5. Ana Bir
Kardeşlerin Mirası:
6. Ana-Baba Bir
Kardeşlerle Baba Bir Kardeşlerin Mirası:
156. Hacib:
Mirastan Mahrum Bırakma
3. Savaş, Kaza ve Âfetlerde Ölenlerin Mirası:
4. Liân Yapılmış Kadından Doğan Çocuğun Mirası:
5. Miras Sebepleri ve Engelleri:
B- Mirasçının Miras Bırakanı Öldürmesi:
C- Mirasçının Müslüman Olması:
3 . Velânın Devlete Ait Oluşu:
4. Hıristiyan Efendinin Azatladığı Müslüman Kölenin
Velâsı:
5. Kadının Velâ Yoluyla Mirasçılıği:
Bu
bahse dair konuşmamız, "Miras kimlere kalır, kimlere kalmaz? Kalanlardan
da kimlere her zaman kalır? Kimlere her zaman kalmaz da ancak, bazı varislerle
beraber bulundukları zaman kalır? Kimler yalnızken ve başkalanyla beraber
olduklan zaman miras hisseleri değişir? Her varise ne kadar kalır?"
konuları hakkındadır. Bu da her bir sınıfın hükmünü ve her bir sınıfa
yalnızken ne kadar ve başkalanyla birlikte bulunduğu zaman ne kadar hisse
düştüğünü ayn ayrı anlatmakla mümkün olur. [1]
Önce şunu söyleyelim
ki: Varisler -ölünün soy bakımından yakınları, koca veyahut karısı, azatlayıcısı
veyahut azatlısı olmak üzere- üç grupturlar. Birinci grup olan, Ölünün
yakınlarından kimisinin varis olduğunda ittifak, kimisinde de ihtilaf
etmişlerdir. Varis olduğunda ittifak ettikleri ölünün çocuk ve torunları, ana,
baba ve dedeleri, erkek ve kızkardeşleri, amca ve amca-oğullandır. Buna göre
erkeklerden on, kadınlardan da yedi kişinin varis olduğunda ittifak vardır.
Erkek varisler: Ölünün oğlu, oğlunun oğlu (aşağıya doğru ne kadar inerse
insin), Ölünün babası, babasının babası (bu da yukarıya doğru ne kadar
yükselirse yükselsin), ölünün erkek kardeşi (bu da ister ana bir, ister yalnız
baba bir, ister yalnız ana bir kardeşi olsun), erkek kardeşin oğlu (bu da
aşağıya doğru ne kadar inerse insin), ölünün amcası, ölünün amcası oğlu (bu da
aşağıya doğru ne kadar inerse insin), ölünün kocası ve ölüyü azatlayan efendisi
veyahut azatladığı kölesidir. Kadın varisler de; ölünün kızı, ölünün oğlunun
kızı (aşağıya doğru ne kadar inerse insin), ölünün annesi, ölünün ninesi
(yukarıya doğru ne kadar yükselirse yükselsin), Ölünün kız kardeşi, ölünün
karısı ve ölüyü azatlayan hanımı veyahut azatladığı cariyesidir.
Varis olduklarında
ihtilaf edilenler ise, -kızların oğullan, erkek kardeşlerin kızları, kız
kardeşlerin oğullan, amca kızlan, yalnız ana bir amca, ana bir kardeşlerin
oğullan, halalar, teyzeler ve dayılar olmak üzere «Zevi'1-er-ham» denilen ve
Asabe olmadıkları gibi Kuran-ı Kerim'de kendilerine hisse belirtilmeyen
akrabalardır. İmam Mâlik, İmam Şafiî, fukahanın çoğu ve ashâbtan Zeyd b. Sabit,
bunlann varis olmadığını demişlerse de, ashâbtan diğerleri, Irak, Küfe ve Basra
fukahası ile ulemadan bir cemaat, varis pldukla-nnı söylemişlerdir. Varis
olduklannı söyleyenler de, varis oluş şeklinde ihtilaf etmişlerdir. İmam Ebû
Hanife ile tabileri «Bunlar asabenin tertibine göre miras alırlar» demişlerdir.
Diğerleri ise, «Herkes ölüye, vasıtasıyla ulaştığı kimsenin yerine geçmektedir»
demişlerdir.
İmam Mâlik ile onun
görüşünde olanlar, «Feraizde kıyas yapmak müm-kün olmadığına göre herhangi bir
kimsenin varis olduğuna dair, Kur'an, sıhhatli hadis veyahut icma'dan bir
delil bulunmadığı zaman o kimseyi varis kılmak asla uygun değildir.
Zevi'l-erhamın varis oldukları hakkında ise, bunlardan hiçbirinde delil
yoktur» demişlerdir. Diğer grup ise, zevi'l-erhamın varis olduğuna dair, hem
kitap, hem sünnet ve hem icma'dan delil bulunduğunu ileri sürmüşlerdir.
Kitaptan "Akraba olanlar, miras hususunda birbirlerine, Allah'ın
kitabında müminler ve muhacirlerden daha yakındırlar" [2] ve
"Ana babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere de. kadınlara da az
çok, hisse vardır" [3]
âyet-i kerimeleridir. Çünkü zevil-er-ham da, diğerleri gibi birbirlerine
akrabadırlar. Bunlar hadisten de, Hz. Ömer'in Ebû Ubeyde'ye gönderdiği bir
mektupta Peygamber Efendimiz'in,
«Allah ile Peygamberi
kimsesi bulunmayanın kimsesidirler. Dayı da varisi bulunmayanın varisidir» [4] diye
buyurduğunu yazdığına dair Tirmizi'nin rivayetine dayanmışlardır, îmam Ebû
Hanife'nin kadim olan tabileri onun görüşüne, aklî yönden de, «Ölünün
zevil-erham denilen akrabaları, ölüme diğer müslümanlardan daha yakındırlar.
Çünkü ölü ile onlar arasında hem akrabalık, hem din bağı Vardır. Şu halde diğer
müslümanlar Ölünün yalnız baba bir kardeşi gibidirler. Zevil-erham ise, hem
baba, hem ana bir kardeşi yerindedirler. Ana baba bir kardeş bulunurken de,
yalnız baba bir kardeşe miras düşmez» diye delil getirmişlerdir. Ebû Zeyd ile
Müteehhir olan tabileri ise, mirası da velayete kıyas ederek, «Ölünün teçhiz
ve tekfini, namaz ve defin velayeti, ölünün Zevü-furuz ve asabe olan akrabaları
bulunmadığı zaman, zevil-erham olan akrabalarının hakkı olduğuna göre,
zevil-erham olan akrabalarının, bu durumda miras velayeti hakkına da sahip
olmaları lazım gelir» demişlerdir. Diğer grup ise, bu kıyaslara birtakım zayıf
itirazlarda bulunmuşlardır.
işte
bu, böylece anlaşıldıktan sonra, varislerden herbirine mirastan ne kada hisse
düştüğünü ve bu konu ile ilgili olarak ulemanın ittifak ve ihtilaf ettikleri
meşhur mes'elelerden ana kaideler mesabesinde olanları anlatmaya başlıyoruz. [5]
Cenâb-ı Hak, «Allah,
çocuklarınız hakkında erkeğe iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder. Eğer
kadınlar ikinin üstünde ise, bırakılanın üçteikisi onlanndır. Şayet bir ise
yarısı onundur» buyurduğu için bütün İslâm uleması, ölen anne veyahut babadan
kalan çocuklar içinde eğer hem erkek, hem kadın bulunuyorsa, her bir erkeğe iki
kadının hissesi, eğer yalnız bir erkek ise, kendisine mirasının hepsi, eğer
bir kadın ise mirasın yansı ve eğer üç veyahut üçten çok kadın iseler
kendilerine mirasın üçteikisi kaldığında müttefik iseler de, kadınlann sayısı
iki olduğu zaman kendilerine düşen mirasın miktan hakkında ihtilaf etmişlerdir.
Cumhur, "İki kıza da mirasın üçteikisî düşer" [6] diye
söylemiş ise de, İbn Abbas'tan, iki kıza mirasın yansının düştüğünü söylediği
rivayet olunmuştur.
