97. Mutlak Alım-S atımların Çeşitleri ve Genel Fesad
Sebebleri
1. Mutlak Alım-Satımların Çeşitleri
2. Mutlak Alım-Satımların Genel Fesad Sebebleri
1. Fazlalık ve Ertelemenin Caiz Olmadığı Şeyler
2. Fazlalığın^Caiz Olduğu, Ertelemenin Caiz Olmadığı
Şeyler
3. Fazlalık ve Ertelemenin Caiz Olduğu Şeyler
4. Aynı Sınıf Sayılan ve Sayılmayan Nesneler
a- Aynı Cins
Sayılan Hayvan Etleri
b- Canlı Hayvanı
Kesilmişle Değiştirme
d- Riba'ya Tâbi Maddelerin Yaşı İle Kurusunun
Değiştirilmesi
C- Riba'dan Kurtulmak İçin Başvurulan Satışlar
1. Veresiye Satılan Malın Daha Düşük Fiyatla
Değiştirilmesi:
a- Teslim Almanın Şart Olduğu Mallar
b- Satımında Teslim Almanın Şart Koşulduğu ve Koşulmadığı
Yararlanmalar
c- Ölçü ve Götürü Usulle Satılan Gıda Maddeleri
2. Şeriatte Meskût Geçen Satışlar
a- Tarife ve Numuneye Dayalı Satış:
b- Mevcud ve Hazır Olan-Olmayan Malların Satı§i
c- Sebze, Meyve, Balık ve Kaçak Kölenin Satışı:
E- Şartlı ve îstisnalı Saüşlar
F- Zarar Veya Aldatma Dolayısıyla Yasaklanan Satışlar:
2: Şehirlinin Köylüye Simsarlığı:
5. Anne İle Çocuğunu Ayırarak Satış:
G- ibâdet Vaktinde Yapılmasından Dolayı Yasaklanan
Satışlar:
98. Mutlak Ahm-Satımların Sıhhat Sebeb ve Şartlan
99. Sahih Satışın Genel Hükümleri
A- Şartsız Olarak Satılan Maldaki Kusurlar
1.Kusur Dolayısıyla Hüküm Gerektiren ve Gerektirmeyen
Akidler
2. Hüküm Gerektiren Kusurlar ve Şartları
bb-Kölenin Çapkın, Evli ve Gebe Olması
cc- Tasriye: Sütü Hayvanın Memesinde Bekletme
b- Hüküm Gerektiren Kusurların Şartı
3. Hüküm Gerektiren Malda Deği§i]çlik Olmaması
4. Alıcının Elinde Meydana Gelen Değişiklikler
b- Satılan Malda Eksiklik Doğması
aa- Malın Değerindeki Eksiklik
bb- Malın Bünyesindeki Eksiklik
cc- Malın Ahlâkındaki Eksiklik
5. Alıcı ile Satıcının Kusurlar Konusundaki
Anlaşmazlıkları;
B- Malın Kusurlarından Sorumlu Olmamak Şartıyla Satış
2.Satılan Malın Uğradığı Ziyanın Alıcıya Ait Olması:
A- Satılan Malın Uğradığı Ziyanın Alıcıya Ai' fVma
Zamanı:
3. Satılan Malın Beraberindeki Şeyler:
A- Meyvalt Hurma Ağacının Satışı:
C- Anlaşma Fiyatını Arttırma veya İndirme:
Bu
bahse dair konuşmamız -Kaç çeşit satış vardır? Hangi satışlar sahihtir ve
niçin sahihtir? Hangileri sahih değildir ve niçin sahih değildir? Sahih
olanların hükmü nedir? Sahih olmayanların hükmü nedir? diye- beş bölümde
toplanmaktadır. Biz burada önce mutlak satışın çeşitlerini, sonra, sahih olan
ve olmayanların sebeb ve hükümlerini ayn ayn anlatacağız. Ancak bu sebeb ve
hükümlerden bir kısmının, satışın bütün çeşitleri veyahut çoğu arasında
müşterek, bir kısmının da satışın her bir çeşidine has olduğu için, ilmi
çalışma usulü, önce müşterek olanlan, sonra herbirine has planlan anlatmamızı
gerektirmektedir. Bunun için bu bahsimiz -ister istemez- altı bölüme aynlmış
olur. Birinci bölümde mutlak satışın çeşitlerini, ikinci bölümde sahih olmayan
mutlak satışlann hepsi veyahut çoğu arasında müşterek olan sebebleri, -çünkü
bunlar sahih olan satışlann sebeblerinden daha meşhurdurlar- üçüncü bölümde
sahih olan satışlann hepsi veyahut çoğu arasında müşterek olan sebebleri,
dördüncü bölümde sahih olan satışlann hepsi veyahut çoğu arasında müşterek olan
hükümleri, beşinci bölümde sahih olmayan satışlann müşterek hükümlerini, [1]
İki şahıs arasında
vuku' bulan her saüş akdi, ya bir aynın bir ayn ile yani hazır olan bir şeyin
hazır olan bir şeyle, ya hazır olan bir şeyin sözlü (zimmet) olan bir şeyle ya
da sözlü olan bir şeyin sözlü olan bir şeyle değiştirilmesidir. Bunlardan her
biri de, ya veresiyedir ya her iki taraf için peşindir, ya bir taraf peşindir,
bir taraf veresiyedir. Buna göre satışın çeşitleri dokuz olur. Bunlardan her
iki tarafı da veresiye olan satışlar -ister hazır olan bir şeyle, ister hazır
olan bir şeyin sözlü olan bir şeyle, ister sözlü olan bir şeyin sözlü olan bir
şeyle değiştirilmesi olsun- icma' Üe caiz değildir. Çünkü bu satış, her üç
şekilde de sözlü olan bir şeyin sözlü olan bir şeyle satılması kabilinden olur
ki, bu tür satışlar yasaklanmıştır [2].
Bu
satış çeşitlerinden caiz olanlarının da ayn ayn isimleri vardır. Bu isimler, bu
satışlardan bir kısmına satış akdinin, bir kısmına da, satılan şeyin taşıdığı
nitelik yönünden verilmiştir. Çünkü eğer satış akdi, bir hazır şeyin bir hazır
şeyle değiştirilmesi ise, ya bu iki şeyden biri para, biri mal, ya ikisi de
para, ya da ikisi de mal olur. İkisi de para olduğu zaman ona «SARF» yani para
bozdurmak, biri para, diğeri mal veyahut -ilerde belirtilecek olan şartlara
uygun bir şekilde- ikisi de mal olduğu zaman ise, ona «Mutlak Satış» denilir
ve eğer satış akdi, bir hazır şeyin bir sözlü şeyle değiştirilmesi ise ona «SELEM»
yani peşin para ile veresiye mal satışı, eğer satış akdinde muhayyerlik
(seçimlilik) şart koşulursa ona «Hıyar Satışı», eğer belli bir oranda -meselâ
yüzde on- bir kârla satış yapılırsa ona «Murabaha Satışı» ve eğer miktarı belli
bir kârla satış yapılırsa ona «Müzayede Satışı» denilir. [3]
Hakkında
yasak söz konusu olan satışlann yasakük sebebine bakıldığı zaman bu sebeblerin dört tane olduğu görülür
ki, bunlar da, umûmî olan se-bebler olup biri, satılan malın haram olması, biri
riba, biri satılan şeyin ne ve nasıl bir şey olduğunun bilinmemesi, biri de bu
son iki sebebten ya biri ya da her ikisiyle ilgili olan şartlardır. Bu dört
sebeb, hakikatte satışın caiz olmamasını gerektiren umumi sebeblerdir. Çünkü
bu dört surette de yasak satış akdi dışında herhangi bir sebebten dolayı değil,
bizzat satıştan dolayıdi Satış akdi dışındaki sebebler ise şunlardır:
Bunlardan biri; satışta hile yapmak biri, alıcı veya satıcının zarar görmesi,
biri, satışın satıştan daha önemli bir şeym vaktinde yapüması, biri de, satılan
şeyin satışının caiz olmayışıdır Su halde bu bölüm dört babtan ibarettir. [4]
Satışı caiz olmayan
şeyler -necis olan ve olmayan şeyler olmak üzere-iki kısımdır. Necis olan
şeyleri satmanın caiz olmadığının delili, Müslim ile Buhârî'de yer alan
«Peygamber Efendimiz,
'Allah ile
Peygamber'i, şarap, domuz, murdar hayvan ve putların satışını yasak
kılmışlardır* buyurdu. Ona 'Ya Rasâlallah, murdar hayvanın iç yağı da mı
haramdır? Görüyorsunuz ki iç yağı ile kayıklar yağlanır ve iç yağı
ışıklandırmada kullanılır' dediler. Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
'Allah, Yahudiler'e
la'net eylesin. İç yağları onlara haram kılınmıştı. Onlar onu satıp parasını
yemekte sakınca görmediler" buyurdu» [5]Peygamber
(s.a.s) Efendimiz ayrıca şarap hakkında da,
'Şarabın içilmesini
haram kılan, satılmasını da haram kılmıştır' [6]hadisidir.
Necis olan şeyler iki
kısım olup bir kısmı, bütün fukaha hem necis, hem de satışının haram olduğunda
müttefiktirler ki bunlar da şarap, murdar hayvan ve domuzun can taşıyan
vücudunun bütün parçalandır. Ancak şarabın necis olmadığında şâzz bir ihtilâf
vardır. Domuzun da kıllanndan yararlanmanın caiz olup olmadığında ihtilâf
ederek Îbnü'l-Kasım cevazını benimsemişse de Asbağ «Caiz değildir» demiştir.
Necislerin ikinci
kısmı olan -zibil ve hayvan tersi gibi- ekinlerde kullanılması zorunlu olan
necislere gelince: Mâliki mezhebinde, bunları satmanın caiz olup olmadığı
hakkında ihtilâf edilmiştir. Kimisi «Necisin hiçbir çeşidini satmak caiz
değildir», kimisi «Her çeşidini, satmak caizdir», kimisi de hayvan mtsi ile
insan dışkısı arasında ayırım yaparak «Birincisinin satılması caizdir,
ikincisinin değildir» demiştir. Mâlikiler fil dişinin necis olup olmadığında ihtilâf
ettikleri için, tarak ve benzeri fil dişinden yapılan şeyleri de satmak caiz
midir, değil midir diye ihtilâf etmişlerdir. Fil dişinin diş olduğunu
söyleyenler «Murdardır» demişlerdir. Fil dişinin, esasında diş olmayıp ters
taraftan çıkan boynuz olduğunu söyleyenler ise «Fil dişi boynuzun hükmüne
tabidir» demişlerdir.
Necis olmadığı veyahut
necis olduğunda ihtilâf edildiği halde satışı haram olan şeylere gelince:
Köpekle kedi bunlardandırlar. Köpek hakkında ihtilâf edilmiş olup îmam Şafii
hiçbir köpeğin satışını caiz görmemiş, İmam Ebû Hanife «Caizdir» demiştir.
Mâlikiler ise, beslenmesine izin verilen sürü ve ekinlerin koruyucusu olan
köpeklerle, beslenmesine izin verilmeyen köpekler arasında ayırım yaparak
beslenmesi caiz Olmayan köpeğin satılmasının caiz olmadığında ittifak
etmişlerdir. Köpeği kesip yemek için satın almak hakkında ise, «Eti helâldir»
diyenler, «Caizdir» ve İbn Habib'in rivayetine göre «Haramdır» diyenler de
«Caiz değildir» demişlerdir. Beslenmesine izin verilen köpek hakkında da
kimisi «Satışı haramdır» kimisi «Mekruhtur» demiştir. İmam Şafii'nin delili
iki şeydir. Biri, Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'den varid olduğu sabit olan,
köpeğin bedelini almayı yasaklamasıdır [7].
İkincisi de -delilini taharet bahsinde anlattığımız veçhile- köpeğin de, İmam
Şafii'ye göre domuz gibi Necisü'1-Ayn (kendisi pis) olmasıdır. Köpeğin satışını
caiz görenler de, «Köpek temizdir ve etini yemek haram değildir. Şu halde
diğer temiz şeylerin satışı nasıl caiz ise, köpeğin de satışının caiz olması lazım
gelir» demişlerdir. Köpeği temiz görenlerin delili, «taharet» bahsinde ve etini
helâl görenlerin delili de «yiyecekler» bahsinde geçti. Köpekler arasında
ayırım yapanlar da, «Çünkü köpeğin eti haramdır ve -hadiste [8]
istisna edilen sürü, ekin ve benzeri şeylerin koruyucusu olan köpekler dışında-
hiçbir köpeği beslemek caiz değildir» demişlerdir. Zira meşhur olmayan birçok
hadislerle [9], köpeğin bedelini almak
yasaklanırken beslenmesine izin verilen köpeklerin bedeli istisna edilmiştir.
Kediye gelince: Her ne
kadar onun da bedelini almanın yasaklandığı sa-, bit ise de [10]-kedi
temiz bir hayvan ve beslenmesi caiz olduğu için- cumhur satışının cevazını
benimsemiştir.
Şu halde köpek
hakkındaki ihtilâfın sebebi, deliller arasında bulunan çelişmedir.
Necis olan
zeytinyağını yemenin haram olduğunda müttefik olan ulemanın, satışının caiz
olup olmadiğındaki ihtilâfları da bu babtandır. Îmam Mâlik «Necis olan
zeytinyağının satışı caiz değildir» demiştir ki, İmam Şafii de buna katılır.
İmam Ebû Hanife ise, «Eğer necis olduğu alıcıya söylenirse caizdir» demiştir.
İmam Mâlik'in tabilerinden tbn Vehb de buna katılır. Caiz olmadığım
söyleyenlerin delili, yukarıda geçen, Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'in
ashabından Câbir'in, «Mekke fethi senesinde Peygamber (s.a.s) Efen-dimiz'den
duyduğu,
«Allah ile Rasûlü, içkiyi,
murdarı ve domuzu haram kılmışlardır» mealindeki hadisidir.
Caiz olduğunu
söyleyenler de «Bir şeyde birden fazla menfaat bulunduğu ve bu menfaatlardan
sadece bir tanesi haram olduğu zaman, diğer menfaatlerin de haram olması lazım
gelmez. Hele eğer haram olan menfaat kadar, diğer menfaatlara da ihtiyaç
bulunursa.. Kaldı ki necis olan şeyleri satmanın caiz olmadığını sadece bir
hadis gösterdiğine göre, necis olan zeytinyağı satışının caiz olması lazım
gelir. Çünkü bu hadiste yalnız içki, murdar ve domuz yasak edilmiştir.
Yenilmesi caiz olmayan diğer şeyler ise, hadisin hükmü dışında kalmışlardır.
Şu halde yenilmesi
caiz olmayan ve fakat yemekten başka menfaatleri de bulunan şeylerin, bu
menfaatler için satışı caizdir» demişlerdir. Bunlar Hz. Ali, İbn Abbas ve îbn
Ömer'in de necis olan zeytinyağının -ışıklandırmada kullanılmak üzere-
satışını caiz gördüklerini rivayet etmişlerdir.
Mâliki mezhebinde de
necis olan zeytinyağının satışı haram olmakla beraber ışıklandırmada
kullanılması ve sabun yapılması caizdir.
İmam Şafii de,
satışının haram olduğuna kail olmakla beraber, «Işıklandırmada kullanılması
caizdir» demiştir. Fakat bu görüşlerin hepsi zayıftır. Kimisi «Mâliki
mezhebinde ışıklandırmada kullanılmasının caiz olmadığına dair bir diğer
rivayet daha vardır» demiştir ki, bu rivayet satışının caiz olmadığı aslına
daha uygundur. Mâliki mezhebinde necis olan zeytinyağının, yıkamak ya da
kaynatmakla temiz olup olmadığı hakkında iki görüş vardır. Kimisi «Temiz olur»,
kimisi «Olmaz» demiştir.
B u ih t ilâ f, zeytin
yağına necis bir madde girdiği zaman, ona karışıyor mu, yoksa içinde ayrı
olarak duruyor mu diye edilen ihtilâfa dayanmaktadır. «Karışıyor» diyenler
«Temiz olmaz», «Ayn olarak duruyor» diyenler ise «Temiz olur» demişlerdir.
Bu babın meşhur
meselelerinden biri de, kadınların sütünü, sağıldıktan sonra satmak caiz midir,
değil midir diye ihtilâf etmeleridir;
İmam Mâlik ile İmam
Şâfıi «Caizdir», İmam Ebû Hanife «Caiz değildir» demişlerdir.
«Caizdir» diyenler, «Çünkü
içilmesi helâl olan bir süttür. Şu halde diğer sütlerin satışına kıyasen bunun
da caiz olması lazım gelir» demişlerdir, îmam Ebû Hanife ise, «Kadın sütü,
zarurete binaen yalnız emzikli çocuğa helâl kılınmıştır. Esasen haramdır. Çünkü
insan eti haram olduğuna göre sütünün de haram olması gerekir. Nitekim domuz
ile eşek sütlerinin haram olması etleri haram olduğu içindir. Şu halde insan
eti nasıl haram ise, sütü de haramdır ve dolayısıyla satışı caiz değildir»
demiştir. Buna göre ihtilâfın sebebi yaptıkları Şebeh Ktyas'lan arasında
bulunan çelişmedir.
Bu
babın fer'leri daha çoktur. Fakat biz, her babın mes'delerinden yalnız meşhur
olanlarım alıyoruz ki, ana kaideler mesabesine geçsinler[11]
Ulema müttefiktirler
ki riba iki şeyde olur. Biri mutlak satıştır. Biri de -veresiye ile mal saüşı,
peşin para ile veresiye olarak mal saüşı, borçlanma ve benzeri- borçlu
muamelelerdir. Borçlu muamelelerdeki riba da, iki kısım olup bir kısmının riba
olduğunda ittifak vardır ki o da, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in yasakladığı
cahiliyet devrinin libasıdır. Zira cahiliyyet devrinin Arapları, birbirinden
peşin para ile mal satın alıyor ve mal sahibi sattığı malı zamanında teslim
edemeyince, «Bana şu kadar zaman daha mehil ver. Sana şu kadar mal fazla vereyim»
diyor, alıcı da ona o fazlalık karşılığında istediği mehli veriyordu. Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in veda haccı hutbe-sindeki,
«Biliniz ki cahiliyyet
devrinin ribası kaldırılmıştır. İlk kaldırdığım riba, Abdülmuttalib oğlu
Abbas'ın ribasıdır» [12] sözü
ile kasd buyurduğu riba, işte bu ribadır. İkincisi de, alacaklının borçluya
«Sendeki alacağımı, zamanı gelmeden öde. Sana şu kadarını indireyim» demesidir
ki -sonradan anlatacağımız üzere- bunun cevazında ihtilâf vardır.
Sauşlardaki ribaya
gelince: Ulema müttefiktirler ki bu da -veresiye ve fazlalık ribası olmak
üzere- iki kısımdır. Ancak îbn Abbas, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den
«Veresiyeden başka bir şeyde riba yoktur» [13]
buyurduğunu rivayet ederek, «Fazlalık ribası diye bir riba yoktur» demiştir.
Fakat hakkında sabit hadisler bulunduğu için Cumhur ribanın her iki çeşidini de
benimsemiştir.
Riba hakkındaki
bahsimiz dört fasılda toplanmaktadır:
1-
Birbirleriyle satıldıkları zaman birinin diğerinden fazla veyahut veresiye
olması caiz olmayan şeyler hangi çeşit mallardır?
2-
Birbirinden fazla olarak satılması caiz olup da birbirleriyle veresiye olarak
satılması caiz olmayan şeyler hangi çeşit mallardır?
3-
Birbirinden hem fazla ve hem de veresiye olarak satılması caiz olan
şeyler hangi çeşit
mallardır?
4- Hangi mallar bir çeşit sayılır, hangileri bir çeşit sayılmaz? [14]
Ulema müttefiktirler
ki: Ubade b. Samit'in «Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'den, ikisi eşit miktarda ve
aynı zamanda hazır ve peşin olmadıkça, altının altınla, gümüşün gümüşle,
buğdayın buğdayla, arpanın arpa ile, hurmanın hurma ile ve tuzun tuz ile
satılmasını yasaklayarak 'Kim diğerinden fazla verir veyahut fazla alırsa, o
kimse riba işlemiş olur' buyurduğunu işittim» [15]
mealindeki hadisinde sıralanan altı çeşit maldan birinin kendi cinsiyle
satıldığı zaman, ne birinin diğerinden fazla olması ve ne de birinin veresiye
olması caiz değildir. Çünkü bu hadis birinin diğerinden fazla olmasının caiz
olmadığında nasstır. Birinin veresiye olmasının caiz olmadığı da birçok
hadislerle sabittir ki, en meşhurları Hz. Ömer'in, «Rasûlullah (s.a.s) buyurdu
ki;
'Altını altınla satmak
ribadır. Meğer ki taraflardan biri diğerine 'AV, o da öbürüne 'Ver' diyerek
peşin alıp vereler. Buğdayı da buğdayla satmak ribadır. Meğer ki taraflar
birbirlerine, 'Al', 'Ver' diyerek peşin alıp vereler. Hurmayı da hurmayla
satmak ribadır. Meğer ki taraflar birbirlerine 'Al', 'Ver' diyerek peşin alıp
vereler. Arpayı da arpayla satmak ribadır. Meğer ki taraflar birbirlerine 'Al',
'Ver' diyerek peşin alıp vereler» [16]
mealindeki hadisidir. Ubade'nin hadisi, bu altı çeşit maldan birinin aynı cinsi
ile satıldığı zaman ikisinin eşit miktarda olmalarının şart olduğunu, başka bir
cins ile satıldığı zaman ise, eşit miktarda olmalarının şart olmayıp peşin
olmalarının şart olduğunu bildirmektedir. Çünkü sahih olan bazı rivayetlerine
göre Peygamber (s.a.s) Efendimiz bu hadisin sonunda,
«Altını gümüşle -ikisi
de peşin olmak şartı ile- istediğiniz şekilde satın. Buğdayı da arpa ile -ikisi
de peşin olmak şartı ile- istediğiniz şekilde satın» [17]
buyurmuştur.
Buğdayın arpa ile
satılması halinden başka, bunların hepsinde müttefik olan fukaha, hadiste geçen
bu altı çeşit malın dışında kalan mallar hakkında
ihtilâf etmişlerdir.
Zahirîlerin içinde bulunduğu bir cemaat, «Bu altı çeşit malların dışında kalan
malların bir çeşidi kendi cinsiyle satıldığı zaman eşit miktarda olmaları şart
değildir. Bu şart, ancak bu altı çeşit mala mahsustur» demişlerdir. Bunlar
ayrıca, «Birinin veresiye olmaması şartı da -ister cinsler birbirleriyle, ister
her bir cins kendi cinsiyle satılmış olsun- bu altı çeşit mala mahsustur»
demişlerdir ki, bütün fukaha bunda, yani bu altı cins birbirleriyle
satıldıkları zaman ikisinin de veresiye olmayışlarının şart olduğunda müttefiktirler.
Ancak İbn Uleyye'den «Altın ve gümüşten başka, cinsler değişik olduğu zaman,
birinin diğerinden fazla olması nasıl caiz ise, veresiye olarak birbirleriyle
satılmaları da caizdir» dediği rivayet olunmuştur. Bunlar bu altı şey hakkında
varid olan yasağı, kendisinden husus murad olan hâs kabilinden, yani yasağın
yalnız bu altı şeye has olduğu görüşünde bulunmuşlardır. İslâm ulemasının
cumhuru ise, yasağın kendisinden umum murad olan hâs kabilinden olduğunda, yani
yasağın yalnız bu altı şeye has olmayıp bu altı şeyle başka şeylere de işaret
edildiğinde müttefiktirler. Mâliki mezhebinin ileri gelen uleması
«Birbirleriyle satılan iki şeyin birbirinden fazla olmasının yasaklanma sebebi,
her iki şeyin uzun zaman saklanabilen ve aynı zamanda ikisinin de aynı cinsten
olmalarıdır» demişlerdir. Şu halde onlara göre riba yalnız hadiste geçen dört
cins gıda maddesine mahsus olmayıp bu dört cinsin evsafında olan her çeşit gıda
maddesinde vardır. Mâlikilerden kimisi de, «Gıda maddesi olmak şart değildir.
Uzun zaman saklanabilmeleri ve aynı cinsten olmaları kâfidir» demişlerdir.
Bunlara göre mutlaka saklanabilmeleri de şart değildir. Ekseriyetle
saklanabilirlerse yine ribaya tabidirler. Hatta kimisine göre nadiren
saklanabilmeleri de kâfidir. Mâlikilere göre altın ve gümüşteki yasağın sebebi
de, alım-satımm bu iki maddeyle yapıldığı ve bir mal ziyana uğratıldığı zaman
bu iki maddeden biri ile mala değer biçildiği halde, bu iki maddeden biri kendi
cinsiyle satıldığı zaman ikisinin de aynı cinsten olmalarıdır. Mâlikilerce
"kasır sebeb" diye adlandırılan sebeb, işte budur. Çünük onlara göre
bu vasıf, altın ve gümüşten başka bir şeyde yoktur.
Mâlikilere göre,
hadiste geçen dört çeşit gıda maddesinden biri kendi cinsiyle satıldığı zaman
veresiye olarak satılmasının yasaklanma sebebi, bu dört maddenin hem gıda
maddesi olmaları ve hem de uzun zaman saklanabilmeleridir. Yasağın sebebi,
ikisinin aynı cinsten olmaları değildir. Bunun içindir ki, irirleriyle satılan
gıda maddeleri eğer aynı cinsten olmazlarsa onlara göre birbirinden fazla
olması caizdir. Fakat veresiye olarak birbirleriyle satılmaları caiz değildir.
Yine bunun içindir ki - onlara göre- eğer gıda maddesi uzun zaman saklanamayan
bir şey ise birbirleriyle satılan iki şey aynı cinsten de olsalar birbirinden
fazla olarak birbirleriyle satılmaları caizdir. Fakat veresiye olarak
birbirleriyle satılmalan caiz değildir Birbirinden fazla olarak birbirleriyle
satılmalarının caiz olduğunun sebebi; uzun zaman saklanamayıslandır. Çünkü
«Birbirleriyle satılan aynı cinsten iki şeyin eşit miktarda bulunmayışlarının
haram olması için, uzun zaman saklanabilen şeylerden olmaları gerekir»
demişlerdir. Aynı cinsten iki gıda maddesinin birbirleriyle veresiye olarak
satılmasının caiz olmayışı da, ikisinin de hem gıda maddesi, hem uzun zaman
saklanabilen birer madde olmaları içindir. Halbuki biz yukarıda «Gıda
maddelerinin birbirleriyle veresiye olarak satılmasının yasaklanma sebebi
-saklanabilsin saklananlasın- sadece gıda maddesi olmalarıdır» demiştik.
Şâfiilere gelince:
Onlara göre hadiste geçen dört çeşit gıda maddesinden her birinin kendi
cinsiyle satıldığı zaman birbirinden fazla olmasının yasaklanma sebebi, hem
gıda maddeleri, hem aynı cinsten olmalarıdır. Birbirleriyle veresiye olarak
satılma yasağının sebebi de, -İmam Mâlik'in dediği gibi- cinsleri değişik de
olsa, sadece gıda maddesi olmalarıdır.
Hanefilere gelince:
Onlara göre hadiste geçen her birinin kendi cinsiyle satıldığı zaman,
birbirinden fazla olmasının yasaklanma sebebi tek bir şeydir ki o da, her iki
şeyin'de aynı cinsten olmakla beraber, ölçülen veyahut tartılan şeylerden
olmalarıdır. Ancak altın ile bakırın birbirleriyle satılmaları bundan
müstesnadır. Çünkü bunların birbirleriyle veresiye olarak satılmasının
cevazında icma' vardır.
«Altın ile gümüşten
her birinin kendi cinsiyle satıldığı zaman birinin diğerinden fazla olarak ve
bir diğeriyle satıldığı zaman da veresiye olarak satılmasının yasaklanma
sebebi, alım-satımın bu iki madde ile yapıldığı ve bir mal ziyana uğratıldığı
zaman bu iki maddeden biri ile değerlendirildiği içindir» diyen îmam Mâlik'in
bu görüşüne îmam Şafii de katılmıştır.
Hanefiler
«Ölçülemeyecek kadar az olan bir yiyecek maddesi Ölçüye tabi değildir»
demişlerdir. Altın ve gümüş paraların ahkâmı ise «Sarraflık» bahsinde
gelecektir. Burada bizim gayemiz, mutlak ribanın sebebleri hakkındaki
fukahanın değişik görüşleriyle her bir fırkanın dayandığı delilleri tafsilatlı
olarak anlatmaktır. Şu halde biz diyoruz ki:
Ribanm her iki
çeşidini yalnız hadiste geçen bu altı maddeye münhasır görenler iki fırkaya
aynimi şiardır. Bir fırka şeriatte kıyas yapmayı, yani nasslardan hükmün
sebebini çıkarmayı caiz görmemişlerdir ki, bunlar Zahirilerdir. Bir fırka da
her ne kadar kıyasa cevaz vermişlerse de burada Şebeh kıyasını
kullanmamışlardır. Zira hadiste geçmeyen diğer mal çeşitlerini de hadiste geçen
altı çeşit mala, illet (mânâ) kıyası ile değil, Şebeh Kıyası ile ilâve
etmişlerdir. Ancak İbn Mâcişûn'dan, bunda, mal olma vasfına itibar ederek,
«Riba, bir kimseye ait olan malın emeksiz olarak başkasına geçmesini önlemek
içindir» dediği naklolunmaktadır. Kadı Ebû Bekir Bakıllânîde burada ŞEBEH
KIYASI'na imkân görmediği ve kendisince "Mânâ kıyası", "Şebeh
kıyası"ndan daha kuvvetli olduğu için, "Mânâ kıyası"nı
kullanarak kuru üzümü de hadiste geçen dört çeşit yiyecek maddesine ilhak
etmiştir.
Şebeh kıyasını
kullananlar da, her biri iki madde arasında gördüğü benzerliğe ayn ayn
deliller getirmişlerdir.
Şâfîiler şöyle
demişlerdir: " Erkek-kadın, hırsızlık yapan kimsenin ellerini kesin"
âyet-i kerimesinde olduğu gibi, sıfatlı bir isme bir hüküm verildiği zaman, o
hükme o sıfatın sebeb olduğu anlaşılır. Nitekim mezkûr âyette el kesme hükmü
hırsızlık yapan kimseye verildiği için, el kesme sebebinin hırsızlık olduğu
anlaşılmaktadır. Buradada öyledir: Çünkü Said b. Abdullah'tan rivayet
olunduğuna göre Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
«Yiyecek maddesi aynı cinsten diğer yiyecek
maddesiyle satıldığı zaman eşit miktarda olmaları gerekir» [18]
buyurmuştur. Zira bu hadiste -malumdur ki- eşit miktarda olma hükmü yiyecek
maddelerine verildiği için yiyecek maddesi olmak bu hükme sebeb olmuştur».
Mâlikiler ise -îmam
Mâlik'in Muvatta'daki kavline göre- bir vasıf daha şart koşmuşlardır ki o vasıf
da, yiyecek maddesinin uzun zaman saklanabil-mesidir. îmam Mâlik -Bağdatlı olan
tabileri tarafından benimsenen ikinci kavline göre de- uzun zaman
saklanabilmekten başka besleyici olma vasfını da şart koşmuştur. Mâlikiler
«Eğer rıha* bütün yiyecek maddelerinde bulunsaydı Peygamber (s.a.s) Efendimiz
buna işaret etmek için, hadiste sıralanan dört çeşit yiyecek maddesinden biri
ile yetinecekti. Bu dön çeşidi sıralamasından, her biri ile aynı vasfı taşıyan
diğer yiyecek maddelerine işaret buyurduğu anlaşılmaktadır. Bu vasıf da
hepsinde bulunan uzun zaman saklanabilmeleri ve besleyici olmalan vasfıdır. Şu
halde 'Buğday' ve 'Arpa' ile uzun zaman saklanabilen bütün tahıllara, 'Hurma'
ile -şeker, bal ve kuru üzüm gibi- uzun zaman saklanabilen bütün tatlı
maddelere, 'Tuz' ile de yemeklere tat ve lezzet katan bütün baharata işaret
buyurulmuştur. Aynca akla şu da gelir: Riba, bir kimsenin kendi geçimini
başkasının sırtından sağlamasına imkân vermemek için haram kılınmıştır. Geçimin
muhtaç olduğu ana maddeler ise, zahire olabilecek şeylerdir. Şu halde riba,
yalnız bu maddelere
mahsustur» demişlerdir.
Hanefiler de «Ebû Said
el-Hudrt ile başkalarının rivayetine göre Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
Hayber'deki Haraç memuruna,
'Bir şeyi o cinsten
başka şeyle değiştirmek istediğinizde Ölçerek ve peşin olarak alıp verin' [19]buyurarak
iki şeyin aynı cinsten olduğu zaman miktarlarının eşit olması gerektiğini,
cinsleri değişik olduğu zaman ise, birbirinden fazla olmasında sakınca
bulunmadığını bildirmistir. Bundan ise, cinslerinin aynı veya değişik oluşu,
ribada nasıl etkili ise, ölçü ve tartının da etkili olduğu anlaşılmaktadır. Şu
halde ölçü veya tartıya giren her madde ribaya tabidir» demişlerdir. Hanefîler
bu hadisten başka, meşhur olmayan birtakım diğer hadislerle de ihticac
etmişlerdir. Çünkü bu hadislerde ölçü ve tartının muteber olduğuna daha
kuvvetli bir işaret vardır. Bu hadislerden biri, yukarıda geçen Ubade b.
Samit'in altı cins eşyayı sıralayan hadisidir. Çünkü meşhur olmayan
rivayetlere göre bu hadiste,
«Ölçülen ve tartılan her §ey bunlar gibidir» [20]ziyadesi
vardır -ki sahih olduğu taktirde- bu hususta nasstır.
Kaldı ki mes'ele
mantıkî yönden ele alındığı zaman, Hanefilerin riba için gösterdikleri sebebin
-Allah bilir- sebeblerin en zahiri olduğu görülür. Zira şeriatın zahirinden
anlaşılmaktadır ki riba, insanların birbirlerini fazla zarara sokmalarını
önlemek ve alım-satımda adaletten ayrılmamalarını sağlamak için haram
kılınmıştır. Alım-satımda adalet ise, verilen ve alman iki şeyin değer
bakımından -hiç değilse- birbirine yakın olması şartına bağlıdır. Bunun içindir
ki iki şeyin birbirine eşit olup olmadığının bilinmesi güç olduğu zaman her
biri ayrı ayrı para ile kıymetlendirilir. Tartılmayan ve ölçülmeyen şeylerin
birbirleriyle satılmasında ise, adalet ancak aralarındaki değer oranını
bilmekle olur. Meselâ birisi, bir atı bir takım elbise ile sattığı zaman, eğer
o atın atlar arasındaki değeri elli dirhem ise, adalet o elbisenin de elbiseler
arasındaki değerinin elli dirhem olmasını gerektirir. Şayet elbisenin değeri
on dirhem ise, adalet gereği, o atın karşılığında aynı tip elbiseden beş takım
vermek gerekir. Ölçülen ve tartılan eşyada ise, ikisi aynı cinsten olduğu zaman
-menfaatleri birbirinden pek uzak olmadığı ve birbirleriyle değiştirilmelerinde
lüks ve israftan başka önemli bir zorunluk bulunmadığı için- adaletin gereği,
ölçü veya tartıda eşit olmalarıdır. Zira birinin diğerinden fazla olması bu tür
muamelelere baş vurulmasın diye- yasak edilmiştir. Çünkü aynı cinsten iki
şeyin menfaatleri pek değişmemektedir. Alım-satım zorunluğu ise, ancak
menfaatleri değişen eşyada olur. Şu halde ölçülen veya tartılan iki şey aynı
cinsten olduğu zaman birbirleriyle satıldığında birinin diğerinden fazla
olmasının yasak edilmesinin iki sebebi vardır. Biri adaleti sağlamak, diğeri de
bu tür muamelelere mani olmaktır. Zira bu tür, lüks ve israf batandandır.
Altın ve gümüşteki
yasağın sebebi ise, daha da açıktır..Zira bu iki nesneden maksat, alım
satımlarını yapıp da onlardan kâr sağlamak değildir. Bu iki nesneden maksat,
sadece zaruri menfaatleri değişik olan şeyleri onlarla kıymetlendirmektir.
imam
Mâlik, Said b. el-Müseyyeb'ten ribanın sebebinde hem Ölçüyü ve hem de yiyecek
maddesi olmayı şart koştuğunu rivayet etmiştir ki, bu çok güzel bir görüştür.
Zira yaşamak her şeyden ziyade, yemeğe muhtaçlıktır. Şu halde yiyecek
maddelerinde israfın önünü almak, diğer şeylere nazaran daha önemlidir.
