Mes'ele
(Tevhidi İfade Eden Yollar Hakkında)
Mes'ele
(Îlim Ve Nazarı Reddetme)
(İbni
Şebib'in Cisimlerin Hadis Olması Hakkındaki Münakaşası)
(Dehrîlerin
Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olmasının Beyan Edilmesi)
Mes'ele
(Dehrîlerden Sümenilerin1 Sözleri Ve Sözlerinin Fasid Olduğunun Açıklanması)
Mes'ele
(Sofistlerin Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olduğunun Açıklanması)
(İkinci
Olarak : Disânîlerin Sözleri Ve Sözlerinin Fasit Olduğunun Açıklanması)
Üçüncü
Olarak : Marlnyâtülerin Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olmasının Açıklanması.
(Mecûsîlerin
Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olmasının Açıklanması)
Mes'ele
(Peygamberlerin Gönderilmesinin İspatı Ve Kendilerine Olan İhtiyacın
Açıklanması)
İbni
Râvendî'nin Peygamberlik Hakkmdaki Kösleri Ve Sökerinin Fâsiâ Olmasının
Açıldanması
Peygamberlerin
Nübüvvetlerinin Îsbâtı
(Özellikle
Muhammet! Sa!Liillulmiüeyhivesellem'in Peygamberiiğinin İsbata)
(Hıristiyanların
Îsâ Aleyhisselâm Hakkındaki Görüşleri Ve O Görüşlerin Reddedilmesi) :
(Kulların
Fiilleri Ve Onların İspat Edilmesi)
(Fırkaların,
Kulların Fulleri Hakkındaki İhtilâfı)
Kulun
Kudreti Veyahut Gücü Ve Takati
Fakîh Bbu Mansur
(r.h.) diyor ki : Sonra «tevhidi ifade etmek, bir çok yoldan[1] hâsıl
olur. Şöyle ki : Dehriyyun; kendi aralarındaki ihtilâfa rağmen— bir yaratıcının
bulunduğuna veyahut[2] toprağın kadîm olduğuna
veya heyûlâ olduğuna ittifak etmişlerdir. Onların katında heyûlâ, birdir.
Kendisine arazlar gelmiş olup birinci halinden değişikliğe uğramıştır.
Senviyyeler; hakîm,
rahîm ve âlim olan, muhakkak birdir ve diğerinin mânâsı rubûbiyet mânâsı
değildir; bilakis o, rubûbiyet mânâsının zıt-tıdır. Çünkü onun hepsi sefeh ve
serdir, diyorlar. Diğer ehli edyan ise; bir olanın kadîm olduğunu ispat
ediyorlar. Hatta bir grup bir olanın sonradan cisimlendiğini ifade ediyor,
Başka bir kavun ise bir olanın bir de oğlu olduğunu sürüyor.
Onlar, bu
ihtilâflarına rağmen birin var olduğuna ittifak ediyorlar. Böylesi, benzeme
sahibi olamaz. Çünkü ona bu hususu isnad mümkün değildir. Kendi gayrisi
olmayınca o, buna göredir. Çünkü kendisinde benzerlik olan vecih, gayrinde
hadis olmadaki şeyin bulunmasıdır ki, bu da uzak bir ihtimaldir, işte bu bir
olmanın mânâsıdır. Zira O, yüceliğinde ve celâlinde birdir. Zatta bir olanın
zatına benziyen bir şeyin bulunması muhaldir. Bu, geçen mevzuda beyan
ettiğimiz gibi tevhîd akidesini sarsıp ortadan kaldırır. Sıfatlarında bir
olması, ilim, kudret ve tekvîn ile vasfolunan şeyin hakikatlerinde birinin ona
ortak olmasından yücedir
ve bendir. Hatta bunlardan her sıfat ki, yok iken, sonradan başkası ile bulunan
her sıfattan münezzehtir. Hadis ile kadîmin birbirlerine benzemeleri asla mümkün
değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Beşerin hepsinden görüşü ve bakışı olana umumiyetle tehvîd akidesi
verilmiştir. Sonra onlardan her fırka umum olarak verilen bu tevhîd akidesini
tefsir etmekle bozmuştur. Ancak ehli İsiâmdan bir fırka müstesna. Onlar,
kendilerine verilenin hepsine sahip çıkmışlar ve onu benimsemeyi elzem
kılmışlardır.
Bunun örneği : Dehrîlerin,
bir yaratıcının var olduğunu ve onun kadîm olduğunu öne sürüp bütün varlığın
ezelde yaratıcı ile beraber bulunduğunu ifade ettikleri gibi. Bunda ise tevhîd
akidesini iptal etme vardır. Onlardan bir kısmı, toprağın kadîm olduğunu ve
«heyûlâ»nm var olduğunu söyler ki bu, her ikisini bir kılar; sonra onu yok eder
ve böylece kendisinden intikal etme ve yok olma bakımından sayılmıyacak
kadarını meydana çıkarır.
Senviyelerden ise, bir
olan âlimin var olduğunu söyliyen vardır. Ve bu, o bir'in cinsin biri olduğunu
ifade etmeğe gider. Çünkü o, bütün hayırları o birin cüzleri olarak kılar. Bu
söz, menaniler ile mecusî, zındıklardan onların benzerlerinin sözüdür. Onlar,
cismi kabul etmekle bir olmanın mânâsını iptal ettiler. Çünkü cisim,
kendisinde çokluk bulunan geym ismidir.
Yahudiler ise, o bir'e
mahlûkatı benzettiler. Bununla sayıları çoğalıp hatta sözleri[3]
çocuğun bulunmasının mümkün olma haddine varmıştır. Hıristiyanlar; «omıak»ta
birdir, diyorlar. Ekânimde ise; üç olarak bulunduğunu öne sürüyorlar. Böylece
her Uknumda cüz ve had, nefyolunmuştur. Onlar, «bir» mücessem değildi, sonradan
cisimleşti, diyorlar. Bilinir ki, gerçekten cisim cüzleşen ve parça parça olan
şekilden ibarettir.
Tabiat felsefesini
benimseyenler ise, onlar, tabiatın kendi nefsi ile bir şey icadettiğini ve
yaptığını, tabiatın kendisine gerekli kılmazlar. Hatta tabiatın arasım cenıeden
ve ayıran «foir»i olur. O ise, onların nezdinde ezelîdir.
Tevhîd akidesi
hakkında başkalarının görüşleri ile fikir yürütenlerden birisi de mu'teziledir.
Mu'tezile mezhebinden olanlar, eşyanın kadîm olduğunu söylerler. Kadîm ismi,
ezel ismini de alır. Eşya da bunun gibidir. Onların sözlerine göre;
dehriyyûnun, âlemin kadîm olması hakkındaki sözünü geçen mevzularda iptal etmek
üzere açıkladığımız gibi tevhîd akidesini iptal etmektedir. Bununla beraber
onların nezdinde Allah, Hahk, Rahman ve Rahînı değil idi. Allah, sonradan
Hâhk, Rahman ve Rahîm olmuştur. Eşya, senviyelerin, zatta; birbirine zıddiyetin
bulunmasından sonra imtizaç ettiklerini söyledikleri şey üzere sonradan var
olur. Heyula felsefesini ve toprağın kadîm olduğu görüşünü benimseyenlerin
sözlerine göre de Allah, cihette bir idi; sonra hadiselerden, sonradan var
olan şey île o hali almış olur. Fakat, onların sözü mu'teziîenin sözünden aklen
gerçektir. Çünkü onlar, değişmeyi asıldaki hadiselere lâzım kıldılar. Bunlar
ise, asim dışında kalan[4]
hadiseler ile gerektiğini söylediler. Görünen âlemde bir şey yoktur ki,
bulunduğu hal üzerinden kendisine lâyık olmıyan ile değişsin. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Hüseyin'in[5]
Berğus'ım[6] ve
onların gayrisinin bu ikincisi hakkındaki sözleri de buna göre söylenmiştir.
Onlar da, Allah vardı, mekân ise yok idi demeleri[7]
bakımından mekânla değişikliği gerektirdiler. Sonra Allah'ın her mekânda
mevsuf olduğunu öne sürerek, hadis olan ile vas-folunmasını da icabettirdiler
ki, bununla tevhidin anlamı iptal olmuş olur.
Muşebbiheler ise;
yaratmakta, cisim olmakta, sınırla olmakta, sonuçlu olmakta, hareket ve
sükûnet sahibi bulunmakta Allah'ın benzeri olduğunu söyliyerek, âlemin hadis
olduğunu kendisi ile bilmen şeyi Allah'a da gerçekleştirdiler ve onu Allah'a
benzer kılarlar. Allah-u Teâlâ, bu gibi şeylerden yücedir, beridir.
Tevhîd akidesini
benimseyen fırkanın sözü de şöyle hulâsa edilir : Gerçekten Allah, Zatında
birdir. Bütün birler, kendisine muhtaçtır. O, sınırlanma ve sonuçlanma veyahut zeval bulma, değişme
sıfatının kendisinde bulunması mümkün olan ve adedlerin sıfatını icabettirecek
şeydeki birler mânâsını ifade etmekten yücedir ve beridir. O, kudret, tek-vîn
ve kıdem sıfatları ile mevsuftur. O, değişme ve zeval bulmadan yüce ve beridir.
Her halde yapılan hamdu sena, Allah'a mahsustur.
Sonra dehrîlerin
ihtilâfı üç noktada toplanıyor :
Birincisi :
Varlıkların birbirine zıt olup sonra bir araya toplanmaları. Bu görüş,
zındıkların[8], seneviyye9[9]fırkasının
salikîeri ile ziya ve karanlık görüşünü öne sürenlerin sözüdür.
İkincisi:
Bir araya toplanıp sonra birbirine zıt ve uyumsuzluk halinde bulunmaları. Bu
da toprağın kadîm olduğunu ve âlemin «heyûlâ»-dan var olduğunu söyliyen
kimselerin görüşüdür.
Üçüncüsü:
Her ikisinin bilinmemesi cihetinin benimsenmesi[10] Bu
ise âlemin kadîm[11] olduğunu öne süren
kimselerin görüşüne göre ifade edilmektedir. Bu görüşün tabiatın mûcid olduğunu
benimseyen kimselerin sözünün böyle olmasına benzer. Oysa ki bu husus, onların
sözünden açıkça anlaşılmıyor. Sonra ayrılığın veyahut içtimain kadîm[12] olmasına
benzetiliyor. Bunlar, âlemin olduğu haliyle bu iki sistem üzere olmasını
görüyorlar. Başlangıcı olmayan hâdiselerle beraber varlıkların kadîm olduğunu
söyliyen kimsenin sözü de bu söz gibidir. Her iki hâlin arasını ayıranın
sözündeki tenakuz ayan - beyandır. Çünkü o, kendisine içtima veyahut
tebayünden meydana gelen iki vecihten birisini vacip kılmıştır. Zira bu onun kıdemle vasfettiği
husustur ki, sonra kendisinden bu husus, kendi nefsi yok olmadan yok olup
gitmiştir. îşte bununladır ki, kendisinin var olmasına sebeb olanla beraber
bulunduğu haldeki husus bâtıl olup fesada uğramıştır. Bu ise yok olması halinde
«şeydin icadının illetinin var olmasıdır ki, bu da aklen fasittir. Bununla
beraber eğer bu hususun vuku bulması caiz olsaydı, kadîmin hadis, hadis olanın
da kadîm olması caiz olurdu. İste bu hususta kıdem hakkındaki sözlerinin bâtıl
olduğu anlaşılır. Ve yine kendi nefsi ile zeval bulması sabit olan şeyin var
olması ve kendi nefsi ile yok olan şeyin sabit olması caiz olmuş olsaydı, kendi
nefsini yok bulanın var olması ve kendi nefsinin yokluğunun var olduğunu iddia
edenin de yok olması caiz olurdu, Bunda da iki vecih vardır :
Birincisi:
Âlemin yok iken sonradan var olması ve yokdan sonra da var olması. Bunda da
kendi mezheblerinin fasid ve bâtıl olduğu hususu ve âlemin aslı bulunmaksızın
hadis, yani sonradan var olduğunun söylenmesi gerekir.
tisfnci&i: Eğer
âlemin bizatihi toplanması ve ayrılması ve bizatihi müteferrik olanın
kendisinde bir şey vuku bulmadan toplanması caiz olsaydı, toplanmış olanın,
toplandıkları vakit ayrı ayrı bulunması caiz olurdu. Çünkü onun zatı kaimdir.
Bu husus, akim üzerinde durup düşünmeye sabrı ve takati olmayan şeydendir.
Bununla beraber kendisiyle muhakkak başkalarının bilinmesi zail olurdu. Çünkü
buna benim zikrettiğim şeyden daha fazla delâlet eden bir ilim yoktur. Ve
sonra bu hususta şerrin, hayır; karanlığın, ziya; dirinin, ölü; hareketli
olanın hareketsiz olması ve soğuk olanın sıcak ve daha zıtlardan bunlara benzeyen
hususların doğru olduğunu söylemek caiz olur. Bu hususların caiz olmasında da
birbirine zıt olanların ve bir araya toplananların kadîm olmalarını söylemenin
bâtıl olduğu ortaya çıkar. Çünkü, onların her ikisi beraber idiler. Ayrıca, bu
hususta ta dehrîlerin sözünün fasid olduğu anlaşılır. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Bu hususta asıl olan odur ki; onların her ikisi birbirlerine zıt
oldukları vakit, şu husustan öteye geçmezler : Ya her ikisi de tabiatleriyle
veyahut ihtiyarlan ile böylece bulunuyorlardı. Veyahut ta her ikisini böylece
kılan başka biri ile var idi1?*-Alemden bir araya toplananlar da böylecedir.
Sonra birbirine zıt olma ve birbiriyle imtizaç etme, zikrettiğimiz şu
hususlardan öteye geçmezler. Eğer tabiatiyle her ikisi de böyle iseler; bu
şekilden daha fazla olmaları vacip olurdu. Çünkü onların asıllarında birbirine
zıt olma veyahut bir araya toplanmakta fazlalaşmayı meydana getirecek husus
var îdi. Börülmez mi ki tabiatiyle her hareket etmiş olan, hareket etmesiyle
bu iş ziyadeleşir. Ve böylece ziyadeleşmeye müstahak olur. Ve böylece her
cevher[13]
kendi tabiatiyle yükselir ve onun yeri üst tabaka olur. Ve kendi tabiatiyle
alçalan kimse de bulunur. Öyle ise her ikisinin ebe-diyyen bir arada bulunması
mümkün değildir. îşte bu şekilde sağ taraftan hareket edenle kendisiyle
beraber sola doğru hareket eden arasındaki hadiseyi nazarı itibare almak
böylecedir. İşte bunda da söyledikleri şeyin bâtıl olduğu yine anlaşılıyor.
Eğer bu ihtiyari ile oldu ise' onlann bulundukları hallerinin gayri üzere
olduklarını söylemek fasittir.
Çünkü o, görülen
âlemde bulunduğu şeyin hilafının sabit olmasına hiç bir delil yoktur ki; onun
ihtiyar etmiş olduğu şey, birbirine zıt olanla beraber ictimânın veyahut ta
toplanmasını ihtiyar ettiği şeyle beraber birbirine zıt olan şeyin vukubulması
gerçekleşmiş olsun. Böyle olunca ihtiyarı ile var olmuştur, demek bâtıl olur.
Bununla beraber, onların; «her cevher, diğerini hapseder ve onunla beraber
kalır» sözleri fa-sid olan bir sözdür. Bunun incelenmesi şöyledir : Gerçekten
hayrın serde tutulması serdir. Çünkü eğer her ikisinde de ihtiyarî hareket
etme bulunmuş olsaydı, onlardan her birinin diğerini, yapacak olduğu fiilden
men'etmeğe kudretli ve aynısını kendisinin ihtiyar etmesi ve bunun keyfiyetini
bilmesinden hâli kalmazdı. Böyle olmayınca da ihtiyarî olan hareketin mânâsı
kalmazdı. Ve kendilerinde aczin ve cehlin toplanması gerçekleşirdi. Eğer bu
hususta böyle olmuş olsaydı, bulundukları hal üzere olmalarmdaki ihtilâf bâtıl
olurdu. Çünkü onunla her biri diğerine zarar verecek şeye ve kendisinin de
meydana getirecek olduğunu şeye ulaşırdı. Ve sonra hakikaten bir hususun
gerçekleşmesinde onlardan her birinin, diğerini acze düşürmesi ve cehalete
uğratması bulunurdu ki, bunda da, bu sözün fesada çıkarılması vardır. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Eğer bunun, yani,
ayrılıkla tebayünün başka birisi ile olsaydı ayrılıkla zıddiyetin hadis olduğu
sabit olurdu. Hal bu ise, her ikisi de ondan hâli kalmazlar. Bunun içindir ki,
her ikisinin de hadis olduğunu söylemek gerekir. Bunda da kendisi ile
nefyedilmek istenen şey ile tev-hîd akidesinin ifade edilmesi lâzımdır. Kim ki
ayrılık ve tebayünden ibaret olan iki şeyin hepsini bilmezse onun üzerine
konuşup söz söylemeğe hakkı olmadığını itiraf etmiş olur. Ve onu bilmeye aklı
ermiyen kimseden olduğunu ikrar eder. Ve ancak böyle olan kimsenin yolu da
başkasını taklid etmekten ibarettir. Kendisini ulaştırdığı şeyde ihtilâf
bulunduğu için mevzuu kendisine müşkil kılmıştır. O, ancak kendi nez-dinde
olanla konuşmuştur ki, o da gerçekten kendisini götürmüş olduğu şeyin hak
olduğunu ve orada hakkın zahir olduğunu öne sürer. Sonra bizim tenakuz olma
hususunu beyan ettiğimiz yönden her ikisinin bir-arada bulunması mümkün
değildir. Bu şekilde sabit olmuştur ki gerçekten hak olan eğer dehrîlerin
söyledikleri husus gibi olsaydı, ki bu da şu iki söz ve görüşün birisinden
ibarettir. Ve muhakkak biz, o ikisinin de fasit olduğunu açıklamıştık. Yardım
ancak Allah'tandır.
Muhammed bin Şebib[14]
şöyle diyor : Bu hususta bizim nezdimiz-de olan şu husus görülmektedir ki,
birbirine zıt olmakla bulunduğu hal üzere bulunan şeyin devamlı ve ebedî olarak
böyle olmasından hali kalmaz. Öyle ise bir şeyin bir toplumdan olmasının
düşünülmesi bakımından o şeyin var olması bâtıl olur. Ancak o şeyin
düşünüldüğü toplumdan olması hariç. Bununla beraber o cümleden olan her
varlığın var olması için bir mani olur ki, bu görüş de bâtıl olur. Bu tıpkı
«Bu eve başkası girinceye kadar hiç bir kimse girmesin» diyen kimsenin sözü
gibidir ki, bu şarta riayet edildikçe eve birinin girmesinin imkân ve ihtimali
olmaz. Yahut eğer birbirine zıt olma muhakkak geçmiş ise o zaman zıddiyetin
bulunması bâtıl olur. Çünkü onun yaratılışı ile kendisine zıd olandan
hoşlanmaması ve ondan uzak kalması hakkıdır. Eğer kendilerinde zıddiyet
bulunan tabiatlarından çıkmaları ihtiyarıyla muhtemel olsaydı, kendi nefsi için
her ne kadar o, yaratılış itibariyle vaki ise de yok olmayı ihtiyar etmesi caiz
olurdu. Bu iki vecih de bâtıl olunca, sabit olur ki; o, yok iken sonradan
kendisinde bulunan ittifak ve ihtilâf etme halleri ile böylece kendisini var
edenle var olmuştur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra, âlemin
muhdissiz hadis olması caiz olmaz. Çünkü kendisi ile varlık ve yokluktan ancak
biri olur. Çünkü resim, ancak bir ressamdan bilinir. Şekil ve suret de onları
meydana getiren bilinmeden bilinemez. Vakitlerin kış. olma, yaz olma ve benzeri
gibi hallerle değişikliğe. uğramasmdandır ki, âlemin, böylece hadis, yani
sonradan var olduğu sabit olur. Bu görüşe şu hususla itiraz vaki oldu : Eğer
kendi nefsi ile var olan şeyin bir vakitte var olmayan diğer vakitte var
olmasını, bu hali menederse, niçin başkası ile var olan şeyde böyle olmasın? Bu
itirazıyle başkası ile var olması kendisi için dinde veyahut dünya hakkında
yararlı oluyor ve fakat başkası ile meydana gelmeyen hususda böyle olmuyor?[15]
Bunun için her iki şey, birbiri ile ihtilâf etmiş oluyor. Bu iddia etmiş
olduğu şey şunu icabettiriyor ki, ilk yaratılanın mükellef olmamasını görmek
caiz olmuyor. Ta ki kendisi için zikrettiğimiz hususlar bulunsun. Kendisinden
gayri bulunduğu vakit için mas-lahatsız olarak gayri ile bulunmasının caiz
olduğu vakitte öne sürdüğü fikrin hiç bir mânâsı yoktr. Biz bu hususu mahlûkâtm
yaratılmasının sebeb ve hikmetini izah ederken ve sualin «mahlûkât niçin
yaratıldı?» şekline intikal ettiği hususunu cevaplandırırken açıklamıştık.
Bizim, Allah'ın, ancak daha salih olanı yapması lâzımdır, diye bir iddiada
bulunmamız doğru değildir. Çünkü bunun için fiilin gerçekleşmesi lâzım gelir.
Hatta onu tehir ederse veyahut ta takdim ederse, zem vasfı lâyık olur. Alîah-u
Teâlâ, bu hususlardan beridir. Çünkü O, Hakimdir, O'nun fiili, hikmetin dışında
bulunmaz. Amma başkası için daha salih olana itibar etmek, ancak[16]
Hakk'm onun üzerinde olan takdirinden ibarettir. Yoksa, fiilin bizatihi takdiri
değildir. Başkası bulunmazdan onun üzerine hakkın bulunması mümkün değildir.
Belki sual, mahlûkâtm cüm-lesindendir. Cenab-ı Allah, mahlûkâtm menfaati için
veyahut ta salahı için yaratır, demenin hiç bir mânâsı yoktur. Çünkü onlar için
yaratmamış olduğu şeyde ne zarar vardır ve ne de fesada uğrama. Öyle ise
yaratma zikrolunan şeyler için olur. Allah-u â'lem.
Sonra mahlûkâtm tümü
hakkında şu ifadeyi öne sürmek gerekir ki, mahlûkâtm yaratılmasında mükellef
olanlar için, âlemle istidlal etmek ve itibar etme yolu ile ibret ve yarar
olmadan hâli kalmaz. Tabii Allah-u Teâlâ'nın onlara ihsan buyurduğu diğer
menfaatti hususlar hariçtir. Tevfik Allah'tandır.
Kulun dinde salâh
bulmasının aslı, ancak kendi fiili iledir. Kulun fesada uğraması da kendi fiili
iledir. Allah-u Teâlâ için düşünülen ancak sebeblerdir ki, bunlarla en büyük
nimetlere ve mükâfatlara ulaştıran salâh fiil elde edilir. Kim ki fesada
uğrarsa o, kendi şehevî, nefsanî arzularını Allah'a itaati üzerine tercih
etmesi ve Allah'ın da ona gazap etmesinden ibarettir. Allah-u Teâlâ, onu,
kendisi ile nefsi için seçmiş olduğu şey arasında serbest bıraktı. Çünkü o
kimse kendi heva ve hevesini, şehevî isteklerinin ve nefsanî arzularının
emrine bırakıp Allah'a itaatin üzerine tercih etmiştir. Kendisi için açıklanan
fiil, kendi irade ve hükmü altında olduğu için düşmanlık fiilidir.
Şöyle bir itiraz vuku
buluyor : Kendi nefsi için yarattığı gey, ilk yaratılandır. Bunda ise hiç bir
maslahat yoktur. Bunu ifade ederken şu iddiada bulunuyor : Orada bir vakit
yoktur ki o vakit hakkında «niçin ondan önce halk etmedi?» densin. Bu soru,
ancak o, «ne zaman evvel olur?» şeklinde denir ki o da tedbir hakkında daha
salih ve hikmet için de daha evlâ olandır. Halbuki onun sorduğu böyle
değildir. Öyle ise, onun sorusu şu şekli alır : Niçin hikmette ve güzel yaratmada
ondan başkasını yaratmadı?
Allâme Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Vakit hususunda ifade edilen şey, şu açıklanandan ibarettir
ki, böyle bir soru varid olmaz. Zira bunun gibisi soru olmaktan düşer. Çünkü
bir vakte işaret olunmaz. Eğer böyle olmasaydı da yaratmak vakit sayılarından
lisanın ifade etmesi muhtemel olmıyan şeye doğru bundan evvel olmuş olsaydı bu
mümkün olurdu. Bunda ise sualin bâtıl olması ifade edilir ki, kadîm olmasından
suâl olunması müstesna. Bu da kadîm olmada tekvîn sıfatının yaratanın üzerine
vukubulması gerektirdiği için tenakuz teşkil eder. Kuvvet ancak Allah'tandır.
«Hikmettir», diye
ifade ettiği şey, hak ve gerçektir. Amma, «daha salihtir,» ifadesiyle neyi
murad ettiğini anlıyamıyorum. Onun dışında veyahut benzer hakkında öne sürdüğü
sözün hiç bir mânâsı yoktur. Allah, hikmetten hariç olmayan fiili işler. O,
yaptığından sorulmaz. Çünkü fiilin dışında kalma, sefehi gerektirir ki, bu da
Rab olma sıfatını düşürür. Sonra hikmette iki yol vardır : Birincisi, adalet;
ikincisi üstünlük. Allah'ın üstün kılmak hususunda kadir olduğu şeyin nihayeti
yoktur. Bir şey hakkında fiilinin kuvvetinin ulaştığı şeyin daha üstün olması
ile konuşur. Bununla beraber onun yani üstün olanın dilediğini üstünlükle
tahsis etmeğe hakkı yoktur. Allah'ın fiilinin, zikrettiğim hususlardan dolayı
hikmetin dışında olması caiz değildir. Adaletin mânâsı da böyledir. Yani,
adalet herşeyi yerli yerine koymak demektir. Fakat onun dereceleri vardır.
Şöyle ki : Bazısının fiili ihsan ve
üstünlük olarak vasfolunur. Bazı fiili de adalet ve hikmet olarak vasfolunur.
Zira onların her ikisi failin işlediği fiilden her fiil için umum isimlerdir.
Birincisi; kendisi, onu terketmeğe sahip olması bakımından özeldir. Onu, in'am
ve ihsan ederek yapar. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Şu mahlûkâtdan Önce
bir şeyin yaratılmasına kudretin bulunması hakkındaki soru, vakit hakkında
açıkladığımız şey mesabesine çıkmış olur. Allah, herşeyc kadirdir. Sonra,
«niçin eşya devamlı olarak hadis olmaz?» diye itiraz olundu. Bu hususa geçen
mevzularda; nihayetsiz olarak bir şeyden önce bir şeyin olmasının bâtıl ve
fasit olduğu, şeklinde cevap verildi.
Şeyh Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Bunun cevabı bizce şöyledir : Eğer sen «Eşya devamlı olarak hadis
olur,» sözünden eşyanın devamlı var olduğunu kastediyorsan bu mümkün değildir.
Çünkü böyle denildiğinde eşyanın kadîm olduğu isbat edilmiş olur. Onun kadîm
olması da kendisinin sonradan var edilmesinin doğru olmadığı öne sürülür. Eğer
o sözünle, eşyadan her bir şeyin var olduğu zamanı için var olduğunu kasdettin
ise bu söz hak ve gerçektir. Çünkü Allah'ın kendisi gayri ile değil, bizatihi
yaratıcıdır.
Sonra Muhammed bin
Şebib'in, Mülhidlerin sorularından[17]
karşılaştığı hususu zikretmek üzere deriz ki : O, kendisinin ibadet ettiği
bir'-den, «o, neden?» sorusu ile karşılaştı. Biz bu soruya verilen cevabı geçen
mevzularda ayan beyan olarak izah ettik. Soruyu soran gerçekten, şunun, bunun
misli olması muhtemel olduğunu iddia etmektedir. Biz, Allah'ın eşi gibisi şöyle
dursun, benzerinin bulunmadığını açıklamış bulunmaktayız. Kendisine işaret
olunan şey asla muhtemel olmaz. Biz onu duyu organları ile bilemiyoruz ki, kendisine
işaret edelim.
Soru sahibi sorusuna
devam ederek diyor ki : «Âlemin şahadet ve delâlet etmesiyle bulunan mânâ
nedir? O, nedir? O'nun ismi nedir?» Bu sorunun cevabı bizce şöyledir : O, bir
olan Allah'dır ki, O'nun eşi ve benzeri yoktur. İşte bu sistemle soruya
dönülecek yolu keseriz. Çünkü O, zihinde düşünülene avdet eder. Bunda ise O'nun
nefyi vardır. Ancak delille var olma hususu müstesna. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra, «O, nerededir?»
suâline göyle cevap verdi : O, eşyadadır. Eşyaya hulul etmeksizin eşyanın
idarecisi O'dur. Bu, tıpkı, «felan işindedir,» denildiği gibidir. Devamıl
olarak eşyanın kendisini ihata etmeksizin bu husus tahakkuk eder, dedi.
geyh Ebu Mansur dyor
ki : Bu kişi, kendisine sorulan soruya verdiği cevapta hata etmiştir. Bilâkis
onun şöyle deyip suâl sorması hakkı vardır : Sen, mekândan soruyorsun,
gerçekten Allah var iken mekân yoktu. Allah-u Teâlâ mekânlarla vasfolunmaktan
yüce ve bendir. Hatta Allah, hiç bir değişikliğe uğramadan, asla zeval bulmadan
olduğu gibidir. Amel hakkında olma hususunu ifade etmekle İnsanlar arasında,
bilinen, onun başkasının hükmü altında bulunduğunu ve başkasının onun yapıcısı
olduğunu haber vermekten ibarettir. Allah-u Teâlâ bu vasıfla vasfolunmaktan
berîdir, münezzehtir.
Sonra, kendisine :
«Siz Allah'ın mahlûkâtına benzediğini ve mah-lûkâtmm da Allah'a benzediğini
nefyettiğiniz zaman, muhakkak Allah'ı, mahlûkata; mahlûkatı da Allah'a
benzetmiş oluyorsunuz,» deyip soru sorana cevap olarak şöyle der : Evet, o
nefyetmektir. Nefyetmekte ise benzetme yoktur. Görmüyor musun ki onun aynısını
beyaz ve siyah hakkında birisi birşey söylese o da ikisinden birisinin diğerine
benzemediği içindir ki o, benzetmeyi icabettirmez. Birbirine benzeme, ancak
ispatta olur.
O'nun zikrettiği şey,
güzeldir. Eğer onunla benzeme hâsıl olsaydı onun «bu O'na benziyor,» sözü aksi
olanı icabettirmiş olurdu. Ve onda da hakikatlerin tersyüz olması ve mecazın
tümünün, yok edilmesi gibi hususlar bulunurdu. Onun umumiyetle ifade etmiş
olduğu, gerçekten nefyin akıl ve düşünceden nefyolunanı kaldırıp yok etmesidir.
O, yok olunca da her ikisi onu takdir etmezler. Birbirine benzeme ise, sıfat
veyahut cevherden takdir olunanda vaki olandır. Bunun içindir ki, onun mânâsı
bâtıl olur. Onun mislisiyle şu iddiada bulunan kimseye cevap verilir :
Hakikaten siz Allah-u Teâlâ'yı mekânla vasf etmediğiniz zaman, O'nu
sınırlandırmış olursunuz. Sınırlandırma ise, mekânı nefyetmenin kendisidir.
Allah-u Teâlâ'nm vasfedilmesi hakkında smırlandırıî-manın nefyedilmesi mümkün
değildir. Mekânlar da böyledir. Bilâkis Allah-u Teâlâ'ya bütün mekânları isnad
eden veyahut mekânlardan birini isnad eden kimse Allah'ı bir mekânla
sınırlandıranın ta kendisi olur. Çünkü o, Allah'a, akıl ve düşüncenin
sınırlandırdığı şeyden Allah-u Teâ-lâ'nın zatına izafe edilen mekânı ispat eden
şeyle ispat etmiş olur. İşte bu takdirde sınırlandırma ve benzetme hâsıl olur.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra, «Allah,
mahlûkatı nasıl yarattı?» sorusuna şu cevabı veriyor : Gerçekten O, eğer
sorusu ile fiilde muâleceyi kastediyorsa o, caiz değildir. Bilâkis Allah,
mahlûkatı yarattı ve mahlûkatm aynını ilâçsız olarak icadetti. Eğer sorusu ile
Allah, neyi' yarattı, diye murad ediyorsa, sema ve benzeri cevherlere işaret
edilir. Çünkü Allah, «şey»i yarattı. O da yaratılanın bu §ey olduğunu iddia
etmiştir. Eğer sorduğu soru ile Allah, mahlûkatı niçin yarattığım kasdediyorsa,
cevaben denir ki, Al-lah-u Teâlâ, mahlûkatı dinlerindeki menfaatleri ve
kendilerine teklif ettiği hususun onlar için en yararlı ve salih olanını
vermek için yarattı.
Fakih Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki ; Bu suâlin cevabı; Allah-u Teâ-lâ'mn fiilinin keyfiyeti
olmaması bakımından suâli reddetmek olmalıdır. Çünkü her keyfiyet sahibi olan
misâller sahibi olur. Sonra bir şeyin yaratılmış olması hakkındaki söz, o,
kendisi midir, yoksa gayri inidir? diye ihtilâf edilmiştir. İnsanlardan
bazıları o, O'dur. Yani, yaratma sıfatı Allah'ın kendisidir, diyor. Öyle ise,
onun mezhebine göre bu soru doğru değildir. Çünkü onun yaratması gayri
değildir. Böylece O, yani, yaratma ile temsil olunur, insanlardan bazıları da
der ki; «şey»in yaratması Allah'ın ezelde kendisi ile vasfolunduğu sıfatıdır.
Öyle ise onun keyfiyetinden suâl etmek,[18] Allah'ın
zatının keyfiyetinden ilminin ve kudretinin de keyfiyetinden suâl etmektir ki
bu, fasid ve bâtıldır. Sonra, yine kendisine, «Allah eşyayı bir şeyden mi,
yoksa şey olmaksızın mı yarattı?» soran kimseye cevaben der ki : Eşyayı
yaratması bir «şey» den değildir. Yani «şey»siz olarak yaratmıştır. Bunun
mânâsı eşyayı aslı olmaksızın yaratmıştır. İşte bu, cisimlerin hadis
olmasından haber verdiği şeydir. Fakat, mu'tezüe mezhebince eşyanın şey olması
Allah ile değildir. Bilâkis eşyanın var olması Allah iledir. Öyle ise onların
sözüne göre eşyanın bir şeyden olmaksızın yaratılması mümkün değildir. Hatta Allah,
eşyayı yaratmadı ve fakat eşyanın aynını yokluktan icadetti. Onlara,göre
yokluk ta eşyadır. Bu söz ise, dehrîlerin sözlerine benzeyen[19]
sözdür. Bizi bu gibi görüş ve düşüncelerden koruyan Allah-u Teâlâ'ya hamd u
senalar olsun.
Allah-u Teâlâ'mn mahlûkatı
niçin yarattığı hususunda sorulan suâle verilen cevap cidden gariptir ki,
Allah, mahlûkatı, mahlûkatm menfaati için yaratmıştır. «Allah, mahlûkatı niçin
yarattı?» diye soruluyor. O da mahlûkatı, mahlûkatm menfaatleri için yarattı,
diye cevap veriyor. Bu, çok garip bir cevaptır. Çünkü kendisine şöyle de
sorulabilir : Niçin mahlûkatı, mahlûkatm menfaati için yarattı? Mahlûkat için
olan ihtiyaçlar nelerdir? Mahlûkat yoktu ki, inahlûkatı, onların menfaati için
yaratsın? Eğer[20] «mahlûkatı kendi
menfaatlerine muhtaç olmaksızın yarattı,» denmesi caiz olsaydı, bu nasıl
olurdu? Çünkü mahlûkat yoktur. Öyle ise bu yaratma her ne kadar kendisi muhtaç
değilse de, kendi nefsinin menfaatleri için[21]
olmuştur. Bu söz, onun sözünden daha uygundur. Çünkü O, «Allah, Halik
(yaratıcı) değildir, Rahman ve Rahîm değildir. Bu isimlerin Allah'ı, medhetmek
ve O'nu ta'zinı etmek içindir,» demiştir. Güya Allah, onların katında mahiûkat
ile faydalanmıştır. Çünkü kendi zâtı ile böyle değildi. Böyle olması ise
mahlûkatı ile hâsıl olmuştur. AJ-îah-u Teâlâ, menfaat ve ihtiyaçlar gibi tüm
sıfatlardan berî ve münezzehtir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Fakih Ebu Mansur der
ki: O'nun, «Allah o şeyi yarattı demesi»"[22] şunu
ifade etmektedir; bu takdirde «şey», Allah'ın Zâtı ile, yahut ta kendi nefsinin
Zâtı ile bulunmaktadır. Çünkü Allah'dan ancak Zâtı ile olan olur. Allah'dan,
.halkuıa da kendi Zâtı ile yaratmasından başka bir şey isnad edilmez. Öyle ise
O, nasıl yaratıcı oluyor ki, Allah'dan, yaratmanın gayrinden bir şey sadır
olmamıştır! Yaratma sıfatı da Allah'ın gayri değildir. Niçin mahlûkatm, halik
olması, Allah'ın halik olmasından daha evlâ ve lâyık değildir? Zira Allah'dan,
mahlûkata, Allah'ın yaratması olmasından başka bir şey isnad edilmemiştir. Bir
şeyin kadîm olması, diğerinin onunla olmasını icabettirmez. Görünen âlemde
kendisi ile olan şeyi, başkasına isnad olmadığı zaman o, şeyi gaipte, yani
görünmeyen âlemde nasıl vacip kılar?
Nasıl yarattı? sözüne
verilen cevap da yerinde değildir. Çünkü mu-âlece ile yaratılmadı, diye cevap
veriliyor. Cevabında zikrettiği sözün hiç bir mânâsı yoktur. Çünkü o, oîmıyan
şeyden sorulmuyor. Bilâkis O, Allah-u Teâlâ'nm fiilinin keyfiyetinden
sorulmuştur. O'nun ilâçsıs olarak yarattı demesinin mânâsı yoktur. Onun indinde
şeyin yaratilması, o şeyin kendisi olduğu vakit, suâli taksim etmezden cevabını
o şeyle vermesi gerekir ki, sonra ondan keyfiyetten sorup anlaşılmasını istediği
şeyi giderebilsin. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Kendisine, «Allah
dâima Âlim (bilici), Semî' (igitici), Basîr (görücü), olduğu zaman, böyle
olduktan sonra, niçin Allah devamlı olarak yaratıcıdır?» diye suâl eden kimseye
şöyle cevap veriyor : O, bu sorusu ile Allah-u Teâlâ'ya ezelde yaratma
sıfatının vacip olduğunu ifade ediyor. Ve devamlı olarak işiticidir, sözü ile
de sağırlığı nefyediyor. Âlim ve Basîr sıfatları hakkında da böyle ifade
ediyor. Ve iddia edip diyor ki : Allah, belirli olan sıfatı ile yaratıcıdır.
Yoksa belirsiz olan sıfatla yaratıcı değildir. Bunu zikrettiğimiz şeyden ötürü
söylüyor.
Fakih Ebu Mansur (r.h,)
diyor ki : Eğer onun Allah hakkındaki ifadesi; «Allah devamlı olarak
işiticidir; görücüdür; bilicidir,» olmayıp, Allah, cahil, kör ve sağır
değildir, demek olsaydı bunu sarahaten'ifade etmesi daha yerinde olurdu. Çünkü
bu ifade şüpheden daha uzaktır. Zira, bir şeye o, cahil değildir; âciz ve sağır
da değildir, denmesi caiz olur. Böyle ifade edince; onu, kadirdir, âlimdir,
işitici ve görücüdür, diye vasfetmek vacip olmaz. Bunda zikrolunan şeyden başka
bir şey olmadığı zaman nefyetme ciheti, anlayışında yarar bulunmayan şeyi
anlama yönünden daha yakındır. Bilâkis onda her türlü zarar vardır. Eğer
bununla zıtiarı nefyetmekten başka bir şey varid olmuyorsa, o zaman zikrolunan
şeyin var olduğunu ifade etmeden, zıtiarı nefyetmek üzere o, sıhhatli ve
salimdir; her türlü âfet ve hastalıktan beridir, desin. Bu hususu söylemek
caiz olmayınca, zikrettiği şeyden hâsıl olanın açıklanmasında iddia ettiğinin
bir vehim olduğu açıklanmış olur.
Sonra, fiillerin
birbirini takip ederek en güzel nizam üzere ve en muhkem bir şekilde meydana
gelmesi, onları bilmenin ve meydana getirmeye kadir olmanın delilleridir.
Yoksa cahil ve aciz olmayana delalet eden deliller değildir. Çünkü bir olanın
gayri olanın; vasfettiği şeyle arazların hepsi gibi, kendisinden asla fiil ve
tam bir ahenk ve nizam içinde âlemin bulunması husule gelmez. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Onlar, sıfatların
isimleri olduklarına göre, sıfatlar kaldırıldığı için onlar da yok olup ortadan
kalkarlar. Sıfatlar tahakkuk etmeyince de isimler lâkapların isimleri olurlar.
İsimler böyle olunca da o devamlı olarak böyledir demek, lâkabın ezele intikal
etmesinden dolayı mânâsı olmayan bir sözden ibaret olur. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Sonra, işiticidir,
bilicidir, demekle, her bilinen ve üzerine kudret cari olanın ezelde işitilmiş
olması vacip değildir. Öyle ise, halik sıfatı hakkında da böyle denir. Fakat,
eşyanın bulunduğu hal üzere olması için, onun yaratıcısının olması, tıpkı
eşyayı büen, ona kadir olan ve benzeri sıfatların kendisinde bulunanın var
olması fiilidir. Belirsiz olarak, âlimdir, işiticidir, görücüdür, demekle;
belirli olarak, O, âlimdir, o, işiticidir, o görücüdür, demek bir olduğu zaman;
O, haliktır demek de böylece bir olur. Bilâkis, eğer telâffuz edilenden
«belirsiz olarak yaratıcıdır» olursa, ondan olumlu olarak ifade edilmek
suretiyle kadîm olmayı vacip kılmakta belirsiz olarak, «O haliktır» demek daha
doğru ve lâyıktır. Görülmüyor mu ki, belirsiz olan vezin gibi, belirsiz olarak
ifade edilmek suretiyle «Kıyamet gününün mâliki, ve herşeyin yaratıcısıdır,»
denilir. Bu ifadeye her var olan, her hadis olan girer. Halbuki belirli olarak
ifade edilen, O, yaratıcıdır, demekte bu husus yoktur, örfte de onun için
böyle denmez. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki ; Bu hususta asıl olan odur ki; hakikaten Allah-u Teâlâ'yı bilmenin
yolu ancak âlemin kendisinin varlığına delâlet etmesiyledir. Bu ise O'nun
bilinmesine duyu organları veyahut nakli delillerin şehadeti ile ulaşılması
yönlerinin kesilmesi ile olur. Sonra şahit olan, Zâtı ile şehadet etmek yönü
ile değil, kendisinde bulunan sıfatı yönünden ancak O'na delâlet eder. Zira
yok iken var olmak, kendisi ile sonradan var olanın kendisi ile bilinen icad
ve ihdasın delilidir. Şahid olanın hallerinin muhtelif olması ve birbirlerine
zıt bulunanların bir yerde toplanması da, O'nun kudretinin ve kudret sahibi
olan idarecisinin idaresinin geçerli olduğunun delilidir.
idarenin uyumlu olması
ve aklın altında[23] vukubulanın çokluğuna
rağmen birbirleriyle tezada düşmemeleri, kendisi ile âlemin bilindiği akıl yolu
ile elde edilen ilmin delilidir. Duyu organları ile his olunan hiç bir şey
yoktur ki, Zâta delâlet etsin. Kendisinden sıfat nefyolunduğu zaman ise,
sıfatı tahakkuk ettirilmeksizin Zâtın ispat olunduğunun söylenmesi caiz
değildir. Çünkü O, mevcudatın şehadet etmesinin yolu değildir. Doğru oldukları
delillerle sabit olan kimselerin, ilim, kudret ve benzeri sıfatlardan
zikrolunanlara göre Allah âlimdir, işitici ve görücüdür demeleri de böyledir.
Bununla beraber bu isimler gerçekten sıfatların isimleridir.
Sonra, mekânla, çıkmak
veyahut girmekle, bitişmek veyahut ayrılmakla, zıddiyet ve benzeri sıfatlarla
söylenilenin tedkik ve tahkik edilmeksizin o hallerin zıtlarını nefyetmek için
Allah'ın vasfolunması can değildir. îçtima etmek, ayrılmak, hareket etmek ve
durmak gibi hususların halleri de böyledir. Onların söyledikleri asla caiz
değildir. Tevfik ancak Allah'tandır.
Ebu Mansur (r.h.)[24]
diyor ki : Âlemin hadis olduğu sabit olunca onun bulunduğu hal üzere yok iken
evvel geçenlerin, sonradan gelenler ile var olması mümkün değildir. Bunun
ittifak etmesi ile bilinir ki, âlem, Allah'ın ilmiyle var olmuştur. Sonra his
olunan, yani duyu organları ile anlaşılan şey, olmadıkça âlemin hisle bilinmiş
olması veyahut kıyas olmayınca âlemden ibret alınması mümkün değildir. Öyle
ise Allah'ın, O'nun zâtım bildiği sabit olur. Zâtı bilinen §ey de, ister O'nun
bilinmiş olması hazırken olsun, ister gaipken olsun müsavidir. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki: Bunda asıl olan şudur ki, Allah bilindi fakat hisle değil, kendisi
ile bilinen şey de Allah'ın onu bildiğine delildir. Çünkü Allah' onu öyle bir
şekilde yarattı ki, o, kendi varlığına delâlet etti. Sonra onun âlemi bilmesi
zâtının gayri olması muhtemel değildir. Çünkü bir gayri yoktur ki, onu var
etsin. Sonra o var olan da onun üzerine delil olsun. Öyle ise Allah-u Teâlâ'mn,
onun var olmasından önce kendisini bildiği sabit olur. Onun için gayri yoktur
ki o gayri ile kendisini bilsin, öyle ise bununla Allah-u Teâlâ'mn gayri ile
değil, Zâtı ile bildiği sabit olur. Tevfik Allah'tandır.
Sonra kendisine bazı
şeylerden soruyor ki, onlardan suâl açmanın inatlaşmadan başka bir mânâsı
yoktur. İnatlaşmanın hakkı olan cevap da onu menedecek şeyle terbiye etmektir.
Yoksa sofistlerin halinden anlattığımız şey gibi delillerle istidlal etmek
değil. O, Allah'dan «Allah her şeye kadir değil midir?» diye sordu. Kendisine
evet diye cevap verdikten sonra devamla şöyle dedi : Allah her geye kadirdir.
Hatta Dünyayı yumurtanın içine sokmağa bile kadirdir. Bunun üzerine bunda bir
tenakuz bulunduğunu öne sürdü. Çünkü bunda yumurtayı dünyadan daha geniş
kıldı. Halbuki yumurta dünyadan daha
dardır. Çünkü o, dünyadan bir cüz'dür. En küçük ve en büyük olan hakkında
yapılan b te'vil de böyledir.
Fakih Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Bunun cevabı bizim katımızda şöyle ifade edilir : O, bu sözü
ile yumurtayı dünyanın bir kısmını teşkil ettiğini söyledi ki, bu da mümkün
değildir. Çünkü bunda cüz olanın kül olana dönüşmesi vardır ve kül olanın da
halinde hiç bir değişiklik olmadan cüz olmaya dönüşmesi bulunur ki, bu da
tenakuz teşkil eder. Eğer yumurta ve yumurtanın gayri ile dünyadan olduğunu ve
dünyanın içinde kılındıklarını murad ediyorsa bu, iki vecih üzere mütalaa
edilir : Birincisi, her ikisinin kendi hali ile olmalarıdır. Bunu, Muhammed bin
Şebib'in zikrettiği şeye havale etti. Eğer bununla söylediği şeyi küçültmek
veyahut yumurtayı genişletmek —ta ki yumurta genişlenip dünya oraya sığsın—
murad etti ise, bilsin ki Allah-u Teâlâ buna kadirdir. Tevfik Allah'tandır.
Kitabın sahibi,
mu'tezilenin benimsediği yolu benimsiyor. Mu'tezi-lenin mezhebi ise şöyledir :
Gerçekten Allahu Teâlâ; sivrisineğin fiilini ve cevherlerden onun üstünde olan
şeyin yaratmasına kadir değildir. Allah'ın fiilinin tümü, kudretin altında
vukubuluyor, yahut onda başkasının kudreti bulunuyor. Bununla beraber akıllar;
imkân dahilinde olan eşyanın ekserisinde olmak şöyle dursun, Allah'ın hergeye
kadir olduğu hususunda iddia ettikleri şeyi tahkik ve tedkik etmekten bile
kaçındılar. Akıllarında imkân dahilinde olan hususlarda hariçte emsallerinin
itirazlaşmalarınm hiç bir mânâsı yoktur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra kendisine şu
soruyu soruyor : Allah, kendisi gibisini yaratmağa kadirdir. Bu ise, mümkün
değildir, diye cevap veriyor. Çünkü bunda yaratılmış olmayı icabettirme
vardır. Halbuki yaratılmış olan, sonradan var olmuş hadistir, Allah ise
kadîmdir. Öyle ise Allah'ın mislinin olması bâtıldır, mümkün değildir.
Kudretten sorduğu şey de mümkün olmama bakımından birinci gibidir. Ve yine
diyor ki : Bu görüşte yaratılmış olanın ispat edilmesi vardır. O ise, cisim
olup san'atmm eserleri kendisinde bulunması veyahut araz olup kendi nefsi ile
kâim olmamasından hâli kalmaz. Kendi nefsi ise kendisinin hadis olduğuna
delâlet etmektedir. O ise, yani Allah ise, bunlardan birisi gibi değildir. Ve
yine diyor ki : Her sonradan var olan, yok olma ihtimali ile karşı karşıya
bulunur. Allah-u Teâlâ ise, kendisinde yok olmanın bulunmasının imkânı ve
ihtimali olmasından yüce ve berîdir. Çünkü böyle olmasaydı kendisinin yok
olması caiz olmayan
şeyle, gayrinde caiz
olmayan §ey, bir anda bununla değişikliğe uğramış olur.
Şeyh Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Geçen hususları düşünen kimse, soruyu soranın, aklın idrak etmesi
mümkün olan şeyde fikir beyan etme yollarından ne kadar uzaklaştığını ve
altından kalkarmyacak kadar büyük sorular sorduğunu anlar. Çünkü O, «Allah,
kendi gibisini yaratmağa kadirdir,» diye soruyor. Ve devamla şöyle diyor :
Allah gibisi olan, ne cisim olur, ne araz ve ne de sonradan var olan hadis.[25] Onun
yok olma ihtimali de yoktur. Çünkü ondan bîr şey olsaydı, O'nun misli olmazdı.
Ayrıca şöyle soruyor : Zikrettiği şey, nasıl baki kalır? O'nun zikrettiği şey,
nefyettiği şeyin olması hakkında var olanın kısımlarıdır. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Biz, mu'tezileye cevap
verirken bundan daha açık seçik olanı ifa-de ettik. Bununla beraber başka
yönlerden onları ilzam eden hususlar vardır. Onlar, Allah-u Teâlâ'yı zulüm,
sefih ve yalan üzere kudret sahibi olması ile vasfediyorlar; bunlar öyle
şeylerdir ki, eğer bunlardan bir §ey var olsaydı Allah'ın Rab olma sıfatı yok
olurdu. Sonra, O'nu işlemesi, yapması da caiz değildir. Bunun içindir ki, O,
şöyle desin : Allah, kendi gibisini yaratmağa kadirdir, fakat yapmaz. Çünkü
bunun böyle söylemesi hadis olanı, kadîm kılmasından ve fani olma ihtimali
olanın da fani olmama ihtimali bulunduğunu söylemesinden daha çok şaşkınlığa
sevkedecek bir şey değildir. Kendisinde yaratma eseri vu-kubulan şeyin, onda
vaki olmaması; ancak kadîm olanı, hadis; baki olanı, fani; hekim olanı da sefih
kılmakla daha şaşılası bir şekilde vukubul-duğu ifade edilir. Fiile intikal
etmek üzere, eğer kudret, bu hususa doğru yöneldi ise onların mezhebine göre
birincisi de böyledir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra, bizim
mezhebimizde konuya intikal etmek daha kolaydır. Şöyle ki; gerçekten Allah-u
Teâlâ'nın herhangi bir kudretin altında bulunması asla mümkün değildir. Onun
gibisinin olması için, kudretin altına başkasının girmesini ifade etmek,
kendisinin bir eşinin bulunmasını reddetmektir. Çünkü böylece kudretin altına
girmiş olur, diğer kudret de ona katılmış olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
îstersen şöyle de
diyebilirsin : Bu soru, tenakuz teşkil etmektedir. Çünkü O, Allah, kendi misli
olanı yaratmağa kadirdir, diyor ve O'nun misli
de mahlûk olmaz diyor. Güya o, şöyle demektedir : Allah, mahlû-kattan, benden
Önce kendisi gibi olmayan şeye kadirdir. Ve yine bulunduğu halin gayri olma
ihtimali olursa, bu, O'nun hüviyetini yok eder. O başkası da eşyanın hüviyetini
teşkil eden kendisinden ibarettir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Esas olarak ifade
edilir ki, şüphesiz Allah-u Teâlâ, kendisinin misli ve benzerden ve şeyler gibi
olmasından yüce ve berî olduğu tahakkuk etmesiyle îlâti olması gerçekten sabit
olmuştur. Öyle ise, kendisindeki ulûhiyeti Iskat edecek olan şeyle eşi ve
benzerinin bulunmasının imkân ve ihtimal dahilinde olması kesinlikle mümkün
değÜdir.
Hakikaten, onun öne
sürdüğü, fikir yönünden sözü tenakuz teşkil etmektedir. Çünkü o, meydana
getirilmekten bahsediyor. Böylece Allah'ı «var olunmuş» yapıyor. Oysa,
kendisiyle meydana geldiği şeyin ortadan kaldırılmasıyla, «var edenin», «var
olunmuş» olması mümkün değildir. Çünkü bu, onun da zeval bulması demektir.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra onların ifade
ettiklerine göre : Allah, yaratıcı değildi, sonra yaratıcı oldu. Bu yönden,
Allah'ı, kendisi ile yaratıcı olduğu kudretin altına sokmuş olmaktadır. Öyle
ise böyle olmayanın bulunmasının caiz olduğunu nasıl inkâr ediyor? Böylece
Allah az önce zikredildiği gibi yaratıcı olmuş olur. Tıpkı O'nun, böylece
başkasını yaratmış olduğu gibi. Yardım ancak Allah'tandır.
Sonra Alîah'dan sorup
göyle dedi : Allah, eşyayı yaratmazdan önce onları yaratmağa kadir miydi? Bu
soruya, evet, demek suretiyle bâtıl olaıî görüsünü ısrarla savundu. Delili olarak
da âciz olanın bulunmasının memnu olduğunu öne sürdü. Bu hususta O'nun
kudretini, meydana getiren birinin varlığına delâlet etmiş oldu. Allah-u Teâlâ,
kudretten kendisine arız olan şeyle değil, kendi zâtı ile kadir olduğu zaman o,
sa-yılmıyacak kadar çok olan şeylerden dünya ve emsali üzerine kadir olduğundan,
kudret sıfatıyla mevcuttur.
Fakih Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : O'na cevap olarak şöyle denir : Allah, kendisine ânz olan
kudretle değil, binefsihî kadirdir. Siz, nasıl oluyor da, Allah'ın, kulların
hareketlerinin ve sükûnetlerinin onları bu fiillerine kadir kılmak suretiyle
bunları yaratmaya kadir olduğunu iddia ediyorsunuz? Allah, kullarını kendi
fiillerini yapmaya kadir kıldığı vakitte kendisindeki o fiiller üzerinde olan kudreti yok olmuş
olur. Ancak onlardan kuvveti alması
müstesna. Bu ise kudreti zât ile veyahut arazlarla vasfetmektir. Kimin ki vasfı
bu olursa, ondan fiil meydana gelmediğinde onun kuvvet ve kudret sahibi
olduğunu söylemek mümkün değildir. Kudretinin zeval bulması muhtemel olan şey
ise onların mezhebine göre bizatihî kudret sahibi olduğunu söylemek mümkün
değildir.
Ben, gerçekten her
nekadar mu'tezilenin sözlerini zikretmeğe kendimde bir ihtiyaç hissetmedimse
de, düşünen kimsenin onların mezhebi üzerine dinsizlerin itirazlarını reddetme
ve tevhidi ispat etmenin yolunun bulunmadığını ve tevhîd hakkında gerçek ve
hak olan fikir ve sözlerin onların gayrinin sözleri olduğunu bilmesi için
mu'tezilenin- sözlerini, fikir ve görüşlerini zikrettim. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Sonra şöyle iddiada
bulunarak yine bâtıl fikrini yaymaya çalıştı : Gerçekten her kadir olanın fiili24
kudretine sebkat etmiştir.[26] Bu
ise, başkası ile kadir olan ve fiilinin başkası ile meydana geldiği kimsenin
vasfıdır. O, bir halden bir hale girer. O'nun zâtı yok olmayı ve istihaleyi
kabul eder. Allah-u Teâîâ ise, kendi nefsi ile eşyaya ve eşyayı meydana
getirmeye kadirdir. O'nun bu hususta zikrettiği şey ise bâtıl ve fasittir.
Kuvvet ancak Allah'tandır. Biz, geçen konularda bundan daha açık ve beliğ
olarak mevzuu beyan etmiştik. Tevfik Allah'tandır. Ve yine bu hususda Allah-u
Teâlâ'nm Zâtının[27] Âlim olduğuna alâmet ve
işaret vardır. Biz onun vehmini açıkladık.
Sonra Allah-u
Teâlâ'nm, eşyayı yaratmasından sordu. Çünkü eşyada Allah'ın bir menfaati
yoktur ve Allah'a eşya, yük de olmaz. Allah'ın arazı, devamlı sevap olması
için yarattığını iddia ederek bunun bir hikmet olduğunu söyledi. Böylece
Allah'ın fiili, yaratmaya tekad-düm eden bir illet için değil, mahlûkatmın
menfaati için olur. O, tıpkı bedenlerin birleşmesi ve kullardan meydana gelen
eşyanın nev'ileri gibidir.
Ebu Mansur (r.h.) der
ki : Biz, gerçekten geçen mevzularda bu görüşe cevap teşkil edecek hususları
beyan etmiş bulunmaktayız. Oysa ki illetten suâl etmek mümkün değildir. Çünkü
o, üzerinde saltanatı bulunan biri için olur. Veyahut fiili hikmetin dışına
çıkar da ondan sorarız Sonra
Allah-u Teâîâ'mn Rab olmasının hikmetini öğrenmeyi sormak ise, Allah'ın bizim
üzerimizde rubûbiyyetini bilmemiz için hakkı vardır. O'nun hakkım ve emrini ve
O'na itaat etme, hürmet etmede Üzerimize farz olan hususu yerine getirmeyi
bilmemiz de Allah'ın bizde olan bir hakkıdır. Bu ve benzerlerini saymak onun
her dediği ve bildiği şeye cevap verme hakkım ifade eder ki; bu, bizi, O'nun
fiilinde illet aratmaz veyahut soranın kendi hareketi ile tecavüz etmiş olduğu
husus hakkında cevap vermek için delil getirmekte bizi meşgul eder. O,
kendisinin nıes'ul olduğu ve cezalanacağı fiili için bulunmuş olduğu halden
Özür dilemekten yüz çevirmiştir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Onun; Allah,
mahlûkatı, onların yaran ve kendi menfaati için yarattı, sözü yukarıda
zikredildiği gibi cevaptan çok uzak bir sözdük Çünkü o, eşyanın yaratılmasından
sordu. Onun zikretmiş olduğu kimse de eşyanın cümlesinden bir sınıftır. îşte
bu husustur ki, onun ortaya attığı bâtıl olan ve fakat bâtıl olduğu kadar da
büyük olan görüşlerinden kaçınmasını icabettirdi. Kaderiye mezhebinden
olanların kulların fiillerinin yaratılması hakkında sordukları şeydeki
durumları da, böyledir. Çünkü onlar, bu hususlara cevap vermede işi küfre ve
isyana götürürler ki bu da fasittir. Çünkü bunun anlaşılmasının yolu nakli
değildir. îlki ise aklî delil ile ortaya atılan vasıftır.
Aîlâme Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Bize göre, esas olan şudur ki, gerçekten yüce olan Allah, hiç
bir mahlûku yaratmadı ki, onun üzerinde nimetinin eseri açıkça belli olmasın.
Ve mahlûkatmdaki cömertliğinin delilleri ayan beyan olmasın. Bu ise Allah-u
Teâlâ'nm mahlûkatı hakkındaki dileğinin greçekte nafiz olduğunun, saltanatının
ve mahlûkatmın mucidi olan[28] Zâtm
vahdaniyetine delâlet eden hususu ihtiva eden kendi hikmetidir. Aynı zamanda
eşyanın hakikatlerini bilmesinin ve kudretinin onların üzerinde cari
olduğunun, eşya hakkında hiç bir şey kendisince gizli olmadığının alamet ve
işaretidir.
Allah-u Teâlâ'ya,
«gerçekten Sen niçin in'âm ve ihsan ettin?» Yahut, «niçin cömertliğini izhar
ettin? Niçin hikmetin var oldu?», «Sen niçin vahdaniyetinin delilisin?» diye
sormak ve bunun gibi zikrolunan diğer sorulan ortaya atmak mümkün değildir,
bunlar bâtıl ve fasittir, böyle bir soruyu akıl asla kabul etmez, çirkin olduğu
için hiç bir yerin bunu
kapsaması muhtemel değildir. Bunun içindir ki, bu nevi soru bâtıl ve fasittir.
Tevfik Allah'tandır.
Sonra söyle demek caizdir : Çünkü Allah, bizatihi cömerttir; bizatihi Kadirdir ve bizatihi Âlimdir. O, mahlûkatı ile mahlûkatına in'âm etmek suretiyle cömertliğini izhar eder. Çünkü onu yaratan kendisidir. O, nimetlerini varetmeğe, onları açığa vurmaya kadirdir. Bizce bu suâlin esası, temelinden bâtıl ve fasid olmasıdır. Çünkü o, fiilin zâtın kendisinden ibaret olduğunu söylemiştir. O, fiili ile ezelde mevsuftur. Bundan sormak ise tıpkı onun bilen bir Rab olmadığını sormak gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır. [29]
Bir grup insan der ki
: Bakmayı terketraek daha doğru ve kurtuluş yoludur. Çünkü bakan kimse hakkı
elde etmekten emin olmaz. Sonra bakmakta kendi nefsine delil kapısını açmış
olur ki, eğer ondan kaçınmış olursa helak olmaktan emin olur. Eğer o olmasaydı
sandığı şeye varmak için kendisine yol açılmazdı. Veyahut Allah'a delil getirmek
için kendisini ilzam eden bir bâtıl ile karşı kargıya bulunmazdı. İşte bu
bakımdandır ki, helâktan emin olmak için bakmaktan imtina eder. Çünkü düşünmek,
bahsetmekle gerçek olanın kendisine açılan ve görülen hususun olduğunu bilmeye
mecbur kıldığı şeyi murad etmeyi intaç eder. Bununla beraber Rahman olan
Allah'ı hatırlama işinde şek ve şüpheye düştüğü gibi şeytanı hatırlamaktan da
kaçınır. Bakmak ve bahsi terketmekte bu hususlardan emin olmak vardır. Çünkü
kendisine ayırt etmesi lâzım gelen bir şey inkişaf etmemiştir. Ve kendisini
talep etmeğe sevkedecek bir şeyi de zihninde düşünmemiştir. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Bakmak ve bahsetmeyi
lüzumlu gören kimse şöyle der : Bu hususu terketmekte muhakkak ve imkânsız
olarak helak olma vardır. Çünkü bakmanın lüzumlu olması onun bakmasının
tekaddüm etmesinin akabinde değil, bilâkis bakma ve bahsetmenin vaki olduğu
şeyin ardmca-dır ki, o da kendisi ile güzel olanlarla kötülüklerin bilinmesi
mümkün olan akıldır. O akıl iledir ki, kendisinin diğer hayvanlardan üstün olduğunu
bilir. Ve yine onunla mahlûkatm tedbirini ve idare işini icraya[30]
malik olan Allah'ı bilir. Bununla beraber
dünya hayatının lezzetinden nail olduğu şey ile, kendisinde terkip edilen baki
kalma isteği ve yok olma sebeplerinin büyük elemlerini duyması ile fani olması
ve dağınık bulunması gibi şeyleri zihninin ve zekâsının kendisine getirdiği
hususları da bilir. Öyle ki, eğer ondan itiraz ederse muhakkak ki, kendisine
mülâim olanı1 idrak etmekten bahsetmek ve kendi nezdinde daha istekli oîan en
lezzetli şeylerin baki kalmasını bahsetmesi lâzımdır. Bu, öyle bir şeydir ki,
onun aklı, ruhunun eşyalarla imtihan olma tehlikeleriyle karşı karşıya
kalmasını aklı kabul etmez. Çünkü bu husus kendisine zararlı olanları
bildirecek şeye yöneltmezdi ki, onlardan korunsun ve menfaath olanları da
bildirmezdi ki onu celbetsin. Bu husus ya haberine güvendiği kimseyi öğrenmek
için araştırmakla veya ona delâlet eden §eyde ihanetini bilmekle olur. Bunun
için bu hususların hepsinde kendi reyi olmuş olur. Veyahut, az olduğu için
kendisi gibisinden helak olmaktan emin kılacak şeyden, sonucunu kendisine
gösteren az bir ijeyle kendisini imtihan etmeye çaba harcamasıyle bilir.
Böylece her ikisini birden bahsetme lüzumu hâsıl olur.
Bununla beraber,
şehevî isteklerden kendisinin yaratılmış olduğu şeyi, istemediği hususlardan
kendisine isabetini istemediğinden, nefsinin lezzetli şeylere kendisini sevk
edecek ve kendisine elem, keder getirecek hususu bilmemesi, kendisini böyle
kılan şeyle kendi haline bakmağa mecbur kılar. Veyahut, ebediyyen kendisi
böyle mi idi? Yahut hangi yönden ve ne şekilde kendisi böyle olmuştur? diye
bakmak zorunda kalır. Kendi gelişme ve oluşmasını bilmesi için, kendi
hallerine bakmayı terketmesini menedecek bazı düşünce ve anılardan hâli kalmaz.
Kendisinde bulunan hususun, kendisinde bulunmasının sebebini yahut kendisindeki
bu hallerin kiminle idare olunduğunu bilmesi için bakar. Bununla beraber,
kendi salâhını veya fesada uğramasını meydana getiren hususu kendisinde bulunan
nimetleri, kendisinden zararlı olan şeylerin reddedilmesini, muhakkak bilmesi
gerekir. Bunların hepsinde bakma mecburiyeti ve delilin lâzım olması ciheti
bulunmaktadır. Tevfik Allah'tandır.
Bununla beraber
yakınen bilir ki, kendisini kaplayan bu bakmayı terk etme işi şeytanın
vesvesesinin ta kendisidir. Zira bu şeytanın işidir ki, şeytan bununla onu,
aklının semeresinden faydalanmaktan engeller; ve kendi nezdinde bulunan iyi
fırsatlara kavuşturacak, istediğini elde edecek olan güvencesini sarsar. Bunun
bir vakıa olduğunun delili, eşyayı düşünmek
için akim kullanılması sonuçlardan ve başlangıçlardan gizli olan hususları
bilmesi için olmasıdır. Sonra kendisine, onların hadis olduğuna ve o
hadislerin de bir muhdisi bulunduğuna delâlet eden[31] şey,
kendisini nefsin şehevî, isteklerini yerine getirmekten meneder ve onun gerçekten
Şeytanın vesvesesi ve işi olduğunu bildirir. Oysa ki azalardan biri ni
kendilerinde bulunan faydalardan alakoymak ve faydalanmayı ihmal etmek caiz olmadığı
gibi, onları amellerinden jmenetmek de asla doğru değildir. Bilakis azaları,
zararlı yönlerden menetmek, onları faydalı yerlerde kullanmak vacibtir. Öyle
ise, zarar ve menfaatlerin kendileriyle bilinen akıl ve bakmanın ihmal
edilmemeleri, muhakkak ki daha doğru ve daha evlâdır. Bununla beraber,
kendisine anlama ve hatırlama geldiği zaman bakan üç hasletten hâli kalmaz :
1- Ya bakması, kendisinin, hadis olduğunu,
kendisinin bir muhdisi, bir var edeni bulunduğunu, Onun iyi amel karşılığı
sevap ve mükâfat verdiğini, kötü amel işleyeni cezalandırdığını, azap
verdiğini bilmesine götürür; böylece onu öfkelendirecek şeyden içtinap[32]
eder, onun razı olduğu hususa yöneltir de kendisini mesud[33] ve
bahtiyar ederek âhiret şereflerine nail kılar.
2- Ve yahut,
zikrettiğimiz şeyleri kabullerûneyip nefyeder ve çeşit çeşit zevk ve
lezzet veren hususlardan
faydalanarak yaşamasına bakar. Azap ise onu ahirete tehir ederek orada
olacağına intizar eder. Veyahut bunların icap ettirdiği azabın hakikatini
bilmek ve öğrenmek için tüm ilim kapılarını kapamağı dilemeğe sevkeder. Böylece
kalbi müsterih olur. Hiç bir endişeye kapılmaz. Düşünüp anîıyacağı, anlayıp
korkacağı zaman kendisine gelecek olan korku yok olup gider, insaflı davrandığı
zaman bakmakla, her yönden kârlı olduğunu bilir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Eğer «Allah-u
Teâlâ'nıri kulun akliyle anlamdaığı geyi ona emretmesi caiz olunca; anlamadığı
şeyle ona hitap etmesi niçin caiz olmaz?» denirse cevap olarak denir ki : Her
ikisinin arasında hiç bir fark yoktur. Senin zikrettiğin şeyin ona söylenmesi
caiz olmaz. Alîah-u Teâlâ'nın, ya aklı onun anlaşılmasına vazifeli kılar
veyahut işitmeye hitap edip, emrettiği hiç bir şey yoktur ki, onun anlaşılması
için bir yol göstermesin. Kim ki, kendi imkân ve ihtimali dahilinde bulunması
sebebiyle onu anlamaktan mahrum olursa o kimse emrin dışında bulunur. Fakat
anlama usullerinin cihetleri muhteliftir. Onların gerçekten hangi neviden oldukları
bakmak ve düşünmekle bilinir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Eğer dese ki : Dünyada
kulun efendisine : «Benim işimin seni öfkelendireceğini bilmiyordum. Eğer ben
bunu bilseydim yaptığım işten mutlaka kendimi menederim,» demesi en kabul olan
ve en geçerli özür olunca, b.u husus Allah'ın hikmetinde niçin kabul
olunmuyor. Bu soruya cevap olarak denir ki :
Bu ancak bizim
aramızda güzel görülen husustur. Çünkü kendi aleyhinde delil olarak bilinen
şey bu sözü ile ortadan kalkar. Amma Allah-u Teâlâ ise kulun kendisine,
emrettiği şeyi bilmesi için delil yaratmıştır. Onun zekâsını hatırlama ile
hareket ettirdi. Onu çeşitli ibretlerle uyardı. Kul bunu ancak bakmayı
terketm'esinden yapmıştır, işte bu onun fi'lidir. özür olarak ileri sürülecek
olan husus ise kendi aleyhinde delil teşkil eder. Çünkü o, bundan kendi fi'Ii
ile kaçınmıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Fakih Ebu Mansur
(r.h.) şöyle diyor : Bu mevzuda asıl olan şudur ki : Hakikaten Allah'ı ve Onun
emrini bilme arazdır. O, ancak delil ile idrak edilir. Allah-u Teâlâ
kendisiyle, nefsinde bulunan hallerden delil olanı izhar buyurmuştur ki, onun
rücu edeceği yerlerdir.
Bununla beraber, biz açıklamıştık ki, gerçekten zaruret onu, kendi hallerinden, azalarından, yararlı ve zararlı gördüğü şeye bakmasına ve onları düşünmesine zorlar. Çünkü zararlı bilmemekte felâket vardır. Onları bilmesinde ise kurtuluşu bulunmaktadır. Yararlı olanlarla salâh bulması olduğunu bilmesi, kendisinin bilmeğe mecbur olduğu hallerden zik-rolunam kendisi icad edip idare etmediğini; bunu ikame eden birinin var olduğunu öğrenmeye götürür. Kuvvet ancak Allah'tandır. [34]
Muhammed bin Şebib
cisimlerin hadis olduğu hakkında şu delili öne sürüyor : Diyor ki, cisimler bir
yerde durmaktan ibaret olan sükûnetten ve göçüp intikal etmekten[35]
ibaret olan hareketten hâli kalmaz. Bunların her ikisi de[36]
mekân itibariyle birinin diğerine tekaddüm etmesiyle muhtelif olmaları
bakımından sonradan var olan hadislerdir. Gerçekten bunların birinde hadis
olma sabit olmuştur. Eğer bu hususun iki cisimden birine madde ismi verilirse o
zaman onun hakkında o madde nerede meydana geldi denir. Bizim ifade ettiğimiz
şeklin gayrinde hadis olmasında cismin zeval bulması ile ilk görünen yerin
haricinde var olduğu bilinir. Cisimdeki bu zaruri meydana gelen intikal ile his
olunmayan bir hareketin varlığını bilmiş oluyoruz. Çünkü his olunan şeyin
durumunda bir değişiklik bulunduğunu görüyoruz. Bunnla ilk mekânda, şeyin bir
yerde bulunduğunu ve ikinci mekâna intikal ettiğini anlıyoruz. Birinci halindeki
mekâna olan isnadından ayrılma hali hareket oluyor. Cisme olan münasebeti ve
mübayenetsizliği ile hareketin vasfolunmadiğı şey • bakımından ikinci halinde
intikal oluyor. Zira, bu cismin hakkıdır. Sonra Amr'm, birinci mekânın gayrinde
bulunması bakımından ve Zeyd'in yanında olmadığı için birinci mekândan Zeyd'in
hareket etmesi Amr'm hareket etmesinden daha evlâdır. Çünkü O, mekânda Amr'ın
bulunması düşünülemez.
Buna itiraz eden kimse
«o hareket nasıldır?» diye cevap vererek göyle diyor : Çünkü o hareket sizin
fi'linizdir. Ondan önce kendi fi'linin keyfiyeti bilinmiyor. Siz, mukayese
etmek suretiyle onunla harekete nasıl ve niçin delil getirdiniz?
Bu hususa söyle cevap
veriliyor : Tekaddüm ve teahhürün keyfiyetinden bilinen ancak bizim fi'limiz
olandır. Yoksa onun bize nisbetle başka varlık olmasının bilinmesi değildir.
Biz, delili onun başka varlık olduğuna dair ikâme etmiştik. Görmez misin ki,
gerçekten bir grup insan cisme tekaddüm ve teahhürü ispat etmelerine rağmen,
cismen başka bir varhk olmasını inkâr etmişlerdir. Sonra zikrolunan hususun
hadis olduğu sabit olunca, ki, cisim onu sebkat etmez. Cismin de hadis olduğu
sabit olur.
Şeyh Ebu Mahsur (r.h.)
diyor ki : Bu ibare öyle bir ifadedir ki, tev-hid ehli devamlı olarak bununîa
şeref duyduğunu zikretmiştir. Fakat o, bu husustaki suâl ve cevabını
uzatmıştır. Ben ise, bunu zikrolunan şeye işaret etmek suretiyle tafsîlatsiz
olarak ifade ettim.
Sonra onun, hareketin
cisim olduğunu söylemesine itiraz edildi ve denildi ki; ona, cismin kadîm
olduğunu kim söylüyor, diye kim sormuştur? Çünkü hareket his ile hadis olan
şeydir. İntikal hususunda şöyle dîyor : Birinci mekânda cisim olur. Ancak[37]
birbirine girme durumu müstesna. Birbirine girme de intikal için başka bir
hareketin bulunması gerekmektedir ki, o da cismin gayri olur. Bununla beraber
eğer ikincisi girmiş olsaydı cisimlerin sonsuz olarak birbirlerine girmeleri
gerekirdi. Eğer bu da caiz olmuş olsaydı, dünyanın, onun yumurtasına girmiş olması
caiz olurdu. Bunun aynısı ile birbirleriyle karşılama hakkında cevap vermiştir
ki, bunların hepsi hiç bir yararı olmaksızın meseleyi uzatmaktır. Eğer insaf
edip düşünmüş olsaydı onu delilinden menedecek şeyi bulurdu ki, o da şöyle
demesidir : Cisim, ilk halinde ne hareket edicidir ve ne de durucudur. Böyle
demesi ile zikrolunan şeyden cismi hâli kılmış olurdu. Bu sözde ise vasfettiği
şey sebkat etmektir. Fakat cismin kadîm olduğunu söyîiyen kimse için cismin ilk
hali sabit olmaz. Çünkü bu sözde cismin hadis olması ifade edilir ve böylece
vasfolunan husus kendisine lâzım gelir. Tevfik Allah'tandır.
Cismin hareketsiz
olmasının, cismin gayrinde bir manâ olduğuna şû söz ile istidlal etmiştir. «O,
şu evdedir» denildiğinde, eğer cisim ve evden başka bir şey olmazsa evin
gayrinde[38] mevcut olmadığı sabit
olur idi. Halbuki ev bulunmaktadır.[39] O,
evde var olmakla mevsuf değildir.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Bu açıkça bilinen bir şeydir. O'nu kimse sormaz. Zira onun
hareketsiz olması, kendisinden cisim olma hususiyeti zail olmaksızın hareketi
anında yok olur. Böylece onun başka olduğu sabit olur[40].
Sonra şu görüşü öne süren kimseye cevap verdi : Belki onunla beraber bulunan
hareketsizliği bulunduğu mekânda idi. Bununla beraber onun mekânda hareketsiz
kalma müddeti fazlalık ve noksanlıkla ifade edilebilir. Öyle ise orada ilk
hareketsizlikten başka bir şeyin bulunduğu sabit olur. Buna verdiği cevap
şundan ibarettir : Bu da, birincisi gibidir, ondan kimse sormaz. Evet, bunun
cevabını tekrarlıya-hm ki, yukarıda açıkladığımız husustur. Yardım ancak
Allah'tandır.
Sonra bu nevi de
olağanüstü uzun uzadıya kelâmda bulunmuştur ki ben, kendisinde yarar görmediğim
hususu terkettim[41]. Onun, sükûn ve
hareketin, başka varlık olduklarına delil olarak öne sürdüğü şeyde onlardan her
birerlerinin, diğerinin yerine kâim olmasının caiz olduğu hususu göze
çarpmaktadır. Sükûn ve hareketin başka başka varlık olmaları mu'tezile
mezhebinin çoğunluğunun ifade ettiği beka olmaksızın baki kılma sözünü
çürütmektedir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra kendisine itiraz
eden kimseye benim, cisimlerin ebediyyen hâli kalmıyacağı hususlardan zikrettiğim
şeyle cevap verdi. Ve onun caiz olmadığını iddia etti. Çünkü hepsi için yok
olmanın şart olması sabit olmaz ki, bunda kendisinden gayri olan bulunmasın.
Bunda ise var olmanın batıl olması görülmektedir. Eve girme gibi zikri geçen
hususla istidlal etmiştir.
Bununla beraber uçan
kimsenin uçuşunda aralarında bir yönden bir metre bulunduğu halde her ikisinin
uçuşta müsâvî olduğunu iddia etmiştir. Onların evveliyetleri için bir nihayet
bulunmaksızın böyle olmaları imkân ve ihtimal dahilinde değildir. Çünkü
nihayetin kalkması, yükselme ile içtima etmelerini icabeder. Halbuki
birbirlerinden üstünlükleri bulunmaktadır. Ve eşyanın ağır olma, hafif olma,
sıcak olma, soğuk olma, ve benzerleri gibi birbirlerine zıt olmanın sabit
olması ile delil getirmiştir. .Gerçekten bir şeyin bir şeyden evveli
olmaksızın meydana geldiğinin fasid olduğu sabit olmuştur. Sonra birbirlerine
zıt olmanın tabiatında birbirinden kaçışma vardır. Bunda birbirinden uzaklaşma
vardır. Özellikle bunların öne sürdükleri fikirlerde. Çünkü, bu fikirleri benimseyen
kimselerin sözünde birbirine zıt olan iki uyumsuz varlık sonradan imtizaç
ettiler. Ve ikisi de birbirine zıt düştüler[42].
Böyle olanların zikrolunan şeyle içtima etmeleri caiz değildir. Bununla beraber
onlar, tabiatîeri ile birbirlerine benzemezler. Eğer zikrolunan tabiatlerinden
çıkmaları caiz olsaydı, soğutucunun ısıtıcı, ısıtıcının da soğutucu olması caiz
olurdu. Ve eğer bu caiz olsaydı, kendi bakî kalma tabiatlarından çıkmaları
için fanî olmaları caiz olurdu. Bunların batıl ve fasid olduğu anlaşılınca,
tevhid ehlinin bunların arasını birleştiren, birbiriyle uyumlu olmalarını
sağlıyan bir âlim olan müdebbirin var olduğu hakkındaki sözü gerçeklik
kazanmıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Biz deriz ki -tevfik Allah'tandır- gerçekten birden fazla ilâh
olduğunu söylemek, onlardan her birinin diğerini[43] yok
etmesi veyahut da yok etmemesinden veyahut da özellikle birinin malik
olmasından hâlî kalmaz. Eğer birinci veyahut ikinci husus olsaydı, her ikisine
acizlik lâhik olurdu. Bununla beraber kendisinde diğerini kuvvetle olmasa hile
ile yok etmesini meydana getirmekte cahil olurdu. Eğer biri özellikle kadir
olsaydı, diğeri batıl olurdu. Çünkü o, kendisine mülkünde tecavüz etmekten ve
Rab olmada kendisi ile savaşmaktan geri kalmazdı. Ve onun mülkü kendisine has
kılmaya kadir olması görülürdü. Sonra aciz ve cahil olan kimsenin malik ve Rab
olmasından, kul ve Rabb'i olması daha gerçektir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bu husus ziya ve
karanlık iki asıldır, diyen kimsenin görüşünü iptal eder. Çünkü ziya, diğerinin
hükmü altında vaki olması bakımından cahildir. Karanlık da âmelinden
menolunması bakımından da cahil olur-ki, onun ameli, diğerindeki serden
ibarettir. Bununla beraber cüzlerinin birbirinden ayrılmaları ve hallerinin
param parça olmaları, hatta onlardan her birinin saltanatına ve malına el
koymasını izhar etmekten aciz olduklarından işlerinde cahil oldukları
anlaşılır. Ve bunun için karanlık ve ziya ile hüküm yürüten kimsenin sözü iptal
olmuş olur. Rabb'imiz, bu sıfat ile muttasıf olmaktan berî ve münezzehtir.
Ve yine iki ilâh
görüşünü öne süren kimselerin sözü, onlardan her birinin bir taraftan son
bulmaları ve diğer taraflardan da kaldırılmalarını ifade eder. Eğer
kaldırılmak kadîm olmanın delili olursa, sınır yönünden hadis olması lâzım
olur. Eğer kaldırılması kadîm olduğuna delil olmazsa hepsinin hadis olması
gerekir. Bununla beraber eğer ziya, kendi son bulan cüzünü düşmanının elinden
sonsuz olan cüzleri ile kurtaramaz-sa bu hale düşer. Yani o cüzleri düşmanının
hükmüne girmezden önce onun elinden kurtarmaya ve o cüz'ü korumaya kadir
değildir. Bu böyle olunca, karanlığın hükmü altına vaki olduktan sonra onun
emri altından kurtarılması murad olunduğunda bu hususa nasıl kadir olur? Duyu
organlarının hepsini karanlığa değil, ziyaya ve ilmin küllisini de ziyaya
veren kimsenin sözü de böyledir. Zulmet hakkında fikir yürütüp zulmeti kendisi
ile vasfettiği şeyin hepsi böyledir ki o, karanlık hakkında şöyle der : O,
kördür, görmez. Acizdir, bir şeye kadir olmaz. Zayıftır, kuvveti yoktur.
Bilkuvve değil, yaratılış itibariyle serdir. Allah-u Teâlâ'ya bizi, kendi
yolunun dışına çıkmaktan ve senviyelerin düşmüş oldukları tuzağa düşmekten,
onların müptela oldukları kötü fikirlere saplanmaktan bizi korumasını niyaz
ederiz. Zira kuvvet ancak Allah'tandır.
