış yola götürdüler.»[121]
Kur'îm.j Kerînı'de bu âyetlerden başka bu hususta bir çok âyetler varid
olmuştur.[122]
Ve yine böylece
Allah-u Teâlâ bizi delillere bakmaya teşvik ve ter-ğip buyurmuş, onlardan ibret
alnımızı düşünüp imal-i fikretmemizi emretmiştir.[123]Taklid
ise ancak akim faydasını ve akıldan istifade edilecek menfaati ortadan
kaldırmaktan başka bir şey değildir. Çünkü akıl düşünmek ve imal-i fikredilmek
iQin yaratılmıştır. Ziyasından istifade etmesi için eline kandil verilen
kişinin, kandilin ışığım söndürüp karanlıkta yürümesinden başka kötü ve çirkin
bir iş olabilir mi?[124]
B) İmam-ı
Mâturîdî kitabında Marifet hakkında bir görüş arze-diyor. Ve bize akıl, haber
ve duyu organları vasıtası ile ulaşan bilgilerde, bizim ne ölçüde bilgi sahibi
olduğumuzu ve hakka isabet etme ölçüsünü münakaşa eder. Bu metod onun katında
eşyanın hakikatlerini bilmeye dair yegâne yolumuzdur. Bizim, Marifete
ulaşabilmek için bu yollardan birinden müstağni olmamız mümkün değildir. Çünkü
Marifetlere ulaşabilmek için bu yollardan birine başvurmak gerekir. Zira her
yolun bir Marifetler grubu vardı t.
Biz, hisle lezzet
almanı, acı ve keder duyulanı, bakî ve fânî olanı anlar ve biliriz. His ile
elde edilen marifeti inkâr eden herkes, kendini beğenmiş inatçı bir kimsedir.
Onunla münazara etmek doğru değildir.
Çünkü o, kendisinin
bizzat öğrendiği ve bildiği şeyi inkâr ediyor. Ona vurmak veya bir tarafını
kesmekle acı vermemiz kâfidir ki bu şiddetli acı ile acı duyduğunu bilsin. Biz
böylece ona kendisi gibi inatla mukabele etmiş, duyduğu elemi, hissettiği
acıyı inkâr etmiş oluruz. Tâ ki daha şiddetli azaba düşsün, bocalayıp kalsın ve
içinde gizlenmiş olduğu perdeyi yırtıp atsın.[125]
Haber'e gelince —veya
bu asrın deyimi ile başkasının şahadetine gelince— bu kendi isimlerimizi, soy
ve sopumuzu ve bütün eşyanın isimlerini bilmekte bize vesile oluyor. Tıpkı
haberle geçmiş zamanlarda vukubulan olayları, uzak beldeleri, yararlı ve
zararlı olanları ve hayatımızda bizzat müşahade etmek suretiyle görüp de
bilemediğimiz her şeyi bildiğimiz gibi.
İmam-ı Mâturîdî,
haberin iki çeşidi arasını ayırd eder. Bunlardan birincisi Mütevatir haberdir
ki, onun doğru olduğunu tesbit etmek için ona bakmak ve incelemek gerekir.
îkincisi, Peygamberlerin verdikleri haberlerdir ki kendilerinin doğruluğuna
açıkça delâlet eden âyetler, onlarda bulunduğu için onların verdikleri
haberlerden daha doğru, daha gerçek bir haber yoktur. Çünkü kalbin Mutmain
olduğu haber, doğru ve açık-seçik olması bakımından Peygamberleri (a.s.)
haberlerinden ba§ka bir haber yoktur. Bizim marifetlerden beyan ettiğimiz
hususları inkâr edenler aklen münkir ve inatçı kimselerdir. Bunun içindir ki
Peygamberlerin haberlerini inkâr eden kimseye inatçı, kibirli kimse demek daha
doğru ve lâyıktır.[126]
Bakmak suretiyle
inceleme ise, bu sözü kabul etmek gerekir. Çünkü haber ve hisle elde edilen
ilim hakkında hüküm verecek olduğumuz hususta o, hâkim rol oynamaktadır. Bu ise
duyulardan uzak olan veyahut da duyulara hoşluk veren şeylerde olur. Haber ile
bilinen hususun kendisinde yanlışlık olup olmadığı ihtimali bulunan
çeşittendir. Sonra Peygamberlerin tebliğ ettikleri, âyetlerle, sihirbazların
öne sürdükleri bügiler ve başkalarının empoze ettikleri ilimlerin arasını ayırd
etmek lâzımdır...[127]
Biz, bakmakla kadîm
olanı bilip onu hadis olandan ayırd ettiğimiz gibi mahlûkatta bulunan hikmeti
ve kendisini yaratana delâlet edecek hususları
nıahlûkata ve mahiyetine bakmak suretiyle bilip öğreniriz. Bunların hepsi
kendisini bilmeye ancak bakmakla varılan hususlardır... Tabii bunlar akla
kullanıp eşyaya bakmak suretiyle elde edilir.[128]
Biz, Mütekellimlerden
birinin Mâturîdî'den önce Marifet hakkında nazariye öne süren bir bilgin
görmedik.[129]Nitekim Mâturîdî'den
sonra hiç bir kelâmcı görmüyoruz ki telif ettikleri eserlerin mukaddimesi raarifetden
hâlî kalsm.[130] Güya îmam-ı Mâturîdî,
kelâm bilginlerine, kendisinden sonra bir yol bırakmış ve bunlar da
eserlerinin mukaddimelerinde marifetten bahsetmişler ve bizim bilgilerimizin
değer kıymetini münakaşa etmişler de, Mâturîdî'nin bırakmış oldukları yoldan
yürüyüp gitmişler.
C) Biz,
Kitab'üt - Tevhîd'de Öyle deliller görüyoruz ki, Mâturîdî bunlarla cisimlerin
hadis olduğunu ispat ediyor. Bu delillerin, Mu'tezüe-lerin özellikle
Mâturîdî'den tahminen bir asır önce gelen İbrahim Bin Seyyar en-Nezzâm'm öne
sürdükleri delillerin aynı olduğunu görürüz. İmanı-ı Mâturîdî, Mu'tezîle ile
fazla ters düşmüyor. Ancak îmam-ı Mâ-turidî, cisimlerin veya cevherlerin veya
maddelerin —onları tercih ve onlara verdiği isimler gibi— hadis olduğunu ispatta
delil olarak habere daha geniş bir yer veriyor.
Maddeler, bizim
eşyanın hakikatlerini bilmeye yol olarak gösterdiği, akıl, his ve haberin
şahadeti ile hadistir (diyor îmam-ı Mâturîdî). Habere gelince : Gerçekten
AUah-u Teâlâ her şeyi yaratanın kendisi olduğunu haber veriyor.[131]
Göklerin ve yerin
yaratıcısı[132] kendisinin olduğunu ve
göklerde ve yerde olanların sahip ve mâliki bulunduğunu haber veriyor.[133]
Hisse gelince; biz, varlıkları kendilerine olan ihtiyaç ve zarurete binaen
hissederiz. Zaruret ve ihtiyaç kendilerinden başkasına ihtiyaç duyuran hususlardır.
Böyle olan her şey hadistir. Çünkü başkasından müstağni olmak, kadîm olmanın
şartıdır. Çünkü kadîm olan kıdem sıfatıyla başkasından müstağnidir. Biz,
varlıklar bozuldukları vakitte bozulan kısmının düzeltilmesi için başkasına
muhtaç olduğunu ve her ne kadar kemâl ve kuvvet halinde olsa dahi kendisindeki
noksanlığı gidermekten âciz; olduğunu hissederiz, anlarız. Ve birbirlerine
benzemiyen, zıd olan tabiatlarının bir arada bulunmasına icbar edecek kimseye
muhtaç olduğunu da hissederiz. Ve yine hissederiz ki, varlıklar cüz ve
parçalarının arasını uyumlu kılmaya kadir olan bir varlığa muhtaç olduğunu, hal
değiştirdiğini ve dolaya* ile fânî olarak yok olup gittiğini hissediyoruz,
îşte böyle olan her varlığın ve her şeyin kendiliğinden var olması caiz
değildir. Bu hal de onun hadis olmasına en büyük delildir.'[134]
îmam-ı Mâturîdî'nin
cisimlerin hadis olduğunu ispat etmekte ele aldığı aklî deliller, kelâmcılar
katında meşhur olan kaideye mebnidir ki, cisimler hâdiselerden hâlî kalmaz ve
hâdiselerden hâlî kalmıyan her şey hadistir kaidesinden ibarettir.
Cisimler, hareketten,
durmaktan, toplanma veya ayrılmaktan, temiz veya pis olmaktan, güzel veya
çirkin, fazla veya noksan olmaktan hali kalmaz. Bu saydıklarımız, his ve akıl
ile biliniyor ki, hâdisdirler. Çünkü birbirine zad olan iki şey bir arada cem
olmaz. Öyle ise teselsül, yani birbiri ardınca geime sabit olur. Bu hususta da
hadis olmaklık vardır.[135]
Böylece biz, yazıcısız yazının meydana geleceğini bilemeyiz. İki şeyin
birbirinden ayrılması, ancak onları ayıran bir varlığın bulunması ile olur.
İçtima, sükûn ve hareket te böyledir. Öyle ise âlemin tümünde, bu hususların
bulunması gerekir. Zira âlem birbiriyle kaynaşmış, birbirinden ayrılmış
durumdadır. Hattâ âlemin uyumlu halde bulunması şaşılacak şeylerin en
büyüğüdür. Âlemin kendiliğinden toplanması ve ayrılmasının mümkün olmayıp,
bunların başkası ile vnkubulması daha gerçek ve doğrudur. Sonra yazı ve
teliften görünen her şey, kendisini meydana getirenden daha hadis1 olur (yani
yazıyı yazan sonradan var olmuş ve yok olmaya mahkûm olduğu için hadistir,
fakat yazılan yasa, yazandan daha sonra varolup, daha çabuk yok olur). Bütün
âlem de bunun gibidir. Çünkü âlemde yukarıda zikrettiğimiz anlamların hepsi vardır.[136]
imam Mâturîdî'nin his
ve akıldan alıp öne sürdüğü bu delillerin aynını 231 H. / 845 M. yılında yani
Mâturîdî'nin âhirete îrtihalinden takrîben bir asır önce vefat eden İbrahim bin
Seyyâd en-Nezzâm adındaki Mu'tezile mezhebinden olan bir âlimin ele aldığını
görüyoruz, ibrahim bin Seyyar en-Nezzâm, tıpkı kendisinden sonra gelen İmam-ı
Mâturî-dî'nin yaptığı gibi cisimlerin tamamen hadis olduğuna dair saraheten bu
delilleri öne sürüyor. Kitab'ül - İntişarda şunları okuyoruz : «İbrahim
en-Nezzâm diyor ki, ben sıcağın soğuğa zıd olduğunu, bu iki zıd olanın bir
yerde toplanmadığını, her ikisinin bizzat bir arada bulunmasının mümkün
olmadığım gördüm; kendi vücudumda onların içtima ettiğini bilince, anladım ki,
bunları bir arada toplayan bir varlığın ve bunların kendi tabiat ve
durumlarının hilâfına olarak bir arada toplanmasına icbar eden bir kuvvet
vardır. Üzerinde cebir ve men'e carî olan her şey zayıftır. Onun za'fiyeti ve
kendisine başkasından gelen etki ve icbar, onun hadis olduğunun ve kendisini
yoktan var eden, yaratan ve hiç bir şey'in kendisine benzemeyen bir kuvvetin
varlığının en büyük delilidir. Çünkü hadis olduğuna delâlet etmekte kendisine
benzetilen her hükme, hadis olduğu hükmü verilir. Bütün bunları meydana
getiren kuvvet âlemlerin Rabbi olan Cenab-ı Allah'tır. Allah'tan gayri, yani
insanlar tarafnıdan iki zıd olan su ile ateşin, toprak île havanın bir yere
cem'i ise, bu da eşyanın hadis olmasına bir delildir. Ancak ne var ki, onu
meydana getiren, kendisini zıddı ile cem'eden insan değildir. Çünkü insanın
üzerine, kendisinin meydana getirdiği şeye icra ettiği cebir sistemi tatbik
olunur. Bu eşyayı meydana getiren, ve eşyaya benzeyen insanı vareden, kendisine
hiç bir şeyin benzemediği Allah'tır. «O'nun misli gibi (O'na benzer) hiç bir
şey yoktur.»[137]
ibrahim en-Nezzâm
bazen bu delilleri nıaniviyye mezhebinin görüşlerini çürütme babında
kullanıyor. Maniviyye mezhebi bâtıl fikirlerini şu sözleri ile yaymaya
çalıştılar : «Işık ve karanlık âlemin aslıdır. Kendi zatları bakımından
birbirlerine zıd ve muhalif olmalarına rağmen fiillerinde imtizaç etmişlerdir.»
Kitab'ül - întisâr'da şunları okuyoruz: «İbrahim en-Nezzâm muhaliflerine şöyle
diyor : Aydınlıkla karanlık, sizin vasfettiğinis hal üzere oldukları vakitte
kendilerinden meydana gelmek suretiyle nasıl birbiriyle içtima ve imtizaç
ediyorlar? Bunların üstünde kendilerini bulundukları hâli almaya cebreden, bir
arada toplayan, amellerinden meneden bir kuvvet olmadıkça, bu tıpkı tabiatında
yuvarlanma bulunan taşın yuvarlanmasını meneden ve yaradılışında akıcı vasfı
bulunan suyun akmasını meneden bir kuvvetin olduğu gibi tezahür eder. Bilâkis
aydınlık ile karanlık sizin sözünüze göre ziyadesiyle birbirine zıd ve ayrı
olmaları gerekirdi. İbrahim, iddia ediyor ki eşyayı yaratan bir yaratıcı, ona
yön veren bir müdebbir (idare eden) vardır ki onu dilediği gibi olmaya mecbur
kıldı, istediği şekil üzere bulundurdu. Eşyadan dilediğüıi bir arada topladı;
dilediğini de ayrı ayrı kıldı.[138]
Kitab'ül - Intisar'm başka bir yerinde de şu satırları okuyoruz : «ibrahim
en-Nezzâm, hakikaten şu iddiada bulunuyor : Gerçekten Allah-u Teâlâ,
birbirleriyle zıd olan eşyayı bir arada toplanmaya mecbur kıldı ki bu eşya
kendi cevherleriyle bulundukları hâl üzere bırakılmış olsalardı bir arada
imtizaç edemezlerdi. Ama kendilerinde bulunan birbirlerine zıd hallerden
uzaklaştırılıp içtimaya mecbur kılındıklarında bir arada bulunmayı kabullenmeye
mecbur oldular. Çünkü bunların asil maddelerinde ve gelişmelerinde cebir
halinde imtizaç ve içtima etme vardır. Tıpkı bulundukları halde serbest
bırakıldıkları takdirde cevherlerinde ve hallerinde birbirlerine zıddiyetleri
olduğu gibi... Bu görüş öyle bir görüş ki; insanların çoğu İbrahim en-Nezzâm'm
görüşüne katılıyorlar. Bu mesele gizli-kapalı değil, açık ve seçik bir
mes'eledir.»[139]
Hayyât'm, Nezzâm'dan
naklettiği ve Mu'tezileden olanların çoğunluğu Üe beraber bulunduğu bu
görüşlerdir ki, biz bunları, bu beyandan sonra Mâturîdî'nin Kitâb'üt -
Tevhîd'inde mütereddid olarak zikrettiğini görüyoruz. Bunların hepsi Mu'tezîle
ile Mecûsîler, dinsizler ve putperestlerden islâm âleminde yayılmış olan diğer
dinler arasındaki münazaraların meyvesidir. Hiç şüphe yoktur ki, bu
münazaralar, kelâm ilmini zen-ğinieştirmiş ve gelişmesine katkıda bulunmuştur.
Gördüğümüz gibi bu münazaralar ehl-i sünnet üzerinde çok büyük bir tesir
bırakmıştır.
D) îmam-ı
Mâturîdî, cisimlerin hadis olmasında kullandığı delilleri Allah'ın varlığını
ispat etmekte de öne sürüyor. Şöyle ki: Cisimler kendi kendileriyle bizzat
içtima edemeyip, birbirlerinden ayrılamadıkları ve cisimlerin kuvvetli ve kemâl
hallerinde kendilerine arız olan bir yıpranma ve çökmeyi ıslâh etmeye kadir
olmadıkları vakit ve bunların tabiatlarında birbirlerine karşı zıddiyet
bulunduğundan kendi kendileriyle içtima edememektedirler. Bunların tabiatlarına
aykırı olarak bir durum almaları için muhakkak bunları cebreden bir kuvvetin
bulunması gerekir. Bu haller böyle olduğu zaman sabit olur ki, bunların tümünü
meydana getiren, Âlim ve Hâkim olan Allah'dır.[140]
îmanı-ı Mâturîdî'nin
başka bir delili vardır ki; o delilde Eş'arî ile beraber ittifak etmişlerdir.
Delil, Tegayyür (değişme) fikrine mebnîdir. Şöyle ki : Âlem, kendisinde bulunan
dirilik, ölüm, ayrılık, içtima, küçüklük, büyüme, pislik ve temizlik gibi
muhtelif durumlarla değişmektedir. Âlem, devamlı olarak meydana gelen
değişiklik hallerine girer. Eşyanın kendi kendine değişik hâl alması mümkün ve
caiz değildir. Yoksa boya vurmazdan, elbisenin boyasının kendiliğinden
değişmesi, geminin bulunduğu hâli, kendisinin alması caiz olurdu. Geminin kendiliğinden
bulunduğu hâle girmesi mümkün olmayıp onu meydana getiren birisinin bulunması
muhakkak lâzım geldiği ve elbisenin renk değiştirmesi için boyacının onu
boyaması gerektiği gibi, âlemin hâlden hâle geçmesi, durum değiştirebilmesi
için de bunlara kadir olan bir kudret sahibine muhtaçtır ki o da Allah-u
Teâlâ'dır.[141]
Bu delilin aynını
îmam-ı Eş'arî'nin ifadelerinde buluruz. Eş'arî'nin Kitâb'üî - Lema' adındaki
eserinde şu hususları okuyoruz : «Mahlûka-tın bir yaratıcısı olduğunu açıkça
bildiren hususlardan biri de, Pamuğun kendiliğinden ipliğe dönüşmesi, sonradan
da bir sanatkârın, bir dokuyanın rolü olmaksızın kendiliğinden kumaş olması ve
o kumaştan da bir elbise olması mümkün ve caiz değildir. Bir miktar pamuk temin
eden ve sonra onun iplik olmasını, sonra ipliğin ustasız ve dokuyucusuz bir
kumaş, bir elbise olmasını bekliyen kişide akıl bulunmaz ve cehalet deryasına
dalmış olur. Yine bir arsaya varıp alan, içinde bir bina görmiyen kişinin
toprağın, kendiliğinden tuğla olmasını ve ustasız birbiri üstüne yığılmasını ve
böylece bir evin meydana gelmesini bekliyen kişi de cahilin tâ kendisidir. Bir
meni damlasının pıhtılaşmış kan olması, sonra et parçası olması, sonra et ve
kan ve kemikten, akıllara hayranlık verecek şekle girmesinin meni damlasını
yaratan ve onu hâlden hâle nakleden bir yaratıcının varlığına delâlet etmesi,
elbetteki gerekir.[142]
Sonra îmam-ı Mâturîdî,
başka bir delil kullanıyor ki, bu delili; kendisinden önce geçen Kelâmcılar
veya feylesoflardan birinin kullandığım görmüyoruz. îmam-ı Mâturîdî, âlemde
şerrin bulunduğunu şu delille is-bat ediyor : Âlem, kendiliğinden var
olmamıştır, bilâkis âlemi yaratan vardır. Eğer âlem yaratıcısız olarak
kendiliğinden var olmuş olsaydı, âlemde şer bulunmazdı. Çünkü, varlığı
kendisinden olan, kendisi için hâllerden en güzelinden, vakıtlardan en
iyisinden, sıfatlardan en hayırlı ve bahtiyar sıfatlardan başkasına rıza
göstermezdi. Binaenaleyh, böylece kendiliğinden var olmıyan âlemde şerrin
bulunması sabit olmuş olur.[143]
Ne gariptir ki, îmam-ı
Mâturîdî şerri, delil olarak Allah'ın varlığım ispatta kullanmıştır. Çünkü biz,
feylesofların, Allah-u Teâlâ'nm varlığını ispat etmek için ele aldıkları
delilleri en yüksek fikirden olmasını tercih ettiklerini görüyoruz. Meselâ,
Eflâtun, Allah'ın varlığını ispat etmekte iyilik ve güzellik fikrini esas
olarak ele alıyor. Allah, Eflâtun'a göre, eşyada güzelliği ayird eden bir
illettir. Her «iyilik» ve «güzel»-in illeti Allah'tır. Eflâtun böyle diyor.
Aristo ise, «nizam» ve «gaye» fikirlerini tercih ediyor. Her nekadar bu ikisini
Allah'ın varlığının ispatında delil olarak sarahaten kullanmıyorsa da; bu iki
fikri şiddetli ve hararetli olarak müdafaa etmesi, şu hususu öne sürdüğünü
teyid ediyor : Tabiatta nizamın başlaması ve tabiatm açık seçik olarak son
bulma hali mümkün değildir ki tabiatın kendi fiilinden olsun. Bu iki hal ancak
nizamı talep eden ve tabiatın son bulmasını taakkul eden akılın fiilidir.
Böylece tabiat kendisini taakkul eden akü ile meydana gelmiştir.
E) İmam-ı
Mâturîdî, Allah-" Teâlâ'nm birliğini ispat etmekte Eş'arî gibi Kur'an-i
Kerîm'den alman ve temamı' delili[144]
olarak isim verilen delille iktifa etmiyor. Kur'an-ı Kerîm'de temânu' delilini
ifade eden şu âyet-i celîleler varid olmuştur : «(Ey Resulüm, müşrikler hakkında)
de ki "Allah'la beraber dedikleri gibi ilâhlar olaydı, o takdirde bu
ilâhlar Arş'm sahibine (Allah'a üstün gelmek için) muhakkak ki bir yol ararlar
idi (O'nunla çarpışırlardı)"[145],
"Eğer yer ile- gökte Allah'tan başka ilâhlar olsa idi, bunların ikisi de
muhakkak fesada uğrar, yok
olurdu..."'[146],
"Allah, hiç evlât edilmemiştir, beraberinde bir ilâh1 da yoktur. Eğer
müşriklerin dediği gibi, Allah ile beraber bir takım ilâhlar olaydı, o takdirde
her ilâh kendi yarattığını götürür, tek başlarına kalarak aralarında
ayrılıklar baş gösterir ve bir kısmı diğerlerine üstün gelirdi. (Bu çekişme ve
savaşlar olmadığına göre Allah'ın eşi ve ortağı yoktur.) Allah, onların isnat
ettiği şirk vasıflarından (ve bütün noksanlıklardan) münezzehtir."[147]....Yoksa
Allah'a, onun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma,
kendilerince birbirine benzer mi göründü? De ki; Allah, her geyi yaratandır. O
birdir, herşeye galib ve hakîmdir."»[148]
Evet îmam-ı Mâturîdî
bu âyet-i celilelerden alman temânu' delili ile iktifa etmeyip başka aklî
deliller öne sürmüştür ki, onları hülâsa- olarak aşağıya alıyoruz. Eğer Allah
bir olmamış olsa idi, âlem sonsuzlukla karşı karşıya kalmazdı. Çünkü Allah'tan
başka birçok ilâhların bulunması caiz olsaydı bu takdirde ilâhlardan herbirine
sonsuzluk isnat etmemiz mümkün olurdu; yine ilâhlardan her biri bir varlık
olsa idi, kendisini meydana getirenler hadis olmaktan berî olmazdı ve bütün
âlem son bulma halinden çıkar ebedîleşirdi. Bu ise rnügahade ile bâtıldır.[149]
îmam-ı Mâturîdî'nin
burada Allah'ın birliğini ispat etmek için ele alınan esas delillerden biri
olarak âlemin son bulmasını ele alması fikri Aristo'nun ele aldığı fikrin ta
kendisidir. Ne var ki Aristo bu delili îmam-ı Mâturîdî'nin kullandığı gibi
kullanmadı. Bilâkis âlemin son bulacağını, Aristo yıldızların hareketlerini sağlayan
müstakil kuvvetler vardır, dediğinden Allah'a ortaklar koştuğu için şirk'e
düşmüştür.
îmam-ı Mâturîdî şu
görüşü öne sürüyor : Peygamberlerin kahhâr ve bir olan Allah'ı agık açığa beyan
eden âyetlerle gelmeleri, Allah'ın vahdaniyyetine şahittir. Çünkü Allah'ın
mülkünde kendisine ortağı bulunsa idi Peygamberleri âyetleri açıklamaktan men
ederdi. Zira bu açıklama ile Allah'ın ilâhlığı iptal olunduğu gibi kendisine
ortak olanlar da ortadan kalkardı.[150]
Yine âlemin
yaradılışında görülen sanatın inceliği ve âlemin bir sistem ve düzen üzere
bulunması Allah'ın birliğine delildir.[151] Çünkü eğer Allah ile beraber ilâh olmuş olsa idi aralarında
tedbir ve takdirde büyük ihtilâflar vuku bulur, göğün ve yerin takdirinde,
Güneş'in, Ay'ın ve yıldızların seyrinde, gecenin, gündüzün ve saatlerin
düzenlenmesinde ayrılıklar vuku bulurdu. Halbuki bunların hepsinin bir düzen
üzere bulunması hepsinin tedbir ve takdirine hiç bir muhalifi, muarızı bulunmayan
hekim ve âlim olan tüm kâinatın idarecisi olan Allah-u Teâlâ'mn birliğine
delâlet eder. Bunların hepsine Allah-u Teâlâ'mn : «Yedi göğü kat kat yaratan
O'dur. O Rahmanin yarattığında hiç bir düzensizlik göremezsin...»[152]
kavl-i celîli delâlet etmektedir.
F) Allah-u
Teâlâ ilim, hayat, semi', basar, kelâm, kudret, irâde, tekvin, rahmet, rızık ve
bunlardan başka zatî ve fiilî sıfatlardan ezelde zâtını vasfettiği her sıfatla
ezelî olarak mevsuftur. Bu hususta zatî sıfatlarla fiilî sıfatlar arasında
hiçbir fark yoktur.
Bu sıfatlardan birinci
gurupta bulunan yani ilim, hayat, semi', basar, kelâm, kudret ve iradeden
ibaret olan zatî sıfatlar hakkında ehl-i sünnet arasında hiçbir ihtilâf yoktur.
Sünnet ehlinin hepsi bu sıfatların sıfât-ı maânî olup kadîm ve Allah'ın zatı
ile kaim olduğu ve bu sıfatların Allah'ın zatı olmadıkı gibi zatının gayri de
olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir.
Dr, Mahmut Kasım (bu
sıfatlar ne Allah'ın zatı ve ne de zatının gayrıdır) ibaresinde öyle bir
çelişki vardır ki bunun kaldırılması mümkün değildir, diyor.[153]
Fakat allâme Aliyyu'l - Kârî, zihindeki varlıkla dıştaki varlığın arasını ayırd
etmek sureti ile bu çelişkiyi ortadan kaldırıyor ve diyor ki : «Bu sıfatlar
zihindeki mefhum itibarı ile Allah'ın aynı değildir. Dıştaki varlık bakımından
da Allah'ın gayri değildir. Çünkü sıfatların anlamı zâtın anlamından başkadır.
Ancak ne var ki bu sıfatlar kâinattaki zuhuru itibarı ile birbirinden
ayrılmaz.[154]
Sıfatlardan ikinci
grubu teşkil edenler, yani tekvîn, rahmet, rızık ve diğerleri gibi fiil
sıfatları hakkında, Eş'arî ve Mâturîdî mezheplerinden olan kelâm
bilginlerinden bazı muhakkikler, şu görüşü öne sürdüler : Bu mes'elede, sünnet ehlinden iki mezhep
arasında çok büyük ihtilâf var. Çünkü Mâturîdîler, fiilî sıfatların, gerçek
sıfatlar olup, kadîm ve Allah-u Teâlâ'nm zatı ile kaim olduğunu kabul ediyorlar.
Oysaki Eş'arîler, bu sıfatların yani, sıfat-ı fi'liyye'nin, sırf nisbî ve hadis
sıfatlar olduğunu savunuyorlar.[155]
Fakat; biz sonradan gelen, Gazâlî ve Bâ-killânî gibi zevatın öne sürdükleri
görüşlerin ışığı altında, Eş'arîler ile Mâturîdîlerin görüşleri arasında bir
mukayese yaptığımız zaman, bu mes'ele hakkında sünnet ehli arasındaki ihtilâfın
genişliği daralmış ve taraftar bulamaz olduğunu görüyoruz. îmam-ı Mâtıırîdî,
Kitâb'üt - Tev-hîd adındaki eserinde şöyle diyor :
«Allah-u Teâlâ mutlak
olarak vasf olunduğu vakit, ezelde kendisi ile vasfolunmasi lâzım olan, ilim,
fiil ve benzeri sıfatlarla vasfolunur. Kendisinin vasfolunduğu sıfatla
birlikte, bu sıfatların gerektirdiği, malûm, mukadder, murad ve mükevven
(varolmuş) gibi sıfatlar zikredildiğinde de, o şeylerin yakıtlarının
zikredilmesi lâzımdır ki, vasfın münderecatına giren eşyanın kadim oldukları
zannma varılmasın.[156] Bu
Bâkillânî'-nin kasd ettiği mânâdır ki, bu babda Bâkıllânî şöyle diyor : «Fiilî
sıfatlar ise, onlar, Allah'ın kendilerini yaratmazdan önce bulunan her sıfattır;
her ne kadar Allah'ın bu sıfatlarla kendisini vasf etmesi kadim ise de.»[157]
îmanı Gazâlî'ye
gelince, bu müşkülü halletmek için her nekadar Aristo'nun Öne sürdüğü fiil ve
kuvvetin mânâlarını kullanıyorsa da, bu davranışı ile, îmam-ı Mâturîdî'nin
kasdettiği mânânın dışına çıkmış olmaz, îmam-ı Gazâlî diyor ki : «Rezzak ve
Hâlık gibi fiil köklerinden alman isimlerle AUah-u Teâlâ'nm ezelde vasfolunması
doğru olup olmadığı hakkında ihtilâf vukubuldu. Bilginlerden bazıları ezelde
Allah'ın bu gibi isimlerle vasfolunması doğrudur. Çünkü eğer doğru olmamış
olsaydı Allah'ın bu gibi sıfatlarla vasfolunması tegayyürÜ icap ettirirdi» dediler.
Bilginlerin bir kısmı da, şu görüşü öne sürüyorlar; Allah-u Teâlâ'nm ezelde
hâlık sıfatıyla vasfolunması doğru olmaz. Çünkü ezelde yaratma yoktur, halik
sıfatıyla nasıl muttasıf olur? Bu mes'eledeki perdeyi kaldırmak için şu örneği
verebiliriz : Kılıç, kınında iken kesicidir; kendisi ile bilfiil kesma hasıl
olduğu vakitte de kesicidir. Her iki hâl bir arada zikredildiği vakitte iki
muhtelif anlamda kılıç kesici olur. Evet, kılıç
kınında bilkuvve kesicidir, kendisiyle kesme işi meydana geldiğinde ise bilfiil
kesicidir...
Kılıca kınında iken
kesicidir denmesinin anlamı, kendisinde bulunan kesme sıfatının o halde iken
tesbit edilememesi, kılıcın kendisinde ve kesici sıfatında bulunan kusurdan
değildir. Bilâkis kendisinden başka bir engelin bulunmasından ileri gelir.
Kılıca kınında kesicidir, denmesinin mânâsı itibariyle, Allah-u Teâlâ'yı
ezelde hâhk'tır diye vasfet-mek doğru olur. Çünkü yaratma bilfiil meydana
gelince, olmayan bir şeyin Allah'ın zatında yeni bulunmasından meydana
gelmemiştir. Bilâkis fiilin tahakkuku için her ne şart koşulmuş ise ezelde
mevcuttur. Kı-lıc herhangi bir şeyi kestiği anda kendisine verilen kesici
vasfının taşıdığı mânâ itibariyle Allah-u Teâlâ'ya ezelde Hâlık'tır, denmesi
doğru olmaz.[158]
F) îmam-ı
Mâturîdî Allah-u Teâlâ'nm isimleri tevkifidir (mahduttur) Allah-u Teâlâ'ya
Şer'i Şerîfde vârid olan isimlerden başka bir isim veremeyiz, diyor. Buna göre
Allah-u Teâlâ, cisimdir, dememiz sahih olmaz. Hatta bu sözümüz ile
benzememeyi, yani Allah, cisimdir, fakat yarattığı cisimler gibi değildir[159]
veya bununla Allah'ın varlığını ispat etmek murad etsek bile Allah'a cisim dememiz
caiz olmaz.[160]
Mâturîdî diyor ki,
«gerçek olan Allah'dan varid olandır ki hakikaten cisim Allah'ın isimlerinden
değildir. Allah'dan böyle bir şey varid olmamıştır. Allah'ın izin verdiği
kimselerden de böyle bir şey işitilme-miştir. Allah'a cisimdir demek asla doğru
değildir. Eğer Allah'a cisim isnad etmek aklî, naklî veya hissî, delilsiz caiz
olmuş olsaydı Allah'a şahıstır, demek de caiz olurdu. Bunların hepsi naklî
delillerle reddedilmiştir. Yine mahlûkata verilen her ismin Allah'a verilmesi
caiz olurdu ki bu da fasid ve bâtıldır...»[161]
Ve yine Mâturîdî diyor
ki «hiç bir kimse cismi, Allah'ın zâtını ispat eden isimlerden kımıamıştır.
Zira kendilerinde ispat ismi ihtimali bulunmasına rağmen sıfatlar ve arazlara
cisim ismi verilmez. Bunun içindir ki Allah'a cisimdir demek, fasıd ve
bâtıldır.[162]
Kendisi Eş'arî
mezhebinden olan Imam-ı Bâkıllânî, Mâturîdî'den sonra Allah'ın isimlen
tevkifidir, dediği zaman İmam-ı Mâturîdî'nin söylediğinden daha fazla bir şey
söylememiştir. Bâkıllânî, Allah'a cisim denmesini reddetmiştir. Çünkü diyor;
«Müslümanlar Allah'a akıllıdır, zekidir ve ezberleyicidir denmesinin haram
olduğu hakkında fikir birliğinde bulunmuşlardır. Bu isimler müstehaktır
mânâsına olsa bile. Çünkü Allah, âlimdir, akıl, zekâ, idrâk ve anlayış ilimden
daha çok bir şey ifade etmezler. Allah-u Teâlâ nurdur, makirdir, müstehzidir,
ımısahhinür denmesi ve bu sıfatlarla vasfedilmesi nakli deliller ile caizdir.
Yoksa aklî deliller Allah'a bu isimlerin isnad edilip, bunlarla vasfolunmasm
red eder. Bu husus delâlet ediyor ki Allah-u Teâlâ'ya isim verilmekte riayet
edilen şey, ancak şer'i şerifte varid olup izin verilenidir. Banım dı-şmda bir
şey değil.»'[163]
Allah-u Teâlâ'nm
isimleri tevkîfî olduğuna göre kendisine «şey» dememiz caizdir. Çünkü Allah-u
Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'indeki âyetlerde bu hususu beyanla buyuruyor ki: «O'nun misli
gibi hiç bir şey yoktur»[164] «De
ki : şahit olmak bakımından hangi "şey" en büyüktür? De ki Allah,
benimle sizin aranızda şahittir...[165]
Akıl bu ismi Allah'a isnad etmeyi men' etmiyor. Çünkü "şey" lik örf
ve âdette ispat içe kullanılan isimdir. İspattan başkasında kullanılmaz. Zira
«şeysiz> demek nefyi ifade eder. Bu kelime ile küçüklük kasdedilmediği
vakitte de böyledir. Öyle ise "şey" in ispat ismi ve Tâ'tiü yani
güçsüz ve hareketsiz olmayı nefyettiği sabit olur.»[166]
G) İmam-ı
Mâturîdî katında keyfiyetsiz olarak Allah'ın görünmesi naklî delülerle
vaciptir. Zira keyfiyet, şekil ve suret sahibi olan için olur. Allah-u Teâlâ,
durmak, oturmak, bir yere dayanmak, bir yere bağlanmak, bitişmek, ayrılmak, ön
cihette bulunmak, arka cihette bulunmak, kısa olmak, uzun olmak, parlak olmak,
karanlık olmak, durgun olmak, hareketli olmak, mubayin olmak, yapışmak, hariç
olmak, dahil olmak, bunlar ve bunlara benzeyenlerden, Allah, yüce olduğu için
aklın takdir ettiği veyahut da zekânın, fikrin benimsediği mânâlardan meydana
gelen sıfatlarla mevsuf olmaksızın görülür.[167]
Müminler Allah'ı
dünyada göremezler, fakat âhirette görürler. Kâfirler ise âhirette Allah'ı
görmekten mahrumdurlar. Çünkü Allah-u Teâlâ Kur'aim Kerîm'de «Hayır
(inanmazlar) Şüphesiz ki onlar, o gün (Kıyamet günü) Rableri(ni gormek)den
kat'iyyen mahrumdurlar.»[168]
buyuruyor. Bu mes'elelerin hepsinde Mâturîdî ve Eş'arîlerden olan sünnet ve
cemaat ehli icma' etmişlerdir. Fakat bundan sonra aralarında Allah'ın
görünmesinin aklen caiz olup olmadığı hakkında ihtilâf etmişlerdir. İmam-ı
Mâturîdî Allah'ın görünmesinin caiz olması hususunu ispat etmekte aklî
delilleri yetersiz görüyor ve Allah'ın görülmesine tefsirsiz olarak inanıyor,[169]
Oysa ki Imam-ı Eş'arî Allah'ın görülmesinin caiz olduğunu ispat etmek için
aklî delil Öne sürüyor. Imam-ı Eg'arî'nin Allah'ın görümlesinin ispatı için
kullandığı delile vücûd delili ismi veriliyor.[170]
Şu bir hakikattir ki,
varlıkların görülmesi sahihtir. Görülüyorlar, çünkü onlar vardır. Allah vardır,
öyle ise görülmesi sahih ve caizdir. Görülenlerin görülmesi mevcut oldukları
için sahihtir. Çünkü biz, hakikatleri muhtelif olan cevherler ve arazlardan
ibaret olan eşyayı görüyoruz. Evet renkleri gördüğümüz gibi cisimleri de
görüyoruz. Birbirine benzemiyen bu hakikatlerin arasındaki müşterek vasıfdan
bahsetmemiz lâzımdır ki, bununla görülmelerinin mümkün olduğunun sebep ve illetlerini
ortaya koyalım. Ta ki illet, muttarid ve nıün'akis olsun. Seyir ve taksimat,
delâlet ediyor ki, cevher ve arazlardan ibaret olan bu muhtelif hakikatler
arasında vücut ve hudustan başka müşterek bir sıfat yoktur. Fakat hudûs'un,
görmenin imkânı için illet olması caiz değildir. Çünkü hudûs, kendisine yokluk
sebkat eden varlıktan ibarettir. Yokluğun ise hüküm hakkında hiç bir etkisi
yoktur. Hudûs, illet için sahih olmadığı vakit, geride ancak vücut kalır. Vücut
ise görülen üe görülmeyen arasında müşterek bir sıfattır. Öyle ise Allah'ın
"vücud" sıfatı kendisinin görülmesinin caiz olması için illet ve
sebeptir. Dlet hâsıl olduğu vakitte şüphesiz olarak hüküm de hâsıl olur ve
böylece Allah'ın görülmesinin sahih ve doğru olduğunu söylemek vacip olur.[171]
Eş'ari'nin bu delilini
Mâturîdî olan bilginlerin çoğunluğu tarafından destek görmüştür.
Evet Eş'arî'yi bu
delilinde Ebu'1-Muîn en-Neseî «Tebsıret'ül - Edüle» nâm eserinde, Ali bin Muhammed
el-Pezdevî «Keşf 'ul Esrar» adındaki kitabında, Nureddin - Essâbûnî «El-Bidâye
Fi-Usûliddîn» ismindeki eserinde teyid edip desteklemişlerdir. Nitekim vücud
deliline Fahreddin Razî itiraz etmiş ve ru'yet hakkındaki görüşünde
Mâturîdî'-nin fikrini benimsediğini ilân etmiştir.[172]
H) Ve, «O çok
esirgeyici (Allah'ın emri ve hükmü) arşı istilâ etmiştir»[173]
mealindeki âyeti celîle hakkında biz aklın da kabul ettiği şekilde, Allah-u
Teâlâ gerçekten mekansız olarak vardı diyoruz. Mekânların ortadan kalkması ve
Allah-u Teâlâ'nm olduğu ve bulunduğu gibi baki kalması caizdir. Allah ezelde
olduğu gibi var idi. Şimdi de ezelde olduğu gibi vardır. Allah-u Teâlâ zeval
bulmak, değişikliğe uğramak ve yok olmaktan berîdir, münezzehtir, yücedir. Bu
mevzuda Kur'an-ı Kerîm'de varid olan âyetlerin beyan ettiğini ifade ederiz.
Başkasına ihtimali olduğu için âyette varid olanı kesin bir mânâ ile te'vil
etmeyiz. Allah-u Teâlâ ne murad etti ise ona îman ederiz. Böylece, Allah'ı görmek
ve diğer hususlar hakkında Kur'an-ı Kerîm'de sabit olan her şeye îman ederiz.
Bunlara her hangi bir şeyin benzediğini nefyetmek vacib-dir. Allah'ın murad
buyurduğu şeye, onu bir şeyle kıyaslamak suretiyle tahkik etmeksizin îman etmek
de vacibtir.[174]
îmam-ı Mâturîdî burada
bize, selefin müteşabihler hakkındaki tutumunu açıklıyor: Râbiat'ür - Re'ye «O
çok esirgeyici (Allah'ın emri ve hükmü) arşı istilâ etmiştir» mealindeki âyeti
celüeden sorulup, «Allah nasıl istilâ etti?» denildiğinde, sorana şu cevabı
verdi : «İstilâ mechûl değil. Keyfiyet anlaşılmaz, zira mâkul değildir. Bu
mevzuyu beyan eden âyet-i celîle Allah'dan gelmiştir. Peygamber aleyhisselâmm
vazifesi Allah'ın emrini tebliğ etmektir. Bizim görevimiz ise, tebliğ olunanı
tasdik etmektir.»
Mâlik bin Enes'den
rivayet edilmiştir. Kendisine Allah-u Teâlâ arşı nasıl istilâ etti?»
diye.sorulunca, başını eğip yere bakarak şöyle cevap vermiştir : «istilâ mechûl
değil, keyfiyet de ma'kul değildir. Buna inanmak ise vacibtir. Bunu sormak da
bid'attır.» Böylece İmam-ı Mâturîdî Kur'an-ı Kerîm'de varid olan nasları tefsir
ve te'vil etmeksizin selefin benimsediği metodu
benimsemiştir. Bu hususa,
Allah-u Teâlâ'nm murad ettiği gibi olduğuna inanmaktadır.
I) İnsan gerçekten fâil-i muhtardır. Bizden her birimiz
kendisini bilir ki, yaptığı şeyde muhtar, onu yapan ve kesbeden kendisidir.[175] Nitekim
Allah-u Teâlâ insana fiil ve ihtiyar vermiştir. Allah celle celâlühü Kur'an-ı
Kerîm'de şöyle buyurmaktadır : «Siz dilediğinizi yapın...»[176],
«... ve hayrı yapın ki, kurtulabilesiniz.»[177]
«(Bunlar mukarreblerin) işledikleri iyi amel (ve hareket)lere bir mükâfat
olarak (yapılır).»[178]
«İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yapıyor (idiy)se onu(n sevabını) görecek.
Kim de zerre ağırlığınca şer yapıyor (idiy)se onu(n cezasını) görecek.»[179]
İnsanın fiilleri her nekadar insanın kesbiyle ise de, onun yaratıcısı ancak
Allah (c.c.)'tır. Allah bu hususu beyan ederek şöyle buyuruyor : «Halbuki sizi
de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır.»[180]
İnsanın fiillerini Alîah-u -Teâlâ'ya izafe etmek, onları insandan nefyetmeği
gerektirmez. Bilâkis, insanın fiilleri, yok iken var etmek ve bulunduğu hal
üzere yaratmak itibariyle Allah'a aittir. İnsanın ancak kesbi ve fiili vardır.'[181]
Mâturîdî görüşünde fiil, insanla Allah arasında tevzi ediliyor. Allah'a izafe
edildiğinde ona, halk, yani yaratmak deniyor. Kula izafe edildiğinde ise kesb
ismi veriliyor. Bununla îmam-ı Mâturîdî, insandan fiili ve ihtiyarı yok
ediyor. Onu havada asılı olan bir âlet gibi yapan Cebriye ile insanın
fiillerinde Allah'ın hiç bir tedbiri ve yaratması yoktur, diyen Mû'tezile
arasında orta bir metod benimsiyor. İmam-ı Mâturîdî diyor ki : «Allah-u
Teâlâ'nm kendisini vasfettiği sıfatla mev-suf olması, onunla övülmesi için, her
iki görüşü de benimsemek, adalet olur. Nitekim Alîah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur
: «... Her şeyi yaratan O'dur...»[182] «Şüphesiz ki, Allah her şeye kadirdir.»[183]
Allah-u Teâlâ'nm en
üstün bir adalete sahip olduğunun bilinmesi için de bu iki görüşün savunulması
gerekir. Nitekim Allah-u Teâlâ buyurmuştur :
«Yoksa Rabbin, asla kullara zulmedici değildir.»[184] «... Eğer Allah'ın ni'met ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, pek azınız müstesna, muhakkak şeytana uymuş
gitmiştiniz.»[185]
Sonra, kulların
fiillerinin, Allah'a izafe edildiği vakit, Allah yarattı denildiği, kullara
isnad edildiğinde ise, kullar kasd ettiler, kesb ettiler denilmesi gerektiğine
yeteri kadar delil ortaya konuldu ise de, bu hususa delil olarak öne sürülecek
delillerden biri de, kulların fiillerinde iki halin bulunmasıdır. Meselâ :
Birinci halde, kullar yapacakları her hangi bir şeyi ne akılları ile takdir
edebilirler, ne de yapılması için kasd etme, hatırlama gibi bir hale
ulaşabilirler. Yok olanı varlığa çıkarmak gibi. İkincisi ise, yasak kılmanı
yapmak veya yapmamak, emrolunanı yapmak veya yapmamak gibi, kulların
akıllarının idrâk edebildikleri,, yapılması veya yapılmaması hususunun kullar
tarafından kasdedilmesi, edilmemesi hali... Bu örnekle anlaşılıyor ki,
birincide kulların hiç bir rolleri bulunmaz, ikinci halde ise kulların rolleri
bulunur.[186]
İnsanın ihtiyarı olan
fiilleri, âlet ve sebeplerin sağlam olarak bulunması halinde, Allah-u Teâlâ'nm
insanda yarattığı kuvvet ve güçle meydana gelir. Sebep ve âletlerin tam
bulunmasiyle insan fiillerden herhangi birini kasdettiği vakit, Allah-u Teâlâ
kendisinde bu fiili işlemek için kudret yaratır. îşte insanın yapmış olduğu
her hangi bir fiilden dolayı zem olunup azaba müstahak olması, veya övülüp
sevaba, mükâfata lâyık olması bu kasda göre ele alınır. Çünkü insan şer fiili
işlemeyi kasd ettiğinde ve Allah'ın da onun kasdma göre kötü fiilin işlenmesi
için kendisinde kudret yaratmasiyle, hayır fiilîni işlemeğe kasd etmediğinden,
kendisindeki hayır fiilinin işlenmesi için gereken kudreti kendisi zayi ediyor.
Hayır fiilini işlemeği kasdettiğinde hayır fiilini işlemek için kudret
halkeder. Fiil, haddizatında sevap ve azap mahalli değildir. Fiilde sevap ve
azap, ancak ona yönelen kasıd itibariyledir. Uykuda olan veya aklı başında
olrmyan mecnunun fiiline sevap ve azap terettüp etmez. Bu, kasıtsız olarak
icra edilen fiil için sevapla azap bulunmadığına delâlet eder. Çünkü Peygamber
sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur : «Üç (kişi) den kalem kaldırıldı;
(yani üç kişinin fiiline bir şey yazılmaz)... uyanmcaya kadar uyuyanın;
erginlik çağma ulaşıncaya kadar sabinin; iyileşip aklı başına gelinceye kadar
mecnunun (iyi veya kötü fiilleri için bir şey yazılmaz).»
Fiilin haddizatında
sevabla azap kaynağı olmayıp ancak sevap ve azap fiili işlerken ona yönelinen
kasıd itibariyle olduğuna şu husus da delâlet
eder : Fiil, hayır için olduğu gibi şer
için de olur. Meselâ; hicret etmek gibi. Hicret işine haddizatında ne sevap
yonelinir ne de günah. Kendisine, onunla
ancak ne kasd
olunduysa ona göre
hüküm yönelir. Çünkü Peygamber sallallâhu
aleyhi vesellem, buyuruyor ki,
«Ameller ancak niyetlere göredir. Herkes niyetine göre mükâfat görür. Kimin
hicreti Allah ve Resûlu için olursa onun hicreti Allah ve Resulü içindir (Yani sırf Allah ve Peygamberinin emrini
yerine getirmek maksadı ile hicret ettiği için mükâfatlandırılır.) Kimin hicreti de elde edeceği dünya malı
veyahut nikâhhyacağı bir
kadın için olursa onun hicreti de, niyet ettiği şey için olur
(yani karşılığında sevap alamaz...)» Bazen istitaat; yani bir işi yapmaya güç
yetme sözü söylenir, onunla hadis olan kudret değil, organların, âlet ve
sebeplerin salim ve işe yarar bir halde olması kasdedilir.[187]
Meselâ : Eli sağlam olan ve beraberinde
kâğıt kalemi bulunan kimseye «bu adamın yazı yazmaya gücü vardır» denir ve
yine yanında kalem ve kâğıt bulunmayan, yahut kalem ve kâğıt bulunup da eli
çolak veya felçli olan şahsa da «bunun yazı yazmaya gücü yoktur» denir. İşte organların âlet ve sebeplerin selâmeti mânâsı ile Allah-u
Teâlâ'nın «... Azık ve binek bakımından yoluna gücü yeten her kimsenin o beyti
haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır, farzdır...»[188] mealindeki âyeti celîlede bulunan «istitaat»
tefsir olunur. Bu bilinen bir gerçektir ki, Hac yoluna güç yettirme, ancak
azık ve binek ile olur.'[189] Teklif ise, birinci mânâ, yani hadis olan kudrete
göre değil, azalar, âlet ve sebeplerin selâmeti anlamına tefsir edilen
istitaat'a göre olur. Hiç şüphe yoktur ki, bu mânâya gelen istitaat, fiilden
Önce gelir.
îmam-ı Mâturîdî şöyle
diyor : «Bizce asıl olan şudur; Kudret ismi ile isimlendirilen şey iki
kısımdır. Birincisi, sebeplerin salim, âletlerin, sıhhatli olmasıdır ki, bunlar
fiillerden önce gelir. Bunların hakikatleri, her nekadar fiiller, bunlarla
meydana gelirlerse de, fiiller için yapılmamışlardır. Fakat bunlar, Allah'ın
dilediğine ikram ettiği ni'metleridir... İkincisi ise, öyle bir mânâdır ki,
kendisinin fiil için olduğundan başka hiç bir şey ile açıklanması mümkün
değildir. Hiç bir hal ile bulunması caiz değildir. Ancak, fule taallûk edince
kendisi ile fiil vâki olur.[190]
Böylece İmam-i
Mâturîdî teklifin mercii olan kudreti iki kısma ayııyor. Birincisi, mümkün
—kılıcı kudrettir—, ona sebeplerin sıhhatli, illetlerin sağlara olması ismini
veriyor. Bu, kudreti lâzimiyle tefsir et-nelîtedir. Çünkü kudret, sıfatın bir
hakikatidir ki, onunla kul, diledîği-ıe uygun olarak ya fiili işler, veyahut da
terkeder.
İkincisi; Mümkün
kılıcı kudretin üzerine zaid olan kolaylaştırıcı çudrettir ki, onunla kul,
Allah-u Teâlâ'nm ihsan ettiği kolaylıkla tek-if olunan fiili yapmaya kadir
olur. Bununla beraber kolaylığın, sebep-erinin sağlam olması, elbetteki
lâzımdır. Kolaylaştırıcı kudret, Mâturîdî ndinde fiilden Önce değil, fiille
beraberdir. Allah onu, sebeplerin sağ-am, âletlerin salim olması ve kasıttan
sonra fiile mukarin olarak yaratır.[191]
Mu'tezile; bu görüşe muhalefet ediyor. îmam-ı Mâturîdî'ye öre kasıd, sebep ve
âletlerin sağlam olması ile beraber teklifin mercii[192]
Vâki olan fiil ise, o ve kendisine zamanla mukarin olan hadis kudret, kadîm
olan Allah'ın kudretiyle vuku bulur. Eğer âlet ve sebeplerin 3ağlam olmasıyla
beraber kasıt olmasaydı, hadis olan kudretin takdir olunmuş olan şeye
mukareneti vukubulmazdı. Yani ne hadis olan kudret ve ne de ona mukarin olan
fiil bulunurdu. Hadis olan kudretin takdir olunmuş olan şeye mukareneti,
Eş'arî'ye göre kesbden başka bir şey ieğildir. Kulun amelinde kesbden başka bir
şey bulunmaz. Fakat kesb, Mâturîdî'ye göre ihtiyarî'dir. Yahut dilersen
kasıttır da diyebilirsin. tmam-i Eş'arî'nin kabul ettiği kesb, fiilden önce
değil, fiille beraber bulunur. Çünkü o, hadis olan kudretin, takdir olunan
şeye talllukunun ta kendisidir. Mâturîdî'ye göre ise kesbin fiilden önce olması
ve kudreti, hadîs olan kudretle birlikte bulunması caizdir.
I)
Fiillerin, yaratılması sabit olunca, bunların olması ile kazanın ve fiillerin
güzellik ve çirkinlik bakımından bulundukları halde olmaları için de kaderin
varolması sabit olur. Esasen, kazanın hakikati, eşyanın ve fiillerin
yaratılması ve herşeyi yerli yerine konmasından başka bir şey değildir. Bu
hususta Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur : «Böylece gökleri, yedi kat gök olarak
iki günde yarattı.»[193]
Ayet-i celîledeki «kaza» kelimesi «halaka - yarattı» manasınadır. Fiiller de
buna binaen vasıflanır.
Kader, bir şey'in
meydana geleceği şekilde ezelde takdir ve tahdid edilmesidir. Yani, varolan
herşeyin, hayır, şer, güzel, çirkin, yüksek ruhlu ve alçak ruhlu olma
bakımından bulunduğu hal üzere ezelde takdir edilmesidir. Allah-u Teâlâ'nm
«Gerçekten biz, herşeyi bir kaderle yarat-mışızdır.»[194]
mealindeki âyet-i kerimesinin ifade ettiği mânâ bu hususu açıkça beyan
etmektedir. Bunun mânâsı, Aîlah-u Teâlâ taat ve hayrı, takdir edip yarattığı
gibi, isyan ve serleri de takdir edip yarattı, demektir.
îmam-ı Mâturîdî, Ma'siyct
ve şerrin islenmesi fiili ile isyan ve serlerin takdir edilmesi ve yaratılması
arasında fark bulunduğunu söylüyor.[195]
Bunların takdir edilmesi, yaratılması, hepsi Allah-u Taâlâ'dan-dır. Çünkü her
şeyin yaratıcısı O'dur. Ma'siyet ve serlerin fiili ise, Al-lah'dan değil,
bilâkis kulun kasd etmesi, ihtiyarı, güç ve kudretiyle meydana gelmiştir.
İmam-ı Mâturîdî,
masiyetin yaratılmasının Allah'a izafe edilmesinin edeb bakımından doğru
olmadığına önemle işaret ve tenbihde bulunuyor ve diyor ki : «Gerçekte her ne
.kadar Allah-u Teâlâ, her şeyin Rabbi, her şeyin ilâhı, her şeyin halikı ve
her şey O'na ait ise de, bu deyimler, pis, kötü olanlar ve şeytan hakkında
kullanılmaz...'buna göre küfür ve mahiyetlerin Allah'ın kazası, kaderi ve
iradesiyle vuku-bulduğunu söylemek mekruh olur... Bu husus insanlar arasında da
aynıdır. Meselâ : Gerçekten her nekadar her şeyin yaratıcısı Allah ise de,
insanlar tarafından Allah'a niyaz edilerek, «ey habislerin ve pisliklerin
yaratıcısı» gibi sözler kullanılmaz. Bu hususta asıl olan sudur; Allah'a karşı
ta'zim ifade eden, nimetlerine ve emirlerine karşı şükür ifade eden her söz
Allah'a izafe edilir. Bu gibilerin dışında kalanlar ise hakikatte Allah'ın
yarattığı oldukları halde Allah'a izafe edilmez.[196]
İşte bunların hepsi Mâturîdî'ye
göre kaza ve kaderdeki çözülmesi güç problemlerdir. Bu ehl-i sünnetin hepsinin
katında da aynıdır. Bizim görüşümüze göre, bu müşküller çözülmeksizin, olduğu
gibi kalmıştır. Allah, fiilleri yaratır; fiilleri işlemek için kudreti de
yaratır, öyle ise Allah, niçin insanın meylini ve kaselinin yaratıcısı olmasın?
Meyi olsun, kasd olsun, her ikisi de, fiiller nev'inden başka bir §ey değildir.
J) Mü'min,
zina yahut kati gibi büyük günahları işlemekle islâm-dan çıkmaz. İman ile küfür
arasında iki menzil arasında bulunan menzil gibi bir menzil olmadığı gibi iki
isim arasında bulunan isim gibi de bir isim bulunmaz. Zira. Ailah-u Teâlâ,
beşeri, mü'min ve kâfir olmak -üzere ikiye ayırmıştır. Ve şöyle buyurmuştur :
«Sizi yaratan Û'dur; Öyle iken içinizden kimi kâfir oluyor, kimi mü'min...»[197] «Ey
Resulüm, de ki; Kur'an Rabbinizden gelen bir haktır. Artık dileyen îman etsin,
dileyen kâfir olsun.»"[198]
Allah-u Teâlâ, kâfirlere, rahmetinden ümidini kestirmiştir; Allah : «... îşte
onlar Allah'ın rahmetinden ümidini kesmiş olanlardır...»[199] ve
«.... Allah'ın lutfundan ümidinizi kesmeyiniz; çünkü Allah'ın lutfundan ancak
kâfirler topluluğu ümidini keser.»[200]
buyurmaktadır. Ailah-u Teâlâ mü'minlere tövbe etmelerini teşvik ederek, şöyle
buyuruyor : «Ey mü'minler, hepiniz Allah'a tövbe edin ki dünya ve âhiret
saadetine kavuşasınız.»[201]
Allah-u Teâlâ, bu
âyeti celîle ile mü'minlerin günahkâr olduklarım, kendilerinde îmanın bakî
kalması ile birlikte tövbe ile mağfiret edilip günahtan temizleneceklerini
haber veriyor. Esasen küfür, örf ve âdette ancak yalanlama mânâsına geliyor.
Büyük günâh irtikâb eden kimse ise günahı işlerken onun haram olduğunu inkâr
etmeyip tasdik ediyor. Bağışlanmasını Allah'dan ümit ediyor ve Allah'ın
azabından da korkuyor.[202]
îman, dil ile ikrar
olmaksızın kalb ile tasdik etmektir. Çünkü Al-îah-u Teâlâ : «kalbi îmanda karar
kılmış olduğu halde, (küfür kelimesini söylemeye) cebr olunanlar (ve böylece
yalnız dilleri ile söyli-yenîer) müstesna, kim Allah'a küfrederse, onlara
şiddetli bir azap var; lâkin küfre bağrını açanlar üzerine Allah'dan bir gazap
ve kendilerine çok büyük bir azap vardır.»[203] ve
«Bedeviler, îman ettik dediler. De ki; siz îman etmediniz ama, (bari) müslüman
olduk deyin. îman henüz sizin kalbinize girip yerleşmemiştir...» buyurmuştur.[204] Her
nekadar dili ile-ikrar eden kimse, islâm hükümleri ile muameleye tâbi tutulsa
da bu hüküm böyledir. Çünkü
insanın kalbine muttalî olmaya kimsenin gücü yetmez. Bu, ancak ğaibleri çok iyi
bilen Allah'a mahsustur. Bir hadis-i şerifinde Peygamberimiz sallallahü aleyhi
veseHem efendimiz, şöyle buyurmaktadır : «Ben, insanların
"Lâilâheülellah" deyip benim Peygamberliğimi kabul etmelerine dek
onlarla savaşmak için emrolundum. Ke-lime-i şehadeti söyleyip Allah'tan başka
ilâh olmadığına, benim de gerçekten Peygamber olduğuma inandıkları vakit
benden kendilerini ve mallarını korumuş olurlar. Ancak işledikleri suçlara hak
olarak verilen ceza müstesna. Onların içlerindeki durumlarının hesabı Allah'a
aittir.»[205] Resul-i Ekrem (s.a.v.)
savaşlardan birinde Keîime-i Şehadet getirdikten sonra küffardan birini
öldürdüğünde Usâme bin Zeyd'e sitem ederek şöyle buyurmuştur : «O'nu
Lâiîâheillallah. dedikten sonra mı öldürdün?» Usâme, Peygamber aleyhisselâm'a
«O kelime-i şehadeti kendisini ölümden kurtarmak için söylemiştir» deyince
Resûlüllah, şöyle buyurmuştur : «Sen onun kalbini yarmış miydin?» ve devamla
Peygam-ber-i Zîşan «Gerçekten ben insanların kalblerini delmek ve karınlarını
yarmak hususunda bir emir almadım.»[206] buyurdu.
İmanı ifade etmekte
istisna asla caiz değildir. Çünkü istisna, şek ve şüpheli olan yerlerde
kullanılır. Allah-u Teâlâ bu hususta insanların şiddetle kaçınmasını
emretmiştir. «Ve sonra... (îmanlarında) şüpheye düşmemişler ve Allah yolunda
malları ile canları ile savaşmışlardı»[207]
buyuruyor. Allah-u Teâlâ îmanı kesinlikle istediğini şu âyet-i celüeleri ile
beyan buyuruyor : «Peygamber ve mü'minler, Rablerinden kendisine indirilen
Kur'an'a îman ettiler.»[208] «Ey
mü'minler, yahudi ve hristîyan-ların sizi kendi dinlerine da'vetlerine karşı
şöyle deyin : Biz Allah'a ve bize indirilen Kur'an'a, İbrahim ve İsmail ve
îshak ve Yakup ve torunlarına indirilenlere, Musa'ya, İsa'ya verilenlere ve
bütün Peygamberlere Hableri tarafından verilen kitaplara îman ettik.»[209]
K) İmam-ı
Mâturîdî Kitab'üt - Tevhîd adındaki eserinde bir bölüm açarak Seneviler ve
Materyalistlerden dinsizler ve mecûsîlerin görüşlerini zikrederek, bunların
görüş ve düşüncelerini birer birer nakz ve iptal etti. Tıpkı Markiyûnîier,
Disanîler, Manivüer ve Senevilerin sözlerini ve görüşlerini teker teker çürüttüğü gibi.[210]
Kitab'üt - Tevhîd, halen elimizde bulunan en önemli ve en eski eserlerden biri
ve bu mezheplerin sahiplerinin görüşlerine en geniş yer verdiğini gördüğümüz
bir kitaptır. Bu kitap, 379 H. / 987 M. yılında vefat eden İbn-i Nedim'in
fihristinden, 415 H. / 1024 M. senesinde vefat eden kadı Abdü'l - Cebbar'm
«MuğnU adındaki kitabından ve 558 H. / 1153 M. senesinde irtihal eden
Şehristani'nin Eî-Milel'ü ve'n - Nihel adındaki eserinden daha önce yazılmış
"bir eserdir.
îmanı-ı Mâturîdî'nin
adı geçen bâtıl mezheplerin görüşlerini ne derece ve ne miktar naks ve iptal
ettiğini tahdid etmekte güçlük çekiyoruz. Çünkü biz, eserlerinin çoğu ve
özellikle ilk zamanlardaki bilginlerinin te'lifatmdan çoğunun kaybolduğu,
mu'tezile mezhebi, gerçekten bu babda yani adı geçen bâtıl mezheplerle
mücadelede kelâmcılardan ilk gelenlerden idiler. Münazara. ve münakaşalarında
bu mezhep erbabının çoğunluğunun görüş ve fikirlerini çürütüp ortadan yok
etmeye muvaffak oldular.[211]
Biz, İslama aykırı düşen fırkaların durumunu beyan eden ve Mâturîdî'den sonra
gelen bu mezhepler ve fırkalarla münakaşa ve münazarada bulunan Mu'tezilenin
görüşlerini bir araya toplayan Gazi Abdü'l - Cebbâr'm Muğnî ismindeki kitabında
yazılanları gözden geçirdiğimiz zaman Kitab'üt - Tevhîd ile Kitab'ul Muğnî
arasında büyük bir benzerlik bulunduğunu görürüz.
Diğer taraftan
Muğnî'yi yazan Gazı Abdü'l - Cebbâr'm Manİviyye mezhebi hakkında yazı yazarken,
247 H. / 861 M. yılında vefat eden Ebû îsa El - Verrak ve onun semavi
mezhepleri hakkında yazdıkları hususlara sarahaten itimad ettiğini görürüz.
Biz, Abdü'l - Cebbâr'm «Hi-kâyetü'l - Kavlil - Manİviyye» unvanı ile yazmış
olduğu bölümde şunları okuyoruz : «Ebû îsa El - Verrak, onların çoğundan,
ziyânm kuzey yönünden devamlı olarak yükseldiğini ve karanlığın Güney
canibinden devamlı olarak alçaldığını rivayet eder...»[212]
Kitabın diğer bir yerinde de şu hususları okuyoruz : «Ebû İsa El - Verrâk'dan
rivayet edilir ki, ziya ile karanlığın fiilleri ihtiyarîdir.»[213]diyor.
Kitabının başka bir yerinde ise şu satırlar yer alıyor : «Senevi olan Verrak kitabında diyor
ki : Onlar üç fırkadır. Birinci fırka,
arazları nefyediyor, ikincisi ise arazları cisimler için cevher olarak ispat
ediyorlar.[214] Üçüncü fırka ise, arazların
sıfat olduğunu iddia edip onlar, ne cisimdir ve ne de cismin gayrîdir,
görüşünü savunuyorlar.»[215]
îmam-ı Mâturîdî de bu konuları işlerken aynısını yapıyor. Çünkü Profesör Corc
Feyda, Mâturîdî'den bahsederken ve Markiyûniyye, Disaniyye ve Maniviyye mezheplerinden
bahsederken[216] şu hususları açıklamıştır
: «Gerçekten Mâturîdî bu mezheplerden bahsederken Ebû İsa El-Verrâk ile görüş
birliğine varıyor.» Buna göre Profesör Feyda, Varrak ile Mâturîdî'nin bu
mezhepler hakkındaki malûmatlarını bir yerden aldıklarını tercih ediyor. Bu
şöyle dursun, hakikaten Mâturîdî. Kitab'üt - Tevhîd adındaki eserinin bir çok
yerinde açık seçik olarak Verrâk'dan bahsediyor.[217]
Diğer taraftan biz, Gazi Abdü'l -Cebbar ile îmam-ı Mâturîdî'nin ziya ile
karanlığın iki ilâh olduğunu öne süren mezhepleri naklederlerken her ikisinin
arasında bir görüş birliği olduğunu görüyoruz. -
Biz, Gazi Abdü'l -
Cebbar'in Manivilerin görüşlerini nakletmek için özel bir bölüm açtığı «Muğnî»
adındaki kitabında şu satırları görüyoruz : «Onlar, bâtıl iddialarını öne
sürüyorlar ve diyorlar ki; gerçekten ziya ile karanlığın her biri beş cins
olarak ayırd edilirler...» ve rivayet edilir ki, o beş cins kara, beyaz,
kırmızı, sarı ve yeşil'den ibarettir. Bunlardan ziya âleminde bulunan beyaz,
hayırdır; karanlık âleminde bulunan ise serdir. Bunların beş duyusu vardır, bu
beş duyudan ziyada bulunan hayır, karanlıkta bulunan ise serdir...[218]
îmam-ı Mâturîdî bu mezheplerin sözlerini ve görüşlerini nakletmiştir.
Mâturîdî'nin Kitab'üt - Tev-hîd'inin bir bölümünde şunları okuyoruz : «Ziya ile
karanlıkdan her biri beş cinstir. Onlar; kırmızı, beyaz, sarı, siyah ve
yeşilden ibarettir. Bu cinslerden ziya cevherine gelen her şey hayırdır,
karanlık cevherine gelen ise serdir. Ve böylece bunlardan her birinin beş
duyusu vardır.
Bunlar ile ziya
cevherini idrâk eden hayırdır ve karanlık cevherini idrâk eden de serdir...»[219]
Üçüncü nokta olarak
şuna işaret etmek isteriz ki, gerçekten Gazi Abdü'l - Cebbar ile Mâturîdî
arasındaki görüş birliği, Verrak'dan nakledilen hususlar ile adı geçen
mezheplerin görüşlerinin rivayetindeki ittifakla da kalmıyor; bilâkis bu
ittifak daha genişleyerek Senevilerin, sözlerinin red edilmesi ve görüşlerinin
bâtıl ve geçersiz olduğunun açıklanmasında da açıkça görülüyor. Biz, Kitâb'ul
- Muğnî'de şunları okuyoruz : «Bundan sonra deriz ki, onların şu hususları
kabul etmeleri gerekir. Karanlığı diri olarak vasfettikleri zaman aynı
karanlığı kudret, ilim ve idrâk sıfatiyle de vasfetrneleri lâzımdır. Eğer
bunlar böyle yapmazlarsa karanlığı fiille vasfetmeleri doğru olamaz. Yine o
zaman karanlığın ziyâvı, ziyanın durumlarını bilmesi ve onu yakalayıp onunla
savaşmayı istemesi gerekirdi. Bu hususlar onların öne sürdükleri hazeyanlaröan
ibarettir. Onlara şöyle denir; «Eğer ziyâmn karanlığa, diri ve âlim olması
bakımından eşit olması caiz ise, ziyanın karanlığa hayır ve üstünlükte de
müsavi olmasının doğru olması gerekmez mi?» Bu öne sürülen görüşler onların
mezheplerini iptal eder ve onların, karanlığı vasfettikleri her sıfatla ziyayı
da vasfetmek yoluna girmelerini ilzam eder. Ziyâya verdikleri her sıfatla
karanlığın da mevsuf olması gerekir. Çünkü bunlar ziya ile karanlığı; diri
olmaları, âlim olmaları, müdrik ve fail olmaları bakımından birbirlerine
müsavi tuttular, tşte mezheplerini yıkan noktalar bunlardır... Her nekadar ziya
ile karanlığın yaratılışları itibariyle bulundukları hâl üzerinden başka bir
hale geçmeleri mümkün olup onlardan hayrın şer olması ve serlerin de hayır
olması cevazı benimsenir ise de.[220]
Kitab'üt - Tevhîd'de
de şu satırları görüyoruz : «Bundan sonra malûm olsun ki, gerçekten karanlık
cevheri eğer ziyayı gördü ise vo onu hapsetmek için güçsüz bir hale sokup kendi
emri altına almış ise ilim ve görmek ile mevsuf olan karanlıktır. Yoksa
kendisinden korunmak için onu görmiyen ve zulmünden, kahrından kurtulmak için
de onu bil-miyen ziya değil, ilim, kudret, rü'yet, zenginlik, şeref, bunların
hepsi karanlık cevherinde olduğu vakit kahrolma, bilmeme, acz, zillet, yumuşaklık
gibi hususlar da ziyanın cevherinde olur. Bunun hepsinin sahibi
eğer hayır olursa
evvelkinin hepsi de ger olur. Size
hayr'ı şer'i gösteren nedir?»[221]
Bunların hepsi Imam-ı
Mâturîdî ile Gazi Cebbar'm arasındaki Senevilerin görüşlerini rivayette ve
onların sözlerini reddetmekteki ittifak ettikleri hususlara verilen bir kaç
örnekten başka bir şey değildir. Bunlardan başka Tevhîd ile Muğnî kitaplarında
ittifak ettikleri çok noktalar görülmektedir.
Bizim İmam-ı
Mâturîdî'nin, —Gazi Abdü'l - Cebbar'dan önce yaşamasına rağmen— Senevîyelerle
yapmış olduğu münakaşa ve münazaraların kuvvetlilik derecesini tahdid etmemiz
çok güç ve zor ise de, elimizde nas olarak bulunan ve kendisine çok ihtiyaç
duyulan, bu babda yazılan eserlerin en eskisi olan Kitab'üt - Tevhîd, îslâm
âleminde yayılmış bulunan adı geçen bâtıl mezhepler ehlinin görüşleri hakkında
bilgilerimize çok şeyler katmıştır.[222] Bu
husus da bir gerçektir ki, müs-lümanlarm bu bâtıl mezhep sâlikleri ile
yaptıkları münakaşa ve münazaraların bizzat kelâm ilminin gelişmesinde çok
büyük tesiri olmuştur.[223]
Haddizatında tevhîd dini olan islâm dinini, müslümanlarm çok hararetli müdafaa
etmeleri, müslümanlarm fethettikleri ülkelerde karşılaştıkları Seneviye ve
benzeri mezheplerin görüşlerinin yayılmasını fiilen önlemiştir. Yine
müslümanlarm, Seneviye görüşlerine ve âlemin kadîm olduğunu söyleyen Yunan
feylesoflarına karşı âlemin hadis olduğunu ispat etmekte, yaptıkları mücadele
ve müdafaa bu fikirlerin yayılmasını fiilen Önlemiştir.
Bu münakaşa ve
müdafaaların tesirlerinin bulunmasına rağmen Senevilerin bazı görüşleri
müslümanlarm içlerine girmiş ve ilm-i kelâmdaki nazariyelerinde yer almıştır.