Tabiilerden kimisinden ribanın yalnız zekat düşen maddelere has olduğu,
kimisinden de mal denilen her şeye şamil olduğu görüşü rivayet olunmuştur ki,
İbn Mâcişûn buna katılır. [21]
Yukarıdaki
izahatımızdan anlaşılmaktadır ki, İmam Mâlik.ile İmam Şafii'ye göre ribaya tabi
olan iki şeyin birbirleriyle veresiye olarak satılması- . nın yasaklanma
sebebi, yiyecek maddeleri olmalarıdır. Ribaya tabi olmayan şeylerin
birbirleriyle veresiye olarak satılmasının yasak edilmesinin sebebi de -İmam
Mâlik'e göre- iki şeyin aynı cinsten ve menfaatleri aynı olduğu halde birinin
diğerinden fazla olmasıdır. İmam Şafii'ye göre ise, ribaya tabi olmayan
şeylerin birbirleriyle veresiye olarak satılmasında sakınca yoktur. İmam Ebû
Hanife'ye göre ise, ribaya tabi olan şeylere sebeb, ölçülen şeyler olmasıdır.
Ribaya tabi olmayan şeylerde de -ister miktarları eşit, ister biri diğerinden
fazla olsun- her iki şeyin aynı cinsten olmasıdır. İbnü'l-Kasım'm İmam
Mâlik'ten yaptığı rivayetin zahirine göre İmam Mâlik bu surette veresiyenin
caiz olmadığını söylemiştir. Çünkü ona göre bu, menfaat sağlayan ödünç
kabilindendir[22]
Hem birbirinden fazla
ve hem de veresiye olarak birbirleriyle satılması caiz olan şeyler -İmam
Şafii'ye göre- ribaya tabi olmayan şeylerdir. İmam Mâlik'e göre, ribaya tabi
olmamakla beraber, miktarları eşit ve aynı cinsten olmayan şeylerdir. İmam Ebû
Hanife'ye göre de, miktarları eşit olsun olmasın aynı cinsten olmayan
şeylerdir. İmam Mâlik, menfaatleri aynı olan iki şeyi -her birinin adı ayrı da
olsa- bir cinsten ve menfaatleri değişik olan iki şeyi de raynı adı taşısalar
bile- ayrı ayrı cinslerden saymıştır. Ona göre menfaatleri aynı olan iki şey
-başka başka isimler taşısalar bile- eğer ribaya tabi iseler, birbirleriyle ne
veresiye ne de birbirinden fazla olarak satılmaları caizdir. Eğer ribaya tabi
değilseler yalnız veresiye olarak caiz değildir. İmam Ebû Hanife ile İmam Şafii
ise yalnız isme itibar etmişlerdir. Ancak İmam Şafii'ye göre, iki şeyin aynı
cinsten olması, eğer o cins ribaya tabi ise biri diğerinden fazla olarak
birbirleriyle satılmalarının cevazına manidir. Ribaya tabi olmayan şeylerde
ise, iki şeyin aynı cinsten olması buna mani değildir. Hele veresiyede hiç
tesiri yoktur. Çünkü ribaya tabi olan iki şeyin, aynı cinsten olmasalar bile
birbirleriyle veresiye olarak satılmaları caiz değildir. Ribaya tabi olmayan
iki şey ise, aynı cinsten olsalar bile, birbirleriyle veresiye olarak satılmaları
-ona göre- caizdir, işte bu üç fasılda yaptığımız bu tafsilat bu üç Fıkıh
îmamı'nın görüşlerinin özetidir.
Birbiriyle veresiye
olarak satılmaları caiz olmayan şeyler de iki kısım olup, bir kısmında
-yukarıda geçtiği üzere- birbirinden fazla olarak satılması caiz değildir, bir
kısmında caizdir. Birbirinden fazla olması caiz olmayan şeylerin veresiye
olarak satılmalarının caiz olmamasının sebebi -îmanı Mâlik ve İmam Şafii'ye
göre- o şeylerin yiyecek maddesi olmalarıdır. îmam Ebû Hanife'ye göre ise,
ölçülen veya tartılan yiyecek maddesi olmalarıdır. Yiyecek maddesi olma vasfı
ile birlikte, bir de ikisinin aynı cinsten olma vasfı da bulunursa -İmam
Şafii'ye göre- birbirinden fazla olması da haram olur. İmam Mâlik'e göre ise, birbirinden
fazla olması, ancak bir üçüncü vasfında, yani saklanabilen cinsten olma vasfı
da bulunursa haram olur. Cinsler değişik olduğu zaman ise, birbirinden fazla
olması caiz ise de veresiye olarak birbirleriyle satılmaları haramdır.
İmam Mâlik'e göre
birbirinden fazla olması haram olan şeyler de -yiyecek maddesi olan ve olmayan
şeyler olmak üzere- iki kısımdır. Yiyecek maddesi olmayan şeyler ise, îmam
Mâlik'e göre eğer menfaatleri aynı olduğu halde miktarları eşit olmazsa
birbirleriyle veresiye olarak satılmaları caiz değildir. Şu halde -îmam Mâlik'e
göre- bir koyunu veresiye olarak iki koyuna satmak caiz değildir. Meğer biri
sağım, diğeri et koyunu ola. Çünkü bu durumda koyunların menfaatleri aynı
değildir, îmam Mâlik'ten gelen meşhur rivayet bu yoldadır. Kimisi de
"İmam Mâlik -miktarları eşit olsun olmasın- eğer her birinin menfaati
diğerinin menfaatinden ayn bir şey olmazsa, birbirleriyle veresiye
satılmalarını caiz görmemektedir» demiştir. Buna göre bir sağım koyununu bir
diğer sağım koyununa veresiye olarak satmak -îmam Mâlik'e göre- caiz değildir.
Fakat eğer menfaatleri değişik olursa -cinsleri bir de olsa- hem birbirinden
fazla ve hem de veresiye olarak birbirleriyle satmak caizdir. Kimiside «îmam
Mâlik, menfaatleri aynı olduğu zaman aynı ismi taşımalarını şart koşmuştur»
demiştir. Fakat meşhur olan rivayete göre İmanı Mâlik isim birliğini şart
görmemiştir.
îmam Ebû Hanife'ye
gelince: Ona göre -menfaatleri ister aynı, ister değişik olsun- eğer ikisi
aynı cinsten ise birbirleriyle veresiye olarak satılmaları caiz değildir. Şu
halde îmam Ebû Hanife'ye göre bir koyunu ne bir koyuna, ne de iki koyuna
veresiye olarak satmak -menfaatleri değişik de olsa- caiz değildir.
İmam Şafii'ye göre
ise, birbirinden fazla olarak birbirleriyle satılması caiz olan aynı cinsten
iki şeyin birbirleriyle peşin de, veresiye de satılması caizdir. Buna göre
İmanı Şafii, bir koyunu iki koyuna -peşin olarak da, veresiye olarak da-
satmayı caiz görmüştür. îmam Şafii'nin delili, Amr b. As'ın, Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in kendisine, zekât develerinden iki deve yerine bir kuvvetli deve
almasını emrettiğine dair hadisidir . Derler ki:[23]Bu,
aynı cinsten olan iki şeyin, hem biri diğerinden fazla ve hem de veresiye
olarak birbirleriyle satılması demektir.
Hanefiler ise, Semura'dan
rivayet olunan Hz. Hasan'ın «Peygamber (s.a.s) Efendimiz hayvanları hayvanlarla
satmayı yasak etti» [24]
mealindeki hadise dayanmışlardır. Zira bu hadis -Hanefilerin dediğine göre-
aynı cinsten olan iki şeyin birbirleriyle veresiye olarak satılamayacağını
delalet eder.
Menfaatleri bir olan
bir şeyin birbirleriyle veresiye olarak satılmasına cevaz vermeyen İmam Mâlik
ise, ihtiyat ederek riba kokusunu veren muamelelerin önünü almak gerektiği
düşüncesine dayanmıştır. Çünkü menfaatleri aynı olan iki-şeyin birbirleriyle
veresiye olarak satılması, menfaat sağlayan ödünçten başka bir şey değildir.
Menfaat sağlayan ödünç ise, haramdır.
İmam Mâlik'in Kûfeli
olan Tabileri kendisinden, Semura hadisinin zahirine dayanarak, «Cinsleri
ister bir, ister değişik olsun, bir hayvanı bir diğer hayvana veresiye olarak
satmak caiz değildir» dediğini rivayet etmişlerdir.
Herhalde İmam Şafii,
Amr b. As'ın hadisini tercih, Hanefiler de Semu-ra'nın hadisini hem tercih, hem
de te'vil etmişlerdir. Çünkü Semura hadisinin zahiri -ister aynı cinsten, ister
ayn cinsten olsunlar- bir hayvanın diğer bir hayvana satılmasının caiz
olmadığını ifade etmektedir. îmam Mâlik de herhalde telif yolunu tutarak
Semura'nm hadisini menfaatleri aynı olan, Amr b. As'ın hadisini de menfaatleri değişik
olan hayvanlara hamletmiştir. Ne varki, Semura'nm bu hadisi bizzat Hz.
Hasan'dan dinleyip dinlemediğinde ihtilâf edilmiştir. Bununla beraber Tirmizî,
«sahihtir» demiştir.
Tirmizî'nin Câbir'den
rivayet ettiği «Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
'Hayvanların iki
tanesinin bir tane ile veresiye olarak satılması doğru değildir. Fakat peşin satışta
sakınca yoktur' buyurdu» [25]
hadisi îmam Mâlik'e şahidlik etmektedir.
İbnül-Münzir de
«Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in iki siyah köle ile bir köle ve altı baş köle ile
de bir cariye satın aldığı sabittir» [26]
demiştir. Bu hadisten akla öyle geliyor ki, hayvanın hayvan ile satışı
başlıbaşma bir mes'ele
olup ribalı muamelenin
önünü almak için men' edilmiş değildir. Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
«Altın
ve gümüşten hazır olmayanı hazır ile satmayın» [27]
buyurduğu için altın ile gümüşün, taraflar henüz satış yerinden ayrılmamışken
birbirlerine sattıklarını teslim etmelerinin şart olduğunda müttefik olan
fukaha, ribayatabi olan diğer mallarda da bunun şart olup olmadığında ihtilâf
etmişlerdir. «Şarttır» diyenler altın ve gümüşe kıyas etmişlerdir. «Şart
değildir» diyenler ise, «Çünkü satışlarda asıl -aksini gösteren bir delil
bulunmadıkça- henüz satış yerinden ayrılmamışken satılan malı teslim etmenin
şart olmamasıdır. Bunun şart olduğunu gösteren delil yalnız altın ve gümüş
hakkında bulunduğuna göre, diğer malların asıl olan hükümleri üzerinde
kalmaları gerekmektedir» demişlerdir. [28]
Ribaya tabi olan
şeyler bir cinsten oldukları zaman birbirleriyle satıldıklarında birinin
diğerinden fazla olması caiz olmadığı için Ulema, bu bab-tan olmak üzere -hangi
mallar bir cins sayılır, hangileri bir cins sayılmaz diye- birçok mes'elede
ihtilâf etmişlerdir. Biz burada, bu mes'elelerin en meşhur olanlarını
anlatmaya çalışacağız. Ulema ayrıca, bir cinsten sayılan iki şeyin
birbirlerinden -iyilik, kötülük, kuruluk ve yaşlık gibi- vasıflarda farklı olmamasının
şart olup olmadığında da ihtilâf etmişlerdir.
Bir cins mi, yoksa iki
cins mi diye ihtilâf ettikleri şeylerden biri, buğday ile arpadır. Bir cemaat,
«bu iki yiyecek maddesi bir cins sayılır» demişlerse de, başkaları «Her biri
başlı basma bir cinstir» demişlerdir. Birincisini İmam Mâlik ile Evzâî
benimser. îmanı Mâlik, Muvatta'da bunu Said b. el-Müsey-yeb'ten de
nakletmektedir. İmam Ebû Hanife ile İmam Şâfıi ise, hem rivayete 'dayanarak ve
hem de kıyas yaparak ikincisine katılmışlardır. Rivayet, Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in,
«Buğdayı buğdayla ve
arpayı arpayla ancak miktarları birbirlerine eşit olarak satınız» [29] hadisidir.
Zira bu hadiste buğday bir cins, arpa da ayrı bir cins olarak zikredilmiştir.
Ayrıca Abdürrezzak ile Veki'in Süfyan Sevrî'den naklettiklerine göre, Ubade b.
Samit'in hadisinin bazı rivayetlerinde, Tirmizînin «sahihtir» dedi-
«Peşin olmak şartıyla
altını gümüşle istediğiniz şekilde, buğdayı arpa ile istediğiniz şekilde ve
tuzu hurma ile istediğiniz şekilde satınız» ziyadesi vardır [30]
Kıyas da şöyledir:
«Çünkü buğday ile arpa gerek ismen ve gerekse menfaat bakımından ayrı ayrı
şeylerdir. Altın ve gümüş gibi isim ve menfaatleri değişik olan şeyler nasıl
ayrı cinsler ise, bunların da birbirinden ayrı birer cins olmaları lâzım
gelir».
İmam Mâlik ise,
kendisinden önceki Medine Fukahası'na uymuştur, îmam Mâlik'in tabileri de hem hadise
ve hem de kıyasa dayanmışlardır. Hadis şudur: Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den
rivayete göre,
«Yiyecekler, ancak
miktarları eşit olmak şartıyla birbirleriyle satılabilirler[31]
buyurmuştur. Derler ki: «yiyecek maddeleri» deyimi buğday ve arpanın ikisine de
şamildir. Halbuki bu, zayıf bir görüştür. Zira bu hadis âmm olup sahih
hadislerle açıklanmıştır. Bunlar kıyas yoluyla da delil getirirken menfaatleri
aynı olan birçok şeyleri sıralamışlardır. Menfaatleri aynı olan iki şeyin
birbirleriyle satılması halinde ise, birinin diğerinden fazla olmasının haram
olduğunda ittifak vardır.
îmam Mâlik'e göre
çavdar ile arpa da bir cinstir. Ona göre -nohut, mercimek ve fasulye gibi-
bütün baklagiller zekâtta bir cinstir. Fakat satışta imam Mâlik'ten iki rivayet
gelmiştir. Bir rivayete göre İmam Mâlik «Bir cinstir», bir rivayete göre de
«Değişik cinslerdir» demiştir.
Bu
ihtilâfın sebebi de, bu maddelerin menfaatlerinin bir yönden aynı bir yönden
de değişik olmasıdır. Menfaatlerinin aynı oluşu yönünü tercih edenler ise «Ayrı
ayrı cinslerdir» demişlerdir. îmam Mâlik'e göre pirinç, mısır ve dan'nın bütün
çeşitleri de bir cinstir. [32]
Ulema -bu babtan olmak
üzere- hangi hayvanların eti bir cins sayılır, hangilerinin bir cins sayılmaz
diye ihtilâf etmişlerdir. îmam Mâlik «Etler -dört ayaklı hayvanların, deniz
hayvanlarının ve kuşların eti olmak üzere- üç cins olup her biri etin
başlıbaşına bir çeşidi olduğundan birbirleriyle satıldıkları zaman birinin
diğerinden fazla olması caizdir» demiştir. îmam Ebû Hanife de "Bu üç cins
etten her biri birçok cinslere ayrıldığı için bu cinslerden
her biri bir diğer
cinsle satıldığı zaman birinin diğerinden fazla olması caiz ise de, kendi cinsi
ile saüldıgLzaman caiz değildir» demiştir, imam Şafii'nin ise, bu hususta iki
kavli vardır: Birinde, imam Ebû Hanife gibi, diğerinde ise bütün etlerin bir
cins olduğunu söylemiştir, imam Ebû Hanife; koyun etini sığır eti ile
-birbirinden fazla olarak- satmayı caiz görmekte ise de, imam Mâlik «Caizdir»
demiştir, imam Şafii «Peygamber (s.a.s) Efendimiz
'Yiyecek
maddesi yiyecek maddesi ile değiştirildiği zaman miktarlarının eşit olması
gerekir' buyurmuştur. Aynca hayvanlar kesildikten sonra kendilerini birbirinden
ayıran vasıflar kalkmış olur ve artık hepsine 'et denilir' demiştir. Mâlikiler
de «Bu üç grup hayvanlar sağ iken değişik cinslerdir. Buna göre öldükten sonra
da etlerinin değişik cinsler olması lazım gelir» demişlerdir. Hanefiler de, bir
cinsin çeşitleri arasındaki ayrılığa itibar etmektedirler. Hanefilerin delili,
akli yönden daha kuvvetlidir. Çünkü birinin diğerinden fazla olması, menfaatler
aynı olduğu ızaman haramdır. Bir cinsin çeşitleri ise, menfaat yönünden
değişiktir. [33]
Ulema, canlı hayvanı
kesilmiş hayvan ile satıp değiştirmenin caiz olup olmadığında ihtilâf ederek üç
gruba aynimi şiardır. Bir grup «Mutlaka caiz değildir» demiştir ki, îmam Şâfıi
ile Leys b. Sa'd bu görüştedirler. Bir grup «Cinsleri değişik olursa caizdir.
Fakat aynı cinsten olduklan zaman caiz değildir. Çünkü miktarlarının eşit
olduğu bilinemez. Bu da, eğer ikisinden de gaye yemek ise böyledir»
demişlerdir. Bunu da diyen, imam Mâlik'tir. O halde imam Mâlik'e göre kesilmiş
bir koyun, kesmek için satın almak istenen canlı bir koyunla değiştirilmez. Bu
da eti yenilen hayvanlarda böyledir. Hatta imam Mâlik'e göre birini kesmek
için iki canlı koyunu bile birbirleriyle değiştirmek caiz değildir, imam
Mâlik'e göre bu, Ölçüsüz ve tartısız satış babından olduğu için ribadır.
Üçüncü grup da «Mutlaka caizdir» demiştir, îmam Ebû Hanife de buna katılır.
Bu
ihtilâfın sebebi, bu babın kaideleriyle Said b. eî-Müseyyeb'in Mürsel olan
hadisi [34]
arasında bulunan çelişmedir. Zira îmam Mâlik, Zeyd b. Eşlem yoluyla Said b.
el-Müseyyeb'ten, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in sanlı hayvanı et ile
değiştirmeyi yasak ettiğini rivayet etmiştir. Bu hadis ile, bu tür satışlann
haram olduğunu gerektiren bu babın herhangi bir kaidesi arasında çelişki
görenler ise, iki yoldan birini tutmak zorunda kalarak ya haildisi başlıbaşına
bir kaynak sayıp tercih ya da -kaidelerle çeliştiği için- te'lif etmişlerdir.
îmam Şâfıi hadisi, îmam Ebû Hanife de kaideleri tercih etmiştir, îmam Mâlik
ise, hadiste geçen değiştirmeyi zeytinyağını zeytinle değiştirmek gibi riba
babından, yani ribaya tabi olan bir yiyecek maddesinin, üretildiği ana ürünü
ile değiştirilmesi kabilinden saymıştır ki, ulema bu değiştirmeye -İleride
anlatacağımız üzere- müzâbene satışı derler. Müzâbene ise, bir bakıma riba alım
satımına, bir bakıma da meçhul alım satıma girmektedir. Zira müzâbene ribaya
tabi olan maddelerde hem riba, hem meçhul olduğu için, ribaya tabi olmayan
maddelerde de meçhul olduğu için haramdır. Çünkü ana üründen ne kadar
üretileceği bilinemez. [35]
Ulemanın, miktarları
eşit olarak unu buğdayla değiştirmenin cevazında ihtilâflan da bu babtandır.
Meşhur rivayete göre İmanı Mâlik, «Caizdir» demiştir. İmam Mâlik'in
Muvatta'daki kavli de bu yoldadır. İmam Mâlik'ten ayrıca caiz olmadığı görüşü
de rivayet olunmuştur ki, İmam Şâfıi, İmam Ebû Hanife ve îmam Mâlik'in
tabilerinden İbn Mâcişûn bu görüştedirler. İmam Mâlik'in tabilerinden kimisi,
«îmam Mâlik'in iki görüşü arasında çelişme yoktur. Onun 'Caiz değildir' deyişi
buğday ile unun ölçüde eşit olduklan zamana mahsustur. Çünkü tahıl öğütülünce
ölçüsü değişir. 'Caizdir' deyişi ise, tartıda eşit olduklan zamandır» demiştir.
«Caiz değildir» diyen îmam Ebû Hanife ise, «Çünkü tane ölçülür, un ise
tartılır» demiştir. İmam Mâlik, ölçme veyahut tartılması gelenek olan şeylerde
ölçü veyahut tartıyı, ölçülüp tartılmayan şeylerde de sayımı eşitlik birimi
kabul etmektedir.
Ulema
-ekmek gibi- içine işçilik giren ribaya tabi maddelerin birbirinden fazla
olarak birbirleriyle değiştirilmesinin cevazında da ihtilâf etmişlerdir. İmam
Ebû Hanife «îster miktarlan eşit, ister birbirinden fazla olsun, ekmeğin
ekmekle değiştirilmesi caizdir. Çünkü ekmek, içine giren işçilikle ribaya tabi
olmaktan çıkmıştır» demiştir. îmam Şâfıi ise «Biri diğerinden fazla olması
şöyle dursun, miktarlan eşit de olsa, ekmeğin ekmekle değiştirilmesi caiz
değildir. Çünkü içine giren işçilik o kadar değişmiştir ki iki ekmeğin tartısı
aynı da olsa, birbirine eşit olup olmadıkları bilinmez» demiştir. îmam Mâlik'e
gelince: Ondan gelen en meşhur rivayete göre tartılan aynı olduğu zaman
caizdir. Bir diğer rivayete göre ise, tartılan aynı olmasa bile yine caizdir.
İmam Mâlik'e göre hamurla değiştirilmesi de -tartıları aynı olduğu zaman-
caizdir. Bu ihtilâfın sebebi, "İşçilik, ribaya tabi olan maddeyi ribaya
tabi olmaktan çıkarır mı, çıkarmaz mı? Şayet çıkarmıyorsa, maddede eşitlik mümkün
olur mu, olmaz mı?" diye ihtilâf etmeleridir. İmam Ebû Hanife «Çıkarır»,
imam Mâlik ile îmam Şafii ise, «Çıkarmaz» demişlerdir. «Çıkarmaz» diyen imam
Mâlik ile imam Şafii de, «Birbirlerine eşit olmalan mümkün olur mu, olmaz mı?»
diye ihtilaf etmişlerdir. îmam Mâlik «Ekmek ile pişmiş ette taru eşitliği şart
değildir. Göz ayan ile birbirine yakın olması kâfidir» demiştir. Bu, eğer her
ikisine de işçilik girmiş ise böyledir. Birine işçilik girip de, diğerine
girmediği zaman ise, -imam Mâlik'e göre- birçok maddede ikisi bir cinsten
sayılmazlar. Bunun için birbirleriyle değiştirilmeleri- ister miktarları eşit,
ister birbirinden fazla olsun- caizdir. Bazı maddelerde ise, İmam Mâlik birinin
diğerinden fazla olmasını caiz görmemiştir. Fakat hangi maddelerde ikisini bir
cinsten, hangilerinde iki cinsten saydığını öğrenmek güçtür. Ona göre
haşlanmış et ile kebab edilmiş et bir cinstirler. Kavrulmuş buğday ile
kavrulmamış buğday ise, iki ayrı cinstirler. Mâlikiler her ne kadar bunları
ayrıntılı bir şekilde sıralamışlar s a da, imam Mâlik'in mezhebinden onun bu
husustaki herhangi bir sözünde bunları toplayacak bir kural bulunmadığı
anlaşılmaktadır. Bâcî, Münteka adlı eserinde toplamak istemiştir, imam Mâlik'e
göre menfaatleri aynı olan ve olmayan maddeleri de birbirinden ayırdetmek de
keza güçtür. Çünkü kişiye çeşitli zamanlarda birbirine benzeyen eşyanın
hükümleri sorulunca, eğer kişinin bildiği bir kural yoksa, her bir kerede ilk
hatırına gelen biçimde cevap vermek zorunda kalır. Ondan sonra bir başkası
gelip aynı şeyi sorduğunda yine aynı biçimde cevap vermek istiyorsa da,
hatırına bu sefer başka bir şey gelir ve böylece değişik cevaplarda bulunur.
Bu durum, kitaplarda açık olarak görülmektedir. Bu babın ana mes'eleleri işte
bunlardı[36]
Ulema, ribaya tabi
olan bir maddenin yaşı ile kurusunun -miktarları eşit olarak- birbirleriyle
değiştirilmesinin caiz olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Ulemanın çoğu,
imam Mâlik'in Sa'd b. Ebî Vakkas'tan getirdiği «Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e
kuru hurmayı yaş hurma ile değiştirmenin hükmü soruldu. Efendimiz,
Ya§ hurma kuruduğu
zaman eksilir mi?' diye sordu. Ona 'Evet' dediler. Bunun üzerine kuru hurmayı
yaş hurma ile değiştirmeyi yasak etti» [37]
mealindeki hadise dayanarak kuru hurmayı yaş hurma ile değiştirmenin caiz
olmadığını söylemişlerdir. îmam Ebû Hanife ise, «Caizdir» demiştir. Fakat iki
talebesi olan imam Muhammed ile imam Ebû Yûsuf onun bu görüşüne katılmarr
^lardır. Tahâvî ise onun gibi söylemiştir [38]
Bu ihtilâfın sebebi,
bu hadis ile Ubadeb. Samit ve başkalarının hadisi arasında bulunan çelişme
ile, hadisçilerin bu hadisin sıhhatinde ihtilâf etmeleridir. Zira Ubade'nin
hadisinde cevaz için eşitlikten başka bir şart koşulmamışken, bu hadisin
zahirinden -sonradan fazla da olsa- akid anında miktarlarının eşit olmasının
kâfi olduğu anlaşılmaktadır. Riba'ya tabi maddeler hakkında varid olan
hadislerin zahirini tercih edenler de hadisi reddetmişlerdir. Çünkü bu hadis,
Buhârî ile Müslim'de yer almamış ve sıhhatinde ihtilâf edilmiştir. Tahâvî
«Yahya b. Kesir bu hadisi Abdullah'ın rivayet ettiği şekilde değil, 'Peygamber
(s.a.s) Efendimiz kuru hurmayı yaş hurma ile veresiye olarak değiştirmeyi
yasakladı' şeklinde rivayet etmiştir[39]. Bu
hadisi, Abdullah'ın rivayet ettiği şekilde Sa'd b. Ebî Vakkas'tan bilinmeyen
bir kimse rivayet etmiştir. Bununla beraber Fukaha'nın Cumhuru onunla amel
etmişlerdir» diyor. İmam Mâlik de Muvatta'da bu hadisteki hükmün sebebine
kı-yasen, «Bunun gibi her yaş meyveyi aynı cinsten kuru meyve ile değiştirmek
haramdır» demiştir. Çünkü ona göre, hamur unla ve kurutulmuş et taze etle
değiştirildiği zaman ikisi arasında nasıl miktar eşitliği yoksa, bunda da miktar
eşitliği yoktur. îmam Mâlik'e göre bu, yasak edilmiş bulunan «Müzâbene
satışı»nın iki kısmından biridir. îmam Şafii'ye göre de böyledir. Fakat îmam
Ebû Hanife'ye göre yasak edilmiş bulunan müzâbene, yere düşen hurmaları
ağaçtaki hurmalarla değiştirmektir. Çünkü ağaçtaki hurmanın miktarı bilinmez.
İmam Şafii bu sebebi, yaş olan her şeyde görüp yaş hurmayı yaş hurma ile,
hamuru hamurla değiştirmeyi -miktarları eşit de olsa- caiz görmemiştir. Çünkü
ona göre kuruduktan sonra biri diğerinden fazla olur. Fakat bu hadis ile
istidlal eden ulemanın cumhuru, onun bu görüşüne katılmamışlardır.
Ulema, ribaya tabi
maddelerde bir cinsin iyisini aynı cinsin kötüsüyle değiştirmenin cevazında da
ihtilâf etmişlerdir. Meselâ birisi, iyilikle orta cinsten sayılan iki ölçek
hurmayı, bir ölçeği daha iyi, bir ölçeği de daha kötü iki ölçek hurma ile
değiştirirse, îmam Mâlik bu satışı caiz görmemektedir. Çünkü bu satışta -ona
göre- iki ölçek orta cinsten olan hurmanın, bir ölçek iyi cinsten olan hurma
ile değiştirilmiş olma şüphesi vardır. Zira adam, kötü çeşitten olan öteki
ölçeği -ribadan kurtulmak için- vermiş olabilir. îmam Şafii de onun bu görüşüne
katılmıştır. Fakat îmam Şafii'ye göre bu satışın haram olması -kanaatimce- bu
şüphenin varlığı dolayısıyla değildir. Çünkü îmam Şâfıi, şüphelere yer vermez.
Tahmin ederim ki, îmam Şâfıi, ribaya tabi olan şeylerde vasıf çeşitliliğini de
şart koşmaktadır. Çünkü eğer, iyi cinsten olan hurmanın orta cinsten olan
hurmadan üstünlüğü kadar, kötü cinsten olan hurma da, orta cinsten olan
hurmadan aşağı olmazsa, bu satışta -her ne kadar miktar eşitliği varsa da-
vasıf eşitliği yoktur.
Ulemanın -kişinin iki
ölçek hurmayı bir ölçek hurma ile bir dirheme veyahut iki Ölçek hurma ile bir
takım elbiseyi üç ölçek hurma ile bir dirheme satması gibi- ribaya tabi olan
bir şeyi, ya yalnız, ya bir miktar para veyahut bîr meta1 ile birlikte, aynı
cinsten ve miktarı daha az veyahut daha çok bir şey ile birlikte bir miktar
para veyahut bir meta' ile değiştirmenin cevazında ihtilâf etmeleri de bu
babtandır. İmam Mâlik, İmam Şafii ve Leys b, Sa'd, «Caiz değildir», İmam Ebû
Hanife ile Küfe Fukahası «Caizdir» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
"Meta'in karşılığı olan ribaya tabi şeyin kıymette ona eşit olması
gerekir mi, yoksa bu konuda satıcının rızası, yeterli mi diye ihtilâf
etmeleridir. «Ona kıymette eşit olması gerekir» diyenler «Caiz değildir. Çünkü
ona eşit olup olmadığı bilinemez» demişlerdir. Zira eğer meta'm, kıymeti,
ribaya tabi bu iki şeyden birinin diğerinden fazla olan miktara eşit olmazsa, o
zaman ribaya tabi olan bu iki şey arasında -ister istemez- eşitlik bulunmamış
olur. Meselâ, îki Ölçek hurma bir ölçek hurma ve bir takım elbise ile
değiştirildiği zaman, eğer elbisenin kıymeti yarım ölçek hurma ise, bir tarafın
hurması bir Ölçek, diğer tarafın da birbuçuk ölçek olmuş olur. İmam Ebû Hanife
ise, satıcı ile alıcının buna rıza göstermelerini yeterli görmüştür. İmam Mâlik
burda da hile yolunu kapatmak isteyerek, «Bu akdi yapanlar ribaya tabi aynı
cinsten iki şeyi -birbirinden fazla olarak- satabilme imkânını bulmak için bunu
yaparlar» demiştir.
İşte
ulemanın bu hususta ihtilâf ettikleri meşhur mes'eleler bunlardır. [40]
Satıcı ile alıcıdan
biri, satış akdinden pişmanlık duyup malını geri almak veyahut aldığı malı
geri vermek istediğinde diğer taraf -ondan bir şey almak şartıyla- kabul
ederse veyahut kişi bir şeyi bir kimseye sattıktan sonra o şeyi o kimseden
veresiye olarak ya eksik veyahut fazla bir fiatla tekrar satın alırsa, meselâ,
peşin olarak on dirheme sattığı bir malı aynı adamdan veresiye olarak yirmi
dirheme satın alırsa -ki birinci örneğe İkâle, ikinci örneğe de Büyuu'1-Acal
denilir- şer'î hükmü nedir?
Bu kitabtan maksadımız
teferruata girişmekten ziyade, ana kaideleri dercetmek olduğundan, bu örneklerden
birer mes'ele ile yetineceğiz. [41]
Bir kişi bir şeyi,
meselâ bir köleyi, veresiye olarak yüz dinara sattıktan sonra pişman olup
alıcıya, «Malımı bana geri ver. Sana peşin olarak veyahut falan tarihte on
dinar vereyim» dese ve diğeri de bunu kabul edip on dinar karşılığında adamın
malını geri verse, ulema bunun cevazında müttefiktirler. Zira ulemaya göre bir
malın geri verilmesi -eğer aynı bedelle olmazsa-bir yeni satış kabilinden olur.
Kişinin herhangi bir şeyi belli bir bedelle sattıktan sonra onu daha çok
veyahut daha az bir bedelle tekrar satın almasında ise -yeni bir satış olduğu
için- herhangi bir sakınca yoktur. Çünkü bu mes'ele-de birinci satıcı yüz
dinara sattığı köleyi yüzon dinara satın aldığı için -ister peşin, ister
veresiye olsun- yeni bir satış akdiyle almış olur.
Fakat eğer bu
mes'elede alıcı pişman olup satıcıya, «Malını geri al. Sana peşin olarak
veyahut yüz dinarın verilme vadesinden daha uzak bir tarih göstererek falan tarihte
on dinar vereyim» derse, bunun cevazında ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik «Caiz
değildir», İmam Şafii «Caizdir» demiştir, İmam Mâlik'in bunu caiz görmeyişinin
sebebi, çünkü ona göre bu işlem ile veresiye olarak alanın altınla satılması
kasdedilmiş olur. Zira alıcı, borcu olan yüz dinar yerine on dinar ile köleyi
ödemektedir. Ayrıca bu işlem bir taraftan satış, bir taraftan borçlanma
sayılır. Sanki alıcı ona, köleyi doksan dinara satmış ve on dinar da vadesi
geldiğinde ona ödemek üzere ondan borçlanmıştır. Bunun için kendisi bir
taraftan verici, bir taraftan alıcı hükmündedir
. İmam Şafii'ye göre
ise, bunların hepsi caizdir. Çünkü yeni bir satıştır. Ona göre bu raes'ele ile,
bir kimsede yüz dinar alacağı olup da alacağın vadesi henüz gelmemişken doksan
dinar karşılığında kendisinden bir köle alan ve geri kalan on dinarı da peşin
olarak tahsil eden kimsenin mes'elesi arasında " fark yoktur. Zira bunun
cevazında ulema müttefiktirler. İmam Şafii «Hiç kimse hakkında kötü niyetli
olduğunu zannetmek caiz değildir» demiştir. Birinci satışın veresiye olmayıp
peşin olduğu zaman ise, cevazında ihtilâf yoktur. Çünkü bu taktirde altının
veresiye olarak altınla değiştirildiği söz konusu değildir. Bununla beraber
İmam Mâlik, borç vermekten menfaat sağlamak itiyadında olan kimse için bunu da
mekruh görmüştür. Çünkü bu kimse her ne kadar görünüşte bir satış muamelesini
icra ediyorsa da, gerçekte onun gayesi alim-satım değil, tefeciliktir. [42]
Büyuu'1-Acal denilen
satışlara gelince: Bunlar da, kişinin herhangi bir şeyi balli bir fiatla ve
belli bir vakte kadar veresiye olarak sattıktan sonra o şeyi tekrar ondan,
başka bir fiatla ve başka bir vakte kadar veresiye veyahut peşin olarak satması
demektir, ki bunda dokuz ihtimal vardır. Zira bir şeyi belli bir süre için
veresiye olarak sattıktan sonra o şeyi tekrar satın alan kimse, ya yine aynı
süre, ya daha uzun veyahut daha kısa bir süre için veresiye olarak ve bu üç
ihtimalin her birinde de ya aynı, ya daha çok veyahut daha az bir fiatla satın
almış olur. Ulema bu suretlerin hepsinin cevazında müttefik olup ancak ikisinde
ihtilâf etmişlerdir. Bunlar da, kişinin veresiye olarak sattığı şeyi, peşin
olarak ve az bir fiatla veyahut daha uzun bir süre için ve daha çok bir bedelle
satın almasıdır. İmam Mâlik ile Medine Fukahası'nm Cumhuru «Bu her iki surette
caiz değildir», İmam Şafii, İmam Dâvûd ve Ebû Sevr, «Caizdir» demişlerdir.
«Caiz değildir» diyenler, iki satışı birleştirerek, «Bunlar birbirlerine riba
ile borç verip almak isterler. Ancak buna şer'î cevaz bulunmadığı için bu
hileli muameleye tevessül ederler. Meselâ, biri diğerine 'Bana bir aya kadar on
dinar ödünç ver. Bir ay sonra ben sana yirmi dinar vereyim'der. Diğeri de 'Bu,
caiz değildir. Fakat ben sana şu merkebi bir ay vade ile yirmi dinara satayım
ve sana peşin olarak on dinar vererek merkebi tekrar senden alayım' diyerek
anlaşmalı bir alım-satım yapabilirler» demişlerdir.
