3. Düşmanı Tenkilin Çeşitleri:
52. Müslümanların Savaşta Elde Ettiği Mallar
2 .Ganimetin Savaşçılar Arasında Bölüşülmesi
C-Savaştan Önce Tenfîl Sözü Vermek
D. Öldürülen
Düşmanın Üzerindeki Eşya Seleb
4 . Müslümanların
Savaşta Geri Alınan Malları
5 . Savaş Yoluyla Fethedilen Topraklar
6 . Fey'in
Bölüşülmesi ve Harcanması
Bu baba ait olan bahis
iki bölümde toplanmaktadır.
Birinci
bölüm savaşın rükünleri, ikinci bölüm de kendileri ile savaşılan düşmanlann
müslümanlar tarafından esir edildikleri zaman uygulanacak hükümler hakkındadır. [1]
Bu
bölüm yedi fasıldır. Birinci fasıl cihad görevinin hükmü ile bu görevin kime
vacib olduğu, ikinci fasıl kimlerle savaş edildiği, üçüncü fasıl, kendileri
ile savaş edilenlerden kimlerin tenkili caiz olup kimlerin caiz olmadığı,
dördüncü fasıl savaş edebilmenin şartı, beşinci fasıl düşmanların sayısı ne
kadar olursa savaştan geri çekilmenin caiz olduğu, altıncı fasıl düşmanla barış
anlaşmasının caiz olup olmadığı, yedinci fasıl da savaşın gayesi hakkındadır. [2]
Ulema, cihad görevinin
farz-ı ayn olmayıp, farz-ı kifâye olduğunda müttefiktirler. Yalnız Abdullah b.
Hasan, cihadın tatavvu' (nafile) olduğunu söylemiştir. Cihadın farz olduğunu
söyleyen cumhur,
"Savaş -hoşunuza
gitmediği halde- size farz kılındı" [3]
âyet-i kerimesine dayanmıştır.
Farz-ı kifâye
olduğunun delili de
"Bütün
nıü'rninlerin savaşa çıkmaları gerekmez..." [4]
âyet-i kerimesi ile
"Mü'mînlerden
özürsüz olarak yerlerinde oturanlarla, mal ve canlan ile Allah yolunda
savaşanlar birbirine eşit değillerdir. Allah mal ve
canları île cihad
edenleri, mertebece oturanlardan üstün kılmıştır. Allah hepsine de cennet
va'detmiştr" [5] âyet-i kerimesidir.
Peygamber (s.a.s) Efendimiz de hangi savaşa çıkmış ise mutlaka ashabtan
bazıları kendisi ile beraber bulunmamıştır. Bu da savaşın farz-ı kifâye
olduğunu göstermektedir.
Kendilerine savaş
görevi vacib olanlara gelince: Savaşın hasta ve sakat olmayan ve savaş gücüne
sahip olan hür ve baliğ erkeklere vacib olduğunda ihtilâf yoktur. Çünkü Cenâb-ı
Hak,
"Ne iki gözü kör
olana günah vardır, ne de topal olana günah vardır ve nede hasta olana günah
vardır" [6] ve,
"Güçsüzlere,
hastalara ve sarfedecek bir şeyi bulunmayanlara günah yoktur" [7]
buyurmuştur. Bu görevin kölelere vacib olmadığında İhtilâf yoktur ve ana
babanın izni olmaksızın bu göreve katılmanın caiz olmadığında da ulema
müttefiktirler. Zira sabittir ki adamın biri Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e,
«Ben cihada çıkmak istiyorum» demiş, Peygamber (s.a.s} Efendimiz kendisine,
et Anan bahan sağ mı?»
diye sormuş ve adam: «Evet, sağdırlar» deyince Efendimiz (s.a.s),
«O failde onların
himıeânde cihad e[8])hiyi^^
Ancak eğer bir yerde
bütün halkın savaşa katılmak mecburiyeti hasıl olursa o zaman o yerde cihad
farz-ı ayn olur ve ana babanın izni şart olmaz.
Müslüman olmayan ana
babanın ve borçlu olan kimseye de alacaklısının izninin şart olup olmadığında
ihtilâf etmişlerdir. Çünkü adamın biri Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e «Allah
yolunda ve Allah rızasını kazanmak için savaşırken ölürsem Allah günahlarımı
afv eder mi? diye sormuş. Peygamber (s.a.s) Efendimiz:
«Evet,
affeder. Yalnız eğer borcun varsa onu affetmez. Bunu bana demin Cibril söyledi»
[9] buyurmuştu.
Bununla beraber cumhur: «Eğer borcunu ödeyecek kadar malı kalıyorsa
alacaklısının izni şart değildir» demiştir. [10]
Ulema, bütün
müşriklerle savaş edilebildiğinde müttefiktirler. Çünkü Cenâb-ı Hak,
"Fitne kalmayıp,
yalnız Allah'ın dîni kalana kadar onlarla savaşınız" [11]
buyurmuştur. Yalnız İmam Mâlik'ten, «Eğer Habeşler müslümanlara savaş
açmazlarsa onlarla savaşmak caiz değildir. Zira Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«Habeşliler size
dokunmadıkça siz onlara dokunmayın» [12]
buyurduğu rivayet olunmuştur.
îmam
Mâlik'e, 'Bu hadisin sıhhat derecesi nedir?' diye sorulmuş, îmam Mâlik «Hadis
ne dereceye kadar sıhhatlidir bilmiyorum. Ancak, halk öteden beri Habeşlilerle
savaşmaktan çekinegelmişlerdir» demiştir. [13]
Düşmanları tenkil
etmek; -mallarını yağma etmek, kendilerini öldürmek ya da köleleştirmek
suretiyle- üç şekilde olur. Tenkil'in üçüncü şeklini -rahipler sınıfı dışında-
erkek, kadın, büyük, küçük, genç ihtiyar bütün müşriklerde uygulamanın caiz
olduğunda icma1 edilmiştir. Rahipler sınıfı hakkında ise, kimisi, «Onlara
dokunulmaz. Çünkü Peygamber (s.a.s) Efendimiz onlar hakkında,
«Kendilerini hangi
dinden sayıyorlarsa onları o dinde serbest bırakın» [14]
buyurmuştur ve aynı zamanda Hz. Ebû Bekir de öyle yapmıştır» demiştir.
Ulemanın çoğu,
«Sultan, esirler hakkında birkaç hüküm arasında muhayyerdir. İsterse onları
bırakır, isterse köleleştirir, isterse öldürür, isterse onları fidye karşılığı
salıverir, isterse cizyeye bağlar» demişlerdir.
Kimisi de «Esiri
öldürmek caiz değildir» demiştir. Hasan b. Muham-med et-Temimi, «Esiri
öldürmenin caiz olmayışı ashabın icmaı'dır» ctemış tir.
Bu ihtilâfın sebebi,
bir taraftan Kur'an-ı Kerim'in âyetleri .ıra.Mndu, bir taraftan da Kur'an-ı
Kerim'in zahiri ile Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in fiil)
ili.arasında bulunan
farklı ifadelerdir. Zira,
"Savaşta
kâfirlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun; sonunda onlara üstün
geldiğinizde onları esir alın; savaş sona erince onları ya karşılıksız ya da
fidye ile salıverin" [15]
âyet-i kerimesinin zahiri, kendilerinden bir şey almaksızın ya da fidye
karşılığı olarak bırakıl mal arın dan başka bir şey yapmanın caiz olmadığını
göstermektedir.
"Hiçbir
Peygambere esir almak, yeryüzünde galibiyeti kazanmadıkça yaraşmaz" [16]
âyet-i kerimesi ile bu âyetin nüzul sebebi -ki Bedir esirleri hakkında nazil
olmuştur- esirleri öldürmenin onları köleleştirmekten ef-dal olduğunu
göstermektedir. Peygamber (s.a.s) Efendimiz de birçok savaşta esirleri
öldürmüş, kadınları köleleştirmiş, bazan da onlardan bir şey almaksızın onlan
salıvermiştir. Ebû Ubeyd, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in Araplardan hür olan
erkekleri kol ele sürmediğin i nakletmektedir. Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den
sonra ashab-ı kiram ehl-i kitabın erkek ve kadınlarının köleleştirilmesinde
icma' etmişlerdir.
Bunun için, «âyet-i
kerime ile Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in fiili nes-holunmuş» diyenler, «Esir Öldürülemez»
demişlerdir. «Ayette esirlerin Öldürülüp Öldürülmediği zikredilmemiştir.
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in fiili âyete dercedilmeyen bir hükümdür ve aynı
zamanda Bedi ilrii d yeme ile aldığı İhtara uymaktır» diyenler ise, esirin
öldürülmesinin cevazını benimsemişlerdir. Tabiidir ki esiri Öldürmek, -eğer ona
eman veril-memişse- caizdir. Kendisine eman verilen esiri Öldürmenin cevazı
hiçbir müslüman âlim tarafından söylenmemiştir. Ancak, kim eman verebilir, kim
veremez diye ihtilâf etmişlerdir. Sultanın eman verebildiğinde müttefiktirler.
Ulemanın cumhuru, her
hür ve erkek olan müslüman ferdinin de eman verebildiği görüşündedir. Yalnız
îbn Mâcişûn, «Ferdin eman verebilmesi sultanın iznine bağlıdır» demiştir. Kadın
ile kölenin ise, eman verebildiklerinde ihtilâf etmişlerdir. Cumhur bunların da
eman verebildiklerine kaildir. Îbn Mâcişûn ile Sahnun ise, «Kadının emanı
sultanın iznine bağlıdır» demişlerdir.
îmam Ebû Hanife de,
«Köle eğer savaşa katılmamışsa eman veremez» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi umumun
kıyas ile çelişmesidir. Umum, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«Müslümanlar kan
bakımından birbirlerine eşittirler. En aşağıları bile sahip odakları eman
yetkisine sahiptir ve başkalarına karşı tek bir kuvvettirler» [17]
hadisidir. Bu hadisteki umum, kişinin -köle de olsa- müslüman olduktan sonra,
eman verme yetkisine sahip olduğunu ihtiva etmektedir. Kıyas ise, buna
aykırıdır. Zira eman verebilmenin şartlanndan biri kâmil olmaktır. Köle ise,
taşıdığı kölelik vasfı ile nakıs sayılmaktadır. Nitekim bu vasfı taşıdığı için
birçok şer! hükümler kendisiden sakıt olmuştur. Bunun için bu yetkiye de sahip
olmaması ve hadisin umumundan istisna edilmesi lâzım gelmektedir.
Kadının eman verip
verememesin deki ihtilâfın s e b e b i de, hem Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«Ey Ümmü Hâni, eman verdiğin adama biz de eman
verdik» [18] hadisinin te'vilinde, hem
de kadını erkeğe kıyas etmekte ihtilâf etmiş olmalarıdır. Zira bu hadisten,
«Biz bu adama verdiğin emanı kabul ettik»,mânâsını anlayanlar, «Kadının eman
verebilmesi, sultanın izin ve kabulüne bağlıdır» demişlerdir.
Hadisten «Adama eman
verdiğin için biz ona dokunmayacağız» mânâsını anlayanlar ise, «Kadının eman
vermesi için sultanın izni şart değildir» demişlerdir. Çünkü birinci mânâ,
«Senin eman vermenin hukukî bir değeri yoktur. Fakat biz seni kırmıyoruz»
demektir. İkinci mânâ ise «Adama eman vermiş olmanla onu ölümden kurtarmış
bulunuyorsun. Biz artık ona dokunmayız» demektir. Bunun gibi, kadını erkeğe
kıyas edenler de: «Erkek nasıl eman verebiliyorsa kadın da verebilir»
demişlerdir. Kadını erkekten noksan görüp bu kıyası yapmayanlar ise, kadının
eman vermesini caiz görmemişlerdir. Bununla beraber, esire eman vermek onu
yalnız ölümden kurtarmaya yarar, esirin köleleştirilmesinde esire eman
vermenin bir tesiri yoktur. Bu ihtilâf, cem-i müzekkerlerin (erkeklere mahsus
çoğulların) şümulu-na kadınların da -şer'î örfe göre- girip girmediğinde
ihtilâf etmelerinden de ileri gelmiş olabilir. îslâm müctehidleri,
müslümanlarla bilfiil savaşan erkekleri savaş esnasında öldürmenin caiz
olduğunda müttefiktirler. Fakat onları esir aldıktan sonra öldürmekte
-yukarıda da söylediğimiz gibi- ihtilâf etmislerdir.
Savaşa kaalmayan kadın
ve çocuklan öldürmenin caiz olmadığında da müttefiktirler. Zira Peygamber
(s.a.s) Efendimiz kadın ve çocuklan öldürmeyi yasak etmiş [19] ve
öldürülmüş bir kadın hakkında,
«Bu, öldürülmemeli
idi» [20]demiştir.