Allah'ın cisim olması (hâşâ) fikri, is-lâma ve islâm dininin ruhuna çok uzak ve
aykırı olmasına rağmen bu görüşün islâma girebilmesi için açılan kapılardan en
açığının Seneviye mezhebinin kapısı olduğunu görüyoruz. Biz, Allah'ın cisim
olduğu görüşünün Şiîlerde yerleştiğini görüyoruz. Nitekim Yenbric'in bu
sözleri, bu sözümüze bir delil teşkil etmektedir : «(Şiîler) özellikle islâmda
Se-nevîye mezhebinin görüşünün imtizaç ettiği bir yerdir. Çünkü Şiilerin temel
felsefe ve görüşlerinde Seneviye mezhebinin görüşlerine münasebet teşkil
etmektedir. Bu gizli olmıyan, acık - seçik bilinen bir husustur. Örneği ise,
Şiilerin imamları hakkında sarfettikleri sözler ve Seneviye mezhebinin ilâhlara
cisim isnad etmelerine çok yakın olan Allah'ı cisimle vasfetmeleridir.»[224]
Hatta Kerrâmiyye fırkasının sahibi Muhammed bin Kerrâm gibi, âbid ve zâhid olan
bir zatın tecsim felsefesini benimseyerek Allah'ın zâtını Seneviye mezhebinin
ziya ve karanlığı tasavvur ettiği gibi tasavvur ettiğim görüyoruz. Bu hususta,
Bağdadî şöyle diyor : «Gerçekten Muhammed bin Kerrâm, kendi taraftarlarını,
ilâhı cisim olarak kabul etmelerine çağırdı ve Allah'ın hududu olan, bunun altından
bir nihayeti bulunan cisim olduğunu ve Allah'ın arş'a mülâki olması için bir
cihete sahip bulunduğunu iddia etmiştir. Bu sözü, Seneviye mezhebinin ileri
sürdüğü görüşe çok benzemektedir. Zira, Seneviye mezhebince ziya diye isim
verdikleri mabudları, her nekadar beş cihetten biri ile nihayet sahibi değilse
de, karanlığa mülâki olan cihetten nihayet sahibi olduğunu söylüyorlar."[225]
Biz, Seneviye
mezhebinin bazı görüşlerinin bizzat ehl-i sünnetin içine girmiş olduğunu uzak
görmüyoruz. Çünkü sünnet ehlinin sıfatlar hakkındaki görüşü ile Seneviye
mezhebinin görüşü arasında çok büyük bir benzerlik vardır. Biz, Muğnî adındaki
kitapta şu satırları okuyoruz : «Seneviye mezhebinden olan Verrâk kitabında
diyor ki : Onlar, yani Mânİviyye mezhebini benimsiyenler üç gruptur. Birinci
grup arazları nefyeder. Diğer ikinci grup ise arazları cisimler için cevher
olarak ispat eder. Üçüncü grup da arazların sıfat olduğunu iddia eder ve sıfatların
ne cisim olduğu ve ne de cismin gayri olduğu söylenmez derler. Bu son görüş,
sünnet ehlinin Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin sıfatları hakkında
ehl-i sünnetin görüşünün aynıdır. Zira sünnet ehli, Allah-u Teâlâ'nuı
sıfatları, ne zâtının aynı ve ne de zâtının gayrıdır,» diyorlar. [226]
1-
Eyyüp AH: El-Akîde El-Mâturîdîyye, Kahire
Üniversitesi; Dâr'ül-Ulûm Fakültesinde yaptığı doktora tezi. Sene 1955.
2- EttRmîmî,
Takıyyüddîn bin Abdul - Kadir El-Gazzî, El-Hanefî: Et-Taba-kat'üs Seniyye Fi
Terâcim'i! - Hanefiyye, Elyazı, Dâr'ül-Kutup El-Mısriyye No. 55, Tarih Halim.
3-
Huieyf, Fethullah Abdü'n - Nebî : Fahruddin
Er-Râzî ve Mevkifuhû Mi-nel
Kerrâmiyye, İskenderiye Üniversitesi Edebiyat
Fakültesindeki Mastır Tezi.
Eser, aynı fakültededir.
4 -
Eş-Şerevati, Refîud.dîn :
Tabakât'u Eshab-il - İmam'il -
Â'zam Ebî Hanîfe En-Nu'man, Elyazı, Dâr'ul Kütub'ui
Mısriyye, No. 843 tarih.
5 -
Taşköprüzade : Tabakât'u! -
Henefiyye, Elyazı, Dâr'uf
Kütub'ül - Mısriyye, No. 7367 H.
6 - Abdullah
bin Osman bin Musa:
Hılafiyyât'ül - Hükemâ Meal -
Müteke!-limîn ve Hilâfiyât'ül - Eşâire
meal - Mâturîdîyye, Elyazı, Dâr'ul
Kütub'ül Mısriyye, No. 3441 c.
7 -
El-Kefevî, Mahmut bin
Süleyman : Tabakât'u Ketâibi "a'lâm'il - Ahyâr min Fukehâ-i
Mezhebin - Nu'man
Ei-Muhtâr, Elyazı, Dâru'i - Kütub'ül Mısriyye, No. 84 Tarih M.
8 - El-Mâturîdî,
Ebu Mansur, Muhammed bin Muhammed bin Mahmud :
Te'-vilât'u ehlis-Sünne, Elyazı,
Daru'l - Kütub'ül Mısriyye, No.
873 Tefsir.
9- En
Nesefî, Ebu'l Muîrı, Meymun bin Muhammed El-Mekhüli : Tebsıret'ul Edllle, Elyazı, Dâru'i - Kütub'ül
Mısriyye, No. 42 Tevhîd. [227]
10- İbn'ül
Esir El-Cezerî, Ebu'l - Hasan, Muhammed bin Muhammed bin Abdul Kerim bin Abdul
- Vahid Eşşeybânî: Kitab'ül - Kâmil, T.
Kahire, 1303 H.
11- İbni
Teymiyye, Takıyyuddîn, Ahmed
bin Abdul - Halil : Mecmûatü'r-Resail Ve'l-Mesail, T. Kahire,
1341 H., Kitab'ul - İman, T. Kahire 1325
H.
12-
İbn'ül Cevzî, Cemaleddîn
Ebu'l - Ferec Abdurrahman : Nakdu'l - İlmi ve'l-Ülemâi Ev Teblîsu
İblis, T. Kahire, tarihsiz.
13- İbnu Hazin,
Ebu Muhammed, Ali El-Endülüsî :
Kitab'ür- FasI Fil-Milei Ve'l-Ehva'i ve'n-Nihal, T. Bağdad, tarihsiz.
14- İbnu
Haldun, Abdurrahman bin Muhammed : El-Mukaddime, T. Kahire, tarihsiz.
15 - İbnu
Hillikân, Ebul Abbas, Ahmed; Vefiyyat'ul - A'yân ve Enbâ'i Ebnâi'z-Zaman, T.
Kahire, 1310 Hicrî.
16- İbni
Asâkir, Ebu'l-Kasım, Ali bin El-Hasan bin Hibetullah bin Abdullah bin
El-Hüseyin : Tebyin-u Kizb'il - Müfteri İle'l-İmam
Ebu'l-Hasan El-Eş'arî, T. Dımeşk,
1347 H.
17-
İbnü'1-İmâd, Abdü'l-Hayy: Şüzûrât'uz-Zehep
Fî-Ahbari Men-Zehep, T. Kahire,
1351 H.
18 - İbnu
Katlubağa, Ebül Adi Zeynuddin Kasım:
Tâc'üt-Terâcim Fî Ta-bakât'ii
-Hanefiyye, T. Bağdad 1962 M.
19 - İbni
Kesîr, İmaduddîn, Ebu'l-Feda, İsmail bin Ömer:
El-Bidâye ve'n-Nihaye, T. Kahire 1351
H.
20 - İbnu'l
- Murtazâ, Ahmed bin Yahya, Kitab'ul - Meniyye ve'l-Emel fi şerhi Kitab'il -
Milel ve'n-Nihel, —Torna Arnold'un incelemesi—T. Haydarabad 1316 H.
21- İbnu'n-Nedim,
Muhammed bin İshak : Kitab'ul -
Fihrist, T, Kahire, Tarihsiz.
22 - Ebu
Hanife, El-İmam'ül - A'zam : El-Fikh'ul -Ekber, Er-Risâle,
el-Âlim ve'I-Mütealiim, El-Vasiyye, T, Haydarabad, 1321 H.
23 - Ebu
Reyde, Muhammed, Abdu'l Hâdî: İbrahim
ibn-i Seyyar, En-Nez-zâm ve Ârâuhu'l -Kelâmiyye ve'l-Felsefiyye, T, Kahire 1946
M., Resâil'ül - Kindî
EI-Felsefiyye, T. Kahire, 1950.
24 - Ebu
Zehra, Muhammed; Tarîh'ul - Mezahibil İslâmiyye, T. Kahire, tarihsiz.
25- Ebu Uzbe
; Er-Ravdet'ul - Behiyye Fi Ma Beyne'l
- Eş'ariyye ve'I - Mâ-turîdiyye, T. Haydarabad, 1322 H.
26- Ahmed
Emin : Duhal - İslâm, T. Kahire, 1936
M.
27 -
El-Eş'arî, Ebu'l- Hasan, Ali bin
İsmail: Kitab'ul - İbâne an
Usulîd-Di-yâne, T. Kahire, Tarihsiz. Kitab'ul - Lema'. Fîr-Reddi Ala
Ehü'z-Zeygi ve'I - Bidâ (El-Eb Makartı'mn incelemesi), T. Beyrut 1953,
Mekalat'ul - İslâmiyyİn vehtilaf'ul -Musallin, [Muhammed Muhyiddin Abdu'l -
Hamid'in incelemesi), T. Kahire 1950 M.
28-
El-Bakiliani, El-Kâdî Ebu Bekr Muhammed bin Ettayyib : Kitab'üt-Tev-hîd (EI-Eb Makartı'nın
incelemesi), T. Beyrut 1957, Kitab'ul - İnsaf, H. Kahire 1950.
29 -
El-Bağdad'i İsmail Paşa:
Hediyyet'ül - Arifin, Esma'ül
-Mûellifiyn, ve Asaru'l -Musannifin, T. İstanbul, 1955.
30 -
El-Bağdadi, Ebu Mansur, Abdul Kahir bin Tahir:
El-Fark'u Beyne! - Fi-rak, T. Kahire 1367 H., Usul'id-Dîn, T.
İstanbul 1346 H.
31 - Bedevî, Abdurrahman:
Mİn Tarih'il - İlhad Fi'l-îslâm, T. Kahire 1945.
32-
El-Pezdevî, Ali bin Muhammed: Keşfûl -
Esrar, T. Türkiye 1308-1310 H. 1890 / 1892 M.
33 -
El-Beyazi, Kemâleddin Ahmed: İşarat'ü!
- Meram min İbarat'il - İmam «Yusuf
Abdutrezzak'ın incelemesi», T. Kahire 1944 M.
34 - El-Cüveynî,
İmam'ül Harameyn, Abdu'l-Melik
bin Abdullah: El-İrşâd eseri, Losyanî
inceleyip tercüme etmiştir, T. Paris 1938.
35 -
Hacı Halife, Mustafa
Abdullah: Keşf'uz - Zunûn an
Esami'l - KDîubi ve'l-Funun, T. İstanbul
1941.
36 -
El-Hayyat, Ebu'l - Hüseyin Abdurrahim bin Muhammed: Kitab'ul-İntişar, —Leybric'in incelemesi—,
T. Kahire 1925 M.
37 -
Er-Razî, Fahruddin Muhammed bin Ömer:
El-Erbain Fî Usulîddin, Haydarabad, 1353 H. Mefatihu! Ğayb
(Et-Tefsir'ul Kebîr), T, Kahire 1307 H.
ve Mu-hassalu Efkâr'i I Mütekaddimin ve'I - Müteahhirin Minel - Ulema'i ve'l -
Hükemâ'i ve Mütekellimîyn, T. Kahire 1323 H.
38 -
Ez-Zübeydî, Muhammed bin Muhammed El-Hüseynî :
İthaf'us -Sadet'il-Müttekiyn Bi-Şerhi Esrar'I İhya-i Ulûmiddin, T.
Kahire, tarihsiz.
39-
Es-Sem'ani, Ebu - Said Abdulkerim
bin Muhammed: Kitab'ul - Ensâb —Eseri, Mercilyus
neşretmiştir—, T. Londra, 1912.
40 -
Es-Subki Tacüddin Ebu-Nasr, Abdul - Vehhab bin Takıyyuddtn : Taba-kat'us-Şafiyye El-Kübra, T. Kahire,
1324 H.
41-
Es-Suyutî, Abdurrahman bin Muhammed Celâleddin : Tabakat'ul -Mu-fessirin, —Eseri A.
Meursinge incelemiştir—, T. Laydın
1839 M. Aynı eserden fotokopi, Tahran 1960 M.
42- Eş-Şehristanî,
Abdulkerim: El-Milel Ve'n-Nihal. T.
Bağdad, tarihsiz, Nihayet'ul-İkdam Fî
İlmi'l - Kelâm, —Ferid Ceyyum
incelemiştir—, T. Londra, 1934 M.
43 - Şehzade
Abdurrahim bin Ali: Kitab'u - Nazm'il-
Feraid ve Cem'll-Fe-vaid fî Beyan'il - Mesai! Elleti Vekaa Fiha El-Ihtilâfu
Beynel - Mâturîdîyye ve'l-Eş'ariyye, T. Kahire, 1317 H.
44 -
Es-Sabunî, Nureddin, Ahmed bin Mahmud :
Kitab'ul - Bidaye Mİnel Kl-faye fi'l-Hidaye, fî Usuliddin, —Dr,
Fethullah Huleyf'in incelemesi— Darul Maarif, Mısır 1969.
45-
Es-Safedi, Selâhaddin, Halil bin Eybek
: EUVafi bil
Vefiyyat, —Kitabı Rıytır incelemiştir—, T. İstanbul ve 1931-1959.
46 -
Taşköprüzâde : Miftah'üs-Saâde ve
Misbah'us-Siyâde. Haydarabad
1329 H.
47-
Etta'havi, El-İmam Ahmed
bin Ca'fer: Beyanü's - Sünne ve'I-Eema', T. Halep 1344 H.
48- Aiiyyül
- Karî: Şerhü'l - Fikh'ul - Ekber, T..
Kahire, 1323 H.
49 -
Ei-Gazalî Ebu Hamid Muhammed bin
Muhammed : İhya'u - Ulûmiddin,
T. Kahire, tarihsiz, El-İktisad-Fil - İtikad, T. Kahire, tarihsiz.
50- Kasım
Mahmud : Menahic'ul - Edille
Fî-Akaid'il - Mille Libni Rüşd maa
Mukaddime fî nakdi Medaris-i İlmi'l - Kelâm, T. Kahire 1964; İbni
Rüşd ve Felse-fetuhu'd-Dİniyye, T. Kahire, 1964.
51 -E!-Kadi
Abdu'l - Cebbar: Kitab'ul - Muğni, Bu
kitap Taha Hüseyin
ve İbrahim Med'kûr'un israfı
altında El-Müessese, El-Mısriy'ye, El-Amme
lit-Te'lîf ve'l-Enbâi Venneşr, tarafından bastırılmıştır.
52 - El-Kureyşî, Muhammed
bin Ebi'l-Vefa: El-Cevahir'İl - Mudiyye Fi-Ta-bakat'il - Hanefiyye, birinci baskı,
Haydarabad, tarihsiz.
53 -
El-Karamanî: Ahbar'ud-Düvel ve Asar'ul - Ûvel, T.
Kahire 1303 H. Âla-Hamişi Kitab'il- Kâmil, İbni'l - Esir..
. ,
54 - El-Kemâl
bin El-Hümam : El-Musayere
Fi-İlmii-Kelâm, —Bu kitabı Muhammed, Muhyiddin, Abdulhamid neşretmiştir—, T.
Kahire, tarihsiz.
55 -
El-Lüknûvi Muhammed Abduîhay :
EI-Fevaid'il - Behiyye
Fi-Teracim'il -Hanefiyye, Kahire
1324 H.
56 -
Muhammed Abduh : Risaiet'ut-Tevhîd, T.
Kahire 1960 M.
57-
El-Mukaddesî, Şemseddin Ebu
Abdullah, Muhammed bin
Ahmed bin Ebu Bekr :
Ahsen'ut -Tekâsim fi Ma'rifet'il -Ekâlim —Bu eseri,
H.J. De Goeje incelemiştir—, Londra, 1906.
58-
En-Nesefi, Ömer: El-Akaid,
En-Nesefiyye ve Şerhuha
li't-Teftazani ve'l - Hayali, T. Kahire 1367 H. ve yine Haşiyet'ül
-Mevlâ Muslihuddin El-Kesteli Aiâ Şerhi!-Akaid'in Nesefîyye li't-Teftazani, T.
Kahire, 1326 H. [228]
59 - ALLARD, Michel, Le probleme des attributs divins dans
la Doctrine d'al-Ash'ari et de ses premiers grands disciples,
İmprimerie Catholique, Bey-routh 1965.
60 -
BROCKELMANN, C, Geschichte der Arabischen
Lİtteratur, Leîden 1937-49.
61-
BRUNSCHVIC, Robert «Devoir et Pouvoir, Histoire d'un probleme de the ologie musulmane», Studia
İslamica, XX,
1964, p. 25.
62 -
GUILLAUME A., İslam, Pelican
Books A 311.
63 -
KHOLİF, F.A.N., A Studi
on Fakhr al-Din
al-Razi and his
Controver-sies in Transoiana, Dar
al-Machreq 'Editeurs, Beyrouth 1966.
64 - MACDONALT, D.B.,
Development of Müslim Theology, Jurisprudence and Constitual Theori,
London 1903.
65- PATTON,
W.M., Ahmad İbn Hanbai and the Mihna, Leyden
1897.
56 -
SCHACHT, Jozeph, «New
Source for the
History of Muhammadan Theology» Studia İslamica,,
I, 1953.
57 -
SHARIF, M.M., A
Histori of Müslim
Philosophy, see Ayub
Ali's artıce on «Maturidism», vol. 1, pp. 259-274, Otto Harrassovics, VViesbaden
1963.
68 -
TRITTON, A.S., «An
Early Work from
the School of
al-Maturidi» Journal of the Royal Asiatic Societi of Great Britain and
Ireland 1966 parts, 3, 4.
69 - VAJDA
G., «Le temoignage d'al - Maturidi sur la doctrine des Manic-heens, des
Dayşanites et des Marcionites»,
Arabica, Revue d'Etudes
Arabes, tome XIII, pp. 1-38, Annee 1966, E.J. Brill, Editeur Leiden.
70 -
VON MANFRED, «Maturidi
und sein Kitab Ta'vvilat al-Qur'an» Der İslam, Vol. 41, 1965.
71- WATT,
W.M., Free Wiil and Predestination in Early İslam, London; 1948, Islamic
Philosophy and Theology Edinburg 1962.
72-
VVENSINCK, A.J., Concordance et Indices de la Tradition Musulmane Leiden 1936. [229]
Metin'in
incelenmesinde, kendisinin bir benzeri bulunmayan ve Kambridge Üniversitesi'nin
Kütüphanesinde Add. 3651 numara ile bulunan elyazı eserme dayandım. Metin,
orta hacimli olmak üzere 206 varakadan ibarettir. Her sahifesinde 21 satır
vardır. Bazı sahifelerinin kenarında kitabı istinsah eden tarafmdan yapılan
notlar vardır ki, bu notların bazıları konuyu tasvip ediyor, bazıları ise şerh
ve talik ediyor.
Bu nüsha, eski bir
nüsha değildir. Kitabın birinci sahifesinin sağ tarafında, bu kitabın
başlangıcında da kaydettiğimiz şu satırları okuyoruz : «Bütün Hamd'u-Sena
Allah'a mahsustur; Hanefi mezhebinden olan Şam'lı, âciz ve kendisine muhtaç
olan Kulu Emin'e çalışması sebebiyle Mevlâsı'nm ihsan buyurduğu bütün
ni'metlerine de ve bu1 (yazı..-) 1150 senesi'nin Şaban ayının ortasında [230]
Bununla beraber biz bu
metnin Mâturîdî'ye ait olmasının sıhhati ve doğruluğu hakkında bir atı bile
şüpheye düşmedik. Biz, bu metni el yazı fotokopisinden dar'ul - Kütub'ü
Mısriyye'de 873 tefsir numara ile bulunan Mâturîdî'nin «Tevilât-u Ehli's -
Sünne» adındaki kitabının bir nüshası ile karşılaştırdık. Ve her iki metnin
ibarelerinden bir çoğunun arasında mutabakat bulduk. Bunlar, çok tekrarlanan ve
birbirinin aynı olan ibarelerdir. Meselâ; «Allah muvaffak kılsın» ibaresi
takriben her iki metnin fıkralarının sonunda zikrediliyor. Nitekim «Celle Şânuhu»
ibaresi her iki metinde Allah-u Teâlâ'ya Sena etmek için kullanılıyor. Bunlar
şöyle dursun, her iki metinde öyle ibareler var ki, bunlar, Tev-hîd'de çok
geçen üslûplar da birbirlerine benzerlik bulunduğuna delâlet ediyor. Nitekim
«Et-Te'vilât» adındaki eserde «bu mânâya göre» ve «onun gibisine korkmak ve
feryad etmek lâyıktır» ve daha bunlar gibi bir çok ibareler geçmektedir.
Bunların hepsi «Et-Tevhîd ve Et-Te'vilât» ismindeki eserlerin gerçekten bir
müellife ait olduğuna delâlet etmektedir.
Burada bir nüshaya
dayanılarak inceleme yapmanın güçlüğüne işaret etmeğe lüzum görmüyorum. Zira
inceleme işine girişen herkes bu hususu gerçekten çok iyi bilir. Metinin açık
bir nesih hattı ile yazılmış olmasına rağmen yazılışta çok hatalar vardır.
Harekeli olmadığından okunması çok güçtür. O kadar ki, kitabı neshedenin
hataları metinde zikredilen Kur'an âyetlerine bile sirayet etmiş. Ben,
gerçekten gücümün yettiği kadar metindeki hataları düzeltmeye ve
anlıyabîldiğim kadar boş yerleri doldurmaya ve harekelemeye çalıştım. Bazan da
metindeki kelimeleri, okunmadığı için, Musannifin murad ettiği gibi bulunsun
diye olduğu gibi bıraktım.
Bazan da mânâ ve
ibarelerin doğru ve iyi anlaşılmasını arzuladığım için iki parantez arasında
ibareler ilâve etmekle iktifa ettim. Tıpkı kitabın bölümlerine isim olmak için
seçtiğim kelimeleri de iki parantez arasında zikrettiğim gibi.
Bazı kelimeleri
okuyamadığım veyahut tasvip etmekten âciz kaldığım zaman yerini boş bıraktım,
incelemelerde bulunan zevatın bu noksanımı kapatmalarındaki yardımları beni
çok memnun eder. Zira gerçekten ben, kendimi Aristo ile beraber görüyorum ki
«Kâmil bir hakikate ulaşmak güçtür ve hakikate ancak çalışma, çaba harcamadaki
yardımlaşma ile ulaşılır...» Feylesoflardan her birinin meydana getirdiği şey
zikrolunmaz. Fakat feylesofların çalışmalarının tümü güzel neticeler meydana
getirir.
Biz, îslâm Felsefesi
ile uğraşan ve özellikle «Kelâm» ilmi ile meşgul olan feylesofların tümünün
kıymetli fikirlerini şimdiden memnuniyetle karşılıyoruz. Ta ki ikinci defa tab
edilmesine muvaffak olunursa Kitab'üt - Tevhîd en güzel ve en mükemmel bir
şekilde tab' edilsin. [231]
Rahnıân ve Rahim olan
Allah adıyla
Hamd-ü sena,
kendisinden başkasına yapılan her türlü hamd-ü senanın gerçekten kendisine
râci' olduğu, kullarına bol bol ina'm ve ihsanda bulunan Allah'a mahsustur.
Kendisi ile peygamberlik son bulan Mu-hammed Aleyhisselâm'a ve Peygamberlerden
kardeşlerine ve bütün Allah velîlerine Selâtü Selâm etmesini Cenab-ı Hak'dan
niyaz ederiz. Bütün hatalardan Allah'a sığınırız; bizi korumasını dileriz. Söz
ve âmel bakımından, bize ikram buyuracağı hususlar hakkında kendisine yalvarırız. [232]
Allâme Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Biz, insanları dinî konulardaki inançlarında muhtelif
mezheplere bölünmüş ve bu bölünmelerine rağmen bir kelime üzerinde ittifak
etmiş olduklarını görüyoruz. Birinin benimsediği görüş, hak ve gerçek ise,
diğerininki gerçek dışı ve bâtıl olur. Bununla beraber hepsinin taklid edilen
selefleri bulunduğu hususunda ittifak halinde oldukları görülmektedir. Öyle
ise taklidin, sahibini kotüleyeceği şeylerden olmadığı sabit olmuştur. Çünkü;
kendisi gibi mukallid olan, kendi görüşünün zıddındaki iddiasında isabetli
olabilir. Ki, bunlara bakıldığında sayılarının çoğalmasından başka bir şey olmadığı
görülür. Ancak ne var ki, son sözü söyleme hakkına sahip olan birisinin öne
sürdüğü hükmün hak olduğunu bildirecek ve hakka isabet ettiğini vicdanlı
kimseye kabullendirecek aklî bir delil bulunan müstesna. Kim ki incelenmesi
gereken hususu dinî esaslara dayanarak incelerse hakka isabet etmiş olur.
Bunlardan her birinin Peygamber Aley-hisselâm'm inandığı hususun hak ve gerçek
olduğunu bilmesi gerekmektedir.
Hakka isabet eden kişi
inancını ispat etmek için kendisini tasdik eden delilleri ve kendisine şehadet
eden hakkın beraberinde olması, muhaliflerini köşeye sıkıştırıp âciz
bırakmıştır.[233] Zira bunlardan her birinin
delillerinin bir noktada sonuçlanması mümkün değildir..[234]
Öyle ise delillerle zafere ulaştığında kendisine teslim olmak gerekir. Bahis konusu
ettiğim kişi için gerçekten deliller açık - seçik ortaya konmuştur.[235]
Benzeri delillerin ortaya konması, dinî inançlar ve esaslara zıd bulunduğu
için caiz değildir. Çünkü deliller birbirine uymamaktadır...[236]
Delileri galebe çalan
kimse, başkasındaki şüphelerin sebeplerinin süslenip yaldızlamış olduğunu
meydana çıkarır. «Vela Kuvvete Îİla Bil-lahil Azim.» [237]
Evet, dinin bilinmesi
için, biri işitme, diğeri akıl olmak üzere iki temel esas vardır. Zira bu insan
için kendilerini korkutup[238]
istikamete sokmasını ve bir araya toplanmasını öğretip benimsetecek bir dinin
bulunması muhakkak lâzımdır. İşitme, beşerin bir mezhep benimsemesi ve ona
dayanıp başkasını çağırması için kendisini kullanmasından hâli kalmadığı bir
husustur. Hatta eşyanın varlığını ve, hakikatinin incelenmesini kabul edenler
şöyle dursun, şek ve şüpheye kapılan ve kendilerini cahiller derecesine indiren
kimseler de bu hususda onlara iştirak etmektedir. Bu esas üzere yeryüzü
hükümdarlarının her birinin işlerini yürütmeye matuf gidişatı ve milletinin
sevgi ve muhabbetle kaynaşmaları için çaba harcamalarındaki siyasî tutumları
bu esasa göre tesbit edilmiştir.
Allah-u Teâlâ'dan
kendilerine peygamberlik verildiğini ve bir din getirdiklerini iddia. eden
zatların ve çeşitli sanatları idare etmeye kalkan kimselerin durumları da
böyledir. Yardım ve kurtuluş Allah'dandır.
Akıl ise bu âlemin,
özellikle fâni olması için var olması, hikmet ile olmadığını ifade eder. Her
akıl sahibinin, fiilinin hikmet yolundan dışarı çıkması çirkindir. Öyle ise
akim da kendisinin bir parçası olan âlemin hikmetsiz olarak yaratılması
veyahut da abes olarak yaratılmasına ihtimal verilmez.[239] Bu
hususun sabit olması, âlemin fâni olması için değil, baki olması için
yaratıldığına delâlet eder.
Sonra âlem, aslî
maddesi bakımından birbirine zıd olan şekiller ve muhtelif tabiatlar üzere
yaratılmıştır. Özellikle dünyadaki âlemi âhiret-teki âlem ile bir araya toplayan[240] ve
dünyadaki kötü ve çirkin âlemin âhirette bir olması gerekmediğinden tefrik
edilmesi lâzım olan iki şeyin arasını ayıran[241] akıl bakımından maksud olanın kendisidir.
îgte bu feylesofların
küçük âlem ismini verdikleri şeydir. Bu ise çeşitli tabiat ve muhtelif heva ve
istekler üzerinde bulunur.[242]
Kendilerine ekseriyetle şehevî istekler yerleştirilmiştir. Eğer yaratıldıkları
gibi bırakılmış olsalar, sultanlık, hükümdarlık, şeref ve izzet gibi çeşitli
menfaatleri elde etmek için çarpışırlardı. Bunu da karşılıklı kin ve sonra da
mukatele takip ederdi. Bu hallerde ise fesada uğrama ve fanileşme gibi haller
vardır."[243] Bu fanileşme Öyle bir
şeydir ki eğer....[244]âlemin
var olması işi kendisine bırakılmış olsaydı var olmasındaki hikmet yok olurdu.
Beşer ve bütün hayvanlar, yaratıldıkları şekilleri ile[245]
devamlı yaşıyabilmeleri, ancak aldıkları besin maddeleri ve bedenlerindeki
ken-lerini uzun bir zaman yaşatabilecek kuvvetleri ile mümkün olabilir. Eğer
cnlarm yaratılması ile fâni olmalarından başka bir şey murad olunmamış olsaydı,
idame-i hayat etmeleri için bir şey'in yaratılması ihtimal dahilinde olmazdı.
Bu böyle sabit olunca, bunların arasını uzlaştıracak, kalplerini ısındırıp
birbirine bağlıyacak ve kavga ve gürültüden kendilerinin fesada uğrayıp helak
olmalarını engelleyen ve birbirine uyum sağlamıyan hususlardan meneden bir
temel esasın bulunması mutlak lâzımdır. Öyle ise onları kendi takatlannın
yettiği kadar anlıyabilmeleri ve kendilerini bir noktada toplayacak bir temel
esası talep etmeleri gerekir. Bunda da en doğru olan,[246]
yani onları bir noktaya toplıyacak olan temel esas dindir. Bu dinle, âlim ve
hâkim olan Allah'ı biliriz. Zira görülen ve müşahade edilen herkesin muhtaç
olması ile biliniyor ki, on-larm hallerini ve baki kalmalarını meydana
getirecek şeyi bilen ve meydana getiren bir kuvvet vardır. Ve o, kendilerini
muhtaç olma. halleri üzere yaratmıştır. Onların, kendilerinin yaşamaları ve
bekaları için bilmeye muhtaç oldukları hususlarla beraber cehl, heva ve
isteklerinin galebe çalmaları gibi bulundukları hâl üzere terketmez. Onları
yaşamaları ve hayatlarının idame edilmesi için kendilerine yol gösterecek ve
bu hususları öğretecek birisini gönderir. Bu gönderilen kişiye, delil vermesi
mutlak lâzımdır ki, ona verilen özellikle kendilerine önder olarak
gönderildiği ve bulundukları hallerde yani helak olma, yok olma gibi hususları
bilmekte kendisine muhtaç olduklarını bilsinler.[247]
Öyle ise[248] bizim açıkladığımız
husus yani son olarak söz sahibi olanın doğru olduğu ve âlemin[249]
birbirine zıd ve muhalif olarak yaratılmasındaki kendi sözünün doğru olduğuna
delâlet eden husus, Peygamberliği ispat etmek için yeterince bir delil teşkil
etmektedir. O peygamber ki, gerçekten Allah-u Teâlâ onu insanlar için
başvuracak itimatlı yer kılmıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Sonra, maslahatların, hak olanın, güzel olanların, zıddı olanlardan
ayırd edip bildiren sebepler hakkında insanlar ihtilâf etmişlerdir. Bunlardan
bir kısmı şöyle diyor : însanlardan her
birinin kalbine bir şeyin güzel olduğu yerleşirse ona yapışması ve onu
benimsemesi gerekir. Bazı insanlar da derler ki : Beşer, sebebi tam manâsıyla
anlayıp Öğrenmekten âcizdir. Fakat beşer, kendisine ilham olunan şeye yapışır,
onu benimser. Çünkü o ilham, âlemin tedviri, kendisine ait olan Allah'dan olur.
Allâme Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Bu ikisi marifete sebep olmaktan çok uzaktırlar. Çünkü
dinlerde birbirlerine uyumsuzluk ve tenakuzun şekilleri açık - seçik olarak
zikredilmiştir. Sonra insanlardan her biri kendi görüşlerinde ve inançlarında
hakka isabet ettiklerini iddia ederler. Şu husus gerçekten mümkün değildir ki,
hakkın sebebi olan bu işi yapsın. Çünkü böyle hareket etmek, bâtıl olanı, hak
ve doğru imiş gibi tasavvur etmek olur. Yalanı açığa çıkan kimsenin doğru bir
kimse olması da mümkün değildir. Bu açığa vurulanların hepsi bir mezhebe
inanan kimse doğruluğuna inandığı şeyin, zıddı olana kasıd olarak kabullendiğine
ve iptal ettiğini kendisine ilham olunduğu düşüncesine[250]
sahip olduğu hususlarını beyan etmektedir. Bunlardan birinin diğerine söylemiş
olduğu sözden başka bir delili yoktur. Bu da kendilerinde fani olma durumu
bulunan uyuşmazlık ve ihtilâfı ortadan kaldırmayan bir nevi'dir. Buna göre akıl
sahiplerini âciz bırakacak hususun bilinmesinin ilân edilmesi caiz olmaz.
Hükümde, rızaya cebredilme esası bulunmaz. Çünkü o, ihtilaflı[251]
olarak çıkmıştır. Eserleri [252]bilenin
durum da böyledir. Bunların hakkı bilmenin sebebi olmaları caiz değildir. Güç
ve kuvvet ancak Allah'tandır. [253]
Allâme Ebu Mansur
(r.h.) şöyle diyor : İnsanı, eşyanın hakikatlerini bilmeye ulaştıran yollar,
görmek, haberler ve «lyan»[254]
yani görmenin dışındaki duyu organlarından ibarettir. lyan, duyu organlarının
kendisinde vuku bulan şeydir. îyan, kendisinde ilim bulunan bir temel esastır
ki cehilden ibaret olan zıddı yoktur. Kim ki cehlden, ilmin zıddı var-du- derse
o kimse ilmi inkâr edenin[255] tâ
kendisidir. Bunu işiten herkes, ona kibirli, kendini beğenen kimse der. Bu öyle
bir sıfattır ki, hayvanların tabiatı bile bu tür sıfatın kendi rütbeleri
olmasından çekinirler. Çünkü hayvanlardan her biri acı duyacağı, lezzet alacağı
ve hayatının devamına veyahud fesa'd bulmasına sebep olan herşeyi bilir.
Halbuki bu kimse hayvanların bildikleri bu hususu dahi inkâr ediyor. Bu görüşü
ortaya koyan, atan kimse ile münazara yapılmaması için akl-ı selim sahibi
insanlar tarafından görüş birliğine varılmıştır.[256]
Zira bu kimse ne inkâr ettiğini ve ne de inkâr etmediğini bizzat kendisi ispat
edemiyor. Münazara ve münakaşa ise bir şeyin mahiyeti"[257]
veyahut mahiyetinin dışındaki varlığı[258]
hakkında olur. îlim de inkâr etmek ve etmemek için bulunur. Her ikisinin
birlikte kabul edilmesi mümkün değildir. Çünkü bunun bir manii vardır. O da
her ikisinin yani inkâr ile inkâr etmemenin bir arada bulunması için mâni
vardır. Fakat kendisi ile oturup konuşulabilir ve ona şöyle denir : «Sen
gerçekten inkâr ettiğini biliyorsun.» Eğer «inkâr ettiğimi bilmiyorum,» derse
inkârını red etmiş olur. Eğer, «Evet inkâr ettiğimi biliyorum» derse o zaman
inkâr ettiğini ispat etmiş olur. Böylece inkâr ettiği şeyle, kendi inkârım
ispat etmiş olur. Böylesi kimsenin muhalefeti ve gerçek clışı olan görüşünü
terketmesi için, âzalarının kesilmesi ile kendisine şiddetli bir acı çektirilir.
Zira biz, onun gerçekten mevcudatı bildiğini biliyoruz. Zira, mevcudat,
bizzârure bilinir, Lâkin o, bu sözü ile, hasmının görüşünü çürütmek için
yanlış olduğunu bildiği halde kasden muhalefet ediyor. BÖyle-sinin hakkı az
Önce söylediğim gibi kendisine acı ve ızdırap verici me-todları tatbik ederek
kendi hareketine benzer bir hareketle mukabelede bulunmaktır. Böylece
kendisinde bulunan cahilMk perdesi yırtılıp atılmış olur. Güç ve kuvvet ancak
Allah'tandır.
Büyük bilgin Ebu
Mansur (r.h.) diyor ki : «Haberler iki nevidir : Haberlerin tümünü inkâr eden
kimse birinci guruba yani zaruri olarak bilinenleri inkâr edenler gurubuna
katılır. Çünkü o, inkârını dahi inkâr etmiştir. Zira onun inkârı bile haberdir.
Böylece bir şeyi inkâr ettiği vakit
inkârım inkâr etmiş oluyor. Kendisinde bulunan bu hali ile beraber soyunu,
ismini, mahiyetini kendi cevherinin ismini ve her şeyin ismini bilmemiş
oluyor. Bu suretle kendisinin hissedileni bilmemesi, gereken haber verildiği
vakitte de müşahade ettiği şeyin mahiyeti hakkındaki haberi anlamaktan âciz
kalıyor. Müşahade ettiğini bümekten âciz olan kimse nasıl olur da müşahede etmediği[259]
şeyi bilebilir. Veyahut ne zaman yaşamının ve gıdasının bulunduğu şeyi bilir.
Bunların hepsi kendisine haber ile ulaşır. Bununla beraber kendisinde Allah-u
Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin ihsan ettiği büyük nimetlerine, kendisinin
nıet-hedildiği temel esas yani âyetlere ve nutuk[260] ve
.[261]
işitmekle temyiz etmek gibi sıfatlarla hayvanlardan üstün kılınmasını sağhyan
esaslara karsı nankörlük etmektedir. Bu ise hak ve gerçek olanlara muhalefet
etmek suretiyle kibirlenmenin son noktasıdır.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Bu iki nevi haberle akim ihata edemeyeceği, kötülüklerin ve
iyiliklerin idrâk edilmesine ulanılmaz. Bunlara ancak, konuşmak ve kulak
kesilmekle ulaşılır. Bunlarla münazara etmek aptallık ise de bu konuda münazara
etmek gerekirse kendisine haberi inkâr ettiği vakitte deriz ki : «Sen ne
diyorsun?» Eğer inkârına avdet ederse bil ki o, senin haberini kabul etmiştir.
Çünkü o, sözüne döndü. Bunu da senin haberi, tekrarlaman temin etmiştir. Eğer
inkârına dönmezse, kendisinden gelecek kötülüklerden korunmuş olduğun için
Allah'a hamd edersin ve onun da içine düştüğü durumdan dolayı haline gülersin.
Bunun aynısı duyu organlarını inkâr eden için de tatbik edilir. Ona dersin ki :
«Bu hususta ne dersin?» Eğer inkârına dönerse senin verdiğin haberi bildiği ve
fakat muhalefetine devam ettiği sence zahir olur. Eğer inkârına avdet etmezse
kendisinden gelecek kötülükten korunmuş olursun ve Allah-u Teâlâ'nm sana ihsan
ettiği ilhamından dolayı kendiisne şükredersin. Veyahut bu inkarcıyı döver
kendisine acı çektirirsin. Zira o, ıstırap çekmeğe tahammül edemez. Veya sana
Öfkesi ile mukabelede bulunur. Çünkü bu hususu, ancak senin fiilinin aynını
kullanması ile elde etmiş olur. Bu ise haberle bilinir.[262] O da bunu İnkâr etmiştir. «Velâ kuvvete illâ
billah»
Akıl yoluyla zarurî
olarak haberlerin kabul edilmesi gerekince Peygamberlerin getirdikleri haberlerin
de, kabul edilmesi gerekir. Çünkü peygamberlerin haberlerinde, kendilerini
tasdik eden apaçık deliller bulunduğu için onların haberlerinden daha doğru
haberin bulunması mümkün değildir. Zira kalbin mutmain olması için haber ve
delillerden, duyu organlarından,[263]
beyan ettiklerimizi inkâr eden münkir olur ve zaruri olarak aklen, hakikate
muhalefet etmiş olur. Peygamberlerin (a.s.) haberlerinden daha açık ve seçik
olarak doğru olan haber yoktur. Doğruluğu kabul edilen Peygamberlerin
haberlerinden daha doğru olan' haber bulunmaz. Bunu kim inkâr ederse o,
kendisine, kibirli ve muhalefeti seven kişi demeğe lâyıktır. Sonra
peygamberlerden bize kadar gelen haberler, kendilerinden yalan ve yanlışlık
sadır olma ihtimali bulunan kimselerde nihayet bulmuştur. Zira peygamberlerin
dışında kalan kimselerin yalan söylemekten korunduklarına ve doğru
söylediklerine dair yanlarında delilleri yoktur. Böylesi kişinin söylediğine
bakmak ve onu çok iyi incelemek gerekir. Eğer onun kendisinde asla yalan
bulunmayan kimseden olursa ve o da kendisinde haberin son bulmuş olan kimse
ise, bunun günahlardan korunmuş olduğuna dair açıkça delil bulunanlardan
olduğuna dair şehadet edilmesine lâyık olduğuna kanaat getirmek lâzımdır. Yani
kendilerinden yalan, günah, yanlışlık sadır olması ihtimali bulunmayan
-kimselerden gelip bizde son bulan habere, nıütevatır haber vasfı verilir.
Gerçekten bu topluluktan her birinin yalan söylemediğine, yanlış harekette
bulunmadığına dair bir delil bulunmasa da bu topluluğun hepsinin naklettiği
habere mütevatir haber denilir. Çünkü bunlardan gelen haber bu hadde ulaştığı
vakit doğru olduğu açıkça anlaşılır. Bu topluluğa bakıldığında ilk bakışta
hepsinin hata yapması ve yanlış ifadede bulunması ihtimali bulunsa da, bu gibi
topluluğun yalandan korunduğu sabit olmuş olur. Her nekadar hepsinin, münferid
olarak hata etmesi ve kendisinden yanlışlık sadır olması muhtemel ise de,
ictihad işine koyulanın sözü de böyledir. Zira onlar hükmünü izhar etmek için,
kendilerini hakka isabet etmeğe muvaffak kılana olan görüş ve düşüncelerinde
ittifak etmiş bir halde değillerdir.
Çünkü heva ve
heveslerin muhtelif olması, maksatların ayrı ayrı bulunmasından sonra
görüşlerin tümü, hak olana isabet etmiş olmaz. Görüş sahibinin hakka
ulaşabilmesi ancak mahlûkattan dilediğini koruyan ve hükmünü izhar etmeye mâlik
olan Cenab-ı Allah'ın lûtfu ve keremi ile mümkün olur. Güç ve kuvvet ancak
Allah'tandır.
Mütevatirden başka bir
haber vardır ki,[264]
ilmi icap etmekte ve haberin âlemlere rahmet olan Peygamberden hak olarak sadır
olan haber olduğuna şehadet etmekte raütevatir olan haber derecesine ulaşmaz.
Bununla amel etmek, içtihadı33 terketmek ve ravilerin hallerine bakmak vacip
oiur. Böyle olan haber incelenir. Çünkü O'nun hak ve gerçek olması açıkça
bilindiği gibi, onu zaptedenin işitme sisteminde bir yanlışlığın bulunması da
caizdir. Bundan sonra hangi cihet galip gelirse,[265]
yani her nekadar yanlış olma ihtimali bulunursa da eğer haberle amel etme
ciheti galip gelirse onunla amel edilir. Terketmek ciheti galip gelirse de
terketme hususu ile amel olunur. Zira çok kerre his ilminde, (müsbet ilimde)
—ki ilim yollarının en yükseğidir— duyu organlarının zayıf olması,
hissedilenin uzak olması veya yakın olmasına rağmen amel edilir. Bununla
beraber bu haberle amel etmek de etmemek de caizdir. Bu haberde ihataya rucu'
edilmez. Amel etmek veya etmemekten hangisine meyledilirse bunda haberin doğru
olmasından kaçınılmış olur. Bunun içindir ki, haberde her iki yönü[266] ile
yani ravilerin hallerine bakma ve âyete uygun olup olmaması bakımından haberi
incelemek gerekir denmesi lâzımdır. Güç ve kuvvet ancak Allah'dandır.
Sonra bakmakla ilim
elde etmeyi söylemenin gerekmesi için temel esas olarak ele alınan metodlar
vardır. Onları ilk olarak şu noktalarda belirtebiliriz. Haberle elde edilen
ilim için mutlaka bakmaya başvurmak mecburiyeti vardır. Bu da, duyu
organlarından uzak olan veya duyulması pek mümkün olmayan şeyde bulunur.
Haberden de yanlış olma veya olmama ihtimali bulunan haber çeşidine de bakmak,
haberi incelemek gerekir. Sonra peygamberlerin ileri sürdükleri delilleri ve
sihirbazlarm süsleyip öne attıkları maharetlerini ve bunlardan başka aralarının
temyiz edilmesi gereken şeylere bakmak ve incelemek lâzımdır. Delillerin
bilinmesi için onları düşünmek beşer gücünün yapacağı bir şeydir. Bunlara da
bakmak gerekir, ki düşünülebilsin. Beşer gücünün ışığı ile hakkın zahir olması
ve beşerin karanlıkta bulunması sebebiyle saplandığı bâtılın ortaya çıkarılması
için delillerin âtideki hallerini bilebilmek, anlıyabilmek için beşer, bakma
vasıtasını kullanmak zorundadır. Bunu Allah-u Teâlâ, kendi tarafından
gönderildiğini ispat etmek için, —mucizelerle dâvâlarmı ispat edenle—
göstermiştir. îns ve cinnin aynını getirmekten âciz olduğu Kur'an-ı Kerîm'de bu
cümledendir. Bununla beraber Allah-u Teâlâ, bakmağı kullarına emrediyor, şöyle
buyuruyor : «İleride biz o, Mekke halkına hem yeryüzü etrafında, hem bizzat
nefislerinde âyetlerimizi (kudretimizin alâmetlerini) öyle göstereceğiz ki,
nihayet peygamberin söylediği şeyin hak olduğu kendilerine zahir olacaktır.
Rabb'inin her şeye şahit olması yetmez mi? Dikkat et! O kâfirler, Rablerine
kavuşmaktan bir şüphe içindedirler. Dikkat et! Allah hergeyi (îlmi ve kuvveti
ile) kuşatandır.»[267] «O
kâfirler (ibret gözü ile) hâlâ bakmazlar mı deveye nasıl yaratılmış?»[268]
«Muhakkak göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün arka - arkaya
gelmesinde, insanlara yarar şeyleri denizde götürüp giden, gemide, yeryüzü kuruduktan
sonra, Allah gökten yağmur indirerek arz-ı diriltmesinde...»[269]
«Nefislerinizde de (hücrelerden vücud yapınıza kadar) bir çok alâmetler var
(ki hep Allah'ın kudretine, ilmine, azamet ve irâdesine delâlet ederler) hâlâ
görmiyecek misiniz?»[270]
Allah-u Teâlâ, bu âyetlerden başka âyetlerle de delillere bakılıp düşünülmesi
ve ibret alınmasını önermiştir. Bununla kendilerini muhakkak hakka, gerçeğe
muvaffak kılacağını ve onlara doğru yolu açıkça beyan buyuracağını
bildirmiştir. Güç ve kuvvet ancak Allah'ın ihsanı iledir.
Bakmayı inkâr eden
kimsenin inkârını ispat edebilmesi için yine bakmaktan başka delili yoktur. Bu
da bakmanın inkâr ettiği şey için lâzım olduğuna delâlet eder. Bununla beraber
mahlûkattaki yaratılış hikmetini bilmek elbette lâzımdır. Çünkü hikmetsiz
yaratılmanın caiz olması abes ve çirkindir. Ve yine yaratılan da kendisini
yaratana delil olduğunu veyahut kendisini yaratanın zatı ile var olduğunu,
yahut Allah'ın kıdem sıfatı ile muttasıf olduğunu, kendisinin de hadis olduğunu
bilmesi muhakkak gerekmektedir. Bunların hepsini bilmek ancak bakmak^ ile
olur. Beşere, mahlûkati idare etme selâhiyeti özellikle verilmiştir. Bunun için
de imtihan olunacak belâ ve musibetlerle karşılaşmak, akılların kendilerine en
yararlı gördüğünü talep etmek, bu hususta en güzellerini seçmek ve zararlı
olanlardan da korunmak gibi hususlar, özellikle insanoğluna verilmiştir.
Bunları bilmenin yolu da ancak eşyaya bakmakla akılları kullanmaktan geçer.
Gerçekten şüphelerden kaçınmak ve musibetlerle karşılaşmada[271]
bunları düşünüp anlamak için hepsinin başvuracağı yer bakmaktır. Öyle ise bu
husus delâlet ediyor ki, eşyanın hakikatleri ancak bakmak ile anlaşılır,
onların bilinmesine de bakma ile varılır.[272]
Bununla beraber özellikle, görmenin renkleri seçeme-diği, kulağın sesleri
alamadığı zaman başvurulacak yer, bakmadır. Ve yine duyu organları île idrak
edilen şey böyledir. Bakmak da bunun gibidir. Güç ve kuvvet ancak
Allah'ın.ihsanı iledir.
Gerçekten eşyanın
güzel olması veya kötü olması, fiillerden çirkin olan ve güzel olanı hakkında
ancak duyu organlarının üzerine vukubul-ması ve bunlar hakkında haberlerin
varid olmasından sonra ilim elde edilir.
Bunların her yönü
aklen incelenmek istendiğinde ve anlaşılması için bir yol arandığında bunlara
bakıp düşünmekten başka bir yol yoktur. Buna göre zararlı ve menfaatli şeyleri
kesbetme isi düşünülür. Gerçekten insan, tabiatı[273] ve
aklı ile yaratılmıştır. Aklın güzel gördüğü şey, tabiatın istediğinin gayri
olur. Aklın çirkin gördüğü şey de tabiatın istemediğinden gayri olur. Yahut
bazan her ikisi arasında muhalefet olur, bazan da muvafakat bulunur. Öyle ise
her işe, bizim zikrettiğimiz şeyin hangi fert ve neviden olduğunun gerçek
olarak bilinmesi için düşünmek ve bakmak elbetteki gerekmektedir. Kuvvet ve
kudret ancak ve ancak Allah'ın lûtfu ve ihsanı iledir. [274]
Allame Ebu Mansıır
(r.h.) şöyle diyor: Mevcudatın hadis.olduğuna delil, eşyaları bilmeye götüren
yollar diye zikrettiğimiz, bakmak, haber ve bakmanın dışındaki duyu
organlarının şehadet etmesidir. Habere gelince : Allah'tan sabit olanıdır. Bu
öyle bir delildir ki, beşer aynı delili, birisi için[275]
getirmekten âciz olur. Hakikaten Allah-u Teâlâ, kendisinin her şeyin
yaratıcısı,[276] göklerin ve yerin
Hâlık'ı,[277] göklerde ve yer-de-[278]
bulunanların hepsinin mâliki ve sahibi olduğunu haber vermiştir. Biz, haber ile
amel etmenin lâzım olduğunu açıklamıştık. Dirilerden hiç bir kimse yoktur ki
kendisinin kıdem sıfatına sahip olduğunu iddia etsin veyahut kendisinin kadim
olduğuna delâlet eden bir mânâya işaret etmiş bulunsun. Bilâkis bu gibi
hususlara tevessül ederse muhakkak ve zaruri olarak yalan söylediğini bilir.
Küçük gördükleri şey ile kendisinde hazır bulunan herkes böyledir. Kendisine
yine başlangıcı hatırlatılır. Bunun içindir ki dirilerin hadis olduklarını
söylemek lâzım gelir. Sonra da ölülerin, dirilerin idaresi altında
bulunmalarını itiraf etmek gerekir. Onlar ise hadis olmaya daha lâyıktır.
Tevfîk Allah'tandır.
His ile olan ilim ise;
o şöyle izah edilir : Mevcudattan her bir varlık .zarurî olarak ihata içinde
olduğu için hissedilir. Her varlık, muhtaç olarak yaratılmıştır.[279]
Kıdem ise müstağni olmanın şartıdır. Çünkü o, kadîm olması ile[280]
başkasından müstağnidir. Zaruret, ihtiyaç ise kıdemi başkasına muhtaç kılar.
Bununla da kendisinin hadis olduğu lâzım olur.
Ve yine bilinmeyen her şeyin hâl ve durumu, o şey diri olduğu zaman ve ilim ve
kuvvet gibi kemâl sıfatlarla mevsuf olmasına rağmen bulunduğu fesad halini
ıslâh etmekten âciz olduğunu izhar eder. Ölü ise diri olanın, onun üzerindeki
hükmü caridir. Böylece her ikisinden birinin diğeri ile bulunması sabit olur.
Başkası için var olmayı meneder.
Yine gerçekten, her
hissedilen kendilerinde hakları olarak bulunan uzaklaşma ve tenafür gibi zıd ve
muhtelif tabiatlarla içtima etmekten hâli kalmaz. Böylece bunların başkaları
ile içtima ettiği sabit olur. Bu da onun hadis olmasını gerektirir. Tevfîk
Allah'tandır.
Ve yine âlem cüzlerden
meydana gelmiştir. Ve cüzlerinin çoğunun yok iken var olduğu bilinir. Aynı
zamanda çoğalması, gelişip büyümesi de bilinir, Cüzlerdeki bu hallerin
kendilerinden meydana gelen külde de bulunması lâzımdır. Zira, sonsuz olan
cüz'lerin, sonsuz olmayan cüz'lerle birlikte birarada bulunması mümkün
değildir.
Ve yine gerçekten
hissedilen varlıklardan her biri ya temizdir, ya pistir, küçüktür, büyüktür,
güzeldir, çirkindir, ziyadır veya karanlıktır. Bunların hepsi değişme ve zeval
bulmanın alâmet ve işaretleridir. Değişme ve zevalde ise fâni olma, yok olup
helak olma vardır. Zira biliniyor ki, gerçekten bir arada toplanma, o şeyi
taklid eder ve kuvvetlendirip büyütür. Bunun delili de yayılmadır. Bu parçalandığı
vakitte kuvvetlenme, büyüme bulunmaz. Öyle ise bu hususun gerçekten fâni olmanın
alâmet ve işareti olduğu sabit olur. Fâni olma ihtimali bulunan şeyin kendi
zatı ile var olması caiz değildir. Ve yine ihtida ihtimalinin olması lâzım
gelir. «O gözlerden kaybolur, manen fâni olmaz. Çünkü âlem delillerle değil,
görmekle bilinir. Bununla da kadîm olduğu iddia edilir» diyen kimsenin sözü
doğru değildir. Bu husus izale edilmiştir. Çünkü biz bunun zayıf olduğunu beyan
etmiştik. Onun hayatının fâni olması île zâtının fâni olması arasında hiç bir
fark yoktur. Kuvvet ve kudret ancak Allah'ın lütfü, keremi iledir.
Mevcudatın hadis
olmasının isbatı için bir yol da İstidlal ilmidir. Şöyle ki : Cisim, hareket
veya sakin olmaktan halî kalmaz. Her ikisinin bir arada bulunması mümkün
değildir. Çünkü böyle olsaydı bütün vakitlerinden hareketin yarısı ve sükûn'un
yarısı zail olurdu. Her yarım sonuç bulur. Sükûn ile hareket kadîm olmakta
içtima etmediklerine göre her ikisinden birisinin hadis olması lâzım olurdu.
Ezelde birisinin ihdas edici olmasının bâtıl olması, diğerinin de bâtıl
olmasının lüzumunu icabettirir. Bu hususta da hadis olmak vardır ki cisim ondan
hâli kalmaz.
Yine her cisim,
devamlı sakin olmak veya hareketli olmak veyahut hem hareketli, hem sakin
olmaktan hâli kalmaz. Her iki hâl üzere bulunmak mecburiyetindedir. Ve böylece
o hâli ile başkasının menfaati için musahhar kılınmıştır. Hayat ile
vasfolunmayan âlemin cevherlerinin vasfı böyle olunca onun, yani âlemin
cevherlerinin hadis olması sabit olur. Zira o bizzat bulunduğu hâl üzere
bulunmayıp fakat başkasının ihtiyaçlarım gidermede kullanılan ve bunun için
musahhar kılman bir varlıktır.
Bu husus, cevherlerin
aslında ve onların bulundukları hâl üzere yaratılmasında sabit olduğu vakit bu
durumlardan faydalanıp söyliyebili-
riz ki, mahlûkat,
menfaat ve ihtiyaçlardan dolayı yaratılmıştır. Bunun içindir ki onlar,
hadis olmaya lâyıktır. Tevfîk
Allah'tandır.
Başka bir delil :
Âlem, noksan olma, fazla olma, çirkin ve güzel olma, temiz ve pis olma, hareketli
ve sakin olma, ayrılma ve içtima etme gibi bulunduğu haller üzerine kadîm
olmaktan hali kalmaz. Bu sıfatların hadis olmaları akıl ve hisle ispat
edilmiştir. Çünkü iki zıd olanın bir arada içtima etmesi caiz değildir. Öyle
ise birbiri ardınca gelmeleri sabit olmuştur ki bunda da hadis olma vardır.
Hadis olanların hepsi yok iken sonradan var olma hükmünün altında bulunurlar.
Bu sıfatlardan hâli kalmıyan, bu sıfatlara sebkat etmeyen, yahut yaratılmaları
bu sıfatlarla değil de başka bir asıldan olan veyahut kendisine sonradan arız
olduğu için intikal eden varlıklar da böyledir. Bu söylenenler tahakkuk
ettiğinde âlemin hadis olduğu sabit olur. Ve mevcudatın hadis olduğunu inkâr
eden kimsenin sözü doğru olmaz.
Eğer varliklardaki
sıfatlar bu zikredilen hükümlerin gayri olarak tezahür ederse o zaman bakılır.
Eğer, evvelki tahakkuk etmiş ise kendisini meydana getiren odur ki bu kuvvete
biz barî yani yaratıcı olan Allah'tır diyoruz. Bizden başkaları da buna
«heyûlâ» diyorlar. Eğer kendisine intikal suretiyle meydana gelmişse ilki
gider, bu ise ilkinin gayri olur. Bu gayri olan da evvel olmayan ile hadis
olmuş yani meydana gelmiş olur. Evvelki de ikinciye intikal ettiğinde yok olan
ile hadis olmuş olur. Oysaki bir şeyin bir şeyden olmaksızın meydana gelmesi
mümkün olmaz. İçinde gizli olarak bulunup sonradan zahir olması gibi, yahut
içinde yaratılır da sonra doğar ve çıkar. Veyahut evvelki telef olup yok olur,
ikincisi bulunur. Birincisi çocuk gibi, ikincisine örnek de kaba konulan
herhangi bir şey gibidir. Kaba konulan şeyin kabın içinde bulunanın çok
fazlası olması mümkün değildir. Bunun içindir ki insanın meniden, ağacın tohum
tanesinden olduğunu söylemek caiz değildir. Zâtının hadis olduğunu icabettiren
hususun bulunması ile beraber bilkuvve meydana çıkar, zahir olur, diyen
kimsenin sözü de böyledir. Yani bâtıldır, caiz değildir. Çünkü kuvvet,
kendisinden başkası için illettir. Zira o, bilkuvve değil, bilfiil bulunmuştur.
Yahut meni, insan ve bunların benzerleri gibi evvelki telef olup yok olmuştur.
Böylece evvelki helak olmuştur, hatta onun eseri bile kalmamıştır. İkinci de
evvelkinden kendisinde bir eser baki kalmaksızın meydana gelmiştir. Bu durumda
evvelki de, ikincisi de hadis olmuş olur.
Eğer biri çıkar da
«Sizce mevcudatın, âhirette baki olmiyan bir şeyle baki olması caiz olduğu
zaman, kendisine bir şey tekaddüm etmeksizin kadîm olması niçin caiz olmaz?»
derse, ona birkaç vecihle cevap verilir.
Birincisi : Aralarında
tenakuz bulunduğu için ki bu da şöyle ifade edilir; Hadis olmanın, mânâsı, yok iken
sonradan var olmak demektir. —Kim ki kendisine yokluk sebkat etmezse onda-
kıdem sıfatı hakîkî[281]
olarak bulunur. Yani, kendisinin kıdem sıfatı ile muttasıf olması vaciptir—.
Sonradan var olana kıdem sıfatı isnad etmek caiz olmaz. Çünkü bu kıdem sıfatı,
hadis olan ile zıd düşmektedir.[282]
Bekanın mânâsı ise, kendisi ile başkası bulunsun veyahut bulunmasın zaman
akımında devamlı olarak var olmaktan ibarettir. Bunun içindir ki kıdem ile beka
birbirlerine benzemez.
İkinci olarak denir ki
: Beka hususunda zikrettiğimiz söz, naklî delilden ibarettir. Bunu kabul
etmekte ya bana teslim olursun, beyan ettiğimiz ve bildiğimiz delillerden
dolayı mevcudatın hadis olduğu vacip olur; veyahut da delilleri kabullenmede
bana teslim olmazsın. Bu surette de kendisini red eden naklî delillerle ortaya
atmış olduğu delil, iptal edilmiş olur. Yardım ancak Allah'tandır.
Yine mevcudatın hadis
olduğuna dair şu delil öne sürülebilir : Hakikaten şey, ancak kendisine
tekaddüm eden başkası ile var olur. Bu da bütün başkaların bulunması şartıdır.
Böyle olunca bütün mevcudatın hadis olmayıp kadîm olması bâtıl olur. Beka'nm
durumu böyle değildir. —Görülmüyor
mu ki—[283] birisi
başkasına : «Sen başkasını
yeyinceye kadar bir şey yeme dediği vakitte kendisinde bu şart bulunan
her başka böyledir.»'[284] O
kimse devamlı olarak yeyici olmaz[285]
(Yani sen bagka bir şey yeyinceye kadar bir şey yeme, dendiğinde, her yiyecek
olduğu şeyin başkasını yemesi gerekir ki, elindekini yiyebilsin).
Eğer başkasına «Her ne
zaman bir lokma yersen başka lokma da ye» derse o, devamlı olarak yemekte
kalır. Evvelki de bunun aynıdır. Buna göre hesaptaki katlama işi düşünülür.
Hesapta kendisine başlanılacak bir başlangıç bulunmadığında hesaptan bir şeyin
bulunması el-betteki mümkün değildir. Başlangıç hâsıl olduğu vakitte kendisine
ilâve edilmek ve fazlalaşmak ve devamlı olarak ilâve ediKnce hesabın da
devamlı olarak ziyadeleşmesi görülür. Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır.
Her sayıda, hesabın
başlangıçları zikredilir. Çünkü onunla bu duruma ulaşmıştır. Nihayeti
zikredilmez. Bunun için başlangıçla sonuç ihtilâf etmişlerdir.
Yine eğer biz cismin
olmadığım vehmedersek ve bir arazdan önce araz'm bulunduğunu, caizdir dersek;
ondan bir şeyin var olması caiz değildir. Çünkü ona ne bir başlangıç ve ne de
bir evveliyat verilmiştir. Onun nihayetsiz olarak ebedî var olması caiz olur.
Bunun gibisinin aynı da arazlardan hâli kalmayandır. Tevfîk Allah'tandır.
Ve yine kendisine
işaret ettiğimiz her hareket veya içtima aynı neviden geçmiş olan şeyin bir
sonucudur. Oysa ki başlangıcı bulunmayan mazinin sonucunun bulunması mümkün
değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Cisim, bir beka ile
beraber, beka sıfatiyle muttasıf olur. Her neka-dar o beka, baki kalmasa da.
Fakat, cisim, yokluktan hâli kalmayan bir hadesie vasfolunmaz. Bir tek cisim
böyle olunca, cisimden çoğalanlar da böyledir. Gerçekten cisimde bekanın var
olması, cismin baki kalmasına sebep olur ve çişimin bekası kendisinde beka
devamlı olarak birbiri ardınca bulundukça devam eder. Bunun cisimde varlığın
gelmesi ile cismin kadîm olmasına sebep olması caiz değildir. Öyle ise beka,
cismin bir dengi, bir benzeridir. Bunun içindir ki ona tekaddüm etmemiştir.
Tevfîk Allah'tandır.
Bu görüşü öne süren
kimseye şöyle bir itiraz vuku bulur : Hiç bir şey renksiz olarak bulunmaz. Sonra,
renk olması da vacip olmaz. Böyle, demenin
hiç hir anlamı yoktur. Gerçekten hades, yok olan bir şeyin sonradan var
olmasının bir vasfıdır. Kendisinden ayrılmayan başkası bulunduğu vakitte —ki
kendisinde bu vasıf vardır— ona bu hükmü vermek lâzımdır. Renk, kendisi ile
renklenen de bulunan bir mânâ için kullanılan şey değildir. Bunun içindir ki,
her ikisi de birbirinden ayrı ve birbirine muhalif olmuşlardır. Fakat bütün
cisimler böyle değü; çünkü bütün cisimler kendilerine sebkat etmeyen, fakat
bir bir, tek tek sebkat eden renklerden hâli kalmaz. Var etmedeki iş de
böyledir.
Kim dese ki : «Bir şey
olmaksızın, bir şeyin yapılması, yaratılması bilinmez. O şey, mutlaka hissen
mevcut olduğu takdir olunmuştur. Marifetlerin bizzat kendileri hissin dışında kalırlar.
Caizdir, caiz değildir, demek de böyledir. Helak değil, ayrılıktan iddia olunan
şeyi biz hisle bilemeyiz. Evet böyle diyor. Bunun aynısını bizim mevzubahs
ettiğimiz hususta görürüz. Bununla beraber konuda akıl vardır; işitme, görme,
ruh ve daha başkaları vardır ki neden yaratıldıkları bilinmez, îşte bunların
hepsi onun Öne sürdüğü sözü men' edip ortadan kaldırır. Ve yine biri çıkıp
bize kendisinin kadîm olduğunu veyahut da âlemin cevherinden ezelî bir varlık
olduğunu, onu bilip anlamak için delil talep etmekten başka bir vecih yoktur.
Sonra biz kâtipsiz
yazının bulunduğunu ve ayıran bulunmadan ayrılığın bulunduğunu bimeyiz.
İçtima, sükûn ve hareket de böyledir, öyle ise bu sözün âlemin tümünde
söylenmesi elbetteki lâzımdır. Zira âlem birbiri ile kaynaşmıştır ve aynı zamanda
birbirinden ayrıdır da.[286]
Bilâkis âlemin birbiri ile uyum sağlaması daha büyük hayret verici bir şeydir.
Âlemin ancak başkası ile içtima etmesi, ayrılması ve uyum sağlaması daha
doğru, daha gerçektir. Sonra birbirine kaynaşmadan, yazıdan her görünen şey
kendisini meydana getirenden daha hadis olması gerekir. Bütün âlem de bunun
gibidir. Çünkü âlem zikrettiğimiz anlamda mütalâa edilmektedir. Tevfîk
Allah'tandır.
Eğer bu gibi mevzuları
araştırıp incelenmek teklif olunmuş olsaydı, bu iş beşer takatinin dışına
çıkardı. Çünkü âlemin parçalarından işitilen veya hissedilen hiç bir şey
yoktur ki onun hadis olduğuna dair deliller açık - seçik obuasın : Kendisinin
başlangıcını bilmemesi, kendisinde fesada uğnyanı ıslâh etmesini bilmemesi,
aynısını icad etmeye kadir olmaması, kendi zatındaki korunması gereken hususun
korunmasında veyahut
cevherini başka bir kalıba çevirmesinden âciz kalması gibi deliller. Bununla
beraber kendisinde bulunan habislik, çirkinlik, zillet ve meskenet gibi haller
ki, eğer kendisinde bu halleri başkası icad ve tedvir etmemiş olsaydı bu
gibisi hallerin kendisinde bulunması ihtimal dahilinde olmazdı. Tevfîk
Allah'tandır.
Sonra hareket, sükûn,
içtima ve birbirinden ayrılma gibi hallerin cisimden başka bir şey olmadığı
bilinen bir şeydir. Zira şey müteferrik bir cisim iken bir arada toplanabilir,
hareketli iken hareketsiz olabilir. Eğer böyle olması cismin bizzat kendisinden
olmuş olsaydı cismin kendi hali ile baki kalmasında, hallerin birbirine zıd bir
durum alması ihtimali bulunmazdı. Buna göre fâni olma, baki olma hükümleri
çıkarılabilir. Zira bir şey vakitlerde fâni olmama ve baki kalmama gibi haller
üzerine bulunabilir, öyle ise onun gayri olması gerekir. Yine böylece, kim ki
bir şeyin bekâsını veyahut fâni olmasını ımırad ederse başkasının kasdettiği
beka ve fenanın gayrisini kasdetmiş olur ve böylece her ikisinin birbirine
giren ayrı ayrı varlıklar olduğu tesbit edilmiş olur.
Mu'tezilelerin çoğu
bunu, yani, cismin hareket ve sükûn gibi sıfatlarının kendinin gayri olduğunu
kabul ediyorlar. Ancak bu görüşlerini, sözlerini iptal eden hususun bulunması
ile beraber fena ve beka hakkında benimsemekten kaçınıyorlar. Çünkü bunun
imkân ve ihtimali hakkında bizatihi çelişki halinde idi. Bunun bulunması ve
cisimlerin kendi nefisleri ile bizzat baki kalmaları caiz olsaydı cisimlerin
başkası tarafından değil, kendi kendine var olması caiz olurdu. Oysaki bu görüşü
benimsemek Mu'tezilelere daha lâyık idi. Çünkü Mu'tezileler âlemin tümüne
Allah'ın sıfatlarının bazısının katıldığını öne sürüp âlem onunla var idi
diyorlar. Çünkü Mu'tezileler Allah'ın irade ve fiil sıfatlarının âlemden
olduğunu söylüyorlar. Mu'tezileler indinde Allah-u Teâlâ'nm zatı, âlem yok iken
mevcut idi. Sonra âlemin olmasından başka bir şey meydana gelmemiştir. Öyle
ise âlem, kendi zatı ile var idi ve kendi zatı ile de baki kalır. Mu'tezilenin
bu görüşlerinde tevhîd itikadının fesada uğradığı görülmektedir. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Sonra âlemdeki
değişme, ispat edilmiş bir hâdisedir. Kelâm ehli te-gayyürün isminin mahiyeti
hakkında ihtilâf etmişlerdir : Kelâmcıiar-dan bazıları buna araz ismini
vermiştir. Bir kısım kelâmcılar da tegay-yür haline sıfat ismini vermişlerdir.
Bu gibi mes'elede hak olan isim hakkında carî olan ıstılahı kabullenmektir.
Çünkü isim vermekle, tarif etmek ve murad edileni bildirmek kasdolunur. Bunda
hangi şey kullanılır. [287]
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Âlemin muhdisinin bir olduğuna, birden fazla olmadığına delil :
İşitme, akıl ve âlemin yaradılışının şeha-det etmesidir.
îşitme, sözdeki
ittifakı sağlar. Oysaki insanlar «bir» sayısı hakkında ihtilâf etmişlerdir.
Çünkü «bir» sayısının birden fazlaya delâlet ettiğini Öne süren kimse, bir
sayısını kabul etmesine rağmen gerçekten bir sayısı, sayıların başlangıcına
isim olduğu gibi büyüklük, saltanat, yükseklik ve üstünlük gibi deyimlere de
isim olarak kullanılır. Tıpkı : «Filân, zamanının tekidir; fazilet ve
üstünlükte emsali bulunmayan biridir.» dendiği gibi. Bu anlamın ötesine geçen,
sayının gayrinde söylenmesi imkân ve ihtimal dahilinde olmaz. Sayıların adet
bakımından sonu yoktur.
Sayılan şeyin
incelenmesinde, sonunda adet çıkar. Bunun için âlemin sonsuz olması vacip[289]
olur. Çünkü onlardan her biri bir şey olsaydı muhdis olanların son
bulmalarından dolayı âlemin tümü de sonsuzluk halinden çıkardı. Bu da uzak bir
ihtimaldir.
Sonra kendisine işaret
edilen hiç bir şey yoktur ki üzerine ziyâde kılınması veya kendisinde noksanlık
görülmesi öne- sürülüp iddia edilmesi mümkün olmasın. Sayı bakımından bu
gibisinin hakikati olmadığı için kendisine, başkasının katılmadığı hususunda
bir şey söylemek vacip olmaz. Bunun içindir ki «bir» adedi, hakkında ortaya
konan bu söz gerçeğe uygun değildir. Tevfîk Allah'tandır.
Sonra tevhîd ehlinin
bilip inandığı llâhdan gayrı ilâhlık dâvası ve kendisinden, rububiyyetine
delâlet eden fiilin eserine işaret olarak bir şey zikredilrnemiştir. Hiç bir
şeyde bunu yüklenmesi için kendisine imkân Bağlıyacak bir mânâ bulunmamıştır.
Ve akılları tesiri altına almaya icbar edecek âyetlerle, mucizelerle teyid
edilmiş olan peygamberleri de
göndermedi. Öyle ise âlemin muhdisinin birden fazla olduğunu söylemek hayâl ve
vesveseden ibarettir.
Yine peygamberlerin
âyet ve mucizelerle teyid edilerek gelmeleri de, âlemin muhdisinin bir olduğuna
delâlet eder. Çünkü bunları görenler eğer bu fiil, kendisinin ortağı olan
kimseden meydana gelmiş olsaydı, o peygamberi, mucizelerini izhar etmekten
men' ederdi demek zorunda kalırdı. Çünkü peygamberlerin mucize beyan etmeleri,
onların ulûhiyetlerini ve rububiyetlerini iptal eder. Böylesi bir şey
bulunmamıştır. İnsanlardan kendilerini büyük görenler ve dâva sahibi
olanlardan, insanların sözlerini izhar edecekleri mucizelere çevirmeyi
isteyenlerin ve bu hususta peygamberlere karşı çıkıp böbürlenen kimselerin çok
olmasına rağmen peygamberler, mucizelerini izhar etmekten menolunmadi-lar.