Fakat diğer suretlerde
böyle bir anlaşma ihtimâli yoktur. Çünkü eğer kişi daha az bir süre için daha
çok bir fiat veyahut daha çok bir süre için daha az bir fiat verirse, bir
kazancı olmaz ki, böyle bir anlaşmaya ihtiyaç duysun. İmam Mâlik ile Medine
Fukahası'nm ihticac ettikleri delillerden biri, Ebû Aliye'nin «Zeyd b. Erkam'ın
Ümmü'l-Veled bir cariyesi vardı. Hz. Âişe'ye, 'Ey mü'minlerin annesi, ben Zeyd
b. Erkanı a bir köleyi veresiye olarak sekizyüz dirheme sattım. Henüz vadesi
gelmemişti. Zeyd'in paraya ihtiyacı oldu. Bu sefer ben köleyi kendisinden
peşin olarak altıyüz dirheme satın aldım' dedi. Hz. Aişe, 'Çok kötü bir satış
ve alış yapmışsın. Zeyd'e söyle. Eğer tevbe etmezse Rasûluilah ile birlikte
geçen cihadım heba etmiştir' dedi. Cariye 'Öyle ise ben Zeyd'den yalnız o
altıyüz dirhemi alayım da, gerisinden vazgeçeyim. Ne diyorsun?' dedi. Hz. Âişe,
'Evet, öyle yap' dedi ve 'Kime Rabbi'nden bir öğüt gelir de faizcilikten geri
durursa, geçmiş olanlar kendisine kalır. Onun işi Allah'a aittir' âyeti
kerimesini okudu» [43] mealindeki
hadisidir.
İmam Şafii ile
arkadaşları ise, «Hz. Âişe'nin bu hadisi sabit değildir. Kaldı ki Zeyd b.
Erkam, Hz. Âişe'nin bu görüşüne uymamıştır. Ashab-ı Ki-ram'ın bir mes'ele
hakkında görüş ayrılığında bulundukları zaman ise bizim o mes'ele hakkındaki
prensibimiz Kıyas'a başvurmaktır» demişlerdir. İmam Şafii'nin bu görüşü,
Abdullah b. Ömer'den de rivaye; olunmuştur. Süfyan Sevrî ile Küfe fukahasından
bir cemaat, «Veresiye olarak satılan bir mal eğer alıcının elinde bir eksikliğe
uğrarsa, satıcı onu peşin para ile sattığı bedelden daha az bir bedelle satın
alabilir» demişlerdir. İmam Mâlik'ten de bu hususta
iki rivayet gelmiştir.
Aşağıdaki hususlar,
ribamn temelini teşkil ettikleri için bunlardan birinin kokusu hangi satıştan
gelirse -İmam Mâlik'e göre- satış, ribadan kurtulmak için başvurulan hileli
satıştır:
1- Borçlunun
alacaklıya «Va'demi uzat sana şu kadar fazla vereyim»
demesi.
2-
Birbirleriyle değiştirilebilmeleri için aynı miktarda olmaları şart olan iki
şeyi, değişik miktarda birbirleri ile değiştirmek,
3- Veresiye
olarak birbirleri ile değiştirilmesi caiz olmayan iki şeyi veresiye olarak
birbirleri ile değiştirmek,
4- Satış ve
borçlanmayı bir akidde yapmak,
5- Altın ile
bir başka şeyi altın ile değiştirmek,
6-
Va'desinden önce ödenen borçtan, va'desinden önce ödendiği için indirim
yapmak,
7- Satın
alınan bir yiyecek maddesini teslim almadan satmak.
İşte bunlar, ribamn
temel taşlan olduğu için bunlardan herhangi birinin hilesi hangi satıştan
sezilirse, İmam Mâlik o satışa cevaz vermemektedir.
Fukahanm, bir yiyecek
maddesini teslim almadan bir başka yiyecek maddesi ile değiştirmenin cevazında
ihtilâf etmeleri de bu babtandır
Mâlik, imam Ebû Hanife
ve bir cemaat «Caiz değildir» demişlerse de imam Şâfîi, Süfyan Sevrî, Evzâî ve
bir cemaat da caiz olduğu görüşünde bulunmuşlardır. «Caiz değildir» diyenler,
«Çünkü bu satış, yiyecek maddesinin veresiye olarak bir başka yiyecek maddesi
ile değiştirilmesine benzer» diye ihticac etmişlerdir. Caiz görenler de, «Bu
satışta böyle bir kasıt yoktur» demişlerdir.
Fukaha, -bu babtan
olmak üzere- belli bir bedelle ve veresiye olarak bir yiyecek maddesini satıp
da teslim zamanı gelince o yiyecek maddesini bulamadığı için, onu alıcıdan
satın alarak kendisindeki alacağı yerine veren kimse hakkında da ihtilâf
etmişlerdir, imam Şafii «Caizdir. Çünkü bu adamın borçlu bulunduğu yiyecek maddesini
alacaklısına ödemek için, onu alacaklısı ile başka bir kimseden satın alması
arasında fark yoktur» demiştir. İmam Mâlik ise, bunu yiyecek maddesini teslim
almadan bir başka yiyecek maddesiyle değiştirmek kabilinden gördüğü için «Caiz
değildir» demiştir. Çünkü burada adam, borcunun va'desi geldiği halde
ödemeyeceğini anlayınca, «bulamıyorum. Onun için şimdiki raici ne ise o raic
üzerinden sana para vereyim» der. Ötekisi de «Bu, caiz değildir, çünkü yiyecek
maddesini teslim almadan satmak kabilin dendir» der. Bunun üzerine diğeri,
«Öyle ise sen bana sat da, senden teslim alayım ve bir daha sana geri vereyim»
der. Bu ise her ne kadar görünüşte teslim alınan bir yiyeceği satmak kabilinden
ise de, gerçekte ribadan kurtulmak için başvurulan bir formülden başka bir şey
değildir, imam Şafii ise -yukarıda da söylediğimiz gibi- ithamlara yer vermeyip
yalnız görünüşe bakmakta ve eğer tarafların koştukları şartlar ve kullandıkları
deyimler caiz şeyler ise satışı caiz, caiz şeyler değil ise fasid kabul etmektedir.
Zira fukaha, bir kimsenin: «Şu parayı sana aynı miktarda bir paraya satıyor ve
sana bir ay veyahut bir yıl va'de ile ödünç veriyorum» dediği zaman ise, caiz
olduğunda müttefiktirler. Halbuki ikisi aynı şey olup aralarında yalnız deyim
farkı vardır, birincisinde «Satış» ikincisinde .<Ödünç» deyimi kullanılmıştır.
Riba'nın temel taşlan -yukarıda söylediğimiz gibi- va'denin uzatılması halinde
borcun arttırılması, miktar eşitsizliği, veresiye olarak satış, va'desinden
önce ödenen borçtan indirim yapılması, henüz teslim alınmayan yiyecek
maddesinin satışı gibi şeyler olduğundan, bu muamelenin de bir riba muamelesi
olduğu sanılır. Çünkü burada da kişi, hiçbir emek harcamaksızın ve boynuna
herhangi bir borç girmeksizin verdiğinden fazla alır.
Bu konulardan,
vadesinden önce ödenen borç miktarında indirim yapılması ile yiyecek
maddesinin teslim alınmadan satılmasının cevazında ihtilâf edilmiştir. Bunun
için biz de burada yalnız bu iki konuyu anlatacağız.
Ashabtan Ibn Abbas ile
fukahadan Züfer, va'desinden önce ödenen borç miktarında -vadesinden önce
ödendiği için- indirim yapılmasını riba sayarak caiz görmem işlerse de, bir
cemaat «Caizdir» demiştir ki, ashabtan İbn Ömer ve fukahadan İmam Mâlik, traam
Ebû Hanife, Süfyan Sevrî ve bir cemaat.
bunlardandırlar, tmam
Şafii'den ise bu hususta iki rivayet gelmiştir.
İmam Mâlik ile bunu
caiz görmeyenlerin tümü, «Ödünç olan şeyin yerine va'desinden önce bir
başka'şeyin Ödenmesi halinde, o şeyin değeri ödünç olan şeyin değerinden az da
olsa, caizdir» demişlerdir.
Va'desinden önce
ödendiği için borcun miktarından indirim yapılmasını caiz görmeyenler, «Çünkü
bu da, va'desinin uzatılması karşılığında borç miktarım arttırmaya benzer. Zira
her ikisinde de zaman, alacağın bir miktarının karşılığı olur. Bu ise,
fukahanın ittifakı ile caiz değildir» demişlerdir. Caiz görenlerin dayanağı da
Ibn Abbas (r.a.)'ın «Peygamber (s.a.s) Efendimiz Benî Nadir Yahudilerinin
memleketten çıkmalarım emrettiği zaman onlardan birkaç kişi Peygamber (s.a.s)
Efendimize gelip,
'Bizi memleketten
çıkarıyorsun. Halbuki va'desi gelmeyen birtakım alacaklarımız vardır' dediler.
Peygamber (s.as) Efendimiz onlara,
'Alacaklarınızda indirim yapın da, hemen şimdi
alın' buyurdu» [44] mealindeki hadisidir. O
halde ihtilâfın sebebi, «Şebeh kıyası»nın bu hadis ile çelişmesidir.
Yiyecek maddesinin
henüz teslim alınmamışken satışına gelince: Osman el-Bettî'den cevazı hakkında
nakledilen bir görüş dışında bütün fukaha caiz olmadığında müttefiktirler. Zira
tmam Mâlik'in Nâfı tariki ile Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayetine göre,
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«Müslümanlardan herhangi bir kimse bir
yiyecek maddesini satın alırsa, onu teslim almadan başkasına satmasın» [45]
buyurarak bunu yasak ettiği sabittir. Ancak bu mes'ele ile ilgili olarak,
1- Hangi
malların satılabilmesi için teslim alınması şarttır?
2- Hangi akidlerle iktisab edilen malın satılabilmesi
için teslim alınması şarttır?
3- Ölçülerek
veyahut götürü olarak satılan mallar arasında bu şart bakımından fark var
mıdır? diye- üç konuda ihtilâf etmişlerdir. Şu halde bizim bu bahsimiz, üç
fasıldan ibarettir. [46]
İmam Mâlik'in
mezhebinde, yiyecek maddeleri dışında kalan malların teslim alınmadan
satılabildiğinde ve ribaya tabi olan yiyecek maddelerinin de teslim alınmadan
satılamadığında ihtilâf yoktur. Ribaya tabi olmayan yiyecek maddeleri hakkında
ise, İmam Mâlik'ten iki rivayet gelmiş olup en meşhurları satılamadığıdır ki,
İmam Ahmed ile Ebû Sevr'de buna katılır. Ancak imam Ahmed ile Ebû Sevr, teslim
alınmadan satılamayan yiyecek maddesinde ayrıca ölçü veya taru ile satılan
cinsten olma şamnı da koşmuşlardır, îmam Mâlik'ten gelen diğer rivayet ise,
satılabildiği yolundadır. îmam Ebû Hanife'ye gelince: Ona göre -bina ve tarla
gibi- taşınmaz mallar dışındaki bütün şeylerde, imam Şafii'ye göre ise
-taşınılsın, taşınılmasın- her malda teslim alınması şarttır ki, Süfyan Sevrî
de buna katılır ve aynı zamanda Cabir b, Abdullah ile Abdullah b. Abbas'tan da
bu görüş rivâyeı olunmuştur. Ebû Ubeyd ile Ishak da «Ölçü ve tartı ile
satılmayan her şey teslim alınmadan satılabilir» diyerek bu şarü yalnız
ölçülen veya tartılan şeylerde koşmuşlardır. Ibn Habib, Abdülaziz b. Ebû Seleme
ve Rabia da buna katılır. Ancak bunlar Ölçülme ve tartılmadan başka, sayılmayı
da eklemişlerdir. Buna göre teslim alınmanın şart olması hakkında
-1. Yalnız
ribaya tabi olan yiyecek maddelerinde,
2. Bütün yiyecek maddelerinde,
3. Ölçü veya
tartı ile satılan yiyecek maddelerinde,
4. Taşınılan her malda,
5. Taşınılan, taşınılmayan her malda,
6. Ölçü veya tartı ile satılan herşeyde,
7. Ölçü, tartı veyahut sayı ile satılan herşeyde şart
olduğu olmak üzere- yedi görüş bulunmuş olur.
îmam Mâlik'in dayanağı
yukarıda geçen hadisin delilü'l-hitabı'dır. Teslim alınmış olmayı satılacak
herşeyde şart koşan imam Şafii'nin dayanağı da, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«Herhangi bir kimseye
bir şeyi ödünç olarak verip de o şeyi o kimseden değerinden daha aşağı
birfiatla satın almak, kişinin kefaleti altına girmeyen maldan kâr sağlaması
ve elin altında olmayan şeyi satması helâl değildir» [47]
hadisidir. Zira İmam Şafii'ye göre satın alınan herhangi bir şey alıcıya
teslim edilmedikçe alıcının sorumluluğuna girmiş olamaz, imam Şafii ayrıca,
Hakim b. Hizâm'ın «Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e, 'Ya Rasûlallah, ben alım-satımla
uğraşıyorum. Hangileri helâldir, hangileri haramdır?' diye sordum. Bana,
yeğenim, herhangi bir şeyi satın aldığın zaman
o şeyi teslim almadıkça başkasına satma' buyurdu»[48]hadisiyle
de ihticac etmiştir. Ebû Ömer b. Abdilberr, «Hakim b. Hizâm'ın bu hadisini,
Yahya b. Kesir, Yusuf b. Mâhik'den Abdullah b. Ismet'in kendisine naklettiğini
rivayet etmiştir. Herhangi bir kimsenin Yusuf b. Mâhik ile Abdullah b. İsmet
hakkında dedikodu yaptığını da işitmedim. Ancak bu hadisi bu iki adamdan
sadece bir adam rivayet etmiştir. Bu durumda olan bir hadis de -her ne kadar
hadisçiler-den bir cemaat tarafından makbul sayılmıyorsada- gerçekte
cerhedilmiş sayılmaz. Bu hadis ayrıca mânâ bakımından da sahihtir. Çünkü henüz
teslim alınmayan bir malı satmak, parayı para ile değiştirmek kabilinden olduğu
için ribaya düşüren bir muameledir» demiştir.
imam Ebû Hanife'nin
taşınılan ve taşınılmayan mallar arasında ayırım yapmasının sebebi de,
taşınılan malın tesliminin, alıcıyı satın aldığı malı teslim almaktan
alıkoymamak oluşudur.
Ölçü
veya tartıyı şart koşanlara gelince: Çünkü bütün fukaha, ölçülen veya tartılan
şeyin, ölçülmek veya tartılmaktan başka bir şey ile alıcının kefaletine
geçmediğinde müttefiktirler. Kişinin, sorumluluğuna geçmeyen şeyi satması da
-yukarıda geçtiği üzere- yasak edilmiştir. [49]
Akidier -bedelli ve
-hibe ile sadaka gibi- bedelsiz olmak üzere- iki çeşittir. Bedelli akidier de
üç çeşit olup birinci çeşidi; taraflardan her birinin diğer tarafı kandırarak
ondan kendine yarar sağlamak isteğine has akidlerdir ki, satış kiralama,
kadınlara rnehir biçme, sulh, ihmal ve dikkatsizlikten ötürü meydana gelen
zararları ödettirme akidleri bu gruptandırlar. Bir çeşidi de, bir tarafın diğer
tarafa yardım ve iyilik etme isteği üzerine kurulmuştur ki, bu da borç verme
akdidir. Üçüncü çeşidinde ise -Şirket, Tevliye ve İkâle denilen, satın alman
malda başkasını ortak kılma veyahut satın alındığı fiatla başkasına devretme
ya da bir tarafın duyduğu pişmanlığı diğer tarafın kabul etmesi akidlerinde
olduğu gibi- her iki ihtimal de vardır. Fukahanıri bu üç çeşit akidier
hakkındaki görüşlerinin özeti şöyledir:
Bedelle ve satın alma
yoluyla temellük edilen (sahip olunan) malları satabilmek için o malın teslim
alınmış olmasının şart olduğunda ihtilâf yoktur. Ancak -yukarıda da geçtiği
üzere- bu şartın hangi çeşit mal için şart olduğunda ihtilâf etmişlerdir.
Başkasına yardım ve iyilik etme isteği üzerine kurulan bir akidle temellük
edilen malı satabilmek için o malın teslim alınmış olmasının şart olmadığında
da ihtilâf yoktur. Yani, kişinin herhangi bir kimseden ödünç olarak aldığı bir
şeyi teslim almadan, onu başkasına s atabildiğinde ihtilâf yoktur. İmam Ebû
Hanife, bedel karşılığında temellük edilen mallardan, kadının mihri ile hulu'
bedelini istisna ederek, «Bunlar teslim alınmadan satılabilirler» demiştir.
Başkasına yardım ve iyilik isteği ile, birbirlerini kandırarak kendine yarar
sağlamak isteği arasında yeralan akidlere gelince -ki bunlar da tevliye, şirket
ve ikâle akidleridir- eğer tevliye veyahut ikâle aynı fiat üzerinden yapılmış,
yani malın satın alındığı fiatta bir ilâve veya indirme yapılmamış ise -benim
bildiğime göre- İmam Mâlik'in mezhebinde, mal teslim alınmamış olsa bile
cevazında ihtilâf yoktur. İmam Ebû Hanife ile İmam Şafii ise, «Malın
tesliminden önce ne şirket, ne de tevliye caiz değildir» demişlerdir. Çünkü
onlara göre, malın tesliminden önce ikâle, yeni bir satış değil, eski satışı
bozmaktır. Şu halde bütün bedelli akidlerde malın teslimini şart koşanların
dayanağı, bu akidlerle temellük edilen bir malı teslim almadan satmanın yasak
satışların hükmünde olduğu düşüncesidir. Şirket, tevliye ve ikâleyi bu
akidlerden istisna eden İmam Mâlik ise, hem rivayet, hem dirayete dayanmıştır.
Rivayet, bizzat kendisinin Saİd b. el-Müseyyeb'ten mürsel olarak naklettiği
«Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
'Kim
bir yiyecek maddesini satın alırsa, onu teslim almadan başkasına satmasın.
Meğer satın aldığı yiyecek maddesini, başkasının kendisini onda ortak kılması
veyahut ona devretmesi ya da pişmanlığını kabul etmesi yolu ile temellük etmiş
olsun buyurmuştur» [50]
hadisidir. Dirayete gelince: Çünkü eğer şirket, tevliye ve ikâle akidleri
malın satın alındığı aynı fiyat üzerinden yapilırlarsa, bunlarla başkasına
yardım ve iyilik etmek istemiş olur. İmam Ebû Hanife'nin kadın mehri, hulu'
bedeli ve götürü iş ücretini istisna etmesinin sebebi de, bunların karşılığının
-aynı olmadığı için- belli olmayışıdır. [51]
îmam Mâlik, götürü
olarak satın alman mallan teslim almadan satmaya cevaz vermiştir ki, Evzâî de
buna katılır.
İmam Ebû Hanifc ile
İmam Şafii ise, yiyecek maddelerini teslim almadan satmayı yasaklayan hadisin
umumuna dayanarak «Caiz değildir» demişlerdir. Çünkü ribadan kurtulmak için
hile olması bakımından götürü olanı ile olmayanı arasında fark yoktur.
İmam Ebû Hanife ile
İmam Şafii ayrıca Abdullah b. Ömer'in, «Peygamber (s.a.s) Efendimiz zamanında
göjürü olarak yiyecek maddelerinin ahm-satımını yapıyorduk. Peygamber (s.a.s)
Efendimiz bize, 'Satın aldığınız yiyeceği aldığınız yerden bir başka yere
nakletmeden satmayınız' diye haber gönderdi» [52]
mealindeki hadisine de dayanmışlardır.
Ebû Ömer b. Abdilberr
Tler ne kadar İmam Mâlik bu hadiste Nâfi'derv 'götürü olarak' kaydını rivayet
etmemişsede, bir cemaatin rivayetinde bu kayıt vardır ve Ubeyduliah b. Ömer ile
başkaları 'Senedi ceyyiddir' demişlerdir» diyor.
Mâlikiierde «Götürü
olarak satılan şeyin miktarı bilinmediği için 'Kişi tam hakkına kavuştu' veyahut
'kavuşmadı' diye söz edilemez. Şu halde götürü olarak satın alınan şey, bizzat
akidle alıcının uhdesine geçmiş olur» demişlerdir ki bu, sebebi zannî olan bir
kıyas.ile umumun tahsis edilmesi babındandır.
Ulemanın, kişinin
sahip olmadığı şeyi satamadığı hususundaki icma'la-n da bu babtandır. Bu şeyin
bulunduğu yerden başka yere naklini ribadan kurtulmak için hile diye görenlere
göre bu satışa "Iyne" denilir.
Nakli mümkün olmadığı
için caiz olmadığını söyleyenlere göre ise, bu satış "Garar satışı"
kabilindendir. Ribadan kurtulmak için hilenin şekli şöyledir:
Adamın biri bir
başkasına «Bana on dinar şu kadar va'de ile ödünç olarak ver. Va'desi geldiği
zaman sana iki katını vereceğim» der. O da «Bu caiz değildir» ve yanında
olmayan bir metaın adını vererek «Sana şu metaı şu kadar dinara sattım»
dedikten sonra gidip o metaı satın alır. Halbuki ikisi arasında metam satışı
daha önce yapılmıştır. Metaın değeri de, adamın ödünç olarak istediği para
miktarına yakın olduğu halde vadesi geldiği zaman iki katını verir.
İmam Mâlik'in
mezhebinde bu hususlara dair birtakım açıklamalar bulunmaktadır ki burası o
açıklamaların yeri değildir. Metaın satılmasından Önce tarafların kaça
satılacağı üzerinde uyuştuklarını anlattığımız bu örneğin caiz olmadığında
Mâlikiler arasında ihtilâf yoktur. Bir alacağın bir başka alacakla
değiştirilmesine gelince: Bütün ulema, caiz olmadığında müttefiktirler. Ancak
birkaç mes'elede -bu kabilden midir, değil midir diye- ihtilâf etmişlerdir.
Meselâ, İbnü'l-Kasım,
herhangi bir kimsenin, borçlusundan alacağına karşılık olarak, yenebilecek bir
duruma gelen ve fakat henüz ağaçtan kopa-rılmayan meyvaları almasını veyahut
ona ait olan bir evde oturmasını caiz görmektedir. Çünkü ona göre bu, alacağı
bir başka alacakla değiştirmek kabilindendir.
Eşheb ise, caiz görüp
«Bu alacağı alacakla değiştirmek kabilinden değildir. Çünkü alacak, tahsiline
başlanılmayan şeye denilir. Burada ise, kişi meyvaları yemeğe veyahut evde
oturmaya hemen başlayabilir» demiştir ki Mâlikî ulemasından çoğu bu görüşte olduğu
gibi, İmam Ebû Hanife ile İmam Şafii de buna katılır.
İmam Mâlik'ten yazılı
olarak gelen rivayete göre halkın her gün belli bir raiç ile kasaptan et
almasını ve kasabın toplanan parasını ay veyahut yıl sonunda vermelerini
-Cumhurun muhalefetine rağmen- caiz görmüştür.
İmam Mâlik «Öteden
beri fukaha, bunda sakınca görmemişlerdir. Çarşıda satılan diğer şeyler de
bunun gibidir» demiştir. İbnü'l-Kasım ise «Yaş meyva gibi toptan satın alındığı
taktirde bozulmasından korkulan maddelerden başka şeyleri, meselâ buğday ve
benzeri kuru şeyleri bu şekilde satın almak caiz değildir» demiştir.
îste
bu babın ana kaideleri bunlar olup hepsi, taraflardan birinin -bilerek veyahut
bilmeyerek- zarar görmesine yol açabildiği için haram kılınmıştır. [53]
Yasak edilen satışlar,
taraflardan birinin aldanıp zarar görmesine elverişli olan satışlardır ki, bu
durumun -ya satılan şeyin veyahut satış bedelinin ne olduğu, nasıl olduğu, ne
kadar olduğu-, eğer va'deli ise -ne zaman Ödenmesi gerektiği, satış anında
mevcud olup olmadığı, görüldüğü zamanki durumunu koruyup koruyamadığı gibi
hususlardan birinin bilinmemesi veyahut satıcının satılan malı teslime gücü
yetmemesi gibi- birçok sebebi vardır. Birtakım satışlarda bu sebeblerin çoğu
veyahut bir kısmı bulunduğu için bu satışların bir kısmı açıkça yasak edilmiş,
bir kısımda da meskut geçmiştir. Açıkça yasak edilen satışlardan çoğunun caiz
olmadığında ihtilâf yoktur. İhtilâf varsa ancak isimlerinin açıklanmasmdadır.
Meskût geçenlerde ise ihtilâf etmişlerdir. Biz burada önce yasak edilen
satışları, sonra meskût geçenlerden ihtilâfı meşhur olanları anlatacağız ki,
fıkıhta, yani misalleri kaidelere kıyas etmekte asıl kaideler yerine geçmiş
olsun.
Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in yasak ettiği satışların bir kısmı şunlardır:
1-
Habelul-Habele satışı [54],
2- Henüz var
olmayan bir şeyin (ma'dûmun) satışı [55],
3- Henüz
kızarıp olgunlaşmayân meyvelerin satışı [56],
4- Mülâmese,
münâbeze [57], çakıl [58] ve
muâveme [59] satışları,
5- Bir satış
içinde iki satış [60], r
6- Şartlı
satış [61],
7- Bir şeyin
hem peşin, hem veresiye olarak satışı [62],
8- Başağın
ağarmadan [63], üzümün kararmadan [64]
satışı,
9- Yavrunun,
anası karnında veyahut babası sırtında satışı [65]
Mülâmese Satışı: Cahiliyette, dürülü bir kumaş veya elbiseyi açıp görieden sırf
elle yoklanarak ve içinde ne olduğu bilinmeyerek satışı idi. Ule-ıa bu satışın
haram olduğunda müttefiktirler. Çünkü bu satışta satılan şeyin .asıl bir şey
olduğu -satın alınırken- bilinmez.
Münâbeze Satışı: İki
kişi arasında görmeyerek, meselâ: bohçalanmış elbiselerini birbirine -cayma
hakkını tanımadan- vererek değiştirmekti.
Çakıl Satışı: Alıcının
«Şu çakılı atıyorum. Hangi kumaşa değerse be-limdir» demesi şeklinde oluyordu.
Kimisi de «Cahiliyyet Arapları 'Bu çakıl elimden düştüğü zaman satış
kesinleşir' derdi» demiştir ki, -ister bu, ister ötekisi olsun- böyle bir satış
kumardan başka bir şey değildir.
Habelü'l-Habel
satışını da iki şekilde açıklamışlardır. Kimisi «Devenin :arnındaki yavruyu ve
yavrunun da bir yavru doğuruncaya kadar va'de bıra-:ılan satışlardı» demiştir.
Kimisi de «Yavrunun yavrusunu satmaktı» demiştir. Bu ise, yavrunun, anası
karnında veyahut babası sırtında satışı demektir. Bütün bunlar Cahiliyye
devrinin satışları olup haram olduğunda -yukarıda mlattığımız sebeblerden
dolayı- ittifak edilmiştir.
Meyvalann satışına
gelince: Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in meyvaîar [olgunlaşıp yenilebilecek bir
duruma gelmedikçe satışını yasak ettiği sabittir. L\ncak buna ilişkin birkaç
mes'ele vardır. Biz burada, bu mes'elelerin meşhur olanlarını anlatacağız. Biri
şudur:
Meyvaların satışı, ya
meyvaîar henüz oluşmamışken, ya oluştuktan sonra ise, ya ağaçtan koparıldıktan
sonra, ya öncedir. Şayet önce ise, meyvaîar ya olgunlaştıktan Önce, ya
sonradır. Bunların her biri de ya şartsızdır ya ağaçta bırakılması ya ağaçtan
koparılması sanıyladır. Birinci kısım, yani meyvanın henüz oluşmamışken satışı
-henüz var olmayan şeyin satışı veyahut muâveme, yani ağacın birkaç yıl için
satışı kabilinden olduğu için- bütün ulemanın ittifakıyla caiz değildir. Çünkü
rivayete göre Peygamber (s.a.s) Efendimiz, ağacı birkaç yıl için satmayı yasak
etmiştir. Ancak Hz. Ömer'le Abdullah b. Zübeyr'in bunu caiz gördükleri, rivayet
olunmaktadır. Meyvaların oluştuktan sonra ve fakat daha ağaçta iken satışına
gelince: Meyvaîarın kopanlmadan satışının caiz olmadığını söyledikleri rivayet
olunan Ebû Seleme b. Abdurrahman ile İkrime'den başka, bütün ulema -aşağıdaki
tafsilata göre- cevazında müttefiktirler.
Meyvanın, ağaçta
satışını caiz gören cumhurun bu görüşünü kabul etti-
ğimiz taktirde, bu
satış ya meyvanın olgunlaşmasından sonradır, ya öncedir. Bu da -yukanda
söylediğimiz gibi- ya şartsız olarak satıştır, ya ağaçtan kopanlması veya
ağaçta bırakılması sanıyladır. Meyvanın olgunlaşmadan ve ağaçtan kopanlması
şartıyla olan satışının cevazında ihtilâf yoktur. Ancak Süfyan Sevrî ile İbn
Ebî Leylâ'dan caiz olmadığı yolunda bir rivayet gelmiş ise de, zayıftır.
Meyvanın olgunlaşmadan ve ağaçta bırakılması şartıyla olan satışının ise, caiz
olmadığında ihtilâf yoktur. Ancak Lahmi, îmam Mâlik'in mezhebinde caiz
olmasının lazım geldiğini söylemiştir.
Meyvanın olgunlaşmadan
ve şartsız olarak satışında ise ihtilâf etmişlerdir, îmam Mâlik, tmam Şafii,
îmam Ahmed, îshak, Leys b. Sa'd, Süfyan Sevrî ve başkalan olan cumhur, caiz olmadığı
görüşündedir. îmam Ebû Hanife ise, «Caizdir, Ancak alıcıya, meyvalan hemen
koparmak gerekir» demiştir, imam Ebû Hanife bunu, görülmeyen şeyin satın
alınması olduğu için değil -geleceği üzere- ona göre ağaçtaki meyvalan satın
alabilmek için meyvalan koparmanın şart olduğundan söylemiştir. Olgunlaşmayan
meyvalann şartsız olarak satışını caiz görmeyen cumhurun delili, İbn Ömer
|r.a.)'den geldiği sabit olan «Peygamber (s.a.s) Efendimiz satıcıya da, alıcıya
da -ol-gunlaşmadan- meyvalann satışını yasak etti» [66]
mealindeki hadisidir. Zira hadisten olgunlaştıktan sonra -ağaçta kalmasına
ihtiyaç bulunmadığı için-satışının caiz olduğu anlaşılmaktadır. Cumhur «Bunun
sebebi, meyvalann, olgunlaşıncaya kadar çoğunlukla birçok tabii afete uğradığı
endişesidir» diye yorumda bulunduğu için hadisteki yasağı olgunlaşmayan
meyvalann her satışına hamletmeyerek, «Eğer satış, meyvalann kopanmı şanıyla
yapılırsa caizdir. Çünkü bu durumda âfetlere uğraması endişesi yoktur»
demiştir. Bu yorumun sebebi de, Enes b. Mâlik'ten gelen rivayete göre Peygamber
(s.a.s). Efendimiz'in olgunlaşmayan meyvalann satışını yasak ettikten sonra,
«Eğer Allah, meyvayt
kısmet etmezse, o zaman biriniz neye karşılık kardeşinin malını alır?» [67]
buyurmuş olmasıdır. Bunun için cumhur, «yasak edilen, meyvanın, olgunlaşıncaya
kadar ağaçta bırakılması şartıyla olan satışıdır» diyerek meyvalann kopanlması
şartıyla yapılan satışının cevazını benimsemiştir. Ancak bu durumda vaki olan
şartsız satışın -her iki ihtimali de taşıdığı için- cevazında ihtilâf etmişlerdir..
Meyvalann olgunlaşıncaya kadar ağaçta bırakılması mânâsına hamleden veyahut
satış -şansız olduğu için- bu mânâyı da ihtiva, ettiğini söyleyenler, «caiz
değildir», meyvalann koparılması mânâsına hamledenler ise «Caizdir»
demişlerdir. îmam Mâlik'ten gelen meşhur rivayete göre şartsız olan satışlar,
meyvalann ağaçta bırakılması mânâsına yorulur. Kimisi de îmam Mâlik'ten,
kopanlması mânâsına hamlettiğini rivayet etmiştir.
Henüz olgunlaşmayan
meyvamn şartsız olarak satışını caiz gören Küfe ulemasının delili ise, ton
Ömer'den geldiği sabit olan, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«Meyvesi ıslah edilen
bir hurmalık satılırsa meyvası satıcıya aittir. Meğer alıcı onun kendisine
olmasını şart koşarsa...» hadisidir. Küfe uleması, «Alıcının meyvayı kendine
şart koşmasının cevazından meyvanın ağaçtan ayrı olarak da satılmasının cevazı
anlaşılır» diyerek yasağı mendubluğa hamletmişlerdir. Bunlar yasağı mendubluğa
hamletmekte ayrıca Zeyd b. Sâbit'ten rivayet olunan «Peygamber (s.a.s)
Efendimiz zamanında insanlar meyvalan olgunlaşmadan isterdi. Birbirlerinden
haklarını isteyince çoğu kez alıcı birtakım hastalıkların adını vererek,
'Hurmalar şu şu hastalıklara uğramıştır' derdi. Nihayet Peygamber (s.a.s)
Efendimiz yanında didişip çekişmeleri uzayınca Peygamber (s.a.s) Efendimiz
onlara öğüt kabilinden,
'Meyva verebilecek
duruma gelmeden satmayınız', buyurdu» [68]
hadisiyle de ihticac etmişlerdir. Kıife ulemasından, henüz olgunlaşmayan
meyvamn şartsız olarak satışını caiz görüp de -îmam Ebû Hanife gibi- alıcıya,
hemen meyvayı koparmak gerektiği görüşünde olmayanlar, henüz olgunlaşmayan
meyvanın -olgunlaşıncaya kadar- ağaçta bırakılması şartıyla satışını caiz
görmeli .idiler. Cumhur, olgunlaşmayan meyvanın şartlı olarak satışının
cevazını, meyvanın ağaç ile birlikte satışına hamletmektedirler.
Olgunlaşan meyvanın
şartsız olarak ağaçta satışına gelince: Bunun cevazında ihtilâf yoktur ve
-Cumhura göre- meyvanın ağaçta bırakılması mânâsındadır. Çünkü olgunlaşmayan
meyvanın ağaçta bırakılması şartının caiz olmayışı -Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in 'Eğer Cenâb-t Allah meyvayı kısmet etmezse, o zaman herhangi
biriniz kardeşinden neye karşılık, malını alır?' hadisinin delaletiyle-
meyvanın hastalıklara uğrayabileceği endişesindendir. Olgunlaşan meyvalarda
ise, hastalıkların görülmesi çok az olur. Zira hastalıklar, çoğunlukla
olgunlaşmayan meyvalarda görülür.
Hanefiler ise, ağaçta
bırakılması şartıyla hurmanın satışım caiz görmemektedirler. Şartsız olarak
satışı da, -yukarıda söylediğimiz gibi- onlara göre koparılması şartına
yorulur. Halbuki bu, hadisin kavramına aykırıdır. Delilleri de, satışın,
satılan malın hemen teslim edilmesini gerektirmesidir. Çünkü eğer hemen teslim
edilmesini gerektirmezse, o zaman "Garar satışı", yani akibeti
bilinmeyen bir satış olur. Bunun içindir ki hazır ve elde olan eşyanın va'deli
olarak satışı caiz değildir. Cumhur ise, meyvayı -hepsinin birlikte kuruması
mümkün olmadığı için- hazır ve elde olan eşyadan istisna etmiştir. Küfe
uleması meyvalann satışı konusunda Cumhurdan iki hususta aynlmışlardıar. Biri,
olgunlaşmayan meyvayı satmanın cevazı, biri de, olgunlaşan meyvanın ya ağaçta
bırakılmak şartıyla veyahut şartsız olarak satıldığı zaman ağaçta
bırakılmasının caiz olmadığı hususudur. Küfe ulemasının birinci hususta
Cumhurdan ayrılmaları, ikinci hususta, yani olgunlaşan meyvanın ağaçtan
koparılması şartında ayrılmalarından daha kuvvetlidir. Çünkü olgunlaşmayan
meyvaiann satışını caiz görmek, îbn Ömer'in yukarıda geçen iki hadisini telif
demek olduğu gibi, aynı zamanda Hz. Ömer'le îbn Zübeyr'den de rivayet
edilmiştir.
Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in, satışına cevaz verdiği meyvanın olgunlaşması ise, hurma
koruğunun sararması ve üzümün -Eğer siyah cinsinden ise- kararması, kısacası,
yiyiminden tat alınacak bir duruma gelmesi demektir ki bu, islâm fukahasından
bir cemaatın görüşüdür. Zira îmam Mâlikin Humeyd tarikiyle Enes b. Mâlik
(r.a.)'den rivayetine göre Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e «Meyvayı
-olgunlaşmadan- satmayınız» sözündeki «olgunlaşmadan» kaydının, ne demek olduğu
sorulmuş, Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
«Yani kızarmadan» diye
cevap vermiştir. Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den ayrıca, üzümün kararmadan ve
hububatın sertleşmeden satışını da yasak ettiği rivayet olunmuştur. îmam
Mâlikin rivayetine göre Zeyd b. Sabit de Ülker yıldızı görünmedikçe hurmalarım
satmıyordu. Ülker yıldızı da Mayıs ayından oniki gece bittikten sonra görünür.
Kendisine «Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in, hastalıklardan kurtulmadıkça
meyvanın satışını yasak etmesi ne demektir?» diye sorulan Abdullah b. Ömer'in
«Ülker yıldızının görünmeye başladığı zamandır» şeklinde verdiği cevab da bunu
te'yid eder. Ebû Hüreyre'den de rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.s)
Efendimiz,
«Ülker yıldızı doğunca
halk üzerinden hastalıklar kalkar» [69]
buyurmuştur. Îbnül-Kasım da îmam Mâlik'den «Bir bahçenin hurmaları
-olgun-laşmasa da- çevredeki bahçelerin meyvalan olgunlaşmca -Eğer artık hastalıklardan
korkulmadığı vakit gelmişse- satılmasında sakınca yoktur» dediğini rivayet
etmiştir. Îbnül-Kasım «îmam Mâlik, -Allah bilir- Ülker yıldızının doğduğu
vakti kasdetmiştir» demiştir. Fakat îmam Mâlik'ten gelen meşhur rivayet,
bizzat meyvalannda olgunlaşma görülmeyen hurmalığın satıla-
mayacağı yolundadır.
Kimisi de «Meyvanın olgunlaşmasından başka, ayrıca Ülker yıldızının doğması
şart değildir» demiştir. Buna göre fukahanın bu konuda özet olarak üç çeşit
görüşü vardır:
1- Meyvanın
olgunlaşması şarttır, meşhur olan görüş budur.
2- Satış
zamanında hurmalıkta hiç olgunlaşma olmasa bile, Ülker yıldı-' zının doğmuş
olması kâfidir.
3- Hem
olgunlaşma, hem Ülker yıldızının doğması şarttır.
Meşhur olan görüşe
göre -ki meyvanın olgu ulaşmasıdır- İmam Mâlik «Bir hurmalıkta değişik çeşitli
meyvalar bulunursa, her bir çeşidin satılabilmesi için bizzat o çeşitten bir
kısmının olgunlaşmış olması şarttır» demiş ise de, Leys b. Sa'd, onun bu
görüşüne katılmamıştır. İmam Mâlik, tatları birbirine yakın olan çeşitlerde
ise, bir kısmının olgunlaşması ile diğer kısımların da satışını caiz görmüştür.
İmam Mâlik'e göre
meyvanın bir çeşidinde şart olan olgunlaşma, o çeşidin hepsinde olmasa bile
-geri kalan kısmının da hemen arkasında ardı ardına olgunlaşması şartıyla- bir
kısmında görünürse kâfidir. Çünkü herhangi bir meyva çeşidinde olgunlaşma
göründü mü, artık o meyva çoğunlukla hastalıklardan kurtulmuş olur.
İmam Mâlik'e göre, bir
bahçenin hurmaları olgunlaşmaya yüz tuttuğu zaman, gerek o bahçenin ve gerek
-hurmaları aynı cinsten olmak şartıyla- o çevrede bulunan diğer bahçelerin
hurmalarını satmak caiz olur. İmam Şafii ise, «Yalnız hurmaları olgunlaşmaya
yüz tutan bahçenin hurmalarını satmak caiz olur. Diğer bahçelerin caiz
değildir» demiştir. İmam Mâlik, aynı cinsten olan meyvalarm olgunlaşma
zamanına, İmam Şafii cîe oluşum eksikliğine itibar etmiştir. Çünkü İmam
Şafii'ye göre henüz olgunlaşmayan meyvayı satmak, henüz var olmayan bir şeyi
satmak kabilindendir. Zira, meyva satın alınırken meyvada olgunluk vasfı
yoktur. Ne var ki, İmam Şafii'nin, bu sözü, değişik bahçelerin meyvaları
hakkında nasıl cari ise, aynı bahçenin meyva-ları hakkında da caridir ki, bunu
hiç kimse söylememiştir.
Meyvaların satışı ile
ilgili olarak ulemanın ihtilâf ettikleri meşhur mes'eleler işte bunlardır.
Bu babtan olmak üzere,
ulemanın ihtilâf ettiklerini işittiğimiz mes'ele-lerden biri de, Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in yasak ettiği rivayet olunan, henüz ağarmayan başaklarla
kararmayan üzümün satışıdır. Zira ulema, buğdayın, başağı içinde ve fakat
başaktan ayrı olarak satılmasının -keyfiyet ve miktarı bilinmediği için- caiz
olmadığında müttefik iseler de, bizzat başağın, içindeki tanelerle birlikte
satılmasının cevazında ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik, İmam Ebû Hanife, Medine
ve Küfe fukahası olan cumhur, caiz gör-müşlerse de, İmam Şafii «Tane sertleşmiş
olsa bile caiz değildir. Çünkü bu satış, Garar, yani sonu bilinmeyen satışlar
babından olduğu gibi, tanenin samanla kanşık olarak satışına kıyas edilirse
caiz olmaması lazım gelir» demiştir. Cumhur ise -hadis ve kıyas olmak üzere-
iki delile dayanmıştır. Hadis, Nâfi' yoluyla İbn Ömer (r.a.)'den rivayet
olunan, «Peygamber (s.a.s)
Efendimiz olgunlaşmayan
hurmanın ve ağanp hastalanma tehlikesini atlatmayan başağın satışını hem
satıcıya hem alıcıya yasak etti» [70]hadisidir.
Zira bu hadis İmam Mâlik'in rivayetinde bulunmayan bir ziyadedir. Ziyade de
güvenilir bir kimse tarafından rivayet olunduğu zaman makbuldür. Rivayete göre
îmam Şafii bu ziyadeyi işitince görüşünden dönmüştür. Çünkü ona göre hadis
dururken kıyas yapılamaz.
Ovalanınca tanelerinin
henüz sertleşme di ğ i görülen başaklara gelince; îmam Mâlik'e göre satılması
ancak biçilmek şartıyla caizdir.
Biçilmemiş başakların
satışı da, îmam Mâlik'ten gelen bir rivayete göre caizdir, bir rivayete göre
-demetlenmemişse- caiz değildir.
Tanelerin, döğüldükten
sonra saman içinde satışına gelince: Eğer götürü olursa -benim bildiğime göre-
caiz olmadığında ihtilâf yoktur. Fakat ölçülerek satışı İmam Mâlik'e göre
caizdir. îmam Mâlik'ten başka, herhangi bir kimsenin de bu hususta bir şey
söylediğini bilemiyorum.
Taneleri sertleşen
başakların satışını caiz görenler de, döğüp savurma masrafının kime ait olduğunda
ihtilâf etmişlerdir. Küfe uleması, «Alıcı için tane haline getirinceye kadar
satıcıya aittir», diğerleri de «Alıcıya aittir» demişlerdir.
Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mes'ud ve Ebû Hüreyre'nin
hadisleriyle, yasak ettiği sabit olan, «Bir satış içinde iki satış» [71] da
bu babtandır. Ebû Ömer b. Abdilberr «Bu hadislerin hepsi âdil kimseler
tarafından nakledilmiştir» diyor. Bunun için bütün fukaha bu satışın caiz
olmadığında ittifak etmiş, ancak yasak edilen bu satışın şeklinde ihtilâf
etmişlerdir. Ulemanın, bu satıştan olduğunda ittifak ettikleri üç şekil vardır
ki, bunlar da, iki şeyi iki bedele, bir şeyi iki bedele ve iki şeyi bir bedele
satmaktır. İki şeyi iki bedele satmak da iki şekilde düşünülebilir: Birincisi
«Bana şu şeyi şu fiatla satman şartıyla sana şu şeyi şu fıatla sattım»
şeklidir, İkincisi de «Sana şu köleyi bir dinara veyahut şu diğer köleyi iki
dinara sattım» şeklidir. Bir şeyi iki bedele satmak da yine iki şekilde
düşünülür: Biri «Sana şu elbiseyi peşin olarak on veyahut şu kadar va'de ile
yirmi dinara sattım» misalinde olduğu gibi, iki fiattan birinin peşin, birinin
de veresiye olması halidir. İkincisi de «Senden şu şeyi şu kadar va'de ile şu
fıata satın almak üzere peşin olarak şu fiata sattım» şeklidir. İki şeyin bir
bedele satılması da «Bu iki şeyden birini sana şu fiata sattım» misali gibidir.
Birinci şekil, yani
«Bana şu şeyi şu fiata satman şartıyla sana şu şeyi şu fita sattım» misali:
îmam Şafii açıkça, «Caiz değildir» demiştir. Zira her iki şeyin de fiatı
meçhuldür. Çünkü eğer bu iki şey ayrı ayrı satılmış olsaydı, taraflar her bir
satışta, anlaştıkları fiat üzerinde uyuşmazlardı. îmam Şafii'nin gösterdiği
sebeb, gerek satılan şeyin ve gerek satış bedelinin meçhul olmalarıdır.
ikinci şekil de -ki
«Sana şu şeyi şu fıata veyahut şu diğer şeyi şu fıata sattım» şeklidir-
Abdülaziz b. Seleme'den başka bütün ulema -para ister bir çeşit, ister değişik
çeşitler olsun- caiz olmadığında müttefiktirler. Abdülaziz b. Seleme ise, bunu
-her iki durumda da- caiz görmüştür. Caiz görmeyen cumhurun gösterdiği sebeb,
gerek satılan şeyin, gerek satıldığı fıatın meçhul-olmasıdır. îmam Mâlik'e göre
de, hileli riba muamelelerini önlemektir. Çünkü kişi, içinde iki elbiseden
birini seçmiş olabilir ki, o zaman bir elbise ile bir dinara öbür bir elbiseyi
de bir dinara satmış olur. Bu ise, İmam Mâlik'in usûlüne göre caiz değildir.
Üçüncü şekle gelince
-ki o da «Sana şu elbiseyi peşin olarak şu fîata, veresiye olarak şu fiata
sattım» şeklidir-: Eğer satış kesin olursa, caiz olmadığında ihtilâf yoktur.
Fakat kesin olmadığı zaman, îmam Mâlik, «Caizdir», İmam Ebû Hanife- ile îmam
Şafii «Caiz değildir. Çünkü taraflar, saüş bedelinin hangisi olduğunu
öğrenmeden birbirinden ayrılmış olurlar» demişlerdir. îmam Mâlik ise, bunu
"hıyar" babından addetmiştir. Çünkü ona göre eğer satış akdinde
"hıyar" şartı (seçimlilik) koşulursa, sonunda bir bedelin diğer bedele
çevrilmesini doğuran bir pişmanlık düşünülemez. Çünkü İmam Mâlik'e göre bu,
satışın sıhhatini engeller. Şu halde îmam Şâfıi ile îmam Ebû Hani-fe'ye göre bu
şeklin caiz olmayışının sebebi, satış bedeli miktarının bilinme-yişidir. Bu
itibarla bu satış yasak edilen garar satışı kabilîndendir. İmam Mâlik ise,
ribaya yol açan muamelelerin önünü almak düşüncesiyle fasid olduğunu söylemiştir.
Çünkü "hıyar" yetkisine sahip olan "kimse, içinde önce peşin ile
veresiye olan fıatlardan biri ile akdin infazını tercih etmişken bundan pişman
olup diğer fiatı tercih edebilir ki, o zaman, sanki bir bedeli diğer bedele
satmış olur. Bu ise, bir bedelin bir diğer bedelle.hem veresiye ve hem de
birbirinden fazla olarak değiştirilmesi demektir. Bu da eğer bedel, para olursa
böyledir. Eğer para olmayıp yiyecek maddesi olursa, o zaman yiyecek maddesinin
aynı cinsten olan bir diğer yiyecek maddesiyle -biri diğerinden fazla olarak-
değiştirilmesi kabilinden olur ki, bu satış bir başka yönden de haram olur.
«Senden şu şeyi şu
kadar va'de ile veresiye olarak şu fiatla satın almak üzere sana peşin olarak
şu fiata sattım» şekline gelince: Bu şekil -kişinin, elinde bulunmayan bir şeyi
satmak kabilinden olduğu için- ulemanın icmaı ile caiz değildir. Bunun caiz
olmamasının bir başka sebebi de, satış bedelinin meçhul olmasıdır.
Alıcı hangisini
seçerse o lazım olsun, kaydıyla kişinin «Şu iki elbiseden birini sana bir
dinara sattım» demesi ve alıcı iki elbiseden birini seçmeden tarafların
birbirinden ayrılması haline gelince: Eğer elbiselerden her biri ayn
bir çeşitten olup
"Selem" satışı ile birbirleriyle değiştirilmesi caiz olan şeylerden
iseler, İmam Mâlik ile İmam Şafii bu satışın caiz olmadığında ihtilâf
etmemişlerdir. Abdülaziz b. Seleme ise, caiz olduğunu söylemiştir. Caiz olmamasının
sebebi hem mechuliyet, hem Garar'dır. Yok eğer elbiseler aynı cinsten iseler,
İmam Ebû Hanife ile îmam Şafii yine de «Caiz değildir» de-mişlerse de, İmam
Mâlik'e göre caizdir. Çünkü İmam Mâlik, aynı değerde olan mal çeşitlerinin
birbirleriyle satıldığı zaman -zarar az olduğu için- satış akdinden sonra
"hıyar"ı caiz görmüştür. Bu satışı caiz görmeyenler de zararın caiz
olmadığına bakmışlardır. Çünkü iki elbiseden hangisinin satıldığı öğrenilmeden
taraflar birbirinden ay almışlardır. Kısacası bütün ulema, satışlarda çok olan
zararın caiz olmadığı ve az olanın da caiz olduğu hususunda müttefiktirler.
Ancak zararın çeşitlerinden bazılarında -her iki ihtimali de taşıdığı için- az
mıdır, çok mudur diye ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik'in dediği
gibi caiz olduğunu söylersek ve alıcı da. -seçmek üzere- elbiseyi teslim
aldıktan sonra yanında ya zayi olur ya da bir zarara uğ-' rarsa, Mâlikilerden
kimisi «Satıcı ile alıcı zararda ortaktırlar», kimisi «Eğer zayi olduğuna dair
şahid bulunmazsa, zararın hepsi alıcıya aittir» -kimisi de eğer zarar
çoğunlukla görülen zararlardan s a, satıcıya, eğer az vukua gelen bir zarar ise
alıcıya aittir- demiştir.
Geri kalan kısmını
almak zorunda mıdır mes'elesine gelince: Kimisi «Zorundadır» kimisi «değildir»
demiştir ki bu, satışların ahkâmı bahsinde gelecektir. Şunu da bilmemiz gerekir
ki bu mânâya giren mes'elelerin hepsi, Fukaha'ya göre zarar babmdaııdır. îmam
Mâlik'e göre ise, bir kısmı zarar babından, bir kısmı da hileli riba
babındandır.
Bu
babtan olmak üzere mantuka ilişkin olan mes'eleîer işte bunlardır. Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in seniye (istisna) satışı ile şartlı satışı yasak etmesinin
sebebi de, her ne kadar yine zarar ise de, bu iki satışı, şart bakımından fasid
olan satışlar bahsinde anlatmayı daha uygun görüyoruz. [72]
Şeriatta meskût (hükmü
belirtilmeyen) geçip de fukaha arasında ihtilâf konusu olan mes'elelere
gelince:
Bu
mes'eleîer çoktur. Fakat biz -kıyas yapan müctehidİer için birer Örnek olsun
diye- sadece meşhur olanlarım anlatacağız. [73]
Satılan mallar iki
çeşit olup birinci çeşidi hazır olan ve görülen mallar-
dır ki, bu çeşit
malların satılabildiğinde ihtilâf yoktur. İkinci çeşidi de hazır olmayan
veyahut görülemeyen mallardır. İşte bu çeşit mallardır ki ulema satılabildiğinde
ihtilâf etmişlerdir. Kimisi «Hazır olmayan bir mal -tarif edilsin, edilmesin-
hiçbir zaman satılamaz» demiştir. İmam Şafii'nin iki kavlinden en meşhuru ve
tabiler tarafından benimsenen görüşü budur. İmam Mâlik ile Medine fukahasının
çoğu ise, «Hazır olmayan bir mal -eğer görülmediği süre içinde şeklinin
değişmesinden korkulan tipten değilse- evsafını söylemek suretiyle
satılabilir» demişlerdir. İmam Ebû Hanife de «Hazır olmayan bir malı -tarif
etmeden de- satmak caizdir. Ancak şu var ki alıcı onu gördüğü zaman beğenmezse,
satın almaktan cayabilir» demiştir. Hanefilere göre tarif üzerine yapılan
satışın sıhhati için, satılan şey görüldüğü zaman, edilen tarif doğru da çıksa
cayabilmenin şart koşulması gerekir. İmam Mâlik'e göre ise, eğer görüldüğü
zaman tarife uygun çıkarsa, satış kesinlesin îmam Şafii'ye göre de -tarife
uygun çıksın, çıkmasın- satış fasiddir. Kimisi de «İmam Mâlik'in mezhebinde
hazır olmayan bir mal -görüldüğü zaman cayabilmek şartıyla- tarif edilmeden de
satılabilir. İmam Mâlik'den yazılı olarak gelen rivayet böyledir» demiş ise de
Abdülvehhab bunu yadırgayarak, «Bu, bizim usulümüze aykırıdır» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
kişinin evsafını dinlediği şeyi tanımasının, gözü ile gördüğü şeyi tanımasından
az olması, o şeyin satılmasını caiz kılmayacak kadar o şey hakkında bilgisizlik
sayılır mı, sayılmaz mı dolayısıyla o şeyin o kimseye satışı garan çok olan
satışlardan olur mu, olmaz mı diye ihtilâf etmeleridir. İmam Şafii, bu satışı
garan çok. olan, İmam Mâlik de, az olan satışlardan görmüştür. îmam Ebû Hanife
ise, «Alıcı aldığı şeyi görmemiş olsa bile, eğer onu gördüğü zaman
cayabileceğim şart koşarsa, bu satışta -ne az, ne de çok- garar yoktur»
demiştir. İmam Mâlik «Kişinin, evsafını dinlemediği herhangi bir şey hakkındaki
bilgisizliği, o şeyi satın alabilmesine mani değildir» demiştir. İmam Mâlik'in
mezhebinde, satılan malın hazır olmadığı ya da açılıp bakılmasında zorluk
bulunduğu veyahut ikide bir açıp bakmakta bozulmasından korkulduğu zaman,
tarif edilmesinin görülmesi yerine geçtiğinde ihtilâf yoktur. Bunun içindir ki
îmam Mâlik, alıcıya numunesi gösterilen malın satışını caiz görmüş de kınından
çekilip bakılmayan silahın ve bohçası açılıp yoklanmayan elbisenin satışım caiz
görmemiştir. îmam Ebû Hanife, Said b. el-Müseyyeb'ten rivayet- olunan,
«Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'in ashabı derlerdi ki: Osman b. Affan ile
Abdurrahman b. Avf dan hangisinin alım-satımda daha kurnaz olduğunu öğrenmek
için birbirleriyle alışveriş etmelerini merak ederdik. Nihayet bir gün
Abdurrahman b. Avf, Osman b. Affan'dan, kırk bin veyahut dörtbin dirham
değerinde olan bir tarlası ile bir at satın aldı..» mealindeki habere
dayanmıştır. Bu haberde hazır olmayan bir malın -tarif edilmeden- satıldığı
anlatılmaktadır. İmam Ebû Hanife'ye göre hazır olmayan malın satışında malın
cinsini beyan etmek şarttır.
Tarif
üzerine veyahut görüldüğü zaman cayabilme şartıyla yapılan şanslarda bir başka
garar daha bulunmaktadır ki o da, satılan malın, satış anında mev-cud olup
olmadığının bilmmeyişidir. Bunun içindir ki, hazır olmayan malların şansında,
malın, yakın bir geçmişte görülmüş olmasını şart koşmuşlardır. Meğer -tarla
gibi- değişmesinden korkulmayan bir şey ola.. Bu yüzdendir ki îmam Mâlik de,
yakın bir geçmişte, yani değişmesinden endişe edilecek kadar uzak olmayan bir
zaman önce görülmüş olan bir malın satışım caiz görmüştür. [74]
Fukaha, mevcud ve
hazır olan eşyanın va'deli olarak satışının caiz olmadığında ve alıcıya satış
akdinin hemen ardında teslim edilmesi gerektiğinde müttefiktirler. Ancak îmam
Mâlik, Rabia ve Medine fukahasından bir cemaat değeri üstün olan cariyenin
muvazaa (indirim) şartı ile satılmasını caiz görmüş ve peşin olarak satışını
caiz görmemişlerdir. Ayrıca îmam Mâlik, hazır ve elde olmayan malın da peşin
olarak satışını caiz görmemiştir.
İbnü'l-Kasım'ın
«Kişinin, alacağı yerine borçlusundan, bahçesinin olgunlaşmış meyvalarmı
alması caiz değildir» diyerek bunu, alacağı alacakla değiştirmek kabilinden
sayması da bu babtandır. Eşheb ise buna cevaz vererek, «Bu alacağı alacakla
değiştirmek kabilinden değildir.. Çünkü alacak, henüz ödenmeyen borç demektir.
Burada ise meyvalar olgunlaştığı için alacaklı hakkını tahsil etmiş sayılır»
demiştir. Şu halde Eşheb'e göre meyvalann ilk çıkan kısmım teslim almak, henüz
çıkmayan kısmını da almanın yerine geçer ki, Mâlikilerin çoğu da bu
görüştedirler ve aynı zamanda îmam Ebû Hanife ile İmam Şafii de buna katılır. [75]
İslâm fukahasının
hepsi, «Tek bir kuşak olarak oluşan ve fakat henüz hepsi olgunlaşmayan bir ağaç
veya bahçenin meyvalarmı satmak caizdir» diye müttefik iseler de, kuşak kuşak
oluşan meyvaları satmanın cevazında ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik'in
mezhebinde bunu şu şekilde özetliyebili-riz:
Kuşak kuşak oluşan
meyvalar ya peşpeşe, ya aralıklı olarak oluşurlar. Eğer, meyvaları içinde, ilk,
orta ve son kuşakları bulunan incir ağacı gibi-aralıklı olarak oluşuyorlarsa,
henüz oluşmayanlar oluşanların satışına gir
mezler. Peşpeşe
oluşanlar da, kuşaklar ya -kavun, salatalık, patlıcan ve kabak gibi-
birbirinden -yırdedilemeyecek şekilde karışık olarak oluşurlar ya da -yonca ve
yeşil arpa gibi- bir kısım kesildikten sonra diğeri oluşur. Birincisinin
satışı hakkında İmam Mâlik'ten iki rivayet gelmiştir. İmam Mâlik bir rivayete
göre «Caizdir» bir rivayete göre «Caiz değildir» demiştir. İkincisinin satışı
hakkında ise, İmam Mâlik'in tek bir kavli vardır ki o da cevazdır. Küfe
fukahası, İmam Ahmed, İshak ve İmam Şâfıi ise bütün bunlarda İmam Mâlik'ten
ayrılarak, «Kuşaklardan birinin -diğer bir kuşağın da dahil olması şartı ile-
satışı caiz değildir» demişlerdir..İmam Mâlik, karışık olan kuşakların
birlikte satışım, olgunlaşmayan meyvaları olgunlaşan meyvalarla birlikte
satışına kıyas ederek, «Orada nasıl birbirlerinden ayrılmaları mümkün olmadığı
için caiz ise, burada da aynı sebeble caiz olması gerekir. Çünkü şeyin nasıl
olduğunun bilinmeyişi ile, ne olduğunun bilinmeyişi arasında fark yoktur»
demiştir. İmam Mâlik herhalde olgunlaşan meyvalarla olgunlaşmayan meyvaların
birlikte satışına zaruretten dolayı izin verildiğine göre burada da aynı
zaruret bulunduğundan dolayı izin verilmesi gerektiğine kanidir. Çünkü İmam
Mâlik'e göre bazen zaruretten dolayı garara göz yumulur. Bunun içindir ki -bir
rivayete göre- İmam Mâlik, yonca ve yeşil arpanın birden çok kesimlerinin
birlikte satılmasına cevaz vermemiştir. Zira burada -kesimler karışık olmadığı
için- zaruret yoktur. Cumhura göre ise bunların hepsi, henüz var olmayan şeyin
satışı kabilindendir.
İmam Mâlik'e göre
şalgam, patates ve turp gibi toprak altında yetişen ürünler, yenebilecek duruma
geldikleri zaman satılabilirler. Fakat İmam Şafii, toprak altından çıkarılmadan
bunların satışını caiz görmemiştir. Çünkü bunların toprak altından
çıkarılmadan satılmaları, görülmemiş olan şey kabilindendir.
Ceviz, badem ve
baklagillerin kabuklarında satışı da bu babtandır. İmam Mâlik «Caizdir», İmam
Şafii, «Değildir» demiştir. İhtilâfın sebebi de, satıştaki garar, satışların
sıhhatini engelleyecek kadar çok mudur değil midir diye ihtilâf etmeleridir.
Zira ulema, gararın iki kısım olup satışın sıhhatine mani olmayan gararın,
ancak az olan, ya da zaruretten doğan garar olduğunda müttefiktirler.
Göl veya çayda
balıkların satışı da bu babtan olup sıhhatinde ihtilâf edilmiştir. İmam Ebû
Hanife «Caizdir» demiş ise de, İmam Mâlik'e göre caiz değildir. Tahmin ederim
ki İmam Şafii de -onun usulü caiz olmamasını gerektirdiği için- cevazını
benimsemiyordur.
Efendisinin evini
terkedip kaçan kölenin satışı da bu babtandır. Kimisi «Mutlaka caizdir» kimisi
«Mutlaka caiz değildir» demiştir ki İmam Şâfıi bunlardandır. İmam Mâlik
de" «Eğer satıcı ile alıcının ikisi de köleyi şahsen tanır ve nerede
olduğunu bilirlerse, caizdir» demiştir. Zannedersem İmam Mâlik kölenin kaçmış
olduğunun bilinmesini de şart koşarak, «Taraflar alıcının malı teslim
almadıkça satıcıya bedelini ödememeyi kararla ştınrlar»
demiştir. Kaçmış olan
köle ile devenin satışını caiz görenlerden biri de Osman el-Bettî'dir.
İmam Şafii'nin delili,
Şehr b. Havşeb'in Ebû Said el-Hudrî'den rivayet ettiği, «Peygamber (s.a.s)
Efendimiz kaçan kölenin, doğmamış yavrunun, sağılmamış sütün ve paylaşılmamış
ganimet malının satışını yasak etti» [76]
hadisidir. İmam Mâlik, her sağımda miktarı belli olan davarların sütünü, belli
bir süre için satmayı caiz görmüş ise de, tek bir koyununkini satmayı caiz
görmemiştir. Diğer fııkaha ise, «Sağılmadan ve ölçüsü belli olmadan, sütün
satışı caiz değildir» demişlerdir.
İmam Mâlik'in, derisi
yüzülmeyen gövdenin satışını caiz görmeyişi de bu babtandır.
Hasta olan köle
veyahut hayvanın satışı da bu babtandır. İmam Mâlik «İyileşmesinden umut
kesilmemiş ise satışı caizdir» demiştir. İmam Şafii ile İmam Ebû Hanife'ye göre
ise, caiz değildir. İmam Mâlik'ten de gelen bir diğer rivayet bu yoldadır.
Altın ve gümüş
madenlerinin toprağı ile kuyumcuların tozunu satmak da bu babtandır. İmam Mâlik
«Madenlerin toprağını aynı cinsten olmayan para ile satmak caizdir. Fakat
kuyumcuların tozunu satmak caiz değildir» demiş ise de, İmam Şâfıi her ikisini
de caiz görmemiş ve bir cemaat her ikisini de caiz görmüştür ki, Hasan Basri de
bunlardandır.
İşte cevazında ihtilâf
edilen satışlar bunlardır. Çoğunun sebebi de, satılan şeyin keyfiyetinin
bilinmeyişidir. Satılan şeyin miktarına gelince:
Ulema, tartılan
ölçülen ya da sayılan bir şeyin ne kadar olduğu bilinmeden satılmasının caiz
olmadığında müttefiktirler. Ulema, tartılan veyahut ölçülen şeylerin ne kadar
olduğunun o şeyleri tartmak veyahut ölçmek yolu ile öğrenildiği zaman,
satışının caiz olduğunda keza müttefik oldukları gibi, bu şeylerden bazılarının
miktarı tahminî olarak da bilinse satışının caiz olduğunda ve bazılarının da
caiz olmadığında müttefiktirler. Mâliki mezhebinin bu konudaki kaidesi
şöyledir:
Fertleri değil de,
çokluğu matlub olan şeylerin göz ayan ile satışı caizdir. Bunlar da, İmam
Mâlik'e göre birkaç çeşit olup bir çeşidinde asıl, ölçü veya tartı olmakla
beraber, tahminî olarak satışı caizdir. Bu da, ölçülen veya tartılan şeylerdir.
Bir çeşidinde de asıl, tahmindir. Fakat ölçülerek de satılır'. Bu da -tarla,
kumaş ve benzeri- metre işi şeylerdir. Bir çeşidinde de ne ölçü ile tartı ve ne
de tahmin caiz olmayıp sadece sayı ile satılır. Bu da -yukarıda söylediğimiz
gibi- çokluk değil, bizzat fertler matlub olan şeylerdir.
İmam Mâlik'e göre
altın ve gümüş külçelerini götürü olarak satmak caiz ise de, sikken' altın ve
gümüş paralan satmak caiz değildir. İmam Şafii ile İmam Ebû Hanife ise,
«Caizdir. Fakat mekruhtur» demişlerdir. îmanı
Mâlik'e
göre miktarı bilinmeyen bir buğday yığınını -ölçeği şu kadar dirheme olmak
üzere, yani ölçüldükten sonra kaç ölçek çıkarsa satıcıya o kadar para verilmek
üzere- satın almak caizdir. İmam Ebû Hanife ise «Bu satışla ancak bir ölçek
satılmış olur. Çünkü tarafların ifade ettikleri, sadece bir Ölçektir»
demiştir. îmam Mâlik'e göre bu şekilde satış, yalnız yiyeceklerde değil köle,
elbise ve benzeri misli olmayan şeylerde de caizdir. İmam Ebû Hanife ise
«Yalnız yiyecek maddeleri gibi misliyatta caizdir. Köle ve elbise gibi mislî
olmayan şeylerde caiz değildir» demiştir. Tahmin ederim ki diğerleri de hiçbir
şeyin -satış bedelinin ne kadar tutacağı belli olmadığı için- bu şekilde
satılmasını caiz görmemişlerdir. İmam Mâlik'e göre eğer satış peşin olursa,
alıcı satıcının yığın miktarı hakkında verdiği bilgiye dayanarak ölçmeyebilir.
Fakat diğer ulema* yığını ölçmeden satın almasını caiz görmemişlerdir. Zira
Peygamber (s.a.s) Efendimiz, yiyecek maddelerini ölçmeksizin satmayı yasak
etmiştir [77] İmam Mâlik «Kişi
miktarını bildiği malını, miktarını bilmeyen kimseye götürü olarak satamaz»
demiştir. İmam Şafii ile İmam Ebû Hanife ise, caiz görmüşlerdir. İmam Mâlik'e
göre, yasaklanan "Müzâbene satışı" bu babtandır [78].
Zira müzâbene, miktarı bilinmeyen bir şeyi, miktarı bilinmeyen bir diğer şeyle
değiştirmektir. Caiz olmayışının sebebi de, ribaya tabi olan maddelerde
birbirinden fazla olması, ribaya tabi olmayan maddelerde de satılan şeyin
miktarının kesin olarak bilinmeyi sidir. [79]
Bu satışların caiz
olmaması her ne kadar gararlı oldukları için ise de, nassen yasak edildikleri
için, caiz olmayan satışiann başlıbaşına bir kısmı sayılmaları lazım gelir.
Ulemanın bu satışlar hakkındaki ihtilâfları üç temel hadise dayanmaktadır. Bu
hadislerden biri, Câbir (r.a.)'in «Peygamber (s.a.s) Efendimiz, benden bir deve
satın aldı ve Medine'ye kadar deveye binme hakkını bana şart koştu» mealindeki
hadisidir [80] ki, bu hadis Sahih'te
geçmektedir. İkinci hadis, «Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
'Allah'ın kitabında
bulunmayan hiçbir şart -yüz tane de olsa- makbul değildir' buyurdu» mealindeki
Berire'nin hadisidir [81]. Bu
hadisin sıhhatinde ittifak edilmiştir. Üçüncü hadiste yine Câbir'in «Peygamber
(s.a.s) Efendimiz Mühâkale, Müzâbene, Muhabere, Muâveme ve şartlı satışları
yasak etti. Ancak Arâyâ'ya izin verdi» mealindeki hadisidir. Bu hadis de
Sahih'te yer alıp Müslim tarafından kaydedilmiştir [82] îmam
Ebû Hanife'den «Peygamber (s.a.s) Efendimiz şartlı satışı yasak etmiştir» diye
rivayet olunan hadis de [83]bu
babtandır. îşte bu hadisler arasında bulunan çelişme yüzünden ulema şartlı
satışın cevazında ihtilâf etmişlerdir.
Kimisi «Hem satış, hem
şart fasiddirler» demiştir. îmam Şafii ile îmam Ebû Hanife bunlardandırlar.
Kimisi «Hem satış, hem caizdirler» demiştir, îbn Şibrime de bunlardandır.
Kimisi de «Şart fasiddir. Fakat satış caizdir» demiştir. îbn Ebî Leylâ da
bunlardandır, imam Ahmed de «Eğer şart bir tane olursa caizdir, birden çok
olursa fasiddir» demiştir.
Hem şartın, hem
satışın fasid olduğunu benimsemiş olanlar, şartlı satışı yasak eden hadisin
umumuna dayanmışlardır. Her ikisini de caiz görenler Câbir'in birinci hadisini
dayanak yapmışlardır. «Satış caizdir. Fakat şart fasiddir» diyenler de
Berire'nin liadisindeki umuma bakmışlardır [84]. Bir
şam caiz görüp de birden çok şartlara fasid diyenler de, Ebû Davud'un
kaydettiği Amr b. Âs'ın «Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
i/e selef (selem) caiz değildir. Bir satışta
iki şart, uhdeye geçmeyen şeyin kârı ve yanında olmayan şeyi satmak da ciz
değildir' buyurdu» [85]mealindeki
hadisi ile ihricac etmişlerdir.
imam Mâlik'e gelince:
Ona göre şartlar üç kısım olup bir kısmında, kendisi de satış da fasiddir; bir
kısmında, kendisi de satış da caizdir; bir kısmında, kendisi fasiddir, fakat
satış caizdir, imam Mâlik'in sözlerinden bir dördüncü kısmın da bulunduğu
sezilmektedir. O da öyle bir şarttır ki onu koşan kimse, üzerinde durursa satış
fesada gider, ondan vazgeçerse caiz olur. Mâliki ulemasından birçok kimseler
bu tasımlan ayn ayn tarif etmişlerse de, birbirinden ayırdetmek zordur. Ancak
şunu diyebiliriz:
Bu şartlar, ihtiva
ettikleri, saüşın sıhhatini engelleyen riba veyahut ga-rann çokluk ve azlık
derecelerine göre birbirinden ayrılırlar. Buna göre hangi satışta koşulan şart
yüzünden çok miktarda riba veyahut garar bulunursa, -İmam Mâlik'e göre- şart
fasid olduğu gibi, satış da fasiddir; hangi satışta riba veyahut garar az
bulunursa, hem satış, hem şart caizdir ve hangi satışın riba veyahut gararı ne
az, ne de çok olursa, satış caizdir, fakat şart fasiddir. Mâlikîler, îmam
Mâlik'in bu görüşünü görüşlerin en üstünü diye vasıflandırırlar. Zira bu
görüş, hadislerin te'lifi demektir. Mâlikîler ise te'lifi tercihten üstün
tutarlar. İmam Mâlik'in tabilerinden sonrakiler bu konuda birbirine yakın
birtakım açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu açıklamaları yapanlardan biri
dedemdir. Biri Mazin, biri de Bacî'dir. Bacı bunu şu şekilde açıklamıştır:
Satışta şart koşulması
iki şekilde olur. Biri şudur: Herhangi bir kimsenin bir köle veya cariyeyi
satarken, «Onu azad ettiğin zaman velâ hakkı sana değil, bana ait olmak şartı
ile sana sattım» demesi gibi, satılan mal alıcının mülkiyetinden Çıkaktan sonra
koşulur. Bu kabil şartlar -Berîre'nin hadisi delaletiyle- satışın sıhhatini
engellemeyip sadece kendileri fasiddirler. İkincisi, satılan mal alıcının
mülkiyetinde iken koşulan şartlardır. Bu kabil şartlar da -derler ki- üç
kısımdır. Zira satıcı koştuğu şartla ya kendine bir menfaat sağlar ya alıcıyı
genel veyahut özel bir tasarruftan alıkoy ar ya da satılan maİ-da bir vasfı
şart koşar ki, bu da iki kısma aynlır. Çünkü şart koşulan vasıfta ya bir hayır
bulunur ya bulunmaz.