Bu ihtilafın sebebi,
yukanda geçen âyet-i kerimede meskût geçen iki kadın üç kadının mı, yoksa bir
kadının mı hükmüne tabidir diye ihtilaf etmeleridir. Fakat âyetteki
Delüü'l-Hitab'tan, bir kadının hükmüne tâbi olduklan, daha çok anlaşılmaktadır.
Kimisi de «Meşhur rivayete göre İbn Abbas da Cumhur gibi söylemiştir» demiştir.
Abdullah b. Muhammed b. Akil tarikiyle Hatim b. Abdullah ile Câbir'den
Peygamber (s.a.s) Efendirniz'in iki kıza terekenin üçteikisini verdiği rivayet
olunmuştur [7]. Tahmin ederim ki, Ebû
Ömer b. Abdilberr, «Hadis ulemasından bir cemaat, Abdullah b. Akil'in hadisini
kabul etmiş ise de, diğer bir cemaat buna muhalefet etmiştir» demiştir.
Ulema, çocuğun
oğullannın da öz oğullar gibi aynı mirasa sahip olduk-lannda ve aynı kimseleri
hacip ettiklerinde müttefiktirler. Ancak Mücâ-hid'ten, «Çocuğun çocuklan,
ölünün öz çocuklan gibi ölünün kocasının hissesini dörttebirden sekizdebire ve
annesinin hissesini üçtebirden altıdabire düşürmezler» dediği rivayet
olunmuştur.
Ulema şunda da
müttefiktirler ki, ölünün öz kızlan terekenin üçteikisini aldıklan zaman,
beraberlerinde bulunan kız torunlara bir şey düşmez. Fakat eğer kız torunların
beraberinde, kendi derecelerinde veyahut daha aşağı bir derecede erkek torun da
bulunursa, bu erkek torun kız torunları asabeleştirir mi asabeleştirmez mi diye
ihtilaf etmişlerdir. Cumhur, «Asabileştirir ve öz kızlann hissesi olan
üçteikiden artan kısmı onlarla ikili birli olarak paylaşır» demiştir. Ashab'tan
Hz. Ali ile Zeyd b. Sabit de bu görüştedirler. Ebû Sevr ile İmam Dâvûd ise, «Öz
kızlar terekenin üçteikisini aldıktan sonra -erkek torunlar ister kız
torunların derecesinde, ister daha aşağı derecede olsunlar- arta kalan yalnız
erkek torunlanndır» demişlerdir. Abdullah b. Mes'ud da, «Eğer kız torunlann
hissesi terekenin altıdabirini aşmazsa, erkek torunlar arta kalan kısmı
onlarla ikili birli olarak paylaşırlar. Eğer terekenin altıdabirini aşarsa o
zaman onlara altıdabirden fazla bir şey verilemez» dedi.
Cumhurun dayanağı,
"Allah, çocuklarınız hakkında erkeğe iki kızın hissesi kadar tavsiye
eder" [8] âyet-i kerimesindeki
umumdur. Cumhur aklî yönden de, «Kişinin torunlan da çocuklan sayılırlar.
Çocuklar ise, bir kısmı erkek bir kısmı kız olduğu zaman terekenin tamamını
ikili birli olarak paylaştıklarına göre, terekenin arta kalan kısmını da o
şekilde paylaşmaları lazım gelir» diye delil getirmişlerdir. Ebû Sevr ile îmam
Dâvûd ile, Peygamber Efendimiz'in buyurduğu îbn Abbas'tan rivayet olunan,
«Malı, Allah'ın
kitabına göre, önce pay sahipleri arasında bölünüz. Eğe onlardan bir şey
artarsa onu da, Ölüye en yakın olan erkeğe veriniz» [9]
hadisine dayanmışlardır.
Bunlardan aklî yönden
de, «Ölünün kız torunu tek başına olduğu zaman terekenin üçteikisinden arta
kalan kısımdan ona bir şey düşmezken, başka-sıyle birlikte bulunduğu zaman, ona
bir şey düşmemesi evleviyetle lazım gelir» diye ihticac etmişlerdir. Buna göre
ihtilafın sebebi, kıyasların birbirleriyle çelişmesidir. Îbn Mes'ud'un görüşü
ise, «Kız torunlar yalnızken kendilerine altıdabirden fazla bir hisse
düşmediğine göre başkalanyle birlikte bulunurken de altıdabirden fazla hisse
düşmez» kuralına dayanmaktadır. îbn Mes'ud'un bu delili de îmam Davud'un
deliline yakındır. Cumhura göre erkek torunlar -ister kız torunların derecesinde,
ister daha aşağı derecede olsunlar- kız torunları asabeleştiriyorlarsa da,
sonraki fukahadan kimisi cumhurdan ayrılarak, «Eğer erkek torunlar kız
torunların derecesinde olmazlarsa, onları asabelesürmezler» demiştir.
Ulemanın cumhuruna
göre ölünün erkek çocukları bulunmayıp sadece bir kızı ile, bir veyahut birden
çok kız torunları bulunursa, kızına terekenin yansı, kız torunlarına da
terekenin altidabiri -ki cem'an üçteikisi eder- düşüyorsa da, Şiîler bunda
cumhurun görüşüne katılmayarak, «Ölünün öz oğlu bulunduğu zaman, nasıl erkek
torunlarına bir şey düşmüyorsa, Ölünün öz kızı da bulunduğu zaman oğlunun
kızlarına bir şey düşmez» demişlerdir.
Buna
göre, kız torunlar hakkındaki ihtilâf iki konuda olup, biri kız torunlar
ölünün erkek torunları ile, biri de ölünün öz kızı ile beraber bulunur-kendir.
Ölünün erkek torunları ile beraber bulunurken, kimisi «Varistirler», kimisi
«Varis değillerdir», «Varistirler» diyenlerden de kimisi «Muklaka asabedirler»,
kimisi «Kendilerine düşen hisse eğer terekenin alndabirini aşmazsa
asabedirler», kimisi «Eğer erkek torunlar onlann derecesinde olurlarsa
varistirler», kimisi de «Mutlaka varistirler» demiştir. Beraberlerinde erkek
torunlar bulunmadığı zaman da, kimisi «terekenin yansını ölünün öz kızı
aldıktan sonra, terekenin üçteikisini tamamlamak üzere altıdabirini kız torunlar
alırlar», kimisi de «Bir şey alamazlar» demişlerdir. [10]
Cenâb-î
Hakk "Karılarınızın çocukları yoksa, bıraktıklarının yarısı sizindir,
çocukları varsa bıraktıklarının -ettikleri vasiyyetten veya borçtan arta
kalanın- dörtte bîri sîzindir. Sizin çocuğunuz yoksa ettiğiniz vasiyyet veya
borç çıktıktan sonra bıraktıklarınızın dörttebiri kan-Iarmızindır, çocuğunuz
varsa, bıraktıklarınızın sekizdebiri onlarındır" [11]
buyurduğu için ulema, çocuğu bulunmayan erkek ile çocuğu bulunan kadının
eşlerine terekenin dörttebiri, çocuğu bulunmayan kadının eşine de terekenin
yansı ve çocuğu bulunan erkeğin de eşine terekenin sekizdebiri düştüğünde ve
eşlerin hiçbir suretle mirastan mahrum olamadıklarında, ancak ölünün çocukları
bulunduğu zaman, hisselerinin, çocukları bulunmadığı zamana nisbetle az
olduğunda müttefiktirler. [12]
Ulema müttefiktirler
ki, eğer babadan başka mirasçı bulunmazsa mirasın hepsi babaya ve eğer baba
ile annenin ikisinden başka mirasçı bulunmazsa, mirasın üçtebiri anneye,
gerisi de babaya düşer. Zira Cenâb-ı Hakk, "Eğer ölünün çocuğu bulunmaz da
ona, sadece anne ve babası mirasçı olurlarsa, annesine üçtebir düşer" [13]
buyurmuştur. Ulema şunda da müttefiktirler ki, eğer ölünün öz çocukları
veyahut torunları bulunurlarsa anne ve babasından her birine mirasın altıdabiri
düşer. Zira Cenâb-ı Hakk, "Eğer ölünün çocuğu bulunursa, anne ve babasının
her birine bıraktığının aî-tıdabirî düşer" buyurmuştur. Ulema, ölünün
kardeşleri bulunduğu zaman annesinin hissesi üçtebirden altıdabire iner, diye
müttefik iseler de, kardeşler kaç tane olurlarsa annenin hissesi üçtebirden
altıdabire iner diye ihtilaf etmişlerdir. Hz. Ali ile îbn Mes'ud, «Kardeşler
birden çok oldukları zaman annenin hissesi altıdabire düşer» demişlerdir. îmam
Mâlik de bu görüştedir, îbn Abbas ise, «Kardeşlerin sayısı üçten aşağı olursa
annenin hissesi üçtebir-dir» demiştir.
