HADES (MÂ'NEVÎ PİSIİK)'TEN TEMİZLENME KİTABI
1. Abdestin Farz Oluşunun Delili
A-1. Şartlara Dairdir Abdestte Niyet:
B-2. Ahkâm'a Dairdir Elleri Yıkamak:
C- 3. Rükünlere Dairdir Ağız ve Burnu Temizlemek:
F-6. Sınırlamaya Dairdir Başın Meshedilmesi:
G-7.Sayılara Dairdir Üç Defa Yıkama:
H-8.Mahallin Tayinine Dairdir Sarık Üzerine Mesh;
9. Rükünlere Dairdir Kulakların Meshedilmesi:
J-10. Sıfatlara Dairdir Ayakların Yıkanması:
11. Abdest Fiillerinde Sıra ve Besmele
L-12. Şartlara Dairdir Ahdesti Aralıksız Alma:
A 1. Mest Üzerine Mesh'in Hükmü:
B- 2.Mest Üzerine Mesh'in Şekli:
E- 5. Mest Üzerine Mesh'in Süresi:
F-6. Mest Üzerine Mesh'in Şartları:
G- 7.Mest Üzerine Meshi Bozan Durumlar:
4. Müşriklerin ve Hayvanların Artık Suları:
5. Müslüman Erkek ve Kadının Artığı:
6. Hurma Sırasıyla Abdest Alınması:
1. İnsan Vücudundan Çıkan Şeyler:
5. Ateşte Pişen Gıdaların Yenmesi:
5. Abdest Almayı Gerektiren Durumlar
Bütün İslâm âlimleri,
şer"î temizliğin, «Hades» denilen ma'nevî pislikten ve «Habeş» denilen
maddi pislikten olmak üzere, iki çeşit temizlenme olduğunda müttefiktirler.
Yine müttefiktirler ki, ma'nevî pislikten temizlenme de;
1) Abdest,
2)
Boyabdesti ve
3)
(gerektiğinde) bunların yerine geçen Teyemrmim, olmak üzere üç çeşittir. Çünkü
abdest hakkında inen âyet-i kerime bu üç çeşit temizlenmeyi de ihtiva
etmektedir. Bunun için biz de, Önce abdestten söz etmeye başlayalım.[1]
Bu konuya dair
konuşmamız, beş bab'a ayrılmaktadır:
1- Abdestin
vacib (farz) olduğunu bildiren delil nedir? Kime ve ne zaman vacib olur?
2- Abdest
nasıl alınır?
3- Abdest ne
ile alınır?
4- Abdest ne
ile bozulur?
5- Abdest
niçin alınır? [2]
Abdestin farz olduğunu
bildiren delil, Kur'an, Sünnet ve îcma"dır: Kur'an-ı Kerim'de Yüce
Allah:
«Ey iman etmiş
olanlar, namaza kalkmak istediğinizde yüzlerinizi ve dirseklere kadar
ellerinizi, -başlarınızı meshedip- topuk kemiklerine kadar ayaklarınızı
yıkayınız» [3] buyurmaktadır. İslâm
müctehidlerinin hepsi, «namaz vakti girince namaz kılmakla mükellef bulunan
herkese bu âyet-i kerime'nin emrine uymak farzdır» demişlerdir.
Sünnet'e gelince:
Peygamber (s.a.s)
Efendimiz:
«Cenâb-ı Allah,
abdestsiz olarak kılınan hiçbir namazı ve çalınan maldan verilen hiçbir
sadakayı kabul buyurmaz»[4]
«Cenâb-ı Allah,
abdesti bozulanın ahdest almadan kıldığı namazını kabul etmez» [5]
buyurmuşlardır. Bu her iki hadis de, hadis imamlannca sahih kabul
edilmişlerdir.
Icma'a gelince:
Çünkü bu konuda hiçbir
müctehidin görüş ayrılığında bulunduğunu işitmemi sizdir. Eğer bir görüş
ayrılığı olsaydı -her hadisenin nakli alışılagelen bir şey olduğundan- mutlaka
işitirdik, Abdestin, ergenlik çağına gelen ve delilik halinden uzak olan kimselere farz olduğu,
sünnet ve icma' ile sabiti Peygamber (s.a.s) Efendimiz:
«Sorumluluk üç
kimseden kalkmıştır ki bunlardan biri, ergenlik çağına ermeyen çocuktur, biri
de aklı başına gelmeyen delidir....» [6]
demiştir. Bu konuda herhangi bir görüş ayrılığı nakledilmedi-ği için aynca icma1
da vardır. Ancak abdest almanın vücubu için müslüman olmanın, şart olup
olmadığı konusunda fıkıh âlimleri ihtilâf etmişlerdir. Fakat bu ihtilâf,
yalnız âhiretle ilgili bir hüküm olduğu için, pek önemli değildir.
Abdest almanın ne
zaman far/ olduğuna gelince : O da namaz vakti girince abdestsiz olup namaz
kılmak veyahut abdestli olmayı gerektiren bir işi -o iş hiçbir vakitle ilgili
olmasa bile- yapmak isteyene farz olur. Namaz vakti girince namaz kılmak
isteyen abdestsiz kimseye abdestin farz olmasında ihtilâf yoktur. Çünkü
Cenâb-ı Hak yukarıda geçtiği gibi- «Ey iman edenler, Namaza kalkmak
istediğinizde yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız...» [7]
buyurarak namaz kılmak istenince abdest almayı farz kılmıştır.
Namaz kılabilmenin
şartlarından biri de namaz vaktinin girmesidir. Abdestli olmayı gerektiren
işler yapmak istenince abdest almanın vacib olması ise, o şeylere dair
ulemânın değişik görüşlerini anlatacağımız sırada gelecektir. [8]
Abdest nasıl alınır?
Bunu bildiren kaynaklar, Kur'an-ı Kerim'in daha önce geçen: «Ey iman etmiş
olanlar! Namaza kalkmak istediğinizde yüzlerinizi ve dirseklere kadar
ellerinizi yıkayınız ve başınızı mesh edip topuklara kadar ayaklarınızı
yıkayınız» [9] mealindeki emri ile
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in nasıl abdest aldığı hakkında rivayet edilen
sıhhatli hadislerdir. Bu konuya dair on iki mes'ele bulunmaktadır ki, hepsi de
ana mes'eleler olup abdestin şartlan, mkünleri, abdest almada yıkanması gereken
azalan ve bunlann neler ve kaç tane olduğu ve bunları nerelere kadar yıkamanın
gerektiği ve bunlarla ilgili bütün hükümleri açıklamaya dair mes'elelerdir. [10]
islâm alimleri,
Cenâb-ı Hakk'ın,
«Onlar dini yalnız
Allah'a has kılarak, ona kulluk etmekle emrolunmuşlardır» [11]
âyetinden ve Peygamber (s.a.s) Efendimizin de: «Bütün ameller niyete bağlıdır»[12]
meşhur hadisinden dolayı her ibâdet için niyet etmenin şart olduğunu
söylüyorlar ise de, abdestin sıhhati için niyetin şart olup olmadığı mevzuunda
görüş aynlı-ğmda bulunmuşlardır.
Ulemâ'dan kimisi;
niyetin şart olduğunu söylemiştir. Bu görüş; imam Şafii, imam Mâlik, imam
Ahmed, imam Ebû Sevr ve İmam Davud'un görüşleridir, imam Ebû Hanife ve Süfyan
Sevrî ise, şart olmadığı görüşünü savunmuşlardır. Bu ihtilâf da, "Abdest
-hikmet ve illeti bilinmeyen namaz ve benzeri gibi- sırf sevab için yapılan
mücerred bir ibâdet midir? Yoksa pislikten yıkanmak gibi sebebi bilinen bir
ibâdet midir?" diye tereddüde düşülmesinden ileri gelmiş bulunmaktadır.
Çünkü bu âlimlerin hepsi mücerred ibâdetin niyete muhtaç olduğu ve hikmeti
bilinen ibâdetin ise, niyete muhtaç olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir.
Abdestin her iki çeşit ibâdete benzerliğinden ötürü, yani onda hem ibâdet, hem
de kirden temizlenme nitelikleri bulunduğundan bu ihtilâf doğmuştur. Ictihad
da, abdestteki bu iki benzerlikten hangisinin diğerinden kuvvetli olduğunu inceleyip
o benzerin hükmünü abdeste vermektir. [13]
Fıkıh âlimleri',
abdeste başlamadan önce elleri yıkamanın hükmü konusunda görüş ayrılığında
bulunmuşlardır. Kimisi, "Bu, mutlaka, yani ellerin temiz olduğu kesin
olarak bilinse bile, abdestin sünneüerindendir" demiştir. Bu görüş, îmam
Mâlik ve imam Şafii'nin meşhur olan sözleridir [14].
Kimisi de, "Ellerinin temiz olduğunu kesin olarak bilmeyen kimse için
müste-hab'tır", demiştir. Bu söz de, İmam Mâlik'ten rivayet edilmiştir.
Kimisi de, "Uykudan uyanan kimse için vacib'tir", demiştir. Bu da,
İmam Dâvûd ile ona uyanların görüşüdür. Kimisi de, gece uykusu ile gündüz
uykusunu ayırmış, sadece gece uykusunda vacib kılmışlardır. Bu görüşün sahibi
İmam Ah-med'tir. Bu şekilde dört görüş meydana gelmektedir. İhtilâfın sebebi
ise, bu görüş sahiplerinin Ebû Hüreyre (r.a.)'nin Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'den
rivayet ettiği;
«Sîzden herhangi biri,
uykudan uyandığında elini abdest suyu içine sokmadan önce yıkasın. Zira
hiçbiriniz (uyku sırasında) elinin, vücudunun neresine değdiğini bilemez» [15]
hadisinin yorumunda ihtilâf etmeleridir.
Bir diğer rivayette
«Elini üç defa
yıkasın» [16]ziyadesi vardır.
Abdest âyeti'ndeki
emirlerden ayn bir emri içine alan bu hadis-i şerif ile âyet arasında çelişki
görmeyenler, hadisin emrini zahir olan vücub mânâsına alarak, "Abdest'in
farzlarından biri de, abdeste başlarken elleri yıkamaktır", demişlerdir.
Bunlardan, hadisteki
kelimesinden gece uykusunu anlayanlar «Yalnız
gece uykusundan uyananlara», mutlak uykuyu anlayanlar ise «îster gece ister
gündüz olsun her uykudan uyanana vacib'tir» demişlerdir.
Kimisi de, hadisin bu
emri ile âyet arasında çelişki görmüş ve hadisin emrini zahir mânâsından
çıkarıp mendubluğa hamletmek suretiyle âyetle hadisi birleştirmişlerdir.
Bunlardan bazısı, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in her abdest alışında, önce
ellerini yıkayışına bakarak bu sünnettir demiştir. Bu mendubluğu tam olarak
benimsemeyenler şöyle demiştir: Bu, müstehab mendub cinsindendir. Bu durum,
ellerinin temiz olduğunu kesin olarak bilen kimse içindir. Bunlar, elleri
yıkamanın hükmü «Sünnet» ve «Müstehab»'ur diyenlerdir. Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
uykudan uyanan kimsenin ellerini yıkaması gerektiği şeklindeki hadisinden
genellik kastedilen bir özel durum olduğunu gerektiren sebebi kavrayamayanlar;
yalnız uykudan uyanan kimse için, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in bunu, uykuda
ellerin temiz kalamayacağı düşüncesi ile emrettiğini, kavrayanlar ve genel
kastedilen özel cinsinden kabul edenler, ellerinin temizliğinde şüphesi olan
herkes için mendub görmüşlerdir, çünkü o uyuyan hükmündedir.
Bana kalırsa, hadisin
zahirinden, abdest almada elin hükmünü bildirmekten ziyade, kullanılacak suyun
temiz olması şart olduğu için, abdest alınacak suyu necis etmemenin lüzumunu
bildirmek istendiği anlaşılmaktadır. Çoğu kez ellerini yıkamadan su kabına
sokmayan Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'in-rivâyet olunan- bu hareketi de, bunun
abdest fiillerinden biri olduğu için de, suyun necis olmaması veyahut -eğer
şüphenin tesiri vardır diyecek olursak- hiç değilse şüpheli duruma girmemesi
için de olabilir. [17]
Abdestte, ağız ve
buruna su vermek mevzuunda üç görüş ileri sürül-
abdest aldığını
gördüm» [18] demiştir. Bu ise,
dirseklerin yıkanmasını vacib görenler için bir delildir. Çünkü her ne kadar
Arap dilinde «ilâ» kelimesi maiyetten (beraberlik) çok, nihayet (bitiş) mânâsında
ve «yed» kelimesi de belirtilen üç organdan çok, el ve bilek mânâsında daha
açık ise de, bir kelimenin iki mânâya delâleti eşit olursa, kelimeden, bu iki
mânadan birini anlamak ancak delile dayanarak olur. Şu halde dirsekleri elin
hükmüne sokmayanların görüşü kelimenin delâleti bakımından daha kuvvetlidir,
sokanların görüşü de -eğer rivayet «nedb»e hami edilmezse- rivayet bakımından
daha açıktır. Rivayet ise -görüldüğü gibi- nedb'e hamledilebilir. Bazıları da:
Eğer sınır, sınırladığı şeyin cinsinden değil ise, ona dahil değildir»
demişlerdir. [19]
Abdestin farzlarından
biri de başı meshetmektir. Bütün ulema bunda müttefiktirler. Ancak meshedilmesi
gereken miktar hakkında ihtilâf etmişlerdir.
îmam Mâlik,
"Başın hepsini meshetmek gerekir" demiş, İmam Şafii, îmam Mâlik'in
tabilerinden bazıları ve îmam Ebû Hanife: "Baştan bir miktarın
meshedilmesi kâfidir", demişlerdir. Bu meshedilecek miktar hakkında, îmam
Mâlik'in tabilerinden kimisi, "Başın üçte biridir", kimisi,
"Üçte ikisidir", İmam Ebû Ilanife, "Dörtte biridir"
demiştir. İmam Hbû Hanife ayrıca, "En az elin üç parmağı ile meshetmek
lâzımdır" demiştir. îmam Şafii ise, ne başta, ne de elde belli bir miktarı
şan görmemiştir.
Bu ihtilâfın kaynağı,
abdest âyetinde geçen kelimesinin başındaki harf-i cerr, «Bi»nin Arap dilinde
müşterek olup çeşitli mânâlarda kullanılmasıdır. Çünkü bu harf - "Tünbitü
bi'd-dühni" [20]
âyet-i kerimesini "Tünbitü" olarak okuyanların kıraatinde olduğu
gibi- bazan zaide olur, yani söze kuvvet vermekten başka hiçbir mânâ ifâde
etmez. Zira bu kıraate göre fiil inbat masdanndan geldiği için zaten müteaddi
(geçişli) dir, harf-i cerr vasıtası ile onu müteaddî yapmağa ihtiyaç
yoktur."Bi" harf-i cer'i, bazan da «Kolundan ve elbisesinden tuttum»
cümlesinde olduğu gibi, «Teb'izîye» (Parça anlamında) olup «den» mânâsını
ifâde eder. Kûfeli «Nahiv» ilminin imamları tarafından söylenen bu mânâyı
inkâra mahal yoktur. Bu harfi, «zâid» görenlere göre, âyet "Başınızı
mesnedin" anlamına gelir ki, bundan, başın hepsim meshetmenin gerekliliği
anlaşılır. «Ba'ziye» görenlere göre de âyet "Başınızdan (bir bölümünü)
mesnediniz" anlamına gelir ki, bundan da, baştan bir miktarın meshedilmesi
gerekliliği anlaşılır.
Bu mânâyı tercih
edenler kendi görüşlerine, Müslim'de bulunan Muğîre (r.a.)'nin «Peygamber
Efendimiz abdest aldı, başının ön tarafı ile sarığını mesnetti» [21]
hadisini de delil göstermişlerdir. Harfi, zâid kabul etsek dahi, bir ihtimal
daha kalır ki, o da; isimlerin içeriğinin bir kısmını mı, yoksa tamamını mı
almak lâzımdır? [22]
Abdestte yıkanması
emredilen azalan hiçbir yeri kuru bırakmamak şartı ile birer defa yıkamanın
farz, ikişer ve üçer defa yıkamanın da sünnet olduğunda ulemanın hepsi
müttefiktirler. Zira Peygamber Efendimiz'in azalarını kâh birer, kâh ikişer,
kâh da üçer defa yıkadığı, sıhhatli hadislerle sabittir. Birer defa yıkamanın
farz olduğu, ayrıca âyetten de anlaşılmaktadır. Fakat başı meshetmenin de
tekrarı, sünnet midir değil midir diye ihtilâf edilmiştir, îmam Şafii:
«Azalarını üçer defa yıkayan kimse, başını da üç defa meshe-der» demiş ise de,
fıkıh ulemasının çoğu "Meshin tekrarı, sünnet değildir" demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi;
çoğunluk tarafından değil, tek sahâbî tarafından rivayet edilip tek yoldan
gelen hadisde fazla olarak yer alan hükmün kabul olunup olunmayacağı
hususundaki ihtilâftır. Çünkü Peygamber Efendimizin, abdest alırken azalarını
üçer defa yıkadığını bildiren hadislerin çoğu Hazreti Osman (r.a.)'dan rivayet
olunmaktadır. Diğerleri bu konudaki hadislerde, Peygamber Efendimiz'in başını
bir defa meshettiğini söylemektedirler. Peygamber Efendimiz'in başını üç defa
meshettiği, Hz. Osman'dan bu hususta rivayet olunan hadislerin ancak birinde
söylenmektedir.
îmam Şâfıi, diğer hadislerden
farklı olarak verilen bu haberi kabul etmekte, ayrıca «Peygamber Efendimiz
birer, ikişer ve üçer defa abdest alırdı» ifâdesinin umumundan da kuvvet
almaktadır. Zira bu ifâde, her ne kadar Sahabînin ise de, ifâdedeki umumun
bütün azalara şamil olduğu anlaşılmaktadır. Fakat ne var ki, İmam Şafii'nin
kabul ettiği bu fazlalık ne Buhârî'de, ne de Müslim'de vardır. Tabiidir ki,
sıhhatine kanaat getirildiği taktirde almak lâzımdır. Çünkü bir kimsenin bir
haberi vermemesi, o haberi verene karşı hüccet olamaz.