Kişinin, evini
satarken bir ay kadar -bir kavle göre bir yıl kadar- kendisinin evde oturmasını
şart koşması gibi, kendine küçük bir menfaat şart koşması -Câbir'in hadisine
istinaden- caizdir.
Cariyeyi satarken
alıcının cariyeye yaklaşmamasını veyahut onu satmamasını şart koşması gibi;
alıcıyı genel veyahut özel bir tasarruftan alıkoyması ise, caiz değildir.
Çünkü bu, istisnalı bir satıştır.
Kölenin azadlanması
gibi, satılan malda hayır kabilinden bir vasfın şart koşulmasına gelince: Eğer
vasfın satıştan hemen sonra vukuu şart koşulursa caizdir. Eğer gecikmeli olursa
-garan büyük olduğu için- caiz değildir. Kölenin hemen azadlanması şartı ile
satışını caiz gören İmam Mâlik'in bu görüşüne İmam Şafii de katılmıştır. Fakat
îmam Şafii'nin şartlı satışı caiz görmediğine dair bir diğer kavli de vardır.
Çünkü ona göre, Câbir'in hadisinde kesinlik yoktur. Zira bu hadiste -bir
rivayete göre- Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'in, deveyi satın alırken Medine'ye
kadar deveye binme hakkını Câbir'e şart koştuğu ifade edilirken bir diğer
rivayette, ona deveyi Medine'ye kadar ariyet (iğreti) olarak verdiği ifade
edilmektedir [86], İmam Mâlik ise, bunu
-gararı az olan satışlardan gördüğü için- az bir süre için caiz görmüş, uzun süre
için «caiz değildir» demiştir. İmam Ebû Hanife'nin prensibi ise, -şart ne
olursa olsun- şartlı satışın caiz olmamasıdır.
İmam Mâlik, başkasına
satmamak gibi, hayır kabilinden olmayan bir vasfın şart koşulmasını caiz
görmemiştir. Ancak İmam Mâlik'ten kimisi, bu satışın caiz olmadığını, kimisi,
yalnız şartın fasid olup satışın caiz olduğunu söylediğimi rivayet
etmiştir.
:
Satıcının alıcıya
«Senin paranı ne zaman verirsem, malımı yine bana geri verirsin» şeklinde
pazarlık yapmasına gelince: İmam Mâlik'e göre bu satış,\;aiz değildir. Çünkü bu
akid, satış akdi ile borçlanma akdi arasında dolaşan bir akiddir. Zira eğer
adamın parasını verirse borçlanma akdi, vermezse satış akdi olur.
Mâliki mezhebinde
İKÂLE 'de (satış akdinin feshi) de şart caiz midir değil midir diye ihtilâf
vardır. «İkâle, yeni bir satıştır» diyenler, satışın sıhhatini engelleyen
şeylerin ikâlenin de sıhhatini engellediklerini benimser. «İkâle, yapılan satış
akdinin bozulmasıdır» diyenler ise, satış ile ikâle arasında ayırım
yapmışlardır.
Bedelinin yansı
ödenmedikçe başkasına satılmaması şartı ile herhangi bir şeyin satışı hakkında
da ihtilâf etmişlerdir. Bir rivayete göre İmam Mâlik «caizdir» demiştir. Çünkü
bu satışta satılan şey, ödenmeyen bedelinin rehni yerine geçer. Rehin olabilmek
için de, başka şey ile satılan şey arasında fark yoktur. Îbnü'l-Kasım'dan gelen
rivayete göre ise, İmam Mâlik «Caiz değildir» demiştir. Çünkü bu şart alıcıyı,
satın aldığı şeyde uzun süre, tasarruf etmekten alıkoyar. Bunun içindir ki
İbnü'l-Mevvaz, «Eğer süre kısa olursa caizdir» demiştir.
Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'den, bir şeyi satan herhangi bir kimsenin, sattığı şeyin bedelinden
başka, ayrıca alıcıdan kendisine bir miktar borç vermesini şart koşmasını da
yasak ettiği rivayet olunmuştur [87].
Bunun için, ulema bu satışın caiz olmadığında müttefiktirler. Fakat satıcının,
istediği borcu teslim almadan bu şartından vazgeçtiği taktirde, yine de satış
fasid midir, değil midir diye ihtilâf etmişlerdir. İmam Ebû Hanife, İmam Şafii
ve diğer fu-kaha, «Fasiddir». İmam Mâlik ile -Muhammed b. Abdilhakem'den
başka-tabileri de «Caizdir» demişlerdir. İmam Malik'den, Cumhur gibi dediği de
rivayet olunmuştur. Cumhur, «Yasak, yasak edilen şeyin fasid olduğunu gerektirir.
Kaldı ki burada, alıcının satıcıya borç vermesi şart koşulduğu için, satış
bedelinin miktarı bilinmez olur» diye delil getirmiştir. Rivayete göre Muhammed
b. Ahmed b. Sehi el-Bermekî, Mâlikî ulemasından İsmail b. îs-hak'a «Bu mes'ele ile,
bir köleyi yüz dinar ile bir tulum şaraba sattıktan sonra 'Ben şarap tulumundan
vazgeçerim' diyen kimsenin mes'elesi arasında ne fark vardır? Halbuki bu satış,
ulemanın icmaıyla fasiddir» diye sormuş, İsmail de «bu iki mes'ele arasında
fark şudur: Kişi koştuğu şarttan vazgeçip geçmemekte seçimlidir. Fakat şarap
tulumu mes'elesi öyle değildir» diye cevab vermiştir. Oysa ki bu cevab hüccet
olamaz. Çünkü bu cevab, sorulan şeyin tekrarından başka bir şey değildir. Zira
soran «Bu iki mes'ele arasında fark nedir?» sorusu ile «Satıcı koştuğu şarttan
vazgeçip geçmemekte niçin seçimlidir de, şarap tulumundan vazgeçmekte seçimli
değildir?» diye sormak ister. En uygun olan, şu şekilde cevab vermektir: «Bu
satış ne lizatihi (doğrudan) haramdır, ne de onda, lizatihi haram olan bir şey
bulunduğu için haram kılınmıştır. Zira herhangi bir kimseden borç isteğinde
bulunmak -bilindiği üzere- haram değildir. Ancak borçlanma ile şartlandığı
için haram kılınmıştır. Şarap tulumu mes'elesinde ise durum böyle değildir.
Zira bu mes'elede satışı haram kılan sebeb, satışın herhangi bir şeyle
şartlandırılması değil, bedelinden bir kısmının lizatihi haram olan bir şeyden
ibaret olrçası-dır».
Esasında bu ihtilâ f,
«Şartlı olduğu için fasid oları bir satışın, fasidliği-ne sebeb olan şart
ortadan kalktığı zaman, fesad vasfı da kalkar mı, yoksa -nasıl lizatihi haram
olan bir şey, içinde bulunduğu için fasid olan bir satışın fesad vasfı, o şeyin
ortadan kalkması ile kalkmıyorsa- kalkmaz mı?» diye edilen ihtilâfa dayanır.
Bu ihtilâfın bir
sebebi de şudur: «Bu satışın fasid olması bir sebebe dayanır mı, yoksa taabbüd
müdür?». «Bir sebebe dayanır» diyecek olursak, şart ortadan kalktığı zaman
fesad vasfının da kalkması lazım gelir. «Taabbüddiir» dersek, şart kalksa da,
fesad vasfı kalkmaz. İmam Mâlik «Sebebe dayanır», cumhur da «Taabbüddür»
demiştir.
Riba ve gararlı
satışlardan çoğunun fasid oluşu taabbüddür. Bunun içindir ki satıştan sonra
ribadan vazgeçilse veyahut garar ortadan kalksa bile -Cumhura göre- satış
mün'akid olmaz ve vaki olduğu zaman -«Fasid satışların ahkâmı» bahsinde
geleceği üzere- hükmünde ihtilâf edilmiştir.
îrban (kaparolu,
urbûn) satışı da bu babtan olup İslâm ulemasının cumhuru, caiz olmadığı
görüşündedirler. Ancak tabiinden, içinde Mücâhid, İbn Şîrîn, Nâfı1 b. Hars ve
Zeyd b. Eslem'in bulunduğu bir kitle «Caizdir» demiştir. İrban satışının şekli
şöyledir;
«Kişi, herhangi bir
şeyi satın alırken satıcıya, satış bedelinin hepsini değil de, az bir
miktarını kaparo olarak verir. Eğer satış akdi tamamlanırsa verilen kaparo,
satış bedelinden mahsub edilir, tamamlanmazsa satıcıya bırakılıp ondan
vazgeçilir».
Bu satış, tehlikeli ve
sonu meçhul olan bir satış ve aynı zamanda başkasının malını bedavadan yemek
kabilinden olduğu için, cumhur haram olduğunu benimsemiştir. Zeyd b. Eşlem
ise, «Peygamber (s.a.s) Efendimiz, cevaz vermiştir» demiştir. Hadisçiler ise
«Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den, buna cevaz verdiği iş itilmemiş tir» derler.
Bu babtan olmak üzere
ulemanın, yasak edilen istisnalı satışlara girer mi, girmez mi diye ihtilâf
ettiklefi birtakım meşhur mes'eleler daha vardır. Bunlardan biri herhangi bir
kimsenin, gebe olan bir hayvanına -karnındaki yükü istisna ederek- satmasıdır.
îmam Mâlik, İmam Ebû Hanife, îmam Şafii ve Süfyan Sevrî olmak üzere îslâm
fukahasının cumhuru, caiz olmadığı görüşündedirler. İmam Ahmed, Ebû Sevr ve
îmam Dâvûd ise «Caizdir» demişlerdir ki bu görüş, Abdullah b. Ömer'den de
rivayet olunmuştur.v
Bu ihtilâfın sebebi,
bu müstesna, istisna edildiği şeyle birlikte satılmış olur mu, yoksa satıcının
mülkiyetinde mi kalır diye edilen ihtilâftır. «Satılmış olur» diyenler, «Nasıl
bir şey olduğunun ve selâmetle çıkıp çıkmayacağı bilinmediği için bu satış
yasak edilen istisnalardan olup caiz değildir» demişlerdir.
Herhangi bir hayvanını
-bir kısmını istisna ederek- satan kimse hakkında da Mâliki mezhebinin görüşü
özet olarak şöyledir:
«İstisna edilen kısım
ya hayvanın tümünden belli bir miktardır ya belli olan bir organıdır ya da
tartısı belli olan gövdesinin bir kısmıdır. Eğer hayvandan -gövdenin üçte
veyahut dörtte biri gibi- belli bir miktarı ise, cevazında ihtilâf yoktur.
Eğer belli bir organı ise, o organda ya görülen, ya da görülmeyen bir şeydir.
Eğer -hayvanın karnındaki yavrusu gibi- görülmeyen bir şeyse caiz değildir.
Eğer -baş, el ve ayaklar gibi- görülen şeyler ise, o zaman hayvan ya kesilmesi
caiz olan ya da olmayan hayvanlardandır. Eğer kesilmesi caiz olmayan
hayvanlardan ise caiz değildir. Çünkü herhangi bir kimsenin bir köleyi -başını
istisna ederek- satması caiz değildir. Zira hakkını alıcının hakkından
ayıramaz. Bunda ihtilâf yoktur. Eğer kesilmesi caiz olan hayvanlardan ise ve
istisna edilen şey de bir değer taşıyor ve aynı zamanda hayvanın
satışı, kesilmesi
şartı ile olmuş ise, imam Mâlik'in mezhebinde bunun hakkında -biri caiz olmadığına,
diğeri de caiz olduğuna dair olmak üzere- iki kavil vardır. En meşhuıîan
birinci kavildir. İkinci kavlin sahibi de, koyunun -el ve ayaklan ile başı
istisna edilerek- satışını caiz gören İbn Habib'dir. Eğer istisna edilen şey
bir değer taşımıyorsa satışın cevazında Mâlikîler ihtilâf etmişlerdir. Caiz
olmadığım söyleyen imam Mâlik, 'Çünkü eğer istisna edilen organ derisi ile
birlikte istisna edilirse, derinin altı görülmeyen bir şeydir. Eğer derişiz
olarak istisna edilirse, derisi soyulduktan sonra nasıl olacağı belli değildir'
diye delil getirmiştir. Caiz olduğu görüşünde olan İbn Habib de, 'Kişi, belli
ve bilinen bir organı istisna ettiği için, organ üzerindeki derinin ona zararı
yoktur. Nitekim buğdayın da başağında ve cevizin kabuğunda satılması caizdir'
demiştir".
Kesilmesi şartı ile
satılan hayvandan -üç kilo, dört kilo gibi- ağırlığı belli bir kısmın
istisnası hakkında ise, İmam Mâlik'ten iki rivayet gelmiştir, ibn Vehb caiz
olmadığını, ibn Kasım da, istisna edilen kısmın gramajı az olmak şartı ile caiz
olduğunu kendisinden rivayet etmişlerdir.
Ulema -bu babtan olmak
üzere- bir hurmalıktan belli birkaç ağacın meyvalannı satın almanın cevazına
kıyas ederek, bir bahçenin meyvalan satılırken belli birkaç ağacı istisna
etmenin cevazında ve satıştan sonra alıcı tarafından seçilinceye kadar belli
olmayan birkaç ağacı istisna etmenin de -tarafların kesin olarak bilemedikleri
şeyin satışı kabilinden olduğu için- caiz olmadığında ittifak etmişlerse de,
herhangi bir kimsenin, bahçesini sattıktan sonra birkaç ağacı istisna etmesinin
caiz olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Cumhur «Ağaçların hepsi aynı
evsafta olmadığı için caiz değildir» demiştir, imam Mâlik'ten ise, caiz
gördüğü rivayet olunmuştur. Îbnü'l-Kasım da imam Mâlik'in görüşünü ağaçlar hakkında
red, davarlarda ise kabul etmiştir. İmam Mâlik ile İbnü'l-Kasım'ın -sonradan
alıcı tarafından tayin edilmek üzere- bir bahçeden belli olmayan birkaç ağaç
satın almanın cevazı hakkındaki sözleri de birbirine uymamaktadır.
Ulema, bir kimsenin
bahçesinin hurmalarını satarken -bir Ölçek, iki ölçek gibi- ölçüsü belli olan
miktarını satıştan istisna etmesinin cevazında da ihtilâf etmişlerdir. Ebû Ömer
b. Abdilberr, «Görüşlerine göre fetva verilen ve eser yazılan İslâm fukahası,
caiz olmadığı görüşündedirler. Zira bu istisna, belli olan bir miktarın belli
olmayan bir miktarın satışından istisnadır. Peygamber (s.a.s) Efendimiz ise
istisnalı satışı yasak etmiştir. îmam-Mâlik ile ondan önceki Medine fukahası
ise, 'Eğer istisna edilen miktar, istisna edildiği meyvalann üçte birinden az
ise caizdir, çok ise caiz değildir' demişlerdir. Bunlar bu satışı, ne kadar
olduğu belli olmayan ve götürü olarak satılıp da belli bir miktarı istisna
edilen bir buğday yığınının satışına kıyas etmişlerdir. Halbuki bu da cevazında
ihtilâf edilen bir istisna olduğu için herhangi bir istisnanın cevazı için
Örnek olamaz» demiştir.
Ulema, «Bir akidde,
herhangi bir şeyi hem satmak ve hem kiralamak caiz midir, değil midir?» diye
ihtilâf etmişlerdir. îmam Mâlik ile tabileri, «caizdir» demişlerse de, ne Küfe
fukahası, ne de İmam Şafii -bu durumda satış bedelinin miktarı bilinmediği
için- caiz görmemişlerdir. İmam Mâlik «Kira bedeli ile kiralama süresi
bilindiği zaman satış bedelinin miktarı meçhul değildir» demiştir. Kimisi bunu,
bir akidde iki satış kabilinden görmüştür.
Ulema borçlanma ile
birlikte satışın da caiz olmadığında -yukarıda da söylediğimiz gibi- icma1
etmişlerdir.
Bir akidde borçlanma
ile ortaklığın hükmü hakkında da îmam Mâlik'in birbirine uymayan kavilleri
vardır. İmam Mâlik bir kere «Caizdir», bir kere
«Değildir» demiştir.
Bu satışların hepsinin
-caiz olmamalarının sebebi kuvvetli midir, zayıf mıdır diye ihtilâf edildiği
için- caiz olup olmadıklarında ihtilâf edilmiştir. Herhangi bir mes'elede caiz
olmayışın sebebini kuvvetli görenler «Caiz değildir» zayıf görenler «caizdir»
demişlerdir. Bu da, müctehidin buluş ve zevkine göre değişir. Çünkü bu
satışların caiz olması da olmaması da delillerin kuvvet ve zayıflığı bakımindan
aynı derecededirler. Kanaatimce «Bu gibi mes'elelerde görüşleri birbirlerine
zıt olan müctehidlerin ikisi de yanılmış değillerdir» denilse yanlış bir söz
söylenmiş olmaz. Bunun içindir ki ulemadan kimisi bu gibi mes'elelerde tahyir
(serbestlik) yolunu tutmuştur.
İslâm fukahasının
tümü, «Bu satış mekruhtur. Fakat eğer yapılırsa geçerlidir. Çünkü henüz
kesinleşmemiş olan bir satış üzerine yapılan bir satıştır» demişlerdir. İmam
Dâvıid ile tabileri ise, yasaklamadaki umuma bakarak, «Bu satış -hangi durumda
olursa olsun- yapıldığı zaman geçersizdir» demişlerdir, îmam Mâlik ile bazı
tabilerinden de, henüz fırsat elden gitmemiş-se, fesh edilmesinin gerektiği
rivayet olunmuştur. İbnü'l-Mâcişûn ise -yukarıda da geçtiği üzere- bunu
satışta inkâr ederek, «İmam Mâlik satışın değil, nikâhın feshedilmesi gerektiğini
benimser» demiştir.
Ulema,
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in «Bir kimse, kardeşinin pazarlığı üzerine
pazarlık yapmasın» hadisindeki yasağa zımmî denilen İslâm idaresi altındaki
hristiyan ve yahudiler de girer mi, girmez mi diye ihtilâf etmişlerdir. Cumhur
«Zımmî ile zımmî olmayan kimseler arasında bu konuda fark yoktur» demiştir.
Evzâî ise «Zımmî'nin pazarlığı üzerine pazarlık yapmakta bir sakınca yoktur.
Çünkü zımmî, müslümanın kardeşi değildir. Peygamber (s.a.s) Efendimiz ise,
'Bir kimse, kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık yapmasın buyurmuştur»
demiştir. Bunun içindir ki her ne kadar cumhur, artırma satışının cevazı
görüşünde ise de, bazı kimseler caiz olmadığını söylemişlerdir. [88]
Bu babtan olmak üzere,
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in şu satışları yasak ettiği sabittir [89]:
1- Bir
kimsenin satışı üzerine satış yapmak,
2- Bir
kimsenin pazarlığı üzerine pazarlık etmek,
3- Satmak
üzere yiyecek maddelerini şehre getiren köylü kervanını şehir dışında
karşılamak,
4- Satıcı
ile alıcı arasına girerek ve kendisini alıcı imiş gibi göstererek alıcıyı
kandırıp yüksek fiyat vermesine çalışmak.
Ulema, hadislerde
geçen bu deyimlerin mânâlarını açıklamada ihtilâf ederek birbirinden pek uzak
olmayan birtakım yorumlarda bulunmuşlardır. İmam Mâlik, «'Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in,
'birinizin satışı
üzerine satış yapmayınız' hadisi ile 'Peygamber (s.a.s) Efendimiz, herhangi
bir kimsenin kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık etmesini yasak etti'
hadisinin mânâları birdir» demiştir. Bu da, satıcının malım pazarlık eden
kimsenin verdiği fiyatı kabullenmek üzere iken ve aralarında meselâ paranın
sahte olup olmadığını incelemek veyahut malın ayıplarından sorumluluk kabul
etmemek gibi ufak bir anlaşmazlıktan başka bir şey kalmamışken herhangi birinin
alıcıya, «Ben sana bundan daha ucuz ve daha kaliteli bir mal verebilirim»
diyerek onu satın almak istediği malı almaktan caydırmağa çalışmasıdır.
imam Ebû Hanife de bu
hadisi, İmam Mâlik'in yorumladığı şekilde yorumlamıştır. Süfyan Sevrî de
«Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in 'Birbirinizin satışı üzerine satış yapmayınız'
hadisi, 'Herhangi bir kimse çıkıp taraflardan birine, Bende bundan daha iyisi
vardır demesin' demektir» demiş ise de bu sözü ne zaman söylemenin caiz
olmadığını açıklamamıştır. İmam Şafii de «Hadisin mânâsı 'Satış akdi dille
yapıldıktan sonra ve fakat taraflar daha birbirinden aynlmamışken, herhangi
biri gelip satılan maldan daha iyi bir malı ortaya sürmesin' demektir»
demiştir. İmam Şafii'nin bu yorumu, satışın ancak, tarafların birbirinden
ayrılması ile kesinleştiğine dair olan görüşüne dayanmaktadır. O halde İmam
Şafii ile İmam Mâlik, yasağın ancak, satışın kesinleşmek üzere bulunduğu sıraya
mahsus olduğunda müttefiktirler. Fakat satışın ne zaman ve ne ile kesinleştiği
hususunda -ileride söyleyeceğimiz üzere- ihtilâf etmişlerdir.
Bu
ihtilâfın sebebi, "Hadisteki yasak kerahete mi mahmuldür, yoksa hürmete
mi? Şayet hürmete mahmul ise, bu satışın haram olması bütün durumlarda mıdır
yoksa bazı durumlara mahsus mudur?" diye ihtilâf etmeleridir. [90]
Köylü kervanını şehir
dışında karşılamanın yasaklanışına gelince: İmam Mâlik, «Bu yasağın muhatablan
çarşı-pazar halkıdır. Çünkü eğer çar-şı-pazar halkının bir kısmı köylünün
getirdiği eşyayı şehir dışında satın alırsa, ucuz eşya almaya yalnız kendileri
imkân bulmuş olacaklardır» diyerek eşyayı, pazara gelmeden satın almanın caiz
olmadığı görüşünde bulunmuştur. Bu da, eğer kervan şehire yakın bir yerde
karşılanırsa böyledir. Şehirden uzak yerlerde karşılamanın bir sakıncası
yoktur. Uzaklığın en azı da, mez-hebte altı mildir, imam Mâlik'e göre şehir
dışında yapılan satış geçerlidir. Fakat satın alınan şey, eğer pazarda satışı
gelenek olan şeylerden ise, alıcı, onu satın almak isteyen bütün pazar halkını
kendine ortak kılmak zorundadır. İmam Şafii ise, «Yasaktan maksat, satıcının
menfaatini korumaktır. Çünkü mal sahibi pazara İnmeden raici bilmeyebilir»
demiştir [91] İmam Şâfîi «Şayet satış
vaki olursa sancı raici öğrendikten sonra -isterse- cayabilir» derdi.
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«Eşyayı
karşılamaya çıkmayın. Kim karşılamaya çıkıp da ondan bir şey satın alırsa, eşya
sahibi çarşıya geldiği zaman -isterse- cayabilir» [92] hadisi
İmam Şafii'nin görüşünde nass'nr ki, bu hadis sabit olup Müslim il hadis
kitaplarında yer almıştır. ha ile diğer[93]
Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in şehirlinin köylüye simsarlık edip malını satmayı yasaklayışına
gelince: Ulema bu yasağın mânâsında ihtilâf etmiş-
lerdir. Kimisi
«Şehirli, köylünün malını satamaz» demiştir, İmam Mâlik'ten «Şehirli, köylüye
bir şey satın alabilir mi, alamaz mı?» diye iki kavil rivayet olunmuştur. İmam
Mâlik bir kere «Satın alabilir» demiştir ki, Ibn Habib buna katılır. Bir kere
de «Alamaz» demiştir. Mâlikîlere göre, «şehirli; şehir denilen nüfusu yoğun
olan yerlerde oturan kimselerdir. Kimisi İmam Mâlik'ten, «Köylüler de, çadır
hayatını yaşayan göçebelerin malını satamazlar» dediğini de rivayet etmiştir.
İmam Şafii ile Evzâî de İmam Mâlik'in görüşüne katılır. İmam Ebû Hanife ile
tabileri ise, «Şehirlinin köylüye simsarlık etmesinde ve ona raici
bildirmesinde sakınca yoktur» demişlerdir. Evzâî de «Caizdir» demiştir. İmam
Mâlik ise, şehirlinin köylüye raici bildirmesini mekruh görmüştür.
Şehirlinin köylüye
simsarlık etmesinin caiz olmadığım söyleyenler, «Bu yasaktan maksad, şehirliye
ucuz bir hayat ve kolaylık sağlamaktır. Çünkü yiyecek maddeleri, köylü ve
çadır hayatını yaşayanlar tarafından üretildiği için köylerde daha ucuz ve
sağlanması daha kolaydır. Hatta çoğu kez bedava olarak bile elde edilebilir»
demişlerdir. Herhalde bunlar, şehirlinin köylüye hayır ve iyilik istemesini ve
ona gerçeği söylemesini mekruh görmüşlerdir. Halbuki bu, Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in «Din nasihattir (hayırhahtık, sadakat ve doğruyu söylemektir) » [94]
hadisine aykırıdır. Şehirlinin köylüye simsarlık etmesini caiz gören İmam Ebû
Hanife bu hadis ile ihti-cac etmiştir. Cumhurun delili de, Müslim ile Ebû
Davud'un kaydettikleri, Câbir'in «Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
'Hiçbir şehirli, bir
köylüye simsarlık ederek malını satmasın. Bırakın Cenâb-ı Allah, insanları
birbirlerinden geçindirsin' buyurdu» [95]mealindeki
hadisidir.
Fakat hadisin bu son
kısmım 'Bırakın Allah insanları birbirlerinden geçindirsin' -tahmin ederim ki-
Ebû Dâvûd yalnız kaydetmiştir.
En çok akla gelen
şudur ki, bu yasak köylüyü aldanmaktan korumak içindir. Çünkü köylü pazara
geldiği zaman -raici bilmediği için- kandırabilir. Meğer hadisin bu son kısmı
sabit ola.
Şehirlinin
köylüye simsarlık edip malını satmasının caiz olmadığı görüşünde olanlar, bu
satışın -vaki olduğu zaman- geçerli olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. İmam
Şâfıi «Caiz olmamakla beraber geçerlidir. Çünkü, Peygamber (s.a.s) Efendimiz
'Bırakın, Cenâb-ı Allah insanları birbirlerinden rızıklandırsın buyurmuştur»
demiştir. Mâllkiler de kendi aralarında ihtilâf ederek kimisi, «Geçerli olup
fesholunmaz» demiş ise de, kimisi «fesho-lunur» demiştir. [96]
Satıcı ile alıcı
arasına girerek ve alıcı imiş gibi görünerek alıcının yüksek fiat vermesine
çalışmanın yasaklanmasına gelince:
Bu davranışın caiz
olmadığında müttefik olan ulema, şayet birisi böyle yaparsa satış geçirli midir
değil midir diye ihtilâf etmişlerdir. Zahiriler «Geçersizdir», İmam Mâlik
«Ayıplı olan malın -aybını söylemeksizin- satışı gibidir. Alıcı isterse
reddeder», İmam Ebû Hanife ile İmam Şafii de «Bunu yapan kimse günah işlemiş
olur. Fakat satış geçerlidir» demişlerdir.
Bu
ihtilâfın sebebi, yasaklama -bizzat şeyden olmayıp dışarıdan olan bir sebebten
dolayı da olsa- yasak edilen şeyin fasid olduğunu ihtiva eder mi, etmez mi diye
ihtilâf etmeleridir. «İhtiva eder» diyenler «Satış geçersizdir», «İhtiva
etmez» diyenler «Geçerlidir» demişlerdir. Cumhur «Eğer yasak -riba ve garar
gibi- bizzat yasak edilen şeyde bulunan bir sebebten dolayı olursa, fasid
olduğunu ihtiva eder, dışarıda olan bir sebebten ötürü olursa ihtiva etmez»
demiştir[97]
Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in yasak ettiği suyun satışı da -herhalde-babtandır. Ebû
Bekir b. Münzir «Sabittir ki Peygamber (s.a.s) Efendimiz, kişinin ihtiyacından
fazla olan suyu satmasını yasak etmiştir» [98]demiştir.
Ulema bu yasağın yorumunda görüş ayrılığında bulunmuşlardır. Bir cemaat onu
umuma hamlederek, «Su -ister kuyu olsun, ister göl veyahut çeşme olsun, ister
bir kimsenin mülkünde, ister sahipsiz bir yerde olsun- hiçbir zaman satılamaz.
Ancak eğer bir kimsenin mülkünde olursa mülk sahibi, kendisine gereken
miktarda daha önceliklidir» demiştir ki, Yahya b. Yahya da bu görüştedir.
Yahya b. Yahya «Su, ateş, odun ve ot olmak üzere döıt şeyden -kanaatimce- hiç
kimse men' edilemez» demiştir. Kimisi de, bu hususta varid olan hadisleri -usul
ile çeliştikleri için- tahsis etmiştir. Zira -Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in
buyurduğu [99] ve üzerinde icma1
edildiği üzere -hiç kimsenin malı- sahibinin rızası olmaksızın- bir başkasına
helâl olmaz. Ancak bunlar, tahsis şeklinde ihtilâf ederek kimisi, «Hadisin mânâsı
şudur; Bir kuyuda ortak olup da sıra ile ve her gün biri, tarlasını sulayan
iki kişi, kendi günlerinde birbirlerini, ihtiyaçlarından fazla olan suyu
almaktan men' edemezler» demiştir. Kimisi de «Birbirlerine komşu olan iki
kişiden biri, kuyusunun duvarları yıkılıp kapanırsa, adam kuyusunu açıncaya
kadar komşusu onu kendi kuyusundan men' edemez» demiştir ki, bu iki yorum
birbirlerine yakındır. Zira, Peygamber (s.a.s) Efendimiz önce bir hadis ile
mutlak, sonra bir diğer hadis ile de ihtiyaçtan fazla olan suyu satmayı yasak
ettiği için, bunlar, «Her iki hadiste de satılması yasak edilen su, ihtiyaçtan
fazla olan sudur» diyerek mutlakı mukayyede hamletmişlerdir. İmam Mâlik ise,
hadislerde geçen suyu sahipsiz çöllerde bulunan kuyulara hamlederek, «Su, bir
kimsenin mülkü içinde bulunduğu zaman o kimsenindir. O kimse istediği kimselere
onu satabilir ve -susuzluktan ölüm derecesine gelip de satın almaya gücü
yetmeyen kimseler dışında- istediği kimseleri ondan men' edebilir» demiştir,
imam Mâlik, sahipsiz çöllerde bulunan kuyuların da, Önce bu kuyuları açan kimselerin
hakkı olduğu görüşündedir. İmam Mâlik, herhalde sahipsiz yerlerde kuyu açan
kimsenin açtığı kuyuya sahip olamadığını benimsiyordur. [100]
Anne ile çocuğunu birbirinden
ayırmak da bu babtandır. Zira Peygamber (s.a.s) Efendimiz.
«Her kim ki, bir anne
ve çocuğunu birbirinden ayırırsa, Cenâb-ı Allah kıyamet günü o kimse ile
sevdiği kimseleri birbirinden ayırır» [101]
buyurduğu için bütün ulema, çocuğu annesiz veya anneyi çocuksuz, olarak
satmanın haram olduğunda müttefik iseler de, bu satışın ne zaman caiz olduğu
ve henüz caiz olmamışken yapılırsa bozulup bozulmadığı konusunda ihtilâf
etmişlerdir, imam Mâlik'e göre bozulur. îmam Şâfıi ile imam Ebû Hanife ise,
«Bozulmaz. Fakat satıcı ile alıcı günah işlemiş olurlar» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
herhangi bir şey yasak edildiği zaman eğer yasak, o şeyin dışında bulunan bir
sebebten dolayı olursa, o şeyin fasid olduğunu gerektirir mi, gerektirmez mi
diye ihtilâf etmeleridir.
"Ne
zaman caiz olur?" konusuna gelince: imam Mâlik «Çocuğun diş çıkardığı
zaman», İmam Şâfıi: «Yaşı yedi» veyahut «sekiz olunca caiz olur» demişlerdir.
Evzâî de «On yaşını bitirmeden caiz olamaz. Çünkü çocuk on yaşını bitirinceye
kadar annesine muhtaç olup kendi kendini idare edemez» demiştir. [102]
Taraflardan
birinin normalin üstünde aldandığı satışlar da bu babtan olup bozulur mu,
bozulmaz mı diye ihtilâf etmişlerdir. îmam Mâlik'in mezhebinde meşhur olan
görüş, bozulmadığıdır. Abdülvehhab ise îmam Mâlik1 in bazı arkadaşlarından
«Eğer kişinin aldandiğı miktar, gerçek değerin üçte birinden fazla ise, satın
alınan mal geri verilir» diye nakletmiştir. Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
şehir dışında karşılanıp malı kendisinden satın alman köylünün -pazara
geldikten sonra- cayabileceğini buyurması, aldanmanın satışı bozma sebebi
olabildiğini gösteren bir delildir. Rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.s)
Efendimiz, kendisine Münkiz b. Hibban'ın alım-sa-tımlarda aldandığı söylenince
ona, «Üç güne kadar cayabilirsin» buyurmuştur. Eski fukahadan bir: cemaat, bu
hususta babanın da anne hükmünde olduğunu, bir cemaat de, bu hükmün kardeşler
hakkında da geçerli bulunduğunu söylemiştir. [103]
Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı
Kerim'de "Cum'a günü namaz için ezan okunduğu zaman, Allah'ı anmaya
koşun, ahmsatimi bırakın" [104]
buyurduğu için ulema, cum'a günü zevalden sonra İmam minberde iken ezanın
okunmaya başlaması ile alım-satımı bırakmanın gerektiğinde -bildiğime göre-
müttefiktirler. Fakat "Eğer ahm-satıma devam edilirse, yapılan satış
bozulur mu, bozulmaz mı? Şayet bozuluyorsa kimin satışı bozulur, kimin
bozulmaz? Diğer akidler de bu hükümde satış akdi gibi midir, değil
midir?"-diye ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik'ten gelen
meşhur rivayete göre bozulur. Kimisi de İmam Mâlik'ten «bozulmaz» dediğini
nakletmiştir ki, İmam Şafii ile İmam Ebû Hanife'nin de görüşü budur.
Bu ihtilâfın
sebebi,-yukarıda birçok kere söylediğimiz gibi-herhangi bir şeyin
yasaklanması, o şeyin dışında bulunan bir sebebten ötürü ise yasak edilen şeyin
fasid olmasını gerektirir mi, gerektirmez mi diye ihtilâf etmeleridir.
:
Kimin satışı bozulur,
kimin bozulmaz diye edilen ihtilâfa gelince: İmam Mâlik'e göre cum'a namazı
kendisine farz olan kimsenin satışı bozulur. Cum'a namazını kılmak zorunda
olmayan kimselerin satışı ise geçerlidir. Zahirilerin usulüne göre ise, cum'a
namazı vaktinde yapılan satışın -kimin olursa olsun- fasid olması gerekir.
Diğer akidlere
gelince: Bu akidlerin, alım-satım gibi kişiyi cum'a namazına gitmekten
alıkoyduklarına bakılırsa satış akdi hükmünde olmaları, alım-satım gibi her
zaman vaki olmadıklarına bakılırsa satış akdi hükmünde olmamaları lazım gelir.
Benim bildiğime göre
her ne kadar kimse söylememişse de, namaz vakitlerini bekleyen kimseler için
diğer namazlar da cum'a namazı hükmünde-dirler. Şayet alım-satım yüzünden
vaktin başında camiye gidip cemaatle namaz kılma fırsatı kaçıyorsa -hkngi
namaz için olursa olsun- ezan okunmaya başladı mı alım-satım bırakılmalıdır.
Nitekim Cenâb-ı Allah "Öyle kimseler
ki onları ne ticaret
ve ne de alış-veriş; Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekat vermekten
alıkoymaz" [105] buyurarak
namaz için alış-verişi bırakanları övmüştür.