Bu ihtilafın sebebi,
Arapça'da çoğulun en az kaç kişiye denildiği hususunda ihtilaf etmeleridir.
Çoğulun en az üç kişiye delalet ettiğini söyleyenler, «Kardeşlerin sayısı
üçten aşağı olursa annenin hissesi üçtebirdir. Çünkü âyet-i kerimede geçen
'kardeşler' kelimesi çoğul olduğu için en az üç kardeş demektir» demişlerdir.
Diğerleri ise, «İki kardeşe de 'kardeşler denilir' demişlerdir. «Kardeşler
demek olan «İHVE» kelimesinin erkek ve kız kardeşlerin ikisine de şamil
olduğunda ise ihtilaf yoktur. Ancak sonraki fukahadan
kimisi, «Ölünün
kardeşleri arasında erkek bulunmadığı zaman -sayılan çok da olsa- annenin
hissesi üçtebirden altıda bire inmez. Zira kız kardeşler yalnızken çoğulları
'ÎHVE' değil 'EHAVAT' dır» demişlerdir.
Ölünün kardeşleri
bulunduğu için annenin hissesinde indirilen altıda birin kime düştüğü hususunda
edilen ihtilaf da bu babtandır. Cumhur «Eğer ölünün kardeşleriyle birlikte hem
anne ve hem babası bulunursa, kardeşleri bulunduğu için annesine altıdabir
verilir ve geri kalanın hepsi babasınındır» demiştir. İbn Abbas (r.a.)dan ise,
«Babasına mirasın üçteikisi verilir. Annenin hissesi, kardeşler yüzünden
üçtebirden altıdabire düştüğü için o altıdabir, kardeşlere düşer» dediği
rivayet olunmuştur. Fakat kimisi, îbn Ab-bas'tan gelen bu rivayetin zayıf
olduğunu söylemiştir. Bununla beraber İbn Abbas'ın bu görüşü kıyasa daha
uygundur.
Anne ve babasıyla
karısını veyahut anne ve babasıyla kocasını bırakan ölü hakkındaki ihtilaf da
keza bu babtandır. Cumhur birinci surette, «Karıya dörttebir, anneye geri
kalanın üçtebiri -ki terekenin dörttebiridir- geri kalanı da -ki terekenin
yansıdır- babaya kalır», ikinci surette de, «Kocaya terekenin yansı, anneye de
geri kalanın üçtebiri -ki terekenin altıdabiridir- terekenin geri kalanı da -ki
üçtebiridir- babaya kalır» demiştir. Zeyd b. Sabit (r.a.) de bu görüşte olduğu
gibi, bu görüş Hz. Ali (r.a.)'den de rivayet olunmuştur. İbn Abbas (r.a.)'dan
ise, birinci surette, «Kanya dörttebir, anneye de -Kur'an'da hissesi
belirtildiği için- üçtebir, babaya da -asabe olduğu için- geri kalanı düşer»,
ikinci surette de «Kocaya terekenin yansı, anneye üçtebiri, babaya da-geri
kalanı düşer» dediği rivayet olunmuştur, ki Kadı Şüreyh, İmam Dâvûd, îbn Şîrîn
ve bir cemaat da bu görüştedirler.
Cumhurun dayanağı
şudur: Baba ile anne yalnız oldukları zaman anneye terekenin üçtebiri, babaya
da geri kalanı düştüğüne göre, anne ile babanın yalnız olmadıklan zaman da,
geri kalanından aynı oranda hisse almalan lazım gelir. Cumhur herhalde,
annenin babadan fazla hisse almasını usule ay-kın görmüştür. Diğer grup da,
«Anne, hissesi Kur'an'da belirtilmiş bir varistir. Baba ise, asabe olduğu için
-hisselerden ne artarsa- ister az, ister çok olsun kendisine o düşer»
demişlerdir.
Babanın
anneye tercih edilmesinin gerektiği nazara alındığı zaman birinci grubun, buna
bakılmadığı zaman ise, ikinci grubun görüşü daha açıktır. [14]
Ulema müttefiktirler
ki, yalnız ana bir kardeşler eğer bir tane olursa -ister erkek, ister kız
olsun- kendisine terekenin alüdabiri, eğer birden çok olurlarsa kendilerine
terekenin üçtebiri düşer ve hepsi -ister erkek, ister kız olsunlar
şunlar-
üçtebirde eşit olarak ortaktırlar. Ulema şunda da müttefiktirler ki, yalnız ana
bir kardeşler -baba, babanın babası (ne kadar yükselirse yükselsin), çocuklar
(ister erkek, ister kız olsunlar) ve oğulların çocuklan olmak üzere- dört grup
varislerle beraber bulundukları zaman kendilerine bir şey düşmez. Zira Cenâb-ı
Hakk, «Eğer erkek kardeşi veya kız kardeşi bulunan bir erkek veya kadın,
ikînterekeceden mirasçı bırakırsa, ikisinden her birine altıdabir düşer. Eğer
kardeşler ikiden çok olurlarsa, terekenin üçtebirinde ortaktırlar» [15]
buyurmuştur. Çünkü bu âyette geçen «Kardeş» kelimesinden, yalnız ana bir
kardeşin murad olduğunda icma vardır. Hatta bir kıraata göre âyet, "Eğer
yalnız anasından bir erkek kardeşi veya kız kardeşi bulunursa"
şeklindedir. [16]
Cenâb-ı Hakk "De
ki: Allah size ikinci dereceden mirasçılar hakkında bilgi veriyor: Çocuğu
olmayıp bir kız kardeşi bulunan kimse ölürse, bıraktığının yarısı kız kardeşine
kalır. Fakat kendisi, kız kardeşinin çocuğu yoksa ona tamamen varis olur. Eğer
kalan kız kardeşler iki tane olurlarsa, bıraktığının üçteikisi onlarındır. Eğer
erkek kadın, karışık kardeşlerse, erkeğe iki kadının hissesi kadar düşer" [17]
buyurduğu içir ulema, ana baba veyahut yalnız bababir kardeşlerin varis
olduklarında ve bir kız kardeşe terekenin yansı, birden çok olan kız kardeşlere
-ölünün kızları birden çok olmaları halinde olduğu gibi- terekenin üçteikisi ve
erkek kadın, karışık kardeşlere de -Ölünün çocuklan içinde erkek ve kadının
bulunması halinde olduğu gibi- bir erkeğe iki kadının hissesi kadar düştüğünde
müttefik iseler de, âyet'te geçen ve «ikinci dereceden mirasçılar» diye terceme
ettiğimiz KELALE kelimesinin anlamı ile ilgili olarak birkaç mes'elede
ihtilaf, birkaç mes'elede de -geleceği üzere- ittifak etmişlerdir.
ittifak ettikleri
mes'elelerden biri şudur: Eğer bir kimse öldüğü zaman ya babası, ya bir erkek
çocuğu veyahut torunu bulunursa kardeşleri -ister erkek, ister kadın olsunlar-
kendisinden miras alamazlar.
ihtilaf ettikleri
mes'elelere gelince: Biri, ana baba bir kız kardeşler ölünün bir veyahut
birden çok kızlan ile beraber bulunduklan zaman miras alırlar mı, alamazlar mı
diye ettikleri ihtilaftır. Cumhur, «Kız kardeşler kızlarla beraber bulunduklan
zaman asabedirler, kızlardan arta kalan miktar ne ise,-onlara kalır» demiştir,
imam Dâvûd ile bir cemaat ise, «Ölünün kızı bulunduğu zaman kız kardeşine
birşey düşmez» demişlerdir. Cumhurun bu husustaki dayanağı, Ibn Mes'ud'un,
«Birisi ölmüş, bir kızı, bir oğlunun kızı ve bir kızkardeşi kalmıştı. Peygamber
Efendimiz, terekenin yarısı, kız toruna -terekenin üçteikisini tamamlamak için-
altıdabiri düşer. Geri kalanı ise, kız kardeşindir' buyurdu» [18]
mealindeki hadisidir. Cumhur aklî yönden de, "Erkek kardeşler, ölünün
kızlarıyla beraber bulundukları zaman varis olduklarında icma' bulunduğuna
göre, kız kardeşlerin de ölünün kızları ile beraber bulunduklan zaman varis
olmaları lazım gelir» diye ihticac etmişlerdir. Diğer grubun dayanağıda,
yukarıda metni geçen «Çocuğu olmayıp bir kız kardeşi bulunan kimse
ölürse..."[19] âyet-i kerimesinin
zahiridir. Zira âyet'in zahirinden, kızkardeşe miras düşmesi için ölünün
çocuksuz olmasının şart olduğu anlaşılmaktadır. Cumhur ise bu âyet'te geçen
"Çocuk" kelimesini erkek çocuklara hamletmiştir.