Ulemanın çoğu, başı da
diğer azalara kıyas ederek başın meshinde yeni
su kullanmanın vacib
olduğu görüşünü benimsemiştir. îbn Mâcişûn'dan ise «Su biterse kişi sakalının
yaşlığı ile başını mesheder» diye rivayet olunmuş ve İbn Habib, İmam Mâlik ve
İmam Şafii de bu görüşü benimsemiştir Abdullah b. Zeyd'in hadisine [23]
istinaden, baş meshinde ön taraftan başlayarak elleri arkaya doğru götürmek ve
oradan tekrar başlandığı yere geri getirmek müstehabdır. Kimisi de arkadan
başlamayı tercin etmiştir. Bu durum, Muavviz'in kızı Rubeyyi'in Peygamber
Efendimiz'in abdest alış şekline dair naklettiği hadisinde rivayet
olunmaktadır. Fakat bu hadis Buharı ile Müslim'de yer almamıştır [24].[25]
Sangın üzerine meshin
caiz olup olmadığı hususunda ihtilâf vardır. İmam Ahmed b. Hanbel, Ebû Sevr,
Kasım b. Sellâm ve bir grup alim bunu caiz görmüşlerse de, İmam Şafii ve İmam
Ebû Hanife'nin de içinde bulunduğu bir diğer grup caiz görmemişlerdir. Caiz
görenler, sangı da mest'e kıyas etmişlerdir. Bunun içindir ki, bunların çoğu,
sarığı meshedebilmek için sangın abdestli olarak giyilmiş olmasını şart
koşmuşlardır.
Bu ihtilâfın sebebi,
Mıığîre ve başkalarının rivayet ettiği «Peygamber (s.a.s.) abdest aldı,
başının ön tarafı ile sarığını meshetti» [26]
hadi-siyle amel edilip edilemiyeceği hususunda ki farklı düşüncelerdir. Bu
hadisi reddedenler, ya onu sıhhatli bulamadıkları, ya başın kendisini
meshetmeyi emreden abdest âyeti ile çatışır gördükleri, ya da amel edilebilmesi
için koşulan şartı haiz bulamadıkları için reddetmişlerdir. Zira bu hadisi
Müslim tek yojdan getirmiştir. Halbuki, bazılannca böylesi hadislerle amel
etmek, gereğince amel edilmiş olması meşhur olursa caiz olur.
Mâliki mezhebinde
görüldüğü üzere îmam Mâlik hadiste bu Özelliği -bilhassa Medine'de gereğince
amel edilmiş olmasını- arardı. Kaldı ki, Ebû Ömer b. Abdilberr bu hadis hakkında «ma'lûl'dür»
demiştir.
Bu hadisin bazı
rivayetlerinde, Peygamber Efendimiz'in yalnız sangını meshettiği söylenmekte ve
başın ön tarafı zikredilmemektedir. Bunun içindir ki, ulemadan bazıları sarık
üzerine meshin cevazı için başın ön tarafının meshini şart koşmamışlardır, Zira
asıl ile onun yerine geçen bedel bir fiilde toplanamaz. [27]
Ulema kulaklann
meshinin sünnet ya da farz oluşunda ve bunun için ayrı bir su gerekip,
gerekmediği konusunda ihtilâf etmişlerdir. Kimisi farz olduğunu ve buna ayn
bir su gerektiğini söylemiştir. îmam Mâlik'in tabilerin-den bir grup bunu
söyleyenlerdendir. Onlar bunu, îmam Mâlik'in «Kulaklar baştan sayılır» sözünden
çıkartmakta ve îmam Mâlik'in görüşünün böyle olduğunu söylemektedirler.
îmam Ebû Hanife ile ona
tabi olanlar, « Farz'dır [28]. Ancak
baş ile birlikte bir su ile meshedilirler» demiştir.
îmam Şafii ise;
«Sünnet'tir. Fakat ona ayn bir su gerekir» demiştir, ki îmam Mâlik'e tabi
olanlardan diğer bir grup da bunu söylemektedirler. Bunlar da, "îmam
Mâlik'in görüşü budur. Çünkü îmam Mâlik'in 'Ağıza su vermenin hükmü ne ise
kulak meshinin hükmü de odur' dediği rivayet olunmaktadır",
demektedirler.
Bu ihtilâfın sebebi,
Peygamber Efendimiz'in kulaklannı meshetti-ğine dair hadislerin, Kur'an-ı
Kerim'de emredilen baş meshinden ayn bir hüküm mü, yoksa onun bir tefsiri mi
olduğundaki görüş aynlığıdır. Eğer ondan ayn bir hüküm ise, Kur'an'la çatıştığı
için onu mendubluğa hamletmek gerekir. Yok eğer onun bir tefsiri ise, o zaman
başı meshetmenin hükmü nasıl vü-cub ise, onun da hükmü vücubdur.
Şu halde kulak meshine
vacib diyenler, bunu Kur'an-ı Kerim'deki bir mücmel'in açıklaması kabul
etmişlerdir.
Kulakların meshi
sünnet'tir diyenler ise, onu, ağıza su vermek gibi ayn bir hüküm kabul
etmişlerdir.
Kulaklann meshine dair
hadisler, her ne kadar Buhârî ve Müslim'de yer almamışlarsa da çoktur ve
gereğince amel edilegelmiştir. Kulaklann meshi için, ayn bir su gerekip gerekmediğindeki ihtilâfın s
ebebi de, kulaklann baştan ayn birer âza mı, yoksa başın birer parçası mı
olduğunda ulemanın tereddüt etmesidir.
Kimisi de «şâzz» bir
görüşte bulunarak kulaklann yüzle birlikte yıkan-
ması gerektiğini
söylemiştir. Başkaları da, "Kulakların dışı, yüzle birlikte yıkanır, içi
başla birlikte meshedilir", demiştir. Bunun da sebebi; bu iki azanın
yüzden mi, yoksa baştan mı sayıldığı hususunda bu iki görüş sahiplerinin tereddüt
etmeleridir.
Fakat Peygamber
Efendimiz'in kulaklarını hep meshettiğine dair hadisler bu kadar çokken ve
böyle uygulanagelmişken, bü iki görüşe nasıl yer vermişlerdir?
İmam Şâfıi, baş
meshinin tekrarım nasıl müstehab görmüşse kulakları meshetmenin tekrarını da
müstehab görmüştür. [29]
Ulema, ayakların
abdest azalarından olduğunda müttefik iseler de ayaklan yıkamak mı, yoksa
meshetmek mi gerektiği konusunda ihtilâf etmişlerdir.
Cumhur, "Ayakta
farz olan yıkamaktır", demiş ise de, bir cemaat, "Meshetmektir"
demiştir. Bir diğer grub da, "Her ikisi de olur, kişi hangisini isterse
onu yapar", demiştir.
Bu ihtilâfın s e b e b
i, abdest âyetindeki ERCULEKÜM kelimesinin «ercüleküm» ve «ercüliküm» şeklinde
üstün ve esre ile okunduğu iki meşhur kıraatin tefsirinde ihtilâf edilmesidir.
Çünkü eğer bu kelime birinci şekilde olduğu gibi üstün ile okunursa, daha zahir
olan ihtimal, bu kelimenin âyette geçen VÜCUHEKÜM kelimesi üzerine atfedilmiş
olmasıdır ki buna göre, ayakların yıkanması emredilmiş olur.
İkinci şekilde olduğu gibi esre ile okunursa,
o zaman, yani başındaki RUÛSÎKÜM kelimesi üzerine atfedilmiş olma ihtimali daha
kuvvetlidir. Buna göre de, ayakların meshedilmesi emredilmiş olur. «Ayakların
farzı, kesinlikle yıkamaktır veya meshetmektir» diyenler, bu iki kıraatin her
birinde daha kuvvetli olan ihtimali tercih ederek, diğer kıraatin yerdiği
kuvvetli mânâyı teVil yolu ile tercih ettikleri mânâya döndürmüşlerdir.
Bu iki kıraatin her
birinden anlaşılan mânâ, diğerinden anlaşılan mânâdan daha zahir olmadığına,
yani bir kıraatin verdiği mânâ, diğerinin mânâsından daha kuvvetli olmadığına
inananlar ise, ayakların hükmünü yemin keffareti gibi bir vacibi muhayyer
(seçenekli farz) görmüşlerdir ki Ta-berî ile imam Dâvûd bu görüştedirler.
Cumhur, «ercüliküm»
kıraatinde birtakım te'villerde bulunmuştur. O te'villerin en güzeli, atfın
ma'nevî olmayıp, lafzî olmasıdır. Çünkü Arap dilinde bunun benzeri çoktur.
Meshi vacib gören
ikinci cemaate gelince: Bunlar da «ercüleküm» kıraatini te'vil ederek bunu,
«Biz dağlar ve demir
değiliz» şiirinde olduğu gibi, atıf ale'l-mahal (veyahut mef ûlün meah) kabul
ediyorlar.
Cumhur, «ercüleküm»
kıraatini, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den geldiği sabit olan
«Ateşte yanmaktan
topukların vay haline» [30]
hadisini delil yaparak tercih etmişlerdir.
Cumhur der ki: Bu
hadiste, ayaklannı iyice yıkamayanlar kınandığı için, ayaklan yıkamanın farz
olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bir kimse vacib olmayan bir şeyi yapmadığı için
tehdit edilmez.
Halbuki bu hadis
cumhur için delil olamaz. Çünkü ayaklannı yıkamaya başlayan kimsenin -tabiidir
ki- iyice yıkaması lâzımdır. Nitekim «ayağın farzı, yıkamak ile meshetmekten
biridir» diyenler de, "Kişi ayaklannı mes-hetmeye başlarsa, artık ayağının
hepsini meshetmesi vacib olur" derler.
Müslim'in «Biz
ayağımızı meshediyorduk. Peygamber (s.a.s) "Ateşte yanmaktan topukların
vay haline" diye bağırdı» şeklinde kaydettiği diğer bir hadisten de bu
anlaşılmaktadır. Şu halde bu hadis, her ne kadar ayaklan meshetmenin caiz
olmadığına delil olarak gösterilegelmiş ise de, bize kalırsa bu hadisten,
meshin caiz olmamasından ziyade, caiz olması anlaşılır. Çünkü Peygamber
(s.a.s) Efendimiz onlan, ayaklannızı niçin yıkamıyorsunuz diye kınamıyor,
ayaklannızı niçin iyice meshetmiyorsunuz diye kınıyor. Bu ise, meshin caiz
olduğunu göstermektedir. Meshin caiz olduğu bazı ashab ve tabiinden de rivayet
olunmaktadır. Ancak şu var ki ayak için yıkamak, meshetmekten daha uygundur.
Nasıl ki baş için de meshetmek yıkamaktan daha uygun ise.,.Çünkü ayaklann kiri
çoğunlukla ancak yıkamakla gider. Başın kiri ise çoğunlukla mesh'le gider.
Emredilen ibâdetlerde ruhun ann-ması gibi birtakım ma'nevî yararlıklar
bulunduğu gibi, bedenin temizliği gibi bir takım maddî yararlıklar da
düşünülmüş olabilir.
Ulema, topuk
kemiklerinin de yıkama veyahut -meshi caiz görenlerde-mesh etme hükmüne dahil
midir, değilmidir şeklinde görüş aynlığında bulunmuşlardır. Bunun sebebi;
'deki kelimesinin
değişik anlamlarda kullanılmakta olduğudur ki bunu yukanda da (El'in yıkanması
konusunda) anlattık. Fakat orada «İlâ» ve «yed» olmak üzere değişik mânâlara
gelen iki kelime vardı. Burada ise yalnız (ilâ) vardır.Ayrıca ne olduğu
konusunda da görüş ayrılığı vardır. Çünkü
bu kelime de müşterek
kelimelerden birisidir ve lugatçılar, bu kelimenin mânâsında ihtilâf
etmişlerdir:
Kimisi, "Ayakkabı
bağının bağlandığı yerdeki iki kemiktir", kimisi de, "(Topuk kemiği
dediğimiz) bacak kemiğinin alt ucu kenarında bulunan iki kabarık kemiktir"
demiştir.
Eğer bağ yerinde
bulunan iki kemik ise yıkanma hükmüne girdiğinde -zanmmca- bunu söyleyenler
arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü o zaman ayağın birer parçasıdır. Bunun
içindir ki bazıları, "Eğer (îlâ) kelimesi ile sınır yapılan şey, sınırladığı
şeyin cinsinden ise, o şeyin hükmüne girer, yok eğer
"Sonra orucu
geceye kadar tamamlayınız" [31]
âyet-i kerimesinde olduğu gibi cinsinden değil ise o şeyin hükmüne
girmez", demişlerdir. [32]
Abdest âzalarının âyetteki
sıraya göre yıkanmasının -ki buna tertip deniliyor- vacib olup olmadığı
konusunda da görüş ayrılığı vardır. Kimisi sünnet olduğunu söylemektedir. Bu
görüş, İmam Ebû Hanife, Süfyan Sevrî ve imam Davud'undur.
imam Mâlik'in etbamdan
sonra gelenler, bu görüşü İmam Mâlik'ten de nakletmektedirler.
Kimisi de farz
olduğunu söylemektedir. Bunu da İmam Şafii, İmam Ahmed ve Ebû Ubeyd
söylemiştir. Bu sırayı gözetmenin farz veya sünnet olmasındaki görüş ayrılığı,
sadece yıkanması farz olan azalar arasındadır. Farz ve sünnetler arasında
sırayı gözetmek ise, imam Mâlik'e göre müstehab, imam Hanife'ye göre
sünnet'tir.
Bu görüş ayrılığının
sebebi iki şeydir:
Birincisi, atıf edatı
olan (Vav)ın müşterek (birkaç anlamlı) oluşudur. Çünkü bu edat ile kâh sıralı,
kâh sırasız şeyler birbirlerine bağlanır. Arap dilini araştıranlar bunu açıkça
görmektedirler. Bunun içindir ki «Nahv» (Arap grameri) bilginleri bu konuda
ikiye ayrılmış;
Basralılar: «Vav»dan
ne maiyyet (hükümde beraberlik), ne de tertib (sıra) anlaşılmaz. «Vav»dân ancak
cemi1 (hükmünde ortaklık) anlaşıln»,
Kûfeliler de: «Tertib
ve sırayı bildirir» demişlerdir.
Bunun için, abdest
âyetindeki «vav»dan sıra anlaşılır diyenler, tertibin vacib olduğu, anlaşılmaz
diyenler de vacib olmadığı görüşünde bulunmuşlardır [33]
İkincisi, Peygamber
Efendimİz'in hep tertipli olarak abdest alması, abdestte tertibin vacib olduğu
için miydi, yoksa fazla sevab kazanmak için miydi diye ihtilâf etmeleridir.
Peygamber (s.a.s) Efendimİz'in bir kere olsun ters şekilde abdest aldığı hiç
rivayet olunmadığı için birinci şıkkı söyleyenler, tertibin vacib olduğu
görüşündedirler. İkinci şıkkı benimseyenler ise tertibin sünnet olduğunu
söylemektedirler.
Sonra, abdestin farz
ve sünnetleri arasında ayırım yapanlar «ancak abdestin farzları arasında»,
ayırım yapmayanlar ise «farz olsun sünnet olsun, abdestin bütün fiilleri
arasında tertib lâzımdır» demişlerdir. Çünkü vacib olmayan şeyler için de
bazan şartlar vacib olur [34][35]
Abdestte müvalât
(abdest azalarını ara vermeden yıkamak) vacib midir, sünnet midir? diye ihtilâf
edilmiştir. İmam Mâlik'e göre unutma ve güç yet-
meme halleri dışında
vacibtir. Bu iki halde ise -verilen ara çok olmamak şartı ile- vacib oluşu
ortadan kalkar. îmam Şafii ile îmam Ebû Hanife ise, vacib olmadığı
görüşündedirler.
Bu ihtilâf, yine
(vav)m değişik mânâlara gelmesinden doğmuştur. Çünkü bu harf ile bazan birbiri
ardınca gelen şeyler, bazan da aralıklı olarak gelen şeyler birbirleri üzerine
atfedilirler. Kimisi de müvalâtın vacib olmadığına, «Peygamber (s.a.s) gusiit
ederken önce abdesî alır ve ayaklarını guslün sonuna bırakırdı» [36]
sahih hadisini delil.olarak göstermişlerdir.
Bu mevzudaki ihtilâf
da, yine Peygamber Efendimizin abdest fiillerini vücub yeya mendubluğa
hamletmek hususunda yaptıkları ihtilâfın şümulüne girmektedir.
Kasıt ile unutma
halleri arasında ayınm yapan îmam Mâlik, Peygamber Efendimiz'in
«Benim ümmetimden
yanılma -unutma- sorumluluğu kalkmıştır» [37]
hadisine dayanarak «unutanı sorumlu tutmamak şeriatın bir kaidesidir ve
mazeretinde, hükümleri yumuşatması şeri-atte her zaman görülen bir şeydir»
demektedir.
Kimisi besmele
çekmenin de abdestin farzlarından olduğu görüşünde bulunmuş ve buna, Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'e isnad edilen «Allah adı ile başlamayanın abdesti yoktur» [38]
hadisini delil göstermiştir. Halbuki bu hadis, muhaddislerce sıhhatli
sayılmamaktadır. Bununla beraber kimisi, «Allah adından maksad niyettir» demiş,
kimisi de hadisi -zannedersem- mendubluğa hamletmiştir.
işte bunlar, bu bab'ın
ana mes'eleleri arasında meşhur olan mes'eleler-dir. -Yukanda da söylediğimiz
gibi- abdestin keyfiyeti, abdest âzalarının sınırları, abdestin şart ve
rükünleri ve benzeri şeylerle ilgili mes'elelerdir. [39]
Bu bab'a giren
mes'elelerden biri de mestler üzerine mesh etme mes'ele-sidir. Çünkü bu da
abdestin keyfiyeti ile ilgili bir şeydir.
Bu mevzua dair
bahsimiz; -meshin cevazı, meshedilen yerin sının, meshedilen şeyin tayini,
keyfiyeti, meshin süresi, şartları ve meshi bozan şeyler olmak üzere- yedi
mes'elede toplanmaktadır. [40]
Mestleri meshetmenin
caiz olup olmadığı hususunda üç görüş vardır. Birincisi ve meşhur olanı,
mutlaka caiz olduğudur. İkincisi, yolculukta caiz olup hazer'de (yerleşik
halde) ise, caiz olmadığıdır. Üçüncüsü ve garip olanı, mutlaka caiz
olmadığıdır. Bu üç görüş de birinci tabaka (sahabe) dan ve îmam Mâlik'ten
rivayet olunmaktadır.
Bu değişik görüşlerin
s e b e b i de; caiz olduğunu bildiren hadislerle bu hadislerin vürudundan
sonra inen ve ayakların yıkanmasını emreden abdest âyeti arasında görülen
çelişkidir. Bu görüş ayrılığı, ta başlangıçta as-hab-ı kiram arasında baş
göstermiş ve onlardan kimisi, "Hadislerin hükmü âyet ile
neshedilrniştir", demiştir. Bu, İbn Abbas'ın görüşüdür. Caiz olduğunu
söyleyenlerin delili de -Müslim'in rivayet ettiği üzere- kendilerini çok sevindiren
Câbir'in (r.a.) hadisidir. Câbir, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'i -mestlerini
meshederken- gördüğünü söylemiş, kendisine «Bu, abdestle ilgili âyetin
nüzulünden önce olacak» denmiş, o da, "Ben âyetin nüzulünden sonra
müslüman. oldum", demiştir.
Meshi caiz gören
sonraki müctehidler de, «Âyet-i kerime ile hadisler arasında çelişki yoktur.