Hakikaten iki olan her ilâhın biri eğer cisim olursa, veyahut ta araz olursa bir mekânda bulunması mutlak lâzımdır. Eğer araz olursa, cisimden ayrılması onun yok olmasını icabettirir. Eğer cisim olursa ya onlardan her birinin mekânının kendi cevherinden olur. Böylece kendi haline zıt olan şeyde bulunmaz. Tıpkı karada su; gecede de gündüz görünmediği gibi. Eğer kendi cevherinin gayrinden ise o zaman hayrı şer ile şerri de hayır ile bir arada bulundurmuştur ki, bu da sayı ile ifade ettikleri fikirlerindeki dayandıklan noktanın aksini ve zattım ortaya koyar. Kuvvet ancak Allah'tandır. [44]
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Sonra biz, dehrîlerin mezheplerinin zahir olması için ibni Şebib ve
diğerlerinin zikrettikleri fikir ve görüşlerini zikrederiz. Çünkü onların
mezheplerinin açıklanması, mezheplerinin fasit olduğunu ifade eden delillerden
biridir. Ve sonra, bununla, onların âlemin toprağının kadîm olması hakkmda
ittifak ettikleri ve fakat âlemin meydana gelmesindeki sanat eserinin kadim ve
hadis olması hak-kuıdaki ihtilâf etmeleri de bilinir. îşte bu, onların
mezhebinin tümünü ifade eder. Tabiat felsefesini benimseyenler, tabiatın dört
şeyden ibaret olduğunu iddia ettiler : Onlar da, hararet, soğukluk, rutubet ve
kuruluktan ibarettir. Bunların imtizaç etmelerinin muhtelif olmaları ile âlem
muhtelif olur. Onlardan karışımlarının birleşmesiyle mutedil olan da normal
durumunu muhafaza eder. Güneş'in, Ay'ın ve yıldızların seyretmeleri buna
göredir. Gördüğün gibi, eşyanın evveli olmaksızın seyrettiği gibisiyle
seyretmeğe[45] devam etmektedir. Eşyanın
hareketlerine arazlar dediler. Bu batıl görüşlerine yeşillik, karalık, kırmızı
ve beyazlık gibi örnekler zikrettiler. Ve onların imtizaç ettikleri zaman
kendilerindeki çokluk, azlık, incelik ve yoğunluk kadarınca renkleri
birbirinden muhtelif olur. Yoksa, her ne kadar bazen bu renklerin ehli, bunun
neden meydana geldiğini bilmezlerse de, orada sonradan var olan bir renk olmaz
dediler. Tabiattan zikrettikleri şey de aynı bunun gibidir.
AUame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki: Onların Örnek olarak zikrettikleri şey hakkında ifade ettikleri
bu hususu düşünen kimse, onu[46],
tev-hid ehlinin ifade ettiği §eyi ispat ettiğini görür. Çünkü boyama, kendi
nefsi ile imtizaç etmez. Sonra onlar yani renkler, eğer kendi kendileri ile
imtizaç etmiş olsalardı renkler, birbirlerine karışmış bir halde ortaya çıkardı
ki, bu da aklen boyamanın fesada uğraması sayılan hususlardandır. Öyle ise, bu
imtizaç, öyle bir hâkim, âlim olandan meydana gelmiştir ki, O, bu karışımın
sonuçlarını bilir de renk, tam manâsiyle ve muhkem olarak yapılmış ve
birbirine karışmadan çok güzel bir halde ortaya çıkmış olur. Sonra âlemin böyle
muhkem bir şekilde olması onun âlim ve hakim olan tarafından meydana getirilmiş
bir âlem olduğunu isbat eder ki, o, eşyânm sonuçlarım bilir de ona göre eşyayı
meydana çıkarır. İşte bununla o tabiatların veyahut toprağın veyahut isimlerden
bulunduğu hal üzere meydana gelmesi bakımından kendi nefsi ile olma gibi verdikleri
isimlerin fasid olması açıkça ifade edilir. Ve böylece onların icad edicisinin
hâkim ve müdebbir olan Allah'ın olduğu ispat edilir. Ve onların da bir şeyden
olmaksızın meydana getirilmesi gerekir. Bununla beraber renklerden her biri
onların zikretmiş olduğu hararet ve soğukluktan her hangi bir şeyle
vasfohınmaz. Zira eşyada bir şey olur ki, onda bir renk galebe çalar ve o,
sıcak olur. Ve diğer bir şey olur ki, ona da bu renk galebe çalar ve fakat o3,
bununla beraber soğuktur[47].
Böylece onların zikrettiği hususla bu renklerden bir şey yoktur. Aynı zamanda
zikrolunan hususlardan bir şey de renklerde bulunmaz. Bunda ise onların
söylediklerinin gayrinin bulunması gerekmektedir. Tevfik Allah'tandır.
Yine böylece
yemeklerden muhtelif olanları görür ki, bir renk ve bir tabiat üzere olur ve
tuzlu, yahut ekşi veyahut acı veyahut tadsız olmak gibi yemekten bir nevi üzere
meydana çıkmış olur ki, bunlarla hiç biri ile yukarıdaki hususlardan birine
örnek verilmez. Böyle olunca onun her şeyi sebebsiz olarak dilediği hususta
yaratmasına malik olan kimsenin icadı ile olduğu sabit olur. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Oysaki gerçekten bu
tabiatlar cevher veya araz olmaktan hâli kalmazlar. Eğer cevherler idilerse
onlar, kendilerine gelen arazlar ile ihtilâftan zikrolunan şey üzere bulunmuş
olurlar ki, o ihtilâfları da içtima ve birbirinden ayrılmadan ibarettir. Eğer o
içtima ile ayrılma olmamış olsaydı, her cevher, arazlardan ayrı bulunmuş
olurdu. Kendilerinde karışımın toplanması ile beraber cevherlerin ihtilâf
etmeleri, kendilerine arazların galebe çaldığına delâlet eder ve o, arazlardır
ki, cevherleri bir halden başka bir hale götürür. Sonra arazlar, ne kendi
nefisleri ile kaim olurlar
ve ne de eşyada menolunurlar. öyle ise arazlar, eşyadaki bu işlerini böyle
yapacaklarını bilen kimsenin emri ile ve yaratması ile yapmışlardır. Bunun da
birisinin ilmi ile olması ancak o cevherlerin[48] o
arazlara ihtimali olmalarının salih kılmaya mâlik olan kimse ile olması caiz
olur. Bunun gibisini bilmek de ancak böylece kılan kimseyle olması mümkün
olur. îşte bu hususlarla hiç bir şeyin kendisine gizli olmıyan ve dilediğini
yapması kendisine güç gelmiyen, kadir olan ve âlim olan bir vahidin
bulunduğunu söylemek lâzım gelir.
Eğer tabiatler araz
olmuş olsalardı, onların kendi nefisleri ile var olmaları ve kendiliklerinden
kâim olmaları mümkün olmazdı. Bunun içindir ki, kadîm olan bir mucidin
bulunduğunu söylemek gerekir.. Bununla beraber kendisinde bulunan şeyi
icadetmesiyle beraber ki onunla var olmanın hududuna girer. Oysaki arazların
hadis olmasının kendisinde menettiğimiz şeylerden değildir. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Sonra şu bilinen bir
gerçektir ki, o tabiatlar birbirlerine zıt olan şeylerdir. Birbirlerine zıt
olanlar da birbirlerini reddetme hakkına sahiptirler, işte bu noktada tefrika,
yani birbirinden ayrılma hasıl olur. Tefrikada ise param parça olup yok olmak
vardır. Binaenaleyh, eşyanın asıllarının kendi nefisleri ile var olmaları ve
kendi kendilerine zikrolu-nan tenakuzla kendisinde parçalanma bulunan birbirini
reddetmeyi me-neden şey ile var olmuş olur. îgte bu husustur ki onların arasım
tefrikadan sonra cemeden ve buna mecbur kılan odur. Bu cem ile de âlem var
oldu[49]. Ve
böylece âlemin de hadis olduğu sabit olur. Bu ifade edilen hususların hepsi
tabiat felsefesini benimsiyenlerin sözü fasid ve batıl olur. Çünkü bir şeyin
bir şeyden olmaksızın var olması, aklen bir şeyin kendisini nakleden zıttı ile
beraber bulunmasından daha uzak görünen bir şey değildir. İşte bunun akıllarından
çok uzak olmasındandır ki, söyledikleri söze doğru vardılar. Kendisi ile örnek
verilenin aynısını söylemeleri gerektiğinde onlar, bunu söylemekten imtina
ettiler. Böylece sözleri batıl olur ve özürleri de ortadan yok olup gider.
Allah muhafaza buyursun.
Bir grup insanlar, bu
görüşün aynısını ifade ettiler. Ancak onlar, tabiatın cinslerinde
bilecekleri adetlerin olmadığını
iddia ederek onların hepsi, eşyanın sağdan esen, soldan
esen batı yeli[50] ve doğu rüzgârı,
yukarıdan esen olsun, aşağıdan esen olsun, bunların hepsinin kadim olduğunu
söylediler.
Müneccimlerden bir
grup şu iddiada bulunuyor : Gerçekten yıldızlar, devamlı olarak âlemin işini
idare ederler. Yıldızlar, âlemle ilişki halindedirler. Âlem, yıldızlarla
saadet bulur. Âlemin ihtilâf etmesi, yıldızlardan âlemle ilişkisi olanın
ihtilâf etmesiyle olur. Bu tıpkı, kumaş dokuyanın tezgâhında bulunan iğnelerin
üst kısmındaki deliklerinden geçirilen ipliklerin tarağın kaldırılıp
yerleştirilmesiyle (veya dokuma makina-smın kolunun sağa ve sola hareket
ettirilmesi sonucu) kendisinde bir şeyin zahir olup olmaması gibidir.
Yıldızların âlem ile olan ilişkisinin örneği de böyledir ki, âlemin şekli ve
sureti yıldızların hareketinin ihtilâf etmesiyle muhtelif olur. Yıldızların
birbiriyle ihtilâf etmeleri ve birbiriyle ittifak etmeleri[51] ile
saadet ve uğursuzluk hasıl olur. Yıldızlar ise, devamlı olarak hareket ederler,
her hareketten meydana gelen şey, diğer hareketinden doğan ve meydana gelen
şeyden başkadır. Bunun gibi aynı yumurta ve tavuk hakkında da fikirlerini öne
sürerek konuşurlar ki o, zikrettiğim kumaş meselesi gibi yıldızların
hareketlerinin çarpması ile hasıl olur.
Onlar şu iddiada da
bulundular : Gerçekten cisimler, kadîmdirler. Onlar, araz değillerdir.
Hareketler ise, kendileri için nihayet olmıyan vr hadis olan arazlardır.
Böylece âlemin tümünün işini mecburî olarak meydana geldiğini söylediler. Ve
yıldızlar, gökler, içtima etme ve birbirinden ayrılma bakımından böylece
olduğunu ileri sürdüler. Yıldızlar hakkında da aynısını ifade ederiz, dediler.
Tevfik ancak Allah'tandır.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki: Hareketlerin nihayetsiz olmasının ifade edilmesi hususunda
biz, geçen konularda onun fasid ve batıl olduğunu açıkladık. Bununla beraber
hareketin bitmesinin hareketlerden geçen hususun sonucu olmasından başka bir
şey olmadığında şüphe yoktur. Hatta bundan sonra geçen hareketlerden bir şey
bulunmaz. Hareketin bitmesinin ve onun sonucunun yok olması sabit olduğu zaman
kendisinde başlangıcın nihayet bulması tasavvur olunmayan şeyden dolayı
bitmenin nihayet bulması caiz değildir.
Bunun içindir ki, hareketin başlangıcının bulunması sabit olmuştur.
Ve sonra biz,
cevherlerin hepsinin sınırlarının
birbirlerine benzemez bir
durumda gözümüzle görmüş bulunuyoruz ki, onların zikrolun-duğu şekilde[52]
muhtemel değildir. Şu kadar var ki, onların böyîe olması ancak onların
çoğunluğunda meydana gelen azıcık bir
benzersizlikten hasıl olmaktadır. Böylece şu husus sabit olmuştur ki, onun en
küçük bir halden olması ve yok olduktan sonra yoğunlaşması büyük olur. Büyük
olmasının letafeti ve kendisine bir şey tekaddüm etmezden yok iken sonradan var olmasındaki yoğunluğu sabit olmuştur.
Çünkü takdim, etmek, beraber
olmayı icabettirir. Birbirine uymamazlık sabit olmuştur. Öyle ise, gerçekten
tekaddüm eden geyin yok iken sonradan var' olandan ibaret olduğu sabit
olmuştur. Çünkü o, böylece olan şey
manâsına olanın kendisidir. Bununla beraber eğer yuvarlak ve kırık
görünen hareketler, kimisinin diğeri ardınca olması için bir yönden doğru
olarak kılmırsa ki bunda da bir kısmının
bulunması ile diğer kısmı yok olur ve hareketlerin kadîm olması vacip
olursa yok olmalarının da kadîm olması vacip olur. Böylece ezelde hem yok ve
hem var olurdu ki, bu da tenakuz teşkil etmektedir. Çünkü[53],
varlığın ve yokluğun bir halde içtima etmesi caiz değildir. Bütün hallerinde de
böylece içtima etmeleri caiz olmaz. Bunda da başlangıcın lüzumu hasıl olur.
Bununla beraber, eğer gözle görüldüğünde ikisinden birinin süratinin
kesilmesinden[54], diğerinin onu geçmesi
ile aralarında bir fark haslı olursa da,
her ikisi de doğru olarak seyretmektedirler. Böyle
olmalarına rağmen bunların birisinin Hareket etmesi diğerinin
hareketinden Önce olması veyahut
birinin, diğerinden daha süratli gitmesi düşünülemez. Bunlardan nihayeti
kaldırmak aralarında ki, nihayetin batıl olmasını ifade eder.
Onun batıl olmasında
da görünenin ve' hissolunanm aksi vukubuldu-ğu ifade edilir. Bunun için her
ikisinin bir .başlangıcı olduğu sabit olur. Bu mana hareketlerden yuvarlak ve
kırık olanlarda da böylecedir. Tevflk Allah'tandır.
Bunların hepsi ile
mevcudatın kadîm olduğunu ve arazların dışında olmadığını söyHyenlerin tümünün sözlerini nakleder,
çürütürüz. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Ve bunun misli ile, de
tabiat felsefesini benimsiyenlerin görüşlerini çürütmek için ifade-i kelâm
edilir.
Sonra her iki fırkanın
tümüne şöyle denir : Siz, âlemin böyle olduğunu ne ile bildiniz ? Eğer bu
hususta nakli delîl olduğunu ve işiterek bildiklerini iddia ederlerse, onlara
sadık olan delillerle gelen kimselerden varid olan nakli delillerle itiraz
edilir. Onlar, gerçekten tasdik olunmaya lâyık kimselerdir ki, onlar da
peygamberlerdir. Eğer sözlerini ispat et mek için getirdikleri delillerin his
ve mevcudat olduğunu iddia ederlerse, onların kendilerini kendi ilimleri
yalanlamıştır. Çünkü onlar, kendilerinin kadîm olduklarını söylemezler ve
yıldızların ve tabiatın âlemi icad ve idare ettiklerine de şahit olmamışlardır.
Eğer onlar müşahede ettikleri ile istidlal etmeğe dönerlerse, onların müşahede
ettikleri husuflardan yıldızların icadedip idare ettiklerine delil teşkil
edecek ve tabiat^ kadîm olduğunu ve âlemdeki tabiatların birbiriyle
imtizacından âlemin meydana geldiğini ifade edecek bir şey yoktur. Bilakis iki
fırkanın tümünün sözleri ters yüz edilirse varlığa daha yakın ve istidlalde
daha gerçek olurdu. Tabiatların işine gelince, gerçekte varlıkta mütalâa
ediidiği vakitte eğer deprenmek ve hareket etme çoğalırsa, deprenen ve hareket
edenin kendisinde hararet meydana gelir. Hareketsizlik ve karar kılmanın
çoğalması da rutubeti intaç eder. Öyle ise tabiatların kendileri âlemin
hallerinden meydana gelenlerin kendileridir. Yoksa âlemin onlardan meydana
gelmesi değil, bu ise duyu organlarına hak olan hususa daha yalandır.
Onların hasımlarının
kendilerini yalanladıkları hususlardaki sözleri de böylecedir. Öyle ise bu
karşılıklı yalanlama ve tenakuz bu müdebbirden olmuş olur. Tedbiri bu olan
kimse de, nıufsidin tâ kendisidir. Kadir olup söylediği sözün kendinden
söylemiş olmadığı da bundan anla,?--lir. Bu hususta da iki vecih vardır :
Birincisi; sözünün düşüp yok olması, böylece muvahhidlerin sözü ve öne
sürdükleri fikir baki kalmış olur. İkincisi; mevcudatı inkâr etmesi, her akıllı
olanın ve herkesin bildiği şeyi ihtiyar etmesidir. Kendi hissinin ihata etmiş
olduğu mevcudatı inkâr eden kimse, sonra hissinin ulaşamadığı, gaip hakkında
iddia etmesi hissinin idrak etmiş
olduğu şeyi inkâr eden gibidir. O ise -Allah'a hamd olsun-, yeteri kadarmca
nasibini almış ve terkedümeye hak kazanmıştır. Yardım ancak Allah'tandır.
Eğer hallerin hepsi,
yıldızlara terkedilmiş olsaydı, hiç bir kimse korktuğu için yemeği, içmeyi
terketmez idi. Ve onlara da istek ile yönelmez-di. Aynı zamanda bu maddelerin
hiç birinden lezzet almazdı. Bunların hepsi ise yaratılış itibariyle kendisinde
bulunan hususlar vardı. Hatta bundan büyük olan, küçük olandan daha az
değildir. Eğer bunlar, tabiat sebebiyle veyahut ta yıldızlarda olan ilişki ile
olmuş olsaydı, onun her değişimi üzere vacip olurdu.
Sonra soğutmak[55],
ısıtmak, şer ve hayır gibi tabiat sahibi olanlardan muhtelif fiiller ve
hallerin çıkması ile var olmaları mümkün değildir. Öyle ise, ondan tabiat
sahibi olan bir şeyin asimin olmadığı sabit olur. Fakat bunlardan her şeyin o
hal üzere kılınması, âlim ve hâkim olan Allah'ın yaratması ve var etmesiyle
olur. Eğer fiiller çarpmakla olsaydı, onun kafasına çarpmış olduğu gibi failin
imtina' etmesiyle olmazdı. Ve aynı zamanda evin üstünden düşen ve iplerle
bağlanan gibi de olmazdı. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Varlıkta ise, gu bir
hakikattir ki, gerçekten felç olmuş olan kendisine gelen husustan kaçınılması
mümkün olmadığını bilir. Âma ve her felce uğrayan âlete muhtaç kişi de
böyledir. Sonra o, o afetlerin gitmesini ve o hallerin yerine aksi olan halin
yerleşmesinin mümkün olduğunu bilir. Öyle ise bununla âlemin hepsinde mecburi
olmayı ifade etmek yalandan ibaret olduğu sabit olur.
Ve bir sınıf insanlar
şu iddiada bulunuyor : Gerçekten âlemin toprağı kadîm idi ve ona «heyûlâ» ismi
verildi. O «heyûlâ» ile beraber kuvvet vardı ki o, kuvvet sifatiyle daim olur.
Onun ne uzunluğu vardır[56] ve
ne de genişliği. Ne derinliği var, ne de ölçüsü ve ne de mesahası. Onun rengi
yoktur, tadı da yoktur, kokusu da bulunmaz. O, yumuşak olmadığı gibi katı da
değildi. Ne sıcaktır, ne soğuk ve ne de yaş. Kendisinde hareket ve sükûnet
bulunmaz. Onunla beraber arazlardan evveliyatında hiç bir şey bulunmaz. Çünkü
orada ona heyûlâ, diye isim verildi.
Heyûlâ, kendisinde bulunan
ihtiyariyle değil, kendi tabiatı ile kuvvete dönüşmüştür. Ve bu
arazlar da meydana gelmiştir.
Sonra şöyle denilir :
Feleğin, yani, semânın deprenmesi, yıldızların hareket etmesi, içtima ve
ayrılma halleri ile değişik hallere girmesi gerçekten yerlerin ve yerde
bulunan sular ve denizler ve ağaçların çeşitlerinden olan hususların
hallerinin değişikliğe uğraması ile olur. Buharı yukarı çıkan ayrılığın cevheri
veyahut o, cevheri ile beraber ateş ve hakiki cevherler gibidir ki, bununla
yıldızların halleri değişikliğe uğrar. Öyle ise bu zikrolunan hususun böyle
olması daha doğru ve gerçektir. Çünkü o, görmeye daha yakın ve bizden gaip olan
için yani göremediğimiz hususlar için delil olmaya daha lâyık ve evlâdır.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra onlar
tabiatçılarm ifade ettikleri hususlar ile konuşup fikirlerini öne sürmeğe
çalıştılar. Şöyle ki: Gerçekten o yaratıcının[57]
fi'Ii hakikaten kendi nezdindeki ilmi ve kudreti ile muhkem ve mükemmel olarak
meydana çıkmıştır. Eğer o olmamış olsaydı zikrettiğim hususun hasıl olmasının
ihtimali bulunmazdı. Çünkü o, tedbirden geçen şey ile bunu doğrultmuştur ve
muhkem olarak meydana getirmiştir. îşte yıldızların durumu da bunun gibidir.
Eğer onun dediği gibi olsaydı o, meydana gelmiş olması onu var eden âlim ve hakim
olanın tedbiri ile olurdu.[58] Eğer
tedbir ve var etme onlarda[59] yani
yıldızlarda olmuş olsaydı onların seyretmekle kendilerini yormaları[60] ve
devamlı olarak hareket etmeleri ile de kendilerine eza vermeleri muhtemel
olmazdı. Zira görünen âlemde dirilerin hali boylecedir. Gerçekten o haller
kendilerini yorar ve elem verir. Veyahut ta onun Ölülerden olması gerekir ki,
kumaş hikâyesinde zikrettiğimiz şeyde olduğu gibi, kendisinden gayrinin icad
ve idaresi ile olurdu. Oysa ki şu husus bilinmektedir ki, eğer bunun üzerine
kendisini yormadan kadir olmuş olsaydı, onların hepsinin âlim, hâkim ve ganî
olanın icad ve idaresi iledir. Onların hepsini zikrolunan hususlarda
kullandığını bilmesi için onu kendisine seçmiş olurdu. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Sonra eğer bîzim
âlemimizde, âlemin zikrolunan hususların icad ve idaresi ile söylemek caiz
olmuş olsaydı, onun aynısının
zikrettiği kimseler de kendisinden yüksek olanın idaresi ile olduğu ifade
edilmesi de caiz olurdu. Kendisi için sonuç olmayan şey de böylecedir. Bunda
ise yıldızların icad ve idaresi hakkında söyledikleri sözlerin batıl olduğu
görülmektedir. Yahut bir sonuca rücu' eder ki, onda da eşyadan nihayetin
kaldırılması hakkındaki sözlerinin fasid olduğu belirlenir. Bu hususların bir
olana isnad edilmesini söylemenin icabetmesi zikrolunanlann hepsinin icad ve
idaresine rücu eder ki, o da her, kendisinde nihayet bulan şeyden mukadder
olan işlerin akıbetlerini bilenin kendisidir. Şu kadar var ki gerçekten onlar,
ifade ettikleri bu sözleri ile onların bu konuda biz sözlerini bulunmadığını
ikrar etmişlerdir. Çünkü onlar kendilerinin ihtiyar sahibi olmadıklarını ve
fakat onlar söyledikleri sözü ifadeye mecbur olduklarını öne sürmüşlerdir.
Sonra ona cevher ismi
verildi ki o, bir cevherdir ve o cevher de âlemin cevheridir. Ayrılma ve
ittifak etme halleri ise ancak arazlar yönünden gelmiştir. Arazlar ise,
ihtilâf ve ittifak etmekle vasfolmazlar. Çünkü onlar ancak kendilerinden
başkaları ile bulunurlar. Araz, arazla değil, ancak cevherle kâim olur. O,
cevherle ihtilâf eder ve cevherle de ittifak eder.
Mantık ismini verdiği
kitabında bu sözün sahibi olan Aristotales bu hususu ifade etmek için on bab
zikretmiştir :
1- (Cevheri kasdederek)
Bâb'ul - ayn.[61] Tıpkı
«insan» dediğin gibi; ona kendi
cevheriyle isim verilmiştir.
2- Bâb'ul -
mekân. «Nerede?» sözünde ifade ettiğin gibi.
3 -
Sıfat (babı). «Nasıl?» demekle ifade
ettiğin gibi.
4 - Bâb'ul-vakt. «N ezaman?» ifadesi gibi.
5 -
Babu'1-aded. «Kaç?» denildiği gibi.
6 -Birinin zikredilmesinde diğerinin
de zikredilmesini icap
ettiren husustan olması bakımından,
Bâb'ul - muzâf. Baba, köle,
ortak ve benzeri kelimelerde vuku bulduğu gibi.
7 - Bab'ül -
Mülkiyy : Ki, bu sahip olmayı ifade
eder. Tıpkı şeref sahibidir, evlâd-u iyâl sahibidir. Ve bunlara benzeyen
hususlardaki sözün gibi. Buna, Bâb'ul - cedde de[62]
demişlerdir.
8 - Bab'ün -
Nasbe : Ayakta durmak ve oturmak gibi.
9 - Bab'ül -
Fail : «Yedi» fi'li gibi benzeri
fiillerde bir şeyin yapıldığını söylemen gibi.
10- Bab'ül -
Mef'ul : «O, yenmiştir,»
dediğin gibi.
Bir şeyin, bunların
dışına çıktığını söylemeğe hiç bir kimsenin gücü yetmez. Kuvvetin tabiati ile
bir şey yapmasını bilmediğini ve heyûlâ'nm arazlara muhtaç olmadığını da iddia
ettiler.
Fakih Ebu Mansur (r.h.)
şöyle diyor :
Onların vardıkları
noktayı düşünen kimse, bilir ki gerçekten onlar Allah'ın kendilerini verdiği
nimetleri bilmedikleri için bu hususları benimsediler de, gözleri kör olup
doğru yolu göremediler ve dolayisıyle sapıtmış oldular. Sonra sapıklık içindeki
şaşkın halleri onları, ne aklın kabul ettiği ve ne de heva ve hevesin celbetmek
istediği bu hayal gibisine ünsiyet kesbetmelerine sevketmiştir. Yardım ancak
Allah'tandır.
Eğer, Allah'ın
kendilerine verdiği bu nimetler olmasaydı, âlemin başlangıcının zikrolunan şey
olduğunu onlara ne gibi bir şey bildirirdi? Sonra vasfetmiş olduğu ismi,
kendisinde zikrolunan husus[63] da
bulunmaktadır. O'nun sıfatı olan amelinin[64]
âlemin cevherinden olması hakkında hiç bir delili yoktur. İşitme ihtimali de
bulunmaz. Fakat onlar, tevhîd ehlinin Allah-u Teâlâ'yı vasfettikîeri zaman
onların sözlerini işittiler şe bununla kendi katlarında kabul ettikleri
heyulayı vasfettiler. Bu sözlerin kendilerine neyi lâzım kıldığına bakmadılar.
Döndüler, dolaştılar, isbat ettikleri hususu kendileri nakzedip çürüttüler.
Çünkü onlar, kendi zatının arazlardan olma ihtimalinin dışında bulunduğunu,
cevherler mânâsında bulunmasını yani, bir cevher olup, sonra bir cevher ve
sonradan cevherler olmasının mümkün olmadığı hususu oluşturdular. Sonra ilk
halinden hiç bir eser kalmamış bir halde oldu. Âlemin kadîm ve hadis olma işinde
nihayet bulan hususlardan arazlar ve cevherlerden başka bir şey kalmamıştır. Bu
vasıfta olmayan yok olup gitmiştir. Böylece âlemin kendi nefsiyle yok olması
ve kendi nefsiyle kâim olmasının mümkün olmadığı meydana çıkmış olur. Çünkü
kendi zatiyle kadîm olmasının mümkün
olmaması, kendi nefsiyle
kâim olmayanı yok
eden arazlar sebebiyle
hasıl olmuştur. Bu ifade ile de âlemin hepsinin hadis olduğu hakkındaki söz
ortaya çıkmış olur ki, onları bu hayale sevkeden bu sözün büyüklüğüdür. Zira,
bu alınmış olan şey, araz ve cevherdir. Evvel olan yoktur. Sonra, kendisine
hekim ismini verdiği zaman, başkasına görüşünden dönmesini ve aşağıda ifade
edilen sözünden sonra kendi isteğine tabi[65]
olmasını ilzam etmek istediğinde sözü bâtıl olur. Çünkü o, şöyle diyor :
Gerçekten âlemin kendisinden meydana gelen asıl, cahil ve abtal idi. Arazlar da
öyle bir ağyardır ki, onları, kendisinde ilim ve hikmet bulunmayan cılız bir
kuvvet meydana getirdi.
Oysa ki kendisi, bir
şeye, ancak kendileriyle nail olduğu ağyarın çocuklarından biridir. Nereden
kendisini onların üzerine takdim etmiştir? Kendisinin bir asıl olmaksızın
böylece olması caiz olduğu zaman, öylece olmuştur. Öyle ise kendi nefsi için
söylediğinin aynısını âlemin hepsi hakkında da söylesin.
Sonra, heyulayı değişikliğe
uğratan kuvvet, heyûlâ üzerinde tesirli olmak, ona hâkim olmaktan hali kalmaz.
îşte heyulanın üzerinde müessir ve hâkim olan bu kuvvet kendi mahiyetindeki
kuvvetle, heyulanın mahiyetini ve kuvvetini değişikliğe uğratmıştır.[66] Öyle
ise Allah hakkında da heyulayı yaratan O'dur; veyahut Allah, heyulayı dilediği
şekilde yaratmıştır, desin. Böylece heyûlâ, kendi nefsinde vukubulacak değişimi
kabul eder ve kendisinde terkip bulunmuş olur. Sonra o, değişime uğrattığı[67]
şeyin yok olmasına dilediği ismi verebilir.
Kendisiyle âlemin var
olması öne sürülen asıl, bâtıl olup yok olunca, kendisinin yok olması ile
başkasının değişmesi ve kâim olmasının ortadan kaldırılmasının hâsıl olması
için bizatihi kâim olmasının ortadan kaldırılmağı icap eder. Bununla beraber
heyulanın da yok olması meydana gelmiş olur. Böylece heyulanın bizzat kendisi
değişikliğe meydana getirmeye gücü. yetmez bir halde olur. Bu hususta da âlemin
bâtıl olmağı, devamlı olarak bir halden diğer bir hale geçip değişikliğe uğraması
da bâtıl olur. Onun varlığı bu asim fesada uğradığına delâlet eder. Bununla
beraber görünen âlemde bir şey bulunmaz ki onun bir şey için yararlı ve uygun
olması ancak hâkim olan Allah'ın kendisini öylece yaratmasından olmamış olsun.
Öyle ise, sabit olur ki, âlemin başlangıcının eğer bu cevherler ve arazların
olmasına uygun ve yararlı olduysa o, ancak Allah-u Teâlâ'mn onları böyle
kılmasından olmuştur. Allah-u Teâlâ, lıerşeyi böylece yaratmıştır.
Sonra, gerçekten âlemi
tabiatına çevirip yerleştiren kuvvetin kendisidir. Kuvvet ise, ondan ayrılmaz.
Öyle ise, kuvvete ne oluyor ki, kadîm olmadaki amelinden hâli kalıyor. Halbuki
tabiat sahibi olan, görünen âlemde amelinden hâli kalmaz. Gerçekten arazlar
yani kuvvetin meydana getirdiği arazlar, ya heyulada olur ki, böyle olduğu
vakitte onun «heyûlâ, kudretten hâli idi tâ ki, sonradan var oluncaya dek,»
sözü bâtıl olur. Veyahut da kuvvet, heyulada yoktu, sonradan bir şeyden
olmaksızın var oldu. Çünkü o, kuvveti heyulayı vasfettiği şeyle vasfet-miştir.
Halbuki kendisinde arazlar yoktu. Ve yine kuvvetin bir şeyden olmaksızın var olduğu
sabit olmuştur. îşte bu[68]
mânâdır ki, onları ifade ettikleri sözü söylemeğe mecbur kılmıştır. Allah'a
hamd olsun ki, bu söz de çürütülmüştür.
Bununla beraber,
onların kuvvet hakkında söylediklerinin hepsinin onu kuvvette, heyûlâ için
kılmak suretiyle üzerlerine ters çevirip vurmak mümkün olur. Çünkü kuvvet,
heyulanın gayrisi olmakla başkasından hâli kalmış olmaz. Böylece heyûlâ ve
kuvvet, iki ayrı varlıklar olur. Ve oy «kaç?» kelimesinin aded babından
olduğunu iddia etti. Orada sonradan var olan bir şey yoktur. Halbuki O, orada
bir şeyin var olmasını icabettirdi. Veyahut kuvvet, heyulanın kendisidir. Böyle
olunca da onun, «kuvvet heyûlâ ile beraberdir», sözü bâtıl olur. Veyahut
heyulayı değişime uğratan kuvvettir. Sanki o, heyulayı değil, kendisini
değişime uğratmıştır. Bununla beraber şu iddiada da bulunuyor : Gerçekten o
arazlar, heyulaya anz olmuştur da, onu hareket geçirdi, durdurdu, reddetti ve
alçalttı; bunlar, orada kendisine doğru hareket edecek veyahut kendisinde
karar kılacak veyahut kendisine yükselip alçalacağı gayrin bulunmaksızın bu
hususlar meydana geldiğini iddia etmiştir. Kendisinden
meydana gelecek şeyde. benzerlerinin
bulunmasının fasid olduğunu da iddia etmiştir. Hal bu ise bu söyledikleri
aslında daha çok fasid olan hususlardır.
Muhammed bin Şebîb,
bâtıl bir iddiada bulunup, kuvvete hareket ismini verdiğini ifade etmiştir. Bir
rivayetinde ise kuvvet, heyulanın vasfolunmadığı şeyle vasfolunmaz. Onlardan
heyûlâ hakkında bir çok görüşler nakletmiştir. Ben bunun sahih olup olmadığım
bilmiyorum. Ancak ne var ki onun kuvvete hareket ismini verdiği ve hareketin de
heyulada bulunduğu bir gerçektir. Öyle ise, onun «Gerçekten heyûlâ, hareketle
vasfolunmaz» sözü bâtıl olur. Çünkü o, heyulayı hareket ile vasfetmiştir.
Sonra, hareket,
heyulaya bitişik olması veyahut ondan ayrı bulunmasından hâli kalmaz. O,
bunlardan hangisini kabul ediyor. Bu durumda ise cisim ve araz olma isbat
edilir. Çünkü bitişme ve ayrı olma, bitişen ve ayrı olanın gayridir.
Ve sonra onlar;
cevherler asıl olanın hareketlerinden var olmuşlardır diyorlar. Müneccimlerin
sözü ve görüşü de böyledir. Şu bilinen bir husustur ki, o hareketlerin muhtelif
olmalarıyla beraber, cevherler yüksek ve alçaktan ve her taraftan var olurlar.
Öyle ise onun sözü ve görüşü bâtıldır.
Bu kısımda .Nezzam[69]
onlarla münakaşa edip sözlerini nakzetti; şöyle ki : Kuvvetin, heyulayı
değişikliğe uğratması arazların var olmasına sebeb olup, sonra renk, tad,
sıcaklık, yumuşaklık ve benzerleri gibi arazlar muhtelif olarak vücud
buldukları vakit, bunların bir hareket ve bir anda var olmaları gerekir. Onlar
da ancak bir cihetten var olurlar.
Bu hususa cevap olarak
şöyle denildi : Arazlar bir çok cihetlerden olur. Onların ekserisinin altı araz
olduğunu ve şerrin o arazların oniki-sinden meydana geldiğini iddia etti. Öyle
ise bunun, kuvvetin değişimi ile olduğu sabit olur. Oysa ki değiştirme bir
cihetten olur. Arazlar ise çoğalır, böylece hakikatin bunun zikrettiği şeyle
olmadığı sabit olur.
Muhammed bin Şebib,
onların; heyûlâ, arazların var olmasından önce uzun[70]
değildi, sözlerine itiraz edip şöyle der :
Arazlar da uzun değillerdi;
nasıl oldu da[71] var olduğunda uzun
oldular?[72]Araz da böyledir. Eğer
bunun vukubulması caiz olmuş olsaydı, iki hâli kalmayanın arasını cemetmek
caiz olurdu da, böylece hâli kalma hâsıl olurdu. Bütün arazlar hakkında da onun
gibi olduğu söylenirdi. Hepsinde, hem siyahlık bulunurdu ve hem de bulunmazdı.
Bu itiraza, zırnıh ve
sürmetaşı ile cevap verdi. Şöyle ki : Bunlardan her biri münferid olarak
yakmazlar. Bir araya geldiklerinde ise yakarlar. Yapılan bu itiraza cevap
olarak şöyle denir : Onlardan birinin yakması uzak bir hadise değildir. Fakat,
kendisinde yakmağı meneden bir şey vardır; diğerinde de bu maniin, menetmesini
meneden bir husus vardı. Bunun için o, yakar. Yoksa kendisinde yakma vasfı
olmadığı için değil, yahut her ikisi böyle idiler. Arazların durumu sana göre
bizim zikrettiğimiz gibidir. Uzun veyahut siyah olursa kendisine herhangi bir
manin hulul etmesi mümkün değildir. Heyuladaki durum da böyledir. Bunun içindir
ki her ikisi ihtilâf etmişlerdir.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Bizce bu konuda ve yıldızlar ve tabiattan zikrolunan hususta
asıl olan şudur ki; hakikatin .bu hususta, işitmeye, nakli delile rücu etmekten
hâli kalınmaz. Kendilerinde, tevhid ehlinden işitilen hususlar isbat etmiştir.
Çünkü onlarda doğru ve gerçek olan deliller vardır.- Yahut hazır olanla faile
delil götürülür. Eğer onun tuttuğu yol bu ise, gerçeği kabul etmek vacip olur.
Çünkü bir hal üzere var olan -onun itibare alınması var olmakladır- bu sıfat
üzere bulunduğu gibi olmasıdır. Bu itibarla, onların âlemin imtizacı,
yıldızların seyretmesi, kuvvetin heyulayı halden hale değişime uğratması ve hem
heyûlâ ve hem de kuvvet ikisi birden değişiklik yapar, diye sarfettikleri
sözleri batıl olur. Eğer kendi üzerine delâlet eden var olanda bulunan
anlamları itibariyle olursa; gerçekten asıl olan şudur ki, her tabiat sahibi
olan bulun-'duğu halden, hilafı olan bir hale değişmesi, ancak hikmet sahibi olan
veyahut sefih, yani hikmet sahibi olmayan değiştirici ile olur; fakat her
ikisinin de durumu sonuçları ile zahir olur. Onların işaret ettikleri asıl da
böyledir. Gerçekten o[73],
sonuçlarına yararlı olan şeyden o hallerin gayri üzerine olması ancak hikmet
sahibi olan ile olur. Çünkü o haller Öylece bulunmaktadırlar.
Bununla da onların
aslı batıl olur; ve gayrinin onu böyle kılmasını muhtemel kılan şeye aslın ihtimal dahilinde bulunması
sabit olur. İşte böylece onun bir hâkim olan muhdisle var olduğu anlaşılır.
Tevfik Allah'tandır.
Yine, tabiatinde yakma
bulunan şeyde bilinen husus şudur ki; o, ancak yakılmayı kabul eder bir halde
olanı yakar. Çünkü yakma ihtimali ancak onda bulunur. Karalamak ve hâl ve
cevherin durumu da böyledir. Sonra tabiatında yakma sıfatı ihtimali olanın
kendisinde yaratılış itibariyle yanması kabul edenden o durumu kaldırma
değildir. Yananın yaratılışında da bu hususa muhtemel olması tasavvur
edilemez. Görünen âlemde bu duruma muttali olan kimse ancak varlığı bilmek ve
ikisinin arasını cemetmekle elde edebilir. Görünmeyen âlemin hâl ve durumu da
böyledir. Böylece onların ispat etmeği kasdettikieri şey batıl olur ve o da
onların kendisinde bulundukları mâna üzerine oulr. Tevfik Allah'tandır.
Bununla beraber onların ölü olarak ifade ettikleri o, asılların tümünün tedbirleri bulunmadığı zaman ve tabiatları ile amel edip ihtiyar sahibi olmadıkları vakit kendisinden varlık meydana gelen ve yaratanın Âlim (bilici), Semî' (işitici), Basîr (görücü), Diri, Kadir, o cihetlere muhtemel olan ölü ve onlara ihtimal ve imkândan hariç olması caiz olmaz. Binaenaleyh, bunların hepsinin âlim olan var edici olanla olmuş olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır, [74]
Dehrîlerden olan
sümeniler (budistler), ezelde eşyanın hadis olduğuna muvafakat etmeleriyle
beraber şöyle diyorlar : Gerçekten yeryüzü devamlı olarak üzerinde olanı [75]kendisine
çekip indirir.
Onlara bu hususu
Nezzâm sorunca, yerin üstünde bulunanların ağır olduğunu Öne sürerek delil
gösterdi. Ağırlık ise havaya mukavemet edemediği için semada duramaz. Onlara,
ağır olan bir taşla, bir bez parçası yukarıdan
beraberce salındığı vakitte taşın daha süratli yere inmesi ile itiraz etti.
Sonra devamla yerin onlardan daha ağır olmasına rağmen onların yere
ulaştıklarım ileri sürdü. Sonra gördükleri şu hususla da onlara itirazda
bulundu : Rüzgâr, bir şeyi alır onu etrafa değil, yükseğe doğru çekmek
suretiyle onunla beraber yukarıya doğru yükselir. Onun, yerin altında olup
kendi kuvveti ile yüklenmiş olsa idi size bu hususu ne bildirirdi? Siz, yerin
üzerindekini yukarı yükselip çıkmaksızın aşağı çekmesiyle nasıl hükmettiniz?
Bunun benzerini de gördünüz, dedi ve sözünü böylece kesti. Bu, onların
münazarasının hülâsası olduğu vakitte karşılıklı oynamağa ne kadar benzer-
Belki asıl olan şudur ki; biz, onun göğü bir hal üzere gördüğünden beri
görmekteyiz. Yeri de ağırlığı üzerine müşahede ediyoruz. Yerin parçalarından
olan her parça, aklın ulaştığı en üst bir yerden salmırsa muhakkak o, yere
düşerdi. Bu husus delâlet ediyor ki, gerçekten yer, bulunduğu hâl üzere, semâ
da, olduğu gibi karar kılmışlardır. Onların havada karar kılmaları diye bir
husus yoktur, öyle ise onların kendi yerlerinde karar kılmaları hâkim olan Allah'ın
kuvvotiy-ledir. Ve onları düşüncenin idrâk edemediği, akim ulaşamadığı şey üzere
yaratmıştır. îşte bu hususta dehrîlerin ve onlara meyleden taraftarlarının
sözleri batıl olur.
Bununla beraber onların münazaraları çirkindir. Veyahut münazaranın yolu gizli olan hususların meydana çıkması için bahsetmek ve hikmetin sınırları üzerinde durmaktan ibarettir. Onlar, âlemi ihtilâf ve ittifaktan bulunduğu hal üzere kılmışlardır. Cevherlerin ve arazların muhtelif olması yaratılışları itibariyle kendilerinde bulunmaktadır. Onlar da eşyanın hareketlerinden meydana gelmiştir. Veyahut ta bir hikmete kudreti olmayan ilmi ve idaresi bulunmayan şey ile karışmışlardır. Beşer de bunlardan biridir.[76] Onların katında ilmin veyahut ta hikmetin olması ancak âlemin dışında sabit olur ki, onların idarecisi olur. Âlemin cevherlerinden en üst olanın âlemin kendisi ile bulunanın tabiatının dışına çıkması yine onun Allah'ın dilemesi ve dilediğini yaratmasının var olduğuna delildir. Kuvvet ancak Allah'tandır. [77]
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Sofistler şöyle diyor : Vakta ki
biz, insanı bir şeyi bilir, sonra bilmez
olarak bulduk. Ve yine lezzeti bulur, sonra o lezzeti kaybeder, yeryüzünün
haşaratı denizde ölür; denizde yaşayanlar, karada ölür; yarasa kuşu gece
görür, gündüz görmez, olduğunu gördük. Bu hususlarla ilmin sahih olmadığı ve
ilmin ancak itikattan ibaret olduğu, her ne kadar diğerinin itikadına uymazsa
da bundan başka bir şey olmadığı sabit olur.
îbni Şebib; bir soru
sorup der ki : Siz ilim yoktur dediniz, eğer bu sözü ilimle söyledinizse, siz
ilmin varlığım ispat etmiş olursunuz. Yahut bunu siz, ilimsiz olarak
cehlinizden ötürü söylediniz. Öyle ise sizin ilim hakkında bir iddiada bulunmaya
hakkınız yoktur. Bununla beraber siz, bu sözünüzü ilimsiz olarak cehaletinizden
dolayı söylediğinizi biliyorsunuz, diye onlara sordu. Eğer onlar biz bu sözü
ilimle söyledik- derlerse onlar, kendileri ilmi ispat etmiş olurlar[78].
Eğer ilimsiz söyledik derlerse onların ses çıkarmamalarını kendilerine lâzım
görmüş olurlar.[79]
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Bu şekilde münazaranın olduğunu söyliyen[80]
kimsenin ifade etmiş olduğu hususun hiç bir mânası yoktur[81].
Çünkü o, ilimden değil, itikattan hasıl olan bir şeydir. Münazara anında
söylenen herşey, söylendiği gibidir. Münazara ancak hakikatleri inkâr eden
kimse ile yapılır. Tâki onun sözü gerçek delillerle ve ispat edilerek
reddedilsin ve dâvası da böylece reddedilmiş olsun.
Amma kim ki itikattan
başkası değildi derse, o, ancak ne diyorsa odur. Böylesi kimseye ancak elem
verici bir darbe ile ve icabında ölüm cezası ile mukabelede bulunulur. Öylesi
itikat ettiğine inanır. İtikat ettiğinin ziddmı inkâr eder. Veyahut ona
gerçekten ben, senin inkârının ikrar olduğunu biliyorum, diyerek mukabele eder
ki, onu inkâr ettiği şeyle mecburen ikrar etmeğe zorlasın. Bununla beraber o,
itikaddır, başka bir şey değildir. Ve kendisinde de itikadın ispatı vardır.
İtikadı ispat etmesiyle de ilmi nefyetmesi hususundaki sözünün bâtıl olduğu
meydana çıkar. Tevfik Allah'tandır.
Bununla beraber onun
hilafı olarak zahir olan eşya ile karşı karşıya kaldı. Eğer ilim kesinlikle
olmamış olsaydı, hilafın zahir olmasını mene-den şey batıl olurdu.
Muhammed bin Şebib,
kendisine, bir olan şeyi iki olarak görmesi, diğerini de bir olarak görmesi
ile soru sorup bu ikisinin hangisi hak ve gerçektir dedi. Bu sorusuna şu
cevabı verdiğini iddia etti. Birinci kısımda ona böyle baktığı için böyle
olduğunu sanmıştır. Ona bir cihetten bakıyor. Her iki gözünden biri ile
gördüğünü, diğer gözü ile başka yönden görmüş oluyor. Buna delil olarak şu
hususu öne sürüyor : Eğer bir gözü kör olsaydı, kör olan gözün isabet ettiği
yönden onu göremezdi. îleri sürdüğü görüşünü bu örnekle güya kuvvetlendiriyor.
Fakih Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Bu mevzu ve bu mevzu gibi olanlarda asıl şudur : Hakikaten,
his ile elde edilen ilim, hislerin, durumlarının farklı olmaları ile birbirine
benzemez bir halde olurlar. Hisler[82]
sahibi olan, âfet kendisinde bulunanı bilir. Böylece âfetin bir perde olduğunu
anlar. His ile ise, âfet anında hakikatin hilafını öğrenir. Onun hakikatinin
kalkıp yükselmesi[83] -de
uzar. Bu husus, hissin üzerine vukubulan, uzaklık, lâtif olma ve kendisini
kapsıyan ve kapatan perde gibi hususlardan meydana gelmiş olur. Bu ise bazen
görmede vukubulur. Her hissin durumu buna göre olur. Bunların hepsi hislerle
bilinir. Bunun üae-rine bir nakız'm[84]
bulunması tasavvur edilmez. Bu söz ve görüşler, ihtilaflı olma sözü ve fikrini
çürütmüş olur. Bununla da delil getirilir veyahut dava ispat edilir. Böylece
onun hakikati nefyetmek için söylediği sözü ve fikri çürütülmüş olur. Zira
ihtilâf sabit olmuştur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Balı acı bulan[85]
safra sahibi kimsenin durumuna kargı cevaplarımız şöyledir : Bu husus tatma
organındaki hastalıktan ileri gelmektedir. Kendisi de bunu bilir.
Îbni Şebib diyor ki :
Bu mevzuda insanlar ihtilâf etmişlerdir. Bir kısım insan, balda acılık
bulunduğunu söylemiştir. Bal, tadma organında bulunan hususla[86]
birleştiği zaman acılık çoğalıp kuvvetîeşir. O da balı acı olarak bulur. Diğer
bir kısım insan da der ki : Gerçekten safralı olan kimsenin tadma organında,
safra suyunda bulunan acılığın etkisi bulunur. Tadma organında bulunan bu
acılık, baldaki tadla birleşince tadma organında acılık, harekete geçer.
Böylece, kişi o acılığın hissini duyar.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Bu hususta asıl olan odur ki, insan, hudut ve yönleri
kuşattığı zaman kendisinde bulunan her cihet, idrak olunan cihetle karşı
karşıya bulunur. însan, o cihetle ancak karşı karsıya bulunduğu ciheti idrak
eder. Başkasını idrak etmez. Karşı karşıya bulunup idrak ettiği cihete bir
hastalık ve âfet geldiği veyahut karşısındaki cihet, perdelenip Örtüldüğü[87]
zaman onu örten'[88] cihetten ve mukabilinde
bulunandan örtmüş olduğu kadarını giderir ve onu idrak edemez. Bu, tıpkı idrâk
edilen neviden ibaret olan cihetten dişındakini idrâk etmesi gibidir. Böylece,
bu husus üç hâl olarak vukubulmuş olur : Birincisi, cihetin değişmesiyle, ki,
bu durumda ondan kesinlikle bir şey idrâk et-mes. İkincisi de; perdelerin
hepsinin kalkması ile beraber, cihetin olduğu gibi kalması. Bu hal ile idrâk
olunanın hakikatini anlar. Üçüncüsü ise, şöyle ifade edilir : Karışık bir haîde
bulunması. Bu haldeki birbirlerine olan farka göre idrâk etme de farklı olur.
Bunun hepsi, hissin hakkıdır; hisle bilinmiştir. His ile elde edilen ilim
hakkında hakikatle kesinlikle ihtilâf varid olmamıştır. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Sonra Nezzanı'm
sumenîlerle yaptığı konuşma, öyle bir çeşit külfeti ortaya koymuştur ki,
kendisinden hiç bir menfaat bulunmayan sözlerden ibaret olduğunu ortaya koyar.
O, şu iddiada bulunuyor; hakikaten balıkların yaratılışında rutubet ve soğukluk
galip vasıftır. Onlar, karada ve susuz yerde'[89]
bulundukları zaman, kendilerinde hararet ve kuruluk galip gelmiştir. Bunlar,
rutubet ve yaşlık üzerine galebe çaldıklarında her ikisini yok edip ortadan
kaldırırlar. Tabiatten her, birbirine zıt olan da bÖyledir.Biri, zıttma galip
geldiği zaman onu yok eder. Gökte uçan kuş ve su köpeğinin durumları da
böyledir. Su köpeği balıktan daha fazla itidal sahibi olduğu için o, hem suda
yaşar ve hem de karada. Yarasa kuşu ise, onun görmesi başka vasıta ile olup
kendisinde kuvvetli olarak bilkuvve mevcut olmadığı için onun görmesini güneşin
ziyası giderir. Onun için o, güneşte göremez. Tıpkı insanın güneşin gözüne
baktığı zaman gözü kamaşıp göremediği gibi. Güneş battığı zaman görmesini
zayıflatan husus gider ve görme gücüne sahip olur. Karanlık fazlalaştığında da
göremez. Arslan ise onun görme gücü ve kuvveti fazladır. Gördüğünü görür. En
çok gördüğü şey de başkasıdır. Böylece onu geceleyin görmekten meneden şey,
gayrini görmekten menedenden daha azdır. Ebu Mansur (r.h.) bunların hepsi[90]
abestir, bilakis gerçek olan onun böylece yaratılmış ve bu tabiatla meydana
getirilmiş olmasını ifade etmektir. Evet, cevherlerin bazısı havada uçar,
diğer bazısı da suda yüzer. Üçüncü bir kısmı da yeryüzünde yürür. Bu gibisine
mutedil olmayı teklif etmek, âlemlerin Rabb'isi olan Allah'a tahakküm
etmektir. Aynı zamanda kendisine izin verilmiyen ve kendisinin idrâk edemediği
şeyle illetlendirmektir. Bu husus ise mevcudatın tahkikinde şeriatm kendi
zımnında kılmış olduğu şeyden değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra uyuyan kimsenin
gördüğü şeyle kendisine itiraz etti ve dedi ki : Uyuyan kimsenin gördüğü şey
çıkar. Belki de uyumayan kimsenin durumu da bunun gibidir. Veyahut rüyasında
gördüğünden esinlenerek uyanıkken karşılaştığı şeyi daha evvel anlar. îddia
edip diyor ki : Gerçekten her iki halin arasını ayırt edecek şey, uyku halinde
gördüğünü aklen doğru olmayan şeyi görmesidir. Meselâ, uykuda iken kendisini
ölü olarak görmesi gibi. Ölü, bir şey bilmez ve anlamaz. Yahut başının kucağına
düştüğünü görür. Bunun gibisini uyumayan kimsenin görmesinin imkân ve ihtimali
yoktur.
Eğer uyuyan kimse,
mümkün olmayan şeyi nasıl düşünebilir? Halbuki o, düşünmekte sabit olmaz
denirse, bu hususa şöyle cevap verilir : Uykusunda kendisini gördüğü vakitte
kendisini ölü veyahut ta diri[91] olarak
itikat etmiyor. Mümkün omlıyan ise bu husustur. Başını atılmış olarak görmesi
de böyledir. Çünkü o, yani, başının iki mekânda atılmış olduğunu düşünmez. Ve
uyanıkken elde edilen ilmin doğru olması, uykuda iken hasıl olan ilmin fasid
olması iktisaptır diye iddia ediyor ve delil olarak da, zikrolunan şeyi
gösteriyor, ilâve ederek şöyle diyor: Bazen uykuda gerçek ve doğru olanı görür.
Bu ise meleğin kendisine göstermesi ile veyahut bunun sıhhatli olanlardan
bulunan şey ile veyahut da bunun bazısı ile olur.
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu hususta ve birinci görüşte asıl olan şudur : Gerçekten hasta olan kimse, rüyasında hastalığını, uyanıkken bildiği şey ile bilir[92]. Bu da hissin hakkıdır. O, uykuda iken mecburi görür, fakat uyanıkken mecburi görmez. Yine böylece uyanık halde iken kendisine vurulan şeyin acısı baki kalır. Yemiş olduğu şeyin[93] lezzetini bilir. Bizimle onların arasında bu hallerde bir mesele yoktur. Ancak bizim aramızda uyanık olanın hakkını ilzam etmek ve zikrettiğimiz şey ile zaruri olarak onun tahakkuk ettiğini, sonra bununla değiştiğini ifade etmektedir ki, bu, ancak arız olan âfetler için olur. Bunun hülâsası şudur ki : Gerçekten tabiat veyahut yıldızlar ve gıda maddelerinin bunu meydana getirmelerinin ihtimali bulunmaz. Onlarda bu hususu ica-bettiren şey de yoktur. Ve gerçekten bunlardan her biri için zarar ve menfaat vardır. Kendisinde galebe çalma itidal bulunan şeyin tabiatle ve yıldızla bulunduğu hal üzere muhkem olması ve hikmetten çıkması bakımından mislinin ve aynının bulunması muhteme[94] değildir. Tabiatın âcabettirdiği şey, buna muhtemel olmaz. Bu hususun beyanı ve açıklanması geçmiştir. Tevfik ancak Allah'tandır. [95]
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Menanîler şu iddiada bulundular : Gerçekten eşya, bulunduğu
hal üzere karanlık ile ziyanın imtizaç etmesinden meydana gelmişlerdir. Halbuki
ziya ile karanlık, birbirine zıt ve mütebayindirler. Ziya, yükseklikte doğu,
batı, güney, kuzey yönlerinden dört cihette nihayetsizdirler. Karanlıktaki
alçaklıkta, bunun gibidir. Karanlığın iltika cihetinden bir sonucu vardır.
Karanlık, ziyaya doğru hareket ederek her ikisi imtizaç etmişlerdir. Âlem,
bunların imtizacından hasıl olan imtizaç kadarınca var olmuştur. Ziya ile
karanlıktan her birinin beş cinsi vardır. Onlar da : Beyaz, kırmızı, siyah,
sarı ve yeşil olmaktan ibarettir. Herşey ki, bu cinsten olup cevherden
gelmiştir; o, hayırdır. Karanlık cevherinden olan ise serdir. Yine böylece ziya
île karanlıktan her birinin beş duyusu vardır : İşitme, görme, tadma, koklama
ve tutma hassası. Ziya cevherinin bunlara ulaştığı şey hayır olur. Karanlık
cevherinin ulaştığı da şer olur. Ziyanın ve karanlığın ruhu vardır. Karanlığın
ruhuna «hemâme» ismi verilir ki, o, diridir. Ziya'yı kendisinde hapsetmek için
âleme galebe çalmıştır. Ziya, hassas değildir. Kendisinde bulunan şey,
tabiatiyle var olmuş olup hepsi hayır olur. «Hemâme» ise, hassastır. Ziya ile
karanlığın her biri kendi yerlerinde olurlar. Sonra eşyanın en yücesi, en
temizi olarak; en aşağıda olan da en pisi olarak bulundu. Onların
tabiatlarında hafiflik ve ağırlık vardır. Bunlar ise birbirine zattılar. Çünkü
hafif olan yukarı doğru yükselir. Ağır olan da aşağı doğru yuvarlanıp iner. Böylece
zaman gelir geçer. Zira böylece oldukları için imtizaç ettikleri gibi nihayet
bulma hususundan kurtulurlar.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Bu sözü iyi düşünen kimse, onu tefsir etmekten başka, o sözü
iptal etmek için deliller arayıp ortaya koymaksizm hepsinin birbirine zıt ve
birbirini nakzeder halde olduğunu görür. Bunun birincisi, o, sana bîr çok
yönlerden nihayeti gösterdi ve bir yönden de ispat etti. Sonu olanı sonsuz hale
soktu. Çünkü son olma bir sınırdır. Sınırlık ise kendisinden büyük olan şeye
nazaran kıya ve küçüktür. Bu ise başkasının kendisinde tedbiri bulunduğunu
ifade eder ki, o da onun bir tarafının hadis ve bir cüz olduğuna delildir. Ve
mütenâhî olan cüzlerin[96]
hepsinin gayri mütenâhî1 olmaları mümkün değildir. Çünkü bu manâ, nihayete
muttasıl olan her cüzde bulunmaktadır. Gerçekten onlardan her biri, nihayetsiz
olma yönlerinden ya diğeri nihayette bulunur, o zaman onun «zıya ile karanlık
bir taraftan imtizaç ettiler» sözü batıl olur. Belki her ikisi de bir taraftan
olup sonra imtizaç ettiler. Eğer böyle olmasaydı onlardan her biri diğeri için
bulunan dört yönden zail olurlardı. Böylece bütün o yönlerden mütenâhî olur.
Tevfik Allah'tandır.
Sonra süflî olanın
alçalması, ulvî olanın da yükselmesi, tabiatlarından oldu ise -ki, birbirine
zıt olmanın manâsı budur ve sonucunun gideceği yer de orasıdır- nasıl oluyor
da süflî olan yükseğe doğru yükselip çıkıyor? Bu ise safî ve temiz olan
yüksekliğin tabîatmdandır. Hayrın manâsı da budur. Süflî olandan her iki emri
beraberce var olunca kendisine iki hususu söylemeği lâzım kılan manâ batıl
olur.
Sonra ulvî olandan
beklenen yükseklere intikal etmesidir. Bunu ne yerine getirmeğe kalkıştı ve ne
de cevherinin aşağı doğru inmesiyle tanınan şeyden bu hususu menetti. Hatta o,
bunun üzerine yükseldi. Âlemi kendi hükmü ile yarattı. «Hemâmesnin elinden
kurtulmayı nasıl arzuluyor ve istiyorlar? «Hemâme» bununla beraber hassastır,
hilelere faaldir, onu tutup bağladı ve hapsetti. Onun «Hemâme»den kurtulması
için hiç bir kuvveti
yoktur. Onun yaratılışında hâli kaldığında imtina etme yoktur. Nasıl olur da
bağlanıp hapsedildikten sonra kurtulabilir? Ancak şöyle demek müstesna : «Hemâme»,
onun yolunu serbest bıraktı[97] ve
onu hayır faili olarak[98]
kılmıştır.
Sonra gerçekten
zulmetin cevheri eğer ziyanın görüşü ise ki o, ziyayı hapsetmek için hükmü
altına almıştır[99] onun kendisi ilim ve
ru'yetle mevsuftur. Yoksa[100]
kendisinden korunması için görmediği ve hükmünden kurtulması için de bilmediği
şey değil. Öyle ise ilim, ru'yet, kudretli olma, ganî ve şerefli olmanın hepsi,
karanlığın cevherinde bulunmaktadır. Mahkûm olma, cahil olma, acz ve zillet
içinde bulunma ve hafif olma, ziyanın cevherinde bulunsun. Eğer bunun hepsi
hayır, evvelkinin de hepsi şer olursa size hayrı ve şerri gösteren nedir?
Ve yine sizin
katınızda şu görüş vardır : Gerçekten ziyanın fi'li, tabiî ve yaratılış
icabıdır. Karanlığın fi'li ise ihtiyarîdir. Âlemi de karanlık meydana
getirmiştir. Öyle ise, sizin âlemi yaratanın ikiden ibaret olduğu sözünüz
batıldır. Bilakis âlemin hepsi «bir»in fi'li ile meydana gelmiştir. Fakat o,
birin cüzleri, diğerinin cüzleri ile imtizaç etmiştir. Eğer diğeri, bunun
yaptığı fi'li ile olursa bununla da iki aslın âlemi var ettiği sözünü elde
etmek için diğeri var olur ise her tabiat sahibi[101] her
tabiat sahibinin kendisi ile olandır. Bunda da âlem bulunur. O zaman söz,
adedi sayılmayacak şeyle olmuş olur.
Sonra,, karanlık
ziyaya kızıp, galebe çalarak[102] onu
hapsettikten sonra, ziya ondan kurtulmuş[103]
idiyse, ondan kurtulması ya cevheriyle olur ki, bu mümkün değildir. Çünkü karanlıktan,
ziya imtina etmez. Bununla beraber ziyanın cüzlerinin, karanlığın
hapsetmesinden kurtulmasını icabettirir. Ziyanın üstünde karanlıktan ayrılan
şeyin gideceği bir yer yoktur. Zira bu tarafın gayri olan sonsuzdur. Halbuki
ziya, kurtulmakla sonu
olmayan yere gider. Kendisine karar kılacak bir yer bulamaz. Öyle ise
karanlıktan kurtulmasının karanlığın onu kendisinden[104]
reddetmesinden[105]
başka hiç bir manâsı yoktur. Böylece karanlığın ziyayı reddetmesi, ziya için
hayır olan bir iş olur. Çünkü hapsedilmesi şer idi. Oysa ki ziyanın cüzlerini
reddettiği zaman yükselip giden şey, ancak ziyanın cüzleridir. O ise bazısına
girer ve o da[106] nihayet ve sonuçtur.
Fakat karanlık ziyayı cevherinde tutuklamıştır. Sonra ziyanın tümüne hakim
oldu ve kendisini düşmanını hapsedecek bir hapishane yapmıştır. Düşmanı kendi
cevheri ile[107] ve kendi nefsinde
hapsetmiş olur[108]
Sonra karanlığın
imtizaç etmeden başka hiç bir had ve sınırı yoktur. Ziya kurtulmakla, sonra ne
olur ve nereye varır? Bu husus kurtulmanın hiç bir manâsı bulunmadığım
açıklıyor. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Sonra onların sarfettikleri sözlerden şu husus şayan-i
taaccüptür : Gerçekten âlemde bulunan hayrın hepsi ziyanın cevherindedir
diyorlar; öyle ise, ziya mahkûm ve mahpus olduğu halde hayır onun neresinden
hasıl olur? Fi'lin hepsi onun hapsedilmesi için diğerinden, yani karanlıktan
vukubulmaktadır. Ziyanın karanlığın zindanında tutsak olarak baki kalmasından
başka bir durumu yoktur. Mahkûm olan kimseden hayır olur mu? O, kendisini
istemeyen diğer cüzlerde görülmüyor mu ki, cüzlerini başkasının hapsine bırakıp
terketmîş bulunmaktadır. îşte o, şerrin ta kendisidir. Hayır onun neresinde
bulunur? Onun hepsi kurtulmaktan ibarettir ki, bu da kendisinden menedilmis,
değildir.
Sonra onların söz ve
görüşlerinde tenakuz vardır. Zira onlar, teba-yünün cevherle olduğunu öne
sürdüler. Onların cevherlere, birbirine mti-tebayin oldukları için imtizaç edip
bağdaşmaları mümkün değildir. O da kendi hali ile kaimdir. Zira onlar, imtizacı
başka bir varlık olarak kabul ediyorlar. Bu hususta onlara şöyle denmesi
gerekir :
îmtizae, yok olduktan
sonra[109] tekrar var olunca
meydana gelmiş değil midir? Bu soruya mutlaka «evet» demesi lâzımdır. Bunun
yerine sorup denir ki : O imtizaç, ziya mı idi; yoksa karanlık mı idi; yoksa
her ikisinden gayri mi idi? Eğer, ziya ile karanlık idi derse, bunların mümkün
olmadığım ifade etmiş olur. Çünkü onun kendisinde, hem imtizacı ve hem de
tebayünü ispat etmiş oluyor. Eğer öyle olması caiz olsaydı, her ikisinin
beraber bulunması caiz olurdu. Bu husus açıkça anlaşılmaktadır. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Sonra, karşılaşmak,
buluşmak bakımından bir sınır ispat etmeleri, ya ezelde birbiriyle ilişkili bir
halde idiler, veyahut değildiler.[110]
Eğer birbirlerinden ayrı ve mütebayin idilerse, birbirleriyle temas edip ilişki
kurulunca her ikisi de hadis olur. Cüz'ün hadis olması görülen âlemdeki
varlıklarla görüîmiyen âleme istidlal etme hakkı ile, kiil'ün hadis olmasını
icabettirir. Eğer birbirleriyle temas halinde idiyseler, her ikisinden birinin
mutlaka çoğalması lâzımdır. Tâ ki, diğeri ile imtizaç etsin. Yahut kendi
nefsine girebilmesi için diğerinden ayrı kalsın. Bu ikisinden hangisi olursa
kendisinde, olmayan bir ziyadelik bulunur. Yahut diğerinden alâkayı kesip
cevhere girme olur. Bunun üzerine onun sonsuz olduğunu söylemek bâtıl ve faşid
olur. Çünkü cüzlerinin sonu olmadığı zaman, kendisiyle imtizaç etmesi için
diğerinin kendisine girmesi yoktur, imtizacın ihtimali bulunduğunda onun sonu
olduğu sabit olur. Bununla beraber karanlığın yoğun olmasıyla, yoğun olmiyan
ziyanın üzerinde baki kalması, ziyanın kendisinden bir parça olması çok
uzaktır. Zira eşyadan her lâtif olan şeyle dolu bulunan da eşyadan yoğun olanmm
bulunup yerleşmesi mümkün değildir. Eğer o husus ziyadan olmuş olsa kendisi
muhakkak şerri iktisap etmiş olup keyfiyetin bir cevherde sabit olmasıyla kendisini
hapsetmiş olur. Ancak lâtif olan, aralarında bir delik[111]
kalan muhtelif cevherlerden olduğu zaman yoğun olandan bir çıkacak yer bulur.
Amma zikrolunan hususla yolu olamn vukubulması ise, o mümkün değildir. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Eğer yok olduktan
sonra imtizaçtan hadis olana sebkat ederse, bir veya ikisinden biri ile olur,
yahut ikisi ile olur. Onda ise hadis olma ihtimali vardır. Kül için de onun
gibisi vuku bulur. Veya her ikisi ile olmaz. Bunda ise üçüncü bir varlık olduğu
tesbit edilir. Yahut kendi nefisleri ile olurlar, bu sefer tebayünün
nefyedilmesi lâzım gelir. Veyahut da karanlık, kendi nefsi ile kalır. Böyle
olunca o zamanın kendisinden önce olan vakitten evlâ olması düşünülemez. Bir
şeyde imtizaç etmeyen iki cüz var olmadığı zaman -halbuki bu husus
vukubulmuştur-, niçin kül de böyle olmasın? Bununla beraber ayrılmaktan hâli
kalmaz. Çünkü[112] imtizacın tabiatiyle
olması gerekir. Tabiatler ise değişikliğe uğramaz. Bunun için ebediyyen böyle
olması vacip olur. Tabiatlerin nevinden uzun uzun konuşmuştur. Fakat gerçekten
karanlığın kendi ihtiyarı ile faal olduğu rivayet edilmiştir. Tabiatler
hakkında böyle söylemek ise fasittir. Onlardan şu haber de nakledilmiştir.
Karanlık, ziyaya kavuşuncaya kadar20 hareket eder. Ziyaya kavuşunca ona girer.
Eğer onlar, bu hususun ebedî ve devamlı olduğunu söylerlerse, kendilerine,
zaman hakkında geçen mevzularda ileri sürülen fikir ve sözlerle cevap verilir.
Hayır, böyle demeyip bir başlangıcın olduğunu ileri sürerlerse, o zaman hadis
olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Tevfik Allah'tandır.
Sonra onların öne
attıkları gu sözlerinde cehaletin tamamı bulunmaktadır. Zira onlar, diyorlar
ki; ağır olanın tabiatında agağı dü§me, hafif olanın tabiatında ise yukarı
yükselme bulunmasından her ikisi birbirinden kurtulurlar. Sonra bu tabiatle
beraber başlangıçta imtizaç ettiklerini öne sürüyorlar. Eğer onlardan her
birinin ayrılık ve ağırlık ve ha-fiflikde, diğerinin tabiatinde, olsaydı,
imtizaç etme ihtimalleri bulunmazdı, îmtizac etme ihtimali bulununca iki
tabiatın ne her brinde bulunmuş olduğuna delâlet etmektedir. Birisi her iki
hususa muhtemel olduğu zaman hayır ve şerre de ihtimali bulunur. Bunun içindir
ki, ikincisi batıl olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Gerçekten lâzım olan,
onların ziya ile karanlığı, tabiatta birbirine zıt kılmaları ve onlardan
birisinin imtizaca yararlı, diğerinin de uyumsuzluğa yararlı kılmaları
gerekmeğidir ki, bunlardan birinin diğeri üzerine galebe çalmış olsun. Sonra
onlar diyorlar ki: Ziya ile karanlık ayrıldıkları vakitte sonradan bir daha
imtizaç etmezler. Onlara bu hususu bildiren nedir? Biz yakmen biliyoruz ki,
onların içtimâ etmeleri mümkün değildir. Nasıl oluyor da çalışmakla
birbirinden ayrılma vücut buluyor? Onların ebediyyen içtima ve ayrılık üzerine
olduklarını kendilerine bildiren nedir? Ezeldeki durumları da böyledir. Öyle
ise ziya ile karanlığın iki asıl olarak kabul edilmesi fikri batıldır.
Sonra gerçekten
onların verdikleri bu hüküm, çok acayip bir hükümdür. Çünkü onlar, evvelden
var olan hallerinden haber almıyorlar[113]. Bu
iki cevherden imtizaçtan önce bir ilimleri yok iken ve birbirlerinden ayrılma
keyfiyeti hakkında malûmatları yok iken bu iki cevherden onların katında, ne
gibi haberler ve malûmat olur ki hüküm versinler. Tevfik Allah'tandır.
Sonra onların
nihayetin kesilmesinden ve nihayetsiz âlemin «seri üzere bir âlem olmadan
âlemin başlangıcı hakkında ileri sürdükleri fikir ve sözlerinin her bölümünden
delil getirmeleri istenir. Çünkü bunların hepsi delil ile olur. üntizac etme ve
ayrılma da delil ile sabit olur. Onlardan davalarını ispat etmek için delil
istenir ki ne derece sözlerinde inath olduklarını bilsinler. Bu hususta onlara
şöyle denir : Onlar, hayır ve serden imtizaç ettiğini müşahede etmemişlerdir.
Size gerçek ve doğru olan bir haber de[114]
gelmemiştir. Eğer «biz eşyanın yaratılışının ayrılık icabettirdîğini delillerle
bildik» derse, her şey asıl cevherine rücu eder dîye cevap verilir.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki: Onlara şöyle denir; bilakis eşyanın yaratılışındaki karakteri
içtimadir. Her birinin sonu cevherinin aslına varır. Bu vaki olduğu zaman
içtima da gerçekten tahakkuk eder. Onu sen daima böyle olduğunu kabul edersin.
Ve yine denir ki; zira birbirinden ayrılma, parçalanmadır. İçtima ise,
kenetleşme ve kuvvetleş-medir[115].
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Eğer, görünen âlemde
şahidi bulunmayan şeyin tesbit edilmesi cevherinden olması ile beraber caiz
olsaydı maruf olan havasın fi'lini veyahut kendisinde ulaşma bulunan şeyin
zıttı ile idrâkin vukubulmasım söylemek caiz olurdu. Onların şu sözüne itiraz
olundu; ziyada, hayırdan başka bir şey olmaz. Karanlıktan da serden başka bir
şey beklenmez. Bir adam kati işini işleyip sonra ikrar ettiği zaman eğer ikrar
eden, öldürenin kendisi ise o, sözünde sadıktır ve doğruyu söylediği için de
gerçekten serden sonra hayır işlemiştir. Eğer ikrar eden öldürenin kendisi değil
ise o, yalan söylemiştir ve serdir. Ondan hayır da vukubulmuştu ki, o da
öldürmeyi terketmektir.
Onların şu aşağıdaki
sözleri de böyledir : Gerçekten her hasse, diğerinin idrak ettiğini idrak
etmez. Sonra işittiği şey hakkında «işittim» dedi veyahut gördüğü şey hakkında
da «gördüm» dedi. Gördüm ve işittim dediği şey, işitmiş ve görmüş olduğunun
gayri değildir. îşte bu, idrak olunmayan gey ile verilen cevaptır.
Sonra karanlığın
karanlığı, ziyanın karanlığına fazla olarak aksettiği vakitte ondan soruldular
: Karanlığa bir şey, ziyade olmuş mudur? Eğer hayır, derseler, çoğalmayan şeyi
çoğalmış bir hale sokmuş olurlar. Eğer ziyadeleşti derlerse, kendilerine o
ziyadeleşen ziya mıdır; yahut karanlık mıdır; veyahut her ikisi midir? diye
sorulur. Eğer ziya ve karanlıktır derlerse, ya ziyaya fazlalık gelir veyahut
da karanlığa kî, bu da çok uzaktır. Çünkü onlardan her biri diğerinin cevheri
ile ziyadeleş-miş olur. Eğer ziya ve karanlığın gayri ziyadeleşti derlerse, her
iki hususa[116] başka bir varlık ispat
etmiş olurlar. Halbuki onlar, her birinin nihayeti olmıyan şeyle cinslerin
bütün cüzlerini bilmiyorlar. Eğer görünen âlemdeki varlıklarla, görülmeyen
âleme delil getirdiğini iddia ederse ayrılma, nihayet ortadan kalkması
hususunda söylediği sözü iptal etmiş olur. Çünkü o bunları görmemiştir.
Eğer biz, peygamberlerle bildik derse, kendisine denir kî : Eğer peygamberler ziyanın cüzlerinden olursa karanlık onu meneder. Karanlığın beş duyu organının dışında kendilerinde bulunan başkalarını men-edip örtmüş olduğunu size bildiren nedir? Bunlar bilinmez. Eğer ilkinde her hassa, gayri ile idrak olunan şey idrak olunur diye iddia ederse, onların «duyu organları beştir» demeleri batıl olur ve bir olan hasıl olmuş olur. Sonra işitmekle beraber aczin mevcudiyeti de ortaya çıkar. Onların gayri olanları da böyledir. Bunun üzerine ihtilâfın bulunduğu sabit olur. Sonra karanlığın hasseleri ile itiraz olundu; gerçekten karanlık, ziyanın hasselerinin idrak etmiş olduğu şeyi idrak ettiği ve her şeyin olduğu hâli üzerine idrak ettiği zaman her iki idrâkin birisinin hayır, diğerinin şer olması nasıl olur? Sonra zemmi af etmek kimin fi'lidir? diye sorularak kendisine itiraz olundu. Eğer zemmi affetmek, ziyanın fi'lidir derse bu, düşmanının yararınadır ve o da gerdir. Eğer, karanlıktandır derse, karanlık affetmiştir ve hayır olur. Biz, gerçekten görünen âlemde, cahil olup, bileni, hata edip pişman olanı, söyleyip sözünden döneni görüyoruz. Amma eğer ikinci olanın kendisi, birincisi olursa; birbirine zıt olan her iki fi'lin birden ve birin gayrinden vukubuiması sabit olmuş olur. Böylece üç yönden de hayırın yalan olduğu sabit olmuştur. Tevfik Allah'tandır. [117]
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Disânîlerin sözleri, esasta me-nânîlerin sözleri gibidir.
Fakat onlar, diyorlar ki : Ziyanın hepsi beyazdır, karanlığın tümü de
siyahtır. Ziya, diridir. O, ölü' olan karanlığa imtizaç edendir. Çünkü[119]
karanlığa kavuştuğu yönde onda katılık[120]
bulmuştur da onu yumuşatmak için kendisi ile imtizaç etmeyi murad etmiştir.
Bazen katı olan yumuşar. Tıpkı eğe ile bazısı, bazısından naklolunduğu zaman
testeredeki demir, katı olduğu gibi, yarık olan[121]
giderilip cüzleri düzenlediği vakitte yumuşar.
Bazıları dediler ki;
hayır, öyle değil, bilakis, ziya, karanlıktan eziyet görür ve onu kendisinden
defeder. Ve bunun için ona imtizaç etmiş olur. Tıpkı bu, toprakta çürüyen kimse
gibidir. Gerçekten çıkmayı teklif ettiği zaman kendisinde girme ziyadeleşir.
Hareket, ziyadan olur. Hareketsizlik de onun zıtündan. Çünkü her ikisi de
birbirine zıt olanlardır. Onlar, ziya ve karanlık olarak iki asim bulunmasını
vacip kıldıkları gibi iki de fer'in bulunmasını gerektirdiler : Biri, ziyanın
hareket etmesi ve hissi. İkincisi ise karanlığın hareketsiz ve hissiz olması.
Bunları ziya ile karanlıktan başka hiç bir şeyi açıklamaksızın ifade
etmişlerdir.
Fakih Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Biz, onların sözlerini, Allah-u Teâlâ'nm kendisine düşman
olmayı tercih eden ve dağıtımdan uzaklaşan kimseye olan öfkesini bilmeniz için
zikrettik. O kimse ki Allah'a itaatten kaçınmış, ona düşman olmayı tercih
etmiştir, kendi yaratılışım Allah'a boyun eğerek düşünmemiş, ona hak kapısını
açmak ve dinine hidayet etmek ve muvaffak kılmak için yalvarıp niyazda
bulunmamıştır. Fakat o, dünyaya meyil edip dünyaya kapanmış ve şehevî, nefsânî
isteklerine rağbet etmiş olduğundan kendi nefsine havale etmiş olup kendisini
düşmanından korumamiştır. Çünkü o, Allah'a niyazda bulunmamış ve kendisine
meylettiği dünyanın gayrine rağbet etmemiştir. Allah'tan^ yardım talep ederiz.
Asıî olan şudur :
Gerçekten Allah-u Teâlâ kulunun helakini, kulun kendisini Allah'a itaatten
alakoyup, onu inkâr etmeğe sevk ettiği şeyle gerçekleştirir. Bunu, kendisine
emrettiği şeyin, onu helak etmesinden korktuğu, ondan kurtulmayı arzuladığı
şeyin lüzumunu ona hissettirmesi ile Allah'ı inkâra sevketmiş olur. işte
onlarda, kendisinden hayır sadır olandan şerrin sudur etmesi muhtemel olmadığı
zannma kapıldıkları için iki ilâhın var olduğunu ve her birinin aslmm
diğerinin aslından başkası olduğunu söylemeğe koyuldular. Sonra kendilerince
hayrın aslı olanı, şerrin nihayeti, şerrin aslı olanı da hayrın nihayeti
yaptılar. Çünkü, onlar ziyayı, vardığı yerden habersiz olup, ondan bir şey
bilmez bir hale, hatta iki şeyden birine göre ona yapılan eziyeti red edip
kendisinde devamla kalmayı istemiştir. Onun üzerine kadir olmadığını bilmediği
gibi, onu reddetmeyi kasdettiği müddetçe orada kalacağım da bilmez. Kurtulmaya
da gücü ve kudreti yoktur. Zira onunla yok olmuştur. İlki onun ezasını
reddetmek ve sertliğini yumuşatmak için ona varmış olur. Çünkü onun üzerine
kadir olmadığını bilmez. Ondan kurtulmadan da acizdir. Mani'nin sözüne göre de
durum böyledir[122].
Zira onun sözüne göre karanlık, ziyaya başkaldırmış, onu kendi hapishanesine
atmış ve kendi zinciri üe[123] onu
sımsıkı bağlamıştır. Hatta o, geldiği yeri bilememiş, kurtulmaktan da aciz
kalmıştır. Her hayrın başlangıcı, ilmin nihayeti, her hayrı ihata etmek ve ona
ulaşılması ancak ve ancak onun üzerine olan kudretle hasıl olur. Bunun için
ziyadan her iki hususu giderdiler. Ve onları karanlığa gerçekleştirdiler.
Böylece ortaya atıp pekiştirdikleri şeyin hepsini nakzedip yıkmağa vardılar.
Zira onlar şöyle derler : Gerçekten hayrın hepsi, onların hepsi içindir.
Böylece ziyayı hayrın ekserisinin dışında; karanlığı da şerrin ekserisinin
dışında kıldılar. Sonra her iki hususu bire gerçekleştirdiler. Her zümrenin
kendisi ile kurtulmayı zannettiği şeyle helak olacağını bilmesi için o birin
iki varlık olduğunu söylediler. Tevfik Allah'tandır.
Bununla beraber eğer o
iki vecihten dolayı iki ilâhın vacip olduğunu söylemek gerekseydi, tabiatler
için dört ilâhm bulunduğunu söylemek vacip olurdu. Çünkü tabiatler birbirlerine
zıttır. Hepsi, birbirine zarar vermektedir. Eğer dört ilâhm var olduğunu
söylemek vacip olsaydı, şeyin kâim olması altı cihetten hâli kalmaz. Bunun
için altı ilâhın olduğunu söylemek vacip olurdu. Bu da yedi ilâhın var olduğunu
söylemek icabet-tirirdi. Çünkü o cihetler kendisinde bulunan, daha önce geçmiş
olan cihetle vasfolunmaz. Veyahut kendisinde toplanan tabiatler7 beşinci olmasıyla
beş ilâhın bulunduğunu söylemek gerekirdi ki, bu beşincisi ne sıcaklık ve ne de
soğukluk ile vasfolunur. Eğer senviyelerin dedikleri gibi iki aslın var olduğu
kabul edilmiş olsaydı, üçüncü varlığın bulunduğunu söylemek vacip olurdu. Çünkü
o iki asıl var iken ne âlem vardı ve ne de hayır ve şer. Bir şeyin kendi
nefsinde mütebayin olması ve aynı zamanda içtima ve tenakuzu icabettirmiyecek
şekilde kendi nefsi ile imtizaç etmesi mümkün değildir. Öyle ise, onun her
ikisinin gayri ile var olduğu sabit olmuştur ki, onunla da her hayır ve şer
var olur. Böylece onların ispat etmesini kasdetmeleri bakımından söyledikleri
sözler batıl olur.
Sonra bir ilâhın
varlığını söyliyen kimseyi, o sözü her hangi bir ve-cihle başka bir söz
söylemiye mecbur kılmaz. Esasen bu husus şöyle izah edilir. Gerçekten onlar,
öyle bir kavimdir ki, onların akılları eşyada, Allah'ın hikmetini idrak edecek
dereceye ulaşmamıştır. Ve onlar, Rabb'in her türlü belâ ve musibet şaibesi,
âfetlerin muhtemel olması, şehevî istekler ve ihtiyaçtan kendilerinin
bulunduğu sıfat üzere olduğunu sandılar. Allah'ın fiillerini, kendilerinin
fiilleri ile bilmiş oldukları hikmetle takdir ettiler. Onlar, eğer eşyayı
kuşatmaktan meneden zarurî perdelerden ve kendilerinin meşakkatlerinin
hepsinin içinde bulunduğu ve kendi maslahatlarına olan şeyleri düşünmüş olup
çalışmış olsalardı, bunlardaki hikmeti idrak etmekten onları alakoyan şeyin
cehalet olduğunu ve buna da insanlardan kendilerinin daha lâyık olduklarını
bilirlerdi. Çünkü onlar, iddia ediyorlardı ki, gerçekten âlem, ancak ziya ile
karanlığın birbiriyle imtizaç etmesinden ibarettir. Ziyanın cüzlerinden hiç
bir cüz yoktur ki karanlığın cüzlerinden biri ile bağlı bulunmasın. Karanlığın
kendisi bir perdedir. Sonra O, ziyaya hakimdir. Ziyadan meydana gelmesi istenen
hiç bir hayır yoktur ki karanlık onu hükmü altına alıp mezhep ehline tecelli
etmesini[124] engelleyip örtmesin.