Ulema, ölünün oğullan
ile erkek torunlannın bir arada bulunmalanna kıyas ederek, «Ana baba bir
kardeşler, yalnız baba bir kardeşlerle beraber bulunduklan zaman onları hacb,
yani mirastan mahrum ederler, diye icma' etmişlerdir»
Ulema -ölünün öz
kızları terekenin üçteikisini aldıklan zaman nasıl oğlunun kızîanna mirastan
bir şey düşmüyorsa- ölünün ana baba bir kız kardeşleri de terekenin
üçteikisini aldıktan sonra, yalnız baba bir kız kardeşlerine bir şey
düşmediğinde de müttefiktirler. Ancak eğer ölünün ana baba bir kız kardeşi
yalnız bir tane olursa, ona terekenin yansı düştüğü için -terekenin üçteikisini
tamamlamak üzere- altıdabiri de -kaç tane olurlarsa olsunlar- yalnız baba bir
kardeşlere kalır. Fakat eğer ölünün ana baba bir kız kardeşleri terekenin
üçteikisini aldıktan sonra, yalnız baba bir kız kardeşlerinin beraberinde bir
erkek kardeş de bulunursa, ihtilaf etmişlerdir. Cumhur; «Öz kızlarla torun
kızlar beraber bulunduklan zaman eğer torun kızlar arasında bir erkek torun
bulunursa, nasıl onlan asabe kılıyorsa, erkek kardeş de, kız kardeşlerini
asabe kılar ve terekenin geri kalan üçtebirini onlarla ikili birli olarak paylaşır»
demiştir. Ancak İmam Mâlik, kız torunlarla erkek torunun aynı derecede
olmalannı şart koşmuştur. Ibn Mes'ud ise, «Ana baba bir kız kardeşler terekenin
üçteikisinin tamamını aldıktan sonra, terekenin geri kalan üçtebiri, yalnız
baba bir erkek kardeşlere kalır, yalnız baba bir kız kardeşlere arak bir şey düşmez»
demiştir, ki Ebû Sevr de bu görüştedir. İmam Dâvûd da ölünün Öz kızları ile kız
torunları mes'elesindc Ibn Mes'ud'ıın görüşüne katıldığı halde, bu mes'elede
ona muhalcfer etmiştir. Fakat eğer ana baba bir kız kardeş yalnız bir tane
olursa -İbn Mes'ud'a göre- terekenin geri kalan yarısını, yalnız baba bir erkek
ve kız kardeşler ikili birli olarak paylaşırlar. Meğer -ölünün öz kızı ile kız
torunlan meselesinde olduğu gibi- kız torunların hissesi terekenin altıdabirini
aşarsa, altıdabirden fazlası onlara verilemez. Her iki tarafın da-yanaklan da
yukarıda geçenlerin aynısıdır.
Ulema -ölünün öz
çocuklan bulunmadığı zaman oğlunun çocuklan nasıl öz çocuklan yerine
geçiyorlarsa- ana baba bir kardeşleri de bulunmadığı zaman yalnız baba bir
kardeşlerin, ana baba bir kardeşlerin yerine geçtiklerinde müttefiktirler.
Yani eğer baba bir kardeşler de aralannda bir erkek bulunursa, o erkek
vasıtasıyla asabe olurlar. Eğer varisler arasında pay sahipleri varsa, pay
sahiplerinin paylan verildikten sonra geri kalan miktarı aralannda ikili birli
olarak bölüşürler.
Ulema kardeşler
hakkında yalnız, kendisinden kocası, annesi ve ana baba bir kardeşleri ile
yalnız ana bir kardeşleri kalan kadının mirasında ihtilaf etmişlerdir.
Hz. Ömer, Hz.Osman ve
Zeyd b. Sabit, kocaya terekenin yansını, anneye altıdabirini ve ana bir
kardeşlere de üçtebirini verirlerdi. Ancak ana baba bir kardeşlere bir şey
kalmadığı için onlan da, yalnız ana bir kardeşlerin hissesine onak kılarlardı.
Ana baba bir kardeşler de, kendilerine düşen miktan -erkeğe iki kadının hissesi
kadar verilmek suretiyle- aralannda bölüşürlerdi. Fukahadan îmam Mâlik, îmam
Şafiî ve Süfyan Sevrî de bu görüştedirler.
Hz. Ali, Ubey b. Ka'b
ve Ebû Mûsâ el-Eş'arî ise, ana baba bir kardeşleri ana bir kardeşlere ortak
kılmaz ve ana baba bir kardeşlere bir şey vermezlerdi. İmam Ebû Hanife, îbn
Ebî Leylâ, imam Ahmed, Ebû Sevr, îmam Dâvûd ve bir cemaat da bu görüştedirler.
Birinci grup, «Ana
baba bir kardeşler de, yalnız ana bir kardeşlere miras sebebinde ortaktırlar.
Zira ölünün yalnız ana bir kardeşleri nasıl annesinin çocuklan iseler, ana baba
bir kardeşleri de keza annesinin çocuklandırlar. Miras sebebinde ortak olup da,
mirasta ortak olmamak ise, mantığa sığmayan bir şeydir» demişlerdir.
İkinci
grup da, «Ana baba bir kardeşler asabedirler. Asabelere ise, ancak pay
sahiplerinden arta kalan miktar düşmektedir. Şayet pay sahipleri terekenin
tamamım alırlarsa asabelere bir şey düşmez. Nitekim kocasını, annesini ve
yalnız ana bir, bir kardeşiyle ana-baba bir, on kardeşini bırakan kadının
yalnız ana bir kardeşine terekesinin altıdabiri kaldığı halde, ana baba bir on
kardeşine ise, sadece arta kalan altıdabirinin düştüğünde icma' vardır. Bu ise,
o demektir ki ana baba bir kardeşler asabe olup eğer pay sahiplerinden bir şey
artarsa onlara kain-, bir şey artmadığı zaman ise, mahrum kalırlar»
demişlerdir. O halde miras mes'elelerinin çoğundaki ihtilafın sebebi kıyaslar
arasında bulunan çelişme ile, nasslarda geçen deyimlerin birden çok mânâlarda
kullamlmalandır. [20]
Fukaha, babanın dedeyi
hacib ettiğinde (mahrum bıraktığında) ve babanın bulunmadığı zaman dedenin
baba yerine geçtiğinde ve dedenin pay sahipleriyle beraber bulunduğu zaman
asabe olduğunda müttefik iseler de -baba gibi- ana baba bir veyahut yalnız baba
bir kardeşleri hacib edip etmediğinde ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas, Ebû
Sevr, Şafiî ulemasından Müzeni ile îbn Şüreyh, İmam Dâvûd ve bir cemaat bu
görüştedirler. Hz. Ali, Zeyd b. Sabit ve İbn Mes'ud ise, dede ile beraber
bulunan kardeşlerin de mirasçı olduklarında ittifak etmişlerdir. Ancak
-geleceği üzere- mirasçı olmalarının keyfiyetinde ihtilaf etmişlerdir.
Dedeyi baba hükmünde
görenlerin dayanağı, dede ile babanın aynı vasfa sahip olmaları, yani ikisinin
de ölünün babası oldukları ve birçok hükümlerde ortak bulunmalandır. Hatta
rivayet olunmaktadır ki; İbn Abbas (r.a.) «Zeyd b. Sabit, Allah'tan korkmuyor
mu? Oğlun oğlunu oğul kabul eder de, babanın babasını baba kabul etmez»
demiştir. Baba ile dedenin -mirastan başka- ortak olduklarında ittifak edilen
hükümlerden biri, babanın oğluna şahitliği nasıl kabul olunmuyorsa, dedenin de,
torununa şahitlik etmesinin kabul olunmamasıdır. Biri de şudur: Bir kimse, köle
olan babasını satın aldığı zaman satın almasıyla dedesi azatlanmış olur. Biri
de, oğul adına babadan nasıl kısas alınamıyorsa, torun adına da dededen kısas
alınamaz.