Çünkü âyetin emri mestleri olmayana mahsustur, mesih ruhsatı mestleri olana
verilmiştir» demektedirler. Kimisi de, "Ayet'in ERCÜLÎKÜM şeklindeki
kıraati mestlerin meshidir", demiştir.
Yolculukla yolculuk
dışındaki zamanlar arasında ayırım yapanlara gelince: Bunlar, «Çünkü Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in mestlerini meshetti-ğine dair sıhhatli rivayetlerin çoğu,
bunun yolculuk esnasında olduğunu bildirmektedirler. Yolculuk ise ruhsat ve
kolaylık isteyen bir haldir. Mestlerin meshi de mükelleflere gösterilen bir
kolaylıktır. Çünkü yolcuya, ikide bir mestlerini çıkarıp giymesi zor gelen bir iştir»
diyorlar. [41]
Meshedilen yerin
sınırı hususunda fukaha ihtilâf etmişlerdir. Kimisi: «Vacib olan, mestlerin
yüzünü meshetmektir, dibini meshetmek sünnettir» demiştir. îmam Mâlik ile îmam
Şafii bu görüş sahiplerindendirler. Kimisi de, "Mestlerin hem yüzünü, hem
dibini meshetmeyi vacib görmüştür". Bu da, îmam Mâlik'in tabilerinden îbn
Nâfi'nin görüşüdür. Kimisi de, mestlerin yüzünü meshetmeyi vacib görmüş ve fakat dibini
meshetmeyi müstehab görmemiştir. Bu da imam Ebû Hanife, îmam Dâvûd, Süfyan
Sevrî ve bir cemaatin görüşüdür. Yalnız Eşheb de, «Vacib olan, mestin yüzü ile
dibinden birini meshetmektir, hangisini ederse etsin» demiştir.
Bu ihtilâfların sebebi
de, bu mevzuda gelen rivayetlerin birbirleri ile çelişmesi ve meshetmeyi
yıkamaya kıyas etmeleridir. Çünkü bu mevzuda, birbirleri ile çelişen iki
rivayet vardır. Birisi Muğire b. Şu'be'nin hadisidir ki bu hadiste; Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in mestinin hem yüzünü, hem dibini meshettiği söylenmektedir
[42].
Diğeri de Hz. Ali (r.a.)'m «Eğer din akılla olsaydı mestlerin dibini
meshetmek, yüzünü meşhetmekten akla daha uyardı. Fakat ben Rasûlullatiı -mestinin
yüzünü mesheder- gördüm» [43] hadisidir.
Bu iki hadisi te'lif
(anlamlarını uzlaştırma) yoluna gidenler Muğire'nin hadisini müstehabhğa, Hz.
Ali (r.a.)'nm hadisini de vücub'a hamlederler ki bu, güzel bir yoldur. Bu iki
hadisin birini diğerine tercih yolunu tutanlardan kimisi de Hz. Ali (r.a.)'nin
, kimisi Muğire'nin hadisini almıştır. Muğire'nin hadisini tercih edenler, -meshetmeyi
yıkamaya kıyas ederek- tercih etmişlerdir. Hz. Ali (r.a.) 'nin hadisini.tercih
edenler ise, meshetmekle yıkamak arasında benzerlik bulunmadığı veyahut Hz.
Ali (r.a.)'nin hadisinin senedini daha kuvvetli gördükleri için, tercih
etmişlerdir.
Bunların içinde bu
mes'elede en şanslı olan İmam Mâlik'tir [44].
Mestin yalnız dibini meshetmeyi caiz görenlere ise, ben hiçbir delil bulamam.
Çünkü bunlar ne kuvvetli hadise uymuş, ne de kıyas kullanmışlardır. [45]
Meshi caiz görenlerin
hepsi mest üzerine meshetmenin caiz olduğu görüşünde birleşmişlerdir. Fakat
çorap üzerine meshetmenin cevazında ihtilâf etmişlerdir. Caiz görenler de,
görmeyenler de olmuştur. Caiz görmeyenler arasında îmam Mâlik, İmam Şafii ve
İmam Ebû Hanife, görenler arasında da îmam Ebû Hanife'nin iki büyük arkadaşı
îmam Muhammed ve İmam Ebû Yûsuf ile Süfyan Sevrî bulunmaktadırlar.
Bu ihtilâf, Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'den, çorap ve ayakkabısı üzerine meshettiğine dair gelen
rivayetlerin sıhhatinde ve başka şeyler de mestlere kıyas edilebilir mi, yoksa
bu bir ibâdet olduğu için bunda kıyas olamazmı diye görüş ayrılığında
bulunmalarından ileri gelmiştir.
Bu konudaki hadisleri
sıhhatli bulmayan veyahut işitmeyen ve başka şeyleri meste kıyas etmeyi caiz
görmeyenler yalnız mest üzerine meshetmeyi caiz görmüşlerdir. Hadisi sıhhatli
bulan veyahut sözü geçen kıyası uygun görenler ise, çoraplar üzerine de
meshetmeyi caiz görmüşlerdir. Bu konudaki hadisi, Buharı ve Müslim kitaplarına
almamışlarsa da, Tirmizî sıhhatli bulmuştur [46].
Dibine deri dikilmiş
çorabın hem çoraba, hem meste benzeyen yanlan olduğu için İmam Malik'ten,
böylesi çorapların üzerine meshetmeyi hem caiz gördüğü, hem görmediği yolunda
iki rivayet vardır. [47]
Ulema, sağlam mest
üzerine meshedebilmekte müttefik iseler de, yırtık ve delikli olanın meshi
konusunda ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik ile
tabiileri, «Mestin deliği küçük ise, üzerine mesh caizdir» demişlerdir.
îmam Ebû Hanife, bu
deliğin, kişinin üç parmağının içinden çıkamayacak kadar küçük olmasını şart
koşmuştur. Kimisi de, «Deliği ne kadar büyük olursa olsun -mest adını
taşıdıkça- üzerine meshetmek caizdir» demiştir. Bu görüştekilerden biri îmam
Süfyan Sevrî'dir. İmam Şafii ise, kendisinden nakledilen iki sözünün birinde, «Eğer
ayağın ön tarafı görünecek olursa, delik küçük de olsa, üzerine meshedilemez»
demiştir [48].
Bu ihtilâfın sebebi,
meshetmenin yıkama yerine geçmesi, ayakların örtülü olmasından mı, yoksa
mestleri çıkarıp giymede zorluk bulunduğu için midir diye görüş ayrılığında
bulunmalarıdır. Birinci görüşte olanlar, yırtık mestler üzerine meshetmeyi caiz
görmemişlerdir. Çünkü ayaktan bir şey göründüğü zaman, ayak örtülü sayılmaz.
İkinci görüşte olanlar, mest, mest adını taşıdıkça üzerine meshetmekte bir
sakınca görmezler. Büyük ve küçük delikler arasında ayırım yapmak ise, bir
istihsan (kolaylık) olup mükelleflerin zorluk çekmesini önlemektir.
Sevrî, «Ensar ve
Muhacirîn'in mestleri herkesin mesti gibi delikli olup pek sağlam değildi. Eğer
delikli olmada bir sakınca bulunsaydı, bu hususta kendilerinden bir şey
işitilip nakledilecekti» demiştir.
Ben diyorum ki: Bu
mes'ele meskût geçmiş ve hakkında herhangi bir hükümde bulunulmamıştır. Eğer
hakkında bir hüküm bulunsaydı, Peygam ber (s.a.s) Efendimiz
«İnsanlara indirilenleri
açıklayasm diye seni Peygamber gönderdik» [49]
âyet-i kerimesi gereğince açıklardı. [50]
Mesh yapabilmenin
müddeti ve süresi mevzuunda fukaha ihtilâf etmişlerdir, îmanı Mâlik,
meshedebilmenin süreli olmadığı ve ayağında mest bulunanın, mestlerini
çıkarmadıkça ve kendisine gusül lâzım gelmedikçe mesh yapabileceği
görüşündedir, imam Ebû Hanife ile îmam Şâfıi ise, süreli olduğunu
söylemişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu mevzudaki rivayetlerin çeşitli olmasıdır. Çünkü bu mes'ele hakkında üç hadis
gelmiştir.
Birisi Müslim'in
aldığı Hz. Ali (r.a.) 'nin hadisidir. Bu hadisde Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in yolcu için üç gün üç gece ve mukim için bir gün bir gece süre
koyduğunu bildirmektedir [51].
İkincisi, Übey b.
Ümâre'nin hadisidir. Bu zat Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'e: «Ya Rasûlallah, ben
mest üzerine meshedeyim mi?» diye sormuş, Efendimiz, "Evet" demiştir.
Übey: "Bir gün mü?". Efendimiz: "Evet". Übey: "İki
günde mi?". Efendimiz: "İki gün de". Übey: "Üç günde
mi?". Efendimiz: "Üç gün.de" buyurmuş ve yedi güne varıncaya
kadar Efendimiz: "Evet", demiş ve sonra:«İstediğin kadar mesnet»
demiştir. Bu hadisi de Ebû Dâvûd ile Tahâvî almaktadırlar [52].
Üçüncü hadis Safvan b.
Assâl'ın hadisidir. Safvan demiştir ki: «Biz yolculukta bulunuyorduk. Bize,
-cünüplük dışında- büyük ve küçük taharet ile uykudan ötürü geceleriyle beraber
üç gün mestlerimizi çıkarmayışımız emredildi» [53].
Diyorum ki: Hz. Ali
(r.a.).'nin hadisi sahih'tir ve Müslim'de yer almıştır. Übey b. Ümâre'nin
hadisi hakkında, Ebû Ömer b. Abdilberr, «Sabit olmayan bir hadistir, doğru
dürüst bir senedi yoktur. Bunun için Hz. Ali'nin hadisi ile çelişecek durumda
değildir» [54] demiştir.
Safvan b. Assâl'ın
hadisine gelince: Bu hadis her ne kadar ne Buhârî, nede Müslim'de yer almamışsa
da, Tirmizî ve Ebû Muhammed b. Hâzm gibi, birçok hadis âlimleri onu sahih
bulmuşlardır ve taşıdığı delilü'l-hitab ile Hz. Ali'nin hadisiyle nasıl
çelişiyorsa, Übeyy'in hadisi ile de çelişmektedir. Bununla beraber, «Hz. Ali
ile Safvan'ın hadisleri, mestlerin meshi için belli bir müddet var mı, sorusuna
cevap olarak gelmişlerdir. îbn Ümâre'nin hadisi ise meshin süresiz olduğunu
bildiren açık bir nassdır» demek suretiyle her üç hadisi te'lif etmek
mümkündür. Fakat îbn Ümâre'nin hadisinin sıhhati şimdiye kadar isbat
edilemediğinden, Hz, Ali ve Safvan'ın hadisleri ile amel etmek gerektir. En
doğrusu da budur. Fakat ne var ki bu iki hadis de, kıyas ile çelişmektedirler.
Çünkü bu iki hadisde bulunan delilü'l-hitab [55] tan,
mesh müddetinin bitimiyle abdesu'n bozulması anlaşılmaktadır. Bu ise, kıyasa
aykın-dır. Zira -malumdur ki- abdest müddeti bilimleriyle değil» hades (manevi
pislik) denilen birtakım hadiselerle bozulur. [56]
Mestleri
meshedebilmenin şartı, mestin abdestli olarak giyilmiş olmasıdır. Şâzz bir
görüş hariç bu görüş, bütün fukaha tarafından üzerinde ittifak edilmiş bir
şeydir. Ibn Lübâbe'nin «el-Müntehab» adlı kitabında söylediğine göre bu şâzz
görüş, Ibn Kasım tarafından îmam Mâlik'ten de nakledilmiştir. Ulemanın çoğu bu
şartı neden koşmuşlardır? Çünkü buna dair Muğîre'nin ve başkalarının hadisi
vardır. Muğîre, abdest alan Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in mestlerini
çıkarmağa davranınca, Efendimiz ona: «Onlara ilişme. Çünkü ben ayaklarımı
tâhir (abdestli) iken mestlerimin içine soktum»[57]
buyurmuştur.
Şâzz olan görüş sahibi
ise, hadiste tahareti temizlik mânâsında anlamıştır. Fukaha ayaklarım
yıkadıktan sonra mestlerini giyen ve sonra abdestini tamamlayan kimsenin, bu
mestler üzerine mesh edip etmediğinde ihtilâf etmişlerdir.
Abdestte tertibi (sıra gözetimini) vacib
görmeyen ve henüz abdest tamamlanmamışken yıkanan her azayı abdestli görenler,
meshedilir demişlerdir.
Tertibi vacib gören ve
yıkanan azaları abdest tamamlanmadan abdestli görmeyenler ise, meshedemez derler.
Birinci görüş, tmam
Ebû Hanife'nindir. îkinci görüş, imam Şafii ile îmam Mâİik'indir. Ancak şu var
ki imam Mâlik'in, bu meshi caiz görmeyişi tertibin vücubu bakımından değil,
yıkanan azalan, abdest tamamlanmadan abdestli görmeyişi bakımındandır. Çünkü
Peygamber (s.a.s) Efendimiz: «Ayaklarımı tâhir (temiz) iken mestlerimin içine
soktum» sözü ile şer'î temizliği, yani abdestli olmayı kast buyurmuştur.
Muğîre hadisinin bazı rivayetlerinde
«Ayaklarını tâhir iken
mestlere soktuğun zaman, üzerlerine mesh et» şeklinde bir metin vardır.
Ayaklarından birini
yıkayıp öteki ayağını daha yıkamamışken mestini giyen kimse, mest üzerine
meshedebilirmi, sorusunun cevabı da işte bu asıllara dayanmaktadır, imam
Mâlik'e göre meshedemez. Çünkü abdesti tamam olmadan mest giymiştir, imam
Şafii, îmam Ahmed ve Ishak'ın da görüşleri budur, imam Ebû Hanife, Süfyan
Sevrî, Mürri, Taberî ve îmam Dâvûd "meshedebilir", diyorlar. îmam
Mâlik'in tâbilerinden, Muttarifin içinde bulunduğu bir cemaat bu
görüştedirler. Bunların hepsi: «Eğer adam, ikinci ayağını yıkadıktan sonra
giydiği mesti çıkarıp bir daha giyerse üzerine meshedebilir» diyorlar.
Mestler üzerine
meshedebilmek için, mest altında bir diğer mestin bulunmaması şart mıdır? tmam
Mâlik'in buna dair iki görüşü vardır. Bu değişik görüşlerin sebebi de şudur:
Ayağın şart olan tahareti kendini örten alt mest'e geçtiği gibi alt mestten üst
meste de geçiyor mu? ikinci geçişi birinci geçişe kıyas edenler «üst mesti
meshetmek caizdir» diyorlar. Bu iki geçiş arasında benzerlik görmeyenler caiz
olmadığını söylüyorlar. [58]
Normal abdesti bozan
şeylerin mesh abdestini de bozduğunda icma' 4 vardır. Ancak mestleri çıkarmanın
mesh abdestini bozup bozmadığında ihtilâf edilmiştir. Kimisi; «Eğer mestlerini
çıkarır ve ayaklarını yıkarsa, abdesti yerindedir. Eğer ayaklarını yıkamadan
namaz kılarsa, ayaklarım yıkadıktan sonra namazım bir daha kılması gerekir»
demiştir. Bu görüş, imam Mâlik ile tabilerinin, îmam Şafii'nin ve imam Ebû
Hanife'nindir. Ancak abdestte -yukarıda da geçtiği gibi- muvalât'ı (arka arkaya
azalan yıkamayı) şart koşan imam Mâlik'e göre, eğer bu adam ayaklarının
yıkamasını geciktirirse, abdestini yenilemesi lâzım gelir. Kimisi de:
«Kendisine gusül lâzım olmazsa ve normal abdesti bozan şeylerden birini
yapmazsa abdesti yerindedir» demiştir. Bu görüşün sahibleride Dâvûd ile Ibn
Ebî Leylâ'dır. Hasan b. Hayy ise: «Mestlerini çıkardığı zaman abdesti bütünü ile bozulur» demiştir.
Bu üç görüşün her biri, tabiin fukahasından bir cemaat tarafından da
söylenmiştir. Bu da meskût geçen ve hakkında bir hüküm bildirilmeyen bir
mes'eledir.
Bu ihtilâfın sebebi,
mestler üzerine meshetmek bizatihi bir asıl mı, yoksa ayaklar örtülü olduğu
zaman onları yıkamak yerine geçen bir şey .mi, diye ihtilâf etmeleridir. Eğer
bizatihi bir asıldır desek, kişi mestlerini çıkarsa bile -abdestli iken
ayakları kesilen kimsenin abdestine nasıl bir halel gelmiyorsa- bunun da
abdestine bir halel gelmez. Ayakları yıkama yerine geçen bir bedeldir Öesek, o
zaman şu iki ihtimal baş gösterir: Abdestte muvalât (arka arkaya azaları
yıkamak) şart ise, mestleri çıkarmakla abdest bozulur. Şart değilse yalnız
ayakları yıkamak yeterlidir. Mestleri çıkarma akabinde hemen ayaklan yıkamanın
şart olması ise, zayıf bir hayal mahsulü olup hiçbir esasa dayanmayan bir
görüştür. Bu babta söylemek
istediğimiz şeylerin hepsi bu kadardır. [59]
Abdesün su ile alınmasının vacib olması Cenâb-ı
Hakk'ın: "Allah, gökten üzerinize sizi temizlemek için su indirmektedir" [60]
"Eğer su bulamazsanız, temiz bir toprakla teyemmüm ediniz" [61]
mealindeki âyeti celilelerine dayanmaktadır.
Ulema'nın hepsi bütün
suların tâhir (temiz) ve mutahhir (başka şeyleri de temizleyici) olduğunda
müttefiktirler. Ancak, deniz suyu hakkında ilk başta şâzz bir görüşte bulunan
olmuşsa da, deniz suyuna kayıtsız (bayağı) «Su» adı verildiğinden ve tmam
Mâlik'in rivayetine göre ayrıca Peygamber (s.a.s) Efendimizin de deniz hakkında
«Suyu temizleyicidir ve ölüsü lıelâldir» [62]
buyurduğundan bu görüş reddedilmiştir. Bu hadisin sıhhati hakkında her ne kadar
ihtilâf varsa da, şeriatın zahiri onu te'yid etmektedir.
Alimler; toprak,
yosun, ağaç damar ve yapraklan gibi çoğu zaman suyun kaynak ve mecralarında
bulunan şeyler, suyun renk ve tadını değiştirse-ler bile, suyun temizlik ve
temizleyicilik vasfını gidermediği konusunda ittifak etmişlerdir. Bu mevzuda
her ne kadar İbn Sîrin'den bir görüş nakledilmişse de, bu suya da yine «Su»
denildiğinden bu görüş de reddedilmiştir.