Öyle ise onlar için ilim ve hikmetin yoluna vukuf bulma nereden gelir ki,
onlar, diğeri hakkında beşerin davası ile iddiada bulunsunlar? Sonra şu hususa
da taaccüp edilir ki, onların ziyası kendi nefsi ile kaim olması ve zulmetin
şaibelerinden kurtulması ile beraber kendisinde darlıktan, sıkışıklıktan ve
acz ve cehaletten imtizaç[125]
ettiği şeyi bilmiyor. Sonra[126]
onun cüz'ünden, cevherinden çektiği ve düşmanının eline düştüğü zaman
düşmanının kendisini tamamına ulaşması mümkün oîmıyan hikmete binaen serbest
bırakması umulmaktadır[127].
Hikmeti iddia etmiyen ve hikmet ehli ile münazarada bulunmayan, hikmeti niyet
etmeye de başlamıyan kimse için daha gerçektir. Çünkü o, kendi nefsindeki şer
ve hayırdan ibaret olan iki cevhere rücu eder. Yanında bulunan herkes de
böyledir.
Amma hikmet hakkında
teşebbüste bulunmak, ziyanın cevheri ile olursa hikmet hakkında kendisi ile
konuşan kimse de böyledir her ikisi de onların katında kendilerine bir gey
gizli olmayan hikmet sahibi olanlardır. O vakit ikisinin birlikte olmasının
manâsı yoktur. Her ikisi de kendi nefisleri ile orada bulunmaktadır. Yahut
karanhk cevheri ile girişimde bulunur ki, her ikisinin hikmete muhtemel olması
mümkün değildir. Yahut ikiden birisi ziya cevheri, diğeri de karanlık cevheri
ile olur. Bu surette olduğu vakit birinde cehaletin bulunması, diğerinde de
ilmin bulunmasının ihtimali yoktur. Öyle ise bu hususta konuşmak abes ve manasızdır.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Sonra bu mevzuda asıl olan odur ki; gerçekten kim ki bir iş
işleyip onun helak olup yok olmasından onunla faydalanmazsa o, kimse kendini
boşu boşuna yormuş olur. Ai-lah-u Teâlâ ise, başkasına muhtaç olmaktan yüce ve
kendi nefsi ile gayrinden müstağni, ve ihtiyaçlardan berî ve yüce olduğu
içindir ki, yarattığı şey ile faydalanması için onu yaratmamıştır. Bu suretle
fi'li ile bizzat kendisinin faydalanması batıl olur. Sonra yarattıklarını sırf
yok etmek için yaratmış olsaydı yaratmasında hiç bir manâ bulunmazdı. ÖyIe İse
gerçekten âlemin yaratılması sonuçları için olduğu sabit olur. Sonra Allah~u
Teâlâ, mahlûkatı yarattı ve fakat kendisine işin akıbetlerini idrâk etme ve
ayırt etmeyi bilme halinde kılmadı. Bununla sabit olur ki Allah-u Teâlâ,
mahlûkatı yarattı fakat kendi nefisleri için değil. Mahlûkatı, kendilerinin
yaratılmış olduğunu bilmeleri için yaratmıştır ki, onlar; kendilerinde bulunan
bütün sanat eseri ile kendilerini yaratanı bilirler ve ondan sonuçların
yararlı olmasını isterler. Hatta fi'li bu hususların dışına çıkan bile. Çünkü
o, yani Allah, bütün başkalarının kendisine muhtaç olan ve fi'linde hikmet
sahibi olandır. Bunun içindir ki sonuçları idrâk etmelerine sebeb olan akıllarından
kendilerinde yaratmış olduğu nimetleri yoketmemesi için onu yani Allah'ı
sevmeleri ge~ rekmektedİF. Çünkü onlar, tedbir ve idareleri ile başbaşa
bırakılmış [128]olsalardı sonucu
beğenilmeyen ve menfaat eseri bulunmayan şeyde kendilerinin böyle bir şeyi
meydana getirmelerine razı olmazlardı. Bunun gibisini alıp kabul eden kimse,
cahil ve aptalın tâ kendisidir. Bu zikrettiğimiz hususlar lâzım olunca,
zararlı ve menfaatli olanların yaratılması ve elem ve lezzette ihtimali bulunan
ve elem ve lezzetleri meydana getirmeğe vesile olan cevherin yaratılmasında
bir hikmetin bulunması gerekmektedir.
Bunları Allah-u Teâlâ,
nefislerinin kendisi istedikleri §eyi ve kendisini istemeyip kaçındıkları
hususu bilmeleri için yaratmıştır ki, imtihana tutulmuş oldukları şeyde kendi
mislini, yani istediklerini istesinler ve istemediklerinden de kaçınıp
korunsunlar, yine zararla menfaati bilsinler ki, eğer onlar olmamış olsaydı
kendilerinin yaratılmasında hiç bir manâ bulunmazdı diye Alalh-u Teâlâ, onları
bu iki sebebe binaen muhtelif bir şekilde yaratmıştır. Sonra kendi lûtfu
keremi ile her cevheri fayda ve zarara ihtimali bulunmak suretiyle yaratmıştır
ki onunla başkasına sirayet etmiş olur. Ve yine her cevherin menfaatini
kendilerinde zararlı unsur bulunan cevherlerden gayrisine ulaştırdı ki bakıp
gören kimseler onların hepsinin müdebbirinin gerçekten bir olduğunu bilsinler.
Ve eğer onlar bir çok ve muhtelif olanlardan meydana gelmiş olsaydı, nıahlûkat
birbirlerine girip birbirlerini yok ederlerdi. Çünkü hayır cevherinden hayırdan
başka bir şey gelmez. Şer cevherinden de serden başka bir şey gelmez. Bunlardan
her birerlerinin yaptığı, diğerinin yaptığının bazısı olur. Ve bunun benzeri
ile kaim olan şey de âlemin fesada uğramasına sebeb olur. Öyle ise âlemin
beraberce bulunması ve bir kısmının menfaatlerinin diğer bir kısmına bağlı
olması bu görüşün fasid olduğuna delâlet etmektedir. Gerçekten biz, âlemin
hepsini yaratanın bir olduğunu
söylemezsek birden fazla sayıları söylememiz mümkün olmaz. Çünkü onlardan biri,
onun üzerine delâlet edeni, kendisinde helak olanı" ayırmasına kadir
olmaz. Kendisine delâlet edecek bir ilmi de bildirmiş değildir. Kendi mislini
hakkıyla bilmek ve onun halini anlamak vacip değildir. Böylece bütün ilim
çeşitlerinin aslı ve furûu bilinmediği için ilim tüm olarak fasid olurdu.
Bununla beraber iki
cevherden birinin menfaat vermesi, diğerine zarar verir, işte orada zararla
menfaat birleşir. Ve onunla menfaatin sağlanması kendisiyle beraber menfaati
meneden bulunduğu için kesinlikle batıl olur. Âlemin bulunması ve âlemin her
birinde faydanın var olmasında onların yaratıcısı ve idarecisinin gerçekten bir
olduğuna delil vardır. Çünkü her zararlıyı lûtfu ile zararlı olduğu yönden
amelini hapsetmiştir. Bunu da menfaati murad ettiği kimseye ulaştırması için[129]
menfaatten neyi murad ettiği ise onu kabullenmesi için yapar. İşte kim, onun
zararını murad eden kimse hakkında bu konu böylece izah edilir. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Bununla beraber
bilinmektedir ki, gerçekten akıllar, yemek ve içmek için yaratılmamışlardır.
Bu hususta aklı olanla aklı olmayan birdir. Bir zümre vardır ki onlar, yemezler
içmezler. îşte onların bir zümrenin kalbinde tazim ve hürmetleri vardır[130]; o
yemiyen, içmiyenler de meleklerdir. Bununla sabit olur ki onlar, bakmak ve
ibret alınmak için yaratılmışlardır. Çünkü kendisinde övülecek ve güzel
görülüp benimsenecek husus vardır. Böyle olunca da hikmette cevherlerin
muhtelif olarak yaratılması lâzım gelir ki, tam bir ibret alma yolu ile ve tam
bir bakma hakkının verilmesi husule gelmiş olsun. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Gerçekten görünen
âlemde bilinen şudur ki, her iki işi birden yapan[131]
kimse daha tamam bir iş yapmıştır. Hatta onu bilmediği zaman kendisine zarar
verecek şeyden korunmasına hiç bir kimse kadir olamaz. Buna göre iki hususun
hikmete binâen birden yaratılması ikiden birinin yaratılmasından daha tamam ve
daha gereklidir. Bununla beraber onun yaratılmasmda failin gani olmasına ve her
şeyin olduğu gibi lâyık olduğu ile yaratmasına ilminin ve kuvvetinin tam manâsı
ile bulunduğuna delâlet eder. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Tevhid ehlinin
üzerinde durduğu şey için delil olarak Allah'a davet edenlerin doğruluğuna
delâlet eden hususlardan ve onlarla beraber bulunan açık seçik ve kuvvetli
olan delillerden başka bir şey bulunmasaydı —ki kendileri ile kuvvetli deliller
bulunan peygamberlerdir— ve bir olan yaratıcıyı inkâr edenler için onlardan
başka bir şey bulunmasaydı sırf bunlar, yani mahlûkat olmuş olsaydı Allah'ın
varlığına ve âlemin mucidi olduğuna kâfi derecede delil olurlardı. Nasıl hayır
denir ki, âlemden bir şey yoktur ki, o[132]
kendi cevheri ile hadis olduğuna ve onun hakim olan bir muhdis tarafından var
edilmiş olduğuna şahadet etmiş olmasın? Dinsizlerin mahlûkatra kadim olması
hususunda iddia ettikleri şey ile inat-iaşıp kendisine dönecekleri bir yere
varmaları için bir yol bulamadıklarından kendisinde delil olmayan kimseyi
taklid etme zorunda kaldılar. Veyahut da onları aptallıkları bu hale sokmuştur.
O da âlemin bir şey olmaksızın bir şeyden var olmasına delil getirmeğe vakıf ve
kadir olmadıklarından dolayı acz içinde olmalarıdır. Hiç şüphe yoktur ki,
onlardan herkes kendisinin eşyayı bilmediğini bilir. Sonra eşyayı bilir ve
eşyadan aciz kalır, eşyanın üzerine kadir olur, eşyaya yönelmeğe mecbur kalır,
sonra eşyadan zengin olur. Vasfı bu olan kimsenin kendi reyine güvenmemeğe
hakkı vardır. Ve kendi aklından olduğuna işaret edilen hususu görmesinden
faydalanmaz.
Bununla beraber onları
kendisinden doğan ve kendisine varan şeyleri bilmiyen tabiatlara yönelten
kimseler bulunur. Yıldızlar da böyledir. Veyahut da öyle kimseler ortaya çıkar
ki, işlerinin körlük ve cehaletten başlamış olan şeylerden bir çok yaratıcılara
havale ederler. Veyahut da birbiriyle zıt ve tenakuz halinde olan şeylerden
eşyanın bulunduğu hal üzere kadîm olduğunu söyliyenleri taklid ederler. Bu
bilinmeyen asıllarla beraber onlar için akıl nasıl düşünülür ki, kendileri bu
bilinmiyen asılların ferlerini teşkil etmektedirler! Veyahut da eşyanın
hakikatleri üzerinde dururlar; hatta her şeyde bir hikmet[133]
olduğunu veyahut olmadığını iddia ederler. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Gerçekten senviyeleri
bir şeyin bir §ey olmaksızın var olmasını inkâr etmeye sevkeden husus,
akıllarda tasavvur edilmesinin dışma çıkandır. Veyahut da hikmeti bilmek için
kendi aralarında gördükleri şeyi akılda takdir etmelerinden ileri gelmektedir.
Eğer onlar inkâr ettikleri gibi aklen düşünülenin dışında kabul edip kendi
katlarında bulunan şey üzere âlemin mebadii hakkında sözlerini veyahut
kendilerinde bulunan şeyin akıl, ruh ve duyu organlarının dışına çıkma
olduğunu veyahut ta verdikleri hükmün zihinde tasavvur edilmesinin dışında
olduğunu bilmiş olsalardı muhakkak inkârda bulunmazlardı.
Sonra gerçekten onlar,
cahil ve zayıf olan kimselerin kendi nefislerine yaptıklarına şahit olduklarını,
onların haberle bildikleri şey sonradan var olduklarını bilmiş olsalardı
muhakkak bilirlerdi ki, gerçekten bir şeyden olmaksızın eşyanın var olmasının
Allah'a isnad edilmesi daha doğru ve gerçektir. Âlem de o şeyin cümlesindendir.
Sonra Allah-u Teâlâ'nm mahlûkatm sıfatından berî ve münezzeh olduğunu ve
herşeye kadir ve herşeyden müstağni olduğunu bilselerdi, Allah'ın mahlûkatım
yaratmasındaki hikmeti idrak etmekte kalbleri daralip kusur etmezlerdi. Biz,
Allah'a tevekkül ederiz ve ondan yardım dileriz.
Ca'fer bin Harp[134]
anlatıyor : O, Seneviyelerden dirine soruyor; diyor ki : Birisi, diğerini
haksız olarak öldürüyor; sonra kendisine özür dilemesini teklif ediyorlar, o
da yapmış olduğu kötülüğü ikrar ediyor. Sen ikinci iş olan kötülüğü ikrarın
hayır olduğunu söylüyorsun. Eğer başkasından ilk iş vukubulmuş olsaydı ziyadan
meydana gelen yalan olurdu ki o da serdir. Böyle sorunca o kimse de bu soruyu
kendilerinin reisleri olana bildirince reisleri cevabî mektubunda şöyle
yazıyordu : Gerçekten o, hayvanına eziyet veren[135] ve
ondan özür dileyen kimse gibidir.
Bunun üzerine Ca'fer,
ona der ki : Onun zikrettiği husus ancak hayvana acımasıdır. Eğer hakikatte
Özür dilemiş olsaydı cahil olurdu. Ancak onun özür dilemesi hayvanı kendisine
yaklaştırmasından dolayı olması müstesna.
Bu sözü üzerine Seneviyelerden olan adam Islâmiyeti kabul etti. Ve onun
müslüman olması da hakkıdır. Ibni Harb'ın zikrettiği husus da gerçek ve
gereklidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra mu'tezilelerin
sözüne göre bu mesele yanlıştır. Çünkü onların mezhebince Allah'ın
yarattıklarında şer olan yoktur. Şer olana ancak mecaz yolu ile şer ismi
verilmektedir. Onların Seneviyelerle münazara etmeleri ancak seneviyelerin şer
zannettikleri şeyin şer olmasını izale etme hakkındadır. Amma, ancak
seneviyelere teslim olmaları ve her iki yönden Allah-u Teâlâ'nm gayrinde
bulunan yönden bir Halık'in bulunduğunun söylenmesi kendilerine gerekmesi ve
onun da bir yaratıcıya hasredilmesi hususunda onları nefyettiklerini ve böyle
söylediklerini görürsün, O ise mümkün değildir, fasiddir. Çünkü kendisinde
şerri ve hayrı yaratanın bir olduğunu ve bilindiğini tesbit etme vardır. Sonra
gerçekte bunlardan birini nefyeder ve seneviyeîerin sözüne rücu' eder ki,
gerçekten, hakikatte kendisinden şer yaratılan şey, kendisinden hayrın
yaratıldığının gayridir. O zaman iki olanı[136] birlemesi lâzım gelir.
Bu mevzuda Mu'tezile
mezhebinin görüşü şöyledir : Onlar, serler, ma'siyet ve kötülükler dahil olmak
üzere kulların fiillerinin yaratılmasını inkâr ettiler. Fakat kendilerine
cevherlerden serlerin yaratılması ile itiraz olundu. Ona ne serin ismi verilir
ve ne de kötünün. Eşyayı ifsad edene de mufsid denmez, ger ve fesad fiillerin
yaratılması da böyledir. Onlarla Allah'a isim verilmez. Bu hususta onların şu
cevabı vermeleri icabeder. Gerçekten cevherlere hakikat yönünden değil, mecazi
olarak şer ismi verilir. Serler, hakikatte ger değildir.
Amma bizce ise, biz
şöyle deriz : Gerçekten Allah-u Cellecelâluh, şer ve hayrın cevherinin
yaratıcısıdır. Mahlûkatm fiili şer olsun veyahut hayır olsun, onun da
yaratıcısı Allah'tır. Onun hükmü ve saltanatında var olan şeyin kendisinin
yaratmaması caiz değildir. Böyle olmasaydı kendisinin saltanatında ve hükmünde
şeriki, mahlûkatını yaratmasında da bir benzeri ve misli olurdu. Allah-u Teâlâ,
bu gibi şeylerden yücedir ve beridir. Ve yine deriz ki: Mahlûkatm yaratılması,
Allah'ın yaratma sıfatının kendisi değildir. Allah'ın fi'li de böyledir.
Allah'ın fi'li şer ve hayırla vas-folunmaz. Allah'ın fi'li vasfolunup o
hayırdır ve serdir denmez. Çünkü ö, kendi fili ile mevsuftur. O, kendisi
hayırlıdır ve şer sahibidir denmez. Kim ki hakikatte o fiili islerse ona o isim
verilir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Hikmet hakkında vacip
olan şudur ki, zararlı cevherlerin ve çirkin görünenlerin yaratılması duyu
organlarındaki âfetlerin yaratılması -srer-çekten beşerin hepsi bir şeye
inanmışlardır ki o, kendi duyu organlarından gaip olmuştur- ya menfidir
veyahut da müsbet. Onlardan gerçeğe yanaşanlar vardır, insanlardan bazıları da,
cahil olup şehevî isteklerine râm olan vardır. Zikrettiğimiz şeylerden havas
üzerine vaki olan şey, ya- i ratıîmamış olsaydı onlar güzelden çirkini ve
menfaat verenden de eziyet vereni ayırt edip bilemezdiler. Onu anhyamadikları
zaman akıllarının, güzelden çirkini, lezzet verenden de elem vereni ayırt edip
idrak etmelerinin ihtimali olmazdı. Üzerine havassın vaki olmadığı şey,
hasselerin kendi üzerine vaki olduğu şey ile temsil olunmaları için böylece
yaratmıştır. Çünkü her mu'tekid olan müşahede ettiği şeyden bilinenin bulunduğu
şey üzere görmesinden gaip olsun diye böyle yaratmıştır Allah. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Sonra Seneviyelerle ihtilâfa düştükleri hususları nakzederek onların söylediğinin hepsi hakkında ittifak etmişlerdir. Onlar, ziya cevherinin var olduğunu söylerler ve onunla hareket ederler. Bunun üzerine eğer onlar sözlerinde sadık olurlarsa bütün ihtilâfları bununla olmuş olur. Eğer yalan söylerlerse bütün yalan bununla olur. Onların bazıları sadık olup bazıları da yalancı olursa karanlık cevherini ziya cevherinin üstünde olanların sözü sadık olur. Tâ ki karanlık cevherine değil, ziya cevherine intisap etmeyi seçmiştir. Faziletli olanı tercih etmek ise akılların şahadet etmesiyle hayırdır. Öyle ise kendisinden başka bir şey sadır olmayan şerrin asıl olduğunu söylemek ve kendisinden başka bir şey gelmiyen hayırın da bir asıl olduğunu ifade etmenin batıl olması lâzım gelir. Kuvvet ancak Allah'tandır. [137]
Markiyanîler şöyle
diyorlar : Ziya, yükselir, karanlık ise alçalır. Her ikisinin arasında
mutavassıt bir varlık vardır ki, ne ziyadır ve ne de karanlık. O, his eden ve
idrâk sahibi olan insandır. Onların katında insan, bedendeki hayattır. Bu üç
varlık, birbirinden ayrı idiler, sonra imtizaç ettiler. Onlardan her cins
kendisine doğru bulunanın hizasında olur. Tıpkı güneşin yüksekten gölgenin
hizasında olduğu gibi. Ortada bulunan da zi-yânın hizasında olur ve altında da
karanlık bulunur. îki cevher de ilk geçenlerin katında hizada bulunma
hususunda böyledir.
Yıldıza tapanların
sözü menânîlerin sözüne uygundur. Ancak ibni Şe-bib'in iddia ettiği gibi
aralarında az bir fark vardır ki, pek nazarı itibare alınmaz. Menânîler, §u
batıl fikri öne sürerek iddia ediyorlar ki, gerçekten ziya, karanlığı kuzeyde
bırakıp kendisi güneydeki yerine gidiyor. Karanlık da ziyayı güneydeki yerinde
bırakıp kendisi kuzeydeki yerine gidiyor. Her ikisi de karanlığın bazısının
ziyaya girmesinde buluşuyorlar idi. Ve her ikisinin diğer yönlerden nihayetleri
yoktur. Bunun üzerine onların ifade ettikleri hususların seneviyelerin[139]
konuştuklarının aynı olduğu anlaşılıyor. Sonra ortada bulunanın âlemin işi
hakkında her ikisinden bulunanın tedbiri olmasından veyahut ta âlemden hadis
olan içtimadan hâli kalmaz. Eğer ortada bulunan idareci ise imtizaç bulma batıl
olur. O, ziya ile karanlık arasına nereden gelir? Karanlığın yaratılışmdaki
karakter, alçalmadır, ziyanın karakteri ise yükselmedir. Her ikisi arasında bu
hususu meneden fasıla vardır. Ancak her ikisinin arasım cemeden ve onun da
kendileri ile bulunan bir tedbir ile olması müstesna. Böylece asıl olan şerrin
tamamı olur. Çünkü o, imtizaçtan meydana gelmiş idi. Eğer o, ziya, ile
karanlığın arasını bağdaştırmasaydı onlardan birisinin diğerine ulaşması için bir
yol bulamazdı. Böylece hayır ve şerrin idarecisinin bir olduğu meydana çıkar.
Eğer ziya ile karanlık yaratılışları itibariyle ortada rol oynıyana galebe
çalarak onu kendi hükümlerine almış olup imtizaç etmiş olsalardı bu takdirde
ortada rol oynıyanm hissetmesi ve idrak etmesinin kendisine bir yararı
olmazdı. Çünkü o, tabiat sahibinin hükmü altında olur. Onun vasıta olmasının
hiç bir manâsı yoktur. Sonra iş ziya ve karanlıktan hasıl olmuştur.
Sonra dediler ki :
Onlar ortada vasıta olanın nihayeti bulunduğunu, diğer ikisinin ise nihayetsiz olduğunu ileri sürdüler.
Nihayeti olanın da nihayetsiz olanın hükmü altındadır. Çünkü o, nihayetli
olmayanın tamam olmasına nisbetle daha noksandır. Tıpkı kısa olanın uzun olana
nisbetle daha noksan olduğu gibi.
însanda eğer bedeninde
bulunan hayat, bedene hissettiren ve onu kullanan ise, ortada olup rol
oynayanın, yükselmeyi ve alçalmayı idare eden ve her ikisini kullananın kendisi
olması gerekir. Böylece, hakikatte ilâh bir olur; veyahut imtizaç ve hayal
gibisinden adı geçen husus batıl ve fa-sid olur.
Sonra, insanın
hayatından ibaret olan imtizaca işaret etmesi hatadır. Zira başlangıcını
meydana getirecek ve kendisinde fesada uğrayanı ıslâh edebilecek insan yoktur,
insan kendisine arız olanı da gideremez. Öyle ise var eden ve müdebbiri olamn
bir olduğu sabit olur. O da zikrolunanin gayridir. Zikrolunan da bir olan
Allah'ın idaresi ve hükmü altındadır.
Sonra, aslı bulunmayan
ve olmayan bir mizacın var olup, imtizaç bulması arası ile sonradan aslında
uyumsuzluk bulunmayan ve yok iken sonradan var olanın[140]
arasında hiç bir fark yoktur.
Sonra, yok iken sonradan var olan, hadislerin tamam olmasından sonra kadir olan Cenab-ı Hakk'm kudretiyle değişikliğe uğramasıyla hadislerin Allah tarafından var edilmesinin arasında da bir fark yoktur. Çünkü her ikisinin de düşüncede aynı görüşte olması uzaktır. [141]
Allame Ebu Mansur
(r.h.) anlatıyor : Mecûsîler şöyle diyorlar : Al-lah-u Teâlâ, yarattıklarına
bakıp güzelliğine taaccüp etti. Bunun üzerine onlardan kendisine zıt olandan
korktu. Bu durumu derin bir düşünce ile düşündü.
O düşünceden de iblis meydana geldi. Onlardan bazıları da şöyle der; Allah-u
Teâlâ'nm gözü geçen bir şeye ilişti, bunun üzerine arkasına baktı ki, iblisi
gördü, iblisle onu bir müddet bırakmak üzere anlaştı ve böylece ondan ayrıldı.
Bir müddet geçtikten sonra Allah onu helak etti. Bunun üzerine her şer
iblisten oldu, her hayır olanı da Allah'tandır.
Bu anlattıkları
gerçekte eğer onların ifadeleri ise onlar, Seneviyele-rin hepsinden daha
serdir. Çünkü Seneviyeler, fikirde tasavvur edilmeksizin bir şey olmadan bir
şeyin yaratıldığını gördükleri için ilâhın iki olduğunu söylediler. Onlara bir
şey olmadan âlemin var edilmesi sözü çok ağır ve büyük geldi. So.nra âlemin
hayır ve şerre müştemil olduğunu, her kim ki fiili hayır ve adilane olursa onun
öğülmeğe lâyık sıfatlarla ve fiili şer ve kötü olan kimsenin de kötü sıfatlarla
vasfolunduğunu gördüler. Her ikisini bire nisbet etmeyi büyük gördüler. Böylece
bir olan örf ve âdette cari olan şeyle hem öğülmüş ve hem de zem olunmuş olur.
Bunun içindir ki, iki kadim olan aslın bulunduğunu söylediler.
Mecûsîler gerçekten
âlemin bir asıl ve bir şeyden olmaksızın hadis olduğunu caiz gördüler[143].
Ancak kendisinden hayır işleri sadır olan kimsenin şer fiili ile[144]
vasfolunması onlarca çok büyük bir şey olarak kabul edilir bir hal aldığı için
ona şer olan bir şer fiili lâzım kılmadılar, bunun için onu ana yaptılar. Çünkü
kötü ve alçak düşünce serdir. Ondan hadis olan da şer olan İblisin kendisidir.
İşte tek olan ondan[145],
iki husus var oldu: îşte o da, onları iki aslın bulunduğunu söylemeye sevkeden
sebebtir. Bununla beraber kendisinden bir vakitte fikir hasıl olup başka bir
vakitte hasıl olmaması düşünülemez. Bunun için onunla bütün şer meydana gelir.
Eğer onun intikal etmesi murad olunursa bunun bir kere bulunması intikalin
reddedilmesine delâlet eder. Ancak hayır olanı söylemesi müstesna. Her halde
ona bu husus, şer olanı düşünmeden zahir olmuştur. Oysaki Allah-u Teâlâ,
Şeytanı, o müddete kadar terketmek üzere onunla anlaşmış olsa, ya Şeytan'm
serden yapacak olduğu şeyi, yapacağını. bilmezdi. Bilmemek serdir ve o da
başka bir serdir. Yahut onu böyle hareket edeceğini bilir de kendisindeki
fesad çıkarma sıfatını bilmesiyle onu terketmiştir. Bu da ondan bir
serdir. Bunun aynısını, ya düşündüğünü
yapmazdan önce bilmiş olur ve ondan olan
şeyi bilmek üzere düşünür ki, bu da serdir. Veyahut bu hususu bilmez. Oysa
cehalet de serdir. Sonra bu hususların kendisinden olmasından hâli kalmaz; ki,
o da serdir. Veyahut bunu bilmez; bilmemek de serdir.
Sonra Şeytan'a hakim
olma ve onu menetmeye kadir olmaktan veya olmamaktan hâli kalmaz. Eğer kadir
olup sonra İblis'e mahlûkatı ifsad etmesi için mühlet verirse, onların katında bu
serdir. Eğer İblis'i menetmeğe kadir olmazsa aciz olan âlemlerin Rabbi olmaz.
Bununla beraber şöyle denir :
Gerçekten İblis
kendisine verilen müddetçe Allah'a vadettiğini yerine getirir ki, vaadi yerine
getirmek hayır ve haktır. Böylece serden hayır meydana gelmiş olur. Halbuki
bunun, onun için olması lâzım olur. Çünkü o, hayirm aslı olan şeyden olduğu
vakitte ondan şer gelir[146].
Bunun üzerine onlara konunun aksini ifade eder. Her hayrm şeytandan geldiğini
ve her şerrin de şeytan'ın gayrinden geldiğini ifade ederiz.
Sonra îblis'in
kendisinden başka kendisine yardım edecek kimse olmadığı vakitte ve herşeyin
kendisine yardımcı olanlar varken aynı vakitte ona kudret vermekle nasıl emin
olur? Sonra mahlûkattan onun yardımcıları olanı şeytanın aleyhindeki hareketinde
yardımcı olmaktan onları nıenedecek olan Allah'ın yardımcıları ile karıştırdı.
Allah-u Teâlâ, mül-hidlerin vasfettiği şeylerden yücedir, beridir.
Eğer karşılıklı
anlaşma, bazı maslahatlar için olur derlerse cevaben şöyle denir : Zararlı
haşaret ve elem verici eşya da onun gibidir.
Sonra Allah'ın kendi
zıddmm karşısında korkuya düşmesi, kendisinin herşeyin Rabb'isi olduğunu
bilmemesini icabettirir. Göz isabeti de böyledir. Kim ki kendisine göz isabet
ederse, göz onu hükmü altına alıp kudretini giderir, ilmini yok ederse o,
kendi nefsiyle değil, gayri ile Rab olmuş olur ve başkası ile yaratıcı olur.
Böylece onların mabudlarına mabud değil, kul denmesi lâzım gelir. Sonra eza ve
elem verici cevherlerden hiç birşey yoktur ki onlar, mahlûkata menfaat vermesin[147].
Onlar[148], kendi nefisleri ile ne
zarar verirler ve ne de eziyet.[149]
Fakat, âlim ve hakim olan Allah'm onları, birini eziyet verici ve zararlı
kılması ile' ve diğerini de nıen-faatli olarak[150]
yaratması ile olmuştur. Böylece şerrin yaratıcısının tek olmasını söylemek çok
uzaktır.
Sonra şeyin bir şeysiz
olarak yaratılması ancak mahlûkatm kudret ve takatinin dışında ve tasavvurunun
da kalkması ile olduğundan aynısının gerçekleşmesini söylemekten hiç bir kimse
kaçınmamıştır. Çünkü cismin yaratılması ve onun tabiatleri ile rahimlerde var
olması, yıldızların hareketleri ile meydana gelmesi veyahut âlemin bu tabiatın
dışında bulunması, ziyanın ve karanlığın bağdaşması, sonra birbirine zıt
düşmesi, zikrolunan vechin dışındadır. Oysaki gerçekten herşeyin hakikatini kim
düşünürse onu böylece buluruz. Çünkü menide ve bütün gıda maddelerinde ve
rahimlerde beşerin manâsını ifade edecek hiç bir şey yoktur. Sonra kendisinde
akıl, fikir, işitme ve görme gibi hasseleri bulunan kimse, onların zikrolunan
hususların dışına âlim ve hakim olan Allah'ın takdiri ile çıkmışlardır.
Allah'ın kudreti ve iradesi ile var olmuşlardır. Bütün muhtelif tabiatler
veyahut da hayır ve şer cevherleri böyledir. Kendileri ile amelleri arası
serbest bırakılmış olsa, onlardan bir cevher meydana gelmez ve bir şeyin
yaratılması da mümkün olmaz. Allah'ın benzerinin olmasını söylemek aklın
düşüneceği şey olmaktan çok uzaktır.
Muhakkak biz geçen
mevzularda muhtelif cevherlerin yaratılmasındaki hikmeti beyan edip şöyle
demiştik : Cevherleri, güzeli güzel olarak, çirkini de çirkin olarak olduğu hal
üzere yaratması ile Allah-u Teâlâ, onlarla vasfolunmaz. Allah'ın, cevherleri
böyle yaratması hikmetin anlamı ve herşeyin yerine konması demektir. Gerçekten
Allah-u Teâlâ, nıahlû-kati kendisi muhtaç olduğu için değil, ancak kendi
zâtının bilinmesi için yaratmıştır. Kendilerinde akıl yaratılan mahlûkatın var
olması için AI-lah-u Teâlâ, Halik sıfatıyla muttasiftır. Allah-u Teâlâ,
mahlûkatı nimetleri[151] ve
belâları bilsinler diye ve onlarla imtihan olsunlar diye yaratmıştır. Bu
hususlar herşeyi yerli yerine koymakla ve kendilerine in'âm etmiş olduğu
nimetlere şükretmek ile olur. Zira Allah-u Teâlâ, cevherlerinin muhtelif
olmaları İle beraber bütün mahlûkatı[152]
delü ve ibret[153] yapmıştır.
Ve cevherlerin birbirlerine
tecavüz etmeleri[154] ve
birbirleriyle uyuş-malariyla mihnet ve musibet olarak yaratılmıştır. Bunların
hepsi nasıl korunulacağmı ve nasıl kaçınılacağını ve kendisinde korku olanı
dimağlarda güzel olarak yerleşip aklen öğülmeye lâyık olan sonuçlarına ulaşmak
için çaba harcamalarım bilsinler diye yaratılmıştır. Bununla beraber vaad ve
vaıdin hissedilen ve görülen kadarmca olması için terğip ve teşvik hakkında
rnüşahade ettikleri muhtelif cevher ve hallerle kendilerinde bulunan çirkin ve
matlup olmayan hususların ibka edilmesi için [155]yaratılmaları
da bu nıeyanda nıütalea edilmektedir. Çünkü o, marifetin yoludur ve
nihayetlerin anlaşılmasına onunla ulaşılır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Eğer fikirde tasavvur edilmeyen ile bir şeyden olmayan şeyin inkâr edilmesi caiz olsaydı, duyu organları ile her algı alamayanın onlarla idrâk edileni inkâr etmesi caiz olurdu. Çünkü duyu organının ulaşamadığı her gaip olanı inkâr etmesi anlaşılmamaktadır. îşte bu hususta mecûsîle-rin ve diğerlerinin görüş ve fikirleri nakzedümektedir. Çünkü onların hepsi geçmişlerine tabi olmuşlardır. Sonra akılda olanı düşünmek, duyu organının kendisine vaki olduğu şeyi takdir etmektir. Bu yok olduğu vakitte duyunun, düşüncesinde vukubulma hali tasavvur edilir. Veyahut da onun aynı düşüncede takdir olunur. Sonra Allah-u Teâlâ, duyu organları yolu ile bilinmez ve kendisinin bilinenlerde örneği yoktur. Öyle ise Allah'ı bir şeyle takdir etmek batıl olur. Sonra esas oian şudur ki : Akılla tasavvur edilen şey, hisle bilinen ilimdir. Veyahut hisle bilinen ilimde his olunmayan şey ile bilinmenin lâzım olmasının delilidir. Ve bilinmenin de ica-bettirdiğine delâlet eder. Çünkü her his sahibi olan hissin mahiyeti ve keyfiyetini bilmez. Onun her hisde[156] bulunması gerekir ki, hakikatte de öyledir. Öyle ise duyu organlarının kendi hakikatlerini[157]. bilen ve yaratan[158] kimse üe olması vacip olur. Bununla beraber duyu organları sahipleri şu hususu görüp[159] anlarlar ki, gerçekten onları yaratanın duyu organları ile idrak edilmesi mümkün değildir. Zira her duyu organı sahibi, duyu organlarının halleri ile kendisinde bulunan şeyi bilmez. Ve duyu organlarından birinin kendisinde fesada uğradığında onu iyi etmesinden acizdir. îş-te bu hususun Ötesinde bir âlim ve hakim olan Allah'ın bulunması vaciptir ki, bilinen hissolunan şeyin muhtemel olduğu hususun kendisinde bulunması mümkün değildir. Çünkü eğer caiz olup mümkün olsaydı, hissolu-nanm onunla var olması imkân ve ihtimal dahilinde olmazdı. Tıpkı bizim gibiler ile imkân ve ihtimal dahilinde olmadığı gibi. [160]
Fakih Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : İnsanlar, peygamberler ve getirdikleri dinler hakkında
konuşup fikirler öne sürdüler. Onları din âlimleri, maneviyat liderleri ve
beşerin akıllı ve hikmetli olanları ispat ettiler. Kendi yaratanmı bilmeyen
kimse de onları inkâr etti. Allah'ın emrini ve neh-yini bilmiyenlerden onları
tasdik edip ikrar edenler de vardır. Peygamberlere ihtiyaç duyulmadığının
aklen sabit olduğunu iddia edenlerden de peygamberleri ikrar edip kabul edenler
vardır. Bununla beraber kâhinler, sihirbazlar ve hokkabazların yaptıkları ile
peygamberlik iddia edenlerden alâmet ve işaretlerle karşılamak da mümkün olur.
Peygamberlerin
gönderilmesi hususunda çaba ve güç harcamış olmayan kimselerin aczinin zahir
olması da muhtemeldir. Onlar, bütün beşerin güç ve kuvvetlerini de imtihan
etmemişlerdir.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Biz, yaratıcı olan Allah'ı inkâr eden kimse ile Allah'ı ispat etme
hakkında münazara ve münakaşa ederiz. Çünkü Allah'ın peygamberleri göndermesi
hakkında münakaşa ve münazarada bulunmanın mümkün olması ancak Allah'ın var
olduğunu ve varlığının ispat edildiğini söylemenin lâzım olmasından sonra olur.
Bununla beraber her iki hususun birden olması, peygamberlerin mucizeleri ile
de mümkün olur. Çünkü peygamberler öyle bir kimselerdir ki kendi hal ve
durumlarını bilen millet arasından zuhur etmişlerdir. Onlar, güçlerinin
yettiği en doruk noktaya ulaşmışlar idi. Vaktaki onlar, akıllarına hükmeden
âyetlerle geldiler —ki, aynısını getirmeğe onların gücünün yetmeğe muhtemel
olmadığını bilmeleriyle beraber— kendisini gönderen tarafından vermiş olduğu
haberi tasdik etmekle ilim elde etmek gerekir. Ve o ayet ve mucizeleri meydana
getiren kimsenin peygamberliği ve getirip tebliğ ettiği dinî kuralların âlim ve
hakim olan ve kendisini ispatta deliller meydana getirmeğe kadir olan Allah
tarafından olması gerekir ki onu müşahede etmemelerine rağmen bu âyet ve
mucizelerle kendisini bi' sinler. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra emri, nehyi vaad
ve vaîdi inkâr eden kimse, hikmeti meydana getirmek için hasıl olmamıştır. O,
ancak Allah'ın kendisini var etmek ve yok etmek Üzere meydana gelmiştir. Sonra
bilinir ki gerçekten her fi'linin akıbeti böyle olan kimse, hikmet sahibi
değildir. Öyle ise bu hususlar Al-lah-u Teâlâ'nın kendisinde var ettiği
vahdaniyetine ve saltanatlığmın büyüklüğüne delâlet eden hususlarla beraber
yaratıcı ve âlim olanın hikmetine delâlet eder ki o da hakim olan Allah Celle
Celâluhû'dur. Tevfik Allah'tandır.
Bununla beraber Allah
Subhânehû ve Teâlâ, bizatihi ganîdir; fi'lin-de hikmet sahibidir. Mahlûkatı
kendilerinde yaratmış olduğu kudret ile kalmaları için yaratmıştır. Sonra
onların hayatta kalmalarını ancak gıda maddeleri ile Allah-u Teâlâ, mahlûkata
devamlı kalmayı ve yaşamayı sevdirmiştir. Eğer [161]onlara
emir ve nehiy koymamış olsaydı, onların hepsi baki kalma ve devamlı yaşamaya
ait kendisinde bulunan şeye tamah ettiği için önem verip onu elde etmeye
koşardı. Bununla beraber o şeyde de kendisi için lezzet ve şehevî istekler
vardır. Sonra onun yaptığı gibi akranı da aynı şeyi işlerdi. Ve böylece
aralarında çekişme ve itişip kakışma hasıl olurdu. Bunlar da onları birbiriyle
çarpışmaya sevkederdi. Kendisi ile baki kalma hissini verdiği hususta bu
haller olunca.yok olma korkusu da meydana gelirdi. Öyle kendisinde vaad ve
vaîdin bulunduğu şeyle emrin, nehyin, helâl ve haramların meydana çıkarılması
gerekirdi ki, herkes kendisi için olanı ve kendisi için olmayanı bilsin.
Böylece herkesin[162] düşmanlığından
kurtulup canı bakî kalsın. Kim ki emri, nehyi, mihnet ve musibeti inkâr ederse,
o görünen âlemdeki mihnet ve musibetin manâsına gitmiştir. O da ancak gizli
olanların zahir olması ve kapalı olanların açığa vurulmasından ibarettir. Emir
ve nehiy, emreden ve nehyedenin nail olacağı[163]
menfaati içindir. Veyahut da istemediği bir şeyi yok etmesi içindir.[164]
Allah-u Teâlâ, bizatihi ganî ve bütün sırları ve gizli olanları bilen olduğu
zaman mihnet ve musibetin; emir ve nehyin manâsı gitmiştir.
Fakih Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Biz, Allah'tan muvaffakiyet temenni ederek deriz ki; eğer
Allah-u Teâlâ'nın emri, nehyi, mihnet ve musibeti yukarıda zikrolunan şey
üzere olmuş olsaydı, gerçekten onun fi'li bu hususlardan ötürü istemediğini yok
etmek veyahut istediğini elde etmek veya kendisinde bulunan ayıptan[165]
sıyrılmak için olurdu. Halbu ise AHah-u Teâlâ, âlemi yarattı, fakat zikrolunan
hususlar için değil, emir, nehiy, mihnet ve musibet de onun gibidir. Bununla
beraber o takdir olunan husus ancak kadrü şerefleri yüce olan ve dereceleri
yükselen hususlara muhtaç olanların fi'lidir. Eğer onlar, bunlardan başkasını
istemiş olsalardı, işledikleri bu fiillerde onlar için ya hemen zarar veyahut
da atîde azap olurdu. Amma bizatihi hikmet sahibi olan ve bizâtihî ganî olan
zât, bir menfaat için yapmadığı gibi bir zararı defedip gidermek için de yapmaz.
Emir ve nehiy de onun gibidir. Hikmet ve ganî olmada imtihana tabi tutanların
muhtelif olmaları hususunu açıkladığımız şeylerle beraber onlardan birinin,
diğerini takdir etmesi caiz olmaz. Ve hakmı olanın rubû-biyet hikmeti için[166]
şerri işlemesi muhtemel olmaz. Bunun içindir ki zikrolunan şeyi kendi üzerine
alması hatadır.
Sonra gerçekten
mahlûkat, zararlı ve yararlı olmak üzere iki kısım olarak yaratılmıştır. Her cevherin
elem ve tad verme karakteri içinde meydana getirilmesinin imkân ve ihtimali
vardır. Bunların o şekilde var edilmelerinin muhtemel olması ancak sonuçların
hasıl olması içindir ki, Allah-u Teâlâ şiddetli azabını vereceğini beyan
etmekle mahlûkatı varacakları sonuçlarla korkuttuğu gibi zevk ve refah verecek
lezzetli şeylerin kendisinde bulunanları vaad etmekle de sonuçlara böyle
ulaşılmasına teşvik buyurur. îşte bununla gerekenden korkma ve gerekeni de
arzulama işi tamamlanır. Tevfik Allah'tandır.
Ve sonra Allah-u
Teâlâ, mahlûkatı yarattı. Mahlûkattan bazısını, bazısı için[167]
yararlı kıldı. Cenab-ı Hakk'in bizâtihî her şeyden müstağni olduğu için bu
hususta bir menfaati yoktur. Zararlı olanlar da böyledir. Emir ve nehyin,
mahlÛkatm bazısının, bazısına olan yararları ve zararlardan korunmaları
bakımından onun gibidir. Bununla beraber Allah-u Teâlâ, onlara kendilerine
yarıyacak olan hususları emreder. Tıpkı onları yaratıp yararlı nesneleri
kendileri için kıldığı gibi. Allah-u
Zülcelâl, mahlûkati
kendilerine zararlı olan şeylerden nahyetnıiştir. Tevfik Allah'tandır.
Yine emrin ve nehyin
hikmeti olarak şu husus ifade edilir : Gerçekten Allah-u Teâlâ, insanı en
güzel şekil ve bigimde yaratmıştır. Yeryüzünde ve gökte bulunanları ve
kendilerinde bulunan yararlı maddeleri ve bereketleri ile onlara musahhar
kılmıştır. Bu husus, onlardan meydana gelir. Mükâfaat yerine veyahut
yaptıklarının hakkı ödenmiş olma yerine geçecek bir şey sebkat etmeksizin
tahakkuk etmiştir. Öyle ise aklen böylesi bir nimetleri onları bilmiyenîere
boş yere verilmesi caiz değildir. Çünkü onda zayi olma ve nimetlere karşı
nankörlük ve zulüm vardır. Öyle ise bununla onlara sevilmeye müstahak olanın,
kendisine şükredilmenin vacip[168]
olanın kim olduğunu bilmeleri için nimetleri verenin kim olduğunu bilmeleri
gerekir. îşte o hususta da mihnet bulunmaktadır. Korku ve rağbetin tamam
olması için onlara vaad ve vaîd vasıl olmuştur. Tevfik Allah'tandır.
Sonra şu husus bir
gerçektir ki, adalet ve doğruluk aklen güzel görülmüş olduğu gibi, zulüm ve
yalan da aklen kötü ve çirkin telakki edilmiştir. Birinci grup, insanların
kalblerinde taht kurmuş, onlarca hürmet edilmeye ve mükerrem kılınmaya lâyık[169]
kılınmıştır. İkinci grup ise : Hakir ve hor ve korkunç birer varlık olarak
insanların kalblerinde yer almışlardır. Bunun içindir ki akıl, kendi nimeti
ile rizıklanan kimsenin şerefini yükseltecek şeyi yapmasını emreder. Kendisinin
bulunduğu kimseyi küçültüp alçaltacak, hor ve hakir kılacak hususlardan da
nehyeder. Öyle ise emir ve nehyin, aklın mecburi ve zaruri kılmasiyle de, var
olması vacip olur. Sonra keramet ve yollarını benimseyen sözünde durup verdiği
sözü yerine getiren kimse için sevap ve mükâfaat, heva ve hevesine uyup onları
aklın gösterdiği iyi yollara tercih edene de azap gerekir. Bunun için bizim
zikrettiğimiz hususlarda onlara adalet ve doğruluğun neler olduğunu
göstermeleri[170] her ikisinin zıttı olan
zulüm ve yalanın zararlarını[171]
öğretmeleri için peygamberlerin gönderilmesinin gerektiğini ifade edilmesini
icabettirir. Durumların icabettirdiği işin hamdü senaya muvafık ve mutabık
olması için de mahiyetinin anlaşılması güç olan her şeyi de peygamberler işaret
buyurup izah ederler. Tevfik Allah'tandır.
Sonra dünyada hiç bir
akıl yoktur ki, nefsini, verdiği sözü yerine getirmeme ve şehevî isteklere
dalmak hususunda onu ihmal etmekten razı olsun. Bilakis her akıl, nefsini
kendisine zarar vermiyecek ve sonuçları iyi olup öğülmeye lâyık olacak şey
üzere yetiştirmeğe çalışır. Bununla beraber kurtulmasını umduğu ve yararına
olanı tamah ettiği şeydeki zararım gidermekten cahildir. Bunun içindir ki
kendisini, işlerin sonuçlarını bildirip öğreten kimseye muhtaç kılar. Hatta
nefsini şehevî isteklerine râm olacak şekilde ihmal etmeksizin peygamberin
işaret duyurduklarını kabullenmeğe hazırlar. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra emir ve nehye
iman edip tevhidi ikrar ettikten sonra zikrettiğimiz yönlerden, gönderilen
peygamberleri ve onların tebliğ ettiği hususları inkâr edenlerle,
peygamberlerin gönderilmesine duyulan ihtiyacın yanısıra kendisinde hastalık
olmayan ve nefsi sâlih olan kimseye kifayet edecek, emir ve nehyin gerektiğine
dair delillerden zikrettiğim hususlarla beraber - münazaraya döneriz. Bu hususu
ifade ettikten sonra deriz ki; din ve dünya bakımından akim kendisine ihtiyacı
icabettiren ve mecburî kılma bakımından peygamberlerin gönderilmesinin
gerektiğini söylemek vacip olur. Sonra her ne kadar aklen ondan müstağni idi
ise de üstün kılmanın Allah tarafından olduğunun ispat edildiğini de ifade
etmek lâzımdır. Dünya işi de yine kendisi ile bulunan hususlarla din
kuvvetledir. Bu zikredilen hususlarda ve Allah-u Teâlâ'mn insanları yaratması
ve onları mihnet ve musibet[172]
ehli yapması, gökten indirdiği su ile yerden onlar için besin maddelerini
üretmesi ve onlar için ilaç kılması, sonra yerden bitenlerden öldürücü
zehirler ve hastalıkları meydana getirmesi ve kendilerine gıda[173] ve
akılları ile kendilerini kontrol ve imtihan etme nimetini ihsan etmesi[174] ki,
bununla gıda verenlerden[175] eza
ve zarar verenleri ayırt edebilirler. Çünkü olur kî onda imtihana tabi
tutulanın helakini icabettiren husus bulunur. Akıllarda ise bu hususu keşfedip
bilecek bir yol yoktur. Öyle ise yedikleri ile bedenlerini besleyip diri kılmak
ve onunla dinlerini dim dik tutmak için Allah-u Teâlâ'mn yaratmış olduğu bu hususlardan
her cevhere kişiyi muttali kıldığını söylemek lâzımdır.
Sonra akıllarda
başlangıçta ziraat ile üretilen hususlardaki zararlı
ve faydalı yönleri ziraattaki tedbir ve
icad edilen şeyi bilmeye bir yol yoktur. Sonra cevherin tamam olup bilinmesinden
sonra, onun nasıl kullanılacağını bildiren bir kimsenin bulunması elbette
lâzımdır. Tâ ki o maddeler ile beslenme doğru olsun. Bununla beraber
beslenmeye sâlih olması meydana getirilen şey de muhteliftir. Sonra haddini
muhafaza etmediği vakitte kendisinden faydalanan kimseyi zarara sokacak
şeylerden yenecek maddelerde çeşitli ezalar var edilmiştir. Çünkü o, onun
sınırını bilen kimseden meydana gelmiştir.
Sonra kendisine zarar
verdiği vakitte zararını giderecek kadarıyla devasını öğretti. Sonra tabiatların
birbirine uymaması ve öldürücü zehirlerin kullanılması ile tıp ilimlerini var
etti ki, zararlı olandan bedende kendisi ile faydalanacak olduğu kadarını
bitebilsin. Sonra kendileri ile örtünme, kapanma elde edilen ve sıcak,
soğuktan konumlan çeşitli elbiselerin meydana getirilmesi için var olan
sanatların meydana getirilmesi; sonra güçlü kuvvetli hayvanlardan kendileri
için yaratilanlardaki faydayı onları ehlileştiren kimse hangi yarar için
yaratıldıklarını bilmezler. Yani onlar menfaatler için mi yaratılmıştır veyahut
gayri için mi yaratılmıştır? Onları nasıl hazırlıyacaklarmı bilmezler. Çünkü
yaratılan hayvanların yaratılışında kendisi için yaratıldığı şeyden kaçınma
vardır. Tâ ki ona alışıp boyun eğsin ve itaatta bulunsun. Sonra din ve dünya
hususlarının ancak kendileri ile ikâme edebilecek oldukları çeşitli ticaret
sistemlerinin ihdas edilmesi; sonra ihtiyaçlarının memleketlere yayılması kî,
onların ne tabiatlarında ve ne de akıllarında kendilerinin muhtaç olduğu §eyi
nereden talep edeceklerini açıklıyacak veyahut delâlet edecek bir şey olmadığı
gibi onların yolunu bilecek de bir şey bulunmaz. Çünkü akılda bunların bulundukları
yerlere delâlet edecek ve yollarını gösterecek bir husus yoktur; sonra insanın
dünyada yaşamasını teinin eden ve Ahiret'ini anlamasını sağlayan dinlerin
öğrenilmesinde; sonra isimleri öğrenmemizde -—ki, o isimler olmamış olsaydı ne
ihtiyaçlar anlaşılırdı ve ne de onların bulunduğu yerini bir kimsenin bilmesi
mümkün olurdu— işte bu isimleri bilmemizde; sonra nesilleşme sebeblerinin
yönlerini bilmede; küçükleri terbiye etmeyi bilmede; sonra yolları belli
olmayan gıda maddelerinin meydana getirilmesindeki ilimde; sonra insanların
bazısının bazısını bilmesi ile beraber diller isimler, sanat, tıp ve bütün
mesleklerden, memleketlerin yollarından ve hayvanları terbiye etme, onları
kullanma keyfiyetinden, bütün zikrettiğimiz şeylerin zuhuru üe anlaşiimaktadır
ki bunların hepsi açık ve seçik olarak şuna delil teşkil etmektedir : Gerçekten
bunların aslının akim meydana çıkarması değil, öğretme ve bildirmeden hasıl
olmaktadır. Tev-ük Allah'tandır.
Bununla beraber
musibetlerin gelmesindeki insanların bazısının bazısına sızlanıp
yalvarmalarının var olmasından bilinen bir iştir ki, bu husus ve onları üzen
önemli işlerden[176]
kendilerinin reyinden yardım istemeleri, kendilerinin katında âlemde üstün
kılman ile[177] müşavere etmelerine
yönelmelerinde; sonra edebin fenlerini talimde; sonra her birinin kitapları
okumaktan ve filozofları dinlemekten çeşitli ilimden istifade etmeğe
kalkmaları delâlet eder ki, gerçekten onlar kendi akıllarını, ihtiyaçlarını
yerine getirmek ve yardım talep etmekte kâfi görmüyorlar. Öyle ise aklen bir
gerçek, doğru olarak öğüt verene yakarmak gerekmektedir, îşte bunlar da
mahlûkatin o kimselere karşı besledikleri zannıdır ki, gerçekten onlara adı
geçen kimselerin dilleri ile ilimler ulaşmıştır[178].
îşte o hususlar üzerine din ve dünya işi tesis edilmiştir.
Sihir ilmi de ona
göredir. Eşyanın cevherleri, muâlecenin çeşitleriyle itibar olunur[179].
Din, mal ve vatan düşmanları ile savaşma ilmi de zahirde[180]
dillerden ve dillerde bulunan hususlardan alınmaktadır. Onların ilk öğrenilmesi
de âlim ve hikmet sahibi olan Allah-u Teâlâ'dan olur.
Sonra, aklın zaruri
kılmasiyle peygamberlerin gönderilmesinin gerektiğini söylemeyi lâzım kılan
hususlardan biri de şudur : Gerçekten, in'âm edenin, ve ona şükretmenin güzel
olduğu hususu aklen sabit olmuştur. Aynı zamanda onu, yani nimeti veren
Allah'ı inkâr ederek küfrân-ı ni'mette bulunmanın da çok kötü ve çirkin bir şey
olduğu da aklen sabit olup bilinir.
Sonra, insan duyu
organlarından biri üe bilinip anlaşılan hiç bir şey yoktur ki, duyu organının
sapasağlam olması ve onunla her hangi bir şeyi idrak etmesindeki hususta
Allah'ın nimetleri bulunmasın. Bu nimetleri ihata edip anlamaktan kul aciz
olur.
Bundan sonra, bu
hususu ifade etmek İçin iki ibare vardır : Birincisi : kendilerine in'âm ve
ihsan edilenlerin şükretmelerini gerektiren hususun birbirinden farklı olması,
nimetlerin miktarında bibirinden fazla olması. Bunun sonunu anlamağa ve
bilmeğe, o, nimetleri yaradanm ilminden başka hiç bir kimsenin ilmi yetmez.
Buna göre de, o nimetleri tam manâsiyle kendisine şükredilecek olan şeyi akıl
bildiremez, onu ancak nimeti veren Allah bildirip öğretir. Öyle ise aklen o
nimetleri vereni haber verip öğretecek birinin olması gerekir.
İkincisi : Gerçekten o
nimetler, duyu organlarına yayılmış ve taksim edilmiştir. Duyu organlarından
her bir organa o nimetlerden bir nimet isabet etmiştir. Bunun içindir ki,
nimetlerden kendisine verilen için şükretmekte her azanın kullanılması
lâzımdır. Bununla beraber, eğer sen, nimetlerin miktarını, anlayıp öğrenmek
istersen, azaya bir illet ve âfet isabet etmek suretiyle hastalığa mübtelâ olup
o nimetten istifade edenıi-yen kimseyi düşün ve ibret al ki, onun tedavisi için
dünya dolusu varlığını harcar[181].
Sonra her azada bulunan nimetin şükrünün edâ edilmesi hususunu akıl bilemez.
Öyle ise her hususu Allah'tan haber verecek olan bir «muhbir-i sadıksın
bulunması icap ettiğini söylemek lâzımdır.
Yine, Allah-u Teâlâ,
mahlûkatı Öyle bir şekilde yarattı ki, mafsallara verdiği yumuşaklık ve kolay
hareket etme durumu ile her organı kullanma imkânına sahip kılmıştır. Onlarla
toplar ve yayar, alıp verir. Muhtelif hal ve durumlara intikal eder. Ayrı ayrı
işler yapar. Eğer azaların yaratılışı örf ve adette bilinen hususların
yapılmasında kullanılması için olmamış olsaydı, kendisinde bulunan yapma ve
faydalanma gücü Özellikle hayvanlarda ve kuşlarda olanı gibi olurdu. Bunun
içindir ki, insanın ibadet ve taat için yaratılmış olduğu sabit olur. Öyle ise
her ihtiyaç da gereken mahiyetini açıklayan kimsenin bulunması mutlaka
lâzımdır.
Sonra, peygamberlerin
gönderilmesinin, ve onlara ihtiyaç duyulmasının akim zaruri kılmasiyle vacip
olması hususundan, bu mevzuda asıl olarak ele alman bir kaç vecih vardır :
Birincisi: Mahlûkatm,
her birinin diğerinden daha haklı, nimetlerin kendisinde bulunması daha doğru
ve evlâ olduğunu iddia etmek suretiyle aralarında düşmanlık ve dolayısiyle
kavga ve gürültünün bulunması; bunu halledecek ve giderecek, dert dökülecek
birinin kendi içlerinde bulunmadığma, kendilerine aralarındaki husumeti giderip
birbirlerini sevdirecek, onları bir araya toplayıp yekdiğerine kenetlestirecek
olan şeyi gösterecek ve aralarındaki davada âdilâne hükmetmek için kendisine
başvurulacak olan birinin içlerinde bulunmadığına ittifak etmeleri. Bilinen
bir gerçektir ki, husûmet, kavga etmek, her yok olmanın mukaddimesi ve her
türlü fesadın anasıdır. Akîen bunların hepsi de kötü ve çirkindir. Akılların
sonu, şu noktaya varmıştır ki, gerçekten bilme ve salahtan, kendilerinin
yaratılmış oldukları hususa onları götürmek[182] yer
ve vazifelerini tayin etmek için mutlak birinin bulunup onlara bildirmesi
lâzım. Bilinir ki, bu hususları daha iyi bilen, kendilerini yoktan var eden, yaratandan
başka bir kimse yoktur. îşte bu hususlar, bunları kendisinden öğrendiğimiz
Allah-u Teâlâ tarafından gelen bir peygambere gerek olduğunu söylemek lâzım
olduğunu bildirir[183].
Tevfik Allah'tandır.
İkinci olarak diğer
bir delil : Malûmdur ki, bilginler, din ve dünya işlerinde, kendi yararlarına
olan şeyi anlamakta birbirlerinden üstün olurlar. Kendilerine yararlı olan
hususlar birince idrak edilir; fakat di-ğerince o husus bilinmez. Bu sabit
olunca, kulların menfaatina olan hususları yaratmış olduğu kulların değü,
Allah'ın daha iyi bildiğini reddetmemiz asla mümkün değildir. Böylece Allah-u
Teâlâ peygamberleri vasıtasıyla kullarına kendilerinin maslahatına olan
şeyleri ulaştırır. Yardımcı olan ancak Allah'tır. O'ndan yardım talep ederiz.
Üçüncü vechi tegkil
eden başka bir delil : Herhangi bir iş, gafletin kendisine çağırdığı yere rücu
etmesinden veyahut aklen ondan daha iyi ve tercihli olan şeyden başkasının
kendisine gösterdiği hususu sinelerin bazısına lâzım kılmasından hâlî kalmaz.
Eğer hak ve gerçek olan ilki olursa, akılların arasını cemedip bir noktada
birleştirmek muhakkak vacip olur. Aklının kendisine gösterdiği şeyle ifade
ettiği zaman da, hepsinin görüşlerinde isabet ettiklerini söylemek gerekir. Bu
husus, aklına itimat eden her din sahibinin isabet ettiğine şehadet eder.
Görüşlerin ve sözlerin birbirine uymayıp tenakuz içinde bulunduklarından bu
hususun kabul edilmesi mümkün değildir. Eğer ikinci vecih olursa, onun aklı
tıpkı Allah tarafından gelen Peygamber gibi olur. O da, kendi şahsını bize bildirecek
bir delile muhtaç olur. Sonra Allah'tan haber verdiği şeyin doğru olduğunu
bildirecek delille, akliyle her söylediğinde hakka[184]
isabet ettîğini bildirecek delilin arasında hiç bir fark yoktur. Her şeye
muvaffak kılan Allah-u Teâlâ'dır.
Bununla beraber, şu
husus da bilinir ki, hakikaten meşguliyet[185] ve
meşgalenin yoğunlaşması akılları kaplayıp örter. Gam ve kederler, insanın
yaratılmış olduğu haldeki çeşitli durumlar da böyledir. Çeşitli elemler,
sayılmayacak kadar her gizli ve açık olan hususlar da hakkı ihata edip
anlamadan aklı menedip meşgul eden sebebler de böyledir. Şehevî ve nefsânî
isteklerin, galebe çalması, ümit, emel ve izzetlerin çoğalması da yukarıda
geçen hususlar gibidir. Bunun içindir ki, onlara gerçekleri açıklayacak hak olan
hakkında şüpheye düştüklerinde onları aydınlatacak olan Allah, peygamberinin
gelmesi elbette ki lâzımdır. Kuvvet'ancak Allah'tandır.
Biz geçen konularda
Allah'a hamd olsun, peygamberlerin[186]
gönderilmesine akılların muhtaç olduğunu beyan ettik. Onların hak ve gerçek olduklarını,
onların hepsini akılların ihata etmekten aciz olduklarım ifade ettik. Bu
hususun aslında iki vechi vardır.
Birincisi, gerçekten
Allah-u Teâlâ, her idrak edene bir a'zâ verdi ki, onunla idrak eder. Sonra
onlar kendisine ulaştıracak sebebleri olmaksızın kendi zâtını ihata ederler.
Sonra onunla beraber, o a'zâya Öyle bir afetler arız olur ki, kendisini yok
edecek düşmanlarından sayılan zıdlardan, kendisinin koruyucu yardımcılarından
olan her türlü fedakârlığı[187]
göze ahr. Hatta tam eleman olanları bile[188].
Bunu, ondaki uzaklığı menetmekle ilme gerçek anlaşılmış olanı idrak ettiğini,
amelinde gerçekten çok latif ve akıl da ona göre mütalâa edilir. Zira o,
yaratılmış olan bir sebebtir. Onun da idrâkin sebeblerinden olan gayrisi gibi
bir haddi, bir sınırı vardır ki, eşyanın gizli ve kapalı olmasıyla beraber,
gayrisine aciz olan şey ona da arız olur. Sebeblere bakmak onun asıl
maddesindendir. Onun filozofların sözlerinden işitilenidir. Onların daha hak ve
daha üstün gerçeği olanı da hikmeti ve ortaya attığı doktrin için delili
bulunandır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bu konu hakkında
dördüncü delili teşkil edecek başka bir vecih de şöyledir : Gerçekten Allah-u
Zülcelâl, güzel olandan her dış varlığın, kendisi ile anlaşılması sağlanan
sebebi iki kısım olarak meydana getirmiştir : Birincisi, müşahede ettiğine,
müşahede etmediği, bitişik ve ilişkili olduğu zaman, müşahede[189]
ettiği ile istidlal etmesi. Bu tıpkı dumanın ateşle ilişkili olduğu ve güneşin
ziyasını güneşle alâkalı bulunduğu ve yazının, yapının ve benzerleri fiilin
eserinin fâille ilişkili olduğu gibi. İkincisi : Bütün akıllılarca bilinen[190],
gelen hâdiseler değişen haller ve durumlar, uzak ülkeler gibilerin hallerini
bildiren haber. İşte insan o haberle, cinsleri, fasıl ve nevileri, tıp ve dilin
çeşitleri, sanatlar, harpler ve daha başka bunlara benziyen hususlar hakkındaki
ilimleri bilir. Sonra duyu organı ile anlaşılmış bir delili olmayan,
kendisinin anlaşılması için haberden başka hiç bir yön bulunmayan husustaki
emir, nehiy, vaad ve vaîdi biliriz. O da mubah, haram ve kendisinde çeşitli
hallerden bir şey bulunan gibi. Bu gibisi sözü söylemek için haber ile olması
lâzımdır ki, o da peygamberlerin gönderilmesini icabettirir..
Sonra asıl olanlar
üçtür : Vacip olan, mümteni', yani mümkün olmayan ve ikisinin ortasında
bulunup mümkün olan. Âlemin bütün işi bunlara göre cari olur. Binâenaleyh
aklen bir cihetten vacip olan, haberin gayri ile gelmesi caiz olmaz. Mümteni',
yani mümkün olmayan da böyledir. Mümkün olan ise, haberin başkası ile gelmesi
caiz olur. Çünkü mümkün olan bir halden başka bir hale, elden ele ve birinin
mülkü olmaktan başkasının mülkü olmaya intikal eder. Onda ise aklen bir ciheti
ieabettirme olmadığı gibi, bir ciheti de menetme yoktur. Öyle ise peygamberler
her hal ve durumda onlardan daha iyi ve evlâ olanını beyan etmek için gelirler[191].
Tevfik Allah'tandır.
Mu'cizelerde
zikrolunan hususa gelince; gerçekten onlardan her biri için bilinen bir alâmet
ve zahir olan bir işaret vardır. Bununla beraber bu hususa itirazda bulunmak ve
kargı gelmek fasid ve batıldır. Zira o, birini, verdiği haberinde tasdik etmek
veyahut bir şeyi kesinlikle ikrar etmemekten hâli kalmaz. Eğer bîrinin verdiği
haberi tasdik ederse, sorusu tasdik ettiği o şeye vaki olmuş olur. Eğer
kesinlikle bir şey ikrar etmiyorsa bu sefer haberi kendisinden düşmüş olur.
Bununla beraber müşahede etme yolundan hakikatlerin gayri olarak çıkanlarla
karşılaşma söylediğinden daha açık ve seçik olur. Sonra onunla mevcudatı
bilmeyi nefyetmek vacip olmaz. Öyle ise zikrolunan hususlar nasıl vacip olur?
Peygamherlerin asrının gayrinden zikrolunanlar ise, onlar, haberlerin kabul
edilmesinde bir sözdür. Kendisi mecbur olduğundan dolayı bir yönden ona lâzım
olur. Böylece onun sa'y-u gayreti batıl olur.
Şu söylediği sözde
münazara edilebilir : öğülen ve helâl kılınanlardan akim haranı kıldığı şeyi
aklın icabettirdiği şeyden veyahut tabiatın gerektirdiği husustan onun hakkında
ilmi olanın kendi nefsinin çirkin gördüğü ve tabiatının nefret ettiği her şeyi
menetmesi ve reddetme cihetine gitmesi hakkıdır. Böylece hükümleri,
hakikatlerinden değiştirir ve bu hükümlerinin cehaletinden ve akılsızlığından
dolayı meydana çıktığını beyan eder. Onun gibisi olanın akim hakikatini
bilmesi hakkıdır. Böylece hükmünü iptal etmiş, hevâ ve hevesten dolayı aklı
bilmediğinden-kendisine kızıp öfkelenmiştir. Tevfik Allah'tandır.
Sonra eğer akıl ondan
yani peygamberin gönderilmesinden müstağni olsaydı, peygamberlerin
gönderilmesinin Allah'ın bir lûtfu ve ihsanı babından olması da caiz olurdu.
Zira Allah-u Teâlâ, ihsan sıfatıyla mevsuf ve maruftur. Allah'ın kulları, O'nun
ihsanı altında dolaşıp dururlar. Allah'ın nimetlerinden hiç bir nimet yoktur
ki, onunla kullarını süsleyip güzelleştirmek suretiyle onlara lûtfu ihsanda
bulunmasın. İki göz, iki kulak ve bedende her sayı sahibi olan azayı örnek
olarak verebiliriz. Her ne kadar onlarsiz yeteri kadarmca delil varsa da,
Allah'ın nimetlerinin çokluğunda ve tevhid ve peygamberliği ispat hakkında
delillerden yaratmış olduğu hususlar çoktur. Ve sonra azı dahi delil olmaya
kâfi ise de meyveler ve lezzetli şeylerin çokluğu ile de delil getirilir.
* Sonra akıl, o
hususlardaki ihtiyacı gidermeğe, her türlü yardımlaşmaya Allah-u Teâîâ'nm
onlardan giderdiği müşkülâtları ve onlara has kılmış olduğu hususlarda akü ve
görüş sahibi olanlarla istişarede kâfi ise de, sonra her çalışmada kendisinde
harcanan tam bir çalışması bulunmuş olsa bile Allah-u Teâlâ'nın peygamberleri
göndermesinde onlara bir kolaylık gösterme ve müşkülâtlarını halletmek
suretiyle onların işlerini hafifletme ciheti görülür ki, bu husus da Allah-u
Teâlâ'nm en büyük ni-metlerindendir. Bunun gibisine küfrân-ı nimette bulunmak,
kişinin ahmaklığma ve kendisine verilen nimetleri bilmemesine delâlet eder.
Hatta onları belâ ve musibet bile saymıştır. Bununla beraber akılların öyle meşgaleleri
ve nefislerin de öyle hevâ ve istekleri vardır ki, onlar, akıllan durdurur.
Varlıklarım kapatır. Öyle ise, peygamberleri göndermek, onlara bir yardım ve
onları irşad etmektir. İşte o hususta akıllar onu sevme üzere yaratılmış
oldukları şeyden ibarettir. Bununla beraber kendisinde noksanlık yönünü
terketmek için korkutma, tenbih ve hatırlatma vardır. Böylece onda bakmayı
teşvik eden, düşünceyi davet eden ve akılları kul-lanan hususlar bulunmuş olur.
O da bütün dünya işlerinde ve memleket idaresindeki siyasetlerde bilinir.
Bununla beraber hevâ ve heves ona zıt ve düşman olarak kılınmıştır. Hevâ ve
hevese gerçekten arzu ve isteklerden, şehvetlerden ve bunları süsleyen
şeytanlardan yardımcılar yapılmıştır. Öyle ise akıllar için yardımcılar
meydana getirmek nasıl inkâr edilir? İşte akıllara yardımcı olmada peygamberler
daha lâyık, daha evlâdır.
Sonra gerçekten heva
ve hevesin isteklerin hepsi müşahede edilmiştir hissedilmiştir Hakkın amelinin
sebeblerinin hepsi de gaiptir, görülmemektedir. Çünkü söylenen sevap, azap,
emri, şehevî istekler ve lezzetli hususları terketmeği yadetmekten ibarettir. O
ise tabiata ve heva ve hevese güç olan bir iştir. Bunun içindir ki, o
hususlarda onları Ahiret âlemini görmeğe davet eden kimsenin görüşü ile ve
kendisinde kolaydan güçlüğe dönüşen hususlardan haber verenlerin yardımını
istemeğe muhtaç olurlar. O da mahlûkatm hakkı olmuş olur. Böylece tabiata
muvafık olan şeyin kolaylığı gibi tabiata kolaylık hasıl olmuş olur. Tevfik
Allah'tandır.
Asıl olandan başka bir
çeşit vardı ki, o da peygamberlerin beraberlerinde kendilerini inkâr edenlerin
hepsine bildirecek husustan olmak üzere delillerin bulunmasıdır ki, onlardan
hiç birinin peygamberi yalanlamayı gerçekleştirecek delil veyahut kendisinden
inatçılarda bulunan sıfatı giderecek bir şey bulunmaz. Bununla beraber
peygamberleri inkâr edenlerin onların delillerine mı^tabelede bulunacak bir
çok hileleri vardır. Bazan da peygamberleri sihirbazlık ve diğer yönlerde ta'n
etmeleri bulunmaktadır. Sonra peygamberlerin getirmiş oldukları nurları
söndürmek hakkında dünyalarında en büyük çabayı harcayıp ellerinden geleni geri
komanıalarına rağmen onlar, o nurun parlaması ve galebe çalmasından başka bir
gey görmediler. Hatta Allah-u Teâlâ, bütün mahlûkatı peygamberlere inananlara
muhtaç bırakmıştır. Öylesine muhtaç kılmıştır ki, onların peygamberlerin
getirdiklerinden bildikleri hususları öğrenmeğe kalkışmışlardır. Çünkü onlar
kendi işlerinde yararlı olacak ve kendilerini zenginleştirecek hususları
müminlerin bildiklerinde görüyor ve kendi işlerine yararlı olmasını ümit
ediyorlardı ve böylece o hususlar kendi sözlerine[192]
muvaffak olurdu. İşte dünya hükümdarlarının siyasetleri buna göre carî
olmuştur.
Sonra hiç bir millet
yoktur ki, kendilerinin amel edecekleri, yaşantılarım nizâm ve intizama
sokacak kanunlara tâbi olmasın; benimsemeleri gereken temel prensipler
olmasın. Her millet, idarecileri tarafından konan kanun ve yönetmeliklere uymak
zorundadır. Bunun içindir ki, onlar gibileri için kendilerini yarattığı zaman
onlara yararlı olan hususları bilen ve meydana getiren bir yaratıcı ve idare
edicinin bulunması elbet-teki lâzımdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra biz burada
Verrâk'm[193] söylediklerinden bir
kısmını zikredeceğiz : Peygamberlerin tevhîd akidesini ispat edecek
mucizelerden izhar ettikleri husus hakkında şöyle der : Peygamberler, mahlûkatm
imtihan oldukları kuvvetlerle imtihana tâbi' tutulmadılar. Fiiller hakkında
kendilerinden yardım taleb edilen âlemin tabiatlarına da vakıf kılınmadılar.
Hatta onların ekserisinin ilmi o hususa ulaşmamıştır. Onlarla hilelerin
ulaştığı yerleri nasıl bilirler? Onların gördükleri taaccüp verecek, insanı
hayret içinde bırakacak oyundan başka bir şey midir? Sihrin meydana gelmesi de
mıknatısın demiri kendisine çekmesinden başka bir şey midir?
Kendisine cevap olarak
göyle denir : Sen, şu söylediğin sözlerin bir ta'n ve lekelemek olduğunu bilmen
için, zikretiğin yere ulagtın mı? Peygamberler, her ne söylemişlerse ifade
buyurduklarının her biri ilk ortaya attığı bâtıl sözünün cevabını teşkil eder.
Kendisine verilecek olan bir cevap
da şöyledir : Eğer âlemin cevherinde zikrettiği husus bulunup mıknatıs hakkında
söylediği şeyin zahir olması ihtimali bulunmuş olsaydı; zikretiğinin taştan
zuhuru mümkün olmazdı. Çünkü mucizeîerdeki uzaklığı, ihtimalin dışında
olduğundan özel olan ancak kendi ismi için muhafaza edilir. Onu âlemin
cevherine tahsis etmek, gerçekten çok taaccüp edilecek bir husustur. Öyle ise
onlar, peygamberleri izhar ettikleri mucizeleri vacip kılar. Hususiyle
mucizelerin onlar için"[194]
iddia ettiği şeyle cevherlerin dışına çıkmaktan ibaret olan mucize getirilmiş
olur.
Bununla beraber, biz
geçen konularda açıklamıştık ki, gerçekten Peygamber bir tabiat üzere bulunan
kavmin arasında doğup yetişmiştir. Onlar, peygamberin getirip tebliğ ettiği
hususu görmüşler, dâvasını te'yîd eden mucizelerin getirilmesi gibi hususların[195]
benzeri gibisini birinin cevheri ile meydana gelmesi mümkün olmadığını
bilmişlerdir.
Sonra yerin cevherine
muttali olmakla onlardan mümkün olmayan şeylerin çeşitlerinden omlak üzere
peygamberlerden bir çok mucizeler zuhur etmiştir. Ancak yerin cevherlerini
bilen kimse müstesna. İşte zik-roluııanlar bu hususta bulunur. Oysaki
peygamberliği hak ve gerçek olan hiç bir nebiy yoktur ki, mucizeler olmasa dahi
onun sözünün kabul edilmesini gerektiren ve dpğruluk alâmetlerini belirten
hususların kendisinde bulunduğunu kavmi müşahade etmiş olmasın. Sonra
kendisine şöyle de denir : Sen, dünyadaki haberleri kabul edenlerden misin? Eğer
evet derse; doğru söylediğini isbat etmesi için peygamberlerin delillerinden
daha açık bir delil getirmesini kendisinden istenir. O hususta zikrettiğim
şeyin vacip olduğunu söylemek ifade edilir. Eğer hayır derse, akıl ve yalana
delil olacak herşey, kendisinin aleyhinde şahid olur.
îbni Râvendî ona
itiraz ederek der ki : Biri iddia edip dese ki; kendisi öyle bir yaratılıştadır
ki, onunla yıldızlarla konuşur, yahut güneşe karşı dikiliverirse güneşin
ziyasını giderir, yahut denize elini değdirdiği zaman deniz, içinde
bulunanların hepsini dışarı atar, denize ayağım değdirdiği zaman ise deniz
hemen buharlaşıp yükselir, göğe doğru çıkıp yağmur yağdıran bulut olur. Bilinen
tabiat ve yaratılışlarının dışına çıktıklarını öne sürdüğü şeyin yalanlanması
lâzım olduğu gibi ilk sarfettiği
sözün de onun gibi olup yalanlanması gerekir. Bununla beraber yalanlayanın
yanında hiç bir şey yoktur. Diğerinin yanında ise, zan-lar ve ihtimal dahilinde
bulunmak, reddolunan ve kendisinde ayıp olması mümkün olan şey bulunur. Delil
ise, açık ve seçik olarak meydandadır. Öyle ise onu söyleyip kabul etmek
lâzımdır. Verrâk'ın görüşüne her ne kadar hepsi peygambere şahit olmadhar,
onlara inanmadılarsa da beşerin tümünün Ölümün varlığı üzerinde fikir birliği
yapmaları ile delil getirip onu çürütmeğe kalktı. Böylece o da ölümün
mevcudiyeti hakkında icma bulunduğunu ifade edip kabul etti.
Ebu Mansur (r.a.)
diyor ki : Hakikaten o, şâhid olmadığını biliyor. Bilâkis onun ilmine hiç bir
şey ulaşmamıştır. îkinci olarak'da o husus hakkındaki delilini mihnet ve
musibete talik etmiştir ki, o da muhakkak lâyık olmuştur. Üçüncü olarak ise;
denir ki : «Çünkü o, tedbire ulaşmamıştır; Öyle ise onun peygamberlerin
söylediği husus olduğu sabit olur.»
İleri sürdüğü felsefî
fikir ve görüşüne de şu cevabı vermiştir : Hayvanda bulunan terkip, ölen bir
terkiptir. Bir grup insan eğer onu idrâk etmiş olsalardı peygamberleri de idrâk
ederlerdi; dedikten sonra siz onun aptallığını düşününüz ki, sonra delil olduğu
halde peygamberlerin sözünü inkâr ediyor. İkinci olarak; gerçekten filozofların
hepsinin aklı imtihan olunmamıştır. Onlar da hepsinin tabiatlarım anlayıp
incelememiştir, tecrübe etmemişlerdir. Üçüncü olarak da der ki : Eğer hayvan
terkiple olmuş olsaydı hayatının miktarı ve müddeti muhtelif olmazdı.
Tabiat bakımından
diyor ki : Gerçekten nefis onu reddetmeğe tamah etmiyor. Ona galip gelmeği de
ummuyor. Onun cevabı da şöyledir : Hakikaten hepsinin tabiatları imtihana tâbi
tutulmamıştır. İkincisi, peygamberlerin sözünden istifade etmekle buna ulaşıp
yerleşmişlerdir. Üçüncü olarak da denir ki: Peygamberlerin mucizeleri böyledir
O, ancak onlar gibisini getirmekle güç olanı tamah eder. Halbuki onlar, tamaha
ihtimalleri bakımından var olmuşlardır. Bununla beraber onlarda korkutmak ve
azarlamakla birlikte tamah etmeme hususu da vardır. Onlar da ayın yarılması
gibi kesinlikle tamah etme ihtimali bulunmıyan-lar da vardır.
Sonra kendisine şöyle
denir : Sen muhakkak olarak bir şeye
inanır mısın? Eğer hayır,
inanmam, derse; anlaşılır ki o, zikrettiği kimseyi yalanlamaya inanmadığını ve
onun da kendisi olmadığını ikrar etmiş olur. O, ne diridir ve ne de ölü.
Binaenaleyh ona itiraz etme ve cevap verme teklifinde bulunmak hatadır. Eğer
evet, bir şeye kesinlikle inanırım derse; kendisine şöyle denir : Belki sen
ona idrâkinin kuvvete ulaşamadığı ve ilminin eşyayı ihata edebilecek bir
noktaya varamadığı şeyle inanıyorsun. Çünkü sen inananlardan bir çoğunun
itikadının bâtıl ve fâsıd olduğunu gördün. Belki de senin tabiatın sana o
fesadı göstermiştir. Tabiatlardan temiz ve pak bir tabiatın, senin inandığın
şeyi idrâk etmiş olması ve senin de cehlini ortaya çıkarmış bulunması cazidir.
Ne kadar söylediği söz varsa o, onun İnkâr ettiği sözlerin hepsine cevap teşkil
etmektedir. Meselenin aslı odur ki; gerçekten her kimse marifetlerin dışına
çıkarmayı, o yok idi veyahut belki de yoktu demenin dışında, tabiat-lerde bir
şey olmaksızın hiç bir şey bulunmaz diye konuşmayı denerse, o kimse muhakkak
bir şeyi ispat etme veyahut nefyetme yolunu kapatıp iptal etmiş olur. Bu suretle
şek ve şüphe edenlerin tarifi hakkında hepsinin açıkça beyanı olmuş olur.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra bizim katımızda
peygamberlerin bildirmeleri hakkında asıl olan iki vecihtir. Birincisi;
peygamberlerin halleri öyle bir şekilde zuhur etmiştir ki, akılları
kendilerinden[196] şüpheyi reddeden,
küçükken olsun, büyükken olsun onlarla birlikte yaşadıkları,[197]
kendilerinde nıüşahade ettikleri şeyle onlardan kötü düşünceyi kabullenmekten
çekindi de onları[198]
milletleri arasındaki hayatlarında'[199]
tertemiz, ak - pâk ve her türlü kötülükten korunmuş ve kaçınmış bir halde
bulundular ki, peygamberlerle kavimleri arasında peygamberlik sıfatları
hususunda hiç bir eşitlik bulunmasının ihtimali yoktur. Onların yetişmeleri de
peygamberlerin yetişme seviyelerine ulaşmamıştır. Peygamberlerin halleri
kendilerine zahir olmuştur.[200]
Peygamberlerin yerleşip yayılmaları da onların arasında vukubulmuştur.[201]
Gerçekten bu hususları ihata etmekle bilir ki; onların hepsi peygamberleri
şerefli bir makamda bulundurmayı[202] bilen kimsenin korumasıdır. O koruyucu, onları[203]
gizli olanlardan ve ayıplardan uzak olarak emin[204]
kimseler yaratmıştır. Bu tabiatın kendisini kabul etmeğe meylettiği şey ve
aklen de işlerinin hepsini[205]
güzel gördüğü husustur.
Bunun için, onu
reddeden, bildikten sonra ona kin besleyen, getirdiğini kabul etmemede
inatlaşan kimsenin reddetmesi gibi reddeder. Bunu, ya onun hilâfına hareket
etmeği âdet edindiği, ünsiyet kesbettiğinden dolayı, yahut hemen şöhrete
ulaşmak ve şerefe kavuşmak için veyahut da bir çok tamah ve ümitlerden dolayı
yapmıştır. Yoksa, hiç bir kalb yoktur ki, mevkii ve derecesi bunun aşağısında
olmayana meyletmesin. Kuvvet ancak Allah'tandır.