Halk ara-
sından çekilen kilise
adamları ile, kör, sakat, deli, çiftçi, işçi ve savaş yapamayan ihtiyarlar
hakkında ise ihtilâf etmişlerdir.
tmam Mâlik, «Kör, deli
ve kilise adamlan öldürülemez ve mallarından yaşayabilecekleri kadar ellerinde
bırakılır» demiştir. îmam Mâlik'e göre yıpranıp çöken ihtiyarlarda aynı hükme
tabidirler. îmam Ebû Hanife ile tabileri de buna katılır. Süfyan Sevrî ise,
«Bunlardan, yalnız ihtiyarlar öldürülemez» demiştir. Evzâî, «Çiftçilerde
öldürülemez» demiştir. îmam Şâfıi ise -kendisinden gelen en sıhhatli rivayete
göre- «Bunların hepsi öldürül e bilir» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
bü mevzudaki bazı hadislerin hususları ile, gerek Kur'an-ı Kerim'in ve gerek
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«İnsanlar Lâ ilahe
illallah diyene kadar onlarla savaşmakla emredil-mişimdir» [21]
hadisinin umumları arasında bulunan çelişmedir. Çünkü, "Hürmetli aylar
çıkınca müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz" [22]âyet-i
kerimesi ile bu hadis-i şerifte ne rahipler, ne de başkaları istisna
edilmemişken bazı hadislerde bunlar istisna edilmiştir, Bu hadislerden biri,
Dâvûd b. Husayn'ın îkrime'den, tkrime'nin de îbn Abbas'tan rivayet ettiği
«Rasûl-i Ekrem (s.a.s), askerlerini herhangi bir yere gönderdiği zaman, onlara
«Kilise adamlarını
öldürmeyin» diyordu» [23]hadisidir.
Biri de, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«Çok yaşlı olan
ihtiyarlan, küçük çocukları, kadınları öldürmeyiniz ve aşın gitmeyiniz» [24]buyurduğuna
dair Enes b. Mâlik'ten rivayet olunan hadiştir. Bu hadisi Ebû Dâvûd
kaydetmiştir. îmam Mâlik de Hz. Ebû Bekir'den «Kendilerini Allah'a ibadete
bağladıklarını iddia eden kimseleri göreceksiniz. Onlan kendi hallerinde
bırakınız ve kadın, çocuk ve yaşlanıp yıpranan ihtiyarlan öldürmeyin» dediğini
rivayet etmektedir. Bununla beraber öyle görülüyor ki bu mes'eledeki ihtilâfın
esas sebebi, "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin.
Allah aşırı gidenleri sevmez"[25]
âyet-i kerimesi ile,
"Hürmetli aylar
çıkınca müşrikleri nerede bulursanız onları öldürün; onları yakalayıp
hapsedin, her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tevbe eder, namaz kılar
ve zekât verirlerse peşlerini bırakın" âyeti kerimesi arasında bulunan
çelişmedir. Önce müslümanlarla savaş açanlara karşı savaşma emri verildiği için
ikinci âyetin birinci âyeti neshettiğini söyleyenler, ikinci âyeti umumî
mânâsında bırakmışlardır. Bilinci âyetin nesho-lunmayıp muhkem olduğunu
söyleyenler ise, yukanda geçen kimseleri ikinci âyetin umumundan istisna
etmişlerdir. îmam Şafii, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«Müşriklerin ihtiyarlarını
öldürün gençlerini sağ bırakın» [26]
buyurduğuna dair Semura'nın hadisi ile de ihticac etmiştir.
Herhalde İmam Şafii'ye
göre öldürmenin sebebi küfürdür ki bütün kâfirlerin öldürülmesinin cevazını
benimsemiştir. «Çiftçiler de öldürülmez» diyenler ise, Zeyd b. Vehb'ten «Hz.
Ömer'den bize mektup geldi. Mektupta 'Aşırı gitmeyin, kimseye zulmetmeyin,
çocuklan öldürmeyin, ekip biçmekle uğraşanlar hakkında da Allah'tan korkun'
deniliyordu» diye gelen rivayet ile ihticac etmişlerdir. Rabah b. Rebia'nin
hadisinde de işçileri öldürmenin yasak edildiği rivayet olunmuştur. Bu hadise
göre Rabah, Peygamber (s.a.s) Efendimizle birlikte bir savaşta bulunmuş da,
Efendimiz (s.a.s) bir kadının ölüsüne rastlamış ve bir miktar üzerinde
durduktan sonra
«Su, öldürülmcmeli
idi» demiş ve birisine:
«Çabuk Halici b.
Velid'e yetiş, çocuk, işçi ve kadınları öldürmesin» diye emretmiştir [27].
Kısacası anlaşılıyor ki bu ihtilâfta, öldürmeyi gerektiren sebepte ihtilâf
etmelerinin de payı vardır. «Küfür öldürmeyi gerektirir» diyenler, müşriklerden
hiç kimseyi istisna etmemişlerdir. «Küfür öldürmeyi gerektirmez. Zira eğer
küfür Öldürmeyi gerektirse idi -kadınlar da kâfir oldukları halde- onları
öldürmek yasak edilmezdi. Kâfirleri öldürmekten maksat onların savaş gücünü
kırmaktır. Yoksa, her kâfiri, kâfir olduğu için öldürmek gerekmez. Nitekim
kadınlar da kâfir oldukları halde onları öldürmek yasak edilmiştir» diyenler
ise, -kadın, çocuk ve ihtiyarlar gibi- savaşama-yanlan-ve -çiftçilerle işçiler
gibi- savaşa girmeyenleri istisna etmişlerdir.
Göz oymak, kulak ve
burun kesmek gibi işkence yapmanın da yasak edildiği sabittir.
Ulema silahla
Öldürmenin cevazında müttefiktirler. Fakat ateşle yakmakta ihtilâf
etmişlerdir. Kimisi ateşle yakmayı ve ateşe atmayı mekruh saymıştır ki, bu Hz.
Ömer'in görüşüdür ve İmam Mâlik'ten de rivayet olunmuştur. Süfyan Sevrî ise:
Caizdir demiştir. Kimisi de «Eğer bunu.ilkin düşman yaparsa caizdir, yoksa
değildir» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi
de"Müşrikleri nerede görürseniz onları öldürün" [28]
âyet-i kelimesindeki umumun, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in bir adam hakkında
söylediği sabit olan,
«Onu yakalarsanız
öldürünüz, ateşle yakmayınız. Çünkü ateşi yaratan Allah'tan başka, hiçbir kimse
bir başkasına ateş azabını veremez» [29] hadi-sindeki
husus ile çelişmesidir. Çünkü âyet-i kerimede «Sununla Öldürün, bununla
öldürmeyin» diye herhangi bir öldürme çeşidi istisna edilmemiştir.
Fukahanın büyük
ekseriyeti kalelere mancınıklarla taş atmanın -içinde kadın ve çocuklar
bulunsun bulunmasın- cevazında müttefiktirler. Zira rivayet olunmaktadır ki
Peygamber (s.a.s) Efendimiz Taif halkına karşı mancınık kullanmıştır. Fakat
içinde müslüman esirlerle müslüman çocuklarının bulunduğu kaleleri mancınığa
tutmanın cevazında ihtilâf etmişlerdir. Bir cemaat de: «Böyle kalelere karşı
mancınık kullanılamaz» demiştir ki Evzaî bu görüştedir. Leys b. Sa'd ise,
'Caizdir' demiştir. Caiz görmeyenlerin mesnedi,
"Eğer mü'minlerle
kâfirler birbirinden ayrı bulunsalardı, kâfirleri
can yakıcı bir azaba
uğratırdık" [30]
âyet-i kelimesidir. Caiz görenler ise, herhalde maslahata bakmışlardır.
Düşmanları öldürme ve
köleleştirme yolu ile yapılan tenkil işte budur. Mallarını talan etmek sureti
ile tenkile gelince: Mal da,.-bina, hayvan ve ekinler olmak üzere- üç çeşit
olduğu için bunda ihtilâf etmişlerdir. îmam Mâlik, «Binalarını yıkmak ve
ağaçlarını kesmek caizdir. Fakat hayvanlarım öldürmek ve hurmalıklarını yakmak
caiz değildir» demiştir. Evzaî de meyva ağaçlarını kesmeyi ve -mabed olsun
olmasın- binaları yıkmayı mekruh görmüştür.
imam Şafii ise, «Eğer
bina ve bahçeler kendileri için birer sığınak durumunda ise yakılır, sığınak
değilse binaları yıkmak ve ağaçlan kesmek mekruhtur» demiştir.
Bu
ihtilâfın s e b e b i, Hz. Ebû Bekir'in bu husustaki fiili ile Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in fiili arasındaki çelişmedir. Çünkü Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in Beni Nadir kabilesinin hurmalıklarını yaktığının [31] ve
Hz. Ebû Bekir'in de «Ağaçlan kesmeyin ve binalan yıkmayın» diye söylediğinin
ikisi de sabittir. Bunun için «Hz. Ebû Bekir Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in
fiilinin nesholunduğunu biliyordu da, onun için böyle söylemiştir. Zira Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'e muhalefet etmesi mümkün değildir» diyenlerle, «Bu hüküm
Beni Nadir kabüesine mahsustur» diyenler, Hz. Ebû Bekir'in görüşünü
benimsemiştir. Peygamber (s.as) Efendimiz'in fiiline dayanan ve «Hiç kimsenin
ne sözü, ne de fiili Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in fiili karşısında hüccet
olamaz» diyenler ise, ağaçlan yakmanın cevazını benimsemiştir, îmam Mâlik'in
hayvanlarla ağaçlar arasında ayırım yapmasının sebebi de hayvanlan öldürmenin
onlara işkence etmek olduğu, işkencenin yasak edildiği ve Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in hayvanlan öldürdüğünün rivayet olunmadığıdır. Kâfirleri can ve mal
bakımından tenkil etmenin en son sının işte budur. [32]
Ulema herhangi bir
kâfirler toplumu ile savaş yapmanın cevazı için, savaştan önce onlan haberdâr
etmenin şart olduğunda müttefiktirler. Zira Cenâb-ı Hak,
"Biz, elçi
göndermedikçe kimseye azab etmeyiz" [33]
buyurmuştur. Fakat savaşın tekerrürü halinde tekrar haber vermek şart mıdır,
değil midir diye ihtilâf etmişlerdir. Kimisi Bu ihtilâfın sebebi fiili delil
ile kavli delil arasında bulunan çelişmedir. Zira bir yandan sabittir ki
Peygamber (s.a.s) Efendimiz herhangi bir yere bir askerî birlik gönderdiği
zaman, birlik amirlerine,
«Müşriklerden
düşmanına rast geldiğin zaman onları üç yoldan birini seçmeğe davet et.
Hangisini seçmekle seni dinlerlerse kabul et ve onlardan elini çek. Onları
müslümanlığa davet et. Müslüman olurlarsa kabul et ve onlardan elini çek, sonra
onlara, kendi yerlerini bırakıp muhacirlerin oturduğu yere göç etmeği teklif
et ve eğer bunu yaparlarsa mulıacirlerin yararlandıklarından
yararlanacaklarını ve bulundukları görevlerle görevli bulunacaklarını
kendilerine bildir. Eğer bunu kabul etmeyip kendi yerlerinde kalmak
isterlerse, o zaman kendileri de diğer müslüman Araplar gibi mü'min-lerin tabi
olduğu Allah'ın hükmüne tabi olacaklarını ve cihada katılmadıkları müddetçe
onlara fey' ve ganimetten pay verilmeyeceğini kendilerine bildir. Yok eğer
müslümanhğı kabul etmezlerse o zaman, onları cizye vermeye davet et. Eğer
kabul ederlerse onlardan kabul et ve onlardan elini çek. Yok eğer bunu da kabul
etmezlerse, Allah'tan yardım dile ve onlarla savaşa başla» [34] diye
söylerdi. Diğer yandan da sabittir ki kendisi herhangi bir kabile ile savaşmak
istediğinde o kabilenin yakınında geceleyin pusu kurar ve günün aydınlanması
ile onlara baskın yapardı [35]
Bunun için kimisi
«Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in askerî birlik amirlerine olan bu talimatı
islâmiyet'in başında ve daha müslümanlık yayılmamışken olmuştur. Nitekim bu
talimatta halkı hicrete davet etmek de bunu göster-
mektedir.