Yine alimler, ki necis
(pis) olan herhangi bir şeyin karışması ile renk, tad ve kokusundan biri
değişen bir sudan abdest almanın veya o suyu kullanmanın caiz olmadığında da
ittifak etmişlerdir. Yine müttefiktirler ki miktarı çok olan suya, necaset
-onun yukarıda geçen üç vasfından birini değiştirmedikçe- bir zarar vermez,
böyle sular temizdir.
Bu bab'ta, ulemanın
üzerinde ittifak.ettikleri, bunlardır. Altı mes'elede de ihtilâf etmişlerdir. O
mes'eleler bu bab'ın kök ve kaideleri hükmündedir. [63]
.
Ulema, necis bir şeyin
girdiği ve fakat renk, tad ve kokusundan birisini değiştirmediği suyun hükmünde
ihtilâf etmişlerdir:
Kimisi, "Bu su
-ister çok, isler az olsun- temizdir", demiştir. Bu görüş, İmam Mâlik'ten
gelen rivayetlerden biridir ve Zahiriyye mezhebi miictehid-lerinin de
görüşüdür.
Kimisi de sular
arasında ayırım yaparak: «Az ise necistir, çok ise değildir» demiş ve fakat
azlık ve çokluk miktarında görüş ayrılığında bulunmuşlardır. İmam Ebû Hanife,
"Eğer suyun bir kenarı çalkalandığında diğer kenarı deprenmiyorsa, o su
çoktur, depreniyorsa azdır", demiştir.
İmam Şafii ise,
"Çok olan suyun miktarı «Hecer» kabilesinin tuluklarından iki tuluk
dolusu kadardır", demiştir. Bu miktar beşyüz Bağdat batmanı olarak takdir
edilmiştir [64]
Kimisi de,
"Necaset, az suya zarar verir" dediği halde az suyun miktarını
belirtmemiştir. Bu görüşün de İmam Mâlik'ten rivayet olunduğu gibi bu suya
mekruhtur dediği de rivayet olunmuştur. Bu duruma göre az necasetin girdiği az
su hakkında İmam Mâlik'ten; -necis olduğu ve bir vasfı değişmemek şartı ile
necis olmadığı ve mekruh olduğu olmak üzere- üç görüş rivayet edilmektedir.
Bundaki ihtilâfın
sebebi, bu mevzuda gelen hadislerin birbirileri ile çelişmesidir. Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in «Sizden bîri uykusundan uyandığı zaman elini abdest kabına
sokmadan önce yıkasın..» mealindeki Ebû Hüreyre hadisinin zahirinden, az
necasetin az suyu necis ettiği anlaşılmaktadır. Bunun gibi, yine Ebû
Hüreyre'den rivayet olunan«Sizden biri sakın durgun suya küçük taharetini edip
sonra o suda yıkanmasın» [65]
mealindeki hadisin de zahiri bunu sezdirmektedir. Cünüb adamın durgun suda
gusül etmemesine dair olan emir de keza bunu sezdirmektedir. Fakat sabit olan,
«Göçebenin biri mescidin bir tarafında durup bcvletti (işedi). Oradakiler ona
bağrıştılar. Peygamber (s.a.s) Efendimiz onlara: "Bırakın, işini
görsün" buyurdu. Göçebe işini bitirdikten sonra Efendimiz, bevlettiği yere
bir kova su dökülmesini emretti»[66]
mealindeki Enes hadisinin zahirinden ise, az necasetin az suyu necis etmediği
anlaşılmaktadır. Zira malumdur ki, eğer necis olsaydı göçebenin işediği yer,
bir kova su ile temizlenmiş olmazdı. Az necasetin az suyu necis etmediği bu
hadisten anlaşıldığı gibi Ebû Said el-Hudri (r.a.)'nin hadisinden de
anlaşılmaktadır. Ebû Davud'un kaydettiği bu hadise göre; Ebû Said (r.a.) «Peygamber
(s.â.s) Efendimize; "Budaa kuyusunun suyu kullanılıyor. Oysa kuyuya köpek
leşleri, pis çaputlar ve insan pislikleri atılmaktadır" dediğinde, Efendimiz:
"Hiçbir şey, suyu necis etmez" buyurdu, demiştir» [67]
İşte bunun için ulema
bu hadislerin arasını te'life çalışmış ve fakat telifte değişik yollara
ayrıldıklarından değişik görüşlerde bulunmuşlardır. Göçebe ve Ebû Said
hadislerinin zahirini alanlar, "Ebû Hüreyre (r.a.)'nin hadislerindeki
nehyler suyun necis olduğu için değil, uyulması gereken bir taabbüd-dür
(kulluktur)", demişlerdir. Hatta Zahiriyye mezhebi uleması daha da aşın
giderek, «Eğer birisi, kaptaki suya bevl dökerse o su ile gusletmek, abdest almak
mekruh değildir» derler, işte bunu söyleyenler, hadislerin arasını bu şekilde
te'lif etmişlerdir. Az necasetin girdiği az suya mekruh diyenler de Ebû Hüreyre
(r.a.)'nin iki hadisini kerahete, göçebe ile Ebû Said (r.a.)'in hadislerini
kifayete (yeterliğe) hamletmek (yorumlamak) suretiyle hadisleri uzlaşrmışlardır.
İmam Şâfıi ile îmam
Ebû Hanife ise, Ebû Hüreyre (r.a.)'nin iki hadisini az suya, Ebû Said'in
hadisini de çok suya hamletmişlerdir. îmam Şâfıi, hadisleri uzlaştıran bu
çokluk ve azlık miktarı mevzuunda da Ebû Dâvûd ve Tirmizî'nin kaydettikleri ve
Muhammed b. Hazm'in da sahih dediği Abdullah b. Ömer (r.a.)'in hadisinde
belirtilen miktar olduğu görüşünde bulunmuştur.
Abdullah b. Ömer
(r.a.) demiştir ki: Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e, davar ve vahşi hayvanların
içine girdiği suyun hükmü soruldu. Efendimiz, «Eğer su, iki tuluk dolusu- kadarsa
necaset taşımaz» [68]buyıırdu.
imam Ebû Hanife ise,
"Eğer su, içine giren necasetin, her tarafına dağıl-mayacağı zannını
verecek kadar çok olursa, necis olmaz, yoksa olur" diyerek kıyas ve
muhakeme yolunu tutmuştur. Fakat göçebenin hadisi, -ister bu, ister o olsun- bu
her iki görüş sahibine de karşıdır. Bunun içindir ki Şâfiiler, necasetin suya
girmesi ile suyun necaset üzerine dökülmesi arasında hüküm ayrımı yapmak
zorunda kalarak: «Eğer göçebenin hadisinde olduğu gibi, su necaset üzerine
gelirse necis olmaz. Eğer Ebû Hüreyre (r.a.)'nin hadisinde olduğu gibi necaset
suya girerse su necis olur» demişlerdir. Bu, sebepsiz bir ayırımdır. Bununla
beraber iyice düşünülürse, buna bir yol bulunabilir. Çünkü necasetin, her
tarafına dağılamayacağı zannını verecek kadar büyük olan suya zarar
vermediğindeki görüş birliğinden, miktarı az olan suya giren necasetin, her
tarafına dağıtabileceği ihtimali çıkmaktadır. Fakat miktarı az olan bu su,
necaset üzerine azar azar geldiğinde -malumdur ki- necaset de azar azar gider
ve daha su bitmeden necasetin son kalıntısı gitmiş olur. Bu duruma göre,
necaset üzerine gelen suyun son damlaları necasete değmekle necis olmadan
necaseti giderir. Çünkü bu son damlalar -her ne kadar az ise de- çok az olan
necaset karşısındaki nisbeti (oranı) çok olan suyun az olan necaset
karşısındaki oranı gibidir. Bunun içindir ki, necis olan bir şeyi yıkamanın
sonunda necasetin o şeyden kalktığına kesin olarak inanılır. Bunun içindir ki,
abdest için gerekli miktarda olan bir su ile vücut veya elbise üzerinde bulunan
bir bevl (sidik) damlasının yıkanabileceğinde ittifak edilmiştir. Fakat bir
bevl damlasının bu suya düştüğünde, bu suyu kullanmanın caiz olup olmadığında
ihtilâf etmişlerdir.
Benim kanaatime göre;
bu görüşler içinde seçilmeye en layık olanı, Ebû Hüreyre (r.a.)'nin hadisi ile
aynı mânâyı taşıyan hadisleri kerahete, Ebû Said ile Enes'in hadislerini de
caizliğe yorumlamaktır. Çünkü bu durumda, hadislerin hepsi, kendilerinden açık
olarak anlaşılan mânâda bırakılmış olurlar ve Ebû Hüreyre (r.a.)'nin hadisinden
maksat, necasetin suya zarar verdiğini bildirmek olur.
Kanaatimce «kerahet»
de kişinin tiksinti duyması ve bu suyu pis görmesi demektir. Çünkü kişinin,
içmeden tiksinti duyduğu bir suyu Allah'a ibâdetinde kullanmaktan sakınması ve
o suyu -içmekten nasıl tiksiniyorsa- bedeni üzerine dökmekten de tiksinmesi
lâzımdır.
«Eğer az necasetin, az
suyu necis ettiğini kabul edersek, suyun hiç kimseyi temizlememesi gerekir.
Çünkü yıkanması istenen necise değen her su damlasının pislenmesi dolayısıyla
necaseti gidermemesi lâzım gelir» şeklinde delil gösterenlere gelince: Onların
bu sözü hiç de yerinde değildir. Çünkü yukarıda anlattığımız gibi, necasetin
son kalıntısı üzerine dökülen suyun son damlaları, az necaset karşısındaki çok
su ile aynı çokluk oranındadır. Bu buluş, sonraki ulemadan birçok kimsenin
hoşuna gitmiştir. Zira büyük suların necaseti giderip temizlediğini kesinlikle
biliyoruz. Bunun içindir ki ulema az necasetin büyük sulan bozamadığında
ittifak etmişlerdir.
Yıkayıcı, yıkamak
istediği şeyin veya uzvun üzerine ardı ardına su döktüğü zaman, bu su çokluğu
ile tabii olarak necaseti götürür. Çok olan suyun bir necaset üzerine azar azar
veya bir kerede dökülmesi arasında hiçbir fark yoktur. Şu halde bunlar,
farkında olmaksızın, ihtilâf mevzuu olan bir mes'eleye karşı üzerinde icma1
edilen bir mes'ele ile delil getirmişlerdir. Halbuki bu iki mes'ele
birbirinden gayet uzaktır.
Ulema'nın bu mevzu
hakkındaki ihtilâf ve tercihlerinden benim bildiklerim bunlardır. Her
mes'eleyi böyle açık ve ayrıntılı bir şekilde anlatmak is-terdik. Fakat bu uzun
bir zaman ister ve birçok şeyler buna mânidir, bunun f j için mes'eleleri kısa
olarak anlatmayı daha ihtiyatlı gördük. Bununla beraber eğer Allah kolaylık
verir ve ömürde yeterli gelirse, bu isteğimiz de olacaktır. [69]
Za'feran ve benzeri
temiz, fakat suya yabancı olan maddelerin karışması ile üç vasfından biri
değişen bir su bütün âlimlerce temiz ise de, imam Mâlik ve îmam Şafii'ye göre
temizleyici değildir. İmam Ebû Hanife'ye göre, eğer bu değişimyabancı maddenin
suyun içinde pişmesinden ileri gelmemişse- bu su, temizleyicidir.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu suya, mutlak su (bayağı su) adı verilip veril-mediğindeki tereddüttür. Ona
mutlak su adının verilmediği, içinde bulunan maddeye izafe edilerek
"falanca şeyin suyu" denildiği görüşünde olanlar; bu su ile abdest
alınamaz derler. Çünkü abdest, ancak hiçbir kaydı bulunmayan saf su ile
alınabilir. Ona kayıtsız olarak su adı verildiği görüşünde olanlar ise, onunla
abdest alınmasını caiz görürler. İçindeki yabancı maddenin pişmesinden bir
vasfı değişen suya ise, su adı verilmediğinden bu su ile abdest almayı caiz
gören yoktur.
Bitkilerden çıkarılan
sularda böyledir. Çünkü bunlara kayıtsıza su adı verilmez. Yalnız, İbn Şa'ban'ın
kitabında; gül suyu ile cum'a guslünün yapılmasına cevaz verilmiştir.
En doğrusu, karışmanın
hükmü, karışan şeyin çokluğu ve azlığı durumuna göre değişir. Çünkü bu kansan
şey, bazan o kadar çok olur ki o suya artık «bal suyu» (Şerbet) gibi bir ad
verilir, su denilmez. Bazan da -hele suyun kokusundan başka bir vasfı
değişmediyse- bu duruma varmaz.. Bunun içindir ki, kayıtlı su ile abdest
almayı caiz görmeyenlerden kimisi, «Yalnız, kokusu değişen su ile abdest almak
caizdir» demiştir. Zira Peygamber (s.a.s) Efendimiz, Ümm-i Atiyye'ye vefat eden
kızını yıkamasını emrederken;
«Onu, su ve hıtmi ile
.yıkayın ve sonunda üzerine dökeceğiniz suya kâfur -veyahut- biraz kâfur katın»
[70]buyurmuştur.
Kâfur katılan su ise, şüphesiz karışık bir sudur. Fakat ona kayıtsız (su)
denemiyecek duruma gelmemiştir.
İmam Mâlik'ten de
karışmanın çokluk ve azlık halleri arasında ayırım yaptığı, az olduğu zaman
suyun vasıflan değişse bile, caiz gördüğü ve çok olduğu zaman caiz görmediği
rivayet olunmuştur. [71]
Abdest ve gusül gibi,
ma'nevî pislikleri gidermede kullanılan (ve müs-ta'mel denilen) su hakkında üç
çeşit görüşte bulunulmuştur. Kimisi bu suyu bir daha herhangi bir necaseti
gidermede kullanmayı caiz görmemiştir. Bu, İmam Şafii ile İmam Ebû Hanife'nin
görüşüdür. Kimisi de bu suyu kullanmayı mekruh görmüş, fakat bulunduğu zaman
"teyemmüm caiz değildir", demiştir. Bu da İmam Mâlik ile tabilerinin
görüşüdür. Kimisi de; bu su ile mutlak su arasında bir fark yoktur demiştir. Bu
da, Ebû Sevr, İmam Dâvûd ve tabilerinin görüşüdür. İmam Ebû Yûsuf ise büsbütün
ayrı bir görüşte bulunarak; "bu su, necistir", demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
başka madde ile karışık sular gibi bu suyun da mutlak suyun kapsamına girmediği
zannında. bulunulmasıdır. Hatta bazıları aşın giderek; bu suya, sudan ziyade
«ğisale» demek daha yaraşır demiştir. Halbuki sabittir ki Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in ashabı onun abdest artığı için adeta doğuluyorlardı [72] Bu
artığa, kullanılan sudan düşmüş olması da şüphesizdir.
Kısacası: Bu su, mutlak
sudur. Çünkü bu su ile yıkanan âzalann kiri -ona su denemeyecek kadar- herhangi
bir vasfını değiştirmez. Şayet değiştirse bile, -her ne kadar bundan daha
fazla tiksiniliyorsa da- en çok, necis olmayan bir maddenin karışması ile
vasıflarından biri değişen suyun hükmüne girmiş olur ki bu da, bu suyu mekruh
görenlere yarar. Necis olduğunu söyleyenlerin ise, hiçbir delili yoktur. [73]
Müctehidler, mü s lüm
ani arla, deve, sığır ve davarların artığının temiz olduğu görüşünde
müttefiktirler. Bunlar dışında kalan hayvanların artığında ise, pek çok değişik
görüşlerde bulunmuşlardır.
Kimisi, "Bütün
hayvanların artığı temizdir" demiş, kimisi hayvanlardan yalnız domuzu,
kimisi -ki İmam Şafii'dir- domuzdan başka köpeği de, kimisi de -ki
İbnü'l-Kasım'dır- yırtıcı denilen hayvanları istisna etmiş, kimisi de,
altıkların et'e tabi olduğu görüşünde bulunarak "Et'i haram olan hayvanların
anıklan necistir, et'i mekruh olanların artıkları mekruhtur ve eti mubah
olanların artıkları temizdir", demiştir.
Müşrik'in artığına
gelince: Kimisi, "Necis'tir"; kimisi "Eğer içki kullanıyorsa,
mekruhtur", demiştir. Bu da Ibnu'l-Kasim'ın görüşüdür. îbnü'I-Kasım'a göre
-dolaşan tavuk ve köpekler ve pislik yiyen develer gibi- pislikleri yemek
alışkanlığında olan bütün hayvanların artığı mekruhtur.Bu ihtilâflarının sebebi
üç şeydir:
Birincisi, kıyasın
âyet-i kerime'nin zahiri ile, ikincisi kıyasın hadislerin zahiri ile, üçüncüsü
de hadislerin birbirleri ile çelişmesidir.
Kıyas şöyledir: Kesilmeden
ölen bir hayvanın ölümü şeriatçe o hayvanın necis olmasına sebep olduğuna göre
diri olan her hayvanın diriliği de kı-yasen o hayvanın temiz olmasına sebep
olması lâzım gelir. Şu halde diri olan her hayvan temizdir ve temiz olan
hayvanın artığı da temizdir. Kur'an-ı Ke-rim'in zahiri ise, bu kıyasla
çelişmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak domuz hakkında "Çünkü o pistir"[74]
buyurmuştur. Pis olan bir şey aynı zamanda necistir. Bunun içindir ki,
hayvanlardan domuzu istisna edenler olmuştur. Domuzu istisna etmeyenler ise
"Cenâb-ı Hak bunu, domuzu yermek için buyurmuştur", demişlerdir.
Cenâb-ı Hak müşrikler hakkında
"Müşrikler necistir" [75]buyurduğu
için bu âyet-i kerimeden zahir olan mânâsını anlayanlar, müşrikleri de
yukarıdaki kıyasın neticesinden istisna etmişler, âyet-i kerimeden, müşrikleri
kötülükle zemmetme mânâsını anlayanlar ise, yukarıdaki kıyası muttarid kabul
etmişlerdir.
Hadîslere gelince:
Onlar da köpek, kedi ve yırtıcı hayvanlar hakkında bu kıyas ile tezad teşkil
etmektedir. Köpek hakkında Ebû Hüreyre (r.a.)'den sıhhati üzerinde ittifak
edilen şu hadis gelmiştir:
«Herhangi birinizin
kabına, köpek ağzını soktuğu zaman o kabı yedi defa yıkasın» [76]
-Bazı rivayetlerde- «Birinci defası toprakla karışık su ile olsun» [77]
ziyadesi vardır. Bazı rivayetlerde de «Sekizinci defada topraklı
ile yıkayınız» [78]
ifadesi vardır.
Kedi hakkında da
Kırre'nin îbn Sîrîn'den, îbn Sîrîn'in de yine Ebû Hü-reyre (r.a.)'den rivayet
ettiği:«Kedi ağzını kaba soktuğu zaman, o kabın temizlenmesi, bir veya iki kere
yıkanmasıdır»)[79] hadisidir.