Böylece mucizeleri izhar etmek suretiyle gönderilme hususunun ancak
peygamberlere verildiği sabit olmuştur. Çünkü hak olan ilâh ve mahlûkati
yaratan Allah, bir olan, Kahhâr olan Allah'tan başkası değildir.
O Allah ki her kibirli
ve inatiı olan kişinin incelediği hususlar şöyle dursun, süsleyip ortaya
attıklarını mahv-u perişan edip kendilerini kahretmiştir. Güç ve kuvvet ancak
Allah'tandır.
Sonra akıl, şu hususa
delâlet ediyor : Eğer âlemin muhdisi ve mucidi birden fazla olsaydı, âlemin
ancak ıstılah üs vücud bulmasının imkân ve ihtimali kabul edilirdi ki, bunda
da rubûbiyyenin fesada uğraması ve ayrıca başka bir mânâ da vardır. Şöyle ki :
Herhangi bir şey ki, biri, onun isbatını murad ederse diğeri de onun nefyini
isterdi; birinin var etmek istediğini, diğeri yok etmek isterdi. İbkâ etmek ve
ifna etmek hakkında da aynı söz söylenir. Bunda ise birbirine tenakuz yani,
birbirine karşı uyumsuzluk vardır. Bu husus, âlemin muhdisinin bir olduğuna...[290] ve âlemin tedvirinin kendisine ait olduğuna
delâlet eder.
Şu husus iyi
bilinmektedir ki, padişahlar ve sultanlar arasında bilinen ve mutad olan bir
husus vardır. O da onlardan her birinin kendilerine benzeyip rekabet edenler
ile mücadele etmek ve onları yenip, mülk ve saltanat, galip gelenin olması için
ellerinden gelen bütün güç ve kuvvetlerini sarfederler. Ve bunlardan her biri
diğerini, hükmünü infaz etmekten men' ederler ve gücü yettiği kadar saltanatım
izhar etmekten onu engellerler. Yeryüzünde bu husus tahakkuk etmemiştir.
Bilâkis Azîz ve Hakini olan
Allah-u Teâlâ'nm hükmü ve sultası carî ve nafiz olmuştur. Öyle ise, âlemin
muhdisi bir'dir. Bir olan Allah'dır (Celle Celâluhu). Bu Allah-u Teâlâ'nm : «Ey
Resulüm, (müşrikler hakkında) de ki : Allah'la beraber, dedikleri gibi ilâhlar
olaydı o takdirde bu ilâhlar Arş'm sahibine (Allah'a üstün gelmek için)
muhakkak ki bir yol ararlardı. (Onunla çarpışırlardı).[291]
Kavl-i celîli'nin te'vilidir. Birincisine, yani, rubûbiyetin fesadının meydana
gelmesine ise Allah-u Teâlâ'nm, : Eğer yer ile gökte Allah'tan başka ilâhlar
olsaydı, bunların ikisi de muhakkak fesada uğrardı, yok olurdu...»[292]
ilâhi ifadesi işaret ye delâlet etmektedir.
Yine, eğer Allah'la
beraber bir ilâh olmuş olsaydı, muhakkak ki diğeri hikmetini izhar ederdi.
Kudret ve saltanatı, fiili ile bilinmesi için hak ve gerçek olan Allah'ın
fiilinden kendi fiilini ayırırdı. Böyle yapan olmayınca gerçekten- Allah-u
Teâlâ'nm ulûhiyette bir, rubûbiyette tek olduğu açıkça bilinmiştir. Bu husus da
Allah-u Teâlâ'nm su âyet-: celi-linin mânâsını ifade etmektedir : «Allah, hiç
evlâd edinmemiştir, beraberinde bir ilâh da yoktur. Eğer müşriklerin dediği
gibi Allah'la beraber bir takım ilâhlar olaydı o takdirde her ilâh kendi
yarattığını götürür, tek başlarına kalarak aralarında ayrılıklar başgösterir..
ve bir kısmı diğerlerine üstün gelirdi.»[293] Ve
Allah-u Teâlâ'nm : «... Yoksa Allah'a O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar
buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine benzer mi göründü.»[294]
âyet-i celâli de aynı hususu beyan buyurmaktadır.
Eğer âlemin muhdisi,
birden fazla olsaydı, âlemin varlığı ancak ıstılah bakımından vücud bulması
muhtemel olurdu; diye aklın delâlet etmesi, ayrıca acizlik ve cehalete de
delâlet eder. Bununla beraber, eğer böyle olsaydı mahlûkatm yaratılması, onun
gerçeğe çıkarılması işi «bir olan»a ait olmazdı. Bu husus ancak bir olanın
mahlûkatı, kendi kudret ve icad etme sıfatlarının altına sokması ile olurdu.
Ve yine eğer Allah ile
birlikte bir ilâh daha olsaydı, onun fiili diğerini memnun etme veya etmemeye
kadir olmaktan hâli kalmazdı. Allah'ın da onun karşısında durumu aynı
olurdu. Her ikisi de beraberce
bu hususa kadir olmuş olsalar idi, her
ikisinden biri dikerini techil etmeye mâlik olurdu ki bunda da rubûbiyetin
izale edilmesi vardır.
Yok her ikisi de bu
hususa kadir olmamış olsalardı, her ikisinden biri âciz kalırdı. Acz ise
ulûhiyeti giderir. Veyahut her ikisinden biri kadir olup, diğeri kadir olmasa
idi, kadir olan Rab olurdu, diğeri de rabbi olan olurdu. Oysaki gaybı bilmek
rubûbiyete ait bir ilimdir. Kim ki ru-bûbiyete ait olan ilme sahip olmasa o
kimse Rabbi olanm tâ kendisidir.
Sonra iki ilâhtan her
biri diğeri hakkında kudretini şu şekilde icra etmekten hâli kalmazdı. Şöyle ki
: Kendisinden başkasının yapmak istediğini ya red ederdi veyahut rıza gösterip
reddetmezdi. Her ikisinde de bu şekilde kadir olmak sıfatından sıyrılmaları
mümkün olur ve âciz olduğu da gerçekleşirdi. Bu şekilde Rab olma vasfım
giderirdi. Yahut biri kadir olma özelliğine sahip olurdu. İşte kadir olma
özelliğine sahip olan Cenab-i Allah'dir.
Mahlûkat ile istidlal
etmeğe gelince; bu husus şöyle ifade edilmektedir : Eğer âlemin muhdis ve
mucidi birden fazla olsaydı, âlemin ted-virindeki işler değişirdi. Tıpkı kış ve
yaz zamanlarının değişmesi, bitkilerin yerden çıktıktan sonra olgunlaşması,
kemâle ermeğe dönüşmesi, gök ve yerin sistem olarak takdir edilmesi veyahut
güneş, ay ve yıldızların seyri, mahlûkatın gıda maddelerinin değişmesi veyahut
da hayvanların yaşamalarının tedvirinin değişmesi gibi hususlar meydana
gelmesi gerektiği gibi.
Bunların hepsi bir yol
ve nizam üzere, bir nevi tedbir ve bir şekil ve kanun üzere hareket ettiklerine
göre bu husus bir çok idarecilerin idaresi* ile gerçekleşemeyeceği bir
hakikattir. Bunun içindir ki, âlemin muhdisi ve mucidinin bir olduğunu söylemek
lâzımdır.
îkinci olarak şu husus
öne sürülür : Gerçekten yer - gök, yeryüzü çevresi ve yeryüzü ehlinin rızıklarmm
menfaatlara bağlı kılınması [295]gibi
birbirlerine çok uzak ve birbirlerine benzemeyen cinsler; hatta yerden çıkan
her çeşit bitkinin gökten akseden veya inen sebeplerden meydana gelmesi;
ülkelerde yaşayan her milletin ihtiyaçlarının yeryüzüne yayılmış bir halde
olması; beşerin yaşantısının çeşitli
kazançlara bağlı bulırsa kâfidir. İsim, akıl ve kıyas ile bilinmez. Bizim,
Kâbi'nin[296] «o şeyin cisim olmadığı
anlaşılıp sabit olduğunda onun araz olduğu meydana çıkmış olur.» sözünü hatalı
görmemiz ve bu husustaki sözlerimiz de böylece ifade edilir.
Ebu Mansur (r.h.) diyor
ki : Bunun, yani, cisim olmayanın araz olduğu sözü, yaratıklardan, mahlûkattan
cisimden başkasının gerçekten araz olduğu hususu kabul edildiği zaman öne
sürülürse bu görüşün benimsenmesi gerekir. Allah-u Teâlâ'nm Kitab-ı Celîl'i
olan Kur'an-ı Azâ-müşşân'da araz kelimesinin eşyadan bir parçasının murad
edilmesinde, isim olarak zikredilmektedir. Nitekim Allah-u Teâlâ : «... Siz,
geçici dünya malını istiyorsunuz...»[297] ve
«Eğer davet olundukları sefer, bir dünya menfaati ve orta yollu bir sefer
olsaydı, mutlaka senin arkana düşerlerdi...»[298]
mealindeki âyetlerde bu husus zikredilmiştir. Buna göre araza, sıfat ismi
vermek islâmî isimlere daha yakındır. Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır. [299]
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Âlem'in bir muhdisi olduğuna delil, âlemin hadis olduğunu isbat
etmek için beyan, ettiğimiz delillerdir. Gerçekten görünürde yani dünyada
kendi kendine toplanması ve ayrılması vukubulan bir şey bulunmamaktadır. Bunun
böyle olması yani, bizzat' kendisinin bir araya toplanma veya ayrı ayrı
bulunmaya gücü, kuvveti yetmemesi, bu hâlinin kendisinden başkası tarafından
tedvir edildiği sabit olur ki o tedvir eden de Cenab-ı Allah'dır. Tevfîk
Allah'tandır.
ikinci delil olarak
denir ki : Gerçekten âlem bizatihi var olmuş olsaydı kendisine vakitlerden daha
lâyık'6 bir vakit bulunmazdı. Hallerden daha iyi bir halle, sıfatlardan daha
lâyık bir sıfatla olmazdı. Âlem çeşitli vakitler ve türlü türlü hal ve sıfatlar
üzere bulunduğu içindir ki kendi zatı ile bizzat var olmamıştır. Eğer kendi
zatı ile var olmuş olsaydı hallerden en iyisini, sıfatlardan en hayırlısını
kendisi için mey--dana getirmesi gerekirdi ki bu da herşeyi kendisinin
yaratmasının caiz olduğu hususunu intaç ederdi. Ve böylece kendisi ile bütün
serler ve çirkin, kötü olanlar yok olurdu. Bu hususlar delâlet ediyor ki âlemin
var olması kendisi ile değil, kendisinin başkası tarafından var olmasına
delâlet eder ki o başkası da Allah'dır. Tevfîk Allah'tandır.
Ve yine gerçekten âlem
iki nevidir : Diri olan âlem, ölü olan. âlem. Her diri, kendisinin
başlangıcından habersizdir. Kendisi gibisini yaratmaktan, kuvvet ve kemâle
erdiği vakitte kendisinden bozulan ve fesada uğrayan hususu onarmak ve ıslâh
etmekten âcizdir. Öyleyse, kendisinden başkası tarafından var edildiği sabit
olmuş. olur. Ölü âlem ise, bu hususları kendisine isnad etmeğe daha lâyıktır.
Yani diri olan âlemin yapamadığını ölüsü hiç yapamaz. Ve yine âlemin her biri
mecburî olarak arazlardan biri ile vasıflanmaktan hâli kalmaz. Kendisine arazlardan
bir sıfat bulunduğu vakitte görülür ki o sıfat ne kendi başına, bizatihi
durabilir ve ne de bulunmuş olduğu âlemden bir parçasız var olabilir. Böylece
araz ile cevherden her birinin, diğerinin ihtiyacı altına girmiş olduğu sabit
olur. öyle ise hem bizatihi var olması ve hem de kendisiyle var olup kaim
olması için başkasına muhtaç olması bâtıl olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.[300]
Yine tabiatında
birbirinden uzaklaşma hâli bulunan iki zıd tabiatın kendisinde toplanmış olan
her bir varlığın bizatihi bir araya toplanması caiz olmaz. Bu sebeple
kendisini bir araya toplıyan bir varlığın muhakkak bulunması sabit olur.
Tevfîk Allah'tandır.
Gerçekten her varlık,
kendisini besliyecek, kuvvetlendirecek ve kendisine devamlı hayat verecek gıda
maddelerine ve daha başkasına muhtaçtır. Kendi hayatını idame ettirecek şeyi
bilmeye ulaşması veyahut onları nasıl elde edeceğini, nasıl meydana
çıkaracağını bilebilmesi mümkün ve muhtemel değildir. Bunun içindir ki âlemi
teşkil eden varlıkların beslenmesi, idame-i hayat etmesi kendileri ile değil,
âlim ve hakîm olan Allah'ın takdiri
iledir. Kurtuluş Allah'tandır. Bütün kötülüklerden koruyan da O'dur.
Yine eğer âlem kendi
zatı ile olmuş olsaydı kendi zatı ile baki kalmış ve bir had üzere bulunmuş
olurdu. Âlem bu duruma sahip ve mâlik olmayınca onun bu hâli kendisinin
başkası tarafından yaratıldığına delâlet eder.
Yine yaradılışında
birbiriyle uyumsuzluk hali bulunan, yekdiğerine tabiatlarında zıddiyet bulunan
varlıkların, kendiliğinden bir araya toplanmaları mümkün değildir. Bunun için
varlıkları bir araya toplayanın var olduğu sabit olur. Tevfîk Allah'tandır.
Ve yine; gıda
maddeleri ve gıda maddelerinden başkaları ile beslenmek ve idame-i hayat etmek
için her varlık, başkasına muhtaçtır. Aynı zamanda hayatını idame ettirecek
hususları bilmekten veya onları meydana çıkarıp elde • etmekten âcizdir. Öyle
ise kendisini durduran ve hayatını idame ettiren kendisi değil, âlim ve hakîm
olan Allah okluğu isbat edilir. Kurtuluş ve her türlü kötülükten korunma
Allah'tandır.
Eğer âlem kendi
nefsiyle var olmuş olsaydı kendisi bizatihi baki kalmış olur ve bir sistem
üzere bulunmuş olurdu. Bu hale mâlik ve galip olmaması kendisinin başkası ile
var olduğuna delâlet eder. ,
Âlemin kendi nefsiyle
bulunması, var olduktan sonra hâsıl olmasından hâli kalmaz. Bu sebepledir ki,
başkası tarafından Var olduğu için bizatihi kendi nefsi ile var olması mümkün
değildir. Veyahut âlemin kendi nefsi ile var olması gayrından önce var
olmasından hâli kalmaz. Kendisinden önce gayrı bulunan şey[301]
nasıl olur da kendisini var eder? Oysa ki vücud bulmazdan önce var olmuş
olsaydı, var olmaklığı zehabına varılırdı ve böylece yok olan bir fail olurdu
ki bu da mümkün değildir. Bu arzettiklerimize bina, yazı ve gemi işleri"
şehadet eder. Çünkü bunların ancak bir failin mevcudiyeti ile var olacağı
düşünülebilir. Var olan bir fail olmadıkça bunların meydana gelmesi caiz ve
mümkün değildir. İşte bizim mevzubahs ettiğinizi husus da tıpkı bunun gibidir.
Tevfîk Allah'tan.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Bu hususun temel esası şudur : Âlemden bir şey müşahade edilsin de
kendisinde, bulunduğu hâle nasıl geldiğini ve mahiyetini idrâk etmekten[302] filozofları âciz bırakacak hususlardan olan
parlak bir alâmet ve İşaret, hayranlık verecek bir hâl ve hikmet bulunmasın.
Filozoflar her biri kendilerinde bulunan ilim ve irfanla âlemin künhünü idrâk
etmekten âciz olduğunu bilir. îşte bu zaruri hâl ve daha başkası kendisini
icad eden ve yaratanın hikmetine delâlet etmektedir. Güç ve kuvvet ancak
Allah'tandır.
Ve yine delil olarak denir
ki : Eğer âlemin kendi tarafından bir defada var olması caiz olsaydı hepsinin
bir defada yok olması caiz olurdu. Böyle olmadığı ve daima çeşitli hâl üzere
bulunduğu bir gerçektir. Hatta kendi durumları, diri olup ölmek, ayrı olup bir
araya toplanmak, küçük olup büyümek ve pis olup temiz olmak ve devamlı olarak
başkası tarafından meydana gelen değişikliklere ancak başkası ile ulaşmaktadır.
Âlemin tümünün bu hâl üzere olması, kendisinden başkası ile olduğuma delâlet
ettiği için, kendisinden başkası olmadan var olması ihtimal dahilinde
bulunmazdı. Eğer bu zikrettiğimiz hallerin âlemde bulunması caiz olmuş
oisaydi, elbisenin renklerinin boyasız olarak kendiliğinden değişmesi veya
geminin bulunmuş olduğu gibi kendiliğinden olması caiz olurdu. Bunların mümkün
olmaması elbetteki bîr gerçektir. Çünkü bunu yapmaya kadir olan, inşa etmesini
bilen kişinin bulunması lâzımdır. Evet bizim bahsettiğimiz konu da aynı
böyledir.[303] Tevfîk Allah'tandır.
Ve yine âlemin
kendiliğinden var olması mümkün değildir.[304]Çünkü
bulunduğu hâl ve üzerinde câri olan kudret, bu durumuna delâlet eden bir
ilimdir ve kendisi gibisinin âciz ve cahil olan ile vücud bulması mümkün
değildir. Nasıl olur da fâni olan bir yokluk ile olabilir? Tevfîk Allah'tandır.
Kendisinin hadis
olmasından[305] başka bir şeye de
delâlet etmektedir ki biz bunu açıklamış bulunuyoruz.
Allah'ı vasf ettiğim
iz ve O'na isim verdiğimiz her şeyin bir nev'idir. Tevfik Allah'tandır.
Bununla beraber bizim
düşüncemizin takdir etmiş olduğu benzerlik, dilimizin söylediği ve böylece
takdir ettiğimiz benzerlik değildir. Bilakis bizim ifade ettiğimiz hususla iki
zâtın ve iki fiilin, arasındaki benzerliği biliriz, işte bu hususa rücu
olunur. Burada isim verilirken dikkat edilmesi gerekir. Bu d-a şunu açıkça
beyan eder ki, eğer kendilerinde, kendisi ile bilindikleri isim ve kendisi ile
vasfolundukları sıfat olmamış olsaydı bilinmezlerdi. Allah-u Teâla, bizim
.vahdaniyeti hakkındaki itikadımız üzere vasfolunduğu zaman, fertlerin
isimlendirilmesinde bilinenlere benzemediği itikadında bulunuruz. Bunun
içindir ki bildiğimiz şeyle isim vermemizde, eğer isim olmasaydı, ona isimle
benzetmek gerekmezdi demek zorunda kalmazdık. Kuvvet ancak Allah'tandır.
İsimleri ve sıfatları
felsefeden nefyeden kişi, durgunluk ve düzensizliği kabul etmez. Her «ispat
olunan»m mânası incelendiğinde durgunluğu, düzensizliği nefyeder. Sonra
bununla birbirine benzemek gerekmez. Bunun benzeri de isimler hakkında öne
sürülebilir.
Tahkik ve tedkik
etmedikleri vakitte kendilerine (neye ibadet ediyorsunuz, ne için dua
ediyorsunuz, hangi dine göre inanç sahibisiniz? Em-rolunduğunuz[306]
şeyi size emreden, nehyolunduğunuzdan sizi nehyeden kimdir? Ulvî ve Süfli âlem
kendisi ile başhyan[307]
eşyanın başlangıcı kimle idi?) denildiğinde, ne derler ve ne cevap verirler?
Muhakkakki onlar, cevaplarında, anlamaya yakın bir mânayı ifade etmeğe dönerler
veyahut âlemin hadis olduğunu inkâr edenlere katılırlar.
Böylece ilki
hakkındaki : «O, akıldır veyahut geçen asıldır veyahut ilk ruhanî olandır
veyahut bunlara benziyenlerdir» demeleri ile, sözlerini iptal ederler. Bunda
şaşkınlığı seçmek ve cehle sarılmak ve kendisi ile âlemin başkasının bilindiği
şeyi reddetmek vardır. Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra burada
benzemekten öyle bir kısmı zikrederiz ki, o, Şeytan'm kendisine musallat olup
bu tasallutu ile[308]
kendisini zahir ve açık olan husustan alakoymuş olan kimseye arız olur. Bu
açıklık, kendisine bildirilir ki, kendisini aldatma seçeneğini vermeğe
sevkeden, düşmanı olan Şeytan'm yaptığı
şeyi güzel göstermesinden ibarettir. Yoksa bu Allah-u Teâla'nm kendisine delil
ve burhan vermemesinden değildir. Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır.
Biz deriz ki; Şeytan,
mevcudatı inkâr edene[309]
vesvese verip kötüleri güzel göstermek suretiyle Allah'a ibadetten, onu
uzaklaştırmak için düşündüğü ve zannettiğinin dışına çıkarır. Bu kişi
tabiatıyla görmeyen, gözü kör olan[310]?
veyahut uykusunda kendisi ile kavgalaşan veyahut kendisini Allah'tan
uzaklaştıran veyahut mes'eleleri kuşatma inceliğinden uzaklaştıran kimsedir.
Sonra onu lezzetli şeylerden alıkoymak, nefsî, şehevî isteklerden engellemekte
Şeytan'm hilesinin üzerinde bir etkisi olmaz. Bu kör olan kimseyi eza verecek
şeylerden korur, nefsi, ateşlere ve denizlere atmaktan muhafaza eder. Eğer bu
bilinen cehlin hakikatinden ölmüş olsaydı o, hayatını idame ettiremezdi. Çünkü
böyle olan kimse. Ölüm saçan tehlikeli yerlere kendini atar ve bir takını besin
maddelerini almaktan çekinirdi. Öyle ise mahlukattaki durumların birbirine
uymaması ve aralarında aeık-seçik ihtilâfın bulunmasından zikrettiğimiz hususlarla
beraber şehevî isteklere meyletme ve zevkli, lezzetli hususları sevme babında
iddia etmiş olduğu sözler onun mahlukatı bildiğine dair kâfi derecede bir
delil teşkil etmektedir. Çünkü o, zan olunandan anlattığı şeyin hilafı olarak
haber vermektedir. Bize göre, gerçekten bu durum mahlukat manasınadır. Yani
gözüne âfet isabet eden[311]
uyku halindeki durum, uzaklaşma, eşyanın hakikatine vasıl olmayan incelik, bunların
kalkması anındaki ulaşma durumu"[312]
bunların hepsi ihtilâfın icabet-tirdikleri şeylerdir ki mevcudatın gerçeği de
budur. İnsanın bunu inkâr etmesi asla caiz ve doğru değildir. Mevcudatı ispat
eden, haberi inkâr edenin sözü de bunun gibidir. Çünkü bu sözü yayıldıktan
sonra kendisinin yalanı açığa çıkar. Sonra bazen deniliyor ki : Haberler,
lezzetli ve zevkli mevcudatlarda ve faydalanmak arzulanan maddelerde olur.
Çünkü kendisinde lezzet bulunan şeyden haber verilmemiş, olsaydı akıllı olan
kimse muhtemel değildir ki
kendi nefsini imtihan denilen tehlikeli şeyle karşı karşıya bıraksın.
Zararlı hususlardan
korunmak da böylece insanların başından bir belâ ve musibet geçmeden elde
edilmez. Bu hususlara ancak aldıkları haberlerle ulaşabilirler. İnsanların
bedenlerine ve dünya hayatlarına ait faydalı ve zararlı hususlar bu sistem
üzeredir. Yani kazançlar gibi zararlı hususlardan korunma ve kaçınma gibi
menfaatler ancak elde edilen bilgilerle husul bulduğu gibi zararlı maddelerden
korunmak da alman haberler ve bilinen ilimlerle elde edilir. Şehevî isteklerden
nefsin men-edilmesi ve haramların ispat edilmesi için söylenilen sözün
yalanlamasına götüren bu hususun sebebinin Şeytanın vesvesesi ve iğvası olduğu
sabit olmuştur. Artık bu sınıfta görülen Şeytanın vesvesesini teşkil eden
se-beb, birinci sınıftaki şeytanın aldatmasına vesile teşkil eden süslemeden
ibaret olan sebebin kendisidir. Bununla beraber bu bizim açıkladığımız gibi
mevcudat hakkında da bulunur. Bunlar, bu sözü söylemeyi menet-mezîer. Bunun
gibisinin aynı, birinci konu hakkında da caridir. Çünkü o, haber verene arız
olacak âfetler sebebiyle habercilerin verdikleri haberleri yalanladığını izhar
eder. Bu açıklamadan sonra haberlerin çoğunun gerçek ve doğru olduğu zahir
olur. Haberlerden birinin diğerinden daha evlâ olması ancak açıkça ortaya
konan delille ifade edilir. Tevfik Allah'tandır.
Bu gerçekleri inkâr
eden kişiye kötü muamelede bulunulur. Kendisi, eza verecek[313] şey
ile dövülür, azap çektirilir. Ta ki bilinmesi ancak haberle mümkün, olan söze
dönmeye, onu kabul etmeye mecbur kalsın. Kuvvet Allah'tandır.
Aynı şekilde mevcudat
ilmi ile haberi kabul edip ikrar eden ve istidlal ilmini inkâr edenin üzerine
de aynı şey tatbik edilir. Oysa dünyadaki çeşitli faydaları için ve ümit
ettikleri şeylerin akibetleri için akliyle bilgi edinebilir. Bunun mevcudat ve
haber yönünden hiç bir ilmi yoktur. Onun ilmi ancak istidlal ile hasıl olur.
Bunda isabet etmek için hiç bir şek ye şüphe bulunmaz. Verilen haberin doğru
veya yalan olmasının bilinmesi de böyledir. Bununla beraber kendisinde his
ilmi olmayan şeyden her hangi şeyin bilinmesinde[314]
kendisine şöyle denir : «Bunu neyile bildin?» Eğer «Bunu haber ile bildim»
derse kendisine haberin doğru olup
olmadığını biliyor musun, diye
sorulur. Bu, bütün kendisinden korunması icabeden zararlı ve elde edilmesi,
yapılması gereken lezzetli ve faydalı şeylerin hepsine dahil olur. Bununla
beraber müşahede ettiğine ve işittiğine bakması zaruri olarak kendisine lâzım
gelir ki âlemin, menşei veyahut hadis olması veyahut kadîm olması bilinsin.
Bundan sonra bir şey hakkında haberle delil getirmek menolunmaz. Veyahut
mevcudatla delil getirmesi de menolunmaz. Bu istidlal ile hükmetmeyi menetmek
gibi olur. Kuvvet ancak Allah'tandır. Çünkü insanın veya ateşin veyahut bir
kere müşahede edilen şeyin bilinmesi, kişiyi ancak bilinen şeyle istidlal
etmeye götürür. Eğer bununla delil getirmezse onun hiç bir kimse ile muamelede
bulunmaması lâzım gelir. Sonra böylesi kimse hiç bir kimsenin talimini kabul
etmez. Çünkü o kimsenin[315] kim
olduğu hakkında yanında delil bulunmaz. Ve onun haberi ile bulunması caiz
olduğu gibi haberi olmaksızın bulunmak da caiz olur; öyle ise bunların hepsinin
istidlal olduğu sabit olur ki o da lâzımdır. Kuvvet ancak Allah'tandır. [316]
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Sonra insanlar şahidin gaibe delâlet etmesi hususunda ihtilâf
ettiler. Bazıları şöyle diyor : Görünen varlık, görünmiyen varlığa delâlet
eder. Çünkü görünen, görünmeyen için bir asıl teşkil etmektedir. Asıl ise
fer'ine muhalefet etmez. Gaibin bilinmesinin yolu, görünenden geçer. Başkasına
kıyas edilen şey, kendisinin ben-' zeridir. İşte bununla âlemin kadîm olduğunu
ispat etmeye koyuldular. Zira görünen âlem, kendisi gibi olana delâlet eder.
Öyle ise, görünmeyen, görünen ile âlem olur. Sonra o, her vakit, hakkında
kendisinden önce geçen ve kendisi gibi olana delâlet eder. İşte bu da hepsinin
kadîm olmasını icabettirir.
Bazı kimseler de şöyle
diyor : Hiç bir vakit yoktur ki kendisinde âlemin başlangıcı düşünülsün de
kendisinden öncesi düşünülmüş olmasın. Böylece âlemin meçhul kalması batıl
olur.
Bazı kimseler de der
ki : Görünen âlem,- kendisi gibisine delâlet ettiği gibi kendisinin hilafı
olana da delâlet eder. Kendisinin hilâfına delâlunması; bütün mahlûkatm
durumunun böyle[317]
olması âlemin muhdisi-nin bir olduğuna delâlet eder. Çünkü bunların idaresi
birden fazla muh-dis tarafından olmuş olsaydı, bunun menfaatlerinin verilmesi
âlemin muhtelif ve birbirlerine
ihtilaflı olmasına rağmen mahlûkatı ve dolayısı ile âlemi yaratandan olmazdı.
İşte bu hususlardan sabit oluyor ki adı ge-çen hususların hepsinin müdebbiri
birdir. Gece ve gündüz ve saatlerden meydana gelen zamanlar ve ihtiyaçlar
kadarmca kimisinin kimisi içine girmesi bu zikrettiğimiz hususlara binaen carî
olmaktadır. Bu, (Allahu a'lem), Cenab-ı Allah'ın «Yedi göğü, kat kat yaratan
O'dur. O Rah-man'ın yarattığında hiç bir düzensizlik -, göremezsin.»[318]
Kavl-i Celîli'nin mânâsıdır. İşte mahlûkattan ibaret olan cisimler böylece altı
cihetli olarak yaratılmıştır. Birbirine benzemiyen cinslerin bu şekilde
bulunmaları, onların hepsinin halikı ve müdebbirinin bir olduğuna delâlet
etmektedir. Hattâ bunların tümü bu mânânın altında bulunmaktadır ki o da
kudret' ilâhînin altında bulunması demek olur (Allah-u -a'lem). Güç ve kuvvet
ancak Allah'tandır.
Üçüncü olarak, âlemin
muhdisinin bir olduğuna şöyle bir delil öne sürülmektedir : . Hiç bir cevher
bulunmaz ki kendi zatiyle zarar veya
menfaat, yahut pislik veya temizlik,
nimet veya belâ gibi bir mânâya yÖ-nelsin. Yani bu zikredilen sıfatlardan hiç
biri bir cevherde devamlı olarak bulunmaz. Bilâkis her şey ki pislikle
vasfolunur, pislikle vasfoluna-nın gayrinde temiz olur. Diğer sıfatlar da
böyledir. Eşyanın hal ve durumları da bu sıfatların aynıdır. Gerçekten eşya
hâli ile faydalı veyahut her hali ile zararlı olarak yaratılmamıştır. Öyle ise
hepsinin müdebbirinin bir olduğu sabit olmuştur. Hatta hepsinde zarar ve
menfaat yönleri cem' edilmiştir. Hiç bir şey, aslında cevherine veyahut her
yönde iş gören adedin tedbirine döndüğünün bilinmesi için nevi' sahibi olarak
yaratılmamıştır. Böyle olsaydı aslında kendisinden olan yönle her şey kendi
basma tek kalmak suretiyle eşya, birbirleriyle tenakuz haline düşerdi. Güç ve
kuvvet Allah'tandır.
Yine mevcudatı
cisimlerin hepsinin tarifi altında görürsün. Cisimler ise aralarında bulunan
zıddiyet ve uzaklık itibariyle birbirlerine zıd ve muhalif bir tabiatte
oldukları halde toplanmış bulunmaktadırlar. Eğer bunların tabiatlerini bu
aralarındaki zıddiyet ve uyumsuzluğun terki düşünülmüş olsa, bu hususta
muhakkak hepsinin fesada uğraması gerekirdi. Böylece hepsinin arasını cem'
edenin bir olduğu sabit olur ki onların hepsini lütfü ile bir. araya cem' eder
ve her birinin zararını da hikmeti ile diğerinden defeder. Bu öyle bir
hayranlık verecek, taaccüp edilecek bir hikmettir ki insanın dimağı bunu
kavramaktan çok uzaktır. Eğer bu saydıklarımız bir muhdis tarafından değil de
bir çok muhdisler tarafından olmuş olsaydı bunlarda ihtilâf ve zıddiyet hakkı
carî olurdu. Tıpkı faillerin yapacak oldukları şeyi başkalarından, gizledikleri
ve iradelerini, isteklerini başkalarına duyur m amaları idi. Tabiatı ile bu
husus başkalarına açıklanmasın diye yapılır. Kurtuluş Allah'tandır.
îşare.tten delâlete
kadar itibarın son bulmuş olduğu şeyin hepsinde iki tarifin arasını cem' etmek
mümkündür. Bu da haller ve fiillere bakmakta kendini gösterir., Hâller
rubûbiyet mânâlarının hepsinde bir olmaktan ibarettir. Böyle olmakta ise
temânu', yani, yekdiğerini engelleme ki bunda adet diye isim verdikleri tek bir
sıfat vardır. Veyahut bunlarda birbirlerine benzememektik bulunur. Böyle
olunCa sıfatın kendisinde daha tamam, daha mükemmel olanı rubûbiyete daha lâyık
olur.
Fiiller ise
kendilerinde bulunan zıddiyet ve tabiatlarmdaki uyumsuzlukla beraber
zikrettiğim gibi bütün âlemin beraber bir arada bulunmaları onlar birbirlerine
olan desteği ve yardımı ile sanki şekiller gibidir. Bazısı, bazısına idame-i
hayatta yardımcı olmaktadır. Âlem her ne kadar zikrettiğimiz gibi birbirine
olan bu tezad ve tenakuz ile bulunsa da gerçekten aralarındaki uyumluluğun
ancak tedvirinde hiç bir kuvvetin karşı gelemiyeceği,' takdirine hiç bir şeyin
muhalefet edemiyeceği âlim ve hakîm olan, lutfu, ihsanı çok bol olan Allah'ın
tedvir ve tedbiri ile olur. Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır.
AJlah-u Teâlâ'nm
vahdaniyeti ve ilâhlığı, ancak kendisine ait olduğu hususundaki iddia, görüş,
söz, sabit olduğunda —ki bu, sayılardaki vahdaniyet yolu ile değildir. Zira
sayılardaki bir'in yarımı ve cüz'leri vardır— Allah'ın, zıdlardan ve kendisine
benziyen hususlardan beri olduğunu söylemek lâzımdır. Bu görüşe, inanmak
gerekmektedir. Çünkü zıddı ispat Allah-u Teâlâ'nm ilâhlık sıfatını
nefyetmektir. Benzemekte ise Allah-u Teâlâ'nm birliğini nefyetmek vardır. Zira
mahlûkatin hepsi şekillerin ve zıdlarm ismi altında bulunmaktadır. Şekil ve
zıdlar ise yok olma ihtimalinin ve mahlûkattan bir olmayı yok etmenin alâmet ve
işaretidir.
Allah-u Teâlâ birdir.
O'nun benzeri yoktur. Kendi zâtı ile daimdir, kaimdir. Kendisinin
zıddı, eşi, benzeri
yoktur. Bu, Allah-u
Teâlâ'nm«.... O'nun misli gibi (O'na benzer) hiç bir şey yoktur.»[319]
Kavl-i Cehlinin mânâsı ve te'vilidir. Bunun aslı söyle ifade edilir : Hakikaten
benzeri olan her şey sayının altına girmiş olur ki, bunun en azı iki olur. Ve
zıddı olan her şeyin altında yok olma sıfatı bulunur. Çünkü O, zıddını yok
eder. Allah'tan başka kendisini yok eden her zıddı bulunan şey böyledir. Şekil
ise sayıya katılır ve bu katılması ile çift olur. «Vahidun : birdir» sözünün
mânâsı ve te'vilinin hâsılı şöyledir : Yani, Allah, azamet ve büyüklükte,
kudret ve hükümranlıkta birdir. Benzemek ve zıddı bulunmaktan berî olmakta
birdir. Bunun içindir ki, Allah'a cisimdir, arazdır, diyen kimsenin sözü
bâtıldır, gerçek dışıdır. Çünkü araz ile cisim, eşyanın taşıdığı mânâlardır.
Bunun butlanı sabit olduğunda, mahlûkattan kendisine izafe edilen şeyin
hepsinin takdir edilmesi bâtıl olur. Ce-nab-ı Allah, kendisinin bilinmesi
mümkün olan sıfatlardan her hangi bir sıfatla vasfolunur. Bu sıfatlardan biri
mahlûkata izafe edilip onunla vasfolunsa bile. Tevfîk Allah'tandır. îşte bu
hususu nazarı itibare aldığımızda müşebbihe'nin inadla ısrar etmesinin bâtıl
olsa bile sebebi açığa çıkar ve dinden çıkan kimsenin de ilhadmm sebebi ortaya
konmuş olur.
O, Allah'ı, görülen
âlem'in, ihtimal ettiği bir şey olduğunu sanmıştır. Müşebbihelerden bazıları,
Allah-u Teâlâ'yı mevcudattan biri olarak telâkki etmiş ve âlemin bir yaratıcısı
bulunduğunu inkâr etmiştir. Böylece âlem ezelde nasıl ise öyledir, diye
iddiada bulunmuştur. Onlardan bir kısmı da O'nun yani Allah'ın hadis olanlar
için var olmasının muhtemel olduğunu öne sürerek O'nun hadis olduğunu inkâr
ederek onun gayrisinin gerçekten hadisler olduğunu ve onun kuvveti ile meydana
geldiğini Öne sürmüştür. Bunlar, heyula, yani âlemin ilk madde ile .kendi
kendine var olduğu görüşünü savunanlarla müslümanlardır. Bu söz, Allah'ın,
âlemin haricinde bir varlık olduğunu zarurî olarak kabullenmelerini
kendilerine ilzam etmiştir. Bunun içindir ki, onlar bu görüşleri ifade edip
öne sürerek Allah'ın gayrisine zâtlarında birbirlerinden üstünlük, sıfatlarında
birbirlerine benzememeklik ihtimali vardır. Veyahut Allah'tan gayrisinin
kendisine gelecek ziyâde ve noksanlıktan dolayı hâl değişme ve bozulma ihtimali
vardır. Bunlardan bazıları her .ne kadar sabit olan hususlar ise de bu zât ve
sıfatlarda muhtemel olan bir nevidir. Bununla beraber âlem, hareket veya
sükûnun kendisinde^ devamlı olarak olduğu hâl üzere bulunmaya müsehhar
kılınması ile sübut bulmuştur. Veyahut kendisinde kemâl Ve tam olma sıfatını
iptal eden benzemenin bulunması
ve yok olma ihtimalinden ibaret olan kendisindeki bulunan âfetin ve kendisi
için nihayetin mümkün olrna hususunu gidermek gibi birbirlerine zıd olan
sıfatların ihtimali ile sübût bulmuştur. Kendisi ile beraber tevehhüm edilen
daha tamam, daha noksan, daha çok, daha az gibi sıfatlar ve bunun gibileri
âlemin hadis olduğuna alâmet ve işaretler olduğu gibi bir muhdisinin
bulunduğuna da deliller teşkil etmektedir. Eğer âlemin muhdisi olan âlemin
hadis olduğumu bildiren hususlar bulunmuş olsaydı ve o muhdisin de bir muhdisi
olmuş olsaydı ona mutlaka, gayrine varid olan şeyin aynısı varid olurdu ki bunda
da âlemin fesada uğraması bulunurdu. Âlem, zadlardan ve kendisine
benzeyenlerden berî ve yüce olan, âlim ve hakim olan bir muhdisin varlığına
şehadet eder. Bununla beraber Allah'ın gayrisi, bütün yönleri ile hadistir.
Eğer Allah'ın gayrisinden herhangi bir şeyde Allah'a benzerlik oîmuş olsaydı
bu benzerlik Allah'tan kıdem[320]
sıfatını veyahut da Allah'ın gayrinden hadis olma sıfatını yok ederdi. Güç ve
kuvvet ancak Allah'tandır.
Mahîûkatm birbirine
her yönden benzemesi mümkün değildir. Çünkü eğer birbirine her yönden
benzemesi mümkün olsaydı mahlûkat tek olurdu, yani, birbirlerinin aynı olurdu.
Mahlûkat birbirine ancak bir yönden benzer : Eğer, Allah gayrı ile bir
cihetten benzemekle vasfolunmuş olsaydı o cihetten halktan[321]
biri olurdu. Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır.
Allâme Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : İsimlerin ispatında ve sıfatların tahkikinde nıahlukatta
bulunan, mahiyetin harici olma veyahut subut bulma gibi şeyin hakikatini
nefyetmek için bir benzerlik yoktur. Lâkin Allah-u Teala'yı bilmek, rububiyetin
hakkı ile Zâtını incelemek ancak isimlerle olur. Zira «gaip olan»ın bilinmesi
ancak «şahid ol an »m delâleti ile olur. Sonra vasıfla yücelik murad edildiği
zaman bu şahitteki marifetin yolu olur ve bunun söylenmesinin caiz olmasına*
imkân sağlar. Çünkü bizim gördüklerimizin gayri ile isim vererek bilgi elde
etmeğe gücü-rnüz müsait değildir. Hatta mevcudatın varlığını hissetmeden ona _
işaret etmeğe bile gücümüz müsait-değildir. Eğer bu hususta da gücümüz müsait
olsaydı bunu biz ifade ederdik. Fakat biz bununla «Allah âlimdir fakat âlimler
gibi değil» sözümüzdeki benzerliği yok etmek istedik. Bu,let etmesi daha açık
ve seçiktir. Zira kim ki âlemden, âlemin hadis olduğuna veya kadim olduğuna
delâlet eden bir şeyi görürse, âlemin kadim olması ve hadis olması onun görmüş
olduğunun ne aynı ve ne de benzeridir. Sonra görünen âlem, kendisini meydana
getiren muhdisine delâlet ettiği gibi kendi kendine var olmasına da delâlet eder.
Hal bu ise bunların her ikisi âlemin benzeri değildir. Sonra görünen âlem,
failinin hikmetine ve hikmetsiz olmasına, ihtiyarına ve tabiatına da delâlet
ed'.ı\ Bunların hepsi görmüş olduğu şeyin hilafı olan şeylerdir. Görünen âlem,
kendisinin misli ve benzerinin bulunmasına delâlet etmez. Çünkü eğer delâlet
etmiş olsaydı her kendisini gören kimsenin, her âlemin kendisi gibi olduğunu
tevehhüm etmesi vacip olurdu. Bu ise çok uzak ve mümkün olmıyan bir şeydir.
Öyle ise hakikaten cevherin kendisi gibi olup gaip olanı görmesinin tahakkuk
etmediği, ve zikrettiğimiz vecihlerden birinin tahakkuk ettiği subut bulmuş
olur. Lâkin müşahede edilenin keyfiyeti bilindiği ve o keyfiyetin gaip olanda
da bulunduğu haber verildiğinde görünenin, görünmiyenin benzeri olduğu bilinir.
Yoksa gerçekten bu husus benzerliği tahakkuk ettirmez. Bazen kendi benzerine,
bu vecihle delâlet etmek caizdir. Bazen de, bilindiği şeyle, yani cismin ve
ateşin mahiyetini bildiren şeyle benzerine delâlet etmesi de caizdir. İşte
böylece her cisim ve ateşi, müşahede etmezden bilebilir.
Yukarıda asıl ve
feri'den iddia edilen husus, mahluktur. Yani ters terkiptir. Çünkü kadim ve
kıdem olur, fakat bunun ispatı için delil bulunmaz. Onun içindir ki
görünmeyeni asıl, görüneni de buna fer' kılmak zarureti yoktur. Belki fer'in
kendisinde bulunması ile asıl, asıl olur.
Sonra her başkası ile
var olan -akıl yolu ile- görünürde kendi cevherinden hariçte bulunur. Tıpkı
bina ve yazı gibi. îşliyen ve söyleyenlerin gayri olan söz ve fiillerin
çeşitlerinden her birinin cevher ve sıfata katılmaları caiz değildir. Âlem
hakkında düşünülüp söylenecek husus da tıpkı bunun gibidir.
Görünen âlemde ruh,
akıl, işitme, görme, heva - heves ve bunlara benziyenlerden idrak olunmayan ve
ihata edilnıiyen şeyin ispat edilmesi caizdir. îdrak olunmayan kesif cisimler
de böyledir. Eğer bu adı geçenlerin aslı kadîm olsa idi kendi cevherinden
meydana gelen ve doğan her nevin kadîm olması vacip olurdu. Meselâ akıldan
meydana gelen akıl ve görmekten meydana gelen görmek ve işitmekten meydana
gelen görme ve işitme gibi. Şu, bilinen bir gerçektir ki her cevherle kendisinden meydana gelen arasında benzersizlik ve ihtilâf
bulunmaktadır. Böyle muhtelif oldukları için de hadis olması gerekir. İhtilafın
tesbit edilmesinde kıdemin âlem olarak vasfedilmesi veyahut da bulunduğu hâl
üzere sıfatiandırılmasmm batıl olduğu gerçeği ortaya konmaktadır. Bu husus da
âlemin kendisi gibi olmayan ile var olup hadis olduğunu ispat eder.
Bundan sonra, şu
hususu ifade etmek gerekir : Gerçekten yazı, kendisini yazana delâlet eder.
Keyfiyetine veyahut benzerine delâlet etmiyen kişinin melek olması veyahut
beşer veyahut da cin olması caiz değildir[322].
Yazı, ne yazanın mahiyetine ve keyfiyetine ve ne de kendi benzerine delâlet
etmektedir. Yazı, ancak herhangi bir yazı yazana delâlet etmiş oluyor. Âlem,
kendisinde bulunan şey ile aynı bunun gibidir. Yani keyfiyetine ve mahiyetine
delâlet etmiyen her hangi bir muhdise delâlet eder, Bina yapmak, herhangi bir
şeyi neshetmek, Dülgerlik ve diğer sınai işler böyledir. Bunun içindir ki
âlemin yaratıcısını ispat etmekte âlemin kendisinde bulunan acaip görünen
hususlar ve meydana gelmesinin ancak hâkim olan Allah'ın emri ile olması
mümkün olan eşyadan kendisinde bulunan şey ile âleme kıyas etmek lâzım gelir. Bununla
Allah'ın keyfiyeti ve mahiyetinin bilinmesi vacip olmaz[323].
Kuvvet ve kudret ancak Allah'tandır.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki: Asıl olan gerçekten âlemin cihetlerinin muhtelif olması ile
delâleti de muhteliftir. Âlemin halden hale dönüşmesi, zeval bulması, zıtlarınm
aynı halde bir varlıkta toplanmasının ihtimal ve imkân dahilinde olması âlemin
hadis olduğuna delâlet eder. Sonra âlemin başlangıcını bilmemesi ve kendisinde
fesada uğrayan şeyin İslahında aciz olması da, kendisinin binefsihi var olmadığına[324]
delâlet eder. Sonra âlemde birbirlerine zıt olan hallerin içtima etmesi,
mahlukatm cevherlerinin bir istikamet üzere bulunmakta uyum sağlaması,
hepsinin muhdis ve mucidinin bir olduğuna delâlet eder. Ve yine âlemin uyumlu
olması ve düzenli ve istikametli olması ve birbirine zıt olanları bir varlıkta
muhafaza etmesi onu idare edenin ve bilenin yerli yerinde yaratanın kudretine
delâlet etmektedir.
Evet, mevcudatın
üzerine delâlet etmiş olduğu şeyde delâlet yönleri muhtelif olarak tezahür
etmiştir. Böylece muhdisin ispatının delili muh-desin aciz olması, muhdisin
ilim sahibi olmasının delili de muhdesin kendişini bilmemesi ve bunun
kendisinde yerleşmesi, olmuştur. Öyle ise âlemin delâlet için var olması
uyumluluk halinde değil, hilaf halinde tezahür etmiş olduğu açıkça
görülmektedir. Yine başka bir temel esas Öne sürülür. Şöyle ki; hakikaten
zaruret ve ihtiyaçların kendileri, başkası üzerine delâlet etmektedir.
Kendisinin imkân sağlamış olduğu husus, başkasının muhtaç olduğu hususunun
aynısının olması caiz değildir. Sonra bunun da sonu olmayan bir başkasına
muhtaç olmasının caiz olması söz konusu olur ki, bu da fasit olan bir görüştür. [325]
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Sonra âlemin kadim olduğunu iddia edenlerin sözlerini zikrederiz.
Âlem, müşahede edildiği gibi kendisini yaratanı olmaksızın bulunduğu gibi bir
şeyin bir şeyden olma sistemine göre son olarak var olandır. Görünen âlem,
görünmeyene delil teşkil eder. Bu husus, görünmeyen hakkında da lâzımdır. Çünkü
mevcudatın hilafı olan mevcudat ile icad edilmesi caiz olsaydı makul olanın
hilâfına olarak cismin ve insanın icad etmesi caiz olurdu. Oysaki bu husus
akılda tahmin etmek ve düşüncede tasavvur etmekten dışarı çıkmayı gerektirici
bir haldir. Bu da nefyetmenin alâmetidir. Vakit ve zamanlar gibi bir şeyden
olmaksızın her hangi bir şeyin varlığına itikat etmek de bunun gibidir.
Vakitler, başkalarına tabi olarak vaki olurlar. Vakıtları olması düşünülmeyen,
vakti bulunmayan şeye var olduğu benimsemiştir. Bu hususun düşünülmesi ancak
kendisinden önce nihayetsiz olarak mümkündür. Ve yine baki olmayan bir şeyle
bekanın caiz olduğu kabul edilmiştir.
Onlardan bazıları
âlemin hâkim olan Allah'ın yaratması ile var olduğunu ve kendisinin nihayeti
olmıyan şey ile var olan bir şey olduğunu söylüyorlar. Bunlar, yaratıcı olan
Allah'ı âemin illeti olduğunu öne sürdüler. Halbuki mâlûlsüz illetin olması
mümkün değildir. Bununla beraber kıdem, vücud ve kudret sıfatıyla mevsûf
olmayandan hâli kalmaz. Bu ise aciz ve muhtaç olmanın alâmet ve işaretidir.
Veyahut adı geçen sıfatlarla mevsuf olup bu sefer kudretin üzerine cari olması
ve herşeye varlığın izafe edilmesi ve onlar için zikredilen düşünmenin
bulunması vacip olurdu.
Onlardan bazıları asıl
olan toprağın kadîm olduğunu, sanat eseriiıin hadis olduğunu öne sürüyorlar.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Onun, toprağın kadîm olduğunu söylemesi zikrettiğimiz gibi bir şey
bulunmadan, bir şeyin var olmasını reddeder.
Sonra her şeyin var
olması, ilkinde hasıl olan değişme ve yok olma anındaki meydana gelen şeyden
hasıl olmuştur. Tıpkı yumurtadan ve meniden meydana gelen şey gibi.
Bazıları onun hadis
olmasını, toprağa hulul eden ve ihtilâf ve itidalden bulunmuş olduğu tabiate
dönüşen arızalar iledir demiştir.
Onlardan[327] bazıları
âlemin hadis olmasını Bari Teâla Hazretleri ile olduğunu öne sürerler. Hazaları
da âlemin hadis olmasını «asi» iledir deyip o asla «heyÛlâ» ismini verdiler.
Ebu Mansur (r.h.) dedi
ki : Bunların öne sürdükleri görüşlerin ve benimseyip söylediklerinin hepsi
fikirde düşünülmiyen ve nefiste tasvir edilmesi, benzetilmesi mümkün olnııyan
şeyi reddeder. Çünkü âlem onlarca böylece bulunmuştur. Ve onların anlayışları
bunun hilafını kabullenmeye mütehammil
değüdir.
Onlara şöyle denir :
Sizin fikirlerinizde nefisde şekli, sureti görünmeyen ve bulunmayan bir şeyin
reddedilmesi düşünülebilir mi? Eğer «evet» derse kendisine şekiller sahibi
olanlar hakkında iştirak etmiş olduğumuz hususa muhalefet etmiş olur.
Fikirlerimizde bu hususu reddetmek düşünülemez. Eğer «hayır, fikirlerimizde
tasavvur edemeyiz. Bilâkis onu takdir ederiz» derse, bu takdirde kendisine
şöyle denir : Birbirinden ayrı olduktan sonra bir şeyin kadîm olması veyahut
baki olması, gözün, o şeyi görmemesi ile var olması, zihin ve fikirde ne zaman
düşünülebilir? Nefislerde işitmek, görmek, yemekten bir maddenin kuvvetinin
cari olması[328] ve o madde ile işitmek,
görmek, anlamak, el, ayak ve bunlardan başkası[329]
benzerinin bu cümleden olduğu delillerle inkâr edilmesi mümkün olnııyan şey[330]
gibi, muhtelif cevherlerin meydana gelmesinin şekillenmesi mümkün olmıyan
şeyin, nefislerde düşünülmesi ile beraber bunların hepsini ifade etmek ister.
Sonra kendisine denir
ki bir şeyin bir şeyden olması o şeyin diğerinin içinde bulunup sonra zahir
olmasından hâli kalmaz. însanm kendisînin tümü ile var olması ve ağacın da
kendisinde bulunan meyve ile beraber bir tüm olarak[331] bu
asılda var olması mümkün değildir. Veyahut da bütün beşerin cevherleri ile
insanın sulbünde bulunan ve asıl madde olan, sudan olup bir şeyin sayıîrnıyacak
kadar çoğalıp genişlemesi mümkün olan bir şey değildir. îşte bu sahih olan bir
nefisde şekillenmesi muhtemel olmıyan ve akli selimin üzerinde sabırla durup
kabul etmiyeceği bir şeydir. Ve bu onun, «şeyin bir şeyden olduğunu» ifade eden
sözünü iptal eder. Çünkü insanın küllisi, meniden olmamıştır.
Onun, insanın gıda
maddelerinden var olduğunu iddia etmesi mümkün değildir. Çünkü insan, büyümede
öyle bir zamana ulaşır ki yemiş olduğu gıda maddelerinden kendisinde
kesinlikle bir fazlalık belirmez. Halbuki gıda maddelerinin hepsi kendisinde
mevcuttur. Veyahutta. gıda maddelerinde cevher itibariyle ziyadeiik vardır.
Nice cevherler vardır ki insanı semizletir, ve nice başka gıda maddeleri vardır
ki insanın ömrünü yer, bitirir de açıkta bir şey belli olmaz. Mesela dut
ağacını ve yaprağını görürsün; yaprağını çeşitli hayvanlar[332]
yer. Sonra her birinden, diğerinden çıkmış olduğu şeyin başkası hasıl olur.
Hurma ağacı ve yemişi ve ondan başka meyveler de böyledir. Bu husus açık açığa
izah ediyor ki bu meydana gelme gıda maddelerinin işi değildir. Çünkü gıda
maddelerinin kendileri cansız, ölülerdir. Bunların meydana gelmesi mümkün
değildir. Bunların meydana gelmesi ancak âlim olan, müdebbir olan Allah-u
Te-âla'nm kudreti ve iradesi ile olur. Bu mâna, tedbirsiz olarak başkasından
istifade edilmek suretiyle hasıl olmuş değildir. Bu hususta bizim
söylediklerimizin aynısını söylemek lâzım gelir.
Veyahut âlemden bir
şeyi veyahut bazısı -o şeyin adı geçen hususlardan olmamak suretiyle- hadis ve
var olmuştur. Böylece âlemin bazısının hadis olması ile âlemin tümünün hadis
olduğunu söylemek vacip olur.
Sonra onlara denir ki:
Her görünen sonludur. Siz bunu âlemin kadîm olduğuna delil kıldınız. Niçin her
görünen böyle değildir? Yoksa âlemden bir şeyin sonsuz olması caiz olursa niçin
hepsinin sonsuz olmaması caiz olmasın? Niçin âlemden olan bir şeyin bir şeyden
var olması caiz olmadığı görüşü kabul edilsin de, âlemin hepsinin bir şeyden
olduğu caiz olmasın? Yine böylece biz
âlemin bazısının bazısına mekân olduğunu görürüz. Âlemin tümünün taşınması
mümkün olmadığı için mekânı bulunması imkân ve ihtimal dahilinde görünmez. Bu
hususta da âlemin hadis olmasının lâzım olduğu tezahür eder. Güç ve kuvvet
Allah'tandır.
Beka hakkında
zikrettiğimiz hususları geçen konuda açıklamış bulunuyoruz.
Düşünme hakkında
zikrolunan şeye gelince; o da böyledir. Yani düşünülen vakitten hiç bir vakit
yoktur ki kendisinden sonra olan bir vaktin düşünülmesi mümkün olmasın. Bununla
da onun hadis olduğu vacip olur. Bununla beraber onun evveliyatı için bir vakit
hasıl olmazsa vaktin hepsi batıl olur.
Bundan sonra eğer
âlemin veyahut da onun aslının hadis olanlara ihtimali olan şeyden hâli
bırakılması caiz olsaydı ölü çe dirinin bir anda bulunmasının caiz olması gibi,
her makulün değişmesi caiz olurdu. Bununla âlemden hali kalmıyan şey ile her
bütün olanın hadis olması ispat edilmiş olur. Güç kuvvet ancak Allah'tandır.
Allâme Ebu Mansur
diyor ki : Fikirde tasavvur olunmayan şey ile makul olanın dışına çıkanlardan
zikrettiğimiz hususları biz açıkladık.
Bundan sonra,
gerçekten bu öyle bir akıldır ki, akılsız olan kimseye has kılınmıştır. Çünkü o
kimse his ile anlaşılmayan şeyi bilmek istemiştir. O kimse, tıpkı, seslerin
arasını görmekle, renklerin arasını da işitmekle ayırt etmek isteyen kimse gibidir.
Yine, his ile bilinen her şeyin hisden başkasıyle anlaşılmasını isteyenin aklı
kısaltılır, yani kendisinde akim noksan, az bulunduğu söylenir.
Bilinmesinin yolu,
duyu organlarının dışında olan şeyin, bilinmesine duyu organları ile ulaşmak
isteyen kimse de aynı bunun gibidir; onun aklı dardır. Geniş bir akla sahip
değildir. Bu cevap aynı zamanda onun : «Şeysiz, bir şeyin olması makul
değildir» sözüne cevaptır.
Her iki görüşe
verilecek başka bir cevap vardır : O da şudur : Denir ki; o, zihinde tasavvur
edilmek ile, delillerle var olmayı kasdediyor. Evet bir şeyin var olduğunun
anlaşılması için o şeyi düşünmek lâzımdır. Zihinde bulunmayanın düşünüldüğünü
söylemiyoruz. Sen eğer benzemeyi murad ediyorsan, Rabbimiz olan Allah, bu gibi
benzemekten beri ve münezzehtir. Bilakis o, her benzetilene, bir benzeyen
yaratandır; benzeme ve benzetmenin
yaratıcısı da odur. Âlemin hadis olduğunun bir delili de, ölüden, dirinin
meydana gelmesidir. Çünkü Allah ölü olanı diriltir. Bununla da eşyanın
hayatının hadis, yani sonradan var olduğu sabit olur. Eşyanın ölümü de
böyledir. Zira eşyanın ölümü hayatından sonra vuku bulur.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Onun «Allah-u Teâla, âlemin var olması için illettir» sözü,
eğer bununla yaratılanın tabiatı ile var olduğunu murad ederse bu mümkün
değildir. Çünkü bu mecbur olma yoludur. Sıfatı bu olan kimse ile âlemin var
olması imkân ve ihtimal dahilinde olmaz. Oysa ki âlem, çeşitlidir ve sonradan
var olmuştur. Kim ki kendisi ile bir şey var olursa o, nevi' sahibi olur. Hayır
eğer bu sözü ile Allah'ın âlemi yoktan var ettiğini murad ediyorsa, bu sözü
doğrudur. Fakat Allah'a illet ismi vermesi doğru değildir, fasittir. Bu mâna,
şeyin yok iken sonradan var olduğunu bir kaç yönden icabettirir.
Birincisi : Birbirine
olan muhalefet. Çünkü yokluk bulunur. Bunun için yokluğun kendisini icad edene
muhtaç olduğu vaki olur. Bu suretle sabit olur ki gerçekten onun böyle olması
hadis olmasının vacip olduğunu ifade eder.
İkincisi : Âlemin
küllî olmasının Allah'la vukubulması; şu husus bilinen bir gerçektir ki hadis
olan gey yok iken sonradan var olandır. (Allah-u a'lem.)
Üçüncüsü : Hakikaten
bunda tefrika ile beraber içtima, sükûnla beraber hareket ve hayatla beraber
ölüm vardır. Bu şeylerde de tenakuz, yani birbirine uymama vardır. Öyle ise
bunun birbiri ardınca yani birinci, ikinci, üçüncü ve... benzeri şekilde
olması sabittir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Biz diyoruz ki gerçekten Allah-u Teâla daima âlim'dir, kadir'dir,
fâil'dir, çok cömertdir. Bu hususlar, aklen sahih olan yönleriyle Allah'da
bulunur ve tedbir ve tedvir de Allah'la beraber kaimdir. Gerçekten Allah, her
olmasını dilediği şeyin «ol» emrini verdiğinde olması için, devamlı olarak
böylece yani bu sıfatlar ile mevsuf olur. Bu vecih Öyle bir vecihtir ki bununla
Allah-u Teâla'nm tekvin sıfatından müsteğni[333]
olduğunu vasfetmeyi reddetme ve kudretin üzerine vukuundan imtina edilmesi
sahih olur. Gmâ, bizatihi Allah-u Teâla tarafından var edilmiştir. Güç ve
kuvvet ancak Allah'tandır.
Bu husus, görülen
âlemde olmıyan eşyanın var olması İçin, irade ve ilim hakkında malumdur. Bizim
nezdimizde kudret, irade, cömertlik ve zikrolunanlarm hepsi bunun gibidir. Güç
ve kuvvet ancak Allah'tandır.
Zihinde düşünme
hususunda adı geçen gey ise o, her ihtiyar[334] hakkında
ihtiyarlığının ilk anında onun kadîm olması düşünülebilir. Fakat, ezelfle
bununla vasfolunması ieabetmez. Her hareket ve sükûn içtima ve ayrılık da
böyledir. Eğer sen, o mümkün değildir dersen bunun gibisinin de ezelde hadis
olması mümkün değildir. Tevfik Allah'tandır.
Sonra âlemin aslı
karanlık ve aydınlıktan olmak üzere ikidir, diye iddiada bulunan kimsenin
âlemin kadîm olmasına bununla hükmetmiştir. Bu sözü söyliyen kimseden daha
gerçeği, doğruyu söylemiş olur, bu görüşü benimsemekten kaçman kimse. Çünkü
onların söyledikleri sözlerden biri de karanlıkla aydınlık birbirlerine zıt
varlıklar idi, sonradan imtizaç ettiler, âlem de bu imtizaçlarından hasıl
olmuştur, demeleridir. Gerçekten imtizacın hadis olduğu malumdur. Çünkü
birbirlerine zıt olmaları imtizaçlarına tekaddüm etmiş bir hâldir. Bunlar,
âlem ile değişikliğe uğramış delillerdir. Ancak şöyle demeleri müstesna :
Aydınlık ve karanlık iki muhtelif cevherler idiler, bunlar aslında
mekânlarında bulunuyorlardı[335].
Aydınlığın bulunduğu yer, hep ziya, aydınlık ve hayır idi. Karanlığın
bulunduğu yer de hepsi karanlık ve şer idi. Öyle ise böyle demeleri neticesinde
imtizaç etmiş olan âlemin kadîm olması hususundaki sözü batıl olur. Özellikle
mani'nin[336] sözü batıldır. Çünkü
mâni, şöyle bir batıl inancı öne sürüyor : Hakikaten ziya, karanlığı gördüğü
vakit karanlık kendisine doldu ve kendisi ile imtizaç etti ve bu suretle bu
âlemi meydana getirdi. Çünkü bununla ziyanın parçaları, karanlığın
parçalarından kurtulmak istedi. Bu söz üzerine yani hadis olduktan sonra var
olma, var olduktan sonra da imtizaç etme ile âlem kadîm oldu. Bu cahilleşmenin,
bilgisizliğin ta kendisidir. Çünkü onlar ziyanın hayırlardan bütün yardımcıları
ve hasenattan bütün yaranları ile beraber bulunduğunda hâkim olduğu zaman onu
aciz kıldılar. Çünkü ziya, kendisine karanlığın ve taraftarlarından birinden[337]
imtina etmeğe kadir olmamıştır. Ve ziyayı karanlığın kendisine yayılması
anında cahil kıldılar. Çünkü bilmiş olsaydı karanlığın gelmesinden kurtulurdu[338]
Sonra onlar kendinde karanlık yerleştikten sonra karanlığın parçalarından
kurtulması için ziya bu âlemi icad etti diye batıl bir fikre saplanıyorlar.
Heyhat; onlar bu
görüşleri ile gerçeklerden ne kadar uzaklaştılar ve ziyayı kadimleştirip her
hayrın ondan olduğunu ve her ilmin, hayrın ilki bulunduğunu söyliyen kimse ne
denli cehalete düşmüştür. Hakikaten zikrolunan şeyi ve her hayrın kuvvetle
büyüdüğünü bilmemektir. Ziyanm bütün hallerindeki en kuvvetli durumunu
hıfzetmekten aciz kalmıştır. Sonra madem ki ziya âlemin yaratıcısıdır, nasıl
olur da âlemin çoğu şer olur? Öyle ise o, şerrin tuzağından ziya ile kurtulması
için şerri meydana getirmiştir. Güya o şerre ve karanlığa yardım etmiş bulunuyor.
Çünkü bunu yapan odur. Sonra karanlığın cüzlerinden ziyanm cüzlerine katmada bulunmuştur
ki onunla âlemin cüzlerinde âlemi icadet-sin. Böylece kendisinde tutuklanma ve
helak olma durumu ziyadeleşmiş-tir. Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Senviyye mezhebinden olanlar imtizaç hakkında ihtilâfa düşmüşlerdir.
Onlardan bazıları imtizacı karanlığa veriyorlar. Fakat bu hususta da ihtilâf
etmiş bulunmaktadırlar. Bazıları karanlık için fiili gerçekleştiriyorlar,
bazıları da bu durumu kabullenmekten çekiniyorlar ve karanlığı tabiatiyle,
bulunduğu halde yayılmış gibi görüyorlar. O, yoğundur, örtücüdür. Ziya ise
incedir, tâbidir. Bunun için karanlıkta vaki olur. Bununla da imtizaç
vukubulur. Bir kısmı ise bu hususun ziyada bulunduğunu kabul eder.
Lâkin bunların hepsi
hezeyandan ibarettir. Onlara bu hususu bildiren şey nedir? Bu meselede asıl
olan şudur : Gerçekten karanlık olsun, ziya olsun her ikisinde değişmek, hâlden
hâle intikal etmek, cüzleşmek, parça parça olmak, güzel ve çirkin olma, temiz
ve pis olma ihtimali vardır. Her şey birdir, eşittir. Eğer karanlık ile ziya
âlemin cüzlerine rücu etmiş olsalar idi, her ikisi de âlemin hadis olması ile
hadis ve yok olması ile
de fani olurlardı. Sonra her ikisinden biri, diğerinin ilâhi olması caiz
değildir. Çünkü her ikisinde acizlik ve cehalet zuhur etmiştir. Âlem ise âlim
ve hâkim olanın kuvvetli olmasına delâlet etmektedir. Bunlar da bu cümledendir.
Sonra ziya ile
karanlıktan biri kendisine delâlet edecek bir fiili icad etmeye kadir değildir.
Böyle olunca her ikisinin fail değil, Mef'ul oldukları sabit olur ve her ikisinin
bir olan Allah'ın fiili olduğu açıkça ortaya konmuş olur. Âlemde kendi cevheri
ile[339]
hayır olan bir şey yoktur ki ondan ebediyyen şer olmasın ve yine şer olan
yoktur ki ondan ebedi olarak hayır olmasın. Öyle ise bunun gibisini birden
inkâr etmek mümkün değildir. Sonra aslolan şudur ki imtizaç, şer veya hayır
olmaktan, hâli kalmaz, böylece karanlıktan da hayır çıkmış olur. Bununla
hayır'dan şer olmaz, serden de hayır olmaz gibi iki çeşit sözleri batıl olur.
Çünkü eğer şer olursa kabullenmekte hayır; ona katıldığı için hayır da şer
olur. Eğer bu ziya da olsa her iki vecih de kendisinde bulunur.
Bununla beraber eğer
ziya ile karanlık imtizaç etmemiş idilerse sonradan imtizaç etmişlerdir. Her
ikisinin imtizaç etmeleri kendi nefisleri ile olmaktan hâli kalmaz. Böylece iki
zıt olan cevherle imtizaç etmiş olurlar ki bu da tenakus teşkil eder. Eğer bu
caiz olmuş olsaydı kendi kendileriyle hareket etmiş, sükûnet bulmuş, dirilmiş,
ölmüş, oturmuş, ayakta durmuş olmaları caiz olurdu. Bununla beraber birbirine zıt
olanın kendi zatı ile vaki olmasının batıl olması bu hususu fesada uğratır.
Sonra bunda birbirine zıt olan ikisinin diğeri ile imtizaç etmesi vardır.
Görmüyor musun ki mevcudatta üeğişen hâllerin ancak başkası ile bulunması caizdir.
Birbirine zıt olan iki varlığın imtizacı da böyledir. Bu suretle sabit olur ki
ziya ile karanlık kendilerinden başkası ile imtizaç etmişlerdir ve
kendilerinden başkası ile birbirine zıt, muhalif hâl almışlardır. Bu da her
ikisinin sonradan var olup hadis olmasını icabettirir.
Sonra onlar, kesilen
hayvanların haram olduğunu öne sürerler. Kesilen hayvanları onlara helâl kılan
kimse daha haklıdır. Çünkü kesmekle karanlık olan cesetle aydınlık olan ruh'un
arası ve açıcı olan[340]
ziya ile örtücü olan karanlığın arası ayrılmış olur. Bununla ziyayı ince ve
tâbi olmakla vasfettiler, ruhu da böyle vasfettüer: Karanlığı, karanlık ile
değil. Öyle ise kesilen hayvanın bununla helâl olması gerekir. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Bu meselenin aslı
şudur : Gerçekten onlar, şerrin hayır cevherinden olmasını, hayırm da şer
cevherinden meydana gelmesini inkâr ediyorlar. İşte bu görüştür ki onları iki
asıl vardır demeğe sevketmiştir. Sonra onlar katlin bulunduğunu ispat ettiler.
Ve katlin, onların nezdinde günah olduğunu da kabul ettiler. Eğer kati
katledenin gayrinden hasıl oldu ise bu yalandır ve serdir. Eğer ondan ise
masıyet olduğunu ikrar etmekte sadıktır. Böylece sabit olur ki şerrin
yaratılmasındaki hikmeti anlamaktan aciz kalmak, iki asıl vardır demeye insanı
mecbur kılmaz. Çünkü şerrin de incelenmesi vardır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Oysa ki onlar :[341]
hikmet veya ilim talep etmeyi söylemekten imtina etmekte, mahlukat için de daha
haklıdırlar. Çünkü onlar diyorlar ki : Gerçekten ziya cevherinden asla şer
gelmez. Cehalet şer'dir. Eğer o cevherden hasıl olmuş ise o.kimse cevherini
biliyor ve onun hikmetini de biliyor. Kendisinde cehalet ve aptallık ihtimali
bulunmaz. Öğrenmek ve hikmeti talep etmek ise her ikisini bilmiyenin hakkıdır.
Yok eğer ger cevherinden ise onu kendisinde kabul etmez[342].
Çünkü o, cevherini kabul etmez ve ondan hayır da beklenmez. Böyle olunca
onlarla münazara etmek ve onların hikmet ve ilim hakkındaki davaları batıl
olur. Çünkü gerçekten onların bu konudaki münazarası, eğer ziya cevheri ile
beraber olursa o münazaradan önce onu, bilmiş olur ki artık münazaranın bir
manası yoktur. Eğer münazara karanlık cevheri ile beraber ise o gayri kabil
olur ve sözü de dinlenmez. Çünkü abestir muhakkak bu mananın her ikisinin cevherinde
ilmi ve cehli tahkik etmek lâzımdır. Bunda ise iki emrin hepsini, birinde
toplamak vardır. İşte bu manâdır ki onları iki asıl vardır demeye icbar
etmiştir. Ve böylece Allah'a hamd olsun görüşleri iptal edilmiştir.
Bunda asıl olan şudur
: Onların gerçekten hikmetten söz etmesi ya kendi cevheri ile konuşmalarından[343]
öteye geçmez, o zaman konuştuğunu bilir ve bu abes olur. Veyahut konuşulanları
bilmez. Kendisinde bu iki husustan hangisi bulunursa iki emrin birinden veyahut
kendi cevherinin gayrinden olduğu subut bulur. Çünkü o kabul etme veyahut abes
olmakdan hâli kalmaz. Bu her ikisinden
hangisi olursa olsun bu hususta bizim söylediğimiz geçerli olur. Güç ve kuvvet
Allah'tandır.
Sonra onlara denir ki
: Ziya ile karanlıktan birinden hayır ve şerrin gelmesi caiz olmaz dendiğinde
bu noktadan söz ele alınıp nasıl olur da onlardan her birinin vasfı bu olur da
her ikisinden âlem meydana gelir? Onların fiilleri kendilerine ters düşer.
Bunun içindir ki bu husus onlar hakkında iddia edilmiştir. Sen onların
kendilerine yaptıklarından daha büyük bir aptallık veyahut ondan daha açık
seçik bir cehalet gördün mü? Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır.
Onlardan biri çıkıp
derse ki : Siz hakim olan Allah'tan aptallık fiilinin meydana gelmesinin caiz
olduğunu nasıl iddia ediyorsunuz? Biz'ona cevaben deriz ki : Bu bizatihi hakim
olandan gelmez. Bu, ancak cahil olandan gelir. Tıpkı sizin ziya hakkında,
bilmiyerek, karanlığın fiili ile hasıl olur, demeniz ve buna benzer sözleriniz
gibi. Allah-u Teâlâ bundan beridir, yücedir. Lâkin Allah-u Teâlâ'nm beşerin
aklının ulaşamıyacağ[344]
hikmeti yaratması caiz olur. Yoksa o bu gibi şeylerden yücedir. Hikmet, herşeyi
yerliyerine koymakta isabet etmek demektir. Ve her nasip sahibine nasibini
vermek, hiç kimseye hakkını vermekte noksanlık etmemek demektir. Bu
hususlardan Allah hakkında zanda bulunmaktan kaçınır veyahut muvahhitlerin
bunu Allah'a izafe etmelerini kabul etmezler. Bu da hikmetin hududunu ve
nasiplerin ulaştığı noktayı bilmemelerinden ve hakkı oîmıyanlara hak vermekten
ileri gelmektedir. Biz bu mevzuu inşaallah başka bir yerde beyan ederiz ki o
bundan daha açık ve daha kuvvetli bir ifade ile olur. [345]
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Cisim ile isim vermek iki yönde mütalâa edilir :
Birincisi : Cismin
görünen âlemdeki mahiyeti hakkındadır ki, bu itibarla cisim, yönler sahibi olan
şeyin ismidir. Veyahut sonuçlara ihtimali olan şeyin ismi, veyahut da üç
buutlu olan şeyin ismidir. Bu, tahkik ve tedkik edildiğinde, bunun Allah'a isim
olarak isnat edilmesi caiz değildir. Çünkü cisim hakkında İfade edilen bu
hususlar mahlûkatm de-' lilleri ve mahlûkatm hadis olmasının işaretleridir.