İkinci vecih şöyle
ifade edilir : Peygamberlerin izhar ettikleri mucizeler, basiretli olan
kimselerin onlar gibisine tamah etmelerinin mümkün olmadığı veyahut
mucizelerin künhünü anlamaya ulaşamadıkları şeylerden olmaları ile kendilerinin
tabiatları dışında vukubulmuştur. Bununla beraber birisinin, öğrenmek ve
çalışmakla bu hususlara, yani mucizeleri meydana getirmeye ulaşmasının ihtimali
olsaydı, gerçekten peygamberlerin mucizeleri yaratılışlarındaki peygamberlik
vasfı ile olurdu, yoksa Öğrenmek ve çalışmaklan değil; onlar, o şekilde
terbiye edilip yetiştirilmiştir. Onların mucizelerinden istifade ederek meydana
getirdikleri düşünülemez. Hakikatte Allah onlara, mucizeleri ikram etmiştir.[206]Çünkü
Allah, onları kendisinin vahyine emin kılmıştır.[207] ST
Onlarda Öyle bir mânâlar vardır ki; o mânâlarla kendileri sihirbazların mafevkinde
bulunurlar. Gerçekten sihir ilminin aslı gökten gelmedir.. Fakat insanlar onun
aslını unuttular ve Öğrenmekle sihri nesilden nesile ulaştırdılar. San'atlar,
meslekler ve kazançların hepsi de böyledir. Kim ki, ikram olunmuş, fakat bu
ikramın bilinen yoldan olmadığı zahir olmuşsa, o bilir ki gerçekten o ikram
yüce olan Allah'ın tahsis etmesidir. Bununla beraber onlarla beraber öyle
mânâlar vardır ki, o mânâlarla kendilerinin peygamber olarak gönderildiği
bilinir. O mânâlar, öyle hakikatler meydana çıkarır ki, mahlûkat baki kaldığı
müddetçe baki kalır. Sihir de gözün alıp, sonradan kaybettiği bir şeyden
ibarettir. İkinci'olarak gerçekten peygamberlerin mucizesi, peygamber olmayanın
onu iddia etmesini meneder. Eğer bir yönünde sihir olmuş olsaydı, onunla beraber
baki kalırdı. Hal bu ise, böyle bir şey yoktur. Üçüncü olarak denir ki :
Gerçekten öğrenmekle garip ve acaip olan şeyleri meydana çıkarmakla mükellef
olan o kimseler, evet onlar,[208]
muhakkak şu hususa meylederler ki, eğer yaptığı sihir hak olmuş olsaydı, o
sihir kendisini dünya metâmdan müstağni kılardı. Böylece sihirbazlarla beraber
yalana delil bulunur.
Dördüncü olarak da
şöyle denir : Gerçekten peygamberler insani? nn karakterinde inkâr hususu
bulunan şeyi hamilen gelmişlerdir. Onlar da lezzetli ve şehevî isteklerden
menetme ve insanların dünyada şeref ve haysiyet, namus ve izzetlerini koruyacak
hususlardır. Peygamberler, insanları adı geçen iyi hususlara Allah için imtisal
etmelerini ve kötü lükleri de Allah için terketmelerine çağırmışlardır. Beşinci
husus ise; peygamberler, insanlardan gelen tehlikelerle çevrilmişlerdir.
İnsanlar, peygamberlerin aleyhindeki çabalarını, onların zayıf oldukları ve
insanlardan kendilerine az yardımcı bulunduğu vakitte göstermişlerdir. Ve aynı
zamanda peygamberlere inanmayanların bu kötü hareketleri peygamberlerin, zalim
hükümdarlara karşı çıkıp onların zevkli yaşantılarını bozmak suretiyle onların
tedirgin ettikleri vakitte vukubuhnuştur ki, kendileri Allah katından gelen
yardımla kuvvetlerini izhar etmişlerdir. Peygamberler, hükümdarların kendilerine
muhalif olanlara kötülük edip cezalandırdıklarım ve özellikle muhalefet
edenlerden topluluklarını bozacak ve işlerini dağıtacak olan kimseden
korktuklarını bilirlerdi. Ve yine peygamberler gerçekten akılların kabul
edecekleri hususu beyan ederlerdi. Siyasetleri, milleti ve memleketi idare
etmekteki siyasetin en güzeli idî. tnsanlan derleyip toplamak istedikleri
husus, insanların din ve dünya menfaatlarmı, refah ve saadetlerini temin edecek
en mükemmel hususlar idi. Ve yine peygamberler, hiç bir şeyde ona kendi
içtihatlarından davet ettikleriyle kusur etmediler. Onların, kendi dâvalarının
hiç bir noktasından rücu ettikleri rivayet edilmemiştir. Ve hatta görülmemiştir.
Onların ahlâklarından hiç bir kötü ahlâk bulunduğu bilinmemiştir. [209]Peygamberlerde,
insanların kendilerinden uzaklaşmasını doğuracak sebeplerden hiç bir şey
bulunmaz. Onlar, cömertlik, cesurluk, üstün ahlâk, mahlûkata rahmet ve
şefkatte bulunma, dünyada zühd ve takva sahibi olma, mahlûkatın yararına olan
her türlü zahmet verici hususu yüklenme,
bunlardan daha başka herkesi kendisine meylettirecek güzel huy ve kendisine
hürmet ve tazim ifade edecek makam ve mekân sahibi olma gibi noksan olmayan ve
tamam olan hususlarla vasfolunma-Iarı, dâvalarında haklı olmalarının en büyük
delilleridir. Binâenaleyh nasıl olur da üstün ahlâktan bilinen huyları
kendisinde toplayan ve Al-lah-u Teâlâ'nın emri ve izniyle en güzel bir şekilde
edâ eden, kendisine isabet ettiği belâ ve musibete sabreden kimse, peygamber
olmaz ki! O, gelen musibete tahammül etmiştir. Musibetlerden[210] hiç
bir şeye kendilerinden başkası tahammül edemez. Ve bazı yumuşaklık göstermek
suretiyle kurtuluş sağlarlardı. Yine peygamberler, sonuçların güzel olacağım
vaadederler ve her türlü iş hakkında kendilerine rücu edilirdi. Bütün işler
buna göre carî olurdu. Yine peygamberler hakkında onlara büyük olduklarını
bilerek bakan ve kendilerine yararlı öğütleri dinleyen hiç bir kimseye
söylenmez ki, onların sözlerinin hak olduğunu ve kendilerinin yüce bir
şahsiyete sahip olduğunu görmesinler. Ona tâbi olandan hiç bir kimse yoktur
ki, ona muhalefet etsin. Ancak muhalefet etmesi onun dünyayı Ahiret'e, bâtılı
da hakka tercih ettiğini kendisinden bilindikten sonra vukubulnıuştur. Bu
zikrolunan iyi ve güzel sıfatlardan hepsi Peygamberimiz Muhammed Mustafa
(s.a.v.) de mevcut idi.
Bunlardan başka
peygamberliğini izhar etmeği devam ettirecek âyetler ve mucizeleri vardır. O,
«Hâmetü'l - Enbiyâ»dır. Onun mucizelerinden biri de bu Kur'an'dır ki, onunla
bütün kâfirleri, ins ve cin[211] den
kendilerine yardım edenlerle birlikte aynısını getirmelerini istiyerek tahaddi
etmiştir. Bu hususa sefih, korkak ve akılsız ve aptal olduğundan kavmi ve
milleti kendisini terkedip atandan başkası tamah etmemiştir. Kur'an-ı Kerîm'de
kıyamete kadar vukubulacak bütün hâdiselerin hüküm ve hikmetleri beyan
edilmektedir ki, kendisinin ebedî olan ve bütün gaybı bilen Allah tarafından
geldiği bilinsin. Ve yine kendisiyle memleketlerin fethedilmesi müjdeleri ve
dininin dinler ehli arasında en üstün bir din olarak bildirilmiştir. Kur'an-ı
Kerîm'de geçen zamanlarda vukubulacak hâdiselerin haberleri vardır. O
haberleri bilenlerden hiç bir
kimse ihtilâf etmediğini insanlar bilirler. Hiç bir kitaba bakılmamış-tır ki, o
âyetler kendisinde baki kalsın. Bununla beraber semavî kitapların yanında
Kur'an'm durumu zikredilmiştir. Kur'an-ı Kerîm, ehl-i kitaptan deliller
istedi, ehl-i kitap [212]onu
inkâr edemedi. Onları kendi nefislerine meylettirerek susturdu. Hatta ehl-i
kitabı lânetleşmeye davet etti. Yahudilere Allah-u Teâlâ'nın «Ey Resulüm
(yahudilere) söyle : Eğer cennet (sizin iddianıza göre) diğer insanlara ait
olmayıp Allah tarafından size has kılınmış ise ve bunda sadıklarsanız Ölümü
temenni edin.»61 kavl-i celîli ile Allah'ın lanetinin yalan söyleyenin üzerine
olmasını temenni etmeğe davet etti. Hıristiyanîarı da aynı şekilde Allah-u
Teâlâ'nın «...Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve
kadınlarınızı, bizleri ve sizleri çağıralım; sonra hepimiz duâ edip yalvaralım
da Allah'ın lanetini yalancıların üzerine okuyalım»[213]
kavli ile lânetleşmeğe çağırmıştır. Ve hepsini birden de, Allah-u Teâlâ'nın :
«...Artık hepiniz toplanın, bana istediğiniz tuzağı kurun, sonra bir an bile
müsaade etmeyin»[214]
kavli celîli ile de münazaraya çağırmıştır. Onlara şefkat ve merhametini izhar
etmek ve onların emniyet içinde bulunduklarını bildirmek ve Allah-u Teâlâ'nın
: «...Allah, seni insanlardan koruyacaktır.»[215]
kavli celîli ile Allah'a güveni beyan etmesi de Kur'an'da bulunan
mucizelerdendir. Bununla beraber Peygamber Aleyhisselâm'm yaradılış itibariyle
mucizeleri vardır. Onlardan olmak üzere şu mucizeleri sayabiliriz : O, yani
Peygamber Aleyhisselâm, Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren bedenlerde bulunan ve
nesilden nesile intikal eden bir nûr olması ve aynı nûr olarak peder-i
âlîlerinden dünyaya teşrif etmeleri. îki omuzu arasında peygamberlik mührünün
bulunması, üstünlük sıfatıyla vas-folunması ki, iki uzun kişi arasında
bulunduğunda onlardan daha üstün ve yüksek görünürdü. Kendisine vahiy gelmezden
önce üzerinde bulut dolaşıp gölge yapması, sonra karnının yarılması, yani,
melek tarafından yapılan bir ameliye ile iç uzuvlarının temizlenmesi —ki bu
bilinen bir husustur— ve temizlendikten sonra tekrar yerine yerleştirilmesi.
Kavminin putlara ibadet etmeğe düşkün olmaları ile beraber, küçüklüğünde
putlara ibadetten uzak kalması ve terketmesi. Abbas'ın kendisi ile duâ ederek
yağmur talep etmesi neticesinde yağmurun yağması. Sonra kâfirlerin onuna
muamelesinden vasfettikleri husus ki,
o, ne mudarada
bulunur ve ne münakaşa ederdi. Kötü ve fahiş
sözlü ve hareketli olmadığı gibi gürültüsü de değildi. Sonra O'nun hiç bir
yalanım yakalayama-dılar. Düşmanları O'nu böylece vasfettiler. Sonra insanların
hakkında ihtilâf edip ancak sihirle, kehânetle, şiirle ve benzeri hususlarla
bildikleri şey için getirdiği âyet ve mucizeler. Bunların hepsi ancak âyet ve
mucizeleri çok olması için vukubulmugtur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra, Kur'an'la
ihticac olunan Verrâk, birkaç yönden bu hususa taan etmiştir. Birincisi onların
belagat ve fesahatte birbirlerine benzememeleri; belki o, içlerinde en fesahat
ve belagat sahibi olanın meydana getirdiği eserlerdir. İkincisi; gerçekten
peygamberle savaşmaları, Kur'an'm aynısını söylemek ve getirmekten onları
meşgul etmiş ve alıkoymuştur. Üçüncüsü; hakikaten onlar, görüş ve bilim,
düşünce ve fikir sahibi değillerdi. Görülmüyor mu ki, zaruret erbabınca
sebepleri tam mânâsı ile bulunmakla beraber ikrar etmede ve kazanç erbabınca
aynı sebeplerin bulunması ile beraber bakma ve düşünme ve bilmeden
menediîmişlerdir. Dördüncüsü; bütün millet içinden kendisine o şeyin
bulunmasını icabettirmeksizdn birinin güç ve kuvvetle tahsis edilmesi. Meselâ
peygamberlik verilmesi gibi. Veyahut onların kudretlerinin fikir ve seçmek ile
kâim olması ki, onlar bununla mükellef kılınmadılar. Bu iftira ve ta'nlarına
göyle cevap verilir : Birincisi; istenildiği şekilde ça-hşıldıktan sonra
zikrolunan hususlardan uzak kaldıkları ve imtina' ettikleri husus delâlet eder
ki, onları peygamber terketmeyip, kendilerinin terketmesi kendiliğinden vâki
olmamıştır. Bilâkis, onların yaratılışlarında bu husus mevcut olduğu için onu
terketmişlerdir. İkinci olarak söyle denir : Eğer öyle olmuş olsaydı, onun
gibisi Allah-u Teâlâ'nm «...Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler, bu Kur'an'm
benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirine yardımcı da olsalar, yine onun
benzerini getiremezler.»[216]
kavl-i celîline muhatap olan kimselerden olması muhtemel olmazdı da beşerden
birinin onun dille ulaşmış olduğu ilme ve mertebeye ilmiyle olsun ulaşmış
olurdu. Üçüncü olarak da şu hususta cevap verilir; gerçekten peygamber, onların
arasında yetişmiştir. Onların içinde yaşayan kimse, dillerini bilir.
Peygamberde bulunanların hepsinin peygamberden başkasında olmayıp Allah
tarafından özellikle peygambere verilmemiş olsaydı ve bu makamda yani
peygamberlik makamında olması imkân ve ihtimal dahilinde olmazdı. Dördüncüsü;
onlar, fende, ilimde şöhret bulmuş, bilinen milletlere cevap vermek için
zorlandılar. Hatta bir
kaside için bir yıl müthiş çalışmalarda bile bulundular. Eğer onların gücünün
yetmesi veyahut başka yollardan ulaşma umudunun bulunması muhtemel olsaydı
onların bu hususu terketmeîeri ihtimali bulunmazdı. Bunda, onlar bir millete
benzetilmektedir ki onlar, bu Nûr'u söndürmek için can ve mallarını ve bütün
varlıklarını harcamışlardır.
İkinci bölüm olarak
zikrolunanların muhtemel olmadığı söylenir. Çünkü bununla onlar, mallarını,
canlarını harcamaktan müstağni idiler. Ve onlar harplerden önce yirmi seneye
yakın bir zamanı ihmal edip boşa geçirmişlerdir. Ve âyet-i celîledeki ifade de
cin ve ins'e sitem vardır. Muharebe eden de ancak bir millet idi. Ve sonra
gerçekten savaşmak onları Rasulullah'dan (s.a.v.) işittikleri ile savaşmaktan
menetmemiştir. Eğer onların güç ve kuvvetlerinin yetmesi muhtemel olsaydı,
Kur'an'la da savaşmaktan onları meneden bulunmazdı. Üçüncü bölüm olarak da şu
fikir ortaya atılabilir : Eğer böyle olmuş olsaydı onlar, inkâr ve reddetmekle
karşılaşırlarda. Tıpkı Örf ve âdette redolunduğu gibi. Yoksa boyun eğme ve
imtina' etmekle karşılanmaklardı. Halbuki arapîar, akıl bakımından insanların
en zekisi, âdet ve Örflerine bağlı kalmakta da en çetin hareket edenlerdir.
Gerçekte onlar, şairlere karşı şiirlerle savaş açıp çarpışmışlardır.
Sonra sitem bütün
beşer ve cinlere vukubulmuştur. O husus gerçekten yayılmış ve her yerde zuhur
etmiştir. Yine onu bu yöne ve getirmiş olduğu hususu yaymaya sevkeden güç,
onların arasında yetişmesinden"[217]
hasıl olmuştur. Eğer onların arasında neşet etmesiyle[218]
beraber kendisinde bir görüş, bir anlayış var idi ise yine o, kendisindeki beşer
üstü kabiliyetin bulunmasından dolayı idi. Kuvvet ancak Allah'tandır. Dördüncü
sözüne göyle cveap veriliyor : Gerçekten Allah-u Teâlâ, birine bir kuvveti has
kılarsa ona hiç bir kimse ortak olamaz ve onu sözle peygamberlik dâvasından
menedemez. Tıpkı mıknatısa galebe çalmak isteyeni menetiği gibi. Eğer onun
iddia ettiği, yani kendiliğinden iddia etiği büinseydi şüphesiz ki Allah ona
peygamberliği vermezdi. İkinci olarak denir ki; bir şey hakkında hiç bir kimse
yoktur ki, kendisine kuvvet bakımından üstünlük verilsin de başkası aynı
kuvvetin tamamını elde etmeye veyahut kudretinin yettiği kadannca o çeşit kudretle
âmel etmeğe tamah etmesin. Bu hususta delil, tabiatın dışına çıkan şeydir.
Sonra eğer peygamberin
kendisine verilen kuvvet üstünlüğü, kendi âmelinden ve çalışmasından olsaydı,
onları kendilerine ulaştırmak için elinden bîr şey gelmemiş olurdu. Kuvvet
üstünlüğü onlarda yoktur. Çünkü peygamberde olanın benzeri hiç bir şeyde
bulunmaz. Bu hususlar delâlet eder ki, Allah-u Teâlâ, kendi sözüne alâmet ve
işaret olması için onu peygamberinde yaratmıştır.
Biz, inşaallah bu te'villerin tümünü kendi bölümündeki sözü bitirdikten ve bedîhî olarak ifade edilen sözden sonra zikredeceğiz. Onlar gerçekten geciktirildiler. Bununla beraber beşerden, kuvvetin üstünlüğü kendisinden sorulduğu vakitte onu bilen kimsenin olmasının ihtimali yoktur. Onlar, gürler yazmakla, sonra savaşların vukuu ile ve yardımcıları toplamakla, araç ve gereçleri elde etmek için mal ve mülk harcamakla ve kendi yaşıtları ile çatışmakla ve en korkunç bir şekilde birbirleri ile vuruşmakla mükellef idiler. Eğer onlarda bu hususu yerine getirmek için çalışmada bulunma heves ve isteklerinin ihtimali olsaydı, bu iş onlara çok kolay gelirdi. Sonra onlar, üç âyet gibi sûrenin getirilmesi için çağrıldılar. Eğer beşerin gücünün buna yetmesi ihtimali bulunmuş olsaydı, bu hususu yerine getirmek için zamandan bir saat kâfi gelmiş olurdu. [219]
Şeyh Ebu Mansur (r..a)
diyor ki : îbni Râvendî, peygamberliği 'ispat etmede geçen konulardaki gıda
maddeleri ve öldürücü zehirler ile delil getirdi ve sonra şöyle dedi : haber
hakkındaki iş, ya kesinlikle sabit olmamak veyahut da tevatürü ve tevatüre
mecbur olan hususu kabul etmemizden hâli değildir. Eğer haberin kesinlikle
sabit olmadığı kabul edilirse geçen günler ve o günlerde vukubulan hâdiseler
ve uzak yerler hakkında malûmat sahibi olmayıp cahil olmak vacip olurdu.
Mütevâtir haberi ve ona mecbur olan hususu kabul edersek onunla peygamberlerin
haberlerini kabul etmek vacip olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra biz onun
Kur'an'la deliller getirmeleri yönünden yaptığı taan ve sistemin fasid olduğunu
açıklayan hususların cümlesini zikredeceğiz. Çünkü o deliler bir çok yönden ele
alınmıştır.
Birincisi : Kur'an'm
nazmı ile ki, onda arabm Örfünün ve âdetinin dışına çıkacak hiç bir garabet ve
sonradan uydurma yok. idi. Bilâkis Kur'an'in nazmı en güzel nazım ve en tatlı
lâfızdır. Arap, bu hususta en güç olan kuvvetlerini harcamaya tahammül etti.
Hatta o uğurda helak oldular. Kendilerince şeylerin en sevimlisinin selâmeti,
sitem ve tahaddi ile beraber kolay olan işin terkedilmesinin imkân ve ihtimali
bulunmaz. Halbuki onlar hayattır, ruhun ve canın tebeddül etmesi ona olan
benimsemeleri ile ve tutumlu olmalarına rağmen ancak onların yaradılışı
veyahut imtihan olunmaları bakımmdan kendilerinde zuhur eden acizlikten dolayı
vukubulmuştur.
İkincisi: Bütün
işlerin beyan edilmesi ki, onunla ehl-i kitabın âlimlerinin bilgisi olduğu
ifade edilir, Peygamber'e (s.a.v.) şâhid olan kimsenin ihni ile bilinir ki,
Peygamber Aleyhisselâm, onlara muhalefette bulunmamıştır. Peygamber
Aleyhisselâm, yazı yazmasını bilmiyordu ki, onun söylenenleri yazıp
tekrarlaması ve hazırlanması muhtemel olsun. Öyle ise, kendisine verilenin
AHah-u Teâlâ'nm O,na talim etmesiyle olduğu sabit olur.
Üçüncüsü : Kendisine
müyesser olan fütuhat İle verilen haberler; insanların, dinine fevç fevç, bölük
bölük girmeleri; dininin düşmanlarının çok olduğu, yardımcılarının az,
kendisinin kuvvet bakımından zayıf olduğu bir zamanda diğer dinlerin üstüne
bulunması. Bunların hepsi Kur'an-i Kerîm'in haber verdiği hususlardandır.
Tevfik Allah'tandır.
Dördüncüsü : Gerçekten
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı Kerîminde Kıyamete kadar olacak ve zuhur edecek
olanların hepsinin asıllarını ve esaslarını cem'etmiştir. Bu da delâlet eder
ki, o, gaybı bilendir. Hatta[221] Allah,
Peygamberine o asıl ve esasları bildirmiştir.
Ve yine Allah-u Teâlâ,
Kur'an-ı Kerîm'in, diğer AHah kitaplarına muvafık olduğunu izhar etmesi ve
aşağıdaki âyeti celilelerde ifadesini
bulduğu gibi onun ümmetinin ve Muhammed
Aleyhisselâm'm sıfatlarının Kur'an-ı Kerîm'de beyan edilmesi de ifade edilen
delillerdendir. Bu husustaki âyetler : «Onlar ki yanlarında bulunan Tevrat ve
İncil'de ismini yazılı buldukları iimm-i peygamber O Resule tâbi' olurlar.[222] Muhammed
(s.a.v.) Allah'ın peygamberidir.»[223]
«Kendilerine kitap verdiklerimi^ Hazreti Peygamberi, öz oğullarını tanır gibi
tanırlar.»[224] Bunlar, onlardan hiç
birinin inkâr etmeğe ve reddetmeğe cür'et ve cesaret edemedikleri gerçekleri
ifade eden âyetlerdir. Öyle ise bu kitapları gönderenin ve indirenin Allah-u
Teâlâ olduğu sabit olmuştur. Zamanların muhtelif, vakitlerin birbirinden uzak
olmalarına rağmen hepsini yekdiğerine muvafık olarak göndermiştir ki,
gerçekten Kur'an, kendisinden diğer kitapların gelmiş olduğu zât-ı subhânî
tarafından gönderildiğini ve kendisinin kadîm olduğunu, onun delilinin ilk ve
son gelenlerden her ferd hakkında devamlı olarak carî olduğunu bilsinler. Ve
yine lânetleş-me hususunda zikri geçen ve peygamberler şundan sorulurdu ve bu
hususta kendilerinden fetva istenirdi gibi verilen kaberlerden hepsi
zikro-lunan hususlardandır. Kur'an'da zikrolunan cinlerin kıssası ve onların peygamberi
tasdik etmeleri ve gerçek olduğuna dair şehadet etmeleri, diğer kitaplara olan[225]
muvafakati ile olduğu zahirdir. İsmet, Allah'tandır.
Bu mevzuda asıl olan
şudur ki, gerçekten Resulûllah Sallalahû aleyhi vesellem öyle bir asırda
peygamber olarak gönderildi ki, o zaman tevhîd bilinmiyordu. Bilâkis, putlara,
ateşlere ve heykellere ibadet edenlerle dolu idi dünya. Binaenaleyh kendisine
Kur'an'dan gönderilen husus en başarı sağlanmış hususlardan[226] idi
ki, eğer insanlardan geçen kimselerden teşkil eden âlemin muvahhidi toplanmış
olsaydı ve delilinin üstünlüğü ebediyyen kendisine bahsedilen kimse olsaydı,
bir mucid üzere kadir olmayan o zaman da herşeyi ihata etmek şöyle dursun,
onun, onda birine ulaşma ihtimali dahi bulunmazdı. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Peygamberimiz Muhammed
Mustafa
Sallallahualeyhisevesellem'in peygamberliğini
ispat etme babında bizim yahudîler için delil getîrmig olduğumun ve
açıkladığımız Allah-u Teâlâ'nm : «...Eğer Cennet (sizin iddianıza göre) diğer
insanlara ait olmayıp Allah tarafından size hâs kılınmış ise ve bunda sâdiklarsamz
ölümü temenni edin...»[227]ayet-i
celî-lesi ile iki yönden delil getirmiştir.
Birincisi : Vaadetmek
ki, eğer gerçekten onlar ölümü isteselerdi muhakkak ölürlerdi.
İkincisi : Gerçekten
yahudiler ebediyyen ölümü istemezler. Onlara öiümü istemekten daha kolay gelen
bir şey yoktur. Hiristiyanlarla lanet-leşmeyi istemek ve lanetin vukubulduğunu
haber vermekle de delil getirdi. Öyle ise bu sıfatın kendi kitaplarında
bilinmiş olan bir husus olduğu sabit olur.
Verrâk, sözlerine şu
hususu da katmıştır : Yahudiler eğer dilleri ile ölümü isteselerdi, muhakkak
kendilerine ölümün kalben istenmesi mu-rad olundu denirdi. İkinci olarak
gerçekten onlar, Mûsâ ve İsa Aleyhis-selâmlara imân etmişlerdir. Her ikisi de
müneccimlerin haber vermeleri gibi bu hususları kendilerine haber vermişîredir.
Birincisine şöyle cevap veriliyor : Hakikaten lânetleşme bu hususa muhtemel
değildir. Ve yine onlar basiret ehlindendir. Öyle ise eğer reddedilmiş
olsalardı muhakkak o hususu kalbleri ile işlediklerini ifade etmek suretiyle
mukabelede bulunurlardı.
İkincisinin cevabı ise
şöyle ifade edilmektedir : Eğer öyle olmuş olsaydı onlar, Allah-u Teâlâ'nm ;
«...And olsun ki, inşaallah emniyet içinde bulunan kimseler olarak başlarmm
traş etmiş ve kısaltmış olduğunuz halde korkmaksızın mutlaka Mescid~i Harâm'a
gireceksiniz.,.»[228] Ve
«O Allah'tır ki, Peygamberini her dinin üstüne çıkarmak için, onu hidayet ve
hak din ile gönderdi.»[229]
mealindeki âyetlerin gelişinde ona mukabele etmekten imtina' etmezlerdi. Ve
yine o husus ile olmuş olsaydı, tasdik etme, can ve mallardan ibaret olan
egyânın en şereflisi olan ile mukabelede bulunma ihtimali için olurdu.
Fakih Ebu Mansur
(r.a.) diyor ki: Eğer zikrolunan hususun var olması Resulullah'm vermiş olduğu
haberle olmamış olsaydı onlar, elbetteki
ölümü temennî etmezlerdi. Fakat bu verilen haber, onların bu hususu
işlemiyeceklerini bilenin haberi ile vukubulmugtur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Ve yine Verrâk, ta'n
ederek der ki : Eğer müneccimlerin sözlerinin hükmü üzere olup onların katında
tekerrür etmemiş ve hatta cevap vermekten kaçınmış bir hâl almamış olsalardı,
bunun dışında Resulul-lah'm getirmiş olduğu şeyde kendilerinde tekerrür etmezdi
ve böylece onları korkutmuş olduğu şeyden çekinmezlerdi de müslüman olurlardı.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Ve yine Allah-u
Teâlâ'nin «Sen bundan önce (Kur'an'ın gelmesinden evvel inen kitaplardan) hiç
bir kitap okur değildin. Ve elinle de onu yazmazdın.»[230]
mealindeki âyet-i celîleyi ta'n ederek der ki : Gerçekten ezberlemek, yazmanın
yerini tutar. Çünkü ezberleme, okumakla olur. Üzerine ibkâ edilmek suretiyle
olan ise o, okunan kitaptan olur.
Sonra o husus ancak
onu bilen kimsenin nezdinde ihtilâfı zahir olan kimse ile olur. Malûmdur ki
Peygamber onların arasında doğup büyümüştür. Bu hususlardan kendisinde bir şey
vukubulduğu bilinmiyor. Eğer bir şey olmuş olsaydı, mukabelede bulunmakta şu
kadarı kolay olurdu, ondan âciz kalmazlardı.
Kur'an haberleri
hakkında da dil uzatarak der ki; Kur'an'ın haberleri, haber-i âhâddır. Yani,
kişilerin tek tek vermiş olduğu haberdir. Bu ise düpedüz yalandır. Çünkü
Kur'an-ı Kerîm, bilâkis mütevetir; yani, cemaat olarak rivayet edilip
gelmiştir. Bununla beraber onun bu kadar sözü ve ikrarı dahi bir delildir.
Sonra cemaat olarak tevatürle olan rivayet hakkında da ta'nda bulunarak der
ki; toplu halde bulunmak, işitmekten, uzak kalmaktan veyahut işitmeğe yakın
olmaktan hâli değildir. Eğer işitmeğe uzak olursa, hile girmesi ihtimali
bulunur. Yakın olursa da işitme ancak az bir kimseye nasip ve müyesser olması
muhtemel olur.
îbni Ravendi der ki :
Bu cahiller mahfelierde bulunan kimselerdir. Yoksa onun hakkındaki iş öyle
yayılmıştır ki, kendisinden.[231]önce
geçenlerde bile sirayet etmiştir. Hatta ondan bir şey, yakın olanlardan şöyle
dursun uzak kalanlara dahi gizli kalmamışür. Ve yine Yahudilerin
ve hiristiyanların bu konuda icma' edip
fikir birliğinde bulundukları yalanı ile dil uzatmıştır. îbni Ravendi, bu
hususta şöyle diyor : O, ya haberi mutlaka ve kesinlikle inkâr etmiştir,
böylece mani'yi taklid etmekte ve bu sözünü ifade etmekteki tutum ve mezhebi
bâtıl olur. Veyahut ta haberin vâki olduğunun caiz olduğunu ifade eder ki, bu
takdirde aklî usuller hakkında hak ehlinin icma' ettiği noktaya rücû etmesi
mutlaka gerekir ki, böylece onların icma' ve haberlerini kabul etmiş olur. Çünkü
onlar, bu hususa mütemessikdirler. Biz de Elhamdülillah, onlarız.
Şeyh Ebu Mansur (r.a.)
diyor ki : Bu mevzuda asıl olan şudur ki; gerçekten haberlerin aklen kabul
olunması lâzımdır. Çünkü onda işitme ve konuşma hikmeti bâtıl olur ve
kendisinde dünya ve ahiret ilimleri zeval bulur ve bedenlerin hayatını temin
eden besin maddeleri ve ilâçların asılları inkıtaa uğramış olur. Sonra
haberlerin kendi büyüklüklerini ifade edecek hususlar kadarmca yayılmaları güç
olur. Meselâ; bir padişah, eğer öldürülmüş olursa onun bu hâdisesi zarurî
olarak her tarafa kolaylıkla yayılır. Hattâ insanlar onun gibisinin gizli
tutulmasını isteseler, ona kadir olamazlar. Mu'tâd olan marifetlerin dışında
bulunanlar da böyledir. Tehlikesi az veyahut da mu'tâd olduğu üzere cari olan
şeyde ise onun meydana çıkması kolay ohnaz. Belki onun hatırlanmamış olması da
ihtimal dahilinde olur. Bu mahlûkatta ve yaradılışlarında bilinen bir
husustur. Padişahların veya Sultanların hâkim olmaları, memleketlerin
fethedilmesi hususundaki haberleri sür'atle yayılması da buna göre mütalâa
edilir. îşte peygamberlerin getirdikleri iş de bunun gibidir. Çünkü onlar,
insanlar katında mutad olan işlerin dışında büyük ve önemli işlerle
gelmişlerdir.
Bunun için onların
haberleri zahir olup dünyanın en uzak ve yakın yerlerine ulaşacak şekilde
yayılır. Çünkü o haberler öyle bir vecihle olur ki, işitenlerin onu gizlemesine
güçleri yetmez. Çünkü zikrettiğimiz gibi onun gibisini neşretmek insanların
gözünden kaçmaz. Bununla beraber zikrettiğim husus gibi kendisinde menfaat
olmayan şey de yayılır. Öyle ise insanların ve mahlûkatm hepsine ilgili olarak
gelenin yayılmasının anlamı daha haklı ve gerçek olarak görülmektedir. Bir kimseden
intişar eden ve yayılan her iş, habere avdet eder. O haber ya hak ve adalet
üzere olur veyahut da zulüm üzere olur. Eğer zulüm üzere olursa, onda işlenen
şey bilinir ve değiştirilir. Hak üzere olup tasdik edilen de ikrar olunmuş
olur. îşte bunun için peygamberlerin haberlerinin kendi hayatlarında intişar
etmesi lâzım olur. Eğer onların haberinde bir şey işlendiği zahir olursa onun
eseri, ve izi nehyedilmek ve değiştirilmek suretiyle imha edilir. Ve
kendisinden gelen hak ve gerçek olarak baki kalır. Bunun delili de Resûlullah
Sallallahualeyhivesellem'in emridir. Hattâ, uzak bir yer ve mekâna gelmez ki,
orada kendisinin eseri açık seçik olarak bulmasın. Özellikle kendi asrı
saadetlerinde. Çünkü uzak diyarlardan gelenler kendisine rücu' ederlerdi ve
haberler kendisine ulaşırdı; ve böylece şah ve şerefi bütün ülkelerde zahir
olurdu. Peygamberin haberi bir çok yönlerden böyle olduğuna göre onun peygamberin
haberleri âhâd haberlerindendir, demesinin bir mânâsı yoktur. Ve onun
zikrettiği yönlerden de değildir. Bilâkis, mühim iş hakkındaki veyahut mu'tâd
olan işin dışında vukubulan olay hakkındaki haberi vahid'in daha açık olarak[232]
yayılması gerekir. Bu böyle olunca nasıl olur ki, kendisinde bütün dinlerin
sahibini çağırma haberi bulunan yayılmasın!' Bunun gibi etrafa mektuplar
gönderilir, her taraftan kendisine kafileler gelir ve çeşitli delillerle
peygamberlerin kendileri imtihana tabî tutulur. Melikler ve sultanlar onların
getirdikleri Nûr'u söndürmek için peygamberlere doğru yönelirler, onlara
kastederler, kendi mülklerinin gitmesi, tahtlarının yıkılması acısı içinde
kıvranırlar. Bu haller içinde olanın haberleri nasıl olur da yayılmaz? Onlar,
vücudları bakımından zayıf, kendi cevherlerinden yardımcılarının az olduğunu
biliyorlardı. Bu korku onlarda ancak peygamberlerin Kadir ve Âlim olan Allah
tarafından geldiklerini bildikleri için vukubuluyordu. Buna göre tehlikeli
işlerden mucizeler yerine çıkan şeyden onun eseri elbetteki kalmaz. Onların da
tabî olanları[233] bakî kalmaz. Delilerle
itiraz etmek de onun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Yahudilerin ve
hıristiyaniarın toplanmaları ve fikir birliğinde bulunmalarından zikrolunan
hususlar ise; onlar ancak öyle bir işlerdir ki kendi görüşlerinin ihtimali
dahilinde[234] olduğu kadarınca o
iğlerde ihtilâf etmişlerdir ve onlardan her birerlerine tâbi olanlar arasında
bu husus yayılmıştır. Bunlar ise ne tehlikeli işler hakkında ve ne de âyet ve
mucizeler hakkındadır.
Sonra gerçekten ne
zaman haberler Şerîatı değiştirmeye ulaşır ve hatta eserini imha etmeğe ve
haberi bozma derecesine yaklaşırsa Allah, fazlu nimetiyle onu ihya eden ve
koruyan kimseyi gönderir. Ve peygamberleri bulundukları dini, akıllara hükmedecek
âyet ve mucizelerle meydana çıkarır ki, onlar tebdil ve değişikliği bilsinler.
Haberin1 yayılması da buna göredir.
Sonra Allah-u Teâlâ'nm
hükmündendir ki, Muhammed Aleyhisse-lâm ile peygamberliği kapatmıştır. Ve ondan
sonra Muhammed Aley-hissalatuvesselâm'm ümmetine peygamber göndermemesi de onun
hükmü ve hikmetidir; ki, onun ümmetinin büyük işleri değiştirmeğe imkân ve
ihtimalleri dahi bulunmaz. Onlara göndermiş olduğu kitabın ezberlenmesini de
ihsan etmiştir. O kitapla tağyir ve tebdil bilinir. Böylece kendi şeriatı
âlemin yok olmasına dek bakî kalır. Tevfîk Allah'tandır.
Ebul Hüseyin Ravendi
diyor ki : Verrâk, bîr yol veyahut iki yoldan varid olmaları bakımından
peygamberlerin delillerinin haberlerini ta'n etmiştir. Bu çok ağır ve büyük
yalan ve iftiradır. Bilâkis bizim ümmetimiz bu haberler üzerine fikir birliği
etmişlerdir. Sonra Allah-u Teâiâ'-nin nebisinin işi ta'n etme külfetinde
bulunmak işi mülhidler birbirlerinden tevarüs ettikleri hususlardandır.
Muvahhidler ise hakkın korunması için Peygamber Aleyhiselâm'ın emirlerini
birbirlerinden tevarüs etmişlerdir. Bununla beraber kâfirler, Peygamber
Aleyhisselâm'ın ahlâkında veyahut şecaat ve cesaretinde veyahut dünya
varlıklarından bir şeye rağbeti olması veyahut dünya menfatlerinîn fenlerinden
bir şeye meyletmesi gibi husularda bir şey bulmaya çalışmakta iş birliği
yapmışlardır. Fakat Peygamber Aleyhisselâm'da bu hususlardan hiç bir şey bulamamışlardır,
işte bu sayının çoğalmasında haberlerin doğru olmasının şartı olursa nasıl
olur ki bütün kalbleri istilâ etme ve ona sükûnet bulma ve zanlardan kendisine
arız olan şeyin kaldırılması, mânâ ve mealinin anlaşılmasının meydana çıkması
ile nefislerin mutmain olmasının şartı nasıl olmasın? îgte adetleri ne kadar
az olsa da gerçek sahibi olanların haberleri katında iş böylecedir.
Verrâk, Allah-u
Teâlâ'nm «(Ey Resulüm) senden önce de, kendilerine vahiyde bulunduğumuz
erkeklerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bunu bilmiyorsanız
Tevrat ve încil âlimlerine sorun.»[235]
kavl-i celîli hakkında ta'n edip dil uzatarak şöyle demiştir : Onların hakkı
gizlediklerine dair şehadet edilmekle beraber onlara bu husus nasıl emrolunur?
Bu soruya şöyle cevap veriliyor : Allah-u Teâlâ, Muhammed Aleyhisselâm'ı kesin
ve kuvvetli delilerle teyîd etmiş olduğundan, onlar, kitaba meylettiler. Bunun
için onlara böyle denmiştir. Hakikaten AUah-u Teâlâ, o iş hakkında onları
musahhar kılıp muvafakat etmeğe mecbur kılar. Böylece o, Allah-u Teâlâ'nm en
yüce ve en parlak âyetlerinden biri olur. Zira Allah, «İsrailoğulları
âlimlerinin kitaplarında Kur'an'ın vasfını bilmesi de, o, kâfirlere bir delil
değil mi? (Bundan da Kur'an'ın sıhhatim anlamıyorlar mı?...)[236]
kavl-i celîli ile dost ve düşmanlarını o husus üzerine toplamıştır. Yine o,
kendisine delil ikame edildikten sonra dâvasında ısrar eden kişi hakkında
ifade edilen husus gibidir ki, ona kendisine güvenip sözü ile kalbi mutmain
olan kimse kasdedilerek «onu felana sor» denir ve böylece o kimse ısrarından
vazgeçer. Üçüncü olarak bundan maksadın yahudilerden müslüman olan kimseye
yöneldiğini ifade edilmesi olur. Tevfîk Allah'tandır.
Âyet-i kerîmedeki
âlimlerden muradın, onların içinde bulunan şeref ve haysiyet sahibi kimselerin
olması da cazidir ki, onların yanında hüküm verilirken kendilerinde bulunan
şeref ve haysiyetleri, onları yalan söylemekten meneder Allah-u a'lem.
Verrâk, Resûlullah
Sallallahualeyhivessellenı'in, Bedir Savaşı günü meleklerin hazır bulunduğunu
haber vermesini ta'n ederek der ki; melekler, Uhud Savağı günü nerede idiler?
Birincisinin cevabı : Bedir savağında başlar, (şahıslar) zuhur etmiştir.
Onları savaşmazken gördüler. Sayılardan zikrolunanlarm açıklanması ise onlar,
bilmedikleri suret ve şekilleri görmüşlerdir.
İkincisinin cevabı ise
şöyle ifade edilir : Bedir savaşı nıüslümanla-nn yaptığı ilk savaştır. Bunun
için Allah-u Teâlâ, hakkı üstün kılmak, bâtılı mahvedip yok etmek için
müslümanlara yardım etmeyi murad buyurmuştur.
İbni Râvendî diyor ki
: Verrâk çok acaip ve şaşılacak bir adamdır. Çünkü o, kesin deliller
bulunmasına rağmen peygamberlerin haberini inkâr ediyor! Bununla beraber
menânılerin fikir ve sözlerini kabul edip insanları da onu kabullenmeğe davet
ediyor. Onların aptallıklarım bir zümre benimseyip kabul ederek göklerden
şeytanların derilerinin yayıldığını, yeryüzünün içinde bulunan yılan, çıyan,
ve akreplerin deprenmesi ile deprendiğini kabul ediyor. Bunların hepsinin de
ziya ile karanlığın işi
olduğunu ve kendi akıllarında güzel olanları def etmeği
de kabul ediyorlar. Tevfîk Allah'tandır.
Şeyh Ebu Mansur (r.a.)
diyor ki : Bedir Savaşı işi hakkında bir çok vecihler vardır ki, onlardan en
muteber olanı şu biridir : Onların hepsine isabet eden bir avuç toprak işidir.
Onda zikrolun ani arın hepsi vardır. Yine o hususta, Ebu Cehil'in «Ey Allah'ım,
bize işimizi göster; bizi akrablarımıza ulaştır.» demesindeki ifade,
lânetleşmesindeki ifadeye benzemektedir. Ebu Cehil, böyle dedi ve kâfirlerden,
başkalarından liderleri bir araya topladı. Tevfîk edici Allah'tır.
Peygamberi inkâr eden
kimse şu iddiada bulunuyor : Hüküm ve hikmet sahibi olan, aklın kötü ve çirkin
gördüğünü emretmez. Çünkü eğer onun gibisiyle haberin gelmesi cazı olmuş
olsaydı, aynı hususun yalan ve zulmün muhal olması hakkında gelmesi de caiz
olurdu. Bu, iddia edip öne sürülen fikre şöyle cevap verilir : Hakikaten aklın
güzel ve çirkin gördüğü şey, iki nev'idir : Birincisi; kendisine verilen nimete
karşı edilen şükrün güzel olması ile sefih olanın kötü ve çirkin olması gibi
olan ki, bunlar hiç değişikliğe uğramazlar. İkincisi de şöyle ifade edilir :
Akim geçmişte yahut gelecekte veyahut bulunduğu hal içinde güzel gördüğü şey,
aklın intikam alma cihetinden azan ve fesada dalan kimseyi...[237]
güzel gördüğü gibi olur. Bunun için ger-i şerifin onun gibi vârid olması
cazidir. Kendisinin mubah olması kadarının olsa büe kesme işi de buna göredir.
Her diri olan ölür. Kesmek suretiyle olduğu zaman kesilen için daha rahat,
kesen için de daha kolaydır. Öyle ise, bunlar mubah olan eşyalar mânâsına
gelmiş olur. İkinci olarak ise, adalet, umumiyetle güzeldir. Zulüm ise
genellikle çirkindir. Fakat eşyadan bazıları vardır ki, nehyile çirkin, emir
ile de güzel ve iyi olduğu zahir olur.
O da tıpkı kişinin
hallerinin değişmesi, kendisinin intikal etmesi gibi. Hayvanı kesmek de buna
göre mütalâa edilir. Çünkü peygamberler, hayvan kesmenin caiz ve mubah
olduğunu bildirmişlerdir. Onlar, adaletten başka bir şeyi getirip tebliğ
etmezler.
Seneviyeler, maslahat
görüldüğü için, ziyanın, karanlığa zarar vermesini caiz görüler. Onun aynısını
Verrâk zikretmiştir. Ve demiştir ki : Gerçekten peygamberler, eğer aklî
delillere temessük ederek gelmişlerse, onlar bizdendir. Ve eğer aklî
delillerin hilâfına olana temessük ederek gelmişlerse, onları delil kılan
Allah'tır. Onun başkası olması ancak tağyir ile olur. Bunda kitabın yok olması
vardır.
îbni Ravendi; ona, bir
başı siyah görüp sonra onu beyaz görmesi ile itiraz etmiş ve demiştir ki : Onun
gözü mü değişti; yoksa gözüne gelen şey mi? Çünkü gözün gördüğü şey, siyah
değildir. Aklın bir iş için adaletli gördüğü şey de onun gibidir. Bu husus,
ayakta durmakta, oturmakta ve bütün hallerde böyledir, içmek, yemek ve kan
aldırmak da onun gibidir. Bazen bu halZer muhtelif şekilleriyle güzel olur. Bununla
aklın değişmesi vacip olmaz. Tâ ki, kendisinde güzel olan şey, başkasında da
güzel olsun. Peygamberlerin işi de böyledir. Sonra bazen sonuçların iyi ve
güzel olması için ağır yükler yüklenmenin ve güzel olma, selâmet bulma içinde
zararlı şeyleri seçmenin caiz olduğu ifade edilir. Tıpkı ticaretlerde,
icarlarda, ziraat, ilâçlar ve çeşitli ameliyatlarda olduğu gibi. Bir menfaati,
kendisinden daha üstün olan bir fayda için terketmenin ihtiyar edilmesi de
böyledir. Şeriatların isi de buna göre carîdir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Verrâk, bizim beyan
ettiğimizi teyîd ediyor. Şöyle ki : Gerçekten akıl, eziyet vermeyen kimseye
yapılan kötülüğü zemeder. Her ne kadar kendi nefsi için sevdiğini başkası için
sevmezse de. Hayvan kesmeler, bunun dışındadır. Bu böyledir. Çünkü bu, onun
illetlerden tek olarak bulunduğunu düşünmesidir. O düşündüğü vakitte sonuçlar
ve selâmette olmalar, menfaatlerin ardınca güzel olur. Rahat olmanın üstünlüğü
de böyledir. Bu husus hayvan kesmelerde de mevcuttur.
Biz deriz ki : —Tevfîk
Allah'tandır— : Gerçekten eşya iki nevidir. Birincisi; kendisi için güzel olan
şey, zıddı olan ve her kendisine muhalif olan için çirkin olur. İkincisi;
sonuçların iyi olması ve kötü olmasına delâlet eden delilerin bulunması ve
ihtiyaca binaen şey ve onun muhalifi olanın da güzel olması. Öyle ise bu
hususta hallerin iyi ve kötü olduğunu bilen kimsenin bulunmasını söylemek
lâzım gelir. Böylece iş şuna varır ki, kendi aklına itimat edilen kimsenin
bulunması mutlaka lâzımdır. Tenakuz teşkil eden ihtilâf ise onun sebebidir.
Yahut iş aklın tarafından tahsis edilen şeye rücu' eder. iste bunda da
peygamberlerin gönderilmesinin gerektiğini söylemek lâzımdır. Sonra hayvan
kesme işinin, bizatihi çirkin olmasının ihtimali bulunmaz. Çünkü o, intikam
yerinde helâl olur ve kendisinde eziyeti ve çirkin görüleni defetme düşünüldüğü
zamanda da aklen güzel olur. Veyahut ta sonuçları böyle vukubulur. Öyle ise,
kendi nefsi ile onun yani kesmenin, çirkin olması bâtıl olur. Böylece
kendisinde terketmek ve izin vermekle mihnet ve musibetin bulunmasının caiz
olduğu lâzım gelir, işte onda mubah olma durumu vardır.
Ve yine gerçekten her
şey ki, onu akü güzel görür. O, her hangi bir halde çirkin olmaz. Ve böylece
aklın her çrkin gördüğü şey, başka bir halde çirkin olmaz. Tabiatın[238]
nefret etmesi ile çirkin olan her şey, düşünlen bir cevhere hulul etmesinin
düşünülmesi ile olur ki, böylece onun vermiş olduğu eza ve elemden dolayı o
cevherin tabiatı ondan kaçınır. Sonra bu, bazan alışkanlıklarla o hususun
gitmesi caiz olur. Tıpkı kasaplar ve savaşmayı itiyat edinmiş olanlar gibi.
Öyle ise o husustan nehyin aklî değü, tabiî olduğu sabit olur. Onun âdetten
değişikliğe uğraması zail oîur. O da hayvanın cevherleri gibi ki, onun tabiatı
vahşi olmaktır. Ağır yük taşıyanlardan bütün insanların tabiatları da ona göredir.
Sonra çabşmak, ekzersiz yapmak, başkasını alıştırmakla ona göre yaratılmış gibi
olur. Hayvanın igi de buna göredir. Ve her diri, muhakkak kendisi ölür. Sonra
ona hiç bir kimse katılmaz ki onu zemmetsin. Bu husus, kendisi için olandan
izin geldiği vakitte durum onun gibi olur.
Seneviyelerin görüşünü
ve "sözünü kabul eden kimse, bir kaç yönden daha haklı görülmektedir :
Birincisi; onların
ziya ile karanlığın birbirine zıd ve uzak olmalarını, sonra bağdaşmalarını ve
sonra yine birbirine zıd ve uzak olma haline girmelerini caiz görmeleri ki,
bunda her birine yakın olanların arasını ayırma ve her birbirine imtizaç
edenin arasım seçme vardır. îşte hayvan kesmenin mânâsı da budur.
ikincisi; gerçekten elem, ya ziyanın cevherine girer; böylece ziya ezâ vermeye muhtemel olur ki, o de serdir. Eğer öyle olmasaydı kesmekten nehyolunmazdı. Çünkü o, kesmekten ibarettir. Sonra elem, ziyanın cevherine hulul etmekten veyahut karanlığın cevherine girmekten hâli kalmaz. Ziyanın cevherine hulul ettiğinde şer işlemiş olur. Karanlığın cevherine girdiği vakitte de onu nehyetmenin ve inkâr etmenin hiç bir mânâsı yoktur, kendisi için. Çünkü o, tabiatinde nehyi ve inkârı kabul etmemeye muhtemel olan kişinin i§ini inkâr etmek olur. Tıpkı bu, kanadı olmayana uçma emrini vermek gibidir. Veyahut da elemin karanlık cevherine girmiş olması olur ki, bu da onların katında hak olandır. Sonra ya elem ona ziya cevheri ile girmiş olur ki, o da kendisine zem olunmayı icabettirecek hususu işlemiş olur. Veyahut da karanlık cevheriyle girmiş olur ki, böylece karanlığa elem verme[239] bakımından gok güzel ve iyi etmiş olur. Çünkü o, adalettir. Tevfîk Allah'tandır. Ve yine gerçekten kesmekte safî olan ruhun, pis olan karanlıktan çıkarılması vardır. Hak olan budur ve her şeyin âkibeti de böyledir. [240]
Peygamberlerin
nübüvvetinin ispatı, özellikle Muhammed Sallallahu-aleyhivesellem'in
peygamberliğinin ispatı kendi varlıkları ile vukubul-muştur. Sonra hissi ve
aklî delil ve mucizelerle sabit olmuştur. Sonra ahvâlin zuhurunun muvafakati
ile ki, o da kendilerine duyulan ihtiyaçtan ibarettir. Kendi varlıkları ile
ispat etme işini peygamberlerin gelmeleri hususundaki ifadelerle açıkladık.
Bununla beraber peygamberimiz hakkında su zikrolunan hususlar da
peygamberliğini ispat eden delillerdendir. Peygamber aleyhisselâm, kendi
yüzüne baktı, sonra dolunaya baktı, kendisi Ay'dan daha güzel idi. O, koku
bakımından misk'ten daha âlâ ve güzel kokulu idi. Onun yaratılışı, güzellik
bakımından kendisi gibi ile hiç bir kimsenin vasfolunduğu bilinmiyen hususlarla
vasfolundu. Gözlerin çoğunu görürsün ki, yaratılışta âfetler sahibi olanlarla
hayret içinde kıpırdarlar. Bu ise onun bütün âfetlerden berî olduğuna delâlet
eder. Ve onu her ziynet ile ziynetlendirmiştir. O, yaratılışta en yüksek
derecelere ulaşmış, en üstün şereflere nail olmuştur. Buna su hususlar delâlet
etmektedir ki, onda hiç bir yalan görülmemiştir. Kendisinden hata bile sâdır
olmamıştır. Onun düşmanlarından kaçtığı görülmemiştir. Ahlâkında da hiç bir
kötülük yoktur. Bilâkis o, vasfolunduğu üzere idi. Ne mudârâ ederdi ve ne de
münakaşa. Kendisinde kötü söz bilinmediği gibi kendi nefsi için de yardım istemezdi.
Başkasına şefkat ve merhamette bulunmakta Öyle bir noktaya varmış idi ki, o
noktadaki hali üzerine Allah-u Teâlâ'nın «...0 halde (Ey Resulüm insanlar
inkârlarından dolayı helak olacaklar diye)
onlara üzülüp kendini mahvetme!»[241] kavl-i celîli
ile kendisine hitap edilmiştir. Ve yine bu hususta Allah-u Teâlâ, kendisine
hitaben «(Ey Resulüm, Kureyş halkı) iman etmiyecekler diye, kederden nerde ise,
nefsine kıyacaksın.»[242] buyurmuştur.
Mahlûkatm helak olup
yok olması bulunan hususa duyduğu hüznü dikkata şayandır. Nitekim, Aîlah-u
Teâlâ; «Ey Resulüm, sabret; senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir.
Kâfirlerin yüzçevirmesinden mahzun olma. Ve yaptıkları hileden de telâş edip
sıkıntıya düşme.»[243]
kavl-i celîli ile O'nu vasietmiş ve korumuştur. Ve yine Cenâb-ı Allah, O'nun
hakkında «And olsun, size, içinizden bir peygamber geldi ki, zahmet çekmeniz
onu incitir ve üzer. Size çok düşkündür; mü'minlere çok merhametlidir, onlara
hayır diler.»[244] buyurmuştur. Cömertlikte
o kadar ileri derecede bulunuyordu ki, bu bakımdan kendisine Allah'tan sitem
bile gelmiştir. Allah-u Teâlâ, kendisine hitaben, «Elini boynuna bağlı kılma,
(cimri olma) ve büsbütün de onu açıp israf etme ki, sonra kınanmış olursun ve
eli boş açıkta kalırsın.»[245]
buyurmuştur. Rivayet edilir ki, Peygamber aleyhisselâm, yarın için, bugünden
bir şey alıkoymazdı. Azıcık yumuşaması için, dünya metâı ve riyasetten
özenilecek pek çok şey kendisine arzolundu fakat hiç birisine de cevap vermedi.
Bilâkis Allah iğin beyler, ağalar, melikler, sultanlar ve en kuvvetli[246]
şahsiyetlerin karşısına dikildi. Tâ ki Allah-u Teâlâ, mahlukatın kalbine korku
vermek suretiyle kendisine ikramda bulundu. Allah için karşılarına dikildiği
kimselerle savaşmayı kasdettiği vukubulmasın ki, karşısında bulunanlar
kendisinden korkmasın. Onun hakkında şöyle denmiştir : Ve Allah, seni
insanlardan korumuştur. Bundan sonra insanlardan korkmamıştır. Peygamber
aleyhissselâmın bu hususta[247]
onlarla dostluk yaptığını hatırlamam. Bunun içindir ki, kendisine tâbi
olanlara çok şiddetli ve meşakkatli hâdiseler isabet etmiştir. Ümmetinin
mülkünün ve hükümranlığının doğudan batıya kadar yeryüzünü titretecek ve her
taraftan duyulacak ihtişama ulaşacağını vaadetmiştir. Düşmanlarının kalblerine
atılan çeşitli korkulardan ve heyecanlardan zikrolunan şey, hep rivayet
edilenlerdendir. Düşmanları tarafından kendisine atılan her türlü kötülükten
korunmuştur. Bu hususta uzak akrabalarına karşı da dostluğunu izhar etmekten
çekinmemiştir.[248]Düşmanlarının,
onun getirmiş olduğu Nûr'unu söndürmek, izini mahvedip silmek için fikir ve güç
birliğinde bulunmaları ancak getirmiş olduğu dinin zahir olup üstün olmasından
başka bir netice vermemiştir.
Sonra hissî olan
mucizeler : Ay'ın yarılması, ağacın Peygamberin ardından inlemesi, taşın
kendisine teslim olması, açık seçik olan mucizelerdir ki, onların hepsini
bilmiş ve görmüşlerdir. Sonra az olan bir sudan, insanlardan bir çok kimsenin
içip kanmaları, sonra beddua etmesiyle düşmanlarının kıtlık ve darlık içine
girme belâsına maruz kalmaları, sonra peygamberin hürmetine kurtulmalarını
istediklerinde kurtulmaları, az bir yemekle insanlardan bir çoğunun doyması,
sonra Beyt-i Mukaddes hakkındaki emir, sonra mağarada kendisini arayan
kimselere geçmelerine dair vukubulan emir ki, Allah-u Teâlâ onların gözlerini
kör etti. Ağacın inlemesi, devenin şikâyeti, pişmiş koyunun tekrar diriîip
şehadet getirmesi, sonra kendisinin peşine düşen kimsenin atının yere batması,
sonra Allah-u Teâlâ'mn «onlar elbette ki onu temenni etmezler» kavM celîli ile
haber vermesi ki, bu husus Öylece vaki olmuştur. Sonra, siz Allah'a şirk
koştuğunuz, şeriklerinizi çağırınız ve sonra bana hüekârhkta bulununuz, siz
gözetilmezsiniz, demesi ile onların bu hususa gücü yetmemeleri, sonra
düşmanlarının kendisine çok tuzak kurup Allah-u Teâlâ'mn onu bu tuzaklardan
kurtarması, münafıkların kendi nefislerinde gizledikleri hususun büyüklüğü ki,
Allah-u Teâlâ; peygamberini ona muttali kılmıştır. Tâ ki onlar çok şiddetli
inat içinde olmaları üe beraber kendilerinde bulunan hususu haber verecek bir
sûrenin inmesinden korkuyorlardı; onlara içinde bulundukları ve tabi oldukları
hususu açıklaması, Ebu Bekir ve eshabı hakkındaki sözü, bu hususta Allah-u
Teâlâ şöyle buyurmuştur : «... Şimdi o, ölür veya öldürülürse siz ardınıza
dönüverecek misiniz? (Dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?)»[249] ve
yine Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor : «... Sizden kim dininden döner de kâfir
olarak Ölürse, bu gibilerin yaptığı iyi şeyler, dünyada da Ahirette de boşa
gitmiştir. Ve onlar Cehennem ehli olup orada ebedi olarak kalırlar.»[250]
Hasreti Ali'ye,
kendisini dâvadan İnhiraf etmek[251]
suretiyle büyük bir fitne çıkaranlar[252]
tarafından gehid edileceğini bildirmesi ki, böyle olmuştur. Ve Ammar'a «Seni
azgın ve hadden çıkan bir cemaat şehid edecektir» diye buyurması; ve müminlere
dünyayı fethedeceklerini vaadetnıesi; ve daha başka sayılamayacak kadar çok
olan hususlardan ki, ümmetinin âlim ve güzide olanları bunu saymaya
kalksalardı, kalemleri kifayet etmezdi. Sonra bunların çoğu kendi düşmanları
nezdinde de zahir olan hususlardandır. Bununla beraber gönderilen semavi
kitaplarda onun peygamber olarak gönderileceği'[253]
yazılmış idi. Bütün peygamberlerin dilleri ile o, müjdelenmiştir ve onun
hakkında bütün peygamberlerden söz alınmıştır[254].
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Aklî delillere gelince;
şunlardan ibarettir : Cenab-ı Allah Kur'ân-ı Kerîm hakkında beyan buyurmuştur
ki; Kur'ân-ı Kerîm, insanlardan ilim ve edebiyatın zirvesine ulaşan, dil
ilminin her türlüsünü, en ince kısmını bilen kimsenin dahi benzerini getirmeye
gücünün yetmesi ihtimalinin dışında olduğunu bildirmiştir. Sonra Allah'ın
birliğini ispatlayan, Peygamber Aleyhisselâm'ın Peygamber olarak
gönderilmesini açıklayan, hüccet ve deliller, Kur'ân-ı Kerîm'de vârid olmuştur.
Bunları iddia eden kimse, o gün yeryüzünde yok idi. Sonra Kur'ân-ı Kerîm'de[255]
geçen zamanlarda vukubulan hadiselerin haberleri bulunduğu gibi ebedi olarak
vukubulacak hususları da haber vermektedir. Gelecekte vaki' olacak musibetleri
de açık seçik olarak beyan eder ki; bu hususların anlaşılması için akıl çalıştırıldığında
onlara muttali' olabilir. Ebu Zeyd, delillerden duyu ile bilinenlerden o
hususta eserlerde vârid olan[256]
kâfidir[257] diyor.
Resûl-i Ekrem
Sallallahu aleyhi vesellem'in peygamberliğinin hak olduğunu ispatlayan aklî
deliller ise; bir kaç vecih üzeredir : >
Birincisi :
ResûluIIah'm (s.a.v.) peygamberliği taaccüp edilecek bir şey değildir. Bilakis
geçen milletlerde aynısının bulunması âdet üzere devam edip gelirdi. Bunun
içindir ki, onu kabul etmeyip reddetmek, ilk anda dahi batıl olur. Allah-u
Teâlâ, bu husus hakkında şöyle buyurmuştur : «(Ey Resûîum; muhakkak ki biz seni
Cennetle müjdeleyici, Cehennemle korkutucu bir peygamber olarak Kur'ân ile
gönderdik. Hiç bir timnıetde yoktur ki, içlerinde Cehennem ile korkutucu bir
peygamber gelmiş olmasın) »[258],
«Sonra arka arkaya peygamberlerimizi gönderdik»[259]
İkincisi : Peygamber
Aleyhisselâm'm, peygamber olarak gelmesinin kendisine ihtiyaç duyulduğu bir
zamana, rastlaması; zira Allah-u Teâlâ'nm sünneti, yani âdeti, hidâyet
sebebîerinin, insanların hidâyet yolundan uzaklaşıp hidâyetin kendilerinden
zail olması anım müteakiben cari olmasıyla beraber kendisinin teşrif ettiği
saman fetret devri ve ilim Öğrenilecek bir zamandı. Bu hususu beyan etmek
Üzere Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor : «Ey yahudi ve hristiyanlar, şimdi size
peygamberimiz geldi; kitabınızda gizlemekte olduğunuz şeylerin bir çoğunu size
açıklıyoruz[260]
Üçüncüsü : İnsanlarda
ilim tahsil edilecek sebeblerin bulunmamalından, kendilerine peygamber olarak
gönderilen kimselerin, peygambere çok muhtaç bir durumda bulunmaları. Bu husus
Allah-u Teâlâ'nm «(Çoğu okuma yazma bilmeyen) araplar içinde, soylarmdan bir
peygamber gönderen odur.»[261].
Kavl-i Celîli ile ve bundan başkası ile ispat edilmiştir.
Dördüncüsü : Peygamber
Aleyhisselâmm mahlûkat için en açık ve belirli memleketlerden birinde
bulunması. Çünkü dünya ve etrafındaki memlekteler halkının gayeye
ulaşabilmeleri için en belirli bir yerdi orası. Allah-u Teâlâ, şöyle buyuruyor
: «Şehirlerin esası olan Mekke halkını ve bütün etrafındaki memleketler halkını
sakmdırasm ve hakkında şüphe olmayan o Kıyamet gününün dehşetini haber veresin
diye, sana böyle arap-ça bir Kur'ân vahyettik..,»[262]
Beşincisi: İnsanlar,
onun gelmesini §iddetle arzuluyor, rağbetlerini açıkça ifade ediyorlardı.
İnsanlardan birinin kendisinde bulunan hastalığı veyahut her hangi bir musibeti
gidermesi için Rabbisine duada bulunduğu zaman
onun, hastalığının giderilmesi için yaptığı bu dua ve niyaza taaccüp edilmezdi.
Cenab-ı Hak bu hususta da şöyle buyuruyor : «Eğer biz onları (kâfirleri) bundan
önce (Peygamber ve Kur'ân gelmezden Önce) azap ile helak etmiş olsaydık...[263],
«(Mekke kâfirleri Hz. Peygamber gelmeden önce) yeminlerinin en kuvvetlisi ile
Allah'a yemin etmişlerdi ki, kendilerine, azap ile korkutan bir peygamber
gelirse muhakkak milletlerinin her hangi birinden daha çabuk doğru yolu
bulacaklar...»[264]
îgte bu beş husus, onların durumları hakkında delil getirilenlerdir. Sonra
Nebiyy-i Muhteremin hal ve durumlarıyla onlara delil getirilen hususlar da
vardır. Onlar da şunlar^ dan ibarettir :
1-
Resûlullah (s.a.v.), Öyle bir kavim içinde doğup yetişmiştir ki, onların ne
okumak için kitapları vardı, ne de tedrisat sistemleri... Bununla, beraber o,
kavminden ayrılmadı. Okunmasına rıza gösterilen geçmiş bir kitapları da yoktu.
Onların üzerine her hangi bir şey gelirse, nereden geldiğinin yeri bilinmesi,
o hususların zımnındandır. Bu hususu ifade babında AUah-u Teâlâ şöyle
buyurmuştur : «Yoksa peygamberlerini (doğruluk, emanet ve güzel ahlâkla)
tanımadılar da, onun için mi inkâr ediyorlar?»[265]
«(Ey Resulüm), işte
bunlar gayb haberlerindendir. Sana bunları vahy ile bildiriyoruz.»[266]
2 -
Peygamberimiz (s.a,v.) ümmî olarak yetişmiştir. Ümmî olan okuyup yazmayı bilmez.
Söylenenleri de tam manâsı ile ezberlemeğe muktedir olamaz. Onun söylenenleri
kavraması, zaptetmesi ancak makul olan ruhanî bir şekilde olur ki, onunla fikir
ve düşüncede yükselir. Onun delili ise, yanlış olma ve daha başkasının
bulunması korkusundan şiirlerin rivayetinde onun gibi bulunmaması ve
bulunmasının da mümkün olmaması hususudur. Bunun içindir ki Kur'ân-ı Kerim'in
ezberlenmesinde onların taaccüp
etmeleri daha da ziyadeleşmiştir. Allah~u Teâlâ, bu hususun beyanı sadedinde
şöyle buyurmuştur : «Bundan böyle, sana (Cebrail'in öğreteceği üzere) Kur'ân
okutacağız da unutmıyacaksm.»[267] «Ey
Resulüm, vahy daha tamamlanmadan ona acele ederek, (kelimeleri kaçırmayayun diye) dilini onunla
depretme»[268]Bunun içindir ki,
ezberlemekle vasfolunmuştur, diyen gerçekten o, nimetlerden verilen akıllardan
daha kuvvetli kalblere sahip olan erkeklerden en kuvvetli kalbe sahip olanı idi
diyor. Cenab-ı Hak «Sen bundan önce «Kur'an'm gelmesinden önce) hiç bir kitap
okur değildin. Ve elinle de onu yazmazdın»[269] buyurmuştur.
3 -
Peygamber Aleyhisselâm'ın[270]
ömrünün geçmiş günlerinde yazı ile, şiir yazmakla ve benzeri hususlarda[271]fikir
alış verişinde bulunduğu asla zikrolunmaz. Sonra onun gibilerinin delili ve
Önde gelen kimselerin kendisine rıza göstermekten aciz bırakacak hususların
kendisinde bulunması mümkün değildir. O gibi hususlardan bir şeyle ta'n olunmaması
da bunun delilidir. Hatta kendisine bu hususta dil uzatıldığından onlara
Allah-u Te-âlâ'nm : «...O halde, iddianızda sadık kimselerseniz onun gibi bir
sûre yapın getirin.»[272]
kavl-i celîli ile cevap verince sükût ettiler. Bu hususta kendisine üstün
geldiğini iddia etmediler. Allah-u Teâlâ, yine buyuruyor ki : «De ki : Eğer Allah dîleseydi ben Kur'an'ı size
okumazdım...».[273]
4 -.
Gerçekten Cenab-ı Hak onlara Peygamber Aleyhisselâm'm, ona kaygılanmayı
terkettiklerinde kendilerini mazur
kılacak husus bulabiliyorlar mı? diye onun envalini düşünmelerini
emretti. Onlar da düşündüler, ancak bir şey bulamadılar. Allah-u Teâlâ, bu
hususu şöyle beyan buyuruyor : «(Ey Resulüm, kâfirlere) de ki: — Size sadece
bir tek nasihat edeceğim : ...»[274]
5 - Cenab-ı
Hak onlara, Peygamber Aleyhisselâm'm işlerine bakmalarını emretti.
Kendisinde, edebiyat sanatına vakıf olanların dünya mükâfaatîarma
nail olmaları için, krallara, sultanlara medhiyeler sunmak gibi hususlardan bir
§ey bulabilirler mi? Bilâkis Peygamber Aleyhisse-lâm'a, insanları şeref ve izzete
ulaştıran hususlardan kendisinde bulunan şeylerden ibaret olan dininden dönmesi
için dünya makamlarından en üstününü, mal. ve mülkünden de en fazla ve
bitmeyenini teklif ettiler. Yaratılışı itibariyle devamlı olarak kendisinde
bulunan hevâ ve hevese muhalefet etme, lezzet verecek hususlardan nefsini
menetmenin bulunduğunun bilinmesi
kendisinden razı
olduğunu, Ahıret nimetlerinin en alâsını kendisine ihsan buyurduğunu bildirdiği
için o, dünya metamdan hiç bir şeye meyletmezdi, Allah-u Teâlâ, «(Ey Resulüm)
De ki : — Ben tebliğime karşı sizden bir ücret istemiyorum, ve ben
düzenbazlardan değilim. »[275] —
buyurmuştur.
6- Yine
onlara, bütün dinlere bakmaları hususunda çağrıda bulunmak suretiyle istidlal
etmiştir ki, onun gibisinin
seçilmesini gerektiren
hususlardan aklen en güzel olanına sahip olduğunu ve en güzelini tebliğe memur
kılındığını bilsinler. Bu hususta da Allah-u
Teâlâ, şöyle buyurmaktadır : «(Her peygamber de ümmetine şöyle) demişti :
Atalarınızı, üzerinde bulunduğunuz dinden daha doğrusunu size getirdimse
de mi? (bunu kabul etrniyeceksiniz?)...»[276].
«(Resulüm,) De ki : Ey kitap ehli; bizimle sizin aranızda müsâvî bir kelimeye
gelin...»[277].
7- Peygamber
Aleyhisselâm, beşerin gücünün yetmiyeceğinden, imtinaı halinde ona delil
olması için Kur'ân'dan bir âyet getirmelerini istemek suretiyle onlara tahaddi
ederek aciz kaldıklarını kendilerine
belirtmiştir. Bununla beraber onlarda edebiyat sanatının en parlak bir devir
yaşadığını görmüştür. O da iki nevi olarak bulunmuştur :
Birincisi : Şiir
sanatının en parlak bir şekilde yazılması ve en hoş bir tarzda sunulması.
İkincisi : Olan şeyler
hakkında söylenen sözlerden, birine ait olanını arapçanm en kuvvetli
raanâlarıyla ifade etmek suretiyle kehanet sanatının şöhret bulması. Sonra
Kur'ân-ı Kerim'i nazmı ile şairlerin irad ettikleri[278]
hususların ve manâsıyla da kâhinlerin ortaya koydukları sanatların çok üstünde
olduğunu buldu. Böyle olunca Kur'ân-ı Kerîm'in[279]
beşer sözü olmadığı vacip olur. Aynısı ile Allah-u Teâlâ, onların sözlerinin ve
sanatlarının kendi kelâmına asla benziyemiyeceğini beyân buyurmak üzere şu
âyeti celîleleri göndermiştir : '
«(Ey Resulüm, de ki
yemin olsun, eğer insanlar ve dinler bu Kur'ân'ın benzerini getirmek üzere
toplansalar, birbirine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini getiremezler.)»[280].
«O, bir şair sözü değüdir. Siz pek az inamp tasvip ediyorsunuz.»[281].
«Kâfirler dediler ki, Rabb'inden bir mucize getirse ya. Onlara evvelki
kitaplarda olan apaçık delil gelmedi mi?»[282].
«Sana indirdiğimiz bu Kur'ân, hayır ve bereketi çok bir kitaptır...»[283].
«(Ey Resulüm onlara) de ki : Eğer doğru söyleyen kimselerseniz bu ikisinden
(Musa'ya indirilen Tevrat'tan ve bana indirilen Kur'ân'dan) daha doğru bir
kitap getirin Allah tarafından da ben ona uyayım.»[284]
8- Peygamber
Aleyhisselâm'a, muhalefet edip karşı gelenlere göstermesi bakımından bu
kuvvetli delilin kendisine verüeni tebliğ etmekle vazifelendirilen dinin[285]
üstün gelmesini teyîd eden hususlar... Çünkü Ce-nab-ı Hak, kendisini, kullara
dinî eserleri öğretecek, hidayet yolunu gösterecek üstün şahsiyetlerin
bulunmadığı bir zamanda göndermiştir ki, insanları uğradıkları fesad ve
felâket rezaletinden kurtarsın.
Sonra Cenab-ı Allah
Peygamber Aleyhisselâm'ı bu yüce makama, bu emsalsiz fesahat ye belagata
ulaştırmasıyla bırakmamıştır; bilâkis kendisine yardımını bol bol ihsan etmiş
ve kendisine ikram ettiği makamda onu başarıya ulaştırmak suretiyle
yerleşmesini ihsan buyurarak nimetini tam manâsiyle vererek, onu kuvvetlendirmiştir.
Bu hususu açıklayan âyetlerde Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur : «Muhakkak ki
biz, peygamberlerimizi ve iman edenleri hem dünya hayatında hem de meleklerin
şahid duracağı gün (Kıyamette) muzaffer kılacağız»[286].
«Allah şöyle hüküm vermiştir : — Yüceliğim hakkı için, muhakkak ki, hem ben
galib geleceğim, hem peygamberlerim...»[287]. —
Cenab-ı Hakk'ın bu hükmü kullarından geçen peygamberler için de vaki' ve sadır
olmuştur. Sonra Peygamberimiz Aleyhisselâm'm bütün insanlara peygamber olarak
gönderilmesiyle özel bir durumu vardı, Allah-u Teâlâ, ona yardım etmeyi ve her
muhalif olup düşmanlık izhar edene galip geleceğini va'detmiştir. Bununla
bilinir ki, onun[288]
kuvveti, beşerin yardımından hasıl olmamıştır. O, beşer yardımı ile dünya
devletlerine talip olanlar, hükümdarlığa varis olmak ve yahut faydalanacağı
malı elde etmek için içlerinde sakladıkları
istek ve maksadlanna ulaşanlar
gibi değildi. O, tıpkı Cenab-ı Hakk'm : «Seni bir yoksul iken, (Hz. Hatice'nin
malı ile) zengin etmedi mi?»[289]
kavl-i ceîîîinde beyan edildiği gibi idi.
Peygamber
Aleyhisselâm'm kuvveti, akrabası tarafından da gelmiş değildi. Bilâkis, onlar
Peygamber aleyhisselâm'a diğer insanlardan daha fazla düşmanlık edip güçlük
çıkaranlar ve getirmiş olduğu islâm nurunu söndürmek için en çok çalışanlar
idi. Hatta onun aralarından tek basma çıkıp gitmesini zorladılar. Sonra bununla
beraber, nefsin hoşuna gidecek şeylerden biri istemesin ki, onu kendisine
vermesinler. Nefsin hoşuna giden her istediğini kendisine verirlerdi, fakat bu
hususta onlara meyi bile etmedi. Bilâkis her türlü eza ve cefaya sabretti, her
güç ve zor olan işi üzerine aldı. Onlardan ancak hak olanda kendisine icabet
etmelerine razı oldu. Bu babta Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor : «And olsun, size,
içinizden bir peygamber geldi ki, zahmet çekmeniz onu incitir ve üzer...»[290]
«Eğer siz, peygambere yardım etmezseniz, Allah vaktiyle ona yardım ettiği gibi,
yine eder...»[291] «Şüphe yok ki Allah,
size bir çok savaş yerlerinde zafer verdi; ve «Huneyn» gününde size yardım
etti. O vakit, Huneyn'de çokluğunuz size güven vermişti de, bir faydası
olmamıştı...»[292]. Allah'ın,
Nadiroğulları-nm mallarından peygamberine verdiği ganimete gelince : Siz ona ne
at koşturdunuz, ne deve...»[293].
Bunlardan başka daha sadık ve doğru olan deliller[294]
vardır ki Peygamber Aleyhisselânı, Cenab-ı Hakk'ın kendisine verdiği güç ve
kuvvetle ayakta kalmış ve daima Allah-u Teâlâ'nm yardımına mazhar olmuştur.
9- Peygamber
Aleyhisselâm'm kendisine inanmayanlara kargı öne sürdüğü delillerdendir ki,
Allah'tan başka hiç bir kimsenin bilmediği gayb ilminden olanlardan her
söyleyip vaad edilenin yerine getirildiği açıkça bilinmiştir. İnsanların sanat
eseri olan hilelerinden bazısiyle onu elde etmeyi isteyen kimse, kendi batıl
düşünce ve işi ile peygamberin getirdiği hak olanı, batıl, doğru olanını da
kendi yalanında eritmek isteyerek delâlete düşer. İstediğini göz boyamak,
insanları kandırmak suretiyle elde eder. Allah Celle Celâluhû bu hususu, «Ey
müşrikler, size haber vereyimmi, şeytanlar kimin üzerine inerler?»[295]
kavl-i cehli ile beyan buyurup, haber veriyor ki; gerçekten kâhinler bunları
şeytanların yalanlarından alıyorlar. Bu şeytanların yalanlarından elde
ettikleri hususları, hak pırıltılarından birine, yalan sözleri, ve batıl olan
davaları sokuştururlar.
Bu mevzuda asıl olan
şudur : Gerçekten kâhinliğin ekserisi, yalan-dolana, insanları kandırmağa, ve
benzetme ve hayal kurma üzerine cari olan sihirbazlığa hamlolunmuştur.
Peygamberlerin seçtikleri hususlar ise, onlar kendilerinde bulunan hususları
sadık olan meleklerin söylemeleriy-le elde ederler. Elde ettikleri hususların
içinde, doğru olan, ve tecrübe ve imtihanla sabit olan hak ve gerçekten başkası
bulunmaz. Onların işleri, günler ve zamanların devam ettikleri müddet haktır ve
sabittir. Bu husus, devamlı olarak böyle olmuş ve olacaktır.
Sonra Allah-u Teâlâ'nm
kelâmı olan Kur'ân-ı Kerîm onun dininin bütün dinlere üstün kılındığını açıkça
beyan etmektedir. Bununla beraber, Kur'ân-ı Kerîm, olanlar ve hâdiselerden
haber vermektedir. Tıpkı Aîlah-u Teâlâ'nın şu âyetlerle beyan buyurduğu gibi :
«O Allah'tır ki, Peygamberini her dinin üstüne çıkmak için, onu hidayet ve hak
din ile gönderdi; isterse müşrikler hoşlanmasınlar»[296].
«Onlar Allah'ın Nurunu (Şeriatını) ağızları ile (sözleriyle) söndürmek
istiyorlar. Fakat kâfirler hoşlanmasa-lar bile, Allah, muhakkak Nurunu
tamamlamak diliyor.»[297].
«Yoksa onlar; biz yardımlaşır, bize karşı gelene zafer kazanır bir topluluğuz
mu? diyorlar.»[298].
«Muhakkak ki biz, (seninle alay eden) müstehzilere karşı kâfiyiz, (onları helak
ederiz.)»[299] «Onlarla muharebe edin
ki, Allah, sizin ellerinizle kendilerini öldürsün ve böylece azap etsin...»[300]. «O
kâfirler görmüyorlar mı, biz, arazilerini (müslümanlara fethettirmekle) etrafından
azaltıp duruyoruz...»[301].
«>... O kâfirler ise kendi yaptıkları yüzünden başlarına musibet inecek
veyahut o musibet, yurtlanılın yakınma konacak...»[302]. «O
vakit Allah, yük kervanı ve silahlı birlikten birini vaadediyordu ki, sizin
olsun. Siz de, silahı bulunmayan kervanın size ait olmasını arzu ediyordunuz.
Halbuki Allah âyetleri ile hakkı ve islâmı açığa vurmayı ve kâfirlerin
arkasını kesmeyi diliyordu.»[303]. «Gerçekten
Allah size vaadini doğruladı...»[304].
Kavimlere has olarak
gelen âyetler vardır ki, gerçekten onların iman etmiyeceklerini ve Cehennem
ehlinden olacaklarını ve sonra küfür üzerine öleceklerini beyan eder.
Bunlardan başka fani olan haberlerden varid olan her haber, düşünüldüğünde
bilinir ki, onu Allah-u Teâlâ'mn bildirmesi ile bilmiştir ki, kendisi için
mucizeler olsun.
Bizim, Nebiyy-i
Muhterem (s.a.v.)'in hallerini ve durumlarını beyan eden hususlardan sayıp
döktüklerimizi düşünen kimse, anlar ki; onun peygamberliğine delâlet eden bütün
aklî deliller, inci misali dizilip beyan edilmiştir. Mahlûkatm en hayırlısı olan
Muhammed Mustafa'ya Allah Cel-Ie Celâluhû salat u selâm etsin.
Sonra bütün
peygamberleri kabul edip tasdik edenle bazılarını tasdik edip bazılarını inkâr
edenler arasındaki hususa atfı nazar edip onlara kabul edip tasdik ettikleri
şeyin manâsını veyahut ta seleflerinin tasdik ettikleri şeyin manâsını
kendilerine sorarız. Eğer verdikleri cevapta peygamberliği gerçekleştiren
husus bulunuyorsa o manâlar, peygamberliği icabettiren manâlardandır. Böyle
olursa aynı manânın Peygamberimiz Sallallahualeyhivesellem'de de bulunduğu için
Peygamberimizin nübüvveti hakkında da aynı hususu ifafle etmelerini kendilerine
ilzam ederiz. Her ne kadar âyet ve mucize, kendi zatı itibariyle muhtelif ise
de. Çünkü peygamberlere mucize verecek olan hususun manâsı muhtelif değildir.
Eğer mucizelerin zahirine bağlanırlarsa hiç bir peygamberde Peygamberimiz
Muhammed Aleyhisseâlm'daki üstünlük ve taaccübü ifade edecek hususları
bulamazlar. Veyahut da her ikisini bir iş üzere çıkarırlar. Her ne kadar bizim
onlara muvafakatte bulunduğumuzu iddia etseler de. Çünkü bunun cevabı bir kaç
veeihten meydana gelir :
Birincisi : Bizim
varlığımızdan ve muvafakatimizin meydana çıkmasından önce onların tasdik
etmelerinin sebeb ve illeti kendilerinden sorulur.
İkincisi : Bizde sabit
olan hususla kabul ederiz ki; bize geçen peygamberleri haber veren kişi
peygamberimizdir. Halbuki siz, onu inkâr ediyorsunuz. Böylece deliliniz düşer.
Başka ne deliliniz vardır?
Üçüncüsü : Onlara
iddia ettikleri şey ve kabul etmedikleri fark ile mukabele edilir.
Dördüncüsü : Şöyle denir : Gerçekten biz, Peygamberimizin nübüvvetini ikrar edip kabul eden kimseleri kabul ederiz. O kimse, onların peygamberliğini iddia ettiği kimsenin kendisi ise, peygamberimizin nübüvveti sabit olur. Hayır, eğer iddia ettiklerinin kendisi değilse, kendisinin peygamber olduğunu iddia ettiğiniz kimselerden[305] peygamberimizin nübüvvetine delâlet eden şey nedir ki, sizin murad ettiğiniz husus size teslim olsun? Yardım Allah'tandır. [306]
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki: Hıristiyanlar îsâ aleyhissolâm hakkındaki görüşlerinde
ihtilâfa düşüp gruplara ayrıldılar. Onlardan bazıları Isâ aleyhisseîâm'ı iki
ruha sahip kıldılar ve şöyle izah ettiler bu görüşlerini : îsâ aleyhisselâm'da
bulunan ruhdan biri nâsûtî (maddi) ruhtur ki, sonradan var olmuştur;
insanların ruhlarına benzer. İkincisi ise, lahutî, (maddi olmayan) ruhtur. Bu
ruh kadîm olup Allah'tan bir parçadır. O bedende öylece var olur. Onlar, Allah'ın,
baba, oğul ve mukaddes ruhdan başka bir şey değildir dediler.
Hıristiyanlardan başka
bîr grup da, Îsâ Aleyhisselâm'daki ruhu, Allah yaptılar ve Allah, İsa'nın
ruhunun kendisidir, yoksa Allah bir cüz' olarak değildir dediler. Fakat
hıristiyanlardan bir zümre o'nu bir şeyin bir geyde olması gibi bir bedende
olduğunu ileri sürdüler. Diğer bir zümre ise iki bedende1 olduğunu kabul etti;
fakat bedenin onunla ihata edilmesiyle değil. Hıristiyanların içinde,
Allah'tan kendisine bir cüz' ulaşır. Sonra başka bir cüz ulaşır diyenler
vardır. îbni gebîb diyor ki : Hıristiyanlardan İsa, Allah'ın oğludur
diyenlerden şöyle işittim : İsa aleyhisselâm, Allah'ın oğludur. Anıma Allah onu
doğurmamıştır, o'nu evlât edinmiştir. [307]Tıpkı
Muhammed aleyhisselâmm temiz zevceleri mü'minlerin anneleri olduğunu
işittiğim; ve bir adamın başkasına «Ey oğlum dediği» gibi.