Genel
olarak satışları fesada götüren sebeblenn bahsi burada bitmektedir. Sırayı,
artık satışların sıhhati için şart ve sebeb olan şeylerin bahsine getirmiş
bulunuyoruz ki bu da, satıhlar bahsinin ikinci kısmıdır. [106]
Satışlann
sıhhati için sebeb ve şart olan şeylerle, özet olarak satişlan fesada götüren
sebeblerin zıtlandır. Bu kısım da üç bahse aynlmaktadır. Birinci bahis satış
akdi, ikinci bahis ise satış akdinin konusu olan satılan şey, üçüncü bahis de
satış akdinin taraflan olan satıcı ile alıcı hakkındadır. [107]
Satış akdi, satıcının
«sana sattım» alıcının da «senden satın aldım» dedikleri gibi, satma ve satın
alma deyimlerinin geçmiş zaman fiil kiplerinden başka sözlerle sahih olamaz.
Şayet alıcı satıcıya «Metaını bana şu fıatla sat», satıcı da «Sana sattım»
derse -İmam Mâlik'e göre- satış vaki olur ve alıcıya da -eğer bir mazeret beyan
etmezsen- satıcının parasını vermek gerekir ise de, îmam Şafii'ye göre alıcı da
«Ben satın aldım» demedikçe satış vaki olmaz. Alıcının satıcıya «Metaını kaça
satıyorsun?», satıcının da «Şu fiata satıyorum» ve alıcının «Ben satın aldım»
demesi de, -satıcı tekrar «Ben sattım» demedikçe- bunun gibidir. Yani satış
vaki olur mu, olmaz mı diye ihtilâf edilmiştir.
İmam Şafii'ye göre
satış, sarih (açık) deyimlerle olduğu gibi kinaye (kapalı) deyimlerle de olur.
İmam Mâlik'in ise, bu hususta bir şey söyleyip söylemediğini hatırlayamıyorum.
İmam Şafii'ye göre
satış MUATAT ile, alıcının satıcıya -bir şey söyle-meksizin- satın aldığı malın
bedelini, satıcının da ona -bir şey söylemeksi-zin- sattığı malı vermesi ile
vaki olamaz.
Kanaatimce satışın
vaki olması için gerekli olan «sattım» ve «satın aldım» sözlerinin ayrılmadan
bu sözleri söylemelerinin gerektiğinde ihtilâf yoktur. Buna göre satıcı «sana
sattım» dedikten sonra alıcı orada cevap vermeyip, ancak ya kendisi veyahut
satıcı oradan kalkıp gittikten sonra bir daha dönüp «kabul ettim» derse, satış
vaki olmaz.
Fakat satışın ne
zamari vaki olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik, îmam Ebû Hanife,
bu iki Imam'ın tabileri ve Medine ulemasından bir cemaat, «Birbirinden
aynlmasalar bile biri 'Sattım' diğeri de 'Aldım' dedi mi, satış vaki olur»
demişlerdir. İmam Şafii, İmam Ahmed, Ishak, Ebû Sevr, îmam Dâvûd ve ashabtan
Abdullah b. Ömer (r.a.), «Satış, alıcı ile satıcının satış meclisinden kalkıp
ayrılmaları ile vaki olur. Alıcı ile satıcı birbirinden ayrılmadıkça -aradan ne
kadar zaman geçerse geçsin- vaki olmaz» demişlerdir, îbn Ebî Züeyb,
Îbnül-Mübârek, kadı Şüreyh, tabiinden bir cemaat ve başkaları da buna katılır.
Bu görüş aynı zamanda Abdullah b. Ömer ile ashabtan Ebû Berire el-îslâmî'den
rivayet olunmuş ve ashabtan hiçbiri onlara muhalefet etmemiştir. Bunların
delili de, îmam Mâlik'in Nâfi' tariki ile Abdullah b. Ömer'den rivayet ettiği
«Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
'Satıcı ile alıcı
-ayrılmadıkça- arkadaşı aleyhine satışı bozabilir' buyurdu» [108]
hadisidir.
Bu hadisin bazı
rivayetlerimde,
«Meğer biri arkadaşına
(satışı kabul veyahut red'den birini seç), dese» ziyadesi vardır. Aynca bu
hadisin senedi, muhaddislerce senetlerin en kuvvetli ve en sıhhatlisidir. Hatta
Ebû Muhammed, «Böylesi bir sened ahâd tarikiyle de olsa kesin inanç verir» demiştir.
Bu hadis ile amel
etmeyi reddedip satışın yalnız «Verdim»-«Aldım» sözleri ile vaki olduğunu
söyleyen diğer tarafa gelince: Bunlar değişik biçimlerde delil getirip her
biri bir şeye dayanmışlardır, imam Mâlik'in dayanağı, Medine halkının bu
hadise göre davrandıklarına rastlamayışıdır. Halbuki kendisinin bizzat
münkatı1 olarak rivayet ettiği îbn Mes'ud'un,
«Satışı yabanlardan
sancının sözü kabuldür ya da her biri aldığını geri verir» [109]
hadisi onun bu görüşüne terstir, imam Mâlik, herhalde bu hadisi umuma
hamletmiştir. Yani «Henüz birbirlerinden ayrılmışken de, ayrıldıktan sonra da
ihtilâf ederlerse, satışı bozabilirler» biçiminde yorumlamıştır. Çünkü, eğer
birbirlerinden ay-nlmalan satışın vaki olması için şart olsaydı, o zaman
birbirlerinden ayrılmamışken düştükleri ihtilâfın hükmünü açıklamaya gerek
olmazdı. Zira henüz birbirlerinden ayrılmamışken ihtilâfa düşseler de,
düşmeseler de -satış henüz kesinleşmediği için- satışı bozabilirler. Ancak
birbirlerinden ayrıldıktan sonradır ki, satışı bozabilmek için ihtilâfa düşmüş
olmaları şarttır. Bununla beraber bu hadis, münkatı' olduğu için birinci hadis
ile çeliştirilemedi-ği gibi, onunla çeliştirilmesi ancak umum mânâsında olduğu
taktirde mümkündür ki, bu da kesin değildir. O halde en iyisi, bu hadisi de
öteki hadise uy-gun biçimde yorumlamaktır. Tahmin ederim ki imam Ahmed de imam
Mâlik gibi bu hadisi müsned olarak kaydetmemiştir, işte satışın yalnız «Aldım-Verdim»
sözlerinin sarfedilmesiyle vaki olduğunu söyleyen İmam . Mâlik'in dayanağı
budur.
imam Mâlik'in tabilerine
gelince: Onlar da hem birtakım sem'î delillerin zahirine, hem kıyasa
dayanmışlardır. Sem'î delillerin en açığı "Ey iman etmiş olanlar, akidleri
yerine getirin" [110]
âyet-i kerimesidir. Çünkü akid -bilindiği üzere- tarafların «sattım» ve «saün
aldım» demelerinden başka bir şey değildir ve buradaki emir de vücub
anlamındadır. Henüz satıcı ile alıcının birbirlerinden ayrılmamışken satışı
bozabilmeleri ise, akdi yerine getirmenin vücubuna aykırıdır. Mâlikilerin
yaptıkları kıyas da şöyledir:
«Satış akdi de -evlenme,
hulu', rehin verme, kasden adam öldürme olaylarında kan bedeli üzerinde sulh
yapma akidleri gibi- bedelli bir akiddir. Bu akidlerde nasıl taraflar
birbirlerinden ayrılmamışken akdi bozamıyorlarsa, satış akdinin de öyle olması
lazım gelir».
Mâlikilere
«Zahirlerine dayandığımız sem'î deliller, yukarıda geçen ha'dis ile tahsis
edilmişlerdir. O halde sizin elinizde yalnız kıyas kalır. Bu duruma göre siz
de kıyası hadise tercih edenlerden olursunuz. Halbuki -İmam Ebû Hanife'nin
yaptığı gibi- kıyası hadise tercih etmek -her ne kadar imam Mâlik'ten de
rivayet olunmuşsa da- İmam Mâlik'in mezhebinde prensip olarak uygun
görülmemiştir» diye itiraz edildiği zaman «Bizim, bu kıyasa başvurmamız ne
hadisi red, ne de kıyası hadise tercih etmek demektir. Bizim bu ameliyemiz
hadisi te'vil ederek onu zahir olan anlamından bir başka anlama döndürmektir.
Bu ise usul-i fıkıh ulemasının ittifakıyla caiz olan bir şeydir» diye cevab
verirler. Mâlikiler: «Bu hadisi iki şekilde yorumluyoruz. Biri, hadiste geçen
satıcı ile alıcıdan murad, malı pazarlık eden ve henüz aralarında satış
kesinleşmeyen kimselerdir» diyorlar. Halbuki eğer böyle olursa, hadis hiçbir
şeyi ifade etmiş olmaz. Çünkü aralarında satış henüz kesinleşmeyen kimselerin,
satışı bozabildikleri zaten bilinen bir şeydir. Mâlikiler, hadisi ikinci
şekilde de yorumlarken, «Hadisteki satıcı ile alıcının birbirlerinden
ayrılmalarından murad 'Eğer ikisi birbirlerinden ayrılsalar, Allah her birini
kendi varlığından zenginleştirecektir' [111]
âyeti kerimesinde olduğu gibi bedenen değil, sözle birbirlerinden
ayrılmalarıdır» demişlerdir. Halbuki bu mânâ hakikat değil, mecazdır. Ayrılmanın
hakiki mânâsı bedenen ayrılmaktadır.
İşte satışın birinci
rüknü olan akdin ana kaideleri bunlardır. [112]
Satışın ikinci rüknü
olan satılan şeye gelince: Bunun da hem garar ve hem de ribadan salim olması
şarttır. Bu bahisten olmak üzere, üzerinde ittifak ve ihtilaf edilen konular
yukanda geçtiği için burada tekrarlamaya lüzum görmüyoruz.
Gerek
satılan şeyin ve gerek satış bedelinin garardan salim olması var olduğunun,
nasıl olduğunun, ne kadar olduğunun -satış vadeli ise- vadesinin ne zaman
geleceğinin bilinmesi ve sahibinin onu teslim edebilmesi ile olur. [113]
Satışın üçüncü rüknü
olan satıcı ile alıcıda da şunlar şarttır:
1- Sancının,
satılan şeye ve alıcının da satış bedeline, ya tam bir mülkiyetle sahip
olmaları ya da bunlara sahip olan kimselerin tam bir yetki ile vekili
bulunmaları.
2- Erginlik
çağına ermiş olmaları.
3- Hacir
altıpda bulunmamaları. Zira sefih olan kimse kendi malında, köle de efendisinin
malında tasarruf edemezler. Meğer köleye alış-veriş için izin verilmiş olsun.
Ulema, bu konuda, kişi
başkasına ait bir malı -sahibi kabul ederse kesinleşmesin, etmezse bozulsun
kaydıyla- sattığı zaman veyahut herhangi bir şeyi -aynı şartla- bir başkasına
satın aldığı zaman -ki buna «fuzûlî satışı» denilir- satış vaki olur mu, olmaz
mı diye ihtilâf etmişlerdir. İmam Şafii her ikisini de caiz görmemiş, İmam
Mâlik her ikisini de caiz görmüş, İmam Ebû Ha-nife de ikisi arasında ayırım
yaparak, «Satmak caizdir. Satın almak caiz değildir» demiştir.
Mâlikilerin delili,
Urvetü'l-Bârikî'den rivayet olunan «Peygamber (s.a.s) Efendimiz, bana bir dinar
vererek,
'Bu sürüden bize bir koyun satın al dedi. Ben
bir dinarla iki koyun aldım ve koyunlardan birini bir dinara satarak diğer
koyun ile dinarı getirip,
'Ya Rasâlallah, bu
dinar da, koyun da sizindir' dedim. Peygamber (s.a.s) Efendimiz, bana dua
ederek,
'Rabbim, alışverişini
bereketli kıl' buyurdu» [114]
mealindeki hadistir. Mâlikiler «Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'in kendisine
emretmediği halde iki koyun alması ve bu koyunlardan birini satması, başkası
adına saün almayı caiz görmeyen İmam Ebû Hanife'ye ve_ hem satmayı, hem satın
almayı caiz görmeyen İmam Şafii'ye karşı bir huccettir» demişlerdir, îmam Şafii
de «Peygamber (s.a.s) Efendimiz, kişiye sahibi olmadığı şeyi satmayı yasak
etmiştir» demiştir. Mâlikiler ise, bu yasağı kişinin sahibi olmadığı şeyi kendi
adına satmasına hamlederek, «Sahibi adına satarsa caizdir. Çünkü bu yasak
Hakîm b. Hizam hakkında varid olmuştur. Hakîm b. Hizam ise -meşhurdur ki-
başkasına ait olan mallan kendine satıyordu» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
herhangi biryasak, bir sebebten dolayı varid olduğu zaman, o sebebe has mıdır
yoksa genel bir yasak mıdır diye meşhur olan ihtilâftır. Bu kısmın ana
mes'eleleri işte bunlardır. Kısacası bu kısmın bahisleri aşağı-yukan birinci
bölümün bahisleri içine giriyorsa da, ilmî araştırma usulü, bu kısma ayn
olarak konu etmeyi gerektirmektedir.
Bu
bölüm ile ilgili olan konuşmamız, maksadımıza uygun bir şekilde burada sona
erdiğinden, üçüncü kısma, yani sahih olan satışların genel hükümleri bahsine
geçiyoruz. [115]
Bu kısmın mantık ile
yakın ilgisi bulunan ana kaideleri dört bölümde özetlenmektedir:
İ- Satılan
malda kusur, görülürse ne gibi bir hüküm doğurur?
2- Satılan
mal ne zaman ziyan görürse alıcının kesesinden gider?
3- Satılan
malın beraberindeki eşyadan hangileri onunla birlikte satılmış olur, hangileri
satılmaz?
4- Satıcı ile alıcı herhangi bir konuda ihtilâf ederlerse nasıl
çözümlenir? Bunu her ne kadar «Muhakeme usulü» babında ele almak daha uygun ise
de, bundan «Satışlar» babında bahsedilegeldiği için biz de buraya alıyoruz. Satışların
ahkâmından biri de istihkaktır. Şuf a da keza satışların ahkâmından-dır. Fakat
onun için de ayrı bir bab açmak adet olmuştur.
[116]
Bu
bölüm; iki babtan ibaret olup birinci bab, şartsız olarak satılan malda
kusurun, ikinci bab da, herhangi bir kusurdan sorumlu olmamak şartı ile satılan
malda bulunan kusurun ahkâmı hakkındadır. [117]
Satılan herhangi bir
malda bir kusurun bulunması üzerine malın geri verilmesi, "Birbirinizin
malını haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile yapılan alış-verişle yiyin"
âyet-i kerimesi ile sütünün çok olduğunu göstermek için sütü birkaç gün
sağılmayıp göğsünde biriktirildikten sonra satışa çıkarılan hayvan hakkında
varid olan meşhur hadise dayanmaktadır.
Kusurlu bulunan mal,
ya geri verilmesini gerektiren ya da gerektirmeyen bir akidle başkasına
verilmiş olur. Geri verilmesini gerektiren bir akid ile verilmiş olsa, o kusur
ya bir hükmü gerektirir, ya gerektirmez. Şayet gerektiriyorsa satıldıktan
sonra, malda ya bir değişiklik olur ya olmaz. Değişiklik olmazsa hükmü nedir?
Değişik olursa kaç çeşit değişiklik vardır ve her birinin hükmü nedir? îşte
bunun için bu babın ana kaidelerini içinde toplayan bahis beş fasıl olmuştur:
1- Mal
kusurlu olduğu için bir hükmü gerektiren akidlerle gerektirmeyen akidler
hangileridir?
2- Bir hükmü
gerektiren kusurların şartı nedir?
3- Satılan
malda bir değişiklik olmadığı zaman bir hükmü gerektiren kusurun hükmü nedir?
4- Satılan
malın alıcı elinde uğradığı değişiklikler kaç çeşittir ve herbiri-nin hükmü
nedir?
5- Satıcı ile alıcı ihtilâfa düştükleri zaman -her ne kadar buna «muhakeme
usulü» babında yer vermek daha uygun ise de- nasıl çözülür? [118]
Malda kusur
bulunmasından dolayı bir hükmü gerektirdiğinde ihtilâf bulunmayan akidler
bedelli olan akidlerdir. -Hibe ve sadaka gibi- bedelsiz akidlerde de kusurun
etkisi bulunmadığında ihtilâf yoktur. Akidlerin bu iki çeşidi arasında bulunan,
yani -sevab hibesi gibi- kendisi ile hem ikram, hem bedel kasdolunan akidlere
gelince: İmam Mâlik'in mezhebinde en zahir olan görüş, bu akidlerin, malda
kusur bulunması sebebiyle herhangi bir hükmü
gerektirmemektedir.
Kimisi de «Eğer kusur, akdi fesada götüren tipten ise, onunla hükmolunur»
demiştir. [119]
Bu
fasılda -"bir hükmü gerektiren kusurlar hangileridir ve bu kusurların
şartı nedir?" diye- iki konu işlenecektir. [120]
Bir hükmü gerektiren
kusurlar -ruhî ve bedenî olmak üzere- iki kısımdır. Bunların her biri de
satılan malda ya zıtlannın varlığı şart koşulur -ki buna «şart bakımından
kusur» denilir- ya zıtlannın varlığı şart koşulmasa bile, kendileri bir hükmü
gerektirirler. İşte bu kusurlardır ki zıtlannın yokluğu, asıl yaradılışta
eksiklik sayılır. Diğer kusurlara gelince: Bunlar da, zıtlan -bilgi ve san'at
sahibi olmak gibi- üstünlük ise de, kendileri eksiklik sayılmazlar. Bu
kusurlar da çoğunlukla ruhi iseler de, bazen bedeni de olurlar. Bedeni
kusurlardan da kimisi, canlılarda, kimisi de cansız olan varlıklarda bulunur.
Akid
üzerinde etkisi bulunan kusurlar-bütün ulemaya göre- satılan malın ya bünye
veyahut ruhunda, değerini düşüren bir eksiklik husule getiren kusurlardır. Bu
da, değişen zaman, yer, gelenek ve şahıslara göre değişir. Bazen -köle ve
cariyelerin sünnetli olarak doğmalan gibi- bünyede eksiklik sayılan bir şey,
şeriatta üstünlük ve fazilet sayılır. Değişen şeylerde bulunan bu gibi vasıflar
birbirlerine yakın olduğu için, ulema "hangi vasıf, hangi şeyde bulunduğu
zaman kusur sayılır?" diye ihtilâf etmişlerdir. Biz de, ulemanın kusur
olduğunda ihtilâf ettikleri bu vasıflann en meşhurlannı ele alacağız ki, fıkıh
ile uğraşan kimse için, geçmiş fukahadan herhangi birinin, hakkında bir şey
söylediğine vakıf olmadığı mes'elelerde bir düstur ve kanun mesabesine geçmiş
olsun. [121]
Bunlardan biri,
kölenin çapkın olmasıdır. îmam Mâlik ile îmam Şafii'ye göre bu vasıf kölede
kusurdur. İmam Ebû Hanife ise, «Kusur değildir» demiştir. Halbuki çapkınlık,
iffet denilen dini ahlâkta bir eksikliktir.
Köle ve cariyede
evlilik de -îmam Mâlik'e göre- kusurdur. Çünkü evlilik köle ve cariyeye hizmet
gördürme imkânını kısıtlayan bir şeydir.
Borçluluk da böyledir.
Kısacası, hangi şey zihin veyahut beden faaliyetini yavaşlatırsa, o şey kusur
sayılır. Bu yavaşlatıcı olan şey de bazan hariçten gelir, bazen de şeyin içinde
olur. Tahmin ederim ki, îmam Şafii «Ne borçluluk, ne de evlilik, kusur
sayılmazlar» demiştir.
îmam
Mâlik'e göre gebelik de, güzel cariyeler için kusur sayılır. Çirkin cariyelerde
ise, kusur sayılıp sayılmadığında -îmam Mâlik'in mezhebinde-ihtilâf edilmiştir. [122]
îmam Mâlik ile îmam
Şafii'ye göre tasriye de kusur sayılır. Tasriye, hayvanın, sütü çok olan
cinsten olduğu zannını vermek için, sütünü birkaç gün sağmayıp göğsünde
biriktirdikten sonra onu satışa çıkarmaktır. Bu iki imamın delili de, Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in,
«Deve ve sığırları
-sütlerini sağmayıp memelerinde biriktirerek- satmayın. Kim böyle yaparsa,
hayvanı satın alan kimse muhayyerdir, isterse ahkoyar, isterse, bir ölçek hurma
ile birlikte geri verir» [123]
diye meşhur olan tasriye hadisidir. Derler ki: Peygamber (s.a.s) Efendimiz
alıcıya hayvanı geri verme yetkisini verdiğinden, tasriyenin satış akdi
üzerinde etki yapan bir kusur olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bunu yapan kimse
-hayvanın gerçek vasfını gizlediği için- diğer kusurlan gizleyen kimse
hükmündedir.
îmam Ebû Hanife ile
tabileri ise, «Tasriye kusur sayılmaz. Zira herhangi bir hayvanın, satın
alındıktan sonra sütünün az olduğu görülürse, bunun kusur olmadığında ittifak
vardır. Tasriye hadisi ile de amel etmemek gerekir. Zira bu hadis birkaç yönden
usule aylandır» [124].
1- Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in «Nimet, külfete göredir» hadisi ile çelişmektedir. Halbuki
bu hadis sıhhatinde ittifak edilen bir hadistir.
2- Yiyecek
maddesinin, yiyecek maddesiyle veresiye olarak değiştirilmesi yasak
edilmiştir. Bu hadis ise, bu yasakla çelişir.
3- İtlaf
edilen bir mal, eğer misli işe karşılığında misli, misli değilse kıymeti
verilir. Sağılan sütün karşılığında bir ölçek hurma vermek, ne mislini ne
de kıymetini
vermektir.
4- "Sağılan sütün karşılığında bir ölçek hurma vermek,
ölçüsü belli olan bir yiyecek maddesinin, miktarı bilinmeyen, yani götürü
olarak bir diğer yiyecek maddesi ile değiştirilmesi kabilindendir. Zira
sağılan sütün ne kadar olduğu bilinmediği halde, karşılığında verilen hurmanın
miktarı bellidir" demişlerdir. Fakat bu hadisin hükmünü, bu ana
kaidelerden istisna etmek gerekir. Zira bu hadisin sıhhatinde ittifak vardır
ve onun bu hükmü sanki özel bir hüküm olup bu babtan değildir. [125]
Ulema
arasında, tek gözlülüğün körlüğün, el veya ayak kesikliğinin satış üzerinde
etki yapan kusurlar olduğunda ihtilâf yoktur. Hastalık da -ister herhangi bir
organda, ister bütün vücutta olsun- böyledir. İmam Mâlik'in mezhebinde güzel
cariyede saç ağarması da satışı etkileyen bir kusurdur. Kimisi de «Güzel
cariyede az ağarmanın sakıncası yoktur» demiştir. Cariyede -ister güzel, ister
çirkin olsun- istihâza da kusurdur. Aybaşı adetinin kesilmesi de -îmam
Mâlik'in mezhebinde meşhur olan rivayete göre- kusurdur. Korkaklık da
kusurdur. Duyu ve organların arızalanması da- kusurdur. Kısacası İmam Mâlik'in
mezhebinde sahibinin kıymetini azaltan her eksiklik kusurdur. Yatakta çiş
yapmak da kusurdur ki, İmam Şafii de buna katılır. İmam Ebû Hanife ise,
«Yatakta çiş yapan cariye, geri verilebilir. Fakat köle geri verilemez»
demiştir. Erkeğin, kadın ve kadının erkek çıkması da kusurdur. Muhalefetlerini
açıkladıklarımızdan başka, bütün bu dediklerimiz Mâliki mezhebine göredir. [126]
Bir hükmü gerektiren
kusurların şartına gelince: Bütün ulemanın ittifakıyla kusurun satış akdini etkileyebilmesi
için, satılan malda ya satılmazdan önce ya da -uhdeyi benimsemiş olanlara göre-
henüz alıcının uhdesine (eline ve sorumluluğuna) geçmemişken meydana gelmesi
şarttır. O halde biz burada ulemanın uhde hakkındaki ihtilâflarını
anlatmalıyız:
Uhdeyi -îmam Mâlik'ten
başka- İslâm fukahasından hiçbiri benimse-memiştir. Uhdeyi ancak kendisinden
önce Medine'de yaşayan Fukaha-i Seb'a (yedi fıkıh bilgini) ve başkaları
söylemişlerdir. İmam Mâlik'e göre uhde, satıştan sonra bir süredir. Bu süre
içinde alıcının elinde bile satılan malda bir kusur meydana gelirse o kusurun
ziyanı satıcıya aiitir. Uhde -uhdeyi benimsemiş olanlara göre- iki tane olup
biri üç gündür. Bu üç gün içinde satılan malda hangi kusur meydana gelirse o
kusurun ziyanı satıcıya aittir. Biri de bir yıldır. Bu da cüzzam, alaca ve akıl
hastalarına mahsustur. Yani satıştan sonra bir yıla kadar satılan malda bu üç
hastalıktan biri meydana gelirse, ziyanı satıcıya aittir. Bu üç hastalık
dışındaki kusurlar ise alıcıya aittir. Mâlikî-lere göre "üç gün
uhdesi", satışı bozabilme ve satılan cariyenin istibra (bekleme) süreleri
gibidir. Yani satıştan sonra üç güne kadar, gerek satılan malın masrafı ve
gerek uğradığı herhangi bir ziyan satıcıya aittir. "Yıl uhdesi"nde
ise, gerek masraf ve gerek -yukarıda geçen üç hastalıktan başka- her türlü ziyan
alıcıya aittir. îmam Mâlik'e göre uhde yalnız kölelerin değil, veresiye olmayan
ve bir süre bekletilmek için satın alınan her şeyin satışında caridir.
Mâlikiler arasında bunda ihtilâf yoktur. Fakat bu şartı haiz olmayan satışlarda
ihtilâf etmişlerdir. En meşhur olan rivayete göre îmam Mâlik, «Yıl uhdesi, üç
gün uhdesi bittikten sonra başlar» demiştir. Sözleşme süresi ise, eğer üç
günden çok olursa üç gün uhdesi ile birleşir. Yıl uhdesi istibra uhdesi ile birleşmez,
îmam Mâlik'in mezhebinde zahir olan görüş budur. Fukaha-i Seb'a ise,
«Uhdelerden hiçbiri, diğer bir uhde ile birleşmez. Önce istibra, sonra üç gün,
ondan sonra da yıl uhdesi gelir» demişlerdir.
İmam Mâlik'ten
"Her ülke halkına -uhdeye zorlanmasalar bile- uhde lazım gelir mi, gelmez
mi?" diye iki rivayet gelmiştir. Lazım gelmediğini söylersek, "Her
ülke halkının uhdeye zorlanması vacib midir, değil midir?" diye Mâliki
mezhebinde iki kavil vardır.
Üç gün uhdesinde -şart
da koşulsa- satış peşinleşmez. Fakat yıl uhdesinde -şart koşulursa-
peşinleşir. Sebebi de, üç gün uhdesinde, satılan malın alıcıya -muhayyer
(seçimli) olan sansa kıyasen- kesin olarak teslim edilmiş sayümamasıdır.
İşte, İmam Mâlik'in
mezhebindeki uhde konusunun ahkâmına ilişkin mes'elelerin meşhurları bunlardır
ki hepsi de, uhdenin sıhhati üzerine kurulan mes'elelerdir. Şimdi de uhdeyi
kabul eden ve etmeyenlerin delillerine gelelim:
Uhdeyi kabul eden İmam
Mâlik'in -Allah rahmet eylesin- dayanağı, Medine halkının teamülüdür. îmam
Mâlik'in sonraki tabileri ise, Hasan Basrî'nin Ukbe b. Âmir'den «Peygamber
(s.a.s) Efendimiz,
'Köle şansının uhdesi,
üç gündür' buyurdu» [127]
diye rivayet ettiği hadis ile ihticac etmişlerdir. Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in,
«Dört geceden sonra
uhde yoktur» [128] buyurduğu da rivayet
olunmuştur. Bunu da Hasan Basrî, Semura b. Cündüb el-Fe-zarî'den rivayet
etmiştir. Fakat bu her iki hadis de hadis ulemasınca malüldürler. Zira her ne
kadar Tirmizî «sahihtir» demişse de, Hasan Basrî'nin, hadisi bizzat Semura'dan
dinlediğinde ihtilâf etmişlerdir.
Diğer İsiâm fukahasına
gelince: Onlara göre uhde -hakkında sıhhatli bir rivayet bulunmamakla beraber-
esasında usule de aykırıdır. Zira bütün fuka-ha müttefiktirler ki satılan
malın, tesliminden sonra uğradığı ziyan alıcıya aittir. Böyle kesin olan bir
kaideden herhangi bir hükmü istisna etmek ise, sabit bir rivayet bulunmazsa
caiz değildir. Bunun içindir ki kendisinden gelen iki rivayetten birine göre
İmam Mâlik, «Eğer bir yerde uhde hakkında teamül yoksa veyahut uhde şart
koşulmazsa, uhde ile -özellikle yıl uhdesi ile- hük-medilemez. Çünkü uhde
hakkında sıhhatli bir rivayet yoktur» demiştir. İmam Şafii de İbn Cüreyc'den
«îbn Şihab'a üç gün ve yıl uhdelerini sordum. Bana 'Uhde hakkında herhangi bir
rivayet işitmedim' dedi» diye nakletmiştir.
Bir hükmü gerektiren
kusurları, gerektirmeyen kusurlardan ayırmaya
ve
bir hükmü gerektirmesi için şart olan, kusurun satıştan önce veyahut -uhdeyi
kabul edenlere göre- henüz uhdede iken meydana gelmesine dair konuşmamız
burada sona ererken bahsimizin geri kalan kısmına geçelim. [129]
Satılan malda bir
kusur görüldüğü zaman, eğer alıcının elinde onda bir değişiklik olmamış ise, o
mal ya hayvandır ya cansız bir maldır. Cansız malda gayri menkul (taşınamaz),
ya menkul (taşınır) bir maldır.
Eğer hayvan ise,
alıcının onu geri verip parasını almak veyahut -satıcıdan bir şey almadan-
alıkoymak arasında muhayyer (seçimli) olduğunda ihtilâf yoktur.
Gayri-menkul ise İmam
Mâlik, büyük ve küçük kusurlar arasında ayırım yaparak, «Kusur küçük olursa
mal geri verilemez. Ancak kusur yüzünden malın değerinde ne kadar düşüş
olursa, alıcı da o farkı satıcıdan alabilir. Fakat kusur büyük olursa mal geri
verilir» demiştir. Mâlikilerin kitaplarında böyledir. Bağdad uleması ise, bu
ayrıntılı açıklamayı yapmamışlardır.
Menkul olan mallara
gelince: İmam Mâlik'in mezhebinde meşhur olan görüş şudur ki gayr-i menkulde
olan ayırım, bunda yoktur. Kimisi de «Menkul mallarla gayr-i menkul mallar
arasında fark yoktur. Mâliki mezhebinde menkul da gayr-i menkul gibidir»
demiştir. Dedemin hocası fakih Ebû Bekir b. Rızk da bu görüşü benimseyerek
gayr-i menkul ile menkul arasında fark görmüyordu. Bana kalırsa gerçek şudur ki
satılan mal, eğer değerinde kendisinde bulunan kusur yüzünden bir düşüklük
olmuşsa geri verilir, olmamışsa verilemez. Diğer İslâm fukahası bunu benimser.
Kanaatimce bunun içindir ki Bağdad uleması gayr-i menkul mallar hakkında
söylediğim ayırımı benimsememişlerdir. Ulema hayvanda bulunan kusurun büyük ile
küçüğü arasında ayırım yapmamakta ihtilâf etmemişlerdir.
Alıcı, satılan malı
geri verip bedelini satıcıdan geri almak veyahut sancıdan bir şey almadan malı
alıkoymak arasında muhayyer olduğu zaman, alıcının malı elinde tutması,
satıcının da kusurun değerim alıcıya Ödemesi üzerinde anlaşırlarsa ülkeler
fukahasının çoğu bunu caiz görmektedirler. Ancak İmam Şafii'nin arkadaşlarından
İbn Cüreyc, «Satıcı ile alıcı bunu yapamazlar. Çünkü bu, alıcıya'verilen
yetkiyi bedel karşılığında iskat etmektir. Bu ise -bedel karşılığında Şuf a
hakkından vazgeçmek gibi- caiz olmayan bir şeydir» demiştir. Kadı Abdülvehhab
da «Bu, yanlış bir sözdür. Zira kusurlu olan malı sahibine geri verip bedelini
almak, alıcısına bir hakkı olduğundan, alıcı bedel karşılığında bu hakkından
vazgeçebilir. İbn Cüreyc'in örnek olarak gösterdiği şuf a hakkı da, bizim için
şahidlik eder. Çünkü bize göre şuf a hakkına sahip olan kimse, bedel
karşılığında bu hakkından vazgeçebilir» demiştir.
Bu babtan olmak üzere,
bir akidle satın alınan birden çok şeylerden her-birini ayrı bir hükme tabi
tutmak yönünden iki meşhur mes'ele vardır:
1- Bir
kimse, birden çok şeyleri bir akidle saün aldıktan sonra bu şeylerden birinde
kusur gördüğü zaman, yalnız onu mu, yoksa hepsim mi geri verir diye ihtilâf edilmiştir.
Kimisi, «Yalnız
kusurlu gördüğü şeyi geri veremez. Ya hepsini kabul eder ya hepsini geri verir»
demiştir ki, Ebû Sevr ile Evzâî bu görüştedirler. Ancak eğer, satın alırken
herbirine ayrı bir fiyat koymuşsa, o zaman yalnız kusurlu görülen şeyin geri
verilebildiğinde ihtilâf yoktur. İhtilâf ancak, satın alınan şeylerin herbirine
ayn ayn fıat koyulmadığı zaman yalnız kusurlu görülen şeyin geri verilip
verilemediğindedir. Kimisi de «Yalnız kusurlu görülen şey -kıymetlendirilerek-
geri verilir. Süfyan Sevrî ile başkalan da bu görüştedirler. İmam Şafii'den
ise her iki kavil de rivayet olunmuştur. İmam Mâlik de ayınm yaparak, «Kusurlu
görülen şeye bakılır. Eğer satıştan esas gaye o ise, hepsinin geri verilmesi
gerekir. Satıştan esas gaye o değilse -kıymet karşılığında- yalnız o geri
verilir» demiştir. İmam Ebû Hanife de, bir başka şekilde ayınm yaparak, «Eğer
kusur, malın tesliminden önce görülürse hepsi ile birlikte, eğer sonra
görülürse, yalnız kendisinde kusur görülen mal -kıymetlendirilerek- geri verilir»
demiştir. Buna göre mes'ele hakkında dört çeşit görüş vardır.
«Kusurlu görülen mal,
yalnız geri verilemez. Ya hepsi kabul olunur ya hepsi geri verilir» diyenler,
«Çünkü eğer kusurlu görülen mal, yalnız geri verilirse taraflann, üzerende
anlaşmadıklan bir kıymet satıcıdan geri alınmış olacağı gibi, geri kalan kısmın
kıymeti de keza taraflann, üzerinde anlaştık-lan bir kıymet olmaz» demişlerdir.
Yalnız kusurlu görülen şeyin geri verilebildiği görüşünde olanlar da, «Burada
zaruret bulunduğu için kıymet takdiri, tarafların anlaşması yerine geçer. Nasıl
ki satılan maldan bir zayi olduğu zaman kıymet takdirinden başka bir yol
yoktur» demişlerdir. İmam Mâlik'in, kusurlu görülen şeyin satışın esas gayesi
olup olmadığı halleri arasında ayı-nm yapması ise, bir istihsandır. Çünkü ona
göre satıştan esas gayenin, kusurlu görülen şey olmadığı zaman, ona takdir
edilen kıymet tarafların arzu ettikleri bedele tekabül etmese de pek zararlı
değildir. Fakat eğer satıştan esas gaye, kusurlu görülen şey ise, takdir edilen
kıymetin tarafların arzuladıkları bedele uymamasında büyük zarar vardır. îmam
Mâlik'den, "Kusur gördüğü zaman, yalnız kusuru görülen şeyin mi, yoksa
hepsinin mi kıymeti azalır?" diye iki kavil rivayet olunmuştur. Malın
tesliminden önce kusurun görülmesi ile tesliminden sonra görülmesi arasında
ayırım yapan İmam Ebû Hanife ise, «Çünkü satış, ancak malın alıcıya teslimi ile
tamamlanır. Alıcıya teslim olunmayan malın uğradığı ziyan, satıcıya aittir»
demiştir. Bu mes'elede istihkak da, kusur yüzünden malın geri verilmesi
hükmündedir.
2- Ulema,
bir şeyi birlikte satın aldıktan sonra onu kusurlu bulan iki kişiden biri,
kendi hissesini geri vermek istemezse, diğeri verebilir mi, veremez mi diye
ihtilâf etmişlerdir.