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in fiili ise, sonradır ve talimatın hükmünü
neshetmiştir» demiştir ki cumhur bu görüştedir. Kimisi de kavlî delili fiilî
delile tercih etmiştir. Haber vermeyi müstehab görenler ise, iki delili te'lif
etmişlerdir. [36]
Ulema, düşmanın asker
sayısı müslümanlann asker sayısının iki katından fazla olmazsa, müslümanlann
savaştan geri çekilmesinin caiz olmadığında müttefiktirler. Zira Yüce Allah,
"Şimdi
Allah yükünüzü hafifletti. Zira içinizde zaaf bulunduğunu biliyordu. Sizin
sabırlı yüz kişiniz onlardan iki yüz kişiyi yener; sizin bin kişiniz, Allah'ın
izni ile, ikibin kişiyi yener. Allah sabredenlerle beraberdir" [37]
buyurmuştur. îbn Macişûn, «İki kattan fazla olma şartı sayı ile değil, kuvvet
bakımındandır. Hatta bir kişi bir kişinin bile önünden -eğer o kişinin atı ve
silahı daha iyi ve kendisinden daha kuvvetli olursa- çekilebilir demiş ve bunu
îmam Mâlik'ten de rivayet etmiştir. [38]
Ulema, düşmanla barış
anlaşmasını yapmak caiz midir, değil midir diye ihtilâf etmişlerdir. Kimisi
«Eğer İmam, böyle bir anlaşma yapmakta müslü-manlar için yarar görürse -hiçbir
sebep olmasa ve düşman tarafından teklif edilmese bile- caizdir» demiştir.
Kimisi de, «Ancak düşman istilasının tehlikesi gibi barış anlaşmasını zaruri
kılan bir durum hasıl olduğu taktirde yapılabilir. Böyle bir durumda -ister
düşmandan bir şey alınsın ister alınmasın-banş anlaşması caizdir» demiştir.
Tabiidir ki böyle bir durumda eğer düşmandan bir şey alınırsa cizye değildir.
Çünkü cizyenin şartı, îslâm ahkâmına tabi' olan gayri müsîimlerden alınmasıdır.
Evzaî ise, 'Bir
zaruret hasıl olduğu taktirde, müslümanlar tarafından düşmana bir şey verilmek
suretiyle dahi, barış anlaşması caizdir' demiştir. İmam Şafii, 'Eğer kâfirler
sayı ve savaş gücü bakımından müslumanlardan çok olmaz ve dolayısıyla onların
zulmüne uğramak tehlikesi bulunmazsa, müslümanlann kâfirlere fidye vermesi caiz
değildir', demiştir. Kısacası; ulemanın çoğu, eğer İmam anlaşmada müslümanlar
için bir maslahat görürse anlaşmanın caiz olduğunu söylemişlerdir, imam Mâlik,
îmam Şâfîİ ve îmam Ebû Hanife de bunlardandırlar. Ancak îmam Şafii, anlaşma
süresinin, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in Hudeybiye senesinde kâfirlerle
yaptığı anlaşma süresinden fazla olmamasını şart koşmuştur.
Bir zaruret olmaksızın
anlaşmanın caiz olup olmadığı hakkındaki ihtilâfın sebebi, metni yukarıda
geçen "Hürmetli aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız
öldürünüz,..",
"Kitap
verilenlerden (Hıristiyan ve Yahudilerden) Allah'a, âhiret gününe inanmayan,
Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din
edinmeyen ferle -boyunlarını büküp kendi elleri ile cizye verene kadar-
savaşın" [39] âyet-i kerimeleri ile
"Eğer onlar
barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah'a güven" [40]
âyet-i kerimesi
arasında bulunan çelişmedir.
Bu âyetin, müslüman
olana ya da fidye verene kadar kâfirlerle savaşmayı emreden âyet-i kerime ile
nesholunduğunu söyleyenler, «Bir zaruret bulunmazsa barış anlaşması caiz
değildir», demişlerdir.
Bu âyetin mezkûr
âyetin bir istisnası olduğunu söyleyenler ise 'Eğer imam barışta yarar görürse,
zaruret bulunmasa bile barış caizdir' demiş ve bu görüşlerini Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in fiili ile takviye etmişlerdir. Zira Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in
Hudeybiye müsalahası bir zaruretten dolayı değildi.
îmam Şafii ise,
kâfirler müslüman olana ya da cizye verene kadar onlarla savaşmanın asıl
olduğu ve bu aslın, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in Hu-deybiye'deki fiili [41] ile
istisna edildiği görüşünde olduğu için, barış süresinin Hudeybiye banşı
süresinden fazla olmasını caiz görmemiştir. Fakat Hudeybiye barışı süresinin
ne kadar olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Kimisi, dört, kimisi üç, kimisi de on
sene idi demiştir ki îmam Şafii bunlardandır.
Bir zaruret hasıl
olduğu zaman müslümanlann kâfirlere fidye vermek suretiyle onlarla barış
anlaşmasını yapmanın cevazını benimseyenler ise,
Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in Hendek savaşında müslümanlar aleyhinde birleşen Arap kabilelerinin
birliğini bozmak gayesi ile bazılarına Medine hurmalarından bir miktar vermek
istediğine ve fakat kendilerinin o miktarı az bulup muvafakat etmediklerine
dair rivayet olunan hadise [42]
dayanmışlardır.
Kâfirlerin
zulüm ve istila tehlikesi ile başbaşa kalan müslümanlann kâfirlere fidye
vermelerini caiz görenler de, bu durumda olan müslümanlan kâfirlerin elinde
esir bulunan müslümanlara kıyas etmişlerdir. Zira bu durumda olan kimseler
esir hükmündedirler. Esirlerin ise, kâfirlere fidye vermeleri icma' ile
caizdir. [43]
Kâfirlerle niçin savaş
edildiği mevzuuna gelince:
Bütün müslümanlar
müttefiktirler ki, Kureyş kabilesinden olan Ehl-i Kitab ile Arap hıristiyanlan
dışındaki hıristiyan ve yahudilerle savaşmaktan maksat, -ya müslümanlığa
girmeleri ya da cizye vermeleri olmak üzere- iki şeyden birisidir. Zira Cenâb-ı
Hak yukarıda metni geçen âyet-i kerimede, "Kitap sahibi olan hıristiyan ve
yahudilerden, Allah'a, âhiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamberinin haram
kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyenlerle -boyunlarını büküp kendi
elleri ile cizye verene kadar- savaşın" [44]
buyurmuştur.
Peygamber (s.a.s)
Efendimiz mecusîler hakkında,
«Hıristiyan ve
yahudilerin usulünü on lar hakkında da uygulayınız» [45] buyurduğu
için fukahanın cumhuru mecusîlerden de cizye alınabilir demiştir. Fakat
kitapları bulunmayan müşriklerden de cizye kabul olunup olunmadığında ihtilâf
etmişlerdir*
Ulemadan bir kitle,
«Her müşrikten cizye alınabilir» demiştir ki, îmam Mâlik bu görüştedir.
Bir cemaat da
bunlardan Arap müşriklerini istisna etmiştir. îmam Şafii ile Ebû Sevr ise,
«Cizye, hıristiyan, yahudi ve mecusîlerden başka, kimseden alınamaz»
demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
"Fitne kalmayıp yalnız Allah'ın dini kalana kadar onlarla savaşınız" [46]
mealindeki âyet-i kerime ile,
«İnsanlar, Allah'tan
başka ilâh bulunmadığına inandık diyene kadar onlarla savaşmakla
emrolunmuşumdur. Bunu dedikten sonra -cezalandırılmalarını gerektiren bir suç
işlemedikçe- benden can ve mallarını korumuş olurlar. Allah ile aralarındaki
gizli hallerinin hesabı ise Allah'a aittir» [47]
hadis-i şerifinin umumları ile, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in askeri birlik
amirlerine verdiği ve yukarıda metni geçen talimatın hususu arasındaki
çelişmedir. Talimatın âyet ve hadisin vürudundan önce olup onlarla
nesho-lunduğunu söyleyenler, «Ehl-i Kitab'tan başka, müşriklerden cizye kabul
olunamaz. Zira müşriklerle savaşmayı emreden âyetlerin çoğu Beraat
sûre-sindedir. Beraat sûresi ise Mekke'nin fethi senesinde nazil olmuştur.
Mezkûr talimat ise Mekke'nin fethinden Öncedir. Çünkü bu talimatta hicrete
davet vardır. Halbuki Mekke'nin fethinden sonra hicret kalkmıştır» demişlerdir.
Husus -ister umumdan
sonra, ister önce olsun- daima umumun istisna-sidir diyenler ise, «Bütün
müşrikler cizyeye bağlanabilir» demişlerdir.
Müşriklerden yalnız
ehl-i kitab'ın cizyeye bağlanabildiği görüşünün sebebi de, yukarıda metni
geçen âyette «Kitap verilenlerden» kaydının bulunmasıdır.
Cizye ve cizyenin
Hükümleri hakkında gerekli tafsilat bu bahsin ikinci bölümünde gelecektir.
Savaşın rükünleri hakkındaki bahis işte bu kadardır.
Bu
bölüm ile ilgili bulunan meşhur mes'elelerden biri de, düşman toprağına
Kur'an-ı Kerim ile birlikte yolculuk yapmanın caiz olup olmadığı mes'elesidir.
Fukahanın büyük ekseriyeti caiz olmadîğını söylemişlerdir. Çünkü Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in bunu yasak ettiği sabittir [48].
îmam Ebû Hanife ise, «Eğer emniyetli askerler içinde olursa caizdir» demiştir.
B u ihtilâfın sebebi de, âmm olan bu yasaktan umum mu muraddır, yoksa husus mu
diye ihtilâf etmeleridir. [49]
Bu
bölümün ana mes'elelerini toplayan bahisler de yine yedi fasıl olup birinci
fasıl savaş yolu ile ele geçirilen ganimet mallarından beşte bir sehmi-nin,
ikinci fasıl geri kalan beşte dört sehminin, üçüncü fasıl ganimetten, herhangi
bir kimseye hissesinden bir miktar fazla vermenin, dördüncü fasıl müslümanlara
ait olup kâfirlerin elinde bulunan malların, beşinci fasıl ganimet olarak ele
geçen arazinin, altıncı fasıl fey' denilen, savaştan başka yollarla kazanılan
malların, yedinci fasıl da cizye ve barış yolu ile kâfirlerden alınan malların
hükümleri hakkındadır. [50]
Cenâb-ı Hak,
"Bilin ki, ele
geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah'ın, Peygam-ber'in, yakınlarının,
yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır" buyurduğu için, bütün İslâm uleması, Rumların
elinden cebren ve savaş yolu ile alman arazi dışındaki ganimet mallarının beşte
bir payının Beytü'l-Mal'ın ve beşte dördünün de ganimeti ele geçiren askerlerin
olduğunda müttefik iseler de, Beytü'l-Mal'e ait olan bu beşte bir sehmin
(hisse) kaç sehim üzerinden taksimi gerektiği hususunda dört meşhur görüşe
ayrılmışlardır:
1- Ayet-i
kerimenin nassı uyarınca beş sehim üzerinden taksim edilir. Zira
kavl-i celîli ayrı bir
sehim olmayıp teberrük ve söze başlangıç olarak söylenmiştir. îmam Şâfü bu
görüştedir.
2- Dört
sehim üzerinden taksim edilir. Zira Peygamber (s.a.s)
Efendi-(l)Enfâl,8/41.
miz'in sehmi onun
vefatı ile sakıt olmuştur.
3- Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in yakınlarının sehmi de sakıt olup üç sehim üzerinden taksim
edilir.
4- Bu beşte
bir sehmin tamamı fey'in hükmüne tabi olup yoksula da, zengine de verilebilir.
İmam Mâlik ile fukahanın büyük ekseriyeti bu görüştedir. Peygamber (s.a.s)
Efendimizle yakınlarına ait olan sehimlerin sakıt olmadığını söyleyenler de
onun vefatından sonra bu sehimlerin kimlere verildiği hususunda ihtilâf
etmişlerdir:
Kimisi «Geri kalan
diğer üç sınıfa», kimisi «Beşte dört sehmine sahip olan askerlere, kimisi
«Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in sehmi, İmama ve yakınlarının sehmi de imamın
yakınlarına verilir», kimisi de «Ordunun silah ve teçhizatlarına harcanır»
demiştir. Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in yakınlarının kimler olduğu hususunda
da ihtilâf etmişlerdir. Kimisi «Yalnız Haşimo-ğullan'dir», kimisi «Haşim ve
Muttali boğu İlan'nın ikisidir» demiştir.
Birinci ihtilâfın s e
b e b i, bu âyet-i kerimede beş sınıfın zikredilmesinden maksat, o beş sınıfın
belirlenmesi midir, yoksa -hâss'tan umum murad olmak üzere- onlarla başkalarına
da verilebildiğine işaret etmek midir diye ihtilâf etmeleridir. Ayet'in
kendisinden husus murad olan hass'lar kabilinden olduğunu söyleyenler, «Âyet'te
zikredilen sınıflardan başkasına verilemez» demişlerdir. Cumhur bu görüştedir.
Ayet her ne kadar hâs
ise de ondan umum kastedilmiştir diyenler ise, «îmam bu beşte bir sehmini,
müslümanlar için yararlı gördüğü herhangi bir işte harcayabilir» demişlerdir.
Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'e ait olan sehmin imama verildiğini söyleyenler de, Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'den rivayet olunan,
«Cenâb-ı Allah bir
Peygamber'e bir şeyi rızık olarak verdiği zaman, o şey, ondan sonra onun yerine
geçen kimsenindir» [51]
hadisidir. Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in sehmi âyette zikredilen sınıflan ya
da beşte dört sehmine sahib olan askerlere verilir diyenler de bunu aile
vakfına kıyas edip, «Ailenin bir ferdi öldüğü zaman onun vakıftaki hissesi
nasıl diğer fertlere geçiyorsa, bu da Öyledir» demişlerdir.
Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in yakınları Haşimî ile Muttaliboğulla-n'nın ikisidir diyelerin
delili de, Cübeyr b, Müt'am'ın «Rasûlullah (s.a.s) yakınlarının sehmini Haşim
ve Muttaliboğulları'na verir ve,
«Haşimoğulları ile
Muttaliboğullan bir sınıftırlar» [52]
mealindeki hadişidir.
Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in yakınları yalnız Haşimoğullarıdır diyenler ise, «Çünkü yalnız
Haşimoğulları'na zekât almak caiz değildir» demişlerdir.
Ulema, Peygamber
(s.a.s) Efendimiz, ganimetin taksimi sırasında hazır bulunsun bulunmasın
ganimetin beşte birin beşte birinin (= % 4) kendisine ait olduğunda müttefiktirler.
Fakat ganimette bundan başka bir alacağı olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir.
Kimisi
«Safiy (seçme) isminde bir alacağı daha vardı. Peygamber (s.a.s) Efendimiz
ganimet daha taksim edilmemişken ortadan kendine - bir at bir cariye veya köle
gibi- bir şeyi seçerdi [53] ve
anamız Safîye'nin bu safiy'den olduğu [54]
rivayet olunmaktadır» demiştir. Ulema, bunun Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e
mahsus bir hüküm olup ondan sonra bu yetkinin kimseye veril-, mediği hususunda
müttefiktirler. Yalnız Ebû Sevr, «Safi de Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in sehmi
hükmündedir» demiştir. [55]
Ulema ganimetin beşte
dört sehminin, imamın izni ile savaşa çıkan askerlerin hakkı olduğunda
müttefik iselerde, imamın izni olmaksızın savaşa çıkanlara ganimetten bir şey
düşüp düşmediğinde ve izni ile çıkanlardan da kimlere, ne.zaman ve herkese ne
kadar düştüğünde ihtilâf etmişlerdir. Cumhur, «îster imamın izni ile, ister
onun izni olmaksızın savaşa çıkmış olsunlar, ganimetin beşte dördü' savaşa
katılanlarındır. Çünkü yukarıda geçen âyet-i kerime âmm'dır» demiştir. Kimisi
«İmamın haberi olmadan savaşa çıkanların ele geçirdikleri ganimetlerin hepsi
Beytü'l-Mal'mdır, onlara bir şey düşmez», kimisi de «Hepsi onlarındır,
Beytü'l-Mal'a bir şey düşmez» demiştir.
Cumhurun delili
yukarıdaki âyet-i kerimenin zahiridir. Diğerleri de -anlaşılıyor ki- Peygamber
(s.a.s) Efendimiz zamanındaki fiilin suretine bakmışlardır. Çünkü onun
zamanında hiçbir kimse veya askerî birlik onun emri olmaksızın savaşa çıkmamıştır.
Bunlar herhalde bundan, îmam'm emrinin şart olduğu mânâsını çıkarmış
olacaklardır ki böyle söylemişlerdir. Halbuki bu zayıf bir ictihadtır.
îmam'ın izni ile
savaşa çıkanlardan kime hisse düştüğü mevzuuna gelince: Ulema, hür ve baliğ
olan erkeklere hisse düştüğünde müttefiktirler. Fakat köle, çocuk ve kadınlara
hisse düşüp düşmediğinde ihtilâf etmişlerdir. Kimisi «Köle ve kadınlara
ganimetten hisse aynlmaz, fakat onlara bir şey takdir edilir» demiştir ki, imam
Mâlik bu görüştedir.
Kimisi de «Onlara
hisse ayrılmadığı gibi bir şey takdir de edilmez» demiştir. Kimisi de «Kaç
kişi olurlarsa olsunlar, hepsine bir kişilik hisse ayrılır» demiştir. Bunun
gibi çocuk hakkında da ihtilâf etmişlerdir. Kimisi «Çocuğa hisse ayrılır»
demiştir ki îmam Şafii bu görüştedir. Kimisi, çocuğa hisse aynlması için
çocukta savaş yapabilme gücünü şart koşmuştur. Bu da imam Mâlik'in görüşüdür.
Kimisi de «Çocuğa takdir edilir» demiştir.
Köleler hakkındaki
ihtilâflarının sebebi iki şeydir. Biri, âmm olan hitapların kölelere de şamil
olup olmadığında ihtilâf etmeleridir. Biri de ashab-ı kiram amelinin âyet-i
kerimenin zahiri ile çeîişmesidir. Zira ashab arasında kölelere hisse düşmediği
meşhurdu. Bunu Ibn Ebî Şeybe çeşitli yollardan Hz, Ömer ile Ibn Abbas'tan
rivayet etmiştir. Ebû Ömer b. Abdilberr, «Bu hususta Hz. Ömer'den rivayet
olunanların en sıhhatlisi, Süfyan b. Üyey-ne'nin Amr b. Dinar'dan, Amr b.
Dinar'ın Ibn Şihâb'tan, Ibn Şihâb'm Mâlik b. Evs b. Hadsan'dan, Hz. Ömer'in «Bu
malda (ganimet mallarında), 'mülkiyetiniz altında bulunan kölelerden başka,
herkesin hissesi vardır' diye söylediğine dair rivayetleridir» demiştir.
Cumhur, kadınlara
ganimetten hisse düşmediği hakkındaki görüşünde, Ümmü Atiyye'nin «Rasûlullah
(s.a.s) ile birlikte savaşlara girerdik, yaralıları tedavi eder ve hastalara
bakardık. Bize ganimetten bir şey takdir edilirdi» [56]
mealindeki sabit olan hadisine dayanmıştır. Bu ihtilâfın sebebi de, kadın
savaşa girdiği zaman, savaşın seyri bakımından bir tesiri olup olmadığında
ihtilâf etmeleridir. Zira kadının savaşa katılmasının cevazında müttefiktirler.
Bu hususta kadını erkeğe kıyas edenler, «Ganimetten kadına da hisse düşer»
demişlerdir.
Kadını bu hususta
erkek kadar görmeyenler ise «Kadına ya hiçbir şey verilmez ya da ona takdir
edilir» demişlerdir. Halbuki rivayete uymak daha yerinde olur. Evzâî, Hayber
savaşında Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in kadınlara ganimetten hisse verdiğini
söylemiştir [57]
Savaşta satıcılık
yapanlarla ücretle hizmet görenlere de ganimetten hisse düşüp düşmediğinde
ihtilâf etmişlerdir, imam Mâlik «Eğer bunlar bilfiil savaşa girmezlerse onlara
hisse düşmez» demiştir. Kimisi de «Savaşta bulunmaları kâfidir» demiştir. Bu
ihtilâfın sebebi de, bunları [58]âyet-i
kerimesinin umumundan kıyas yolu ile istisna etmekte ihtilâf etmeleridir.
Zira, bunlar savaş yapmak için değil de, ticaret yapmak ya da ücret
almak için savaşa
girdiklerinden, bunları hüküm bakımından ganimeti hâk eden mücahidler gibi
görmeyenler, bunları âyet'in umumundan istisna etmişlerdir. Ayet'in umumunu bu
kıyastan daha kuvvetli görenler ise, âyeti umumunda bırakmışlardır.
Bunları âyetin
umumundan istisna edenlerin bir delili de, Abdürrez-zak'ın «Abdurrahman b. Avf
muhacirlerin yoksullarından bir adama, kendileri ile birlikte savaşa çıkmasını
söylemiş ve adam 'Olur',_ diye söz vermiş-se de, savaşa çıkıldığı gün, gelmesi
için Abdurrahman tarafından kendisine haber salındığında çocuklarının aç ve
perişan olduğunu ileri sürerek gelmemiştir. Bunun üzerine Abdurrahman gelmesi
için ona üç altın vermiş ve adam da gelmiş, fakat düşman yenildiği zaman
Abdurrahman dan ganimetteki hissesini istemiştir. Abdurrahman da 'Senin
durumunu Rasûlullah (s.a.s)'a soracağım. Bana 'Ver derse senin hisseni
vereceğim' demiş ve Rasûlullah (s.a.s)'a sorduğunda Rasûlullah (s.a.s)
«O üç altından başka
ne dünyasında, ne de âhiretinde bir kazancı vardır» [59]
buyurmuştur diye rivayet ettiği hadistir. Bunun gibi bir şey Ebû Dâvûd
tarafından Ya'la b. Münebbih'ten de rivayet olunmuştur. Bunlara hisse
verildiğini söyeyenler ise, bunları, savaşanlara yardım etmek üzere ücretle
tutulan kimselere kıyas etmişlerdir. Halbuki ulema bunun caiz olup olmadığında
ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik, caizdir
demiş, diğerleri caiz görmemişlerdir. Kimisi de «Bu ancak sultan tarafından
yapıldığı ya da buna zaruret hasıl olduğu zaman caizdir» demiştir ki, İmam Ebû
Hanife ile İmam Şafii bu görüştedirler.
Mücâhid'e ganimetten
hisse düşmesinin şartına gelince: Ulemanın çoğu 'Kişi savaşta hazır bulunursa
-bilfiil savaş etmese bile- ganimetten ona hisse düşer. Fakat savaş bittikten
sonra gelenlere bir şey verilmez» demişlerdir ki cumhur bu görüştedir. Kimisi
de «İslâm askerleri daha islâm ülkesine dönmemişken onlara katılıp onlarla
birlikte düşmandan alınan ganimetleri muhafazada hizmet edenlere hisse düşer»
demiştir. Bu da imam Ebû Hani-fe'nin görüşüdür.
Bu ihtilâfın iki
sebebi vardır. Biri kıyas, biri de hadistir. Kıyas şöyledir: Düşmandan ganimet
almakla, alınan ganimeti muhafaza etmek . hizmetleri arasında ganimeti hak
etmek bakımından bir fark var mıdır, yok mudur, diye tereddüt edilmiştir. Zira
savaşta hazır bulunanlar düşmandan ganimetleri ele geçirmekte hizmet ettikleri
için hisse alırlar. Bunlar da İslâm askeri daha İslâm ülkesine dönmemişken
bhlara katıldıktan için ganimetleri muhafaza yolunda hizmet ederler. Bunun için
bu iki hizmet arasında fark görmeyenler, «Ganimeti koruyanlarada ganimetten
hisse düşer» demişler.dir. Ganimeti koruma hizmetini, ele geçirme hizmetinden
zayıf görenler ise bunlara bir şey düşmediğini benimsemişlerdir. Hadise
gelince: Bu hususta birbirleri ile çelişen iki hadis vardır. Biri Ebû
Hüreyre'den rivayet olunan «Peygamber (s.a.s) Efendimiz Ebân b. Said
kumandasında bir birliği Medine'den Necid tarafına gönderdi. Bunlar Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'e Hayber fethedildikten sonra Hayber'de yetiştiler. Said,
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e, 'Bize de hisse ayır' dedi ise de, Peygamber
(s.a.s) Efendimiz onlara Hayber'in ganimetlerinden hisse vermedi» [60]
mealindeki hadisidir, îkinci hadis de, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in Bedir
savaşında,
«Osman, Allah'ın ve Peygamberinin
işi için gitmiştir» buyurarak Hz, Osman'a Bedir savaşı ganimetlerinden hisse
ayırdığına ve fakat ondan başka, kimseye hisse ayırmadığına dair rivayet
olunan hadistir [61].
Ulema «Hz. Osman
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in emri ile savaşa katılmadığı için ona ganimetten
hisse ayrılmıştır» demişlerdir. Ebû Bekir b. el-Münzir, «Hz. Ömer'in, 'Ganimet,
ancak savaşa katılanlarındır' diye söylediği sabittir» demiştir.
Seriye denilen küçük
askerî birliklerin ele geçirdikleri ganimetlere gelince: Cumhur «Ordunun hepsi
bu ganimetlerde ortaktırlar» demiştir. Zira Ebû Davud'un rivayetine göre
Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
«Askerin küçük birlikleri ele geçirdikleri
ganimetlerden kendileri ile birlikte bulunmayanların hisselerini verirler» [62]buyurmuştur.