Şeyh Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Hıristiyanlara bu görüşlerinin batıl olduğunu ifade etmek için
şöyle denir : îsa aleyhisselâmda bulunan ruh, kadîm olduğu zaman o, ruh aynı
zamanda cüzdür. Nasıl olur da kendisi Allah'ın oğlu olur da diğerleri ise
Allah'ın oğulları olmaz? Eğer, «Çünkü diğer cüzleri daha küçüktür» denirse, o
zaman âlemin cüzlerinin hepsinin büyük olan cüzlerin çocukları olduğunu
söylemesi gerekir. Ve sonra baki kalan cüzlerden hepsini böyle kılması lâzım
gelir ki, onun hepsi ile oğullar meydana gelmiş olur. Sonra şu husus malumdur
ki; çocuk, babadan daha küçük olur. Öyle ise her ikisi beraberce nasıl kadîm
olurlar? Eğer hepsinin tohumda[308]
olduğunu üeri sürerse, kendisine «ondan hangisi çocuktur?» denir. Eğer hepsi
çocuktur, derse, tümünü, hem baba ve hem de çocuk yapmış plur. Bu tarz ifadede
ise babayı kendisinin oğlu yapma bulunur.
Eğer o kendisinde
bulunan bir cüzdür, bu tıpkı lâmbanın ışığından alman bir cüz gibi; asıl olan
külde hiç bir noksanlık olmaksızın olur, denirse; bu görüşe lâmbanın ışığından
alman cüz'ün hadis olduğu gibi, bu cüz dahi hadis olur, diye itiraz edilir.
Böylece Allah'ın oğludur, dedikleri ruhun kadîm olması batıl olur. Eğer iddia
edip, o tıpkı lâmbadan alman ışık gibi, Allah'tan nakledilmiştir derse,
kendisine geçen hususların tatbik edilmesi helâl olur[309].
Sonra, lâmbanın
ışığından almanın bozulmayacağım, ona bildiren nedir? Eğer bizim, onu müşahede
etmemiz böyledir denirse, kendisine göyle cevap verilir : Belki de Allah (c.c.)
onu var etmiştir. Veyahut, taşta bulunan ve ondan çıkan ateş gibi olur. Her
ikisinden hangisi olursa olsun o, sonradan var olma, hadistir. Hadis olan da
mahlûktur. O'nun Allah'ın oğlu olması niçin caiz olur? Bu soruya cevaben,
Allah-u Teâlâ'nın ondan acaip şeyler meydana çıkardığmdandır deyince, Allah
(c.c.) aynı acaip olan hususları Musa Aleyhisselâmda da izhar etmiştir. Öyle
ise, o da Allah'ın diğer oğludur deyin, denir. Eğer siz, Musa aleyhisselâmda
zuhur eden acaip hususlar, onun dua ve niyaza ile meydana gelmiş idi diye iddia
ederseniz, ondan gayrinde vuku bulan da onun gibidir. Bununla beraber Isa
Aleyhisselâm'm Pazar gecesi şöyle dua ettiği rivayet ediliyor : «Ey Allah'ım
eğer şu acıyı birinden menetmek dilemiş isen onu, benden de menet.» Eğer Isa
aleyhisselâm, ağlamak ve niyazda
bulunmakla aynı hususları insanlara
öğretmek iğin yapıyordu denirse, cevap olarak Musa aleyhisselâmdan da onun
gibisi sadır olmuştur, denir.
Sonra Isâ aleyhisselâm
ile Mûsâ aleyhisselâm, Beyt-i Mukaddes'e doğru yönelerek namaz kılarlar dua ve
niyazda bulunurlardı. Ve sonra ağlamak ile tezarru'da bulunmak, tabiatın
işidir. Bu her ikisinden nıüm-teni' olmaz. Öyle ise öğretmenin manâsı nedir?
Eğer îsâ aleyhisselâm o hususa çalışmakla müstehak oldu ise, aynısının Mûsâ
alyehisselâm ve başkasının hakkında da söylemek gerekir. Eğer Isâ aleyhisselâm,
o meziyete yalnız ölüyü diriltmek ile müstahak oldu, başka bir şeyle değil
denirse, buna da Hazkıl'ın insanı dirilttiğini ifade ederek cevap verilir. Eğer
bu hususa çoklukla itiraz edilirse, yahudilerin Musa aleyhisselâm'r ondan daha
çok olduğunu ifade ettikleri ile cevap verilir.
Fakih Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki: Mûsâ aleyhisselâm, bir çok ker-re ölü olan asasını ejderha
olarak canlandırmıştır. O, ise[310]daha
büyüktür. Eğer az bir yemeği bir çok insanlara yedirmek suretiyle onları
doyurduğu hususu iie delil getirirse bizim Peygamberimiz aleyhisselâm ile
itiraz olunur. Çünkü Peygamberimiz, içinde bir şey bulunmayan kabda un meydana
getirmiştir. Eğer o, suyu, şaraba çevirdi denirse; Elyesa'ın[311] bir
kadına, kab bulunmaksızın, un meydana getirip vermiş, sonra onu zeytinyağı
yapmış olması ile cevap verilir. Eğer su üzerinde yürümesi ile delil getv
rirlerse, onlar aynı şeyi Yûşa' bin Nun[312],
îlya ve Elyesa' için de ikrar edip kabul ediyorlar. Eğer onlar, aynı hususu
îlya için de kabul ederek onun bir cemaatin huzurunda göğe kaldırıldığını
söylüyorlar. Eğer Isâ aleyhisselâm'm anadan doğma kör olanı ve abraş
hastalığını ve benzerlerini iyi etmesini Öne sürerek delil getirirlerse, ölüyü
diriltmek ondan daha bti-yüktür. Ve aynı zamanda bu hususun Uya ve Elyesa'da da
bulunduğunu kabul ederler.
Bununla beraber
onların, yahudilerin, îsa aleyhisselâm'ı çarmıha gerdiklerini ve kendisiyle
eğlendiklerini kabul etmeleri, aleyhlerinde tecelli eden bir husustur. Çünkü
ilk zikredilen husus, îsa aleyhisselâmm yüceltilmesine delâlet ediyorsa, bu
husus da onun küçültülmesine delâlet eder. O, llya'nın yaptığı gibi yapmadı mı?
Çünkü Uya, onlara geldiğinde kendisine
karşı gelenlerin üzerine ateş gönderdi, ateş de onları yakıp yok etti. Bu
hususu îlya'ya Allah ikram etmiştir. Eğer onlar, özelliği gerçekleştirmekte
acaip olan yani mucize olan hususların meydana çıkarılmasına rücu ederlerse
kendilerine zikrettiğim hususlarla itiraz edilir.
Sonra onlara deyiniz ki, Allah-u Teâlâ, gökte ve yerde olanlardan her şeyden acaip olan hususları izhar edince her şeyi kendisine mahsus olan yönden tahsis etmeği icabettirir. Eğer Allah, îsa aleyhisselâmı fi'linde kuvvetli kılmıştır. Yoksa o, onunla işlememiştir derse, cevaben ona şöyle denir : O, cisimleri meydana getiriyor mu idi? Eğer evet derse, kendisine o, mahlûk mudur? diye sorulur. Eğer evet o, mahlûktur, derse, ona denir ki; onun ruhu ve bedeni, bizim ruhumuz ve bedenimiz gibidir. Ona ne oluyor ki, bizim kadir olmadığımız şeye kadir oluyor? Onun kadir olduğu şeye Allah'tan bir cüz' olan kuvvetle mi kadir oluyor; yoksa sonradan var olup hadis olan kuvvelte mi kadir oluyor? Eğer o, Allah'tan bir cüz olanla yapıyor derse, İsa'nın fiili hakkındaki sözünü iptal etmiş olur. Çünkü c. isa'nın İlâhıdır. O fnli yapan îsâ değil, Allah'ın kendisi olur. Eğer cüz' olan, Allah'tan ayrılırsa cisimlerden bir çoğunu meydana getirdiğinde Allah'ın gayri olur. Eğer cüz'ün Allah'a bitişmiş olduğunu iddia ederlerse fiil, kuvvetin olur. Ve her ikisi de, yani fiil ve kuvvet, Allah'da bulunur. Böylece, gerçekten fail olan Allah olur. Hayır, eğer iddia edip İsa aleyhisselâmda kuvvet bulunuyor, o kuvvetle cisimleri meydana getiriyor, yoksa o kuvvet kendi fiili değildir[313], diyorlarsa, bu sefer İsa'nın İlâ; hinin bazısının istediği şeyi yaptığım ileri sürmüş olurlar. Eğer hadis olan kuvvetle değil, kendi zatı ile fiilini icra eder derse, izah etmiş olduğumuz hususlarla kendisine itiraz edilir. [314]
Sonra cisimlerin hadis
olduğunu ispat eden deliller hakkında konuşalım[315] :
Eğer onu akıl yaptı diye söylerse, aynı hususu îsâ aleyhisselâm hakkında ifade
etmesi gerekir. Eğer işitme yaptı derse, kendisine işitile-nin doğru olduğunun
delili nedir? denir. Eğer onun delili eşyanın hadis olmasıdır derse, eşyanın
hadis olmasının ancak işitilmekle anlaşıldığı söylenir. Sadık ve doğru olduğu da ancak eşyanın hadis
olması ile bilinir. Öyle ise, onun hakkında bilgi edinmenin yolu kesilmiş olur.
Ancak akılla olduğunun kabul edilmesi hariç ki, bu takdirde aynı hususu Îsâ
aleyhisselâm hakkında söylemesi gerekir. Sonra «Ey oğlum» demesinin daha büyük
bir ikram olmaz, diyen kimseye, itiraz edilerek denir ki; evet «Ey babam»[316]
demek, tazimde daha büyüktür. Eğer bu husus tekaddümü, yani, kendisinden önce
geçmesini icabettirir, derse tazimle itibar edilmesini iptal etmiş olur. Çünkü
bu husus o yönden murad edilmez. Sonra o husus sabit olmuştur kî; belki,
kendisinden başkası, ona o ismi veren kimse olur. Eğer o hususta kendi nefsi
ile beraberliği temin etmek vardır derse, ona göyîe cevap verilir : Bazen biri,
diğerine «ey kardeşim» der, fakat onu murad etmez.
Sonra, gerçekten onun
yaratmasında ikram vardır. Belki de ona bu ismi başkası vermiştir. Bu hususta
kendisine havariler ve peygamberler de ortak olurlar. Bu hususa3, işlerden açık
olanla[317] itiraz, olundu. ÇünkU o
sözü ikramda ifade etmek caiz olur, dedi. Peygamberlik ise ancak cinste ittifak
edende caiz olur. Zira merkep ve köpeğe bu isim ile isim vermek caiz olmaz.
Bunun içindir ki, ilk husus da caiz olmamıştır. Hepsinde muhabbet, sevgi ve
velayet yönü bulunur. Ve cinsin gayrinde olur. Tıpkı hakkın, velayet,
muhabbet, melekler ve benzeri hususlarda vacip olduğu gibi. Bununla beraber
Allah-u Teâlâ'nın mahlûkattan sevdikleri ve dostlarının olması caizdir. Fakat
aynısının çocuklar hakkında söylenmesi asla caiz olmaz. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Bu konuda bizce asıl
olan ihtilâfın iki vecih olmasıdır. Birincisi : Rab olma. Allah-u Teâlâ, İsa
aîeyhisselâmın yeyip içtiğinden, ihtiyaçları yerlerine reddetmesi ile
kendisinin Rab olması mümkün olmadığını beyan buyurmuştur. Cenab-ı Hak onu,
küçüklük, yaşlılık, Allah'a ibadet etme, Ona duâ ve niyazda bulunma, insanları
Allah'a ibadet etmeğe, onu birlemeğe çağırma, Muhammed aleyhisselâmm
geleceğini müjdeleme, O'na iman etme ile vasfetmiştir.
Sonra Cenab-ı Allah
bütün âlemde cemetmiş olduğu gibi İsa aleyhisselâmda da ibadet etme, sonradan,
var olma, alâmet ve işaretlerini cemetmistir. Ve yine kendisi (Allah'ın salat
ve selâmı üzerine olsun) için Allah'a ibadet etme ve onun peygamberi olmaktan
başka hiç bir şey iddia etmemiştir. Kendisine İlâh demenin hiç bir manâsı
yoktur. Bununla beraber eğer İsâ aleyhisselâma ilâh demek caiz olmuş olsaydı,
insanoğlundan herkese ilâh demek caiz olurdu. Esas şayanı taaccüb olan husus
şudur ki : Onlar, Isâ aleyhisselâm hayatta iken bir çok deliller getirdiği
halde onun peygamberliğine rıza göstermediler. Sonra göğe yükseltilmesi,
refedilme-si, yahut onlardan çoğunluğunun inancına göre vefat etmesinden sonra
onun peygamber olmasına, Allah'a ibadet etmesine razı olmadılar. Hatta Isâ
aleyhisselâma rububiyet rütbesini verdiler ki, yaratmak, cevher, beyan ve
başlangıçta ve sonunda yalanla kendisinden meydana gelen her şeyle üzerlerine
şahid olsun.
İkincisi : îsâ
aleyhisselâmm Allah-u Teâlâ'nın oğlu olmasa hususu : Bu husus da bir kaç vecih
üzere ifade edilir :
1 - Doğmak,
bu ise mümkün değildir, fasiddir. Çünkü Allah-u Te-âlâ, muhtaç olmak veyahut
kendisine şehevî isteklerin galebe çalması veyahut da kendisine yalnızlıktan
usançlık gelmesi gibi beşerî sıfatlardan müstağnidir, beri ve münezzehtir.
Onların hepsi çocuk edinme isteğinin sebebleridir. Oysa ki evlâd, babanın
cevherinin gayrinden olması mümkün değildir[318]. Allah-u Teâlâ bizatihi mahlûkata benzemez.
Veyahut o hususa muhtemel olan manânın haricinde bulunur. Alîah-u Teâlâ'mn beyan buyurduğu üzere eğer
o, oyun ve oyuncağı ittihaz etmiş olsaydı, bizim nezdimizde olan hususları
ittihaz etmesi imkân ve ihtimal dahilinde olmazdı.
2 - Sonra,
her çocuk sahibi olanın kendisinin ortağı ve mülkünün çocuğuna kalması
muhtemeldir. Kim ki bizatihî Rabb'dır, her şeye malik ve kadirdir. Bu gibi
hususların kendisinde bulunması muhtemel değildir. Bir şeyin cüz'ünün, kendi
çocuğu olmasının hiç bir manâsı yoktur, diyen kimseye göre onun kâmil olmaması
vacip olur. Ta ki sonradan bulunsun. Mucizelerin yönleri bu hususu
icabettirmez. Çünkü dünyada peygamberliğin bilinmesinin yolu, mucizeler
değildir. Bununla beraber kendilerine ortak koşuldu.
3 - Ve sonra
da Isâ aleyhisselâm, Allah'a ihlâsla, içtenlikle ibadet ettiğine dair
ifadesinde sadık olduğunu iddia ediyor. Mucizeler de başka
bir şey değil, bunu icabettiriyor.
Veyahut da üstün olması yönünden mucizelere ienad ediliyor. Dünyada bilinen
bir hususdur ki gerçekten onlar ta'zün ifade eden isimlerden değillerdir.
Bilâkis kendisine «Mesih» ve «Resul» ismi verilmesi, onlardan daha büyük ve
yücedir.
4 -
Gerçekten mahlûkattan çoğuna Allah
tarafından kerametler verilmiştir ki, o kerametler, ancak onlara ait olur.
Bunlardan hiç bir şey peygamberlik ismini icabettirmez. Oysa ki, gerçekten
«nübüvvet» dilde, yani lügatta ancak küçük ve zayıf anlamına gelir. Yoksa
kuvvet ve yücelik ve üstünlük sahibi olma manâsına değildir. Çocukların
durumu da böylecedir. Allah-u Teâlâ'nın tsâ aleyhisselâma nübüvveti
ikram etmesi ve kendisini küçüklüğünde yüceltmesi bu bakımdan olur. Çünkü bazan
bu husus, küçüklerde büyüklük[319]
olarak zuhur eder. Kuvvet ancak Allah'tandır.
5- Veyahut Allah-u Teâlâ'mn her iş ve musibetin gelişinde sığınacak ve yalvarıp yakarılacak yer olması bakımından olur. Bütün mahlû-katın yöneleceği yerin sahibi olan kimse de böyledir. O da tıpkı kızgın bir ateş olan «Hâviye»ye, Cehennem ehlinin annesi ve yeryüzüne de, yeryüzü ehlinin annesi ismi verildiği gibi. Kim ki mahlûkatın kendisine yakarıp yalvarması ve kendisine dayanması bakımından yön sahibi olursa, her ne kadar kendi misli ile ancak izinle konuşursa da Allah'ın emri ile olduğu tahakkuk eder. Kuvvet ancak Allah'tandır. [320]
Tevhîd ehlinden bir
grup şu iddiada bulundu ki; tevhidi benimseyenlerden çoğu iki yönden onun
dışına çıktılar. Ya kendisine vacip olanı bilmemesinden veyahut da seneviye
mezhebinin ve diğer mulhidlerin tevhid hakkındaki söz ve görüşlerinden
kurtulmaktan aciz olmaları bakımından. Evet, bir grup şu iddiada bulunuyor :
Gerçekten menfaatsız olan makul şeylerden her vaki olan ful, hikmete binâen
vukubulmamıştır. Kim ki il-letsiz olarak bir fiili işlerse o kimse abes ile
iştigal etmiştir. Böylece Allah-u Teâlâ'nnı
birisine zarar verecek bir fi'ile başlaması ve yapması caiz olmaz; ve o,
Allah'tan hikmeti giderir sandılar. Böylece Allah-u Teâlâ'ya din hakkında
başkası için yapmış olduğu her fiilin en salibinin[321],
olması ve sonunun da başkası için en güzel olarak yapmasını lâzım kıldılar.
Çünkü Allah, kendisine menfaat verecek sözden yücedir1 veyahutta kendisine zarar
verecek şeyden berî ve münezzehtir. Böylece Allah'ın fiilinin ancak gayrine
yararlı olanla olmasını veyahut başkasından zararı gideren hususla olmasını
gördüler. îşte o da yine fiilinin illeti olur. Bizden hikmet sahibi olan
herkesin fiilinin illetli olması düşünüldüğü vakitte, ya hemen, veyahut ta
gelecekte faydalı olması, veyahut ta zararı yok etmesi lâzım gelir. Bununla
beraber kendisine çok sevapla beraber güzel Övgüler ceîbe-dilir. Kendi fiilini
takdir için başkasının fiili ile Örnek verip kendisinden yalan olmasının[322]
veya zulüm veyahut ta kendisinden zeval bulmaksızın hareketin veya kararsız bir
sükûnetin bulunmasının caiz olmadığı hususu ile misal verdiler. Böylece dünyada
filozoflann fiiline göre[323]
onun fiilinin takdir edilmesinin gerektiği sabit olur. Ancak ne var ki onlar,
Allah'tan, fiüle yükselmesini veyahut ta her hangi bir fiili terketmesiyle
aşağılanmasını reddettiler. Bununla Allah-u Teâlâ'nm kendi fiili ile kendisine
bir menfaat celbetmediğini ve bir zararı da defetmediğini ortaya koydular. Böylece
onun filmin hikmete binâen[324]
başkasına yararlı olan şeyle veyahut başkasından zararı giderenle olmasının
vacip olduğunu öne sürdüler. Bunu da kendileri katında Allah'ın fiilinin abes
olmadan çıkması için onun fiilinin illeti yaptılar. İşte bu yönden seneviye
mezhebine muhalefet ettiler. Çünkü seneviyeler failin fiüinin, kendisine
menfaatsiz olduğunu da hikmete binaen olmasını kabul etmekten kaçındılar.
Böylece sefeh cevheri cinsinden kurtulmasının mümkün olması için mizaç anında hiv.net
cevheri ile fiilin meydana geldiğini ispat ettiler ki, onun fiili dünyaca
takdir üzerine olan hikmete binaen olur. Bununla beraber bir şeyin, bir şeyden
olmaksızın görünen âlemde vukubulması mümkün değildir. Bunun için âlemin
tümünün bir asıl olmasını icabettirdiler ki, ondan âlem yapıldı ve meydana
getirildi.[325] Çünkü dünyada varolma
gerçeğinden fiilin dışarı çıkması arasında bir bölüm yoktur. Böylece onun bir
hakim[326] tarafından olmasının
reddedilmesi lâzım gelir. Tevhîd ehli bu iki hususta onlara muhalefet
etmiştir. Sonra onlardan bir grup, îlletsiz akim bulunmadığı için akılda
illetin var olmasını ona ilzam ettiler. Çünkü onlar, dünyada onun gibi fiilin abes
olduğunu gördüler. Ve zararlı olan fiilin eğer başkası için menfaatli olsa,
failin kendisi ile yararlanmayan fiil hakkında seneviyele-rin zikrettikleri şey
üzere sefeh olarak sonuçlanmasını gerektirdiler.
Sonra onlar,
aralarında parçalanarak bir kaç gruba ayrıldılar. Bir grup şu iddiada bulundu :
Hakikatte kendisine bir şey işlenende zarar görülmez. Her ne kadar ondan
sızlanma ve şikâyet bulunsa da. Diğer bir grup da onda,-gerçekte bir zarar
olduğunu öne sürüyor. Fakat onun o sararı karşılaması mümkün olur ve fiil
bununla da hikmete binâen olmuş olur. Bu tıpkı dünyada büyük yükleri üstlenen,
istenmeyen ilaçları bilerek ve kasten içen ve sonuçların vaki olması için dışa
çıkmayı kasteden kimsenin7 bulunmuş olması gibidir ki, onun başkasına zararlı
bir fiili olmaz. Ancak karşılığı olması müstesna.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki: Cenab-ı Allah'ı hakkı ile bilen, onun her şeyden müstağni
olduğunu, saltanat sahibi olduğunu ve sonra onun kudretini, herşeye malik
olduğunu ve bütün mahlûkat, onun hükmü altında bulunduğunu ve emir ancak onun
olduğunu bilen kimse, onun fiilinin hikmetin dışına çıkmasının caiz olmadığını
bilir. Çünkü o, b:?atihî hüküm -ve hikmet sahibidir. [327]Herşeyden
müstağnidir, herşeyi bilendir. Dünyada hikmetin dışında bulunan ve sahibini cehalet
ve ihtiyaç sahibi olmaya sevkeden hususun her ikisi Allah'tan nefyedilmiştir.
Öyle ise onun fiilinin hikmetin haricinde olmadığı sabit olmuştur. Bu
zikrettiğim şeyle onun fiilinin hareket ve sükûnette olması batıl olur. Çünkü
hareket ile sükûnet Öyle iki ihtiyaçtır ki, sahibinde mutlak bulunurlar.
Onlardan biri sah'bi-ni kendi nefsindeki istirahat ve lezzetli[328] bir
hali düşünmeye ulaştırır, diğeri ise rağbet ettiği şeye kavuşturur. Çünkü onun
için kasdettiğine ulaşmanın yolu ancak hareket etmesi ve zeval bulması ile
olduğu ^ibi yorgunluğu ve ağır yükün define de ancak karar ve sükûnet bulmakla
yol bulur. Amma Aîlah-u Teâlâ ise, onun herşeyden müstağni olduğu, kudret
sahibi olduğu sabit olunca kendisine ihtiyaç veyahut herhangi bir şeyi isteme
ve kasdetme gibi hususun arız obuası batıl olur. Buna göre Allah-u
Teâlâ'nm kudreti, saltanatı ve ilmi sabit
olunca onun bir şeyden olmaksızın bir isi yapmasına başlamasına kadir olmaması
ile vasfolunması batıl , ve fasittir. Çünkü o, ihtiyacı ve zafiyet alametini
bilendir. Bütün his olunanın ve beşer ilminin ulaştığı her ihtiyaç, âlim
olanın takdirine delâlet etmektedir. Allah, onu bilir, ona kadirdir ve ganidir.
Kendisinin, zengin olması, kudret sahibi, hikmet ve ilim sahibi olması,
bilinenin zatından bunların giderilmesi caiz olmaz. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bunun içindir ki,
zarurî olarak aklen âlemin bir şeyden olmaksızın var olduğunu söylemek lâzım
gelir ve Allah'ın fiilinin hikmete binaen vukubulduğunu söylemek gerekir. Her
ne kadar hikmetin, onların akil kuvvetlerinin ulaşacağı noktanın dışında olduğu
için âlemin filozoflarının akıllarının, bizim beyan ettiğimiz şey üzere
kendisi ile faydalanmayan kimsenin fiilinin caiz olması' ve bir şeyin bir
şeyden olmaksızın var olmasının hikmetini idrak etmekten aciz olsalar da.
Bunun içindir ki, Allah'ın emrinin hakikati zahir olur ve yaratmak, emretmek
ancak ona mahsus olur. Her mülk sahibinin malik olduğu şeyde dilediği kadarını
yapmağa hakkı vardır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra asıl olan sudur
ki, gerçekten umumiyetle zulüm ve sefehin her ikisi çirkin, hikmet ile adalet
de güzeldir. Fakat bir şey, bir halinde hikmet, başka bir halinde ise sefeh,
bir halinde zulüm, diğer bir halinde de adil olur. Tıpkı ilâçları içme
hususunda zikrettiklerim gibi. Sonra cevherlerin nevilerinden olan eşyanın
yeyilip içilmesi, itilâf edilmesi ve sağlam olarak ibka edilmesi, [329]ihtiyaçlara
veya mükâfatlara veyahut hukukların korunması ve benzeri gibi hususlar için
olur. Öyle ise, umumiyetle, hikmetin ve adaletin güzel, sefeh ile zulmün
çirkin olması sabit olur. Allah-u Teâlâ'nın yarattığı her fi'li, en azından
onun hikmete ve adalete binaen, veyahut lûtf-u ihsanından olduğunu Allah'ın
vasfetti-ğinı ifâde etmek lâzımdır. Zira Allah-u Teâlâ'nın çok cömert, çok kerîm,
ganî ve âlim olduğu sabit olmuştur. Böyle olunca da sebepleri cehalet ve
ihtiyaç olduğu için Cenab-ı Hakk'a sefeh ve zulüm vasfının, is-nad edilip
kendisine lâhik olması bâtıl olur. Gerçekten bir şeyin zulüm, adalet ve hikmet,
sefeh sıfatlarına bölünmüş, olması caiz olur ki, bunların sebepleri de
cehalettir. Bakan ve düşünen kimseye onun bir yönünün gizli kalması veyahut
duyu ile anlaşılan husus ona muttali olmak suretiyle bilmek istemesindeki
noktanın gizli kalması caiz olur. Her iki yönün
ihtimal dahilinde olması sabit olur ki, ondan birine duyu vaki' olmaz ve onu
düşünen de bilemez. Kendisine hikmet, sefeh, adalet ve zulüm ile işaret edilmek
suretiyle şeriatında bunu hükmetmesi bâtıl olur. Böylece her insanın[330]
kendisini düşünmek suretiyle bir şeyde iki hususun hakikatini bilmesinin
mümkün olmadığını ve neticede cahil olduğu gerekir. Böylece duyu organları
bilnenlerin ve hissedilenlerin hallerinin değişmesinin sebepleri olan
hususların tümünü bilemez. Bu husus sabit olunca, seneviyelerin iki ilâh
bulunmasına dair sözlerinin bâtıl olduğunu ve zararlı, yararlı hususların
yaratılmasındaki hikmetin yönlerini bilmedikleri sabit olur. Çünkü bir halde
zararlı olan her şeyin başka bir halde yararlı olması caiz olur. Mu'tezilelerin
de «Her fiil ki, başkasının yararına olmaz, o fiil, hikmete binâen meydana
gelmemiştir», demeleri de bâtıl olur. Bununla beraber kesinlikle zararlı olan
bulunmaz ki, onunla birisinin faydalanması mümkün olmasın. Bu faydalanma ya delâlet
yolu ile veyahut öğüt verme yolu ile veyahut kendisinde nimeti hatırlatma ve
azaptan kaçındırma yolu ile ve mahlûkatın hakkında emir ve yaratma hakkına
sahip olanın bildirilmesi ve bunlardan başka ifade edilmesi güç olan bir çok
hususlar ile olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra dünyada, fiili
sefeh yapan asıl, iki hususdan biri ile olur : Ya mülke tecavüz ile olur ki, bu
tecavüzde o fiil için mülk sahibinin izni bulunmaz. Veyahut kendisinde yasağın
yerleştiği fiili işlemek ve emir ve nehiy sahibi olanın emrine muhalefet
etmekle olur. Bunların hepsi Allah cellecelaluh'dan nefyedilmiştir. Öyle ise
Allah-u Teâlâ'nın fiiline bu vasfın lâhik olması ihtimali bulunmaz ve Allah-u
Teâlâ'nın bu gibi şeylerden yüce ve berî olduğu sabit olur. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Zîkrolunan husus,
yalan gibi değildir. Çünkü yalan, hikmet, sefeh, adalet ve zulüm kısımlarına
bölünen fiil gibi bir halde doğru ve sâlih olmaz. Bu, umumiyetle kendisinden
değişiklik olmadıığ bakımındandır. Kendisine işaret edilmek Üzere bir şeyde
vnkubulması bakımından ise, sebep ve hallerin ihtilâfı ile kendisinde iki
hususun bulunması mümkündür. Bunun içindir ki, Allah-u Teâlâ'nm umumiyetle
sefeh ve zulüm vasfı île vasfedilmesinden berî ve yüce olmasıyla vasfedilmesi
lâzım geldiği gibi, işaretle de bu hususlardan yüce ve berî olmasıyla
vasfedilmesi gerekir. Fakat, fiilinin sefeh ve zulüm ile meydana gelen hususta
beşerin ilminin ulaşamadığı ve aklın idrâk edemediği şeyle vasfolunması caiz
değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra zulüm, sefeh ve
yalanla vasfın fasid olması, kendisi ile bilinen şey; iki vecihten ibarettir :
Birincisi, bir şeyin akıllarda düşünce ve bedahatle çirkin olur, hatta kendisi
düşünüldüğü veya kendisinden bahsedildiği zaman çirkinlikten başka bir şey
ziyâdeleşmez. Kendisine bakma uzadıkça onun kötü ve çirkin olduğu tebeyyün eder.
Bu, tabiatiy-le, yani yaratılış itibariyle çirkin olan gibi değildir. Çünkü
tabiatiyle çirkin olan, hayvan kesmek ve onun çeşitleri gibi alışkanlıkla ve
doğru ve sıhhatli olmasının uzaması ile güzel olur. Böylece hayvanların, ehil
ve yırtıcı olanlarından, kuşların yaratılış itibariyle insanlardan kaçındıklarını
görürüz. Ve kendileri ile çeşitli işler ve kazançlar istenildiğinde o hususları
istemediklerini ve nefret ettiklerini kendilerinde müşahade ederiz. Sonra bu
hususlar, onlardan eğitimle, talim ile uzaklaşır; hatta nefret edip kaçındığı
şeye ünsiyet ve alışkanlık kesbetmiş olur. Bu husus, onda sanki yaratılışında
böylece yaratılmış gibi bulunmuş olur. Akılla çirkin olan bu vasfın devamlı
olarak çirkin olması gerekmez. Bilâkis, onun durumundaki bakışların uzaması ile
durumu ziyâdeleşir. Sonra buna göre fiilinin o hususa muhtemel olan kimsenin
vadine itimat edilmediği gibi vaidinden de korkulmaz. Haberine rağbet edilmez,
şerrinden de emin olunmaz. Hâl ve durumu, ameli böyle olan kimsenin aynısının
bizatihi âlim ve hakim olan, binefsihî ganî olan Allah'a izafe edilmesinin
ihtimal dahilinde olması mümkün değildir. Bununla beraber Al-lah-u Teâlâ,
kendisine hiç bir şeyin gizli olmadığı ve murad ettiği her işin kendisine güç
gelmediği hususu ile vasfolunmaktadır. Hatta mu'te-zilenin sözüne göre bu
hususun Allah'dan olmasından emin olunmaz. Çünkü eşyanın çoğu Allah'ın
irâdesinin dışında kalır. Kendi saltanatında ve hükmünde murad etmediği
hususun kendisinin hükmü bulunmazdan kendisinden çıkarıldığı görülür. Çünkü o,
bunu murad etmemiştir. Hükmü ve saltanatının ziyadeleşmesini murad etmiştir.
Onun olmasına hâkim olur ve böylece ondan menedilmiş olur. Tıpkı bütün
mahlûkati-mn kendisine itaatkâr olmasını murad etmesi gibi. Onun için kendi hükmü
ve mülkü altında itaat olur. İsyan ise olmaz. Fakat bu ikisi de bulunmaz.
Sonra Allah-u Teâlâ bir kavme ömürlerinin uzun olmasını vaa-detmiş olur.
Vaadettiği o müddet içinde onları bakî kılacak olan da kendisidir. Aynı
zamanda kalacakları o müddet içinde kendilerine çeşitli n-zıklar vereceğini,
türlü hayırları onlara ihsan edeceğini vaadetmiş olur. Sonra kendi
yarattıklarından bir kavim gelir ve kendilerine yaşamaları
için vaadedilen müddet geçmeden önce
onları öldürür.[331] Böylece onlara
vaadedilen fiilin
yerine getirilmesinden menoluninuş olur. O fiil ki Allah-u Teâlâ, onlara o
müddet içinde hayatlarının baki kalma işini yapacağını haber vermiş idi.[332] Bu
hususta muhtaç olma ve yalan bulunma vardır ki, bunların her ikisi de zulüm ve
sefehi gerçekleştirir. Bununla beraber onlar, Allah'a zulüm, haksızlık, sefeh
ve yalan gibi hususlara dahi kudret sahibi olduğunu ifade ederler. Eğer bu
hususlardan her fiil Allah'da olsaydı rububiyet ve ilâhlık sıfatlarını yok edip
izale ederdi. Onlar ise, Allah'ın rububiyetini ve ilâh olmakhğım idrâk ve
kudretin altına soktular. Ne zaman kendisi gibi ile olursa, bakî kalma emin
olur. Hâli île beraber bulunduğu zamanda da vaadedilen şeyi yerine getirmek suretiyle
kalb sükûneti hâsıl olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bununla beraber Allah-u
Teâlâ, cömertlik, kerem, af ve ihsan sıfatları ile mevsuftur. Zikrettiğimiz
vasıflarla fiilde ise bu hususların zail olduğu görülür. Allah-u Teâlâ, bu
gibilerden berî ve yücedir.
ikinci vecih :
Gerçekten o fiilleri davet eden husus, cehalet ve ihtiyacı intaç eder. Allah-u
Teâlâ'nın her iki husustan berî ve yüce olduğu sabit olmuştur. Çünkü o her iki
husus, rububiyeti düşürür, tedbiri izale eder. Âlemin olduğu hal üzere bulunup
kendisini var edenin her şeye hakkım vermek suretiyle ganî olduğuna ve âlim
olduğuna delâlet etmesinde onun bu vasıfla mevsuf olmasının müstahil olduğunun
delilidir. Bunun içindir ki Allah-u Teâîâ'nın bunlardan biri ile fiilinin her
hangi bir şekilde vasfolunması bâtıl olur.[333] Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra Allah
cellecelaluhû başkalarında bulunmasının ihtimali mümkün olmadığı için ilimle,
kudret, ceberut ve hayat sıfatlan ile bizatihi mevsuf olunca, her ne kadar
hikmet sahibi olanlarda bulunmasa da Allah-u Teâlâ'nın fiillerinin dünyadaki
hikmet sahibi olanlarının fiilleri [334]
takdir edilmesi vacip olmaz. Bu asıl olanın umumî olarak ifadesi şöyledir ki :
Dünyada hikmet sahibi olan biri yoktur ki onun se-fehe uğraması ihtimal
dahilinde olmasın. Ganî ve kadir olma da böyledir; O sıfatların zıtları ile
mevsuf olması muhtemeldir. Onlarla mev-suf olmuş olur. Tâ ki kendisine zıtları
ile ikram oluna. Çünkü kendisi için o zıtlardan kendisine verildiği kadarı
bulunur. O, ne zaman bîr şeyde sefeh görürse, o şeydeki hikmetin hakikatini
bilme, kendisine verilmiş olup olmadığı meydana çıkar. Veyahut ta ilminin onun
hikmetine ulaşıp ulaşamadığı belli olur. Veyahut ta kadîm olan[335]
sıfatından kendisinde bakî kalan hususlardan olup kendisini o sıfatları
ihatadan men-ettiğini ifade eden hususlardan olur. Bunun içindir ki, kulun,
Allah'ın fiili hakkında bu hikmete binaen olmamıştır ve şöylece olmamıştır diye
iddiada bulunması bâtıl olur. Bunu daha açık açığa ifade eden husus; onun,
eşyanın çoğunu bilmemesini idrâk etmesi, kendisinin muhtaç olduğunu ve bîr çok
işlerden âciz kaldığını, kendi akılsızlığı ve aptallığı ile[336]
işlerin çoğunu ihata ettiğini bilmesidir. Kendi nefsindeki vasfı bu olan
kimsenin Allah hakkında ona işaret etmek suretiyle Allah'ın yapması gerekir diye
mevzulara dalması[337]
abesle iştigal etme ve cehaleti ortaya atmadan başka bir şey değildir.
Bu hususun, akıllıların kendisine iştirak ettiği umumun lâzım olmasından başka bir şey değildir. Çünkü onlar, umumda akim amelinin hakikatidir. Onlardan hepsine kendisinde manâ olmayan abesle iştigal etme verilmiştir. Bizim açıkladığımız hususlar hakkında Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır : «Allah, yaptığından sorumlu olmaz; kullar ise, sorumlu olur.»[338] Çünkü kullardan her birinin fiilî hikmete de, sefehe de muhtemel olur. Allah-u Teâlâ'mn fiili ise, sefehden beridir, yücedir, insanlardan her birine emir ve nehiy varid olmuştur. Zira o, hakikatte başkası için olur. Alîah-u Teâlâ, bu gibi hususlardan beridir, yücedir. Çünkü insanların hepsi eşyadan bir .miktarına mâlik olurlar ancak. Allah-u Teâlâ ise eşyânm tamamma, hepsine mâliktir. Bunlar gibisi, Rabb'in sualinin manâsını mümkün kılmayan hususlardandır. Bunlar, müstahil olduğu zaman ise Rabb'dan sorulana cevap vermek külfete katlanmaktan ibarettir. Fakat, Allah-u Teâlâ, kendi lûtfu ve ihsanı ile bu hususta çalışan kimseye yolunu bulmasını, hidayete ulaşmasını vaadetmiştir. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ, kendisine boyun eğmesini ve kereminin, lût-funun, ihsanının tecellî edeceği kadarınca hikmetinde gizli olan şeye muttali olması için kulun kendisine tazarru ve niyazda bulunmasını emretmiştir. Gerçekten Allah herşeye kadirdir. [339]
Hamd-ü sena, kadîm
olma, ebedî olma ve ilâh, rab olmada bir ve tek olan Allah'a mahsustur. O Allah
ki parlak delil, büyük mülk sahibidir. O Allah ki, mahlûkatı kudretiyle
yaratmış, geçmişteki ilmi ve dileğine uygun olarak hikmeti ile onları
hareketlendirmiştir. Mahlûkatm hepsinin...'[340] bir
yerden bîr yere hareket etmesi onun lûtfu ve ihsanı iledir. O, eşyayı nasıl
dilediyse öyle yaratmıştır. Çünkü O, Kur'an-ı Ke-rîm'inde «Allah, yaptığından
sorumlu olmaz. Kullar ise sorumlu olur.»[341]
buyurmaktadır. Kullardan bazılarında sefeh ve hikmet bulunduğu için suâlden
menolundular. Sonra sefehden dolayı da cezalandırıldılar. Onların hikmete
rağbet etmeleri istenmiştir. Allah-u Teâlâ'dan bize tevfîkini ikram etmesini ve
doğruya olan azmimizi yenilemesini, kalblerimizi tev-hîd nuru le
nûrlandırnıasmı niyaz ederiz. Şüphesiz ki O, Hamîd'dir, Me-cîd'dir.
Bundan sonra vaktaki
Allah-u Teâlâ, beşerî, kendilerini temyiz ehli kıldığı şey ile mihnet için
yarattı ve işlerden mezmum olanı ve övüleni bildi, yapılanlardan mezmum olam
insanların akıllarında çirkin ve kötü olarak, övülenleri de güzel olarak
meyadana getirdi. İnsanların zihinlerinde ve fikirlerinde büyüyüp çoğunluğu meyadana
getiren hususun çirkin olanı güzele, zemolunan §eye olan rağbeti de metholunan
şeye olan rağbetin üzerine tercih edildi. Onları kapandıkları şey üzerine ve
kendilerine ikram ettiği hususlar ile bir emri, diğer bir emir üzerine tercih
etmelerine çağırdı. Onların akıllarında o gibilerin ihtimal dahilinde olmasını
çirkinlegtirdi. Bunun için Allah-u Teâlâ, insanların içinde bulundukları
hususları kendisinden korunacak zararla kendisine rağbet edilecek menfaatli
şeyler arasında değişik olarak meydana getirmiştir ki,
onlar insanlar için kendisine rağbet
edilecek şeylerden vaadolunanîan ve kaçınılması gereken hususların bilineceği
alâmet ve işaretler olsun. Sonra, insanları eşyadan nefret edip uzaklaşan,
eşyayı benimseyip ona meyleden tabiatlar üzere yaratmıştır. Onların akıllarına,
tabiatların kendisinden nefret edip uzaklaştığı şeylerden bazılarım
sonuçlarının güzel ve övülmeye lâyık-olması ile güzel olarak göstermiştir.
Tabiatların kendisine meylettiği bazı şeyleri de, akıbetlerinin kötü olmasıyla
girkin olduğunu göstermiştir. Böylece Allah-u Teâlâ, insanları âkibeti güzel
ve tatlı olan şey ile tabiatlar üzerine iyi görünmeyen hususları tahammül etme
ve nihayetin istekli olmasıyla kendisine çağırdıkları şeyden tabiatı
uzaklaştırma kabiliyetinde yarattı. Sonra da onları imtihana tâbi tuttu. Çünkü
onların benzerlerinin bulunmasının ihtimali dahilinde olmasından akıllan
kaçmıştır. Amellerin çirkin olanından içtinap etmek ve güzel olanlarını
benimsemek suretiyle üstün ahlâk ve güzel amellerde[342]
bulunmalarını teşvik etmiştir. Sonra insanların mihnet ve musibetini
icabettiren hususu iki şeyde meydana getirmiştir : Güçlük, kolaylık... Çünkü
insanlar, her iki hususu birden raihnetsiz olarak birbirlerine alıp verirler.
Çünkü onda üzerine[343]
yöneldikleri ve kendisinden kaçındıkları hususlar mevcuttur.
Bu esaslara göre
insanların her türlü fazilete nail olmaları istenilen dereceye yükselmeyi
temin edecek asla ulaştıracak olan sebepler vardır ki, o da iki yönde mütalâa
edilen ilimdir. Birincisi, zahir ve ayan -beyân olan ilim, ikincisi de gizli ve
kapalı olan ilimdir. Bunun böyle olması, onlarla akıl sahiplerinin
çalışmalarda ve nefsin kendisinden nefret ettiği tabiatların istemediği
hususların ihtimali dahilinde olması bakımından birbirlerinden üstün olmaları
kadannea yekdiğerine üstünlük sağhyabilmelerf içindir. Bunlara göre de ilmin
yolu iki kısım olarak ifade ediliyor : Birincisi, ayan - beyân olan ki, o
sebeplerin en özüdür. Ve onunla beraber kendisinden gidi olan için asıl
olduğundan cehalet bulunmaz. İkincisi : Mahlûkatın delâlet etmesiyle
işitilerek bilmen nakîî delildir ki, onun doğru ve yalan olduğu bilinir. Sonra
nakli deliler iki kısma ayrılıyor : Birincisi, «muhkem-i müteşâbih» olan.,
İkincisi, «mü-fesser» ve «müphem» olan. Bu hususun böyle olması da marifetlerin
nihayetinin onları icabettiren hususlardan menetmek ve kendisine lâzım olan
hususa yönelmeyi açıklamak içindir. Kim ki, «müphemi», «müfesser» üzerine
hanüederse, «muhkemi» kabul etmiş ve mihnet ehlinin kendisine ihtiyaç duyduğu
şeylerden bilmesini lâzım kılan hususun kendisinde bulunmasını mümkün kılacak
olan «müteşâbihi» onun üzerine ham-letmigtir. Veyahut ta kendisindeki hakikati
bilip Öğrenmekten müstağni olmasmm mümkün kıldığı husuta onlara o mevzulara
dalmayı terketme-ğe hamletmiştir. Böylece durma mihneti olmuş olur. Çünkü
Al!ah-u Teâlâ,[344] iki
yönden imtihan eder. ilk olarak teslim olmakla, ikinci olarak da talep, yani
ilk olarak îman etme, ikinci olarak da îmanın iktizâsının yerine getirilmesini
talep etme. Kulun üzerine dügen ise ancak emir kadannea itaat etmektir. Vaktaki
Allah-u Teâlâ, kitabını iki emir üzerine cem'etti ki insanlar, dini bilirler, o
kitabı kabul edip tasdik ettiler ki O, Allah tarafından hak olarak gelmiştir,
bu noktadan rücu' etmek ba§ka bir fikirlere saplanmak, hiç kimsenin gücü ve
takati dahilinde değildir. Ve gerçekten o kitabı kim benimserse onun hükümleri
İle, emirleri ile amel etmek gerektiği lüzumunu hissederse kurtulmuştur, felah
bulmuştur. Dünya ve âhiret refah ve saadetine kavuşmuştur. Kim ki o kitaptan
yüzçevirmiş, onun emir ve yasaklarına riayet etmemişse zarar etmiş, hüsranda
kalmış, isyan ehlinden olduğu için dünya ve Âhiret nimetlerinden mahrum
olmuştur. Hatta her fırka Kur'an-ı Kerîm'den muhkem olana isabet ettiğini ve
onun lâzım olduğunu sanmıştır. Ve hasmının gitmiş olduğu hususta kendisine o
noktada durmayı veyahut da kendi itikat ettiği hususta kendince tekarrür eden
üzere icmal etmeği vazife bilmiştir. Onların param -parça olmaları, her birinin
muhkemi müteşabihten ayırd etmeğe ve belirlemeye muhtaç olduğunu ilzam eder
ki, bu da müteşabihle ondan muhkem olanın tenakuz etmemesinin bilinmesini
gerektirir.
Sonra şu husus bilinen
bir şeydir ki, Kur'ân-ı Kerîm'in birbirine muhalif bir şekilde olması imkân ve
ihtimal dahilinde değildir. Bu sıfatla Allah-u Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'i
vasfetmek üzere «Onlar, hâlâ Kur'ân'm Allah Kelâmı olduğunu ve mânâsım
düşünmiyecekler mi ? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki
içinde birbirini tutmayan bir çok söz ve ifadeler bulunurdu.»[345] buyurmaktadır.
Kendisinin delilleri bulunanda delillerin aklen birbirine zıt düşmesi onun
sefih ve cahil olmasının delilidir.
Bunlarla[346]
sabit olmuştur ki, kendisi için
ayrılığa düşülen husus Kur'an
olması bakımından ve kendisinde açıklamanın bulunmamasından olmadığı sabit
olur. Bilâkis o, hususun Kur'ana reddedilmesinin teklif edilmesi ve Kur'an'a
tâbi olmanın lüzumlu görülmesi delâlet eder ki, gerçekten Kur'an'da o hususun
beyânı ve açıklanması vardır. Muhkem olanın kendisine ulaşmayan kimseye gizli kalması
ancak birkaç mânâdan dolayı gizli kalır. Gizli kalması, ya cevherin tabiatının
kendisiyle lezzet duyduğu şeye meyletmesiyle veyahut itiyat ettiği şeyin
bazısına fansiyet kesbettiği veyahut kendisine güvendiği kimseyi taklid ettiği
veyahut talep etme ve araştırmada kusur ettiği veya işitmesine ilka* edilen
şeye aklının tâbi olmamasıyla rubûbiyet hikmetinin üzerinde müsâvî olmasının
daha fazla sevdiğinden kendi aklına güveni olduğu içindir. Böylece bu
hususlarla muhkem olan kendi katında müteşabih olur. Veyahut bahsetme ve
araştırmada noksan kaldığından ileri gelir. Çünkü tevhîd'den rücu' edenlerin
üzerine şüpheli olan yönlerin vecihleri eşyanın hepsinin bu hususlarla
kendisine şehadet etmesiyledir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bu hususların aslı şudur
ki : Gerçekten Allah-u Teâlâ, beşeri mevcut olan lezzetli şeylere meyleden
tabiatlar üzere yaratmıştır. Bu tabiatlar sahibini ona çağırır ve o lezzetli
şeyleri kendisinde yerleştirilen tabiatına uygun olan şeylerden şehevî
isteklerle, nefsanî arzularla gözüne süsler ve güzel gösterir.[347] Hal
bu ise onlar, kendisinde bulunan elem ve yorgunluk gibi hususlardan nefret
ederler, kaçarlar, öyle ise insanın yaratılışı ve tabiatı güzelleştirme ve
çirkinleştirme hakkında aklının düşmanlarından biri olur.
Akim güzel ve çirkin
kıldıığ şey, eğer zavallı olmıyan ve bir halden başka bir hale girip değişiklik
kabul etmeyen olur ise, tabiatın güzel ve çirkin gördüğü şeyin değişme kabiliyetinde
olması[348] ve bir halden[349]
başka bir hale geçmek suretiyle değişikliği kabul etmesi, terbiye ile olur.
Onları ayakta tutmak da ünsiyet kesbettiği şeyden menetmekle olur. Kendisinden
nefret edip uzaklaştığı şeye yöneltilmesi ise onunla ayakta durmasını
güzelleştirir. Oysa ki, tabiatın onu kabul etmesi muhtemel olan bir husustur.
Tıpkı hayvanlar ve kuşların işlerinden bilinenler gibi. Çünkü onlar
yaratılışları itibariyle kendileri ile, insanların, yararlı hususIardan
istenilenleri kabul etmeyip nefret ederler. Ve bunları yerine getirmekten
kaçınırlar. Sonra vahşi hayvanlarda olduğu gibi kendisine meyletmek suretiyle
hayvanların yaratılmış oldukları hallerin güzelleştirilmesi için görüş sahibi
olan kimsenin onlarla bulunmaları ehlileştirü-mesiyle elde edildiği için güzel
olur. Kendisinden nefret edip uzaklaşma üzere yaratılmış olan hususlar da
böyledir. O da aynı hal üzene yaratılmış olan gibidir. Beşerde kesme ve
öldürmekten tabiatın uzaklaşma, nefret etme işi de buna göre değerlendirüir.
Sonra bu hususun hayvanda gerçekleştirilmesi ve güzelliği, çirkinliği akılla
idrâk edilen hususta kolay olur. Hallerin açık - seçik bir durumda olmasıyla
kendisinde olan, idrâk edilme hususu devamlı olarak ziyâdeleşir. Bunun içindir
ki, Allah-u Teâlâ, tabiatların meylini değil, akılları hüccet ve delil
yapmıştırr Çünkü Cenab-ı Allah ezelde akıllıların mükellef olduğunu takdir
buyurmuştur. Her ne kadar kendilerine, tabiatlarında aklî selim olmayanlardan
kendilerinden başkaları katılmış olsalar bile. Akü sahibi olanlara akim
kendilerine güzel gösterdiğine tâbi olmalarım tabiatları ondan nefret etseler
de onlara lâzım kıldığı gibi, her ne kadar tabiatın cevheri onu kabul etse de,
akim çirkin gördüğünden kaçınmalarını emretmiştir. Çünkü akıl, sahibine §ey'in
bulunduğu hususun hakikatini ve gerçeğini gösterir. Cevherin tabiatı ise bu
hususu izah etmez. Çünkü tabiatın cevheri ile göremez ve bulunanın gayrini de
örnek veremez. Akıl ise, kendisi ile hazır ve gaip olan §ey idrâk olunur.
Onunla tabiata gaip olan şey hazır olur. Hatta kendisine, kendisi ile
lezzetlendiği ve hoşlanmadığı şeylerden görünen gibi olur. Onun katında mihnet
kolaylaşır, tabiatın ikrah ettiği ağır yük de hafifleşir. Söz ve ibarelerin
takdir edilmesi ona göredir. Gerçekten söz ve ifadelerin güzel ve çirkin
olması her ne kadar işitmelere muhtelif olursa da, onlar hukukda değişmezler.
Çünkü onlar tegayyür ederler. Bir ibarenin iki dilde ifade edilmesi caizdir
ki, onlardan biri diğerinden tatlı olur. Güzel, kendi nefsiyle güzeldir. Hak[350] ise
ifade edenlerin başka, başka şahıslar olmasıyla muhtelif olmaz. Bunun içindir
ki, eşyanın güzelliğini ve yaratılıştaki tabiatla ve ne de ibare ve ifadenin güzel
olmasıyla takdir olunur.[351]
Eşyanın güzelliği ancak güzeli çirkin görmeyen akıl ile takdir olunur. O
işlerden her işin kendisinde birleşmesi gereken bir asıldır. Tıpkı değişikliğe
uğraması muhtemel olmayan, kendisini
cehlin nakzetmediği mahlûkatı bilmek gibi. Böylece o her gizli ve kapalı olan
için asıl olur. Aklın durumu ve gösterdiği her[352]
yaratılmış olanın hali böyledir.
Tabiatların düşünülenin güzelleştirmesi ve çirkinleştirmesinde bir birlerine uymamaları hususunda açıkladığımıza göre, insanlardan çoğuna aklın ve tabiatın kendilerine gösterdikleri şeyi idrâk etmeleri güçleşir. Bunun içindir ki, muhkem olan onların katında müteşâbih olur. Mü-teşâbih olan da muhkem suretinde görülür. îşte böylece hergeyin kendi yolunun gayri ile idrâk edildiğini ifade etmek isterim. Allah-u Teâlâ'-dan bizi bâtılı hak olarak, hakkı, bâtıl suretinde görmemizden korumasını niyaz ederiz. O, kuvvet ve kudret sahibidir. Her şeye kadirdir, her-şeyin idarecisi de odur. [353]
Fakih Ebu Mansur (r.a.)
diyor ki : Müslümanlar, kulların
fiüleri hakkında ihtilâf etmişlerdir. Müslümanlardan bazıları, kulların fiillerini
mecazî olarak onlara isnad ettiler. Fiillerin, hakikatte ise Allah'a isnad
edildiğini, birkaç yönden öne sürdüler :
Birincisi; fiillerin Allah-u Teâlâ'-ya isnad edilmesinin vacip[354] olması. Çünkü bütün olarak her şeyin yaratılması, Allah'a isnad edilir. Allah-u Teâlâ'ya fiillerin mecaz Olarak isnad edilmesi caiz değildir. Çünkü o,
hak ve gerçek olan faildir; hiç bir şey, kendisini acze düşürmeye kadir
değildir. Fiilleri kullara isnad etmek, Allah'ın kudretinin dışına çıkarmak, ve
fiilinin hakikatini gidermek olur. Kendisinde şek ve şüphe edilmeyen
hususlardan bir çoğu Allah'a izafe edilmiştir ki, gerçekten Cenab-ı Hakk, onu,
fiillere boyun eğme, sanatı olan bir san'atla kullarda yaratmıştır.
Tıpkı ölüm, hayat, uzunluk, kısalık, hareket, sükûnet bulma, toplanma ve
parçalanma gibi. Bunların hepsinin faili Allah'tır. O,
bunların hepsine kadirdir.
Bizim zikrettiklerimiz de bunun
gibidir. Bunların Allah'a
izafe edilmesi, Kur'an-ı
Kerîm'de de açıkça ifade edilmektedir. Bunlar,
azaplandırma ve benzeri gibi
hususlarda gerçekten Allah-u Teâlâ'nın
yaratması ve hepsinin onun emri
ve hükmü altında bulunduğu görüşünü benimsemişlerdir. Cenab-ı Hakk, bunlarda
dilediği gibi tasaruf eder. Her mâlik olan, kadir olduğu kadannca kendi mülkünde tasarruf ettiği
gibi. Her ne kadar bunların hepsi mecazî olarak ifade ediliyorsa da.
İkincisi : Hakikaten
fiili başkasına gerçekleştirmekte, fiilde bir birine benzeme olur. Halbuki
Cenab-ı Hakk, bu hususu «...yoksa Allah'a, onun yarattığı gibi yaratan ortaklar
buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine benzer mi göründü?...»[355]
kavl-i celîli ile nefyetmiştir. Mülklerin hakikati cevherlerde bulunmadığı
zaman bunları ilzam etmede, nıülkde birbirine benzeme vâki olur. Fiillerdeki
benzeme de bunun gibidir. Ve yine eğer kul için inkâr etme ve yoktan varlığa
çıkarma olmuş olsaydı, bu «yaratma», anlamına olmuş olurdu. Bunun üzerine
«yaratıcı» ismi lâzım gelirdi. îşte bu husustur ki, «Allah'tan başka yaratıcı
yoktur», demekle umûmun çekinip ifade etmekten kaçındığı hususlardandır.
Allama Ebu Mansur (r.a.)
diyor ki: Bizce ise kulların kendi fiillerinin bulunduğunu ifade etmek
gerekir. Bu husus naklî, aklî delillerle ve zaruriyatla sabittir ki, bunları
reddeden kimsenin kibirli ve kendini büyük gören kimse olduğu anlaşılır.
Naklî delil ise, iki
yönden mütalâa edilmektedir : Birincisi; fiilin işlenmesi ile emredilme,
işlenmesinden nehyedilme. İkincisi ise : Fiil hakkında bildirilen vaid ve fiil
için verilecek olan mükâfatın vaadi. Bunların hepsine fiil ismi veriliyor.
Tıpkı Allah-u Teâlâ'nın §u âyet-i celîlele-rinde bu hususları açık-seçik olarak
ifade buyurduğu gibi: «...Artık dindiğinizi yapın,..»[356],
«...ve hayır yapın ki, kurtulasımz...»,[357]
Cenab-ı Hakk ceza hakkında da şöyle buyurmuştur : «...îşte böylece Allah, onlara
bütün yapbklarım hasret ve pişmanlıklar halinde gösterecektir; ve onlar ateşten
de çıkacak değillerdir.»,[358]
«(Bütün bunlar, Cennet'liklerin) işledikleri amellere mükâfat içindir.»,[359]«Zira,
kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecek, kim de zerre
miktarı bir şer işlerse, onun cezasını görecektir.»[360]
Daha bunlardan [361]başka
kullara amellerin isinılerini ispat eden âyetler varid olmuştur. Kulların
fiillerine de emir, ne-hiy, vaad ve vaîd ile fiil isimleri isnad edilmiştir.
Allah-u Teâlâ'ya isnad edilmekle bunlar nehyedilmez. Bilâkis onlar, yok iken
sonradan var etmesi ve bulundukları hal üzere yaratması ile gerçekte Allah'a
isnad edilir. Kullar için o fiilleri kesbedip işlemeleri görülür. Hakikaten
Allah, emretmiş ve nehyetmiştir. Kendisinde fiil bulunmayan bir şeyle birisine
onu yapmasını emretmek, veyahut kendisinde yasaklanmış olan bir şey
bulunmıyanla kişinin yasaklanması mümkün değildir. Allah-u Teâlâ, «Muhakkak ki
Allah, adaleti, ihsam ve akrabaya vermeyi emrediyor. Zinadan, fenalıklardan ve
insanlara zulüm yapmaktan da nehyediyor...»8 buyurmuştur. Eğer hakikatte fiilin
mânâsı olmadan bunlarla emretme' caiz olmuş olsaydı; dün yapılmış olan veyahut
geçen yıl yapılan veyahut da mahlukatm yaratılması için bugün emir vermek caiz
olurdu. Her ne kadar mahlûkatın emri hakkında hiç bir mânâsı yok ise de.
Sonra tat, masiyet,
fuhşiyat ve diğer yasaklanmış irtikâp edilmesinin Cenab-ı Hakk'a isnad
edilmesi ve Allah'ın emrolunmuş, nehyolun-muş, sevaplandırılmış,
mükâfatlandırılmış, azaplandırılmış olması, aklen doğru değildir ve çirkindir,
öyle ise fiilin bu yönlerden Allah'a isnad edilmesi bâtıl olur. Kuvvet ancak
Allah'tandır,
Yine gerçekten Cenab-ı
Hakk, dünyada kendisine itaat edene sevap vadetmiştir. Kendisine isyan edeni de
cezalandırıp azap çektireceğini beyan buyurmuştur. Eğer her iki emir de kendi
fiili olsaydı o takdirde zik-rolunan hususlarla cezalanan da kendisi olurdu.
Sevap ile asap hakikat oldukları zaman emredilmek ve nehyedilmek de böyledir.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Yine böylece bir
kimsenin kendisine emretmesi, yahut kendisine itaat etmesini veyahut da isyan
etmesini,[362]emretmesi mümkün
değildir. Allah-u Teâlâ'ya da boyun eğip zelil olan kul, itat eden, asî olan,
sefîh ve günahkâr olan diye isim verilmesi müstahildiî*. Allah-u Teâlâ, bunların[363]
hepsi ile kendilerine emrettiği ve onları nehyettiği kimselere isim olarak
vermiştir. Gerçekten bu isimler, kendinin olduğu zaman böylece Rab o olur. Kul
da, yaratan da, yaratılan da o olur. Orada bunlardan başka bir şey yoktur. Bu
ise, akli ve naklî delillerle reddedilmiştir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Ve yine herkes
kendisinin yaptığı,[364]
işte serbest olduğunu ve kendisinin fail ve yapan, kazanan olduğunu bilir.
Kendisinin bilinmesinin yolu duyu olan hususlardan onun gibisinin men'edilmesi
caiz olsaydı, onun gibi olan bütün âlemin bilinmesi iptal olurdu. Bu ise
memnudur, mümkün değildir. Cebriye mezhebinin sözü ve görüşü de onun gibidir.
Bu Öyle bir görüş ve sözdür ki, kendsi hakkında uzun uzadıya kelâm etmenin hiç
gereği yoktur. Çünkü o mezhebin taraftan ve tabi olanları gayet azdır. Mezhep
sahibinin, hakkında konuşup fikir yürüttüğü hususun hiç bir mânâsı yoktur.
Çünkü o, kendisinden her fiil ve sözü nefyet-miştir. Fiil ve söz yok olunca da
söylenilen söz, ileri atılan fikir bâtıl olur. Bununla kendisi ile münazara
edilir ve delil getirilir. Böylece öne sürmüş olduğu deliller yok olup gider.
Bir kısım insanlar,
ilim, vücud, olmak ve bunlardan başkaları ile birbirine benzeme vukubulur
sanmaları ile onlara itiraz etmişlerdir. Bunlar, eğer orada idrak etmeğe
muhtemel olan akıl bulunursa lâzımdır. Fakat onlar öyle bir zümredir ki,
mahlukatm sınırı dahilinde bulunan şeyle, zaruriyattan olan ilmi inkâr ettiler.
Öyle ise onlarla münazara etmenin bir anlamı yoktur. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
İnsanlardan bazıları
ise kullara fiiller isnad ettiler. Fakat onlardan[365]
fiillerde bulunan tedbiri nefyetmiştir. Ve kullardan[366]
fiillerin yaratılması için kudreti gidermiştir. Onların fiillerdeki
dileklerini[367] tıpkı nefislerin
kendisi ile eşyanın hakikatlerinin kendilerinden hariç elmasım temenni eden
bazı kimseler gibi yapmışlardır. Bu husus hakkında da emir, nehiy, sonra vaad
ve vâid ile delil getirmişlerdir. Halbuki bizim zikrettiğimize nazaran onun
gibisi emreden, nehyedenin hakikatine veyahut da aleyhine olan vaîd veyahut
leyhine tecellî eden vaadine rücu' etmesi mümkün değildir. Bu hususta delil
olarak emir ve nehiy ifade eden âyetleri okudular, aklî deliller zikrettiler,
sonra ceza âyetlerini okudular. Bunların hepsi, Allah'a hamd olsun Kur'an
okuyan kimseler için ayan beyândır. Sonra bu hususlar da kendilerine Cebriyye
mezhebinin söz ve fikirlerinin fasid olduğu hakkında açıkladığımız hususlarla
yardım görmüşlerdir. Fiillerin Allah'a izafe ve isnad edilmesinde; fiilin
hakikatinin gayrinde, fiiller iki vecih üzere meydana çıkarlar.
Birincisi; sebeple ki,
o, serlerin bulunmaması ve hayırlar ile emretmekle beraber, fiiller onlardan
olmuş olur. Her ne kadar fiillerin hakikati onun için olmazsa da kendisinde
sebepler bulunana, fiiller ienad ve izafe edilir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
İkincisi; gerçekten
mihnet ve meşakkat anında kendisine izafe ve isnad edilmek, fiiller ile kendisinde
tasdik ve yalanlama hali[368]
bulunan ile olur. Tıpkı îman ve İmansızlık bakımından fazlalaşmaları hususunda
Kur'an-ı Kerîm'e izafe edildiği ve duaya izafe edildiği ki, [369]
kendilerine nefreti ziyâdelegtirmigtir. Veyahut bir kavme ki, onlar Allah'ın
zikrini unutmuşlardır, veyahut kendilerine ibadet etmesiyle insanlardan çoğunu
helak eden[370] putlara isnad edilmesi
gibi. Bunların hepsi beşerin fiille-rindendir. Allah'a isnad ve izafe edilme de
onun gibidir. Haller, gerçekten bu hususlara muhtemeldir. Tıpkı dünyaya gurur
ve benzeri ile gurur meydana gelen hususu meydana çıkaracak dünya ziynetlerine
izafe edildiği gibi. Her ne kadar onlarda fiil hakkı olmasa da. Ve evlerden
hâli olan[371] köylere, konuşmaktan
bağlı[372] olana ve konuşabilmiş
olsalardı şikâyet etmeleri bakımından hayvanlara izafe edildiği gibi. Allah'a
izafe etmek de bunun gibidir. Çünkü ihmal etme, hemen hemen fiillerine rıza
gösterdiği hakkında kendileri için delil olması bakımından nimetleri izhar
etme ondandır. Bunun içindir ki, onlar, gerçekten Allah-u Teâlâ, kendilerine
fiillerden kendilerinde ihmal ve tehir bulunan hususlarla emretiğini sandılar.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Müslümanlardan
bazıları kulların fiilleri olduğunu ve o fiilleri ile asî ve mütteki
olduklarını ileri sürdüler. Kulların fiillerini Allah-u Bâlâ'ya izafe etme
bakımından sebkat eden hususu itibare alarak ilk önce Allah-u Teâlâ'nın halk
ettiğini ve ikinci olarak da kulların meydana getirdiklerini öne sürdüler.
Kullara izafe edilen husustan zikredilen, Allah'a izafe edilenden başka bir
şey değildir. Bu, akıldaki cihetin ihtilâf etmesine götüren anlamınadır. Tıpkı
sapıttırmak, gekke düşürmek, hidayete ulaştırmak ve korumak gibi. Sonra in'âm
ve ihsanda bulunmak, rezil - rüsvay etmek, yükseltmek, sonra her iki yönden
ziyâdelegtirmek, sonra
zorlaştırmak ve kolaylaştırmak, genişletmek ve aarlatmak gibi hususlar da
böyledir. Bu hallerin kendisi ile vasfolunan şeylerde ki zıddiyetin bulunması
ile var olması mümkün değildir. Hidâyete ulaştırma, sapıttırma, rüşd ve
azgınlık, istikamet[373] ve
şek, şüphenin[374] mahlûkata izafe
edilmesi. îki vecihten birisinin bulunması, diğerini gerçekleştirir. Çünkü
Allah'a izafe edilen şey, manâlarının üzerine vâki olduğu zıtları-na izafe
edilmekle beraber mutlaka izafe edilmez. Böyle olunca gerçekten o fiilin
hakikati kulun kesbî olması bakımından kula isnad edildiği, yaratma bakımından
da Allah'a isnad edildiği sabit olur. Bunun delili şudur M; hakikaten Allah-u
Teâlâ'nın fiili gerçekte onun yaratması demektir. Bunların hepsi eğer Allah'a
yaratma ismi ile izafe edilmiş olsa, ondan bu hususta yaratmaktan başka bir şey
anlaşılmaz. Onlardan bazıları kulun fiilini ve kesbini anlamıştır. Tıpkı
«Genişlik ve darlık yarattı ve sapıklık, hidayet yarattı ve benzerleri»
dediğimiz gibi. îlk ifade edilen husus da bunun gibidir. Bununla beraber eğer
iki yönden biricini haller yahut sebepler veyahut anlaşılanın hakikatinden
menedilmesi caiz olsaydı diğeri de onun gibi olurdu. Onların hepsi hakikat
değil, mecazdır. Bunun içindir ki, her iki söz cebriye ve kaderiye
mezheplerinde karşı kargıya gelmiştir. İşte bu huşu, mürcie ve kaderiyye
mezheplerine lanet edildiğinin manâsıdır. Mürcie mezhebinden olanlar, bütün
fiillerin Allah'a ait olduğunu, kulun fiillerde hiç bîr rolü bulunmadığını[375] söylediler.
Kaderiyye mezhebi ise, fiilleri yaratmanın Allah-u Teâlâ'ya isnad edilmesi kadannca
Allah'a izafe ettiler.[376]
Fiillerde Allah-u TeâJâ1-nııı hiç bir tedbiri ve idaresi yoktur[377]
dediler. Doğru olan her iki sözün yani Allah'ın yaratmasının, kulun da
kesbetmesinin ifade edilmesidir ki, Allah-u Teâlâ, kendi zatını vasfetmig
olduğu şeyle mevsuf ve onunla hamdolunmuş olsun. Tıpkı Allah-u Teâlâ'nın gu
âyeti celîlelerde beyan buyurduğu gibi : «îşte bu sıfatlara sahip olan
Rabb'imiz, Allah'tır. Ondan başka hiç bir ilâh yoktur. Herşeyi yaratan
O'dur...»[378], «...Yine O, onu devam ettirmeğe
ve hergeye kadirdir.»[379] ve
mufassal olarak adalet olması
iğin yukarıda zikredilen iki hususun ifade edilmesi gerekir : Tıpkı Allah-u
Teâlâ'mn şu âyet-i celilerinde ifade buyurduğu gibi : «...Yoksa Rabb'in, asla
kullara zulmeci değildir»,[380]
«...Eğer Allah'ın nimet ve rahmeti üzerinize olmasaydı, pek azınız müstesna,
muhakkak şeytan'a uymuş gitmiştiniz.»[381]Sonra
bizim açıkladığımız hususta kâfi derecede delil bulunması ile beraber bu hususu
ifade etmeği gerektirenin delili, kulun fiillerinde onların düşüncelerinin
ulaşamadığı ve akıllarının takdir edemediği hallerin bulunmasıdır. Ve yine
kulun fiillerinde gaye ve maksatlarının son bulduğu ve akıllarının ulaştığı
başka bir hallerin dahi bulunmasıdır. Öyle ise şu husus sabit olmuştur ki,
gerçekten kulun fiilleri birinci yönden onlara mahsus değildir. İkinci yönden
ise, kendilerine aittir. Birincisi; tıpkı bir şeyin yok iken varlığa
çıkmasının tasvir edilmesi gibi ve tıpkı fiili hava ve mekân kadarınca ve eğer
kendisine avdet etmeği istese, kendisi bulunmaksızın ona avdet etmesinin, kendisine
mümkün olmayan fiilin elde edilmesi gibi. İkincisi, yapılması em-rolunan ve
yapılması yasaklanan hususlarla hareket edilmesi ve sükûnet bulması gibi.
Böylece sabit olur ki, kulların fiilleri, birinci veçhe göre kendilerine ait
değildir. İkincisine göre ise kendilerine aittir. Eğer onların fiillerinin
kendi kasıtlarının dışında zahir olması ile —ki, onların hepsi zikrolunduğu
gibi muhteliftir.— Birinci veçhe göre gerçekleşmesi caiz olsaydı —halbuki
onlar onun gibisine avdet etmeğe âcizdiler— âlemin bulunduğu hal üzere kadir
olmayan, bilmeyen ve her şeyin miktarlarını anlamıyan kimse ile var olması caiz
olurdu. Yine âyetlerin beşerle bulunduğu hal üzere bulunması caiz olurdu. Her
ne kadar onun ayniyle ve benzerine ilim olmasa ve onlara hâkim olan bir kudret
bulunmasa da. Zikrettiğimiz şeylerin mahlûkatın gücünün dışına çıkması ile bir
yaratıcının bulunduğunu ve peygamberlerin gönderildiğini söylemek, onlara
gerekirse onun gibisini kullann fiillerinde ifade etmek onlara lâzımdır. Bunun
içindir ki, Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «Onun (benzeri olmak şöyle
dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur.»[382]
buyurmuştur. Böyle olmamış olsaydı, birbirine benzeme hususunda ifade ettiğim
yönden mahlûkata benzemesi gerekirdi. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Yine biz kullann
fiillerinin güzel ve çirkin olmak üzere meydana çıktığını görürüz. Fiillerin
sahipleri, fiillerin güzelliğe ve çirkin olmağa ulaştıklarını bilmezler. Belki
onların katında fiilleri kendi nefisleri güzelleş-tiriyorîar, süslüyorlar. Hal
bu ise fiiller, olduklan hâl üzere meydana geldiği vakitte kendilerine
olmaksızın düşündükleri halin dışında meydana geliyorlar. Her ne kadar
fullerin o hâl üzere onlar için olması caiz olsa da. Onlar, güzelliğin ve
çirkinliğin ne dereceye ulaştığını bilmezler. Öyle ise fiili çirkin yapan
cehalet olmadığı gibi, fiili güzelleştiren ilim de değildir. Böylece gerçekten
onların fiilinin bu yönden kendilerinin olmadığı sabit olur. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Ancak şöyle demeleri
müstesna : Fiiller, kendi nefisleri ile böylece idirler. Fiilin güzel olması ve
çirkin olması doğrulandığı vakitte ona fiilin kendisi emreder.[383]
Allah-u Teâlâ ise fiili emretmekte o şey'in kendisinden daha lâyıktır. Çünkü
şey, kendi nefsi bakımından[384]
bulunduğu hâli bilemez.
Bununla beraber eğer
güzelliğin ve çirkinliğin kendilerini yaratan ohnaksi2in meydana gelmeleri caiz
olsaydı, her şeyin yaratıcı olmaksızın var olması caiz olurdu. Bu hususu ifade
etmek, düşünmek, islâm-dan çıkmak demektir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Yine biz, fiillerin
sahiplerine eziyet verici, yorucu ve elem verici olduğunu görüyoruz. Tabiatın
eziyet verici olmaksızın ezâ görmesi, yorucu bulunmaksızın yorulması, elem
verici olmadan elem duyması mümkün değildir.
Böylece sabit olur ki,
gerçekten fiiller kendileri ile faydalanma ve lezzetlenmek için Rab'leri
kasdoîunursa onlar, elem vericidir, yorgunluk ve eziyet. vericidir. Yine sabit
olur ki, fiiller, kendileri böyledir. Yoksa kullarla beraber değil. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Yine mahlûkat arasında
bilinen şu söz vardır ki, Allah'tan başka Allah yoktur. O'ndan başka da Rabb
yoktur. Eğer biz, fiillerin meydana gelmesini ve yokluktan varlığa çıkmalanm,
sonra var olduktan sonra yok olmalarım, sonra Rabb'lerinden takdir edilmek
üzere meydana Sıkmalarını ifade edersek, onları mahlûkatı mahlûkat yapan
hususla mutlaka vasfetmemiz gerekir. Böyle söylemekte, Allah'tan başka bir
yaratıcının bulunduğunu söylemek gerektirir. Buna cevaz vermek, zikrettiğim
kimsenin sözünü nakzeder. Bununla beraber eğer o husus caiz olmuş olsaydı,
kendi fiilnin Rabb'i olduğunu söylemek cazi olurdu ki bu da reddedilmiştir.
Tevfik Allah'tandır.
Yine gerçekten
kulların fiillerinin hakikati zahiri olan hareket ve sükûnetten ibarettir.
Allah-u Teâlâ onlara kadirdir. Eğer Allah kadir olmasaydı32 kullan fiilleri
meydana getirmeğe kadir kılmazdı. Böylece bizzat fiiller Allah'ın kudreti
altında bulunmuş olurlar. Allah, fiillere kulu kadir kılınca kendisinden kudreti
gider. Kudreti kendisinden[385]
zail olduğu zaman da, kendisinden zail olan kudretle kadir olmuş olur.34 Sıfatı
böyle olan Rabb değil, kul olur. Tevfîk Allah'tandır.
Bununla beraber,
hareket ile sükûnet ikisi de bulundukları hal ile kendilerine bakıldığında
birbirlerine muhalif değiller. Bakan kimse ikisinin arasını ayırd etmeğe bir
yol bulamaz. Eğer şüpheye düşüp birbirine benzetmenin hakikati olmasaydı, iki
şeyin arasının ayırd edilmesi ihtimali bulunmazdı. Fi'lin birbirine benzeme,
iki fiilden birine isim vermesi vacip olan şeyle kendilerine isim verildiğini
söylemek gerektirir, îşte bunda birbirine benzeme bulunur. Çünkü görünürde
fiillerin birbirleriyle bulunması, faillerin birbirlerine benzemesini
gerektirir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Yine tevhîd ehlinin
mahlûkatın hadis olduğunu bildiği husus, mah-lûkatm, birbirinden ayrılma, bir
araya toplanma, hareket etme ve sükûnet bulmanın dışına çıkmalarının mümkün
olmamasıdır. Bu haller, hakikatte onları yerine getiren kimsede, Allah'ın
yarattığı olmasaydı her hangi bir cismin ve varlığın bulunduğu hal üzere
Allah'ın fiili olduğunun anlaşılmasını tesbit etmemize gücümüz yetmezdi.
Çünkü, isimlerden bizim zikrettiğimiz fiillerin, Allah'ın gayriyle vukûbulması
tahkik edilmesi caiz olur. Her ne kadar o fiülerin kendisiyle bulunan kimseyi
görüyorsak da. Böylece âlemin hadis olmasının delili onu Allah'ın gayrinin
ayakta tutması üe olur. Çünkü, onun kendisinden olmayan şeylerden zikretiğimiz
hallerden kendisinden izhar etmesine bir yol bulamaz. Halbuki; o haller
olmasaydı âlemin hadis olduğu bünmezdi. Öyle [386] Kitabın aslında «lev> kelimesi metnin aslından olduğuna
işaret edilmekle beraber dip notta varid
olmuştur.
ise, ona bilmenin yolu
bâtıl olur. Çünkü âlemi olduğu gibi bulunduran Allah'tır. Sonra vaktaki halleri
hepsinin Allah'ın gayriyle var olması ihtimali bulundu; O hallerle Allah'ın
kendilerini yarattığı sabit olmaz. Cisimler ise ancak o hallerle belli olup
bilinir. Böylece Allah-u Teâlâ'nın vahdaniyetinin bilinmesi için bu sözü delil
yapması, rububiyetinin anlaşılması için de şahid kılması bâtıl olur. Korunma
ve kurtuluş Allah'tandır.
Yine gerçekten Allah-u
Teâlâ, şöyle buyurmaktadır : «Allah, hiç evlâd edinmemiştir, beraberinde bir ilâh
da yoktur. Eğer müşriklerin dediği gibi, Allah'la beraber bir takım ilâhlar
olaydı, o takdirde her ilâh kendi yarattığını götürür, tek başlarına kalarak
aralarında ayrılıklar başgösterir ve bir kısmı diğerlerine üstün gelirdi.»[387]
Sonra Allah Celle-celâhülû hiç bir araz (sıfat) yaratmamıştır ki, onda,
kendisini, Allah'ın yarattığım bildiren bir delil yaratmasın. Çünkü bizim
zikrettiğimiz hususlar için yaratılmıştır. Allah-u Teâlâ'nın mahlûkatı içinde,
toplanan, ayrılan, hareket eden, hareketsiz olan yaratığın bulunması caiz olur.
Ancak ne var ki biz onu göremeyiz. Tıpkı mahlûkatın içinde her ne kadar
kendisi görünse de bizim cevheri ile kendisini göremediğimiz yaratıklar
bulunduğu gibi. O fiiller, kendi varlıkları ile görünmezler. Onlar, ancak
cevherde bulunan hallerin değişmesi ile bilinir ve görünürler. Cevherlerin
görünmemesi mümkün olduğu zaman, onların benzerlerinin, yaratanları için ilim
kılmmadıkları ve onunla götürülmüş olmaması caiz olur- Nasıl oldu da bununla
mu'tezilenin sözü, mulhidlerin sözüne zıd düştü; onu nakzeti. Halbuki bu
görüşte mu'tezile, mulhidlerle beraber bulunmaktadır. Sonu bu olan sözden bizi
koruyup kurtarmasını Cenab-ı Hak'tan dileriz.
Gerçekten noksan' olan
kudret, mahlûkatın her biri için bulunan kudretten ve Allah'ın gayrinde olmayan
şey üzerindeki her kudret için olandan ibarettir. Bu takdirde Allah'ın kulunda[388]
bulunan husus üzerine hiç bir kudreti olmaz. Öyle ise Allah-u Teâlâ'nın
kudreti de her nok-sanlaşmiş olanın kudreti gibi olur. Cenab-ı Hakk, mahlûkatın
sıfatları ile mevsuf olmaktan beri ve münezzehtir. Tevfîk Allah'tandır.
Yine kudretin altında
olan şeyin Allah'ın kudretinin dışına çıkması caiz olsaydı, hatta o, bir şey olmayıp belki[389]
bütün mahrukattan daha çok olanların Allah'ın kudretinin dışında olması caiz
olsaydı, biz nasıl Allah'ın vaadine ve vaîdine inanırdık? Ve Alla-u Teâlâ'nın
öldükten sonra tekrar dirilme hususundaki vaadini işiten kimsenin kalbi nasıl
mutmain olurdu? Ve yine eğer Allah dilemiş olsaydı mahlûkatın aynısını
yaratırdı diye verilen habere nasıl gönlü yatardı? Onun sivrisinekten daha
kuvvetil olan bir şeyi yapması şöyle dursun, sivrisineği meydana getirmeğe dahi
kudreti yetmiyor. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Hakikaten, Cenab-ı
Hakk, her şeyin mâlikidir. O'nun eşyaya mâlik olması kulun sahip olduğu mülk
için kendisine mülkü icap etiren şeyle değildir. Bilâkis, O, herşeyin
yaratıcısı olduğu için bizatihi mâliktir. Amma Cenab-ı Hakk'm kulların fi'line
mâlik olmaması, onların da Rabb'i olmaması, bu hususların kulların olmasını
gerektirir. Böylece Allah-u Teâlâ'nın Rab ve Mâlik olması, nakıs olur. Çünkü
her yaratık eşyaya mâlik olur. Hatta daha çok mâlik olur. Çünkü kendi fi'line[390] ve
başkasının fiiline mâlik olur. Allah ise mâlik olmaz. Cenab-ı Zülcelâl'in her
şeye mâlik olduğu sabit olduğu vakit O'nun her şeyi yarattığını söylemek
lâzımdır. Çünkü kul yaratmağa mâlik değildir. Kul eşyaya, ona olan güç ve
kuvvet sahibi olanın kendisine temlik etmekle mâlik olur. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Gerçekten kul, Allah-u
Teâlâ'nın kendisini kadir kılması île kadir olur. Kudreti olmayanın, kendisine
verdiği kudretle kadir olması caiz değildir. Tıpkı kendisi ilim sahibi
olmayanın bildirmesiyle bir şeyi bil-mesnin caiz olmadığı gibi. Veyahut
birinin, başkasını bir şeye kadir kılmasına kudretinin olması cazi olmadığı
zaman, onun o şeye kadir değildir dendiği görülmemiştir. Kimin ilmi olup da
onunla başkasına öğretme, kendisinin bir şey bilmediğini söylemek caiz
değildir. Bizim açıkladığımız husus da bunun gibidir. Allah-u Teâlâ'nın, onun
üzerine kadir olduğu sabit olunca, Allah'ın kadir olduğu şeyin başkasında[391] bulunması
mümkün değildir, öyleyse Allah'ın onun yaratıcısı olduğu sabit olur.
Hakikaten âlem,
cisimler ve arazlardan hâli kalmaz. Araz nevilerinden hepsi, hakikatte başkasının fiili olması[392] imkân dahilinde olur.
Alem, var olma ve
yaratma bakımından hem Allah-u Teâlâ'nın ve hem de mahlûkatmın olmuş olur. Bu
ifade ise âlemin yaratıcısının bir olduğunu söylemeyi iptal eder.