Kirre ise
muhaddislerce, "güvenilir" bir ravi olarak tanımlanmaktadır.Yırtıcı
hayvanlar hakkındaki hadis ise, yukarıda geçen, Îbn Ömer'in babasından
naklettiği:
«Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'e yırtıcı ve diğer hayvanların dokunduğu suyun hükmü soruldu.
Efendimiz:
Eğer su, iki tulUm dolusu kadar varsa necaset
taşımaz, necis olmaz buyurdu» [80]
hadisidir. Bu mevzuda
birbirleriyle çelişen hadislere gelince: Onlardan biri:
«Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'e, Mekke ile Medine arasında bulunan su birikintileri içine köpek ve
yırtıcı hayvanlar girip içiyorlar» diye soruldu. Efendimiz: «(Ne olur?) onlar
kendi kısmetlerini alırlar, siz de kalanından bol hol İçer ve yıkanırsınız!»
diye buyurdu» [81] hadisidir.
îmanı Mâlik'in Muvatta'da rivayet ettiği:
«Ey havuz sahibi, bize
söyleme, zira bu suya biz ve canavarların birbirimizin ardından indiğimizi
biliyoruz» hadisi ile yine İmam Mâlik'in
Ebû Katâde'den naklettiği şu hadis de bunun gibidir.
Bir gün Ebû Kaıâde'nin
ahdest almak istediği su, bir koyun tarafından devrilip yere dökülmüş. Orada
bulunan bir kedinin bu sudan içmeğe davrandığını görünce kabı kedinin önüne
koyarak içinceye kadar sabretmiş, sonra: Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in:.[82]
necis değildir. Çünkü kedi devamlı kab-kacakl arınız arasında dolaşan bir
hayvandır»[83] buyurduğunu
söylemiştir.Bunun için müctehidlerde, bu hadislerin, gerek tefsirinde ve gerek
yukarıda geçen kıyas ile te'lifinde ihtilâf etmişlerdir.
t mam Mâlik: Köpek artığının dökülmesine
ve içinde bulunduğu kabın yıkanmasına dair emir, sebebi bilinmeyen bir taabbüd
(kulluk) olduğu ve köpeğin ağzını soktuğu suyun necis olmadığı görüşünde
bulunmuştur, tmam Mâlik, kendisinden rivayet olunan meşhur görüşünde köpek
artıkları arasında yalnız suyun dökülmesi vücubunu söylemiştir. Onun bu görüşü
de hem yukanda söylediğimiz üzere bu hadisin kıyas ile çatıştığından ve hem de
bu hadisten, eğer köpeğin necis olduğu mânâsı çıkarılırsa. Cenâb-ı Hakk'ın
"Köpeklerin, yakalarken yeme-yip size bıraktıkları avlardan yiyiniz [84]mealindeki
âyet-i kerimesi ile de çatışacağı zannında bulunmuş olmasından ileri
gelmektedir. İmam Mâlik "Eğer köpek necis olsaydı, avladığında dokunduğu
hayvanın da necis olması lâzım gelirdi", demek istemiştir. İmam Mâlik bu
tefsirini (yorumunu), köpek ağzını soktuğu kabın yıkanmasına dair emirde sayı
verilmesi ile de te'yide çalışarak "Yıkamada sayı şart olamaz. O halde bu,
sebebi bilinmeyen bir taabbüd'dür (kulluk gereğidir)", demiştir. İmam
Mâlik, diğer hadisleri ise, kendi açısından zayıf gördüğü için onlara hiç
ilişmemiştir.
îmam Şâfıi ise, diri
hayvanlardan domuz gibi köpeği de istisna etmiş ve hadisin zahiri köpek
artığının necis olduğunu ve köpeğin yakaladığı avı yıkamanın vücubunu
gerektirir demiş ve -tahminimce- köpeğin kendisi değilde, sadece salyasının
necis olduğu görüşünde bulunmuştur [85] İmam
Şafii, hakkında yukanda geçen âyet-i kerime bulunduğu için domuzu da -yukarıda
söylediğimiz gibi- istisna etmiştir.
İmam Ebû Hanife ise
"Kedi, köpek ve yırtıcı hayvanların artıklarının necis olduğu hakkında
gelen hadisler, bu hayvanların etini yemek haram olduğu içindir. Artıklarından
maksat, kendileridir ve artıkların hükmü etlerin
hükmüne
tabi'dir", demiştir.
Kimisi de bu hadisleri
zahir mânâlannda bırakarak bunları diri hayvanlardan istisna etmiştir. Kimisi
de köpek ve kedinin artığı temizdir, diyerek yalnız yırtıcıları istisna
etmiştir. Çünkü köpeğin arüğmı yıkamada sayı şart koşulmuş, bir de artığının
necis olması hem Kur'an-ı Kerim'in zahiri, hem de Ebû Katâde'nin hadisi ile
çatışmaktadır. Zira bu hadiste, kedinin kab-kacak-lar arasında çok dolaştığı
için necis olmadığı, ifade edilmiştir. Bu hususta köpek de kedi gibidir. Kedi
hususunda ise, bunlar Ebû Katâde'nin hadisini, Kirre'nin İbn Sîrîn'den rivayet
ettiği hadise ve İbn Ömer'in hadisini de Hz. Ömer (r.a.)'in hadisi ile aynı
mânâdaki hadislere tercih etmişlerdir. Çünkü Ebû Katâde'nin hadisinde, kedinin
necis olmadığına, kab-kacaklar arasında dolaşması sebeb gösterildiğinden
kab-kacaklar arasında dolaşmayan yırtıcı hayvanlann necis. olması mânâsı çıkar
ki, hadisteki bu DELILÜ'L-HÎTAB Hz. Ömer (r.a.)'in hadisi ile çatışmaktadır.
İmam Ebû Hanife,
dediğimiz gibi, köpek artığının necis olduğunu söylemekle beraber köpeğin
ağzını soktuğu kabı yıkamada belirli bir sayının şart olmasını makul
görmemektedir. Çünkü ona göre bu, kıyasa uymaz. Zira necasetleri yıkamada
sayıyla değil, necaset maddesinin zail olmasına^bakılır, îmam Ebû Hanife
-bilindiği üzere- usûl ile çatışan böyle Haber-i Ahâd'ı (tek kişi tarafından
rivayet edilen hadisleri) reddederdi.
Kadı -îbn Rüşd-:
"İmam Ebû Hanife, köpek hakkındaki hadisin usûl ile çatışmayan kısmını
almış, çatışan kısmını almamıştır ki bu, hadisin râvisi Ebû Hüreyre (r.a.)'nin
de mezhebi idi» diyor.
İşte bunlar,
müctehidleri bu mes'elede bu büyük ihtilâfa itmiş ve onlan bunca görüş
ayrılıklarına sürüklemiştir. Mes'ele sırf bir ietihad mes'elesi olduğundan bu
değişik görüşler arasında hangisinin diğerlerinden kuvvetli olduğunu bulmak
zordur. Bununla beraber hayvanlar arasında köpek ve domuz ile müşrik'in
artıkları necistir demek daha kuvvetli bir görüş olabilir. Çünkü köpek hakkında
gelen hadisler sıhhatlidir ve domuz ile müşrik'in necis olmalarında Kur'an-ı
Kerim'in zahirine uymak kıyasa uymaktan evlâdır. Köpeğin necasetinde de hadisin
zahirine uymak evlâdır. Nitekim fukahanın çoğu köpek artığının necis olduğu
görüşündedirler. Çünkü köpeğin ağzını soktuğu yemekleri dökmenin emredilmesi,
taabbüdi (sebebi bilinmeyen, kulluğun gereği olarak uyulması gereken) bir emir
olmaktan ziyâde, köpek artığının şer'an necis olduğunu akla getirir. Çünkü
herhangi bir şeyi dökmekle emredil meşinin, o şeyin necis olduğundan ileri
geldiği şeriatten anlaşıla-gelmektedir.
«Eğer emir taabbüdi
olmayıp kabın necis olduğu için olsaydı onu yıkamada belirli sayı şart
koşulmazdı» şeklindeki itiraz da pek yerinde değildir. Çünkü şeriatın, bazı
necasetleri daha ağır görerek ona, diğerlerinden ayrı ve daha ağır hükümler
koyması aklın kabul edemeyeceği bir şey değildir. Kadı-tbn Rüşd- diyor ki:
Benim büyük babam -Allah rahmet eylesin- El-Mukad-dimat adlı kitabında: Bu
hadiste düşünülen bir mânâ ve hikmet vardır. Kabı yıkama emri, kabın necis
olduğundan ötürü değil, kaba ağzını sokan köpeğin kuduz hastalığının zehirini [86]
taşıyan bir köpek olma ihtimalinden ötürüdür. Yedi kere yıkama emri bunun
içindir ki bu sayı, tedavi ve hastalık ilâçları ile ilgili olarak şeriatın
birçok yerlerinde kullanılmıştır» demiştir [87]
Bu buluş -Allah
sahibine rahmet eylesin- Mâlikîler'in görüşüne yarayan iyi bir buluştur. Çünkü,
eğer köpeğin artığı necis değildir desek onu dökmeye dair olan emir için bir
sebeb bulmak, ona sebebi bulunmayan bir taabbüd-dür demekten iyidir. Bu açık
bir şeydir. Fakat işittiğime göre bazı kimseler buna, köpek kuduz olduğu zaman
hiç suya yanaşmaz diye itiraz etmişlerdir. Halbuki bunların dedikleri, bu
hastalık köpekte iyice yerleştikten sonradır. Hastalığın başlangıcında köpekte
böyle bir durum yoktur. Şu halde bu itiraz yersizdir. Kaldı ki, hadiste su diye
bir şey de geçmiyor, sadece köpeğin ağzını soktuğu kaptan bahsediliyor ki,
gerçekten de köpeğin artığında, bu yönden zararlı bir özellik olabilir [88] ve
(sıhhati korumakla ilgili) böyle şeylerin şeriatte bulunduğu gerçeği inkâr
edilemez. Nitekim sinek bir şeye düştüğü zaman, sineğin o şeye daldırılmasına
dair hadis de bu kabildendir [89]Hadiste
buna, sineğin bir kanadında hastalık, bir kanadındada şifa bulunduğu, sebep
gösterilmiştir. Mâliki mezhebinde, artığının dökülmesi emredilen köpeğin,
beslenmesi yasaklanan veyahut başıboş gezen köpek olduğu yolunda yapılan
te'vil ise, zayıftır ve sebep bulmaktan uzaktır. Meğer birisi: Bu emir,
neh-yedilen köpeklerin beslenmesini zorlaştırmak babındandır desin.... [90]
Müctehidler gusül ve
abdest artığı mevzuunda beş görüş ileri sürerek ayrılmışlardır: Kimisi "Bu
artık, mutlaka temizdir", demiştir. Bu görüş, îmanı Mâlik, İmam Şafii ve
îmam Ebû Hanife'nin görüşüdür.
Kimisi de
"Erkeğe, kadının artığı ile abdest almak caiz değil, fakat kadına,
erkeğin artığı ile abdest almak caizdir", demiştir. Bir başkaları da
"Eğer kadın, cunüb veya hayız (aybaşı) halinde olmazsa, onun artığı ile
erkeğin abdest alması caizdir" demişlerdir. Başkaları da "Ne kadının
artığı ile erkeğin ve ne de erkeğin artığı ile kadının abdest alması caiz
değil, fakat eğer ikisi beraber bir kaptan alırlarsa caizdir",
demişlerdir. Kimisi de "Beraber alsalar bile yine caiz değildir",
demiştir. Bu görüş, Hanbelî mezhebinin görüşüdür.
Bu değişik görüşlerin
sebebi; bu mevzuda değişik hadislerin bu-lunmasındandır. Çünkü bu mevzuda dört
hadis rivayet edilmiştir. Biri, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in eşleri ile
birlikte bir kabtan cenabetlik guslünü yaptıklarına dairdir [91]
İkincisi, anamız Hz. Meymûne'nin «Peygamber (s.a.s) Efendimiz benim artığımla
yıkanırdı» [92] hadisidir. Üçüncüsü,
Ha-kem-i Gifârî'nin «Peygamber (s.a.s) Efendimiz, erkeğe kadının artığı ile abdest
almayı yasak etti» [93]
hadisidir. Bu hadis, Ebû Dâvûd ve Tirmizî tarafından nakledilmiştir.
Dördüncüsü, Abdullah b. Sercis'in «Peygamber (s.a.s) Efendimiz, erkek ile
kadının beraber yıkanmamaları halinde birbirlerinin artığı ile yıkanmasından
nehyetti» [94] hadisidir.
Müctehidler, bu
hadisleri te'vil etmekte, iki yol tutmuşlardır:
1) Tercih
yolu,
2)
Birbirleriyle uyumlaştırma ve bazılarını tercih yolu,
Sıhhatli hadis
kitaplarının, naklinde ittifak ettikleri için, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in
eşleri ile beraber yıkandığına dair hadisi diğerlerine ve sıhhatli buldukları
için Hz. Meymûne'nin hadisini de Gifârî'nin hadisine tercih eden ve: «Beraber
bir kabtan yıkananlar, her biri diğerinin artığı ile yıkanmış olur» diyerek bu
iki hal arasında fark görmeyenler, artıkların mutlaka temiz olduğu görüşünde
bulunmuşlardır.
Gifârî'nin hadisini
Meymûne'nin hadisine tercih -ki bu görüş Ebû Mu-hammed b. Hazm'ındır- ve
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in eşleri ile beraber yıkandığına dair hadisi de
-beraber yıkanma ile birbirlerinin artığıyla yıkanması halleri arasında ayırım
yapmakla- te'lif edenler ise, erkek ve kadının bir kaptan beraber yıkanması ile
erkeğin artığıyla kadının yıkanmasını caiz görmüş, kadının artığı ile erkeğin
yıkanmasını ise, caiz görmemişlerdir.
Meymûne'nin hadisi
dışında kalan üç hadisi te'lif edenler ise; Abdullah b. Sercis'in hadisini
almışlardır. Çünkü bu hadis ile Gifârî'nin hadisi ve Peygamber (s.a.s)
Efendimizin eşleri ile beraber bir kaptan yıkandıklarına dair hadis arasında
bir çatışma yoktur. Üstelik bu hadiste ayrıca, kadının da erkeğin artığı ile
abdest alamayacağı haberi vardır. Fakat şu var ki; bu görüşle Hz. Meymûne'nin
hadisi çatışmaktadır. Bu hadis de -her ne kadar bazıları: «Bu hadisin
ravilerinden biri 'Kuvvetli tahminime göre' veyahut 'hatırladığıma göre bunu
bana Ebû'ş-Şe'sâ söyledi' dediği için malûTdur» demiş ise de-, Müslim
tarafından nakledilmiştir.
Erkek ve kadının ne
beraber, ne de birbirlerinin artığı ile abdest almalarını caiz görmeyenlere
gelince: Bunlar tahminimce bu hadislerden yalnız Gıfârî'nin hadisini işitmiş ve
erkeği de kadına kıyas etmiş olmaktadırlar
Cünüb ve hayız
halindeki kadının artığını yasaklayanlara gelince: Ben bunların neye
dayandıklarını bilemiyorum. Ancak bu görüş, bir selefimizden rivayet
edilmiştir. Tahminimce o selef de îbn Ömer'dir. [95]
Müctehidler arasında
yalnız İmam Ebû Hanife ile etba'ından sayısı çok az kimseler, Îbn Abbas ile
Ebfı Rfıfi'den gelen iki hadise dayanarak «Nebiz» (şıra) ile abdest almanın
caiz olduğu görüşünde bulunmuş ve bu görüşün İbn Abbas ile Hz. Ali (r.a.)'nin
de görüşleri olup ashabtan da hiç kimse onlara muhalefet etmediğinden icma'
niteliğinde olduğunu ileri sürmüşlerdir.
İbn Abbas'ın hadisi
şöyledir: «Cinler gecesinde İbn Mes'ud, Peygamber (s.a.s) Efendimizle birlikte
çıbnıştı. Peygamber (s.a.s) Efendimiz kendisine: "Sende su var mı?"
diye sormuş, İbn Mes'ud: «Mataramda 'Nebiz' vardır» diye cevap vermiş,
Efendimiz; «Elime dök» buyurmuş ve
onunla abdest alarak «Nebiz hem içecektir, hem temizleme aracıdır»"[96] demiştir.
Ebû Râfî'nin
rivayetinde, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in nebiz hakkındaki sözü «Güzel bir
meyvadır ve temizleyici bir sudur» [97]
şeklindedir. Bu sözün, sahabeye, Hz. Ali ve İbn Abbas'a ait olduğu ve muhalif
de bulunmadığından sahabe icmâı gibi olduğu ileri sürülmüştür. Hadis ravileri
bu hadisi, senedi zayıf olduğundan ve İbn Mes'ud'un cinler gecesinde Peygamber
(s.a.s) Efendimizle bulunmadığının daha kuvvetli bir seti)
netle [98]
rivayet edildiğinden dolayı reddetmişlerdir. Fukahamn cumhuru da, bu hadisi "Eğer su
bulamazsanız, temiz bir toprakla teyemmüm ediniz" [99]
âyet-: kerîmesi ile Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in:
«Müslüman kişi on sene
bile su bulamazsa temiz toprak onun için abdest alabileceği bir şeydir»[100]
hadisine dayanarak reddetmişlerdir. İmam Ebû Hanife ve onun görüşündekiler
diyebilirler ki: "Hadiste Nebiz'e su adı verilmiştir ki bu, bir
ziyadedir". Ziyade ise, neshi iktiza etmez ki, Kur'an onunla çatışmış
olsun. Ne var ki bu cevap onların ziyadenin nesih olduğu görüşlerine ay
kındır. [101]
Bu bab'ın
aslı"Eğer sizden birisi, ayak yolundan gelmişse veyahut kadınlara
dokunmuşsanız" [102]âyet-i
kerimesi ile Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in:
«Cenâb-ı Allah,
abdesti bozulanın namazını, abdest almadıkça kabul buyurmaz» [103]
hadisidir.
Müctehidler bu babta
abdestin, idrar, dışkı, yel, mezi [104] ve
vedi' [105] ile bozulduğunda
müttefiktirler. Çünkü bunların, insandan sıhhat halinde çıkması ile abdestin
bozulduğuna dair gelen hadisler sıhhatlidir.
Bu babta ulema'nın
ihtilâf ettikleri mevzular ise, bu bab'ın temel ve direkleri mesabesinde olan
yedi mes'elede toplanmaktadır. [106]
islâm müctehidleri
insamn bedeninden necis bir şeyin çıkması ile ab-destinin bozulması hususunda
üç gruba aynimi şiardır:
Kimisi; yalnız çıkan
şeye itibar edip: «Bu çıkan şey, idrar, dışkı, kusmuk ve kan gibi bedenden
akarak çıkan bir necis olduktan sonra, -ister sağlık ister hastalık halinde ve
bedenin neresinden çıkarsa çıksın- abdesti bozar» demiştir. Bunu söyleyenler,
îmam Ebû Hanife ile tabileri, Süfyan Sevrî, İmam Ahmed ve bir cemaattir. Bunu,
bunlardan önce ashabtan da bazıları söylemiştir.