Çünkü onların da bu ganimetlerin ele geçirilmesinde tesiri vardır. Hasan Basrî
«Eğer seriye imamın izni ile tek başına savaşırsa, ele geçirdiği ganimet beşte
bir taksime tabidir ve beşte dördü onlarındır. Yok eğer imamdan habersiz olarak
savaşırsa, yine beşte bir taksime tabidir, fakat beşte dördü yalnız onların
değil, bütün ordunundur» demiştir.
Nehâî «İmam
muhayyerdir, isterse beşte bire taksim eder, isterse hepsini Beytül-Mal'a
aktarır» demiştir.
Bu ihtilâfın da s
ebebi, seriye ile birlikte savaşta bulunmayanları, savaşta hazır bulunup da
bilfiil savaşmayanlara kıyas etmekte ihtilaf etmeleridir. Şu halde cumhura
göre ganimetten hisse alabilmek için ya bizzat savaşmak ya da savaşanlara
destek olmak şarttır.
Her bir askere
ganimetten ne kadar hisse verildiği hususuna gelince: Ulema, piyadelere birer
sehim verildiği hususunda müttefik iseler de, süvariler hakkında ihtilâf
etmişlerdir.
Cumhur, «Süvarilere
-bir sehim kendilerinin, iki sehim de atlarının olmak üzere- üçer sehim
verilir» İmam Ebû Hanife ise: «-Bir sehim kendilerinin, bir sehim de atlarının
olmak üzere- ikişer sehim verilir» demiştir. Bu ihtilâfı n se bebi, hem bu
husustaki hadislerin, hem de kıyas ile hadisin birbirleriyle çelişmeleridir.
Zira Ebû Dâvûd, îbn Ömer'den, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in -bir sehim
kendisinin, iki sehim de atının olmak üzere- süvariye üç sehim verdiğini
rivayet etmektedir [63]. Ebû
Dâvûd Mücemmi1 b. Hari-se'den ise, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in imam Ebû
Hanife'nin dediği gibi yaptığını rivayet etmektedir. îbn Ömer'in hadisi ile
çelişen kıyas ise, atın hissesinin insanın hissesinden fazla olmamasının
gerektiğidir. Bunun içindir ki îmam Ebû Hanife, Mücemmi' b. Harise'nin hadisini
tercih etmiştir. Halbuki bu kıyas bir şey değildir. Çünkü ata verilen hisse
-malumdur ki- ata değil, onun sırtında savaşan insana verilmektedir. Atın
sırtında savaşan kimsenin ise, yaya olarak savaşan kimsenin üç katı kadar iş
görmesi mümkündür, hatta belki gerçektir. Kaldı ki Ibh Ömer'in hadisi, sened
bakımından öteki hadisten daha kuvvetlidir.
Ulema «Ganimet taksim
edilmeden herhangi bir asker, ganimet mallarından bir şey kaldıramaz»
demişlerdir. Çünkü,
«İğne ve iplik gibi
değersiz şeyleri bile veriniz. Zira ganimette hıyanet etmek kıyamet günü
hıyanet yapana lekedir ve büyük bir ayıptır» [64] gibi
bu hususta birçok hadisler bulunmaktadır. Fakat savaş esnasında askerlerin
bulduğu yiyecekleri yiyip yiyemeyeceklerinde ihtilâf etmişlerdir. Cumhur,
'Yiyebilirler' demiştir. Kimisi bunun da haram olduğunu söylemiştir.
Bu ihtilâfın s e b e b
i, ganimette hıyanet etmenin haram olduğu hakkındaki hadislerle -îbn Ömer, îbn
Evfa ve Îbn Müğaffel'in hadisleri gibi- yiyecekleri yiyebilmeyi bildiren
hadisler arasında bulunan çelişmedir. Aşırmanın haram olduğunu bildiren
hadislerin umumunu bu hadislerle tahsis edenler, caizdir demişlerdir.
Ganimetten aşırmanın haram olduğu hakkındaki hadisleri tercih edenler ise,
bunun da haram olduğunu söylemişlerdir.
îbn Müğaffel'in
hadisi, «Hayber günü küçük bir tuluk, içyağı buldum ve 'Bunu vermeyeceğim'
dedim. Sonra arkama döndüğümde baktım ki Rasû-lullah (s.a:s) gülümsüyor» [65]
mealindedir. Bu hadisi Müslim ile Buhârî kaydetmektedirler. îbn Ebî Evfa'nm
hadisi de, «Savaşta bal ve üzüm gibi şeylere rastladığımızda yerdik ve böyle
şeyleri vermezdik» [66]
mealindedir. Bunu da Buhârî kaydetmektedir.
Ganimette hıyanet
edenin cezası hakkında da ihtilâf etmişlerdir. Kimisi «Yükü yakılır» kimisi
«Onu tekdir etmekten başka bir şey lâzım gelmez» demiştir. Bu ihtilâfın
sebebi, Salih b. Muhammed b. Zaide'nin Saiim'den, Salim'in de Ibn Ömer'den
rivayet ettiği «Peygamber (s.a.s) Efendimiz
«Kim
ganimette hıyanet ederse eşyasını yakınız» mealindeki hadisin sıhhatinde
ihtilâf etmeleridir[67]
îmamın ganimetten,
istediği kimseye hissesinden fazla bir şey yermesine gelince, Ulema bunun
cevazında müttefiktirler. Fakat hangi şeyden ve ne kadar verebildiği ve bunu
savaştan önce herhangi bir kimseye söz verebilip veremediği ve bir kimseye,
öldürdüğü şahsın üzerinde bulunan eşyasının îmam kendisine vermese bile düşüp düşmediği
mevzularında ihtilâf etmişlerdir ki bunlar bu babın dört ana mes'eleleridir. [68]
Kimisi «imam herhangi
bir kimseye hissesinden fazla olarak ancak, Beytü'l-Mal'ın hissesi olan
ganimetin beşte birinden verebilir» demiştir. İmam Mâlik bugörüştedir. Kimisi
«Ancak kendi sehmi olan beşte birinin beşte birinden verebilir» demiştir. îmam
Şafii de bunu tercih etmiştir. Kimisi de «Ganimetin toplamından çıkarır»
demiştir. İmam Ahmed ile Ebû Ubeyd de bu görüştedirler. Ulemadan kimisi, «imam
isterse ganimetin hepsini istediği kimseye verebilir» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
yukarıda geçen ganimetler âyeti ile
"Sana
ganimetlerin hükmünü sorarlar. De ki: Ganimetler Allah'ın ve Peygamber'indir
(istediklerine verebilirler). Şu halde Allah'tan korkun da bunun için aranızda
bulunan gerginliği kaldırın" [69]
âyeti arasında çelişme var mıdır, yok mudur diye ihtilâf etmeleridir.
Birinci âyet ikinci
âyeti neshetmiştir diyenler, «Herhangi bir kimseye hissesinden fazla olarak
verilen şey, ancak ganimetin beşte birinden ya da
beşte birinin beşte
birinden verilebilir» demişlerdir.
Bu
iki âyet arasında çelişme yoktur ve âyetlerin ikisi muhayyerliği ifâde ederler,
yani îmam isterse, ganimetin mecmuundan verir, isterse kimseye fazladan bir şey
vermez de ganimetin dördünün tamamını askerlere verir diyenler, «Fazla olarak
verilen şey ganimetin mecmuundan verilebilir» demiş-lerdir.Bu ihtilâfın s e b e
p 1 e r i n d e n biri de, bu mevzudaki hadislerin çeşitli olmasıdır. Zira bu
mevzuda iki hadis bulunmaktadır. Biri İmam Mâlik'in îbn Ömer'den, «Rasûlullah
(s.a.s) bizi Necid tarafına gönderdi. Ganimet olarak birçok develer ele
geçirdik. Her birimize on iki deve düştü. Bundan başka her birimize ayrıca
birer deve daha verildi» [70]
mealinde rivayet ettiği hadistir ki bu hadis fazladan verilen develerin ganimet
taksim edildikten sonra kendilerine verildiğini göstermektedir. İkinci hadis
de, Habib b. Mes-leme'nin, «Rasûlullah (s.a.s), seriyelere savaşa çıkarken
ganimetlerin beşte birini ayırdıktan sonra geri kalanın dörtte birini ve
dönüşlerinde de beşti birini çıkardıktan sonra üçte birini verirdi» [71]
mealindeki hadisidir. [72]
Ganimetten,
hisselerden fazla vermenin cevazını benimsemiş olanlar, fazla olarak ne kadar
verilebilir diye ihtilâf etmişlerdir. Kimisi «Habib b. Mesleme'nin hadisinde
geçtiği üzere ganimetin üçte ya da dörtte birinden fazla verilemez» demiştir.
Kimisi de, yukarıda geçen Enfâl sûresi âyetinin mensuh olmadığını ve âmm olan
mânâsında olduğunu benimsememiş olup, «îmam seriyeye ganimetin tamamını da verse
caizdir» Ayetin Habib b. Mesleme'nin hadisi ile tahsis edilmiş olduğunu
benimsemiş olanlar ise, «Üçte veyahut dörtte birinden fazla veremez»
demişlerdir. [73]
İmamın, savaştan önce
herhangi bir kimseye ganimet vereceği vaadinde bulunup bulunamayacağı
hususunda da ihtilâf etmişlerdir. îmam Mâlik bunu mekruh görmüş, bir cemaat de,
caizdir demiştir. -
Bu
ihtilâfın sebebi, savaşın gayesinden anlaşılan mânâ ile hadisin zahiri arasında
bulunan çelişmedir. Çünkü savaştan gaye, Allah rızasını kazanmak ve Allah'ın
dinini yüceltmek olduğuna göre, İmam birisine ganimet vereceğini va'dettiği
zaman, o adamın kanını dünyevî bir maksat uğruna heder edeceği endişesi
başgösterir. Zahiri bunun cevazını gösteren hadis ise, yukarıda geçen Habib b.
Mesleme'nin hadisidir. Zira bu hadiste «Peygamber (s.a.s) Efendimiz sedyelere
ganimetlerin dörtte ya da üçte birini verirdi» denilmektedir. Bu ise savaşa
teşvikten başka bir şey değildir. [74]
Kişiye, öldürdüğü
şahsın -Seleb denilen- üzerindeki eşyasının -îmam vermezse- düşüp düşmediğinde
ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik, «Savaş
bittikten sonra maktulün selebini eğer imam onu öldürene vermezse ona^ düşmez»
demiştir. îmam Ebû Hanife ile Süfyan Sevrî bu görüştedirler.
İmam Şafii, İmam
Ahmed, Ebû Sevr, İshak ve seleften bir cemaat, «İmam, kendisine verse de
vermese de öldürdüğü kimsenin selebi ona aittir» demişlerdir. Ancak bunlardan
kimisi, selebin kendisine düşmesi için, maktul savaşırken onu öldürmesini şart
koşmuş ve «Eğer maktulü, kaçarken öldürürse selebi ona düşmez» demiştir. İmam
Şafii de bu görüştedir. Kimisi de, selebini kendisine düşmesi için maktulü
savaş başlarken ya da biterken öldürmesini şart koşmuş ve «Savaşın hengâmesi
sırasında öldürülen kimsenin selebi öldürene düşmez» demiştir. Bunu da Evzaî
söylemiştir. Kimisi de «Seleb öldürene aittir. Fakat eğer İmam, selebi çok
görürse taksim edebilir» demiştir.Bu ihtilâfın
sebebi,Peygamber(s.a.s)Efendimiz'inHuneyn Savaşı hengâmesinin soğuduğu sırada
buyurduğu,
«Kim bir kimseyi öldürürse
onun selebi onundur» [75]
hadisinin iki mânâ ihtimalini taşımasıdır. Zira Peygamber (s.a.s) Efendimiz
bunu bir fetva olarak söylemiş olabildiği gibi bir hüküm olarak da söylemiş
olabilir. îmam Mâlik'e göre bu hadisin bir hüküm olma ihtimali daha
kuvvetlidir. Çünkü ona göre, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in bunu başka
savaşlarda ne söylediği, ne de bununla hükmettiği sabit olmamıştır. Sonra,
eğer fetva olursa ganimet [76]
âyet-i kerimesi ile çelişir. Çünkü,
"Eğer ölenin
çocuğu olmayıp da ana ve babası ona varis olurlarsa terekesinden anasına üçte
bir düşer" [77] âyet-i kerimesinden nasıl
tereknin geri kalan üçte ikisinin ölünün babasına düştüğü anlaşılıyorsa, bu
âyetten de ganimetin geri kalan beşte dördünün ganimeti ele geçiren askerlere
düştüğü anlaşılmaktadır. Ebû Ömer, «Bu söz Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den,
Huneyn savaşından başka, Bedir savaşında da işitilmiştir» [78]
demiştir.