Dede ile beraber
bulunan kardeşlere miras verenler ise, «Ölünün kardeşi, ölüye dedesinden daha
yakındır. Çünkü dede, ölünün babasının babasıdır. Kardeş, ölünün babasının
oğludur. Oğul ise, babadan daha yakındır. Ayrıca ulema, yeğenin amcadan daha
yakın olduğunda müttefiktirler. Bu da kardeşin dededen yakın olduğunu
göstermektedir. Çünkü kişi, amcasına dedesi vasıtasıyla, yeğenine kardeşi
vasıtasıyla ulaşır» demişlerdir. Buna göre, ih-tilafın sebebi, iki kıyas
arasında bulunan çelişmedir. Şayet, iki kıyastan hangisinin daha kuvvetli
olduğu sorulacak olursa, «Baba ile dedeyi bir tutanların kıyası daha
kuvvetlidir» diyeceğiz. Çünkü dede ya ikinci, ya üçüncü derecede babadır. Nasıl
ki oğulun oğlu da, ya ikinci, ya üçüncü derecede oğuldur. Oğul ise, kardeşleri
hacbettiği halde dedeyi hacbetmediğine göre, hacbettiği kimseleri dedenin de
hacbetmesi lazım gelir. Kaldı ki kardeş, ne ölünün kökü, ne de dalıdır. Ancak
aynı kökten çıkan ikinci bir dalıdır. Şeyin kökü ise, şeye kökünden çıkan
daldan daha yakındır. Ayrıca dede, bizzat Ölünün kökü olmayıp kökünün köküdür.
Kardeş ise, ölünün kökünden çıkan bir dal olduğu için ölüden miras alır. Kökün
kökü ise, kökten çıkan daldan daha yakındır. Bunun içindir ki, «Kardeş kişiye
oğulluk yolu ile, dede de babalık yolu ile ulaşır» diyenlerin sözü manasızdır.
Çünkü kardeş, ölünün oğlu değil, ölünün babasının oğludur. Dede ise, ölünün
babasıdır. Oğulluğun babalıktan kuvvetli olması da ancak, her iki vasfın da
bir kimsede, yani kendi-
sinde miras alınan
kimsede bulundukları haline mahsustur. Kendisinden miras alman kimsenin
babasına oğul olmak ise, o kimse için babasına baba olmaktan daha kuvvetli
değildir. Çünkü babasının babası ona, bir vasıta da olsa, babadır. Fakat
babasının oğlu, dolaylı da olsa, ona oğul değildir. O halde, «Kardeş, dededen
mirasa daha müstehaktır. Çünkü kardeş, ölüden, babasının oğlu olmak yolu ile
miras alır. Dede ise, kendisinden babalık yolu ile miras alır. Mirasta ise,
oğulluk babalıktan kuvvetlidir» diyenlerin sözü yanlıştır ve yanıltıcı bir
sözdür. Çünkü dede, uzak da olsa ölünün babasıdır. Kardeş ise, ölünün ne uzak,
ne de yakın oğlu değildir. Kısacası: Kardeş, ölünün bir yakınıdır. Dede ise,
varlığının bir sebebidir. Şeyin sebebi ise, yakınından daha kuvvetlidir.
Dede ile beraber
kardeşlere de miras verenler de, miras almaları keyfiyetinde -yukarıda da
söylediğimiz gibi- ihtilaf etmişlerdir. Zeyd b. Sâbit'in bu konudaki görüşünün
özeti şudur:
Dede ile beraber,
kardeşlerden başka ya pay sahibleri bulunur, ya bulunmaz. Eğer bulunmazsa,
dedeye, terekenin üçtebirini vermekle, onu terekede kardeşlere ortak kılmaktan
hangisi iyi ise, o yapılır. Mesela: Eğer ölünün bir erkek kardeşi olursa, dede
için onunla terekeyi paylaşmak daha iyidir. Eğer iki kardeşi olursa, terekenin
üçtebirini almakla, kardeşlerle terekeyi paylaşmak arasında fark yoktur. Eğer
ölünün üç ve üçten çok kardeşi olursa, dede için terekenin üçtebiri daha
kârlıdır. Ölünün kız kardeşleri de bulunduğu zaman, sayılan üçe vanncaya kadar
kendileriyle terekeyi paylaşmak dede için daha kârlıdır. Sayılan dört olduğu
zaman da, terekeyi paylaşmakla üçtebirini almak arasında fark yoktur. Kız
kardeşler dörtten yukan olduklan zaman, ise, dede için üçtebir daha kârlıdır.
Kardeşlerden başka, pay sahipleri bulunmazsa hüküm böyledir. Eğer kardeşlerden
başka, pay sahipleri de bulunursa, o zaman pay sahiplerine paylan verildikten
sonra, dedeye, ya geri kalanın üçtebirini almak, ya kardeşlerden biri olmak,
ya da terekenin tamamının alüda-birini almaktan, dede için hangisi daha kârlı
ise, o yapılır. Geri kalan kısım da kardeşler arasında -erkeğe iki kadının
hissesi kadar verilmek suretiyle-tak-sim edilir. Zeyd b. Sâbit'in görüşü,
EKDERİYYE mes'elesi hakkında ise, başka şekildedir. Bu mes'ele hakkında gerek
kendisinin ve gerek diğer fuka-hanın görüşleri gelecektir.
Hz. Ali ise -ister
dede ve kardeşlerle beraber pay sahipleri de bulunsun, ister bulunmasın- dede
için terekenin tamamının altıdabiri ile, terekeyi kardeşlerle paylaşmaktan
hangisi daha kârlı idi ise onu yapardı. Çünkü ölünün çocuklan, dedenin
hissesini altıdabirden daha aşağıya düşüremediklerinde ıcma' bulunduğuna göre,
kardeşlerin, dedenin hissesinin altıdabirden aşağıya düşürememeleri
evleviyetle lazım gelir. Zeyd b. Sabit, «Yalnız ana bir kardeşler terekenin
üçtebirini aldıklan halde, dede onlan hacbeder. Şu halde bedenin hissesi -hiç
değilse- üçtebirden aşağı olmaması gerekir» diye düsunmuştur. İmam Mâlik,. İmam
Şafiî, Süfyan Sevrî ve bir cemaat, Zeyd b. Sâbit'in görüşündedirler. îmam Ebû
Hanife ise, Hz. Ali'nin görüşüne katılır.
EKDERİYYE denilen
meseleye gelince: Bu, ölmüş ve kocasını, annesini, ana baba bir kardeşini ve
dedesini bırakmış olan kadın mes'elesidir. Hz. Ömer ile îbn Mes'ud kocaya
terekenin yansını, anneye altıdabirini, kız kardeşe yansını ve dedeye
altıdabirini -mes'elede avl yapmak suretiyle- verirlerdi. Hz. Ali ile Zeyd b.
Sabit ise, «Kocaya terekenin yansı, anneye üçtebiri, kız kardeşe yansı, dedeye
de -pay olarak- altıdabiri düşer» derlerdi. Ancak Zeyd b. Sabit, kız kardeşle
dedenin hisselerini birbirine karıştırarak aralarında ikili birli olarak
bölerdi. Kimisi de «Zeyd b. Sabit bunu yapmamış ve böyle bir şey
söylememiştir» demiştir.