Müslümanlar, âlemin
yaratıcısının bir olduğunu ifade etmekte ihtilâf etmemişlerdir. Kendisine,
bütün müslümanların katıldığı bu ifadeler tahsil edildiğinde onun sözünü iptal
etmek isteyen kimsenin sözü ve görüşü tümü ile Cenab-ı Hakk'm şu âyetleri ile
reddolunmuştur : «O'nun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi dahi
yoktur.»[393], «Her şeyin ilâhı
O'dur.»[394] İnsanların, gerçekten
onun tahsilinde Allah'a, kullarda olan, adalet ve benzeme vardır, sözü[395]o
cümlelerle nakzolunmuştur. Eğer o husus ihtimal dahilinde olsaydı evvelkisi de
onun gibi olurdu. Bilâkis, evvelkisi daha lâyıktır. Çünkü o, ikinci metodla
ilim elde etmenin yoludur ki, o da âlemin var olması, âlemin yaratıcısının
vahtaniyetini gerçekleştiren ifadesinden ibarettir. Bununla ona Cenab-ı Hakk'm
«O'nun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur.»[396]
kavl-i celî-lini ifade etmesini kabul ettirir. Gerçekten Allah-u Teâlâ, birdir.
O'nun şeriki ve benzeri yoktur. Âlemin var edilmesinde Allah-u Teâlâ'nın ortakları
olduğu zaman, Allah'ın benzeri gibisinin eşyada bulunmasından kendisinin
benzeri gibisinin bulunmamasına lâyık olmaz. Veyahut âlemi yarattığı ve onu
gayrinden olmak üzere yokluktan varlığa çıkardığı için ilâh olur. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Yine eğer Allah-u
Zülcelâl, umum mahlûkatın" fiillerinin yaratıcısı olmasaydı,
peygamberlerinin ellerinde izhar ettiği delillerini[397] meydana
çıkarmağa kadir olmazdı. Âlemin ilk yaratıcısından âlemin işinin sona ermesine
kadar, âlemin işi hakkında vukubulan idare ve tedbirine kadir olmazdı. Âlemin
bekası için tedbiri olan hususta kendisine neslin türemesi için yarattığı şeyde
yoktan var etmesinde mahlûkatı sebep ve vesile teşkil etmemiş olsaydı, âlemin
yaratılışı ve idame-i hayat etmesi nakıs ve fasid olurdu. Gerçekten bunların
hepsi mahlûkatmm fiilleri ile zahir olmuş hususlardır; kendisi ile de
tamamlanmıştır. Kendisine[398] kadir
olmadığı ve ancak bankasının ilmi ile ve fiili ile yardım etmesiyle
kadir olduğu delilini ortaya çıkarmayı
isteyen, ne kadir olur ve ne de hüküm ve hikmet sahibi. Bilâkis o, cahil ve
âciz olur. Öyle ise gerçekten onların hepsinin dilediği kimsenin elinde
Allah-u Teâlâ'nın nasıl di-Iediyse ve ne şey üzere olmasını dilediyse o şekilde
yaratması ile meydana çıktıkları sabit olur.
Hakikaten, kıyas,
bizim üzerinde durduğumuz konuda kullanılmak veya kullanılmamaktan hâli kalmaz.
Eğer kıyas, kullanılmazsa kendisinden duyular kalktığı için sani-i hâkim olan
Allah'ı bilme hakkındaki, hasmın mezhebi bâtıl olur. Bununla da Cenab-ı Hakk'm
bilinmesi vacip olur.[399] Ve
o, arazları ile âlemin mânâlarının hepsine vacip olan şeyle dünyadaki
varlıklarla istidlal edilmesi ile mahlûkatın fiillerinde mevcuttur. Eğer onları
yarattığını ifade etmek vacip olmazsa, yaratmanın bilinmesi ancak ve ancak
naklî delille bilinirdi. Böylece Cenab-ı Hakk'ın : «...Her şeyi yaratan O'dur.»[400]
kavl-i celüinin ifade ettiği-umum ile amel etmesi vacip olur. Çünkü Allah-u
Teâla'nm kavlinin husus ifade ettiği manâ ile isim vermekle bir şeyi
yaratıldığının bulunduğunun bilinmesi mümkün değildir. Veyahut zikroîunan
vecihten kıyasla ifade etmek lâzım gelir. Sonra kul, kendi fiilinin yaratıcısı
olmaz. Öyle ise kulun fiilinin başkası tarafından yaratıldığı sabit olur.
Bununla beraber eğer failin bilinmesinin bir yolu olsaydı, o da ancak fiilin[401]
eserleri ile bilinmiş olurdu. Sonra îman, akıllarda güzel görülen fiillerin en
güzelidir. Eşyanm en nurlusu ve en tamamı[402]
olanıdır, Cenab-ı Hakk'm rızâsına nail olmak için şeref bakımından en yücesi ve
en ayan beyân[403] olanıdır. Biz eğer
«Hakikaten Cenab-ı Allah, onun yaratıcısı değildir» dersek, bu hususta bize iki
şey girmiş olur.
Birincisi; Allah'a
îman ve gayrî ile itaat eden kimseyi, cevherlerden, çirkin ve habis olanlar,
kötü koku ve kazurattan yarattığı şeyle Allah'a üstün kılınması, bununla
beraber cevherlerden güzel olan şey, ibadetlerden zikrolunan hususların
ulaştığı güzelliğe ve hayır olma derecesine ulaşmaz. Böyle olduğu zaman ve
üstün olanların üstünlüğü de fiillerinin birbirlerine olan üstünlüğü ile olduğu
da bilinince bunlar, kulun fiil ve yaratmada Allah'dan üstün olduğunu
gerektirir. Mu'tezilelerin böyle söylemeleri daha lâyık ve evlâdır. Çünkü
onlar, küfür fiilinin bütün yönlen ile ser ve çirkin olduğunu iddia ederler.
Maymunlar ve hınzırların durumları böyle değildir. Güzel olan cevherlerin
hepsinden olmak üzere îman fiili de onun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
ikincisi : Cevherin güzel
olması hissîdir. îmanın güzel olması ise aklîdir. Hissî olarak güzel olan şey
aklî olarak güzel olandan başkadır. Geçen konularda açıklandığı gibi. Onun
benzeri olanın değişikliğe uğraması caiz olur. Fakat diğerinin değişmeğe
uğraması caiz olmaz. Böyle olduğu zaman da, cevap ve mükâfat, yapılan amel
kadar olması ile hu-dutlamr. Allah-u Teâlâ ise bir iş ve güzel amele kargı on
misli[404] sevap vereceğini vaad
etmiştir. Böylece îman fiilinin yaratılması Allah katında güzeldir. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Sonra, Cenab-ı Allah,
«yapmadıkları şeyle kendilerine hamd olunmasını severler» diğerleri
zemetmiştir; sonra da kullarına îman nimetinden dolayı kullarının kendisine
şükretmelerini emretti. Allah-u Teâlâ'ya hamd etmek, şükretmek, O'mm verdiği
nimetlere kargı olur. Bunların yaratıcısı olmadığı halde, kendi fi'li olmayan
hususlar için kendisine ham-dedilmesini bir kimseye nimetini ulaştırmayınca da
ondan şükretmesini talebetmek caiz olmaz. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra, Allah-u
Teâla'nm fi'linin mânâsı, yaratmak ve yokluktan varlığa çıkarmaktan ibarettir.
Mu'tezüe bu mânânın aynısı kulun[405]
fiilinin mânâsında bulunduğunu söyler. Sonra mu'tezile kulu kesbetmeğe kudret
sahibi yaptı. Fakat Allah-u Teâlâ'yı böyle bir kudrete sahip kılmadı. Böylece
kul kudrette Allah'tan daha büyük oldu. Zira o kudret Allah'tan olan muhtelif
emir üzerine vâki olur. Çünkü Allah'ın kudreti iki yönden birine rücu'[406]eder.
Her şeyin işlenmesinin bir çeşit olduğunu açıklayan şeyleri tabiatlar olarak
kabul ettiler. İki fiil olarak meydana geldiğini de kudretten muhayyer olarak
yapıldığını öne sürdüler. Öyle ise evvelki hakkında da böyle olması vacip olur.
Mu'tezile katında hak olup kabul edilen de budur. Çünkü onlar, kulun
kendisinden hayranlığı nefyedecek[407]
husus hakkındaki fiilinden Allah'ı menetmeğe kadir olduğunu ifade ettiler.
Onun gibisinin Allah'da bulunmadığını kabul ettiler. Ancak kulun kudretinin
kendisinden gitmesi müstesna. Fiillerin yaratılmasının nefyedümesi hakkında bu
hususların tahakkuk etmesi sabit olunca —ki bu hususları ne akıl kabul eder ve
ne de naklî delillerle ispat edilir— bütün fiillerin yaratıcısının gerçekten
Allah olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra bu hususta asıl
olan odur ki, gerçekten seneviyye ve mecu-silerin mezhebi, âlemin yaratılışım iki
ilâhtan olduğunu menetmeleri hakkındadır; Ve onlar tevhîd ehline hâkim ve hak
olan ilâhın bir olduğuna, âlim ve kadir olduğuna, birden fazla olmasının caiz
olmadığına dair görüş ve sözlerine muvafakat ediyorlar.[408]
Öyle ise onları kini yetiştirdi ve onlara kim öğretti ki,, âlemin
yaratılmasının adetlerinin sayılması mümkün olmayana hasdettiler. Onlar,
böylece mahlûkatın ilâh olarak tanıdıkları Allah'ın,[409]
âlemin ekserisini yaratmasına kadir olduğunu iptal ettiler, öyle ise onlar,
Allah-u Teâlâ'yı şer ve çirkin olanlardan tenzih eden kimselerden daha fazla
zemmedilmeğe lâyıktırlar. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Onların, kulların
fiilleri hakkında söyledikleri hususlardan biri de, kulların fiillerinde,
fuhşiyat, nıünkerat ve benzerleri bulunduğundan onların yaratılmasının Allah-u
Teâlâ'ya izafe edilmesi çirkindir, demeleridir. Seneviyeler ve mecusiler de
bunların bu sözleri gibi ifade ederek, kendilerinde çirkinlik, pislik, kötü
koku ve kazurat gibi isimler bulunan cevherlerin yaratılmasının Allah'a izafe
edilmesini çirkin görmüşlerdir. Bununla beraber o eşyaların hepsinin
yaratılması Allah'a izafe edilmiştir. Bu isnad ve izafenin tefsirinin manâsı,
Alîah-u Teâlâ'nın onları irtikâp eden kimsede, fiillerinden yararlı ve güzel
olanlara muhalif olarak çirkin ve kötü bir halde yaratmıştır; ve bunun
onlardan[410] «Allah kazuratın Rabb'i,
azap ve rüsvaylığm ilâhı, günahkârların ve şeytanların mâlikidir, diyenlerin
sözlerinden daha çirkin olarak yaratmıştır, demek değildir. Her ne kadar bizim
beyan ettiğimiz yönden izafeti tefsir etmek çirkin ise de Allah-u Teâlâ'nm
hergeyin İlâhı ve Rabbi olduğunu söylemeği menetmez. Mahlûkatın fiillerinin
vasfı, bulunduğu hal üzere tümü bunun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra biz, kendilerini
keskin zekâlı ve ifadeli sanan bu fırkanın takıldığı hususu zikrederiz ki,
onlar, kendilerini mahlûkat arasında bu hususu en iyi bilenlerden olduğunu
sananlardır. Bununla onların en keskin zekâlı ve anlayışlı olanların
yaptıkları hatalar[411]
şöyle dursun, halkının avam tabakasının ismine ihtimali olanın tahsil
etmesinden uzak olduklarını ve dâvadaki eür'etlerini bilsinler. Ve inşaallah-u
Teâlâ, zikrettiğimiz şeyi düşünen kimseye, onların gerçekten bakmalarını
icabet-tiren şeyden rücu' ettiklerini izhar ederiz. Ve âyetlerden, mucizelerden
kendilerine gizli kalan hususları açıklarız ki; bununla eğer onlar, bu âyet ve
mucizelerin tümünü tetkik ve tahkik etmeğe muvaffak olmaları şöyle dursun,
onların bir kısmını incelemiş olsalardı; muhakkak dünya ve âhiret hayrına nail
oldukları bilinirdi. Kuvvet ancak Allah'tandır. Fiilleri, Allah'ın yaratığını
söylemekten kaçman kimseler, bu fikirlerini şöyle belgelerler ; İlk olarak
kullar o fiillerle emroîundular ve onlardan nehyolundular. Fiilleri emreden ve
nehyeden âyetleri zikrettiler. Eğer kulların fiillerini Allah'ın yaratıkları
kılarsak, muhakkak Allah, güya kendisi kendisine emretmiş ve bunları
halketmekten kendisini nehyetmiş olur.
Fakih Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Bu görüşünü bu şekilde belgeleyen kimseye denir ki; Sen,
Allah-u Teâlâ kuluna îmanı ve benzerini halketmesini emretti. Küfrü ve
benzerini halketmesinden de neh-yetti der misin? Eğer evet derse, gerçekten
Allah-u Tâlâ'mn, insanların yaratıcı olmalarını emrettiğini sarahaten ifade
etmiştir. Müslümanlar, Allah'dan gayrinin yaratıcı olmasını asla kabul
etmezler. Ve Hâlık'a mutlaka ibadet edilmesinin cazi olması hakkında
müslümanlar, ihtilâfa da düşmemişlerdir. Ve yaratıcı olanın da Rab ve îlâh
olduğunu kabul ve tasdik etmişlerdir.
öyle ise bu ifade ile
her kulun böyle kılınması vacip olur ki, bu hususu kabullenmekten tüm nisanlar
kaçınırlar. Eğer hayır derse, kendisine denir ki; Eğer Allah-u Teâlâ'nın fiili
emretmesi veyahut fiilden nehyetmesi, yaratmayı emretmeyj veyahut yaratmayı
nehyetmeği ica-bettiriyorsa, sen niçin Allah-u Teâlâ, kulların fiillerinin
yaratıcısı olmasın, emretmeği ve onlardan nehyetmeği icabeder dedin? Ve niçin
kendişinde bulunan emir ve nehiy yönünden yaratma ve gayrini emretmesi sabit
olsun?
Sonra ona şöyle denir;
bize, îman ve küfürden bahset. Bunların her ikisi araz olmak, hareketli olmak,
failin hadis olmasına delil olmak, kişinin sefih ve ahmak olmasına, iyi ve
hikmet sahibi olmasına delil olmak ve kişinin ilmi ve cehlini ortaya
çıkarmaktan hâli kalırlar mı? Mutlaka evet demek zorunda kalacaktır. Çünkü îman
ile küfürde bu yönlerin hepsi vardır. Bunun üzerine kendisine denir ki; fiil
için olan emir ve nehiy, onları yapmasındaki bu yönleri emretme ve nehyetmeği
gerektirirler mi? Eğer evet derse, gerçeği kabul etmiş olur. Çünkü onun küfrü,
kendisinin sefîh olduğunun delilidir. Bu delâlet etme bakımından doğru ve
gerçektir. O yönden küfrü kendisinden nehyetmesi mümkün değildir. Onlardan bir
çoğunun kendisinde o sıfatların bulunduğunu bilmedikleri için o yönden bunlar
için ne emir caz olur ve ne de nehiy. Bunların bilinmesi için kendilerine
yardım etmek mutlaka lâzımdır. Binâenaleyh, kendisine «bu hususlarda ne
kendisine yaratmayı emretme vardır, ve ne de nehyetme. Öyle ise bunların
yaratma olmasını meneden şey nedir?» denir. Sonra kalen bizim açıkladığımız
yönlerin hepsi de doğrudur. Bununla beraber, isnad ve izafe olunan sıfatlar,
şu, şundan daha küçüktür, daha büyüktür, daha hayırlıdır, daha şer ve kötüdür,
bundan daha güzeldir, daha çirkindir, delil bakımından daha büyüktür, daha açık
seçiktir, daha zayıf, daha kuvvetlidir. O hadistir, mevcuttur ve daha bunlardan
başka sayılamıyacak kadar çok olan sıfatlara ayrılır. Bunlardan hiç bir şey,
bütün yönü ile şer ve hayırla vasfolunmadı-ğı gibi taad ve nıasiyetlerle
vasfolunmaz. Öyle ise bunların hepsinin yaratık olması caizdir. Bu yönden de
ne taat ile vasfolunur ne de masi-yetle. Hayır, şer, emir ve nehiyîe de
vasfolunmadığı gibi kendisi için fiile olan şeyle de vasfolunmaz. Tevfîk
Allah'tandır.
Vaad ve vaîdin emri,
onlar gibidir. Biz fiili gerçekleştirdik. Öyle ise ful için emir ve nehiy
lâzımdır. Emir ve nehiy gibisine de sevap ve azap gerekir. Sonra asıl olan
şudur ki; fiillerin yaratıldığını söylemenin mümkün olması için, ya imkân
dahilinde olmadığı için inkâr edilmesi, yahut sözün bu hususa delâlet etmemesi
veyahut da o hususu ifade etmek imkânın ortadan kalkması ve zaruretin
bulunmaması icap ettirdiğinin öne sürülmesi gerekir. Çıkış yolu bu olan
hususta emir, nehiy, vad ve vaîdin bulunması aklen çirkin olur. Kim ki, mümkün
olmadığı için o hususu ifade etmekten kaçınırsa, onu ispatlamak için delil
getirmekle mükellef olur. Bu hususu ispat etmek için de, hakikatte kulların
fiillerinin bir ve iki olmadığını takdir etmekten başka bir şey bulamaz.
Veyahut da bunu söylemenin ortaklığı icabetirdiğinin ifade edilmesini
gerektiğini zanneder. Birinci şıkkın cevabı, kendisinde ihtilâf vukubulduğu
için sözün taksim edilmesi ile ifade edilir. Bizim katımızda ise, gerçekten
Allah-u Teâlâ'nm fiili hakikatte kulun fiilinin gayridir. Kulun fiili de kendi
fiili değildir. Kendisinin işlemiş olduğu şeydir. Onun gibisinin dünyada
bulunması güç değildir. Meselâ, iki kişinin, bir şeyi çekip koparması ve yine
iki kişinin bir şeyi bulunduğu yerden gidermesi gibi. Onlar daha önce tek
idiler. Sonra hakikatte o şey kendileri tarafından yapılmış olduğu için onda
ortak oldular. Yerinden koparılan ve giderilen şey de böyledir. Kendisinde
parçalanmayan cüzler bulunan şeyin omuzlanması böyledir. Onu, kuvvetleri bir
olan iki kişi yüklenmiştir. Her ne kadar fiillerinin hakikati muhtelif ise de
onların yapmış oldukları şey, kendilerine göre birdir. Bizim üzerinde
durduğumuz mevzu da bunun gibidir.-Kuvvet ancak Allah'tandır.
Oysa ki bir kimsenin
kendi kuvveti ile diğerinin fiiline mâlik olması, kendi fiilini de yaratması
caz değildr. Hiç bir kimse de kendi imkânı ve çevresinin dışında olan bir şeyi
yapmasına kadir değildir. Allah-u Teâlâ'nm fiilinin mahlûkatın fiilinden biri
ile takdir etmek cehalettir. Mahlûkatta fiilin bulunması ve takdir edilmesi
yönünden de mahlûkatm fiilini Allah'ın fiiline benzetmektir. Cenab-ı Allah,
bunlar ve benzerlerinden berî ve münezzehtir.
, Diğer bir görüş de,
gerçekten bir şeyin yaratılması o şeyin kendisidir, diyen kimsenin ifade etmiş
olduğu husustur. Biz, gerçekten bundaki yönlerin yekdiğerine benzemediğini
açıkladık. Binaenaleyh şey olma bakımından açıkladığımıza göre, bir yönden
yaratmayı ifade etmek caiz olur ki, o yön küfrü ifade etmeği gerektiren yönün
gayri olur. Mu'tezi-le, felçli olan kimsenin hareketinin yaratma bakımından
Allah'a, hareket ettirme bakımından ise kula ait olduğunu iddia ettiler ve
onun kendi nefsiyle şeydir dediler. Çünkü onların nezdinde şey olma, yok
olanda düşünülür ki, o da cismin hadis olduğuna delâlet eder. Küfürde ise, Allah'ın,
kulunu azaplandırma ve onun gerçekten sefih olduğuna delâlet eden Allah'ın
delilleri vardır. Oysaki biz bu fiillerinin mahlûkatta olmaması bakımından
onun mümkün olmadığını beyan ettik. Her iki hususun arasındaki farkı izah
ettik. Her iki yönden birini diğerine kıyas eden kimse gaflet içinde olan
aptalın tâ kendisidir. Halbuki mu'tezile,Allah-u Teâlâ'ya, mahlûkatı yok iken[412]
sonradan var etmesinden başka bir şey isnad etmiyor. Bunun mânâsı da kulun
fiili anlamına gelen değildir. O, ancak, çalışmak, yorulmak, meşakkat çekmek
ve mualeceden ibarettir. Kullara âit mânâ ile beraber, bizim üzerinde
durduğumuz hususta bulunanın her ikisi de vâkidir. Onu inkâr etmenin hiç bir
vec-hi yoktur.. Sonra kullardan benzeri gibi olmayan şeyden mümkün olmamasını
icabettiren husus da denir ki : Sana arkadaşların itiraz edip şöyle derse ne
dersin? Sen, zikrettiğini asıl kılar, sonra cevherlerin yaratılmış olduğunun
mümkün olmadığını öne sürerek onların yaratmakla kadim olduklarının sabit
olduğunu ifade edersin. Ve fiilin failine menfaath olmaması ve kendisinden
zararı gidermemesi hikmet değildir dersin. Bu ifadelerin, âlemin yaratıcısının
âlemle faydalandığına delâlet eder. Ve devamla der ki, bir şeyin bir şeyden
olmaksızın var olması, yaratılma ihtimalinin dışındadır. Âlemin kendisi ile var
olduğu[413] bir olanın işi de bunun
gibidir. Mümkün olmama iddia edildiği zaman zındıkların ve dehrîlerin, âlemin
kadîm olması hakkındaki sözünü icabettir-diği"[414]
zaman i'tizal etmenin, zındıklıktan bir yon olduğunu söyliyen kimsenin sözünün
bundan daha doğru olduğu çok açık olarak görülmektedir. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Amma, delâletle ispat
edilmesine gelince : Biz bu hususu, eğer insaf ederse akıllı olan kimse için
izah etmiş bulunuyoruz. Bununla beraber bütün müslümanlar, hiç bir ihtilâfa
düşmeden gerçekten Cenab-i Allah'ın . Hâlık olduğunu ve kendisinden gayrinin
mahlûk olduğunu kabullenip ispat etmişlerdir. Ve yine müslümanlar şu inancı
taşımaktadırlar ki, Cenâb-ı Hak, herşeye kadirdir. Ve O, herşeyin Rabb'idir.
Allah-u Teâlâ'mn İlâh olması, ona mecbur olmaksızın veyahut kalbin hususiyete
meyletmesi ile vukubulmuştur. Bu hususta kâfi derecede delil vardır. Ve biz
yine bu husustaki bazı delilleri zikrederiz. Amma zaruretin icabetmesini ifade
etmek ise o, mümkün değildir, fasiddir. Çünkü o, herkesin onun muhayyer
olduğunu bilmesi için hissidir. Eğer herkesin kalbi cihetiyle bilmiş olduğu
şeyi ifade etmek caiz olsaydı, bu hususun bütün âlem hakkında vaki olması caiz
olurdu. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Eğer sen, «Zarureti
icabettirmediği zaman bu husus kendisinde senden başkası için bir tedbir
olmadığına delâlet eder», dersen, cevap olarak denir ki; biz bu hususa delâlet
edenleri zikrettik. Bununla beraber şöyle denmesi de caiz olur : O husus;
yaratma bakımından mecburidir. Kulun bu yönden yaratması yoktur. Çünkü onunla
kendisine isim verilmez. Kes-betme yönünden ise o, ihtiyarîdir. İşte bunun
üzerine iki emrin taksimi cari olur ki, biz onu geçen mevzularda açıkladık.
Görmez misin ki, küfrü ifade etmek yalandır. Halbuki onu söyliyenin sefih
olmasına delâlet etme bakımından doğru ve gerçektir. Bunun gibisi kesbetme
bakımından ihtiyarî olur. Yaratma bakımından ise, ihtiyarî olmaz. Yaratma
yönü, kendisinden sabit olduğu şey ile ihtiyarî olmasını reddetmez. Bu husus,
ister fiilin yaratılmasında olsun veyahut yerin ve göğün yaratılmasında olsun,
birdir. Hiç bir ayrıcalık düşünülemez. Çünkü mahlûkatm fiilini, mahlû-kattan
menedecek ve onlardan ihtiyarî hareketlerini izale edecek bir kimse yoktur.
Fiillerin yaratılması da bunun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Oysa ki, yaratma
ismini vermek mecbur olma vasfını icabettirmez. Çünkü fiil için olan kudret,
mahlûktur. O, kulun mecbur olmasına değil, muhayyer olmasına sebeptir. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Kâ'bî şöyle diyor :
Gerçekten her fiilinde muhayyer olan füli ile elem ve eziyet duymak da
mecburidir. Bunun üzerine bir şeyde iki hususun bulunduğunu gerektirmiştir. Ve
böylece küfrü ve imanı yahut araz olan şeyi ve hareketi ve sükûneti bilmeyen
kimsenin fiili bilmesi caiz olur. Hal bu ise o, biaynihî mevcuttur. Umum olarak
şöyle denmesi caiz olmaz : Onun bilmediği şey, bildiğinin ta kendisidir.
Kendisinde mecbur olan da kendisinde muhayyer olanın ta kendisidir. Hatta
kendisiyle beraber bütün cihetler zikrolunsun. Yaratma, azap verme ve
bunlardan gayri hususlar da onun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Ve bu hususları ispat
etmek için vaad ve vaîdi delil olarak öne sürdü. Çünkü emir ve nehiy sabit
olduğu zaman onun takdirde gaflet içinde bulunduğu ve olanı olduğu halden başka
bir şekilde gösterdiği zahir olur. A^aad ve vaîdin durumu da böyledir. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Sonra Kâ'bî, hakikatte
o fiilin hem benim fiilim ve hem de Allah'ın yarattığı olması mümkün değildir,
diye batıl bir iddiada bulunmuştur.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Bu, onun mümkün olmayanı bilmediği içindir"[415].
Biz onun bazısını geçen mevzularda açıkladık. Sonra
gerçekten bu hususun makul bir ortaklık
icabettirdiğini iddia etti. Çünkü her ne kadar cüzlere ayrılık parçalanmayı
kabul etmezse de her cüzün tek başına kalması mümkün değildir. Sonra da hasmının,
«gerçekten o, yönü bir olan şeyde ortaklığı icabettirir; cihetleri muhtelif
olanda ise icabet-tirmez.» sözü ile kendisine itiraz ettiler. Yine bazısına
varis olduğu, bazısını da satın aldığı mülk ile kendisine itiraz olundu. Sonra
yine, «Benim mülküm, kulumun mülkü» gibi sözlerle itiraz olundu. Böylece bu
hususlara uzun uzadıya cevap vermeğe çalıştı.
- Biz deriz ki,
-tevfik Allah'tandır- zikrolunan hususu düşünen, azıcık anlayışı bulunan ve
aklı ile kibirlenip böbürlenmeyen kimse, onun ne kadar sefih ve ahmak olduğunu
anlar. Dilerse o, hazır ve ortada olan ortaklık ile cahil olduğunu bilmesi için
miras hususundan az önce zikrettiği şeyle delil getirir. Böylece bilinmesinin
yolu delillendirmeden geçen şeyle cahil olmasında mazur görülmüş olur. Çünkü
ona mahlûkatın gerçekleri gizli kalmıştır. Fakat bu sualle mu'tezileye devamlı
olarak o hususun icabetti-ğini zanneder. Her ne kadar o hususa cevap vermeğe
onlar, lâyık olmasalar da. Gerçketen biz onu, onlardan söküp alırız. Çünkü
onlar bu sözle «bir şeyin yaratılması, o şeyin kendisidir. Dünyada iki olan şey
için bir şey bulunmaz. Hepsi bir olup, hepsi içindir» diyen kimsenin sözünü
kasdetti-ler. Bu yöndendir ki, iki şey için bir fiilin olmasını inkâr etti.
Kendisi için onun ortaklığı icabettirip ettirmediğini bildiren örnekler
bulunmayınca onların sözü zan ve hayali icabettirir. Sonra asıl olan şudur ki;
gerçekten fiilin kendisini Allah'a mülk kıldıkları gibi kula da mülk
yapıyorlar. Yine böylece bir kimse için olan her mülk, Allah'ın mülküdür ve kul
için olan mülk de Allah'ın mülküdür, diyorlar. Bu husus fiillerde ve
maddelerdeki mülk hakkında aralarında ortaklık icabettirmez. Öyle ise bizim
üzerinde bulunduğumuz mevzuda nasıl ortaklar bulunur? Sonra Allah'a yedirme,
giydirme ve rızık verme isnat ollınur. Bu, ayniyle mahlûkata da isnad olunur
ve ortaklık icabettirmez. Bizim mevzubahs ettiğimiz husus da böyledir. Bununla
beraber biz, fülin cihetlerini açıklayıp niçin o yönlerden fiilin[416]kendisi
müşterek olur demez. Çünkü her cihet, küllisini ihata etmiştir. Ve yine
böylece fiili bir yönünden bilen ve bir yönünden bilmiyen kimseye, onun cehli,
ilmine ortak oldu demeyiz. Onlara ne oluyor ki, bu husus makul ortaklıktır,
diye iddia ediyorlar! Bilâkis orada akıl olmuş olsaydı, bu husus makul bir
yalan olurdu. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bu yönlerin hepsi,
şeyin gayrini yarattığını söyliyen kimsenin sözüne göredir. Bununla yine
mu'tezilenin dâvasının fasid olduğu bilinir. Sonra kendisine denir ki; bazan
bir köyde mülklerin ayrı ayrı olması ile ortaklık olduğu ve muamelelerin ayrı
ayrı olmasına rağmen ticarette ortaklık bulunduğu söylenir. Sen de, Allah'la
mahlûkat arasında âlemde ortaklık vardır; sonra kendisinden olan emir ve
kudretli kılma ile fiillerde de ortaklık vardır de. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Onların itaat etme,
boyun eğme ve benzeri gibi hususlarla isim verme ile delil getirmeleri ise biz,
iki söz üzere olan cihetin ve bir fiilin diğerine olan ihtilâfı beyan ettik.
Hepsi ancak yönlerden bzim açıkladığımız şeyle isimlendirilmiştir. Oysaki onlar,
bunu hareketlerin yaratıcısı ve eşyaya fesada uğratan yaptılar. Ve onunla
isimlendirmediler. Çünkü o, yaratıktır. Fiiller de onun gibidir. Kuvvet ancak
Allah'tandır. Sonra iki failin bir fiili, bir sözü, bir haberi olması
gerekçesiyle kendisine itiraz olundu.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Bunun, yani iki failin bir fiili, bir sözü, bir haberinin
bulunması dünyada caiz olur. Bazan şöyle denir; bu bir cemaatin sözüdür,
kendilerinden yalan sadır olması muhtemel olmayan topluluğun haberidir. O,
falanın ve filanın sözüdür. Falan ve filanın haberidir. Eğer onun aslı olsaydı,
onunla diğerinin caiz olması vacip olurdu. Çünkü onunla diğerinin ifade etmesi
lâzım gelir. Dünyada caiz olan şey, gaibin delili olsaydı gaip hakkındaki söz
ve fiilin arasını tefrik etmek vacip olurdu. Tıpkı dünyada vacip olduğu gibi.
Bu da onun vehmini açıkça ifade eder. Sonra şöyle demek caizdir ki, gerçekten
Allah-u Tcâla, herşeyin yaratıcısıdır. Allah'ın kendisi yaratıcıdır,
kendisinden başkası ise yaratılmıştır. Şöyle demek ise caiz değildir. «Allah,
her sözü söyleyen, her haberi ihbar edendir. O, muhbirdir, söyleyicidir, O'ndan
başkası haber ve sözdür,» denmesi caiz olmaz. Öyle ise bu husus her ikisinden
birinin, diğerinin benzeri olmadığına delâlet eder. Bununla beraber onların
katında herkesin fiilinin Allah-u Teâlâ'nm fiili olan kudretle olduğunu
söylemek caiz olur. Fakat herkesin sözü ve haberi hakkında o, Allah'ın sözü ve
haberi olan kudretle meydana gelmiştir, demek caiz olmaz. Ve kendisine denir
ki; gayrini hareket ettirmekle kendisine hareket ettirici ismi verilmediği
zaman sen, yine o gayrinin hareketini yaratması ile kendisine yaratıcı ismi
verilmez de. Veyahut her ikisinin arasını umum ve hususla ayır. Veyahut
aralarını dilediğin şey ile ayır. Ne yaparsan yap, kendisi ile yaratıcı ismi
verilen manâ her şeyin fiilinde bulunur. Kendisi ile söyleyici denilen manâ ise
bulunmaz. Bunun içindir ki, her ikisi birbirine benzemeyip ihtilâf ettiler.
Allah-u a'lem.
Ve yine «yaratıcıdır»,
sözü tazim yerine geçer. Her daha umum ifade eden şey, daha fazla tazim ifade
eder. Söyleyicidir, sözü ise, bunu ifade etmez. Bunun için, her ikisi
birbirine benzemez.
Biz yine onun inkâr
etmesinin anlamlarını zikrederiz. Sonra asıl olan odur ki, gerçekten
mu'tezilenin bunu inkâr etmesi, birinin fiilini, gayrisi onu yokluktan varlığa
çıkardığını bulrnamaları ile vukubulmuştur. İşte bu bir asıldır ki, onunla
dünyada birinin fiili ile gerçekte var olduğunun mümkün olmaması ile mahlûkatm
yaratılmasını inkâr eden kimse inkâr etmiştir. Belki dünyada toplanma ve
ayrılmadan başka bir şey bulunmaz. Onun için bununla eşyanın maddelerinin
yaratılmış olmasını ifade etmekten kaçındılar. Bunun gibisi ile mu'tezile,
fiillerin yaratılmış olduğunu inkâr etti. Bunun içindir ki, selef, mu'tezileyi
onlara nisbet etti. Bununla beraber onlar, eşyanın varlığının gerçek olduğunu
ifade ettiler. Çünkü onlar, eşyanın ezelde var olduğunu ifade edip Allah-u
Teâlâ'yı onların mucidi kıldılar. Onların şey olmasının[417]
muhdisi değildir. Ezelde «şey olma»[418] var
idi. Fakat Allah'la değildi. Böylece onlarca âlem, hakikatte eşyadan var olmuş
hadis olur. Yoksa Allah-u Teâlâ'mn bir şeyden olmaksızın onu ihdas etmiş olmaz.
Sonra küfür ve iman hakkında görüş beyan edip her ikisinin bir şey olduğunu
zikrettiler. Her ikisinin var edilmesi faildendir; yoksa her ikisinin şey
kılınmasından değildir. Her ikisi de «şey olma» bakımından kula ait olmamış
olur. Sonra bu hususu inkâr etmez, «şey olma» bakımından mahlûk olmasını da
inkâr etmeyip reddetmez. Bununla ona azap verdiğini icabetmez. Fakat bu, «şey»
olduğu için değil. Çünkü o, «şey» olduğu için azap vermez. Kendisinden «şey
olma»[419] düştüğü zamanda
müstahil kılmaz. Ve fail ile olma bakımından akılda olan «şey'iy-yet» arasında
ortaklık icabetmez. Ve onun iki şey için olduğunu da mutlak olarak söylemez.
Çünkü o, tümü ile bir «şey»dir, fakat onun değildir. Ve o, kendisine iman etme
ve küfretmeden ibarettir. Felçli olan kimsenin hareketi hakkında da bu
ifadeler böylece Önesürülür. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra Kâ'bî diyor ki;
günah ye masiyeti işleyen kimse, onu yaratandan daha fazla günahkâr değildir.
Ona denir ki;
masiyetin ciheti «şey» olma, hareket ve hadis olma, araz olma bakımından zemme
müstahak olmaya daha lâyık kılınmamıştır. Ve o, kula nispetle Allah'a nispetle
birbirine muhaliftir; ve Allah'la kulun gayridir. Ve o, Allah'ın bir delilidir.
Aynı zamanda kâfirin sefih ve ahmak olduğunun delilidir. Çünkü bu yönden bir
şeyin zemmediîmesi kendisi ile isim vermenin hepsine zemmedilmeyi gerektirir.
Böylece iman fiilinin ve her güzel olanın zemmediîmesi vacip olur. Her ne kadar
onlar için yönlerin sabit olması Vacip değilse de hepsine lâyık olan husus verilir.
Sonra Allah-u Teâlâ'mn hakikatte, çirkin, sefih, zulüm ve mezmum kılması
bakımından hikmet olan bu yönden hak ve hikmet olur. Kuldan meydana gelmesi
bakımından ise fiil, sefehtir, zulümdür. Bu yönden de fiil, çirkin ve masiyet
olur. Görmez misin ki, gerçekten kim ki kâfirin nez-dinde bulunan, şey olmak
üzere fiilini bilen kimse onu bilmez idi. Küfürle haber veren kimse de yalancı idi.
Bulunduğu şey üzere onun hakikatini bilen ise âlim ve hakim oulr. Onunla haber
veren de sözünde sadık olur. Allah-u Teâlâ onu böylece yarattı ve bulunduğu hal
üzere kıldı. Kulun fiili ise böyle değildir. Bir şeyin gayrini yarattı diyen
kimsenin sözünün hiç bir manâsı yoktur. Çünkü hakikatte Allah-u Teâlâ'nm fiili,
ne küfür olur ne zulüm ve ne de sefeh. Kuldan olan fiilin kendisi de masiyet,
taat, zillet ve boyuneğme olmaz. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra kendisine itiraz
edilir, denir ki : Ölümü ve mahlûkatm hallerini yaratan gayrin, hâlık olarak
isimlendirilmesi yaratılanların isimlen-dirilmesinden daha doğru ve gerçektir.
Çünkü o, mahlûkatm halikı olarak isimlendirilmiştir. Bu hususta ne derse o,
kendisine birincideki cevabı teşkil eder. Asıl olan şudur ki, hakikatte kulun
fiil sahibi olduğu ve onun fiilinde muhayyer olduğu sabit olmuştur. Ve yine
sabit olmuştur ki, eşya, kulun katında tercih ve en sevimli olanıdır. Ve eşyanın yaratılması bu hususu kuldan
reddetmez, onu yüklenmez ve o fiili işlemesine de kul mecbur olmaz. Kulun
fiilinin bulunması, fiili hakkında ilmini ve ondan haberinin var olması
fiilinin Levh-i Mahfuz'da ispat edilmesi ve ona tecavüzünün icabetmesi, kulun
fiili vaktinde ve isimlendiği şeyle tesmiye edilmesi anında olur. Çünkü kul,
fiilini yapmak mecburiyetinde olmadığı gibi onu da yüklenmez. Kul ile beraber
emir, nehiy, azap görme ve sevap alma, güzeldir. Kim ki kulun bu hakkını inkâr
ederse onun bu çeşit işle ilgilenmesi hayal olur. Onun hakkı, eşyanın
yaratılması kendisiyle bilmen yöne bakmaktır. Eğer onun incelenmesi mümkün
olursa o zaman bu nevi ile olan inkâr, ancak hikmeti bilmemekten ibaret olur.
İlk yaratılış hali buna göre olur. Eğer kendisi ile ikram olunan şeye
boyun eğerse, bu hususu
bilmiş olur inşaallah. Her ne kadar
meseleyi ispat etmek mümkün olmasa ve kendisi ile itiraz ettiği şeyin hepsine
üstünlüğü düşünülse de. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra bir çok meseleler[420]
zikretti ki; onun şu sözü, o sorulardan baziğidir. O, herşeyin yaratıcısıdır.
Kulların âmelleri de şeylerdendir. Bunun bir övme olduğunu iddia etti. Onda
kendi nefsine sövme ve kendisine küfretme, peygamberlerin fiiline de küfretme
yoktur. İkincisi; o, küfrü çirkin gördü ve küfür sahibi olanı cezalandırıp ona
azap çektirdi. Bu hususun kendi fiili olan şey üzerine vukubulması caiz olmaz.
Ve devamla der ki, biz yine âyetlerden okuduğumuz şeylerle tahsis edildik. Ve
yine bunlara girmeyen şeyle delil kılındı. Halbuki o, çıkış noktaları âyetler
olmakla beraber bir şeydir, âyetler ise hâsdır'
Ve sonra gerçekten
çirkin olanlar, Allah'ın Rasûlüne, bu noktada zikredilmemiştir[421].
Belki onlar miras olarak bize intikal eden cevherlerde zikredilmiştir. Yine der
ki; bilâkis mecusilerin şu sözü vardır : Gerçekten Allah-u Teâlâ, Islâmda haram
kılman şeylerden bir şeyi murad etmiştir. Bunun içindir ki, Resûl-i Ekrem
Sallallahualeyhivesellem «Kaderiye, bu ümmetin mecusileridir» buyurmuştur.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Biz, Allah'ın izni ve tevfikiyle deriz ki, gerçekten âyetin,
methetmeyi gerçekleştirdiği sabit olduğu zaman kâinattan bir şeyin dıga
çıkması kendisi ile olmayanla övülmek olur. Veyahut övülmekte kendisine her
zayıftan iştirak edenle olur. Çünkü O, eğer eşyanın küllisini murad ederse, ve
halbuki onu yaratmamıştır, böylece kendisinin olmadığı şeyle medhetmiş olur
ki, o da yalandır. Bazısının onun gayrına her şeyin yaratıcısı olması hakkında
müsavi olduğunu ortaya atmakla onda başkasının yaratma işi bulunmadığını
kasteder ki, bu da batıl ve fasittir. Bununla beraber eğer bu hususu fiilin
gayrı için olan bir gayre sarfedilnıesi caiz olsaydı, şöyle denmesi caiz olurdu
: O, bir şeyin yaratıcısı değildir. Oysa ki o, gayri için bir olan şevin
yaratıcısı değildir. Kendisi zem ile ve ibadetle vasfolunca sabit olur ki,
ilki onu me1> hetmekle ve rububiyetle vasfolur. Bu hususu tahsis etmekte
ilkinin ica-beditmesi gerekir. Ve yine şöyle der; Allah, herşeyin Rabb'idir.
Herşeyin İlâhı'dır. O, herşey üzere vekildir, bu hususlardan bir şeyin
çıkarılması caiz değildir. Her ne kadar çirkin olan için tahsis etmek üzere onu
söyîemek doğru ve lâyık değilse de, meselâ, şöyle demek doğru değildir : Allah,
habis olanların Rabb'idir. Çirkin olanların İlâhı ve şeytanların, iblislerin
vekilidir. Her kötü koku ve kazurat üzerine kaimdir. Böyle denmesi çirkin
olduğu gibi ilki de bunun gibidir. Her ne kadar isim verme bakımından eşyayı
tahsis etme çirkin ise de. Bu yönden ben, mecusilerin ve zındıkların gerçekten
Allah-u Teâlâ, ezâ verici ve fasid olan şeyi yaratmadı, bir veliyi öldürmedi,
düşmanı da kuvvetlendirmedi, şeytanları baki kılmadı, kendisine küfreden ve
taatının dışına çıkanlardan bildiği bir kimseye hiç bir şey vermedi,
dediklerine şahit oldum der. Bizim kuvvetli olarak bu hususları zikretmemiz
onların Mu'tezilenin aslı bu hususlardan takdir olunan şeylere dayandığını
bilmeleri içindir. Çünkü Peygamber aleyhisselâmm sözünün cari olduğu
hususlardan ve Kur'ân-ı Kerîm'in ifade etmiş olduğu şeylerden anlaşılanlara
muhalefetleri anında onların sığınıp yakardıkları yer, Allah kâfidir. Bunun
içindir ki, Peygamber aley-hisselâm «Kaderiye, bu ümmetin mecusileridir.»
buyurmuştur. Eğer her hangi bir şeyin Allah'ın kendisinin yaratıcısı olmasının
dışına çıkması caia olsaydı onun gibisinin malik olma, reddolma ve övülmeyi
iktiza eden isimlerden onun gibisinin bulunması caiz olurdu. Öyle ise Allah
için bir şeyle Övülmenin bulunması batıl olur. Çünkü onun manâsının hakikatmda
her şeyde Allah'ın ortağı olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra «o, kendisine
girmez» sözü çok acaip bir sözdür. O, isimlerde mutlak olarak ne zaman zikrolunur?
Eğer o, caiz olmuş olsaydı, âlimleri, failleri, vekilleri, reisleri, melikleri
yadetmekte zikrolunması caiz olurdu. Bu söz, ne dediğini bilmeyenin sözüdür.
Sonra, her ne kadar bunun aklen vukubulması mümkün olmasa da, eğer şey
zikredilmiş olsaydı, onun bir çok yönden dışına çıkması ile gayrının da çıkması
caiz olmazdı.
Birincisi; Onun şu
sözüdür : Allah, herşeye vekildir. O, herşeyin ilâhı, herşeyin Rabb'idir. Bu
husustan bir şeyin dışa çıkması, onun şeye dahil olmaması bakımından murad ve
maksud olanın bilinmesinin batıl olması için, onun mahlûkata tahsis edilmesi
caiz değildir.
ikincisi; o husus,
övülmektir. Onun dahil olması, kendisinin sakıt olması demektir. Çünkü o,
kudretin altında bulunan her şeyi var etmekle övmedir. Bu husus, bütün kullarda
gerçekleşmiştir. Bunun kendisinde gerçekleşmesi ise, onu iptal etmektir. Tevfik
Allah'tandır.
Üçüncüsü; başkasına
isnad edilen fiil, rububiyet ve bunların benzeri olan maruf söz[422]...
Allah'ın sözüne rücu' eder. Böyle olduğu zaman da güya Allah
«Benim gayrım» buyurmuştur. Bunun
gibisinde ise tahsis yoktur. İlki de bunun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Âyetlerden zikroîunan
hususlar ise, biz onların bunun hakkında hâs olmasının fasid olduğunu geçen
mevzuda açıkladık. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Yine âyetlerden
zikroîunan hususlar ise, âyetlerdeki yanlış anlayışını açık seçik olarak beyan
ettik. Onun dâvayı ele alması tıpkı onun bu hususta takındığı durumu gibidir.
Onun kendisine sövdü, kendisine küfretti ve bunların benzeri hususlardan
zikroîunan sözler ise bu hasmını reddetmek, görüşlerini çürütmek için kendisini
devamlı olarak alıştırdığı[423]
şeyden ibarettir. Onlardan hiçbir kimse bu hususu ifade etmiyor. Bilâkis, eğer
o kendi nefsine küfretmiş olsaydı hakikatte küfredilmiş olup mezmum olurdu.
Belki de o, kâfir olanda eefeh, zulüm ve yalan olarak küfür fiilini
yaratmıştır. Bu hususta hakikatte kendisinin sövülmüş ve aemmolunmuş olmasını
reddeder. Görülmüyor mu ki sövme fiilini bilen kimse bu hususu bildiği için
âlim ve hikmet sahibi olmuş oluyor?[424] Bu
hususu ondan haber veren kimse de böylece sözünde sadık olmuş oluyor. Kim ki
onu kâfirin nezdinde olduğu gibi bilirse o kimse cahil, sefih olmuş olur.
Onunla haber veren kimse de böylece yalancı olmuş olur. Zikroîunan hususlar da
bunun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Genel olarak denir ki,
gerçekten onun fiili «araz» olması, yahut «şey» olması yahut da onunla hareket
ve ahmaklığına delil olması veyahut bunlara benzer hususlar olması bakımından
sövme ve çirkin olma ile vasf olunmaz. Allah-u Teâlâ'nm onu yaratması yönünden
de durum bunun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Peygamberler
tarafından olduğu hakkında söylendiğine gelince; o, onları pişman kılıp
sözünden geri çeviren[425] hususta
mevcuttur. Düşmanlarını[426]
bakî kılan şeyde de kaimdir. Sonra o, hikmetin dışına çıkmaz. Bilâkis onun
arkadaşları onun işlediği bu şey, gerçekten hikmet değildir, diye
delillendirdiler.1 Öyle ise onlara cevabı ne olur? O, ilkin olanı hakkında
cevap teşkil eder. Onun «Allah'ın Resûlü'nün zamanında böyle değildi» sözü ise,
vukuundan Önce bir şey hakkında beyanın varid olması caiz olmaz. Ve gerçekten
kendisinde çekişme geçmiyen hususta açıklama varid olma^. İşte bu bütün
âyetleri ve mutad olan hususları reddeder.
Sonra gerçekten âyet
onların hakkında nazil olmuş olsaydı, onları zemmetme hakkında gelirdi. Ve
mu'tezilenin nefyettiği[427]
yönden Allah-u Teâîâ'dan nefyettikleri şeyle vasfolundu. Bu husus, onlar için
lâzımdır. Bununla beraber âyet-i celile ile bu yönden mu'tezile amel etmez ki,[428] bu
yön, o hususun hakikatte Allah'a izafe edilmesinin caiz olması onların
inançlarının aslıdır.
Onun gibisini inkâr
edenle o hususun aklen reddolunmuş olduğunu iddia eden kimse nasıl bir arada
toplanabilir? Naklî delilin yolu ve aklen imkân olmasına naklî delille istidlal
etmenin mümkün olmaması bakımından gerçekten onun hakikati, mahlûkatın
fiillerinde olduğu sabit olur. Onunla övünmek, hakikatte bir kaç yönden olur :
Birincisi; herşeyi kudret bakımından Allah'ın kudreti altında kılmak ki,
bununla bütün mahlûkatın herşeyin kendileri için Allah'la var olması bakımından
Allah'a muhtaç oldukları zahir olsun.
İkincisi; gerçekten
gayri için fiil olmayan şey üzerine kudretle vas-fetmek acaip bir şey değildir.
Bilakis, her zayıf ve hakîr olan kimse ona müstahak olur. Öyle ise
gerçekten övülmenin bu yönden olduğu
sabit olur.
Üçüncüsü : Herşeyin
bulunduğu hal üzere yaratılması, Allah'ın bununla vasfolunmasım
icabettirdiğini anlayan kimsenin ahmaklığını beyan etmek, veyahut fiilin
kullardan olması yönünden ondan olduğunu gerçekleştirmektir.
Dördüncüsü : Bilinsin
ki, gerçekten Allah-u Teâlâ, o yapılan şeyin bulunduğu hali bakımından övülme
ve fiilden dolayı zemmin kendisine ulaşmaktan yücedir. İşte bunlar,
mu'tezilenin öne sürdükleri hususlardan bazılarıdır. Çünkü onlar, Allah'a,
yaratması ile bu Övgüyü ispat etmeğe kalkıştılar. Böyle olan şey, devam
etmenin şerefi ve korkunun kesilmesinden ibarettir. Rabb'imiz Teâlâ, bu gibi
hususlardan yücedir ve be-rîdir. '
Mecûszler hakkında
zikrolunan şey ki, onlar, bu hususu Allah-u Te-âlâ'ni.n serleri yaratmasinı inkâr
ettikleri ve her hayrı yaratma ve idare etme bakımından Allah'a nispet
etmelerinden dolayı söylemişlerdir. Bu husus ise, Allah-u Teâlâ'nin halk
etmesinden onunla çıkarmaları için şu âyet-i celîleyi tahsisi hakkında
mu'tezilenin görüşüdür. İşte bu husustur ki, Allah Resûlü'nün (s.a.v.) onları
mecûsîlere benzetmesinin yönüdür. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra mecûsîlerin
hayır olma sözü tahsil edildiğinde Kaderiye'nin sözünden okluğu anlaşılır.
Çünkü kaderiyeler, Allah-u Teâlâ'yı şer sözden ve failinin kendisi ile
zemmolunacağı husustan tenzih ettiler ve Allah'a hayır fiilini ve kendisi ile
hamd olunan şeyi gerçekleştirdiler. Sonra kaderiyeler, mecûsîlerin inkâr ettiği
veçhile gizlemek için âyeti celîlenin anlaşılmasını menettiler. Ve yine
Allah'tan hayır olanlardan kendisi ile övülen her şeyi yaratmasını iptal
ettiler. Cenab-i Hak'tan bizi bu gibi kötü fikir ve düşüncelerden korumasını
dileriz.
Sonra onların inhiraf
etmelerinden dir ki, âyetin hükmünden sorulunca ona cevap vermekten kaçınıp
fiillerin nev'ine cevap vermekle iştigal ettiler. Onun hakikati ise umum olarak
onunla ifade etmesidir. Çirkin olan şey hakkındaki tefsir anında ise Allah, her
yerdedir dediği gibi söylemez. Mamur olmayan yerlerde76 ve pis olan mekânlarda
Allah'ın varlığı sorulduğunda bu hususa cevap vermekten kaçınır. Sonra Allah,
her-şeyin Rabb'i ve herşeyin İlâhı'dır. Sonra çirkin olan şeydeki tefsir anında
cevap vermekten çekinir. Ancak ne var ki, O, bu ifade bakımından olması için
asîmi reddeder. Bizim bahsettiğimiz mevzu da onun gibidir. Tevfik Allah'tandır.
Sonra hasmına, Allah-u
Teâlâ'nm «Halbuki sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır,»[429]
kavl-i celîli ile delil getirmiştir. Ve bununla onların ilâhlarını murad
etmiştir dedi. Tıpkı Allah-u Teâlâ'nm ... «(İbrahim onlara) dedi ki : Siz
kendi yonttuğunuz; şeylere mi tapmıyorsunuz?[430],»
... Bir de baktılar ki, Âsa, onların bütün uydurduklarını yutuyor.»[431],
kavl-i celîli gibi.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Biz, Allah'ın izni ve tevfiki ile deriz ki; âyeti celîlenin
zahiri, amelin yaratıldığını zikretmektedir. Bunu gayrine sarfetmek ancak beyan ile caiz olur. Bununla
zikrolunanların hepsinde onların yontmaları dahildir. Onların zikrolunan
uydurmaları da böyledir. Onunla ayıplandılar. Yoksa işleyip sonra ona ibadet
etmeleri[432] bakımından o şeyle
ayıplanmadılar. Böylece onlar fiillerine ibadet etmiş gibi oluyorlar. Bizim
üzerinde durduğumuz konu da bunun gibidir. Ve yine eğer Allah-u Teâlâ,
ilâhlarım mamul olarak zikrolunduktan sonra âyetle tasrih etmiş olsaydı ve
Allah-u Teâlâ da ameli yaratmış olmayınca; Allah'ın onu mamul olarak
yaratmasını ifade etmek caiz olmazdı. Çünkü o, böylece mahlûk değildir. Bunun
üzerine gerçekten amelîn mahlûk olduğu sabit olur ki, onlar, zikrolunduğu gibi
mamul olan yaratığa ibadet etsinler. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra onların en büyük
aptallıklarından biri de Allah-u Teâlâ'nm «Allah (cahüiyet devrindeki âdet
üzere) kulağı yarılıp salıverilen ve putlara adak yapılan develerle, putlar
için kesilen erkek koyunların ve sırtı yüke haram kılman develerin hiç birini meşru
kılmamıştır...»[433]
kavl-i celîli ile delil getirmeleridir. Halbuki onlar, «böylece meşru
kılmamıştır» sözü ile amelleri halk etmeği nefyetmekte o, varlıkların
isimleridir. Evet onlar o varlıkların fiilleri değil, onların isimleridir.
Onlar ise şüphe yoktur ki, yaratıklardır. Sonra fiillerin yaratıldığını
reddetmek için varlıkların hakikatini yaratmakla zikrolunan amel reddolunur.
Bu husus, açıklar ki, onların görüşleri Allah'tan haberini kabul etmeme ve her
hangi bir işte Allah'ın tedbir ve iradesini ümit etmeme üzerine tesis
edilmiştir. Allah-u Teâlâ'dan bu gibilerden bizi korumasını dileriz.
Yine onlar, Allah-u
Teâlâ'nm «... Yoksa Allah'a, O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular
da, bu yaratma kendilerince birbirine benzer mi göründü?»[434]
kavl-i celîli ile ihticâc ettiklerini söylemiştir. Ve sizin sözünüze göre sizin
fiiliniz, Allah'ın yaratmasına benzemektedir. Bunun üzerine şöyle der :
Maazallah, bilâkis, bizim fiilimiz abes ve fasiddir. Bo-yuneğme ve zelil
olmadan ibarettir. Allah'ın fiili ise hikmettir, doğrudur, üstün ve büyüktür.
O, hadis olanlardan değildir. Hadis olmada, yokluktan varlığa çıkma cihetlerin
ihtilâf etmesinden dolayı birbirine berî-zeme vardır. Tıpkı âlim[435],
halik ve kadir hakkında manâlar muhtelif olduğu için benzeme olmadığı gibi.
Sonra der ki :
Gerçekten bizim fiilimiz, Allah'ın fiilinin aynına benzemez. Sonra icadetme,
yoktan var etme, öyle bir manâdır ki, birbirine benzemeyi icabeder. Bu ancak
mevcudatta kendisine[436]
dahil olan şey ile caiz olur. Bununla beraber onun sözü Cehm'in sözüne zıt
düşmektedir. Çünkü Cehm, fiilin gerçekleşmesinde birbirine benzeme vardır dedi.
Sonra şöyle der : Şu husus taaccübe şayandır ki, onlar, yoktan var etmekle Allah'a
isim verilmesinin gerektiğini ifade ettiler de kendi nefislerine hakikatte
Rablerinin füli gibi fiil işlemelerinde gerektirmediler.
Fakih Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Biz Allah'ın izni ve tevfiki ile deriz ki Allah-u[437]
Teâlâ fiil bakımından birbirine benzemeyi isbat etmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak
«... Yoksa Allah'a, onun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu
yaratma, kendilerince birbirine benzer mi göründü ?[438]
buyurarak, birinin kendi yaratması gibi yaratması olmasını nefyetti. Onlara,
tapındıkları putlara ibadet etmeleri hakkında özürlü olmalarını gerektirdi.
Zira onların tapındıkları ilahlarından bazısı kendi yarattığı gibi yaratmaya
kadar olsaydı, onlar ibadet temezlerdi. Sonra yaratmanın keyfiyetinin müşahede
edilmesinin hiç bir yolu yoktur. O, ancak yaratılanla bilinir. Zira o,
yokluktan varlığa çıkması, hadis olması, aslı olmayandandır. Veyahut o,
kesbetme, harekette ve sükûnet hakkında görülür. Kim, bir kula, Allah-u
Tealâ'nın yapacağı fiil gibi bir fiil yapacak olsa, muhakkak ki bunda, Allah'ın
yaratması gibi yaratma bulunur. Zira onun fiilinin bundan başka bir yönü
yoktur. Eğer onun zikrettiği reddedilen olsaydı, itiraz etmenin hiç bir yönü
olmazdı. Çünkü onlar eğer isbat etselerdi, o, böyle değildi derler. Zira
sizden olan husus felah iledir. îşte bu nevi hayalden olan bir nevidir. Sonra
o, şıkka tabi olmak, onun hakikatinin imkân dahilinde bulunmasının reddedilmesi
Cenab-ı Hakk'm «... Herşeyi yaratan odur»[439]
kavl-i celîli iledir ki, gerçekten her hangi bir şey ki, onu yarattığı için ona
isnad etti, onun üzerine kadir olmadığını bilsin. Zira kendisinde ona ait öyle
zaruretler bulunur ki, onda gayrinin tedbir ve icadını icabettirir. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Allah Azze ve Celle,
«... Eğer müşriklerin dediği gibi, Allah'la beraber bir takım ilâhlar olsaydı,
o takdirde her ilâh kendi yarattığını götüriir...»[440]
buyurmuştur. O takdirde Allah-u Tealâ'nın yaratmak ile vasfol-duğu şeyin ifade
ettiği manâ, herkes için bulunurdu. Ve herkes ondan olanı götürür. Bu husus
ise, bir takım ilâhların varlığının ispat edildiğini gerektirir ki, her ilâh
kendi yarattığını götürür. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bununla beraber
Allah-u Tealâ'nın yaratmasında var olmaktan başka bir şey yoktur. O ise kendi
varlığı ile bizatihi bulunur. Öyle ise her manâ kalmıştır ki, kendisi ile
birbirine benzeme tamamlansın. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra müslümanların
görüş ve sözlerinden biri de niahlûkatm Allah'a benzetilmesinin nefyedilmesi
hakkındadır. Çünkü kendisinde vukû-bulan birbirine benzeme cihetinden diğerinin
hadis olması ile onun da hadis olmasını gerektirir. Eğer hadis olma bakımından
birbirine benzeme vaki olmasaydı hadis olmanın lüzumu bakımından birbirine
benzemeyi nefyetmig olmazdı.
Bununla beraber
cisimlerin hadis obuaları onların hadis olmalarının delilidir. Cisimlerin hadis
olmaları da muhdis ve bir yaratıcının varlığının delilidir. Bunların hepsi de
birbirine benzemenin alâmet ve işaretidir[441].
Onun, bununla birbirine vaki' olmaz sözünün hiç bir manâsı yoktur[442].
Gerçekten onların nezdinde bir şeyin yaratılması, yaratmanın kendisidir. Hiç
§üphe yoktur ki, yaratılmada zillet, boyun eğme, muhtaç olma, ayıplar, şeytan,
ger, fitne, belâ, kötü koku, pislik ve habis gibi şeyler vardır. Bunların hepsi
mu'tezilenin katında yüce Allah'ın vasıflandır. Zira onlar diyorlar ki,[443]«Bir
şeyin yaratılması, o şeyin kendisidir.» Bu halleri Allah'ın yaratmasında nasıl
inkâr eder? Onun, o yücelik ve üstünlüktür, sözüne gelince : Bu takdirde İblis
de. onların nezdinde, Allah'ın yaratığıdır. Hakikatte ise, Allah'ın fiili
yücelik ve üstünlükle ifade edilir. Allah'ın fiili güzel ve hayırdır, hikmet ve
doğrudur. Bunların hepsi kötü ve çirkin sözdür. Bunların söylenmesi ancak bir
vasıta ile[444] olur ki, o vasıta mu-rad
ve maksud olanı açıkça beyan eder[445]
Zikrolunan husus da bunun gibidir. Bu yönden birbirine benzeme
reddedilmez. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra ona taaccüp eden
kimseye taaccüp edilir ki, o şöyle diyor : Yaratmada gerçekten Cenab-ı Hakk'm
yaratması birdir. Birbirine benzemede ve birbirine benzememe devamlı olarak
ağyarda vukûbulur. Onu, biz umumiyetle kulun fiili, âlemin işinin Allah'a
mahsus olan yönünden görürüz. Öyle ise âlemin hepsinin Hahk'ı bir olduğu sabit
olur. Kula bir fiil isnad edilir. Fakat o yönden değil. Tevfik Allah'tandır;
Sonra hasmının sözüne
itiraz ederek der ki : Gerçekten kamışın en üst kısmım hareket halinde gören
kimse onu Allah'ın hareket ettirmesi ile başkasının hareket ettirmesi arasını
ayırt edemez. Buna göre her ikisinin birbirine benzediği sabit olur. O ise
sebeblerden bahsetmek suretiyle ikisinin arasının ayırdedilnıesi vacip olur
iddiasında bulunmuştur.
Allame Ebu Mansur
<r.h.) diyor ki : Ona şöyle denir; belki de onu yer altında bulunan bir
hayvan ve şeytajı veyahut da melek hareket ettirmiştir. O, halktan hiç bir
kimsenin bilmediği şeyin gayrinde hangi se-beble Allah katında hakikat olana
ulaşabilir ki, gerçekten Allah-u Te-âlâ, onların katında yaratmış olduğu şeyi
götürmesine kadir olmadığı bilinsin? Ve yine birbirine olan şiddetli benzemekle
kendi nefsi bakımından ona olan ilim yolunun kesilmiş olduğu bilinsin ? Oysaki
onun katında sebep Allah'tan olan hususu ayırt etmez. Çünkü o, müşahede
ettiğinin gayri değildir. Öyle ise onu nereden ve nasıl bilmiş olur? Kuvvet
ancak' Allah'tandır.
Ebu Mansur (r.h.) der
ki : Bu, dünyadaki varlıklardan getirilen delil gibidir. Olur ki, kendi yönünden
bakmadığı şeyle, kadîm ile hadisin arasını ayırt etmekten aciz kalır. îlk defa
ifade edilen durum da bunun gibidir. Bu husus, onun aleyhine iki yönden mütalea
edilir:
Birincisi;
birincisinde hakikati kendisi ile bilmeye sebep bulamaz. Bununla beraber
gördüğümüzün gayri Allah'tan olan bir şey yoktur ki, onunla bilmiş olsun. Öyle
ise bunun hiç bir manâsı ve anlamı yoktur.
İkincisi[446]
gerçekten itiraz edilen şeyin bir yönden olması caiz değildir. Bu husus
delâlet eder ki; hadis ile kadîm olanın arasını ayırt etmekten aciz olması
ancak ona bakmaması ve ondan[447]
gafil olup anlamamasından dolayıdır.
Çünkü o, delâlet eden yeri görmemiştir. Bizim üzerinde durduğumuz konu eğer o,
gayrinden olursa onun arasını ayırt edecek bir şey yoktur. Böyle olunca sabit
olur ki, onların her ikisinin zatından bahsedilmesi, birbirine benzemektedir.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra şu soruyu
sorarak itiraz edilmiştir : Onunla başkasından kazanılmış olan bilinir mi?
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Bu muaraza, yani beraber kılmak, müktesebin gayri için olup
olmaması şüphe edildiğinde vukûbulur ki, onlardan birinin hakikatim bilemez.
Bunun içindir ki, her ikisi de beraber yaratılmış oldukları sabit olur.
Sonra o, nıükteseb
olanın bilinmesi değildir, ancak Allah'ın yaratmış olduğu şeyin bilinmesidir.
Onun yaratılışım bilmez. Onun için olan her hangi bir şeyi ondan nefyetmediği
gibi[448]
onun için olmayanı da kendisinde var olduğunu ispata kalkışraamıştır. Eğer
bunları ifade edersem, yalancı olurum ki, bu da küfürdür. Mu'tezilenin sözüne
göre; onun bilinmesi için hiç bir vecih yoktur. Onu ebedi olarak şekke havale
eder, ona asla ulaşamaz. Bu öyle bir manâdır ki Cenab-ı Allah, onunla beraber
başka bir ilâh olmasını nefyetmiştir. İşte mu'tezilenin ilimsiz, sefeh olarak
gerçekleştirdiği husus budur. Bu husus hakkında da Allah-u Teâlâ, «Allah, hiç
evlâd edinnıemiştir, beraberinde bir ilâh da yoktur; eğer müşriklerin dediği
gibi Allah'la beraber bir takım ilâhlar olsaydı, o takdirde her ilâh kendi
yarattığını götürür, tek başlarına kalarak aralarında ayrılıklar baş gösterir
ve bir kısmı diğerlerine üstün gelirdi.»[449],
buyurmuştur. Onun sözü, hareketin kendisinin mahlûk olduğunu bilmediğine ulaşmıştır.
Bunun üzerine ayırt etmek, bir araya toplamak gibi her araz hakkında bu
hususun söylenmesi gerekir. Ve böylece ondan her hangi bir şeyin yaratılmasına
delâlet etmesi batıl olur. Sonra hareketsiz varlıkların hakikatini bilmeye hiç
bir yol yoktur. Sanki onların Allah'ın yaratılması ile olmayıp Allah ile olması
ile Allah-u Teâlâ, bizzat kendisi onun yaratılmasına delil olarak
bulunmamıştır. Bu öyle bir sözdür ki, bunu, Şeytan bile tevahhum etmez. Umut
edilir ki[450], Allah'ın velilerinden
bir veli, kendisine tââtta bulunması ile bu noktaya ulaşmıştır. Bu gibi
hususlardan bizi korumasını Cenab-ı Hakk'tan niyaz ederiz.
Onun sözüne göre
gerçekten şey, Allah'a delâlet etmez. Ancak, sebebini bildiği zaman delâlet
eder, ki, onun cisimlerden delâlet etmesini düşürmesi, onunla Allah-u Teâlâ'yı
bilnıesindendir. Ve devamla, der ki; toplu olarak üzerine karar vermiş
oldukları şeylerden büyük olanı da, cismin yaratılmasına delil olan, onun hadis
olmasıdır. Ve böylece her muhdis olan bunu reddeder. Ve delili sordu; onu
yaratmayı bilmeyen kimsenin onun muhdis olduğunu bilmesinin caiz olmasıyla
teyid etmiştir.
Fakih Ebu Mansur
(r.h.) der ki : Biz, Allah-u Teâlâ'mn izni ve tev-fiki ile deriz ki, ancak
tevhid ehli âlemin hadis olması ve muhdisin var olmasının ispat edilmesi
hakkında konuşup fikir yürüttüler. Hiç bir kimse âlemin yaratılması ve
yaratanının var olmasının ispat edilmesi hususunda söz söylemeye, fikir
yürütmeğe kalkışmadı. Belki de onlar, ilkini kâfi görüp ikinciye lüzum
görmediler de sonradan var olanın ispat edilmesini, yaratmaya mukni bir delil
kıldılar da onun gibisini işlediler. Çünkü onların hepsi için ona, ihtiyaç
hissedilir. Bu ise mümkün değildir. O, Kur'ân-ı Kerîm'in cüz, cüz, kısım, kısım
olmasıyla mahlûk olduğunu öne sürerek demlendirmeye kalkışmıştır. Bunun gibisi,
arazların hepsinde vardır. Öyle ise onlar için de böyle söylemek gerekir.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra, onlara serlerin
ve hastalıkların yaratılması ile delil getirdi. Eğer bunlar zararlı iseler,
niçin küfür hakkında böyle demedin?
Fakih Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Bu soru öyle bir sorudur ki, başlangıçta onu hiç bir kimse
sormaz. Ancak itiraz etmek suretiyle müstesna. Çünkü bu eşyanın yaratıcısı,
eşya ile isimlendirilmez ki, mah-lûkatın fiillerini yaratması ile onların
isimleriyle isimlenmesi vacip olsun. Bu nevi, hakikatte gayri için fiil olmayan
şeydir. Serlerin fiillerinde ise, bu vardır. Bu hususa gerçekten şeyler, hikmet
bakımından serler olmamıştır. Bilâkis onlar, tevbeyi zikretmekle ve masiyeti
menetmekle rahmettir, kijfür ise, bir yönden hikmet değildir diye cevap
vermiştir. Gö-rülmezmi ki küfür, bir kimse tarafından yaratılması caiz
değildir. Evvelkiler ise caizdir.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : îlki hakkında kendisine denir ki; küfür fiilinin yaratılması
çirkindir. O, kendisini müşahede eden kimsenin zikretmesi ile fiili, yapılması
büyüktür. Bunun için kendisinden meydana gelen şeyi zikretmesi ile Allah-u
Teâlâ'mn kendisini küfürden koruması için Cenab-ı Hakk'a niyaz eder. Bunun
üzerine onu, tevhide çağırır. Sonra küfürle, küfreden kimsenin sefih ve ahmak,
facir ve fasid olduğunu bilir. Ve yine küfürle onun ismini ve sonuçlarını
bilir. Sonra büir ki, o, yani küfür, yaratıcıya hiç bir zarar veremez. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Onun «küfrü, hiç
kimsede bile yaratmaz» sözü, ne dediğini bilmiyen kimsenin sözüdür. Yoksa
küfür, kulun fiilinin ismidir. Kul olmayınca küfür nasıl olur? Bu, hareketin,
cismin zeval bulmasından ibaret olduğunu söyleyen kimsenin ifadesi gibidir. O,
onun gayrini yaratmaz. Öyle ise Ce-nâb-ı Allah'ın onda küfrü yaratması hikmete
binaen olur. Arazların tümü ve mahlûkatm öldürülmesi"[451]
buna göredir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra hastalıkların,
bir kimse bulunmadan ve biri için olmadan yaratılması caiz olmaz. Sonra
hastalıkların hikmet olmasının tahakkuk etmesi menolunmaz. Zikrolunan hususlar
da bunun gibidir. Sonra kendisine şöyle itiraz olundu : Gerçekten siz,
arazları yokluktan varlığa çıkarmağa kadir olduğunuz' zaman niçin onların bunu
cisim hakkında yapmaya kadir olmaları caiz olmaz?
Ebu Mansur (r.h.) der
ki : Sualin cevabı böyle olmaz. Fakat cismin yaratılmasının manâsı yok iken sonradan
yokluktan varlığa çıkmasıdır. Siz, arazların fiilinde kendinizi böyle
vasfettiniz. Orada başka bir şey olmadığı halde cismin yaratılması için böyle
vasfetmek niçin caiz olmasın? Kuvvet ancak Allah'tandır.
Buna fiille cevap
verdi ki, o cevap fasiddir. Çünkü biz, kendimiz için fiilimizde, cismin var
olması ve bulunmasının yönünden ibaret olan bir yönü gerçekleştirmedik ki, onu
kabullenmeyi bize gerektirsin. Onlar ise bunu gerçekleştirdikleri için
kendilerine onu gerektirir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra der ki; zira
Zeyd'in fiili kudretin fiilinden başka bir şey değildir. Halbuki siz kudretle fiili işliyorsunuz.
Zeydin fiilini nasıl yaptınız?
Cevap olarak denir ki;
çünkü Zeyd, bizi kendi fiiline kadir kılmıyor. Onun için o işlememiştir.
Allah-u Teâlâ ise kendisiyle cismin var olduğu manâya sizi kadir kılmıştır.
Binaenaleyh, kendisiyle sizinle karşı karşıya kaldığımız hususu kabul etmeniz
lâzımdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Yine dedi ki : Kitap
ve tasvir edenle ihticac etti; şöyle ki; eğer ikincisi, birincisinin bulunduğu
hal üzere çıkmasını murad ederse bu
ona mümkün olmaz. Bu da
delâlet eder ki; gerçekten evvelki kendisiyle ona göre çıkmamıştır. Bunun
üzerine evvelâ şu iddiada bulunuyor ki, gerçekten, Allah-u Teâlâ'mn kendisine
verdiği o, kudretle öylece olması caiz olur. Eğer, niçin onun gibisi gelmez ?
denirse; buna şöyle cevap veriyor : Gerçekten biz her ne kadar o kudretle
yapıyorsak, onu biz hepsi bir araya toplanmayan100 sebeplerle yaparız. Tâ ki
onlardan hiç bir şey, zihin, hıfz ve çeşitli işler gibilerinden dışarı
çıkmasın. Yine der ki : Eğer bununla başka bir muhdis vacip olaydı, onunla
başka bir tasvir eden vacip olurdu. Ona fiille kargılık verdi; gerçekten
acizlik, bizim yapmadığımıza delâlet etmez. Eğer acizlik, onların zikrettikleri
şeye delâlet etmiş olsaydı, güzel olduğu zaman ikinci olurdu. Öyle ise
evvelkinin kendisi için olduğuna delâlet eder. Sonra, «onu meneden şey nedir?»
diye itirazda bulundu. Bunun üzerine söyle cevap verdi. Dedi ki, çünkü
gerçekten biz, âletle, kudretle, ilaç ve fikirle yaparız. Bunlar ise karar
kılıp beraber olmazlar. Eğer karar kılıp beraber olsalardı onları yapmaya
imkânımız bulunurdu. Bunun üzerine kendisine şöyle denir : Seni meneden
yönler, senin fiilin midir yoksa değil midir? Eğer hayır, derse büyük bir söz
söylemiş olur ki, onun ilâcı, fikri ve benzeri hususları Cenâb-ı Allah'ın
yarattıklarıdır. Allah'ın onları yarattığım inkâr ettiği husustur ki, bu sözüne
göre onu inkâr etmiş bulunuyor. Eğer evet, derse, kendisine denir ki; ondan sormak
ise, hepsinden sormaktır. Gerçekten kaderiyeler, şu iddiada bulundular : Eğer
Allah, kudreti bakî kılarsa bu husus mümkün olur. Halbuki, Allah, kudreti fiil
için baki kılmıştır. Onların hepsi öyle fiillerdir ki, onların üzerinde kudret
caridir. Kudrete ne oluyor ki karar kılıp beraber bulunmuyor? Sen onun karar
kumasını kasdettin. Senin kudretin var idi. Bu husus, açıkça ifade ediyor ki,
o senin takdir ettiğinin gayri olarak meydana çıkıyor. Manâdan zikrolunan
husus, onun birinciden daha güzel ve karar kılıp beraber olmak kasdı üzere
daha kararlı olarak meydana çıktığının çok "açık bir delilidir. Gerçekten
o böylece idi. Çünkü bununla beraber tam manâsı ile çalışsa bile hiç bir
kimsenin ilmi, onun havada, mekândaki hareketine, elin yükselip alçalmasını
idrak etmeğe ulaşamaz. Fiil ise ondan hâli değildir. Bu yönden fiilin onun
gayrine ait olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Buna göre hiç bir
kimse çirkin bir füli kasdetmez. Bazan da böyle olur. Bu yönden sabit olur ki,
o fiil, onun için değildir. Eğer fiilin bilmediği ve murad etmediği yönden
vukubulması caiz olsaydı; ve onun haddini ve ulaşacak olduğu yeri bilmek için
tam manâsıyla çalışmış olup o fiilin olduğu hal üzere olması kendisi için
vukubulmuş olsaydı, onun gibisinin âlemin hepsinde ve peygamberlerin ve
başkalarının mucizelerinde vukubulması caiz olurdu. Tasvir eden hakkındaki söz
de[452]
fail hakkındaki sözden ibarettir[453]
Suret hakkındaki ifade edilen söz de fiil,hakkındaki sözün aynıdır; her ikisi
arasında hiç bir fark gözetilmez.
Sonra onun, «Eğer
Allah, kuvveti baki kılmış olsaydı sözü ki, onun mezhebinde kuvvet, iki vakitte
baki kalmaz. Böyle bir sözün hiç bir manâsı yoktur. Sonra fiilden karşılaştığı
şey, onun ihtiyar etmiş olduğu şeyden ibarettir. O, neyi kasdediyorsa ve
yapıyorsa onu büir. Bu yönden kasdettiği ve yaptığı şey, kendisine ait olur.
Biz, geçen konularda bunun hakkında onun bu yönden bilmediği şeyi beyan ettik.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra, bizim
nezdimizde fiillerin yaratılmış olduğunu söylemenin lâzım olduğuna dair
Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinden öne sürdüğümüz delil, Allah-u Teâlâ'mn şu âyeti
celîleleridir. «(Ey müşrikler,) sözünüzü ister gizli tutun, ister açığa vurun;
(bu ikisi müsavidir.) Çünkü o, (Allah), bütün kalplerin künhünü bilir. Bilmez
mi, O, (bütün varlıkları) yaratan? (Şüphesiz gizliyi de bilir, aşikârı da...)
O, Lâtiftir, Habîr'dir; (herşeyden haberdardır)»[454].
Eğer Allah-u Teâlâ gizli ve aşikâr olanı yaratıcısı olmamış olsaydı, onunla,
yani âyet-i celîlelerle kendi ilmine delil getirmezdi. Şu husus, malumdur ki,
kendi fiilinin gayrinden olanın bilinmemesi caiz t:masay(i.ı onunla deiU
getirmek mümkün olmaz idi. Çünkü bu, gayrinin fiili ile delil getirmek olurdu
ki, bunun da hiç bir anlamı olmaz. Yine Allah-u Teâlâ, şöyle buyurmuştur.
«Sizi, karada (çeşitli vasıtalar üzerinde) ve denizde» (gemilerde gezdiren
O'dup...)[455] Başka bir yerde de
Cenab-ı Hak, «... Oralarda yolculuk için (muayyen yer ve zamanlarda) gidiş-geliş
takdir eylemiştik. (Kendilerine de şöyle demiştik) : Geceler ve gündüzler boyu
(her istediğiniz zaman) oralarda emniyet içinde yürüyün.»[456]
buyurarak haber vermiştir ki, gerçekten yürümek ve yürütmeyi takdir etmek, onun
fiilidir. Yürümek de onunla gerçekleşir. Cenab-ı Hak, başka bir âyet-i celîlede
şöyle buyurmuştur : «Yine onun (Allah'ın) âlametle-rindendir ki, kendilerine
meyil ülfet edesiniz diye sizin için, kendi cinsinizden yarattı...»[457].
Âyet-i celîlede sevgi
ve rahmetin yaratılması, Allah'ın âyetlerinden olduğu ve uyumanızın dahi
Allah'ın âyetlerinden olduğu haber verilmektedir. Yine, O'nun fazlından rızık
aramanız da, kendi âyetlerinden olduğunu beyan buyurmaktadır. Başkasının
yarattığını kendisi için âyet ve alâmetler kılması çok uzaktır. Çünkü, O
alâmetin faili olan için işaret olması daha doğru ve lâyıktır. Onların hepsi
ise, yaratma fiilleridir. Allah-u Teâlâ, şöyle buyurmaktadır : Sonra (Nuh ile
İbrahim'in) arkalarından peygamberlerimizi ard arda gönderdik. Bir de
arkalarından Meryem'in oğlu îsa'y1 yolladık ve O'na İncil'i verdik. Kendisine
bağlı kalanların kalb-lerine ince bir duygu ve bir merhamet ihsan ettik..-»[458]
«... îgte Allah, böyle (zalim) kimseleri sevmiyen bir kavmin kalblerine imanı
teşbit buyurmuş ve kendüerini yüce katından bir rahmet ile kuvvetlendirmiştir-.
.»[459]
Allah, size evlerinizi bir barınak yaptı. Hem göç gününüzde, hem ikametiniz
gününde, davar derilerinden hafifçe taşıyacağınız çadırlarla, (onların)
yünlerinden, yapağılarından, kıllarından da eskiyecek bir zamana kadar size
(elbise, halı, kilim gibi) eşya ve ticaret malı yaptı[460]
«... Ve kalblerini kaskatı ettik...»[461],
Umum hakkında da Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor : «... Çünkü Rabb'in dilediğini,
hemen noksansız yapar»:[462]
Kulların fiillerinde dilediğini yapar ve Cenab-ı Allah, dilediğini yapmayı da
vaadetmigtir. Allah-u Teâlâ, yapmadığı bir şey üzere övülmesini seven kimseyi
de zemmetmiştir. Müminlere iman nimeti için kendisine hamdet-melerini
emretmiştir. Bu hususların kendi fiüî ile olduğu sabit olur. Kuvve: ancak
Allah'tandır.
Asıl olan şudur ki;
herkesin fiilinin yaratılmasının delâlet etmesi, onun katmda murad edilen şey
hakkında göklerin ve yerin yaratılmasına delâletten daha büyüktür ki, onun
hakikati akıl ile bilinir. Hakikaten âlemin cevherlerinin kuvvetleri ile hiç
bir kimse imtihan olunmamıştır. Tâ ki, herşeyin ondan çıktığını ve onun
gibisinin yaratılması imkân ve ihtimali dahilinde olduğunu bilsin. Bilâkis,
onu, ancak, onun gibisinin imkândan çıkması ile bilir. Şu husus malûmdur ki,
cevherlerden gayri hakkındaki işlerin bulunması, onun cevherinin ona
ihtimalinin bulunmasının mümkün olmayan şeydendir. Tıpkı uçmak, eşyayı
yırmak ve cevherle
yüzmek ve cevherlerde bulunan
kuvvetlerden başkaları gibi. Herkes bilir ki, mahlûkattan hiç bir kimsenin
kendi fiili hakkında tedbiri yoktur. Kendi maksûdunun dışına çıkan ve onun
sınırlandırdığı sınırdan noksan olan gey ile zarurî olarak bilir. Ve bu husus
onu takdirine gücü ve kuvvetinin yetmesinin muhtemel olmayan şey ile mukadder
olmuş olur. Böylece onunla bilir ki, kendisiyle tayin olan şey, onun takdir
etmiş ve dilediği şekilde meydana çıkarmış olduğu şeyin ta kendisidir. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Bununla beraber mu'tezile nezdinde Allati'm yaratması, onun yok iken sonradan var etmesinden başka bir şey değildir. Ve hakikaten Allah, devamlı olarak mevcuttur. Bu manâ herkesin fiilinde de mevcuttur. Oysaki eğer emir ve nehiy olmamış olsaydı, aklın bir şeyi Allah'ın kudretinden çıkarması ve bir şeyi başkasının fiilinden menetmesi ihtimali olmazdı. Emir ve nehiy "kendisini söylemeyi gerektiren manâ ile beraber hak yeridir ki, eğer onlar olmasalardı o, devamlı olarak bulunurdu. Böylece akılla bilinen ve onu zaruretle icabettiren şey, cehaletle, hikmetle ve lıâdis olmakla reddolunmuş olur. Eğer bu caiz olmuş olsaydı, her şey üzerine olan Allah'ın kudretini ispat etme bakımından akılda bulunan şeyle emir ve nehyin inkâr edilmesi caiz olurdu. Bilâkis, Allah'ın kudreti, eşya üzerine carîdir. O, bir şeyden değil, veyahut mahlûkatı ihdas etmekten değil, öyle ihdas etmek ki, onun benzeri, başkasının fiilini yaratmakta daha şayanı taaccüptür. Çünkü eğer başkasının onun üzerine kudreti olmamış olsaydı onun Allah'da ve Allah'ın kudretinde gerçekleşmesi hakkında akîl olan kimse sarsılmış olmaz idi[463]. Allah'tan ona olan kudretini biaynihî nefyetmek caiz değildir. Çünkü caiz olmuş olsaydı, bir şey üzerine kendi nefsi ile değil, başkası ile kadir olmuş gibi olurdu. Allah-u Teâlâ bu gibi hususlardan yücedir, beri ve münezzehtir. [464]
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Bizim nezdimizde asıl olan odur ki; gerçekten kudret ismi ile
anılan şey iki kısımdır :
Birincisi : Sebeblerin
saliklerin salim, aletlerin de sıhhatli olmasıdır.