İmam
Şâfıi «İkisinden hangisi geri vermek isterse, verebilir» demiştir.
tbnü'l-Kasım'in da İmam Mâlik'ten rivayeti bu yoldadır. Kimisi de «İkisi birlikte
geri vermezlerse, yalnız birisi veremez» demiştir. «Geri verebilir» diyenler,
bu akdi -iki alıcısı olduğu için- iki akde kıyas etmişlerdir. «Veremez»
diyenler de, «Her ne kadar alıcı iki kişi ise de -satış bir akidle yapıldığı
için-yalnız birisi kendi hissesini geri verdiği zaman bir şeyi satın alan bir
kimsenin o şeyin yansını geri vermesi gibi olur» demişlerdir. [130]
Satılan mal, alıcı
elinde bir değişikliğe uğrayıp da kusurlu olduğu, değişikliğe uğradıktan sonra
öğrenilirse -fukahaya göre- hüküm, malın uğradığı değişikliğe göre değişir.
Eğer satılan mal, alıcının elinde ölür ya da bozulur veyahut azadlanırsa,
fukaha, bu değişikliğin malın yok olması demek olup satıcının alıcıya kıymetini
vermek zorunda olduğunda müttefiktirler. Ancak Ata b. Rebâh, «Malın ölmesi ile
azadlanması hallerinde satıcıya bir şey lazım gelmez» demiştir. Cariyenin
alıcıdan çocuk doğurması veyahut alıcının köleye «Ben öldükten sonra sen
hürsün» demesi de -efendisi ile kitabet akdini yapan köleye kıyasen- satılan
malın alıcı elinde yok olması hükmündedir. Eğer satılan malın, alıcı tarafından
başkasına satıldıktan sonra kusurlu olduğu öğrenilirse, îmam Ebû Hanife ile
İmam Şâfıi «Alıcı satıcıdan bir şey alamaz» demişlerdir ki, Leys b. Sa'd da
buna katılır. İmam Mâlik ise, bu hususta tafsilatta bulunarak «Alıcı onu ya
tekrar eski sahibine veyahut bir başkasına, bu her iki surette de ya aynı
fiyatla, ya daha çok veyahut daha az bir fiyatla satmış olur. Eğer eski
sahibine ve aynı fiyatla satmış ise, eski sahibinden, görülen kusurun bedelini
alamaz. Eğer daha az bir fiyatla satmış ise kusurun bedelini alır. Daha çok bir
fiyatla satmış ise o zaman bakılır. Eğer birinci satıcı malın kusurlu olduğunu
biliyor idiyse, ikinci satıcıdan bir şey alamaz, bilmiyor idiyse, herbiri
diğerine ne vermiş ise ondan geri alır ve her iki satış da bozulup mal tekrar
eski sahibinin mülkiyetine dönmüş olur» demiştir. Eğer onu bir başkasına satmış
ise -İmam Ebû Hanife ile İmam Şafii'nin dedikleri gibi- İbnü'l-Kasım da «Alıcı,
satıcıdan kusurun kıymetini geri alamaz» demiştir, îbn Abdilhakenı ise,
«Kusurun kıymetini ondan geri alır» demiştir. Eşheb de «Kusurun kıymeti ile
satış bedelinin kıymetinden hangisi daha az ise, onu alır» demiştir. Bu da,
kusurlu olan malı satın aldığı fiyattan daha az bir fiyata sattığı zaman,
böyledir. Buna göre, onu satın aldığı aynı veyahut daha çok bir fiyatla sattığı
zaman, kusurun kıymetini geri alamaz ki, Osman el-Bettî de bu görüştedir.
«Alıcı satıcıdan
kusurun kıymetini geri alamaz» diyen İbnü'l-Kasım, İmam Şâfıi ve İmam Ebû
Hanife, «Çünkü her ne kadar kusurlu olduğu öğre-nilmişse de, alıcı onu satarken
durumu bilmediği için satış bedelini tam olarak almıştır. Bunun içindir ki
eğer alıcı, kusurun kıymetini kendisinden isterse onun da birinci satıcıdan
kusurun kıymetini isteyebildiğinde ihtilâf yoktur» demişlerdir. İkinci görüşün
sahipleri de satılmayı azadlanmaya kıyas etmişlerdir. Eşheb ile Osman el-Bettî
de, «Eğer malı satmamış olsaydı, onu ya sahibine geri vermek ya olduğu gibi
kabul etmekten başka bir şey yapamazdı. Onu satınca ise, verdiği satış
bedelinin karşılığını aldığı için ancak eğer satın aldığı fiyattan eksik bir
fiyatla satmış ise, kusurun kıymetini alır» demişlerdir.
İmam Mâlik «Eğer alıcı
kusurlu olan malı başkasına hibe etmiş veyahut sadaka olarak da vermiş olsa,
sancıdan kusurun kıymetini geri alır» demiştir, îmam Ebû Hanife ise «Geri
alamaz. Çünkü onu başkasına hibe etmek veyahut sadaka olarak vermekle,
bedelsiz olarak mülkiyetinden çıkmasına -sevap kazanmak için- razı olmuştur. Ö
halde kusurun kıymetini almamaya ev-leviyetle razıdır» demiştir. îmam Mâlik
ise, hibeyi de azadlanmaya kıyas etmiştir.
Aklen, kusurlu görülen
malın alıcının elinden çıkıp bir daha geri dönmesine imkân bulunmadığı zaman,
satıcıdan kusurun kıymetini almaması gerekir. Çünkü, alıcının elinden daha
çıkmamışken kusurlu görüldüğü zaman, onu ya geri vermeye veyahut olduğu gibi
kabul etmeye mecbur olduğunda ulemanın icma' etmesi, satılan malda kusur
görmenin, satış bedelinde indirim yapmakta değil, satışı bozabilmekte müessir
olduğunu göstermektedir.
Rehin veyahut kiraya
verme gibi, malın tekrar geri verilmesini gerektiren geçici akidlere gelince:
Mâlikiler bu akidlerde ihtilâf ederek İbnü'1-Ka-sım, «Satın alındıktan sonra
rehin veyahut kiraya verilen bir malda kusur görülürse, o malın rehin veyahut
kirada oluşu, rehinden çıktığı veyahut kira süresinin bittiği zaman sahibLe
geri verilmesine mani değildir» demiştir. Eş-heb de «Rehin veyahut kirada
olduğu müddet uzun değilse, kusurlu görülünce sahibine geri verilebilir»
demiştir. Fakat İbnü'l-Kasım'ın sözü daha uygundur.
İmam Mâlik'e göre
sevab kastı ile başkasına hibe edilen mal da, satılmış olan mal gibi elden
çıkmış sayılır.
İşte
satıldıktan sonra kusurlu görülen malın alıcı elinde uğradığı değişiklikler
bunlardır. [131]
Satılan
malda bir eksiklik meydana geldiği zaman, o eksiklik malın ya kıymetinde ya
bünyesinde, ya ahlâkında meydana gelmiş olur. [132]
Malın
kıymetinde meydana gelen eksiklik -kıymet pazardan pazara değiştiği için-
malın kusurlu görülmesinden dolayı geri verilmesinde -ulemanın icmaı ile-
etkili değildir. [133]
Malın bünyesinde
meydana gelen eksiklik de -eğer malın değerini etkilemeyecek kadar- az olursa,
malın geri verilmesinde -hiç yokmuş gibi- keza etkili değildir. Bu, İmam Mâlik
ile başkalarının mezhebinde nassen bildirilmiştir.
Malın değerini
etkileyen eksikliğe gelince: Fukaha, bu eksiklik hakkında üç çeşit görüşte
bulunmuşlardır. Bir görüşe göre, eğer satıcı malını geri almazsa alıcı ondan,
kusurun kıymetinden başka bir şey isteyemez. İmam Ebû Hanife ile -yeni
kavline.göre- İmam Şafii bu görüştedirler. Süfyan Sevrî de «Yanında meydana
gelen eksikliğin kıymeti ile birlikte malı geri vermekten başka, alıcının bir
yetkisi yoktur» demiştir. İmam Şafii'nin eski kavli de bu yoldadır. Üçüncü
görüşün sahibi olan İmam Mâlik ise, «Alıcı, isterse malı alıkoyar da, satıcı
ona, satış bedelinden kusurun kıymeti kadar indirim yapar. İsterse satıcıya
malı -yanında meydana gelen eksikliğin kıymeti ile birlikte-geri verir. Şayet
taraflar anîaşamayıp satıcı 'Ben malımı geri alırım. Ancak, senin yanında onda
meydana gelen eksikliğin karşılığını da bana vereceksin', alıcı da 'Ben malı
sana geri vermem. Ancak mal daha sende iken onda bulunan kusurun kıymeti kadar bana
geri vereceksin' derlerse, söz, alıcının sözüdür» demiştir. Kimisi «İmam
Mâlik'in mezhebine göre söz, satıcının sözüdür» demiş ise de, bu söz ancak
«Alıcı malı ya alıkoymak ya da bununla beraber malda meydana gelen eksikliğin
karşılığı ile birlikte geri vermek zorundadır» diyenlerin görüşüne göre doğru
olabilir. Ebû Muhammed b. Hazmı da şâzz bir görüşte bulunarak «Alıcı, malı geri
verir ve satıcıya hiçbir şeyj vermesi gerekmez» demiştir.
«Alıcının, malı ya
onda meydana gelen eksikliğin karşılığı ile birlikteİj geri vermek, ya da
alıkoymaktan başka bir yetkisi yoktur» diyenlere gelince:! Çünkü bunlar, malın
alıcı elinde bir ziyana uğramadığı zaman, alicinin onu I geri vermekten başka
bir yetkiye sahip olmadığında icma' etmişlerdir. O hal- i de malın alıcı elinde
bir ziyana uğradığı zaman da, uğradığı ziyanın karşılığı i ile birlikte malı
geri vermekten başka bir yetkiye sahip olmaması lazım ge- f lir.
«Alıcı, malı geri
veremez. Ancak mal daha satıcının elinde iken bulunan kusurunun kıymetini
satıcıdan alabilir» diyenler de, satılan malda bir eksikliğin meydana
gelmesini malın azadlanması ile ölümüne kıyas etmişlerdir.
İmam Mâlik ise,
kendisine göre satıcı ile alıcının haklan birbirleri ile çelişince alıcıyı
satıcıya tercih ederek yetkiyi yalnız alıcıya vermiştir. Çünkü satıcı ya
malında bulunan kusuru öğrenmede kusur göstermiş ya da kendisi kusuru bildiği
halde, alıcıya söylemeyip ondan gizlemiş olduğu için suçludur. İmam Mâlik'e
göre eğer satıcının mahndaki kusuru alıcıdan gizlediği sabit olursa -alıcı
ona, yanında uğradığı ziyanın karşılığını vermeden- malını geri almak
zorundadır. Şayet mal, sözü geçen kusurun etkisi ile ölürse, satıcıya aittir.
Fakat eğer kusuru alıcıdan gizlediği sabit olmazsa durum böyle değildir.
«Alıcı malı geri verir
ve satıcıya hiçbir şey vermesi gerekmez» diyen Ebû Muhammed b. Hazm da, «Çünkü
malın alıcı elinde uğradığı ziyan, Allah tarafından olan bir şey olup sanki
sancının yanında iken uğramış olduğu bir ziyandır. Nitekim kusurlu olduğu için
geri verilebildiği de, akdin gerçekte değil, görünüşte münakid olduğunu
göstermektedir. Kaldı ki ne kitap ve ne de sünnet, hiçbir kimseye -ihmal ve
ilgisizliği olmadan- herhangi bir şe- * yin uğradığı ziyanın ceremesini
yüklememi şlerdir. Meğer -gasbedilen malın -| uğradığı zaran, onu gasbeden
kimseye yüklemeleri gibi- sertlik göstermek kabilinden olsun» demiştir.
İşte,
kusurlu olan malın bünyesinde meydana gelen eksikliklerin hükmü budur. [134]
Kölenin, efendisinin
evinden kaçması veyahut hırsızlığa alışması gibi,
ahlâkta meydana gelen
eksikliklere gelince: Kimisi «İmam Mâlik'in mezhebinde bunlar da -malın
bünyesinde meydana gelen eksiklikler gibi- kusur yüzünden geri verilebilmesine
manidirler», kimisi «mani değildirler» demiştir.
Alıcı elinde meydana
gelen eksikliğin, meydana geldikten sonra bir daha kalktığı zaman -eğer tekrar
dönmeyeceğine güveniliyorsa- malın geri verilmesi üzerinde etkili olmadığında
ihtilâf yoktur.
Kişinin satın aldıktan
sonra kendisi ile cinsi münasebette bulunduğu cariyeyi kusurlu bulunca, geri
verebilip veremediği hususundaki ihtilâf da bu babtandrr. Kimisi «Cariye -ister
kız, ister dul olsun- kendisi ile cinsi münâsebette bulunulduktan sonra geri
verilemez. Ancak, onda görülen kusurun kıymeti geri alınabilir» demiştir ki,
İmam Ebû Hanife bu görüştedir. İmam Şafii ise «Geri verilebilir. Ancak eğer kız
idiyse, düşen kıymetinin farkı da birlikte verilir. Dul olan cariye ise,
sahibine bir şey ödenmeksizin geri verilir» demiştir. Kimisi de «İster kız,
ister dul olsun, geri verilebilir. Fakat mehr-i misl'ini vermek gerekir»
demiştir. İbn Ebî Şibrime ile îbn Ebî Leylâ da buna katılır. Süfyan Sevrî de
«Eğer kız idiyse kıymetinin onda birini, dul idiyse, yirmide birini vermek
gerekir» demiştir. İmam Mâlik de «Eğer dul ise, hiçbir şey lazım gelmez. Çünkü
cinsî münasebet cariyenin menfaatlerindendir. Satın alman malın menfaati de
malın uhdeye geçmesi ile hak edilmiş olur. Fakat kızda kusur sayıldığı için
alıcı onu ya alıkoyar da, satıcı ona satış bedelinden kusurun kıymeti kadar
indirim yapar, ya da düşen kıymetinin farkı ile birlikte onu geri verir»
demiştir ki, İmam Şafii'den de, böyle bir şeyi söylediği rivayet olunmuştur.
Osman el-Bettî de «Eğer o çevrede, cariyenin değeri cinsî münasebetle düşüyorsa
onu, değerinden düşen miktar ile birlikte geri vermek gerekir. Eğer düşmüyorsa
bir şey lazım gelmez» demiştir.
Buraya
kadar anlattıklarımız, malda meydana gelen eksikliklerin hükümleridir. [135]
Malda meydana gelen
artışlara gelince: Bunlar da -maldan ayrı bulunan ve maldan ayrılmayan artışlar
olmak üzere- iki çeşittir. Hayvanın, satıldıktan sonra doğurduğu yavrular
gibi, ana maldan ayrı duran artışlar hakkında ihtilâf etmişlerdir. İmam Şafii,
«Bu tür artışlar 'Haraç damanladır' (nimet, külfete göredir) -hadisi âmm olduğu
için- alıcıya aittir, ona malın geri verilmesine mani değildirler» demiştir.
İmam Mâlik de, artışlardan yalnız hayvan yavrusunu istisna ederek, «Alıcı, ana
malı ya alıkoyar ya da satıcıya geri verir. Şayet geri verirse artışları da
beraber vermesi gerekir» demiştir. îmam Ebû Hanife ise «Maldan elde edilen
gelir ve kazançtan başka, artışların hepsi, ana malın geri verilmesine mani
olup alıcıya, malda bulunan kusurun kıymetini gerektirirler» demiştir, imam
Ebû Hanife «Çünkü satılan maldan doğan her şeyin, satış akdine dahil olduğu
halde satılan malla birlikte geri verilmesi mümkün değildir. Bu ise, satılan
malın, kendisinde bulunan kusurun kıymetini gerektiren elden çıkması demektir.
Ancak, malın gelir ve kazancı -nassen istisna edildikleri 'çin- bu hükme tabi
değillerdir» demiştir.
Elbisenin boyanıp
süslenmesi gibi, maldan ayrılmayan artışlara gelince: îmam Mâlik'in mezhebine
göre alıcı isterse malı alıkoyar da, kusurun kıymetini satıcıdan geri alır.
İsterse malı geri verir de, bu artışlann kıymeti ile satıcıya ortak olur.
Hayvanın semizlenmesi
gibi bünyedeki artışa gelince: Kimisi «Mâliki mezhebinde alıcının
muhayyerliğine mani değildir», kimisi «Manidir» demiştir. Hayvanın zayıflaması
gibi, bünyedeki eksilme de böyledir.
Satılan
kusurlu malın alıcı elinde uğradığı değişikliklerin ahkâmı bunlardır. [136]
Satıcı ile alıcının,
yukanda geçen bu durumlardan herhangi biri üzerinde anlaştıklan zaman, o
duruma ilişkin hükmü uygulamanın gerektiği malumdur.
Şayet satıcı alıcının
iddiasını inkâr ederse, ya malda kusur bulunmadığını, ya kusurun, malı
sattıktan sonra meydana geldiğini söyler. Malda kusur bulunmadığını söylediği
zaman, eğer alıcının, varlığını iddia ettiği kusur, herkesçe bilinen ve tanınan
kusurlardan ise, herhangi bir meslek veya sanat erbabı tanıyorlarsa, o zaman
şahitlik eden kimselerin o meslek erbabından olmalan gerekir. Ancak bu durumda,
kimisi «îmam Mâlik'in mezhebinde o meslek veya sanat erbabından iki adaletli
kişinin şahitlik etmesi lazımdır» demiş ise de kimisi de: «Şahitlerde ne
adalet, ne sayı ne de müslümanlık şart değildir» demiştir.
Satıcı ile alıcının,
malda bulunan kusurun malın kıymetini etkileyip etkilemediğinde veyahut
satıştan Önce mi, sonra mı meydana geldiğinde ihtilaf ettiklerinde de hüküm
böyledir. Eğer alıcı şahit bulamazsa, satıcı «Bende iken malda bu kusur yoktu»
diye yemin eder. Eğer alıcı malda kusur bulunduğuna dair şahit bulamazsa,
satıcı ona «Malda kusur yoktur» diye yemin etmek zorunda değildir.
Malda
bulunan kusurun kıymeti lazım geldiği zaman da, şu biçimde hükmedilir: Mal bir
kez sağlam, bir kez de kusurlu olarak kıymetlendirildikten sonra alıcı,
kıymetler arasındaki farkı geri verir. Eğer alıcıya muhayyerlik verilirse mal
üç kez kıymedendirilir. Bir kez sağlam olarak, bir kez satıcının bir kez de
alıcının elinde meydana gelen kusuru taşıyarak kıymetlendm-lir Bundan sonra
satıcı satış bedelini -kıymetler arasındaki farkı duşurerekeeri verir Şayet
alıcı malı geri vermek istemezse, o zaman satıcı malın sağlam farz edilerek
takdir edilen kıymetiyle, satıcının elinde meydana gelen kusuru taşıyarak
takdir edilen kıymeti arasındaki farkı alıcıya gen venr. [137]
Ulema, satıcının
alıcıya «Malda bulacağın herhangi bir kusuru kabul edeceksin» şeklinde şart
koşarak yaptığı satışın caiz olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir. İmam Ebû
Hanife «Satıcı malda kusur bulunduğunu bilsin-bümesin, söyle sin-söylemesin,
kusuru görmüş ol sun-ol masın, hiçbir kusurdan sorumlu olmamak kaydı ile
yapılan satış caizdir» demiştir.. Ebû Sevr de buna katılır. İmam Şafiî ise,
iki kavlinden en meşhurunda, «Satıcı -alıcıya gösterdiği kusurlardan başka-
malda bulunan her kusurdan sorumludur» demiştir. Süfyan Sevri de buna katılır
ve İmam Şafiî'nin talebeleri tarafından, onun bu kavli benimsenmiştir. İmam
Mâlik'e gelince, kendisinden gelen en meşhur rivayete göre, mal sahibinin,
varlığım bilmediği kusurlardan sorumlu olmamak kaydı ile yaptığı satış
caizdir. Bu da -özellikle- kölelerde olur. Ancak -gebe olduğunu bilmese bile-
satıştan sonra gebe olduğu anlaşılan güzel cariyenin gebelik kusurundan
sorumludur. Çünkü bundaki garar büyüktür. Fakat çirkin cariyede caizdir. İmam
Mâlik'ten gelen bir diğer rivayete göre bu satış, kölelerden başka, hayvanlarda
da caizdir. Bir diğer rivayete göre de İmam Mâlik, İmam Şâfıî gibi söylemiştir.
İmam Mâlik'ten «Bu satış, ancak devlete ait mallarda caizdir» dediği de rivayet
olunmuştur.
Bu satışı mutlaka caiz
görenler, «Çünkü kusuru dava konusu yapmak, satıcıdan çok, alıcının hakkıdır.
Alıcı bu hakkından vaz geçince, diğer haklar gibi düşmesi lazım gelir»
demişlerdir. Mutlaka caiz görmeyenler de, «Çünkü bu satışta, satıcı, malı
kusurlu buluyor idi ise aldatma, bilmiyor idi ise, garar vardır» demişlerdir.
Bunun içindir ki İmam Mâlik, bu satışın caiz olması için, satıcının maldaki
kusurları bilmemesini şart koşmuştur. İmam Mâlik'in delili de, Muvatta'da
rivayet ettiği, «Abdullah b. Ömer (r.a.), bir kölesini se-kizyüz dirheme satmış
ve 'Kölede çıkacak herhangi bir kusurdan sorumluluk kabul etmem' diye şart
koşmuştu. Köleyi satın alan adam bir müddet sonra kendisine 'Kölede benden
gizlediğin bir hastalık vardır' dedi ve Hz. Osman'a giderek 'Abdullah b.
Ömer'den bir köle aldım. Kölede hastalık vardır. Abdullah bana söylemedi' diye
şikayet etti. Abdullah da 'Ben herhangi bir kusurdan sorumluluk kabul etmem,
kaydı ile ona sattım' dedi. Hz. Osman, Abdullah'a 'Sen ona köleyi satarken
hastalıklı olduğunu bilmediğine yemin eder misin?' diye sordu. Abdullah yemin
etmedi. Bunun üzerine Hz. Osman kölenin Abdullah'a geri verilmesine hükmetti»
mealindeki eserdir. Rivayete göre Zeyd b. Sabit (r.a.)'de, bu satışı caiz
görürdü. İmam Mâlik'in bu satışı yalnız kölelerde caiz görmesinin sebebi de,
kusurların kölelerde -çoğunlukla- gizli kalmasıdır. Kısacası: Alıcının kusurlu
bulduğu malı sahibine geri verebilmesi, onun sabit bir hakkıdır. Kusurlar da
-satılan mallar gibi- sayılamayacak derecede çok olduğu için satıcı ile
alıcının ikisi, maldaki kusuru bilmediklerini müttefîkan söyledikleri zaman,
satışın caiz olmaması lazım gelir. Nasıl ki ikisi, satılan malın satış bedeli
üzerinde etkili olan keyfiyetini bilmedikleri zaman satış caiz değildir. Bunun
içindir ki Îbnu'l-Kasım İmam Mâlik'ten yazılı olarak naklettiği rivayetlerinde,
imam Mâlik'in son sözünde, «Devletin mallan ile borç mukabilinde ödenen
mallardan başka,.hiçbir mal, satıcısı kusurlardan sorumlu tutulmamak şartı ile
satılamaz» dediğini rivayet etmiştir. İmam Mâlik'in talebelerinden Muğire de,
bu şart ile yapılan satışın, satılan malda görülen kusurun malın üçte bir
değerinden çok olmadığı zaman, caiz olduğunu söylemiştir. Kısacası: Bu satış
-caiz olduğunu söyleyenlere göre- koşulan şart-lara.göre lazım gelir. Ancak
devletin mallan bu hükmün dışındadır. Zira devlete ait olan mallar, satıldığı
zaman -böyle bir şart koşulmasa da- o mallan satan kimse kusurlanndan sorumlu
değildir.
Şu
halde konuşmamız «Bu satış caiz midir, değil midir? Caiz ise şartı nedir? Hangi
akidlerde, hangi mallarda, hangi kusurlarda, kimler için şartlı olarak ve
kimler için mutlaka caizdir?» konulan hakkındadır, ki bunların hepsi sözlerimiz
arasında zımnen geçmiş oldu. [138]
Ulema, satılan malın
uğradığı ziyan ne zaman alıcıya ait olur diye ihtilaf etmişlerdir.
İmam Ebû Hanife ile
İmam Şafiî, «Alıcı malı teslim almadıkça malın uğradığı ziyan satıcıya aittir»
demişlerdir. İmam Mâlik'e göre ise bu bâbta mallar üç çeşit olup bir çeşidi,
satılırken tartılarak, ölçülerek veyahut sayılarak alıcıya teslim edilen
şeylerdir. Bir çeşidi, götürü olarak satılan veyahut tartı, ölçü ve sayıya tabi
olmayan şeylerdir. Birinci çeşit olan mallar, alıcı tarafından teslim
alınmadıkça uğradıkları ziyan satıcıya aittir. İkinci çeşit olan mallar ise
-satılırken hazır iseler- teslim alınma salar bile, uğradıkları ziyanın alıcıya
ait olduğunda -Mâlikî fıkhında- ihtilaf yoktur. Fakat hazır olmayan mallar
hakkında imam Mâlik'ten üç rivayet gelmiştir. En meşhurlanna göre bu mallann
uğradığı ziyan, eğer satılırken alıcıya ait olması şart koşulmaz-sa- sancıya
aittir.
ikinci rivayete göre
-satıcıya ait olması şart koşulmazsa- alıcıya aittir.
Üçüncü rivayete göre
ise, imam Mâlik -canlı mallar ve yiyecek maddeleri gibi- isteneceği vakte
kadar kalmasına güvenilmeyen mallarla güvenilen mallar arasında ayırım
yapmıştır.
Bu ihtilaf, satılan
malın alıcıya teslimi, satışın sıhhat şartlarından mıdır, yoksa satışın bir
hükmü olup, satılan mal alıcıya teslim edilmese bile satış akdi tamam mıdır
diye edilen ihtilafa dayanır.
«Satılan malın alıcıya
teslimi, satış akdinin sıhhati» veyahut «tamamlanması için şarttır» diyenler,
«Satılan mal alıcıya teslim edilmedikçe, uğradığı ziyan satıcıya aittir»
demişlerdir.
«Satış akdinin bir
hükmü olup, mal alıcıya teslim edilmese bile akid tamamdır» diyenler ise,
«Satılan mal, bizzat satış akdi ile alıcının uhdesine geçmiş olur» demişlerdir.
İmam Mâlik'in, hazır olan ve olmayan mallarla, ölçü, tartı veyahut sayı ile
satılan mallar ve götürü olarak satılan veyahut ölçü, tartı ve sayı ile
satılmayan mallar arasında ayının yapması ise, bir istih-sandır. Istihsanın
manası, birçok hallerde maslahatı gözönüne alıp adaleti öngörmektir.
Zahirîler de
-kanaatimce- satılan malın bizzat satış, akdi ile alıcının uhdesine girdiği
görüşündedirler. Bu görüşe sahip olanlann dayanağı da Peygamber Efendimizin,
«Gelir, ana malın
uhdeye geçmesi ile hak olur» [139]
hadisi ile- ulemanın teslim alınmadan ana malın gelirinin alıcıya ait olduğunda
ittifak etmeleridir. Bu görüşe katılmayanlann dayanağı da, Attab b. Üseyd'in
«Peygamber Efendimiz beni Mekke'ye gönderirken bana,
'Onları (Mekke
halkını) teslim almadıkları şeyleri satmaktan ve uhdelerine geçmeyen malların
kazancını yemekten alıkoy' buyurdu» [140]mealindeki
hadisidir.
Satılan malın teslim
şartlan hakkında yukanda konuştuğumuz için bir daha tekrarlamaya lüzum
görmüyoruz.
Satılan malın
tesliminden sonra uğradığı ziyanın -eğer uhde süresi için-
de
veyahut tabiî afetlerle olmazsa- alıcıya ait olduğunda ihtilaf yoktur. Uhdeyi
yukarıda anlatmış bulunuyoruz. Burada da.tabiî afetlerden söz edeceğiz. [141]
Ulema, satılmış olan
bir bahçe meyvalannın tabiî afetlerle ziyana uğradığı zaman, ziyanın alıcı ile
satıcıdan hangisine ait olduğunda ihtilaf etmişlerdir
îmam Mâlik ile
tabileri «Satıcıya aittir», İmam Ebû Hanife, Süfyan Sevrî, Leys b. Sa'd ve
-yeni kavlinde- îmam Şafiî, «Alıcıya aittir» demişlerdir, îmam Mâlik ile
tabilerinin delili, Câbir (r.a.)'ın «Peygamber Efendimiz,
'Kim bir bahçesinin
meyvalarını sattıktan sonra o meyvalara bir afet isabet edip (yok) ederse,
kardeşinden bir şey almasın. Herhangi biriniz neye karşılık, kardeşinin malını
alır?' buyurdu» [142]
mealindeki hadisidir. Câbir'den gelen bu hadisi Müslim kaydetmiştir.
Câbir'den aynca
Peygamber Efendimiz'in, satıldıktan sonra afetlere uğrayan meyvalann satış
bedelini almamayı emrettiği de rivayet olunmuştur [143].
işte, satılan meyvalann tabiî afetlerle ziyana uğradığı zaman, ziyanın.satıcıya
ait olduğunu söyleyenlerin delili, Câbir'in bu iki hadisi ile yapüklan şebeh
kıyasıdır. Zira «Meyvalar da, satıcı tarafından alıcıya tam olarak teslim
edilmesi gereken mallardandır. Nitekim, olgunlaşıp yenilebilecek bir duruma
gelinceye kadar sulanması da satıcıya aittir. Şu halde bir afete uğrayıp yok
olduğu zaman, ziyanın da satıcıya ait olması lazım gelir. Nasıl ki diğer
satılan mallar da, teslim edilmeden zayi olduklan zaman, ziyan satıcıya aittir»
demişlerdir. Bunlara göre, meyvalarla diğer mallar arasında fark şudur: Henüz
olgunlaşmayan meyvalann.satışı -şeriatta bilfiil vâki olduğu için- henüz yokken
satılması yasak edilen diğer mallann satışından istisna edilmiş gibidir. Öyle
ise alıcının uhdesine girmekte de diğer mallar gibi olmaması gerekir.
imam Mâlik'in bu
görüşüne katılmayıp satılan meyvaîann tabiî afetlerle uğradığı ziyanın alıcıya
ait olduğunu söyleyenler ise, meyvalann satışını da diğer mallann satışına
kıyas ederek, «Meyvalann teslimi, alıcıyı, gelip almaktan men etmemektir.
Satılan malın teslim edildikten sonra uğradığı ziyanın alıcıya ait olduğunda
ise, ittifak vardır» temişlerdir. Bunlann naklî delili de, Ebû Said
el-Hudrî'nin «Bir adamın satın aldığı meyvalan afete uğradi. Adamın borcu da
çoktu. Peygamber Efendimiz,
'Ona yardım ediniz dedi~. Bunun üzerine adama
yardım ettiler. Fakat yaptıkları yardım borçlarını karşılayacak meblağa varamadı.
Peygamber Efendimiz bu kez, meyva sahiplerine, 'Bulduğunuzu alınız. Bunun
dışında size bir şey
yoktur' buyurdu» [144]
mealindeki hadisidir. Derler ki Peygamber Efendimiz onlara, «Meyvalannız afete
uğradığı için adamda alacağınız yoktur» dememiştir.
O halde ihtilafın
sebebi, hem bu konuya ilişkin hadislerin, hem şebeh kıyaslarının birbirleri
ile çelişmeleridir. Her bir taraf, kendi davası için ihticac ettikleri hadisle
çelişen karşı tarafın hadisini te'vil ederek tabiî afetin bir hukukî etkisinin
bulunmadığını söyleyenler «Olabilir ki Peygamber Efendimiz olgunlaşmayan
meyvalan satmayı yasak etmezden önce afete uğrayan meyvalann satış bedelini
almamayı emretmiştir. Zeyd b. Sâbit'in 'Meyvalann sık sık hastalıklara uğrayışı
hakkında ashabın şikayetleri çoğalınca, 'olgunlaşmadan, meyvalann satılması
yasak edildi.' mealindeki meşhur hadisi
de bunu göstermektedir» demişlerdir.
Afetlerin hukukî
etkisini kabul edenler de, Ebû Said el-Hudrî'nin hadisini, «Olabilir ki meyva
sahipleri fakir olduklan için, ya da meyvalannın hepsi afete uğramadığı için
veyahut koparılma zamanı geldiği halde koparmadıklan için, Peygamber Efendimiz
meyva sahiplerine 'Adamda bir hakkınız yoktur' dememiştir. Şeklinde
yorumlamışlardır.
Câbir'in hadisini
Süleyman b. Atik yolu ile rivayet eden îmam Şafiî de, Süleyman b. Atik'i zayıf
görerek, «Süleyman bu hadisi değişik biçimlerde rivayet etmiştir. Fakat eğer
hadis sübut bulursa, afetin zaran -ister az, ister çok olsun- satıcıya ait
olduğunu söylemek gerekir» derdi.
Ulema arasında,
satılan meyvalann susuzluktan zarar gördüğü zaman, zarann satıcıya ait
olduğunda ihtilaf yoktur. Afetin hukukî etkisini benimsemiş olanlar da
ulemanın bu ittifakı ile ihticac etmişlerdir.
îmam Mâlik'in
mezhebinde afetler hakkında konuşmamız:
1- Hangi
olaylar afet sayılır?
2- Hangi
mallar afetlerden hukuken etkilenir?
3- Malın ne
kadarı yok olursa, afet nazara alınır?
4- Afet ne zaman olursa, etkisi kabul olunur? diye dört fasıldan ibarettir. [145]
îmam Mâlik'in
mezhebinde -soğukluk, kuraklık, aşın yağış ve çürüme gibi- meyvalara ziyan
veren bütün tabiî olayların afet olduğunda ihtilaf yoktur. Meyvalara ziyan
veren susuzluğun afet olduğunda ise -yukarıda söylediğimiz gibi- bütün ulema
müttefiktirler, tnsan eli ile meyvalara verilen ziyanı ise, Mâliki ulemasından
kimisi afet saymış, kimisi saymamıştır. Afet sayanlar da iki gruba ayrılarak
bir grub, «Askeri baskınlar gibi, zora dayanan olaylar afettir. Gizliden
işlenen olaylar afet değildir», bir grub da «Ne şekilde olursa olsun, afettir»
demiştir.
Yalnız tabiat
olaylarını afet sayanlar, Peygamber Efendimiz'in, «Haydi bana söyle bakayım!
Allah (mevsimsiz satılan bu) meyva (İle yararlanmamdan (bir afet ile alıcıyı)
mahrum ederse...» hadisinin zahirine dayanmışlardır.
İnsan
eli ile meyvalara verilen ziyanı da afet sayanlar ise, bu ziyanı da tabiî
olayların sebeb olduğu ziyana kıyas etmişlerdir. Gizliden işlenen olayları
istisna edenler de, «Çünkü hırsızlardan korunmak mümkündür» demişlerdir. [146]
Afetlerden hukuken
etkilenen mallar yalnız meyva ve sebzelerdir. Meyva hakkında ihtilaf yoktur.
Fakat sebze hakkında Mâlikî uleması ihtilaf etmişlerdir. En meşhur olan
rivayete göre sebze de etkilenir.
îhti
lafın se bebi, sebzenin de meyva gibi olup olmadığında ihtilaf etmeleridir. [147]
Afete uğrayan meyvanın
üçtebiri ziyan görmezse, meyva afete uğramış sayılmaz. Sebzenin ise, kimisi
«Üçtebirinin ziyan görmesi gerekir» kimisi «Sebzede miktar şart değildir»
demiştir. Îbnu'l-Kasım «Afete uğrayan ürünün Ölçü itibarı ile üçtebirinin
ziyan görmesi şarttır», Eşheb de «Kıymet itibarı iledir» demişlerdir. O halde
Eşheb'e göre, ürünün kıymet itibarı ile üçtebiri ziyan görürse -ziyan gören
miktar ölçü itibarı ile ürünün üçtebiri olsun, olmasın- ürünün satış bedelinden
üçtebiri indirilir. Îbnu'l-Kasım'a göre ise, ölçü itibarı ile üçtebir ziyan
gördüğü zaman, eğer ürünün hepsi kıymet bakımından değişmeyen aynı çeşit ise,
satış bedelinden üçtebiri indirilir. Eğer kıymet bakımından değişen çeşit
veyahut kuşaklar ise, o zaman, ziyan gören üçtebirin kıymeti, hepsinin kıymeti
ile karşılaştırıldıktan sonra onun kaçta kaçı olursa, satış bedelinden o kadar
indirim yapılır. Şu halde-îbnu'l-Kasım, ürünü hepsi kıymet bakımından aynı
olduğu zaman yalnız ölçüye, değişik kıymetli çeşitler olduğu zaman ise, hem
ölçü, hem kıymete itibar etmiştir.