Bütün bunlar, AVL'i
caiz görenlerin görüşüne göredir, ki ashâb-ı kiramın cumhuru ve fukahanın tümü
avli benimser. Ancak rivayet olunmaktadır ki, İbn Abbas, «Hisseleri avleden,
Ömer b. Hattab'dır. Allah'a yemin ederim ki, eğer Ömer, Allah'ın öncelik
verdiği kimselere öncelik verseydi ve geriye bıraktığı kimseleri de geriye
bıraksaydı, hiçbir hisse AVL olmazdı» demiş ve kendisine «Allah'ın öncelik
verdiği ve geriye bıraktığı hisseler hangileridir?» diye sorulunca, «Bir hisse
ki gerektiğinde büsbütün ortadan kalkmaz, ancak başka bir hisseye dönüşür, o
hisse Allah'ın öncelik verdiği hissedir. Bir hisse ki gerektiğinde büsbütün
ortadan kalkar ve sahibi, ancak ne kalırsa onu alır, o hisse de Allah'ın geriye
bıraktığı hissedir. Eşin ve annenin hisseleri, birinci kızlann ve kız
kardeşlerin hisseleri de ikinci kısımdandırlar. Bir mes'elede bu her iki kısım
hisseler de bulunduğu zaman, önce birinci kısımdan başlanır. Eğer bir şey
artarsa, ikinci kısım hisse sahiplerine verilir. Şayet birşey anmazsa, ikinci
kısım hisse sahiplerine mirastan bir şey yoktur» diye cevap vermiştir. Ona
«Öyle ise sen bunu Hz. Ömer'e niçin söylemedin?» denilmiş o da, «Ben cesaret
edemedim» cevabını vermiştir. Zeyd b. Sâbit'e göre eğer dede ile beraber, ana
baba bir kardeşlerden başka, yalnız baba bir kardeşler de bulunurlarsa
kendileri miras alamadıkları halde, dedenin aleyhinde miras alıyorlarmış gibi
sayılırlar ve dedenin çok hisse almasına mani olurlar. Ancak eğer ana baba bir
kardeşler yalnız bir kız kardeş olursa, o zaman kendisi terekenin yansını
alabilinceye kadar yalnız baba bir kardeşler onun Öz kardeşleri sayılırlar ve
terekenin üçteikisini tamamlamak üzere altıdabiri yalnız baba bir kardeşlere
verilir. Baba bir kardeşler de onu aralannda ikili birli olarak paylaşırlar.
Hz. Ali ise, burada
baba bir kardeşlere önem vermezdi. Zira ana baba bir kardeşlerin yalnız baba
bir kardeşleri hacbettiklerinde icma' vardır. Hem de, yalnız baba bir
kardeşlere bir şey verilmediği halde onlan hesaba katmak usule aykırıdır.
Ashab-ı Kiram HARKA'
denilen mes'elede de ihtilaf ederek beş çeşit
görüşte
bulunmuşlardır. HARKA' mes'elesi: Annesini, bir kız kardeşini ve dedesini
bırakan kimsenin miras mes'elesidir. Hz. Ebû Bekir ile îbn Abbas, «Anneye
üçtebir, gerisi de dedeye düşer. Çünkü dede, kız kardeşi hacbeder» demişlerdir.
Onlann bu görüşü, dedenin de -baba gibi- kardeşleri hacbettiği görüşlerine
dayanır. Hz. Ali de «Anneye terekenin üçtebiri, kız kardeşe yansı, gen kalanı
da dedeye düşer» demiştir. Hz. Osman, anneye üçtebir, kız kardeşe üçtebir,
dedeye de üçtebir düştüğünü söylemiştir. İbn Mes'ud da kız kardeşe yansının
dedeye üçtebirin, anneye de altıdabirin düştüğü görüşünde idi. İbn Mes'ud,
«Allah, beni anneyi dededen üstün tutmaktan korusun» diyordu. Zeyd b. Sabit de
«Anneye üçtebir düşer. Geri kalanı da dede ile kız-kardeş aralannda ikili birli
olarak paylaşırlar» derdi. [21]
Ulema, anne olmadığı
zaman annenin annesine ve baba bulunmadığı zaman babanın annesine terekenin
altıdabirinin düştüğünde ve bu iki büyük annenin beraber bulunduklannda
altıdabirin aralannda müşterek olduğunda müttefik iseler de, bu konu ile ilgili
başka hususlarda ihtilaf etmişlerdir. Zeyd b. Sabit ile Medine fukahası,
«Anneanneye hisse olarak altıdabir takdir edilir. Eğer ikisi bir arada
bulunurlarsa -ya her ikisinin de ölüye aynı derecede, ya da babaannenin daha
yakın olması şartı ile altıdabir, aralannda müşterek olur. Eğer anneanne ölüye
daha yakın olursa, altıdabirin hepsi onun olup babaanneye bir şey yoktur»
demişlerdir. Zeyd b. Sâbit'ten «İki büyük anneden hangisi daha yakın olursa,
altıdabir hissesi onundur» dediği de rivayet olunmuştur, ki Hz. Ali ile
fukahadan îmam Ebû Hanife, Süfyan Sevrî ve Ebû Sevr de bu görüştedirler.
Bunlann hepsi, yalnız bu iki büyükanneye miras verirler. Evzaî ile îmam Ahmed
ise -bir tanesi anne, iki tanesi de baba tarafından olmak üzere- üç büyük
anneye miras verirlerdi, ki bunlar annenin annesi, babanın annesi ve dedenin
annesi idiler. İbn Mes'ud ise -annenin annesi, babanın annesi, dedenin annesi
ve annenin babasının annesi olmak üzere-dört büyük anneye miras verirdi. Hasan
Basrî ile İbn Şîrîn de bu görüştedirler. İbn Mes'ud, uzak yakın büyük anneleri
altıdabir hissesinde ortak kılardı. Fakat kızı veyahut kızının kızı tarafından
hacbedilmemiş olmak şan ile. İbn Mes'ud'tan, «Eğer ikisi de aynı taraftan
olurlarsa, uzak büyük anne yakın büyük anne ile hacbolunur» dediği de rivayet
olunmuştur. İbn Abbas'tan da, «Anne bulunmadığı zaman, büyük anne onun
hükmündedir» dediği rivayet olunmuştur. Fakat cumhura göre bu şâzz bir
görüştür. Bununla beraber kıyasa uygundur.
Zeyd b. Sabit ile îmam
Şafiî ve Medine fukahasının dayanağı, İmam Mâlik'in «Bir büyükanne, Hz. Ebû
Bekir'e gelip ölen torununun mirasını istedi. Hz. Ebû Bekir ona, 'Senin
hakkında Allah'ın kitabında bir hüküm yoktur. Bu hususta Peygamber
Efendimiz'den de bir şey işitmedim. Sen şimdi git. Ta ki ben sorayım' dedi.
Bunun üzerine Muğire b. Şu'be, 'Ben bir defa Peygamber Efendimizin yanında
idim. Büyükanneye altıdabir hisse verdi' dedi. Hz. Ebû Bekir ona 'Senden başka
kim vardı orada?' diye sordu. Bu sefer Muhammed b. Mesleme 'Ben orada idim.
Muğire'nin dediği doğrudur' dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir ona altıdabir
verdi. Sonra öteki büyükanne de Hz. Ömer'e gelip mirastan hissesini istedi.
Hz. Ömer ona 'Senin hakkında Allah'ın kitabında bir hüküm yoktur. Senden önce
altıda bir hissesi bir başka büyükanneye verilmiştir. Ben kendiliğimden
herhangi bir kimseye bir şey veremem. Diğer büyük anneye verilen hissede
ikiniz ortak olmayı kabul ediyorsanız, ikinize olsun. Eğer sadece biriniz
olsaydınız, bu altıda bir hissesinin hepsi ona olurdu' dedi» mealindeki
hadisidir.. İmam Mâlik aynca «Her iki büyükanne de Hz. Ebû Bekir'e geldiler.
Hz. Ebû Bekir, yalnız anne tarafından olan büyükanneye miras verdi. Adamın biri
ona 'Kendisine miras vermediğin büyükanne, eğer kendisi ölüp de torunu sağ
kalsaydı, torunu ondan miras alacaktı' dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir
altıdabiri ikisi arasında müşterek kıldı» [22]
mealinde bir hadis daha rivayet etmiştir. Derler ki: Ashâb-ı Kiram yalnız iki
büyük anneye miras verilmesi hakkında icma' etmişlerdir. Ashabın bu icma'mı
aşmamak gerekir.
Üç büyük anneye miras
verenlerin dayanağı da, İbn Uyeyne'nin Mansûr'dan, Mansûr'un da İbrahim'den
«Peygamber Efendimiz -ikisi baba tarafından, biri de anne tarafından olmak
üzere- üç büyük anneye miras verdi» [23]
mealinde rivayet ettiği hadistir.