Bunlarda fiillere
takaddüm[465] eder. Onların
hakikatleri, her ne kadar fiiller ancak onlarla meydana gelip ayakta
dururlarsa da, onlar fiiller için yapılmış değildir. Fakat onlar, Allah-u
Teâla'nın nimetlerindendir. Allah onları dilediğine ikram etmiş, ve sonra,
nimetlere ulaşmaları akıllarının onları anlamağa ulaştığı zaman onlara karşı
şükretmelerini kendileri istemiştir.[466]
Çünkü onun o anda ve çağda akıl sahibi olanlara teklif edilmesi haktir[467] o
da nimetlerin şükrünün edâ edilmesi ve nimetlerin hakikatinin bilinmesi,
nimetlere nankörlük edilmesi ve onların hakikatinin bilinme-meşinin
nehyedilmesidir. Eğer o, olmamış olsaydı akılda nimete nankörlük etmeden
korunma, ona şükretmenin lâzım olması gibi bir şey geçmeksizin emir ve
nehiyden birisi ihtimal dahilinde bulunmazdı. Kuvvet ancak Allah'tandır.
İkincisi : Bir manâdır
ki, haddinin açıklanması için herhangi bir şeyle imkân dahilinde olması, ancak,
onun fül için olmasından başka bîr şeyde olmaz. O her hangi bir hal ile vaki
olmaz ki, vukûbulduğunda kendisi ile fiil vaki' olmasın. Bir gTup insanlar
katında ise ondan önce, yani, onun gibisi ile sevap ve azabın bulunması ve
fiilin hafif olup kolaylaşması olan ihtiyarî fiilden önce vuku bulur. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Sonra gücün kısımlara
aynldıgma Allah-u Teâla'nın şu âyet-i celîle-leri delâlet etmektedir : Fakat
kim, (keffaret ödemek için bir köle) bulamazsa, yine cinsî münasebeti
bulunmadan önce, arka arkaya (aralıksız) iki ay oruç tutmak vardır. Ona da gücü
yetmeyen (sabah-akşam) altmış yoksulu doyursun[468],
onun dediği -âyet-i celîlede beyan edilen- şu sözü de[469]aynı
hususu ifade ediyor. Âyet-i celîlede meâlen «... Bununla beraber eğer gücümüz
yetseydi, elbette sizinle beraber sefere çıkardık...»[470]
Sonra hakikaten,
güçten maksad, haller ve sebeblere olan güçtür. Yoksa fiile olan güç değildir.
Bu da birkaç yönden ispat edilir.
1- Allah-u
Teâla'nın «ona da gücü yetmeyen» kavli ancak iki ay oruç tutmaktır. Hiç bir kimse
o müddet için kendisine fiili icra etmek için kudret gelmeyeceğini bilemez.
Öyle ise ondan maksad ve muradın gücün
bulunması olduğu sabit olur. Münafıklar da onun gibidir. Onlar kendisinde
fiillerin bulunduğu gibi bilmiyorlardı. Onlar ancak onunla, hastalığı veyahut
malın kayıp olmasını murâd etmişlerdir. Nitekim Ce-nâb-ı Allah, kavl-i celîlinde
şöyle beyan buyurmaktadır[471].
«Allah'a ve Resulüne sadık kalmak (hiç bir fenalığa meyletmemek şartıyle, ne
zayıflara (ihtiyar, çocuk ve sakatlara), ne hastalara, ne de sarfedeceklerini
bulamayan fakirlere, savaştan geri kalmakta bir günah yoktur. İyilik edenleri
ayıplamaya bir yol yoktur. Allah da Gafûr'dur, Rahîm'dir[472].
Bir de o kimselere günah yoktur ki, kendilerini bindirip savaşa sevkedesin
diye, sana geldikleri zaman (kendilerine) sizi bindirecek bir hayvan bulamıyorum,
demiştin. Bu uğurda sarf edecekleri şeyi bulamadıklarından dolayı
kendilerinden gözleri yaş döke döke döndüler. Muâhazeye yok, ancak o
kimselerdir ki, zengin oldukları halde, savaştan geri kalmak için senden izin
isterler. Bunlar kadınlarla beraber olmağa razı oldular. Allah da kalblerini
mühürledi. Artık başlarına gelecek felâketi bilmezler[473]. Diğer
bir delil : Bilinen bir şeydir ki, gerçekten bulunan güç iki ay müddetle
kalmaz. Savaşma gücü de, düşmanla karşı! aşıncaya dek Medîne-i Münevvere'de
bulundukları zamanda bakî kalır. Bilakis güç zaman zaman var olup yenilenir.
Onlara, lâzım olan, gücün ilk meydana geleceğini bilmeden önce savaşa
çıkmaktı. Bunun içindir ki, onlar : Bununla beraber, eğer gücümüz yetseydi,
elbette sizinle beraber sefere çıkardık» Sözlerinde yalancıdırlar. Çünkü onlar
ilkin gücün nefy edilme sini gerçekleştirdiler. Artık sabit olmuştur ki, o
güçten murad edilen, fiillere olan güç değil, sebeb ve hallere olan güçtür.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Yine, Allah-u
Teâla'nın hakikaten onların ve onu bilmek için delil, kendilerine zahir
olmadığını bildiği şeyde inatlaşmaları ile bir kavmi ayıplayıp onlara sitem
etmesi caiz olmaz. Onun, beraber, önce, baki kalır ve baki kalmaz diye
hakkında kelâm ettiği kuvvetin ihtimalini avamdan olan hiç bir kimse
düşünemez. Ve onlara aklı da ermez. Böylece sabit olur ki, münafıklar
hakkındaki müşahede ve müsaade edilen, onların bildikleri ve idrak ettikleri
husustur. Bu hususu Cenab-ı Hakk'ın şu âyet-i celîlesi teyîd etmektedir :
«Sizden her kim, hür olan mümin, kadınları nikâh edecek bir zenginliğe kudreti
olmazsa...»[474] «Azık ve binek bakımuıdan yoluna gücü yeten
her kimsenin o Beyt'i haccetmesi, insanlar ülserinde Allah'ın hakkıdır, farzdır...»[475]. Bu
nevi onsuz hitap ve teklifin bulunmayacağı üzere ittifak edilen hususlardandır.
Ve o, Öyfe güçlerdendir ki, onun bulunmamasından dolayı fiilin
terkedilmesinden sitem ve ayıplama vukubulmaz ve bu güç tam mânâsı île elde
edilmedikçe de hitap vaki olmaz. Cenâb-ı Hakk'ın şu âyet-i celîlelerin te'vil
ve tefsirleri buna göredir : «Allah, bir kimseye, ancak gücü yettiği kadar
teklif eder.»[476], Yine Cenab-ı Hakk'ın şu
kavl-i celîli de o hususu beyân etmektedir : «... Annelerin yiyeceği ve
giyeceği,[477] orta hal üzere gücü
yettiği kadar çocuuğn babası üzerinedir. Hiç kimse gücünden ziyadesiyle mükellef
tutulmaz. »[478] Bunların hepsi fiillerin
vukubulmazdan önceki haller ve sebeblerin ifade edildiği zaman
zikredilmişlerdir. Kullara fiili gerçekleştiren tümünün sözü ve görüşü buna
göredir. Aynı fikir ve görüşte birleşmeleri ise konuya iki yönden
bakıldığmdandır.
Birincisi : Kendisinde
bulunmayan sebebin kullanılmasıyla emrin mümkün olmaması. Bunlar ise
sebeblerden ibarettir. Meselâ, görme gücü yokken, gör, veyahut eli olmayana
elini uzat denir.
İkincisi : Emir ve
nehiyin her ikisi de, ancak şükrü yerine getirme ve nankörlükten kaçınma
hakkında olurlar. Herhangi bir nimet zahir olmayan ve onun bilinmesine güç ve
takat bulunmayan[479] şey
hakkında fiilin bulunması muhtemel değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Diğer gücün
bulunduğuna Cenab-ı Hakk'ın şu âyet-i celîlesi delâlet etmektedir : «... Çünkü
dünyada, hakkı işitmeğe güçleri yetmez ve gerçeği görmezlerdi.»[480]
Mûsâ aleyhisselamm
dostu ve arkadaşı Hızır'a söylediğini beyan eden Cenab-ı Hakk'ın kelâm-ı celîli
de bu hususu çok,güzel bir şekilde beyan buyurmaktadır : «Hızır; — Sen benimle
asla sabredemezsin demedim mî? dedi.»[481]
«Hızır dedi ki : Sen benimle asla
sabredemezsin demedîm mi sana?»[482]
Sonra şöyle dedi : «... işte sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.»[483]
Bunların hepsi hallere kudretin gerçekleştiğini gösterir. Onları, fiillerin
izale edilmesinden dolayı nefyetmiştir. Allah-u Teâlâ'nın : «Ö'nun için gücünüz
yettiği kadar Allah'tan korkun...»[484]
kavl-i celîli ve daha başkaları da böyledir.
Sonra, kudretin bu
nevinin hakikati bulunmaksızın külfetin, meşakkatin gerektiğinin delili naklî
ve aklî olan delillerdir. Naklî delili ise, güç ve takati nefyeden âyetlerden
haber verilen hususlardır. Sonra, emir, nehiy ve onları ifade etmek, aklın
idrak etmesidir. Sonra bu hususu yine Allah-u Teâlâ'nın : «Azık ve binek
bakımından, yoluna gücü yeten her kimsenin O Beyt'i haccetmesi, insanlar
üzerinde Allah'ın hakkıdır, farzıdır.»[485]
kavl-i celîli izah etmektedir. Şu husus bilinen bir gerçektir ki, azık ve
binecek bulununcaya dek[486]
fiillerin hakikatlanna ulaşmanın hiç bir yolu yoktur. Eğer onun vacip olması
ancak kudretin hakikati olarak fiili yerine getiren kudretin bulunması ile
olsaydı, O'nun hiç bir kimseye vacip olmaması lâzım gelmezdi. Çünkü fiiller
üzerine olan kudret vakit ve zamanların var olması ile var olandır. Hacc,
kudretin gelmesine dek farz olmaz. Kudret ise ancak yolu katetnıekle varid
olur. Böylece onun için Haccı eda etmemesi mümkün olur. Çünkü o anda Hacc farz
değildir, savaş işi de böyledir. Zira, eğer kendisiyle beraber bulunan sebeblerin
kuvveti, ona ulaşmadığı bilinirse, ona savaşa çıkması teklif olunmaz. Malumdur
ki, akim kuvveti bulûğ çağma erdikten sonradır. O, halde beraberinde değildir.
Savaşa çıkmayan kimseye sitem edihnesinden-dir ki, ona savaşa çıkmak farz olmuş
idi. Namaz kılmayı, oruç tutmayı ve daha onlardan başkalarını da böyle
buluyoruz. Her ne kadar, fiilin hakikatim gerçekleştirmek için kudret,
çalışmakla bulunursa da, onların sorumluluğundan bedel verme suretiyle çıkması
mümkün olur. Böylece sabit olmuştur ki, eşyanın farz olması, kudretle değil,
haller ve se-beblerledir. Bütfin ibadetler buna göredir. Kim ki; kendisiyle
namaz, oruç, Hacc'ın tamamlanacağı sebebin kendisinde bulunmadığını bilirse,
onların başlangıcında, kendisi mükellef olmaz.
Sonra fiillerin
kuvveti bakî kalmaz. Kendisi ile kesinlik bulacak olan
şey, mevcut değildir. Tekellüf ise
lâzımdır. Zekâtlar da böyledir; her ne kadar meydana gelecek özürlerden dolayı
edâ edilmesi mümkün olmama ihtimâli olsa da malların varlığı ve üzerlerinden
yılların geçmesiyle vacip olur. Kuvvet ancak Allah'tandır. Naklî delilin
gelmesi ve Allah'tan yardım isteme ve emrolunan ibadetleri yerine getirebilmek
için Allah'tan güç talep etmede lisanların ittifak etmesi de buna göredir. Eğer
kuvvet veyahut ibadet mevcud olmuş olup bulunmaması ile yükümlülük düşmüş
olsaydı, bu hususta niyazda bulunmak doğru olmazdı ve verilen kuvvet nimetine
şükretmeyip nankörlük etme emri sadır muş olurdu. Zikrettiğimiz hususlar ile
onsuz teklifin gerektiği sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Şuayb aleyhisselaniın
«Ben ancak gücümün yettiği kadar islâh etmek istiyorum»[487],
sözü buna göredir. Bu sözdür ki, gücünün bulunması ile söylediği sözünü
gerçekleştirdiğini ispat etti. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra kudreti ispat
etmek de kendisinde bulunan mânâyı gerçekleştirmiştir ki, onunla iki ilâhın
varlığını ortaya atan kimsenin sözünü iptal etmiştir. O da iki ilândan her
birinin diğerinin ispat etmek istediği şeyi nefyetmeğe kadir olmasıdır. Veyahut
da birinin, diğerinin ilminin ulaşamadığı şey ile memnun olmasıdır. Kulu,
Allah-u Teâlâ'mn olmamasını bilmediği şeye veyahut Allah'ın kendisi ile haber
verdiği şeyde Allah'ı yalancı kılmasına kim kadir kılmıştır? Ve Allah-u Teâlâ'mn
ibka etmesini[488] istediği hususu yok
etmeğe onu kim kadir kılmıştır? Kul, Allah'ı sefih, cahil ve sözünü yerine
getirmeyen olarak vasfetmesine kadir midir? Vasfı bu olan kimse, ilâh
değildir. Bunun gibisiyle seneviye-lerin sözünü nefyettiler. Bununla beraber şu
husus, şayân-i taaccüb bir iştir ki, Allah-u Teâlâ kendi rubûbiyetini nakzetmek
için birisini güçlendirsin. Çünkü onu yalancı yapmaya mâlik olur, onu cahil
kılmaya da kadir olur. Vaadettiğini yerine getirmekten de kendisini âciz kılar.
Kadir olmak hususlarından bu gibisini aptalların en aptalı işlemez. Nasıl olur
da Ahkem'ül - Hâkimin olan Cenab-ı Allah jşler?
Onların sözüne göre
beşerin âlemin tedbirini noksanlaştırmaya[489] kudreti
olur. Peygamberlerin de yeryüzünde Allah'ın delilinin zahir olmaması için
kuvvet bulunur. Beşerden herbirinin âlemin tedbirinin carı olduğu yönünden
imtina etmesine maliktir. Bu hususta âlemin ahvalinin yerin ve göğün
yaratılmasının insanoğlunun elinde olmasına mebnîdir. Allah-u Teâlâ ise onun bu
fiilleri yaratmaya kudreti yoktur. Bütün hal ve durumlar insanların elindedir.
İnsanların bu hususlardan bir şey işlemelerine kudretleri vardır. Öyle ise bu
hususlar için en yüksek minnet ve en yüce nimet onlar içindir. Çünkü onun
kudretinin mene&Umesı ve tedbirinin geçerli olması hakkındaki kudretle
Allah'ın icâd ettiği ve tedbir ettiği şeyi işlediler. Allah'ın mülkü ve
sultanı, dilediği ve tedbir ettiği şey üzere tamam oldu ki bu sözlerin hepsi
en çirkin sözdür. Tevfik Allah'tandır.
Sonra mahrukatta bu
sözün bulunması zahirdir.26 Şöyle ki : Ben bu işimi yapmaya kadir değilim
veyahut bunun bana nakledilmesine gücüm yetmez denir. Halbuki Allahu Teâlâ'mn
böyle olması[490] caiz değildir. Yani
hakikatte yalan olan "bir şeyle onlardan birbirleriyle menedilmeksizin
dillerin bu hususları söylemesi caiz değildir. Onlar, hakikaten kendilerinde
hallere ve sebeblere karşı güçleri olduğunu bilirler. Böylece sabit olur ki,
onların nezdinde bu hususların ardında öyle bir kudret vardır ki, onlar bunu
fiillere güçleri yetmediklerini de zikrederler. Yoksa evhamı, hallere
döndürecek hususa hamletmekte değil,[491]
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bu hususlara
bakıldığında anlaşılır ki, gerçekten kuvvet, hakikatte araz oîan cismin
cüzlerinden değildir. Arazlar ise baki kalmazlar. Çünkü yok olması muhtemel
olan şeyin bakı kalması caiz değildir. Kendisinden gayri olan bakî kalma
müstesna. Araz, bizatihi kâim olmayan şey ile ağyari kabul etmez. Gayrinde bakî
kalmak suretiyle bir şeyin de bakî kalması mümkün değildir. Böylece bakî kalma
bâtıl olmuş olur. Sonra fiillerin hakikatinin fesada uğraması eğer fiilin
vaktinde olmazsa kendilerinden önce geçen sebeblerledir. Fiilin kuvveti de
onun gibidir. Öyle ise fiille beraber olduğunu söylemek lâzım gelir. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Yine gerçekten kuvvet,
ancak fiiller için bulunur. Kudretle vasfolun-duktan sonra aczin meydana
gelmesi caizdir. Eğer fiil için olan kudret, ondan sonra olmuş olsaydı, fiille aciz olan kimsede
bulunur idi ki, bu da fasid olup tenakuz teşkil eder. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Yine, gerçekten
kuvvetler eğer haller için varid olmuş[492]olsaydı,
fuller var olmazdan evvel bütün fiiller hakkında o kudretlere sahip olunduğu
için Allah'a (c.c.) ihtiyaç duyulmazdı. Halbuki Cenab-ı Allah, bütün -
mahlûkatı kendisine muhtaç kılmıştır. Bütün mahlûkat fakirdir, Allah ise,
Ganî'dir, kimseye muhtaç değüdir, Hamîd'dir.
Bize gereken
ihtiyaçtan daha lâyık ve gerçek olarak Allaha muhtaç olmamalarının vukubulması
caiz değildir.
Asıl olan[493]
şudur ki, gerçekten kuvvet, bakî kalmadığı zaman bekaya ihtiyaç zail olur. Fül
de mevcut değildir. Öyle ise fiil olmazdan önce Allah'tan müstağni olmuş olur
ki, bu söz, naklî deliller ile çirkin olduğu sabit olur. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Yine, hakikaten
kuvvet, zatı ile bilinmiyor. Ve Allah-u Teâlâ'nın onun hakikatini akılda var
etmesinden başka kendisini bildirecek bir tarifi de yoktur. Akil ise, fiüin var
olmasından önce mevcut değildir. Aklın bulunması da kudretledir. Öyle ise sabit
olur ki, o, kudrete fiilden önce değil, fiilin olduğu zaman şahit olup
görmüştür. Tevfik Allah'tandır.
Ve yine, hakikaten
fail olmayanın kadir olduğunun göründüğü kesinlikle söylenemez. Tıpkı aciz
olanın fail olarak bulunmadığı gibi. Binaenaleyh kudretle hükmetmek, fiili de
nefyetmek caiz^ değildir. Tıpkı acizle fiilin bulunmasını söylemenin caiz
olmadığı gibi. Çünkü her ikisi de birlikte var olmaktan çıkmakta birdirler.
Bununla beraber hakikatte mânâya zıd olma bakımından aklen bu hususları ifade
etmek çok uzaktır. Ölüm ve benzeri gibi hususlar nazarı itibare alınmaz. Çünkü
ölüm, genellikle acizdir. Hayat ise umum olarak kudret değildir. Kendisi ile
beraber fiil bulunmadan hayatın bir müddet bulunması caizdir. Fakat bir kadir
olanın kendisinde fiil bulunmazdan iki vakitte bulunması caiz değildir. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Biz gerçekten dünyada
sebebleri görürüz ve buluruz. Çünkü sebeb-ler, eşyanın var olmasını
icabettirecek vakitlerde kendisi için sebeb olan şeysiz bulunmamaları bakımından
var olurlar. Bununla beraber[494]bu
sebebler çıkarmakla beraber çıkmak, izale etmekle beraber zeval bulmak, lezzet
alanla beraber lezzetli olmak, fiille beraber yorulmak gibi mecburi veyahut
ihtiyarî olurlar. Sonra onlardan ihtiyarî olanlar da vardır. imânla beraber
Allah'ın dostu olmak, küfürle de Allah'ın düşmanı olmak gibi. Kabul etmek ve
reddetmek ve bunların benzerleri gibi hususlar da böyledir. Eşyaya hükmetme ve
onlara isim verme hakkı da buna göredir. Her ne kadar Allah-u Teâlâ, ezelde
fiille mevsuf ise de gerçekten o, gayrîne zikri yaklaştırıldığında O'nun
vakti, o gayri için olmayan vakitle zikrolunur. Tıpkı şöyle denildiği gibi :
Allah-u Teâlâ, onun olması vaktinde var idi ve onu devamlı olarak biliyordu.
Ve Allah, onun var olduğu vakit mevcut idi. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Mu'tezile topluluğunun
iddiada bulundukları hususlardan başka bir vecih de şöyledir : Gerçekten memnu'
olan mutlak olarak kendisine fiilin vukuu, kudretin yok olmasıyla değildir.
Böylece onu kudretin ve menedilmenin yok olmasıyla inkâr etmediler. Fiilin
mümkün olmaması ile beraber kudretin yok olması birdir. Bununla beraber
herhangi bir halde menetme vukubuiması halinde fiilin bulunması caiz değüdir.
Amma kudretten tekaddüm eden şeyle kudretin kaybolması ile beraber fiilin
bulunması caiz olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bu konuda asıl olan
şudur ki, gerçekten kudret eğer onun fiili olmamış olsaydı, —oysaki kendisi
mevcuttur— kendisi ile fiil olur, fakat kendisi mevcut değildir. Bunun üzerine
gerçekte kudret yok olduğu zaman, fiil için sebep olmuş olur. Bu söz de
kudretsiz fiilin[495] bulunduğunu
ifade etmek olur. Böylece fül failin kadir olmadığına delil olmuş olur. Oysaki
onlar, bununla Allah'ın kadir olduğuna dair delil getirdiler. Böylece
görünürde delil getirme yeri bâtıl olur. Çünkü kendisinde hak olan onun fiil
anında kadir olmadığının bilinmesidir. Öyle ise fiil, kudretin nefye dilmesine
delil olur. Bu husus da tevhidi iptal eder. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Kudret mevcud olduğu halde onun bulunması fayda vermediği zaman bulunduğu vakitteki bulunması ile bulunmaması birdir. Buna göre onun üzerine fiilin vaki olduğu, kudretin vaki olmadığını veyahut da kudretin onunla beraber var olduğunu ifade etmek gerekir. Kuvvet ancak Allah'tandır. [496]
Fakih Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Sonra bu söz ve görüş sahibi olanlar, "tââtin kuvveti
hakkında masiyet için o, salih olur mu[497]
veyahut olmaz mı", diye ihtilâf ettiler. Bir grup, kudretin iki işe yani
tâât ve masiyetin her ikisine sâlih olur[498]
dediler. Bu söz, Ebu Hanîfe ve ona tabi olan cemaatinin[499]
sözüdür. Evet, bu sözü i'tizal ehlinin tümünün düşünüldüğünde ispat ettiği[500]
görülür. Ve güç yetirilmeyen şeyin gerçekleştirilmesi ile söylemelerini onlara
gerektirir, işte bu, onların kuvvetin tekaddüm etmesini söylemelerine sebeb
olmuştur. Tevfik Allah'tandır.
Bunun aslı şudur ki :
Gerçekten söz sebeblerinden olan bir sebep, bir şey için ve onun zıttı için
sâlih olduğu vakit, kudret te böyledir. Bununla beraber kudretin iki işe, yani,
tâât ve masiyete sâlih olmağının nefyedilmesi, kendisi ile meydana gelen şeyin
zıttını işlemeğe olan kudreti yok eder. Aynı vakitte hem onunla emrolunmuş
olur ve hem de ondan nehyolunmuş olur. Buna göre bir kudretin, bir şeye ve
zıttma vu-kubulduğunun söylenmesi gerekir ki, emir ve nehiy, kuvvetin kapsamında
bulunmuş olsun. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra asıl olan
gerçekten şudur ki : Bir şey için sâlih olan her şey, onun zıttı için sâlih
olmaz. Böylece tabiatiyle olan şey, ihtiyarî olarak bulunmaz. Eğer kudret her
ikisine sâlih olmamış[501]
olsaydı, tabiatiyle vaki olan şeyin ihtiyarî olarak vaki pîması vücud bulmazdı.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Onlardan bir cemaat da
şöyle der : Tâât üzerine carî olan kuvvet, masiyet üzerine cari olan kuvvetin
gayridir. Bu sözü söyliyenlerden bazısı
Hüseyin ve diğerleridir. Onlar,
şu görüşü savunuyorlar; gerçekten tââta olan kuvvet, tevfik ve
ismettir. Masiyete olan kuvvet ;ye, rezil rüsvay olmak ve ihtiyari olan Beyi
terketmektir. Buna delil olarak da yardım ve korunmanın talep edilmesinin
bulunmasını gösteriyorlar.
Onların delili ise,
kendileriyle birlikte şüphe bulunmamasının kav-ranılmasıyle korunması ve yardım
olunmasının talep edilmesi ve kendisinin isabetli olduğunu ihata etmesiyle
muvaffakiyet edilmesinin bulunmasıdır. Açık olan bir ifade ile, «Ey Allah'ım,
sana itaat etmekte beni güçlendir; sana itaatte bulunmak üzere bana yardım et,»
diye duâ edilmesi ve şüpheye düşmek, hüsranda kalıp rüsvay olmaktan Allah'a
sığınmak da böyledir. Bunun üzerine şu husus sabit olur ki, eğer şüpheye
düşmekle, isabet etmeğe muvaffak olmaktan her birisi ile meydana gelen şey,
diğeri ile meydana gelenin aynısı olmuş olsaydı, talep edip istediği şeye
sığındığı şeydan daha iyi ve doğru olmazdı. Ve eğer ismet ve şüphe bulunmuş
olsaydı, kalt mutmain olmazdı. Buna göre, gerçekten bunlardan her nevi
kuvveti, diğerinin kuvvetinin gayri olduğu sabit olur. Ve yine sabit olur ki,
O, ismet (korunma) ve tevfîki istemek, tıpkı yardım olunma, ve güçlendirmeyi
talep etmek gibidir kit hakikatte on-larm her ikisi de birdir. Hiç bir kimse,
kâfir hakkında onun küfürden korunmuş olup imana muvaffak olduğunu söyliyemez.
Amma bu hususu mümin hakkında ifade etmekten kendisini engelliyen bulunmaz.
Öyle ise gerçekten onun mânâsı iman için yardım talep etmek olduğu gibi diğeri
de hüsranda kalıp rüsvay olmaktan ibaret olduğu sabit olur. Yine şu bir
gerçektir ki, kendisiyle iki fiil meydana gelmeyi sâlih olması için bir kuvvet
iki vakitte bulunması bakımından baki kalmaz. Birbirine zıd olan iki fülin bir
vakitte bulunmasının da yolu yoktur. Binâenaleyh onun, her ikisi için değil,
ikiden biri için kuvvet olduğu sabit olur ve her ikisi için olan da onlara
ihtimali olduğu için bakî kalır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Yine gerçekten
kuvvetin bulunması, ancak bulunduğu yerde bulunması ile caiz olur. Tıpkı
yakmakta ateş, soğutmakta da karın olduğu gibi. O, kendisinde yaratılış
itibariyle mecburi olanlarda vaki olur. Bu da tıpkı imanla dostluğun, küfürle
de düşmanlığın bulunması gibi. Her ikisinin birbirine benzemediği içindir ki,
onların sebebleri de birbirlerine benzemezler. İki iş üzere vaki olacak olan
kuvvetin durumu da onun gibidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra biz, mu'tezilemn
söz ve görüşleri, her ne kadar söylenip öne sürüldüğünde kulağa tatlı gelip
gerçek olduğu şüphesini verirse de, tetkik edildiğinde söz ve görüşlerinin
çirkinliğini beyan eden hususlardan biz, bir kısmını zikredeceğiz. Tevfik
Allah'tandır.
Onların sözlerinden
bazıları şunlardır : Gerçekten kuvvet iki vakitte baki kalmaz. Kuvvet, fiilin
işlendiği anda bulunmaz; hakikatte fiil vaki olur ve fakat fiilin vuku bulduğu
vakit onu meydana getirecek olan kuvvet bulunmaz.[502]
İşte bu mecburi olan ilim ve fiilin tabiatiyle vukubul-masıdır. Sonra onun
gibisinin hakkı mecburi olma olduğuna delâlet etmesidir.[503]
Zira fiilin sebeplerinin tümünün kaybolup yok olması, fiilin vaktinde
bulunmasını engeller ve sahibi de mecburiyetle vasfolunur. Binaenaleyh fiili
meydana getirecek olan kuvvetin yok olup bulunmaması mecburi olmakla ifade
edilmeye daha lâyıktır. Bunun üzerine on lar, kendisi ile Allah-u Teâlâ'nın
velisi olacak olduğu şeyde fiili mecburi kıldılar. Allah'a düşman yapacak olan
şeyde de fiili ihtiyarî kıldılar. Bu hususu tavzih edenlerden biri de onların
şu sözleridir. Onlar diyorlar ki : Gerçekten bulunduğu vakitten ikinci bir
vakitte hareket etmeğe nıurad eden kimsenin bu hareketi mutlaka vukubulur. Onu
kendisinden men edemez. Kendisinde o hareket ancak başkası tarafından men
edilir. İşte bu da mecburi olmanın alamet ve işaretidir. Sonra onun gibisiyle
dostluk ve düşmanlık vacip olur. Bu ise aklen kötü ve çirkindir.
Yine mu'tezilenin
şöyle bir sözü vardır : Fiilin yapıldığı zaman ona ne emir ve ne de nehiy varid
olmuştur. Ancak o vakit müslümanlarm dediğine göre mecazî olarak emir ve nehiy
gelmiştir. O'nun fiille memur olmasının mânâsı, ancak fiili yapmak için daha
Önceden varid olmuştu anlamına gelir. O, fiili yapmakla emrolunmuş veya
nehyolunmuş olmadığında ise, fiili işlediğinde ne emri yerine getirmiş olur ve
ne de nehyi irtikâb etmiş olur. Bununla da dostluk ve düşmanlık vacib olur.
Buna göre, her ikisi de hakikatte var olmuş olurlar. Yoksa, tâât ve ma-siyetten
dolayı var olmuş veyahut, emir veya nehiyden dolayı var olmuş değillerdir.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Buna göre de şöyle demişlerdir
: O, fiille bulunduğu vakit değil, ikinci vakitte memurdur. İkinci vakit
gelince de bulunduğu vakit memur olmadığı
için üçüncü vakitte memur olur. Devamlı ve ebedi olarak böylece bulunur.
Binâenaleyh her vakitte emrolunduğunu[504]
istemez. Aynı zamanda da emri terketmiş[505]
olmaz. Çünkü o, terk ettiği vakit fiili yapmakla memur değildi. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra, aklen idrâk
edilmesi gereken hususta asıl olan şudur ki, gerçekten yarın yapılması ile
emrolunan her memur, bulunduğu an ve halde yapmakla memur değildir. Böylece
yakın bir zamanda vacip olur. Buna göre de, gelecek vakitte işlemesi ilk
vakûbulan emirle, içinde bulunduğu vakitte memur olması aklen vacip olmaz.
Sonra onlarla, ikinci vakitte de o fiille memur olmadığı gibi, zıddı ile de nehyedilmiş
değildir. Onların sözüne göre aklen ihtimal dahilinde olan şeyle emir ve nehyin
hakikati bâtıl olur. Aklen reddedilen şeyle de sözleri bâtıl olur. Bunlarla
beraber onlar, o fiilde, fiili yapan için kudreti olmadığını ileri sürüyorlar.
İşte bunun içindir ki, onların sözüne göre güç yettirilemeyen şeyle teklif
vukûbulmuş oluyor. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra mu'tezilelerle
Hüseyin arasındaki meselenin hiç bir mânâsı yoktur. Çünkü Hüseyin; herşey ki
kendisi ile tâât fiili olur, tevfik ve ismetin gayri kâfirde bulunur diyor.
Mu'tezile ise Hüseyin'e, muvafakat ediyorlar. Zira onlar kâfir, tevfik ve
ismet'le vasfolunmaz. Yani, bu iki sıfat kâfirde bulunmaz, diyorlar. Onların
arasındaki görüş ayrılığı ona kuvvet ismini[506]
vermek1 veya vermemekte vuku'bulmuştur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra bizim katımızda
mesele hakkında asıl olan şudur ki, gerçekten fiili işlemeğe kuvveti olmayan
kimsede fiilin bulunması, fiilin mânâsım iptal eder ve onu başkasına verir.
Fiil bilmeyen kimsede fiilin bulunması da böyledir; o caiz değildir. Her ne
kadar eğer talep olunursa, kendisini elde etmeği muvaffak olacak şeylerden
olanın hakikati olmazsa da, ilim sebebiyle hitab gerekir. Kudret de böyledir.
Facir ise kendisinin gücü yettiği şeyin kendisinden zail olduğu için mükellef
olması lâzım gelmez. Tıpkı, bileceği şey kendisinden fevt olduğu için mecnun
mükellef olmadığı gibi. Tevfik ancak Allah'tandır.
Sonra Kâ'bî'nin
hükümleri hakkındaki yanlış anlayışını beyan eden hususlardan ifade ettiğini
zikredeceğiz : Kâ'bî, iddia ediyor ki,
gerçe,kten güç yettirünıeyen şeyle teklif, bedîhî olarak aklen çirkindir. Bu ancak
sıhhatten ibaret olan zahirî kuvvetin gayri, takatin bilinmemesinden ibaret
olan ve akılda ancak böyle bulunan için doğrudur. Amma bunun gayri, onun dediği
gibi değildir. Bilâkis Allah-u Teâlâ[507]
Musa aley-hisselamın dostu olan Hızır aleyhisselama gücünün yetmediğini[508]
bildiği şeyle teklif etmiştir. Bedîhî olarak[509]
taksim edilmesi de onun gibi bilin-miyen şeyin teklif edilmesi de böyledir.
Birinci husus da. bunun gibidir.
Sonra kendisine şöyle
denilir : Yine fiilin vuku'bulduğu vakit gücün yetmediği şeyle teklifde
bulunmak aklen çirkin olduğu da böyledir. Amma senin çirkin olarak iddia
ettiğin husus, kuvvet bulunmaksızın fiilin bulunmasını mümkün görmiyen kimsenin
aklında olandır ki, bu da fiil yapıldığı vakit olur. Böylece onun sözü; fiilin
meydana getirildiğinde aklen çirkin olmuş olur. Eğer iddia etmiş olduğu
hususda sadık olursa. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Amma asıl olan,
gerçekten kendisinde takat bulunmayan kimseye vuku'bulan teklif aklen fasittir.
Amma kuvveti zayi eden[510]
kimsenin onun gibisiyle mükellef olması haktır. Eğer onun gibisi mükellef
olmamış olsaydı ancak itaat eden kimse mükellef olurdu ki, bu da mihnet ve meşakkatin
şartı değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bizim nezdimizde ise,
gerçekten kudret sahih ve salim olan hakkında bulunur. Çünkü o, ibadete olan[511]
istek kadarı ve ibadeti seçme, ona meyletme 'kadarına tabi olarak meydana
gelir. Kimde bu istek var olmazsa onu zayi ettiğinden tabi olmakta meydana
gelmez. Çünkü o, çalışmayı tercih etmiş ve fiili ihtiyar etmiştir. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Anlama ve ilim işi,
bizim ve onların katında bu takdir üzere caridir. Sonra onun abtallığma
delâlet edecek mânâyı zikrederek şöyle der : Eğer Allah ile Allah'ın gayrinde
olan şeyin arasının ayırt edilmesi caiz olmuş olsaydı, Allah'dan olanın doğru,
Allah'ın gayrinden olanın ise yalan olması caiz olurdu. Onu bu hayale'
sevkettiği şeyin ne olduğunu doğrusu anlıyamıyorum. Biz, onun bu hususun dışına
çıktığını ve iddia ettiği hususda inatlaştığını beyan ettik.
Şöyle ki; o, iki emrin birinden
hâli değildir. Ya dünyada beşer hakkında
hikmet, akıllılık ve abdalhk bakımından bildiği herşeyi gaibte de aynısını
ifade eder veyahut tahkik ve tetkik hakkında böyle olan mânâya bakar, biz de
gaibte onu ifade ederiz. Eğer ilk ifade edileni söylerse bu hususu kendisi ile
faydalanmayan şeyin yaratılması ve bir şeyin bir şeyden olmaksızın yaratılması
ve reddedilmeksizin asap verme hakkında söylemesi kendisine lâzım gelir. Sonra
bunun caiz olduğunu ifade ettiğinde sözünün yalan olduğu kendisine söylenir.
Ne zaman herhangi bir şeye cevap verirse, söylemiş olduğu şey hakkında o şey
kendisine lâzım olur.
Eğer manâya bakarsa o
sözünü akim[512] pedaheti ile iptal etmiş
olur. Bu ise kendisine[513]
caiz olmaz. Kendisinin aslı olmayan hayal etmeden bu nevi de caiz olmaz.
Eşyanın hakikatleri, akılların bedaheti ile[514]ne
saman idrak olunur? Akıllar ise eşyanın bir araya toplanmasını icabeden mânâları
ile toplanmış olanların aralarını birleştiren ve ihtilâfı icabettiren manâları
ile muhtelif eşyanın aralarını ayırt edici olarak terkip olunmuştur. Bu ise
kendileri ile bu hususa ulaşmak için düşünme ve bakmanın hakkıdır. Sonra bir
şeye ilmi olmayan kimsenin, o şeyi bildiğini hiç bir kimse bilip ve iddia
edemez. Bir şeye kudreti olmayan kimsenin de o şeye kadir olduğunu kimse
söyliyemez. Bilâkis, kudret ve ilmi nefyeden her bilinen o âlimdir, kadirdir,
diye ilim ve kudretle vasfolunması ihtimal dahilinde olduğu zaman o kimse acz ve
cehaletle vasfolunmuştur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Eğer eşyanın
hakikatlerinin sebeblerinden ibaret olan manâlara itibar etmeğe rücu ederse bu
husus, kendisine teslim olunmuştur. Ve akim bedaheti ile böyledir, şöyledir
demesinin hiç bir manâsı yoktur. Böyle demek ancak tabiatın hakkıdır ve ondan
kaçınmak da tabiatın hakkıdır. Sonra Allah'ın yarattığında hakikatte çirkin,
şer ve fesadın bulunmasını, bu vasıflardan akıllarda sayılamıyacak kadar
bulunduğu halde onları inkâr ediyor. Bilâkis, Allah-u Teâlâ, onları böylece
kılması ile fiillerden çirkin olanı kadar onları menetti ve çirkin olanı
parça.parça edip[515] ona
bakan her akıl sahibine vaitde bulundu. Bunun gibisini aklın bedaheti iledir
diye iddia ederek nasıl
inkâr ediyor! Sonra onların imamları hayır, şer, temiz, pis olanın bir
varlıktan olmasının caiz olduğunu, onunla iki ilâhın olduğunu reddetmek için
senviyelerle söz birliğinde bulunmağa devam ettiler. Sonra iki vecihten
birisinin Allah hakkında mümkün olmadığına döndüler. Âlemde mevcud olan diğer yönün
senviyelerin söyledikleri' şeyi icabettirmesi hakkıdır. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Sonra kendisi ile
faydalanmayan şeyin yaratılması hakkındaki itirazı harekete kadir olup başkası
tarafından oturtulan[516] şey
üzerine onun delâlet etmemesiyle reddedildi. Bu husus, onun akim bedaheti ile
böyledir diyerek söylediği sözün yalan olduğunu açıklar. O, ancak kendisine hasmının
muvafakat ettiği şey üzere kıyas etmeyi iddia etmiştir, başka bii şey değil.
Sonra hasmının dünyada yalan olan şeyden gerçek olduğunu ispat eden kimseye
göre akim bedaheti ile iddia etmiş olduğu şey husule gelmiştir. Sonra ona lâyık
olmayan fiille yararlanmadan kaçınılmasının bulunması ile cevap vermiştir.
Böylece sabit olur ki, fiilden çirkin olan şey, ayniyle çirkin değildir. Ve
yine böylece hasmını kadir olduğu şeyde bulur ki, onunla mükellef olmasa caiz
olmaz. Binaenaleyh onun küfür ve fuhşiyat gibi binefsihi çirkin olmadığı sabit
olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
O, bunun gibisinin
küçüklerden geldiği için daha evlâdır. Çünkü küçüklere küfür ve fuhşiyat vasfı
lâhik olmaz. Ve onlardan hikmetle vas-folunan nefsine fayda vermeyen fiil
meydana gelmez. Onun menfaat hakkında ısrarla söylediği söz, o yönden
hikmettir. Fakat zarar yönünden böyle olmuştur. O, akıbeti zarar veyahut
.nimete nankörlük veyahut da fiilde Allah'a muhalefet etmektir. Onun red ettiği
şey, bu olup sual, kendisini nakzeden husustan cevap verdiği oturaklı olan
kimse ile ihtilâf etmiş olduğu şey hakkında hasmına sual sormak lâzım gelmez
ki, bununla kendisinin üzerine muvafakat ettiği şeyde ve kendisinde muhalefet
ettiği hususlarda gerçekten ne kadar uzak olduğunu bilir. Sonra, hasmının cevabı
çok kolaydır. Onu biz geçen mevzularda açıklamıştık. Allah-u alem.
Sonra der ki : O,
ihtiyaç için işlediği kimse hakkında söylenilip öne sürülen şey hakkında denir
ki; birincisi de kuvvetlendirmeye mâlik olmayan ve Allah'dan talep ederse ve
ona niyazda bulunursa o kimse hakkında da çirkindir. Sonra kendisine kulunun
isyan edeceğini bildiği şeyle kuluna reddettiği şeyle ona itiraz olundu. O da
şöyle cevap verdi; O, bazen hikmet
olur, tıpkı iman etmiyen kimseye gelen peygamberin haberini bilen kimse gibi;
onu yedirmesi ve benzeri gibi kendi nefsine arız olan ile bilmediği düşünülen
kimseye bildiği şeylerden in'âm etmesi caiz olur. Çünkü o zikrettiği şeyin
onunla imân etmesi için onu vermesi caiz olmaa ki, onu yapmıyacağım bilir.
Ancak onu bu husustan başka yararlar için kendisine verir. Mu'tezile ise,
Allah-u Teâlâ, kuluna, kuvveti onunla küfredeceğini bildiği halde kuvvetle
iman etmesi için verir iddiasında bulundu. O, bir şeye kadir olanlardan
değildir. Sonra itirazlar, Allah'a isyan eden kimse hakkında vukubulmuştur. Hiç
bir kimse yoktur ki, kendisine ihsan ettiği kulu isyan edeceğini ve kendi
rızasını kazanmayıp bilâkis kendi düşmanlığı ve kendisine sövmekle düşmanlık
yapacağını bildiği zaman kendisini hikmet sahibi. olanlardan saysın. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Fakat bu, onun katında
ancak dünyada çirkin olur. Çünkü o, kendisine zarar verir ve üzerine elem
yağdırır. Bu hususun gaibin emrine ihtimali olmaz. Tevfik Allah'tandır.
Sonra der ki, dünyada
olan için imtihan olunmak ve benzeri hususlar olmayınca gaibin fiili
kendisinde bulunan şeyin gerçekleşmesi ile dünyada takdir olunduktan sonra bu
husus, ona nereden gelmiştir. Çünkü o, inkâr ettiği şeylerin hepsine mukabele
etmektedir; onun vasfı bu olan fiilden olduğu için hikmetin dışına çıktığını
iddia etti. Amma Allah-u Teâlâ ve onun hikmeti onun hakikati üzere benzeri
gibisine akim vukuf etmesinden yücedir, berî ve münezzehtir. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Sonra biz Allah-u
Teâlâ'nm «Allah bir kimseye, ancak gücü yettiği kadar teklif eder»[517],
kavl-i celîlinin tefsirini açıklamıştık. Ve yine onun fiil vaktinde teklifi
düşürmesi ve onun üzerine kudreti iptal etmesi hakkındaki sözünün ne denli
çirkin olduğunu açıklamıştık. Böylece o, gücünün yetmediği şeyle mükellef
olmuş olur. Oysaki, kendisine şöyle denir; nasıl olur? Eğer Allah, onun
yapmayacağını bilmiş olsaydı veyahut onun gelecek zamanda yapacağını murâd edip
kasdettiğini bilmiş olsaydı. Sizin sözünüzden biri de; kim ki, bir vakitte bir
fiili murad ederse, onu gelecek zamanda mutlaka işler. Ancak onu işlemesinden
meneden biri bulunursa o başka. Böyle diyorsunuz.
O kimse fiilini
yapmaktan men mi olunuyor, veyahut zıttmı mı yapıyor? Eğer «zıttmı yapıyor»
derse, fiilden önce[518]
iradenin olduğu hakkındaki sözünü iptal eder. Ve kendisine onunla beraber
emrin ve kudretin bulunmasını lâzım kılar. Bununla da onların fiili icabeden
irâde hakkındaki sözleri batıl olur.", Eğer «menolunur» derse, bununla
Allah'ın ilminde yapmıyacağı sabit olan kimseye fiilden meneden kuvvetle teklif
vuku bulduğunu ifade etmesi gerekir ki bu, incelendiği vakitte aciz ve
menedilmiş olana teklif olur. Her ne kadar teklifi kaldırmakla bir kimsenin
Allah, mihnet ve meşakkati kapsıyan hususlardan bir şeyin kendisine verilmeyen
ve emir ve nehiy kendisine lâzım olanlardan olmasını iptal ederse de. Bu ise
zirveye ulaştığı ifade edilen çirkinlerden biridir. İradenin emri de buna
göredir ki, gerçekten[519]
Allah-u Teâlâ, kendi hükmünde onun yapmayacağı vukubulan fiilden onu menettiği
zaman muhakkak onu menetmesi lâzımdır. Tıpkı irade gibi. Bunda da23 tââtden _
menetme vardır. Çünkü onu kendi ilminde işlemiyeceği sabit olan fiilden
menetmiş olur ki onu irade ile menetmesi elbette ki lâzımdır. Bu ise, onun
katında hayır ve tââtden menetmektir. Sonra denir ki; rivayet olunan hususlardan
biri de şudur : Biri, Allah'ın Resûlü'ne kılıcını çekip vuracakken onun elini
tutmak suretiyle onu vurmaktan menetti. Bu menetme din hakkında Peygamber
aleyhisselâm için daha doğru ve daha hayırlı mı idi, yoksa menetmcyip serbest
bırakma mı? Eğer serbest bırakma daha hayırlı ve daha iyidir derse, Allah-u
Teâlâ'nm kulları için din hakkında ondan gayrinin daha doğru ve hayırlı
olanını işlediğini ikrar etmiş olur. Eğer menetmesi daha doğru ve hayırlıdır
derse, menetmenin daha doğru olduğunu ikrar etmiş olur. Böylece menolunmayan
her âsî, daha doğru olanı yapmamış olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Onun, Allah-u Teâlâ'nm
«... Eğer gücümüz yetseydi, elbette sizinle beraber sefere çıkardık...»[520]
kavl~i celîli ile ihticac etmesine gelince, biz bu hususta onun aleyhinde olan
şeyi ve hasmının ona daha çok tabi olduğunu ve onu kendisinden daha iyi
bildiğini izhar eden hususu geçen mevzuda izah etmiştik. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Sonra, kendisine
ihtiyacın ancak kendilerine fiilin hazırlanmaması ile özürlerini
gerçekieştirmeyecek şeyle itiraz edilmiştir. Bu manâ kudretin kaybolmasında da
mevcuttur.
Şeyh Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Onun cevabı üç yönden verilir : Birincisi : Gerçekten maldan kendisi
ile bulunan şey eğer ona ulaşmazsa onun üzerine arız olmaz ve ulaşma fiilînin
kuvveti de kendisi ile beraber bulunmaz. Böylece o, kastedileni menetnıez. İki emrin
bulunması işinin hal için[521]
mümkün olmaması ve her ikisinin de bulunmaması onun gibidir. Ve yine gerçekten
mutad olan iş kuvvetin, kulun ihtiyar ettiği şey kadarına ve fiilden dilediği
kadarına tabi olmak suretiyle meydana gelmesidir. İşte o kuvvet mutlaka meydana
gelir. Ancak o kuvveti ihtiyarını kuvvetle işliyecek olduğu şeyi gayrine
sarfetmesi ile kuvvetin giderilmesi müstesna. îate bu kudretin bulunmaması onu
zayi etmek iledir. Diğeri ise menetmekle olur. Bunun içindir ki, her ikisi
birbirine benzeme-yip ihtilâf etmiştir.
Üçüncü olarak şu cevap
veriliyor : Kendisinde kudret bulunmayan bir halde fiilin bulunmasının caiz
olmasının ifade edilmesi ile kudretin meydana geldiği sebebin bulunmadığı halde
de fiilin bulunmasının caiz olmaması. Böylece sabit olur ki iki vecihten biri,
diğerinin benzeri değildir. Tevfik Allah'tandır.
Sonra malı kendisine
verilmek üzere çikmasıyle emrin caiz olması bakımından itiraz etti ve şu
iddiada bulundu; eğer onun caiz olduğunu ifa-clc ederse sözünü iptal etmiş
olur. Eğer caiz görmezse sözünü terketmiştir.
Bu hususa tebliğ
olunan ile olunmıyanı tefrik etmek, mutad olan iş ile ve sebeblerin bulunmadığı
vakitte fiilin inkâr edilmesi, kuvvetin bulunmadığı zamanda inkâr edilmemesi
ile üç yönden cevap verilir. Çünkü iki yönden biri onunla olmaksızın yok olur,
diğeri de yok olmaz. Ve yine eğer mülklerin gerçek olan haberin birbiri ardınca
gelmesiyle hadis olduğu bilinirse her ikisi hakkındaki cevap, mutlaka ihtilâf
etmez olur idi. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bununla beraber,
itirazda bulunmanın mümkün olmaması tahakkuk ettiği zaman ki, o da malın,
mülkle beraber kendisine verilmesinden ibarettir. Bu husus, Allah-u Teâlâ'nm
cismi yaratması île beraber hareket gibi ihtimal dahilinde olmayan ve zarurî
olarak hareketin bulunmaması ve ihtiyarî olmaması gibi. Zarurî hareketin
çeşidi, bazen acizlikle beraber olur. Kudretle beraber ihtiyarî olma da bunun
gibidir. Halbuki kudret eğer fiil kendisiyle bulunmama bakımından olmuş
olsaydı, kendisiyle fiilin bulunmaması
batıl olurdu. Hatta kudretin bulunmaması ile fiil bulunmuş olurdu. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Görmez misin ki,
gerçekten mallar ve sebebler, fiille kâim olmaları ile beraber onların baki
kalmaları ile kadim olmaları ve kudretin ipka edilmesi haliyle yasfolunurlar.
Önce geçmenin vasfı da bunun gibidir. Al-lah-u a'lem.
Bu mesele hakkında
geçen mevzularda zikrettiğimiz delillerden başka delilde vardır. Şöyle ki:
Eğer tekaddüm eden acizlik, kudret anında fiilin yapılmasını menetmiş olsaydı,
tekaddüm eden kudretin acizlik anında fiili icab ettirmesi mutlaka vacip
olurdu. Bu hususun mümkün olmaması, evvelkinin mümkün olmaması gibidir. Ve
eğer fiil, kudretin kaybolmasından[522]
dolayı vukubuîmuş olsaydı, kudret devam ettikçe fiil de devam etmiş olurdu.
Çünkü eşyanın sebebleri, kendilerinin sebeb kılınmış olduğu hususlar devam ettiği
müddetçe onların da devam etmesini içabet-tirir. Bu husus, onlarla beraber
bulunmasının söylenmesini gerektirir. Sonra gerçekten kudretin fiille beraber
bulunmasının mümkün olmadığı iddiasında bulundu. Çünkü Allah-u Teâlâ, onu
mevcut olarak görür. Kudretin mevcut olan fiille beraber bulunmasının mümkün
olmadığı iddiasında bulundu. Çünkü Allah-u Teâlâ, onu mevcut olarak görür.
Kudretin mevcut olan fiille beraber bulunması ise mümkün değildir.
Denilir ki : Var
olmakla fiilden fariğ olmayı mı, yoksa onun fiilde bulunmasını mı, kasdettin?
Eğer fiilden fariğ olmasını kasdettim derse; akıllı olan kimsenin katında
yalanı zahir olur ve şu sözünü de iptal etmiş olur : Onun bedel ile bulunması
caiz olur ki o da yok olan acizlikten ibarettir. Her ne kadar fiili yok olarak
görüyorsa da yok olanla beraber aczin mümkün olmadığını söylemek vacip olmaz.
Çünkü yokluk istenen[523] bir
şey değildir. Bilâkis o, kendisi ile meşguldür. Sonra kendisine denir ki :
Allah-u Teâlâ, onu fiili ile veyahut fiilden önce veyahut sonra mı dost ve
düşman edinir? Eğer fiilden Önce, derse, mümkün olmadığını ifade etmiş olur.
Eğer fiilden sonra
derse; onu mevcut olarak görür sözünü iptal etmiş olur. Çünkü o, düşmanlık ve
dostluk bulunmadığı halde düşmanlık ve dostluk fiilinin bulunduğunu gerçekleştiriyor.
Eğer bulunduğu halde vukubulur, derse kendisine fiilin onunla olmasını
nefyetmediği halde sebeb, müsebbeple beraber nıevcud olmuş olur. Eğer, dostluk
ve düşmanlığın her ikisini birden mevcud olduğunu görüyor ise, kudret de onun
gibidir. Ve yine onu hangi hal üzere görürse, kudreti de onunla beraber görür.
Çünkü biz, bir şeyin bırakılmasını ve çıkarılmasını, o şeyin çıkması ile ve
bırakılması ile beraber olduğunu görürüz. Bırakma ve çıkarmanın hakkı bir şeyi
olduğu gibi görmesiyle iptal edilmez. Zikrettiğim husus da bımun gibidir. Çünkü
onun mevcud olarak görmesi caizdir. Sebeplerin hepsi de onunla beraberdir ve
ondan uzaklaşmaz. Kuvvet de bunun gibidir. Bilâkis böylece görmesi vaciptir.
Tıpkı böylece sebeplerle beraber görmesi vacip olduğu gibi.
Genel olarak denir ki;
gerçekten fiilin yokluk vakti vardır ki, o da fiilden önceki zamandır. Bir de
var olduktan sonra yok olması vakti vardır, o da kendisinden sonraki vakittir.
Bir de var olma vakti vardır ki, o da içinde bulunduğu vakittir. Allah-u Teâlâ,
onu, baskasıyle değil, zikro-lunan şey üzere fiilinin halleri ile beraber
görmesi mümkündür. Kendisinde fiiller ve mekânlar vaki' olan vakitler de
böyledir. Sebepler de buna göre ifade edilir. Bunun gibi, kuvveti fiilden evvel
yok olarak görür. Fiilden sonra var iken yok olmuş görür, fiille beraber de
mevcud olarak görür. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Onun «yahut söyleyip
yazdırmağa gücü yetmezse», sözü ile ihticac etmesine gelince; o husus, geçen
mevzularda açıklanmıştır. Bununla beraber güzel bir ifade olmadığı ihtimali de
vardır ki, o da acizliğe güçlü olmasıdır. Ve yine onun delili bizim
açıkladığımız husustur ki, kudretin tamamı başlangıçtan önce olmaz[524].
Halbuki hepsi kendisine izafe edilmiştir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra kadir olmadıkça
iman etmez ve iman etmedikçe de kadir olmaz dedi. Bu ise, onun ebedi.olarak
imansız kaldığını ifade eder. Tıpkı kendisine ip ulaşıncaya kadar çıkmadığı
zaman kuyuya düşen gibi. Ve kendisine ip ulaşmamıştır ki, kuyudan çıkıversin.
Bunun cevabı, eşyadan sebeblerle beraber vaki olan ve ne sebeplerden önce ve ne
de sonra bulunmayan hususlardan zikrettiğimiz şeyler kapsamaktadır. Sonra bunu
ilmi anlamadığı ve kendisinde bulunmadığı zaman, kudretin ilim için vaki'
olduğunu söylemez. Zikrettiğimiz hususlar da bunun gibidir. Onun iddia da
bulunduğu şeyin aslmm bulunması, onlardan her birinin, diğerinin önceden
bulunması ile bulunur diye ifade ettiği vakitte büyük olur. Amma
onunla beraber bulunmasına gelince; dîn
ve dünya işinin ekserisi onun üzerinedir ki, beraber bulunan iki şeyden
birinin diğerine tekaddüm etmesi caiz olmaz. Sonra vasfı geçtiği şey üzere
bırakmak ile kendisine itiraz olundu. Bu hususa eğer kendisine haya rızkı
verilmiş olsaydı, vicdanı kendisine bu hususu söylemeye müsaade etmezdi demekle
cevap verme külfetinde bulundu ve bunun üzerine dedi ki : Grçekten bir şeyi
bırakmak, o şeyin elinden dışarı çıkmaktan başka bir şey değildir. Güç ise
fiilin gayridir. Kim ki ona bakarsa yalanım bilir. Zira bırakmak, düşüncesiz
ve bedahetle çıkmaktan başka bir şey değildir.
Gayri olmadığı vakitte
kendisine fiili gerektiren hususlardan çıkmaktan başka bir şey bulunmaz. Fiili
işle memesiyle çıkmanın bulunması caiz olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra, hasmına cevabı,
buna...[525] benzeyen şeyle ihticac
etti ki belki bu ona yarar sağlamış olur. Sonra yine kendisinde hiç bir illet
bulunmadığı halde güçsüz ve takatsizim diyerek, kendisine muhtaç olduğu süsünü[526]veren
kimsenin sözünü hasmına delil olarak gösterdi ve bununla kuvveti nefyettiğini
kastetmediğini iddia etti. BununU ancak zinde ve refahda olmadığı hususu
nefyettiğini murad ettiğini ifade etti. Bunun delili ise. soran kimsenin ona
avdet ederek bilâkis senin gücün vardır, fakat sen, benim yardımımla ferahlanıp
sevinmezsin. Ben felanm ihtiyaçlarını taksim ettim, nasıl oluyor da sen benim
gücüm yetmez diyorsun?
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Onun iki yönden cevabı vardır.
Birincisi : Onların
her ikisi de doğrudur. Çünkü zinde ve ferahlı olmamak kuvveti ortadan
kaldırır. Onunla ayakta durması raümkün olduğu için kendisinden ferahlık ve
zindelik hasıl olur. Böylece de kuvvet bulunmuş olur. îşte o dediği şeyin
kendisidir. Bunların ikisi de bilinen şeydir. Bunun içindir ki onlardan birine
yalan denmesi caiz olmaz. Onun söylediğine göre onlardan birine yalan lâhik
olması caiz olur.
İkincisi : O, muhtaç
olan işe göre görüşünü ifade etti. Şöyle ki; kendisi ile kaim olursa ona
kudret denir. Görmüyor musun ki, o, başkasının ihtiyaçlarmin varlığı ile
ihticac etti. Malumdur ki, gerçekten o kudret, ondan zail olmuştur. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Kâfirin, küfür halinde
imanla memur olduğunu iddia etti. Bunun te'-vil ve tefsiri şöyledir : Gerçekten
nehiy ona tekaddüm etmiştir. Bunun üzerine o, tekaddüm eden kudret ile ona
kadirdir, demesi gerekir. Onun, evvelki mesele hakkında terk olduğunu iddia
etmesi de bu meyanda ifade edilmiştir. Çünkü müslümanlar böylece ilerliyor,
deyip onu mümkün olan hususa yöneltti. Diğeri hakkmda ise böyle bir ifadede
bulunmadı.
Biz Allah'ın izni ve
tevfiki ile deriz ki : Müslümanlardan hiç bir kimse yoktur ki; onun nezdinde,
kâfir, küfür halinde iken bulunduğu hal üzere kadirdir demesin. Öyle ise emir
hakkında söylediği gibi kudret hakkında da söyle. Çünkü sözde olsun, elde
etmekte olsun her ikisinde de manâ birdir. Sonra onun müslünıanlarm sözünü
te'vil ve tefsir etmesi, öyle bîr yönde olmuştur ki, her müslüman gerçekten
onun hatırına gelmediğini bilir. Bilâkis herkesin aklı, onun ihtimal dahilinde
olduğunu görmez. Eğer kâfir olması için çalışmasını gerektirseydi, küfürden
nehyedümiş ve bulunduğu halde de emredilmiş olmazdı. İçinde bulunduğu zamanda
bulunmadığı hal ile memur ve nehyedilmiş ve zıtları ile de muhatap olmuş olunca
ikinci, üçüncü ve nihayetsiz zamanlar içinde de böyle olurdu. Bu hususlar
gerçekten emir ve nehyin bulunmasını batıl kılar. Çünkü o, her şeyle ikinci
vakit için emrolunmuş, zıttuıdan da nehyolunmuş olur. Halbuki o, bu
hususlardaki emri yerine getirmiş olmadığı gibi nehyedileni de irtikâp etmiş
olmaz. Çünkü o, emrolunduğu veya nehyolunduğu gelecek olan her zaman da
böyledir. Böylece fiil de ebedî, olarak emrin ve nehyin gerçekleşmesi batıl
olur. Ve emri kabullenme ve nehyedileni irtikâp etme haline rücu eder ki bu da
çok uzak bir ihtimaldir. Sonra hasmının sorusunu öyle bir yönden zikretti ki,
hasmı, sözünü[527] ihtimal dahilinde
görmez; ve diyor ki : Siz kendinizde kudretin bulunduğunu ispat ettiğiniz[528]
zaman siz, Allah'ı ona benzetmiş olursunuz. Bu hususa cevap olarak şöyle diyor
: O, senin kadir olduğunla vacip olmaz. O, gayri ile değildir. Binaenaleyh, bu
hususta benzetme olmaz. Tıpkı ilim hakkında ifade edildiği gibi.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Eğer herhangi bir şeye Allah'ın emri ile kadir oldun ise senin
kudretinle Allah'ın kudretinin zail olması caiz olmaz. Tıpkı Allah'ın emri ile
bir şeyi bildiğin vakit senin ilminle Allah'ın ilminin zail olmadığı gibi. Ve
sonra, gerçekten soru iki yönden vukubul-muştur.
Birincisi : Kudretle
tek basma kalmak, bununla senviyelerin sözünü nakzetmek için delil getirdin. Bu
hususta da aynı şeyi ifade etmen gerekir.
İkincisi ise :
Gerçekten o husus, fiil bulunmadan önce fiil için Allah'a muhtaç olmamam
icabettirir. Allah-u Teâlâ'nin her hangi bir kimseyi kendisinden müstağni
kılması caiz değildir. Eğer «Allah'a bakî kalması hususunda muhtaç olur»,
dersen o, sence mümkün olmaz. Çünkü onun ihtimali[529]
bulunmaz. Eğer «başkası meydana gelir» dersen, onu bir vakit için kendisinden
gani kılmış olur. Kulluğun bulunması ile beraber eğer o husus bir vakit için
caiz olsaydı ebediyyen böyle olması caiz olurdu. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bu konuda asıl olan
şudur ki : Gerçekten kudretin fiil için olmaması mümkün değildir. Fiilden
olmayan acizlik de böyledir. Sonra bir vakitte fiile kadir olması, ikinci bir
vakitte de aciz olması caiz olur. Çünkü bunun gibisinin bulunduğu
bilinmektedir. Buna göre Allah-u Teâlâ, olması mümkün olmayan şey için kuvvet
vermiş olur. Bu husus ise, kuvvetin fiil için olduğunun fasid olduğunu ifade
eder. Binaenaleyh kendisine bu husus akim icabettirdiği şeyi yani, kudretin
daha önce geçtiğini söylemek mümkün olmadığı için onun ancak fiil için
olduğunu34 ifade etmesini gerektirir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra kendisine
Firavun'un işi ile itiraz olundu. Şöyle ki : Eğer Firavun imân etmeğe kadir
olmuş olsaydı, Allah'ın ilmini iptal etmeğe kadir olurdu. Bu husus Firavun
hakkında böyle olduğu gibi Allah'ın indinde imân etmiyeceği bilinen herkes
hakkında da böyledir. Bu görüşe cevap olarak şöyle der : O, vacip olmaz. Zira
kudret, olmıyacağı bilinen imânın gayridir. Eğer onu kuvvet hakkında[530]
lâzım kılarsak, emir hakkında da aynı hususu söylemeniz ise elbetteki lâzım
gelir.[531] Sonra âlemin yaratılması
üzerindeki Allah'ın kudreti ile itiraz etti ki, Allah'ın ilminin iptal edilmesi
için kudretle vasfolunması caiz olmaksızın bu husus mümkün olmasın. Birinci
mesele de bunun gibidir. Sonra
Hüseyin'e, sözü mutlak olarak
ifade edip ortaya atmakla itiraz etti. Hüseyin, onunla iman arasını beyan
ederken mutlak olarak ifadede bulunup ortada konuşmayı tercih etmiştir. Sen
onun, Allah'ın ilmini iptal etmek hakkında da böyle ifade ettiğini söyler
misin? Sonra der ki, o nasıl olursa olsun Allah onu bilir. Amma, olmadığı
zaman Allah'ın ilminden çıkmış olur.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : Onu nazarı itibare almanın yönü, onun kadir olduğu şey üzere
değildir. Fakat itibar edilecek husus onun daha salih olanı ifade etmesi
yönüdür. Şu malum olan bir gerçektir ki; eğer Allah, onun mâlik olduğu şeye
malik olmamış olsaydı, sapıttığını sapıtmağa, kendi Rasûlü'ne itaati menetmeğe
kadir olmazdı. Binaenaleyh onun azgmîık ve sapıklığı daha az, itaat etmesine
ise daha yakın olur idi. Buna göre daha salih olanı söylemek yersiz ve
batıldır.
İkinci olarak denir ki
: Onun, Allah'a iman etmiyeceği haber verildiği zaman, onun, kendisinin
düşmanı olduğunu muhakkak bilirdi. Düşmanı mukadder olanı kötüleyip anlamamağa
kadir kılınması onun kendi mülkünü bozup yok etmeğe ve rububiyetini iptal
etmeğe güçlü kılması aklın bedaheti ile anlaşılır ki hikmet sınırının dışına
çıkmak olur. Maamafih bu hususta düşmanına en büyük nimet ve minneti sağlamış
olur. Onun kendisine şöyle demeğe hakkı vardır : Benim, senin üzerinde her
türlü nimetim[532]
vardır. Yahut ta şöyle der : Cahil olan, bir Rab olmayan şeyle beni,
rububiyetini nakzetmeğe malik kıldın. Senin hikmetini, yalancı, hikmet sahibi
olmayan ile gidermek için bana güç verdin. Onları yapmak için beni kudret
sahibi kıldın. Onları yerine getirmek için bana emir verdin, muhakkak olarak
sen bilirsin ki, gerçekten ben dileseydim, mutlak yapardım. Bunun üzerine senin
rububiyetin tamamlanır, sana hikmet, noksansız olarak verilirdi. Benim, senin
üzerindeki nimetim[533] çok
büyüktür. Sana verdiğim nimet de daha geniş kapsamlıdır. Öyle ise senin hangi
nimetinle beni azaba çekersin, hangi hikmetini bana emredersin? Bunların
hepsi, senin için benimle tamamlanmıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Üçüncüsü : Hakikaten
iki ilâh bulunduğunu söylemenin fasid ve batıl olduğunu bilmenin yolu ancak
birisinin kudretinin ancak diğerinin bilmediği şeye karşı geçerli olmasıdır.
Bu husus ise aksinin vukubulmasını icabettirir. Eğer bu ulûhiyetin fesada
uğramaksızın caiz olmuş olsaydı, tevhit ehlinin senviyelerin sözünü ve
görüşünü iptal ettikleri husus hakkındaki sözleri batıl olurdu. Onun «Gerçekten
Allah, o kimse iman etmiş olsaydı, nasıl iman ettiğini bilirdi», sözüne
gelince bu, kendisinde hiç bir yarar bulunmayan bir manâ ve ifadedir. Çünkü onu bilmesi ile beraber,
onun iman etmiyeceğini
bilir miydi, yoksa bilmez miydi? Eğer hayır derse, onu yani Allah'ı bilmez ve
anlamaz kılmış olur. Eğer evet derse, kendisine, işte, şimdi bu hususta
karşılıklı talepler vukubulur denir. Sen, «Sğcr iman ederse, onun ilminin
dışına çıkmaz» dedin. Sahi! Nasıl çıkmaz? Onun oîmıyacağmı bilmiyordu, halbuki
oldu. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Amma Onun, «Eğer onun
üzerine kadir olmasaydı, zemmedilmiş olmazdı» sözüne gelince; o, tıpkı kelâm
etmek gibidir. Aralarında hiç bir fark yoktur. Bunun delili de onun sözü
olmasıdır. Bilâkis, en müthiş derecede zemmedenin zemmi, onun üzerine vaki
olur. Zira o, kendisi ile geldiği husustan kaçınarak kudreti yapmış oluyor. O
husus, bizi ilgilendirmez. Çünkü kudret, imanın gayridir demesi ise yine
reddedilir. Çünkü bu ifadede lâzım olmayı meneden husus vardır.
Bilâkis, o kudret,
imanın gayri olduğu için lâzım olur. Sonra onu emirle itibare alması fasittir.
Çünkü o, kendisi ile kulluğu istemektedir. Binaenaleyh zilleti ve kulluğu zahir
olur. Kuvvet ise yücelik, yükseklik ve her şeyden müstağni olmak demektir. İşte
bu yöndür ki, bununla Allah'ın gayrinin rububiyeti iptal olunur. Halbuki emirde
bu husus yoktur. Oysaki emir ve nehiy olmamış olsaydı iman eder, iman etmeyip
küfreder, kadi? olur ve kadir olmaz demenin hiç bir manâsı olmazdı. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Sonra, gerçekten
kudretin semeresi fiildir. Zikrettiğimiz hususlar, fiille olur, emirle değil.
Bunun içindir ki emir, emirle zikrettiğimiz şeye vukubulmuş olmaz. Halbuki
kadir kılmakla mülk sahibi, zengin ve halef olarak bırakılmış olur. Bu hususlar
noksansız ve tamam olarak bulunduğu vakitte de Rab ve İlâh plur. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Ve sonra gerçekten
biz, zikrettiğimiz yönden ilmin yolu akıl olan hususla itiraz ettik. Emir ise
aklın icabettiği şeyle zıt düşmez. Eğer emir olmamış olsaydı, akılla olan
evvelkisi kötü ve bilinmez olurdu. Binâenaleyh emir hakkındaki hikmetin yönünü
ya bilir veyahut ta bizim bildiğimiz şeyi bilmez. Böylece kendisine ikinci
yönün bilinmesi güç olan şeyle onu reddetmesi vacip olmaz. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Zikrettiğim hususu,
dünyadaki işler teyid eder ki her kuvvetli olan yücelir ve kuvveti ile
yükselir. Yüce ve büyük olan da bir şeyle emrolunmaz. Öyle ise, emirde zillet
ve kul edinmek olduğu sabit olur. O ise bunu icabettirmez. Kudret sahibi
kılmakta ise onun yüksekliğini ve yüceliğini jcabettirir. Tevfik Allah'tandır.
Sonra, kudret
bulunmadığı vakitte zayi olmaz[534],
kudretin bulunması kastolunan fiili icabettirir. Emrin hakkı ise lâzım olmayı
gerektirir. Yoksa fiilin var olmasını değil. Nice emirler vardır ki orada
emirleri kabul edenler yoktur. Bunun içindir ki, o, vacip olmaz. Allah'ın
hakkında zikrolunan husus ise o, Allah'ın kudreti, dilediğinin olması ve
saltanatının cereyan etmesidir. İşte Allah'ın böylece nıbubiyeti tamam olur.
Bizatihi yüce olmasını gerektirir. Kendisinde korkudan zikrolunan şeyin
bulunması caiz olmaz. Bilakis onunla hikmeti tamamlanır. Ve rütbesi yücelir. Bunu gayri için icab
ettirmesi ise çelişiktir. Görmüyor musun ki, seneviyelerin sözü, zikrettiğim
hususlarla nakzolunmuştur. Onların sözü, Allah hakkında benzeri gibisine zıt
düştüğü için kabul olunmaz ki, Allah, bildiği şeye kadir olur ki, o, onu
işlemez. Bu takdirde rububiyetini nakzetmeğe[535] kadir
olur. Onun gibisini itiraz ederek ve onu vacip kılarak, Allah'ın gayrinde
olduğunu ifade ettiler. Bizim mevzubahs ettiğimiz husus da bunun gibidir.
Başka bir yön de vardır ki o, Allah-u Teâlâ'ya, onun şöyle kudreti vardır ve
böyle ilmi vardır, sözü ile kudret ve ilim vacip kılmaz ki, bunun hiç bir
manâsı yoktur. Bu ise bunları Allah'ın gayrinde gerçekleştirir. Öyle ise ona
itiraz etmek lâzımdır. Ve yine gerçekten Allah-u Teâlâ, kendi zatı ile kadir ve
âlimdir. Zikrolunan şeyle Allah'ın vasfolunması mümkün değildir. Çünkü bununla
Allah'ın rububiyeti tamam olmuş, ulûhiyeti ve saltanatı yücehniştir. Allah'ın
zatı ile mevsuf olan şey, başkasının, onun üzerine hâkim olması ve kudretinin
üzerine cari olması sabit olduğu zaman o hususlardan olmuş olur. Tıpkı
kendilerinde birbirlerine benzeme-yip muhtelif olan arazlar ve kendileri için
bulunan cisimler gibi. Veyahut kendi nefisleri ile kaim olan cisimler ve
onlarla bulunan arazlar gibi. Sonra Allah-u Teâlâ'nın
onların üzerine hükmü ve sultası caridir ve onlara maliktir. Eğer Allah'a
takdirini iptal ve tedbirini noks anlaştırma, ilmini giderme, haberinden
hakikati nefyetme gibi hususları isnad edersek Allah, gayrinin kudreti altında
ve başkasının hükmünde olur idi. Allah-u Teâlâ, bu gibi hususlardan büyüktür,
yücedir, berî ve münezzehtir. Bununla beraber bu hususları ifade etmek emre
rücu' eder ki, biz onu beyan ettik.
Kudret hakkında
kaderiyelere göre iki mesele vardır kî, bunlar Al-lah-u Teâlâ'mn bizatihi kadir
olmadığını icabettiriyorlar.
Birincisinde; onlar
diyorlar ki : Allah-u Teâlâ, kulların hareketlerine ve sükûnet bulmalarına
kadirdir. Vaktaki Allah, kulları o hareketler ve sükûnetlere kadir kıldı. O
fiillerin üzerine olan kudreti kendisinden zail oldu. Bunun üzerine gerçekte
Allah-u Teâlâ, gayri ile kadir olmuş olur. Çünkü o, bizatihi bulunduğu hal
üzere olur. Eğer o kudret Allah'ın zatı için olmuş olsaydı gayrini onun üzerine
kadir kıldığı vakitte kendisinden zail olmazdı[536] ve,[537]
bunu açıklayanlardan biri de Allah-u Teâlâ,' bizatihi her şeyi bildiği vakitte
başkasına bildirdiğinde kendisinden ilmi gitmez. Kudret de bunun gibidir.
Bununla beraber arazların cisimler için başka olmasının[538],
delilleri cisimlerin arazlar olmaksızın bulunmalarıdır. Görünen husus
hakkındaki ilim ve kudretin başka olmasının illeti de bunun gibidir ki, her
ikisi de kendisi için olanın gayridir. Allah-u Teâlâ hakkında ifade ettikleri
sözde böyledir. Bu hususa daha fazla açıklık getiren husus da şöyle İfade
edilir ki, eğer onu mecburî bir hareketle hareketlendirmeyi ve mecburî bir
sükûnetle durdurmayı kendisinde kudretin bulunması ile beraber murad etmiş
olsaydı, ondan o kudreti almadıkça onun üzerine kadir olmazdı. Bunun üzerine
Allah'ın o kudretle kadir olduğu sabit olur ki, o da kendisinden gider ve
kendisine döner. İşte bu arazların hakikati ve cisimlerin de sıfatıdır. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
ikincisi : Gerçekten
Allah-u Teâlâ, kulunu bir şeyin itlafına kadir kıldığı vakitte Allah'tan murad
ettiği şeyin ibkâ etmesine olan kudreti gider. İbkâ etmek ise, Allah'ın
fiilidir. Hakikatte kendi fiili olan, o fiilden menedilmiş olur. Kim ki
başkasını menetme ihtimali dahilinde olursa, onu serbest bırakma ihtimalinde de
olur. Birincisinde aciz kılmak, ikincisinde ise kadir kılmak vardır. Her ikisi
de kendisine başkası ile vacip olur. Allah-u Teâlâ, bunlardan beridir,
münezzehtir.
Sonra Kâbı diyor ki:
Biri derse ki, kadir olan bir vakit o kudreti ile bir şey yapmaması caiz olursa
niçin böylece bir çok vakitler caiz olmaz? Tıpkı Allah-u Teâlâ bununla
vasfolunduğu gibi.
Fakih Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : O, muhakkak, meseleyi takdir etmekte hata etmiştir. O
husustan sual sormak iki yönden olabilir :
Birincisi : Gerçekten
kudret, ancak fiil için olur. Ve ondan bir vakit hâli kalması[539]
caiz olunca kendisinden bir çok vakitlerde hâli kalması caiz olur. Bu vasfı,
Allah için de gerçekleştirdim.
İkincisi : O, kudretin
vaktinden ikinci vakit için kudreti bulamamıştır. Ve o kudretle fiil caizdir.
Niçin onuncu vakit için -her ne kadar kudreti bulamıyorsa da- böyle olmasın?
Veyahut vakitlerle kudret yok olduktan sonra o kudretle fiil caiz olmayınca
bir vakit için de caiz olmaması vacip olur. Birincisine şöyle cevap verdi :
Gerçekten Allah-u Teâlâ, kendine fiillerden birbirine zıt olmayan[540] ve
kendisine zıt olmayan şeye kadir olması ile böyledir. Halbuki kul, kendisine
zıt olmayan şeye kadir olmaz. Bunun içindir ki failsiz vakitlerin bulunması
caiz olmadı. Kendisine denir ki, zikrettiğin hususlar geçerli değildir. Bu
sözlerin kabul olunmamıştır. Bilakis, sana şöyle' denir : Kendisine zıt olan[541]
şeyin bulunmamasının caiz olmamasını kim meneder? O, bir şeyi veyahut zıttını
bir vakitte yapmamıştır. Kim kendisine zıt düşmezse o caiz olur. Sonra denir
ki, birbirine zıt olan İQİn kudretin vaktinin bulunması caiz kılmaz veyahut
ona ikinci vakitte vacip kılar. O iki halde de bir olduğu halde nereden iki
emirle vacip kıldı? Allah hakkında söylediği şey, fasid ve batıldır. Çünkü
onun nez-dinde Allah'ın fiili yarattığının gayri değildir. Yarattığı ise ölüm
ve hayat ve başkaları gibi birbirine zıttır. Sonra cismin ilk halleri ile cevap
verdi ki, o, hareketten ve hareketsizlikten hâli kalır. Niçin onun bir çok
vakitler her ikisinden hâli kalması vacip olmaz?
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Biz Allah'ın izni ve tevfikı ile deriz ki : Hareket etme ve sakin
kalma, her ikisi de bekanın ismidir. Beka, mümkün olmadığı için cismin
hallerinin evvelinde bulunmaları mümkün değildir. Çünkü sükûnet, var olma
bakımından karar kılmadan ibarettir. Hareket ise ondan intikal etmektir.
Kudret de ancak fiil içindir. Fiil olmadığı halde kudretin bir vakitte
bulunması caiz olsaydı bir çok vakitlerde de bulunması caiz olurdu. Çünkü
kudret, fiil içindir. Halbuki cisim, ne hareket içindir ve ne de sükûnet için.
Onların her ikisi de öyle manâlardır ki, hâli iktiza etmezler. Görülmüyor mu ki
bekanın vakitleri onlardan hâli kalmazlar.
Sonra kudret de baki kalmaz. Böylece vücut anında ondan hâli kalmaması vacip
olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra bizim meselemiz
fiil hakkındadır. Biz, beka için isim olan fiil olmadığı vakitte bekanın
bulunması anında cismin bulunmasını caiz kılarız. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Ve der ki : Sahih ve
doğru olan sudur ki, beka olduğu vakitte fiilden hâli kalması caiz olur, sonra
ebediyyen caiz olmaz.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki: Onun söylediği şey hatadır. Bilakis o, caizdir. Sonra
gerçekten onun makul olduğunu iddia etti. Halbuki o, akla uygundur. Akim hakkı
ise durumu aklen sabit olan şeyden çıkmaktır. Sonra ilim hakkında öyle bir
şeyle konuştu ki sanmam ki biri onu'dü-şünsün de hayrette kalması kendisini ona
itmediğini ve onun yararının az o'duğundan kendisini terketmediğini bilmesin.
Sonra kendisine iman ve küfre kadir olan kimse ile itiraz edip niçin bunlardan
birini işledi de diğerini işlemedi? dedi. Bunun üzerine onun mümkün olmadığını
iddia etti. Çün« kü o, eğer ancak bir ile gelmiş olsaydı, mecburi olmuş olurdu.
Halbuki ihtiyarî olduğu da sabit olmuştur. Sonra onun ayniyle Allah hakkında
kendisine itiraz etti. Biz deriz ki, o, sualin cevabından dışarı çıktı. Çünkü
o, onun zıttı olanı nasıl ihtiyarî olarak belirledi? İhtiyarî olmanın şartı,
dilediğini yapmak değildir. Fakat yapılması evlâ olanı seçer. Bilmediği geyi
işleyince niçin onu işliyor? Öyle ise, başkasının kendi, fiilinde tedbiri
ol-iuğu sabit olur ki o da fiilinin çıkmasıdır. Tevfik Allah'tandır.
Onun, Allah'a Allah
ile itiraz etmesi, iki söze binaen mümkün değil-iir. Birincisi; «Allah,
bizatihi haliktır.» sözümüze göre. Bunu ifade etmek ;ıpkı, «Allah niçin kadir
oldu ve niçin büdi?» sözü gibidir. Ve onun «Gerdekten o, din hakkında daha
salihtir», sözüne göre. Fiilinin vasfı bu olan dmseye soru tevcih edilmez.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Biz, bizi, bu gibi
sorulardan müstağni kılan Cenab-ı Allah'a hamd ü ıenâ ederiz. Fakat, her ikisine
zayıf olduğu için kendisi ile soru tevcih et-neğe razı olmayan hususun
miktarını zikrettim ki, onlar, onunla razı olan lakkında kadrini bilsinler.
Tevfik ancak Allah'tandır.
Sonra imân ve zıttı
için bir kuvvet salih olunca, niçin onların üzerice kuvvet verilmesi ile ifade
etmek doğru olmaz, diye iddia etti. Bu husus, mir ve nehiy ile reddedildi. Her
ne kadar şarabın satın alınmasında har-anması ve dostun Öldürülmesinde kullanılması ihtimali
dahilinde olduğundan para ve kılıçla itiraz etti ve bunların verilmesinin caiz
olmadığım söyledi. Biz deriz ki, suâlin tamamı şöyledir : Gerçekten Allah-u
Teâlâ, onu kimin hakkında kullanılacağını bilir. Bunun gibisi görünen âlemde
onun üzerine güçlenmesi ile vasfolunur. Allah-u Teâlâ ise onun benzeri ile vasfolunmaz"[542].
Evvelki mesele ile ifade edilen şeyle beraber yaratma hakkında da ifade bunun
gibidir. Fakat ondan talep etti. O hususta muhayyer kılındı[543],
yoksa onunla değil. Bunda verme yönü yoktur. Çünkü o. minnet ve nimet vermenin
bir nevidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Onun itiraz ettiği
şey, fasiddir. Çünkü onun iki yönden kullanılması muhtemel değildir.
Binâenaleyh o husustan bu vecih için reddetme bulunmaz. Kuvvet ise ancak
onlardan biri ile muhtemel olur. Onlardan birinin kuvvetle vukûbulmasından
hâli kalması caiz olmaz. Bu ise muhakkak bilinir. Binâenaleyh onun gayrini
reddetmeyi ifade etmeye muhtemel olmaz. Sonra şöyle diyor : Eğer sen «Asî ve
günahkâr olan yaptığını Allah'ın kudreti ile yapar» dersen niçin «Gerçekten
mâsiyet Allah'tandır» demiyorsun?
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : O gerçekten iki yönden hata etmiştir. Birincisi, onun
hasımları, masiyetin Allah'tan olduğunu ifade etmiyorlar, ikincisi : Kulun
fiili, Allah'ın kudreti ile vaki olur denmez. Fakat onu Allah'tan talep etme
kudreti ile vaki' olur denir. Buna birincisine verdiği cevap gibi cevap verdi
ki gerçekten Allah, itaat etsin için verdi ve bunu tamam kıldı. Biz,
birincisinin yönünü ve bu sualdeki hatasını beyan ettik.
Sonra, kendisine
kudret hayır için yaratıldığına göre kul, onu başka yöne çevirmeye nasıl kadir
oldu? diye itiraz olundu. Bunun üzerine şu iddiada bulundu : Gerçekten (enne)[544] o,
ısıtan ve soğutan gibi değildir. Fakat kılıç ve para gibidir.
Ebu Mansur (r.h.)
diyor ki : Ona, kudret ne iki fiilin yapılmasına ve ne de onların yapılmamasına
muhtemildir, denir. Senin karşılaştığın husus ise, her ikisine muhtemeldir.