Hz. Ömer'den de
«Peygamber (s.a.s) Efendimiz zamanında selebi taksim etmezdik» diye söylediği
rivayet olunmuştur [79]. Ebû
Dâvûd da Avf b. Mâlik el-Eşcâi ile Halid b. Velid'ten, «Peygamber (s.a.s)
Efendimiz maktu--lün selebini öldürene verirdi» diye rivayet etmektedir [80]. îbn
Ebî Şeybe de Enes b. Mâlik'ten «Bera' b. Azib, Dare savaşında Merzuban'ı atı
üzerinde mızrakla öldürdü ve Merzuban'ın selebi otuzbin dirhemi buldu. Bunu
öğrenen Hz. Ömer, Ebû Talha'ya «Biz selebleri taksim etmezdik. Fakat Merzuban'ın
selebi büyük bir meblağ tuttuğundan taksim edilmesinin gerektiği kanaatindeyim
dedi» [81] diye
rivayet etmiştir.
îbn Ebî Şeybe İbn
Şîrîn'den, «Ene s b. Mâlik bana, 'Bu İslâmiyet'te ilk taksime tabi tutulan
selebtir dedi' diye rivayet etmiştir. Miktarı çok ve az olan selebler arasında
ayırım yapanlar, buna dayanmışlardır.
Ulema,
selebin ne olduğu hakkında da ihtilâf etmişlerdir. Kimisi «Maktulün üzerinde
bulunan bütün şahsî eşyası selebtir» demiştir. Kimisi «Eğer bu eşya arasında
altın ve gümüş bulunursa bunlar selebe girmezler» demiştir. [82]
Ulema, düşman
tarafından mü slüm ani ardan gasbolunan ve savaşta düşmandan geri alınan
malın«hükmü hakkında dört çeşit görüşte bulunmuşlardır.
Kimisi «Müslümanların
kâfirlerden geri alınan mallan sahiplerinindir, bu mallardan hiçbir kimseye bir
şey düşmez» demiştir. îmam Şâfıi ile tabileri bu görüştedir.
Kimisi «Eski
sahiplerine verilmez, o da diğer ganimetler gibi askerler arasında taksim
edilir» demiştir. Bunu da Zührî ile Amr b. Dinar söylemiş ve Hz. Ali'den de
rivayet olunmuştur.
Kimisi de «Eğer daha
taksim edilmemişken müslümanlann malı olduğu öğrenilirse taksime tabi
tutulmayıp sahiplerine verilir ve eğer taksimden sonra müslümanın malı olduğu
anlaşılırsa sahibine kıymet verilir» demiştir. Bunlar da iki gruba
ayrılmaktadırlar.
Bir grup, «Kâfirlerden
istirdat edilen mü si umanların malı eğer daha taksim edilmemişse mutlaka
sahiplerine verilir» demiştir. îmam Mâlik, Süf-yan Sevrî ve bir cemaat buna
katılır ve bu görüş Hz. Ömer'den de rivayet olunmuştur.
Kimisi «Eğer kâfirler
tarafından cebren alınmış ve İslâm ülkesinin sınırlan dışına çıkarılmış ise
hüküm böyledir. Yok eğer daha îslâm ülkesinden çıkarılmamışsa -geri alındıktan
sonra ister taksim edilsin, ister edilmesin-sahiplerine verilir» demiştir ki,
bu dördüncü görüştür ve sebebi de, kâfirler müslümanlann malını cebren
aldıklarında bu mala malik olurlar mı, olmazlar mı diye ihtilâf etmeleridir.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu hususta varid olan hadislerle kıyasın birbirleriyle çelişmeleridir. Zira
îmrân b. Husayn'dan «Müşrikler Medine meralarına baskın yapıp Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in Adba adındaki devesi ile bir müslüman kadını
kaçırmışlardı. Bir gece müşrikler uykuda iken kadın kalkıp kaçmak istemiş ve
fakat elini hangi devenin üzerinde gezdirmiş ise deve böğürmüş ve nihayet
Adba'ya geldiğinde onu uysal görmüş ve hemen ona binerek Medine'ye doğru yola
çıkmış ve yolda 'Eğer Allah beni kurtarırsa -nezrolsun- bu deveyi kurban
edeceğim' demişti. Fakat Medine'ye geldiğinde devenin Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in Adba adındaki devesi olduğu anlaşıldığından kadını Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'e getirdiler de kadın yaptığı nezri Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'e anlata. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s) Efendimiz ona:
«Deveye ne kadar kötü
bir mükâfatta bulunmuşsun. Kişi mülkü olmayan bir şeyi nezredemez ve günah
olan bir şeyin nezri caiz değildir»[83] buyurduğu
diye rivayet olunan hadis, kâfirlerin müslümanlardan cebren aldık-lan mala
malik olmadıklarını göstermektedir. «Peygamber (s.a.s) Efendimiz zamanında îbn
Ömer'in bir atı kaçıp kâfirlerin eline geçmişti. Bu at savaşta kâfirlerden
geri alındı ve İbn Ömer'e verildi» [84] diye
rivayet olunan hadis de bunu göstermektedir ki bu her iki hadis de sabittir.
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in
«Akil bize hiçbir ev
bırakmış mı dır ki» yani Mekke'de ne kadar evimiz varsa Akil hepsini müşriklere
satmıştır» [85] hadisi ise müslümanlardan
alınan malın kâfirlerin mülkiyetine geçtiğini göstermektedir. Kıyasa gelince:
Kimisi «Mal da rakabe gibidir. Kâfirler nasıl müslümanlann rakabesine malik
olamıyorlarsa mallarına da malik olamazIar» demiştir. Kimisi de «Eğer kâfirler
müslümanlann malına malik olmasaydı bu malı itlaf ettikleri zaman Ödemeleri
lâzım gelecekti. Halbuki ödemek zorunda olmadıklan hakkında icma1 vardır»
demiştir.
Taksimden önce ve
sonra müslümanlann olduğu öğrenilen mallar arasında ayırım yapanlarla,
kâfirler tarafından müslümanlardan cebren alınan ve -bir köle veya atın
kâfirlerin ülkesine kaçması gibi- cebren alınmayan mallar arasında ayınm
yapanlann hiçbir mantıkî delilleri yoktur. Çünkü bunlar 'Kâfirler, müslümanlann
malına -bu hususta sem'î bir delil sabit olmadıkça- ne «Malik olurlar», ne de
«Olmazlar» diyebilirler. Fakat bunlar Hasan b. îmâre'nin Abdülmelik b.
Meysere'den, Abdülmelik'in Tâvus'tan, Tâvus'un da Ibn Abbas'tan, «Adamın biri
kâfirler tarafından gasbedilen devesini bulmuştu. Peygamber (s.a.s) Efendimiz
kendisine,
«Eğer taksimden önce
bulmuş isen senindir, taksimden sonra bulmuş-san kıymetini alacaksın» dedi» [86]
mealinde rivayet ettikleri hadise dayanmışlardır. Ne var ki hadis uleması,
«Hasan b. tmare zayıf bir kimsedir ve onun tarafından rivayet olunan hadislerle
ihticac olunamaz» demişlerdir. Kanaatimce îmam Mâlik bu görüşünde Hz. Ömer'in
bu şekilde hükmettiğine dair esere dayanmıştır. Fakat bu eserin zahirine göre
taksimden sonra bulunan malın aynı, sahibine verilmediği gibi kıymeti de
verilmez. îmam Ebû Hanife'nin, Ümmü Veled olan cariye ile Müdebber olan köleyi
istisna etmesi de manasızdır. Zira ona göre bu iki şeyden başka müslümanlann
bütün mallan kâfirlerin mülkiyetine geçer. îmam Mâlik de Ümmü Veled hakkında,
«Eğer sahibi onu taksimden sonra bulursa - kimin hissesine düşmüş ise- imam o
kimseden fidye karşılığında onu alır ve sahibine teslim eder. Şayet imam bunu
yapmazsa, sahibi fidyesini vermeğe zorlanır ve eğer sahibinin gücü buna yetmezse
yine de oria verilir. Fakat bu kimse onu takibeder de gücünün buna yettiğini
gördüğü zaman kendisinden kıymetini alır» demiştir ki bu sözün de mantıkî bir
delili yoktur. Çünkü eğer kâfirler ona malik olmamışlarsa sahibinin onu
fidyesiz olarak alması lâzım gelir ve eğer malik olmuşlarsa sahibinin onda bir
hakkı kalmamıştır. Sonra, Ümmü Veled olan cariye ile diğer mallar arasında
-eğer Ümmü Veled olan cariyeyi istisna eden sem'î bir delil bulunmazsa- ne fark
vardır?
Bu mevzuun
meselelerinden biri de, 'elinde bir müslümanın malı bulunan bir kâfir eğer
müslüman olursa o mal kendisine helâl midir, değil midir?* mes'elesidir. îmam
Mâlik ile îmam Ebû Hanife, «Kendisine helâldir» demişlerdir, îmam Şafii ise,
kendi kaidesine uyarak «Helâl değildir» demiştir.
imam Mâlik ile îmam
Ebû Hanife, çalmak suretiyle kâfirlerin ülkesinden bir müslümanın malını
getiren kimse hakkında da ihtilâf etmişlerdir, imam Ebû Hanife «O, mal
getirenin hakkıdır. Şayet sahibi isterse parasını vermek suretiyle ancak
alabilir» demiştir. îmam Mâlik ise, burada kendi prensibine uymayarak, «O mal
kimin ise onun hakkıdır» demiştir.
Müslümanlığı kabul
edip İslâm ülkesine hicret eden harbî olan kâfirin düşman ülkesine bıraktığı
kadın, çocuk ve mallan -müslümanlann kadın ve çocuklan ile mallan gibi- masun
(korunmuş) mudur, yoksa müslümanlar o ülkeyi fethettiklerinde bunları temellük
edebilirler mi diye ulemanın ihtilâfı da bu babtandır. Kimisi «Bu adamın kendi
ülkesinde bıraktığı -ne olursa olsun- masundur», kimisi «Ne olursa olsun masun
değildir» kimisi de, çoluk çocuk ile mallar arasında hüküm ayınmı yaparak
«Çoluk-çocuk masundur, fakat mallar masun değildir» demiştir. Bu son görüş
kıyasa uymamaktadır ve bunu benimseyen îmam Mâlik'tir. Zira Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in,
«İnsanlar,
şehadet kelimesini getirdikleri zaman can ve mallarını benden korumuş olurlar»
[87]
buyurduğu üzere kişinin müslümanlığı kabul ettiği halde malının yine de
herhangi bir sebepten dolayı helâl olduğu iddia edilirse buna delil lâzımdır.
Böyle bir delil ise -Allah bilir- yoktur. [88]
Ulema, savaş yolu ile
fethedilen arazinin hükmü hakkında ihtilâf etmişlerdir, îmam Mâlik «Arazi
askerlere taksim edilmez ve haracı -ordunun erzak ve masraflan, köprü, okul ve
camilerin yapımı gibi- yurt hizmetlerinde harcanmak üzere Beytü'l-Mal'ın mülkü
olarak kalır. Ancak eğer imam araziyi taksim etmekte maslahat görürse taksim
edebilir» demiştir.
İmam Ebû Hanife,
«İmam, araziyi haraç karşılığında miislüman olmayan eski sahiplerinin elinde
bırakmakla müslümanlara dağıtmak arasında muhayyerdir» demiştir. İmam Şafii
ise, «Arazi de diğer ganimet mallan gibi taksime tabidir» demiştir. Bu
ihtilâfın sebebi, yukanda metni geçen «Bilin ki ele geçirdiğiniz ganimetlerin
beşte biri Allah'ın, Peygamber'in, ya-kınlannın, yetimlerin, düşkünlerin ve
yolda kalmışlarındır» mealindeki ganimet âyeti ile, Haşr sûresinin,
"Onlardan sonra
gelenler, 'Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla;
kalbimizde mü'minlere karşı kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz sen, şefkatlisin,
merhametlisin' derler" [89]
âyet-i kerimesi arasında bulunduğu zannolunan çelişmedir. Zira ganimet ây[90]etinin
zahirinden ganimet ne olursa olsun taksim edilmelidir diye anlaşılmaktadır.
Haşr sûresinin âyeti ise, eğer önceki âyetler üzerine atfedilirse (bağlanırsa)
ondan, bütün müslümanlann ganimette ortak olduklannı ve muayyen kişilere
taksim edilmemesi gerektiğini anlamak mümkündür. Çünkü eğer bu âyet önceki
âyetler üzerine atfedilirse, «Ganimet mallan, yurtlanndan edilmiş muhacirlerle,
daha önce Medine'yi yurt edinmiş Ensar'ın ve onlardan sonra gelip, Ey Rabbimiz,
bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla; içimizde
mü'minlere karşı kin bırakma, Rabbimiz, sen şefkatlisin, merhametlisin
diyenlerindir» mânâsında olur. Nitekim, rivayet olunduğuna göre Hz. Ömer «Ben
bu âyetten, bütün halkın, hatta Küda'da çobanlık yapanların bile ganimette
ortak olduğu mânâsını anlıyorum» demiş ve bunun içindir ki, zamanında
fethedilen Irak ve Mısır arazilerini fethedenler arasında kendisi taksim
etmemiştir.