Zira bu hususlarda hudûs olmanın alamet ve işaretlerinden olan «hudut ve cüz»
manâsı vardır. Biz, geçen konularda Allah'ın misli ve benzeri bir şeyin
bulunmadığım izah etmiştik. Bu izahatta cismin eşyanın ekseriyesi gibi
kılınması icabetmektedir.
Incelemeksizin,
cisimle isim vermekte yukarıda zikrettiğimiz hususun bulunması ile isim
bizatihi anlaşılmanın dışına çıkmıştır. Bunun içindir ki ismin bilinmesi aklî
yönden ve delillerle mümkün değildir. Onun gerçek mahiyetini öğrenmek, Allah
tarafından varid olan delille mümkündür. Hakikaten cisim, Allah-u Teâlâ'nm
isimlerinden değildir. Allah'tan bir şey varid olmamıştır. Kendisine uyulmaya
izin verilen kimselerden olan birinden de bu hususda bir şey söylememiştir.
Öyle ise cisim hakkında genişçe fikir yürütmek caiz değildir. Eğer hissî, naklî
veya-hutta aklî delil bulunmadan yaradılışı [346]bakımından
veyahut ölçüsüz, tartısız olarak cisim hakkında geniş fikir yürütmek caiz
olsaydı, ceset ve şahıs hakkında da uzun uzadıya konuşmak, imâli fikirde
bulunmak mümkün olurdu. Bunların hepsi naklî delil ile iyi görülmeyip reddedilmiştir.
Eğer cisim hakkındaki görüş ve fikirlerimiz doğru olmamış olsaydı mahlûkattan
kendisi ile isim 'verilen her şey hakkında uzun uzadıya düşünüp görüşler Öne
sürmek mümkün olurdu ki bu da fasittir, gerçek dışı bir harekettir.
ikincisi : Cismin
ispattan başka bilinen mahiyeti olmaması.[347]
Bunun içindir ki eğer cisimle kendisinden başkası murad olunmazsa kendisinden
söz etmek caiz olur. Fakat, cismi ispat isimlerinden sayan hiç bir kimse
yoktur. Çünkü arazlar ve sıfatların ispat için isim olmaları ihtimalleri
bulunduğu halde onlara cisim denmez. Bunun için Allah'a cisim demek, batıldır.
Eğer fail.veyahut âlîm
ve bunun benzeri gibi ismin Allah'a ıtlak edilmesi caizdir de, cismin ıtlak
edilmesi neden caiz değildir, diye bir itiraz vuku bulursa, ona iki şekilde
cevap veriilr :
Birincisi : Gerçekten,
eğer biz bunun manâsını anîıyamazsak, bununla, Allah'a isim vermek naklî
delille sabit olduğu için caiz olur. Birincisinde yani cisim hakkında naklî
delil yoktur. Bunun için her ikisi arasında ihtilâf yani benzersizlik vardır.
İkincisi : Hakikaten
fail ve âîim'in manâsı şahitte yani görülen âlemde bilinmektedir. Bunlar, hadis
olmanın delillerinden olmadıkları gibi delili anlamında bilinen şeyden de
değillerdir. Bununla Allah-u Te-âlâ'nın vasfedıimesi ihtimal ve imkân dahilinde
olduğu kabul edilmiştir. Bunun içindir ki bu isim ile Allah'a, mahlûkattan bir
§eyin benzemesinin nefyedilmesinin söylenmesi lâzımdır. Tevfik Allah'tandır.
Eğer şöyle bir soru
varid olursa : Niçin «Allah, kendisine fail olarak isim verilen şeyle cisim
olur da, kadir ve âlim isimleri de böyledir. Çünkü görünen âlemde bununla
isimlenen hiç bir kimse yoktur ki o, cisim olmasın» demedin?
Bu soruya şu şekilde
cevap verilir : Görünen âlemde bununla isim verilmez. Çünkü o, cisimdir. Bizim
vücudumuzda öyle cisimler vardır ki, onlara cisim ismi verilmez. Bunun içindir
ki, ona cisim demek lâzım gelmez. Hal bu ise biz geçen mevzularda aklî delil
ve naklî delil ile verilen ismi kendilerinde kullanılması daha gerçek olan,
kendilerine daha yaraşır olan vecihleri beyan ettik. Biz bunu kendisine arız
olan da görmüyor, bulamıyoruz. Eğer bizim için bunlar caiz olmuş olsaydı,
başkasının da benzeri ile cesedde veya şahısta veya buna benzer yerde bize
mukabele etmeleri caiz olurdu. Bununla beraber cismin ismi görünen âlemde
sükûn, hareket, fiil, araz ve benzeri şeylerden parçalanmayı ve cüzleşmeyi
kabul etme ihtimali bulunmayan şeylerle vaki olması görülmemektedir. Öyle ise,
cismin cüzler sahibi olan[348]bir
şeyin ismi olduğu sabit olur. Tıpkı uzunluk[349]
genişlik[350] ve birbirine ısınıp uyum
sağlamak gibi. Kendisi ile meydana gelen fiile, zahirinin delâlet ettiği şeyden
dolayı uyum sağlıyan, birbirleriyle
bağdaşanlara aynı ismi söylemek batıl olmaz. Çünkü eğer bu tür sözler batıl
olmuş olsaydı ezelde bizatihi var olduğunu söylemek batıl olurdu. Eğer böyle
olmuş olsaydı zahirde ancak kendisi ile yapılan işe delâlet ettiği için
uzunluk, cesed, renk ve yemek ve bunlara benzer şeyler ile söylemek caiz
olurdu. Her nekadar lâfızda delili olmasa da hakikatte var olması icabettiği
için bu gibilere aynı ismi söylemek caiz olmadığı vakit, benzerinin cisim
hakkında söylenmesi de caiz olmaz. Tevfik Allah'tandır. [351]
Eğer denilirse ki :
Siz, «Allah, şey'dir fakat eşya gibi değildir» dediniz de, niçin «Allah
'cisimdir, fakat cisimler gibi değildir» demiyorsunuz? Bu soruya şöyle cevap
verilir : Çünkü «şey» dememize lâzım kıldığımız sebeb, cisimde
bulunmamaktadır. Onun için biz bu deyimi kullanmaktan kaçındık.
Sonra bize cisimdir,
fakat cisimler gibi değildir; demeniz lâzım gelirdi diyen kimsenin maksad ve
muradı bizi, «Allah şeydir», sözümüz ile[352]
ilzam etmesinden hâli kalmazdı. Bunun içindir ki biz, kendilerine cisimdir,
demeye lüzum görmediğimiz sıfatlar ve arazlardan ibaret olan eşyanın
çoğunluğunu bu hususu red eder olduğunu gördük. Eğer bizim «eş-5^alar gibi
değildir» sözümüzü murad ediyorsa bu müspet olanın mahiyetine delâlet eden
ispat harfi değildir. Binaenaleyh böyle bir sorunun varid olmasının bir anlamı
yoktur. Onun dediği, başkasının «Eğer Allah'ın şey olması fakat eşya gibi
olmaması demek caiz olursa; niçin insandır, fakat insan gibi değildir, denmesi
caiz olmasın?» diyen kimsenin sözüne benzer.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Bu gibi soruya cevap olarak göyle denir : Çünkü Allah, cisim
değildir24. Öyle ise bu mânada «cisimdir fakat cisimler gibi değildir»[353]
denilir. Bu nevi muaraza değil, ancak muhakemedir. Biz ilâh icadetmeğe malik
değiliz ki bu gibisine mukabelede bulunalım.
Bize şöyle de denilebilir : Bunu kıldınız da gunu niye kılmadınız. Bilâkis
Allah-u Teâlâ bu gibi deyim ve tabirlerden yücedir, münezzehtir. Belki Allah
kendisinin bulunmuş olduğu şey ile vasfolunur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra bir şeyin
husulünde muarazada bulunmak tenakuz teşkil'eder. Çünkü o, diyor ki : «Siz,
Allah şeydir, fakat eşya gibi değildir» diyorsunuz da niçin «Allah cisimdir
fakat cisimler gibi değildir demiyorsunuz?» diyor. Buna göre biz «Allah
cisimdir» dediğimiz vakitte bu bizim sözümüzün anlamı «Allah şeydir fakat
şeyler gibi değildir» demek olur. Çünkü Allah şeydir fakat eşyanın bazısı gibi
değildir. Çünkü cisim eşyanın kısımlarından biridir. îste bu deyimde cisimdir
fakat cisimler gibi değildir sözünün doğru olmadığı, batıl olduğu tezahür
etmektedir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Sonra bizim «Allah şeydir fakat eşya gibi değildir» sözümüzün manâsı
eşyanın mahiyetini iskat etmektedir. Eşyanın mahiyeti ise iki nevidir :
Birincisi, fiziki varlığıdır ki o, cisimdir. İkincisi ise cisimde bulunan
sıfattır ki, o da arazdır. Öyle ise maddelerin fizikî varlıkîarmdaki
mahiyetlerini yok etmek lâzımdır ki o da cisimden ibarettir. Aynı zamanda
kendilerinde bulunan sıfatları da gidermek lâzımdır ki onlar da arazlardır.
Biz, cisim demek olan
bu manâyı, eşyanın zatından giderdiğimiz vakitte bu manâ için kullanılan ismi
iptal ederiz. Tıpkı benzetme manâsını ispat ve tatil, yani işgörmemezliği
nefyedendeki benzetmeyi izale ettiğimiz vakitte bunun ile görüş beyan etmeyi
iptal ettiğimiz gibi. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bizim, «şey»i kabullenmekteki ifademizi beyan
etmekte iki cümle vardır
:
Birincisi : «Şeydin
isim kılınması.[354]
İsimlerde muvafakat, birbirine benzemeyi icabetmez. Çünkü bazen isim manâda
muvafakati reddetme yerinde kullanılır. Meselâ «felân asrının[355]
teki ve kavminin biridir» denildiği gibi. Çünkü bu cümlede onun kavminin
içinde, asrında eşi, manen-di, benzerinin dilenildiği şekilde bulunmasını
nefyeder. Her nekadar bunlarm hepsi bir ismini vermekte müşterek iselerse de.
Şayet isimde muvafakatin bulunması birbirine benzemeyi icabettiriyorsa, onun
muvafakati reddetme maksadı ile bir yerde kullanılması ihtimal dahilinde değildir.
Bunun gibi, «küfür» ve «îslâm» sözünü ismin bunlardan her biri İçin
gerçekleştiğini, muvafakat ise ancak söz bakımından olup fakat manâ itibariyle
birbirine zıt olduğunu görüyoruz. îşte bu hareketler, fiiller ve benzeri gibi
işlerde de böyledir.
Allah-u Teâlâ'ya «şey»
ıtlak edilmesinin caiz odluğunun ispatının delili iki yönden müteâlea edilir :
Birincisi, naklî delil
ki o da Allah-u Teâlâ'nın ; «... O'nun (benzeri olmak şöyle dursun,) benzeri
gibisi (dahi) yoktur.»[356]
Kavl-i Celili'dir. Eğer Allah, şey olmamış olsaydı, şey olma ismiyle eşyadaki
şey'iyet kendisinden nefyolunmazdı. Çünkü şey incelendiğinde, şey ile söylemek
imkân ve ihtimal olmıyanın hilafı olduğu anlaşılır. Allah-u Teâlâ'nm «De ki :
şahid olmak bakımından hangi şey daha büyük? De ki : Benimle sizin aranızda
Hak Peygamber olduğuma Allah hakkı ile şahiddir.»[357]
Kavl-i Celîli de böyledir. Eğer şey isminin Allah-u Teâlâ'ya söylenmesi mümkün
olmamış olsaydı bu Ayet-i Celüe'de Şeyi içine alan kelimenin bulunup Allah'a
izafe edilmesi mümkün olmazdı.
Aklî delil ise, şöyle
ifade edilmektedir : Şey olma, örfde başka bir şey için değil, ancak ispat için
isimdir. Çünkü «gey'siz» sözü eğer kendisi ile küçümsemek[358]
murad edilmediği vakitte menfidir. Böyle olduğuna göre şey'in isbat ve
hareketsizliği nefyetmenin ismi olduğu sabit olur. Eğer şey'in manâsının ispat
ve hareketsizliği nefyetme manâsına olduğunu biîmiyen bir zümre olursa bu gibi
arasındaki bu durumdan korunmak gerekir. Çünkü bunların çirkin bir manâ, kötü
bir anlamı kalplerinde bulundurup kerih bir inanç içinde şey'in zâtın dışında
bir varlık olduğunu[359]
söylerler. Çünkü o ispat anlamında daha açık olarak anlaşılır. Her nekadar
ikisi de ilim ehli katında bu deyimle bir manâ ifade ediyorsa da.
Bununla beraber
«şey'sizdir» sözü ya hakikati reddetmek veyahut sabit olanı küçümsemekte
kullanılır. Buna göre şey ile ifade etmek ancak o zâtı ispat ve o'nun
yüceliğini ifade eder.33 Allah-u Teâlâ da buna gerçekten lâyıktır.[360]
Halbuki «cisimsiz»
sözü bu ikisinden birini dahi icabettirmez. Yine «cisimdir» sözü de böyledir.
Bunda varlığının övüldüğü veyahut yücelttiği hususdan herhangi bir şeyi ispat
etme durumu yoktur. Bunun içindir ki ikisinin arasında benzersizlik vardır.
Bu söze göre «âlim
değildir, kadir değildir» sözü, yüceliği nefyeden isimdir. Bunun gibi «âlimdir,
kadirdir» sözü de yücelik ile vasfetmeği ica-bettirir. Tevfik Allah'tandır.
Görünen âlemde birinin
«şey» sözünden zâtın mahiyeti anlaşılmadığı gibi «âlimdir, kadirdir» sözünden[361] de
şey'in sıfatı[362] anlaşılmaz. Birincisinden
anlaşılan husus ancak varlıktır ve zatın dışında olmaktır. İkincisinde ise,
şey'in mevsuf olduğu anlaşılır. Yoksa kendisinde zâtın mahiyetinin beyanı
olduğu hususu anlaşılmaz. Tıpkı adamın birinin «cisimdir» demesi gibi. Çünkü
bu söz mahiyeti ifade eden bir sözdür ki bu da yönler sahibi veyahut buutlu
olanlar veyahut da arazlar için kabul olan ve sonuçlar için ihtimali bulunan
şey olur. Bu husus insan ve diğer mevcudat hakkında da böyîedir. Güç ve kuvvet
ancak Allah'tandır.
Sonra bu ifade
edilenlerin hepsini, kabullenmeyi ifade etmek vecip-tir. Çünkü Allah-u Teâiâ'ya
şey ismini ıtlak etmek naklî delille sabit olmuştur. Tevfik Allah'tandır.
Ebu Manaur (r.h.)
diyor ki : Tevhidin tarifinde asıl olan şudur ki : Onun başlangıcı teşbihtir,
sonucu da tevhid. Böyle söylemeye zaruret itmiştir. Çünkü anlaşılan mefhum ile
düşüncelerdeki şeyi idrak etmekten anlamaların kısaldığı şeye delil getirilir.
Meselâ Ahiretin sevabının ve Ahirette bulunan Azabm dünya lezzetleri ve
eziyetleri ile anlaşıldığı gibi. Allah-u Teâlâ'nın vasfının yaratmış olduğu
mahlûkatmdan buna delâlet eden hususların anlaşılması ile ispat edilmesi de
böyledir. Bunun içindir ki «âlimdir, kadirdir» ve benzeri sıfatlar Allah'a
izafe edilmede söylenmiştir. Çünkü bunları söylememekte Allah-u Teâlâ'nm bu
gibi sıfatlardan beri olup hareketsiz kalması ifade edilir. Mahlûkatmda mevcut
olan manânın incelenmesinde ise teşbih vardır. Onun için bu hususa «fakat
âlimler gibi değildir» ve benzeri sözler katılmıştır ki teşbihi nefyetmek
ispatın zımnında bulundurulmuş olsun. İşte bu husustur ki aklî ve naklî delilin
mecbur kılması, böyle söylememizi gerektirmiştir. Fakat hakkında aklî ve naklî
delil olmıyan hususa gelince bunun ile Allah'a isim vermek çok büyük bir
kuvvettir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
İkinci sözümüze
gelince : Gerçekten «şey» isim değildir. Çünkü her ismin, zikredildiği vakitte
şeyin mahiyetini bildiren bir özelliği vardır. Meselâ «cisim nedir?» diye
sorulduğunda; kendisinin üç buudu bulunan şey diye cevap veririz. însan nedir?
sualine ise «görünen âlemdeki diri, konuşucu, ölü gibi sıfatlarla yani bunlara
ihtimali olan bir varlıktır» diye bilinen tarifini söyleriz.[363]
Yine böylece kendisinin tarifi bulunan her cevher, kendine hâs ismi ile
zikredilir. Buna göre «âlimdir, kadirdir» ifadelerinin özelliği Allah'ın
mahiyetini bildiren veyahutta zâtını tarif eden bir ifade ile zikrolunamaz. Bu
ancak Allah'tan bunların kendisinde bulunmadığını ifade etmeyi reddetmek,
ortadan kaldırmak ve bütün eşyanın da kendi hükmü, kudreti ve ilmi altında
bulunduğunu ifade etmek için zikrolunur. Yoksa Allah'ın zâtının mahiyetini
beyan etmek için zik-redilemez. Buna göredir ki Allah'a âlimdir, kadirdir ve
benzeri sıfatlarını ifade ederek isnat etmek caizdir. Bunda Allah'ın Zâtı'nın
mahiyetinde benzetme ciheti yoktur. Sakın bu ifadelerde, görünen âlemde
oldukları gibi kudret ile ilmin Allah'tan gayri bir şey olduğu anlaşılmasın.
Bunun içindir ki adı geçenlerden «gayri gibi değildir» denilir. Bu ifade de
Allah-u Teâlâ'nın başkası ile değil, bizatihi âlim ve bizatihi kadir olduğu
hususun açıklanması ve bilinmesi için kullanılır. Tevfik Allah'tandır.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : İnsanlardan birine «bir» kelimesinin manâsının ne olduğu
sorulduğunda sorana şöyle cevap verildi: «Bir» kelimesinin anlamı, dört kısım
üzere mütalea edilir : Kendisinde katlama ihtimali bulunmıyan bir küldür.
Kendisinde yarını kılma, yani parçalama ihtimali bulunmıyan bir cüzdür.
Üçüncüsü, her iki şeklin kül ile cüz arasında bulunması muhtemel olan şeydir.
Tıpkı kendisinden yarım kılma hususunun kaldırılması veyahutta kendisinden
katlanmanın indirilmesi gibi. Çünkü külün ötesinde bir şey yoktur. Dördüncü
husus ise, bu üç şeklin kendisinde bulunduğu şeydir. Odur, O değildir. O, o
olandan daha gididir. O, öyle bir şeydir ki ondan bahsetmekte dil tutulur, onu
beyan etmekten lisan aciz
kalır. Onu düşünmekten fikirler, zihinler aciz kalır, kendisini düşünmekte tüm
anlayışlar hayranlık iğinde kalır. îgte bu vasıflarla muttasıf olan âlemlerin
Rabbi'si olan AUah'dir.
Kim ki Allah hakkında
incelemek suretiyle cisim ile ifade-i meram etmek sevdasına düşerse -ki bizim
açıkladığımız gibi sonuçlara ve benzerlerine muhtemel[364]
olan arazların mahalli olan cisimlerin manâlarını ifade etmektedir- o kimseye
görünen âlemdeki cisimlerin yaratılmaların-daki manâları hakkında konuşması
vacip olur. Tabiatiyle bu bütün yönlerinden her yönünü tesbit etmesi mümkün
olursa. Evet bu cihet bakımındandır ki Allah hakkında bu ifadeyi kullanıp
Allah'a cisim demek mümkün değildir, fasittir, batıldır. Çünkü bu Allah-u
Teâlâ'yı hadis olduğu delil ile sabit olan bir şeyle vasfetmektir. Eğer bunu
icap etmeye hazırlanmamış bulunuyor ise, o zaman bu ismi verebilir. Bu husus
eğer delil ise söylenebilir. Fakat, sabit değilse söylenemez. Güç ve kuvvet
Allah'tandır. [365]
Allah-u Teâlâ'yı,
kadîmdir, âlimdir, hayydır, kerîmdir, cevvâddır diye vasfetmek, ve bu isimleri
Allah'a vermek haktır. Bu husus, aklî ve naklî delilin her ikisi ile sabittir.
Naklî delil, Kur'anı
Kerim ve Allah-u Teâlâ'mn gönderdiği diğer kitaplarında varid olandır. Allah-u
Teâlâ, bütün peygamberlerin beyan ettikleri ve bilginlerin peygamberlerden
naklettikleri isimler, Cenab-ı Hakk'a isim olarak-verildi. Ancak ne var ki
insanlardan bir kısmı, o isimleri Allah'tan başkasına da verdiler. Böylece
onlar ismin isbat[366]
edilmesinde isimle her musemmanm (kendisine isim verilen) arasında benzerlik
olduğunu zannettiler. Eğer isim verilmekle isimle musemmanm arasında benzerlik
olsaydı, birşey meydana getirememeği nefyetmekle de benzerlik bulunurdu. Onu
nefyetmekle yine kendisiyle ismin manâsının altına dahil olmayan şeyin arasında
da benzerlik bulunurdu. Halbuki bu husus söylendiği gibi değildir. Fakat biz
geçen konuda isme muvafakat ettiği için benzerliğin çok uzak bir ihmal olduğunu
açıklamıştık. Çünkü Allah,
zâtına isim olarak verdiği geyle, kendisine isim verilmiş, ve kendisini
vasfettiği şeyle de vasf olunmuş tur. Akıl da bunu icap ettirir. Zira Allah-u
Teâlâ'mn zatı ve sıfatiyle mahlûkata benzemediğinin sabit olması, Allah'ın
fiilinin mecburi bir fiil olmadığı; bilâkis onun ihtiyarı fiili olduğuna
delâlet eder.
Yine, hiçbir bozukluğu
meydana gelmeksizin ve hikmet dairesinin dışına çıkmaksızın fiilin birbiri
ardınca nizam ve intizamlı bulunması yapılan işin failinin ihtiyarı ile
olduğunu isbat eder. îşte bunun için, mahlû-katm yaratılması hakikaten Allah'ın
fiili[367] ile olduğu sabit olur.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Gerçekten Allah-u
Teâlâ, herhangi bir şeyi[368]
yaratır, sonra onu öldü-. rüp yok eder. Bu ifadeye gece ve gündüz gibi yok edip
iade ettiği şey de vardır. Bununla da, Allajı'm fiilinin ihtiyari ile olduğu
sabit olur. Çünkü[369]
bununla fesada uğrattığı şeyin, salâhını, öldürüp yok ettiğini, iadesini[370],
yok olanı var etmeyi, ve var olanı da yok etmeyi gerçekleştirir.
Öyle ise bunun
ihtiyari olduğu sabit olur. Zira, kendisinde mecburi olarak bir fiil sadır olan
kimsenin var ettiği şeyi yok etmesi, yokettiğini de var etmesi mümkün değildir,
kendisinin böyle bir iş yapması beklenemez. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Yine biz âlemin bir
şeyden olmaksızın sonradan var olduğunu, beyan ettik. îşte bu hususa ancak
kendisinde ihtiyari manâsının tamamı bulunan kimsenin ulaştığı bir nevidir.
İhtiyari olmayan şeyin hakkı mecbur kalmaktır. Eşyayı, bir şeyden olmaksızın
yaratma kuvvetine ulaşan kimsenin, sonra bir şeyi yapmağa mecbur olması
mustehildir.
Bununla beraber, bir
şeyin mecburen vuku bulması, onun başkası^ mn kudretinin icbarı altında
bulunması ve kendisinden her türlü imkânın gitmesi demektir. Bu ise hadis
olmanın delili ve zayıf olmanın alâmetidir. Rabbimiz olan Cenab-ı Allah, bu
gibilerden beridir, yücedir. Mahlûkatta, birinden diğerine miras olarak kaldığı
bilinen şeyde, Allah'a duada bulunmaları ve kurtulmaları için kendisine niyaz
etmeleridir.
Ve Allah şunu
kahretti, bunu kurtardı. Pelân'a yardım etti, filân'ı ise rezil rüsvay etti.
Her kuvvet sahibi yarattığı kuvvet ile fiilini icra eder. Bu hususlardan
herhangi bir şeye mecbur olanla nail olunmaz, kendisine rağbet de edilmez.
Bunlar delâlet ediyor ki âlem gerçekten Allah'ın ihtiyarı ile yaratılmıştır.
Allah-u Teâlâ'nın
fiilinde ihtiyar sahibi olduğu sabit olunca, bulunduğu hâl üsere mahlûkatm
üzerine hakim olması bakımından kudret ve irade sahibi olduğu sabit olur.
Çünkü, kudreti bulunmayan kimseden [371]meydana
gelen şey, kararsız ve fasid olur; bir şeye zıddı ile birlikte malik ve sahip
olunmaz. îşte kendisinden meydana gelen şey kudret ve ihtiyari ile olduğu
sabit olur. Bu hususta gaibi bilmek için asıl olan, görünen âlemdeki hakiki[372]
fiilin emareleridir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bizim, fiilin birbiri
ardınca vukubulması ve bu durumun muhkem ve sabit olarak hasıl olan şeylerden
zikrettiklerimiz Allah'ın fiilinin ilmiyle vuku bulduğuna delâlet eder. Güç ve
kuvvet ancak Allah'tandır.
Yine, dünyadaki
imtihanlara tabi tutulanların maslahatları doğrultusunda imtihan olunmayan
cevherlerin her birinin meydana çıkması; ve kendisinin baki kalmasını temin
eden şeyin yaradıimasiyle beraber, bekası murad edilen her şeyin yaratılması ile
bilinir ki, bunların hepsi, her şeyin keyfiyetini ve ihtiyacın] ve hayatını
idame ettirecek olan hususunu bilen tarafından olmuştur. Güç ve kuvvet ancak
Allah'tandır.
Gerçekten, Allah-u
Teâlâ, mahlûkatı öyle bir şekilde yaratmıştır ki, bu yaratılış şekli, mahlûkatm
hadis olduğuna, ve kendisini yaratan bir muhdisin bulunduğuna ve onun birliğine
delâlet eder. Eğer Allah mahlûkatm yaratılmasını, biîmemiş olsaydı, mahlûkatm
bu hal üzere meydana gelmesinin imkân ve ihtimali düşünülmezdi. Gerçekten
Allah-u Teâlâ'nm mahlûkatı bulunduğu gibi yaratması, kendisinin yarattığını
bildiğine delâlet etmektedir. Tevfik Allah'tandır.
Peygamberlerin emirle
gelmesi de Allah'ın ilmi ve ihtiyari iledir. Eğer insanlar peygamberlere tabi
olup onların getirdikleri prensiple amel etmiş olsaydılar, aralarında ihtilâf,
tefrika ve fesada uğrama ihtimali olmazdı. Tabii bu husus eğer Allah'ın ilmi
ayrı, ayrı yerlerde olmamış olsaydı vukubulurdu.
Allah-u Teâlâ yaratma
fiili yok iken vardı. Sonra tekvin yani varet-me, yaratma var oldu ki o, ise
yaratmanın gayridir diyen kimsenin sözü, tıpkı âlemin yaratıcısının bulunmaması
ile âlemin var olduğunu zikredenin sözü gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Gerçekten, var olmayı
tabiatlara ve gıda maddelerine isnad eden kimsenin sözü, yaratmadan başka bir
şey olmaksızın, yok iken sonradan yaratmayı Allah'a isnad eden kimsenin
sözünden daha gerçek ve doğru olur. Çünkü ilkinde var olmayı tabiat ve gıda
maddelerine isnad etmekte kendisi ile başkasının olması işinin ispatı vardır.
Böylece onların yaptıkları isnatta, bir analiz bulunur, diğerlerinde ise
tedkik ve tahkik yoktur. Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır.
Görünen âlemde,
kendisi kadir olup da, kendisinin fiili bulunmayan ve memnu' olmayan bulunmaz.
Görünen âlem ise görünmeyen âlemin delilidir. Binaenaleyh yaratma sıfatının
Allah'ta bulunması lâzımdır. Tevfik Allah'tandır.
Yaratma sıfatı, fesad,
şer, çirkin ve kötü sıfatlan ile mevsuf olur. Eğer onun zatında Allah'ın fiili
bulunmuş olsaydı, Allah-u Teâlâ bunların hepsiyle mevsuf olması ve bu isimlerle
kendisine isim verilmesi gerekirdi. Bunlarla Allah'ın vasfoîunnıasi ve bu
isimlerin kendisine verilmesi küfür olunca, Allah'a verilen isim ve sıfatlar,
bu isim ve sıfatların gayridir. Kurtuluş ancak Allah'tandır.
Değmek, duyurmak,
taat, masiyet ve kazanmak, eğer Allah'ta hakikaten bulunmuş olsaydı bunlardan
biri ile kendisine isim verilirdi.[373]
Tevfik Allah'tandır.
Hakikaten, Allah'tan
asılda bir fiilin sadır olması caiz olmayıp sonra vaki olması caiz olsaydı, ya
bizatihi kendisi için caiz olmazdı ki bunun ebediyyen böyle olması vacip
olurdu. Veyahut gayrisi için caiz olurdu. İşte kendisinden sorulan da odur.
Allah-u Teâlâ'nm bizatihi fail olmaması caiz olmadığı sabit olunca kendisi
binefsihi fail olur. Tevfik Allah'tandır.
Yaratma, hakikatte
Allah-u Teâlâ'nm fiilidir, diye iddia eden kimse, o namaz gibidir. Namaz ise
hakikatte fiildir, diyor.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Böyle söylemek vehimdir. Çünkü bu isim hakikatte Alîah-u Teâlâ'nm
fiilinin ismidir.
Sonra, yaratma
gerçekten Allah'ın fiilidir ki : Bununla Allah'a isim verilmesine, bu kelime
delâlet etmiyor. Oysa ki biz[374]
Allah'a isim verilmesi caiz olan ve olmayan şeyi geçen konularımızda açıklamış
bulunuyoruz.
Eğer «Allah-u Teâlâ
ezelde Tekvin (varetmek) sıfatı ile nıevsuf olunca, niçin ezelde mükevven
(varolan) bulunmuyor?» denilirse cevap olarak denir ki : Allah-u Teâlâ, ezelde
eşyanın bulunduğu hâl üzere varolacağını biilyor ve murad ediyordu. Bu,
herşeyin vakti zamanında olması için Allah-u Teâlâ'nm eşya üzerindeki kudreti,
iradesi ve eşya hakkındaki ilmi gibidir. Her nekadar yok iken sonradan varolan
[375]Olanın
tarafında kendisi hakkında olan ilmi ve üzerinde müessir olan kudretin değişmemesi
ile olsa da sonradan var olma, olan hakkında kullanılır, yoksa olanı bilme
hakkında değil.
Bu konuda asıl olan
şudur : Gerçekten Allah-u Teâlâ'ya bir sıfat ıtlak olunduğu ve ilim, fiil ve
benzeri sıfatlardan biri ile vasfolunduğunda Allah'ın ezelde o sıfatla mevsuf
olması lâzımdır. Bu sıfatın altında bulunan -malûm (bilinen), üzerine kudretin
hükmünün cari olduğu, makdur ve var olandan ibaret olan mükevven ve murad
gibileri o sıfatla beraber zikrolundukları vakit bu eşyanın kadim olduğu
anlaşılmaması için o eşyanın vakitleri o sıfatla, beraber zikredilmesi gerekir.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Birincisinin yani
Allah-u Teâlâ'ya her hangi bir sıfat ıtlak olunduğu zaman aynı sıfatla ezelde
mevsuf olmasının gerektiği hakkındaki delil; o sıfatın ezelde Allah'ta
bulunduğunun sebkat etmesidir.
İkincisinin delili,
yani var olanın vaktinin zikrolunmasınm gerektiğinin delili ise şöyle izah
edilmektedir : Yapılanın vakti zikrolunmadığı zaman kendisinin kadim olduğuna
veyahut vaktinin gayrinde bilinmediğine imâ ve işaret olunmuş olur. Acizlik de
böyledir. Çünkü «o, saat için var olmuştur» dendiği zaman bununla, bu saatte
var olması için, varlığı bilinmiş ve murad edilmiştir demeye işaret olunur.
Onun hakkındaki ilim, kudret ve irade de böyledir. Kuvvet ancak Allah'tandır,
Kıyamet ve fena
kelimelerinin başka bir manâsı daha vardır. Şöyle ki : Gerçekten kıyameti soran
kimse, «eğer Allah, saati işler» diye murad ederse, bu «saat» kelimesinin
kıyamete vakit olmaktan veyahut Allah'ın kıyameti var etmesi için kullanılması
veya murad edilmesinden hâli kalmaz. Birincisi mümkün değildir, zira böyle bir
şey yoktur ve düşünülmemiştir. İkincisi ise, vakti var etmek için bir zaman
kılındığından dolayı fasiddir. Bu da hadis olmanın yani sonradan var olmanın
alâmet ve işaretidir.
Soru : Mükevven, yani
var olunan bulunmadan tekvinin, yani var etmenin bulunmasında aczin ispatı mı vardır?
Cevap : Bu husus, eğer
var etme bir vakit için olur da o vakitte var olmazsa ancak o zaman bulunur.
Halbuki ezelde bilinen ve murad edilen, hükmedilen, zamanı geldiğinde vakti,
vaktinde vukubuluyor. Cehil ve mecburiyet olmadığı zaman onu bilme ve irade
etme hakkında söylenecek söz de böyledir.
Amma, kendisinde
vukubulduğu vakit için olmuş olsa, ilmide hakkında beyan ettiğimiz gibi böyle
söylenmez, tgitme, görme, kerem ve cud sıfatları da buna göredir. Her ne kadar
işitilen, görülen ve diğer zik-rolunanlar hadis ise de, Allah-u Teâlâ ezelde bu
sıfatlarla mevsufdur. Bu ifadeye göre sonradan var olma cari olduğu için her
ikisi zikredildiğinde işitilen için vaktin zikredilmesi muhakkak lâzımdır.
Birincisi de yani Tekvin de bunun gibidir.
Bu mevzuda asıl olan
şudur ki : Gerçekten Allah'ın fiili ile vaki olan, Allah'ın bilfiil o sıfatla
vasfedildiği zaman aynı sıfat Allah'ta bulunmasa, bu vasıf, acizlik vasfıdır.
Eğer aynı sıfat Allah'ta bulunup vasfedilen şey de zamanında ve Allah katında
bulunursa bu kudret sıfatıdır. Bu husus, tıpkı kendisinde bir şeyin fiili ve
onun yanında zıddı bulunan kimse gibidir ki o fiil[376]
onun fiili yönünden daha tamamdır.[377]
Fiili bulunduğu yerde[378]' olmayan
kimse, fiili her yerde[379]
vukubulan kimsenin gayri olması da böyledir. Zikrettiğimiz hususlar ile
Allah-u Teâlâ'yı vasfetmemiz de bu meyanda mütalea edilmektedir. Çünkü o, tamam
olan bir vasıftır. Bununla beraber kul'un fiili vaktinin gayri için vaki olmaz.
Çünkü o fiil kulun isidir ki[380] bu
is bilfiil ve aletlerle olur. Allah-u Teâlâ ise bizatihi
yapar. Bu tıpkı Allah-u Teâlâ'nm bizatihi
bilmesi ve bizatihi kadir olması gibidir. Zikrettiğimizin gayri ile Allah'tan
başka olan her şey, eğer Allah'ın fiili olmamış olsaydı ondan bu fiil sadır
olmazdı. Allah, her şeyi bir şeyden olmaksızın var eder. Bunun içindir ki
takdir hakkında söyledikleri sözün tümü batıldır, fasittir. Kudret, irade ve
geçen mevzularda açıkladığımızın hepsi bunun gibidir.
Başka bir delil;
gerçekten kuldan mütevellit bir fiil bulunur ki bu o fiili kul isledikten bir
zaman sonra vaki olur. Tıpkı her hangi bir şeyi atmak, fırlatmak ve cinayetler
işlemek gibi.
Bu fiili işleyene
fiilinin gerçekte vuku bulmasından sonra kaatil, cani ve katle ve cinayete
uğramış, isminin verilmesi kendisine müstehak olur. Bunun gibisinin Allah'tan
vukubuîması her nekadar Allah'ın fiili, yaratılma ve doğma vasıfları ile
vasfoiunnıazsa da Allah'tan olduğunu söylemek doğru olur. Çünkü görünen âlemde
iki vecihten birinin meydana gelmesi fiilin[381]
tahkikini menetmez. Bunun aynısı görünmeyen âlem hakkında da caridir. Her
nekadar bizim bir şeyin cisim olmadığını ispat etmede[382]
açıkladığımız husus üzere açıklanan bu vecihten değilse de. Bu söz Allah'a şey,
demenin caiz olmasma binaendir. Her nekadar araz değilse de o gey. Görünen
âlemde cisim olmıyan her şey, varlık hakkında arazdır. Yoksa o şey, varlığın
ismi değildir. İlk zikredilen aynı bunun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Ve yine acizlik alâmeti olma hususunda ileri sürülen görüş, Allah hakkında
değil, bilâkis bul hakkında ileri sürülebilir. Çünkü kul, kendisiyle tahakkuku
mümkün olmıyan bir şeyin yapılmasına kadir olmaz. Tıpkı hareket ve
hareketsizlik fiilini icra etmek suretiyle kendini kuîlanmaksizın yapılanın
meydana gelmesine kadir olmadığı gibi. Güç ve kuvvet ancak Allah'tandır.
Bundan sonra hiç bir
kimse yoktur ki kendisinin memur kılındığı ve nehyedildiği vakitte bu hususta
bir emrin aynı vakitte gelmediği sözünü kabul etmesin. Memur ve menhiy olduğu
husus hakkında aynı vakitte bir emrin geldiğini kabul etmek zorundadır. Vaad ve
vaid de böyledir[383].
îşte bu suretle Peygamber (s.a.v.) gönderilen ile o halde memur veya
menhiy olan odur. Binaenaleyh olduğu
zamandaki var olmasının ezeldeki tekvin sıfatının bir tecellisi olduğu inkâr
olunamaz, tşte böylece Allah-u Teâlâ her olan ile, onun olacağını bilmesiyle
vasfolunması da böyledir. Her nekadar daha önce Allah'ın ilmi ile vasfohmdu ise
de. Var olma, hadis olmanın hepsi Allah'tan başkasmdaki varlıkta
düşünülebilir. Tevfik Allah'tandır.
Ne var ki tekvin'in
manâsı her nekadar beşer anlayışının ulaşamadığı bir husus ise de «kün-ol»[384]
sözünün imkân ve ihtimali dahilinde olan en kolay sözle edası mümkün olur. Zira
Allah-u Teâlâ, var olmasını bildiği ve dilediği her şey'e ol dediği vakitte o
şey bu emirle var olur. O var olan her şey, bulunduğu hal üzere var olması
gerektiği vakitte tekrarsız olarak var olur. İşte bu noktaya emrin hepsi,
nehiy, vaad ve vaid dahil olur. Bu suretle, devamlı olarak kâinatın vakitleri
ve mekânlarında]'! muhtelif halleri üzere olmuş ve olacak şeyden haber verilmiş
olur. Fakat, mahlûkatm aklî kapasitesi meşgul etmiyen ve yormiyan[385]
tekvin sıfatını anlama vüsatmda değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bu bölüm öyle bir
bölümdür ki eğer bunda uzun uzadıya araştırma ve analiz etmeğe kalkışılırsa
maksud olanın sonucuna ulaşmaktan insan aciz kalır. Biz işaret etmiş olduğumuz
gey'in akıl ve iyi anlayış sahibi için ikna edici bir yer olmasını dileriz. [386]
Kâ'binin, Allah'ı
bilmekte ulaştığı mevkii bilmemiz için, ileri sürdüğü fikir ve görüşlerinin
bazısını zikredeceğiz.[387]
Bununla mutezile mezhebinde ulaştığı makamı iyice anlaşılmış olur. Çünkü o,
mutezileler nez-dinde yeryüzü halkının imamı olarak kabul edilmiştir.
Kâ'bi diyor ki : Hâl
ve şahsın ihtilâfına ihtimali bulunan şey, fiilin sıfatıdır. «Felân'a rızık
verir», «ve şu halde merhamet eder, bu halde de merhamet etmez» sözü gibi.
Kelâm hakkındaki söz de böyledir. Şahıslar hakkında öne sürülecek fikir de aynı
bunun gibidir. Kudret, ilim ve hayat sıfatları hakkında bu gibi sözlerin
söylenmesi imkân ve ihtimal dahilinde olmaz. Çünkü bunlardan herbiri zâtın
sıfatıdır.
Ve yine Kâ'bi der ki :
Üzerine kudretin vaki olduğu her şey, fiilin sıfatıdır. Rahmet ve kelâm gibi.
Üzerine kudret vaki olmıyan ise, zâtın sıfatıdır. Meselâ «bilmeye veya
bilmemeye kadir olur mu?» denilmediği gibi. Sonra zâtın sıfatından sorulur :
Allah'ın niçin zıddı ile vasfolunması vacip olmuyor? Bu soruya cevaben diyor ki
: Çünkü o, zâtına rücu' eder. Zâtı ise muhtelif değildir. Zıttı ile vasfetmek
ise ihtilâfı icabettirir. Sonra diyor ki : Allah'ın zâtı, muhtelif olmayınca
nefsinin baki kalmış olduğu şeyin muhtelif olması caiz olmaz. Tıpkı illetin
devam etmesiyle kendisinin de devam etmesi ület için vacip olan şey gibi.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Kâ'bî'nin sözlerinden bazısı da şöyledir : Allah-u Teâlâ'nın
hakikatte sıfatı yoktur. Allah'ın sıfatı, ancak vasfedenin kendisini
vasfetmesi veyahut isim verenin isim vermesinden ibarettir. Bu ikisi birden vasfedenlerin
vasfında, ne zaman Allah'ı ilim, kudret, ve fiil sıfatları ile vasfederlerse,
vasıf bakımından hiç bir ihtilâf olmaksızın vasfedenlerin vasfında bulunur.
Sonra Allah, hakikatte Âlim, Kadir ve Hâlık isimleri ile isimlenmiş bulunuyor.
Artık Allah'ın vasfedilmesi bakımından bülnmesinin bir veçhi yoktur. Çünkü bu
her ikisinin, yani vasıfla ismin her ikisi kendisinde muvafakat bulunan şeye
rücu' eder.
Sonra bazen denir ki :
Allah, felânın duasını işitti, filânın duasını da işitmedi. Ve adamın biri,
kalkıp söyle diyor : Allah, bunu benden bilmedi. Diğer biri de Allah bunu
benden şu vakitte bildi, bu vakitte ise bilmedi, der. Sonra bununla işitme ve
bilme sıfatlarının zâtın sıfatından olmamaları vacip olmaz. Kelâm ve rahmet
hakkında bu şekildeki ifadeyi hiç bir şey menetmez.
Eğer «bununla bilinen
ve işitileni nefyetmeği nrarad ediyor» derse kendisine şöyle cevap verilir :
Birincisinde yani hâl ve şahsın ihtilâfı ihtimali olan şeyin fiilin sıfatı
olduğundaki ileri sürülen fikrin kelâm hakkında aynı olduğu da böyledir.[388]
Yani kelâmı nefyetmeği zikretmekle Fir'avuna ikram ve ihsanını esirgediğini
murad ediyor ki; bu da Allah'ın ihsanını murad eden şeyin kendisidir. Bu
hususta kelâm ile müminleri müjdeleyen ve kâfirleri meyus bırakan şey olarak
bilinmektedir. Bu husus, bizim katımızda böyle telâkki edilmektedir.
Bundan sonra gerçekten
mesele kıymetini kaybetmiştir. Çünkü o, hükmü sözün caiz olmasına bağlamıştır.
Biz meseleyi beyan ettik4. Biz, geçen ifadelerle Allah-u Teâlâ'nm hadis olma
.sıfatıyla mevsuf olmasının caiz olmadığını anlamış bulunuyoruz. Çünkü eğer
bununla vasfolunması caiz olsaydı Allah, muslihtir, mufsittir, hayırlıdır,
şerlidir diye vasfediî-mesî caiz olurdu ki bu asla doğru değil, batıldır.
Böylece mesele onun zannettiği ve düşündüğü gibi değildir. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Yine gerçekten her
sessiz olan, işittirmek için konuşmaz. O'nun ilimle konuşması caizdir. Sonra
her ikisinin arasının ispat harfindeki ihtilâf ile tefrik edilmesi vacip olmaz.
Ve Allah'ın Zâtında da ihtilâfı icabettir-mez. İşte böylece nefyi hakkında
nıeneden bir şey yoktur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Gerçekten Allah-u
Teâlâ'yı adaleti kendisinden nefyetmek suretiyle vasfetmek caiz olmaz. Sonra
onun, yani adaletin kendileri indinde zâtın sıfatı olduğunu söylemez. Bunun
içindir ki onun takdirinin fasid ve batıl olduğu sabit olur.[389]
Sonra kendisine denir
ki : Sen fiil sıfatiyle fiilin bizzat kendisini kas-dediyorsun ki, o da yaratma
fiilidir. O senin katında[390]
fiil midir, yoksa fiilden başka bir şey midir? Eğer yaratmak fiildir, derse
kendisine : Niçin yaratma fiildir dedin? denir. O, kimin sıfatıdır? Çünkü
sıfat ancak mevsuf için bulunur. Eğer o, Allah'ın sıfatıdır derse; yaratmayı
Allah'a sıfat kılmayı ifade ederse, bu ne büyük bir sözdür. Çünkü yaratmak fiilinden
meydana gelen, fesada uğrayan, çirkin olan, mecburi ve zaruri olan, aciz
olan.necisler olan ve pislik olan vardır. Bunların hepsini kendi sıfatı ile
mevsufdur. Bu sıfatlar öyle bir sıfatlardır ki her akıllı olan kimse bunlarla
mevsuf olmaktan çekinir. Nasıl oluyor da bu sıfatlarla [391]Allah
vasf olunuyor?
Eğer yaratma değildir
derse, gerçekten kastedilen Allah'ın sıfatı, fiilin kendisidir demesi lâzım
gelir. Biz bu hususu açıklamıştık.
Allah-u Teâlâ yarattığı ile
vasıflanmaktan yücedir, beridir. Böylece sabit olur ki fiilden7 ibaret olan
Allah'ın sıfatı kendi zâtının sıfatıdır.
Böylece Allah,
Haliktır; Rahmandır; Rahimdir denir. Bu isimlerle ancak Allah'ın Zâtına isim
verilir. Fiilin sıfatı da bunun gibidir, yani fiilin kendisi. Onunla Allah'ın
Zâtı vasfolunur. Bu, tıpkı «hikmetli kelâmdır, doğru kelâmdır, yalan sözdür»
denildiği gibi. Gerçekten bu böyledir. Aynı zamanda sahibinin sıfatıdır. Bunun
gibisinin aynı Allah'a izafe olunur.
Sonra, kendisine denir
ki : Rahmet ve mağfiret fiilin sıfatıdır diyorsun. Lanet, ve küfretmek de
sence fiilin sıfatıdır. Rahmet ve lanetle kendisine isim verilen fiil nedir
ki; Allah onunla vasfolunsun?
Eğer o,
Cennettir-Cehennemdir, kabul; reddetme ve benzeridir derse; daha doğrudur,
adaletlidir, zulümkârdır deyimleri hakkında zikredilen meselelerdeki sözü
batıl olur. Gerçekten Allah-u Teâlâ Rahimdir; bunu kullarına karsı işlemez.
Halbuki bunların hepsi kullarına yaptığı şeylerdendir. Eğer bunun gayrı bir
manâ ispat ederse o takdirde Allah'ın yarattığının gayri olurlar ve onlarla
vasfolunur. Oysaki onun «küfreden»8 sözü kötü ve çirkin bir sözdür. Allah-u
Teâlâ asla onunla vasfolunmaz.[392]
Sonra kendisine denir
ki : niçin bu zat ve fiilin sıfatı hakkında zikrettiklerini nazarı itibara
aldın? Hakikaten ispat etme yönünden, kullanmada zâtın sıfatlarının muhtelif
olduğunu görüyorsun. Meselâ; eşya hakkında ilim ile ifade edilmek
istendiğinde, eşya kudret ile vasfoîunmaz. Ve eşya üzerine kudretin hükmü
caridir, dendiği zaman, egya ilimle vasfolunmaz. Keza egya görülme ile vasf
olunduğunda, kerem ile vasfolunmaz. Cûd ve hikmet ile vasfolunduğu zaman da
eşya işitme sıfatı ile vasfolunmaz. Kendisi ile ihtilâfın caiz olduğu şey de
bunlar gibidir. Bununla her hangi bir farkın bulunması gerekmez. Bilâkis, Allah
ezelde bu sıfatlarla mevsuftur.
Sen niçin Allah'ın
kendisiyle vasfohınan şeyin hepsinde böyle demi-yorsun. Zira Allah, değişikliğe
uğramadan ve fesad bulmadan beri ve münezzehtir. Bunların her ikisi de hadis
olmanın alâmetleri ve yok iken sonradan var olmanın işaretleridir.
Yine kendisine şöyle
denir : Sen yaratmanın bir çok kısma ayrıldığını görüyorsun. Sence bunların
bir kısmı ile Allah'a isim verilir. Bir kısmı ile verilmez. Sonra sıfat
hakkında bir ihtilâfa da delâlet etmez. Öyle ise bu sıfatların ifade edilmesini
meneden nedir? Tevfik Allah'tandır.
Fakîh Ebu Mansur diyor
ki : Sonra onun «üzerine kudret sıfatının cari olanla vasfolunan şey, zâtın
sıfatlarından değildir» sözüne göre hasmı ve muhalifi nezdinde Allah,
sıfatlarından bir şey üzerine kudretle vasfolunmaz. Ancak, bunda yapılan şeyin
murad edilmesi ile mecaz olarak vasfolunur. Tıpkı yarattığı şeyi itibar ederek
onunla kendisine isim verilmesi gibi.[393]
Ve sonra biz,
gerçekten onların zâtm sıfatları olduğu hakkında ittifak olduğu halde eşyada
genişlik ve darlık bakımından sıfatların durum ve envalinin muhtelif olduğunu
beyan etmiştik. Bu zikrolunan şeylerde de aynısını ifade ediyoruz.
Sonra şu görüş de
Kâ'bî'nin mezhebinin görüşüdür. Gerçekten Allah ne yaratıcı idi ve ne de
Rahman. O, kendi zâtını, yaratıcı ve merhamet edici yapmıştır. Öyle ise bizim
bu manâdaki yaratıcı (halik) ve merhamet edici (Rahman) ye ibadet etmemiz caiz
olur. Böylece onun sözüne göre : «Şu, yaratma fiili için bir mabud takdir
etti»; ifadesi ortaya çıkmış olur. Halbuki üzerine kudretin vaki olduğu isimdir.
Bu durumda, Al-lah'dan başkasına ibadet etmiş olur. O, yine üzerine kudretin
vaki oîdu-ğu şey olması bakımından bu isimler muvacehesinde sonradan var olmuştur.
Sonra kendisine şöyle
de denir : Allah, mahlûkatı yaratmamağa kadir olur mu?
Eğer bu sorumuza;
hayır derse : Allah'ı zaruri olarak ve yahut bizatihi yaratıcı yapmış olur ve
ileri atmış olduğu fikir ve sözü batıl olur.
Eğer Allah mahlûkatı
yaratmamağa kadirdir, derse o zaman kudretin üzerine vaki olmasiyle
yaratılmamış olanın yaratılmış olduğunu söylemek zorunda kalır. Bunda ise
fiilin ve yaratılanın kadim olduğunun ispat edildiği görülür. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Kâ'bi, kelâmın hadis
olması hakkında, gelmek ve getirmeği zikrederek delil getirmeğe çalışıyor, bu
bakımdan kelâm, sonradan var olmadır, diyor. Biz geçen bahislerde
açıklamıştık. Hakikaten Allah, kelâm sıfatıyla vasfolununca kelâmın, fiilin ve
diğer adı geçen sıfatların tümü hakkında söylenecek şey aynıdır. Çünkü Allah-u
Teâlâ değişme ve zeval bulma ihtimalinden beri ve münezzehtir. Ne var ki
gerçekten Allah, gelmeyi kendisine izafe etmiştir. Sonra gelmenin hadis olması
gerekmez. Bilâkis o, Allah'a lâyık olan yöne[394]
sarfedümiştir. îlki de yani getirme de bunun gibi olup Allah'a lâyık olan yöne
tevcih edilmesi vaciptir[395].
Yoksa bozulma, değişme ve
zeval bulma gibi kendisi ile mahlûkatin bilindiği cihete yöneltilmez. İbrahim
Aleyhisselâm'm kelâm ve fiil hakkındaki Kur'-an'ı Kerim'de zikredilen «Ben öyle
batanları sevmem..»[396]
sözü de bunun gibidir. Kim ki bir hal ve vaziyette olup da sonra başka bir hal
ve vaziyete girerse o, gerçekten batanlardandır. Allahu a'lem.
Kâ'bi, korunan şey ile
de delil getiriyor : Gerçekten AUah korur,[397] bu,
Allah'ın kendi hududunu yani buyruklarını koruması üzere olur. Ke-lâm'ın
manâsının kapsamına giren[398] ve mahlûkat
arasındaki kelâmdan Allah'a izafe edilen şey, Allah'ın sıfatı olan kelânı'm
kendisi ile bilinen şeye muvafakati olduğundan mecazdır. Bu, aynı bizim gelme
ve gayrini zikrettiğimiz gibidir. Allah'ın ahdi, yardımı[399]ve
benzerleri, Allah'ın Zâtı ad, bu manâyı, gerçekleştirmiyen şeydendir.
Kur'an-ı Kerîm de bunun gibidir.
Yine bir çok nevilerle
delil getirdi ki bu yönden Kur'an'ın hadis ve mahlûk olduğunu öne sürdü ve
delillerinden olmak üzere nesih, sûreler, âyetler ve benzerlerini öne sürdü. Ve
bu bakımdan Allah bu sıfatla mev-suf olmaz iddiasında bulundu.
Sonra kendisine
«kelâm, ilim gibi zâtın sıfatıdır» denildiğinde dönüp hakikatte Allah'ın İlmi
vardır, demediğini iddia ediyor.
Pakih Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Kâ'bî'nin sözü batıldır. Çünkü o, kendi ifadesi olan, zâtın
sıfatıdır sözü ile karşılaştırıldı. Bu hususta da âlim hakkında söylediğim gibi
hiç bir hakikate dayanimyarak söylesin. İşitme[400], ve
benzeri de böyledir. Biz, Allah'a hamd olsun ki buna yakın olarak, akıl
sahibine kifayet edecek şey'i beyan ettik.
Sonra Kâ'bi, kelâmı
fiille karşılaştırdı. Halbuki hasmının nezdinde fiille kelâmın arasında hiç bir
fark yoktur. Yine sonra görünen âlemde hali kalmıyan bir şeyle karşılaştırdı :
Kendisinden kelâmın sadır olması caiz olan kimse, aynı zamanda kendisinden[401]
sükût etmek veyahut dilsiz olmak da caizdir, diye bir konu ortaya attı.
Halbuki bu konuda hata yaptı ve o, ancak acizlikten ve sükût etmekten ileri
geliyor dedi. Fiille de karşı karşıya getirdi. Haîbu ise hasmının indinde fiil
de böyledir. Çünkü o, fiil ve terki
kendisinde zikretti. Oysaki terketme,
fiilden başka bir şey değildir.[402]
Fakat adı geçen hususu ancak şaşkın olan kimse yapar. Sonra sabi ile işi
karşılaştırıp sabinin dilsiz olmadığını öne sürer. Biz, sabinin kelâmdan aciz
olduğunu beyan ettik. Bununla beraber kendisinin cismen büyük olmasına rağmen
kendi nefsi için Allah'ı bilmeğe vesile olacak çocuklar ve delillerden
başkasını bulamamıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Kâ'bî, karşılaştığı bu
hususlara; fiilin vukuunda kudretin meydana gelmesi halindeki Allah'ın fiil ve
kelâmı icra etme kudreti ile mevsuf clduğu için kadir sıfatının hali kalmadığı
noktayı nazarı ile cevap vermeye yöneldi. Bu husus mu'tezilece bilinmiyen
rnu'tezilerün cehaletini ortaya koyan bir husustur ki bu delilini kabullenerek
tevhid akidesi içinde bulunduğu için kendisi tebrik olundu.
Ebu Mansur (r.h.)
şöyle diyor : Bu mevzuda asıl olan şudur ki, gerçekten AI!ah-u Teâlâ'yı kelâm,
ilim, fiil sıfatları ile vasfetmek ve kendisine hamdü senada bulunmak, Ailah-u
Teâîâ'nm eksikliklerden yüce vg beri, âfetlerden de münezzeh olmakla
vasfetmektir. Allah, ezelde de böyledir. Bununla beraber eğer Allah,
kendisinden başkası ile, Halik Rahman ve Mutekellim olmuş olsaydı böyle
olmaması yani yukarıda arzodilen sıfatlarla muttasıf olmaması caiz olurdu.
«Ey, Rahman olmıyan,
Rahim ve Halik olmıyan»18 diye söylemek zem ve mahlukatdan başkasına katmak
olduğu içindir ki, Allah-u Teâlâ, bizatihi Rahman, Rahim ve Hâlık[403]
olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Eğer Allah-u Teâlâ'nın
kendisinden başkasına verilmesi caiz olan bir şeyle isim verilmesi doğru
olsaydı gayrinde bulunan her şey ile kendisine isim verilmesi vacip olurdu.
Bununla beraber eğer Allah hakkında bu husus caiz olsaydı görünen âlemde
birisinin kendisi gibi isimlenmesi caiz olurdu. Değişiklik ihtimali kendisinde
bulunduğu için bu hususun gerçekleşmesi mümkün değildir. Binaenaleyh Allah-u
Teâlâ'yı adı geçen sıfatla vasfetmek, Allah'ın yüceliğini ve benzerinden münezzeh
olduğunu ispat etmek demektir. Tevfik Allah'tandır.
Sonra diyor ki : O,
sıfatlarla, Allah'ın gayri hiç bir sıfat sabit olmadığını mıırad ediyor. Fakat
sıfatlar Allah'ın zâtının aynı olduğunu da kasdetmiyor. Bilâkis kadîm için
olsun, hadis için olsun her sıfat Allah'ın gayridir diyor.
O sıfatlar söz olur
veyahut kitap olur. Allah'ın sıfatları bizim kendisini vasfettiğimiz
sözlerimizdir, veyahut Allah'ın sözü ve kitabıdır. Bunların her ikisi de
hadistir.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Kâ'bî'nin Allah ve onun sıfatları hakkındaki ilminin ne derece olduğunu
bilmeniz için onun meselelerinin bitim ve sonucunu teşkil eden görüşlerinin
cümlesini zikrettim. Kâ'bî, bazan : «Allah'ın gayri olarak sıfat sabit olmaz ve
Allah'ın sıfatlan,[404]
Allah'ın Zâtı'nın aynıdır diye nıurad etmediğini» söyler. Eğer Kâ'bî, Allah'ın
sıfatlarının ne Allah'ın Zâtı'dır ve ne de gayrıdır, demek murad ediyorsa; o,
bilmiyor mu ki bu görüş Allah'ın sıfatlarım ispat eden kimselerin sözü ve
görüşüdür. Sonra kalkmış bu söz, bizim sözümüzdür diyor. Biz diyoruz ki :
sıfatlar,[405] Allah'ın gayrı değildir
ki,[406]
Allah'ın gayrında bir sıfat yoktur, diyelim. Sonra, gerçekten Allah'ın
sıfatlarının zikrolunan hususlar olduğuna işaret edildi. Kâ'bî, sıfatların tümü
Allah'ın Zâtının sıfatlarıdır, dedi. Öyle ise zikrolunan sıfatların hepsi Allah'ın
Zâtı'nın sıfatlarıdır. Allah, bu sıfatlarla devamlı olarak mevsuf-tur. Bu
sıfatlar Allah'ın gayrıdır, diyor. Batıl ve sapık kimselerin vas-fettiği
hususlardan Rabbimiz berî ve münezzehtir.
Sonra şöyle diyor :
Biri çıkar da derse ki; siz, Rahim demeksizin hakikatte «Rahmet»i niçin sıfat
yapmadınız? Böyle iddia ederek rahmet bulunmaksızın «Rahim»in sıfat olduğunu
öne sürdü. Zira her kim ki bir şeyin sıfatını yaparsa onunla vasfolunur. Tıpkı
başkasına söven veyahut onu karalayan kimseye o, ona küfretti ve onu karaladı
dendiği gibi. İşte «rahmet»in yaratılması da böyledir. Rahmeti yarattığı için
onunla, vasfoluhması caiz değildir. Tâ ki gerçekten ben, «Rahîm»im, deyinceye
dek. İşte bununla anlıyoruz ki gerçekten sıfat, Allah-u Teâlâ'-nın «ben
Rahîmim» sözüdür.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Bu abtal ve şaşkın kimseye sıfatları bildiren şey nedir ki? Allah'ın
sıfatlarını tefsir etmeye girişiyor. Allah-u Teâlâ, bu gibi şaşkın,[407] ve
hayalperestlerin[408]
görüşlerinden beridir, yüce ve münezzehtir. Hakikatte sıfat, eğer vasfedenin
sıfatı olsaydı mahlu-katm cevher ve sıfatlarının yaratık olduklarını söylemesi
batıl olurdu. Ve onun, tariflerini yapmak için mahlukatın hâli kalmadığı, sükûnet, hareket,
tefrika ve içtima hakkındaki sözü de batıl olurdu. Çünkü mah-1 hık at, kendisini
vasfedenin vasfından hâlidir. Öyle ise bunların zikro-lunduğu şeye değil,
mahlukata lâzım olan sıfatlar olduğu sabit olmuş olur.
Sonra, kardeşlerimden
meydana gelen topluluk size diyorum; Allah-u Teâlâ'nın kendisini bilmeniz
babında size olan ikramından dolayı Allah-a Hamd-ü Senada bulunmanız ve Allah-u
Teâlâ'nın dinde kılmış olduğu yararlardan kendi katındaki nimetlerin hepsini
elde ettiğini iddia eden kimseye karşı Allah'ın gadap (öfke) ve azabının
büyüklüğünü bilmeniz için bu adamın abdallığmdan olan şu konuyu[409]
tamamlamak istiyoruz. O adam o kadar Üeri gidiyor ki, hatta eğer Allah ona
ihsan etmiş olduğu nimetleri daha fazla olması için bir şey ziyade etse, artık
onu hazmetmeğe gücü yetmez. O, yararlı hususu taşımaya da kadir olmaz.[410]
Bilâkis onunla her şeyi fesada uğratır. Şu hususu açık seçik olarak bilesiniz
ki o, düşmüş olduğu kötü düşüncelerden meydana gelen zararları ve zillet ve
hüsranını dinde yararlı bir şey olarak ortaya attığı gibi saçmış olduğu
sapıklığı yüce olan Allah'ın nimetinden bir nimet olduğunu öne sürüyor.
Kâ'bî diyor ki : Biz,
gerçekten Allah-u Teâlâ, elbisede kırmızılık yarattığı vakitte onu elbiseye
sıfat kıldı demiyoruz. Eğer kırmızılık, elbiseye sıfat olsaydı Allah-u
Teâlâ'nın kırmızılığı yaratmasında onunla elbiseyi vasfetti denmesi caiz
olurdu. Hareket ve sükûnet hakkındaki görüş de aynı böyledir ve birine mektup
yazıp uzunluğu vasfeden[411] kimse
hakkında «o, bize kitabında uzunluğu vasfetti» denmesi caiz olur ve bu sözlerin
çok açık olduğunu iddia etti.
Sonra diyor ki : Biz
kırmızılığın, kırmızı olan adama sıfat olduğunun, rahmetinde fülin sıfatı
olduğunun söylenmesinin caiz olduğunu inkâr etmiyoruz. Fakat bu sözün mecaz
olduğunu, hakikat ise bizim aikretiğimiz husus olduğunu söylüyoruz.
Sonra şöyle bir
tezatla karşılaşıyor : Bu dediğiniz gerçek olsaydı sıfatın sıfat olmasının caiz
olduğunu söylemek gerekirdi.
Buna şöyle cevap
veriyor Kâ'bî : Evet, sıfatın sıfatı bulunması dernek, sıfat vasfolunur[412]
manasına gelir demektir. Lâkin, vasfedenin bu vasfı söylediği müddetçe
bulunur. Söylemediği vakitte ise bulunmaz.
Fakîh Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Siz, mu'tezilenin sıfat, mevsuf, mecaz ve hakikat hakkındaki
ilmî derecesinin bu şekilde tezahür eden kişi Allah-u Teâlâ'yı birleyen, ehli
tevhidin en cahili ile mükârene edildiğinde mu'tezilenin tutunmuş olduğu büyük
tavrı düşününüz ki onlar, bunu daha büyük görürler. Sonra gidişatının vasfı bu
olan kimse kıyamet gününde kavminin önüne geçerek onları ateşe, Cehenneme
götürecektir. Allah'tan, bizi bu gibi kimse ve onun gidişatından korumasını
dileriz.[413]
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Gerçek ve asıl olan şudur ki, Allah-u Teâlâ'nm kelâm sıfatıyla
mevsuf olduğu aklî ve nakil delille sabit olmuştur. Aklî delil Cenab-ı Hakk'ın
: «... ve Allah, Musa'ya (vasıtasız) hitap etti.»[414] Kavl-i
Celîlidir. Allah-u Teâlâ; halk arasında Allah'ın kelâmı ve temanu olmamakla
beraber mastar olarak zikredilmiştir. Allah'ın Kelâmı hakkında her nekadar
görüş ihtilâfı var ise de hakikatte Allah'ın Kelâm sıfatıyla mevsuf olduğu ve
kendisinin Mutekellim olduğu hakkında ittifak bulunmaktadır.
Allah-u Teâlâ,
müşriklerden «... Allah, bize senin hak Peygamber olduğunu söyleyeydi...»[415]
demelerini red ve inkâr buyurmadî. Ancak, onların kendilerini büyüttüklerinden
ve cehalete düşmelerinden meydana gelen sıfatı red ve inkâr etti. Allah-u
Teâlâ'nm «... halbuki onlardan bir zümre vardı ki, Allah'ın Kelâmını (Tevrat'ı)
dinlerler ve duyarlardı da, ...»[416]
Kavl-i Celîli de böyledir.
Allah-u Teâlâ'nm Kelâm
sıfatıyla mevsuf olduğuna dair aklî delil : Gerçekten her âlim ve kadir olan
bir musibetten dolayı konuşmazsa onun aciz kaldığından veyahut konuşmaktan men
edildiğinden Ötürü konuşmadığı anlaşılır. Allah-u Teâlâ, bundan berî ve
münezzeh olduğu içindir ki Allah'ın Mutekellim olduğu sabit olmuştur. Görünen
âlemde konuşmayan kimse ancak işitmez, görmez mânâsına gelen âfetten dolayı
konuşmaz. Allah-u Teâlâ, sağır olma, kör olmayı iktiza eden mânâdan berî ve
münezzehtir. Böylece Allah-u Teâlâ'nın dilsizliği iktiza edecek mânâdan berî
ve münezzeh olması daha evlâdır. Çünkü, dünyada kendisi ile hamcî olunan şeyin
en yücesi ve âlâsı olan kelâmdır. Bunun la, beşer diğer hayvanlardan
ayırdedilmiştir. Bununla beraber her kelâm sahibi olan, ya acizlikten veyahut
da sükût etmekten dolayı konuşmaz.
Sonra başkasının
kelâmının takdir edilmiş olmasından hâli kalmaz. Böyle olunca da kelâmda
benzeme husule gelmiş olur. Halbuki Allah-u Teâlâ'nm : «O'nun (benzeri olmak
şöyle dursıınn) benzeri gibisi (dahi) yoktur.»[417]
Kavl-i Celîii, Zâtında olsun, sıfatında olsun kendisine benzemeyi nefyettiğine
delâlet etmektedir. Bunu Allah-u Zülcelâl'in : «... yoksa Allah'a, O'nun
yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince
birbirine benler mi göründü?»[418]
mealindeki âyeti ce» lile teyid ediyor. Fiilin benzemesi, birbirine benzemeye
delâlet eder. Halbuki eğer ins ve cin bir araya gelmiş olsa, Allah'ın
Kelâmının benzerini[419]
getiremez, ifade edemezler, sözü varid olmuştur. İşte bu benzemeyi
nefyetmiştir. Çünkü benzemekte karşılıklı birbirine benzeme vardır. Böylece,
Cenab-ı Hakk'm Zâtında sabit olanla, kendi kelâmının bütün mahlûkatm kelâmına
muhalif olduğu, onların hiç birine benzemediği sabit olur. Bununla beraber,
kelâmın mânâlarının son haddine kadar idrâk edilmesi için mahlûkatm kelâmının
hepsini imtihana koymamıştır. Allah-u Teâlâ, karmca'nm,[420]
hüd'ün,[421]kelâmını ve dağların teşbihini[422] ve
bunlardan başka harflerle anlaşılmıyan ve beşerin kelâmından dahi anlaşılmıyan
şeyi zikretmiştir.
Gerçekten, kelâmdan
bazısından beşerin takatinin ulaşamadığı ve aklın idrâk edemediği kelâmın,
olduğu sabit olunca, Alemlerin Rabbi olan Allah'ın kelâmını anlamağa heveslenen
kimse aptalın tâ kendisidir. Yüce olan Allah'ın fiili de böyledir. Yani
mahlûkatm vasfının haricindedir. Allah'ın kelâmının bütün yönleriyle kullarm
kelâmma benzemediği sabit olması da, o'nun hadis olmasını nefyetmektedir. Çünkü
hadis olmakla aralarında eşitlik vaki olur. Ve ayni zamanda, Allah'ın
kelâmında, araz, tefrika, içtima, had-hudud, gaye, fazlalık ve noksanlık gibi
mânâların bulunması da giderilmiş olur. Çünkü bu adı geçen sıfatlar beşer kelâmının
sıfatıdır. Tevfik Allah'tandır.
Sonra kelâmın,
Allah'ın zatının gayrisi olması veyahut zâtının gayrisi olmamasından hâli
kalmaz. Zâtının gayrisi olduğunda zikrettiğimiz âfet ve gayrîsi ile kendisinden
zail olur ki bu da hadis ve muhtaç o'imamtı alamet ve işaretidir. Eğer zatının
gayrisi olmazsa o zaman kendi nefsi ile mutekellim,
âlim ve kadir olur. İste Cenab-ı Allah'ın sıfatı olan kelâm sıfatı ve ne
Allah'ın gayrı ve ne de zatının aynıdır. Tevfik Allah'tandır.
Allah-u Teâlâ'nın
kelâmının, beşerden igitilenle muvafık olduğunu söylemek caizdir. Tıpkı
risaleler, kasideler ve makalelerde olduğu gibi. Böyle demenin caiz olmasının
delili ise, o kelâmm mahlûkattan bir mahlûk olmasıdır. Fakat, aynı kelâma
bakarak Allah-u Teâlâ'nın bizatihi mu-tekellim olması mümkün değildir. Çünkü
böyle olunca işitilen kelâmın araz olmasından hâli kalmaması icap eder.
Allah'ın kelâmının iki yerde olması müstahildir. Allah'ın kelâmının cisim olması
veyahut, araz ve cisim[423]
olmaması da böyledir. Bunun içindir ki, Allah'ın kelâmının bir yerde olması ve
bir yerden işitilmesi mümkün değildir. Öyle ise, mahlûkat arasındaki kelâmdan
Allah'a izafe edileni, Allah'ın sıfatı olan kelâmın kendisi ile bilinene
muvafakat ettiği için mecaz olarak ifade edildiği sabit olur. Bununla beraber
Allah-u Teâlâ'nın bize kelâmını, kendi kelâmı olmayanla işittirmesi caiz olur.
Tıpkı bizden her birimizin diğerine[424] kelâmını
işittirdiği gibi. Her nekadar o, işittirdiği kelâmın aynı kendi kelâmı olmasa
da. Ve tıpkı Allah-u Teâlâ'nın bize, mahlûkatm aynı olmadığı halde, kudretini,
ilmini ve rububiyetini mahlükatı ile bildirdiği gibi.
Biri sorar ve derse ki
: Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm'a kelâmını işittirdi mi? Çünkü Allah «..-. ve
Allah, Musa'ya (vasıtasız) hitap etti.»[425]
buyurmuştur. Bu soruya şöyle cevap verildi : Allah-u Teâlâ, Musa Aleyhisselâm'a
kendi kelâmını Musa'nın lisanı ile ve yaratmış olduğu harfler, meydana getirmiş
olduğu sesle işittirdi. Evet Allah-u Teâlâ, Musa Aleyhisselâm'a mahlûk olmayan
bir şeyle kelâmını işittirdi.
Bu mevzuda bir şey
söylemeyip durmak gerektir, demek, iki yönden caiz olabilir. Birincisi; şöyle
denir : Kelâm sıfatı ne Allah'ın Zâtı'nın aynıdır ve ne de gayridir. Böylece
bu hususta her hangi bir şeyi 'bilmediğini ifade etmiş olur. Bu husus, ilim ve
kudret sıfatları hakkında sabit olan şeyde ifade etmek hak ve gerçek olur.
İkincisi; Kelâm sıfatını Allah mı yarattı[426]
veyahut Allah'ın gayri mi yarattığını bilmemesi ile hasıl olur. Bu çok uzak bir
ihtimaldir. Çünkü bu durum taklid mezhebine gitmekten hâli kalmaz. İnsanların
çoğu nefyeder. Hatta insanların çoğu, kelâmın mahlûk olup olmamasının
bilinmesi gerektiği hususunda görüş birliğine varmışlardır.