Binâenaleyh kudretin, her ikisi için değil, biri için yaratılmış olduğu sabit
olur. Sonra kendisi ile soğuyan ve ısınan şeylerden senin zikrettiklerin gibi
yaratılmış olanı kudretin onu bir yönden
değiştirmesi ihtimali yoktur. Niçin kudretin onlardan biri için -yaratılmış
olmasın. Halbuki o, biri için olan şeydir. Mahlûkat hakkında açıkça cari olan
örf, bu hususu sana hayır üzere kudret sahibi olması için talep etmesini beyan
eder. Eğer kudret şerre muhtemel olmasaydı, ona tahsis edilmesinin hiç bir
manâsı, olmazdı. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra, kendisine
zenginlikle itirazda bulunuldu : Bunun üzerine «Maazallah; çünkü o, herşeyden
ganîdir.» dedi ve kılıç ve para ile kendisine itiraz edildi.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) diyor ki : O, bu hususta haddi tecavüz etmiştir. Çünkü kuvvetin baki
kalması ihtimali yoktur. Halbuki ihtiyacı kudret ile vacip kılmıştır. Bu
husus, müstahil olduğu zaman bununla gani olmağa arız olacak şey lâzım gelir.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Onun karşılaştığı şey
ise, varlık yararı idame ettirmez. Bilakis onu Tbekâ idame ettirir. Onun baki
kılınmağa ihtiyacı vardır. O, kuvvette yoktur. Bunun içindir ki, kendisinden
sığındığın şey sana lâzımdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra hasmına öyle bir
soru sordu ki, onun susturup bir şey demesine meydan vermedi. O, soru Allah-u
a'lem şundan ibarettir : Hakikaten, mu'tezile iddia da bulunup diyor ki :
Gerçekten Allah-u Teâlâ, kişinin ömrünü bir müddet olarak verir, kişi o müddet
içinde ömrünü tüketir. Allah-u Teâlâ'nın o, kişiyi kendisine verdiği müddet
içinde baki kılması Allah'ın fiilidir. Allah bunu yapmasını murad eder. Allah,
o kişiye bu müddet içinde rızıklar takdir buyurmuş idi. Sonra Allah
kullarından birine Öyle bir kuvvet verdi ki, onunla Allah-u Teâlâ'nın
kendisine verdiği müddet içinde yaşayıp, nimetlerinden yararlanmasını o
kimseden meneder. Alemlerin Rabb'isi olan Cenab-ı Hakk'ı da, o kimseye verdiği
sözünü yerine getirmekten meneder. Böylece Allah'la, o kimsenin hayatını
cesedinde baki kılacak olan Allah'ın fi'li arasına girmiş olur. Ve Rabb'isini
kendisinden menetmek suretiyle, düşmanının kendisini öldürmesi sebebiyle bunun
kendi fiilinden olmasını murad etmiştir. Bu hususun tahakkuk etmesinde, vadi
yerine getirmeme, kahretme, mecbur kılma, ve fi'ilinden menetme gibi hususlar
ortaya çıkar. Bunların hepsi de, Cenâb-ı Hakk'm o kimseyi bunlara kadir
kılmasiyle olur, Bunlar da, acizlikten, sözde durmamakta, makbul elan yoldan
olur, veyahut olmaz.
Müslümanların
verdikleri cevaba, cevap vermek üzere der ki : Gerçekten mesele her iş
hakkında ifade edilen hakkındadır. Eğer o, olmamış
olaydı, Allah'ın ilminde olması nasıl
düşünülür idi? îgte müslümanlarm katında ifade edilen budur ki, gerçekten
Allah'ın ilminde var olan şey o idi. Onun ilminde ve kudretinde, kendisinin
başlangıçta o müddetin gayrini meydana getirmeye salihti. İlmin de onun
olmasını kılmış olsaydı, bu olan meydana gelmezdi.
Sonra sözünün
hakikatine dönerek şöyle der : Zalim olan onu ancak eceli geldiği için öldürmüş
idi ise, o malûm değil idi. Yine bazan başkasmm koyununu kestiği için övülür.
Çünkü eğer koyunu kesmemiş olsaydı muhakkak ölecekti. Sonra muhakkak sen, «Onu
eğer öldürmemiş olsaydı eceli gelmezdi» dersin diye kendisine itiraz olununca
«Maazallah, bilakis belki de onu benden başkası öldürür, yahut eceli bitmiş
olur» dedi. Sonra, Allah-u Teâlâ'nın «... Kendisine ömür verilenin ömrünün
uzatılması, ömründen eksiltilmesi muhakkak bir kitabta (Levh-i Mahfuz'da veya
Allah'ın ilminde) yazılıdır. Şüphe yok ki, bu Allah'a kolaydır,[545]
kavl-i celîli ile ve Resûlüîlah'm (s.a.v.) «Sıla-i rahim (yakın akrabayı ziyaret
etmek) ömrü ziyadeleştirir»[546]
hadis-i şerifi ile ihticac etti. Bununla ömrün bilinen bir miktarı olup sıla-i
rahimle fazlalaşac ağını haber verdi. Buna göre Haclis-i Şerifin anlamı; eğer
sıla-i rahimde bulunursa Levh-i Mahfuz'da eceli şu kadar olur, eğer bulunmazsa
eceli şu kadar olur, şeklindedir. Sonra kendi aptallığına dönüp mutlak olan
bir mevhumla itirazda bulundu. Eğer «Bu hususta, başka bir ş$y değil, men'i
reddetmek vardır. Kudrette ise fiili men'etmek vardır», denirse buna «Kudrette
de aczi men'etmek vardır, başka bir şey yoktur», diye cevap verdi. Ve devamla
eğer ben kudretin icap ettiğini söylersem, kendisine ithal etmiş ve onun
üzerine hamletmiş olurum. O fiil de benim gayrimin olur.
Allame Ebu Mansur
(r.h.) der ki : Onun dediğini ve kendisi ile karşılaştığı şeyi kim iyi
düşünürse, onun cevabın dışına çıktığını yakinen anlar. Fakat biz, onun ciddi
olduğu hususlardaki gafletini anlatırız ki, hasımlarının kendisi ile
ayrıldıkları hususun tümü hakkındaki özrünü bilsinler. Çünkü bu onun ilmînin,
Allah hakkında ulaştığı yerdir. Biz ona deriz ki, Alîah-u Teâlâ, onu
Öldüreceğini bilir mi, yahut bilmez mi? Eğer evet bilir derse, kendisine «onun
öldürmesi, hayatını yok edip ömrünü giderir mi? Yahut gidermez mi?» diye
sorulur. Eğer hayır derse, var olan onu yalanlar. Eğer evet derse, kendisine
§öyle denir; «Onun ömrünün bitmesini, ruhunun cesedinden çıkmasını başkası ile
nasıl yaptı? Evet, eğer bu hususu biliyordu
ise nasıl yaptı? Ve Levh-i Mahfuz'da, o, böyle yaparsa, şöyle olur; eğer böyle
yapmazsa, şöyle olur; diye nasıl yazdı?» Bu olanı bilmî-yen kimsenin işidir.
Amma olanı bilen kimse, böyle olur diye yazar. Eğer o, böyle olmamış olsaydı,
felan böylece küfrederdi de Allah'ın gadabma müstahak olur. Eğer o,
küfretnıemiş olsaydı, iman ederdi ve Allah'ın sevgi ve muhabbetini kazanır.
Amma o, yahut şu olur, diye olan hususu kesinlikle ifade etmeksizin konuşmak
ise, sonuçları bilmeyen cahillerin iğidir. Sonra o, nereden ve nasıl, ilimden
elde edilen bir haber olur ki, onu olmadan önce tesbit etmiştir. Bu kadarım
bütün insanlar bilir. Yani, insanlar felan, ya öldürülerek hayatını kaybeder,
yahut tabii olarak ölür, iman eder, yahut küfreder, şu vakitte harekette
bulunur, şu vakitte de bulunmaz diye herkes bilir. Levhden bu kadarı, her
gemide bulunur. Ve her geminin levhidir. Yoksa Levh-i Mahfuz[547]
değildir, fakat zayi edenin levhi olur.
Onun «Eceli gelirse,
gerçekten onun eceli, Allah'ın ilminde olana göre katlin gayri ile değildir,
sözü ise, o, gerçekten Allah'ın ilminde olduğu gibi öldürür. Fakat kendisinden
nehyedilen katil ile yahut, Allah'ın ilminde olana göre emredilenle öldürür. O,
Allah'ın ilminde olduğu gibi, iman eder ve küfreder. İşte Allah'ın ilminde olan
bu husustur. Onların hepsi onun akıbetinin nereye varacağı Allah'ın bildiği
hususlara dahildir.
Eğer onu işlememiş
olsaydı, akıbetinin ne olacağı ve sonunun nereye varacağı hususu Allah'ın ilminde
idi. Ecel de bunun gibidir. Buna göre, Allah-u Teâlâ, onun sıla-i rahimde
bulunacağını bildiği için onun ömrünü kendi ilminde sıla-i rahimde
bulunmayandan daha çok ve uzun kılmıştır. Âyeti celîlenin emri de böyledir.
Zira onun fiilinin, ilminin dışında olması mümkün değil. Onların dedikleri, bu
hususta makul olanıdır, te'vil ehli âyet-i celîle hakkında şöyle diyor : «O,
ömrünün sonunu ve ömründen geçen her vaktin noksanlaştığmı beyân ediyor. Bir
grup da, o, ancak mahlûkatm, uzun ömürlü, kısa ömürlü olmaları arasında bulunan
muhtelif ömürlerdir. Yoksa, Allah-u Teâlâ, birine bir ömür verir de sonra kendisine
zahir olan lüzuma binâen ömrünü ziyadeleştirir veyahut noksan-laştınr anlamına
değildir. Tıpkı cahillerin ve işlerinde şek ve şüphe edenlerin yaptığı gibi.
Kuvvet ancak Allah'tandır.
Allah-u Teâlâ, «Her
ümmet için takdir edilen bir zaman (ecel) var. Müddetleri gelince bir an geri kalmazlar
ve öne de geçmezler»[548]
buyuruyor. Onun ifade ettiğine göre; onların ecelleri gelmez, bilakis,
ecelleri gelmezden önce öldürülürler. Yine Allah, ömrü ziyade kılmaz.
Şu vakte kadar ömrünün
idâme ettireceğine garanti verdiği hususu bakî kılmaya kadir olmayan kimse
sıla-i rahim sebebiyle diğer bir ömrü ziyadeleştirmeye nasıl kadir olur?
Bilakis ona düşmanını kadir kılmıştır. Hatta kendisini ondan menetti. Cenab-i
Allah, bu gibi vasıflardan yücedir, berî ve münezzehtir.
Sonra kendisine denir
ki, ona verilen müddetten zikrolunan husus, Levh-i Mahfuz'da onu, ecelinin
gelmesi anına kadar Allah'ın bakî kılmam, yahut o vakte kadar bakî kalması,
yahut eğer Öldürülmezse idi, onun baki kalması veyahut Allah'ın onu baki
kılması yazılmış değil miydi? Eğer birinci ve ikincisini yani Allah'ın onu, o
müddete kadar bakî kılacağını ifade ederse, Allah'ın haberinde yalan olduğunu ve
Allah'ın vadinden hulf ettiğini iddia etmiş olur. Eğer üçüncüyü kabul eder,
öylece konuşursa, kendisine «Onun öldürüleceğini Allah biliyor mu idi, yoksa
bilmiyor muydu?» denir. Eğer hayır bilmiyordu derse, o, kellesinin bedeninden
ayrılmasına ve Allah'ın azabında ebedi kalmasına müstahak olmuştur. Eğer evet
biliyordu derse, kendisine «bilmediğini niçin yazdı?[549]
denir. Çünkü bu, örfte cahillerin yaptığı iştir. Allah-u Teâlâ'yı bilen akıllı
kimselerin onu söylemekten kaçındığı hususlardandır. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Sonra, kendisine
Allah-u Teâlâ'nın öldürülmiyeceğini bildiği kimse ile itiraz olundu. Çünkü onu
öldürmeyi nıurad ediyorlar, onu etkilendiriyorlar ve güçlerinin ihtimal ettiği
tüm varlıkları ile onu öldürmeyi kastediyorlar. Sonra Allah'ın bildiği şey
üzere oluyor. Bunlar Öyle sebebler-dir ki, onlardan birinden bu sebeble fiilin
vaki olduğunu göremiyorsun. Fiilin vukubulması da onun yalanıdır. Ancak şöyle
demesi hariç : Onu meneder, buna göre Allah-u Teâlâ'nın bildiği kimselerin
hepsi hakkında Iruvvetle beraber men olmaz demesi kendisine lâzım olur. Bu
husus kendisine lâzım olduğu zaman da Allah'ın bildiği her şey hakkında, kul
ona razı olmadığı vakit olur demesini reddetmesi lâzım gelir. Bunun üzerine,
her hayır ve şer olan, düşmanlarının sözünün ona götürdüğünü zannettikleri red
ve menetmekle olur ki, onları bulundukları görüşlerine ileten de budur. Kuvvet
ancak Allah'tandır.
Serbest bırakmak ve
hâli kılmaktan zikrolunan husus ise üç yönden mütalea edilebilir bir sözdür;
güçlüğü kaldırmak ve menetmek. Yahut onunla emretmek. Veyahut da güçlüğü mubah
kılmak. Bunların hepsi hayır hakkında mutlak olarak yani kayıtsız şartsız olur.
Şer hakkında ise ancak kayıtlı olur ki, o, mecbur ve güç olmaz. Böyle olduğu
zaman da zikrolunan şeyle onun itirazda bulunması fasit ve batıl olur. Bizden
men' ile cevap verilen de haktır. Allah-u Teâlâ, kavl-i celîlinde : Men'i
zikrettikten sonra «... Eğer tevbe ederlerse, Namaz kılıp zekâtlarını
verirlerse kendilerini serbest bırakın...»[550]
buyuruyor. İnsanların «Ey Allahım, sana itaat etmek için bize güç ver», diye
dua etmeleri hoş karşılanır, fakat «Ey Allah'ım bizimle sana olan teatimizin
arasını serbest bırak!», diye niyazda bulunmaları iyi karşılanmaz. Binâenaleyh
onlardan birinde bulunan halin, diğerinde bulunmadığı sabit olur. Ve böylece o,
kudretin yok olduğu zaman fiilin işlendiğini söyler. Halbuki kendisinde kudret
bulunmaz. Fakat fiilîn işlendiği vakit hâli kalma ve serbest bırakmanın
kaldırıldığını söylemez ki onunla sonra kadir olduğu şeyi bilsin. Kuvvet ancak
Allah'tandır.
Sonra rızıkla ilgili
sual sorarken Öyle bir kelam etti ki; o verihle sorulan suâle kimse razı
olmaz. Bilâkis, onun hakkındaki suâlin vechi şöyledir : Gerçekten Allah-u
Teâlâ, «Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa, hepsinin rızkı ancak Allah'a
aittir...»[551], kavl-i celîli ile rızık
vermeğe vaadedmce ona mülkü ile veyahut ona itham ettiği ile malik olmuştur.
Amma her hangi birisinin Allah-u Teâlâ'yı vaadettiği hususu yerine getirmekten
menetmeye kadir olması, hatta, kendisine sözünde durmamak ve vaadini yerine
getirmekten aciz kalmak gibi hususların lâhik olması, Allah-u Te-âîâ'nın
fülinin başkasının kudreti altında olduğunu ifade eder. Böylece gayri ile
sözünü yerine getirmeğe vaadettiği geyi vermeğe kadir olur. Bu ise çok büyük
bir iştir. Yahut o kimse bu hususlara kadir olmaz. Böylece herhangi birisinin
hakikatte o yönden başkasının rızkı olan ile rızık vermesi batıl olur. Veyahut
ona kadir olur. Bu husus eğer kendisi ile beraber olan kudret hakkında olursa
bu kendisine lâhik olan bir[552] vahşet
olur. Çünkü o bilir ki rızkını o yönden talep etmiştir.
Der ki: Verrâk suâl
sorup onlara şöyle denir dedi; Allah-u Teâlâ'yı düşünüp murakabe etmeğe kadir
olduğu halde, Allah'a isyan etmekten kendisini
koruyan bir kimse var mıdır? Eğer hayır, yoktur, derse peygamberleri
vasfetmekte büyük konuşmuşlardır. Çünkü onlar bunu işlememişlerdir. Eğer evet
derlerse; fiilden Önce masiyetin bulunduğunu söylemeleri lâzım gelir.
Allah'ın izni ve
tevfikiyle kendisine deriz ki; eğer sen kudretle, kulun zayi etmesi olmasaydı,
muhakkak arız olacağı kudretin hallerinden ibaret olanı kastediyorsan ne ala,
ne güzel. Bütün peygamberler ve Allah'ın seçkin kulları böyle idiler. Eğer
onunla fiille beraber olan kudreti kastediyorsan suâli başka noktaya intikal
ettirdin. Ve «Kendisi masıyeti işlediği halde, günahları baki kılmakta Allah'ı
murakabe eden biri var mıdır?» diyen kimse gibi oldun. Bu ise hiç bir manâsı
olmayan hususlardandır. O da sana itiraz ederek «Peygamberlerden bir peygamber,
Allah'tan bildiği, yahut Allah'tan alarak haber verdiğinden masiyeti baki
kılmada Allah'ı murakabe etti mi?» diyor. Her ne şekilde bir şey hakkında
verirse, birinci sorunun cevabı da onun gibidir. Sonra şöyle denir : «Allah-u
Teâlâ, velilerinden birine, kendisine düşman olmayı meydana getirecek kudreti
ondan menetmekle ihsanda bulundu mu?» Eğer evet bulundu derse biz ona deriz ki;[553]
Cenab-i Allah, gerçekten kendisine isyan etmeleri için velilerine kudret
vermez. Binâenaleyh düşmanlarına da kendisine itaat etme kuvvetini vermemesi
kendisine vacip olur. Bunda ise az önce inkâr ettiği husus vardır. Eğer hayır
derse Cenab-ı Hakk'ın velilerine kendisine düşmanlık yapmaları için kuvvet
verdiğini iddia ediyor. Onların sözlerinden biri de «Allah-u Teâlâ,
düşmanlarına düşmanlık kuvvetini vermemiştir.» sözüdür. Binâenaleyh .şimdi,
«Cenab-ı Hak velilerine düşmanlık kuvvetini verdi», demeleri gerekir ki, bu da
çok büyük bir sözdür.
Sonra denir ki;
«Allah-u Teâlâ tââtda bulunduğu zaman, veliye, o taat için kuvvet verdi mi?»
Eğer hayır derse, denir ki : «Yapmaya gücü ve kuvveti olmayan taattan
uzaklaşması, kendisini58 yapmaya gücü ve kuvveti olmayan masiyetten içtinap
etmesi, taata güçsüz olmasından değildir. Bilakis, onun masiyeti terk etmeğe
kuvveti vardı. Onların katında ise onun taat üzerine kuvveti yoktur. Bu ise en
kötü bir düşünce ve ifadedir. Sonra, «Üzerine kadir olduğu fiil ile Allah'a
dostluk yapan bir veli, yahut düşmanlıkta bulunan bir düşman var mıdır?» denir.
Eğer evet vardır derse fiille beraber kudretin bulunduğunu ikrar etmiştir. Eğer
hayır yoktur, derse, dostluk ve düşmanlığı kadir olmadığı [554]eyle
yapmıştır ki bu da çok uzaktır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Ve dedi : «Kime hamd
ederim? Kim masiyete kadir olursa is^an eder?[555] O,
peygamberdir. Kim itaat etmeğe kadir olsaydı, Allah'a it pat ederdi? O da
İblistir.» Bu ifadelerine karşı denir ki : «Eğer sebebleri kastediyorsan
birincisidir. Eğer kendisiyle fiil bulunan kudreti ka^d'-t-tinse, onu mümkün
kılmadım. îlim ve haber hakkında da onun gabi söylemen gerekir.» Sonra,
kendisine şöyle denir : «Kim Allah'a boyun ederse, eğer Allah onu sevip dost
edinse idi o, Allah'a itaat eder mi? Kim kr Allah kendisini sevmez, ona
buğzederse, o kimse Allah'a isyan eder mi?» Buna hangi şeyle cevap verirse
birinciye de o cevabı verir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Başka biri de şöyle
diyor : Kul için dünyada, kendisine «Niçin şunu yapmadın?» dendiğinde «Çünkü
ben ona kadir değildim» demesinden daha büyük bir özür yoktur. Ahiret hakkında
ki sözü de onun gibidir. Bu hususa cevap olarak denir ki : Bu kendisinden kudretin
menedildiği şey hakkında özür olur.
Yoksa kudreti zayi
ettiği şey hakkında ve kudretin meydana gedmesini meneden için kesinlikle[556]
Özür olmaz.
Yine böylece, dünyada
şöyle demesinden daha kapsamlı özür olmaz : «Ben senin ne emrini biliyordum ve
nede yasağını. Benim iğimin seni kızdırıp öfkelendireceğini bilmiyordum. Eğer
terk etmeseydi ona ulaşmağı taleb edeceği şeyi, kendisine verdiği hususlar Özür
olmazdı ise de kuvvet de onun gibidir.
Sonra, o hususta yine
o husus hakkında «Çünkü sen bana onu yapmayacağımı haber verdin. Ve ben de onu
böylece bilirim.» demesinden daha büyük Özür yoktur. Bunun üzerine şöyle denir
: «Eğer sen onu yaparsan, mutlaka, ben de seni cahil ve yalancı yaparım.»
Sonra, onun iğin, o husus hakkında şöyle demesinden daha büyük bir Özür yoktur : «Çünkü sen, benim yapmayacağımı bana haber verdin. Sen böyle bildiğin için buna : «Eğer sen onun yaparsan mutlaka ben seni cahil ve yalancı yaparım dedin de, ben de bunun için yapmadım.» Ve yine şöyle ifade etmesi onun için bundan daha büyük Özür bulunmaz : «Senin üzerinde benim en büyük nimetim vardır[557]. Çünkü sen beni onun üzerine kadir kıldın. Senin Rububiyet işini benim elime bıraktın ve beni onu nakzetmeğe kadir kıldın. Benim ni'm etlerimin en büyüğü senin üzerindedir61 nimetlerin en çoğu senin nezdindedir. Ona ne şeyle cevap verirse, onun için en büyük cevabı budur. Kuvvet ancak Allah'tandır. [558]
[1] Kitabın
aslında «turukun» kelimesi
«tarîkun» olarak yazılmıştır.
Fakat «ya» noktasızdır.
[2] Kitabın
aslında «ev- harfi mükerrerdir.
[3] Kitabın aslında
«kavluhum» kelimesi «kavluhû»
olarak yazılmıştır.
[4] Kitabın aslında
«ğayruhû* kelimesi «ğayru»
olarak yazılmıştır.
[5] «ve alâ hâze'l kavi» cümlesi kitab metninin dip
notunda varid olmuştur.
[6] 230 H. / 844 M. yılı dolaylarında vefat eden Hüseyin
bin Muhammed En-Neccar'm mu'tezile ile Ehli Sünnet arasında bir mezhebi vardır
ki o, kendi ismi ile isimlenen bir fırkanın
reisi idi- O
fırkadan «Neccariye» adı
ile başka bir
fırka meydana çıkarak bazı işlerde
Neccar'a muvafakat edip bazı
işlerde de muhalefet eden taraftarlarının isimleri ile müstakil olarak
bulundu. Muhammed bin îsa
İd, Berğus lâkabı ile bilinir.
Buna tabi olanların fırkası bu
fırkalardan olup kendisine,
«Ber-ğûsiyye. fırkası denir.
Bak: (El-Fark Beyne'l-Firak, 120,
127.) İbn Murtaza, (El-Munye Ve'l - Emel) nam eserinin
27- sayfasında şöyle der :
O, Ebu'l - Hüzeyl El-Allâf m
meclisinde bulunurdu. Ebu'l Huzeyl'in vefat tarihi: 235 H. / 849 M. ve bak: Neybrıç'm incelemesi, «El-İntisar», s. 133, 134 ve 216-230.
[7] Kitabın aslında
«kâlû» kelimesi «kale.
olarak yazılmıştır.
[8] Zındık
sözü, âlemin iki
asıl olan ziya
ve karanlıktan meydana geldiğini söyliyen mecûsilere ve maniviyye
mezhebine bağlı olanlara söyleniyor idi. Sonra bu
sözün anlamı genişliyerek her mulhid
ve bîd'at sahibi olanlara söylenir oldu. Ve
sonra daha ileri varılarak mâzhebi ehli sünnet mezhebine muhalif olan herkese veyahut ozanlar ve yazarlardan içki âleminde
bulunup o yaşantıyı sürdüren kimselere söylenir oldu- Bak: «Tarîh-ul îlhâd Fi'l-İslâm» s. 23-53. Dr.
Abdurrahman Bedevi'nin. T. Kahire, 1945
kitabının «Ez'zendeke. bahsine.
Ve bak: «El-Fihrist
Libn'in-Nedim», s. 445-473, T. El-Mektebet'üt - Ticariyye, Kahire.
[9] Seneviyye :
Âlemin var olması için iki, kadîm ve idare kudretinde olan asıl ispat
eden mecûsîlerden ibarettir- Bunlar,
hayır ile şerri, ziya
ile karanlık arasında taksim ediyorlar. Bak:
Şehristânî'nin «El - Miîel ve'n - Nihal» adındaki eseri, c. II, s. 72, 23; T- Bağdat ve
«El-Fihrist Libn'in-Nedim»,
s. 442-484; T.
Kahire. El-Mektebet'üt -
Ticariye.
[10] Kitabın aslında
«mea» kelimesi «ve ilâ* olarak
yazılmıştır.
[11] Kitabın
aslında «bi'l kıdemi»
kelimesi «bi'l ademî»
olarak yazılmıştır.
[12] Kitabın
aslında *bi kıdemi»
kelimesi noktasızdır.
[13] Kitabın aslında
*ve kezâlike küllü cveherin» bu ibare mükerrerdir.
[14] Ebu Bekir Muhammed bin Şebib, mu'tezile mezhebinin
ileri gelen âlimlerinden biridir. îbni Murtaza onu, mezhebin yedinci
tabakasında sayıp tevhîd hakkında bir kitap yazdığını zikreder- O, Nezzam'ın
taraftarlarından
biri idi. Böylece kendisi
Hicrî üçüncü yüzyılın ortalarında yaşıyan bilginlerden olmuş olur. Mu'tezile,
onun, mürcie mezhebini benimsemekle itham etmiştir. Bak: «El-Munye ve'1-Emel»,
s. 40 ve «El-Farku Beyne'l - Firak., s. 20, 69. 122, 125.
[15] Kitabın aslında «kezâlike» kelimesi
«zallke» olarak yazılmıştır.
[16] Kitabın
aslında «innemâ» kelimesi
mükerrer olarak yarılmıştır.
[17] Kitabın
aslında «es'iletun» kelimesi
«esviletu» olarak yazılmıştır
[18] Bu ibare, kitabın aslının dip notunda varid olmuştur.
Kendisi ile mânâ doğru ifade edilmektedir.
[19] Kitabın
aslında ... kelime
okunamamıştır. Kitabı yazan
da buna işaret
etmektedir. Bu işaretin de
kelimenin zait oiduğunu
göstermektedir. Mânâ ise onsuz
da doğrudur.
[20] Kitabın aslında
«haleka halkan bilâ hacetin limenâfiihîm» ibaresi,
«haleka haikan
bilâ hacetin tesbutu lehû
limenâfühim» olarak yazılmıştır.
Biz, bu ibare-siz de mânânın doğru olduğuna
inanmaktayız.
[21] Kitabın
aslında «limenâfü'n. kelimesi
«elmenâfiu* olarak yazılmıştır.
[22] Kitabın aslında
.ve kavluhû. kelimesi «vehuve
kavluhû» olarak yazılmıştır.
[23] Kitabın aslında
«tahte» kelimesi noktasız "te" harfi ile yazılmıştır.
[24] «Ebu Mansur rahimehullah* ibaresi,
kitabın aslından tam naânâsiyle
silinmiştir-İbareden hip bir iz
yoktur.
[25] Kitabın aslında
-velâ muhdesen* kelimesi
mükerrer olarak yazılmıştır.
[26] Kitabın aslında «sebekat kudretühû» cümlesi «sebeka
kadruhû» olarak yazılmıştır.
[27] Kitabın aslında
«zâtuhû» kelimesi «fi'luhû»
olarak yazılmıştır.
[28] Kitabın
aslında «vahd&niyyetl mûcidihî»
cümlesi «vahdaniyyetuhû mevcûduhû» olarak yaalmıgür.
[29] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 227-248.
[30] Kitabın aslında
-yulâimuhû» kelimesi «yulâvimuhû»
olarak yazılmıştır.
[31] Kitabın aslında .fimâ yedulluhû. cümlesi «fîmâ lehû
yedüllühû. olarak yazılmıştır.
[32] Kitabın
aslında «feyectenibu» kelimesi noktansızdır.
[33] Kitabın
aslında «feyüs'idu» kelimesi
«feyus'idu vahdehû» olarak
varid olmuştur
[34] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 248-251.
[35] Kitabın aslında .ed'da'nu ve zaane» kelimeleri, göç
etti anlammadır. Kamus-u muhit maddesine bak.
[36] Kitabın
aslında «el'isneyni»
kelimesi «isneyni. olarak
yazılmıştır.
[37] Kitabın aslında
«illâ» kelimesi <inlâ>
olarak yazılmıştır. Ben onu
«illâ» ile tashih ettim.
[38] Kitabın aslında
«ğayrihâ» kelimesi •gayri*
olarak yazılmıştır.
[39] Kitabın
aslında «tûcedu» kelimesi «yûcedu*
olarak yazılmıştır.
[40] Kitabın
aslında «fesebete» kelimesi
«kad fesebete» olarak
yazılmıştır.
[41] Kitabın aslında
«neterektuhû» kelimesi «terektuhû»
olarak yazılmıştır.
[42] Kitabın
aslanda «vekânâ» kelimesi
«vekâne» olarak yazılmıştır.
[43] Kitabın
aslında .gayrihî. kelimesi -gayrî»
olarak yazılmıştır
[44] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 251-256.
[45] Kitabın
aslında «yeerî» kelimesi dip
not olarak yazılmıştır.
[46] Kitabın aslında
«vecedehû» kelimesi «veceduhû.
olarak yazılmıştır.
[47] Kitabın
aslında «vehuve mea
zâlike bâridun» ibaresi «vehuve
zâlike vehuve nâdirim* olarak
yazılmıştır.
[48] Kitabın
aslında «el'cevâhira» kelimesi
«el'civâra» olarak yazılmıştır
[49] Kitabm aslında «kâne» kelimesi «mâ kâne> olarak
yazılmıştır.
[50] Kamusta «Rüzgâr, Batı rüzgârı'na dönüştü» denildiğinde
denir ki o, şimalden esen rüzgâr'a tekabül eder.
[51] Aslında «vefi'htilâfiha ve'tilâfihâ» ibaresi
«ve'htilâfuhâ ve'tüâfuhâ fi» böylece
yazılmıştır.
[52] Kitabın
ashnda «tekûnıu kelimesi «yekûnu»
olarak yazılmıştır.
[53] Kitabın
ashnda *iz> kelimesi
<izâ» olarak yazılmıştır.
[54] Kitabın
aslının dip notunda «el'-ıynu zıhâbu sur'atin*
ibaresi varid olmuştur ki bununla mânâ doğru olur.
[55] Kitabın
aslındaki dip notta kitabı
yazan bu
ibarenin metinden olduğuna işaret eden kaydiyle bu ibare yazılmıştır
[56] Kitabın aslında
«velâ» kelimesi «en lâ»
olarak yazılmıştır.
[57] Kitabın
aslında •es'sâniu. kelimesi
«es'smâu» olarak yazılmıştır.
[58] Kitabın
aslında «yekûnu, kelimesi
«tekûnu» olarak yazılmıştır.
[59] Kitabın
aslında «ileyhâ» kelimesi
•ileyhi» olarak yazılmıştır.
[60] Kitabın
aslında «tet'abu» kelimesi
noktasız olarak yazılmıştır.
[61] Musannif
«el'aynu» kelimesiyle cevheri
kastediyor.
[62] Kitabın
aslında «el'ciddetu» noktasızdır. O,
«el'milku» veyahut «lehû»
mekulesi-dir. Bak: Gazâlî'nin
: Mi'yâru'l - îlmi Fî - Fenni'l -
Mantık, s. 200 ve
208 ve Yusuf Kerem'in .Tarîhu'l - Felsefeti'l - Yunam'ye», s.
120 T.
Kahire, 1946.
[63] Kitabın
aslında =semmete mâ
zükire» ibaresi .ve
semmete fîmâ yezkuru» olarak
yazılmıştır.
[64] Kitabın aslında .veameluhû» kelimesi .veilrauhû» olarak
yazılmıştır. Ben dip notta olarak
tashih ettim.
[65] Kitabın
aslında «ve itbâin»
cümlesi «ve'l itbâi»
olarak yazılmıştır, (be)
harfi ise noktasızdır.
[66] Kitabın aslında «bimâihâ kaalebethâ» ibaresi «alâ
gayri bimâihâ kallebethu»
olarak yazılmıştır.
Kitabı nesheden, dip notta şu ibareyi ilâve etmiştir: .bimâihâ gayri mâihâ».
Eğer kitabı neshedenin ilâve ettiği ibareyi kabul edecek olursak, ibare «alâ
gayri bimâihâ gayri mâihâ bimâihâ kallebethu> bu şekilde ifade edilir.
Burada «mâihâ» kelimesinden «bimâhiyetihâ» kelimesini kasdetmektedir. Buna göre
ibarenin mânâsı şöyle olur : Hehûlâya hâkim ve müessir olan kuvvet, hakikaten
heyulayı değişikliğe uğrattı ve onun mahiyetindeki kuvvetiyle onu değiştirdi
[67] Kitabın
aslında «alâ fenâi
mâkallebehû. ibaresi «alâ
fenâihâ kallebethu» olarak
yazılmıştır. Bu hususu kitabın dip notunda tashih ettim ve bu tashihi ihtiyar
ettim.
[68] Kitabın aslında «ve hazâ» kelimesi «ve huve» olarak
yazılmıştır.
[69] Nezzam,
Basra mutezilelerinin ileri
gelenlerinden biri olan
Ebu İshak İbrahim bin Seyyar bin Hani'dir.
Kendisi 221 H. / 835
M- yahut 231
H. / 845
M. yılı içinde vefat etti-
Bak: Doktor Muhammed Abdülhadi bu
Reyde'nin .Kitâb-u İbrahim bin Seyyar
en-Nezzam», T. Kahire, 1946, M.
[70] Kitabın
aslında *leyset bitaviletin* cümlesi
«Ieyse bitavîlin» olarak
yazılmıştır.
[71] Kitabın
aslında «sâret» kelimesi *sâre> olarak
yazılmıştır.
[72] Kitabın
aslında «tavîleten» kelimesi
«tavîl» olarak yazılmıştır.
[73] Kitabın
aslında «innehû» kelimesi
«el'emru mnehû» olarak
yazılmıştır.
[74] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 256-270.
[75] Sümeniyye oğulları budîstlerdir. îslâmdan önce
Mavera'un - Nehir ülkelerinin halkının çoğunluğu bu mezhepten idi. Sümeniler
demek, Sümeniyye'ye mensup olduğunu ifade eder. Onlar, yeryüzü ehlinin ve
dinlerin en cümert olanlarıdır. Onların mezhebi, şeytanı reddetmek üzere
kurulmuştur. Bak: Kitab'ül - Fihrist, Li-îbn'in -Nedîm., s- 484, T. Kahire,
El-Mektebet'üt - Ticâriyye.
[76] Bu
ibarenin metinden olduğuna
işaret edilmesiyle beraber
dip notta varid olmuştur.
[77] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 270-271.
[78] Kitabın
aslında «esbetû» kelimesi
«esbete» olarak yazılmıştır.
[79] Kitabın
aslında «elzemû»
kelimesi elzeme» olarak
yazılmıştır.
[80] Kitabın
aslında «yekûlü» kelimesi
.yekûmu» olarak yazılmıştır.
[81] Kitabın
aslında «lehâ» kelimesi «lehû»
olarak yazılmıştır.
[82] Kitabın
aslında «el'havâssi» kelimesi
«el'hâssi» olarak yazılmıştır.
[83] «Mümteddü»
kelimesi kitabın aslında
böyle yazılmıştır. Onun
«yümkinu» kelimesiyle tashih
edilmesi doğru olur.
[84] Kitabın
aslında «nakîda» kelimesindeki «nun»,
.ya. ve «dat» harfleri
noktasızdır.
[85] Kitabın aslında
«ellezî yecidu» cümlesi
-eUezîne yecidû. olarak
yazılmıştır.
[86] Kitabın
aslında .bimâ. kelimesi .imâ»
olarak yazılmıştır.
[87] Kitabın
aslında «ğaşiye» kelimesi
noktasızdır.
[88] Kitabın
aslında «seterehû» kelimesi
merbut noktalı 4a» iledir.
[89] Kitabın
aslında «el'cedbu» kelimesi
«el'ciddu» olarak yazılmıştır-
[90] Kitabın
aslında «küllünü» kelimesi «kullu»
olarak yazılmıştır.
[91] Kitabın
aslında «hayyeten meyyiteten»
kelimeleri -hayyen meyyiten»
olarak yazılmıştır.
[92] Kitabın
aslında ya'rifuhâ» kelimesi
«ya'rifuhû» olarak yazılmıştır.
[93] Kitabın aslında «yağtezî» kelimesinde «ya»,
«ğayuı» ve «za>»
harfleri noktasızdır
[94] Kitabın aslında
«yahtemilu» kelimesi «veyahtemilu»
olarak yazılmıştır.
[95] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 271-276.
[96] Kitabın aslında «gayre mûtenâhiyetin. kelimesi «gayrî
mütenâhin» olarak yazılmıştır.
[97] Kitabın aslında bu
«fâilete* kelime noktasızdır.
[98] Kitabın
aslında «fâilete» kelimesi
.faile» olarak
yazılmıştır.
[99] Kitabın aslında «âyisen» kelimesi böylece noktasız
olarak yazılmıştır. Biz musannifin
«eyese. kelimesi ile
«kahera» mânâsını kasdettiğine
inanıyoruz. Kamusta da gerçekten «el'eysu»
kelimesinin mânâsı «el'kahru»
olduğu yazılmaktadır. Bunun mânâsı doğrudur.
[100] Kitabın aslında
«lâ* edatı «illâ.
olarak varid olmuştur.
[101] Kitabın
aslında «zî» kelimesi
«ev zî» olarak yazılmıştır-
[102] Kitabın
aslında «beğat» kelimesi
noktasızdır.
[103] Kitabın aslında •minhâ. kelimesi «minhu» olarak yazılmıştır.
[104] Kitabın aslında
«tedfeuhû» kelimesi «yedfeuhû»
şeklinde varid olmuştur.
[105] Kitabın
aslında «nefsini, kelimesi
«nefsihû olarak yazılmıştır.
[106] Kitabın
aslında «lizâlike» kelimesi
cvezâlike» olarak yazılmıştır.
[107] Kitabın
aslında «bicevherihî» kelimesi
«bicevherin» olarak yazılmıştır.
[108] Kitabın aslında kelime noktasız olarak varid
olmuştur.
[109] Kitabın
aslında «eleyse ba'du» ibaresi
«eleyse küllü ba'de» olarak
yazılmıştır.
[110] Kitabın aslında
«ev mütemâssîne» ibaresi dip not halinde yazılmıştır.
[111] Kitabın aslında
«el'fecru» kelimesi noktasız
«ha» harfi ile
yazılmıştır.
[112] Kitabın aslında
«iz» kelimesi *izâ>
olarak yazılmıştır.
[113] Kitabın aslında
«yuhbirûne» kelimesi .mın» harfinden başkası noktasız olarak yazılmıştır.
[114] Kitabın
aslında «haberun» kelimesi
«lıayrun» olarak yazılmıştır.
[115] Kitabın
aslında «vukuunu» kelimesi
«ve kuvvetlin» olarak
yazılmıştır.
[116] Kitabın aslında
«el'âmireyni» kelimesi «el'emreyni»
olarak yazılmıştır.
[117] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 276-284.
[118] Disaniye bir fırkadır ki, onun reisi olan Disan'm adı ile bilinir.
Disan, esasta bir nehrin ismidir ki, bu fırkanın kurucusu o nehrin kenarında
doğmuştur. Bunun için doğmuş olduğu
nehrin ismi ile
çağrılmıştır- Kendisi, Maniviyye
mezhebinin kurucusundan önce
gelmişti. Her iki mezhep de birbirlerine yakındırlar. Bunlar, âlemin İki aslı bulunduğunu, onlarm
da ziya ile karanlığın olduğunu
söylerler. Fakat sıfatlan ve kurtulmaları ve
imtizaç etmelerinin
keyfiyeti hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bak: «İbni - Nedim'in "El-Fihrist"
adındaki eseri, s. 474, T. Kahire, El-Mekte-bet'üt - Ticârİyye ve
Şehristânî'nin. «El-MÎIel ve'n-Nihal», c
II, s- 88, 89, T. Bağdat.
[119] Kitabın
aslında «limâ» kelimesi
«mâ» olarak yazılmıştır.
[120] Kitabın
aslında «haşûnetuhâ. kelimesi
«haşûnetuhû» olarak yazılmıştır.
[121] Kitabın aslında
«eş-şekku» kelimesindeki «sın»
harfi noktasızdır.
[122] Kitabın aehnda
.ve kezâlike» kelimesi
«vezâlike» olarak yazılmıştır
[123] Kitabm
aslında «bivesâkihâ. kelimesi
.bivesâkıhî» olarak yazılmıştır.
[124] Kitabın aslında bu ibare, dip not olarak varid olmuştur.
Onunla mânâ doğru olur.
[125] Kitabın
aslında .el'imtizâcu» kelimesi
«fi'l imtizacı» olarak
yazılmıştır.
[126] Kitabın
aslında «sümme» kelimesi
noktasız olarak yazılmıştır.
[127] Kitabin
aslında «yurcâ» kelimesi noktasız olarak yazılmıştır.
[128] Kitabın
aslında «bade. kelimesinde
«be» harfi noktasızdır.
[129] «Liyesiîe»
metinin dip notunda varid
olmuştur.
[130] Kitabın
aslında «ve ta'zîme» kelimesi
«ve liazîmin» olarak
yazılmıştır.
[131] Kitabın
aslında «ya'melu» kelimesi
«ya'lemu. olarak yazılmıştır.
Dip notta bunu düzelttim.
[132] Kitabın aslında
«vehuve» kelimesi mükerrer olarak yazılmıştır.
[133] Kitabın
aslında kelime farklı
yazılmıştır.
[134] O, iki Ca'fer'den biridir. Birincisi, Ca'fer bin Harb
ki, mu'tezile mezhebinin ileri gelen âlimlerinden «Ebu'l- Fadl» künyesiyle
bilinir ve onların yedinci tabakasındandır. Bu yedinci tabaka, Muhammed bin
gebib'in bulunduğu tabakanın aynısıdır. İkincisi ise, Ebu Muhammed, Ca'fer bin
Mübeşşir'dir. Her ikisi ile örnek verilirdi- Ve şöyle denirdi : İki Ca'fer'in
ilmi ve zühtü tıpkı İyi gidişatta iki Ömer'le örnek verildiği gibi. Bak : «El-Münye Ve'1-Emel», s. 41, 42, 43 ve
El-İntisar, s. 231.
[135] Kitabın aslında <yenfahu» kelimesi noktasızdır.
Manâsı ise azap ve elem verir demektir.
Ramus'un «nefeha. maddesine bak.
[136] Kitabın aslında «bi't-tesniyeti» kelimesi noktasızdır.
[137] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 284-293.
[138] Markiyûnîler Markİyon'un (Marcîon) mezhebini
benîmsiyenlerdir. Onlar, Dîsânîler-den önce gelmişlerdir. Ve kendileri
Hristiyanlardan bir taife olup Menâniyye ve Di-Şâniyye mezheplerine çok
yakındır. Onlar, kadim olan ziya ve karanlıktan ibaret olan iki asim
bulunduğunu ispat ettiler ve yine üçüncü bir asıl ispat ettiler ki, o, orta ve
ceraedici bir
karakterde bulunup onunla imtizaç hasıl olmuştur. îbni Nedim'in, «El-Fihrist»
adındaki eseri, s- 474, T. El-Mektebet'ül - Ticariyye, Kahire, Şehristânî'nİn
.El-Milel Ve'n-Nihal», c. 2, s. 89-91, T. Bağdad eserine bak.
[139] Kitabın aslında bu kelimeden sonra «ba'de'ssuâli min
ennehum min eyne kâlû» yani »onlardan sualden sonra, onlar nereden söylediler?»
anlamını taşıyan ibare varid olmuştur ki, onunla manâ doğru olmaz-
[140] Kitabm aslında buradaki kelime okunamamıştır.
[141] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 293-295.
[142] Şehristânî'nİn «El-Milel Ve'n - Nihal» adlı eserindeki
sözlerinden şunlar istinbat edilmiştir : Gerçekten mecûsîler ziya ve
karanlıktan ibaret olan âlemin iki kadim aslı bulunduğunu söyliyen
seneviyelerden ibarettir. Fakat o, bunları asıl mecûsîler seneviyelerden
ayırıyor ki, onlar, iki aslın kadim ve ezelî olmaları caiz değildir, bilakis
ziya ezelîdir, karanlık da sonradan var olan hadistir, diye İddia
etmişlerdir-Sonra yine kendi aralarında karanlığın hadis olmasının sebebleri
hakkında ihtilâf etmişlerdir. Biz şuna inanıyoruz ki : Gerçekten Mâtürîdî
burada asıl mecûsîlerden bahsediyor. Bak : Şehristânî'nİn «El'Milel
Ve'n-Nihal», c. 2, s. 72, 73, T. Bağdad.
[143] Kitabın, aslında *istecâzû> kelimesi noktasız
"ra" harfi olarak yazılmıştır.
[144] Kitabın aslında «bifi'lin» kelimesi «yefalu» olarak yazılmıştır.
[145] Kitabın metninde «ve kâne minhıu ibaresinden sonra
«fekad minhu» ibaresi varit olmuştur. Onsuz da manâsı doğrudur.
[146] Kitabın aslında
«eş'gerru» kelimesinden sonra
«el'hayru. kelimesi varid
olmuştur^ Onsuz da mâna doğrudur.
[147] Kitabın aslında -tenfau. kelimesi «yenfau» olarak
yazılmıştır.
[148] Kitabın aslında bu ibare .felem yedurr Iienfusihâ
mu'ziyeten» olarak varid olmuştur-
[149] Kitabın aslında «cealehâ» kelimesi «ceale» olarak
yazılmıştır.
[150] Kitabın aslında «tenfau» kelimesi «ve yerfau» olarak
yazılmıştır»
[151] Kitabın aslında «bi'nniami. kelimesi noktalı 'ğayn'
harfi ile yazılmıştır.
[152] Kitabın aslında *cemîu» kelimesi «cem'u» olarak
yazılmıştır.
[153] Kitabın aslında «iberan» kelimesi noktasız olarak
yazılmıştır.
[154] Kitabın aslında *bimuâdâtin> kelimesi, açık 'te'
harfi ile yazılmıştır
[155] «veibkâi» kelimesiyle «veittikâi» kelimesini
kasdetmiştir. Fakat böyle olmasını tasvip etmek güçtür. Çünkü ondan sonra gelen
kelime okunmamaktadır.Kitabın aslında *........> kelime okunamamiştır-
Kitabın aslında «limekrûhetin»
kelimesinde 'te' harfi noktasızdır.
[156] Kitabın aslında .hissin» kelimesi 'ha' harfi olmadan
yazılmıştır.
[157] Kitabın aslında «hakâikehâ- kelimesi .vehakâikuhâ»
olarak yazılmıştır
[158] Kitabın aslında *ve yünşiuhâ» kelimesi noktasızdır.
[159] Kitabın aslında «yerâ» kelimesi ierâ» olarak
yazılmıştır
[160] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 295-300.
[161] Kitabın aslında «risâletuhû» kelimesi »lirisâletihî»
olarak yazılmıştır.
[162] Kitabın aslında «küllin» kelimesi «likülli» olarak
yazılmıştır.
[163] Kitabın aslında «yenâluhâ» kelimesi <yenâlü. olarak
yazılmıştır.
[164] Kitabın aslında -yedfeuhû» kelimesi «yedfeu» olarak
yazılmıştır.
[165] Kitabın aslında
«aybun» kelimesi noktasız olarak
gelmiştir.
[166] Kitabın aslında «lihikmetin. kelimesi «el'hikmetu»
olarak yazılmıştır.
[167] Kitabın aslında «liba'dın. kelimesi, «biba'duu olarak
yazılmıştır.
[168] Kitabın aslında
«veyestevcibu» kelimesi «veyestevcibû» olarak yazılmıştır.
[169] Kitabın
aslında .kerîmen» kelimesi «lirubbemâ»
olarak yazılmıştır.
[170] Kitabın aslında
.liyedüllûhum» kelimesi «liyedüllühüm» olarak yazılmıştır.
[171] Kitabın aslında
«vemedârin» kelimesf
<vemefârin> olarak yazılmıştır.
[172] Kitabın aslında «el'mihnetu» kelimesi noktasızdır-
[173] Kitabın aslında .ağziyetün» kelimesi «fî ağziyetin»
olarak yazılmıştır.
[174] Kitabın aslında «menaha* kelimesi noktasız olarak
gelmiştir.
[175] Kitabın aslında «min» kelimesi «minhu» olarak
yazılmıştır.
[176] «Mîn'el umûri» bu ibare, metnin aslından olduğuna
işaret edilmekle beraber metnin dip notunda yazılmıştır.
[177] Kitabın aslında «indehum» cümlesinden sonra «lehum»
kelimesi varid olmuştur. Onsuz da manâ doğru olur.
[178] Kitabın aslında «vessale» kelimesi şekilsizdir.
[179] Kitabın aslında «yu'teberu. kelimesi «veyu'teberu»
olarak yazılmıştır.
[180] Kitabın aslında bu ibare metinden olduğuna işaret
edilmekle birlikte dip notta yazılmıştır.
[181] Kitabın aslında «bezlu» kelimesi noktasız «dâl» harfi
iledir.
[182] Kitabın aslında -veyeruddühâ- kelimesi «veyeruddü»
olarak gelmiştir-
[183] Kitabın aslında «na'lemu» kelimesi noktasız olarak
yazılmıştır.
[184] Kitabın aslında «el'hakkı. kelimesi mükerrerdir.
[185] Kitabın aslında «el'eşğale» kelimesi noktasızdır.
[186] Kitabın aslında «lir'rusüli» kelimesi «er'rusülü.
olarak yazılmıştır.
[187] Kitabın aslında «tüfâdîhâ» kelimesi noktasız ve 'ye'
harfi bulunmadan yazılmıştır'
[188] Kitabın aslında »bil muâzereti» kelimesi «bil mevâddi»
olarak yazılmıştır.
[189] Kitabın aslında «âyene» kelimesinden sonra .aleyhi.
kBİîm«i yazılmıştır ki, onsuz da manâ doğru olur.
[190] Kitabın aslında «ma'rûfun* kelimesi «mu'rafün» olarak
yazılmıştır.
[191] Kitabın aslında fetecîu» kelimesi «mecîun» olarak
yazümıştir
[192] Kitabın
aslında, metinden olduğunu işaretle beraber
«kelimetuhum. cümlesi dip notta varid olmuştur.
[193] O, Ebu İsâ
El-Verrâk'dır. Mulhid ve
Rafızî olan ibni
Râvendî'nin de hocosıdır. Kendisi Seneviyye
ve Menâniyye
mezhebinden olup râfızlüği
ortaya koymuştur. Hicrî 247
yılında ölmüştür. Bak : «EUhtisâr», s.
38, 97, 149, 150, 152, 155, 205, 241.
[194] Kitabın aslında «lehum» kelimesi «lehû» olarak varid
olmuştur. Ben onu dip notta «Iehum> olarak tashih ettim.
[195] Kitabın aslında
«zâlike» kelimesinin
metinden olduğuna işaret edilmekle
beraber dip not olarak yazılmıştır.
[196] Kitabın aslında «anhum. kelimesi
«anhu» olarak yazılmıştır.
[197] Kitabın
aslında -sahibûhum» kelimesi
«sahibûhu* olarak yazılmıştır.
[198] Kitabın aslında
«fevecedûhum» kelimesi «fevecedûhu.
olarak yazılmıştır.
[199] Kitabın aslında «zahirîne esfiyâe etkıyâe. ibaresi,
«zâhîran safîyyen takıy-yen* olarak
yazılmıştır.
[200] Kitabın aslında
«ahvâlinim» kelimesi
.ahvâlîhû olarak yazılmıştır.
[201] Kitabın aslında
«kevnuhum» kelimesi «kevnuhû-
olarak yazılmıştır.
[202] Kitabın aslında
«yukîmuhum. kelimesi «yukimuhû-
olarak yazılmıştır.
[203] Kitabın
aslında «veyec'aluhum.
kelimesi «veyec'alühû» olarak
yazılmıştır.
[204] Kitabın aslında <umenâe»
kelimesi «emînen» olarak
yazılmıştır.
[205] Kitabın aslında
«umûrehum» kelimesi «umûrehû»
olarak yazılmıştır.
[206] Kitabın aslında
«ekramehum» kelimesi «er'ramemu-
olarak yazılmıştır.
[207] Kitabın aslında
«umenâu. kelimesi «âminen»
olarak yazılmıştır.
[208] Kitabın aslında
«vahyihî. kelimesi «vechi. olarak yazılmıştır.
[209] Kitabın aslında «fehum. kelimesi «fehuve» olarak yazılmıştır.
[210] Kitabın aslında
-men» kelimesi «mimmâ> olarak yazılmış ve
silinmiştir.
[211] Bu ibare ile Allah-u Teâlâ'nın şu âyetlerine işaret
ediyor : «Ey Resulüm de ki: Yemîn
olsun, eğer insanlar ve cinler, bu Kur'an'm benzerini getirmek üzere
top-lansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini
getiremezler.» (Isra sûresi, âyet
88). «Haydi Kur'an
gibi bir söz getirsinler, eğer doğru
söyiiyenler-se...» (Tur sûresi,
âyet 34).
[212] Bakara,
âyet, 94.
[213] Al-i İmran,
âyet, 61.
[214] Hûd, âyet, 55
[215] El-Mâide, âyet,
67
[216] îsrâ sûresi,
âyet. 88
[217] Kitabın
aslında *neşee» kelimesi
«nüşûun» olarak yazılmıştır.
[218] Kitabın
aslında «nüşûihî» kelimesi
.nesûhu. olarak yazılmıştır.
[219] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 301-324.
[220] O, Ebul Hüseyin Ahmet bin Yahya bin İshak
Er-Râvendî'dir. Râvend, Isfahan dolaylarında bir köyün adıdır. Kendisi oraya
nisbet edilmiştir. Bağdad'a yerleşmiş olup ilk günlerinde mu'tezile mezhebinden
idi. Sonra onlardan ayrılıp mulhid ve zmdık oldu. Kendisi, 205 H. / 820 M- ile
215 H- / 830 M. yılları arasında doğmuştur. Vefatı ise 250 H. / 884 M. yılı
içinde vukubulmuştur ve yine 298 H. / 910 M. ile 301 H. / 913 M- yılları
arasında vefat ettiği de söylenir. Bak: Naybrıc'ın «Mu-kadime»sinden,
Hayyât'ın, «El-İntisar. adlı eseri, s. 25-41.
[221] Kitabın aslında «hattâ» kelimesi «la hattâ» olarak
yazılmıştır,
[222] El-Âraf,
âyet, 157.
[223] El-Feth, âyet, 29.
[224] EI-Bakara,
âyet, 146.
[225] Bak: Cin
sûresi, âyet, 72.
[226] Kitabın aslında •min. kelimesi metinin aslından
olduğuna işaret edilmekle birlikte, dip not olarak gelmiştir.
[227] El-Bakara,
âyet, 94.
[228] El-Feth,
âyet, 27.
[229] Es-Saff, âyet, 9.
[230] El-Ankebut,
âyet,
[231] Kitabın aslında
.kelime okımamamıştır.
[232] Kitabın asbnda
«ezhara» kelimesi «zahara.
olarak yazılmıştır
[233] Kitabın aslında
«tübbeu» kelimesi, ne noktalıdır
ve ne de harekeli.
[234] Kitabın aslında «ihtemele» kelimesinin metine âit
olduğuna işaret edilmekle beraber, dipnot olarak yazılmıştır.
[235] En-Nahl.
âyet, 48. El-Enbiya,
âyet, 7.
[236] Eg-Şuarâ,
âyet, 197.
[237] Kitabın aslında -.. kelime okunamamıştır.
[238] Kitabın aslında «et'tab'u» kelimesi
cet'tabhu» olarak yazılmıştır.
[239] Kitabın aslında
.âleme» kelimesi şekilsiz bir
haldedir.
[240] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:324-336.
[241] Patır,
âyet, 8.
[242] Eş-Şûarâ, âyet, 3,
[243] En-Nahl, âyet, 127.
[244] Et-Tevbe, ayet, 128.
[245] El-İsra, âyet, 29.
[246] Kitabın aslında «el'akviyâu» kelimesi «li'l
akviyâi» olarak yazılmıştır.
[247] Kitabın aslında
«zâlike» kelimesi metinden
olduğuna işaret edilmekle birlikte
dipnotta varid olmuştur.
[248] Kitabın aslında «muvâlâtu» kelimesi «mevlâhu» olarak
yazılmıştır.
[249] Âli Imran, âyet, 144
[250] El-Bakara, âyet, 217.
[251] Kitabın aslında «yuktelu» kelimesi noktasız olarak
varid olmuştur.
Kitabın aslında
.en'nâkibîne» kelimesi
noktasız olarak varid
olmuştur. Manası : înharaf edenlerdir. Bak: Kamus'un
*nekebe» maddesine.
[252] Kitabın aslında «elmuşârifîne» kelimesi noktasızdır.
Mânâsı: Fitne sahihleri demektir-
Hadîs-i Şerifte «Siz» kapkaranlık fitneler gelmiştir.» Bak : Kamus,
*eg'-gerefu» maddesi.
[253] Kitabın
aslında «beasehû» kelimesi
noktasızdır.
[254] Kitabın aslında
«aleyhim, kelimesi «aleyhi»
olarak yazılmıştır.
[255] Kitabın aslında
«sümme mâ fîhi» cümlesi «temme
mâ fîhi'I ukûlu» olarak yazılmıştır.
[256] Kitabın aslında «fema» kelimesi «fîmâ» olarak
yazılmıştır.
[257] Kitabın aslanda
«kafiyetün» kelimesi
*el'kafiyetu. olarak yazılmıştır.
[258] Patır, âyet, 24.
[259] El-Mümünûn, fiyet, 44.
[260] El-Maide, âyet, 15-
[261] El-Cum'a, âyet,
2.
[262] E§-Şûra, âyet, 7.
[263] Tâhâ, âyet, 134.
[264] Fatır, âyet, 42.
[265] El-Mümünûn,
âyet, 69
[266] Hûd, âyet, 49.
[267] El-A'lâ,
âyet, 6.
[268] El-Kıyâme,
âyet, 16.
[269] EI-Ankebût,
âyet, 48.
[270] Kitabın aslında
«anhu» kelimesi «minhu»
olarak yazılmıştır.
[271] Kitabın aslında
«durubuhû. kelimesi «min
durubihî» seklinde ve noktasız olarak
yazılmıştır.
[272] Yunus, âyet,
38.
[273] Yunus, âyet, 16.
[274] Sebe\ âyet, 40
[275] Saâd,
âyet, 86.
[276] Ez-Zuhruf, âyet, 24.
[277] Âl-i İmrân,
âyet, 64.
[278] Kitabın aslında
.bihî* kelimesi «icabetim,
olarak yazılmıştır.
[279] Kitabın
aslında «ennehû. kelimesi
mükerrerdir-,
[280] El-îsrâ, âyet, 88.
[281] El-Hakka,
âyet, 41.
[282] Tâhâ,
âyet. 133.
[283] Sââd, âyet, 29.
[284] El-Kasas, âyet, 49.
[285] Kitabın
aslında -da'vetuhû» kelimesi
«da'vetuhum» olarak gelmiştir.
[286] Gafir, âyet, 51.
[287] El-Mücâdile,
âyet. 21.
[288] Kitabın aslında «ennehû» kelimesi «iz»
olarak gelmiştir.
[289] Ed1 - Duhâ, âyet, 8.
[290] Et' Tevbe, âyet, 28
[291] Et-Tevbe, âyet, 40.
[292] Et' Tevbe, âyet,
25.
[293] El-Haşr, âyet, 6
[294] Kitabın aslında «ve'l edilletu» kelimesi metnin dip
notunda gelmiştir.
[295] Eş-Şûarâ, âyet, 221.
[296] Es-Saff, âyet, 9.;
El-Feth, âyet, 28,; Et-Tevbe, âyet, 33.
[297] Et-Tevbe,
âyet, 32.
[298] El-Kamer,
âyet, 44.
[299] El-Hicr, âyet, 95.
[300] Et-Tevbe,
âyet, 14.
[301] Er-Ra'd,
âyet, 41.
[302] Er-Ra'd, âyet, 31.
[303] EI-Enfal, âyet, 7
[304] Âl-i İmrân,
âyet, 152.
[305] Kitabın
aslında «mimmen. kelimesi «men» olarak
yazılmıştır.
[306] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:337-349.
[307] Kitabın
aslında -et'tedbîri» kelimesi
«el'bedeneyni. olarak yazılmıştır.
Kelimedeki birinci
"nun" ve "ye" harfi noktasızdır. Ben onu dip notta >bi't - tedbîri» olarak tashih ettim.
[308] Kitabın aslında el'bezri» kelimesi noktasızdır.
[309] Kitabın aslında
«halle» kelimesi «vehalle» olarak yazılmıştır.
[310] Kitabini aslında
«fehuve» kelimesi «fehum»
olarak yazılmıştır.
[311] Kitabın aslında
«el'yesa'» kelimesi noktasızdır. Kendisi Peygamberdir. Kur'ân-ı
Ke-rîm'in En'âm sûresi, 86. âyet ve Sââd sûresi, 48. âyette zikredilmiştir.
[312] Kitabın
aslında metninden olduğu
işaret edilmekle beraber
.Yuşa' bin Nun» dip notta
varid olmuştur. Bak :
El-Ahd'ü - Kadîm : YÛşa' : El-İshah
El-Evvel.
[313] Kitabın aslında -bîfi'lihî* kelimesi
«bifi'lin. olarak yazılmıştır.
[314] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 349-352.
[315] Kitabın
aslında «netekellemu» kelimesi
«nükellimu» olarak yazılmıştır.
[316] Kitabın aslında
«ebî» kelimesi <ebun>
olarak yazılmıştır.
[317] Kitabın aslında
«bi'l celîli minel umûri» cümlesi
«bi'l cülleti ye
bi'l umûri* olarak yazılmıştır.
[318] Kitabın aslında, metinden olduğuna işaret edilmekle
beraber, «İhâleti» kelimesi dip notta
varid olmuştur.
[319] Kitabın aslında «el'uzamâu* kelimesi noktasız ve hemzesiz olarak
yazılmıştır-
[320] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:352-355.
[321] Kitabın aslında bu ibare, metnin aslından olduğuna
işaret edilmekle birlikte, dip
not olarak yazılmıştır.
[322] Kitabın
aslında «el'kezibu» kelimesinden
sonra «hükmühû» kelimesi
yazılmıştır.
[323] Kitabın
aslında «alâ» kelimesi «an*
olarak yazılmıştır.
[324] Kitabın
aslında «lihikmetin* kelimesi
«hikmetin» olarak yazılmıştır.
[325] Kitabın
aslmda «ve ünşie» kelimesi
«ve inşâen» olarak yazılmıştır.
[326] Kitabın aslmda
«hakîmin» kelimesi «halîmin»
olarak yazılmıştır.
[327] .Kitabın
aslında mimmen kelimesi men olarak yazılmıştır.
[328] Kitabm aslında «ves'selvâ» kelimesi
»ves'selûhu» olarak yazılmıştır.
[329] Kitabın aslında
<cevâzi» kelimesi keskin
"ze" harfi bulunmaksızın yazılmıştır.
[330] "Kitabın aslında
«el'beşeri» kelimesi «min'el -
beşeri» olarak yazılmıştır.
[331] Kitabın aslında
.feyaktülûhum» kelimesi .feyaktülûhu»
olarak yazılmıştır.
[332] Kitabın
aslında «ahberahum» kelimesi
*ahberehû» olarak yazılmıştır.
Kitabın
aslında «hayâtihim» kelimesi
»hayatini» olarak yazılmıştır.
[333] Kitabın aslında
«batale» kelimesi metinden olduğuna işaret edilmekle beraber metnin dip notunda
varid olmuştur.
[334] Kitabın
aslında «alâ- kelimesi «min» olarak varid olmuştur- Kitabın aslında eel'hukemâu» kelimesi »hükmen» olarak
varid olmuştur
[335] Kitabın aslında «erkadîmetu» kelimesi «el'kadîmu»
olarak varid olmatjtur.
[336] Kitabın
aslında «bisefehihf» kelimesi
«bisefehin» olarak varid olmuştur.
[337] Kitabın aslında .fehavduhû» kelimesi noktasız
"sad" harfi ile yazılmıştır.
[338] El-Enbiyâ,
âyet, 23.
[339] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:355-363.
[340] Kitabın aslında « ibare okunamamıgtır.
[341] El-Enbiyâ,
âyet,23
[342]Kitabın aslında «el'a'mâlu*- kelimesi mükerrer olarak
yazılmıştır.
[343] Kitabın aslında «aleyhi» kelimesi «fîhi> olarak
yazılmıştır
[344] Kitabın aslında .teâlâ» kelimesinden sonra -en» kelimesi yaalmıgtır
[345] En-Nisâ,
âyet, 82
[346] Kitabın aslında
«tabîatin» kelimesi
«tab'uhû» olarak yazılmıştır.
[347] Kitabm aslında
«ve tüzeyyinuhâ» kelimesi
«veyüzeyyinuhû. olarak
yazılmıştır.
[348] Metnin aslından olduğuna işaret edilmekle beraber, bu
ibaresi dip notta varid olmuştur.
[349] Kitabın aslında «min. kelimesi .an. olarak
yazılmıştır.
[350] Kitabın aslında
«ve'l hakku» kelimesinde .elif-
harfi «vav» harfinden önce yazılmıştır.
[351] Kitabın aslında *lem* kelimesi «mâlem» olarak
yazılmıştır.
[352] Kitabın aslında «likülli» kelimesi metnin aslından
olduğuna işaret edilmekle beraber
dip notta yazılmıştır
[353] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 363-368.
[354] Kitabın aslında •vücûbu» kelimesi »vücûdu, olarak yazılmıştır.
[355] Er' Ra'd, âyet,
10.
[356] Fussilet,
âyet, 40.
[357]El-Hacc,
âyet, 77.
[358] El-Bakara, âyet, 167
[359] El-Vakıa, âyet,
24
[360] Ez-Zilzal,
âyet, 7, 8
[361] En-Nahl,
âyet, 90.
[362] Kitabın aslında «ev yutîahâ ve yu'sînâ» ibaresi «ev
yutîhî ev ya'sîhî» olarak yazılmıştır.
[363] Kitabın aslında
«bihâzâ» kelimesi «fehâzâ» olarak yazılmıştır.
[364] Kitabın
aslında «yefaluhû» kelimesi
«ya'kıluhû» olarak yazılmşıtır.
[365] Kitabın aslında
«anhum* kelimesi «an» olarak yazılmıştır.
[366] Kitabın
aslında «anhum» kelimesi
«anhu» olarak yazılmıştır.
[367] Kitabın aslında
«meşîetuhum» kelimesi cmegîetuhû» olarak
yazılmıştır.
[368] Kitabın
aslında *hâlu» kelimesi «ha» olarak
yazılmıştır. Ben dip notta onu tashih ettim.
[369] Kitabın
aslında «ennehû. kelimesi
«ennehum> olarak yazılmıştır.
[370] Kitabın
aslında «ehlekne» kelimesi «ehlelne»
olarak yazılmıştır.
[371] Kitabın
aslında «el'hâvlyetu» kelimesi
noktasız "ha" harfi ile yazılmıştır.
[372] Kitabın
aslında «el'kuyûdü» kelimesi noktasızdır
[373] Kitabın aslında «el'istikâmetü. kelimesi «istikâmetün»
olarak yazılmıştır-
[374] Kitabın aslında
«ez'zeyğu. kelimesi noktasız
olarak yazılmıştır.
[375] Kitabın aslında «tec'alhâ» kelimesi «yec'al» olarak
yazılmıştır.
[376] Kitabın aslında «esbetehâ» kelimesi son iki harfi
olmaksızın ve büsbütün noktasız olarak yazılmıştır.
[377] Kitabın aslında «tec'al» kelimesi .yec'al» olarak
yazılmıştır,
[378] El-En'âm. âyet, 102.
[379] El-En'âm, âyet, 17.
[380] Fussilet, âyet, 46.
[381] En-Nisa, âyet,
83.
[382] E§-Şûra, âyet, 11.
[383] Kitabın aslında
*le'temera» kelimesi noktasız ve
hemzesizdir.
[384] Kitabın aslında
«bihaystt» kelimesi noktasızdır.
[385] Kitabin aslında
«anhu» kelimesi «anhâ» olarak yazılmıştır
[386] Kitabın aslında
«ve sâre» kelimesi «ve sâret» olarak yazılmıgtır.
[387] El-Müminûn, âyet, 91
[388] Kitabın aslında «liabdihî» kelimesi .liubûdihî. olarak yazılmıştır.
[389] Kitabın aslında «Ieallehû» kelimesi
«liUletin> olarak yazılmıştır.
[390] Kitabın
aslında «fi'lehû» kelimesi
«ca'lehû. olarak yazılmıştır.
[391] Kitabın aslında «vucûdühû bigayrihî» ibaresi «vücûdun
biğayrin. olarak yazılmıştır.
[392] Kitabın aslında «tekûnu» kelimesi «yekûnu, olarak
yazılmıştır.
[393] Eş-Şûrâ,
âyet, 11.
[394] El-Müzemmi!, âyet, 9.
[395] Kitabın aslında .kavle»
kelimesinden sonra «men»
olarak yazılmıştır.
[396] Eş-Şûra, âyet,
11.
[397] Kitabın
aslında «el'halkı. kelimesinden sonra
«limekâmihî- kelimesi yazılmıştır
[398] Kitabın
aslında «huccetehû»
kelimesi «hüccettin, olarak
yazılmıştır.
[399] Kitabın aslında
«aleyhâ» kelimesi «aleyhi» olarak yazılmıştır
[400] El-En'âm,
âyet, 102.
[401] Kitabın aslında
«el'fi'lu» kelimesi «el'aklü»
olarak yazılmıştır
[402] Kitabın
aslında «ve etemmuhâ» kelimesi
«ve enmâhâ» olarak yazılmıştır.
[403] Kitabın aslında
«ve ebyenuhâ» kelimesi noktasız
olarak yazılmıştır. Aynı kelimeyi kitabı
nesheden dip notta «ve ebhâhâ» olarak
tashih etmiştir.
[404] Allah-u Teâlâ bu hususda şöyle buyurmuştur : «Kim bir hayırlı ve güzel âmelle gelirse,
ona on misli sevap verilir...» El-En'âm, âyet,
160,
[405] Kitabın aslında
«el'abdü* kelimesi metnin
aslından olduğuna işaret edilmekle beraber, dip not olarak yazılmıştır,
[406] Kitabın aslında «terciu» kelimesi «yerciu» olarak
yazılmıştır.
[407] «Yenfî»
kelimesini dip notta «yebkî.
olarak tashih ettim, "ye" harfi noktasızdır. Aslının
doğru olması daha yakın görülmektedir.
[408] Kitabın
aslında «yuvâfıkû» kelimesi
«yuvâkifûne. olarak yazılmıştır.
[409] Kitabın aslanda
*H'l ilâhi» kelimesi «el'ilâhu»
olarak yazılmıştır
[410] Kitabın aslında
«mtmmen. kelimesi -men.
olarak yazılmıştır.
[411] Kitabın. aslında
«ahtâi» kelimesi tahdâri» olarak yazılmıştır.
[412] Kitabın
aslında «yekûnu» kelimesi
«yekûn» olarak yazılmıştır.
[413] Kitabın aslında
*kâne> kelimesinden sonra
«bihî» kelimesi varid olmuştur.
[414] Kitabın aslında
ctûcibu» kelimesi «yûcibu» olarak yazılmıştır.
[415] Kitabın aslında •licehlihî» kelimesi
«bicehlihî» olarak yazılmıştır
[416] Kitabın aslında
«el'fi'lu» kelimesi «el'aklu» olarak yazılmıştır.
[417] Kitabın aslında «şey'iyyetehâ» kelimesi noktasızdır.
[418] Kitabın aslında «eş'şey'iyyetu» kelimesi noktasızdır.
[419] Kitabın aslında metinden olduğuna işaret edilmekle
beraber «eş'şey'iyyetu» kelimesi dip notta varid olmuştur.
[420] Kitabın aslanda .es'ileten» kelimesi «esviletenâ* olarak yazılmıştır.
[421] Kitabın aslında
«tuzkeru» kelimesi «yuzkeru» olarak yazılmıştır
[422] Kitabın aslında yazı bulunmayıp burası bembeyaz
kalmıştır.
[423] Kitabın aslında
«yuavvidu. kelimesi «avvede» olarak yazılmıştır.
[424] Kitabın aslında, metnin aslından olduğuna işaret
edilmek suretiyle kelimesi dip not olarak varid olmuştur.
[425] Kitabın aslında .enâbehum. kelimesi noktasızdır.
[426] Kitabın aslında «a'dâehum» kelimesi «a'dâuhû» olarak yazılmıştır
[427] Yani, terkedilmiş mamur olmayan mekânlar. Bak : Kamus
(haşşe) maddesi.
[428] Bu ibare, metinden olduğuna işaret edilmekle beraber
dip not olarak varid olmuştur-
[429] Es-Sâffât, âyet 96.
[430] EsSâffât, âyet 95.
[431] El-A'râf, âyet 117.
[432] Kitabın aslında «abedû» kelimesi mükerrerdir.
[433] El-Mâide, âyet 103.
[434] Er-Ra'd, âyet 16.
[435] Kitabın aslında <âlimun> kelimesi mükerrerdir.
[436] Kitabın aslında *fîhâ» kelimesi «fîhi» olarak
yazılmıştır.
[437] Kitabın aslında «Ellahu» lefza-i celâli mükerrerdir.
[438] Er-Ra'd, âyet 16
[439] El-En'âm, âyet 102.
.
[440] El-Mu'minûn, âyet, 91.
[441] Metindeki «âyetüiı. kelimesini dip notta »esenin,
olarak tashih ettim. Zira metindeki manâyı daha doğru ifade etmektedir.
[442] Kitabın aslında «izâ» kelimesi «ve kavluhû zâ zâ»
olarak yazılmıştır.
[443] Kitabın aslında «bikavlihim. kelimesi bikavlihı»
olarak yazılmıştır.
[444] Kitabın aslında «bisalâtin» kelimesi noktasızdır.
[445] Kitabın aslında «tuvaddihu» kelimesi noktasızdır.
[446] Kitabın aslında «es'sâriî. kelimesi «izi's-sânî»
olarak yazılmıştır-
[447] Kitabın aslında «anhu- kelimesi «minhu» olarak
yazılmıştır.
[448] Kitabın aslında «lânefye» kelimesi «en'â» olarak
yazılmıştır.
[449] El-Muminûn, âyet 91.
[450]Kitabın aslında «lealle» kelimesi «leallehû enne»
olarak yazılmıştır.
[451] Kitabın aslında «iraaletün. kelimesi noktasızdır.
[452] Kitabın aslında ectemiu kelimesi yectemiu olarak
yazılmıştır.
[453] Kitabın aslında ibare dip not olarak yazılmıştır.
[454] El-Mülk ayet 13,14.
[455] Yunus ayet 22.
[456] Es- sebe ayet 18.
[457] Er –Rum ayet 21.
[458] El-Hadİd, âyet 27.
[459] El-Mücâdile, âyet 22.
[460] En-Nahl, âyet 80
[461] El-Mâide, âyet 13.
[462] Hud, âyet 17 ve El Burûc, âyet 16.
[463] Kitabın aslında «lekâne» kelimesi metinden olduğuna
işaret edilmekle dip notta gelmiştir.
[464] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 368-407.
[465] Kitabın aslında «tetekaddemu- kelimesi «tekaddemu*
olarak yazılmıştır.
[466] Kitabın aslında «yeste'dîhim» kelimesi noktasız olarak
gelmiştir.
[467] Kitabîn aslında «el'kavlû» kelimesi el'ukûlü» olarak
yazılmıştır.
[468] El-Mücâdüe, âyet 4.
[469] Kitabın aslında «vemâ kale» cümlesi .vernâ ğayru men
kâlehû» olarak yazılmıştır.
[470] Et-Tevbe, âyet 42.
[471] Kitabın aslında cbeyyene» kelimesi cbeyyenâ» olarak
yazılmıştır.
[472] Et-Tevbe, âyet 91.
[473] Et-Tevbe, âyet 93.
[474] En-Nisâ, âyet 25.
[475] Âl-i İmrân, âyet 97.
[476] El-Bakara, âyet 286.
[477] Kitabın aslında «ve kavluhu» kelimesinden önce
noktasız olarak «veillâ yâ eyyetuhâ» gelmiştir.
[478] El-Bakara, âyet 233.
[479] Kitabın aslında -velâ» kelimesi mükerrerdir.
[480] Hûd, âyet 20.
[481] El-Kehf, âyet 72.
. .
[482] El-Kehf, âyet 75.
[483] El-Kehf, âyet 82.
[484] Et-Teğabun, âyet 16.
[485] Âl-i İmran, âyet 97.
[486] Kitabın aslında -hattâ» kelimesi «haysü» olarak
gelmiştir.
[487] Hud, âyet 88.
[488] Kitabın aslında «ibkâehû. kelimesi «ebkâhu. olarak
varid olmuştur.
[489] «nekda» kelimesi metnin aslından olduğuna işaret
edilmekle beraber noktasız olarak metnin dip notunda varid olmuştur.
[490] Kitabın aslında bu ibare metnin aslından olduğuna
işaret edilmekle beraber metnin dip notunda yazılmıştır.
[491] Kitabın aslında
«el'cümeli. kelimesi
noktasız 'ha' harfi ile yazılmıştır
[492] Kitabın aslında «teridu* kelimesi *yeridu» olarak varid olmuştur.
[493] Kitabın aslında «ve'l aslıu kelimesi «vâsilün» olarak yazılmıştır.
[494] Kitabın aslında «mea mâ» kelimesi «meâ mâ» olarak gelmiştir
[495] Kitabın aslında «el'fi'lu» kelimesi «el'aklu» olarak
varid olmuştur.
[496] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:407-415.
[497] Kitabın aslında «teslühıu kelimesi «yeslühu> olarak
yazılmıştır.
[498] Kitabın aslında .teslühu. kelimesi «yeslühu. olarak
yazılmıştır.
[499] Kitabın aslında •vecemâatühû» kelimesi cvecemâatün»
olarak yazılmıştır.
[500] Kitabın aslında «esbetehû. kelimesi noktasız olarak,
ve «cemîun. kelimesinden sonra varîd olmuştur
[501] Daha doğru olan
-teslühu» kelimesi «yeslühu»
olarak yazılmıştır.
[502] Kitabın aslında bu ibare, metnin aslından olduğuna
işaret edilmekle beraber dip notta varid olmuştur.
[503] Kitabın aslında «el'fi'lu- kelimesi «el'aklu» olarak
vaki' olmuştur.
[504] Kitabın
aslında .yef'alu» kelimesi
«ya'kilu» olarak yazılmıştır.
[505] Kitabın aslında «bitârikin* kelimesi noktasızdır.
[506] Kitabın aslında 4esmiyetühu» kelimesi
.tesmiyetün» olarak yazılmıştır.
[507] Kitabın aslında «Ellâhu» lâfza-i celâlinden sonra
«sümme» kelimesi varid olmuştur.
[508] Kitabın aslında
«yestetîu» kelimesinden sonra
«kable» kelimesi varid olmuştur.
[509] Kitabın aslında «el'bedîhetu» kelimesinden sonra
«sümme» kelimesi vaki olmuştur.
[510] Kitabın aslında «dayyea» kelimesi noktasızdır
[511] Kitabın asiında «el'ibâdu» kelimesinden sonra
«el'ibâdetü» kelimesi vaki olmuştur.
[512] «el'aklu» kelimesinden sonra »keza» kelimesi vaki
olmuştur.
[513] Metinde <vezâ lâ yecûzü lehû» kelimesinden sonra
«vezâ lâ yecûzü» ibaresi tekrar edilmiştir;
[514] Kitabın aslında
«bibedâhetin» kelimesi «bibidâyetin»
olarak ve noktasız varid olmuştur.
[515] Kitabın
aslında «taktîun» kelimesi
noktasızdır.
[516] Yani, başkası tarafından oturtulan ve harekete kadir
olan.
[517] El-Bakara, âyet 2.S6.
[518] Bu ibare, metnin aslından olduğuna işaret edilmekle
beraber metnin dip notunda varit
olmuştur.
[519] Bu ibare, metnin
aslından olduğuna işaret edilmekle beraber metnin
dip notunda varit olmuştur.
[520] Et-Tevbe, âyet 42.
[521] Ai'\ hâli» kelimesi metnin aslından olduğuna işaret
edilmekle beraber dip notta va-rid olmuştur.
[522] Kitabın aslında *Jifikdi» kelimesi -liikdi. olarak yazılmıştır.
[523] Kitabın aslında «müktedıyen» kelimesi noktasız (sad)
harfi iledir.
[524] Kitabın aslında «tekûnu» kelimesi .yekûnu» olarak
yazılmıştır
[525] Kitabın aslında . . . kelime okunamamıştır. Her halde
kelime zait olarak yazılmıştır-Çünkü kitabı nesheden, kelimenin üstüne bu
işteki hayretine delâlet
eden işaret koymuştur.
[526] Kitabın aslında «el'müsâvilu- kelime böylece
yazılmıştır. Her halde kelimeden «süs olan» kastedilmiştir. Bak : Kamus : .sevvelet* maddesi.
[527]Kitabın
aslında .kavlehu» kelimesi
«yekûlü» olarak yazılmıştır, «ye»
harfi ise . noktasızdır.
[528] Kitabın aslında .esbettüm» kelimesi «esteküm* olarak
yazılmıştır
[529] Kitabın aslında 4ahtemilu» kelimesi «yahtemilü» olarak
yazılmıştır.
[530] Kitabın aslında -tekûnü» kelimesi «yekûnu» olarak
yazümıştır-
[531] Bu ibare, metnin dip notunda varid olmuştur.
[532] Kİtabm aslında •minnetin, kelimesi belirsizdir.
[533] Kitabın aslında «feminnetî. kelimesi belirsiz, efe» ve
«nun» harfleri noktasızdır.
[534] Kitabın aslında «tedîu» kelimesi noktasızdır ve ondan
sonra «illâ» harfi varid olmuştur.
[535] Kitabın aslında «nakrîuiu kelimesi «ba'dun» olarak
yazılmıştır
[536] Kitabın aslında «tekûn» kelimesi «yekûn» olarak
yazılmıştır.
[537] Kitabın aslında «aleyhâ* kelimesi «aleyhi- olarak
yazılmıştır.
[538] Kitabın aslında *gayriyyetu» kelimesi -gayrihî» olarak
yazılmıştır.
[539] Kitabın aslında *tahlû» kelimesi -yahlû» olarak
yazılmıştır.
[540] Kitabın aslında
.tetedââddü* kelimesi noktasız gelmiştir
[541] Kitabın aslında «yetedââddü» kelimesi noktasız olarak
varid olmuştur
[542] Kitabın aslında «bimislihî» kelimesi «bihî» olarak
varid olmuştur- Dip notda ise «bi-mislihî» kelimesi yazılmıştır. Bu kelime,,
manâya daha yakındır.
[543] Kitabın aslında «ve'htiyâru zâlike» kelimesi
«ve'htîre» olarak yazılmıştır.
[544] Kitabın aslında çerine» kelimesi mükerrerdir.
[545] Fâtır, âyet 11.
[546] Biz, bu Hadîs'in lâfzı ile istidlal etmiyoruz. Sılai rahimi teşvik babında bir çok Ha-dîs-i
Şerifler varid olmuştur. Bak : «El'Mu'cem-uV Mufehres li'1-Elfâz'il
Hadîs'in Nebeviyyi'ş-Şerîf»; Lonsenk.
[547] Kitabın aslında «el'levhu* kelimesi «lev» olarak varid
olmuştur.
[548] El-A'râf, âyet 34.
[549] Kitabın aslında «mâ> kelimesi «men* olarak
yazılmıştır.
[550] Et-Tevbe, âyet 5.
[551] Hûd, âyet 6.
[552] Kitabın aslında .telhakuhûı kelimsei «yelhaku»
olarak yazılmıştır.
[553] Kitabın aslında «nekûlü» kelimesi .kale. olarak
yazılmıştır
[554] Kitabın aslında «aleyhâ» kelimesi «aleyhi» olarsk
yazılmıştır.
[555] Kitabın aslında «sâd* harfi ile olan «asâ» kelimesi
«sin» harfi ile yazılmıştır.
[556] Kitabın aslında «bâten» kelimesindeki 'te' harfi
noktasızdır.
[557] Metinden olduğuna işaret edilmekle beraber bu ibare
dip not olarak varid olmuştur.
[558] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 416-445.