Abdullah b. Mes'ud ise
kıyas'etmiştir. Fakat hadis onun kıyası ile çelişmektedir.
Ashâb, babaannenin
baba ile hacbolunup olunmadığında da ihtilaf etmişlerdir. Zeyd b. Sabit,
«Hacboîunur» demiştir. İmam Mâlik, İmam Şafiî, İmam Ebû Hanife ve İmam Dâvud da
bu görüştedirler. Başkalan da «Babaanne oğlu ile beraber mirasçıdır»
demişlerdir. Bu görüş de Hz. Ömer, İbn Mes'ud ve ashâb'dan bir cemaattan
rivayet olunmuştur. Kadı Şüreyh, Ata, İbn Şîrîn ve İmam Ahmed de bunu
benimsedileri gibi, bu görüş aynı zamanda Mısır fukahasının da görüşüdür.
Babaannenin baba ile
hacbolunduğunu söyleyenler, «Babanın babası baba ile hacbolunduğuna göre,
babaannenin de baba ile hacbolunması evle-viyetle lazım gelir. Ayrıca
anneannenin anne ile beraber bulunduğu zaman varis olmadığında icma'
bulunduğuna göre, babaannenin de baba ile beraber bulunduğu zaman varis
olmaması gerekir» demişlerdir. Diğer grubun dayanağı da, Şa'bî'nin Mesruk'tan,
Mesruk'un da Abdullah'tan, «Peygamber
Efendimizin, kendisine
altıdabir hisse verdiği ilk büyükanne, oğlu ile birlikte Peygamber Efendimizin
yanına gelmişti ve oğlu sağdı» mealinde
rivayet ettiği hadistir. Bunlar aklî yönden de, «Anne ile annenin annesi,
erkeklerle hacbolunmadıklanna göre, bütün büyükannelerin erkeklerle
hacbolun-maması lazım gelir» diye delil getirmişlerdir.
Şu
da bilinmelidir ki İmam Mâlik miras ahkâmında -bir mes'ele dışında-Zeyd b.
Sâbit'e muhalefet etmemiştir. İmam Mâlik'in Zeyd b. Sâbit'e muhalefet ettiği
mes'ele şudur: Bir kadın öldüğü zaman eğer kendisinden kocası, annesi, yalnız
ana bir, birkaç kardeşi, ana baba bir, birkaç kardeşi ve dedesi kalırsa, İmam
Mâlik, «Kocaya terekenin yansı, anneye altıdabiri, dedeye de geri kalanı -ki
terekenin üçtebiridir- düşer. Ana baba bir kardeşlere bir şey yoktur» demiştir.
Zeyd b. Sabit de, «Kocaya terekenin yansı, anneye altıdabiri, dedeye
altıdabiri, geriye kalanı da ana baba bir kardeşlere düşer» demiştir. İmam
Mâlik bu mes'elede kendi kaidesine de muhalefet etmiştir. Çünkü ona göre dede,
ne ana baba bir erkek kardeşleri, ne de yalnız baba bir kız kardeşleri
hacbetmez. Fakat îmanı Mâlik burada «Dede, yalnız ana bir kardeşleri kendi
hisseleri olan terekenin üçtebirinden menettiğine göre, belli bir hissesi
bulunmayan ana baba bir kardeşleri menetmesi evleviyetle lazım gelir» demiştir.
Zeyd b. Sabit ise, kendi kaidesi hFmuhalefet etmemiştir. Çünkü ona göre dede,
ana baba bir kardeşleri hacbetmez. [24]
Ulema müttefiktirler
ki ana baba bir kardeş, yalnız baba bir kardeşi, baba bir kardeş de, ana baba
bir kardeşin oğullarını, ana baba bir kardeşin oğullan da yalnız baba bir
kardeşin oğullarını, baba bir kardeşin oğulları da, ana baba bir kardeşin
oğullarının oğullarını, baba bir kardeşin oğullan da, amcayı, ana baba bir
amcanın oğulları da, yalnız baba bir amcanın oğullarını ve bunların herbiri
kendi oğullarını hacbederler. Kısacası: Bunlardan kim bir sınıfı hacbederse,
hacbettiği sınıfın hacbettiği sınıfı da hacbeder. Yakın kardeş de uzak kardeşi
hacbeder. Eğer ikisi aynı derecede olurlarsa hangisi iki vasıta ile, yani hem
ana ve hem baba ile Ölüye ulaşırsa, bir vasıta ile, yani yalnız baba ile ölüye
ulaşanı hacbeder. Amcaların da yakın olanları uzak olanları hacbederler. Şayet
aynı derecede olurlarsa ölüye iki vasıta ile ulaşanlar, bir vasıta ile
ulaşanları hacbederler.
Ulema şunda da
müttefiktirler ki, ana baba bir kardeşlerle yalnız baba bir kardeşler amcaları
hacbederler. Çünkü kardeşler ölünün babasınin oğullarıdırlar. Amcalar ise,
ölünün dedesinin oğullarıdırlar. Oğullar da torunları, babalar da dedeleri,
oğullarla, torunlar da kardeşleri, dede de kendisinden daha yukarı olan
dedeleri, yalnız ana bir kardeşleri ve kardeşin oğullarım hacbederler.
Oğulların kızları da, yalnız ana bir kardeşleri hacbederler.
Ulema, biri, ana bir
kardeşi olan iki amca oğlunu bırakan kimse hakkında ihtilaf etmişlerdir. İmam
Mâlik, İmam Şafiî, İmam Ebû Hanife ve Süfyan Sevrî, «Ana bir kardeş, ana bir
kardeş olduğu için terekenin altıdabirini aldıktan sonra, geri kalanından da,
ölünün amcası oğlu olduğu için diğer amca oğlu ile ortak olup aralarında eşit
bir şekilde paylaşırlar» demişlerdir, ki bu söz Hz. Ali, Zeyd b. Sabit ve İbn
Abbas'mdır. Kimisi de «Terekenin hepsi, ölünün ana bir kardeşi olan amcası
oğlunun olup altıdabirini, ölünün ana bir kardeşi, gerisini de asabe olduğu
için alır. Çünkü kendisi ölüye iki vasıta ile ulaşır» demiştir. Ashâbtan İbn
Mes'ud ve fukahadan İmam Dâvûd, Ebû Sevr ve Taberî bunu söyleyenlerdendir.
Hasan Basri ile Atâ da bu görüştedir.
Ulemanın
bu konu ile ilgili olarak ihtilaf ettikleri meselelerden biri de şudur: Hisse
sahipleri hisselerini aldıktan sonra eğer bir miktar artar ve onu alacak bir
asabe bulunmazsa, artan kısım da hisse sahiplerine verilir mi, verilmez mi?
Zeyd b. Sabit «Artan kısım hisse sahiplerine verilmez, hazineye malolur» derdi.
İmam Mâlik ile İmam Şafiî bu görüştedirler. Küfe ve Basra uleması olan Irak
fukahası da bu görüştedirler. Bunlara göre, herkesin hissesi ne ise, artan
kısım o oranda ona verilir. Mesela: Terekenin yansını alan hisse sahibi,
artanın da yansını, üçtebirini alan hisse sahibi, artanın üçtebirini alır.
Bunların dayanağı da şudur: Hisse sahipleri ile ölü arasında -akrabalık bağı ve
müslümanlık bağı olmak üzere- iki bağ vardır. Halbuki eğer artan kısım
hazineye kalacak olursa, hazine bütün müslümanlara ait olduğu için bütün
müslümanlara verilmiş olur. Bütün müslümanlarla ölü arasında ise, saJ dece
müslümanlık bağı vardır[25]
Bu konu ile ilgili
olarak buraya almamız gereken, ulemanın ihtilaf ettikleri meşhur olan birtakım
mes'eleler daha vardır.
Bu mes'elelerden biri
şudur: Cenâb-ı Hakk «AİIah kâfirlere, mü'minler aleyhinde asla fırsat
vermeyecektir» buyurduğu ve Peygamber Efendimizin de,
«Ne müslüman, kâfirden, ne de kâfir,
müslümandan miras alamaz» [26]
hadisi sabit olduğu için ulema, gayri müslimin müslümandan miras alamadığında
müttefik iseler de, müslü-manın, gerek gayri müslimden ve gerek mürted olan
kimseden miras alıp alamadığında ihtilaf etmişlerdir. Ashâb, tabiîn ve tslâm
fukahası olan ulemanın cumhuru, yukanda geçen hadise dayanarak, müslümamn
gayrimüslimden miras alamadığım söylemişlerdir. Ashabtan Muaz b. Cebel ile
Mua-viye b. Ebî Süfyan, tabiînden Saîd b. el-Müseyyeb ile Mesruk ve fukahadan
bir cemaat ise, müslümamn gayri müslimden miras aldığı görüşünde bulunmuşlardır.