Bunlardan İmam Ebû
Hanife; balgamla abdest bozulmaz demiş, îmam
Ebû Yûsuf, eğer balgam
ağzı doldurursa abdest lâzım gelir görüşünde bulunmuştur. Bunlar içinde
Mücahid'ten başka "Çıkan kan az da olsa abdesti bozar", diyen
olmamıştır. Kimisi, çıkan şeye
değil, çıkılan yere bakıp necisin çıkması için bedenin mûtad olan iki yerinden
olduktan sonra çıkan şey ne olursa olsun ve ister hastalık, ister sağlık
halinde çıksın- abdesti bozar demişlerdir. Bunlar da İmam Şâfîi ile etba'ı ve
Mâlikîler'den Muhammed b. Abdilhakem'dir.
Kimisi de, hem çıkan
şeye, hem çıkılan yere ve hem de çıkma durumuna bakarak abdestin bozulması için
çıkan şeyin, çıkması her zaman mûtad olan idrar, dışkı, mezi, vedi' ve yel
olmasını ve bedenin normal iki yolundan birinden ve sağlık halinde çıkmasını
şart koşmuşlardır.
Bu görüşe göre; mûtad
olan iki yoldan olsa bile, kan, kum ve kurt gibi çıkması mûtad olmayan bir
şeyin çıkması abdesti bozmadığı gibi idrarını tutamayan bir hastanın da
idrarının çıkmazı ile abdestli bozulmaz. Bu görüşte olanlar da İmam Mâlik ile
arkadaşlarının çoğudur. Bu
ihtilâfın sebebi şudur: Gerek Kur'an-ı Kerim'in zahirinden ve gerekse bu
hususta rivayet edilen çok sayıdaki hadis-i şeriflerden anlaşılmaktadır ki;
mûtad olan iki yoldan çıkan dışkı, idrar, mezi, vedi1 ve yel'den . abdest
bozulur. Bunun içindir ki, bunlarla abdestin bozulduğunda icma' edilmiş ve hiç
kimse bundan ayrı bir görüşte bulunmamıştır. Bundan ise, "Bu hüküm
yukarıda sayılan şeylere mahsus mu? Yoksa bu şeyler bir sıfat taşıdıkları için
mi? Bir sıfat taşıdıkları içinse, bu sıfat necis olmaları mı; yoksa mûtad iki
yoldan çıkmaları mı?" diye üç ihtimal ortaya çıkmaktadır.
Birinci ihtimal İmam Mâlikindir, ona
göre, hüküm yalnız bu şeylere mahsus olup, bunlar dışında hiçbir şeyle abdest
bozulmaz.
İkinci ihtimal, hükmün
bu şeylere verilmesi, bu şeylerin bedenden çıkan birer necis olmalarındandır.
Çünkü abdestli olmak bir temizlik halidir. Necaset ise, temizliği bozar.
Üçüncü ihtimal, hükmün bu şeylere
verilmesi, bu şeylerin mûtad iki yoldan çıkan şeyler olmalarındandır.
Son iki ihtimalde, her
ne kadar hüküm hâs ise de ondan murad olan, umumdur. Birinci ihtimalde ise, hâs
olan bu hükümden, özellik murattır, imam Şâfîi ile İmam Ebû Hanife, bu şeylerin
çıkması halinde abdest alma emrinin, kendisinden umum murad olan hâs bir emir
olduğunda müttefik iseler de, murad olan bu umumun ne olduğu hususunda
birbirinden ayrılmışlardır, imam Mâlik: «Umum'un murad olduğunu bildiren bir
delil bulunmadıkça hass'ın, hususunda bırakılması esastır» demek suretiyle
kendi görüşünü savunmaktadır.
İmam Şafii de şöyle
diyor: Aşağıdan çıkan yel'den abdestin bozulduğunda ve yukarıdan çıkandan
(geğirme) bozul madığında ittifak vardır. Eğer muteber olan, çıkılan yer
olmayıp çıkan şey olsaydı yukandan çıkan yelden.de abdestin bozulması lâzım
gelirdi. Çünkü her ikisi de yeldir, ancak çıktıkları yer değişiktir. O halde
hüküm çıkılan yer içindir. Halbuki bu zayıf bir düşüncedir. Çünkü her iki yel,
nitelik ve koku bakımından bir değillerdir. îmam Ebû Hanife'nin delili de şöyledir: Necaset,-temizliği
bozan bir şeydir ve her necis olan şey de abdesti bozar. Çünkü abdestli olmak
her ne kadar hükmî necasetten temiz olmak ise de, hakiki necasetten temiz
olmak ile arasında bir yakınlık ve birlik vardır. Ayrıca Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in kustuktan sonra abdest aldığına dair «Sevban»'ın hadisi[107]
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in Müstahaza (hastalıktan dolayı hayız kanı
durmayan) kadına her namaz için abdest almayı emrettiğine dair rivayet [108] ve
Hz. Ömer (r.a.) ile oğlu Abdullah (r.a.)'m, burnundan kan akanlara abdest
almayı emrettiklerine dair rivayetlerle ihticac (delil gösterme) etmektedir
Ebû Hanife [109]. .
İmam Şafii ile İmam
Ebû Hanife, abdesti bozan şeylerin -hastalıktan dolayı da olsa- çıkmalarının
abdesti bozduğunda niçin ittifak etmişlerdir? Çünkü Peygamber (s.a.s) Efendimiz
-istihaza bir hastalık olduğu halde- ist-hazalı kadına her namaz için abdest
almasını buyurmuştur. îmam Mâlik ise, diğer hükümlere kıyasen, hastalığın
burada da ruhsat ve kolaylık göstermeğe sebep olacağı görüşündedir. Nitekim Peygamber
(s!a.s) Efendimiz istih-zalı olan, Ebû Hubeyş'in kızı Fâtıma'ya yalnız gusül
etmesini emrettiği rivayet olunmaktadır[110]. Bu
rivayetin sıhhati üzerinde de ittifak edilmiştir. Her namaz için bir abdest
almasını emretmesi ise, sıhhatinde ihtilâf edilen bir ziyâdedir. İmam Mâlik
ayrıca bunu, yarasından devamlı kan akan ve kanı hiç durmayan kimseye de kıyas
etmiştir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.)'in yarasından kan durmadan akarken namaz kıldığı
rivayet olunmaktadır [111].
Müctehidler uyku
mevzuunda da üç gruba ayrılmışlardır
-Kimisi: «Uykunun
kendisi abdesti bozar ve ister az, ister çoFfcjfumuş olsun her uyuyana abdest
almak gerekir» demiştir.
Kimisi: «Uykunun
kendisi abdesti bozmaz ve uyurken yellendiğini -kesin olarak bilmeyi muteber
sayanlara göre- kesin olarak bilmeyene ve -şekki muteber sayanlara göre de-
bunda tereddüt edene abdest almak gerekmez» demiştir. Hatta seleften bazıları uyurken kendisinden
böyle bir şey sudur edip etmediğini, uyandıktan sonra yanındakilerden sorardı.
Kimisi de: Az ve hafif
uyku ile uzun ve derin uyku arasında ayınm yaparak «hafif uykuda abdest almak
lâzım gelmez, derin uykuda lâzım gelir» demiştir ki, cumhur bu görüştedir. Bu
hafif ve derin uykular da uykunun şekline göre olduğundan, fıkıh âlimleri de
abdestin hangi uyku şekli ile bozulduğunda ihtilâf etmişlerdir.
îmam Mâlik: «Yatarak
veya secdede iken uyuyana -uykusu ister uzun, ister kısa olsun- abdest
lâzımdır, oturarak uyuyana ise, uykusu uzun sürme-mişse abdest almak lâzım
gelmez» demiştir. Rükû'da iken uyuyanın hakkındda İmam Mâlik'in iki görüşü
vardır: Bir kere "Ayakta uyuyan gibidir", bir kere de: "Secdede
iken uyuyan gibidir", demiştir.
îmam Şafii, bağdaş
kurarak uyuyan kimse dışında, her uyuyana, uykusu ne şekilde olursa olsun,
abdest lâzım gelir demiştir. İmam Ebû Hanife ve tabileri ise: «Abdest almayı
gerektiren uyku, yatma halindeki uykudur» demişlerdir.
Bu ihtilâflarının
sebebi, bu konuda değişik hadislerin rivayet edil-mesindendir. Çünkü bazı
hadislerin zahirinden, uykunun abdesti bozmadığı anlaşılmaktadır. İbn Abbas'ın
«Peygamber (s.a.s) Efendimiz Meymûne'nin yanında yattı (ve o kadar derin bir
uykuya daldı ki) onun horlamasını işittik. Sonra abdest almadan namaz kıldı»[113]mealindeki
hadisi ile Peygamber (s.a.s) Efendimizin:
«Biriniz namaz içinde
uyuklarsa, uykusu dağılıncaya kadar yatsın. Zira Rabbim'den istiğfar edeyim
derken kendine söğebilir» [114]
hadisi ve «As-hab-ı kiram, mescidde başlan yere değinceye kadar uyur, sonra abdest
almadan namaz kılarlardı» [115]şeklindeki
rivayetler hep bu kabildendir.
Bunların yanısıra
zahirleri uykunun abdesti bozduğunu göstermekte olan hadisler de vardır. Bu
hadislerin bu mevzuda en açık olanı Safvan b. Assâl'ın «Bir yolculukta
Peygamber Efendimizle beraber bulunuyorduk. Üç gün, ne def-i tabii'den, ne de
uykudan dolayı mestlerimizi çıkarmamamızı ancak cünüblükten ötürü çıkarmamızı
bize emretti» [116]
hadisidir.
Tirmizî'nin sıhhatli
sayarak kaydettiği bu hadiste -görüldüğü gibi- def-i tabii ile uyku aynı
dereceye konulmuştur. Bu hadislerden biri de yukarıda
geçen Ebû Hüreyre'nin
«Biriniz uykudan kalktığı zaman, elini abdest suyuna sokmadan önce yıkasın»
hadisidir. Çünkü bu hadisin zahiri de uykunun abdest almayı gerektirdiğini
göstermektedir. "Ey iman edenler, namaza kalktığınızda..."[117]
mealindeki âyet-i kerime'yi, seleften Zeyd b. Eşlem ve başkalarından rivayet
edildiği üzere «Uykudan namaza kalktığınızda» şeklinde yorumlayanlara göre [118] bu
âyet-i kerime de aynı şeyi göstermektedir.
Hadislerin
birbirleriyle böylece çatıştığını gören müctehidler de, bu mevzuda -tercih ve
telif (birleştirmek) olmak üzere- hadisleri iki şekilde te'vil etmişlerdir.
Tercih yolunu tutanlar, ya «uykunun hiçbir şekli abdest almayı gerektirmez»
demişlerdir ki bunlar, uykunun azının da çoğunun da abdesti bozduğu
kanaatindedirler. Bunlar da öteki hadislerin zahirine bakmış-, lardır. Telif
yolunu tutanlar ise abdest almayı gerektiren hadisleri uykunun çoğuna,
gerektirmeyenleri de azına hamletmişlerdir. Bunlar da -yukarıda söylediğimiz
gibi- cumhûr'dur. Çünkü usûl ulemasının çoğuna göre telife imkân bulundukça,
telif tercihten iyidir. İmam Şafii uykunun şekilleri içinde yalnız oturup
bağdaş kurarak uyumayı istisna etmek suretiyle telif yapmıştır. Çünkü Ashab-ı
Kiram'm oturarak uyudukları ve sonra abdest almadan namaz kıldıkları sabittir.
İmam Ebû Hanife de, yalnız yatarak uyumalarda abdest almanın gerektiğini
söylemiştir. Çünkü merfu' bir hadise göre Peygamber (s.a.s) Efendimiz: «Abdest
almak, ancak uzanarak uyuyana lâzım gelir» [119]
demiştir. Bu hadisin Hz. Ömer (r.a.)'den geldiği sabittir.
îmam Mâlik ise,
uykunun ancak, çok kere yellenmeye sebeb olduğu için abdesti bozduğunu
benimsediğinden, uykuda -ağırlık, uzunluk ve şekil olmak üzere- üç şeyi
düşünmüştür. Bunun içindir ki, yellenme ihtimali kuvvetli olan şekillerde ne
uzunluğu, ne de ağırlığı şart koşmamış, ancak bu ihtimalin zayıf olduğu
şekillerde bunları şart koşmuştur. [120]
Kadına elin değmesi
veya dokunması ile abdestin bozulmadığı hususunda müctehidler ihtilâf etmişlerdir.
Kimisi: «Elini çıplak olarak herhangi bir kadının çıplak bir yerine dokunduran
kimseye -bundan duygulansın veya duygulanmasın- abdest almak lâzım gelir»
demiştir. Kadını öpmek de öyledir. Çünkü onlara göre öpmek, dokunma gibidir.
Bunu söyleyen İmam Şâfıi ile tabileridir. İmam Şafii'nin bu mevzuda değişik ve
çeşitli sözleri vardır. Bir sözünde: «Yalnız dokunanın abdesti bozulur,
dokunulanın bozulmaz»,
bir sözünde: «Her
ikisinin de bozulur», bir sözünde dokunanın nikâhlı karısı ile annesi, kızı ve
bacısı gibi kendisine nikahlan caiz olmayan yakın kadınları arasında ayırım
yaparak: «Nikâhlı kanda bozulur, ötekilerde bozulmaz» ve bir sözünde: «Her
ikisinde de bozulur» demiştir.
Başkalan da: «Dokunma
ile beraber duygulanma olur veya kastedilerse birbirine dokunan, hangi azalar
olursa olsun, çıplak olsun olmasın abdest bozulur. Ancak öpmede, duygulanmak
şart değildir» demişlerdir. Bunu da söyleyen îmam Mâlik ile tabilerinin büyük
çoğunluğudur [121].
Kimisi de "Kadına
değme ile abdest bozulmaz", demiştir. Bu görüş de İmam Ebû Hanife'nindir.
Ashab-ı Kiram arasında da, duygulanma şartından başka bu her üç görüşe de sahip
çıkanlar olmuştur. Ancak, ashabtan duygulanmayı şart koşanı hatırlayamıyorum.
Bu ihtilâfların sebebi
de, âyetteki «LEMS» kelimesinin Arap dilinde müşterek değişik manâlı
olmasıdır. Çünkü Araplar, bu kelimeyi kâh elle dokunmak mânâsında kullanıyor,
kâh bu kelimeden cinsî yaklaşmayı kastediyorlar. Bunun için, kimisi
"Yıkanmayı gerektiren, 'ev Iâmestümün nisa' 'veya kadınlara
dokunursanız...' âyetindeki bu LEMS kelimesiyle kasde-dilen cinsî
yaklaşmadır", kimisi de "Elle dokunmak demektir", demiştir.
İkincisini söyleyenlerden bazıları, "Bu kelime, kendisinden husus murad
olan bir umûmî sözdür" diyerek dokunmada duygulanmayı şart koşmuş,
ba-zılan da, "Umumunda kullanılan bir umûmî sözdür" diyerek
duygulanmayı şart koşmamıştır.
Duygulanmayı şart
koşanları bu şartı koşmaya sevk eden sebep de, Peygamber (s.a.s) Efendirniz'in
secde ederken elinin Hz. Aişe'(r.a.)'ye değmesi ve çok kere Hz. Âişe
(r.a.)'nin de ona değmiş olmasına dair rivayetlerin gelmesidir.
Hadis ravileri Habib b. Ebî Sabit, Urve,
Âişe (r.a.) senediyle bir hadisi kaydediyorlar. Bu hadiste Hz. Âişe (r.a.)
«Peygamber (s.a.s) Efendimizbir karısını Öptü, sonra abdest almadan namaza
çıktı" demiştir. Bunu Hz. Âişe (r.a.)'den dinleyen Urve, "Ben Âişe
(r.a.)'ye: 'Bu kan senden başkası değildir' dedim. Âişe (r.a.) güldü»[122] demiştir.
Bu hadisi Hicaz
muhaddisleri zayıf, Küfe muhaddisleri sıhhatli görmüşlerdir diyen ve sıhhatli
olduğuna taraftar olan Ebû Ömer b. Abdilberr, bu hadisin Mâbed b, Nebâte yolu
ile de rivayet edildiğini ve îmam Şafii'nin: «Eğer Mâbed b. Nebâte'nin bu
hadisi sabit olsaydı, ne öpme, ne de el değme hakkında görüşte bulunmazdım»
dediğini yazmaktadır [123]
Kadına elin
dokunmasıyla abdestin bozulduğunu söyleyenler: «LEMS kelimesi, elle dokunma
mânâsında hakikat ve cinsî yaklaşma mânâsında mecaz olarak kullanılmaktadır.
Bir kelimeden, hakiki ve mecazî mânâlarından hangisi murad olduğuna dair bir
delil bulunmazsa, o kelimeyi hakiki mânâsına yorumlamak daha doğrudur» şeklinde
delil getiriyorlar.
Karşı taraf da
diyebilir ki: -Aynı âyette geçen GAİT kelimesi gibi- bir kelime, mecazî
mânâsında, hakiki mânâsından daha çok kullanılıyorsa o kelimeden, hakiki
mânâsından çok mecazî mânâsı anlaşılır. GAİT kelimesi def-i tabii mânâsında
mecaz ve bunun yeri olan hela mânâsında hakikattir. Bununla beraber birinci
mânâda daha çok kullanıldığı için ondan birinci mânâ daha çok anlaşılır.
Benim kanaatime göre,
LEMS kelimesinden her iki mânânın anlaşılma dereceleri eşit veyahut eşite yakın
ise de cinsî yaklaşma mânâsı onun mecazî mânâsı olmasına rağmen- bence bu
kelime, bu mânâda daha zahirdir. Zira Cenâb-ı Hak başka âyetlerde MÜBAŞERET ve
MESS kelimeleri ile cinsî yaklaşmayı kast buyurmuştur ki, bu kelimeler de LEMS
mânâsında-dırlar. Sonra bu mânâya alınırsa, âyette bazı cümlelerin -ileride
geleceği üzere- yerlerini değiştirmeden, teyemmümün abdest yerine geçtiği gibi
gu-sül yerine de geçtiği, bu âyetten anlaşılmış ve diğer mânâda bu âyet ile
hadisler arasında bulunan çatışma da ortadan kalkmış olur.
Âyetten her iki mânâyı
da anlamak ise zayıf bir te'vildir. Çünkü Araplar, değişik mânâları bulunan bir
kelimeyi kullandıkları zaman o kelimenin bütün mânâlarını değil, sadece bir
tanesini kastederler. Bu, Arap dilinde kendiliğinden anlaşılan bir gerçektir.. [124]
Erkeklik organını
ellemekle abdest bozulması hakkında müctehidler üç sınıfa ayni mışl ardır.