Sonra, Allah-u
Teâlâ'nın bizatihi mutekellim olmasının veyahut bizatihi mutekellim
olmamasının bulunmasından öte bir düşünce bulunmaz. Eğer Allah, bizatihi
mutekellimdir, diye bilinirse bu husus, bizim zikrettiğimiz manâya göre olur.
(Yani Mûsâ Aleyhisselâm hakkındaki sorulan soruya verilen cevaptaki manâya göre
olur.) Eğer Allah, bizatihi mutekellim değildir, diye ilim hasıl olursa, o
zaman Allah'ın kelâmı kendisinin gayri olur. Allah için gayrî olanların hepsi
ise mahlûktur. Bu husus, rivayet edilen naklî delille bilinsin veyahut naklî
delilsiz bilinsin. Allah'ın gayridir, denmesi sabit olunca bu söz, hadis olmaya
icabettirir. Bu hadis olma, mahlûk olma, Alllah'dan olduğu bilinsin veya
bilinmesin. Ve Allah-u Teâlâ*nın bizatihi mutekellim olduğu bilinsin veyahut
bilinmesin. Bu noktada durmak cehaleti yani bilmemeyi ifade eder. Bunun
gibisinin hakkı ise öğrenmektir. Çünkü onu bu noktaya iletip bu. mevzu hakkında
konuşması için cehlinden başka hiç bir sebeb yoktur. O, bu mevzudaki görüşünü
ancak bilmediğinden ötürü ortaya atabiliyor. Veyahut duraklamanın Allah'ın
kelâmı hakkında soran kimsenin muradının bilinmemesinden o kimse Alalh'm kelâmı
ile ve Kur'an'ı ile neyi kastettiği bilinmemek suretiyle olur : Allah'ın
Kelâmı olan Kur'an-ı Kerîm bu, parça parça, cüz cüz, âyet âyet, kelime kelime
olanı mıdır? Yoksa bunlardan bir şeyle vas-folunmayan mıdır? Bu husus, bizim
açıkladığımız vasfa göre olur ki o da kendisine yönelen kelâm hakkında soru
sorana kelâm ile neyi murad ettiğini bilinceye kadar cevap vermemesinde haklı
olmasıdır. [427]
Kâ'bî, Allah-u
Teâlâ'nın fiilleri ihtiyarîdir; çünkü yaratılmış olanın fiili bir nevi'den
ibaret olur, diyor.
Ebu Mansur (r.h.) da
şöyle diyor : Kâ'bî'nİn bu sözü doğru ve güzel olan bir sözdür. Tevhid ehlinin
mezhebi de budur. Fakat, Kâ'bî'nİn mezhebinde bu sözünün anlamı yoktur. Çünkü
denir ki; yaratma Allah'ın ihtiyarı[428] ile
midir, yoksa ihtiyarının gayri ile midir? Allah'ın fiilleri hakkında
söylenilen husus da aynı böyledir. Eğer Kâ'bî, Allah'ın fiilleri ihtiyarı
iledir, derse; öyle ise Allah'ın fiillerinin mânâsı, Allah'ın ihtiyarıdır,
demek olur. Bunun için Allah'ın fiilleri ihtiyarı iledir, demek hatadır.
Bilâkis o, Allah'ın ihtiyarından başka bir şey değildir. O noktada Kâ'bî'nin
dediği gibi söylemek te mümkün olur.
Hayır, Allah'ın
ihtiyarı ile değildir, derse; ya o, mahlûkun fiili olur ve kendisinin sonu
olmayan bir ihtiyarı ile olması vacip olur ki bu da mümkün değildir. Çünkü
mahlûkatm sonu vardır. Veyahut o fiil ihtiyari olmayan bir fiildir ki bununla
Kâ'bî'nin sözü batıl olmuş olur. işte bu husustur ki şeyin vaktinde olmasının
ihtiyar edilmesinden ibaret olan ezeldeki irade sifatıyle Allah'ı vasfedenin
böyle söylemesini gerektirir[429]
Sonra bizce Allah-u
Teâlâ'nın fiillerinin kendi ihtiyari ile olduğuna, mahlûkatın kendisinde
bulunan hikmete binaen mahiyetinin birbirine muhalif olarak yaratılması ve aynı
zamanda Allah-u Teâlâ'nın vahdaniyetine delil teşkil ettiğine delâlet
etmesidir. Bu ise herşeyin kendi "bulunduğu hâl üzere Allah-u Teâlâ'nın
ihtiyarı ile olduğuna delâlet eder. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra bazı kimseler,
mahlûkatın bulunduğu hâl üzere olmasının almış olduğu gıda maddeleri sebebiyle
ve tabiatîyle olduğunu öne sürerler. Bazıları[430] ise
mahlûkatın meydana gelmesinin yıldız, Ay ve Güneş'in işi olduğunu öne sürerler.
Bazıları da, mahlûkatın âlemin yani seyyarelerin[431]
devranı ile meydana gelir diyorlar. Bir kısım insanlarda ana ve babaların
tedbiri neticesindeki doğumlardan meydana geldiğini ileri sürerler. Bunların
hepsi, bir şeyin bir şeyden olmasına rücu' eder. Meydana gelenin-başlangıcı
sabit olmadığı zaman bu söz, adı geçen delillerle batıl olur. Onun veyahut
bundan, her cinsin evveliyeti sabit olduğunda ise kendi nefsi ile sonradan
olması müstahil olur. Çünkü bu, yok olduğu zaman kendisini icad etmiş olur ki
bu yok elanı icad etmek mümkün olmaz. Bununla beraber eğer kendisine herşeyin
tedbiri ulaşmış olsa, kendisine yokluğun gelmesi imkân ve ihtimal dahilinde
olmazdı. Çünkü eğer kendisini var etmek caiz olsaydı aynı vakitte veyahut var
olduktan sonra kendisini yok etmek te caiz olurdu. Bu ise tenakuz teşkil eder.
Öyle ise gayri ile var olduğu sabit olur. Tevfik Allah'tandır.
Gerçekten
zikredilenlerin hepsi ölüler nev'indendir. Ancak adı geçen ana ve babalar
müstesna. Çünkü onlar bilirler ki gerçekten kendilerinin tedbirleri,
evlâtların başlangıçlarına" ulaşmaz. Ve çocuklar, ana babaların ümit
ettiklerinin gayri olarak meydana gelirler. Ve çocuklar eğer fesada uğrarlarsa
kendilerinin ıslâh edilmesi mümkün olmaz. Şu da bir gerçektir ki ana - babaların bu husustaki
takdirleri şöyle dursun, eşyadan gizli kalanlar bilmeğe ulaşmaları için bir
kapasiteye sahip değillerdir. Bu Eİkredilen vecihlerden başka evlâtların ana
ve babanın tedbiri ile olduğunu iptal edecek hususlar vardır. Ölüler çeşidi
ise, yararlı olan şeylerden kendisinde bulunanı bilen olmaz. Ve onlardan bu
yararları menetme ihtimali olan şeyi de bilmez. Bununla sabit olur ki beslenme
ile ve tabiatiyle olan ancak kendilerinde bulunanı Hâkim ve Âlim olan Allah'ın
yaratması ile olur ki o, her şeyi[432]
zararlı ve menfaatli bir hâl üsere yaratmıştır.
Gerçekten hayvanda
öyle manâlar vardır ki bunlardan hiç biri işitme, görme ve yalnız insanoğluna
mahsus olan konuşma, ayırt etme ve eşya üzerinde vukufiyet kesbetme gibi
vasfolunan eserlerden hiç bir şey kendisinde bulunmaz. Bununla beraber bu husus
ilk hallerinde mevcut değil idi. Bu ancak, babaların ve annelerin aldıkları
gıda ile beslenip büyürdü. Sonra bu husus ana ve babalarda etkili olmazdı.
Nasıl olur da çocuklarda etkili olur.
Sonra gerçekten her şeyin
kendine göre bir haddi, hududu vardır. Bu hududa ulaştığı zaman kendisinde, ne
uzunluk, ne genişlik ve ne de işitme, görme ve akıl ziyadeleşir. Bilâkis o
noktaya ulaştıktan sonra her şey, gıda maddelerinin bulunması, terbiyenin devam
etmesiyle beraber noksanlaşmaya doğru gider. Bu, gerçekten böyle olduğu
bilinir. Fakat adı geçen şeyle değil, lâkin kendi zâtı ile âlim olan hattâ
kendisinden hiç bir şey gizli olmayan, binefsihî kadir olan, hiç bir şeyin
kendisini acze düşürmeyen, şanı yüce olan Allah'ın bildirmesi ile bilir. Ve
yine adı geçen cevher nevilerinden hiç bir şey yoktur ki kendisinde bozulma ve
salâh bulmanın ikisi birden bulunma ihtimâli bulunmasın. Ve bunların hepsi
birbirine zıt olan ve yardımlaşma için bir araya gelme ihtimali bulunmayan şeylerdir.
Öyle ise bulunduğu hâl üzere kendilerinin başkası ile olduğu sabit olur. Çünkü
kendi nefsi yönünden olan her şey kendisi bulunduğu müddetçe bozulması,
ihtimal dahilinde olmaz. Her türlü kötülükten korunmak Allah'ın hıfzı ile hasıl
olur. Yine görünen hâli ile her canlı kendilerine galebe çalan ve kendisini
mahkûm eden şehevi istek ve ihtiyaçlar üzere yaratılmıştır. Eğer böyle
olmasalardı gıda maddelerine muhtaç olmazlardı. Sonra bunlar bulundukları
vakit zenginliğe (muhtaç olmamaya) sebep oldular. Şehevî isteklerin bunlardan
doğması, ihtiyaçların bunlardan meydana gelmesi ihtimal dahilinde olması
mümkün değildir.
Bunların binefsihî
şehvetler ve ihtiyaçlar olmaları bir kaç yönden caiz değildir.
Birincisi : Gayriye
muhtaç olmaksızın, bizzat kendi kendine kaim olmak zenginliğe delâlet eder.
İkincisi : Başkası
bulunmadan ihtiyacın kendi kendine bulunması caiz değildir.
Üçüncüsü : Çünkü bir
yönden kendi zâtı ile kaim olanın zeval bulması muhtemel olmaz. Kendisine
zenginlik başkası ile vukubulur.
Dördüncüsü : Var olan
şeyin kendi nefsi bakımından ihtiyacının[433]
başkasına havale edilmesi. Hattâ kendi nefsi bakımından başkasına muhtaç
olduğu zaman kendisi baki kaldığı müddetçe başkasına, olan ihtiyacı da devam
eder. Öyle ise onları ihtiyaç üzerine yaratan ve kendilerinde şehevî istekleri
yerleştiren, sonra onlar için zenginliğin elde edilmesine sebep olan şeyi ve
şehevî isteklerin yerine getirilmesini yaratan bir başkasının bulunduğu sabit
olur. Ve böylece de âlemin müdebbirini (idaresini) kendisi ile nefyetmek
istenen, kastedilen şey, bizatihi âlemin müdebbirinin varlığını tesbit etmiş
olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Âlemin cevherleri ve
sıfatlarından hiç bir şey bulunmaz ki zelil ve musahhar olmasın. Eğer bunlar
ile bulunmamış olsa idi kendi yaşamı ve başkalarının yaşaması kendisi ile hasıl
olan şeyden sürekli olarak harekette bulunmak ve devamlı olarak bir şeyde
karar kılmak gibi daha kolay ve zevkli olan şey üzere bulunur idi. Öyle ise
âlem, tümü ile bizim zikrettiğimiz manâyla varolduğu kabul edilir ki bu manâda
bütün bu sıfatları kendisine veren ve yaratan bir müdebbirin var olması vacip
olur. Musahhar ve zelil kılmanın icad etmeye malik ve sahip olmakla olması
caiz değildir ki, bununla gayrın zengin olması ve gayri ile kıyam bulması
varid olsun. Böylesi kimse kendi nefsinden zületi ve musahharlığı izale etmeğe
malik olmaz. Öyle ise bunların her birinin kendi zenginlikleri ve hacetlerinin
bütün yönlerini bilen bir âlimi, bir müdebbiri var olup, kendilerini
bulundukları bu hâl üzerine yaratmıştır. Bununla beraber Allah-u Teâlâ,
kimimizi kimimize, var olma ve hayatı idame ettirme bakımından muhtaç
kılmıştır. Bu Öyle bir şekilde meydana gelmiştir ki, kimin kime ne yönden
muhtaç olduğunu ve kendi nefsinden hangi ihtiyacı giderilmesini idrak etmekten
aciz olduğunu bilmez. Bunun içindir ki bunların hepsinin bir âlim ve müdebbiri
olduğu sabit olur ve O'nun, yani Allah'ın tedbiri üzerine bütün işleri cari
olur.
Sonra mahlûkatm en
büyüğü ve en akıllısının, tedbiri ile kendilerine lûtf ve ihsan edilen şeyde,
mekân ve zaman itibariyle fiilleri ve hâllerinin takdiri arasında serbest
bırakılmış olsaydı, mahlûkatm hiç birinin gücünün vûs'atı bu hususları yerine
getirmeğe yetmez. Bu böyle olunca en akıllı ve en büyük olmayanın böyle
olmamasının daha gerçek olduğu aşikârdır. Sonra âlemden hiç biri kendi
nefsinden zamanın kahrım gideremez ve mekânın ihatasını da önleyemez. Öyle ise
âlemin bulunduğu hâl üzere, muhtaç olduğu şeyin kendisini ihata etme manâsının
dışında var olması caiz değildir. Bilâkis onun var olması bizatihi kaim olan,
âlim ve kadir olan Allah'ın yaratması iledir.
Sonra bazıları âlemin
toprağının kadim olduğunu söylerler. Ya âlemin toprağı bu manâların
cevherinden[434] olur, o zaman âleme
katılan şey, kendisine de ilhak olur ve bu cevheri, kendisinin aczini ve
ihtiyacını ortaya koyar. Acizlik ve ihtiyaç ise âlemin başkası ile var olması
ve hadis olmasının delilleridir. Gayrinde bulunması gereken ve lâzım olan şey,
kendisinde de bulunması lâzım gelir. Veyahut bu cevherin dışında olup kendisi
zengin ve kuvvetli olduğu için hiç bir ihtiyaca düşmez ve kendisi ile zenginlik
ve kuvvet elde edilmesi düşünülen başkasına yalvarma ve yakarma[435]
hilelerine başvurmaya sebep olacak şehevî istekler kendisinde bulunmaz.
Veyahut9 âlem,
kendisine vaki olan hadisler ve bulunduğu hâlden[436]
kendi cevheri ile değişikliğe uğrıyan şekli ile topraktan meydana gelmiştir.
Böylece kendisindeki
bu ihtiyaçlar ve şehevî isteklerle vücut bulmuştur. İşte kendi cevheri ile her
ihtiyacı ve şehevî isteği yüklenmiş[437]
olup istihale ve değişikliğe müsait bir hâlde bulunmuş olur. Böylece kendisinde
bulunan zengin ve kuvvet sıfatlarının hepsi yok olur; ve kendisi ihtiyaçların
asıl kaynağı ve şehevî isteklerin nıenbaı olur. Bunun içindir ki, kendisinin
icadı, Âlim ve Hâkim olan Allah'a raci' olması lâzım gelir. Binaenaleyh bu
hususun âlemin hepsinde bulunması gerekir.
Yahut toprak kendi
haliyle vardı; fakat âlem kendisinde zorla var olup bilfiil zahir olmuştur.
İşte bu da heyula, sözünün sahibi olanların görüşüdür.
Sonra âlemde bulunan
eşyanın hepsinin telef olup yok olması kendisinden bilfiil çıktığında, bir
şeyin bir şeyde bilkuvve var olduğuna delâlet etmektedir. Meselâ insanın
varlığının meniden, her hayvanın meniden veyahut yumurtadan, yeşil ekinin[438],
daneden, ve ağacın da çekirdekten meydana geldiğini söyliyenlerin sözlerinde
görüldüğü gibi. Bütün cevherler de onların katında böyledir. Ve besin
maddeleri, büyüyüp gelişme ve benzeri hususların devam etmesi onların nezdinde
adı geçen husus gibidir. Öyle ise onların ileri sürdükleri toprağın durumu ve
benimsedikleri heyûlâ'nm hâli böylece olması gerekmektedir. Çünkü bu ikisi
bütün[439] âlemin aslını teşkil
etmektedir.
Böylece Karâmite'lerin[440] öne
sürdükleri görüşte, ilk yaratıcının telef olup yok olduğunu söylemeleri
gerekir. Çünkü onların ilk yaratıcı maddo olduğunu ve bütün âlemin orada
meydana çıkıp bütün mahlukatı kendisinden meydana çıkardığını ve onun da
heyulaya doğru uzandığını ve heyûlâ'dan da âlemin terkip edildiğini
söylüyorlar. Çünkü bu, her şeyin bir şeyde bil kuvve var olması ve bilfiil
zahir olması için her şeyin hakkıdır.
Bunlar, bütün varlığın
hali hazırdaki durumunu evveliyetin delili yaptılar. Fakat birincisi külün
cevheri, ikincisi de cüzün cevheridir. Külün cevheri, cü^ün cevheri ile
bilinmiş oldu. Çünkü hiç bir kimse, hisle bunu anlamaya varamaz. Tevfik
Allah'tandır.
Bu sabit olduğu zaman
hacet ve hadiselerden beyan ettiğimiz şeylerin tümü de sabit olmuş olur ki
onlar, zikredilen asim hadis olduğunun delilleridir. Zira bunlar telef olup yok
olma ihtimali dahilinde olurlar. Ve yine Karâmite'lerin ileri sürdükleri görüşleri muvacehesinde her nekadar âlemin
yok iken sonradan icad ile var olduğunu söylerlerse de bu icadın ebedi [441]olduğunu
söylemelerini gerektirir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Şeyin kendisinde
olanın kimden olduğunu, kendisinde bilkuvve olanı ve kendisinde hâllerle olanı,
kendisinde ne olduğunu ve kendisinden ne meydana geldiğini bilmemesi cehlin
delilidir. Tıpkı meni, daneler ve bunlardan başkalarını bilmeme hususunda
zikrettiklerimiz gibi. Böylece he-yûlâ, toprak ve söyledikleri ve ileri
sürdükleri şeylerde bulunduğu lâzım gelir. Ve söylediklerinin bir müdebbiri
olmadığını ve kendisi ile ondan bir şey hasıl olmadığım kabullenmeleri lâzım
gelir. Lâkin eğer öne sürülenler olursa muhakkak ki o, olanı bilenle olur. Bu
bilen, onun aslını kendisinde bil kuvve bariz olarak kılar. Bilfiil de
kendisini icad ettiği maddelerden ve yaşayıp büyümesini sağlayan imkânlarla
kılmak suretiyle bilfiil izhar eder.
Bu hususlarda tevhidi
ifade etme ve her şeyin onların dedikleri şey üzere olması için bunların
hepsinin yaratıcısı olduğunu ifade etmek gerekir. Veyahut her şey için bir
muhdis olur ki, o şey, muhdisin dilediği gibi asimda ve başlangıcından itibaren
ebedi olması tahakkuk eder. Veya ehli tevhidin söylediği veçhile nasıl dilerse
öyle icad eder. Çünkü Allah-u Teâlâ, kendisinde her şeyin bariz olarak
bulunduğu bir aslı icadetmeğe kadirdir. Kadir olduğu gibi her şeyi bil kuvve
zahir olmaksızın ve bilfiil meydana çıkmadan dilediği gibi yaratmasına da
kadirdir. Lâkin AUah-u Teâlâ, bunları takdir ve tekvin ile icra kılar. Onlar,
eşyanın aslında cevheri ile gizli olup sonradan bilfiil zahir olduğunu iddia
ediyorlar. Bu görüş yine bizim söylediklerimize rücu' eder. Çünkü onlarm meni
ve daneler hakkındaki sözleri bunun gibidir. Bununla beraber bu söyledikleri
aklen reddedilir. Çünkü kendisinde şsyin cevheriyle[442] kat
kat kılma imkânına sahip olmaları ihtimali yoktur. Çünkü aralarında tenakuz,
fesat bulma ve mevcudatı yalanlama olur. Veyahııtta onların toprak veya heyula
veyahut mubdi' veyahut hepsinin aynı diye isim verdikleri o asıl âlemin icadına
malik olur. Bu kendisinde olmak suretiyle değil, fakat bilfiil ve nasıl
dilerse, neyi dilerse onu icad etmeğe malik olması ile olur. Onun hükmünü
kabul etmiyen, onun tedbirini nakzeden bulunmaz. Bu ise ehli tevhidin fikri ve
sözüdür. Fakat onlar, öyle bir isimler verdiler ki ehli tevhidîn katında âlemin
mubdii[443] ve mucidine ehli
tevhidin verdiği isimlerin gayridir. Kuvvet ancak Allah'tandır. [444]
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Allah-u Teâlâ'mn isimlerinin lügat itibariyle anlaşılan manâlarına
göre bizim nezdimızde bir kaç kısma ayrılmıştır.
Birinci kısım : Bizim
kendisine vermiş olduğumuz isimlere rücu eder ki o isimler de Allah'ın gayri
olanlardır. Çünkü bizim Allah-u Teâlâ'-ya «Âlim» dememiz, O'na «Kadir»
dememizin gayridir. Bu rivayet edilen hususa göre Allah-u Teâlâ, şöyledir,
böyledir' diyerek kendisine isim verilir. Bu husus, tıpkı Allah-u Teâlâ, şunu
ve bunu rahmet olarak yarattı, diye zikredildiği şeyin aynıdır. Yoksa Allah, o
yaratılan rahmet ile «Ra-him»dir demek değildir. Çünkü Allah'ın, onu ilk
yarattığında «Rahim» olmaması imkân ve ihtimal dahilinde değildir. Veyahut
Allah böylece «Rahim değildi; tâ ki o rahmeti yarattı ve mahlûkatm arasında
birini taksim etti, manâsına da değildir. Lâkin Alîah-u Teâlâ, ezeldeki rahmeti
ile kendisine bu isim verildi. Yani «Rahim» denildi. Cennet, Yağmur ve benzeri
olan isim de böylecedir. Bu minval üzere ibareler de Allah'ın emridir,
denilmiştir. Evet gerçekten ibareler ancak Allah'ın emri idi, Allah'ın kendisi
değil. Allah, ilmi ile ve kudreti ile mütekellimdir denildiğinde malum ve
makduru olanı irade etmek üzere ilmiyle, kudretiyle mütekellimdir, demek de
bunun gibidir. Çünkü bu onun sebebidir. Evvelkisi de bunun gibidir. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
ikinci kısım : İsmin
manâsı Allah'ın Zâtına rücu eder ki mahlûkat, Allah'ın zâtı'nm ne murad
ettiğini bilmesinden aciz kalır. Ancak kendisi ile bilinen, isimleri bildiren
harflerden Allah-u Teâlâ münezzeh olması ile beraber kendisi ile bilinen
müstesna. Bu yine isimle zâtının hakikatinin iradesini bilmekte, lisanların
ihtilâfı ile birbirlerine benzemez. Meselâ buna «Vahid, Allah, Rahman, mevcud,
kadim, mabud» ve bunlara benzer isimleri Örnek verebiliriz.
Üçüncü kısım ise :
Sıfatlardan çıkarılan isimlere rücu eder. Âlim ve Kadir gibi. Eğer bunlar
tahkik ve tedkik neticesinde Allah'ın gayri olmuş olsalardı tebdile uğramaları
muhtemel olurdu. Ve anlaşılan manâ tedkik edilmeksizin isim verilmiş olurdu[445].
İsmin manâsından anlaşılanın tedkik edilmesi kasdolunmadığı zaman da Allah'ın
gayrine verilen her isimle Allah'a isim vermek caiz olurdu. Güç ve kuvvet ancak
Allah'tandır.
Bu isimleri hadis
kılanlara, sonra Allah'a ezelde ilim tahakkuk etmez, diyenlere sorulur : Denir
ki; «Onun durumu yaratılmazdan önce nasıl idi? O, zâtını veyahut ne yaptığını
biliyor mu idi, yoksa bilmiyor mu idi?» Allah'ın Zâtı'nm bir şeyi bilmesi veya
bilmemesi[446] de böyledir. Eğer Allah
bir şeyi bilmiyor idi ise[447] bu
takdirde Allah, cahil olurdu tâ ki[448]
ilmi kendisine icad ederek o ilimle âlim olmuş olur.
Eğer Allah eşyayı
biliyorsa[449] bu takdirde ya zâtını bilmekle
âlim olur; veyahut olmaz[450].
Eğer zâtını bilmekle âlim idi ise7 ezelde bu isimle isimlendiğini söylemek
lâzımdır. Hayır, gayri ile biliyor idi ise ismin gayri olması tevhidi fesada uğratır.
Sıfatları inkâr
edenlerin sözüne göre temel esas olarak, Allah'ın isim ve sıfatlarını nefyeden
ve onların hadis olduğunu iddia eden Cehm bin Safvan'm[451]
ifade ettiği şey vacip olur. Çünkü sıfatları inkâr edenlere göre Allah'ın bu
ismi olmadığı gibi, ezelde zâtını bilen ilimden ibaret olan sıfatı da yoktur.
Böylece Allah-u Teâlâ ezelde âlim ve kadir olmaz. Fakat sonradan bilir. Bu
gibi hususlardan Allah-u Teâlâ yüce, berî ve münezzehtir.
Sonra sorulur; Allah
nasıl idi? Eğer Allah, ezelde böyle olduğunu biliyor idiyse, böylece kendisine
isim verilmesi lâzımdır; veyahut, kendisinin ezelde böyle olmadığını yani ilim
sıfatı ile mevsuf olmadığım bilirse bu takdirde kendisine cehalet ismi lâhik
olur. O da onların sözlerine göre lâzımdır. Çünkü âlim kelimesinin tevili
onların nezdinde cehli nefyetmektedir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Allah, ilim hakkında
ne ile konuşur? Çünkü Allah'da ilim yoktu. Onu var ettiği zaman vücud buldu. Bu
görüşü her yerde tatbik etmek
vacip olur. Bununla beraber denir ki;
Allah'ın kudreti olmadığı halde
kendisi ile veyahut kendisinin gayri ile
nasıl ilim meydana gelir? Böylece bu görüşleri ile tevhidleri batıl olur. Sonra
geçen bölümde zikrettiğim gibi kendisine sorulup denir ki : Allah, ya
yaratmadan önce zâtını biliyor idi veyahutta hakikatte Allah'ın ilmi yoktu.
Allah, Zâtını nasıl biliyor idi? Eğer[452]
zâtını bilmek ile âlim" idi ise ismin hadis olduğunu söylemek batıl olur.
Eğer âlim değildi; ilim üzerine kadir de değildi derse; zikrettiğimiz şeyin
hepsine dahil olmuş olur. Bununla beraber Allah'ın ezelde ilim sı-fatiyle
nıevsuf olması gerekir. Hadis olma hakkındaki beyan ettiğimiz şeyin fesada
uğraması da bununla beraber zikredilir.
Eğer sonradan gayri
ile âlimdir derse; onu kendisine gelen arazlardan beliren kimseden görür.
Bununîa âlem var olur. Bunda 4ehrîle-rin[453]
toprak hakkındaki görüşlerinde, heyûlâ'yı benimseyenlerin ve seviyelerin
âlemin asıl maddeye gelen arazların varlığı ile olduğu hakkındaki görüşlerine muvafakat
vardır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bu mesele gerçekte
sıfatlar meselesidir ki biz bunu geçen bölümlerde açıklamış bulunuyoruz. [454]
Ebu Mansur (r.lı.)
diyor ki : Sonra müslümanlar mekân hakkında ihtilâf ettiler. Bazıları Allah
Arşı istilâ etti diye vasfolunduğu iddiasında bulundular. Onların nezdinde Arş,
meleklerin yüklendiği ve etrafında meleklerin seyrettiği bir tahttır. AUah-u Teâlâ,
Kur'an-ı Kerîm'inde şöyle buyuruyor : «Melekler de semânın etrafmdadırlar. O
gün Rabbi'nin Arş'ini, üstlerinde sekiz melek taşır» (El-Hakka, 17), «Bir de
melekleri görürsün ki, Rablerine hamd
ile teşbih ederek Arş'ın etrafım
kuşatmışlardir...» (Zumer, 75), «Arş-ı yüklenen melekler ve onun etrafındakiler,
Rablerine hamd ile teşbih ederler» (Gâfir, 7), Allah-u Teâlâ'nm Arş'ı istilâ
ettiğine delil olarak Allah-u Teâlâ'nın : «O Rahman, (kudret ve hâkimiyeti
ile) Arş'ı istilâ etti» (Tâhâ, 5) Kavl-i Cehlini gösterdiler.
insanların dua
ederken, hayırlı olan hususları ümitle isteme anında ellerini göğe
kaldırmalarını da delil göstererek şöyle diyorlar : «Arş yoktan var olduktan
sonra Allah oraya varıp bulundu. Çünkü Allah ; «.....sonra Arş'ı istilâ etti
(hükmü altına aldı).....»[455]
buyurmuştur.
Bazıları da, Allah her
yerdedir, diyor ve şu âyet-i Celîleleri delil olarak gösteriyor : «Görmez
misin? Allah hem göklerdeki, hem yerdekini hep bilir. Herhangi bir üç sırdaşın
bir fısıltısı oluyor mu, mutlak o (Allah) dördüncüleridir.»[456],
«.... Biz ona şah damarından daha yakınız (her halinden haberdarız ve'her an
kudretimiz altındadır.)»[457],
«Biz, ona, ilim ve kudretimizle sizden .çok yakınız. Siz (yapılmakta olan
işleri) görmezsiniz, anlıyamazsmız.»[458], «Gökte tlâh olan O'dur; yerde de İlâh
O'dur....»[459]
Onlar, Allah mekansız
olarak bir mekândadır ifadesinin Allah'a had ve hudud icap ettirdiğini
zannettiler; her hudud sahibi olan kendisinden büyük olana nisbetle küçük
olur. Bu ise hem, ayıp ve kusurdur ve hem de varlığa zarar veren bir âfettir.
Ve aynı zamanda bu husus makama muhtaç olmayı ve kendisinde bir hududun
bulunmasını icap ettirir. Çünkü bir şeyin, bulunduğu mekândan, kendisinin daha
büyük olma-smm ihtimal dahilinde düşünülmesi mümkün değildir. Bir kimsenin kendisini
kapsıyamıyacağı bir mekânı seçmesinin akılsızlık olduğu, insanlar arasında
bilinen bir gerçektir. Öyle ise mekânın hududu, kendi hududu olur. Allah-u
Teâlâ bu gibi şeylerden beri ve münezzehtir. Bazıları da AUah-u Teâlâ'nm
mekânla vasfedilmesini nefyediyor. Ve bütün mekânlarla dahi vasfedilmesi
böyledir. Ancak onun koruyucusu ve onunla daim olan manâsını murad ederek mecaz
olarak vasfolunması müstesna...
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Bunların hepsi şu hususu ifade etmektedir. Gerçekten AUah-u
Teâlâ'ya bütün eşyanın izafe edilmesi ve Allah-u Teâlâ'nm eşyaya izafe
edilmesi, kendisini, yani, Allah'ı yücelikle vasfetmek ve ona tazim etmek
makamında mütaleâ edilmektedir.
Tıpkı şu âyetlerde
ifadesini bulan Cenab-ı Hakk'ın mübarek sözleri gibi : «O Allah ki göklerin ve
yerin tasarrufu hep O'nun...»,[460] «O,
göklerle yerin ve aralarındakilerin Rabbi'dir. Güneşin doğduğu yerlerin de
Rabbf-dir.[461], «işte bu sıfatlara
sahip olan Rabb'imiz, Allah'tır. O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur, herşeyi
yaratan O'dur, o halde O'na kulluk (ibadet) edin. O, herşeye karşı
(güvenilecek) bir vekildir»[462], «Hamd
olsun âlemlerin Rabbi...»[463],
«O, kulların üstünde (eşsiz) kahr (galebe ve tasarruf) sahibidir. O, yegâne
hüküm ve hikmet sahibidir, herşeyden hakkıyla haberdardır.»[464], Daha buna benzer âyetler...
Hâs olanı, Allah'a
izafe etmek, Allah-u Teâlâ'nın o hâs olanın cevheri üzerindeki üstünlüğü, yüce
makamı ifade eden sıfatlarla mevsuf olması kendisine mahsus olduğu makamında
ifade edilir. Aşağıdaki âyet-i celîlelerde beyan buyurduğu hususlar, bunun
örneğini teşkil etmektedir. Yüce Allah, şöyle buyuruyor : «Gerçekten Allah,
takva sahipleri ile ve ihsanda bulunan kimselerle beraberdir.»[465],
«Muhakkak ki bütün mescid-ler, Allah'a ibadet için kurulmuşlardır. O halde
AJlah ile beraber başka birine ibadet etmeyin; (Ancak O'na ibadet edin.)»[466]
«Allah'ın Peygamberi onlara şöyle demişti : "Allah'ın devesini kendi
haline bırakın, su içmesine engel olmayın"»[467] «Bu
beytin (Kabe'nin) Rabbine ibadet etsinler (Putlara tapmağı terketsinler)»[468],
Daha başka âyetler de varid olmuştur. Mahlûkattan bazısını bazısına izafe
etmekten anlaşılan örnekler, bu hususta beyan edilen şeyin dışına çıkmaz.
Mahlûkat arasında bunun gibisinin imkân ve ihtimal dahilinde bulunduğu
kesinlikle ifade edilmez. Çünkü bazan olur ki bir şey tahsis etmek, gayrine
üstün kılmak yerinde ifade edildiği gibi umumun izafesi de sultan ve velayetin
üstünlüğünde kullanılır.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Bu mevzuda asıl olan şudur : Gerçekten Allah-u Teâlâ, mekân yokken
de vardı. Bütün mekânların yok edilip kaldırılması ve Allah'ın olduğu gibi
bakî kalması mümkündür. O, ezelde olduğu gibi şimdi de aynı varlığı ile vardır.
Allah-u Teâlâ, fesada uğramak,
îstihâle ve zeval bulmak ve değişikliğe uğramaktan berî ve münezzehtir. Çünkü
bunlar, kendisi ile âlemin hadis olduğu bilinen, sonradan var olmanın alâmet
ve işaretleridir. Ve aynı zamanda fani olma ihtimaline de delâlet etmektedir.
Çünkü ilk hâlinin zatında olmayan şeyin büinmesi için hâlden hale intikal
etmekteki zeval arasında hiç bir fark yoktur. Çünkü kendi zatına lâzım olan
şeyin zeval bulması[469], ve
o sıfatın'[470] kendi zatında
bulunmadığını açıklaması muhtemel değildir. Zira böyle olsaydı, bir halden bir
hale intikal etmesi ve arazları kabul etmesi ihtimali bulunurdu. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Gerçekten Allah-u
Teâlâ'ya bir mekân ta'yin etmek ve zâtı ile her mekânda bulunmakla kendisini
vasfetmek, Allah'ın bir yere yerleşip orada karar kılmaya muhtaç olduğunu
kendisine isnad etmek demektir ki, bu, mekânlarda yerleşen ve oralarda değişik
hallere uğrayan arazlar ve cisimlerin tümü gibi olur. Oysa ki araz ve
cisimlerin hepsi mekân ile vas-folunmanm dışındadır. Kim ki araz ve cisimleri
yaratmış ve onların hepsini kendi kudreti altında bulundurmuş ise o, mekândan
münezzehtir. Yüce olan Allah da mekâna muhtaç olmaktan veyahut âlemin bulunduğu
hâl ile vasfolunmaktan beri ve münezzehtir. Gerçekten Allah'ın Zâtı'nm küllisi
hiç bir mekânda değildir. O, bütün sıfatları ile de her yerdedir.
Sonra gerçekten eğer
Allah-u Teâlâ bir mekânda bulunmuş olsaydı, âlemden bir cüz olduğu ifade
edilirdi. Bu ise noksanlık eseridir. Hatta bütün âlemin hepsinin mekânlar ile
olmaksızın kâim olmaları doğrulanınca Allah-u Teâlâ'nın mekansız olarak
bizatihi kâim olması daha doğru ve evlâdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Sonra Arş'm üzerinde olmasını ifade etmek, -ki Arş, bir yerdir, yani
Allah-u Teâlâ'mn zatı ile Arş'da bulunması veyahut bütün mekânlarda
bulunması-, §u hususları ifade etmekten öteye geçmez : Allah-u Teâlâ'nın Arş'ı
olduğu gibi ihata etmesi; yahut Allah-u Teâlâ'mn Arş'ı istilâ etmesi; bir de
Allah-u Teâlâ'mn Arş'ın dışına çıkması ve Arş'ın o'nu çevrelemesi.
Eğer birinci husus
olursa böylece Allah Arş ile hudutlanıp çevrilmiş olur ki bu da yaratmaktan
aciz olduğunu gösterir. Çünkü Arş, Allah'ın madunudur. Eğer Allah-u Teâlâ'nın
zatını, mekânlardan kendisini kuşatan bir mekânda vasfetmek caiz olsaydı,
zamanlardan kendisini kugatan bir zamanla vasfetnıek caiz olurdu ki bizatihî
kendisi sonlu olup, yaratmasında da kusurlu olurdu.
Sğer İkinci vecih
üzere olmuş olsaydı Allah, mahlûkatm üzerine ziyade kılındığında yine
kendisinden bir şey eksik olmazdı. Fakat bu ikinci durumda birincisindeki
hususların aynısının bulunduğu' ifade edilir. Üçüncü görüşe göre olsaydı, ki bu
da kendisinden üstün olmıyan bir şeyi yaratmaktan noksanlık ve ihtiyaca delâlet
eden çirkin bir iş olurdu. Bununla beraber padişah ve sultanların teb'aları
içindeki ileri gelen kimseleri kendilerinden üstün görmemeleri fiili, zem
olunur. Sonra bu hususta parçalardan bir parça ile meseleyi cüz olarak ifade
etmekte vardır. Halbuki parçaların biri diğerinden üstündür. Bunların hepsi ise
mahlû-katın sıfatıdır. Allah-u Teâîâ bu tür sıfatlardan yücedir; beridir.
Sonra su bir
hakikattir ki, oturmak için veyahut durmak için yüksek olan bir yere çıkmakta
ne bir şeref ve yücelik anlamı vardır ve ne de azamet ve büyüklük sıfatı ile
vasfolmak vardır. Bu tıpkı binanın terasına veyahut dağın tepesine çıkan
kimsenin, bulunduğu yerdeki yüksekliği ve istilâsı anında kendisinden aşağıda
bulunan kimseye nispetle bir büyüklük ve yüceliğe müstahak olmadığı gerçeği
gibidir. Âyet-i Celîlede azamet ve celâlin zikredilen §ey[471]le
beraber bu hususa âyetin te'vilinin sarfedilmesi caiz olmaz. Çünkü Allah-u
Teâlâ'nm şu âyet-i celîîesinde bu durum zikredilmektedir : «Muhakkak Rabbiniz,
O, AUah'dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra Arş'ı istilâ etti.»[472] Bu
Âyet-i Celîle; Arş'm tazim edilmesini sana bildiriyor. Yani Arş, nurdan veyahut
cevherden Öyle bir şeydir ki, mahlûkatm ilmi ve idrâki ona erişmez. Hakikaten
Peygamber (s.a.v.) den Güneşi şu şekilde vasfettiği rivayet edilmiştir.
Gerçekten Cebrail, her gün Arş'dan bir avuç ziya ile Güneş'e gelip sizden
biriniz elbisesini giydiği gibi ona ziyayı giydirir ve sonra güneş doğar. Ay
hakkında da Arş'm nurundan bir avuç kendisine verildiği hususu da
zikredilmektedir. İstilânın Arş'a izafe edilmesi iki yönden mütalâa
edilebilir. Birincisi : Allah-u Teâlâ'nın zikredilen şeylerden yarattığının ve
Arş'm meydana getirilmesindeki hükümranlığının yad edilmesinin ardında arş
hususunda zikredilenle kendisini yani Arş'ı büyüklemek. İkincisi : Mahlûkatm
en büyüğü ve yücesi olan şeyle kendisini yadetmekle büyüklüğün kendisine mahsus
olması. Bu husus, büyük işlerin eşyanın en büyüğüne izafe ve isnad edildiği
bilinen bir şeydir. Tıpkı filân için şu ülkenin hükümranlığı tamamlanmıştır ve
falan için şu yeri istilâ etnıiştir denildiği gibi. Gerçekte bu, O'na mahsus
değildir. Fakat, bu mülk ve hükümranlığa sahip olan kimsenin bundan daha azma
sahip olması, kendisine daha lâyık olduğu bilinen bir gerçektir. Allah-u
Teâlâ'nın şu âyetleri, bu hususa delâlet etmektedir : «... Bugün sizin için
dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak
islâmı ihtiyar ettim...»'[473]
Dînin kemâl bulması, Allah'ın nimetinin tamamlanması, Mekke halkının[474]
kendisine iman etmeleri ve kâfirlerin de dinlerinden[475]
ümitsizliğe düşmeleri sebebiyle meydana gelmiştir. Peygamberlerin, Firavunlara
ve Mekke'Iilere gönderilmesi hususunda zikredilen şey de böyledir. Yani işin
büyüklüğünü zikretmek ile hususiyet kaşanırlar. İşte Arş'm işi ve arş hakkında
söylenilecek söz de bunun gibidir. Bu, tıpkı Allah-u Teâlâ'nm şu âyetlerdeki
beyanı gibidir : «(Mekke'de olduğu gibi) her şehir ve kasabada da onların
günahkârlarını, o yerlerde hilekârlık etsinler diye, büyük olarak tanınmış
adamlardan yaptık. Halbuki onlar, hilekârlığı başkasına değil, ancak
kendilerine yaparlar da farkında olmazlar.»[476]
«Bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman o memleketin zevke düşkün
öncülerine peygamberlerinin dili ile itaat emrederiz,..[477] Oysa
ki bunlara başkaları da katılıyorlar. Bunun mekânın vasfedilmesini nefyetme
olması da muhtemeldir. Çünkü o, mahlûkat katında mekânların en yücesidir. Onun
üstünde akıllar hiç bir şey takdir etmezler, bütün mekânlardan yüce olduğunu ve
ihtiyaçtan beri olduğunu bildirmek için oraya işaret etmiştir. Allah-u Teâlâ'nm
: «Görmez misin? Allah hem göklerdekini, hem yerdekini hep bilir. Herhangi bir
üç sırdaşın, bir fısıltısı oluyor mu, mutlak o, (Allah) dördüncüsüdür...»[478]
Kavl-i Celîli de bu hususa işaret buyurmaktadır. Fısıltı, mekâna izafe olunan
bir gey değildir. Fakat fısıltı, fertlere[479]
izafe edilen şeydir. Mekânlardan yüce olan ve kendisine bir şeyin gizli
kalmasından beri ve münezzeh olduğunu haber vermiştir. Sonra Cenab-ı Hak, şu
Âyet-i Celîle ile : «And olsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesvese
verdiğini de biliriz; biz ona şah damarından daha yakınız (Her halinden haberdarız ve heran kudretimiz
altındadır.)[480] Kudretini, hükümranlığını
ve mekânların hepsinin İlâhı olduğunu haber veriyor. Çünkü o yerler, kullarm
mekânlarıdır. Allah-u Teâlâ, bu hususu, şu Âyet-i Celîlesi ile de beyan buyuruyor
: «Gökte ilâh olan O'dur; Yerde de İlâh O'dur. O, hâkimdir, âlimdir.»[481].
Cenab-ı Hâk, «O Allah ki, göklerin ve yerin tasarrufu hep onun...»[482]
Kavl-i Celîli ile de herşeym maliki ve hâkimi olduğunu haber veriyor. Sonra su
âyet-i celîleler ile de yüceliğini, azametini açıklıyor : «O, kullarının
üstünde galiptir, O, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. Her şeyden
haberdardır.»[483], «... ve O, her şeyi
hakkı ile bilendir.»[484],
«Dönüğünüz ancak Allah'adır. O, herşeye kadirdir.»[485], Bu
âyetlerde, Allah-u Teâlâ, diğerlerinde tefrik ettiğini kendisine verilen ismin
kendisi ile ve sıfatların tümü ile yaratmış olduğu mahlûkatmdan bir şeyle
değil, bizatihi kendisinde bu hususların var olduğunu[486]
bildirmek için cem etmiştir. Allah-u Teâlâ'nın izzeti, meedi ve yüceliği de
böyledir. Allah Celle ve Azze, bütün benzeyenlerden yücedir, beridir,
kendisinden başka ilâh yoktur. Bazıları diyorlar ki; Arş ile mülkü murad
ediyor. Çünkü o, eşyadan yükselen ve yüce olanın ismidir. Hatta ağaçların
zirvelerine, evlerin teraslarına bu isim veriliyor. «îstivâ»ya üç vecihten
manâ veriliyor :
Birincisi : İstilâ.
Tıpkı, felan şu geliri[487]
istilâ etti denildiği gibi. Onun üzerine galip geldi mânası da böyledir.
İkincisi : Yükselmek
ve yüce olmak. Tıpkı Allah-u Teâlâ'nın «(Ey Nuh), sen beraberindekilerle
geminin üzerine çıktığın zaman de kî; ,..»[488]
Âyet-i Celîlesinde buyurulduğu gibi.
Üçüncüsü : Tamam
mânasını ifade eder. Nitekim Allah-u Teâlâ «Musa, tam kemal çağma erip de
dengesini bulunca, biz O'na Peygamberlik ve ilim verdik...»[489]
Kasdetme, mânasına geldiği de rivayet edilmektedir. Bazı ehl-i edeb>
Allah-u Teâlâ'nın «sonra (Allah), buhar hâlinde olan göğü yaratmağı kasdetti de
ona ve Arz'a : «ikiniz de istiyerek, veya istemiyerek gelin meydana çıkın»
dedi. Onlar da : «Biz isteyerek geldik» dediler.»36,
Ehl-i edeb âyet-i celîledeki «istiva» kelimesine kasdetti mânâsını vermişlerdir
ki halk etti mânasına olduğunu ifade ettiler. Bu da insanların fiilleri kasd
ile olur, diye söylenilen şeyde yaratma fiilini temsil ile ifade ediliyor. Her
ne kadar Allah hakkında denmese de. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Şair dedi ki :
«Tahtının devamlı kalıp değişikliğe uğramıyacağım sandın.»
Başka bir şair de
şöyle diyor : «Mervan oğullarının tahtları yıkılıp yerle bir oldu; (düzensiz
yaşiyan) insan ve bineklerin helak oldukları gibi, onlar da yıkılıp yok oldu.
Nabiğa ise şöyle der :
Nice kıymetli ve şaşaalı tahtlar yok olmuştur;
Sahipleri de, refah ve
esenliğe kavuştuktan sonra yok olup gitmiştir.
Diğer bir şair de der
ki : İbn-i Cefne ve İbn-i Masil'in tahtlarını kaybettikten sonra; savaşçılar
kurtuluş ve zafer ümitleri veriyorlardı onlara.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Sonra bu vecih eğer istilâ mânasına göre ifade edilirse ve Arş da
mülk mânâsına alınırsa o zaman Allah-u Teâlâ, bütün mahlûkatmı istilâ etmiş
olur. Âyet-i Kerîme'nin te'vilinin hamlolunduğu, bu hususun dışında olanıdır.
Bu iki manâya Allah-u Te-âlâ'nm (... Ben, ancak O'na güvendim ve O, büyük Arş'm
sahibidir).[490], mealindeki âyeti celiîe
delâlet etmektedir. Çünkü büyük Arş, büyük mülk manasınadır. Bu manâda ise
Allah'dan başkasının arşları bulunduğunun ispatı vardır. Ve bunda ise melekler
tarafından taşman ve etrafını meleklerin çevrelediği şeyin muhtemel olması
görülmektedir. Tevfik Allah'tandır.[491]
İstivanın tamam olma
ve yüce olma manasma, gelince; bu hususta Allah-u Teâlâ, şöyle buyurmaktadır :
(Ey Rasûl'üm, de İd : «Arzı iki günde yaratanı, siz mi inkâr edeceksiniz ve
O'na esler koşup duracaksınız? O, bütün âlemlerin Rabb'idir. Allah, o arz
üzerinde sabit dağlar ve bereketler yarattı. Arzda bulunanların rızkını da
takdir etti; (arzm, içindekilerle beraber, kaç günde yaratıldığını) soranlar
için tam dört günde... sonra (Allah), buhar halinde olan göğü yaratmayı
kasdetti de ona ve arza : «İkiniz de istiyerek veya istemiyerek gelin meydana
çıkın.» dedi. Onlar da : «Biz isteyerek geldik.» dediler. Böylece gökleri, yedi
kat gök olarak iki günde yarattı :
(Arzın yaratılışı iki gün; içindekilerin yaratılışı iki gün, göklerin ki
de iki gün. Böylece altı gün eder) .,.»[492]
İşte böyle, Allah-u Teâlâ, adı geçen hususların ayrı ayrı altı günde yaratıldığını
haber veriyor. Sonra bu hususu başka bir âyet-i celîlede mücmel olarak beyan
buyuruyor : «Rabb'iniz o Allah'tır kî, gökleri ve yeri altı günde yarattı.
Sonra Arş'ı istilâ edip her şeyi hükmü altına aldı...»[493]
Yani, yeryüzünde ve göklerdeki mahlûkattan mükellef olanları yarattı ve böylece
onlarla mülkün tamam olduğu ortaya çıktı da kendisi yüceldi ve yükseldi. Çünkü
beyân ettiğimiz şeyin yaratılmasından murad ve maksud olan onlardı. Yaratma
fiili kendilerine ulaşıp meydana geîmce de mülkün ve yücelmenin manası bu
suretle tamam olur.
Bazıları âyet-i
celîlede ifadesini bulan «yaratmanın» özellikle insanın yaratılışı olduğunu
söylüyor ve bu görüşüne şu âyet-i celîleleri delil getiriyor : «O, yaratıcıdır
ki, yerde ne varsa (faydalanıp ibret alasınız diye) hepsini sizin için yarattı.
Sonra semâyı (yaratmayı) kasdetti de onları (semaları), yedi gök halinde nizama
koydu. O, herşeyi hakkı ile bilendir.[494]»
Güneşi ve Ay'ı âdet ve görevlerinde devamlı olarak size o müsahhar kıldı; yine
gece ve gündüzü sizin faydanıza bağladı.»[495]
«Bir de göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini (Allah) kendi katında sizin
hizmetinize bağladı. Şüphesiz ki bunda, düşünecek bir kavim için ibretler
var.»[496] İbni Abbas [497](r.a.)
beşer, yedinci gün yaratıldı ve bununla «tamam olma» ve «yücelme» hasıl oldu
diyor. Çünkü herşey insan için yaratılmıştır. İnsanlar da Allah'a ibadet etmek
için yaratılmıştır. Allah-u Teâlâ, «Ben, insanları ve cinleri, ancak bana ibadet
etsinler diye yarattım»[498]
ilahi ifadesiyle cinleri de insanlara ilhak etmiştir. Asıl maksud insandır.
Çünkü zikrettiğim şeylerin hepsi onlara müsahhar kılınmıştır. Sonra onların
menfaatlerine yönelen şey ile müsahhar kılınmıştır. Tevfik Allah'tandır.
Bu hususta bizim
nezdimizdeki esasa gelince : Gerçekten Allah-u Teâlâ, «O'nun (Benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur.»[499]
buyurarak kendi zâtından mahîukatma benzemeyi nefyetmiştir. Biz, gerçekten
geçen mevzulara Allah-u Teâlâ'nın fiilinde ve sıfatında rnahlukata benzemekten
beri ve münezzeh olduğunu açıklamıştık. Öyle ise Allah-u Teâlâ'nın Arş'ı istilâ
etti ifadesinin Kur'ân-ı Kerîm'de beyan edilen Âyet-i Celîleys uygun olması
gerekir. Bu husus aklen sabit olmuştur. Sonra Âyet-i Celîlenin bizim
zikrettiğimiz peyden başkasına ihtimali olduğu için kesinlikle te'vil etmemiz
mümkün değildir. Ve yine mahlûkata benzemesinin muhtemel olmadığım kendisi ile
bilinen hu-'susun bizce bilinmemesi ihtimali de vardır. Öyle ise, biz Allah-u
Teâlâ is-tîvâ ile neyi murad etti ise, ona inanırız. Allah'ı görmek ve bundan
başka hususlar gibi hakkında âyet-i celîle vârid olan her husus hakkında böyle
dememiz gerekir. Yani, bir şeyi terkederek başka bir şeyi.tahkir etmeksizin
Allah-u Teâlâ'nın murad ettiği şeye inanmak suretiyle kendisine bir şeyin
benzemesini nefyetmek gerekir. Tevfik Allah'tandır.
Bu mevzuda da esas
olan şudur : Gerçekten[500]
varlık içindeki mah-hıkatm anlaşılması hususunda, insanın takdir etmiş olduğu
şeyi işitmesi ve anlaması çok zor olur. Öyle ise Allah-u Teâlâ'nın Zâtının ve
fiilinin benzemelerden uzak, arınmış elmasım söylemek gerekir. Çünkü varlıkta
kendisinden gayrinin anlaşılmasını, kendisinde izafe edilenden .anlamak caiz
ve mümkün değildir. Bununla beraber insanın-o kelâmı işitmezden Önce mahlukatı
onunla bitmesiyle kelâmın mahlukat hakkında edinilecek bilgiye sarfolunan
manada durulması gerekir. Allah-u Teâlâ ise, mahlukatm bilindiği şey dışındaki
kelâm işitilmezden önce bilinmiştir. Öyle ise âyet-i celile'riin mahiukatdan
anladığı şeye te'vil sarfedil-mesi caiz değildir.
Çünkü onun sebebi
kendisinden Önce var olan ilimdir. Oysa ki bu mananın, görünen âlemdeki «yüce,
üstünlük», «Arş», «istiva», kelimelerinden birbirine benzemeyen manaların
anlaşıldığı, bir manaya ihtimali olabilir. Binaenaleyh kelimenin taşıdığı
manânın en kötü bir yöne sarfedilmesi caiz değildir. Orada bundan daha iyi[501]
anlaşılan[502] mâna bulunur. Bununla
beraber Allah-u Teâlâ, eşya hakkında fikir yürütmemekle kullarını imtihan
eder. Tıpkı vaad, vaîd, hurûf'i. mukattaa ve kişinin, kat'etmekte değil,
vakfetmekte mihnet olan şey olmasına iman eden hususlarda ve diğerlerinde
olduğu gibi. Allah-u a'lem.
Bazen de Kâ'bî diyor
ki : «Allah-u Teâlâ'yı mekânın ihata etmesi caiz değildir. Çünkü Allah vardı, O
varken mekân yoktu. Allah'ın mekâna muhtaç olmasının sonradan belirmesi caiz
değildir. Çünkü mekânı yaratan Allah'tır ve Allah'ın değişmesi de caiz
değildir. Bundan sonra şöyle diyor : Allah, her yerdedir, bunu söylerken Allah
her mekânı biliyor ve her yeri koruyor manasını kasdediyor. Tıpkı felân şu
yapının bi-nasmdadır. Yani o yapıyı yapan odur denildiği gibi.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Kâ'bî'nin «Allah-u Teâlâ'yı mekân ihata etmez. Çünkü mekân yok iken
O vardı, demesi hak ve gerçektir. Çünkü bunun aksini demek değişmekten ibaret
olur ki Allah, bu gibisinden beri ve münezzehtir. Fakat «Allah'ın mekâna muhtaç
olması caiz değildir» demesi yerinde kullanılmış değildir. Çünkü hasmı bunu
söylemiyor, hasmının sözünü reddetmek için sözü buraya getirmek hatadır. Sonra
Kâ'bî, şu iddiada bulunuyor : Allah yaratıcı ve rahman ve mütekellim değil idi.
Sonra[503], yok iken sonradan var
olmak suretiyle Hâlık, Rahman ve Mütekellim oldu, denmesiyle Allah'da
değişmeyi sabit görmüştür. Hatta mekânda da değişmeyi ispat etmiştir. Çünkü
kişinin bir yerde olması değişikliğe uğramaksızm hasıl olmaz. Kendisini ihata
eden bir mekân ittihaz ettiği gibi. Görünen âlemde failin zâtında değişiklik
bulunmazdan bir değişikliğin bulunması da caiz değildir. Mekânda böyle söylenmesi
reddedilince fiilde aynısını söylemek daha evlâdır. Çünkü fiilde değişikliğin
daha cok, daha şiddetli bulunduğu aşikârdır. Bununla beraber görünen âlemde
kendisine gelen bir sıfatla değişikliğe uğramaksızm bir fail yoktur .O'nun,
yani Allah'ın bir mekânda olduğunu söylemek caizdir, amma o mekân, değişikliğe
uğramaksızih yaratmış olduğu mekândır; bunun içindir ki fiilde bulunan
değişiklik manası daha çoktur. Tevfik Allah'tandır.
Kâ'bî'nin şaşılacak
edilecek bir sözü de şudur : Allah her mekândadır, derken O'nun her yeri
bilicidir, manasını ifade ettiğini Öne sürüyor. Âlim ise Allah-u Teâlâ'nın
Zâti'nm ismidir. Allah, z?.tı ile kendi nezdin-dedir, mekânda değildir. Allah-u
Teâlâ için bir ilim tahakkuk etmemiştir ki Kâ'bî'nin Allah oradadır, dediği
mekâna baliğ olsun. Kâ'bî'nin bu sözünün nekadar çelişkili olduğunu anlamanız
için düşününüz.
Sonra şu iddiada
bulunuyor; ve bazan Allah mekânı muhafaza ediyor, diyor; bazan da Allah,
mekânı yaratıyor, diyor; Halbuki AÎIah-u Teâlâ'nın mekânlar hakkındaki
yaratması ve koruması, mekânların gayrinde vukubulmuyor. Sözünün hülâsası şu :
Allah, mekânlardan her mekândadır ki, bu da söylemiş olduğu sözün aksi olarak
tecelli ediyor. Bilakis Allah-u Teâlâ, mekânların hepsini, mekânların var
olmasından Önce ve var olduktan sonra da bilir idi. Tevfik Allah'tandır.
Fakîh Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Ellerin göğe doğru kaldırılmasına gelince bu, ibadet hâlinde
vukubulur. Cenab-ı Allah kullarını istediği şeyle ibadet ettirir ve istediği
yere de onları yöneltir. Allah, gök yüzünde de bulunduğu için göğe ellerin
kaldırılması ve ellerin o cihete kaldırılması vukubuîuyor diye zanneden kimse
namazda ve namaza benzeyen hususlarda Allah'a yönelerek yere başını koyan
kimsenin bu hali ile yerin altına yöneldiğini iddiada bulunan kimsenin
zannettiği gibidir.[504] Ve
namazda Şark'a veya Garp'a veyahut Hacc'a çıktığı için Mekke'ye yö-nelindiği
vakitte Allah'ın bu cihetlerle bulunduğunu iddia eden kimsenin zannettiği
gibi...
Hacc farizasını edâ
ederken kaybolanlar veyahut bir yerden bir yere geçmek isterken insanlar
kendilerini kurtulmaları için kendisinden yardım umdukları yere yönelen kimse
gibi kurtulma talebinde bulun-mayı kasd ederler. Bu gibi hususlardan Allah jüce
ve beridir. Sonra A1-lah-u Teâlâ'dan, kendisine daha yakın bir yön yoktur,
Allah-u Teâlâ'yı bir yönden bilmesi de daha isabetli ve gerçek olamaz.
Mahlûkâtm, bir yönü terk ederek başka bir yönden Allah-u Teâlâ'ya ulaşmak yönünü
tayin etmeğe gücü yetmez. Allah-u Teâlâ'nın zatını bilmesi mahlûkatm ibadetine
muhtaç olmadığını, bu şeyden ihtiyaçsız olduğunu insan aklı idrak edemez.
Mahlûkattan mükellef
olanlar, Allah'a, O'nun nimetlerinin şükrünü yerine getirmeleri için ibadet
ederler.
Mihnet ve meşakkat,
O'nun kudretindedir, dilediği gibi tasarruf eder. Hiç bir kimsenin bu hususla
karşılaşması hakkında, geçmiş hiç bir bilgisi olmaz. Bu hususta bütün yönler
müsavidir. Ancak Allah-u Teâlâ'yı hakkıyle bilen kimse müstesna.
Biz geçen konularda,
Allah-u Teâlâ'ya olan yakınlığın vasfını açıklamıştık. Bu husus bir kaç
şekilde açıklanabilir
Duayı kabul etmekle :
Allah-u Teâlâ : «(Ey Resulüm) Kullarını sana benden sordularsa, muhakkak ki
ben çok yakınımdır; bana dua edince, dua edenin duasını kabul ederim...»[505]
buyurduğu gibi..
Yardım etmekle :
Netekim Allah-u Teâlâ; «Gerçekten Allah, takva
sahipleriyle ve
ihsanda bulunan kimselerle beraberdir.»[506]
buyurmuştur.
Bir yere yaklaşmakla :
Allah-u Teâlâ'mn : «... secdene (namazına) devam et de (Rabb'inin rahmetine)
yaklaş.»[507] buyurduğu gibi.
Bu babda, rivayet
edilen Hadis-i Şerif :
«Hakikat, kim bana bir
karış yaklaşırsa, ben de ona bir arşın yaklaşırım...»[508]
Yine, Allah-u Teâlâ'mn : «Ey iman edenler : Allah'dan korkun ve onun rahmetine
yaklaşmağa yol arayın»[509]
mealindeki âyet-i celî-lesi de bu hususa delâlet etmektedir.
Korumak ve gözetmekle
: A!Iah-u Teâlâ'mn «... senin Rabb'in her-şeyi göze/deyendir»[510],
«Allah, lıerşeyi yaratandır ve o, herşeye vekildir,»[511],
«Böyle herkesin iyi veya kötü, bütün yaptığına gözcü olan Allah'a küfredilir,
ortak koşulur mu?.»[512]
âyeti celilelerinde ifade buyurduğu gibi.
İlim ve ilimden gayrî
ile :
Aîlah-u Teâlâ şöyle
buyurmuştur : «Halbuki göklerde ve yerde ibadete lâyık o AUah'dır. Sizin
içinizi de biîir, dışınızı da. O, yapacağınız şeyleri de bilir.»[513]
Cisimlerin
gelmesinden, onların intikal ettiklerinin anlaşılması ile beraber; oturmak,
gitmek ve gelmek gibi hususlarda adı geçen şekil ve vecihlerin bazısı gibidir.
Sonra Cenâb-ı Hakk'ın gelmesinden zahir olması anlaşılır. Netekim Allah-u
Teâlâ : «De ki : (Hak geldi ve batıl yok oldu gitti...)»[514]
buyurmuştur. Buna göre batılın gitmesi, yok olması, cismin gitmesi de intikal
etmesi demektir. Bu araz ve cisimlerden bilinenlerden gitme ve gelme yeridir.
Allah-u Teâlâ her iki anlamdan berî ve münezzehtir. Allah'a izafe edilenlerden
bu mânanın anlaşılması asla caiz olmaz.
Meselenin başka bir
izahı vardı; şöyle ki : Hiç bir cihet ve halet, yoktur ki, Allah-u Teâlâ'mn
onlarda îaıllanna ihsan ettiği sayılması[515],
mürakün olmayan nimetleri bulunmasın. Kendilerinde çeşitli ibadetler bulunan
işbu nimetleri Allah, onlara hâs kılmıştır. Tıpkı mal ve azalarda Allah'ın
nimetleri tezahür edip, onlarla ibadet edildiği gibi. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Bununla beraber; semâ,
vahyin indiği bir yerdir. Dünyanın bereketlerinin esasları da semâdandır.
Bunun içindir ki Allah'a niyazda gözler, duada eller yukarıya doğru
kaldırılmaktadır. [516]
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Bize göre de, Allah-u Teâlâ'mn görünmesi idraksiz ve tefsirsiz
olarak ifade edilmesi hak ve lâzımdır. Allah-u Teâlâ'mn görünmesine delil ise :
«Hiç bîr göz O'nu Dünyada ihata ve idrak edemez. Fakat O, (İlmiyle) bütün
gözleri (varlıkları) ihata eder. O, bütün incelikleri bilir, her şeyden
haberdârdır.»[517] mealindeki âyet-i
celîledir.
Eğer Allah-u Teâlâ,
görünmez olsaydı idrâki nefyetmenin hiç bir hikmeti olmazdı; Çünkü Allah-u
Teâlâ'dan başkası, görülnıeksizin de idrâk olunur. Bu yerde idrâki nefyetmenin,
—yani, mahlûkattan Allah'ın gayrı ancak görülmekle idrâk olunur şeklinde
anlaşılacak bir mânânın— hiç bir anlamı yoktur. Tevfik Allah'tandır.
İkinci delil : Mûsâ
Aleyhisselâm'm niyazını beyan eden : «... (Mûsâ) şöyle dedi : 'Rabbim, cemalini
bana göster, sana bakayım...'»[518]
mealindeki âyet-i celîledir. Eğer Allah'ı görmek caiz olmasaydı Mûsâ
aieyhis-selamdan böyle bir isteğin vuku bulması o'nun cehlini ve Eabb'ini bilmemesini
ifade ederdi. Kim ki cahil olursa, o kimsenin Allah'ın vahyi'ni koruyan ve
Peygamberlik görevini üzerine alan kimse olma imkân ve ihtimalinin dışında
olurdu.
Sonra gerçekten
Allah-u Teâlâ, Mûsâ aîeyhisselamı ne böyle istekten nehyetti ve ne de o'nu
me'yûs edip ümitsiz bıraktı. Halbuki Nuh Aley-hisselam'a[519]
bunun gayri bir istekte bulunmayı nehyetti. Adem Aleyhis-selâm [520]ve
peygamberlerden başkalarına, bu tür istekte bulunmalarından
dolayı sitem etti. Bu, yani Allah'ı
görmek eğer caiz olmamış olsaydı bu çeşit
hareket insanı küfre götürürdü. Allah-u Teâîâ, Mûsâ aleyhisseîamm niyazını
reddetmeyip, isteğinin gerçekleşme imkânı dahilinde olduğunu beyanla şöyle
buyurdu : «... Allah : "beni hiç bir zaman göremezsin, fakat şu dağa bak.
Eğer o, yerinde durursa sen de benî görürsün".»[521]
Eğer, «belki Mûsâ Allah'tan kendisini bilmesi için bir alamet istedi» denirse,
bu hususa şöyle cevap veriiir : Bu, bir kaç yönden mümkün değildir. Birincisi
: Allah-u Teâlâ «beni hiç bir zaman göremezsin»[522]
buyurdu ve fakat Musa'ya kendisini gösterdi[523].
İkincisi : Gerçekten
alâmetleri istemek, inkârda inad etme noktasına götürür. Veyahut Allah, Musa'ya
alâmetleri gösterdi. Bu husus, kâfirlerin inkârlarında ısrar etmeleridir.
Çünkü kâfirler, kâfi derecede alâmetler sabit olduğu halde devamlı olarak
alâmet ve işaretler talep ettiler. İşte Mûsâ Aleyhisselâm'ın Allah'tan alâmet
istemesi bunun gibidir. Yani asla caiz değildir.
Üçüncüsü ise, şöyle
ifade edilir : Allah-u Teâlâ, adı geçen âyet-i celî-lede «Eğer o, (dağ) yerinde
duî*ursa sen de beni görürsün.» buyurmuştur. Dağın durması ile beraber meydana
gelecek alâmet, durmaması ile meydana gelen gelecek alâmetin dışındadır. Öyle
ise, Mûsâ aleyhisselâ-mm isteği ile alâmet kasdolunmamıştır. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Allah-u Teâlâ'nm
görülmesinin hak ve lâzım olduğunu şu husus ifade eder : İbrahim
Aleyhisselâm'm, kavmine, yıldızlarla ve yıldızların kaybolup batmasından
zikrettiği şeyle delil getirmesi; İbrahim aleyhisselâm kavmine, görünmeyen
Rabb'i sevmemesiyle delil getirmedi fakat batıp kaybolan[524]
Rabb'i sevmemesiyle delil getirdi. Çünkü bu devamsızlığın delilidir. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Yine, Allah-u Teâlâ'nm
«Nice yüzler vardır ki, o gün (Kıyamette) güzelliği ile parıldar.»[525]
mealindeki âyet-i celîlesi ile «(O yüzler) Rab'leri-ne bakarlar.»[526]
mealindeki âyet-i ceîîlesidir.
Sonra bu, yani bakmak;
intizar etmek, manâsına[527]
olma ihtimali yoktur. Bu bir kaç yönle izah edilir :
1 - Ahıret,
intizar vakti değildir. Bekleme ve intizar vakti ancak varlık ve vukubulma yeri
olan Dünyadır. Ancak Ahıretteki korku ve ağlama, sızlanma vakti hariç. Bu
hususta bazıları, «Onlara, vukuu hak olan şey gösterilir. Ve böylece onun vaki
olmasını beklerler.» dediler.
2 - Allah-u
Teâlâ'nm : «Nice yüzler vardır ki o gün
(Kıyamette) güzelliği ile parıldar.» Kavl-i Celîlidir. Bu ise, sevabın
vaki olmasıdır.
3 - Allah-u
Teâlâ'nm: «(O yüzler) Rab'lerine bakarlar.», âyet-i eeiîlesidir. «ilâ» harfi, bir şeyi
beklemekte değil, bir şeye bakmağı ifade eden kelimede kullanılır.
4 - llah-u
Teâlâ'yı görmenin caiz olduğunu söylemek, müminlerin nimetlerden nail
oldukları şeyin büyüklüğünü ifade ve müjde yerine geçer. İntizar ise, nimetten
değildir. Bununla beraber âyetin manâsım, hakikatinden başka cihete sarf etmek,
Allah-u Teâlâ'nm emirlerine muhalif olarak hükmetmektir. Öyle ise Allah-u
Teâlâ'mn buyurduğu gibi kendisine
benzemeyi[528] ifade eden
manâların hepsini nefyetmek
üzere Allah'a bakmakla âyeti tefsir etmek lâzımdır.
Bunun gibi Allah-u
Teâlâ'ya, kelâm, fiil, kudret ve iradeden izafe edilen şeyin benzerliği ifade
eden manâların hepsini nefyetmek suretiyle Allah'ın vasfolunması vacip olur.
Varlıklar hakkındaki söylenilecek söz de böyelcedir. Allah-u Teâlâ'nm her hangi
birine görmeyi ikram etmeğe kadir olmadığını iddia eden kimse, görmeyi, mahîûkattan
anlamış olduğu görmekle[529]
takdir ediyor. Her nekadar Allah, Arş üzerine istilâ etti, demek caiz ise de.
Bu ve buna benzer başka alâmetleri mahîûkattan anlaşılacak olan arazlarla
reddetmek gerekmez. Bilâkis bu, benzemeyi nefyetmeyi gerçekleştirir. Ru'yet
haberi de, yani Allah'ın görülmesinin caiz olması haberi de bunun gibidir.
Tevfik Allah'tandır.
Yine Allah-u Teâlâ'nm
kavl-i celîlidir ki, «îman edip güzel amel işleyenlere cennet ve bir de
Allah'ın cemâlini görmek vardır. Onların yüzlerine ne bir leke bulaşır ne de
bir zillet.»[530] buyurulraaktadır. Bu
husus Allah'a bakma haberinin gayrinde vârid olmuştur. Âyetin tefsirinde vâ-rid
olan husustan dolayı bunun gayrine ihtimali de bulunur. Fakat Allah'ı görme
hakkında vârid olan açık bir emir olmamış olsaydı âyetin zahirinin Allah'ı
görmeye sarf edilmesi ihtimali bulunmazdı ve kendisi ile haber reddedilirdi.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Peygamberimizden
(s.a.v.) haberin dışında rivayet edilen hadis-i şerifte, «Siz Kıyamet günü
Rabb'inizi ay gördüğünüz gibi görürsünüz, bir araya toplanmazsınız.»
buyurmaktadır. Yine Peygamberimiz (s.a.v.) «Sen Rabb'ini gördün mü?» diye
sorulduğunda «evet, kalbimle gördüm» diye cevap vermişlerdir: Denilir ki
Peygamberimiz (aleyhisselâm) kendisine bu soruyu soranı tersleyip cevapsız
bırakmamıştır. Soru soran kimse kalb ile görmenin ilim olduğunu bilmiştir. O,
Allah'ı biliyordu, Peygamber aleyhisselâma bu hususu sormamıştır.
Allah-u Teâlâ
müminlerin, nıenolundukları şeyler hakkında soru sormalarım yasaklamıştır. Bu
hususta, «Ey iman edenler öyle şeylerden peygambere sormayın ki size açıklanırsa
fenanıza gidecektir...»[531]buyurmuştur.
Öyle ise, aynısını herhangi bir diriye sormak nasıl mümkün olur? Bu ise
gerçekte bazıları nezdinde küfürdür. Sonra ne onlara, hususu nehyetmiştir ve
ne de onlara sitem etmiştir. Bilâkis yumuşak sözle karşılamıştır ve bunun
parlak bir soru olmadığına işaret buyurmuştur. Tevfik Allah'tandır.
Ve yine gerçekten
Allah-u Teâlâ müminlere dünyada yapmış oldukları amellerin en güzel bir
şekilde mükâfatlandırılacağım vaadetti. Dünyada tevhidden daha güzel bir şey
yoktur. Allah'a iman etmekten de şeref bakımından daha üstünü bulunmaz. Çünkü
O, yani iman, aklen iyi ve güzel görünendir. Vaadolunan sevabın karşılığı ise
Cennet'in cevhe-rindendir. Onun güzelliği ise, tabiatın güzel gördüğü bir
güzelliktir. Bu ise aklın güzel gördüğünün gayridir. Çünkü bir şeyin aklen
güzel olup da onu akıl sahibi olanın güzel görmemesi mümkün değildir. Tabiatın
güzel gördüğü şeyin meleklerin yaratılışında olduğu gibi kendisi ile lezzetlenmemek
üzere yaratılmış olması ise mümkündür.
Ukûbat hakkında öne
sürülecek husus da bunun gibidir. Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ'mn kullarına
ikram etmiş oldu?" şeyin en yükse bir
dereceye ulaşan bir keramet olması için ru'yetîn caiz olduğunu söylemek
gerekir. Bu ikram da gaipte olan mabudun onlara hazırda tecelli etmesiyle olur.