Fıkıh ulemasından, bu
her iki âyetin de ganimet mallan hakkında olduğunu ve Haşr sûresi âyetinin
ganimet mallanndan istisna etmişlerdir. Ganimet âyetinin ganimet mallan ve
Haşr sûresi âyetinin de fey' mallan hakkında olduğunu söyleyenler ise -ki en
zahir olan da budur- «Arazi de taksime tabidir. Nitekim Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in Hayber arazisini Hayber'i fethedenler arasında taksim ettiği
sabittir» demişlerdir. Bunlar «Hem
Kur'an-ı Kerim bu hususta âmmdır, hem de Kur'an-ı Kerim'in bu umumumdan başka,
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in fiili de mücmelin beyanı hükmündedir»
demişlerdir. İmam Ebû Hanife ise, «Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in Hayber
arazisini yancılığa verdiği ve Hayber ahalisi ile hurmaları bölüşmek üzere
sonradan Abdullah b. Revaha'yı oraya gönderdiği rivayet . olunmuştur [91]
Bundan ise, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in Hayber arazisi-' nin hepsini taksim
etmediği anlaşılmaktadır» diyerek, «İmam, araziyi isterse taksim eder, isterse
haraç karşılığında müslüman olmayan eski sahipleri elinde bırakır ve Hz.
Ömer'in yaptığı da budur» demiştir.
Ulema «Eğer arazi
fethedildikten sonra arazi sahipleri müslüman olurlarsa, İmam isterse
arazilerini haraçsız olarak -Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in Mekke arazisini
Mekkelilerin elinde bıraktığı gibi- ellerinde bırakır, isterse taksim eder»
demişlerdir. Halbuki bu görüş, ancak eğer Mekke savaşla alınmış ise sahih
olur. Zira Mekke'nin savaşla alındığı Müslim tarafından rivayet olunduğu için [92] her
ne kadar sıhhatli ise de, savaşla mı, yoksa sullıenmi alındığında ihtilâf
vardır.
Şunu da bilmek gerekir
ki, ganimet ile fey' âyetlerinin muhayyerliğe mahmul (yorulmuş) olduğunu
söyleyenlerle, ganimet âyetinin fey1 âyeti ile mensuh ya da muhassas (tahsis
edilmiş) olduğunu söyleyenlerin görüşleri çok zayıftır. Ancak eğer ganimet ile
fey' kelimelerinin ikisi bir mânâda olursa o zaman, bu iki âyet arasında
çelişme bulunur. Çünkü ganimet âyeti, ganimetlerin beşte birini çıkarmadan
taksimini emretmektedir. Bunun için bu iki âyetten birinin diğerini neshetmesi
ya da imamın ganimetin beşte birini çıkarmakla çıkarmamak arasında muhayyer
olması lâzım gelir. Fakat bu taktirde yalnız arazide değil, bütün mallarda
böyle olması gerekir. Ulemadan bazıları, «Bunu da benimseyenler olmuştur» demiş
ve -kanaatimce- bunu bazı rnezheblerden nakle tmişl erdir.
Bu iki âyetin
te'liflnden, arazinin taksime tabi olmadığı ve diğer malların tabi olduğu
hükmünü çıkarmak isteyenlerin, «Bu iki âyetten her biri diğerinin bir kısmını
nesh ya da tahsis etmiştir, yani Enfâl âyeti, Haşr âyetinin umumundan arazi
olmayan ganimetleri ve Haşr âyeti ile Enfâl âyetinin umumundan arazi olan
ganimetleri istisna etmiştir» demeleri lâzımdır ki bu da delil isteyen bir
davadır. Kaldı ki Haşr süresindeki âyetin zahirinden, bu âyetin ihtiva ettiği
hükmün, Enfâl âyetinin ihtiva ettiği hükümden tamamen ayn ve savaştan başka
yollarla elde edilen mallar hakkında olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü,
"Onların
mallarından Allah'ın, peygamberine verdiği şeyler için siz ne at, ne de deve
koşturdunuz; fakat Allah Peygamberlerini dilediği kimselere üstün kılar. Allah
her şeye kadirdir'[93]
âyet-i kerimesinde, savaştan başka yollarla elde edilen malların niçin yalnız
askerlerin hakkı olmadığına işaret Duyurulmuştur. Zira savaşla elde edilen
malların, yalnız askerlere taksim edilmesinin sebebi, bu malların askerlerin
kilınçîan ile ele geçirilmiş olmasıdır. [94]
Fey' cumhura göre
müslümanlann düşmandan tehdit ve korkutma yolu ile aldıkları mallara denir.
Ulema, fey'in sarf ve harcama yeri hakkında ihtilâf etmişlerdir. Cumhur «Fey1
zengin, yoksul ayırdedilmeksizin her müslü-mana verilebildiği gibi, ordunun
erzak ve masrafı, hakim ve valilerin maaşı
köprü, okul ve
camilerin yapım ve onarımı gibi devletin sair hizmetlerinde harcanır ve ganimet
gibi taksime tabi değildir» demiştir. Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in de böyle
yaptıkları sabittir.
İmam Şâfıi ise,
«Ganimetin beşte biri gibi, fey'in de beşte biri ganimet âyetinde zikredilen
beş sınıfa verilir. Geri kalan beşte dördü ise imamın icti-had ve yetkisine
bağlıdır ve imam kendisi ile çoluk çocuğunun ve uygun gördüğü kimselerin
geçimlerini ondan sağlar» demiştir. Zannedersem kimisi de, «Fey'in tamamı,
ganimetin beşte birinin verildiği beş sınıf arasında taksim edilir» demiştir.
Tahminime göre bu da İmam Şafii'nin bir görüşüdür.
«Fey'in tamamı imamın
yetki ve içtihadına bağlıdır» diyenler ile, «ganimetin beşte birine sahip olan
beş sınıfa verilir» diyenler arasındaki ihtilâfın sebebi, yukarıda geçen
ganimetin beşte biri hakkındaki ihtilâfa yol açan sebebin aynısıdır. Zira
«Ganimetin beşte biri âyette zikredilen beş sınıftan başkasına verilemez»
diyenler, «Fey'de bu beş sınıfa mahsustur» demişlerdir.
Ayette
zikredilen beş sınıftan umum muraddır diyenler ise, «Ganimetin beşte biri gibi,
fey'in tamamı Beytü'l-MaTın olup imamın yetkisine bağlıdır» demişlerdir.
Ganimetin beşte biri gibi, fey'in de beşte birinin ganimetler âyetinde
zikredilen beş sınıfa verildiği görüşü ise, İmam Şafii'den evvel hiç kimse
tarafından söylenmemiştir. İmam Şafii'yi bu görüşe sevkeden sebep, ganimetler
âyetinde zikredilen beş sınıfın fey' âyetinde de zikredilmiş olmalarıdır. İmam
Şafii bundan, ganimetler gibi fey'in de beşte birinin bu beş sınıfa verildiği
zannına kapılmıştır. Halbuki bu âyetin zahirinden, fey'in beşte biri değil,
fey'in hepsinin bu beş sınıfa verilmesinin gerektiği anlaşılmaktadır.
Tahminimce bu görüşü benimsemiş olanlar da vardır. Müslim'in rivayetine göre
Hz. Ömer, «Beni Nadir mallan, Allah'ın kendi Peygamberine fey' olarak vermiş
olduğu bir mal idi. Yani bu malı kazanmada ne at koşturulmuş, ne de silah
kullanılmıştı. Bunun için bu mal, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e mahsustu ve
yıllık nafakasını bu maldan sağlar, gerisini de silah ve harp malzemesinde
harcardı» [95] demiştir. Bu da, İmam Mâlik'in
görüşünü te'yid etmektedir. [96]
Bu faslın ana
mes'elelerini toplayan bahisler:
1- Kimleri
cizyeye bağlamak caizdir?
2- Cizye
kimlere vacib olur?
3- Her şahsa
ne kadar cizye vacib olur?
4- Cizye ne zaman vacib ve ne zaman sakıt olur?
5- Cizye kaç
çeşittir?
6- Cizyenin harcandığı yer nedir? diye alü mes'eleden ibarettir[97]
.
Ulema,
Arap olmayan Ehl-i Kitab ile Mecusîleri cizyeye bağlamanın cevazında -yukarıda
geçtiği üzere- müttefik iseler de, kitabı bulunmayan kâfirlerle ehl-i kitab
olan Araplardan cizye almanın cevazında ihtilâf etmiş-, lerdir. Bazılarının
rivayetine göre Kureyş kabilesine mensup Ehl-i Kitab'tan cizye almanın caiz
olmadığında da ulema müttefiktirler. Bu mes'ele yukarıda da geçti. [98]
Ulema, cizyenin
erkeklik ergenlik ve hürriyet olmak üzere bu üç vasfa sahip olan kimselere
vacib olduğunda ve kadınlarla çocuklara vacib olmadığında müttefiktirler.
Çünkü cizye öldürülmemek için verilen bir fidyedir. Kadınlarla çocukları
öldürmek ise yasak edilmiştir.
Ulemâ,
cizyenin kölelere vacib olmadığında müttefiktirler. Fakat deli, sakat, ihtiyar,
kilise adamları ve yoksullara vacib olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Bu
mes'elelerin hepsi ictihaddan doğmuş olup haklarında herhangi bir rivayet
yoktur. Haklarındaki bu ihtilâf, bunlar öldürülebilir mi, öldürülemez mi diye
edilen ihtilâfa dayanmaktadır. [99]
Ulema, her bir şahsın
vermesi gereken cizye miktarı hakkında da ihtilâf Emişlerdir. îmam Mâlik «- Hz.
Ömer'in tarh ettiği üzere- Altını olanlardan her bir şahıs için dört dinar ve
gümüşü olanlardan her bir şahıs için de kırk dirhem gümüştür. Ayrıca
müslümanlara yemek ve üç gün ziyafet vermeleri de gerekir. Cizye bundan ne çok,
nede az olamaz» demiştir.
îmam Şafii 'Cizye bir
dinardan az olamaz. Fakat şu kadar dinar'dan çok da olamaz diye bir sınır
yoktur. Zaman ve imkâna göre imam ne kadar üzerinde anlaşma yaparsa yapabilir'
demiştir, imam Ebû Hanife ile tabileri ise, «Cizye onild, yirmidört ve
kırksekiz dirhem gümüştür. Yoksuldan oniki dirhemden aşağı ve zenginden
kırksekiz dirhemden fazla alınamaz. Orta halli olanlardan ise yirmi dört dirhem
alınır» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu husustaki hadis ve rivayetlerin çeşitli olmsidir. Zira rivayet olunmaktadır
ki, Peygamber (s.a.s) Efendimiz Muaz b. Ce-bel'i Yemene gönderirken her reşit
olan kimseden bir dinar ya da bir dinar değerinde maafır denilen bir çeşit
kumaş almasını emretmi ;tir. Hz. Ömer'in de, altını olanların her birine dört
dinar ve gümüşü olanların her birine kırk dirhem g ümüş tarh ettiği[100]
nifi'yi Irak'a
gönderip Irak halkına oniki, yirmidört ve kırksekiz dirhem arasında cizye tarh
ettiği de rivayet olunmuştur. Bu hadis ve rivayetleri muhayyerlik mânâsına
hamleden, ve bu hususta Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den sıhhati üzerinde
ittifak edilen bir hadis gelmediğinden, cizye kelimesindeki umumî mânâya
bakanlar 'Cizyenin belli bir miktarı yoktur' demişlerdir ki eri zahir olanı da
-Allah bilir- budur.
Muaz
b. Cebel'in hadisi ile Hz. Ömer'in sabit olan eserini te'lif edenler de, 'Cizye
belli bir miktardan az olamaz. Fakat ne kadar çok olursa caizdir', demişlerdir.
Hz. Ömer'in birinci eserini tercih edenler, dört dinar ile kırk dirhem gümüşe,
ikinci eserim tercih edenler de, oniki, yirmidört ve kırksekiz dirhem gümüşü
benimsemişlerdir. Merfu olduğu için Muaz'ın hadisini tercih edenler ise,
«Cizye ya bir dinardır, ya da bir dinar değerinde nıeâfır denilen kumaştır.
Bundan ne çok, ne de az cizye olamaz» demişlerdir. [101]
Ulema, cizyenin ancak
sene bittikten sonra vacib olduğunda ve sene bitmeden miislüman olan kimseden
cizyenin vücubunun sakıt olduğunda müttefiktirler. Fakat sene bittikten sonra
ve fakat daha cizyesini vermemişken miislüman olan kimseden, cizyesini
vermediği senenin cizyesinin sakıt olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir.