Bunlardan kimisine
göre, ne şekilde olursa olsun erkeklik organını ellemek, abdest almayı
gerektirir. Bu görüş İmam Şafii ile arkadaşlan, İmam Ahmed ve îmam
Davud'undur.
Kimisi de, ne şekilde
olursa olsun bunun için abdest almayı lüzumlu görmemiştir. Bu da îmam Ebû
Hanife ile arkadaştandır. Ashab ve Ta-biîn'den bu iki görüşün her birinde
bulunan birçok kimseler olmuştur.
Kimisi de ellemeyi
şekil yönünden ele alarak, bir şeklinde lâzım geldiğini, diğer bir şeklinde
gelmediğini söylemişlerdir. Bunlar da birkaç gruba aynlmaktadırlar: Bir grup
«ellerken duygulanan kimseye lâzım gelir, duygulanmayana lâzım gelmez» bir grup
da: «Avucun içi ile ellerse lâzım gelir, avucunun içi ile ellemezse lâzım
gelmez» demiştir. Bu her iki bakış da îmam Mâlik'in tabilerinden rivayet olunmuştur [125].
Her halde elin ayası daha hassas olduğu için nazara alınmıştır. Kimisi de
unutma ile kasden yapma halleri arasında ayınm yaparak, unutarak ellemenin
abclesti gerektirmediği ve kasdî ellemenin gerektirdiği görüşünde bulunmuştur.
Bu görüş, îmam Dâvûd ile ta-bilerinin görüşü olup ayrıca İmam Mâlik'ten de
rivayet olunmuştur. Kimisi de ellemekten dolayı abdest almak vacib olmayıp
sünnettir, demektedirler. Ebû Ömer diyor ki: îmam Mâlik'den rivayet olunan
değişik görüşler arasında, arkadaşları vasıtası ite Mağrib ülkelerinde halen
yerleşmiş bulunan gö-. rüş budur.
Bu ihtilâfların sebebi
de bu mevzuda iki hadisin bulunmasıdır. Birisi Büsre'den gelen hadistir.
Büsre, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den:
«Biriniz, erkeklik
organını ellediği zaman abdest alsın» [126]
diye buyurduğunu rivayet etmektedir ki bu hadis, bu mevzuda bulunan hadislerin
en meşhurudur. îmam Mâlik, bu hadisi sıhhatli bularak Muvatta'ına almış ve
ayrıca Yahya b. Maîn ile Ahmed b. Hanbel de onu sıhhatli bulmuşlardır. Küfe
muhaddisleri ise, ona zayıf demişlerdir. Bu hadis meâlen Ümmü Habîbe'den de
gelmiştir [127]. Ahmed b. Hanbel onu sahih
görürdü. Hadisi Ebû Hüreyre de rivayet etmiştir [128].
Îbnü's-Seken de ona sıhhatli diyordu. Fakat Buhârî ile Müslim'de yeralmamıştır.
Bu hadisle çatışan ikinci hadis Talk b. Ali'nin hadisidir. Talk diyor ki:
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'i ziyarete gittik. Bedevî bir kimseye benzeyen bir
adam yanında idi. Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e: «Ya Rasûlallah, kişi abdest
aldıktan sonra erkeklik organını ellerse, ne lâzım gelir kanaatindesin?» diye
sordu. Efendimiz,
«O, senin bedeninin
bir parçasından başka bir şey mi ki?» diye cevap verdi. Bu hadisi de Ebû Dâvûd
ile Tirmizî almışlar
ve Küfe uleması ile
başkaları arasında birçok kimseler sıhhatli bulmuşlardır [129].
İşte bunun için,
müctehidler, bu hadislerin yorumunda iki yola ayrılmışlardır. Birinci yol,
tercih veya nesih yoludur! İkinci yol te'lif yoludur. Büsre'nin hadisini tercih
edenler veyahut Talk b. Ali'nin hadisini neshettiği-ni görenler, erkeklik
organının ellenmesi halinde abdest almanın vücubunu
(gerekliliğini)
benimsemişlerdir. Talk b. Ali'nin hadisini tercih edenler ellemeden bir şey
lâzım gelmediğini söylemişlerdir.
Bu iki hadisi te'lif
edenler ise, ellemenin bir durumda abdest almayı gerektirdiğini, bir durumda
da gerektirmediğini söylemiş veyahut Büsre'nin hadisini mendupluğa ve Talk b.
Ali'nin hadisini de vücuba hamletmişlerdir. Her bir grubun tercih ettiği hadisi
niçin tercih ettiği uzun bir mes'eledir, anlatırsak söz uzayacaktır. Herkesin
delili kendi kitabında yazılıdır. İşte ihtilâflarının ana temeli budur. [130]
Ateşte pişen şeyleri
yemenin abdesti bozup bozmadığı mevzuunda gelen hadisler çeşitli olduğu için
müctehidlerin ilk nesli bunda ihtilâf etmişlerdir. Fakat sonraki Fıkıh
âlimlerinin cumhûr'u, bu hükmün düştüğü üzerinde ittifak etmişlerdir. Çünkü
onlarca sabit olmuştur ki, dört halife ateşin etkilediği şeyleri yemekten
dolayı abdest almamış ve aldırmamışlardır.
Ayrıca Hz. Câbir'in
verdiği bilgiye göre, Peygamber (s.a.s) Efendimizin bu husustaki son emri,
ateşin değdiği şeyleri yemekten dolayı abdest almamaya dairdir ki, bunu Ebû
Dâvûd kaydetmektedir [131].
Bununla beraber, İmam Ahmed, İshak ve başkaları gibi hadis ulemasından bir
grup, «Abdest almak, yalnız deve etini yemekten dolayı vacib olur» görüşünde
bulunmuşlardır [132].
Çünkü bu hususta Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den gelen bir hadis sabittir [133].
îmam Ebû Hanife,
Ebu'l-Âliye'nin «Birkaç kişi namaz içinde güldüler. Peygamber (s.a.s) Efendimiz
onlara bir daha abdest almayı emretti» mür-sel hadisine [135]
dayanarak cumhûr'dan ayrılmış ve «namaz içinde gülmekle abdest bozulur»
demiştir.
Cumhur ise, bu hadisi,
hem mürsel ve hem de usûle aykm olduğu için reddetmiştir. Hadisin usûle
aykırılığı, namaz içinde abdesti bozan ve dışında bozmayan bir şeyin
mevcudiyetini bildirmesindendir. Halbuki hadis, her ne kadar mürsel ise de
sıhhatlidir. [136]
Bir cemaat, cumhûr'dan
ayrılarak ölü taşımaktan dolayı abdest almanın vücubunu söylemiştir. Çünkü bu
hususta
«Kim ki, bir Ölüyü
yıkarsa gusletsin ve kim bir ölüyü taşırsa abdest alsın» diye zayıf bir hadis
vardır[137].
Şunu bilmelidir ki
ulemanın cumhûr'u, baygınlık, delilik ve sarhoşluk gibi herhangi bir hal ile
aklın baştan gitmesinden dolayı, abdest almanın vücubunu söylemiştir. Cumhur,
bunu uykuya kıyas etmiştir. Yani kişi, abdesti bozan derin bir uykuya daldığı
zaman nasıl abdesti bozuluyorsa, aklı başından gittiği zaman da abdestinin
bozulması evleviyetle lâzım gelir.
Bu bab'ın, üzerinde
icma' edilen mes'eleleri ile ihtilâf edilen mes'elele-rinin meşhurları
bunlardır. Bundan sonra beşinci bab'a geçiyoruz. [138]
Bunun aslı: "Ey
iman edenler, namaza kalktığınızda yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız..."
[139]
âyet-i kerimesi ile Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in daha önce geçen «Cenâb-ı
Allah, abdestsiz olarak kılınan hiçbir namazı ve çalınan maldan verilen hiçbir
sadakayı kabul buyurmaz» [140]
hadisidir. Bunun içindir ki, bütün îslâm müctehidleri, her ne kadar abdestin
namazın vücubu için mi, yoksa sıhhati için mi şart olduğunda ihtilâf etmişlerse
de, namazın şartlarından biri olduğunda ve -cenaze namazı ile tilâvet secdesi
dışında- bütün namazlar için şart olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak cenaze
namazı ile tilâvet secdesi hakkında şâzz (cumhurdan farklı) bir görüş
bulunmaktadır. Bu da, bunlara namaz denilip denilmediğinden ileri gelmiştir.
Bunlara namaz denilir diyen cumhur, "Bunlar için de abdest şarttır",
demiştir. Cenaze namazında rükû' ve sücûd, tilâvet secdesinde de kıyam
bulunmadığı için bunlara namaz denilmez diyenler ise; abdestin bunlar için şart
olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu mes'ele ile birlikte bu bab ile ilgili dört
mes'ele vardır. [141]
Mushaf a el dokundurabilmek
için abdestli bulunmanın şart oluşunda ihtilâf edilmiştir. îmam Mâlik, imam
Şafii ve imam Ebû Hanife'ye göre şart-ür. £ahiriyye mezhebi müctehidleri ise,
bunun şart olmadığını ileri sürmüşlerdir.
Bunun sebebi de,
"Ona (Kur'ari'a) ancak temiz olanlar
dokunabilirler" [142]
âyet-i kerimesi'ndeki "temiz olanlar" deyiminden amacın; âdemoğullan
mı, melekler mi olduğunda ve bu âyetin yasaklayıcı mı, yoksa
haber verici mi
olduğunda görüş aynlığıdır. Âyetin yasaklayıcı olduğunu ve "temiz olanlar"dan muradın;
insanlar olduğunu söyleyenler ise "Ayette, abdestsiz olarak mushafa el
dokundurula-mayacağına dair bir delil yoktur ve buna dair ne Kur'an'da, ne
hadiste bir delil bulunmadığına göre mushafa abdestsiz olarak el dokundurmanın
caiz olması lâzım gelir. Çünkü her şeyde asıl olan, caiz olmaktır. Ne zaman ki
haram olduğuna dair Kur'an veya hadiste bir nass bulunursa o zaman o şeye haram
demek lâzımdır" demişlerdir. Cumhur bu görüşlerinde Amr b. Hazm'in
«Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in
«Kur'an'a temiz
olandan başkası el dokun-duramaz, diye yazmıştır» [143]
hadisine de dayanmaktadırlar. Amr b. Hazm'in hadisleri değiştirmelere uğramış
olduğundan, bunlarla amel etmenin gerekip gerekmediğinde ise, ulema ihtilâf
etmişlerdir.
Îbnu'l-Müfevviz: «Amr
b. Hazm'in güvenilir kimseler tarafından rivayet olunan hadisleri sıhhatlidir.
Çünkü bunları Peygamber (s.a.s) Efendimiz yazdırmıştır» demiştir. Amr b.
Şuayb'ın babasından, babasının da dedesinden rivayet ettiği hadisler de
böyledir. Zahirîler her ikisinin hadislerini de kabul etmezler.
İmam Mâlik: "Çocuklar mükellef
olmadıkları için; mushafa el değdirmelerine ruhsat vardır" demiştir. [144]
Ulema, cünüb adama
bazı hallerde abdest almanın vacib olduğunda ihtilâf etmişlerdir: Cumhur,
"Kişi cünüb iken yatmak istediği zaman, abdest alıp sonra yatması
sünnettir", demiştir. Zahirîler ise: Hz. Ömer (r.a.) 'in Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'e:«Geceleyin bazan cenabet olurum» dediğinde Efendimizin kendisine
«Erkeklik organını
yıka, abdest al, sonra yat» diye
buyurduğuna dair hadis'e [145]
dayanarak vacib olduğunu söylemişlerdir. Cumhur; Hz. Âişe (r.a.) yolu ile de
rivayet olunan bu hadisteki [146]
emrin zahirinden -yatmak isteği ile abdest almanın vücubu arasında şer'î bir
münasebet bulunmadığından- udûl ederek (cayarak) bu emri mendubluğa
hamletmişlerdir. Cumhur bu konuda aynca bazı başka hadislere de dayanmaktadır.
Bu hadislerin en sabiti, İbn Abbas'ın «Peygamber (s.a.s) Efendimiz heladan
çıktıktan sonra kendisine yemek getirildi ve 'Sana abdest için su getirelim mi?'
dediler. Efendimiz (s.a.s) 'Ben namaz mı kılıyorum ki abdest alayım?' buyurdu»
hadisidir [147], Bu hadisin bazı
rivayetleri «Ona: Abdest almayacak mısın?» dediler. O da «Namaz kılmak istemiyorum
ki, abdest alayım, dedi» şeklindedir. Cumhur aynca Hz. Âişe (r.a.) 'nin
«Peygamber (s.a.s) Efendimiz cünüb olarak ve hiç suya değmeden yatardı»
hadisine de [148] dayanmışlardır. Fakat bu
hadis, zayıftır.
Ulema, cünüb adamın
yemeği yemek veya suyunu içmek veya cinsî yaklaşmada bulunmak isterken de
abdest almasının vacib olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Cumhûr'a göre bu hallerin
hiçbirinde abdest almak gerekmez. Çünkü bunların abdestle şer'î bir alâkaları
yoktur. Abdest ancak namaz gibi ta'zim için yapılan işlerde emredilmiştir.
Aynca bu mevzuda gelen hadisler arasında çatışma da vardır. Çünkü Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in:
«Kişi cünübken bir
daha cima' yapmak isterse abdest alsın» [149]
diye emrettiği nasıl rivayet olunmuşsa, kendisinin cünüb iken cima' ettiği ve
bunun için abdest almadığı da rivayet olunmuştur.[150]Bunun
gibi, cünüb kişiye abdest almadan yemek yemeyi hem nehyettiği, hem de «zararı
yoktur» diye söylediği rivayet olunmuştur [151] .
İmam Mâlik ile İmâm
Şafii: «Tavafta (Kâ'be'yi ziyarette) abdest şarttır», imam Ebû Hanife: «Şart
değildir» demişlerdir.
Bunun sebebi, tavafın
hükmü de namazın hükmü gibi midir? diye tereddüt edilmesidir. Çünkü Peygamber
(s.a.s) Efendimiz hayızlı kadını nasıl namaz kılmaktan men' etmişse, tavaf yapmaktan
da men' ettiği için [153]
tavaf namaza benzemektedir. Nitekim bazı rivayetlerde Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in
tavafa namaz dediği de görülmektedir[154].
İmam Ebû Hanife ise "Hayzın
mani olduğu her şeyde mutlaka abdestli olmak şart değildir. Nitekim hayız,
oruca manidir. Bununla beraber -cumhûr'a.göre- abdest orucun sıhhati için şart
değildir", demiştir. [155]
Cumhûr'a göre
abdestsiz kimseye Kur'an okumak, zikretmek caiz ise de, kimisi: «Bu adam,
abdest almadan Kur'an okuyamaz ve zikredemez» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu konuda birbiri ile çatışan iki hadisin gelmesidir. Biri, Ebû Cüheym'in
«Peygamber (s.a.s) Efendimiz cemel kuyusu tarafından geliyordu. Bir adam ona
rast geldi ve selâm verdi. Efendimiz adamın selamını almadı, duvara dönüp
yüzünü ve ellerini toprakla meshettikten sonra selamını aldı» [156]
hadisidir, İkincisi, Hz. Ali (r.a.)'nin «Cünüblükten başka, Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'i Kur'an okumaktan hiçbir şey engellemiyordu» hadisidir.
Cumhur, ikinci hadisin
birinci hadisi neshettiğini söylemektedir. Kur'an ile zikir için abdestli olmak
şart değildir diyenler ise, birinci hadisi tercih yoluna gitmektedirler. [157]
[1] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/73.
[2] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/73.
[3] Maide/6.
[4] Müslim, Taharet, 2/2, no: 224; Tirmizî, Taharet, 1/1,
no: 1; İbn Mâcc, Taharet, 1/272: Ahmed,2/20; Bcyhâkî, 1/42; Tayâlisî, 255-256.
[5] Buhâri, UiycU 90/2, no: 6954 (İbn Haccr, 12/329),
Ayrıca Vııdu', 4/2, no: 135; Müslim, Taharet, 2/2, no: 225; Ebû Dûvûd, Taharet,
1/31, no: 60; Tirmizî, Talıâret, 1/56, no: 76.
[6] Ebû Dâvûd, Hudüd, 32/16, no: 4398; Ncsâî, Talâk
(6/156); İbn Mftce, Talâk, 10/15, no: 2041; Dârimî, 2/171; Ahmed,6/100-101;
Îbnu'l-Cârud, Münlekâ,s, 59, no: 148.
[7] Mâide, 5/6.
[8] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/75-76.
[9] Mâide, 5/6.
[10] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/77.
[11] Beyyine, 93/5.
[12] Buhârî, Bed'u'l-Vahy, 1/1, no: 1 (İbn Hacer, 1/9);
Müslim, îmâre, 155, no: 1907; Ebö Dâvûd, Talâk, II, no: 2201; Tirmizî,
Fedâilü'l-Cihâd, no: 1647; Nesâî, Taharet (1/58) îbn Mâce, Zühd, 26, no: 4227;
Mâlik (Şeybânî), 341, no: 983; Ahmed, 1/25,43; Dâra-kutnî, 1/51.
[13] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/77-78.
[14] Ebû Hanife de bu görüşledir.
[15] Buharı, Vudu', 4/26, no: 162 (îbn Haccr, 1/263);
Müslim, Taharet, 2/26, no: 88/227,
228; Ahmcd, 2/465;
Mâlik, Taharet, 2/2, no: 9; Şafii, Umm, 1/39; Beyhâkî, 1/45; Ebû
[16] Müslim, Taharet, 2/26, no: 88/278; Ncsâî, Taharet,
1/99; Ahmcd, 2/241, 382; Dârimî. 1/196; lbn Ebî Şeybc, 1/98; Şafii. Umm, 1/39;
Ebû Avâne, 1/263; İbnu'l-Cârûd, s. 14, no: 9, lbn Huzcyme, 1/520, no: 99;
Tahâvî, Şerhu Meâni'l-Asâr, 1/22.
[17] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/78-79.
[18] Müslim, Taharet, 2/12, no: 34, 246. Ayrıca bkz. İbn
Haccr, 1/234, 136, 10/386, no: 5953; Ebû Avâne, 1/243; Bcyhâkî, 1/57; Ncsâî,
1/93; Ahmcd, 2/371
[19] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/79-80.
[20] Mü'minûn, 23/20.
[21] Müslim, Taharet, 2/23, no: 83/274. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd,
Taharet, 1/57, no: 147.
[22] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/82-83.
[23] [23] Buhârî, Vudu\ 4/38, no: 185 (İbn Hacer,
1/289); Müslim,Taharet, 2/50, no:-18; Ebû DâvÛd, Taharet, 1/50, no: 18;
Tirmizî, Taharet, 1/24, no: 32; Nesâî, 1/172; İbn Mâce lahâret, 1/51, no: 434;
Mâlik, Taharet, 2/1, no: 1; Abdürrezzâk, 1/6, no: 5.
[24] Ahmcd, 6/358, 359; Ebû Dâvûd, Taharet, 1/50, no: 126;
Tirmizî, Taharet, 1/25 no- 33" Bcyhâkî, 1/60.