Tıpkı sevaptan matlup olan ve görülmeyen şeyin Cennet'-te görülür olması gibi.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Gerçekten bunların
hepsi Ahıret'te Allah-u Teâlâ'yı bilmek de toplanır. Öyle bir ilim ki
kendisinde hiç bir vesvese arız olmaz. Bu ise istidlal ilmi değil, varlığı
görmeden meydana gelen ilimdir. Âyet ve alâmetlerin çokluğu ise bu hususun
kendisine arız olmadığı hakkı bilmeği tahakkuk ettirmez. Bunun delili ise
Allah-u Teâlâ'mn «Eğer hakikaten biz onlara (diledikleri gibi) melekleri
indirseydik, ölüler de kendileri ile konuşsaydı, bütün varlıkları karşılarında
toplayarak senin doğruluğuna şahit ve kefil gösterseydik, Allah, dilemedikçe,
yine şüphe yok ki imân edecek değillerdi. Fakat onların çoğu (bu gerçeği)
bilmezler.»[532] Kavi-i Cehlidir. Ve
Kâfirlerin Ahıret'te yalanlamak ve peygamberleri inkâr etmek suretiyle ve «Biz
dünyada ancak gündüzden[533] bir
saat kadar bekledik.» Ve bundan başka sözlerinden zikredilen hususlar da delil
teşkil etmektedir.
Sonra varlıkları
bilmenin, delillerle bilme gibi olması caiz olmadığı gibi istidlal ile bilinenin
varlıkları müşahede etmek suretiyle bilmiş gibi olması da caiz değildir. Öyle
ise ru'yetin bu hususu icabettirdiği sabit olur. Ve sonra bu zikrolunan
vasıtalarla elde edilen ilimde kâfirle mümin müsavidir. Halbuki ru'yet ile
müjdelenmek, mümine hâs kılınmıştır. Kuvvet Allah'tandır.
Fakın Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Bii, Allah-u Teâlâ'mn idrâk edilmesi caizdir, demiyoruz.
Çünkü Allah, «Hiç bir göz O'nu dünyada ihata ve idrak edemez...»[534]
buyurmaktadır. Allah-u Teâlâ, ru'yeti nefyetmekle değil, idrâk ve ihatayı
nefyetmekle medhu sena edilmiştir. Tıpkı Allah-u Teâlâ'mn «Allah, onların
geleceklerini de, geçmişini de bilir. Kulların ilmi ise asla bunu kavrıyamaz.»[535]
buyurduğu gibi. Bu âyet-i ceîîle-nin anlamında ihatanın nefyî, ilmin de
icabettiğine işaret edilmektedir. Bunun aynısını idrâk hakkında da öne
sürebiliriz. Tevfik Allah'tandır.
Ve yine gerçekten
idrâk, ancak hudutlanmış olanı ihata etmekten ibarettir. Allah-u Teâlâ ise had
ve hududla vasfohmmaktan beri ve münezzehtir. Çünkü hudut, kendisinden üstün ve yüce olan şeye nisbetle
noksanlıktır ve sonucu ifade etmektedir.
Oysaki had ve hudud, zâtın fertlerinden biridir. Hadd'in intikal etmesini
söylemekle beraber o, tamam oluncaya kadar cüzlerin bitişmiş olan vasfıdır.
Yahut Allah vardı, hudud-lanan şey yok idi. Veyahut onunla hududlanmıştir. Buna
göre had değişmez. Oysa ki herşeyin bir haddi vardır ki, onunla o şey idrâk
olunur. Eşyaya hâs olan hududlardan koku, zevk, renk, tad ve başkaları gibi...
Al-lah-u Teâlâ, bunların hepsi için bir yön yarattı ki onunla o şey ihata ve
idrâk edilir. Hatta akıllar ve arazlar dahi...
A31ah-u Teâlâ,
kendisinin hudud ve cihetler sahibi olmadığını haber verdi ki o hudud ve
cihetler için konan sebeblerle idrâk olunamamasının bir yönüdür. Bu esaslar
üzere ilim ve nı'yetin ikisi birden caiz olduğu söylenir.
Sonra ru'yetin caiz
olmasının söylenmesi, bir kaç vecih üzere vaki olur ki bu vecihlerden her
birinin hakikati ancak o vechi bilmekle bilinir. Hatta kendisinden ru'yet ile
tabir olunduğu zaman ona izafe olunur. Ru'~ yet zikredilmeksizin kendi vechi
bilinmeyen şeyin mahiyeti hakkında tahkik için durulması lâzımdır. İdrake
gelince, o, şeyin hudutları üzerinde durmanın manâsıdır. Hakikat değil mi ki
gölge incelendiğinde görülür. Fakat onun idrâk edilmesi ancak güneşle
mümkündür. Şöyle ki gölge, Güneş'in seyrettiği vakit görülen bir cisim üzerinde
görülmüş olur. Fakat Ru'yetle ancak kendisi için beyan edilen hadle idrâk
edilir. Gündüzün aydınlığı da böyledir. Görülür, fakat haddi bizatihi bilinmez.
Karanlık da böyledir. Onun bir tarafı görülmez ki idrâk olunsun ve kendisi
ihata edilmiş olsun. Hududlarla her nekadar kendisi ile görülmez ise de o, şey
idrâk olunur. Bunun içindir ki Ay'la örnek verilir. Şöyle ki : Ay'ın durdurulup
yakînen görülmesi ve kendisinin ihata edilmesi için haddi, hududu ve genişliği
bilinmez. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Bu konuda asıl olan, vârid olan deliller kadar bunun caiz olduğunu
söylemek ve yaratmada bulunan manâlardan her manâyı nefyetmektir. Bu hususta tefsir
olmadığı için tefsir cihetine gidilmemektedir. Tevfik Allah'tandır.
Sonra Kâ'bî, Allah-u
Teâlâ'nnı idrâk olunmasının caiz olduğunu ispat etmek için bu hususu delil
olarak öne sürdü. Hakikaten biz bunu açıkladık. Sonra Kâ'bî, bu gibisi gaibi
bilmektir, diye iddiada bulunup şöyle dedi : Çünkü bu husus, kendisi ile
bilinen vecihlerden hariç değildir. Ve böylece Allah, ancak mesafe, karşı
karşıya bulunma, yaklaştırma, ulaştırma, hava, küçük olma ve olmama ve uzaklık
gibi görülene hulul eden bu gibi şeylerle görülen için mübâyenetten dolayı
ancak yönleri ile görülür. Eğer ru'yet, bunun hilafına caiz olmuş olsaydı onu
bilmek de caiz olurdu. Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kâ'bî bu bölümde bir kaç
yönden hata etmiştir :
Birincisi; O,
cevherinin görülmesini takdir etmiştir. Ve muhakkak biliyor ki kendi
cevherinden başka cevherler[536]
vardı ki gözü ile idrâk etmek şöyle dursun, cevherini ihata etmeğe kadir
olmayan yönden görürler. Meselâ, melekler, cinler ve onların gayri, bizim
onları görmediğimiz yönden bizi görenler bulunduğu gibi. Sinek ve sivrisinek ve
benzeri olan görülen küçük cüsseli şeylerden her hangi birine bakıp anlamak
istendiğinde o.nu idrâk etmek ihtimali bulunmaz. Bizim bütün sözlerimizi işiten
ve yaptıklarımızın hepsini yazan melek de görür. Ama biz, yaratıldığımız hâl
ile bunu takdir etmek istediğimiz[537]
zaman bunların hepsini inkâr etmemiz lâzım gelir ki bu da çok büyük bir iştir.
Deri ve azaların
konuşmasından zikrolunan da böyledir. Hatta bu ve bunların başkalarından
meydana gelecek benzerleri ile görünen âlemde insan, aynısı ile imtihan olunsa
muhakkak onu büyük bulurdu.
Sonra görünen âlemde
basar[538] ile ru'yet ve temyizin
arası kendilerine arız olan perdenin, birbirine eşit olmaması kadarmca
ayrılır. Hatta bunlardan biri, diğeri ile karşılaştığı vakitte onu kabul
olunmaz bir şekilde bulur. Bu böyle olduğu zaman adı geçen şeyle takdir etmek
batıl olur. Tevfik Allah'tandır.
Yine, görünen âlemde
bütün ilim sebebleri var iken insan araz ve cisimden başkasını bilmez. Sonra
bundan hariç olarak gaiple bir ilim zuhur eder. Ru'yet de aynı bunun gibidir.
Alîah-u a'lem.
Üçüncü olarak; geçen
mevzuda zikredilen vecihlerden bir şey olmaksızın, karanlık, aydınlık ve
gölgenin görülmesi hakkında açıkladığımız hususlardan ibarettir.
Dördüncüsü de; bazan
ya bir perde ile veyahut bir cevher ile görünmemekle beraber o manâların
hepsinin bulunması caiz olur. Bunun için o manâları nefyetmek üzere ru'yetin
tedkik edilmesi caizdir. Tıpkı bir fail ve âlimle karşılaştığı vakit onlara
cisimdir, diyen kimseye cevap verildiği gibi ki; o, cisimdir fakat böyle
değildir denilmiştir. Bunun için onun cisim olmadığı halde bulunması caizdir.
Ru'yet hakkında da aynı görüş ortaya atılabilir. Oysa ki, bizi görmekten
engelliyen uzaklık ve lâtif olmasiyle
bizden başkasının onu görmeye ulaşması caizdir. Öyle ise ru'-yeün kaldırılması,
aradaki perde ile olur. Perde kalktığı vakitte ra'yetin vukuu caizdir. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Sonra ru'yeti kabul
etmeyen kimsenin sözü, cisimleri görmeyi takdir etmesiyledir. Görme
kabiliyetini cisim ve arazların gayrinde tecrübe etmemiştir ki, ru'yetin yolu
kendisine nasıl tahakkuk etsin! Ve sonra gerçekten, her ne kadar uzaklık ve
latif olması, kendisini görmekten engelliyorsa da her cisim görülür. Bu iki
engelin başkasının[539]
gözünden kalkması caiz olur da Azrail'in yerin etrafında ve ortasında bulunan
kimseleri gördüğü gibi görür. Eğer bu husus, beşerin görmesi ile itibar olunmuş
olsaydı idrâkin imkân ve ihtimal dahilinde bulunduğu söylenmezdi. Öyle ise,
cisimlerin görülmesiyle takdir eden kimsenin bu işi görülen şeyin bilinmesine
sebeb değildir. Lâkin görmeyi engelleyen şeyin bildirilmesine sebeb olur. işte
bu perde kalktığı vakitte zatı için araz olanı görmeyi reddetmekle beraber
görür. Yoksa her cisim görülür. Cisim olmayan veyahut zikredilenlerin dışında
görülmeyen şeyin ru'yetinin inkâr edilmesi lâzımgelirse bunu ikrar etmek de
elbette gerekir. Çünkü zâtı ile görünmeyen, arazın kendisidir. Yoksa her cisim
görülür. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Dünya isiyle
karşılaştı, yani içinden çıkamiyacağı mes'eleler kendisine yöneltildi. Bundan
sıyrılmak mümkün değildir; fakat mihnet, belâ, yok olur, külfet ortadan kalkar.
Halbu ise dünya bunlar için yaratılmıştır.
Sonra Mûsâ
aleyhisselâmın hadisesini zikrederek, onun, alâmetleri ihatadan hasıl olan bir
ilim olduğunu söyledi. Biz, bunun nekadar fasit ve gerçeğe aykırı bir görüş
olduğunu açıkladık. O'nu, sorduğu şeyi bilmeye ne sevketmiştir[540] ki,
kendisi mahlûkatm kurtulmasını ihtiva eden emirlerle peygamber olarak
gönderilmiştir. Bu, seçilmeyen kimsede bulunmaz. Çünkü o, Allah'ın emirlerini
ve yasaklarını tebliğ eden ve insanları ibadete çağırandır ki, bu da bir
mihnettir. Mûsâ aleyhisselâm, bilâkis Allah katındaki yerinin büyüklüğünün
bilinmesi ve kendisinin kadru-şerefi bilinmesi için Allah'tan, kendisini
göstermesini dilemiştir. Veyahut da bunun caiz olduğunu, mahlûkata bildirmesi
için Allah-u Teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma bu hususu emretmiş olur. Tevfik
Allah'tandır.
Sonra Kâ'bî, «Allah-u
Teâlâ, kendisini akıl sahibi olan kimseye göstermemiştir. Kendisini ancak dağa
göstermiştir. Dağda akıl yoktur ki Allah'ı
görsün ve O'nu bilsin» diyor. Cevap olarak kendisine şöyle denir : Eğer ru'yet
bir alâmet olsaydı, dağ, dediğin gibi O'nu ne görürdü ve ne de anlardı. Bu
böyle olduğu vakitte alâmet ve işaret, dağın paramparça olmasıdır.25 Yoksa
dağın paramparça olması için Allah'ın alâmeti ona göstermesi değildir. Evet,
bu bir alâmet ve işarettir ki Allah, onu Mûsâ aleyhisselâma göstermiştir. O
alâmet de dağın paramparça olmasıdır.[541]
Allah-u Teâlâ, «Beni hiç bir zaman göremezsin» buyurmuş ve Mûsâ aley-hisselâmı
görme alâmeti olan hadiseye sevketmiştir ki gerçekten Mûsâ aîeyhisselâm onu
görmüştür. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Kâ'bî, Mûsâ
aîeyhisselâm kendisini değil, tövbesinin anlamını sordu kendisine dedi ve bu hususun
iki yönden izah edileceğini iddia etti:
Birincisi : Mûsâ
aîeyhisselâm, Allah'ın kendisine göstermiş olduğu delillerden anladı ki
gerçekten bu küçük bir şeydir. Bunun için tövbe etti.
îkincisi : İnsanlar
arasında cari olan âdet şudur ki, korkulu anlardan sonra günah istemeksizin
tövbe yenilenir.
Ebu Mansur fr.h.)
diyor ki : Eğer bu hadise küçük olmuş olsaydı onun terkedilmesmden delillerle
kendisinin bilinmesi daha evlâ olurdu. Tövbenin, baygınlık hâlinin dışındaki
alâmet ve işaretlerde olmasından, baygmhkdan ötürü bulunması daha evlâ ve
lâyıktır.
İkinci izahata şöyle
cevap veriyor Ebu Mansur (r.h.) hazretleri: Bu husus, korkuyu müşahede
ettiğinde doğru olur. Yoksa korkunun, korkusuzluğa dönüşmesi, baygınlıktan
ayrılması ve sükûnet bulması anında değil. Evet, Mûsâ aleyhisselâmm asasının
deprendiğini müşahede ettiği vakitte ondan yüz çevirip çekilmesi daha doğru ve
lâyıktır. Fakat, şu ihtimalin de bulunması mümkündür. Hani Aîlah-u Teâlâ, Mûsâ
aleyhisse-îâma beni hiç bir zaman göremezsin, buyurmuştu. Musa aleyhisselâmm
katında da Allah-u Teâlâ'mn Ahıret'te kendisini göstereceğini vaadetti-ğinden
dolayı dünyada da buna gücünün yetmesi ihtimali bulunduğu için Allah'ı görmenin
caiz olması kanaatmda idi. Bu kanaatından rücu' ederek her nekadar kendi
imanının aslında var idi ise de Allah-u Teâlâ'mn «Beni hiç bir zaman
göremezsin», kavl-i celîline iman etti. Bu, müminlerin her âyetin gelişinde ve
her farzın yenilenmesinde her nekadar hepsine umum olarak iman etmiş
bulunuyorlar idi iseler de imanlarının tazelenmesi gibidir. Tevfik Allah'tandır.
Biz, geçen mevzularda
Allah-u Teâlâ'nm nice yüzler vardır ki o gün (Kıyamette) güzelliği ile
parıldar. (O yüzler) Rab'lerine bakarlar. Kavl-i celîlindeki hususları
açık-seçik olarak beyan ettik.
Fakîh Ebu Mansur (r.h.)
şöyle diyor : Kelâm hakkında şu temel prensip benimsenmelidir : Kelâm, mahud
olan bir ir üzere vârid olduğu veyahut maksud olana daha yakın bir mana üzere
bulunduğu vakitte hakiki manâsından vaz geçilip raecazî manâsı ile kullanılır.
Böyle olmazsa hakiki manâsının dışında mecaz olarak kullanılmaz. Tıpkı Allah-u
Teâlâ'nm şu âyet-i ceiîîeîerinde olduğu gibi. «Rabb'inin kudretine bakmaz mısın
(fecirle Güneş'in doğuşu arasında) gölgeyi nasıl yayıyor? (Ne karanlık var, ne
aydınlık)[542],» (Ey Resulüm, Kabe'yi tahrip
etmek isteyen) As-hab-ı Fîl'e (Fillerle teçhiz edilmiş Necaşi ordusuna) Rabb'inin
ettiğini görmedin mi?»[543].
Bunun aslı şudur; her hangi bir kimsenin, ben felanı gördüm, veyahut filâna
baktım demesi, onun zâtının gayrına atfedilme-sinin imkân ve ihtimali yoktur.
Halbuki onun şöyle dediğini, böyle işlediğini gördüm, dediği vakitte bununla
zâtının görülmesini murad etmez. Bu âyet-i celîleler ve Mûsâ aleyhisselâmın
kıssasının işi de bunun gibidir.
Sonra söylediklerini
düşünen kimse, muhakkak bilir ki kendisi, cismi benzetenlerdendir. Zira o,
kendisinde ru'yetin bulunması için ortaya atılan şartlarla ru'yetin vacip
olduğu anlamım zikretmemiştir. O, ancak böylece bulduğunu haber vermiştir ki o
da görünen âlemdeki her faili ve her âlimi cisim olarak bulduğunu ifade eden
müşebbihenin[544] sözüdür. Bunlar, görünen
âlemde olan hususun aynısının gaipte, yani görünmeyende de bulunması vaciptir,
diyor. Daha sonra Kâ'bî, görünen cismin manâsım zikretti.[545] Ve
fakat cisim olmayanın görünmesinin manâsını zikretmedi ki ona delil olsun.
Sonra o, Kâ'bî,
uzaklık ve dikkati nefyetti. Çünkü, bunlar Allah'da bulunmaz, diyor. Sonra
Allah-u Teâlâ'nm kendisini, «Hiç bir göz onu dünyada idrâk ve ihata edemez.
Fakat O, (ilmiyle) bütün gözleri (varlıkları ihata eder)[546]Kavl-i
celîli ile medh u sena buyurmuştur. Bunun zail olması caiz değildir,
diyor. Ve Allah-u Teâlâ'nm «... Her
şeyi yaratan O'dur...»[547],
«... O, (Allah) hergeye kadirdir.»[548]
Kavl-i celîlleri de böyledir. Yani, bu hususun Allah'tan zail olması caiz
değildir. Sonra bazen de zikredilen şeyin düşürülmesiyle Allah-u Teâlâ'yı
ru'yetle vasfetti. öyle ise şu husus sabit olmuştur; bu, öyle bir yoldur ki, bu
yol, insanı görmeye sebeb olan şeyin künhünü anlamaya götürmez. Eğer Allah
nasıl görünür, diye sorulursa, bu soruya şöyle cevap verilir : Allah,
keyfiyetsiz olarak görülür. Çünkü keyfiyet, suret ve şekil sahibi için olur.
Hatta Allah, ayakta durma, oturma, bir yere dayanma, bir yere bağlanma, bitişme,
ayrılma, karşı karşıya bulunma, arka arkaya olma, kısa, uzun, ziya, karanlık,
durgunluk, hareket, birbirine zıt olma, birbirine tutuşma, içerde bulunma,
dışarda olma gibi sıfatlarla vasfolunmayarak görülür. Allah-u Teâlâ'nm bu ve
buna benzer sıfatlardan beri ve münezzeh olduğu için O'nu takdir edecek veyahut
da anlatacak hiç bir mâna yoktur. [549]
Fakîh Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Sonra biz akıllı olana[550]
bilgi veren hususlardan mu'tezile mezhebinin ana prensipleri[551] ve
onların ehli edyana benzemelerinin bir bölümünü zikrederiz ki gerçekten
mu'tezile mezhebinin ehli edyanın mezhepleri sonucu meydana çıktığını, düşünen
kimse bilebilsin.
Mu'tezile diyor ki :
Yok olan, eşyadandır. Yaratıkların «şey» olması Allah ile değildir. Allah,
onları yokluktan varlığa çıkarmıştır.
Ebu Mansur (r.h.)
cevaben diyor ki : Öyle ise bu hususu Öne sürmek için ezelde eşyayı tahkik
etmeleri gerekir. Fakat eşya ezelde yoktur, sonra yoktan var olmuştur. Eşya
henüz yok olduğu için onları takdim etmekte tevhidi nefyetmek vardır. Böylece
zahir olma ve meydana çakmada ihtilâf vukubulmuştur. Oysa eşya, ezelde yok
olan şeydir. Mu'tezile ise, ezelde Allah'la beraber başkalarını da var
saydılar. Bu da tevhidi nakzeder.
Öne sürdükleri ve
ifade ettikleri hususlarda âlemin kadim olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü onlarca
eşya, Allah'ın gayridir. Yok olan da Allah'ın gayri, sâil olmayan şeylerdir.
Bu görüşleri ile bütün ehli tevhidin Allah-u Teâlâ'mn eşyayı bir şeyden
olmaksızın yarattığı hakkındaki fikir ve görüşlerine muhalefet etmektedirler.
Onların sözlerine göre, bu ancak icad manâsına gelen yaratmaktır. Yoksa
onların hepsi yaratılmamdan önce eşya idiler. Tevfik Allah'tandır.
Dehrîlerden
bazılarının, Allah hakkında : «Allah, devamlı olarak eşyayı yaratıyor.»
demeleri, ezel hakkındaki görüşlerinin, nıu'tezilenin sözüne daha yakın
olmasındandır.[552]
Mu'tezİlenin öne
sürdüğü bu husus; dehrîlerin, âlemin asıl maddesi kadimdir, sözlerine
muvafakati icabettirir. «Heyula felsefesi»ni benimseyenlerin ; arazlar, yoktan
var oldu ve bunlarla âlem zuhur etti, sözü de böyledir. Sonra bunlar, yine
eşyayı, yaratanı olmayıp sonradan bulunan şeyle husule geldiğini söylüyorlar.
Halbuki bu görüş, Allah'ın gerçekten yarabcı ve icadedici olmadığım ifade
etmektedir. Eşya, olduğu gibi mevcut değildi, sonradan var oldu. Allah-u Teâlâ
ise, bizatihi fail değil idi. Kendisi sonradan mahîûkatı yaratmak ile zahir
oldu. Veyahut Allah, yaratıcı değildi, yaratıcı olması kendisinde sonradan
bulunmuştur diyorlar. Tevfik Allah'tandır.
Onlar, şu görüşü de
öne sürdüler : Gerçekten Allah-u Teâlâ bizatihi var idi, âlem ve âlemden bir
şey yök idi. Sonra âlem, Allah'tan kendisinin var olması için bir manâ
bulunmadan var idi. Çünkü onlara göre, irade, âlemden ibarettir. Tekvin de
böyledir. Öyle ise âlem, Allah-u Teâlâ'mn iradesi bulunmaksızın var olmuştur.
Sonra âlemi, zikrolunan görüşleri ile Allah'ın varlığı için öne sürdükleri
görüşe delil yaptılar.
Onların, âlemin Allah
tarafından var edilmediğini söylemeleriyle, onun yok iken sonradan var
olmadığını murad ettiklerini öne sürerek âlemi delil kılmalarını
yalanlamalarına gelince; onların mezhepleri şunu ifade etmektedir : Gerçekten
bir şeyi bilmek, o şeyi var etmeyi icabettir-mez. Kıdem, kendisinin Allah'la
var olmasını icabettirmez. Onların katında Allah'tan bu iki şeyden başkası
meydana gelmiş değildir. Bunlardan birisinin Allah'la olmasını icabettirmez.
Bunun için, âlemin bir kimseden olmaksızın
kendi kendine var olduğunun gerekliliğini öne sürdüler. Bu husus âlemin kadîm
olduğunu söyliyenlerin sözüne göre ifade edilmektedir. Çünkü âlem, var idi;
fakat gayri ile var olmamıştır. Onlar bu sözleri ile diğerlerinin sözlerine
benzediler. Ancak ne var ki diğerleri kıyas için daha lâzımdır. Çünkü onlar,
âlemin varlığı kendiliğinden olduğu için onu ezelî kıldılar. Bunlar ise âlemi başkası
ile yoktan var olmayıp bizim yukarıda açıkladığımız yönden var olduğunu ifade
ettiler.
Sonra bundan daha
taaccüp edilecek husus şudur ki, onlar âlemi hem hâlık, hem mahlûk hem sâni',
hem de mesnü'â kıldılar. Böylece âlem, âlem oldu fakat başkasının kendisini
yaratmasıyle değil. Sonra âlem kendisine her kötü ismi lâzım kıldığı gibi her
iyi ismi de benimsedi. Eğer âlemin, ismini değiştirmiş olsaydı daha özürlü
olurdu. Fakat bu kötü sonuçların alâmetidir.
Ve yine bu
görüşlerinde senviyelerin görüşlerine ve sözlerine benzemektedirler. Gerçekten
onlar, eşya yok idi, sonra Allah ile bulunmaksızın var olmuştur. Sonra eşyanın
icadedilmesi,9 yoktan meydana gelmiş olmanın dışındadır.
Senviye şöyle diyordu
: Ziya ve karanlık birbirleriyle zıt varlıklar
idiler ve
birbirleriyle imtizaç ettiler. Bu âlem de yok-olmadan vaç* idi. Sonra başkası
ile çelişen bir hal aldı ve o başkası ile imtizaç etti ve böylece âlem yok
iken sonradan kendiliğinden var olmuş oldu. Zira orada bunu icabettirecek bir
başkası yoktur. Mu'tezİlenin zikrettiğimiz hususlardaki sözü de böyledir.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Mu'tezAle ve
diğerleri, âlemin hadis olduğuna, onun bir mjıhdisten hâli kalmaması ile delil
getirdiler. Onların bu husus için âlemin1' var olmasından başka bir şey
değildir. Bunun için âlemin hadis olduğunu ica-bettirdiler de onun bir muhdisle
var olduğunu söylediler. Sonra mu'tezile, Allah-u Teâîâ hakkında diycr ki :
Allah, ne hâlık, ne rahman ve ne de rahîm'idî. Allah, bugün de Öyledir. Onlar,
Allah'ı ilk hallerinde mah-lûkatın kendisi ilim sahibi olduğu şey olarak
tasavvur ettiler.
Bu, sonradan var
olanlardan hâli değildir. Tıpkı âlemi hisle bulup onun sonradan var olanlardan
hâli kalmadığı gibi. Âlemin hadis olmasını kendilerine bildiren sebebin
aynısını hâlık ve rahman sıfatlarının hadis olduğunu bildirenin aynı olduğunu
söylediler. Allah, devamlı olarak kadimdir.
Sonra bundan başka iki
vecih vardır :
Birincisi :. Âlemin
sonradan var olduğunu -her nekadar kendi varlığımızla onu müşahede etmiyorsak
da- kendisini var edenden hâli olmadığını müşahede ettiğimizden dolayı
söylemek lâzım gelince, bu var edenin halik olan Allah olduğunu söylemek
gerekir. Zira kendisine hadis ismini verdiğimiz şey olarak bizzat bizim
varlığımız o Hâlık'm varlığına delâlet etmektedir.
îdncisi : Kendisinin
ancak sonradan var olunanlarla bilinmesiyle beraber zâtının kadim olması vacip
oluyor da sonradan yaratılanlardan hâli Almazsa da âlemin hepsinin kadîm
olduğunu söylemek niçin vacip âlemden
his olunmayan hâdiselerin bilinmesinin imkân ve ihtimal dahilinde bulunması
âleme, sükûnet, hareket ayrılık ve içtima-dan kendisine izafe edilen şey ile
olur. Onların sözüne göre Allah'a, rahmet, yaratmak, varetmek ve iade etmek
izafe olunuyor. Bunların hepsi ise onların katında hadis olanlardır. Öyle ise, Allah
hakkında, âlem hakkında 'iacip olan şeyi ifade etmek gerekir. Bu sıfat,
kendisinde bulunan kimsa de bunun dışında olan hâlık ve sâni'. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
/Mu'tesile diyor ki :
Allah var idi, sonra kendisinden irade meydana gelpî İd bu irade ile Allah'tan
yaratmak, varetmek veyahut irade etmek veyahut da irade için ihtiyaretmek
bulunmaksızın âlem var oldu. Çünkü bunlar
için Allah'ın zâtından başka bir şey yoktur. Allah'ın zâtı ise bu hususlardan
önce var idi.
Mecûsîler de şöyle
diyorlar : Aliah-u Teâlâ var idi. Sonra bir fasid fikir var oldu ki, ondan da
şeytan hasıl oldu. O şeytan ki her kötü ve şer olan şey onunla meydana gelir.
Mecûsîler, buna fasid fikir ismini veriyorlar. Mu'tezile ise irade ve
ihtiyaretrae, ismini vermektedir. O'nun hadis olması ihtiyar ve irade ile
değildir. Mu'tezilelerin bu görüşü, mecûsî-lerin fasid fikri görüşüne çok
benzemektedir. Sonra bu, serden başka bir şey değildir,[553]
Mu'tezile'ye göre irade, âlemden başka bir şey değildir. İşte bu husus,
Allah-u a'lem, Resûl-i Ekrem Sallellahu Aleyhi ve Sellem'-in : «Kaderiye, bu
milletin mecûsîsidir.»[554]
hadis-i şerifinin ifade etmiş olduğu manâdır.
Ve sonra onların
nezdinde- âlem, karar bulma, yok olma, var olma, birbirinden ayrı kalma ve bir
arada toplanmadan hâli kalmaz. Bunlar öyle hallerdir ki Allah'ın gayri ile var
olmaları mümkün ve muhtemeldir. Bu aynı binalarda toplanan tuğlalar,[555]
gemilerde bir araya gelen malzemeler ve yazıda bir araya gelen kelimeler ve
benzerlerindeki içtimadan meydana gelen şey gibi olur. Ayrılık da böyledir.
Güneş'in ve Ay'ın seyretmesi, mahlûkatm hareket etmesi ve sükûnette bulunması
da böyle mütalea edilmektedir. Araz ve cisimlerden olan bu iki nevi bulunmazdan
âlem var olmaz. Bu ifade, var olmanın Allah'la ve yaratmakla olması ihtimalini
ortaya koyar. Böylece âlemin hepsinin Allah'la ve yaratmakla olmasını muhtemel
kılar. Buna göre âlemin hepsi âdetle var olur ki, bu da iki Allah[556]
olduğu fikrini kabul eden ve ikiden daha çok[557]
ilâh olduğunu ve bunların da yıldızlar ve tabiatlardan ibaret olduğunu öne
süren dinsizlerin sözüdür.
Gerçekten onların
sözlerine göre Allah-u Teâîâ'mn âlemi yoktan var etmesine ve kendisinin kadim
olduğuna âlemden başka bir delil yoktur. Sonra başkasının meydana getirdiği
arazlarla kendisinin yarattığı arasında hiç bir fark ve ayrılık öne
sürmemiştir. Çünkü içtima ve zeval bulma ve benzerleri mevcudatta bulunur ve
fakat onu cem' eden ve harekete geçiren
görünmez.[558] Bunun her nekadar
görünmezse de kendisi İçin değil, gayri için olması muhtemeldir. Çünkü bu
kendisinde görülenin bir benzeridir. Böylece bu ifade de senviye ve tabiat
felsefesini benimseyen kimsenin sözü gibi olur; ki, onlar, eşya, kendisi ile
gayrinin yaratması ayırt edilmeden ve her birinin yaratıcısına delil omlaksizm
tabiatla meydana geldiğini söylerler. Bu ise aczin alâmet ve işaretidir.
Allah-u Teâlâ'-nm âlemin hepsinin kendi kudreti ile meydana geldiğini
delillerle ispat etmesinin manâsı şu âyeti ceîîlede ifadesini buluyor; çünkü
Allah, «Allah, hiç bir evlât edinmemiştir; beraberinde bir ilâh da yoktur. Eğer
müşriklerin dediği gibi, Allah'la beraber bir takım ilâhlar olaydı, o takdirde
her ilâh kendi yarattığını götürür, tek başlarına kalarak aralarında ayrılıklar
başgösterir ve bir kısmı diğerlerine üstün gelirdi...»[559]
buyurmaktadır. Onların sözlerine göre yine Allah-u Teâlâ, yarattığı ile
bulunmaz. ' Çünkü O, kendisinin bilinmesi için ona ilim vermemiştir.
Hakikat, lâtif olan
cisimelrden her cüz' parçalanmayan şeyden olduğu halde cüzlerin birbirinden
ayrılması düşünüldüğü zaman bu cüzün hisle idrak edilmesi mümkün olmaz ve bunun
anlaşılması aklen olur. Bu cüzlerin hepsinin cevherlerin lâtif olma ve yoğun
olma derecesi üzere Allah'ın gayri ile toplanması mümkün olur. Böylece
cisimlerin idrâk ediîmesi hususundaki Alîah-u Teâlâ'nın beyan buyurduğu deliller,
mümkün olması bakımından Allah'ın gayrinin fiili olur. Allah-u Teâlâ,
mah-lûkâtına -onların Allah tarafından olduğunu bilmeleri ile beraber- kendisinin
gayrinden mümkün olmayı reddedecek delili açıklamamıştır ki mahlûkâta
hissettirmiş olduğu şeyin kendisinden var olduğunu onlara bildirsin. Müşahede
ettikleri şeylerle böyle oldukları halde kendilerinden gaip olan hususta bu
durum nasıl olur? Böylece bununla senviye ve başkalarının görüşlerinden
zikrettiğim şeye benzemiş olur ki, onlardan hiç biri âlemi Allah'ın fiiline
delil kılmamıştır. Çünkü hiç bir şer yoktur ki birisi hakkında şer olduğunda
diğeri için hayır olması mümkün olmasın. Hararet ve burudetten; yani, soğukluk
ve sıcaklıktan, hatta tabiatın kendisinde son bulan diğer hususlardan cevherler
de böyledir. Gezegenler hakkında söylenilecek sözler de aynıdır. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Tevhid ehli, senviyenin sözlerini
reddetmek için iki hususla delil getirmişlerdir :
Birincisi : O ikiden
her biri, diğerinden bir şeyi engellemeye kadirdir. Ve diğerinin bilmediği
şeyi yapmağa da kudreti vardır. Hatta on-alr bu hususa evet böyledir dedikleri
zaman ikisini veyahutta ikiden birini cahil yapmış olurlar. Eğer hayır
dediğiniz gibi değüdir derlerse, her ikisinin aciz olduğunu ifade etmiş olurlar
ki cehalet ve acizlik rububiyet sıfatını iskat ederler.
İkinci olarak, bunun
ispat etmek, yani var etmek istediği şeyi diğeri, nefyeder ve böylece
aralarında uyumsuzluk olur. Bu husus vücûd bulmanın bir olandan meydana
geldiğine delâlet eder.
Sonra mu'tezile
mezhebinde şu görüş yer almaktadır : Gerçekten kul, Allah-u Teâlâ'nın olmasını
bildiği şeyin dışında bir iş yapmaya kadirdir. Çünkü Allah-u Teâlâ'nın kâfir
olduğunu bildiği her kimsenin mümin olmasına o kimse kadirdir. Onun olmasının
hakikati Allah'ın ilminin dışında bulunmasıdır. Böylece mu'tezile, kulu,
fiilini Allah'tan gizlemesine kadir olduğunu ispatla gerektirici bulmuştur.
Sonra Allah'ın vahdaniyetini de nefyetmiyor. Orada eğer Allah'tan başka bir
ilâh olsaydı. durum yine böyle olurdu. Bu hususları onların mezhebinin
incelendiği vakitte dinsizlerin mezhebi olduğunu bilmen için[560]
serdediyoruz. Çünkü kendisi ile tevhidin sabit olduğu şey, her iki mezhebin de
görüşlerini nakzediyor. Tevfik Allah'tandır.
İkinci delil ; Onlar,
kul için Alîah-u Teâlâ'nın, doğanların hepsinin meydana getirmesini nefyetmekte
ve A13ah-u Teâlâ'nın «... And olsun ki, onlardan her kim sana (şeytana) uyarsa,
Cehennemi hep sizden dolduracağım.[561]
kavl-i celîlindeki Allah'ın vaîdini reddetmek için kudrete sahip olduğunu
söylüyorlar. Ve bütün kâfirlerin ve şeytanların Allah-u Te-âîâ'nm olmasını
murad buyurduğu şeyin gayrini işlemeye kudretli olduklarını ifade ediyorlar.
Hatta Allah'ın, olmamasını murad ettiği şeyin aksini bile yapabilirler,
diyorlar. Bunu menetmek için Allah-u Teâlâ, hazinesinde olan şeyin hepsini
harcar, hatta onun . üzerine bir şey ziyade kılmasını dilerse onu yerine
getirmeye kadir olmaz. Sonra bir ilâhın var olduğunu söylemeyi menetmez. Ve
mahlûkat, Allah'ın ilminde sabit olduğu gibi olur. Âlemin durumu hakkındaki
görüşleri de böyledir. Bu husus, onların mezhebinin sonunun, müslümanların
mezhebi değil, dinsizlerin ve materyalistlerin mezhebine varması hususundaki
sana, bildirdiğimi açıklamış olur. Tevfik Allah'tandır.
Zındıkların mezhebi
şöyledir : Gerçekten âlem, iki ilâhın fiili ile var olmuştur ki, bunlardan
birinin, diğerinin fiilinde hiç bir dahil ve tedbiri ve kuvveti yoktur.
Gerçekten bu iki ilâhtan her biri şer ve hayır çeşitlerini münferiden meydana
getirir ki, buna, diğerinin kudreti yetmez. Mecûsî-lerin mezhebi de böyledir.
Mu'tezile mezhebine
göre kulun, fiilin bir çeşidi üzerine kudreti vardır ki, o da kesbden
ibarettir. Allah'ın da fiilden bir nevi kudreti vardır ki, o ise icad, yani
var etmekten ibarettir. Allah'ın kulda bulunan fiil için ne takdiri ve ne de
yaratması vardır. Kulun da Allah'da bulunan hu-susdan bir şeyi yoktur. Bu iki
emir üzerine âlemin tedbiri ve var edilmesi cereyan-etmiştir. Böylece bu
görüşle tafsilen zikrettiğimiz kimseye ben-zemişlerdir.
Sonra bu mezhebin
salikleri Allah-u Teâlâ'mn hareket ve sükûnetten kulda bulunan şey üzerine
kudretinin bulunmasını ifade etmeleri bakımından çirkinliklerini ziyadesiyle
açıklamışlardır. Allah-u Teâlâ, kulu hareket ve sükûnete kadir kılmasmdandır
ki, kendisinden kudret gitmiştir. Biz, senviyelerden iki ilâhtan birinin
diğerinden daha kudretli olduğunu ifade etmekle birinin kudretini
azalttıklarını görmüyoruz. Bununla bilinir ki, senviyeler katında rububiyetin
kendisine izafe edilendeki kudretin manâsı, mu'tezile katındaki aynı kudretin
manâsı ile olması daha gerçek ve lâyıktır. Bunda da Allah'ın bizatihi
kudretinin bulunduğunu yok ve izale etmek tezahür ediyor ki, bu da en çirkin
bir sözdür.
İkinci olarak, yalan
söylemeleri ortaya çıkmıştır. Çünkü onlar, yaratıcı oîan Allah'a ispat
ettikleri şeyin hepsinin fiili gibisini kula da ispat ettiler. Halbuki kula
yaratma fiilinden kendisi ile Allah'ın bilindiği ulû-hiyet ismini vermediler.
Hâlık ismi de böyledir. Bununla beraber mu'tezile mezhebini benimsiyenler,
kadir olan kulun kudretinin Allah-u Teâlâ'mn kudreti üzerinde derece
bakımından yükselttiler, ziyadeleştirdiîer. Çünkü onlar şöyle diyorlardı :
Gerçekten Allah-u Teâlâ, vaadedilen şeyin olmasına ve söz verdiği fiili yerine
getirmesine kadir değildir. Bu sözü Allah-u Teâlâ'yı kudret sıfatıyla
vasfetmeîeri ile beraber ifade ediyorlardı. Buna şöyle bir örnek veriyorlar;
meselâ diyorlardı ki, Allah-u Teâlâ, kullarına yardım etmesini vaadeder. Ve
onlar için rızık takdir ettiğini beyan buyurur. Sonra kullarından biri gelir,
Allah'ın kudretinin
kendisiyle baki
kalmasıyla beraber, sözünü yerine getirmezden ve kulun Allah-u Teâlâ'mn
yardımından istifade etmezden Önce onu öldürür. Aî-Iah-u Teâlâ, kendi sözünü
yerine getirmek için kulun kudretini kuldan yok etmiyor ve işlediği bu işlem
kulu menetmeğe kadir olmuyor. Böylece kulun kudreti daha büyük, dilemesi daha
nafiz oluyor. Rabbimiz, bu gibi sıfattan berî ve münezzehtir.
Senviye mezhebinden
olanlar da şu batıl iddialarda bulunuyorlar : Gerçekten ziya, karanlığın hapsine
ve tuzağına düşmüştür ki, bu yönden salahını istediği ve kendi cevherinden
karanlığın şerrinin defetmeyi başaramadı.
Karanlık da menetmenin
başlangıcının ziyadan odluğunu söyliyen-îerin sözüne göre böyledir. Hepsi de
fiilinin murad ettikleri şeyin hilafına meydana geldiğinden hataya
düşmüşlerdir. Bunlardan her birisi bir yönden, diğerinin eli altında bulunmuş
oldu. Bunun için ziya hakkında hatalı, cehl ve acz ile bulunduğunu söylemeleri
lâzım gelir. Hata, akıbetinin dilediği şey üzere olmamasındandır. Cehli ise
düşmanının tuzağında ve hepsinde baki kalacağını bilmemesinden ileri
gelmektedir. Aczi de, o, kurtulmak için çaba harcadığı ve tedbirler aldığı
halde kendisi için işler kolaylaşıp karanlığın etkisinden kurtuîamamasıdır.
Mu'tezile mezhebinin sözü de böyledir; yani hakikatte Allah-u Teâlâ, kâfire ve
her hangi bir kimseye ancak kendisine itaat etsin, diye kuvvet verir. Birini de
her hangi birşeye sahip ve malik kılması onun kendisine şükretmesi içindir.
Yarattığı her hangi bir şeyi de ancak kendisine boyun eğmesi için yaratır, işte
Allah böyle murad ediyor. O'nun dilediği şeyi yapmağa hakkı vardır, kimse
karışamaz. Eğer Allah da bundan başkası olmuş olsaydı Allah, onu sefîh ve
zalim olarak yaratırdı. Scnra Allah-u Teâlâ, düşmanlarına verdiği şeyin hepsini
murad etmiş değildir. Allah'ın hataları vardır, o hatalardan bilinenin biri de
emrettiği şeyin dilediği şeye uygun olarak meydana gelmemesidir. Sonra Allah'ın
kudreti Öyle olmayan şeye vukubulur
ki eğer onu işlemiş olsa kendi ilminden
hariç olurdu. Sonra ondan menettîği hakkındaki Allah'ın fiilinden sonra
meydana gelen şeyin fiil olduğu sabit olur. Bunların bu sözleri[562] ve
iyleri yukarıda zikrettiğimiz bütün kötü ve zem edilmiş ve-cihlere
benzemektedir.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki ; Zındıklar, yani dinsizler, benzerinin fikirde ve zihinde tasavvur
olunmadığı için birşey olmadan bir şeyin var olması fikri ve sözünü inkâr
ettiler. Müşebbihe mezhebinin taraftarlarının da cisim hakkındaki sözleri
böyledir.
Mu'tezile de, kulların
fiillerinin yaratıldığını inkâr etti. Çünkü onlar akıllarda bulunmuyorlar ve
zihinlerde de düşünülmüş değillerdir. Kaderiyeler ise, şu batıl iddiayı öne
sürüyorlar ve diyorlar ki, gerçekten AHah-u Teâîâ, kadir olmuş olduğu hiç bir
hayn bırakmıyor ki, onu işlemesin. Dinsizler de böylece iddiada bulunup
Allah'ın hayrı işlediğini ve şerrin halikının Allah'tan başkası olduğunu
söylüyorlar. Kaderiye mezhebinin sözü de böyledir. Yani onlar, serden mevcud
olan her hangi bir şeye Allah kadir değildir ve şerrin hepsi kulların işidir.
Mu'tezi-le de söyle diyor : Gerçekten Allah-u Teâlâ, şerrin birisinden sadır olmasını
ve başka birisinde vaki olmasını dilemez. Şerri dileyen şeytandır. Sonra o şer
vukubulur. Allah-u Teâlâ, onu murad etmese de. Bu tıpkı zındıkların şerrin
şeytandan geldiğini ve Allah dilemese de şerri yaratan şeytan olduğunu ifade
etmeleri gibi. [563]
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Bir grup insanlar, Allah-u Teâlâ'nin zatî sıfatları olup onlarla
vasfolunmasını veyahut zatî ismi olup onunla bilinmesini inkâr ettiler. Bu
hususun benzemeyi icabettirdiğini sandılar. Çünkü Allah'ın gayrinin ismi olduğu
gibi kendisinin de ismi olur. Ve dediler ki : Kendisine işaret edilmek
suretiyle mahlûkattan bir şeye Allah'ın muvafık bulunması caiz olmayınca her
şey için kullanılan isme muvafakatinin incelendiği vakitte bu hususun
delillerle sabit olup caiz olmaması daha evlâdır. Bunun içindir ki, Allah'a
şey, âlim ve kadir denmesini inkâr ettiler. Ve bunun için mekânla örnek
verdiler. Çünkü kendisi hakkında böyle söylenince benzetmek ve hududlu olmayı
icabettirir. Allah, her mekân iledir. Bu husus da böyledir. Çünkü mekânların[564]
nihayeti vardır. Mekânlarla vasfetmek veyahut da mekânlardan bir mekânla
vasfetmek, birdir. İlk olanı, yani sıfat ve isimlerle Allah'ın vasfedilmesi ve
Allah'a isim verilmesi de böyledir. Tevfik Allah'tandır.
Bize göre aslolan ise
şöyledir : Gerçekten Allah-u Teâlâ'nm zatî[565]
isimleri vardır ki, kendisine bu isimler[566]
verilir. Tıpkı «Er-Rahman» gibi. Ve Allah-u Teâlâ'nm zatî sıfatları[567]
vardır. Eşyayı bilmek ve eşya üzerinde kudret sahibi olmak gibi ki, Allah-u
Teâlâ bu gibi sıfatlarla vasfo-lunur. Fakat Allah-u Teâlâ'yı bu sıfatlarla
vasfetmek, bizim tarafımızdan olur. İsim ise bizim gücümüz ve takatimizin
genişliğinin ihtimali ve zarurî olarak sözlerimizin ifadeye ulaşabildiği şey
ile olur. Zira bunun yolu ancak şahitde yani görünen âlemde bilinenden
ibarettir. Ve bu ise sözde benzemeyi
icabettirir. Çünkü görünen âlemde onunla takdir olunduğu bilinmektedir. Fakat
zaruret bize, kendisiyle benzemeyi nefyetmek için görünen âlemden anlaşılan
hususun nefyedilmeşini gerektirdi. Biz de bu zikrolunan şeye zaruret ismini
verdik. Eğer bizden başkasına isim veril-miyen şey ile isim vermek, gücümüzün
yetmesi imkân ve ihtimali olsaydı, biz onunla isim verirdik. Fakat, görünen
âlem, kendi varlığına delil olduğu ve onunla kendisinin bilinmesi vacip olduğu
için kendisinin murad ettiği şey ile bilinene yakın olan bir isim ile ismi
takdir olundu. Her ne kadar Allah-u Teâlâ'nın, benzerinin olmasından beri ve münezzeh
ise de. Görmez misin ki[568],
gerçekten bizim kendisine âlim ve kadir diye isim verdiğimiz kelimeler,
mânalarında hiç bir ihtilâf bulunmaksızın dillerde muhtelif şekillerde
bulunmaktadırlar. Bu husus delâlet ediyor ki gerçekten bizim Allah'a vermiş
olduğumuz isimler, anlamaya yaklaştıran şeylerden ibarettir. Yoksa onlar
hakikatte Allah'ın isimleri değildir. Her ne zaman bu isimlerden insanın
kalbine manâlar gelirse Allah-u Teâlâ, onlardan[569]
Kelime-i Şahadetteki isim vermede, olumsuzluk harfi getirilerek tevhid, yapılan
tefsire göre nefyin zımnında zâtın ispatı ve ispatın zımnında da nefyin ifade
edilmesi hasıl olmuştur. Tevfik Allah'tandır.
Sonra bizim
söylediklerimizin bir delili de peygamberlerin ve semavî kitapların bu isimleri
ihtiva eden şeyle gelmeleridir. Eğer peygamberlerin getirmiş olduğu ve bize
tebliğ ettikleri şeyle, Allah'a isim vermekte benzerlik olsaydı, tevhid
akidesinin bozulmasına sebeb olurlardı. Halbuki onların hepsi bir olan Allah'a
ibadet etmeye ve Bari Teâlâ'nın vahdaniyetinin bilinmesine davet ettiler. Bu
hususun, mahlûkata muvafakati ispat eden adetin gerçekleşmesini sağlayan
şeyden olması elbetteki caiz değildir.
Fakat, vakta ki o
isimler, kendileriyle isim verenlerden, bilinenlerin dışına çıkması ihtimali
kendilerinde bulunduğu için, peygamberlerin onlarla gelmeleri caiz oldu[570].
Peygamberlerin, Allah-u Teâlâ'nın «O'nun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri
gibisi (dahi) yoktur» kavl-i celîli ile beraber o isimlerle gelmeleri [571]«cisimlerden
ibaret olan, birleşik varlıkların sıfatlar ve arazları bilmekte basit idrâkle
anlaşılacak olan eşyanın §ey olmasını kendisi ile nefyetmesi içindir. Yardım
ancak Allah'tandır.
Sonra biz, âlemden
görülenin hepsini olduğu halde, bulunmaya mecbur olduğunu, kendini
icadetmekten aciz bulunduğunu, durumunun başlangıcından ve bulunduğu zaman ve
mekânın hallerinin hepsinden almış olduğu miktarını bilmekten cahil olduğu
halde ve bilinmediği mekân ve zamanın içinde değişikliğe uğradığını ve aynı
yerde yaratılış itibariyle zıtları ile uyumsuz bir halde toplanmış olduğunu,
bunu gördüğümüzde akıl anlar ki o, yani âlem kendiliğinden var olmamıştır. Ve
yine akıl idrâk eder ki gerçekten kendisini takdir eden ve var eden, muhakkak
ki kendisini bilmek için ilme ve kendisini icadetmek için de kudrete sahiptir.
Çünkü âlem kendi zâtı için ittifaka ihtimali olmak üzere meydana gelmiştir.
Kendisini var etmek için bir kuvvete sahip olduğuna delalet eden bir şeyin
bulunmadığını ve kendi hâlini bilmediğini ifade eden bir şekilde var olmuştur.
Öyle ise görünen âlemde delil teşkil edecek bir mânanın tahkik edilmesi elbette
lâzımdır. Çünkü onun bilinmesi ancak kendisi ile mümkündür. Yine böylece eğer
kendisinin meydana gelmesi kendisinden kuvvetçe aşağı olandan gelmiş olsaydı,
ilk hasıl olan iş de kendisine raci' olurdu. Bunların hepsinde az önce
zikrettiğimiz hususlar vardır.
Batmıyye mezhebinden
olanlar; isimlerden zikrolunanları ilk yaratıcıya ve akıl, nefisten ibaret
olan ikinci yaratıcıya yöneltiyorlar. Ve her âlemin akılda zahir olduğunu
söylerler ki ondan da nefis meydana gelir ve nefis de heyulaya uzanır. Ve şöyle
diyorlar : Akıl ibda' (meydana getirmek) ile var olmuştur. İbdâ't akim
illetidir. Kendisinde var olacak her şey bulunur. Olan şeyi bilmiyen kimsenin ibda'
ile bir şeyi ortaya çıkarması veyahut onu meydana çıkarmaya kadir olmayanın
veyahut da meydana çıkmış olmasını istemeyenin kendisini meydana çıkarması
mümkün değildir.
İbda' akıldan, kendi
üzerine sahip olduğu kudretle vasfolunmayan, kendisini bilmeyen, kendisi ile
anlamayan bir şey olmak bakımından tabiat sahibinin fiilinin çıktığı gibi
meydana çıkar. Bunun nezdinde Allah'a benzemeyi iyi görmediğinden Allah'dan
isimleri ve sıfatları nefyetmesi hareketsiz kılma durumunda olup üzerine bir
delil bulunmayan şey yerinde olur. Ve ondan da bu söz taklid üzere hasıl olur
ki, bu da çok uzak bir ihtimaldir. Tevfik Allah'tandır.
Bununla beraber şöyle
de deniliyor : «Allah» O'nun, veyahut onun gayrisinin ismidir. Gerçekte onun,
akim ismi olduğuna rücu' eder. «Rahman» ise nefsin ismidir. İşte onların
mezhebi bu görüştedir. Allah'a isim vermekten, O'na bir şey benzetmekten
korktukları için çekiniyorlar. Sonra onlar, mabut olana ilâh ismi verdiler.
«Rahman» ve «Rahîm» ise adetleri sayılmayacak, parçalarının sayılmasının pek
güç olan ağyar, yani ilâh'm gayri olan şeylerdir. Onların katında peygamberler
güya tevhid akîdesiyle değil birden fazla ilâha ibadet etmek sistemiyle
geldiler. Yardım a,ncak Allah'tan istenir.
Sonra onlara Allah'ın
ismi yoktur, dediklerinde sorulur; size göre, Allah'ın ne zatî ismi vardır ve
ne de zâtı sıfatı. Bu sözünüzden neyi kas-dediyorsunuz ? Bu sorumuza cevap
vermek için kendilerinde Allah'ın ismi yoktur, demelerinden başka çıkar bir yol
bulamazlar. Ve ileri sürmüş oldukları görüşleri ve Allah'ın zatî ismi yoktur
demelerinin hepsi bâtıl olur. Sonra onlar, şu iddiada da bulundular; gerçekten
Allah'ın ibdâ'dan alınma, «nıubdî' - yaratıcı» gibi gayri olan ismi vardır ki
bu ibda', mubdî'in illeti olur. Mubdî' ise, ne illetlidir ve ne de illettir.
O, illeti meydana getirenin kendisidir. Çünkü her ma'lûl'ün illet olmasının
caiz olması mümkün değildir.
Kendisine denir ki;
madem o, Allah'ın ismini, gayrinden kılmıştır[572] :
Başkasının gayrinin kendisine tahakkuk ettirdiği şey!0 bu isim midir yoksa bu
isimle isim verilen midir? Bu soruya eğer hayır diye cevap verirse o zaman
Allah'a gayri olanlardan dilediği şeyle ve istediği gibi de illetle, mâ'lûlle
isim verebilir. Çünkü Allah'ın gayrisi, bu hususlara müstahaktır. Çünkü o,
böyle diyor. Böylece Allah ver idi illet ve ma'lûl yok idi, diyor. Öyle ise o,
söz bizzarure hakiki manâsiyle değil, mecaz olarak ifade edilen bir sözdür. Bu
ismi ona, kendisine müstahak ve lâyık olmadan gayri vermiştir. Eğer o isim,
kendisinde ibda' ile var idi derse; denilir ki, kendisinde yok iken sonradan
ibda' var idi. Hatta kendisine bu ismi hangi yönden olursa olsun
gerçekleştirdi. Tâ ki bu ismi kendisine vacip kıldı. Böyle olursa ibdâ'ı onun
için nihayetsiz olan bir şey kılması lâzım gelir ki, bu da mümkün değildir. Bunu
kendisi de ifade etmiyor. Öyle ise ibdâ'm bizatihi olması vacip olur. Ve
böylece de devamlı olarak mubdi' olur. Bunların hepsinde zaruri olarak
kendisine zatî olan bir isim vacip olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) şöyle diyor : Sonra bize göre, meselenin esası şudur : Gerçekten mutlak
olan isimde benzetmenin tahakkuk etmesi muhtemel
değildir. Çünkü görünen âlemde her ismin kendisine hâs bir mâna ifade ettiği
için iman-küfür, hayır-şer, karanlık-ziya ve ölüm-hayat gibi bir birine zıt
olan her isim bulunur. Eğer mutlak olarak isimde birbirine benzerlik
bulunsaydı, zıt olanlar bilinmezdi ve isimlerde de ihtilâf ve benzersizlik
görünmezdi. Eğer bir şeyin ismi olmamış olsaydı, ihtilâf ve ittifak yönünden
bilinmemiş olurdu. Bu hususun bilinmesi murad olunduğu içindir ki kendilerine
isim verildiği sabit olmuştur. Eğer görünen âlemde birbirine benzeyen müsemmada
ma'lûl olanın manâsını nefyetmekte ismin muvafakati olmamış olsaydı sufiî ve
ulvî olan âleme ve ilk ve ikinci mubdi'e isim verilmezdi Ve bütün eşyadaki ismi
nefyetmekte Allah'ın ismi ile gayrinin ismi arasında muvafakat vardır, diye
iddia edenin iddiası arasında muvafakat bulunurdu. Oysaki yaratmanın tek olmasını
söylemekte teşbihin nefyedilmesini görürdü. Her nekadar teklerin isim
bakımından içtima'ı var ise de.
Sonra gerçekten onun
katında ibda', yani yaratmak, bir illettir ve «şey»le vasfolunmaz. Çünkü onunla
eşya var olur. Arazların hepsi de âlim, kadir ve benzerleri ile vasfolunmaz,
eğer ismin ispatında ve bulunmasında benzerlik olsaydı. Bu hususun da
zikrettiğim yönden böyle olması gerekirdi. Kuvvet ancak Allah'tandır. [573]
Hamd-ü sena ol Allah'a
mahsustur ki bizde bulunan en büyük ve değerli, bitmez-tükenmez nimetlere
karşı yapılan sonsuz hamd ve şükürlere müstahaktır. Bizi en doğru yollara
yöneltmesini, o yollarda muvaffak kılmasını kendisinden niyaz ederiz.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : İnsanlar, birinin şu sorusuna verilecek cevap hakkında ihtilâf
ettiler : «Allah, mahlûkatı niçin yarattı?»
insanlardan bir grubu
şöyle diyor : Bu soru batıl ve fasittir. Böyle bir soru sorulmaz. Çünkü Allah-u
Teâlâ, Hakimdir. Her yarattığını bir hikmete binâen yaratır. Devamlı olarak
Âlimdir, her şeyi bilir; Ganî'dir, kimseye muhtaç değildir, bütün mahlûkat O'na
muhtaçtır. O'nun fiilinin, hikmetinin dışında bulunmasına imkân ve ihtimal
verilmez. Çünkü böyle olmamış olsaydı hikmetsiz olan fiilin meydana çıkması,
hikmetin bilinmemesinden ileri gelirdi. Veyahut hikmetin yolu korunmuş olsaydı
faydanın yok olmasından korkardı. Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri Âlim
olup kendisine asla ve kata cehalet arız olmayınca ve müstağni olup
gidermesiyle faydalandığı bir ihtiyaç kendisinde bulunmayınca onun fiilinin
hikmet haricinde bulunması batıldır.
«Niçin?» sorusunda hiç
bir hikmet yoktur. Bunun içindir ki, Allah-u Teâlâ'yı kendi fiilinin bir
eğlenceden ibaret olduğunun anlaşılmasını nef-yederek şöyle buyurmuştur : «Biz,
gök ile yeri ve aralarındaki şeyleri boş bir eğlence için yaratmadık. Eğer bir
eğlence edinmek isteseydik, elbette onu katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık
öyle yapardık. Hayır, biz, hakkı, batılın tepesine atarız da, o, onu parçalar.
Bir de bakarsın, o anda mahvolmuştur. Allah'a isnad ettiğiniz vasıflardan ötürü
size yazıklar olsun. Göklerde ve yerde olan bütün varlıklar, Allah'ındır,
O'nun ka-tindakiler (melekler), kendisine ibadet etmekten ne çekinirler, ne de
yorulurlar. Gece - gündüz, hep Allah'ı teşbih ederler, usanmazlar. Yoksa,
kâfirler bir takım ilâhlar edindiler de yerden ölüleri onlar mı diriltecekler?
Eğer yer ile gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı ikisi de muhakkak fesada
uğrardı; yok olurdu. O halde Arş'ııı Rabb'i olan Allah onların vasfetmekte
oldukları şeyden beri ve yücedir. Allah, yaptığından sorumlu olmaz; kullar ise
sorumlu olurlar.»'[574]
Elhak yazıklar olsun ol kimseye ki, Allah'ın bir şeye muhtaç olduğunu veyahut
Allah'ın fiilinde bir hikmet bulunmayıp yararsız olduğunu sanmıştır.
Mu'tezile mezhebinden
bir zümre ise, şöyle der : Allah daha iyi olanı gördü ve öylece yaptı. O'nun
fiilinden daha iyi olanı sorulmaz.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) der ki: Bu söz, daha iyi olanı ile hikmetin murad edilmesinden hâli
Çalmaz. Eğer hikmet murad edilmişse bu ilkidir. Eğer bu sözden kendisinden
başka bir manâ murad edildi ise daha iyiyi bilme hakkında ortaya atılan söz
niçin söylendi, diye denilen söz gibidir. Yani ikisi de eşdeğerdedir. Bununla
beraber fiil hakkında Allah'ın daha iyi yapmasının şart olduğu, nereden, nasıl
vacip olur, diye sorulur. Oysaki bu gibi sözden haya duymakta, insanlar içinde
onlar daha lâyıktır. Çünkü hiç bir şey yoktur ki, daha iyi olan için şart
kılınsın da onun aynısının bir şeyin fesada uğraması için şart kılınması daha
mümkün olmasın.
Bu ise daha büyük bir
fesada uğramadır. Bir şeyin hikmet olup sonra onun hikmetsiz ve yararsız olması
caiz değildir. Çünkü daha iyi olmanın teVili başkası için daha iyi olmaktır. Bu
ise onların katında fesada uğrama olur. Hikmetin te'vili ise yapılanda
isabettir. Bu da her şeyi kendi yerine koymak, ve her şeyi yerli yerinde
yapmaktır, ki, bu adaletin manasıdır. Allah-u Teâlâ'nın fiili bunun dışına
çıkmaz. Ve sonra şöyle diyor : Gerçekten Allah-u Teâlâ, bizatihi yaratıcıdır.
Çünkü «Halik» ismi öğme ve büyüklük ifade eden bir isimdir. Allah-u Teâlâ'nm
kendisinden gayri ile buna müstahak olması mümkün değildir. Çünkü bunda
kendisine yararı icabettiren husus vardır. Kim ki fiilinin vasfı bu olursa o
kimse muhtaçtır. Ve Allah-u Teâlâ'nın bizatihi yaratıcı olması sabit olunca muhakkak
yaratıcı olmaması caiz olmaz. Bu soruya cevap vermek mümkün değildir. Tıpkı
Allah, «niçin âlimdir, niçin kadirdir?» sorusuna cevap vermek mümkün olmadığı
gibi. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bir grup insanlar ise
şöyle der : Allah-u Teâlâ, Kerîm, çok cömert olunca kendisine cömertlik izafe
etmekle vasfolunması lâzım geilr. Bunun için muhakkak bir şey yaratmak gerekir
ki, bu yaratması ile yaratüan'a çok nimetler versin, cömertliğinin eseri onun
üzerinde bol bol görünsün ki, kendisi buna kadirdir. Kudret, elbetteki bir
fiilin zayi olmasını gerçek-leştirmez. Yaratmak da böyledir. Tevfik
Allah'tandır.
Başka bir grup insan
da şöyle diyor : Soru sormak mümkün değildir. Çünkü soru sormak, yaratılan için
bir illetin geçmesini icabettirir. îlîet ise ya yaratılmış olur ki, ondan
sormak mahlûkatm tümünden sormanın aynısıdır. Veyahut ta illet, yaratılmış
olmaz. O zaman ezel de ilansız kalmış olur. Hatta açıklaması geçtiği gibi
yaratma fiilinin bizatihi kendisi yarattığı ifade edilir. Tevfik edici
Allah'tır.
Bir grup da şöyle
diyor : Mahlûkatm yaratılışından sormak şu mânalardan öteye geçmez. Ya şöyle
sormamız gerekir; Allah-u Teâlâ, başkasını yaratmadı da niçin bu âlemi
yarattı? Kendisi hakkında bu soruyu sormak, bunun hakkında soru sormaktan
ibarettir. Allah-u Teâlâ bulunduğu zamandan önce olması için niçin mahlûkatı
yaratmadı? demek de böyledir. Oysa ki yaratmak vaktinin gayrinde
vukubulmamıştır. Bilâkis o, var olduğu vakitte olmasını ifade eden var olmayı
haber vermekten ibarettir.
Veyahut bu âlemin
hakikatinden sorulur; ve suali de kendisinden olur. Güya o, sorup şöyle der :
Ben niçin soruyorum? Niçin ben sormayı düşünebildim?
Niçin ben akılsız değilim? Bunların hepsi fasit ve batıl sözlerdir. Çünkü o,
kendisinden suali men ediyor. Tevfik Allah'tandır.
Bazı insanlar da
âlemin yaratılışının sebebi hakkında şöyle der : Al-lah-u Teâlâ, âlemi
illetlere binaen yaratmıştır ki, âlem, o illetlerden, o illetlerin içinde ve o
illetlerden sonra olan şeyde olur. Bu da bütün feylesoflardan makul olarak
işitilen sözdür ki, onlar, âlem maksatlara binâen yaratıldı ki, yaratan onu
takip eder. Yapmış olduğu işi niçin yaptığını[575] o
işin hikmete binâen yapılmadığını'[576]
bilmiyerek yapmış olduğu işin akıbetlerini bilmiyen her fail böyledir. Sonra
âlemin yaratılmış olduğu manâ hakkında da ihtilâf olundu. Bası kimse göyle der
: Âlemin hepsi[577]
âlemde imtihan olunmak için yaratılmıştır. Çünkü hikmet kendilerinde zahir
olur. Ve yine böylece kendilerinde yücelik, sultanlık, yükseklik, celâl zahir
olur. Kendileriyle hikmet ve hikmetsizlikten ibaret olan sefeh zahir olur.
Yaratmaktan maksud olan da onların kendileridir. Mahlûkattan başkaları
kendileri için ve onların menfaati onlarla imtihan olunmaları ve Allah'ın
varlığına delâlet etmeleri için yaratıldılar; ve kendilerine mu-sahhar
kılındılar. İmtihan olunanlar ise, Allah'a ibadet için[578]
yaratılmışlardır. Veyahut kendi menfaatleri için yaratılmışlardır ki,
Övünülecek ve zem olunacak hususların sonuçlarını elde etmek için çaba
harcarlar. Bunların hepsi kendilerinde vaki olur. Onları yaratanın her iki
vecihten de yüce ve berî olması zarurîdir. Çünkü mahlûkat, muhtaç olarak
yaratılmıştır. Kendilerinde ihtiyaçlarını bildiren ve onun giderilmesinde
yapacak oldukları şeyi Öğreten husus, kendilerinde var edilmiştir. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Bazıları da şöyle
diyor : Allah-u Teâlâ, bütün mahlûkatı illet için yaratmadı. Çünkü her şeyin
ötesinde illet olacak bir şey yoktur. Bazı mahlûkat ise illet için yarattı. Bu
tıpkı bütün mahlûkatı bir mekânda yaratmadığı gibidir. Çünkü mekân mefhumu
bütün mahlukatm hepsinde vardır. Allah-u Teâlâ, mahlukatm bazısını da
bazısının yararına yaratmıştır, îşte meydana gelmeler, sonra ceza ve mükâfat
ve mihnet, musibet, bunun üzerine carî olur.Bu suâlin cevabında Hüseyin'[579] şöyle
der : Allah-u Teâlâ, mahlûkatı sebeblere binâen yaratmıştır ki, o sebebler,
alâmet ve delil olmakta, sonra ibret ve öğüt, sonra nimet ve rahmet, sonra
besin ve kuvvet ve hacetlerin giderilmesinde rol oynayan varlıklar halinde
çoğalmıştır. Sonra mahlûkattan bazısını, biri için nimet ve rahmet olarak
yarattığı halde diğeri için de belâ ve musibet olarak yaratmıştır. Sonra
devamla şöyle dedi : Eğer Allah-u Teâlâ, mahlûkatı başlangıçta maslahatlar ve
yararlar için yaratıp da başka bir şey için yaratmamış olsaydı bir şeyin
takdim edilmesi ve aynı şeyin ertelenmesi caiz olmazdı. Ve yine bir şeyin mükellef
olarak yaratılandan önce yaratılmazdı. Bir emrin bir halden diğer bir hale
dönüşmediği gibi fazlalık ve noksanlık da kendisinde bulunmazdı. Allah-u Teâlâ,
mahlûkattan zihinlerin ve fikirlerin onları anlamak bakımından kendilerini
kuşatmıyan ve mahlukatm yardımından gizlenen şeyi yaratınca, yaratma işinin bu
adı geçen hususlar gibi olmadığı sabit olur. Fakat Allah-u Teâlâ, mahlûkatı
hikmetine binâen yaratmış ve herşeyi yerli yerine koymuş, bütün işleri fayda ve
zarar, zarar ve fayda yönlerine sarfederek yaratmıştır. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Fakih Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Bu bölümün hülâsası şudur ki, onların sözüne göre yaratma
için fiilen gayri olmayınca onun fiilinden hiç bir şey üstün görülmüş olmaz.
Çünkü o, her fiili ile zulüm sıfatını baki bırakmıştır. Yapacak olduğu şey için
de kendisi muhtar olmazdı. Zira eğer kendisinde bunun gayri bulunmuş olsaydı
müfsit olurdu. Başkasında düzeltme ve doğrultmayı yerine getirmekten aciz
kalırdı. Bu ise, zem sıfatının son noktasından ibarettir. Tevfik Allah'tandır.
Eğer onun fiilinden
gayrisini yapması caiz olmamış olsaydı; kendi fiili ile kendisi yararlanmış
olurdu. Ve böylece o fiili ile övülmesi ve onun üzerine sena olunması için o
fiile muhtaç olurdu. Çünkü hamd ü senaya, ancak başkası ile müstahak olan
kimse, kendisine senanın vuku bulması ve onunla yararlanmasına muhtaç olurdu.
Zira onların söyledikleri sözlerden bazısı da şöyledir : Gerçekten onun fiili
kendisinin dışındadır. Ve onu o terkedemez. Onun fiili, kendi fiilinin gayri de
değildir. Çünkü başkası onun derecesini siler ve alçaltır.
Öyle ise işlediği şey
ile yararlı olanın meydana geldiği anlaşılır ki, o da onların nezdinde
kendisinin gayridir. Bu ise akıllıların örfünde muhtaçlığın bir sıfatıdır.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra Hüseyin'in
zikrettiği hususlardan kâfi derecede takdim olunmakla beraber emir, nehiy,
terğib ve terhip hakkındaki söz, şöyle açıklanıyor : Gerçekten Allah-u Teâlâ,
mahlûkatı terbiye ile uslanmış zelil olmuş halde, yararlı ve zararlı olanları
bilici olarak, delilden gördüğü ile görmediğine delil getirir bir halde
yaratmıştır. Öyle ise Allah-u Teâlâ' nın bilmeyi farz kılmaması[580]
cehaleti mahlûka vermemesi .caiz olmaz. Çünkü böyle olmuş olsaydı her kötünün
ve yalanın mubah olması gerekirdi. Bununla beraber yaratmış olduğu her
mahlûkun, yaratılışında bir nimet vardır, nimet için de şükretmek aklen
lâzımdır.
Sonra vaad ve vaîd
terğib olarak Allah'a ta'zim için ve Allah'ı küçümsemekten kaçınmak içindir.
Sonra Allah, nıahlûkata, özellikle insana çeşitli nimetlerini verip insanı en
üstün vasıflarla mükerrem kılınca Allah'ın bu nimetlerine şükretmesine
karşılık Allah ona sonsuz sevap ve mükâfat verir. Küfür de isyanın son zirvesi
olduğu için ona karşı verilecek ceza da böylece sonsuz olur. Ve yine imân,
sonu olmayan ve bitişi bilinmeyen bir şeyi tasdik etmektir. Küfür de sonu
olmayan ve bitişi bulunmayan şeyi yalanlamaktır. Her ikisinin cezası da buna
göre olur, Yani imânın karşılığı verilecek sevapla mükâfatın sonu ve bitişi
olmadığı gibi küfre karşı verilecek cesa ve azabın da sonu ve bitişi olmaz. Bunun
içindir ki, küfürden başka olan günahın bağışlanması caizdir. Çünkü küfürden
başka olan günah, sonu bulunmayan şeyin inkâr edilmesi değildir.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Bize göre, emrin ve nehyin delili, emreden ve nehyedeni bilmektir.
Çünkü Allah-u Teâlâ, hayvanlar arasından beşere bu hususu bilmesini has kıldı
ki, bunu ihmal etmeleri asla doğru değildir. Tıpkı kendisinde yarar bulunan bir
şeyin ihmal edilmesi doğru olmadığı gibi. Her güzel olan şey, aklen güzel ve
her çirkin olan da aklen çirkindir. Sonra fiilde çirkini işlemek çirkin olur,
güzel iş de güzel bir fiil olur. Bunun için kendisinde emir ve nehiy olan[581]
yerde emrin ve nehyin bulunması lâzım gelir. Çünkü gerçekten Cenabı Allah,
kendi hikmetine, vahdaniyetine delâlet etmesi için mahlûkatı yarattı.
Mahlûkatını bu hususları bilmekten hâli bırakması caiz olmaz. Böyle olsaydı
mahlûkatı yaratması abes olurdu ve külfetin kaldırılmasında da mahlû-katm
zevali olurdu. Çünkü mahlûkatm zevalinde yok olma meydana gelir. Her kim ki
bir şeyi, her hangi bir maksad için değil, sırf yaptığını yıkmak için bina
ederse o kimse abesle iştigal etmiş ve hikmetsiz bir iş yapmış olur. Sonra vaad
ve vaîd, terğib ve terhib içindir. Çünkü böyle olmamış olsaydı, ibadetten
yararlanma, isyandan da zarar görme meydana gelmezdi. Ve kendi fiilleri
hakkında yaratılan için menfaat olmazdı. İbadet yapan için yararlanma, isyankâr
olan için de zarar olmadığı vakit emir ve nehyin manaları yok olup giderdi.
Çünkü bu emredenin yararına değildir.