Cumhur «Kişi müslüman
olduktan sonra -ister senesi bitmiş olsun, ister olmasın- kendisinden fidye
sakıt olur» demiştir ki en zahir olan da budur. Bir cemaat de «Eğer sene
bittikten sonra müslüman olarsa geçmiş olan yılın fidyesini vermek zorundadır»
demişlerdir.
Ulemanın, sene
bitmeden cizyenin vacib olmadığında ittifak etmelerinin sebebi: Çünkü sene
nasıl zekâtın vücubunda şart ise cizyenin de vücu-bunda şarttır. Şu halde
cizyenin vücubıma mani olan müslümanlık, daha cizye vacib olmamışken hasıl
olursa cizye vacib olmaz.
Sene bittikten sonra
müslüman olan kimseden fidye ıin sakıt olup olmadığında ihtilâfetmelerinin sebebi
de, bu adamı ı kendisine fidye vacib olduktan sonra müslüman olmasıdır.
İslâmiyet, küfür
halinde yerine getirilmeyen birçok vacibleri ıskat ettiği gibi, bu vacibi de
ıskat eder diyenler, «Sene bittikten sonra bile olsa, müslü-man olan kimseden
fidye sakıt olur» demişlerdir.
İslâmiyet, küfür
halindeki diğer borçlan kaldırmadığı gibi, bunu da kaldırmaz diyenler ise,
«Sene bittikten sonra müslüman olan kimse geçmiş senenin cizyesini vermek
zorundadır» demişlerdir. Şu halde bu ihtilâfın sebebi, İslâmiyet küfür halinde
vacib olan cizyenin vücubuna ıskat eder mi et-mez mi diye ihtilâf etmeleridir. [102]
Ulemaya göre cizye üç
çeşittir. Biri buradaki mevzuumuz olan cizyedir ki, müslümanlann kâfirlerle
yaptığı savaş neticesinde herhangi bir kâfirler toplumunu yenerek onlara
yükledikleri cizyedir, biri de, kâfirlerin barış yolu ile ve kendilerine
dokunulmasın diye ve fidye olarak verdikleri cizyedir ki bu cizyenin ne miktan,
ne kimlere ve ne de ne zaman vacib olduğu hususunda herhangi bir tayin yoktur.
Bunlann hepsi yapılacak anlaşmaya bağlıdır. Ancak eğer 'Kâfirlerin banş yolu
ile verdikleri cizyeyi kabul etmek müslü-manlara vacibtir' desek, o zaman bu
fidyenin muayyen bir miktardan az olmamasının şart olması akla gelir. Üçüncü
çeşit cizye ise öşür cizyesidir. Buda İslâm ülkesinde oturan kâfirlerin
herşeyinden onda bir oranında yılda bir '
alman vergidir. Fakat ulemanın cumhuru, «Kâfirler ne öşür, ne de zekât
hükmüne tabi değillerdir» demişlerdir. Ancak -zekât bahsinde geçtiği üzere- bir
cemaat Hz. Ömer'den, Beni Tağlib Hıristiyanlarının bütün mallanndan, , müslümanlardan alman zekâtın iki katım
aldığını rivayet etmişlerdir. İmam Şafii, İmam Ebû Hanife, İmam Ahmed ve Süfyan
Sevrî de bu görüştedirler. İmam Mâlik'ten ise; bu hususta bir şey hıfzedilmemiş
tir.
Ulema, kâfirlerin
İslâm ülkesinde yaptıkları ticaret mallarına öşür (gümrük vergisi) düşüp
düşmediğinde de ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik ile
ulemadan birçoğu, «İslâm ülkesinde cizye karşılığı olarak oturan gayr-i müslim
tüccarların Medine'den başka, bir şehirden diğer bir şehire naklettikleri
ticaret eşyasından onda birini vergi almak vacibtir. Medine'ye naklettikleri
eşyadan ise yirmide bir alınır» demişlerdir.
İmam Ebû Hanife de
aynı görüşe katılmış, ancak bu verginin miktan hakkında muhalif kalarak, «Hangi
şehirde olursa olsun yirmide bir alınır» demiştir. Aynca İmam Mâlik, bu vergi
için ne nisab, ne de havi, yani üzerinden bir yıl geçmesini şart koşmamış,
İmam Ebû Hanife ise «Hem havi hem nisab şarttır» demiştir.
İmam Şafii ise,
«Üzerinde anlaşılmadığı ya da şart koşulmadığı taktirde öşür cizyesi adı
altında bir vergi yoktur» demiştir. Buna göre Öşür cizyesi de, kâfirlerin barış
ve anlaşma yolu ile verdikleri ikinci çeşit cizyeye dahildir.
İmam Mâlik ile İmam
Ebû Hanife'ye göre ise, bu öşür cizyesi birinci ve ikinci çeşit cizyeden
tamamen ayn ve başlıbaşına bir cizyedir.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu hususta Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den herhangi bir şey gelmediği halde Hz.
Ömer'in bu vergiyi aldığının sabit olmasıdır. Bunun için, «Hz. Ömer Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'den bir şey biliyordu da onun için bu vergiyi almıştır»
diyenler, 'Bu öşür cizyesi, diğer cizyelerden ayn olup İslâm ülkesinde oturan
gayri müslimlerle anlaşılmak-sızın onlardan alınması gereken bir cizyedir'
demişlerdir.
'Hz.
Ömer bunu onlarla anlaşarak almıştır. Çünkü eğer böyle olmasaydı bunu
bildirmesi gerekirdi' diyenler ise, «Eğer şart koşulmazsa bu cizye vacib olmaz»
demişlerdir. Ebû Übeyd, «el-Emvâl» adlı kitabında, «Ashab-tan -şimdi adını
hatırlayamadığımız bir zata, 'Siz Arap müşriklerinden niçin öşür alıyordunuz?'
diye sorulmuş, mezkûr sahabî, 'Çünkü biz, onlann ülkesine girdiğimiz zaman
onlar da bizden öşür alıyorlardı' demiştir» diye nakletmektedir. İmam Şafii
«Zımmîlerle, kendilerinden bu verginin alınacağı şart koşulduğu zaman, Hz.
Ömer'in onlardan aldığı miktardan daha az alınacağı şart koşulamaz. Fakat Hz.
Ömer'in aldığı miktardan fazla alınacağını şart koşmak caizdir, hatta daha
uygundur» demiştir. İmam Şafii, «Harbî olan bir kâfir de eman almak sureti ile
İslâm ülkesine girerse Zımmî'nin hükmüne girmiş olur» demiştir. [103]
Ulema, 'Cizyenin sarf
yeri hakkında herhangi bir tahdit yoktur ve -' fey'in sarf yeri, imamın
içtihadına bağlıdır diyenlere göre- nasıl fey' yurdun bütün hizmet ve
ihtiyaçlarında harcanabiliyorsa cizye de öyledir' demişlerdir. Hatta birçoklan
'Âyet-i kerimede geçen FEY' kelimesi cizyeye de şamildir' demişlerdir ki buna
göre İslâm Beytül-Mal'ı -zekât, fey' ve ganimet olmak üzere- yalnız üç gelir
kaynağından meydana gelmiş olur.
Cihad
bahsinin ana mes'eleleri işte bunlardır. Basan veren yalnız Cenâb-ı Allah'tır. [104]
[1] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/243.
[2] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/245.
[3] Bakara, 2/216.
[4] Tevbe, 9/122.
[5] Nisa, 4/95.
[6] Feth,48/17.
[7] Tcvbe,9/91.
[8] Buhûri, Cihad, 56/138, no: 3004.
[9] Müslim, ftnâre, 33, no: 1885.
[10] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/245-246.
[11] Bakara, 2/193.
[12] Ebû Dâvûtl, Melâhim,$\ftt no: 4302.
[13] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/247.
[14] Mâlik, Cihad, 21/3, no: 10,
[15] Muhammed,47/4.
[16] Enfâl, 8/67,
[17] Ebû Dâvûd, Cihad, 9/159, no: 2751.
[18] Buhârî, Salât, 8/4, no: 357.
[19] Buhârî, Cihad, 56/147, no: 3014-3015.
[20] Ebû Dâvûd, Cihad, 9/121, no: 2669.
[21] Müslim, t/nan. I, no: 21.
[22] Tevbe, 9/5.
[23] Ahmed, 1/300; Îbn Ebî Şeybc, 12/386, no; 14078;
Beyhâkî, 9/90.
[24] Ebû Dâvûd, Cihad, 9/90, no: 2614.
[25] Bakara, 2/190.
[26] Ebû Dâvûd, Cihad, 9/121, no: 2670. .
[27] Ebû Dâvûd, Cihad, 9/121, no: 2670.
[28] Tcvbe, 9/5.
[29] Ebû Dâvûd, Cihad, 9/122, no: 2673.
[30] Feth, 48/25.
[31] Buhârî, Megâzî, 64/14, no: 4031-4032.
[32] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/247-253.
[33]
lsrâ, 17/15.
[34] Müslim, Cihada 32/2, no: 1731; Ebû Dâvûd, Cihad, 9/90,
no: 1612.
[35] Buhârî, ftk> 49/13, no: 2451.
[36] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/253-255.
[37] EnfâI,8/66.
[38] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/255.
[39] Tevbe, 9/29.
[40] Enfal,8/61.
[41] Buhârî, Şurût,
54/15, no: 2731-2732.
[42] îbn îshak, Megâzî.
[43] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/255-257.
[44] Tevbe, 9/29.
[45] Muvatta',
Zekât, 17/24, no: 42.
[46] Bakara, 2/193.
[47] Müslim,iman, l,no:21.
[48] Buhârî, Cihadt
56/129, no: 2990.
[49] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/257-258.
[50] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/259.
[51] Ahmed, 1/4; Ebû Dâvûd, Haraç, 14/19, no: 2973.
[52] Ebû Ubeyd,
Emval, s. 415, no: 843; Buhârî, Megâzî, 64/38, no: 4229.
[53] Ebû Dâvûd, Harâc, 14/21, no:2991.
[54] Ebû Dâvûd,
Harâc, 14/21, no: 2994.
[55] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/259-261.
[56] Müslim, Cihâd, 32/48, no: 1812.
[57] Tirmizî, S/yer,
8, no: 1098.
[58] Enfal,8/41.
[59] Ebû Davûd, Cihad, 9/32, no: 2527
[60] Buhârî, Megâzî, 64/38, no: 4238; Ebû Dâvûd, Cihad,
9/151, no: 2723.
[61] Ebû Dâvûd,
Cihad, 9/151, no: 2726.
[62] Ebû Dâvûd,
Cihad, 9/159, no: 1257. ,
[63] Ebû Dâvûd, Cihad, 9/154, no: 2733.
[64] Ahmed, 5/318.
[65] Buhârî, Megâzî,
64/20, no: 3153; Müslim, Cihad, 32/25, no: 1772. ,
[66] Buhârî,
Fardu'l-Hums, 57/20. no: 3145.
[67] Ebû Dâvûd, Cihad, 9/145, no: 2713
İbn Rüşd Kadı
Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd,
Bidayetü’l-Müctehid ve
Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/261-266.
[68] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/266.
[69] . Enfal,8/l
[70] Buhûrî, Fardu'l-Uums, 57/15, no: 3134.
[71] Ebû Ubeyd, Emval, s. 396, no: 800; Ebû Dûvûd, Cihad,
9/158, no: 2749.
[72] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/266-267.
[73] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/267..
[74] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/267-268..
[75] Buhari,Fardu'l-Hums, 57/18, no: 3142.
[76] Enfâl,8/41.
[77] Nisa, 4/11.
[78] Ebû Dâvûd, Cihad, 9/l47,^ıo: 2718.
[79] İbn Ebî Şeybe,
12/371, no: 14035.
[80] Ebû Dâvûd,
Cihad, 9/148, no: 2719.
[81] İbn Ebî Şeybe,
12/371, no: 14035.
,
[82] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/268-269.
[83] Müslim, Nezr, 26/3, no: 1641. .
[84] Buhârî, Cihad,
56/187, no: 3067.
[85] Buhârî,megazi,64/48, no: 4278.
[86] Dârakulnî, 4/114, no: 39
[87] Müslim, İman, 1/21.
[88] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed
b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/269-272.
[89] Haşr, 59/10.
[90] EbûUbeyd,£mva/,s.71,no: 143; Buh,Megâzî, 64/38, no:
4235.
[91] Buhârî,//ars,41/8,no:2328,
.
[92] Müslim, Cihad, 32/31,no: 1780.
[93] , Haşr, 59/6.
[94] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/272-274.
[95] Müslim, Cihad, 32/15, no: 1757.
[96] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/274-275.
[97] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/275-276.
[98] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/276.
[99] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/276.
[100] Ebû Ubeyd, Emval, s. 34, no: 64.
[101] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/276-277.
[102] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/
[103] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/278-279.
[104] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/279.