[25] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/83-84.
[26] Müslim, Taharet, 2/23, no: 81/274; Ebû Dâvûd, Taharet,
1/59, no: 150; Tirmizî, Taharet, 1; Ncsâî, Taharet, 75, no: 100; îbn Mâce,
Taharet, I, no: 545; Tayâlisî 95 no-
[27] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/85-86.
[28] Hanefi fıkhında bugün, kulak meshinin sünnet olduğu
kabul edilir. (Mütercim)
[29] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/86-88.
[30] Buhârî, İlim, 3/3, No: 60 (lbn Hacer, 1/143); 96,
Vudu\ 4/27, 29, No: 165; Müslim. Taharet, 2/9, No: 26/241,28/242.
[31] Bakara, 2/187.
[32] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/88-89.
[33] İmam Şafii, Vav tertib ifade ediyor diye, abdesuc
tertibin vücubu görüşünde bulunmamıştır. Müellif, her ne kadar bunu söylüyorsa
da hiç kimse, îmam Şafii'nin abdestte tertibin vücubunu Vav'ın mânâsından
aldığını söylememiştir. Ali b. Muhammcd cl-Bağdâdî, abdcsl âyetinin tefsiri
sırasında söyle diyor: İmam Şafii, abricsllc tertibin vücubunu bu âyetten
almıştır, Çünkü Ccnâb-ı Hak önce yüzü, sonra elleri yıkamayı, sonra başı
meshcirheyi, sonra ayaklan yıkamayı emir buyurmuştur. Emrin yerine getirilmesi
de ancak Allah'ın emrinde geçen sıraya göre olmalıdır. Ayrıca Veda Haccı'nda
Peygamber (s.a.s) Efcndimiz'den, Sala ile Mcrve tepelerinden hangisinden Sa'y'c
başlamanın gerektiği sorulmuş, Efendimiz,
fryet-i kerimesine
işaret ederek «Allah hangisini önce
söylemiş ise, ondan başla» buyurmuştur.
Sa'y'c, Safa tepesinden
başlamanın vücubunu bildiren bu hadisin vürud sebebi, her ne kadar Sa'y'ın
keyfiyetini anlatmak ise de, ondan, abdestte de, Allah'ın buyurduğu sıraya
göre, hareket etmenin vücubu anlaşılmaktadır. Çünkü mu'leber olan, sebebin hâss
olması değil, lafzın âınm olmasıdır. Sonra, ne Peygamber Efendimİz'in, ne de
ashab-ı kiramdan birisinin bir kere olsun icrs şekilde abdcsl aklığını hiç
kimse naklctmcmişur. Bütün bunlar gösteriyor ki, abdesuc tertib vaciblir
(Hâzin Tefsiri, c. 2, s. 579).
Zcmahşcrî (meşhur
okunuşu Zamahşciîdir) de, İmam Şafii'nin abdesuc tertibin vücubunu Vav'dan
değil, ayetin nazmından çıkardığı kanaatindedir.
Çünkü Cenâb-ı Hak,
mcshcdilmcsiru emrettiği azayı, yıkanmasını emrettiği diğer azalar arasında
söyleyerek bunları birbirinden ayırmakladır ki, bununla kısmen de olsa âyetin
belagatı zedelenmiş olur. Eğer maksat tertibin vücubunu bildirmek olmasaydı,
niçin böyle yapılmış olsun? (Mütercim)
[34] Meselâ: İki rek'at nafile namazım kılabilmek için şart
olan abdest vacibtir.
(Mütercim)
[35] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/89-90.
[36] Buhârî, Gusül, 5/1, No: 249 (îbn Hacer, 1/361);
Müslim, Hayd, 3/9, No: 37/317; Tir-mizî, Taharet, 1/176, no: 103; Ebû Dâvûd,
Taharet, 1/98, no: 245; Nesâî, 1/137; îbn Mâce, Taharet, 1/94, no: 573.
[37] Îbn Mâce, Talâk, 10/16, no: 2045; Tahâvî, Şerhu
Meâni'l-Âsâr, 3/95; Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, 11/133-134, no: 11274;
Dârakutnî, 4/170-171; Hâkim, 2/198; Beyhâkî, 7/356.
[38] Beyhâkî, 1/43; İbn Hacer, Telhtsul-Habîr, 1/75 no: 70.
[39] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/90-91.
[40] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/91-
[41] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/91-92.
[42] Ebû Dâvûd, Taharet, 1/63, no.: 165; Tirmizî, Taharet,
2/72, no: 97; İbn Mâce, Taharet 1/85, no: 550.
[43] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 1/181; Dârimî, 1/181; Ebû
Dâvûd, Taharet, 1/63, no: 162; Dârakutnî, 1/199; Beyhâkî, 1/292. .
[44] îmam Şafii de bu görüşle, İmam Mâlik'Ie beraber olduğu
halde müellif şanslılığı -bilmem- niçin yalnız İmam Mâlik'e vermiştir?
(Mütercim)
[45] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/
[46] Tirmizî, Taharet, 1/14, no: 99.
[47] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/92-93.
[48] Bugün Şâfü fıkhında, mest üzerine mcshcdcbilmek için
mestin herhangi bir tarafından suyun içeriye nüfuz edemeyeceği kadar sağlam
olmasının şartı meşhurdur. Halbuki delik ne kadar küçük de olsa buna mani
olamayacağı şüphesizdir. Bunun için herhangi bir tarafı delikli olan bir mestin
deliği küçük de olsa, Şafii mezhebinde bu mest üzerine meshetmenin .caiz
olmadığını bilmekteyiz. (Mütercim)
[49] Nahl, 16/44. .
[50] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/93-94.
[51] Müslim, Taharet, 2/24, no: 85/686.
[52] Ebû Dâvûd, Taharet, 1/60, no: 158; Tahâvî fZeylâî;,
Nasbu'r-Râye, 1/167.
[53] Tirmizî, Taharet, 1/71, no: 96; tbn Hazm, Muhallâ,
2/83, no: 212.
[54] îbn Abdilberr, el-lstizkâr, 1/2177.
[55]
«Delilü'l-Hitab»; sözün mantûku (söyleneni) değil, mefhum
(anlaşılam)udur. Meselâ: Yolcu için üç güne kadar mestlerini meshetmesinin
cevazı Hz. Ali hadisinin mantûku-dur, Üç günden sonra caiz olmaması da onun
mefhumudur. (Mütercim)
[56] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/94-95.
[57] Buhârî, Vudu\ 4/49,206 (Ibn Hacer, 1/309); Müslim,
Taharet, 2/22, no: 79/274; Ebû Dâvûd, Taharet, 1/59, no: 151.
[58] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/95-96.
[59] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/96-97.
[60] Enfâl, 8/11.
[61] Nisa, 4/43.
[62] Mâlik, Taharet,
2/3, no: 12.
[63] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/99-100.
[64] Bu miktar; havuzda eni, boyu ve derinliğin altmışar
sanüm; küp veya silindirde çapı 48, derinliği 96 santimetredir.
[65] Buhârî, Vudu\ 4/68, no: 239; Müslim, Taharet, 2/28,
no: 6 , 95/282; Ebû Dâvûd, Taharet, 2/36, no: 69; Tirmizî, Taharet, 1/51, no:
68; Ncsâî, 1/175; tbn Mâce, Taharet. 1^75, no: 344; Dârimî, 1/186."
[66] Buhârî, Vııdu,
4/58, no: 221; Müslim, Taharet, 2/30,99/284; Tirmi/.î, Taharet, 1/112, no: 148;
Ncsâî, 1/175; İbn Mâcc, Taharet, 1/78, no: 528; Dârimî, 1/189.
[67] Ebû Dâvûd, Taharet, 1/34, no: 67.
[68] Ebû Dâvûd,
Taharet, 1/33, no: 63; Tirmizî, Taharet, 1/50, no: 67; îbn Hazm, Muhallâ 1/151,
no: 136.
[69] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/101-104.
[70] Buharı, Cenâiz, 23, no: 560; Müslim, Cenâiz, 11/12,
no: 36/939; Mâlik, Cenâiz, 16/1 no: 2.
[71] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/104-105.
[72] Buharı, Vudu', 4/40, no: 189; Ahmed, 4/329.
[73] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/105.
[74] En'am, 6/145.
[75] Tevbe, 9/28.
[76] Müslim,
Taharet, 2/27, no: 89/279; Nesâî, Miyâh, 2/7; Dârakuinî, î/64, no: 2; Beyhâkî.
1/18.
[77] Müslim,
Taharet, 2/27, no: 91/279; Ebû Dâvûd, Taharet, 1/37, no: 71; Tirmi/î, Taharet,
68, no: 91; Beyhâkî, 1/240.
[78] Müslim, Taharet, 2/27, no: 93/280; Ebû Dâvûd, Taharet,
1/37, no: 74; Nesâî, 1/177.
[79] Tahâvî,
(Nasbu'r-Râye, 1/135, no: 47); Dârakutnî, 1/67, no: 8; Hâkim, 1/160; Beyhâkî,
1/247.
[80] Ebû Dâvûd, Taharet, 1/33, no: 63; Tirmi/î, Taharet,
1/50, no: 67.
[81] İbn Mâcc,
1/173; Beyhâkî, 1/258.
[82] Mâlik, Taharet,
2/3, no: 14.
[83] Malik, Taharet, 2/3, no: 13.
[84] Mâide, 5/4.
[85] Müellif, bu
tahmininde yanılmıştır. Çünkü İmam Şafii, köpeğin kendisi necis olup vücudunun
neresi ile olursa olsun yaş olarak dokunduğu şeyi bir keresinde temiz toprak karıştırmak
şartıyla yedi kere yıkamak gerekliği görüşündedir. Çünkü ona göre hadisteki «Köpek,
herhangi birinizin kabını yaladığı zaman» kaydı, köpeğin sadece salyasının
necis olduğunu bildirmez. Köjiek, gördüğü herzeye ağzını sokmak alışkanlığında
oldu ğu için bu kayıl getirilmiştir diyor. Şafii fıkhı ravileri İmanı
Şafii'den, bundan başka herhangi bir görüş veya söz naklelmcmişlcfdir.
(Mütercim)
[86] Bu zatın zamanında, hastalıkların mikroplan
keşfedîlmediği için mikrop yerine zehir kelimesini kullanmıştır. Bununla
beraber mikrop da zehir kadar vücudu tahrib ettiği için mikroba zehir demek yerinde
olur. (Mütercim)
[87] İbn Rüşd
el-Cedd, Mukaddimât, 1/61.
[88] Birkaç yıl önce, müslüman olmayan bir yazar tarafından
kaleme alman bir eserde, "İslâmiyet, domuz etini yasak etmekle, beşeriyete
büyük bir hizmet etmiştir. Çünkü domuz eti, tach tenye denilen insan sıhhati
için çok tehlikeli bir yaratığın yumurtalarını taşımaktadır. Ayrıca köpeğin
salyasında da bu yumurtalar yoğun olarak bulunmaktadır" şeklinde bir yazı
okumuştum. O zaman içimden şöyle bir şey geçmişti: Eğer bu adam, köpek ve köpek
salyası hakkında İslâm müeteh idlerinin büyük ölçüde ihtilâfına yol açan
Peygamber (ş.a.s) efendimizin hadisini de işitmiş olsaydı, elinde olmayarak
Peygamber (s.a.s) Efendimizin Peygamberliğini haykıracaktı. (Mütercim)
[89] Buhârî, Tıb, 76/58, no: 5782 (İbn Hacer, 10/250); Ebû
Dâvûd, Et'ıme, 21/49, no: 3844; İbn Mâce, Tıb, 31/31, no: 3504.
[90] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/105-110.
[91] Buhârî, Gusül, 5/9, no: 261; Müslim, Hayd, 3/10, no:
45/321,
[92] îbn Mâce,
Taharet, 1/33, no: 372; Tayâlisî, s. 226, no: 1625; Ahmed, 6/23.
[93] Buhârî,
et-Tarihu'l-Kebîr, 4/185; Nesâî, 1/179; İbn Mâce, Taharet, 1/34, no: 373.
[94] îbn Mâce, Taharet* 1/33, no: 374; Tahâvî, Şerhu
Meâni'î-Âsâry 1/24; Dârakutnî, 1/116, no:
[95] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/110-112.
[96] Ahmcd, 1/398; İbn Mâcc, Taharet, 37, no: 385; Tahûvî,
Serim Meâni'l-Âsâr, 1/94; Taberânî, el-Mu'ceınul-Kebîr,]/16; Dârakulnî, 1/76,
no:
11
[97] Ahmcd, 1/455; Tahûvî, 1/95; Dûrakutnî, 1/77, no: 15.
[98] Müslim, Salât, 4/33, no: 152/450; Ebû Dâvûd, Taharet,
1/42, no: 85; Tirmizî, Tefsir, 48/417, no: 3258.
[99] Enfâl, 8/11.
[100] Ahmed, 5/146, 155; Ebû Dâvûd, Taharet, 1/125, no: 332;
Tirmi/,î, Taharet, 1/92, no:
124;Nesâî, 1/171.
[101] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/112-113.
[102] Nisa, 4/43.
[103] Buhârî, lliyeh 90/2, no:6954; Müslim, Taharet, 2/2,
no: 2/225.
[104] Çoğunlukla şehvet anında çıkan ince, sarı su.
[105] Çoğunlukla idrardan sonra çıkan ve meniye benzeyen
beyaz ve koyu sıvı madde.
[106] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/115-
[107] Tirmizı, Taharet, 64, no: 87.
[108] Ebû Dâvûd, Taharet, 1/108, no: 28; Tirmizî, Taharet,
94, no: 126; İbn Mâce, Taharet 1/115, no: 625.
[109] Mâlik, Taharet, 2/10, no: 46.
[110] Buhârî, Hayd, 6/8, no: 306; Müslim, Hayd, 3/14, no:
62/333.
[111] Mâlik, Taharet, 2/12, no: 51.
[112] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/115-117.
[113] Buhârî, İlim, 3/41, no: 117; Müslim,
Salâtü'l-Müsâfirîn, 6/26, no: 184/763; Ebû Dâvûd, Salât, 2/316, no: 1357.
[114] Buhârî, Vudu\ 4/53, no: 212; Müslim,
Salâtü'l-Müsâfirîn, 6/31, no: 222/786.
[115] Abdürrezzak, 1/130, no: 483; Müslim, Hayd, 3/33, no:
125/376.
[116] Ahmed, 4/239; Tirmizî, Taharet, 1/71, no: 96.
[117] Mâide, 5/6.
[118] Mâlik, Taharet, 2/2, no: 10; Şafii, Umm, 1/26; Taberî,
Tefsir, 6/72.
[119] Ahmed, 1/256; Ebû Dâvûd, Taharet, 1/57, no: 77;
Tirmizî, Taharet, 57, no: 77.
[120] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/117-119.
[121] Burada,
Şâfnlerle Mâlikîlerin görüşleri birbirlerine karıştırılmış gibi geliyor bana.
Çünkü imam Şafii'ye göre; kadına dokunmanın abdest bozması için her ne kadar
duygulan mak şart değilse de, birbirine dokuan uzuvlar vücudun hangi yeri
olursa olsun abdest bozulur. (Mütercim)
[122] Ebû Dâvûd, Taharet, 1/69, no: 179-180.
[123] îbn Abdilberr, îstizkâr, 1/323.
'
[124] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/119-121.
[125] Müellif, ikinci itibarı yâlnız îmam Mâlik'in
tabilerinden bir gruba malelmektedir. Halbuki bu, îmam Şafii'nin de görüşüdür.
(Mütercim)
[126] Mâlik, Taharet, 2/15, no: 58; Ahmed, 6/406; Şafii,
Utnm, 1/33-34; Abdürrezzak, 1/113.
[127] îbn Mâce, Taharet, 1/63, no: 481; Tahâvî, 1/75;
Beyhâkî, 1/130.
[128] Şâfü, Umm, 1/34; Ahmed, 2/333; Tahâvî, 1/74; Taberânî,
el-Mu'cemü's-Sağîr, 1/42.
[129] Ebû Dâvûd, Taharet, 1/171, no: 182; Tirmizî, Taharet,
62, no: 185.
[130] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/121-123.
[131] Ebû Dâvûd, Taharet, 1/75, no: 191. Ayrıca bkz. Nesâî,
1/108; Îbnu'l-Cârud, s. 18-19, no: 24; Tahâvî, 1/67, Beyhâkî, 1/155.
[132] İbn Hacer, Telhîsü'l- Habîr, 1/116, no: 154.
[133] Müslim, Hayd, 3/25, no: 97/360; Ebû Dâvûd, Taharet,
1/72, no: 184.
[134] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/123.
[135] Abdürrezzak, 2/386, no: 7361; Dârakutnî, 1/163, no:
5-10, Beyhâkî, 1/146.
[136] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/123.
[137] Bcyhâkt, 1/301; Râfii', Fcthu'l-Aziz, 2/130; Şafii,
Umm, 1/303; Ncvevî, Mecmu', 2/203: Tirmizî, Cenah, 8/17, no: 993'ten sonra.
[138] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/124.
[139] Mâide, 5/6.
[140] Ahmed, 2/20; Müslim, Taharet, 2/2, no: 1/224.
[141] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/125.
[142] Vakıa, 56/79.
[143] Hâkim, 1/395-397; Beyhâkî, 4/89-90.
[144] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/125-126
[145] Bııhârî, Gusül, 5/27, no: 290; Müslim, Ifayd, 3/6, no:
25/306; Mâlik, Taharet, 2/19, no: 76.
[146] Buhârî, Gusül, 5/25, no: 286, Müslim, l/ayd, 3/6, no:
21/305; Ebû Dâvûd, Taharet. 1/88, no: 222.
[147] Müslim, Hayd, 3/31, no: 118/374; Ebû Dâvûd, Et'tme,
21/11, no: 3760; Tirmizî, Et'ıme, 26/40, no: 1849.
[148] Ahmed, 6/146; Ebû Dâvûd, Taharet, 1/90, no: 228,
Tirmizî, Taharet, 87, no: 48.
[149] Müslim, Hayd, 3/6, no: 27/308; Ahmcd, 3/28; Ebû Dâvûd,
Taharet, 1/86, no: 220.
[150] Ahmed, 6/109; Tahâvî, 1/127.
[151] Ahmed, 6/119; Ebû Dâvûd, Taharet, 1/88, no: 223;
Nesâî, 1/139; İbn Mâce, Taharet 1/104, no: 593.
[152] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/126-127.
[153] Buhârî, Hayd, 6/17, no: 305; Müslim, Hacç, 15/17, no:
119/1211.
[154] Tirmizî, Hacc, 7/112, no: 960; Hâkim, 1/459; Beyhâkî,
5/85.
[155] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/127-128.
[156] Buhârî, Teyemmüm, 7/3, no: 337; Müslim, Hayd, 3/28,
no: 114/369; Ebû Dâvûd, Taharet, 1/124, no: 329.
[157] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 1/128.