Bunun içindir ki,
hikmet için vaad ve vaîd gerekmektedir. Bununla beraber emir ve nehiyde nefisle
mücadele ve mücahede etmek ve onu ta-biatin istemediği ve nefsin istemeyip
uzaklaştığı şeye sevketmektir. Mükellef olan buna galip gelmeyi ve onu
dilediği şeye emrolunduğu hususa-götürmek için yol olarak ancak vaadi ve vaîdi
getirmeyi bulur. Hatta bunu gördüğü vakitte lezzetli olunan şeyleri terketmek
kendisine kolay gelir ve büyük külfetleri yüklenmeye de güçlü kesilir.
Sonra beşer, Öyle bir
şekilde yaratılmıştır ki, kendisine sonuçlarında bir menfaat gözetilmeyen
veyahut sonuçlarmdaki zarardan korunmayan şeyi işlemek kendisine çirkin gelir.
Öyle ise amelleri için bunu yerine getirmesi elbette lâzımdır[582]. Bu
da vaad ile vaîdin gerçekleşmesidir. Eğer bu olmamış olsaydı, dost ve düşman
tarafından gelecek olan işlerin sonuçları eşdeğerde olurdu. Ve muhtar olma,
mecbur olma bakımından her ikisinin birbiriyle çelişkili bir halde
bulunmaları, sonuçlarının birbiriyle uyum sağlamamalarını vacip de kılar.
Tevfik Allah'tandır.
Bizim, yapılan
ibadetlere karşı verilen sevap ve mükâfatın hepsinin Allah'ın kullarına karşı
olan lûtfu ihsanı olduğunu söylememiz mümkündür. Çünkü Allah-u Teâlâ'nm
kullarına vermiş olduğu nimetlerin karşılığı öyle şükre lâyık ve müstahak
oluyor ki, bunu insan oğlunun hayatı boyunca ödemesinin imkân ve ihtimali
yoktur. Öyle ise sevap ve mükâfat, Allah'ın lütuf ve ihsanı olur. Sonra Allah-u
Teâlâ'nm yapılan amellere karşı kat kat sevap vermesi de böylece Allah-u
Teâlâ'nm lûtfu ve ihsanıdır. Nitekim Aîlah-u Teâlâ, bu hususda şöyle buyuruyor
: «Kim bir hayırlı ve güzel amelle gelirse, ona, on misli sevap verilir. Kim
de bir günah ile gelirse, ona ancak bir misli ile (günahı kadarla) ceza edilir.
Onlar, haksızlığa uğratılmazlar.»[583]
Allah-u Teâlâ, âyet-i kerîme'de günaha karşı cezadan hikmetin icabettirdiği
şeyi, sevaba da kat kat vermekte de Allah'ın fazl u kereminin muhtemel olduğu
şeyi zikretti. Çünkü bu, işin aslı ve esasıdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bu husus, emir ve
nehyin gerektirdiği şeyden aklımızın yettiği kadarca bir beyandır. Bununla
beraber peygamberlerin, Allah'dan emir ve nehiy ile gelmelerinde kâfi derecede
delil vardır ki, her ikisinde de büyük hikmet bulunduğunu söylemek gerektir.
Bizim aklımız bu hususları bilmeye kâfi değildir. Bununla beraber aklın
kullanılması terkedildiği vakitte diğer azalar gibi kendi sebebi olan
menfaatlerin durması muhtemel değildir. Akıl da bunun gibidir. Yani, diğer
azalarda zikrettiğim hususlar gerekmektedir ki, o da fiilin hakkı ve
işaretidir. Kuvvet ancak Allah'tandır. [584]
Eğer biri çıkar da;
gerçekten insanlar «kim ki, nefsini bilirse Rabb'ini bilir» sözünde ittifak
etmişlerdir, fakat bilmenin şekli ve yönü hakkında ihtilâf ettiler, derse bu
husus, şöyle izah edilir :
Seneviyye diyor ki :
Allah-u Teâlâ'nm zatmm hayrı ve şerri kuşattığı bilinince, ondan her cihet için
bir Rabb olduğu bilinir.
Yahudiler ise;
Allah'ın cüzden biri olduğunu söylediler.
Müşebbihe mezhebine
gelince; onlar da şöyle diyor : Allah bir cisimdir. Çünkü görünen âlemde
nefsin bilinmesi cisim için olur.
Celim de der ki; Allah
yok iken sonradan var olduğu bilinince o, bir şeydir, cisimdir, âlimdir, semi'
(işitici) dir; basîr (görücü) dir. Böyle olunca bilinir ki, her kendisinde bu
isimlerden biri bulunan hadis olanın tâ kendisidir. Halbu ki onu meydana
getiren Rabb'isinin hadis olması mümkün değildir.[585]
Bizce (ehl-i sünnet) ise bu husus şöyle ifade edilir : Gerçekten «kim ki
nefsini bilirse o, Rabb'ini bilir.» Çünkü o, nefsini arazlardan görme ve
işitme ve başkalarından ihtimal dahilinde olanı bilmediğini biliyor. Ve
nefsinden fesada uğrayan şeyin ıslâhını da bilmediği gibi zamandan, mekândan
almış olduğu1 nasibi kadarmca olanı ve kendisine gelen çeşitli ihtiyaçların
nereden geldiğini ve o ihtiyaçları kendisi ile giderebileceği şeyin hakikat ve
mahiyetini de bilemiyor. Bu, onun yaratılışında vardır. Bununla beraber kendi
nefsinde gördüğü şey ile zeval bulduğunu müşahede ediyor. Öyle ise onun geçmiş
hallerinden olanlardan, tâa,
bugünkü haline kadarını kendisinde bulunan zamana kadar, hallerin çeşitli
merhalelerden geçtiği bilinmesi ile beraber, bu hususları bilmesi uzak bir
ihtimaldir. Bunu zihninde bile tasavvur etmesi çok güçtür. Aklı, bunu
kuşatması ihtimalinde bulunmaktan çok acizdir, işte bu noktalardandır ki o,
bizzarure kendi nefsini, bulunmuş olduğu hal üzere kendisi icadetmediğini
bilir. Hatta, eğer nefsinin icadetme işi kendisine ait olmuş olsaydı, geçen
hususların tümünü bilecek şekilde meydana getirirdi. Çünkü eğer bu hususlardan
her hangi bir şeyi meydana getirmeye kadir olmuş olsaydı kendisinde sabit olan
cehalete, sonra kendindeki ihtiyaçları giderme babından haber verilen
hususlarda ve kendisinde fesada uğrayanı ıslâhla acze itilmezdi. Bu takdirde
bilinir ki o, yani Allah, hissettiği şeyi yaratma bakımından mahlûkatın en
malik olanı kendisine verilen hakikatleri idrâk etmekte en üstünü ve adı geçen
işlerden bilinen şeye vukuf bulmakta en süratli olanıdır. Böylece kendi
nefsinin bir şeyi icadetme, var etme, baki kılma, yok etme gücünün dışında
olduğunu bilir ve anlar. Sonra hissedilenlerin hepsinin ayan beyan olduğunu da
bilir. Çünkü onlar kendi ihtiyaçlarında şaşkınlığa düşmüş olanlar gibi kendinin
tedbir ve icadı altındadırlar.
Ve bilir ki, sebebleri
anlamakla, hadiselere vakıf olma ve üzerinde bulunduğu ihtimallerden kendisi
gibisi, ancak nefsinin bulunduğu halin bütün manalarının[586]
dışında olan kimse ile olur. O hallerin içinde manalar değişikliğe uğrar. İşte
yukardan beri izahına çalışılan hususlarla onun var olması aciz olmayıp her
şeye kadir[587] olanla; cahil değil âlim
olanla, ve tedbiri, icabında kendisine karşı çıkılması mümkün olmayan yüce4
Allah iledir. Ve yine bu hususlardan hiç bir şeyin yüce olan Allah'a benzemediğini
de Öğrenir.
Öyle ise kendisine
benzemesi yönünden, hadis veya kadîm olma veyahut, kendisini başkasının
yaratmasından kendisinde bulunmasını gerektiren şeyin gerektiğini söylemesinin
hiç bir anlamı yoktur. Eşyanın hepsi de böyledir. Zira eşyanın arasında,
ihtiyaçlar, aczin ve sınıfın çeşitleri itibariyle muvafakat ve mutabakat
vardır. Sonra hadis olma bakımından bütün yönlerden aralarında muvafakat
bulunur. Bununla, kendisinin, ona tüm yönleriyle benzemediğini bilmesi gerekir.
Yönler, kendisini icâd edene değil; bilakis kendisi için bulunur. îşte bu
hususlarda Allah'a yaraşan, ve
lâyık olan şekliyle Rabb'in bilinmesi bulunmuş olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bu ifadelere göre Cehm'in,
«Allah, âlim ve kadir değildi; sonra böyle, yani, âlim ve kadir» oldu sözü
çürütülmüş oldu : Aynı zamanda «Allah fail ve mütekellim değildi; sonradan
fail ve mütekellim oldu» diyen kimsenin sözü de batıl olur. Çünkü onlar,
Allah'da, kulun hadis olması ve yaratılması bakımından kendisini bilmeye sebeb
olan haller ve yönlerin değişime uğradığını ifade ettiler. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Hallerin ihtiyarî
olarak vuku bulmasının kabul edilmesinin mümkün olması ve ilim, kudret, hayat,
işitme ve görme gibi yüce sıfatlarla mevsuf olmasının imkân ve ihtimal
dahilinde bulunmasından yukarda zikrettiğim şeylerde kendisinin, âlim ve halik
(yaratıcı) olan Allah ile var olduğunu açıklayan hususlar vardır. Bütün gıda
maddeleri de böyledir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Hayra ve şerre
muhtemel olması ve hallerinin muhtelif olmasında, kendisinin yaratılması; hayır
ve şerre yorulmayan ve hallerinin de muhtelif olmamasına sarfedildiğinin bir
delilidir. Bunun böyle olması herşe-yin bulunduğu hal üzere var olması Allah'm takdiri
ile olduğunun beyan [588]edilmesi
içindir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bir kısım insanlar da
bu hususta şöyle diyor : Kim ki kendi gizli varlığını bilirse Rabb'ini bilir.
Gizli varlığı ise, kendisinde yüceliğe ulaşma ihtimali ve işlerin salâhı için
yaratılan «iç âlenıi»nden ibarettir. Bununla mahlûkatın idaresine ve sebeblere
bakmanın küfürden ibaret olan işlerden gizli olanların idrakine sahip ve malik
olur.
Bu söyledikleri şey[589]
güzel bir sözdür. Yaratıcı olan Allah'ı bilme hakkında zikrettiğimiz şey,
Allah'm hallerinden gizli olan şeyin gizliliğini[590]
idrâk etmeğe kâfi derecede açık vaki olmuştur. Ve kapalı olan şeyin bilinmesine
ulaşmış sebebler de zahir olmuştur. Bununla kendisinde gizli kalan şey
bilinir. O şeye nefis ismi verilsin veya verilmesin. O, açıklık kazanmıştır.
Kuvvet ancak Allah'tandır. [591]
Sonra «şey» ifadesi,
ispatdan başka bir şey değildir. Ve dıs varlıktan da ispatdır. Çünkü «şey
olmayan», nefyi ifade eder. Bununla bilinir ki Allah-u Teâlâ şey'dir. O, kendi
nefsinden şey olduğunu kendisinden nefyetmemiştir. Çünkü kendi nefsinin genel
ahvali nefyolunnıuş olur. Kendi nefsini, onun şey olmasını nefyetmeksizin
bilir. Böylece Rabb'isini bilmiş olur. Fakat Rabb'isinin şey olduğunu bilme
yönünden değil. Bunun içindir ki, kendi nefsinin şey olduğunu bilmesi,
Rabb'isinin gey olduğunu bilmeyi menetmez. Çünkü Rabb'inin varlığına delâlet
eden şey olmak değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır,
Cisme gelince : O,
sınırlanmış herşeyin ismidir. Şey ise, ispatdan başka bir şey değildir. Âlemin
olduğu hal üzere bulunması ispatın delilidir. Bunun için âleme, «şey» denildi.
Âlemde, Allah-u Teâlâ'nm sınırlı olmasını nefyeden delil vardır. Çünkü âlemin
sonu vardır. Fakat «şey» olması bakımından değil, bilakis sınırlı olması
bakımındandır[592]. Ancak sınır, manasına
kullandığımız had ile vahdaniyet ve rububiyet murad edilmesi müstesna. Allah-u
Teâlâ'nm şey olması da böyledir. Allah hakkında sınırlı olma hususu yoktur.
Çünkü bu husus, ekseriyetle araz yolundan şey'in nihayetine delâlet eder. Bu
gibi şeylerden Allah-u Teâlâ yüce" ve beridir. İşte bu görünen âlemde
cismin manasıdır. Cisimde, yine daha uzun, daha kısa ve daha geniş olması
bakımından her yöne ihtimali bulunan yönlerin bulunması icabolunmaktadır.
Bunun içindir ki Allah'a cisim demek batıl olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra Allah-u Teâlâ'nm
görünen âlemde, yani, dünyadaki bilinen ismi, varlığından kinayedir. Bunun
te'vili ise, kendisinden yokluğu nefyetmektedir. Allah-u Teâlâ, ezelde var
idi. Varlığı ebediyyen hiç bir değişikliğe uğramaksızm devam eder. Kendisine
zeval ve bir halden bir hale intikal etme, hareket etme ve bir yerde karar
kılma gibi şeyler gelmez. Bu gibi sıfatlardan yücedir, beridir. Çünkü
zikredilenler, durumların, hallerin ihtilâf etmesinin bir vasfıdır. Kim ki
kendisindeki haller birbirine benzernezse o kimse, o hallerden ayrılamaz. Kim
ki hallerden ayrı düşmezse,
ki hallerin hepsi sonradan var olan hadis şeylerdir. Bunun için kendisinden
ayrılmayan, sonradan var olmakla vasfolunur. Bu vasfo-lunmada da vahdaniyetin
ve sonra da kıdemin sukutu vardır. Sonra «gayr»m kendi üzerinde tedbiri[593]
cari olur Çünkü hallerden bir hal, eğer zatı için olmuş olsaydı, o halin,
zatında bulunduğu müddetçe değişmesi, bozulması caiz olmazdı. Öyle ise bir
halden bir hale nakledilmesi ve üzerindeki9 hallerin değişmesi[594],
«gayr»m bununla bulunduğu sabit olur. Bu ise onun mekânla vasfedilmesinden yüce
ve berî olduğunun delilidir. Çünkü sabit olmuştur ki Allah vardı ve kendisi var
iken mekân yoktu. Allah-u Teâlâ'nm Arş'ı istilâ etmesi ile bu hususun kendisine
izafe edilmesinde mekân tesbiti yoktur. Tıpkı Allah-u Teâlâ'nm «... Biz, ona
şah damarından daha yakınız»[595]
kavli celîlinde mekân tesbiti olmadığı gibi. Ve yine Allah-u Teâlâ'nın «...
Her hangi bir üç sırdaşın fısıltısı oluyor mu, mutlak o, (Allah)
dördüncüleridir...»[596]
ifadesi de böyledir.
Ve yine Allah-u
Teâlâ'nın «Biz ise, ona, ilim ve kudretimizle sizden daha yakınız»[597]
kavli celîli ile de bir mekân tesbit edilmemektedir. Çünkü Allah'a mekân isnat
etmek, O'nu, tebcil ve ta'zîm etme cinsinden değildir. Bilakis mekânlar ancak
Allah ile şereflenirler. Mekânların kadr u şerefleri, Allah-u Teâlâ'nın seçkin
kullarından birine o mekânı mahsus kıldığı için, veyahut da o mekânın Allah'a
ibadet etmek, veyahut da kendisinde Allah'a ta'zim etmek için kılındığından
başka bir mekâna Allah'ın onu üstün kılması ile vukubularak aralarında böyle
bir benzersizlik hasıl olmuştur. Mahlûkattan olan yeryüzü sultanlarının
veyahut seçkinlerinin mekânla rütbesi ve derecesi yükselmiş olması bizzat
mekândan sayılmayınca, bütün mevcudatın mâliki ve hâkimi olan Allah'ın mekânla
yücelmesi nasıl düşünülebilir ki, mekânın kadr u şerefinin yükselmesi,
derecesinin âli olması bile ancak Allah'la olur. Bu böyle olduğu vakitte
mekânın Allah'a izafe edilmesinde Allah'a karşı bir ta'zim ifade eder, demek
batıl olur. Sonra ta'zimin ardmda düşünülen şey, hacet için olur. Allah-u Teâlâ
ihtiyaçtan yüce ve beridir. Bunun içindir ki Aliah-u Teâlâ'nın «O Rahman,
Arş'ı istilâ etti.»[598]
Kavli cemi ile Allah'ın mekânda var olması
manası gerekmez. Çünkü bu kelime ile yücelik ve ululuk tabir olunur.
Kendisinde bulunanın aynısının mahiûkatmda bulunması mümkün değildir. Bununla
sabit olur ki, bu husus, Allah-u Teâlâ'nın zatına, yücelik ve ululuk
bakımından müstahak olur. Allah-u Teâlâ, zatı ile olduğu gibidir. Ve mahlûkatı
yok iken de Allah böyle idi. Öyle ise, mahlûkattaki sıfatla vasfolunması caiz
değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bununla beraber bu
itikad Öyle bir ilimden[599]
oluşmuştur ki, kendisine her hangi bir ihtimal izafe edilmeden önce görünen
alemde bunun kendisine izafe edilenin bir hali takaddüm etmiştir. Sonra Allah
vardı; fakat var olduğu zaman mekân yoktu. îşte insanların itikadı bu hal üzeredir;
yani, daha önce bulunan şeyden izafe edilmesi mahiyetinin anlaşılmasının
değişmesi caiz olmaz. Mahlûkatina dair olan izafenin de anlaşılması Allah'a
irca edilir. Görünen âlemde eşyanın hepsinin Allah'a izafe etmeye tahsis
kılınması, Övülen haller, kendilerinden razı olunan işlerden olanla, Allah'a
ta'zim edilme yerinde vukubulmuş olur. Öyle ise bunların arasında bulunan
Arş'tn hal ve durumu ne ola! Tevfik Allah'tandır.
Bu durumlara göre
Allah-u Teâîâ'yı bütün mekân ile vasfedenin sözü batıl ve fasid olur. Çünkü
hususi olarak Allah'a izafe edilen bir mekânla bir çok mekânlar arasında hiç
bir fark yoktur. Bilakis bir mekânın Allah-u Teâîâ'yı ta'zim etmeyi beyan
etmekte kullanılması daha evlâdır. Çünkü bu halde o şeyi özellikle zikretmek
vardır. Zikıetmekte teşrif ve tekrim bulunduğu için o şeyin yüceliğinin
zikredilmesine raci' olur. Mutlak olarak söylemekte ve hepsim Allah-u Teâlâ'nm
sıfatının hakikatini[600]
izah etmeğe hâs kılmakta, Allah-u Teâîâ'yı ta'zim ve tebcil vardır. Tıpkı
«herşeyin Rabb'i ve herşeyin ilâhı» denildiği gibi. «Muhammed'in Rabb'i,
İbrahim'in ilâhı» denildiği vakitte bununla ancak her ikisinin şerefli olduğu
ve hürmete lâyık oldukları kasdoluntır. Buna kıyasla Arş'a izafe edilmesi,
arşın ta'zimi ve onun büyütülmesini gerektirir. Her mekâna izafe edilmek ise,
Allah'ın mekânlarla vasfolunmasını icabettirir kî, bu da çirkindir. Çünkü
Allah, ezelde bununla vasfohınmamıştır. Hiç bir şey mesafe ve sınırlı olmak
bakımından Allah'a yakın olmakla vasfo-lunmadığı gibi; Allah da, bunlardan bir
şeye yakın olmasıyla vasfolunmaz. Çünkü bunda mekânlar takdir etme ve
sınırlamalar yönü vardır. Allah, gerçekten var idi ve mekân yoktu. O, ezelde
olduğu gibi vardır. Zaman ve mekândan yüce ve beridir. Çünkü eşyanın sonuçları
ve sınırlan zaman ve mekâna rücu' eder. Kuvvet ancak Allah'tandır. [601]
Biri şöyle der : Allah
Teâlâ'ya bazan kendi ismi ile künye verilir. Tıpkı Firavun'un «Firavun şöyle
dedi : 'âlemlerin rabbi de kimdir?'» âyet-i celîledeki sözü ve Mûsâ
aleyhisselâmın «Mûsâ dedi ki: O, göklerle yerin ve aralarında bulunan her
şeyin Rabb'idir...»[602]
âyet-i celîlede gegen Mûsâ aleyhisselâmın Riravun'a verdiği cevaptaki sözü
gibi. Allah-u Teâlâ'nm Mûsâ aleyhisselâma «Şu sağ elindeki ne, Ey Mûsâ?»[603]
kavl-i ce-Hli ve Mûsâ aleyhisselâmın «Musa şöyle dedi : 'O, benim asam (değneğim)'...»[604]
cevabındaki sözü de aym şeyi ifade etmektedir. Birincisine cevap olarak şöyle
denir :
Bazan «O, nedir? ve
O'nun sıfatı nedir?» şeklinde sorulur. Bunun cevabı; «O, yani Allah işiticidir,
görücüdür» şeklinde olur.
Bazan da «O, nedir?»
yani mahlûkat arasında kendisinin mahiyetini bildiren şey nedir? şeklinde
olur. Allah-u Teâlâ, mahiyetten berî ve yücedir.
«O, nedir?» bu soru
ise «O, ne yapmıştır?» deme ihtimalini taşımaktadır. Bunun cevabı ise şöyledir
: O, Allah bütün mahlûkatı yarattı. Ve herşeyi yerli yerine koydu. İşte bu da
O'nun hikmetidir. Bazan «O, nedir?» sorusu O, nedendir? diye soru sorulmuş
olmasına da muhtemeldir. Cevabı ise; Allah-u Teâlâ, bir şeyden olmaktan
yücedir, beridir. Bilâkis O, herşeyi var edendir; olur. Kuvvet ancak
Allah'tandır,
Allah'ın keyfiyetinden[605]
sual sorulması iki şekilde görülür : Birincisi; Allah-u Teâlâ'nm eşyadan bir
şeye benzer olmasından kendisi için bir
benzer talep etmektir. Böyle bir soruya; Allah birdir, bütün benzemeklerden
yücedir, berî ve münezzehtir, diye cevap verilir. îkincisi ise; Allah'ın sıfatı
nasıldır? diye sorulması muhtemeldir. Bunun cevabı ise; tıpkı ilki gibidir.
Yani Allah'ın sıfatının keyfiyeti yoktur. Çünkü O, benzerliği talep etmektir.
Çünkü Allah-u Teâlâ zatı ile ve sıfatı ile bir şeye benzemekten beridir. Ancak
bu sorusu ile Allah vasfolunur mu? diye sormayı murad etmesi müstesna. Böyle
bir soruya da; evet, kendisini ilim, kudret, rahmet gibi sıfatlarla vasfettiği
geyle vasfolunur. diye cevap verilir.
Birinin Allah
nerededir? diye sorması; mekâna dair sormasıdır. Biz, Allah-u Teâlâ'nm bu gibi
hususlardan yüce, beri ve münezzeh olduğunu geçmiş mevzularda açıkladık.
Allah-u Teâlâ, eşyaya bitişmek ve ayrılmakla vasfoîunmadığı gibi, olduğu şey
üzere mesafe yönünden eşyaya hulul etmesi ve eşyadan çıkmış olması ile de
vasfolunmaz. Çünkü Allah-u Teâlâ vardı ve kendisinden başka bir şey yok idi.
Öyle ise, Allah-u Teâlâ'nın bulunduğu halden[606]
geçmişte beyan edilen şeye intikal etmesi mümkün değildir. Allah-u Teâlâ'nın
mahlûkatın sıfatının dışına çıkması ve mahlûkata benzemenin dışında bulunması
gibi tefsir ile bu gibi vasıflarla vasfolunması caizdir. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Allah-u Teâlâ, yardım
etme, teşrif ve tahsis buyurma, ihsan ve rahmet etme, tevfik ve irşâd etme ki
-bu bir çeşittir- yönünden yakınlıkla vasfolunur. Çünkü bu vasfın hepsi zatî
bir vasıftır. Allah-u Teâlâ, velilerine devamlı olarak merhamet edicidir,
onlar Allah dostları oldukları müddetçe Allah onları sever. Allah, düşmanlarına
buğz eder, denmesi caizdir. Amma kendisinin gayrinde tahakkuk eden sıfatlan,
yönlerinden kendi zatı ile vasfoîunmadığı için caiz değildir ve fasittir. Çünkü
bu halde kendisi için bir medh, ta'zim ve yücelik olmaktan hâli kalmaz. Bu ise
kendisi için başkası ile olmuş olur.
Böylece mahlûkatı
yaratması ile faydalanmış ve medholunmuş. olur. Halbuki Allah-u Teâlâ,
binefsihî Ganî'dir, hiç kimseye muhtaç değildir. Her hangi birisinin kendisini
medhetmesi ve kendisine yararlı olmasından yücedir, bendir. Bunun içindir ki,
bu gibi hususlarla Allah vasfolunmaz.
Sonra Allah'ın
fiilinin, O'nun mef'ulu olmasını ifade etmek caiz değildir. Çünkü görünen
âlemde böyle bir şey bilinmez. Allah, bununla da, bunun gayrisiyle de
vasfolunmaz. Ve çünkü biz beyan etmiştik kî, gerçekten Allah-u Teâlâ'yı
kendisinin gayri ile vasfetmek, O'nun muhtaç olduğunu icabettirir; O'nunla
ezelde vasfolunur. Çünkü biz yine açıklamıştık ki, ezelde vasfolunanm
bozulması ve yok olması mümkün değildir. Ve eğer gayrinde hâl olan ile Allah'ı
vasfetmek caiz olsaydı kendi mahlûkatın dan her şey ile vasfolunması caiz
olurdu. Bu ise mümkün değildir; bunu biz geçen mevzularda izah ettik. Tevfik
ancak Allah'tandır. [607]
Fakih Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Yılanların ve diğer zararlı varlıkların yaratılmasındaki
hikmet, «her nekadar beşer aklının Allah'ın hikmetinin künhüne ulaşmasından
caiz ise de ve geçmişte söylendiği gibi mahiyetini bilmediği halde Allah-u
Teâlâ'nın yaratması bakımnıdan her şey için bir hikmet lâzım olduğunu beşerin
aklı idrak edemese de, adı geçenlerin yaratılmasının hikmeti, zararlı olanın
musibet ve diğerlerinin de menfaatleri yönünden bulunur. Çünkü beşer, zararlı
ve faydalı olanlar ile itaate karşılık verilen sevabın lezzetini, günaha
karşılık da verilecek azabın elemini bilir. Çünkü mahlûkat, fiillerin
sonuçlarını kasdetmek üzere yaratılmışlardır. Bunlara görünenlerden,
görünmiyenler hakkında vaadolunanların düşünülmesi için örnekler kılınmıştır.
Bununla kendisine gideceği yolu seçmesi kolay olur. Tevfik Allah'tandır.
İkinci olarak
gerçekten musibet ve meşakkat, kolay olan ve fakat bakmak ve düşünmekle bedene
güç gelen zahmet ve meşekkati yükleyenden ibarettir. İnsanlar, bakma ve
düşünme külfetine katlanmakta bir birlerine benzemezler. Çünkü bakma ve düşünmede
hazırda bir yarar yoktur. Bunlarla lezzet ve şehevvi istekler için meşgul
olunur. Onun benzerini bedene yüklemek ise güç ve zordur. Her ikisinde
noksanlıkda ayrılık ve ihtilâf vukubulur. Bu da bir birine mücadele[608] ve
tecavüzü takip eder. Muvafakatte ise dostluk[609] ve
karşılıklı barış hasıl olur. Allah-u Teâlâ, kendilerinde zararlı olanlar ile
düşmanlara benziyeni beşer îçin yaratmıştır. Kendilerine menfaat olanları da
dostlarına benzeterek yaratmıştir ki, onların şerri ile kendilerini dost ve
düşmanların muameleleri gibisini itiyad etmelerini kendilerinden menetsin.
Hatta onların benzerleri, kendi cevherlerine ulaştığı vakitte ondan çekinme
keyfiyetini ve hazırlanmayı, yardım talep etmeyi bilsin. Buna göre teklif vakti
kendilerine geldiği zamanda yapmaları kolay olsun, diye alışmaları için sabi
olan çocukların ibadet yapma ve güzel ahlâklarla ahlâklanma gücüne ulaştıkları
vakitte bu hususlarla emrolunur. Zikrolunan şeylerin yaratılması da aynı
böyledir. Allahu â'Iem.
Ve gerçekten mahlûkat,
zararlı ve yararlı olmaları bakımından kendi cevherlerinde tezatlı[610]
olmalarına rağmen Allah, onları, sanki delâlet ve şehadet etme yönünden ittifak
etmiş olmak bakımından bir olan cevher imişcesine kendilerini var eden ve
hâkim ve âlim olan Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eder bir halde
yaratmıştır.
Bu hususta Allah-u
Teâlâ'nm çok acaip olan hikmetinin açıklanması vardır ki, gerçekten Allah-u
Teâlâ Rab olmasında tek olduğuna ve zatının da birliğine delâlet etmekte
birbirlerine zıd düşmelerine rağmen, hayır ile seri, yararlı ile zararlının
bir arada bulunmasını sağlamıştır.
Yine Allah-u Teâlâ,
yaratıkları içinde bulunan zorlayıcı, zulmedici hâkim kişilerin ve sultanların
zelil[611] olmaları için mahlûkatı
böyle yaratmıştır. Ta ki bununla onların zafiyeti zirveye ulaşsın ve
askerlerinin, etraflarında bulunan adamlarının çokluğundan dolayı gururlanıp
Allah-u Teâlâ'nm hududu olan emir ve yasaklarına tecavüz etmesinler. Çünkü onlar,
Allah-u Teâlâ'nm dilediğini, dilediği kimseye musallat kılmağa kadir olduğunu
görüp anlarlar. Ve mahlûkatmdan zarar ve yararın cevherlerini düşünen kimseye,
kendisinin, her şeyden gani ve hiç bir kimseye muhtaç olmasından yüce ve berî
olduğunu bildirmesi için mahlûkatı zararlı ve yararlı olarak yaratmşutr. Çünkü
sıfatı bu olan kimse gibi, ancak zarar veren yönlerden değil, bilakis faydalı
yönlerden zahir olur. Kudretini de, dilediğine bildirir. Bununla beraber
varlıklardan zararlı olanlar değil, ancak faydalı olanlar müşahede edilir ki,
mahlûkat, onları ihata etmekten aciz kalır.
Evet, bunlardan, yani
fayda ile zararın kendisinde toplananlardan biri, ateştir. Ateş, hem yakıcı
olması bakımından zararlı bir unsur olduğu gibi hem de besin maddelerini
pişirip yenir hale getirmesi, üşüyenin soğukluğunu giderip ısıtması yönünden de
faydalıdır. Ve meselâ Su. Kendisi ile her canlının hayat kazanması sağlandığı
gibi, yine o canlıya boğup yok etmesi de söz konusudur. Yine, böylece hiç bir
acı ve zehir yoktur ki, kendisinde şiddetli bir hastalığı tedavi eden bir ilâç
unsuru bulunmasın. Bunun için bakan ve gören kigi bilir ki, varlığa şer veya hayır
ile isim vermek hata ve batıldır. Bilakis varlıktan her birinde zararlı bir
unsur bulunduğu gibi, kendisinde faydalı kısım da bulunur. Böylece kendisinde
Allah'ın birliğine delâlet eden en büyük alâmetler bulunduğu anlaşılır. Bununla
beraber kendisinde iki vecih görülmektedir.
Birincisi: Kendisinden
korkulsun ve hep ondan ümit[612]
edilsin diye zarar veren ve fayda sağlayan eşya üzerine mâlik olan ve tam
kudret sahibi olanın bulunduğuna delâlet etmesi. Böyle olmayan kimse tam anlamıyla
emir sahibi olamaz. Çünkü tam manâsıyla emir sahibi olmayan kimseden ne
korkulur ve ne de kendisinde bulunanlardan ümit edilir. Her iki hususun
kendisinde bulunan kimse, bazan da ona galip gelir.
İkincisi: Emir ve
nehyin doğru olması;' ibretlerin tam mânâsı ile tamamlansın diye mahlûkat
zikredildiği gibi yaratılmıştır. Böylece bakma ve düşünme için her iki husus
hakkında güç ve takat sağlanmış olur. Çünkü her ikisinin bir ibret ve öğüt
oldukları ancak bakmak ve düşünmek ile bilinir. Kuvvet ancak Allah'tandır. [613]
Yüce ve övülmeye lâyık
olan Allah'a[614] hanıdü sena ile
başlarız. Bizi en doğru yola götürmekle güçlendirdiği için kendisine şükür ve
temcid-le yöneliriz. Bize, ibadât-u taâtta bulunmamız için yardımını ve
teyidini esirgememesinden, zatına niyazda bulunuruz. O, herşeye şahittir.
Mah-lukâtının içinde bulunan seçkin kullarından birine, salat-û selâmın en
efdalı ile Hazret-i Muhammed aleyhisselâma salat-ü selâm etmesini, her
arzuladığını kendisine ihsan buyurmasını ve keremiyle bizi de O'na ilhak
etmesini Cenab-ı Hak'tan temenni ve niyaz ederiz. O, Ganî'dir. O, Ke-rîm'dir.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Sonra şüphesiz ben, beşerin; kendisini yaratan ve tedbiri üzerine
carî olan bir başkasının varlığına delâlet eden deliller ve hadis olduğunu
ispatlayan alâmet ve işaretlerin zahir olmasından sonra âlem hakkında ihtilâf
etmesinin yönünü çok düğündüm. Çünkü âlemin cevher ve rükünlerinden hiç bir
şey yoktur ki, kendi cevheri ile yaratılmış ve icad olunmuş olduğuna; yine,
kendisinin bütün hallerini bilen, bütün ihtiyaçlardan mülkü ile gani olan,
herşeyi yerli yerine koymakla hâkim olanın hükmü altında bulunma zorunluluğunda
olduğuna şahadet etmesin. Çünkü böyle olması âlemin tenakuza düşüp param -
parça olmasını Önler. Ve çünkü âlem kendi cevheri ile yaratıcılardan olan,
sayılı yaratıcılara rücu etmesinin imkân ve ihtimali yoktur. Çünkü her birinde
kendinde muhalefet etme gücü bulunur kî, bununla her biri kendi saltanatını
izhar etmek ve mülkünün galebe çalmasını kenisine karşı gelen herkese boyun
eğdirmesini diler. îşte bunda da fesada uğrama ve fanîleşme vardır. Ancak ne
var ki bunlardan birinde kuvvet bakımından üstünlük veyahut diğerlerin
hepsinin kendisine boyun eğmeleri için yardıma sahip olsun. Böylece kendisine
boyun eğenin hepsi zelil
olur. Bunun manâsı şudur ki, âlemin cevherlerinden her biri, gayrinin dilemesi
ile meydana gelmiştir ve gayrinin saltanatı ve nüfuzu, onun üzerine carî
olmuştur.
O mânâ, öyle bir
mânâdır ki, âlemin bir yaratıcısı olduğuna ve O'nun da âlim ve hâkim olduğuna
delil teşkil eder. Âlem O, yaratıcı ile var olmuştur; varlığı tamamlanıp
yokluktan varlığa çıkmıştır. Çünkü eşyanın yaratılmasının keyfiyetin bilen için
âlemin başlangıcındaki var olmasının hayret ve şaşkınlık verecek şekilde
olması, sonradan bulunduğu halde kâim olup, aynı hal üzere devam etmesindeki
acaiplikten gayrisini teşkil etmez. Bilâkis ikinci hali daha açık olarak
şâyân-ı taaccüptür. Varlığını olduğu gibi idâme ettirmek için kendisinden
başkasına daha çok muhtaç olur. Çünkü o, kendi nefsini idareden daha âcizdir.
Ve ecellerinin[615]
sebepleri, kendisine nispetle daha büyüktür. Bununla be-değişmeye uğradığını
hatırlar ki, eğer onların hepsine bir başlangıç kı-lınmazsa var olması bâtıl
olur. Sonra âlemin hepsinin zafiyete uğrayıp param - parça olması ve bâtıl
olması, kendisini yok iken sonradan var olduğunu bilmesine mecbur kılar. Emir
sahibi olan, îdâre gücüne mâlik raber var olmasının bütün delilleri, var
olmasından sonra daha açık ve seçiktir.[616]
Zira her akıl ve görüş sahibi, ümit edilir ki, başlangıç halinî: veyahut
küçüklüğünden ve lâtif olması anından itibaren geçen hallerinin olup halleri
bilen kimse olsa büe, ölüler, dirilerin idaresi altmda olarak, onunla
anlamadıkları yönden faydalanırlar. Bunların kendilerini yaratanın
nimetlerinden faydalanması daha evlâ ve gerçektir. Sonra ölülerin, dirilerin
faydalandığı hususlardan faydalanmış olmaları kendilerini idare edenin,
dirileri idare edenin aynısı olduğuna delâlet eder. Çünkü Cenab-ı Allah, dirileri,
ölüler için faydalı kılmıştır. Ve onların iyileşmeleri de diriler sebebiyle
olur.
Kendisince delillerin
sahih olduğu kimse için, şüphenin reddi gereken husustan, geçen mevzularda
beyan ettiğimiz şeyden sonra beşere üç yönden şüphe arız olduğunu gördüm :
Birincisi: Nefsinin
kendisini benimsediği ve meylettiği kimseyi tak-lid edip sonra delilleri
düşünmeyi terketmek. Sonra, nefsin isteklerine yönelmek. Tabiatiyle bu, onlara
güvenmek ve sohbetlerine rağbet etmek ve onların vasıtasıyla nefsin şehevî isteklerine
ulaşmak. Veyahut da
doğru yolu onlarun görüşlerini töhmet altında bırakmak suretiyle kendilerini
doğru yola hazırladıklarını ve onlara in'âm ve ihsanda ve bundan başka şekavet
sebeplerinden ne varsa hepsini kabullendirmek suretiyle nefsin isteklerine
yönelmek. Ta ki nefsin istekleri sebebiyle Allah korusun; nefsin kötülüklerine
re çirkin âdetlerine ulaşıp kavuşmuş olsun.
ikincisi ise : Duyu
organlarının tesiri altında vukubulan şeyden var olana bakar.[617]
Böylece kendini bir takım maddeler ve özellikle besin maddeleri ile bir halden
bir hale dönüştüğünü ve bazısının, bazısından doğduğunu görür. Böyle olanlar,
eşyanın var olduğunu ve fakat bir şeyden var olmadığını, feri' olanların da
asıldan zuhur etmeden bulunmalarının mümkün olmadığını sandılar. Çünkü onlar,
bunu aynen görmediler. Onların katında görünen, göriinmiyenin delilidir. Sonra
bunlar fırkalara bölündüler. O fırkalardan bazıları şöyle der : Bu âlemin böyle
olması ezelidir. Sonra, aralarında ihtilâf ettiler.[618]
Onlardan bazıları
böylece âlemin, —bizim geçen konularda açıkladığımız gibi—, kendisinin bir
halikı olmaksızın var olduğunu söyler ki, bu âlemi tabiatıyle var olduğunu
benimseyenlerin mezhebidir. Bu görüş üzere kurulmuştur ki onlar : «Gerçekten,
birbirine benzemeyip zıd düşme, tabîatlerin birbirlerine benzememeleri ve ayrı
ayrı olmalarındandır» denir. Ve ona bir grup insan «heyûlâ» ismini verdiler.
Zikrettiğim şeylerde birbirine benzememe, boyama Örneği üzere düşünülür. Çünkü
onlar mizacın birbirine uymamaları ve beraberliği ile muhtelif renkler olarak
çıkarlar. Tabiatların birbirleriyle muvafakat içinde bulunmalarından, beşerin
cevherini buna göre kılmışlardır. Hayvanları ise mecburi bir hal içinde
bulunmalarından bu hal üzere olduğunu kabul etmişlerdir. Âlemde hergey buna göre
ifade edilir.
insanlardan bazıları,
âlemin aslının, su, hava, toprak ve ateşten ibaret olan tabiatın dört ana
unsuru olduğunu ve fakat her cevher için bir asıl bulunduğunu, tabiatlar ise
kendilerine girmiş5 olduğu görüşündedirler.
Bazı insanlar da, âlemin
böyle olduğunu yani tabiattaki dört unsurdan meydana geldiğin söyler; fakat
âlemin afilinin bir olduğunu öne sürerek onu âlemin var olmasına illet kılar.
Bunun içindir ki âlemin varlığı
ile kadîm olmasını gerekli kılar. Âlemin yaratıcısını isbat etmek de,[619]
eşyanın bir arada toplanması ve sabit, muhkem bir halde bulunmasını öne sürme
yolunu benimser. Çünkü der, bu ancak âlim olan bir müdebbirle olur. Zira
tabiat, kudrete rücu' etmez. Halbuki eşya, kudret ile sa?ah bulur/ Bunun
üzerine âlemin bir yaratıcısı vardır, dediler. Sonra âlem ezelde var idi der,
âlemin ezelde eşyanın illetlerine yaklaşık bir hal üzere var olduğunu
benimsiyerek, âlemin bu hal üzere olmasını kendisine vacip kıldılar. Bunun
için âlem in'âm ve ihsan sahibi idi. O, kendi zatı ile kâimdir. Binaenaleyh
O'nun varlığı ve keremi kendi zatı ile sabit olmuştur. Öyle ise kereminin O'nu
icabettirdiği ve kudretinin kendisini var ettiği lüzumunu öne sürdüler.
insanlardan bazıları
da şöyle diyor : Bu âlem aslında, kendisinde bir sanat vaki olarak var idi.
Fakat bunlar da kendi aralarında ihtilâf ettiler. Bunlardan bir kısmı, âlemin
aslı topraktır; Allah-u Teâlâ, o topraktan bu âlemi[620] var
etti. Bazıları da âlemin aslım âdetleri üzere[621] seyrelmeleri
ile, Güneş ve yıldızların olduğunu ve onlarnı seyretmeleriyîe âlemin meydana
geldiğini öne sürüyorlar. Ve bir şeyin evveli bulunmayan[622]
şeyle var olması mümkün olmadığı için bunların seyri için bir başlangıç tesbit
ediyorlar. Bazıları da âlemin aslının toprağa arız olan arazlardan ibaret
olduğunu ve bundan da âlemin meydana geldiğini söyleyip buna da daha önce
«heyûlâ» ismini verirler; ve tevhîd ehlinin, yaratıcı olan Allah'ı
vasfettikleri şeyle O'nu vasfederler. Sonra bir halden başka bir hale geçmek
suretiyle değişikliğe uğraması ve arazları kabul etme ihtimalinde bulunmasından
dolayı bu görüşlerini iptal ederler.
İnsanlardan bazıları
da, âlemin asimin iki olduğunu söylerler : Birincisi ziya; ikincisi, karanlık.
Ziyâ'dan her hayırlı ve yararlı şey hâsıl olur. Karanılktan da her şer ve
zararlı olan şey meydana gelir. Fakat bunlardan bir kısım ziya ile karanlığın
bir birine zıd olup sonra imtizaç ettiklerini söylerler ki, biz, bu hususu
geçen konularda izah etmiş bulunuyoruz.
Âlemin heyula ve
topraktan var olduğunu söyleyenlerin sözüne göre; ziya ve karanlığın[623] bir
olması gerekir. Sonradan bunlar bir birinden ayrılmışlar. Çünkü ayrılık
asıldır. Her ikisi de şer için ve hayır için asıl oldular. Ayrılıkla her
birinin ameli[624] meydana çıkmış olur. Oysaki
onların tamamı, âlemin fiille değil, tabiatla var olduğunu kabul ederler.
Üçüncüsü : Beşere ânz
olan şüphelerden üçüncüsü de, manâlara itibar etmektir. Çünkü onlar diyorlar ki
: Biz, âlemin hayra ve şerre, zarar ve yarara müştemil olduğunu bulduk. Sonra
örfte hayrı işleyen Övülmüştür, başkasına faydası dokunan da merhamet ve hikmet
sahibidir. Şerri işleyen ise zem olunmuştur; başkasına zarar veren de'sefih ve
katı kalplidir. Rahînı ve Hakîm olan Allah'dan birisine zarar veyahut şerrin
gelmesi caiz olmaz. Görünen âlemde de onun aynısı düşünülebilir. Kendisinde
sefeh ve kasavet bulunmaz. Bu, kendisi ile faydalanan veyahut kendi nefsinden
zararı uzaklaştıran şeyde böyledir de ya kendisiyle faydalanmayan ve bir şeye
zararı olmayan için aksi nasıl düşünülür. Oysaki onların sözlerine göre,
görünen âlemde gerçekten hakîm olan fiili ile menfaat ve zararı[625]
meydana getiren kimsedir. Ama hiç bir menfaati bulunmaksızın başkasına zarar
veren kimse hakîm değildir. Onlar diyorlar ki; bu, kendisinden âlem meydana
gelen aslın muhtelif olması sebebiyledir. Çünkü âlemde mevcut olan herşey,
hayır ve serden aslına rücu' eder. Veyahut o, bir olup kendisinde iki cevher
var idi. Sonra bu iki cevher birbirinden ayrıldılar ve onlardan her birerlerinden
benzerinde olan şey var oldu. Veyahut kendisinde arız olan arazlar sebebiyle
muhtelif oldular. Bu söze yaratıcıyı inkâr eden ve hepsini sayıları için isbat
eden dehrîlerin sözlerine rücu' eder. Senviyeler onların sözlerine isim verip
hayır kendi cevheri ile ziyadır,[626] ger
de karanlıktır, dediler. Mecûsîler ise, hayra Allah, şerre de şeytan ismini
verdiler.
Fakih Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Eğer bu fırkalara, zikri geçen delillerden birine bakma
nimeti verilmiş olsaydı, Allah'ın hikmetini ihata etmeleri şöyle dursun,
beşerin hikmeti üzerinde durup düşünmeye ve onu anlamaya bile akıllarının yetmediğini muhakkak
bilirlerdi. Bununla beraber kendilerinin ihtiyarı olma konusunda vardıkları
şey, onları sefeh ve hikmetin hakikatini bilmeleri iddiasından menetmiştir.
Çünkü şerrin cevherinde ancak şer ve hayrın cevherinde de ancak hayır görmeleri,
onların mezhebindendir. Sonra kendisine sefeh veyahut hikmet ismini verdikleri
şeyin, şerrin işlenmesi veyahut hayırın istenmesi midir, bilinmiyor. Onların
katında bütün insanlar her iki hususta karışıklık içindedir. İnsanlardan her
biri, diğerinin gördüğü şeyin hüâfını görür. Olur ki biri, hikmeti sefeh
olarak, sefehi de hikmet olarak görür, sonra sözüne gtivenilinmez. Çünkü o,
hayırdır. Hayrın karanlık cevherinden olmasının küllisi yalandır. Ziya
cevherinden olması ise, tamamiyle gerçek ve doğrudur, öyle ise, insan hangi
cevheri ifade ettiğini bilemez. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra insanlardan
birinin zarar verme kudreti olmadığı gibi diğerinin de fayda vermeye kudreti
olmaz. Öyle ise, korku ve ümit edilme yeri beraberce ortadan kalkmış olur. Ve
sefehin, hikmetin, bilinmesinin faydası ortadan kalkar.
Ve sonra iki cevherden
her biri tabiatiyle amel ederse bu takdirde hikmet ve sefehin, o haliyle
bilinmesi mümkün değildir. Hikmet, herşeyi yerli yerine koymak ve yapmaktan
ibarettir. Sefeh ise, herşeyi yerinin gayrinde yapmaktır. Tabiat sahibini
bununla vasfetmek mümkün değildir. Çünkü bu ihtiyardan ibarettir. Onların
katında ziya, sefeh nedir bilmez ki, ondan kaçınsın.[627]
Karanlık da hikmetin ne olduğunu bilmez. Bir şeyin mahiyetinin ve neye
konulacağının bilinmemesi, o şey için serdir. Öyle ise onların nezdinde ziya
cevheri, kendisinde ilim ve cehlin toplandığı şeyden ibarettir. Sonra kendi
nefsinden sefehi gidermeye kadir olmayan şey ile acizlik ve kudret kendisinde
toplanmış olur. Karanlık da kendisinden zararı menedemez. Böylece onların
katında hayrın cevheri, ger ile bulunmuş; karanlığın cevheri de kendisinde
hayır bulunmayan nesne halinde olmuş olur. Onların sözüne göre, şerrin hayra
galebe çalmasını gerekli kılar. Hayır olan şey de, şer ve sefehin ne olduğunu
bilmez. Öyle ise, nasıl olur da bu hayır cevherinden meydana gelen şey,
kendisine ger galebe çaldıktan sonra hayır ve şerri bilebilir?
Oysaki her tabiat
sahibi, başkasının emri altında bulunma zorun-*uğu ile karşı karşıyadır. Çünkü
o, ne tabiatm icabettirdiği §eyi gidermeye mâlik olur ve ne de hilafını yerine
getirmeye. Bunda da kahredicinin, bunu tabiatiyle şer, onu da hayır kılması
gereği vardır. Eğer bu iki kahrediciye havale olunmuş olsa idi onların her
ikisinde de bunlarda olan şey bulunurdu. Tıpkı ısıtmak ve soğutmak gibi.
Isıtmak ve soğutmaktan her biri kendisini öyle kılanın emri ile olur. Öyle ise
bunda da hüküm ve söz sahibi olma, bire ait olduğunu icabettirme görülür.
Kim ki ziya ile
karanlıktan her biri «haliktır - yaratıcıdır» ve «kadirdir» derse onun bu
sözü; ziya ile karanlıktan her birinin, diğerini amelinden menetme yönünü
bilmek veya bilmemekten veyahut da ona kadir olmak veya olmamaktan hali kalmaz.
Eğer onlardan biri olan ziya, bilmez veya kadir olmazsa kendisinde acizlikle
cehalet içtima etmiş olur ki, bunda da onun için ileri sürdükleri iki olmanın
sebebi fesada uğramış olur. Eğer bilir ve kadir olur da sonra men etme
amelinde bulunmazsa kendisine şerrin vasfı yapışmış olur.
Sonra ziya, karanlığa
tecavüz etmekten veya etmemekten de uzak değildir. Onunla meşgul olmayı ya
ister, veyahut da istemez. Eğer karanlığa tecavüz etmez de onu severse; bu,
kendisi için serdir. Çünkü düşmana karşı düşmanlığı terkedip onu sevmek,
serdir. Hayır, eğer, zulmete tecavüz eder de ona öfkelenirse, düşmanlık ve
öfke, görünen âlemde bilindiğine göre, serdir.[628]
Eğer görünen âlemde bu hususların âfetlerin subutundan[629]
dolayı vukubulduğunu söylerse her iki nev'in yaratılışında hikmetten inkâr
ettiği şeylerin hepsi de taunun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Oysaki görünen âlemde
cehaletten sonra ilmi, kötülükten sonra ihsanı, günahtan sonra pişmanlığı
ikrar etmek mutlaka lâzımdır. Anladıktan sonra da kötülüğü ikrar etmek
gerekir. Her şeyi görünen âlemde varlığı için bâtıl itikat ettikten sonra, onu
hak itikat etmek de böyledir. Biz, ya her ikisini ziyâ'da var olduğunu kabul
ederiz ve ziyâ'da, cehalet, kötülük etme, günah, sefeh ve herşey bulunduğunu
ifade ederiz ki, bu yönden iki unsuru ifade etmek bâtıl olur. Veyahut kötülük
etmeği, sefeh ve cehli zulmette bulunduğunu söyler, ikrar, ihsan ve nedametin
de ziyâ'da bulunduğunu ifade ederiz ki, bu da yalan ve kasden ifade etme olduğu
gibi, aynı zamanda hizipleşme de olur. Onun katında bunların hepsi karanlığın
işidir. O ise, bunun ziyâ'da bulunduğunu ileri
sürmüştür. Sonra ikrar, kendisinde yalan ve sefeh bulunmayan şeyle olur. Ya da
bunların her ikisi, karanlıkta bulunur ki, böylece karanlıkta hem hayır ve hem
de şer bulunmuş olur.
Ve yine gerçekten
ziya, şerre ihtimam göstermekten de uzak değildir. Ya §erri benimseyenlerle
hoşnud olur ve ona gelen felâketten mahzun olur, veyahut aksini belirtir. Eğer
şerre ihtimam gösterip onda vâki olan kötülükten mahzun olursa, «onun hepsi
lezzet ve memnuniyetten ibarettir», demesi bâtıl olur. Eğer mahzun olmazsa,
şer ve zarar fiili hakkında «o, katılık ve şiddettir. Asla rahmet değildir»
sözü bâtıl olur. îki unsurun varlığını söylemek de böyledir. Kendisi, ne ile
ifade edilir? Sükûnet bulduktan sonra hareket etmesiyle mi? yoksa hareket
ettikten sonra sükûn bulması ile mi? Bir şeyi murad eder, sonra onu istemez ve
bir şeyi sever, sonra ona öfkelenir demekle mi? Bunun hakkında birinci bölümde
zikrettiğimiz şeyler gibisi ifade edilir. Tevfîk Allah'tandır.
Eğer senviyye
mezhebinden olanlar, hallerin ihtilâf etmeleri ve birbirlerine zıd
düşmelerinden öne sürdüğümüz şeylerin tümü hakkında bâtıl iddiada bulunup bu
hususlar görünen âlemde böylecedir. Çünkü zulmetten hâsıl olan âfetler,
ziyâ'mn cevherine katılmış ve orada birleşmiştir. Böylece şey, kendi suretinin
gayri ile görünür; işte bununla eşyayı bilmek için tevatür vâki olur derlerse;
cevaben denir ki : Sizin bu sözünüz çok uzak bir ihtimal olduğu gibi, hikmet ve
rahmete mebni de değildir. Bilâkis o, sefeh ve kasvetin ta kendisidir. Bu
husus, senden anmak zulmetin âfetleri sana gelmesinden dolayı vâki olmuştur ki;
seni, herşeyi şekli ve cevheri ile görmekten alıkoydu. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra Allah-u Teâlâ,
bizzat kendisi âlemi yaratmağa kadirdir. O'mı hiçbir şey acze düşüremez. O,
binefsihî herkesten zengindir. Hiçbir şey onu ihtiyaç sahibi kılamaz. Bizatihi
Âlimdir, bir şeyi bilmemesi asla ve kat'â caiz değildir. Bizatihi, Hakimdir,
fiilinde hata yapması kesinlikle düşünülemez. Vacib Teâlâ, böyle olunca O'nun
yaratmasında birbirinde farklılık bulunması ve kendi katında şehadetin
tenakuzlu olması ve yaratmasındaki tedbirin tezad teşkil etmesi gibi
hususların bulunması bâtıl olur. Allah-u Teâlâ'nm âlemin yaratıcısı ve muhdisi
olduğu sabit olduktan sonra, hikmetini anlamakta aklımızın kâri gelmediği
hususunun da tamamiyle ifade etmek lâzımgelir. Ve âlemin kendisinde öyle bir
açık ve beliğ bir hikmeti vardır ki, aklımız onu idrâk etmeye ulaşamaz. Bu
hususu da bilmemiz gerekir. Oysaki bizim
duyu organlarımızdan her biri âleme vâki olduğu haliyle onu anlamak için
yaratıldığım bilmez. Bazan âlemi kuşatmaya bir duyu organı kâfi gelmez iken
başka bir duyu organı gelir ve onu kuşatır. Akıl da bunun gibidir. Çünkü o,
yaratılmıştır, sınırlıdır. Sınırlandığı noktayı tecavüz edemez. Bununla
beraber kendisinde herşeyin çirkin olduğu mevcut bulunduğu halde o şeyin güzelliği
ortay açıkar. Kendisinde fesada uğramış olarak bir şey de iyileşip salah
bulmuş bir halde meydana çıkar. Öyle ise, şu husus sabit olmuştur ki, ona bazan
hikmet ve sefehten kendisine vâki olan şeyin künhünü bilmeyi menedecek husus
arız olur.
Bundan sonra,
gerçekten hikmetin cihetini takdir etmek, ona muhtaç olan ve fakir olan kimse
için düşünülebilir. Kendisine ihtiyacı sevdirilir ve gözlerine fakirliği süslü
oalrak gösterilir. Adet ve ünsiyetle çirkin olan şeyler kendisine güzel[630]
gösterilir. Bunun zıdları da böyledir. Gerçekten Allah'ın hikmetin ihata
etmekte vasfı bu olan kimse; ve yine o âfetler ki, onlardan dolayı bir şeyden
olmaksızın fiili meydana getirmekten âciz kaldı; çünkü o, azalarla değiştirilir
ve âletlerle yapılır, ilminden sonra fiilinde yeri bu olan kimse, nasıl oluyor
da meydana getirdiği kuvvetle ve ifade ettiği ilimle icad edici olur ki, o,
âczile ve cehaletle bizatihi kadîr olan, aczin ve cehaletin kendisini bilen kimseye
tahakküm eder?
Sonra birinci
bölümdeki sözlerine karşı şöyle denir : Ziya ve karanlıktan hangisi âleme son
bulması ile eziyet verirse, diğeri kalkıp ondan bunu nehyeder? Eğer; ben onun
sefih olduğunu söylemem, çünkü bu görünen âlemde sefihin yaptıği fiilin aynıdır
derse, ne âlâ! Yok; evet, böyle olabilir, derse kendi katında cevherinin
taşıyamadığı şeyi ona yüklemiş olur ki o zaman sefihin ta kendisi olur.
Âlem, tabiatlerle
meydana gelir, diyen kimselere gelince; denir ki gerçekten tabiat olduğu hâl
üzere olma mecburiyetindedir. Bulunduğu tabiattan yüz çevirmeğe kadir olmaz.
Bilâkis her tabiat sahibi olan başkası, kendisini âlemi meydana getirmekten
menetmeğe kadir olur. Öyle ise şu husus sabit olur ki, onun başkası için amel
etmesi, yapmaması demektir. Çünkü başkası ile yapmaktan nıenolunmuştur. Eğer
bunu kendi nefsi ile yapıyor idi ise kendisi bulunduğu müddetçe bu imkân ve
ihtimal dahilinde olmaz. Bununla beraber amelden menedilmediği zaman
onun âlim ve kahir olan zatın emri ve
hükmü altında bulunma mecburiyetinde
bulunduğu sabit olur.
Sonra hiç bir tabiat
sahibi tabiatiyle bir şeyde amel etmez ki, diğeri o yaptığını kabul etmek
bakımından ma'mûl, yani yapılmış olmasın. Tıpkı, eza gören şey gibi ki,
kendisinden başkasına eziyet verici olan fiil ona eza vermez. Elem ve lezzet
verici şeyler, boyama da böy-lecedir. Tabiatın amel ettiği bir şeyi tabiatının
kabul etmesi veya onunla[631]
etkilenmesini sağlamaya yeterli değildir. Öyle ise âlemin, tabiatların gayrı
olarak var olması[632] sabit
olmuştur. Bununla beraber eğer tabiat sahibi ile yapmış olduğu iş arası
serbest bırakılmış olsaydı, muhakkak düşünülmez ve meydana gelmez olurdu. Öyle
ise, onun varlığı bu hususun gayrına delâlet eder ki, orda kendisinin gerçekten
bir yaratıcısı bulunduğudur.
Sonra, eğer gerçekten
boyamak ile eşyanın boyalanması arası serbest bırakılmış olsaydı, eşyanın,
fesada uğramış ve bozulmuş bir halde meydana çıktığını görürdük. Bunu ancak
hakim olan gerçekleştirir ki o, herşeyi yerli yerine koyar ve yaptığını da
hikmetine binaen yerli yerinde yapar. Tabiatlar hadisesi de bunun gibidir. O,
tabiatlar hakkında daha lâyık, daha gerçektir. Çünkü onlar, tabiatta birbirine
zıd düşerler ve birbirinden uzaklaşırlar. Ve eşyada sınırsız olarak bozukluk
verir ki, onda da fesada uğramak vardır. Varlıkların birbirleriyle tam bir
ahenk içinde bulunmaları kendilerinin aralarını cemeden ve beraberce hükmü altında
bulunma mebcuriyetinde kılan âlim ve kahhar olan Allah'ın varlığına delâlet
eder. Bununla beraber topyekün tabiatların tümü için kendisini yüklenen
birisinin bulunması gerekir ki, o, tabiatlardan değildir, Öyle ise onların
varlıkları bizzarure sabit olmuştur. .Bu neviden, kendisinde ikna edici
hususlar bulunan geçen mevzularda zikredilmiştir. Biz, bazan hararetin kendi
tabiatiyle yükseldiğini, soğukluğun indiğim ve bazan da cisimde içtima
ettiklerini görürüz. Böylece sabit olur ki bunu meydana getiren bir idareci,
kahhar ve âlim olan biri vardır.
Kim ki varlıkların
kadîm olduğunu söylerse; biz, birkaç yönden bu sözü menetmek için varlıkların
hâdiselerden hâli kalmadığını görüyoruz.
Birincisi : Kadîm olmakta hâli kalmak vardır. Bu hususu
varlıkların şahadet etmesi yalanlıyor.
Varlıklardan bir
çoğunun bulunması ve sayılacak zamanlar için başlangıcının bulunması. O ise
son olarak bütün âlemin muhtemel olduğu şeye ihtimali bulunur. Bunun içindir M
bu hususu ifade etmek lâzım gelir.[633]
Varlıklar ve doîayısı ile âlem, görünmez idi, sonra meydana çıktı. Veyahut
birbirlerinden ayrı parça parça halinde idi, sonra bir araya toplandı denmesi
caiz değildir. Çünkü böyle demede var-lığm hükmünün gayri isbat edilir. Böyle
demek imkân ve ihtimal dahilinde olduğu zaman, eğer kendisi ihata edilmezse
âlemin bir şeyden olmaksızın var olduğu ihtimali doğar. Ve eğer âlemin varlığı
delille, beşerin düşünmesinden kaldırılırsa gizliliği ihtimal dahilinde olmaz.
Çünkü bir şeyin kendisi gibi on şeye mekân olması mümkün değildir. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Âlem ve sıfatı suret
ve şekillerden hâli kalmayınca ve sonra diğer his olunanlar veyahut hissolunamn
sıfatı gibi bir musavvirden (şekil veren) hâli kalmayınca o, kendi nefsi ile
kâim olmaz.[634], M Fakat kendisini
ikâme edenle kâim olur. Böyle olunca da yok olma ihtimali bulunmaz. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Bununla beraber,
hergey kendi nefsindeki aczini ve cehlini, halleriyle ve kendisinde bulunan
salah bulma hususu ile bilir. Böylece, bu bilme hepsine ve adı geçen
delillerden bundan başkasına da delil olur.
Sonra yaratıcıyı
ezelde kudretle, cömertlik keremle vasfetmek lâzımdır. Bizce, yaratıcıyı,
böylece herşeyi olduğu şekilde olması için yaratmakla vasfetmek gerekir. Ve
ebediyyen bütün yapıp - edenlerden kadîm olma sıfatı kalkmış olur. Çünkü o,
fenanın, yani, yok olmanın bir çeşidi ve kendisinden tekvin sıfatının manâsının
intikalidir. Çünkü olma, kendisinden ibarettir. Ve varlığın hâdiselerden hâli
kalmayan şeyin olmasıdır ki, o hâdiselerin yolu da kudret ve keremden geçer.
Sonra buna muhtemel olan şeyle hâdiselere rücu' eder. Varlık da böyledir.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Eğer kül olan, kadîm
olsaydı kendisinden kudretin ve fiilin vasfı sonradan var olduğunda, bu
kendisinden yok olur giderdi. Hatta onun var olması herşeyin olmasıyla olur idi
ki, o da devamlı olarak mevsuf olan tekvini murad etmesi veyahut da olmasını
bildiği şey ile var olmuş olurdu. Çünkü o, hadis olmasından kendisini ihata
eden hadesîere delâlet eden âlîm manâsına olan şey ile kendisinde hâdiselerin
vukubul-masmdan yüce olur. Hâlık ve Sanî olan da onun aynısıdır. Tevfîk Allah'tandır. [635]
[1] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:3.
[2] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 9-10.
[3] Essemâni:
Kitab'ül-Ensab, Sh. 498, Leydin ve Londra 1912.
[4] El-Mükaddesî, Ceyhan Nehrini vakfederken şeyle
diyor: «Baera'da bir kitapta şunu
gördüm: Cennetten Dünya'ya akan. Nil,
Ceyhan, Fırat ve Ress, olmak üzere dört
nehir vardır. «Ehpan'üt-Tekasim V. Ma'rifefil-Ekâlim sh- 23, Leydin 1906,
Ker-mani'nin: Ahbar'üd-Düvel ve Asar'üi-Üvel
C- 6 Sh. 98 Kahire, «Âla
Hamisi Ki-tab'ül-Kâmil
Li-îbnil-TEsir 1303 H
[5] El-Kefevi: Kitab'u Âlâm-il-Ehyar
min Fukahai Mezheb-in-Nu'man Elyaa,
Dar-ul -Kütüb El-Mısnyye. No. 84, Tarih M. Varaka No. 129; Ettemîmi: Et-TabakatüVSe-niyye fi
Teracimi"l Hanefiyye, Elyazı, Dar-ul-kütüb ElMısnyye No. 55- Tarih-i Halim
C. 2 varaka 491. El-Lüknüvi: El-Fevaid-ül-Behiyye fi Teracim'il-Hanefiyye Sh. 95 Kahire 1324 H. Ez-Zübeydi: Îthaf'üs-Sâde
El-Müttakin bi Serh-i Esrâr-ı İhyâ-i Ulû-middîn C. 2 Sn- 5 Kahire.
[6] Biritanya mÛ2esinde Î2787 no'Iu elyazı halinde, 342
H./953 M. yılında vefat eden Ebu'l-Kasım İshak bin Muhammed El-MâUiridî'nin
yazdığı «Kitab-u Nakzı'1-Müb-tedia mine's-Sevadi'l'A'zanı ala
Tarikatı'1-İmamİ'I-A'zam» ismindeki eser- Profesör AS- Tritton diyor ki: Büyük
bir ihtimaldir ki. O, Mâturldlye mezhebinin kurucusu meşhur İmam'ı Mâturîdî'nin
öz kardeşidir- Nitekim o'nun İmam'ı Mâturidî'den fıkıh ve kelâm ilimlerini
okuduğunu öne sürüyor. Biz o'nun îmam-ı Mâturldî'den ders okumuş olduğunu ve
o'nun aynı zamanda 340 H./951 M. yılında vefat eden ve Se-merkand"in
filozofu diye ün yapan, Ebü'l-Kasım tshak bin Muhammed bin fsmail olmasını uzak
bir ihtimal olarak görmüyoruz. (Bak, El-Kefevi: «Kitab-u A'lami'1-Ah-yar»
varaka, 130: El-Lüknüvi: «El-Fevaidü'1-Behiye» S. 195; Dr. Eyyub Ali:
«El-Akldetü'1-Mâturİdiyye» varaka -323- (Bu, Kahire Üniversitesi Darul-Ulum
Fakültesinin kütüphanesinde mevcuttur.) Fakat biz onun îmam Maturîd"nîn
Öz kardeşi olmasını uzak bir İhtimal olarak görüyoruz. Çünkü her iki îsîm
arasında bulunan uyumsuzluk pek açık olarak kendini göstermektedir. Tarihçiler
de bu hususta hiç bir şey dememişlerdir. Bak: A.S- Tritton, An Early Work from
the School of Al-Mâturîdî Journal of the Royal Asiatic Sodety of Great Britain
and Irleand, PP. 96-99, 1966 parts 3,4.
[7] El yan, Kitabüt-Tevhîd'in ilk sahifesinin hamişi:
Kitab'ül-Ensab S. 498; El-Zübeydi: İthafüs-Sade Eî-Muttafcin C. S. 5
[8] Eyyüb Ali: R- History of Müslim Philosophy, vol, 1, P.
260 Wiesbaden 1963-El-Kefevi:
Kitab'u A'lam-il-Ahyar varaka
129; Et-Temİmi: Et-Tabakat'ül-Seniyye c. n. sh. 16, İstanbul
1955; Katlubağa: Tâcü't-Terâcim fi Tabakat'U-Hanefiyye Sh. 50
Bagdad 1962.
[9] Taşköprüzade :
Tabakatü'l - Hanefiyye
varaka 72, elyan,
Darulkütübü*! - imsriyye No. 7367 H.
[10] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:11-12.
[11] El-Kefevi:
Ketâib-ü A'lami'l-Ahyar varaka 129.
[12] Ez-Zübeydi:
İthafü's-Sâdetü-î-Muttakin, C. 2, Sh- 5;
ve yine El-Beyazı'nin îşaratül Merana s. 23, eserine bak.
[13] El Kefevi:
Ketaibü'l A'lami'l-Ahyar varaka 13a
[14] Geçen kaynak varaka 130; Taşköprü Zade: Tabakatü'l
Hanefiyye Taraka 72-
[15] Ei-Kefevi:
Ketüib-u A'lâmi'l-Ahyâr
varaka, 130.
[16] Et-Temimi: Et-Tabakatü'a Seniyye C 2 varaka, 558.
[17] El-Kefevi: Ketâib u A'lâmi'l-Ahyâr, varaka, 129-
[18] Geçen kaynak:
varaka, 115.
[19] Ez Zübeydi: İthafüVSadetH-Muttekin C 2- Sh. 5.
[20] Ibn'i Nedim: El-Fehrist, Sh. 290.
[21] El-Beyazı, İşaratü'l-Meram, Sh. 21-23.
[22] Bu beyan'a uygun olarak Mısır'da Ehli Sünnetin İmamı
olan ve 321 H. 933 M- Yılında
vefat eden Et-Tahavi,
« Beyan" üs-Sünneti Vel-Cemaatİ (Halep
1344) adında küçük bir risale
neşretti. Nitekim Eş'arî de. «El-İbane an Usul'id Diyane (Kahire tarihsiz) adında bir eser
yayımlamıştır.
[23] El-Beyazi
<İşarat:ül-Meram Sahife; 23
[24] Taşköprüzade Miftâh-üs-Saâde ve Misbüh-üs-Siyâde C. 2,
S. 21 Haydarabad H.
[25] El-Kefevi;
Ketaibu A'Iâm'il-Ahyâr Varak
130; El-Lüknüvî: El-Fevâid-ül
Bebiyye, S. 195; Eyyüb, Ali: El-Akîde; El-Mâturîdiyye, Varak 283.
[26] 508 H. 1114 M. senesinde vefat eden îmam bül-Muin
en-Nesefî Mâturîdî mezhebini geliştirmek ve yaymak için çalışanların eti ileri
glenlerinden biridir. Onun Maturi-diler arasındaki yeri El-Bakillanî ve El-Gazalİ'nin Eş'arîler arasındaki yerleri
gibidir.
Hiç şüphe yoktur ki
onun bu anadek el yazılı olarak muhafaza edilen «Tebaırat'ûl -Edille» ismindeki
kitabı kendisinden donra gelen her Mâturîdî mezhebinden olana
Kitâbü't-Tevhîd'den sonra ikinci önemli kaynaktır. Ömer'ün-Nesefİ'nln
El-Akâi-dü'n Nesefiye» kitabı «Tebsıret'ül-Edüle» kitabı için bir fihristten
ibarettir-558 H, 1184 M. yılında vefat eden Nureddİn Es-Sabûnî bize şöyle
diyor: kendisi -Teb-sıret'ül-edille», kitabını okuyup iyi yetiştikden sonra
Rfizî İle olan münazarasında diyor ki; «efendi efendi, ben Ebül-Muin
En-Nesefi'nin Tebsırefül-Edille kitabını çok iyi okumuş olan biri olarak
inanıyorum ki tetkik ve tahkik babında o kitabdan üstün bir kitab yoktur.» Şu
eserime bak; A Etudy On Fahr al Din-al Râzî, PP-23-24, Beyrouth 1966.
Yakın bir zamanda
Et-Tebsıre-En-Nesefiye kitabını neşre muvaffak olmamı tamen-ni ediyorum-
Nureddin Es-Sabûnî'nin okuyup yetiştiği «Tebsıret'ün-Nesefî» için geçen sene şu
kitabı neşretmiştim; .Kitabül-Bidâye Min'el-Kifâye Fil-Hidâye Fİ Usûlüddin,
Darül Maarif Mısır 1969.
[27] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 13-15.
[28] Bak; Müellefat'ül-Müturtdî: El-Kefevi: Ketaib-u
A'lâmîl-Ahyar, varak 129; Et-Te-mîmU Et-Tabakat'üs-Seniyye Fi
Terâcim'il-Hanefiyye varak 491; El-LÛkhüvî: El-Fetvaid El-Behiyye Fi
Terâcim'il-Hanefiyye sahife 95; Ez-Zübeydi; İthaf üs Sâdet'U -müttekiyn C. 2,
S. 5; El-Bağdadi: Hediyyefül-Arifin C. 2, S. 16; İbni Katlubaga; Tâc'üt-Terâcim
Fi Tabâkât'il-Hanefiyye; Taşköprüzade: Tabakat'ül-Hanefiye va-- rak 72.
Eş-Şerevati: Tabakat-Eshab'üI-îmam'ü Âzam, elyazı. Kahire No- 843, varak
tarihiı 2.
[29] Karamite: Rafizlerden bir gurubun ismidir. Bunlar,
Kur'anm Zahirî ve bâtınî mânâsı vardır, sas Murad olan Kur'anm Zahirî mânâsı
değil, bâtınî mânâsıdır, derler ve ilâm şeriatını inkâr ederek haramların helâl
olduğunu öne sürerler. Bunlara «Bâtıniye» de denilir. (Mütercim).
[30] Hacı Halife:
Keşfüzzünun an-Esam'il-Kütup vel-Cünun
c. I, s.
335-336 T. İstanbul 1360 - 1941-
[31] Fahruddin-Er-Râzî.
Mefâtîh'ul gayb veya
Et-Tefsîr'ul - Kebîr.
[32] Bak: Eyyub AH, History of Müslim Philosophy, P. 361-
[33] Geçen kaynak sayfa 261
İmam Matüridi, Tevhid,
Hicret Yayınları: 16-17.
[34] Miftahü's-Saade ve Misbahüs-Siyadc Cilt 2 Sahife 21-22
T. Haydarabat 1329 H.
[35] Şerhul-Akaid'in-Nesefiyye Sh. 17, T. Kahire, 1326 H.
[36] Îthafus-Sâdet'il-Muttakin C. 2, S.