Afet hakkında varid
olan hadis âmm olduğu halde, afete uğrayan üründen belli bir miktarının ziyan
görmesini şart koşan Mâlikîler «Çünkü her üründen -hasat zamanı gelinceye
kadar- bir miktar gider. Eğer ziyan gören miktar belli olmazsa, o zaman alıcı
-her ne kadar dili ile demiyorsa da- afeti zımnen kabul etmiş olur. Bunun için
belli bir miktarın afetten zarar görmesi şarttır» diye ihticac etmişlerdir. Bu
miktarın üçtebirden az olmamasının sebebi, şeriatın birçok yerlerde üçtebiri,
az ile çok arasında sınır kabul etmesidir. Fukahanın cumhuruna göre ise,
çokluk ve azlık için sınır ta'yini zordur. Bunun içindir ki îmam Şafiî «Eğer
afetin hukukî etkisini benimsemiş olsaydım, ziyanın azı ile çoğu arasında
ayırım yapmayacaktım» demiştir. Halbuki üçtebirin az ile çok arasında sınır
olduğu, Peygamber Efendimiz'in vasiyyet hakkındaki,
«Evet
üçtebir kafidir. Üçtebir de (daha altına nazaran) çoktur» [148]
hadisinde ifade edilmiştir. [149]
"Afet
ne zaman olursa etkisi kabul olunur?" konusuna gelince: Mâliki Fukahası,
her ne kadar meyvanın ağaçta kalmasının gerektiği zaman uğradığı afetin hukukî
etkisini kabul etmekte müttefik iseler de, alıcının -meyvalan yavaş yavaş ve
taze taze satmak için- ağaçta bıraktığı zaman uğradığı afet hakkında ihtilaf
etmişlerdir. «Meyvanın olgunlaşması nasıl matlup ise, taze kalması da
matluptur» diyenler, «Ne zaman olursa olsun, meyva ağaçta iken uğradığı afet
muteberdir» demişledir. Meyvanın olgunlaşması ile taze kalmasının aynı önemi
taşımadıklarını düşünenler ise, bozum zamanından sonraki afetlerin muteber
olmadığını söylemişlerdir [150]Sebzelerin
afeti hakkındaki ihtilafın sebebi de, keza bu düşüncedir. [151]
Bu babın meseleleri arasında meşhur olan iki
mesele vardır: [152]
1- Üzerinde
meyva bulunan hurma ağaçlan satılırken, meyva da beraberinde ne zaman satılmış
olur, ne zaman satılmış olmaz?
Fukahanın cumhuru,
eğer satış hurmaların aşılanmasından önce yapılırsa meyvalann alıcıya, sonra
yapılırsa -alıcı kendisine ait olmasını şart koşmazsa- satıcıya ait olduğu
görüşündedir. Diğer meyvalar da bu hükümde hurma gibidir. Zira Abdullah b. Ömer
(r.a.)'den rivayet olunmaktadır ki Peygamber Efendimiz,
«Kim ki meyvalan
aşıladıktan sonra hurma ağaçlarını satarsa, üstündeki hurmalar satıcıya
aittir. Meğer ki alıcı, ürünün kendisine ait olmasını şart koşsun» [153]
buyurmuştur. Derler ki: Peygamber Efendimiz'in aşılandıktan sonra satılan
hurmaların satıcıya ait olduğuna hükmetmesinden, aşılan-mazdan önce satılan
ağaçlardaki hurmaların -alıcı kendisine ait olmasını şart koşmasa bile- alıcıya
ait olduğunu DELÎLÜ'L-HİTAB yolu ile anlıyoruz.
îmam Ebû Hanife ile
tabileri ise, «Hurmalar -ağaçlar satılırken aşılanmış olsun olmasın- satıcıya
aittir» demişlerdir. îmam Ebu Hanife ile tabileri, hadisten Delilü'l-Hitab yolu
ile değil, evleviyet yolu ile mânâ çıkararak, «Hurmalar aşılandıktan sonra
satıldığı zaman satıcıya ait olunca, aşıîanmaz-dan önce satıldığı zaman
satıcıya ait olması evleviyetle lazım gelir» demişlerdir. Hanefîler ayrıca,
hurmanın çiçeğinden çıkmasını canlıların doğumuna benzeterek, «Nasıl bir kimse
çocuklu bir cariyeyi sattığı zaman - eğer alıcı çocuğun kendisine ait olmasını
şart koşmazsa- çocuk satıcıya ait ise, hurmada da durum böyledir» demişlerdir.
îbn Ebî Leylâ da
«Hurmalar -aşılanmış olsun olmasın- ağaç satıldığı zaman ağaç ile beraber
satılmış olur. Alıcı ister kendisine ait olmasını şart koşsun, ister koşmasın,
alıcıya aittir.» diyerek hadisi kıyas ile reddetmiştir. Çünkü ona göre meyva da
ağaçtan bir parçadır. Halbuki onun bu görüşüne -eğer hadisi sabit buluyorsa-
mahal yoktur. îmam Ebû Hanife ise, hadisi reddetme-yip ancak hadisin
DELÎLÜ'L-HıTAB yolu ile anlaşılan manasına muhalefet etmiştir
Buna göre îmam Ebû
Hanife ile îmam Şafiî, îmam Mâlik ve bu iki imamın görüşüne uyanlar arasındaki
ihtilafın sebebi, Delilü'l-Hitab ile evleviyet mefhumları arasında bulunan
çatışmadır. Evleviyet yolu ile anlaşılan manaya FAHVA'L-HÎTAB denilmektedir.
Fahva'l-Hitab her ne kadar -esasında- Delilü'l-Hitab'tan delalet bakımından
daha kuvvetli ise de, burada zayıftır, îbn Ebî Leyla'nın diğer ulemaya
muhalefet etmesinin sebebi de, kıyasın hadis ile çatışmasıdır. Halbuki bu sebeb
-yukarıda da söylediğimiz gibi-zayıf bir sebebtir.
Ulema, "Meyvanın
satıcıya ait olmasını gerektiren sebeb, meyvanın bizzat aşılanması mıdır, yoksa
-aşılanmasa bile- meyvayı aşılama zamanının gelmesi midir?" diye ihtilaf
etmişlerdir. Meyvalann bir kısmı aşılanıp da, diğer bir kısmının
aşılanmadığkzaman, aşılanmayanlar aşılananların hükmüne tabi olur mu, olmaz mı
diye edilen ihtilaf da, bu ihtilafa dayanır.
Zannedersem
ulema, aşılanma zamanı geldiği halde aşılanmamış olan meyvalann, satıldıklan
zaman aşılanmış meyvalann hükmüne tabi olduklarında müttefiktirler. [154]
Ulema, "satışta
ve azatlamada kölenin malı da köleye tabi midir, değil midir?" diye üç
çeşit görüşte bulunmuşlardır:
1- Kölenin malı, köle satılırken de,
azatlanırken de efendisine aittir. Efendisi ile kitabet akdini yapan köle de
halis köle hükmündedir. îmam Şafiî ile Küfe fukahası bu görüştedirler.
2- Kölenin malı satışta da, azatlanmada da
köleye tabidir. Bu da Ebû Sevr ile îmam Davud'un görüşüdür.
3- Kölenin
malı azatlanmada köleye tabidir. Fakat -eğer alıcı kendisine ait olmasını şart
koşmazsa- satışta köleye tabi değildir. Bunu da îmam Mâlik ile Leys-b. Sa'd
söylemişlerdir.
«Kölenin malı -eğer
alıcı kendisine ait olmasını şart koşmazsa- satışta efendisine aittir»
diyenlerin delili, îbn Ömer (r.a.)'in «Peygamber Efendimiz,
'Kim malı bulunan bir
köleyi satarsa, kölenin malı ona aittir. Meğer ki satın alan kimse, kendisine
ait olmasını şart koşmuş olsun' buyurdu» [155] mealindeki
meşhur hadisidir.
Kölenin malını
azatlamada da efendisine verenler ise, azatlamayı satışa kıyas etmişlerdir,
«Kölenin malı satışta
da, azatlamada da köleye tabidir» diyenlerin görüşü de, kendilerince «Köle mal
sahibi olabilir» görüşüne dayanmaktadır. Halbuki bu konu, yani kölenin mal
sahibi olup olmayışı, ulemanın büyük ölçüde ihtilaf ettikleri bir konudur. Akla
öyle geliyor ki, bunlar kıyası hadise tercih etmişlerdir. Çünkü bu hadisi,
Salim, İbn Ömer tarikiyle Peygamber
Efendimiz'den Nâfî de
İbn Ömer tarikiyle Hz. Ömer'den rivayet ettiği için hadis olması şüphelidir.
imam Mâlik ise,
azatlamada kıyası, satışta da hadisi tercih etmiştir. İmam Mâlik, Muvatta'da «Üzerinde
ittifak ettiğimiz görüş şudur ki: Alıcı kölenin malını kendisine şart koştuğu
zaman -kölenin malı ister para, ister eşya, ister başkalarında alacağı olsun-
alıcıya aittir»»demİştir. Peygamber Efendimiz'den,
«Kim ki bir kaleyi
azat/arsa, kölenin malt -eğer efendisi kendisine ait olmasını şart koşmazsa-
köleye aittir» [156]
buyurduğu rivayet olunmuştur.
İmam Mâlik'e göre
kişi, köleyi malı ile birlikte -kölenin malı tamamen veyahut kısmen para da
olsa- para ile satın alabilir. İmam Ebû Hanife ile İmam Şafiî ise, «Kölenin
mala para olduğu zaman, köle malı ile birlikte para ile satın alınamaz. Çünkü
köle ile malı, birbirinden ayrı şeyler olduğu için, parayı para ile -miktarları
eşit olmadığı halde- değiştirmek kabilinden olur» demişlerdir.
Mâlıkîler, herhangi
bir kimsenin bir köleyi satın alırken kölenin malından bir kısmının kendisine
ait olmasını şart koşmasının caiz olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir.
Ibnu'l-Kasım «Caiz değildir», Eşheb «Caizdir» kimisi de ayırım yaparak «Eğer
köleyi para ile sann alıyor ve kölenin malında para bulunuyorsa caiz değildir.
Eğer köleyi eşya ile satın alıyor veyahut kölenin malı içinde para bulunmuyorsa
caizdir» demiştir.
«Caiz değildir diyen
Ibnu'l-Kasım, «Çünkü bu da, aşıdan sonra satılan hurmanın satışı gibidir»,
«Caizdir» diyen Eşheb de, «Çünkü malın bir kısmı ile hepsi arasında fark
yoktur» demiştir.
Bu
babın şeriatta meskût geçen birçok meseleleri varsa da, bizim aradığımız
meseleler değillerdir. [157]
Ulemanın -bu babtan olmak
üzere- meşhur meselelerinden biri de, satış akdi yapıldıktan sonra satış
bedelini arttırmak veyahut onda indirim yapmak, yani satıştan sonra alıcının,
satış esnasında üzerinde anlaşılan saöş bedelini saücı lehine arttırması
veyahut sancının alıcı lehine onda indirim yapması halinde, arttınlan veyahut
indirilen miktarın satış bedelinden sayılıp sayılmadığı mes'elesidir. Bu iki
görüş arasındaki farkın faydası şudur ki, eğer aıttınlan şey satış bedelinden
sayılırsa -satılan malın, satıcısından başkasına ait olduğu anlaşıldığı
veyahut kusurlu görüldüğü için geri verildiği zaman- satış bedelinde arttınlan şeyin geri
verilmesi gerekir. Ayrıca eğer satış bedelinden sayılırsa -Şarap ve domuz eti
gibi- satılması caiz olmayan bir şey olduğu zaman satış fesada gider. Halbuki,
eğer satış bedelinden sayılmazsa bunlardan hiçbiri lazım gelmez.
İmam Ebu Hanife, satış
bedelinden sayıldığı görüşündedir. Ancak o da -diğerleri gibi- şuf a hakkı
talebinde ve murabaha, yani yüzdelik kârla yapılan satışlarda satış bedeline
dahil olmadığı, eski bedeline ise onun üzerinden muamele görmek gerektiği
görüşündedir, ki İmam Mâlik de buna katılır.
İmam Şâfıî ise «Ne
arttınlan, ne de indirilen şey, saüş bedelinden sayılmaz. Bunlar birer hibeden
başka bir şey değillerdir» demiştir.
Satış bedelinden
sayanlar «Kadınlara -mehirlerinden başka- karşılıklı rıza ile herhangi bir
şeyi vermekte sizler için günah yoktur» [158]
ayet-i kerimesi ile istidlal etmişlerdir.
Derler ki: Kadının
mehrinden fazla olarak kadına verilen herhangi bir şey mehre dahil olunca,
satış bedelinden fazla olarak verilen şeyin de satış bedeline dahil olması
lazım gelir.
İkinci grup da, satış
bedelinden fazla olarak verilen şeyin, şuf a hakkı talebinde satış bedeline
dahil olmadığında ulemanın ittifakı ile ihticac etmişlerdir.
Kısacası:
Birinci akdin kesinleşip bittiği görüşünde olanlar, «Satış bedelinden fazla
olarak verilen şey hibedir» demişlerdir. Satış bedelinden fazla olarak verilen
şeyin birinci akdin feshi ve yeni bir ak^d olduğu görüşünde olanlar da, fazla
olarak verilen şeyin satış bedelinden sayıldığını söylemişlerdir. [159]
Ulema, her ne kadar
alıcı ile satıcı satış bedeli miktarında ihtilafa düştükleri zaman -eğer
şahitleri yoksa- ikisi de yemin eder ve saüş bozulur, diye müttefik iseler de,
ne zaman ihtilaf ederlerse ikisi de yemin ederler diye ihtilaf etmişlerdir.
İmam Ebû Hanife ile
bir cemaat, «Eğer satılan mal daha duruyorsa, yemin ederler ve satış bozulur.
Eğer durmuyorsa, söz -yemin ettiği takdirde-alıcınm sözüdür» demişlerdir. İmam
Şâfıî ile, İmam Ebû Hanife'nin arkadaşlarından Muhammed b. Hasan ve İmam
Mâlik'in arkadaşlanndan Eşheb de «Mal elden çıkmış olsa bile, ikisi de yemin
ederlei» demişlerdir. İmam Mâlik'den ise, iki rivayet gelmiştir.
Bir rivayete göre İmam
Mâlik, «Eğer alıcı henüz malı teslim almamış ise, yemin ederler ve satış
bozulur. Eğer teslim almış ise, söz alıcının sözü-düD> demiştir.
İkinci rivayete göre,
imam Mâlik tmam Şafiî gibi söylemiştir. Birinci rivayetin sahibi Îbnu'l-Kasım,
ikincisinin de Eşheb'dir.
imam Mâlik'e göre mal,
pazarların değişmesi ve satılan malın çoğalıp azalması ile elden çıkmış
sayılır, imam Davud, Züfer ve Ebu Sevr de, «Her halu-kârda söz alıcının
sözüdür. Ancak eğer ihtilafları satılan malın veyahut satış bedelinin cinsinde
ise, ikisi de yemin eder ve satış bozulur» demişlerdir.
«Sancı ile alıcı
ihtilaf ettikleri zaman her ikisi de yemin eder ve satış bozulur» diyen
ulemanın delili, Ibn Mes'ud (r.a.)'ım «Peygamber Efendimiz (s.a.s),
«Alı§ - veriş yapan
herhangi satıcı ile alıcı bir satış akdini yaptıktan sonra anlaşmazlığa
düşerlerse söz, ya satıcının sözüdür, ya da satışı bozup her biri diğerinin
malını geri verir'buyurdu» [160]hadisidir.
Bu hadisi umuma
hamledenler, «Ne zaman olursa olsun, satıcı ile alıcı anlaşmazlığa düşünce, ikisi
de yemin eder ve satış bozulur. Çünkü ikisi de hem davacı, hem davalıdırlar»
demişlerdir. Hadisi, satıcı ile alıcının, davalarında haklılık ihtimali
bakımından aynı derecede oldukları zamana hamletmek gerektiğini söyleyenler
ise «Alıcı, malı teslim aldığı veyahut mal elden çıknğı zaman, durum alıcının
haklı olduğuna şahitlik ettiği için alıcının haklı olma ihtimali daha
kuvvetlidir. Yemin de, davalaşan taraflardan hangisinin haklı olduğu ihtimali
daha kuvvetli ise, ona düşer» demişlerdir, imam Mâlik'e göre bu bir kaidedir.
Bunun içindir ki imam Mâlik, yemin hakkını bazı yerlerde davacıya,,bazi
yerlerde davalıya verir. Çünkü ona göre yemin hakkının davalıya -davalı olduğu
için- ait olduğunu bildiren bir nass yoktur. Eğer yemin hakkı davalıya verilmiş
ise, davalı olduğu için değil, çoğunlukla haklı olma ihtimalinin daha kuvvetli
olduğu içindir. O halde eğer bazı yerlerde davacının haklı olma ihtimali daha
kuvvetli ise, yemin hakkı ona aittir. «Söz, alıcının sözüdür» diyenler de,
«Çünkü satıcı alıcı lehine satışı ikrar etmiştir» demişlerdir.
İmara Dâvûd ile onun
görüşünde olanlar ise, Ibn Mes'ud'un hadisini -munkatı' olduğu için-
reddetmişlerdir. Bu hadis munkatı1 olduğu içindir ki Buharı ile Müslim'de yer
almamış ve yalnız imam Mâlik tarafından nakledilmiştir.
İmam Mâlik'den satıcı
ile alıcının ikisi de yeminden çekinmeleri hali için iki rivayet gelmiştir.
Bir rivayete göre İmam
Mâlik, «Satış bozulur», bir rivayete göre «Söz Satıcının sözüdür» demiştir.
Satıcı ile alıcıdan
hangisine, önce yemin verilir konusunda da Mâlikî uleması ihtilaf etmişlerdir.
En meşhur olan rivayete göre, önce -hadiste geçtiği üzere- satıcıya verilir.
İmam
Mâlik'in mezhebinde, satıcı ile alıcıdan biri, satışın bozulmasına
hükmedildikten sonra davasından dönebilir mi, dönemez mi diye keza ihtilaf
vardır. [161]
Ulema, fasit olan bir
satış akdi ile satın alman ve alıcının elinden çıkmayıp, olduğu gibi duran
malı sahibine geri verebilmesi gerektiğinde müttefik iseler de (azatlamak,
başkasına satmak, hibe etmek, rehin olarak vermek gibi) herhangi bir
tasarrufla alıcının elinden çıkan veyahut (artmak veya eksilmek gibi) bir
değişikliğe uğrayan malın hükmü hakkında ihtilaf etmişlerdir. İmam Şâfıî «Fasit
bir satış akdi ile satın alınan malda her türlü tasarrufun fasit olduğu ve
uğradığı değişikliğin hiçbir hukukî değer bulunmadığı için, sahibine geri
verilmesi gerekir» demiştir. İmam Mâlik «Malda edilen her türlü tasarruf
veyahut malın uğradığı değişiklik, malın alıcı elinden çıkmış olması demektir.
Şu halde malın kendisi geri verilmez. Ancak kıymeti lazım gelir» demiştir.
Yalnız İbn Vehb, İmam Mâlik'ten, «Riba ile artan mal, değişikliğe uğramış
sayılmaz. Bunun için eğer fasit bir satış akdi ile satın alınmış olan mal, riba
ile artarsa kıymeti değil, kendisinin geri verilmesi gerekir» dediğini rivayet
etmiştir, ki İmam Ebû Hanife de buna katılır.
İmam Mâlik'e göre
fasit olan satışlar -haram ve mekruh olmak üzere- iki kısımdır. Haram olan
satışlarda eğer mal alıcının elinden çıkarsa, malın kıymeti lazım gelir.
Mekruh olan satışlarda ise, malın alıcı elinden çıkması ile, satış sıhhat
kazanır. İmam Mâlik'e göre mekruh olan satışlarda çoğu kez malın alıcıya
teslimi ile de -kerahet hafif bir sebeb olduğu için- satış sıhhat kazanır.
Şâfiîler, riba veyahut
garar yüzünden satışı caiz olmayan şeyleri -şarap ve domuz eti gibi- lizatihi
(doğrudan) haram olduğu için satışı caiz olmayan şeylere benzettiklerinden,
onlara göre fasit olan satışlarda, satılan mal alıcı elinden çıksa da, geri
verilmesi gerekir. İmam Mâlik ise, «Riba veyahut ga-rarh satışlar -bu
satışlarda adalet bulunmadığı için- yasak edilmiştir. O halde mal, alıcının
elinden çıktığı zaman adaletin gereği malın kıymetini geri vermektir. Zira
bazen mal, alıcıya teslim edildiği zaman kıymeti bin dirhem iken geri verilmesi
gerektiği zaman beşyüz dirhem kıymetinde veyahut -tersine olarak- teslim
edildiği zaman kıymeti beşyüz dirhem iken geri verilmesi gerektiği zaman bin
dirhem kıymetinde olur» demiştir. Bunun içindir ki imam Mâlik'e göre, fasit
olan satışlarda, mal, kıymeti değiştiği zaman alıcı elinden çıkmış sayılır.
imam Mâlik'e göre,
satıcı ile alıcıdan birinin diğerine borç vermesi şartı ile yapılan satışlarda
-eğer borcu veren, satıcı ise- mal, alıcının elinden çıktığı zaman, alıcı
malın kıymetini -eğer satış bedelinden çok değilse- geri verir. Çünkü bu
durumda alıcı, satıcıdan borç yardımı gördüğü için ona, malın değerinden zaten
fazla bir fiyat vermiştir. Eğer satıcıya ondan da fazla bir kıymet verirse
adalete aykırı düşer. Eğer alıcı satıcıya borç vermiş ise, o zaman satıcı,
malın değerinden daha az bir bedeli alıcıdan aldığı için, alıcı malın kıymetini
-eğer satış bedelinden daha az değilse- geri verir. Çünkü bu satışlar -menfaat
karşılığı borç vermeye vasıta oldukları için- yasak edilmiştir. Zira borç verme
akdi, insanların birbirlerine yardım etmeleri gayesini güden bir akidtir. İmam
Mâlik bu meselede hepsinden daha kavrayışlıdır.
Ulema, malın alıcı
tarafından teslim alınmasından önce borç verme şartından vazgeçildiği takdirde
satış sıhhat kazanır mı, kazanmaz mı diye ihtilaf etmişlerdir. İmam Ebû Hanife,
İmam Şafiî ve diğer ulema, «Sıhhat kazanmaz», İmam Mâlik ile tabileri ise
«Kazanır» demişlerdir. İmam Mâlik'in tabileri nden yalnız İbn Abdilhakem,
«Sıhhat kazanmaz» demiştir, ki bu görüş İmam Mâlik'ten de rivayet olunmuştur.
Cumhur, «Çünkü bu satışın yasaklanması, satışın fasit olduğunu ihtiva eder.
Fasit olunca da, fesadına sebeb olan şartın ortadan kalkması ile sıhhat geri
dönmez. Nasıl ki gözle görülen şeyler de herhangi bir sebeble yıkıldıktan sonra
o sebebin ortadan kalkması ile, yıkılmazdan önceki durumlarına dönmezler»
demiştir. Rivayet olunduğuna göre Muhammed b. Ahmed b. Sehl el-Bermekî bu
meseleyi Mâlikî ulemasından İsmail b. İshak'a sorarak, «Taraflardan birinin
diğerine borç vermesi şartı ile yapılan bu satışla, bir köleyi yüz dinar ve
bir tulum şaraba sattıktan sonra: 'Ben şaraptan vazgeçerim' diyen kimsenin
satışı arasında ne fark vardır? Halbuki bu satış ulemanın icma'ı ile fasittir.
Şu halde borç verme şartı ile yapılan satışın da fasit olması gerekir» demiş,
İsmail b. îshak da ona kanaat verici bir cevap verememiştir.
Gerek
sahih ve gerek fasit olan satışların müşterek kaide ve hükümleri hakkındaki
konuşmamız burada sona erdiğinden, bundan sonra bu her dört şeyin her birine
has olan bahislere -yalnız ana kaideleri mesabesinde olan meseleleri anlatmak
üzere- başlıyoruz. [162]
[1] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/147.
[2] Dârakutnî, 3/71, no: 269; Hâkim, 2/57; Beyhâkî, 5/290.
[3] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/149.
[4] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/149-150.
[5] Buhârî, Buyu\ 34/112, no: 2236; Müslim, Musâkât,
22/13, no: 1581.
[6] Müslim, Musâkât, 22/12, no: 1579; Mâük, E$ribe, 42/5,
no: 12.
[7] Buhârî,Buyu,34/111,no: 2237; Müslim,Musâkât,22/9,no:
1567;EbûDâvûd,Buyu1 . 17/65, no: 3481.
[8] Buharı, Hars, 41/3, no: 2323; Müslim, Musâkât, 22/10,
rto: 1574; Malik, Isti'zâr, 54/5 no: 12.
[9] Buhârî, no: 2322; Müslim, no: 1203,1575; Ebû Dâvûd,
Sayd, 11/1, no: 2844.
[10] Müslim, Musâkât, 22/9, no: 1569; Beyhâkî, 6/10; Ebû
Dâvûd, Buyu\ 17/64, no: 3480. ,
[11] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/151-154.
[12] Müslim, Hacc, 15/19, no: 1218.
[13] Buhârî, Buyu' 34/79, no: 2178; Müslim, Musâkât, 22/18,
no: 1596.
[14] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/155-156.
[15] Müslim, Musâkât, 22/15, no: 1587; EbûDâvM, Buyu',
17/12, no: 3349.
[16] Buhârî, Buyu', 34/76, no: 2174; Müslim, Musâkât,
22/15, no: 1586; Ebû Dâvûd, Buyu' 17/12, no: 3348.
[17] Müslim, Musâkât, 22/15, no: 1587; Ahmed, 5/320.
[18] Müslim, Musâkât, 22/18, no: 1592; Ahmcd, 6/400.
[19] Buhârî, î'tisâm, 96/20, no: 7350; Müslim, Musâkât,
22/18, no: 1593.
[20] İbn Adî, el-Kâmil fi Duâfâi'r-Ricâl, 2/831; İbn Hazm,
Muhaîlâ, 8/479; Bcyhâkî, 5/286.
[21] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/156-161.
[22] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/161.
[23] ebu davud ,buyu ; 17/16, no 3357;darikutni,3/70,
no:263.
[24] Ebû Dâvûd, Buyu', 17/15, no: 3356; Tirmizî, Buyu',
12/21, no: 1237.
[25] Tirmizî, Buyu',
12/21, no:. 1238.
[26] Müslim, Musâkât, 22/23, no: 1602; Ebû Dâvûd, Buyu',
17/17, no: 3358.
[27] Buhârî, Buyu',
34/78, no: 2177; Müslim, Musâkât, 22/14, no: 1584.
[28] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed
b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/161-164.
[29] Aynı anlamda
bkz. Müslim, Musâkât, 22/15, no: 1587; Ebû Dâvûd, Buyu', 17/12 no: 3349.
[30] Tirmvâ, Buyu\ 12/23, no: 1240.
[31] Müsüm, Musâkât,
22/18, no: 1592; Beyhâkî, 5/283.
[32] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/164-165.
[33] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/165-166.
[34] Mâlik, Buyu\ 31/27, no: 64; Şafii, Muhtasaru'l-Müzenî,
8/176; Ebû Dâvûd, Merâstt, 21.
[35] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/166-167.
[36] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/167-168.
[37] Mâlik, Buyu', nf\2, no: 22; Ebû DâvÛd, Buyu', 17/18,
no: 3359; Şafii, Müsned 2/159.
[38] Tahâvî; Şerhu Meâni'i-Âsâr, 4/6.
[39] Tahâvî, a.g.e., 4/6; Ebû DâvÛd, Buyu', 17/18, no:
3360.
[40] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/168-170.
[41] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/171.
[42] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/171-172.
[43] İmam
Abdürrezzak, 8/184-5, no: 14812; Dârakutnî, 3/52, no: 211-2; Bcyhâkî,
5/330-331.
[44] Beyhâkî, 5/331; Taberânî (Hcysemî), Mecmâü'z-Zevâid,
4/130.
[45] Mâlik, Buyu',
31/19, no: 40; Buhârî, Buyu', 34/51, no: 2126.
[46] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/172-175.
[47] Ebû Dâvûd, Buyu\ 17/70, no: 1234; Nesâî, 7/288;
Dârimî, 2/253.
[48] Tayâlisî, s. 187; Beyhâkî, 5/313.
[49] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/175-177.
[50] Mâlik, Buyu1 31/23, no: 54; Sahnun, Mfldcvvene, 3/162;
Âbdürrczzak, 8/49.
[51] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/177-178.
[52] Mâlik, Buyu',
33/19, no: 42; Müslim, B/o< 21/8, no: 1527..
[53] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/178-180.
[54] BuhM,Buyu' 34/61, no: 2143; Müslim,.Buya1, 21/3, no:
1514; MSâik, Buyu', 31/26, no: 62.
[55] Bczzâr Heyscmî, Ketfü'l-Estâr, 2/91; Beyhâkî, 5/341.
[56] Buhârî, Buyu', 34/87, no: 2198; Müslim, Musâkât, 22/3,
no: 1555.
[57] Buhârî, Buyu', 34/62, no: 2144; Müslim, Buyu', 21/1,
no: 1512. :
[58] Müslim,Buyu', 21/2,1513; Ebû Dâvûd, Buyu1, 17/25, no:
3376.,
[59] Müslim, Buyu', 21/16, no: 1536; Ebû Dâvûd, Buyu',
17/34, no: 3404,
[60] TmnizlBuyu', 12/18, no: 1231; Nesâî, 7/295.
[61] Hattâbî, Mealim, 5/154; İbn Hazm, Muhatla, 8/415.
[62] EbûDâvûd,5u>-u', 17/70, no: 3504; Tirmizî^^u1,
12/19, no: 1234.
[63] Müslim, Buyu', 21/13, no: 1535; Ebû Dâvûd, Buyu',
17/23, no: 3368.
[64] Ebû Dâvûd, Buyu', 17/23, no: 3381; Tirmizî, Buyu',
12/15, no: 1228.
[65] Bezzâr
(Hcysemî),KeSful-Estâr,2/87.
[66] Bahân, Buyu', 34/85, no: 2194; Müslim, Buyu', 21/13,
no: 1534.
[67] Buhâr\Buyu\ 34/87, no: 2198; Müslim, Musâkât, 22/3,
no: 1555.
[68] Buhârî, Buyu', 34/85, no: 2193; Ebû Dâvûd, Buyu',
17/23, no: 3372; Tahâvî, Şerhu Meâni'l-Âsâr, 4/28,
[69] Ahmed, 2/341; Bezzâr [Heysemî), Ketfü'l-Estâr, 2/97.
[70] Müslim, Buyu', 21/13, no: 1535.
[71] Ahmed, 2/432, 71, 398,475, 503; Tmmzi,Buyu\ 12/18, no:
1231.
[72] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/181-189.
[73] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/189.
[74] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/189-191.
[75] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/191.
[76] tbn Ebî Şcybc, Musannef, 6/131, no: 547; Ahmed, 3/42;
İbn Mâce, Ticârât, 12/24, no: 2196; Zcylâî, Nasbu'r Râye, 4/14-15.
[77] İbn Mâce, Ticârât, 12/31, no: 2228; Dârakutnî, 3/8,
no: 24; Ecyhâki, 5/316.
[78] Mâlik, Buyu1, 31/13; Buharı, Buyu1, 34/82, no: 2185,
2187; Müslim, Buyu\ 21/17, no 1545; Ebû Dâ\üâ,Buyu\ 17/19, no: 3361; Tahâvî,
ŞerhuMeâni'l-Âsâr, 4/33.
[79] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/191-194.
[80] Buhârî, Şurût, 54/4, no: 271.8; Müslim, Musâkât,
lifli, no: 715.
[81] Mâlik, Itk, 38/10, no: 17; Buhârî, Buyu', 34/73, no:
2168; Müslim, //*, 20/2, no: 1504; Ebû Dâvûd, //*, 23/2, no: 3929-3930.
[82] Müslim,5«y«',21/16,no: 1536.
[83] Hattâbî, Meâlimü's-Sünen, 5/154-155; Îbn Hazm,
Muhallâ, 8/415-416, no: 1445.
[84] Müslim, Buyu\ 21/16, no: 1536.
[85] Ebû Dâvûd, Buyu1, 17y70, no: 3504; Tirmizî, Buyu',
12/19, no: 1234.
[86] Nesâî, 7/299.
[87] Ebû DâvûdtBuyu', 17/70, no: 3504.
[88] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed
b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/195-201.
[89] Buhârî, Buyu\ 34/58, no: 2140,2150; Müslim, Buyu\
21/4, no: 1515.
[90] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/203-204.
[91] Ebû Hanİfe'ye göre, köylü kervanını karşılamak
mekruhtur.
[92] Buhârî, Buyu', 34/71, no: 2162; Ebû Dâvûd, Buyu',
17/45, no: 3437.
[93] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/204.
[94] Müslim, iman, 1/23, no: 55; Ebû Dâvûd, Edeb, 35/67,
no: 4944.
[95] Müslim, Buyu', 21/6, no: 1522; Ebû Dâvûd, Buyu\ 17/47,
no: 3442.
[96] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed
b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/204-205.
[97] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/206.
[98] Buhârî, Musâkât, 42/2, no: 2353; Müslim, Musâkât,
22/8, no: 1566; Tirmizî, Buyu', 12/44, no: 1272.
[99] Ebû Ya'Iâ, Müsned, 3/140, no: 1570; Dârakutnî, 3/26,
no: 92; Beyhâkî, 6/100.
[100] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/206-207.
[101] Tirmizî, Buyu\ 12/52, no: 1283; Dârimî,
[102] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/207.
[103] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/207-208.
[104] Cum'a, 62/9.
[105] NÛr, 24/37.
[106] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/209-210.
[107] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/211.
[108] Buhârî.fîuyH1, 34/44, no: 2111; Müslim, Buyu', 21/10,
no: 1531; Ebû Dâvûd, Buyu' 17/53, no: 3454; Mâlik, Buyu', 31/38, no: 79.
[109] Mâlik, Buyu\ 31/38, no: 80..
[110] Mâide,5/l.
[111] Nisa, 4/130.
[112] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/213-215.
[113] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/217.
[114] Buhârî, Menâkıb, 61/28, no: 3642; Ebû Dâvûd, Buyu',
17/28, no: 3384.
[115] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/219-220.
[116] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/221.
[117] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/221.
[118] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/223.
[119] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/223-224.
[120] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed
b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/224.
[121] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/224.
[122] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/224-225.
[123] Buhârî, Buyu', 34/64, no: 2150; Müslim, Buyu\ 21/4,
no: 1515; Ebû Dâvûd, Buyu1, 17/48; no: 3443.
[124] Ebû Dâvûd, Buyu\ 17/73. no: 3508.
[125] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/225-226.
[126] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/226.
[127] Ebû Dâvûd, Buyu', \1P2, no: 3506; Dârimî, 2/251.
[128] Ahmed, 4/152; Hâkim, 2/21; Beyhâkî, $n2
[129] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/226-228.
[130] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/228-230.
[131] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/230-232.
[132] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/233.
[133] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/233.
[134] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/233-234.
[135] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/234-235.
[136] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/235-236.
[137] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/236-237.
[138] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/239-240.
[139] Ebû Dâvud, Buyu117/73, no: 3508.
[140] İmam Muhammed, Âsâr, ?. Ayrıca benzeri için bkz. İbn
Mâce, Ticârât, 12/20, no: 2189.
[141] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/240-242.
[142] Müslim, Musâkât, 22/3, no:1554; Ebû Dâvud, Buyu'
17/60, no: 3470.
[143] Müslim, Musâkât, 22/3, no: 1554; Şafiî, Müsned,
2/151,152.
[144] Müslim, Musâkât, 22/4, no: 1556; Ebû Dâvud, Buyû\
17/60, no: 3469.
[145] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/242-243.
[146] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/244.
[147] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/244.
[148] Buharı, Vesâyâ, 5/2, no: 2742; Müslim, Vasıyyet,25/1,
no: 1628.
[149] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/244-245.
[150]Hanefi ve Şâfiilere göre meyva, satılacak duruma gelmiş
ve satılmış; müşteriye de usûlüne göre teslim edilmişse, bundan sonra ağaç
üzerinde iken olsa da, meydana gelecek zarardan satıcı sorumlu değildir, zarar
tamamen alıcıya aittir.
[151] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/245.
[152] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/245.
[153] Buharî, Buyû\ 34/90, no: 2204; Müslim, Buyu, 21/15,
no:1543, Ebû Dâvûd, Buyu. 17/44, no: 3434.
[154] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/246-247.
[155] Buharî, Musâkât, 42/17, no:2379; Müslim, Büyü', 21/15,
no: 1543; Ebû Dâvûd, Buyu'. 17/44, no: 3433.
[156] Ebû Dâvûd, /At, 23/11, no: 3962.
[157] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/247-248.
[158] Nisa, 4/24.
[159] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/248-249.
[160] Mâlik, Buyu', 31/38, no: 80.
[161] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/249-251.
[162] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/253-254.