6 T. Kahire
[37] D. B- Macdonald, Devlopment of Müslim Theology, P.
187, Newyork, LondoQİ3G« yine The Encyclopedia of islam, Art- Mâturîdî
hakkındaki makaleleri.
[38] El-Beyâzî, İşârâfüi Meram, Sh. 23-
[39] İbn-u Asâkir, Tebyîn-u Kizb'il Müfteri Fîmâ Nusibe
He'1-îmâm Ebil-Hasan ffijfct Sh, 19, T. Dimeşk, 1347, Hicrî.
[40] El-Fihrist S- 292 T. Kahire 1348 H.
[41] Geçen kaynak S.
257
[42] O, Tahâvî'nin biyografisini de yazmıştır.
[43] Mısır'da, Dârul-Kütub'da 873 numaralı Tefsir'in el
yazılı fotokopisi de Tefsir'i Kebirdendir.
[44] Bak;
El-Kefevi, Kİtâb'u A'lânül-Ahyâr
Varak, 129; Ettemîm1:
Ettabakât'üs-Seniyye Fi-terâeim'il-Hanefiyye C. 2, Varak, 491;
Eş-Şeravatİ: Tabakat'ü
Eshab'il-îmam'jl-Âzam Ebi Hanife En-Nu'man,
el yazı Dar'ül-Mısnyye Varak 72;
îbni Katlubağa: Tac'üt-Terâcim Fi
Tabakat'il-Hanefiyye S. 59 T-
Bağdad, 1962; El-Lüknüvi:
El-Fe-vâid'İl-Behiyye Fi Terâcim'il-Hanefiyye S. 95 T- Kahire 1324 H-
[45] Bak; Es-Sübkî;
Tabakat'üş-Şâfiiyye, C. 2, S. 445-300 T. Kahire 1324; İbni Asâkir: Tebyin'u-Kiz'bil-Mufterî.
[46] Uzun zamandan beri Mısır'da Ezher Üniversitesi, Tevhîd
dersinde bu kitabı ana kaynak olarak benimsemişti. Hatta günümüzedek tevhîd
maddesinde Ezher âlimleri ve öğrencilerince ana kaynak olarak tutulmaktadır.
Bunun tabiî neticesidir ki, Mâturîdi ve Mâturîdîye mezhebinde bulunanlar
bu davranıştan büyük istifadeler kazanmışlardır.
Fakat §u bir gerçektir ki,
bizzat Tevhîd ilmi'nin kendisi
Ezher âlimleri katında büyük bir
öneme mazhar olmuş değildir- Çünkü Ezher âlimlerinin ilmi kelâma önem vermekten
daha ziyade fıkıh, tefsir, lügat gibi ilimlerde geniş kültür sahibi olmayı
tercih ettikleri şüphe götürmez bir gerçektir.
Ve yine Bak: The
Encyclopaedia of İslam, Art Mâturıdî, byd- B. MACDONALD, ki Es'arî'nin düşmanı
olan İbni Hazm (Eİ-Faslu Fil-Milel ve-1 Ahvai ven-Nihal) kitabında Mâturîdî'yi
anmamıştır. Ve yine Şehristanî (El-Milel ve Nihal) kitabında Ebu Hanife'den
bahsederek ona Murcie deyip Ebu Hanife'ye tâbi olanlara Murcie ismini vermesine
rağmen Mâturîdî'den hiç söz etmediği halde Muhammed Abduh'un Mâturîdî'nin
tesiri altında kaldığını söyler. Biz diyoruz ki, Muhammed Abduh'un Mâturîdî'nin
etkisi altında kalması taaccüp edilecek bir şey değildir.
Çünkü Muhammed Afcıduh,
Ezher Üniversitesinde tevhîd dersini Akaid-i Nesefiye'den okumuştur. Sonra
Muhammed Abduh'un tevhîd risalesi bu tesire şahit olmaktadır: Meselâ bak:
Tevhîd risalesi «Hüsn'ül - Ef âl-i ve kub-huhâ. bölümü Sh. 67-81.
[47] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 17-20.
[48] İbn-u
Esâkir: Tebyin-u Kizb-il
Müfteri- S- 149
ve yine bak:
El-Eş'arî, Kit'âb-ul Lem'a S.
10-14. Mekalâtü'I İslâmiyyin S. 320-325 ve ALLARD, M- Le probleme des attributs divins,
pp. 173-285
[49] Mâturîdî:
Kitab-üt Tevhîd S. 44
[50] Mâturîdî:
Kîtab-iit Tevfîd S. 23-25
[51] İbrı-u asakir: Tebyîn-u Kizbi-1 Müfteri S. 150 ve yine
bak, El-Eş'ârî: Kitabül-Lema S- 15-23,
ALLRED, M. Le probleme des attributs divins, pp. 173-285.
[52] En-Nesefî,
Ebul-Muin,
Tebşiretül-Edille, elyazı Kahire No.
42
[53] Kitabın metninde kelime Es-Suriye diye yazılmıştır.
Her halde bundan Es-Suryani-ye kasdedilmektedir.
[54] En-Nesefi, Ebul-Muin, Tebsıretül-Edille .elyazı>
Kahire No. 42
[55] El-Beyazi:
İ'sarat'Ül-Meram min ibarafil
imam S- 138-144.
[56] İbni Asakir:
Tebyîn-ü Kizbil Müfteri, S. 149 150, ve Bak: EI-Eş'arî:
Kitab'ül-Lema, S. 32-36.
[57] En'am,
âyet, 103.
[58] Mâturîdî: Kitabüt-Tevhîd S. 77, 81, 85.
[59] İbni Asakir: Teybin-u Kizbil-Mufteri S. 150 ve yine
bak: El-Eş'arî: Mekalât'ül-İsla-miyyin S. 320
[60] El-Hâkka, âyet 17.
[61] Zumer, ayet, 75.
[62] Ğafir (Mümin)
âyet, 7.
[63] Taha S. âyet: 5
[64] A'raf S. âyet 54
[65] Mücadele S. âyet 7
[66] §Qra S. âyet 11
[67] Mâturîdî:
Kitab'ut Tevhîd, Sh. 67, 68, 74.
[68] İbni Asakir:
Tebyin-ü Kizb'il-müfteri Sh.
149, Bk. El-Eg'arî:
Kitab'ul-lema', Sh. 37, 39
[69] Mâturîdî:
Kitab'ut - Tevhîd, Sh- 225, 226.
[70] Ibn-u Asakir: Tebyin-ü Kizb'il-Müftert Sh. 151. Yine
bak: El-Eş'arî: Mekâlat'ul islâ-miyyin Sh. 320, 325; El-
lema',
Sh. 75, 76.
[71] Mâturîdî: Kitab'ut Tevhîd, Sh. 329.
[72] Mâturîdî: Kitab'ut Tevhîd, S- 332.
[73] Geçen kaynak, Sh- 334,
335.
[74] İbni Asâkir:
Tebyîn-u Kizb'il-Müfterî Sh.
151, Bak; El-Eş'arî:
Kitab'u Mekâlâf' -İslâmiyyİn Sh.
322
[75] Mâturîdî:
Kitab'ut-Tevhîd Sh. 365, 366-
[76] İbni
Asâkir: Tebyîn-u Kizb'il-Müfterî. Kevserî'nin
bu kitap hakkındaki
mukad dimesi Sh.19
[77] Aliâme Kevserî'nin bu görüşünü Dr. Eyüp Ali «El-Akîde
El-Mâturîdiyye» adındaJ* doktora tezinin
Sh. 283.te benimsediğini açıklamıştır-
Ve yine kevserinin aynı g'' rüşünü Muhammed Ebu Zehra da
benimsemiştir. Onun İslâm'da Mezhepler Tarif adındaki eseri Sh. 212, 213
T: Kahire (Tarihsiz)
[78] Dr. Mahmut Kasım:
.Menahic'ul-Edille Fi Akâid'ü-Mille Llbni Ruşd Sh. 18', 122, 123. Dr-
Kasım'ın .mukaddimesi. II. baskı 1964.
Kahire.
[79] Ömer'un
Nesefi:
El-Akaid"un-Nesefiyye
Sh. 6, Kahire
1879 M, ve
Bk. ALLARD M., Le probleme des
attributs divins dans la doctrine d'al-Ash'ari de ses premierss grands disciples,
Beyrouth 1965
[80] İbnul-cevzî: Menakib'uMmam-ı Ahmcd Bin Hanbel, Sh,
308, 313, T- Kahire 1931 M. Bk. PATTON, W. M-, Alımad İbn Hanbal and ihe Mihna,
Leyden 1897.
[81] Eş-Şehristanî:
Kitab'Hİ-Milel ven-Nihal, C I,
Sh. 32, T. el-Mutenebbi, Bağdat.
[82] El-Beyâzî:
İşârât'ul-Merâm min İbârâfil-İmâm, Sh. 52.
[83] Nesefî şöyle diyor:
.Sonra bilki; bu meselede hadis ehlinden olan kelâmcıların ifade ettikleri
ve öne sürdükleri
görüşleri şöyledir: Gerçekten Allah-u Teâlâ ilimle âlimdir. İlim sıfatının dışındaki
sıfatlarda da durum böyledir. Bilginlerimizin çoğu ilmin bir edat ve âlet
olmasının yanlış anlaşılmasından kaçındıklarından bu deyimi, yani Allah iîimle
âlimdir, deyimini kabul etmeyip şöyle dediler: Allah ilim sıfatıyla âljmdir. Bu
sıfatın
dışındaki sıfatlar
hakkında da aynı görüş üzeredirler.
İmanvı Ebu Mensur Mâturîdî (R-H.) bu hususta şöyle diyor: Gerçekten Allah'u Teâlâ Zatı ile âlim zatı
ile diri ve zatı ile de kadirdir. Mâturîdî bununla sıfatları nefyettiğini
kasdetmiyor- Çünkü o yazdığı bütün
eserlerinde Allah'u Teâlâ'nm sıfatlarını ispat etmiş ve bu sıfatları ispat ve
muhaliflerini susturup ses çıkaramayacakları şekilde şüphelerini gidermek için
deliller getirmiştir. Ne var ki Mâturîdî bü sözleriyle Allah'ın sıfatlarının
zatından gayrı olduğu
vehminin giderilmesi ve Allah'ın
zatının âlim olmamasının müstehil
olduğunu açıklamayı kastetmiştir.» Tebsiret'ul-Edîlle; Elyazı, Kahire,
No. 42 Tevhîd, Bölüm «El-kelâmu Fî İsbâtı Sıfâtillahi
Teâlâ.»
[84] KHOLEIF F.A.N., A Study on Fakhr al-Din al-Râzî,
PP. 89, 90.
[85] KHOLEIF, A Study on Fakhr al-Dîn al-Râzî, PP. 105,
113.
[86] En-Nesefî:
Tabsirat'ül - Edille,
elyazı, Kahire, No- 42, Tevhîd.
[87] Geçen kaynak.
[88] Kholeif, F.A.N.,
Study of Fakhr al-Dîn Al-Râzî,
pp. 89-104.
[89] Şeyhzade :
Nazm'ul - Feraid Sh. 16.
[90] Geçen kaynak, Sh. 16. (38) Tövbe sûresi, âyet, 6.
[91] Nisa sûresi, âyet, 164.
[92] A'raf sûresi,
âyet, 143.
[93] Şeyhzade:
Nazm'ul - Ferâid Sh. 26,
En-Neseîî, Ömer: El-Akâid-un - Nesefiyye, Sh. 85.
[94] En-Nesefî, Ömer:
El-Akâid En-Nesefiye, Sh. 85.
[95] Şeyhzade:
Nazm'ul - Feraid Sh. 16.
[96] Geçen kaynak, Sh. 16.
[97] Eş'arî: El-îbâne, Sh. 9-10.
El-Lemâ', Sh. 34, Mâturîdî:
Et-Tevhîd, Sh. 77-85. En-Nesefî,
Ömer: El-Akâjd En-Nesefiyye, Sh. 96, 37.
En'am sûresi, âyet, 103.
[99] A'raf sûresi,
âyet, 143.
[100] Şûra sûresi, âyet, 51.
[101] Mâturîdî :
Kit'ab'ut - Tevhîd, Sh. 77.
Er-Râzî: El-Erbaîn, Sh. 213.
[102] A'raf sûresi, âyet, 143.
[103] A'raf sûresi,
âyet, 143.
[104] A'raf sûresi, âyet,
143.
[105] Essabûnî: El-Bidâye, Sh. 74. Dar'ul - Maarif, Mısır,
1969. ve Bk. Er-Râzî, EI-Erbatn Sh. 200, 201, El-Mâturîdî: Et-Tevhîd, Sh. 77, 85.
[106] Ej-Mâturîdî, Et-Tevhîd, Sh. 77.
[107] .EI-Eş'arî:
El-Lema', Sh. 32.
Eş-Şehristanî, Nihayet'ul -
İkdam, Sh. 357, Er-Râzî: El-Erbaîn, Sh. 191.
[108] Er-Râzî, El-Erbaîn, Sh. 198.
[109] Bk. Tebsirat'ul
Edüle Li'n - Nesefî, el yazı,
Kahire. No. 42.
Tevhîd, Ömer En-Nesefî, El-Akâid
En-Nesefiye, Sh. 94. Pezdevi; Keşf'ul - Esrar, c. I, Sh.
59. Nu-reddin Es-Sabûnî: El-Bidâye, Sh. 72, 80-
[110] Şu Fer'i
İhtilâflara bak. Şeyhzade : Nazm'ul - Ferâid ve
Cem'ul - Fevâid; Ebu Uzbe: Er-Revda El-Behiyye Fima Beynel - Eş'ariyye
Ve'1-Mâturîdiyye; Abdullah Bin Osman
Bin Musa: Hilafat'uî - Hukemâ Maal - Mutekellimîn ve Hilaf at'ul - Eş'aî-re
Maal - Mâturîdiyye el yazı, Dar'ul Kutup No. 3441. c. Mecmua halinde, varak 95
ilâ 114. Tacuddin-Subki: Kaside
Fî'l- Hilaf Beynel -
Eş'arîye ve'l - Mâturîdîye, ,el yazı,
Camia Arabiyye, No. 202. İskenderiye'de Şeyh Camiindeki el yazıdan fotokopi; ve yine bak, El-Beyazî: tşarât'ul - Meram Sh. 53, 56. îbn-i Asakir: Teb-yin-u Kîzb'il Müfteri - Allamc Zahid'ul
Kevseri'nin Mukaddimesinden Sh. 19.
[111] El-Beyâzî :
İşârâful - Mafâm, hamiş, Sh. 298.
[112] İbni Hazm :
El-Faslu Fil - Mileli Vel - Ehvâi, Ve'n - Nihal, c. IV, Sh. 41. T.
Bağdat tarihsiz.
[113] İbn-i Hazm:
El-Fasl'u Fil-Mileli Ve'l - Ehvaî Ve'n - Nihel, c. IV, s- 35 ve Mukayese et;
Usuliddin LI-Abdil - Kahir
El-Bağdâdî, s. 254 - 255.
T. El-Mütenebbi, Bağdad -
İstanbul 1928, Tab'ından alınma; El-Gazali
İhya-u Ulûmiddin, c.
I, s. 78-94, T- Kahire,
tarihsiz. Telbis'u iblis, Libni'l - Cevzi T. Kahire tarihsiz; Aliy-yûl-Karî, Şerh'ül - İffet'il - Efeber, s.
129. T. Kahire,
1323.
[114] El-Mâturîdî :
Kitab'ut - Tevhîd, a. 3.
[115] EI-Gazi Abdül Cebbar : 'El-Muğni Fi-Ebvab'it - Tevhîd
Vel-Adl, 12. Cüz: En-Nazarü Ve'i-Maarif, Doktor İbrahim'in incelemesi, s.
123. T. Kahire-
[116] İbnül - Murtaza :
El-Munye Ve'l - Emel, s- 66.
[117] Bak, El-Eş'arî :
Kitabül Lema', s. 87, El-İbane An-Üsuliddiyane-
[118] Zuhruf sûresi, âyet, 23.
[119] Zuhiuf sûresi, âyet, 24.
[120] Bakare sûresi,
âyet, 170.
[121] Ahzab sûresi,
âyet, 67.
[122] Bak; A'raf sûresi, âyet, 28. Yumıs sûresiı âyet>
78) Enbiya sûresi< âyetj sûesi, âyet, 74, Lukman sûresi, Ayet, 21.
[123] Bak: Fussilet, âyet 53, Ğaşiye, Ayet'17, Bakara, âyet
164.
[124] Ibnu'l - Cevzî :
Telbîs'u İblis, s. 79,
[125] Kitab'üt - Tevhid, s- 7, 8.
[126] Geçen kaynak, s. 8
[127] Kitab'üt - Tevhîd,
s. 9.
[128] Geçen kaynak, s. 10.
[129] Meselâ mukayese
et; Eî-Eş'arî : Kitab'ul-Leraa1.
[130] Bak,
meselâ: El-Bâkillânî; Kitabî,
Et-Tevhîd ve'l insaf,
El-Cüveyni: Kitâb'ül-İrşâd; EI-Bağdadî,
Usuliddin, EI-îcî: El-Mevâkıf,
Er-Râzî, Muhassal-u,
Efkâr'il-Mütekellimin; En-Nesefi: Tebsıretü'l - Edille, —el yazı—,
Kahire No. 42. Tevhîd; Es-Sâbûnî: El-Bidâye Fi-Usuliddîn.
[131] Bak: Zumer
sûresi, âyet 39, 62.
[132] Bak: Bakara
sûresi, âyet, 117, En'âm sûresi, âyet, 101.
[133] Bak: ÂM İraran sûresi, âyet 189, Maide, âyet, 18, 40,
120.
[134] Kitabü't - Tevhîd,
s- 11.
[135] Geçen kaynak, s- 12.
[136] Geçen kaynak,
s. 15.
[137] Şûra sûresi,
âyet 11. El-Hayyât: Kitab'ül - İntişâr, s. 46, 4*7- Dr.
Neybric'in incelemesi, T. Kahire 1925.
[138] Geçen kaynak, s. 32-
[139] El-Hayyat :
Kitab'ül İntişar, s-48.
[140] Kitab'üt Tevhid, s. 17-19.
[141] Kitab'üt - Tevhîd, s. 18, 19. Keîâmcılara şiddetle
hücum eden Dr. Mahmut Kasım, îmam-ı Mâturîdî'nin Allah'ın varlığını ispat'için aklın kabul
edecek olduğu bir metodla
kullandığı bu delilin güzel bir delil olduğunu itiraf ediyor. Bak: Dr. Ka-sım'm Mukaddimesi, Menâhic'ül-Ediîle, s. 21-
[142] El-Eş'arî
Kitab'ül Lema', s. 6,
7- Bu delil Eş'arî'nin Allah'ın
varlığını ispatta daima kullandığı
delildir- İmamı Eş'arî,
vacip, mümkün ve
fert olan cevher delillerini kullanmamıştır. Bu iki
delildir ki, Dr. Kasım bunları
Eş'arî'lere atfediyor, zayıf
olduklarını öne sürerek akla uygun olmadığı için ve şerrin ruhu ile bağdaşmadığı için geçerli
olmadığım öne sürüyor.
Bak: Dr. Kasım'ın
mukaddimesi, Menahİc'ül-Edüle, s.
12, 18.
[143] Kitab'üt-Tevhîd,
s. 17.
[144] Bak: El-Lema',
Sh. 8; Et-Tevhîd, Sh. 21; Dr.
Kasım: îbn-ur - Ruşd ve Felsefetu-hu'd - Diniyye, Sh. Ul
-120, Minhâc'ul Edille,
Sh. 31 - 32.
[145] İsrâ, âyet. 42.
[146] Enbiya,
âyet, 22.
[147] Mu'minûn, âyet, 91.
[148] Ra'd, âyet, 16.
[149] Kitab'ut - Tevhîd, Sh.
19.
[150] Kitab'ut-Tevhîd,
Sh. 20-
[151] Geçen
kaynak, Sh. 21.
[152] Mülk, âyet, 3.
[153] Dr. Mahmut
Kasım : Minhâc'ul Edille, Sh. 120. —Mukaddimeden—
[154] Aliyy'ul-Kârî :
Şerh'u - Fikh'ü - Ekber, Sh. 24.
Yine bak: Bu, ibareyi İbni
Tey-miyye ve GazzâJî nasıl tefsir ediyor. Gazzâlî: El-îktisâd Fil - î'tikâd Sh.
64- tbnî Teymiyye: Er-Resâil
Ve'1-Mesâil, c. I, s- 112- T. Kahire 1922 M.
[155] Bak;
Kitabımız; A. Studey on
Fakhr.al-Din al - Razi, pp. 89, 140.
[156] Kitab'üt - Tevlıîd,
s. 47 ve yine şu
makaleyi kıyasla: VON MANFRED,
«Mâturîdî Unci sein Kitab Ta'wüat al-qur'an>, Der islâm, pp. 27-70,
vol. 41, 1965.
[157] El-Bâkillânî :
Kitâb'üt - Tevhîd, s. 262-263, T.
Beyrut, 1957.
[158] Gazâlî: El
îktisâd Fi'1-İ'tikâd. s. 72-73, T. Kahire, tarihsiz.
[159] İskenderiye. Üniversitesi Edebiyat
Fakültesindeki .Fahruddin er-Râzî ve
Mevki-fûhû minel Kerrâmiyye» adındaki mastır tezimiz s. 58 - 85.
[160] Bak: Eş'arî
: Mekâlât'ül - İslâmiyyin, cilt H, s-
4-7.
[161] Kitab'ul - Tevhîd. s. 38.
[162] Geçen kaynak, s. 38.
[163] Et-TevMd, s. 194 -195.
[164] Şûra, âyet, 11.
[165] En'âm, âyet, 19.
[166] Kitab'üt - Tevhîd,
s. 41.
[167] Geçen kaynak, s. 85.
[168] Muttaffifîn, âyet,
15
[169] Kitab'üt - Tevhîd,
s. 77.
[170] El-Lema', s.
32; Eş-Şehristânî: Nihâyet'ül
İkdam, s. 357,
Er-Râzî: KiUb'üt-Er-baîn, s.
191-
[171] Er-Râzî, Kitâb'ül - Erbain, s. 191 ve devamı.
[172] Geçen kaynak,
s- 198.
[173] Tâhâ, âyet, 5.
[174] Kitâb'üt - Tevhîd, s. 69, 74. İşte bu Mâturîdî'nin
mezhebi ve tutumudur- «Kitab'ü Te'vilât'ül - Kur'an'da böyle
zikredilmiştir. Bak Makale:
VON MANFRED, Mâturîdî und sein Kitâb Ta'\vilât
aI-Qıır'an», Der İslâm pp. 27 - 70, vol 41, 1965.
[175] Kitâb'üt-îevhîd,
s. 225, 226.
[176] Fussüet, âyet,
40.
[177] Hacc, âyet,
77.
[178] Vakıa,
âyet, 24.
[179] Zilzal, âyet, 7, 8.
[180] Saffat, âyet, 96
[181] Kitâb'üt - Tevhîd, s. 226
[182] En'âm,
âyet, 102.
[183] Bakara,
âyet, 20.
[184] Fussüet,
âyet, 46.
[185] Nisa. âyet, 83-
[186] Kitab'üt - Tevhîd, s. 229.
[187] Kitab'üt - Tevhîd,
s. 256-262.
[188] Âl-i İmrân, âyet,
97.
[189] Kitab'üt - Tevhîd,
s. 257-258
[190] Kitab'üt - Tevhîd,
s. 256.
[191] Kitab'üt - Tevhîd, s. 257-262.
[192] Mukyese et
: VON
MANFRED. «Mâturîdî und
sein Kitâb Ta'vilât
al-Qur'an, der. îslâm, pp. 27-70, vol- 41, 1965-
[193] Fussilet, âyet,
12.
[194] Kamer,
âyet, 49.
[195] Kitab'üt-Tevhîd, s.
308.
[196] Kilâb'üt- Tevhîd,
s. 312.
[197] Tegabün, âyet, %
[198] Kehf, âyet, 29
[199] Ankebût, âyet, 23.
[200] Yusuf, âyet, 87.
[201] NÛr, âyet, 31.
[202] Kitab'üt - Tevhîd,
s. 334 ve Bak:
VON MANFRED : «Mâtuîdî
und sein kitab Ta'vvîlât aî-Qur'an», Der İslâm, pp.
27-70 vol, 41, 1965.
[203] NahI,
âyet, 106.
[204] Hucurat,
âyet, 114.
[205] Bu hadisi, Müslim, Buharî, Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn-i
Mace, Dârimî ve İbn-i Hanbel tahric
etmişlerdir,
[206] İbn-i Teymiyye :
Kitab'ül * îman, s. 85, T. Kahire 1325 H.
[207] Hucurat, âyet,
15.
[208] Bakare, âyet,
285.
[209] Bakare, âyet, 136.
[210] Seneviye,
Disaniyye ve Markiyûniyye mezhepleri, âîem'İn
aslı nur ile zulmetten ibarettir. Nur hayır ilâhı, zulmet ise
şer ilâhıdır, diyen
Manivîyye mezhebinden meydana gelen mezheplerdir. (Mütercim)
[211] El-Meniyye,
ve'1-Emel, s- 25-27.
[212] El-Mûğnî, c. V, s. 10.
[213] Geçen kaynak, s. 11.
[214] El-Hudayrî,
metindeki .ağyâran» kelimesinin
«a'yânen. olduğunu tercih etmiştir.
[215] El-Muğnî, c.
V, s. 6.
[216] Bak: G. VAJDA,
«Le temoignage d'al-Mâturîdî sur la doctrine des Manİcheens, des Dayşanites
et des Marcionites., Arabica,
Recusd'Etudes Arabes, pp. 1-38, tome XIII, Annee 1966, E- J. Brill, Edictur, Leiden. Burada,
Londra Üniversitesi Arap Tarihi
Profesörü arkadaşım Dr.
Profesör Abdülhamid Sabra'ya
teşekkürlerimi kaydetmek isterim.
Çünkü o, bana
Profesör Corc Feyda'nın
makalesini gözden geçirmem için
tavsiyede bulundu.
[217] Bak: Kitab'üt
- Tevhîd, s. 186, 117, 191.
[218] El-Muğnî, c. V, s- 11.
[219] Et-Tevhîd,
s. 157.
[220] El-Muğnî, c. V, s. 43-44.
[221] Et-Tevhîd, s-
158.
[222] Bak:
El-Fihrist libn'in - Nedîm, s.
472, 473, Tarih'iil - îlhad Fi'l - îslâm, s.
23-71.
[223] Bak:
El-İntisâr, s. 54-60,
Tarih'ül - İlhâd, Fi'l-İslâm, s.
23.
[224] El-întisâr, 56. —Dr. Yenbric'in mukaddimesinden.
[225] El-Fark-u Çeyne'l - Firak, s. 131 ve bak:
Fahreddln/Er-Râzî ve Mevkifuhû mine'l-Kerramiyye. Bu.
bizim İskenderiye Üniversitesi Edebiyat
Fakültesinde yaptığımız mastır
tezidir. Elyazısı halinde
Fakültenin kütüphanesinde bulunmaktadır, s. 63, 86.
[226] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 20-68.
[227] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 69.
[228] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 69-72.
[229] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 72-73.
[230] Kelime okunamamıgtır.
[231] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 75-76.
[232] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 79.
[233] Yani bazen hakka isabet eden, öne sürdüğü delil
sebebiyle veyahut mukallid olanlardan
her birini ilzam etmesi ve öne sürdüğü delili ikrar ve kabul etmelerine zorlaması
ile bir olur. Bâtıl olan da sayının çok olması, bir arada toplanması gibi bir
husus olabilir. Öyle ise
hakkı bilmekte ibret,
sayıların çokluğunda değil,
delillerdedir.
[234] Metinde kelime silinmiştir.
[235] <Zı. harfi kitabın aslında silinmiştir.
[236] Kitabın aslında
kelime silinmiştir.
[237] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 79-80.
[238] Metinde,
noktasız .Sad» iledir.
[239] Metnin
kenarında şu kayıt bulunmaktadır
: .Çünkü o,
hâsıl olanı tahsil
etmeye çalışmıştır.» A31ah-u Teâîâ :
.Sizi ancak boşuna yarattığımızı ve
gerçekten bize
döndürülmiyeceğinizi mi zannedersiniz?»
buyuruyor- (Mü'minûn, sh.
115)
[240] Metinin kenarında şu kayıt vardır : «Şahitte yani dünyada âlem, gaipte yani âhirette âlemle beraber olması
gibi.»
[241] Metinin kenarında
şöyle yazılmıştır : «Dünyada
çirkin olanı murad eden, âhirette çirkini murad edenle birlikte olması
gibi. Çünkü dünyada çirkin ve kötüyü murad edenin kendisi de kötü ve çirkindir.
Ahirette çirkini ve kötüyü murad eden İse kötü ve çirkin değildir.
[242] Metinin kenarında şöyle yazılmıştır : «Yani dört unsur.»
[243] Metinin kenarında şu kayıt vardır : . Eğer Allah,
insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile defetmese idi (Mü'minleri, kâfirlere
üstün kıimasa idi) yer yüzü fe-sad ve küfür karanlığına bürünürdü.... Bakara,
âyet 251.
[244] Metinde kelime silinmiştir.
[245] Metinde
«meama» bitişik olarak
yazılmıştır. Biz, kelimeyi
«mea mâ» olarak düzelttik, îîeride
her tesadüf ettiğimizde
metinin kenarına işaret etmeksizin
böyle olanları tashih edeceğiz.
[246] Metinin kenarında şöyle işaretlenmiştir : «Yani kendilerini bir noktada cem' edecek temel esasın bilinmesi lâzımdır ki, o
da, herşeyi yaratan âlim ve hakim olan Allah'ı bilmemizi sağhyan dindir.»
[247] Metinde kenarında
«O, fena ve
helak olmanın sebebinin
bilinmesidir» kaydı bulunmaktadır.
[248] Metinin kenarında :
«Peygamberliği isbatta» diye
kaydedilmiştir.
[249] Metinin kenarında şu kayıt vardır : «Yani birbirine zıd, muhtelif olan âlemin
durumunu bilmeye vasıta ve
insanların kendilerine yararlı olan
gıda maddeleri ve ilâçlardan kendilerine yararlı olanları almalarını ve zararlı
olanlarını terketmelerini bilmelerine muhtaç olduklarını bildiren-»
[250] Metinin kenarında :
.Yani kendisine muhalif ve düşman olan»
kaydı vardır.
[251] Buradaki ibare okunamamıştır. Bizim onu harekelemeye
gücümüz yetmez. Kelimeyi araştırıcıların önüne olduğu gibi kendi yerinde
bırakmayı tercih ettik.
[252] «Ei-kâif» kelimesi eserleri bilen kimse demektir.
Bunun cem'i «kâfetûn» dır. Eserine
tâbi oldu anlamına
«kâfe eseruhû» denir.
Tıpkı .iktefâhu, kafâhu»
dendiği gibi Kamus-u Muhit'in «kûf» maddesine bak.
[253] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 80-83.
[254] Metnin kenarında şu kayıt vardı : «İyan»
kelimesi zikrolundu. Bununla
görmekten başk tüm duyu organları kasdedildi.
[255] Metinde kelime, harekesizdir.
[256] Metinde bu kelime harekesizdir.
[257] Maiye,
«Mahiyet» demektir. Kindi bu
kelimeyi Mâturîdî'den alıp kullandı ve
bundan yine mahiyeti murad etti- Bak :
ResaiHl Kindi E!-Felsefiyye c. I, s. 294. Eseri Dr. Ebu Reyde inceledi.
T. Kahire 1950.
[258] cHestî» kelimesi Fasçadır. Mânâsı mahiyetin dışındaki
varlık, demektir.
[259] Metinde
«gâbe* kelimesi noktasız
olarak «âbe» diye yazılmıştır.
[260] Metinde «Fuddiîes kelimesi, noktasız *Sad> iledir.
Metinin kenarında
şu kayıt vardır : Yani .Nutuk»
zira nutuk haberle hâsıl olmuştur- Allah-u Teâlâ : «Ona beyanı (iç
duyguların ifadesini) ilham etti»
buyuruyor. Rahman sûresi,
âyet 4, nutuk,
mânâsına olan <beyan> inşam
hayvandan ayırd etmiştir.
[261] Kelime açık - seçik değildir. Kelimenin «et-temessülü» olarak okunması muhtemeldir. Aynı kelimenin
«et-temyiz» okunması ihtimali de vardır-
[262] Metnin
kenarında şu satırlar
yazılmıştır: «Çünkü ızdırap
vermenin ve Öfkeyle mukabelede
bulunmanın her ikisi de haberdir. O da bunu inkâr ediyor-»
[263] Metinin kenarında şu kayıt vardır : .Yani duyu organları haberler ve deliller.»
[264] Metnin kenarında şu kayıt vardır : «Yani, mütevatir haberin madunu olan.»
[265] Metinde şu kayıt vardır : .Yani amel etme veyahut terketme yönü.»
[266] Metnin kenarında şu kayıt vardır : Yani, bir, ravilerin durumuna bakmak; bir
de, kafi bir delille sabit olanla karşılaştırmak.
[267] Fussılet, 53 ve 54.
[268] Ğagiye, 17.
[269] Bakara, 164,
[270] Zariyat, 21.
[271] Metinde •İnde» kelimesi yerine «an» kelimesi
yazılmıştır.
[272] Metinde «İleyhâ» yerine «ileyhi» yazılmıştır-
[273] Metinde «tabiatım, «tab'ihî» olarak yazılmıştır.
[274] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 83-89.
[275] Metinin hamişinde şöyle varid olmuştur : «Yani beşer'in birisine delil ibraz edip, herkesi, aynını getirmekten
âciz kılmasına gücü yetmez.»
[276] Zumer, 62.
[277] Bak: Bakara,
117; En'am, 101.
[278] Bak : Âî-i
İmran, 189; Maide, 18, 40, 120.
[279] Kelime, metinde noksansızdır.
[280] Metinde «bi-kıdemihî» kelimesi yerine «tekaddümihî»
şeklinde yazılmıştır
[281] Metinde, ibare
böyledir. Biz inanırız
ki, .Femen lâyesbukuhû fefihi hakîkıyyetün» ibaresi olmaksızın da
mânâ doğru olarak ifadesini bulur.
[282] Metinde
«yenkuduhû* kelimesi «ba'suhû»
şeklinde; yani, «Kafs
ve «Dat» harfleri noktasız ve «Ya» harfi bulunmadan
ve «Be» harfi ile mevcuttur.
[283] Metinde «Ye- harfi üstün ve noktasızdır.
[284] Metinde «vekünnâ» kelimesi «velena. olarak
yazılmıştır.
[285] Metinde derkenar olarak zikredilen bu ibare ile mânâ
doğru olarak ifade edilmiştir.
[286] Metinde «müferrakun» kelimesi, «muarrafun» olarak yazılmıgtır.
[287] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 90-96.
[288] Metinde
«mes'ele» kelimesi bitişik olarak yazılmıştır. Bu kelimenin bu şekilde
yazılması selef indinde şüyu1
bulmuştur. Biz gelecekte bu
hususu, metnin kenarına işaret etmeksizin tasrih edeceğiz.
[289] Metinde
«feyecibu. noktasız olarak
«feyecîu» şeklinde yazılmıştır- Metnin kenarına «feyecibu» kelimesi daha yakın
olan kelime ile tashih edilmiştir.
[290] Metinde kelime okunamamigtır.
[291] îsrâ, 42.
[292] Enbiyâ, 22.
[293] Mu'minûn, 91.
[294] Ra'd, 16.
[295] Kitabın aslında .ve ceale erzâke ehlihâ cuilet»
ibaresinde «cuilet» kelimesi yazılmış,
mânânın doğru ifade edilmesi için bu kelime hazfedümiştir.
[296] O, Eb'ul- Kasım Abdullah bin Ahmed bin Mahmûd El-Belhî
El-Ka'bîdir. Ahmed bin Yahya El-Murtazâ,
<E1-Munye ve'1-Emel» adındaki
kitabında Ka'bî'yi mu'tezile ta-bakatımn sekizinci tabakasından saymıştır- Ve
Ebul Hüseyn El-Hayyât'dan okuduğunu zikretmektedir. Bunun içindir ki Ka'bî,
Bağdat mutezilelerinden sayılmaktadır.
İbni Murtazâ, onun mu'teziîe
mezhebindeki tutum ve derecesini vasfederjsen şöyle diyor : .0, üstün vasıflı bir reistir- Kelâm, fıkıh
ve ilm-i edepte çok genig bir ilim sahibi idi. Onun insanlar arasındaki
mezhepler hakkında çok geniş bir bilgisi vardı. Öyle ise o,
mu'tezile katında --îmam-ı Mâturîdî'nin
de dediği gibi— yeryüzü ehlinin imamı idi. Kendisi 319
H- / 931. M. senesinde, yani,
Mâturîdî'nin vefatından 14 sene önce vefat etmiştir-. Bunun içindir ki
Mâturîdî ile Ka'bî, birbirinin
muasırıdır. Bak: Ahmed bin Yahya El-Murtazâ'nın, «Kitâb'ül - Miinye Ve'l-Emel Fî Şerhi
Kitâb'il - Milel Ve'n - Nihal» adlı
eseri, s. 51'e. Torna Artıold'un incelemesi, T. Haydarabad,
1316 H- / 1898 M.
[297] Enfâl, 67.
[298] Tövbe, 42.
[299] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 101-97.
[300] Metinde
«ehakk» kelimesi yerine <hakk» kelimesi yazılmıştır.
[301] Metinde «vemâ. kelimesi «velâs> olarak yazılmıştır.
[302] Metinde «an»* edatından «ayn harfi- silinmiştir.
[303] Metinde
«fekezâlik» kelimesi .felizâük»
olarak yazılmıştır.
[304] Metinde
>kevn» kelimesi -levn. olarak yazılmıştır.
[305] Bununla âlemde arazların ve varlıkların hadis olması
kasdolunabilir.
[306] Kitabın aslında «ve tu'merûne» kelimesi
<ve te'murûne» olarak
yazılmıştır.
[307] Kitabın aslında .bed'in. kelimesi -bed'un» olarak yazılmıştır.
[308] Metinde -bihâ. kelimesi «bihî» olarak
yazılmıştır.
[309] Metinde
«lemunkir» kelimesi «munkirî> olarak yazılmıştır.
[310] Metinde
«el-meûfü» kelimesi
«el-mûfu» olarak
yazılmıştır. Bu kelimenin anlamı, kendisine âfet ve belâ
isabet eden kimse demektir. Kamus-u muhît'te yazılışı ve mânası böylece varid
olmuştur. Arapçada bu madde, âfet- ve belâ anlamına gelir. Muhkem olan'a bir
şey isabet ettiği zaman ona müfsit arız olmuştur, denir. Yemek bozulduğunda
«taâmun meûfuni. denir. Ekin'e âfet isabet ettiğinde «îfe-z-zer'î» denir.
Ekin'in kendisine .rneûf» denir.
[311] Metinde .el-meûf» kelimesi iki vavlı olarak
yazılmıştır. Aslı tek vavlıdır
[312] Metinde
«yesılu» kelimesi «yûselu» olarak
yazılmıştır.
[313] Metinde
.yu'zîhi» noktasızdır. Yani,
zal harfi noktasızdır.
[314] Metinde
«yu'lemu» kelimesi =yu'melu- şeklinde yazılmıştır.
[315] Burada mâna pek anlaşılmıyor, açık değildir. Kitabı
neshedenin bir kelimeyi unutmuş olması mümkündür.
[316] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:97-112.
[317] Kitabın aslında
«alâ hazâ» cümlesi
bulunmamaktadır. Bunu kitabı yazan
zât, dip not olarak kaydetmiştir.
[318] El-MÜlk, 3.
[319] Eş-Şûra, 11.
[320] Metinde «el-kıdemu. kelimesi yerine -el-ademu»
kelimesi varid olmuştur.
[321] Metinde «el-halkı»
kelimesinden sonra şu
ibare «min'el-halkı»
yazılmıştır. Bu ibareyi metine katmakla mânâ doğru ifade
edilmez-
[322] Metinde .lâ» kelimesi yerine .lemâ» kelimesi yazılmıştır.
[323] Bu ibare metin'in kenarında varit olmuştur.
[324] Bu ibare metin'in kenarında yazılmıştır.
[325] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 112-115.
[326] Bu başlık metinin kenarında yazılmıştır- Biz de onu bu
bölüme başlık olarak seçtik-
[327] Metinde «minhunj*
kelimesi .feminhum» şeklinde yazılmıştır.
[328] Metinde .eerâ» kelimesi, noktasız (h) ve noktalı (z)
ile yazılmıştır.
[329] Metinde
•vegayruhâ» kelimesi «vegayru-
olarak yazılmıştır.
[330] Metinde .mimmâ» kelimesi «femâ. olarak yazılmıştır.
[331] Metinde
«bikülliyyetihî» kelimesi
.bikülliyyetiha olarak
yazılmıştır.
[332] Metinde
<neamun> kelimesi harekesiz olarak yazılmıştır. Kamus-u
Muhît'te : «enneamu» kelimesi
deve ve koyun veyahut özellikle deve manasına geldiği ve cem'inin«en'amu»
olduğu açıklanmıştır.
[333] Kelimede <be ve gayro harfleri kitabın aslında
noktasız olarak yazılmıştır.
[334] Metinde «şeyh»
kelimesi noktasız ha ile yazılmıştır-
[335] Metinde «kâna»
kelimesi -kâne» olarak yazılmıştır.
[336] El Mani,
Maniviye'ye nisbettir. Onlar Mani
bin. Fatik El-Hakim'in taraftarlarını teşkil edenlerdir. Mani, Mecusilerle
hıristiyanların inançları ortasında bir din edinerek âlemin iki kadim olan
aslı vardır. Onlar da ziya ile karanlıktır dedi- Bunun dinî prensipleri,
Hindistan, Çin, îran, Mavera'un-Nehir ülkeleri ve Horasan'da yayılmıştır. Bu
adam Şabur ibni Erdeşir zamanında zuhur etmiştir. Kendisini Behram bini Hürmüz
bin Şabur öldürmüştür. Aslı Hemedan'dandır. O'nun aslı ve mezhebi hakkında
tafsilatlı bilgi almak için ibni Nedim'in EI-Fihrist adındaki eserinin 456 -
474 T. Kahire El-Mektebefüt-Ticârlyye;
ve Şehrîstanİ'nin «El-Milel,
Ve'n Nihel» adındaki eseri, c. 2, s- 81 - 86 T. Bağdat'a
bak.
[337] Metinde
.ahzâbihî» kelimesi «ahrabihî»
olarak yazılmıştır.
[338] Metinde «minhu» kelimesi <anhu» olarak yazılmıştır.
[339] Metinde
«bicevherihîs kelimesi,
«bicevherin» olarak yazılmıştır.
[340] Metinde «el-celiyyu» kelimesi noktasız ha ve harekesiz
olarak yazılmıştır.
[341] Metinde «innehum» kelimesi «inne» olarak yazılmıştır.
[342] Kamus'u Muhitte :
«necea't-taâmu nucûan, henee ekluhû»
..... «ve yestenceu bihi yestemrau bihi..-» denir.
Burada murad olunan mana ise onu kabul etmez ve ona benzemez, demektir.
[343] Metinde
«tekellemû» kelimesinden
sonra «men» harfi
gelmiştir. Bunsuz da
ibare doğru olur._
[344] Metinde .yebluğuhâ» kelimesi yerine
«yebluğuhû» kelimesi
yazılmıştır.
[345] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 115-124.
[346] Metinde
.bin'nahti» kelimesindeki harflerden
«te» harfi noktasızdır. Kelimenin, metnin kenarında Ölçüsüz ve
tartısız mânâsına geldiği hususu
açıklanmıştır. Kâmus'ta ise bu kelimenin tabiat mânâsına
geldiği kaydedilmektedir.
Tartısız ve ölçüsüz anlamına gelen
«el-cizâf» kelimesi ise Tehânevî'nin «Keşşâf'u Istilâhat'il Fünûn» adındaki
eserinde feylesofların istilâhına göre,
riyazet gibi fikir veyahut solunum gibi tabiat veyahut hastanın
hareketi gibi mizaç veyahut meselâ sakal
İle oynamak gibi -ki, faili itibariyle adet olur-, bu gibi hususları iktiza
etmeksizin hayali bir şevk'm başlaması fiili anlamına ,-gelir. Tıpkı abesle,
gaye İtibariyle olduğu gibi- Bazen onunla özellik veyahut hak talep etmeksizin
sırf şuur için irade ve taalluk eden fiil murad edilir- «Şerh'ul işârât.m
beşinci nevinin sonu, (s. 244) T. Kahire, 1963, Dr. Lutfi Abdul Bedi'in
incelemesi. Bu eserde de aynen varid olmuştur.
[347] Metinde <en»
kelimesi «ve immâ en» şeklinde yazılmıştır.
[348] Metinde
.zi'1-eczâi» kelimesi
«eczâu» olarak yazılmıştır
[349] Metinde
«ke't-tavîli» kelimesi «ke't-tûîi» olarak kaydedilmiştir.
[350] Metinde
«ve'1-arîdu» kelimesi cve'l-aradu*
olarak yazılmıştır.
[351] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 124-127.
[352] Metinde
«bikavlinâ» kelimesi «ke
kavlinâ» olarak yazılmıştır
[353] Bu ibare metinde mevcut değildir. Bunu kitabı nesneden
kitabın hamişine, yani kenarına ilâve etmiştir ki bununla mânâ
tamamlanıyor. Bunun için biz aynı cümleyi metinde yazdık.
[354] Metinde «en yüc'ale» ibaresi mevcut değildir. Bu
İbareyi kitabı yazan kenarına üâve ederek kaydetmiştir. Mânânın doğru olması
için biz bunu metinde zikretmeyi muvafık gördük.
[355] Metinde .asruhu. noktalıdır.
[356] Kş-ŞÛra, âyet 11.
[357] El-En'am, âyet 19.
[358] Metinde
«et-tasgîr» kelimesi
«es-sağîr» olarak yazılmıştır
[359] Metinde «veyekûîûne» yerine «veyekûlü» olarak
yazılmıştır.
[360] Bu cümle metinde mükerrerdir.
[361] Metinde «min» kelimesi «fî» olarak varid olmuştur
[362] Metinde
«es-sıfatü» kelimesi
bulunmamakladır. Kitabı nesheden,
bununla mananın doğru olması için
kelimeyi kenara yazmıştır.
[363] Metinde «fenuzekkiru. kelimesi îimzekkiru» olarak
yazılmıştır.
[364] Metinde «el-muhtemiletu» kelimesi «muhtefiletim»
olarak varid olmuştur
[365] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 127-132.
[366] Kitabın aslında:
«isbâtun» kelimesi «el-isbâtu» olarak
yazılmışlar.
[367] Kitabın aslında :
«bifi'lihî» kelimesi «yefaluhû» olarak yaalnugtır.
[368] Kitabın aslında :
«şey'un> kelimesi «ğayru
şey'in olarak yazılmıştır.
[369] Kitabın aslında :
«iz» kelimesi «izâ» olarak yazılmıştır.
[370] Kitabın aslında : .ve iâdetu» kelimesi .ve eâdehû»
olarak yazılmıştır.
[371] Kitabın aslında : «kendisi ile meydana gelen şey
kendisinden olur» ibaresi vardır.
[372] Kitabın aslında : «el-hakîkiyyetu» kelimesi
yerine'«el-hakîkatu. Yazılmıştır.
[373] Kitabın aslında desummiye» kelimesi «fesummiye» olarak yazılmıştır.
[374] Metinde «ennâ» kelimesi «enne» olarak yazılmıştır.
[375] Kitabın aslında : bu ibare mükerrerdir- Kitabı
nesneden, mükerrer olan kelimenin üzerine soru edatı koymuş bulunmaktadır.
[376] Kitabın aslında :
«ennehü. kelimesi yerine
«ayettin» olarak yazılıdır.
[377] ' Kitabın
aslında iki noktalı «ta» bulunmadığı gibi .elif» de hemzesizdlr. Kitabın aslında «min
ciheti filini» ibaresi emin ciheti fi'lihî vahidun» olarak yazılmıştır.
[378] Kitabın aslında kelime noktasızdır.
[379] Kitabın aslında noktasız (re) ile yazılmıştır.
[380] Kitabın aslında noktasız (sin) ile yazılmıştır.
[381] Kitabın aslında
«el-fi'Iu» kelimesi
«el-aldu» olarak yazılmıştır.
[382] Kitabın aslında
.isbâtin» kelimesi «sebâtin» olarak yazılmıştır-
[383] Vâad : AHah-u Teâlâ'nm, kulların yapmış oldukları
sevaplı işlerin karşılığında kendilerini mükâfaatiandıracağmı bildirmesi; vâid ise :
Kulların yapmış oldukları günah ve isyanlarından dolayı
Allah-u Teâîâ'mn kendilerine
ceza vereceğini beyan buyurmasıdır : (Mütercim).
[384] Kitabın aslında
«kün» kelimesi <bikün» olarak bir kelime halinde yazılmıştır. Biz, be
harfini tekid için tekvin emrini ifade eden -küns kelimesinden ayırdık- Binaenaleyh
bu hususu tabir etmekte sırf iki harften ibaret olan bir kelime ile daha kolay
bir şekilde ifade etmek mümkündür.
[385] Asıl kitapta «şın» harfi noktasızdır.
[386] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 132-139.
[387] Kitabın aslında <ve nezkürü» kelimesi «ve yezkürü»
olarak yazılmıştır.
[388] Kitabın aslında
«kezâlik» kelimesi, «lizâlik» olarak yazılmıştır.
[389] Kitabın aslında
«el-mes'eletu:» ibaresi, «sümme'l mes'eletu» olarak yazılmıştır.
[390] Kitabın aslında «indeke» kelimesi, <abduke» olarak yazılmıştır.
[391] Kitabın aslmda «bihâ» kelimesi, bihî» olarak yazılmıştır.
[392] Kitabın aslında «el-fi'lu» kelimesi, «el-aklu» olarak yazılmıştır.
[393] Kitabın aslında
«yeştumu» kelimesi noktasız olarak yazılmıştır.
[394] Kitabın aslında
«el-vechi. kelimesi .cihetim
olarak yazılmıştır.
[395] Metnin aslında «vecebe» kelimesi <iza vecebe>
şeklinde yazılmıştır.
[396] En'am Sûresi, 86.
[397] Bak : El-Hicr, 9
[398] Kitabın aslında «iştemele» kelimesi «şemile» olarak
yazılmıştır.
[399] Âli İmran, 160.
[400] Kitabın aslında -es-sem'u» kelimesi «yesmau» şeklinde
yazılmıştır. Kelime hamişte bu şekilde düzeltilmiştir.
[401] «Minhu» kelimesi asıl
metinde «min» olarak kaydedilmiştir.
[402] Zira terk te, terketmeye dair bir fiildir.
[403] Bu ibare kitabın aslındaki dip notda yazılmıştır.
[404] Kitabın aslında «ennehâ» kelimesi
.ennehû» olarak yazılmıştır.
[405] Kitabın aslında
<hiye» kelimesi .huve» olarak
yazılmıştır.
[406] Kitabın aslında «leyset» kelimesi «leyse» olarak yazılmıştır.
[407] Bu kelime metinde böyle yazılmıştır.
[408] Kitabın aslında noktasız .Ha> iledir.
[409] Kitabın aslında
: Bu mükerrer olarak yazılmıştır.
[410] Kitabın aslında
: «lâ» kelimesi «velâ» olarak
yazılmıştır-1
[411] Kitabın aslında
: «yesifu» kelimesi cnesifu» olarak yazılmıştır.
[412] Kitabın aslında
: «tûsefu» kelimesi «yûsefu» olarak
yazılmıştır.
[413] Kitabın aslında :
«nes'elu» kelimesi «yes'elu»
olarak yazılmıştır.
[414] En-Nİsâ, 164
[415] El-Bakara, 118.
[416] El-Bakara, 75.
[417] Eş-Şûra, 11.
[418] Er-Râd, 16
[419] Isâ sûresinin 88. âyetine bak.
[420] En-Neml Sûresi, 18. âyete bak.
[421] En-Neml Sûresi, 20. ve el-Enbiya 79. âyete bak.
[422] El-Enbiya,
79. âyete bak.
[423] Kitabın aslının dip notunda »ey lâ aradan ve lâ
cismen» olarak yazılmıştır
[424] Kitabın aslında «el-âheru» kelimesi *ahere» olarak
yazılmıştır.
[425] En-Nisâ, 164.
[426] Kitabın aslında
-e halkun» kelimesi
kaf harfi'nin fethesi ile .e haleka» olarak yazılmıştır.
[427] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 139-151.
[428] Kitabın
aslında «ihtiyâruhû»
kelimesi .ahyâruhû- olarak yazılmıştır
[429] Kitabın aslında
«vezâliks yelzemu» kelimesi
-veyelzemu» olarak yazılmıştır.
[430] Bu ibare kitabın aslında mükerrerdir. Kitabı nesneden,
bu ibareyi silmiştir.
[431] Kitabın aslında -mebâdî. kelimesi noktasızdır;
[432] Kitabın aslında «Onda ve gayri ile lüzumu hakkında her
şeyin yaratılması iledir.» mealini taşıyan ibare yazılmıştır.
[433] Kelime, kitabın aslında mükerrerdir.
[434] Kitabın aslında «hazihî» kelimesi «hazâ. olarak yazılmıştır.
[435] Kitabın aslında «el-mufziati» kelimesi noktasız .ra> île yazılmıştır.
[436] Kitabın aslındaki metinde ibareye işaret olunduğu
halde ibare dip notta yazılmıştır
[437] Kitabın aslında
.muhtemileten» yerine,
.mahalleten kelimesi yazılmıştır.
[438] Kitabın
aslında «vel-asfu» kelimesi,
.bekl'uz-zer'i» yerine yazılmıştır.
[439] Kitabın aslında
»îicemîin» kelimesi yerine «bicemîin»
kelimesi yazılmıştır.
[440] Karamita Gulat-i Şia'dan bir fırkadır. Bu fırka Kûfe'li bir adama nisbet edilir ki ona
Hemedaıı'lı Gırmıt denilir- Bu fırkaya, Seb'iyye de denilir. Çünkü bunlar
şeriatta peygamberler yedi olarak belirlenmiştir ve onlar da : Adem, Nuh, îbrahim, Musa, İsa, Muhammed ve
Muhammed'ul-Mehdi olduğunu ve her iki peygamber arasında şeriatı tamamlıyacak olan
yedi imamın bulunduğunu iddia ederler... Bak: «Keşşaf'u
-Istılâhât-ıl-Fünûn» Karamita ve
Seb'iyye maddelerine. Bu fırka, haramları mubah kıldıkları için «hazmiyye»
ismi de verilmiştir. Azerbeycan'da zuhur eden Babek-El-Cermî'ye. bunlardan bir
taifenin tabi olmasından ötürü kendilerine Babekiyye adı da verilmiştir. Bunlara, Muhammed bini
İsmail'e İntisap etmelerinden veya
İsmail bin Cafer'us-Sâdık'a imametlik verdikleri için İsmâüiyye adı da
verilmiştir. Yine bak : «Vefiyyât'ul-Ayân» 1/459, ve «El-Kâmil
Li'bni'I-Esîr,» 278 senesinde vukubulan hadiselerin başlangıcından itibaren müteaddit yerlerde.
Ve bak: «Et-Tenbîh Li -Ebi'l-Hüseyn EI-Maltı», 26.
[441] Kitabın aslında -ebediyyen» kelimesi -ebediyyeten*
olarak noktasız ve hemzesiz olarak yazılmıştır.
[442] Kitabın aslında «bicevherihî» kelimesi «bicevherihâ» olarak yazılmıştır
[443] Kitabın aslında «ve mubdiuhû» kelimesi «ve mubdiuhâ»
olarak yazılmıştır
[444] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 151-158.
[445] Kitabın aslında «ve lesâret* kelimesi «velev sâret»
olarak bu şekilde yazılmıştır.
[446] Kitabın aslında «ya'lemuhâ» kelimesi
«ya'lemuhû» olarak yazılmıştır.
[447] Kitabın aslında «ya'lemuhâ» kelimesi
«ya'lemuhû» olarak yazılmıştır
[448] Bu ibare kitabın aslından olduğu hususu işaret
edilmesiyle birlikte kitabın dip notuna varid olmuştur
[449] Kitabın aslında
«ya'lemuhâ» kelimesi
«ya'lemuhû» olarak yazılmıştır.
[450] Kitabın aslında «fein kâne biilmi zâtihî âlimen.
ibaresi «fein ilmuhû âlimen» şeklinde
yazılmıştır
[451] O.Cehm bin Safvan Ebu Muhriz'dir ki cebir görüşünü
ortaya atmıştır. 12&/745 yılında öldürülmüştür.
[452] Kitabın aslında «fein kâne biilmi zatihî âlimen»
.ibaresi «fein ilmuhû âlimen» şeklinde
yazılmıştır
[453] Dehriyye kâfirlerden bir fırkadır ki zamanın kadîm
olduğunu ve hadiselerin zamana isnad ettiğini söyler. Nitekim AUah-u Teâlâ
Kur'an-ı Kerim'de onlardan haber vererek :
«Hem (Kiyamet'i inkâr eden
kâfirler) şöyle dediler : Hayat ancak bizim bu dünya hayatımızdır.
Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak dehr
(zaman) helak eder.» Câsiye, 24-
Bunlar, Re'sen ibadetleri terkettiler.
Çünkü ibadetler bir şey ifade etmez. Zaman ise kendisinde vaki olan şey
ile fıtrat bakımından iktiza ettiği iledir. Ortada meydana çıkaran vahimlerden,
yutup içine çeken yeryüzünden, döken gökyüzünden
ve dağıtan bulutlardan başka bir şey yoktur. Bak : Keşşâf-u îstılâhât'il-Fünûn,
Dehriyye maddesi.
[454] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 158-160.
[455] El-A'raf, âyet 54.
[456] El-Mücadile, âyet 7.
[457] Kaf, âyet 16.
[458] El-Vakıa, âyet
85.
[459] Ez-Zuhruf, âyet 84.
[460] EI-Fürkan, âyet 2.
[461] Es-Saffat, âyet 5.
[462] 33-En'âm, âyet 120 Bak.
[463] Fatiha Sûresi, âyet 2'ye bak.
[464] El-En'âm Sûresi,
âyet 18'e bak
[465] En-NahI, âyet 128.
[466] El-Cin, âyet 18.
[467] Eş-Şems, âyet 13.
[468] Kureyş Sûresi, âyet 3'e bak.
[469] Kitabın aslında «zevâlun* kelimesi «zevâluhâ» olarak
yazılmıştır.
[470] Kitabın aslında <ve beyyene ennehâ leyset lizâtihî»
ibaresi «ve beyyene zâtehû en-nehâ leyset lizâtihî» olarak yazılmıştır.
[471] Kitabın aslmda «mâ» kelimesi «fîraâ» olarak
yazılmıştır.
[472] El-A'raf, âyet 54.
[473] El-Mâide, âyet 3.
[474] El-En'âm, âyet 92'ye bak.
[475] Bak : Âli İmran, âyet 24.
[476] El-En'âm, âyet 123.
[477] El-İsrâ, âyet 16.
[478]El-Mücadile,
âyet 7.
[479] Kitabın aslında -velâkin yudâfu; ilel efrâdi» ibaresi
yerine «velâkin yudâfu'l esrâ-ru» ibaresi yazılmıştır
[480] Kaf,ayet 16.
[481] Ez-Zuhruf, ayet 84.
[482] El- Furkan , ayet 2.
[483] El- Enam, ayet 18.
[484] El- Enam, ayet 101.
[485] Hud,ayet 4.
[486] Bu kelime ,kitabın aslında mükerrer olarak
yazılmıştır.
[487] Yani şehir ve kasaba Kamusun elkur olarak yazılmıştır.
[488] El Müminun, ayet 28
[489] El Kasas, ayet 14.
[490] Fussilet, âyet 11.
[491] Et-Tevbe, âyet 120.
[492] Fussüet, âyet 9-12
[493] Yunus, âyet 3.
[494] El-Rakara, âyet 29-
[495] İbrahim, âyet
33.
[496] El-Câsiye, âyet 13.
[497] İbn-i Abbas, sahâbî olan Abdullah'tır. Peygamberimizin
yanında bulunmuş, Hazret-i Âli ile Cemel ve Sıffîn hadiselerinde bulunmuştur.
Kendisi Tâif'te ikamet edip orada H. 68/M. 687 yılında vefat etmiştir.
[498] Ez-Zâriyât, âyet 56.
[499] Eş-Şûrâ, âyet
11.
[500] Kitabın aslında *en»
kelimesi mükerrerdir
[501] Kitabın aslında «leahsene^ kelimesi hemzesiz, nun
harfi de noktasızdır.
[502] Kitabın aslında «mesâğuıu kelimesi, noktasız, «ayn» harfi ile yazılmıştır.
[503] Kitabın aslında
-siimme sâre kezâlike ba'de en lem yekûn» ibaresi, «sümme sâre kezâlike
ma'nâ ba'de en lem yekûn» olarak
yazılmıştır.
[504] Kitabın aslında «ke zannin»
[505] El-Bakara, âyet 186.
[506] En-Nahl, âyet 128.
[507] El-Alâk, âyet 19.
[508] Bu Hadis-i Şerifi, Buhârî, Müslim, Tirmizi, İbni Mace
ve Ahmet bin Hanbel tahriç etmişlerdir.
[509] El-Mâide, âyet 35.
[510] Sebe1, âyet 21.
[511] Ez-Zümer, âyet 62.
[512] Er-RaU âyet 33.
[513] EI-En'âm, âyet 3.
[514] El-İsrâ, âyet 81-
[515] Kitabın aslmda
.lâtuhsâ. kelimesi *lâyuhsâ» olarak yazılmıştır.
[516] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 160-173.
[517] El-En'âm, âyet 103.
[518] El-A'râf, âyet 143.
[519] Hûd Sûresi, 11, 42, 45 ve 46. âyetlere bak.
[520] Tâha Sûresi,
121. âyete bak.
[521] El-A'râf, âyet 123.
[522] El-A'raf, âyet 143.
[523] Allah-u
Teâlâ şöyle buyuruyor:
«Mûsâ, kendisi ile
konuşacağımızı va'd ettiğimiz vakitte gelince, Rabb'i O'na
Kelâmi'nı (vasıtasız olarak) söyledi. (Musa) şöyle dedi: «Rabbim, cemalini bana
göster, sana bakayım» Allah : «Beni hiç bir zaman göremezsin, fakat şu
dağa bak.- Eğer o, yerinde durursa sen de beni görürsün.» buyurdu. Nihayet
Rabb'i, o dağa tecelli edince, onu yer üe bir etti. Mûsâ da bayılarak yere
düştü. Sonra ayıhnca şöyle dedi :
«Allah'ım, seni tenzih ederim- (Dünyada seni görmeyi İstemekten) tövbe
ettim ve ben, müminlerin (buna
inananların) ilkiyim.» El-A'râf, âyet
143
[524] Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor : Vakta ki İbrahim'in
üzerini gece bürüdü, bir yıldız gördü :
<Bu mu benim Rabb'im?» dedi. Derken yıldız batıverince : .Ben öyle batanları sevmem», dedi-
El-En'âm, âyet 76
[525] El-Kıyâme, âyet
22.
[526] El-Kıyâme, âyet 23.
[527] Mu'tezüe «nâzıratun» kelimesini intizarla, yani
Allah'ın sevabım beklemekle tefsir etti. Bak : Kitâb'ul Muğnî Li'1-Kâdî
Abdülcebbar El-Mu'tezilî, c. 4 s.' 197-198, Kahire, 1965.
[528] Kitabın aslında
«eş-şebehi» kelimesi «aniş'şebehi»
olarak yazılmıştır.
[529] Kitabın aslında :
«elletî» kelimesi «velîetî» olarak yazılmıştır.
[530] Yunus, âyet 26.
[531] El-Mâide, âyet 101.
[532] El-En'âm, âyet 111.
[533] El-Ahkâf,
35. âyete bak.
[534] EI-En'âm. âyet 103.
[535] Tâha, âyet 110
[536] Kitabın aslında
«cevâhiru» kelimesi «cevheru»
olarak yazılmıştır.
[537] Kitabın
aslında «erednâ» kelimesi «erâdenâ»
olarak yazılmıştır.
[538] Kitabın aslında «el'basaru» kelimesi,
«el'basaraynb olarak yazılmıştır.
[539] Kitabın
aslında «gayrihû kelimesi, «gayrin»
olarak yazılmıştır.
[540] .beleğa» kelimesi, kitabın aslında dip not olarak
yazılmıştır ve noktasızdır.
[541] Bu ibare, kitabın aslında dip not olarak yazılmıştır
[542] El-Furkân, âyet
45.
[543] El-Fîl, âyet 1.
[544] Kitabın aslında «el musebbihi.
[545] Cümle,
kitabın aslında mükerrerdir.
[546] El-En'âm, âyet
103
[547] El-En'âm, âyet
102
[548] Hûd, âyet 4.
[549] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 173-183.
[550] Kitabın aslında
«el'âkılu» kelimesi, «leâkılin»
olarak yazılmıştır.
[551] Kitabın aslında
«usûlihî» kelimesi, «usûlin» olarak yazılmıştır.
[552] Kitabın aslında «litekûne» kelimesi, .yekûnu» olarak yazılmıştır.
[553] Kitabın aslında
«tekün» kelimesi •yekûn» olarak yazılmıştır.
[554] Bu hadisle istidlal etmemiz mümkün değildir.
[555] Kitabın aslında «âcuri» kelimesi noktasız .ha» harfi
ile yazılmıştır.
[556] Kitabın aslında
«bi'sneyni» kelimesi
«fi'sneyni* olarak yazılmıştır.
[557] Kitabın aslında «bieksere» kelimesi .fîeksere» olarak yazılmıştır
[558] Kitabın aslında «velâ» kelimesi -illâ. olarak yazılmıştır.
[559] El-Mûminun, âyet 91.
[560] Kitabın aslında
«lita'leme*kelimesi «et'taalumu»
olarak yazılmıştır.
[561] El-A'râf, âyet,
18
[562] Kitabın aslında «kavluhum» kelimesi «fi'luhum» olarak yazılmıştır. Bunu dip notta «bikavlihim» olarak tashih ettim.
[563] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:183-192.
[564] Kitabın aslında
«li'l emkineti- kelimesi «el emkinetu. olarak
yazılmıştır.
[565] Kitabın aslında «zâtiyetun» kelimesi «zâtiyen» olarak yazılmıştır.
[566] Kitabın aslında
«bihâ» kelimesi «bihî»
olarak yazılmıştır.
[567] Kitabın aslında «ve sıfatım» kelimesi «ve
sıfetun» olarak yazılmıştır.
[568] Kitabın aslında <terâ» kelimesi «yurvâ» olarak
yazılmıştır.
[569] Kitabın aslında «anhâ»
kelimesi «minhâ» olarak yazılmıştır.
[570] Kitabın aslında
«câze» kelimesi noktasızdır.
[571] Kitabın aslında
«mecîuhum* kelimesi noktasızdır.
Her nekadar 'mim' harfinm üzerinde nokta varsa da biz onun kendisinden önceki
kelimede bulunan V harfinin noktası olduğunu tercih ediyoruz. E§-Şûra, âyet 11.
[572] Kitabın
aslında, «ekâne mâ hakkaka lehû
ğayruhû» bu ibare mükerrerdir.
[573] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:193-197.
[574] EI-Enbiyâ, âyet 16. EI-Enbiyâ, âyet 16, 17, 18, 19, 20, 21, 22, 23
[575] Kitabın aslında
«limâzâ» kelimesi «limâzî*
olarak yazılmıştır
[576] Kitabın aslında
«hakîmun» kelimesi «halimim»
olarak yazılmıştır.
[577] Kitabın aslında «cüİle» kelimesi noktasız «ha» ile yazılmıştır.
[578] Çünkü Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor : »Ben, insanları ve cinleri ancak bana ibadet
etsinler diye yarattım.» Ez-Zâriyât, âyet 56.
[579] 0, 230 H. / 844 M. yıllan dolaylarında vefat eden
Hüseyin bin Muhammed En-Nec-car'dır. Ve o, bir büyük fırkanın reisi idi ki, o
fırkadan başka fırkalar meydana gelmiştir. Kendi başına bir usul takip
etmiştir- Bir usulde ehl-i sünnete muvafakat etmiş, diğer bir usulde de
mu'tezile mezhebine uygun olarak hareket etmiştir. Kendi taraftarları, usulde
kendisine muhalefet etmiştir. Bak: «El-Fark-u Beyne'l - Firak., s. 126, 127.
[580] Kitabın aslında
.yefrudu» kelimesi noktasızdır
[581] Kitabın aslında
«kâne» kelimesi «limekâni»
olarak yazılmıştır
[582] Kitabın aslında
«felâ budde. kelimesi
«budde. olarak yazılmıştır.
[583] El-En'âm, âyet 160.
[584] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 197-204.
[585] Kitabın aslında
«te'huzu. kelimesi
«ye'huzu. olarak yazılmıştır.
[586] Kitabın aslında *el-mânî» mükerrer olarak yazılmıştır.
[587] Kitabın aslında
*bikâdirin» kelimesi «bifesâdin. olarak yazılmıştır.
[588] Kitabın
aslında .cebbârin» kelimesi
noktasız «ha» iledir.
[589] Kitabın
aslında <kâlûhu> kelimesi
«kâlehû» olarak yazılmıştır.
[590] Kitabın aslında -el hafi» kelimesi «el bafî bihî» olarak yazılmıştır.
[591] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:205-207.
[592] Kitabın
aslında «haysıu kelimesi noktasız ve harfleri de karışık yazılmıştır.
[593] Kitabın
aslında «litedbîrin» kelimesi
«et tedbîru» olarak yazılmıştır.
[594] Kitabın aslında «litağayyur'il ahvâli aleyhi» ibaresi
«letegayyere aleyh'ü ahvâlu» olarak yazılmıştır
[595] Kaf, âyet 16
[596] El-Mücadile, âyet 7
[597] El-Vâkıa, âyet 85.
[598] Tahâ, âyet 5.
[599] Kitabın aslında
«an. kelimesi «yekûnu an»
olarak yazılmıştır.
[600] Kitabın aslında «vehakîkatühû» kelimesi . «vehakîkuhû» olarak yazılmıştır.
[601] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 208-211.
[602] Eş-ŞÛra, âyet,
23-24.
[603] Tâha, âyet, 17.
[604] Tâha. âyet, 18.
[605] Kitabın aslında .el keyfiyyeti» kelimesi «ve'l keyfiyyetu» olarak yazılmıştır.
[606] Kitabın aslında «mimmâ kâne aleyhi limâ merre
beyânuhû» ibaresi «mimmâ kâne aleyhi yekûnu ğayre limâ merre beyânuhû>
olarak yabılmıgtır.
[607] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 211-213.
[608] Kitabın aslında
«vel mücâdeletu- kelimesi «ve'I
mficâvebetu» şeklînde ve
«be» harfi de noktasız olarak yazılmıştır.
[609] Kitabın aslında «raevlâtun» kelimesi ita-i merbûUusız
olarak yazılmıştır.
[610] Kitabın
aslında «ihtilâfı» kelimesi
«ihtilâfihim» olarak yazılmıştır.
[611] Kitabın aslında
«liyuzille» kelimesi
«liyuzellile» şeklinde yazılmıştır.
[612] Kitabın aslında cliyercû> kelimesi tüyurcâ* olarak
yazılmıştır.
[613] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 213-215.
[614] Kitabın aslında,
.lillâhi» lâfzı, «Ellahu»
olarak yazılmıştır.
[615] Kitabın aslında
.âcâluhû» kelimesi cehâluhû.
olarak medsiz ve noktasız «ha»
harfi ile yazılmıştır.
[616] Kitabın aslında, «ibtidâehû» kelimesi, «ibtidâuhû» şeklinde vavlı olarak
yazılmıştır.
[617] Kitabın
aslında, «nazaran* kelimesi,
«nazaruhû» olarak yazılmıştır.
[618] Kitabın aslında
«dahîlelün» kelimesi «dahîlun»
olarak yazılmıştır.
[619] Kitabın aslının dip notunda bu ibare »el eşyâi»
kelimesinin hemen akebinde varit olmuştur. Biz. kendisi ile mânânın tafsilen
tamam olması için, bu ibareyi metnin içinde yazmayı münasip gördük.
[620] Kitabın metninde bu kelimeden sonra «ve'l bârı
yec'aluhû kavmun vahiden» ibaresi varid olmuştur. Bizim görüşümüze göre bu
ibarenin hiç bir anlamı yoktur.
[621] Kitabın aslında «dâibâtun» kelimesi hemzesiz ve
noktalı -zal» harfi ile ve .be» harfi İle noktalı olarak yani .ya. olarak yazılmıştır.
[622] Kitabın aslında
«lehû» kelimesi .bihî»
olarak ve «be»
harfi noktasız yazılmıştır.
[623] Kitabın aslında «yecibu en yekûna» ibaresi «yecîu en
yekûne kâna» olarak yazılmıştır-
[624] Kitabın aslında
«amelehû» kelimesi «ilmuhû»
olarak yazılmıştır.
[625] Kitabın
aslında «ve'd dararu»
kelimesi «e'd daranı»
olarak yazılmıştır.
[626] Kitabın aslında
«nurun, kelimesi «nûran»
olarak yazılmıştır.
[627] Kitabın
oslında feyuhazz'iruhû» kelimesi
«muhziruhû» olarak yazılmıştır.
[628] Kitabın aslında
«şerru» kelimesi «lisem»
olarak yazılmıştır.
[629] Kitabın
aslında «lisubûti» kelimesi
«Iisevbi» olarak yazılmıştır.
[630] Kitabın
aslanda «yuhassinu» kelimesi
«hasenun» olarak yazılmıştır
[631] Kitabın
aslında *ve yeteesseru
bihî» kelimesi «ev
yubâyinu» olarak yazılmıştır.
Ben onu metnin
dip notunda bu
şekilde tasrih ettim.
[632] Kitabın aslında .kevnu. kelimesi «levnu» olarak yazılmıştır.
[633] Kitabın aslında
«lezime'l kavlü> kelimesini
kitabı nesneden metnin dip notunda yazmıştır. Kendisi
ile ibare tamamlanmış olur.
[634] Kitabın aslında
«tekûmu» kelimesi •yekûmu»
olarak yazılmıştır. Kitabın aslında
«binefsinâ» kelimesi «binefsihî»
olarak yazılmıştır.
[635] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:216-227.