Bunlar mirası da evlenmeye kıyas ederek, «Biz, nasıl gayrimüslim kadınlarla
evlenebiliyor ve fakat kadınlarımızı onlarla evlendiremiyor-sak, onlardan miras
alıyoruz. Fakat onlar bizden alamazlar» demişlerdir. Bunlar bu hususta müsned
bir hadis [27] de rivayet etmişlerse de,
Ebû Ömer: «Cumhura göre senedi kuvvetli değildir» demiştir. Bunlar mirası
kısasa da kıyas etmişlerdir. Mürted olan kimsenin malına gelince: Hicaz
fukahasımn cumhuru, «Mürted olan kimse, öldürüldüğü veyahut öldüğü zaman
yakınları ona varis olamazlar. Malı hazineye aittir» demişlerdir, ki İmam Mâlik
ile İmam Şafiî bu görüştedirler. Ashâbtan Zeyd b. Sabit de bu görüşte idi. îmam
Ebû Hanife, Süfyan Sevrî, Küfe fukahasımn cumhuru ve Basra fukahasımn çoğu ise,
«Müslüman olan yakınları, ondan miras alırlar» demişlerdir. Ashâbtan İbn Mes'ud
ile Hz. Ali de bu görüşte idiler. Birinci grubun dayanağı hadisin umumudur.
Hanefîler ise, «Mürted
olan kimsenin yalanlan, onun malına diğer müs-lümanlardan daha müsteh aktırlar.
Çünkü mürted olan kimse ile yakınları arasında hem müslümanlık, hem yakınlık
bağı vardır. Mürted olan kimse ile diğer müslümanlar arasında ise yalnız
müslümanlık bağı vardır» şeklinde bir kıyas yaparak hadisin umumunu tahsis
etmişlerdir. Tahmin ederim ki bunlar, «Kişi mürted de olsa, malı üzerinde
İslâm hükmü devam eder. Zira ölünceye kadar malına dokunulamaz.
Ancak Eşheb'ten
'Mürtedin malı helâldir' dediği rivayet olunmuştur. Bu ise, o demektir ki
mürtedin malı kendisi sağ kaldıkça mülkiyetinden çıkmış olmuyor. Bu da,
malının İslâm hükmüne tabi olduğunu göstermektedir. Bunun içindir ki, gayri
müslim, dininde serbest olduğu halde, mürtedin mürted kalmasına müsaade
edilmez» demek suretiyle de görüşlerine güç vermek istemişlerdir. îmam Şâfîî
ile bir cemaat, «Mürted olan kimse tevbe ettiği zaman, mürtedken geçirdiği
namazlan kaza etmeye zorlanır» demişlerdir. Bir diğer cemaat da, «Mürted olan
kimse, belki bir daha müslüman olur, diye malına dokunulmaz», bir başka cemaat
da şâzz bir görüşte bulunarak «Kişi mürted olduğu zaman malı müslümanlara helâl
olur» demiştir. Zannedersem Eşheb bunlardandır.
Ulema, bir dine mensup
olan iki gayri müslimin birbirine varis oldukla-nnda müttefiktirler. Fakat
herbiri bir dine mensub olan iki gayrimüslimin birbirine varis olup
olmadıklannda ihtilaf etmişlerdir. İmam Mâlik ile bir cemaat , «Yahudi ve
hıristiyanlar gibi değişik dinlere mensup olan gayrimüslimler birbirlerinden
miras alamazlar» demişlerdir, ki îmam Ahmed ile bir cemaat bu görüştedirler;
îmam Şafiî, îmam Ebû Hanife, Ebû Sevr, Süfyan Sevrî, îmam Dâvûd ve başkaları da
«Gayri müslimlerin hepsi birbirlerine varistirler» demişlerdir. Kadı Şüreyh,
îbn Ebî Leylâ ve bir cemaat da, birbirinden miras alamayan din mensuplarını üç
gruba ayırarak, hıristiyan, yahudi ve Sabiî'leri bir grup, Mecûsilerle kitapsızlan
bir grup, Müslümanlan da bir grup saymaktadırlar. îbn Ebî Leylâ'dan, îmam Mâlik
gibi söylediği de rivayet olunmuştur.
îmam Mâlik ile onun
görüşünde olanlann dayanağı, güvenilir ravilerin Amr b. Şuayb'tan, Amr'ın da
babasından, babasının da dedesinden, Peygamber Efendimizin buyurduğunu rivayet
ettiği,
«İki dine mensup
olanlar birbirleriunden miras alamazlar» [28]
hadisidir. Şâfıi ve Hanefilerin dayanağı da Peygamber Efendimizin,
«/Ve müslüman, kâfirden,
ne de kâfir, müslümandan miras alır» [29]
hadisidir. Zira bu hadisten, Delüü'l-Hitab yolu ile müslümamn müslümandan ve
kâfirin kâfirden miras aldığı anlaşılmaktadır. Fakat Delüü'l-Hitab ile
-Özellikle burada- hükmetmek zayıftır.
Ulema, birtakım
çocuklarla beraber İslâm ülkesine göç ettikten sonra çocukların kendilerine ait
olduğunu söyleyenlerle, çocuklarının birbirlerine varis olup olmadıklarında da
ihtilaf ederek üç çeşit görüşte bulunmuşlardır. Bir görüşe göre, sözleri
üzerine birbirlerine varis-ol urlar. Bu görüş tabiînden bir cemaatın görüşüdür.
îshak da bu görüştedir. Bir görüşe göre, sözlerine şahit getirmedikçe
birbirlerinden miras alamazlar. Bunu da Kadı Şüreyh, Hasan Basrî ve bir cemaat
söylemiştir. Bir görüşe göre de, şahit de getirseler, birbirlerinden miras
alamazlar. Hz. Ömer'den bu her üç görüş de rivayet olunmuşsa da, en meşhurları
şudur ki, Arabistan'da doğmayanları varis kılmazdı. Hz. Osman ile Ömer b.
Abdülaziz de bu görüştedirler. İmam Mâlik ile tâbilerinin ise bu hususta
değişik görüşleri vardır. Kimisi «Birbirlerine, şahitsiz varis olamazlar»
demiştir. Bu Ibnu'l-Kasım'ın görüşüdür. Kimisi «Adaletli şahitleri de olsa,
birbirlerine varis değillerdir» demiştir. îmam Mâlik'in tâbilerinden Abdülmelik
b. Mâcişûn bunu söyleyenlerdendir. îb-nu'1-Kâsım, îmam Mâlik'ten, İslâm
askerlerine teslim olduktan sonra birbirlerine şahitlik eden bir kale halkı
hakkında «Birbirlerinden miras alırlar» dediğini rivayet etmiştir. îmam
Mâlik'in bu sözünden, birbirlerine şahitsiz olarak varis oldukları mânâsı
çıkar. Çünkü imam Mâlik, gayrimüslimlerin birbirlerine şahitliklerini kabul
etmezdi. îmam Mâlik bir sözünde, «Eğer esir ediiirlerse bu konuda birbirlerine
şahitlikleri kabul olunmaz» demiştir. Bunu böylece ayrıntılı olarak Küfe
uleması, İmam Şâfrî, îmam Ahmed ve Ebû Sevr de demişlerdir. Zira bunlar «Eğer
kendiliklerinden İslâm ülkesine gelmiş ve herhangi bir kimsenin velayeti
altında değilseler, soyları hakkındaki sözleri kabul olunur. Fakat esir olarak
getirilip koleleştirilirse, davaları şahitsiz kabul olunmaz» demişlerdir.
islâm
fukahasınm cumhuru ve ashâbtan Hz. Ali, Zeyd b. Sabit ve Hz. Ömer -gayrimüslim,
köle ve bilerek babasını öldüren kimse gibi- miras alamayan varisin başkasını
hacbedemediğini söylemişlerdir, tbn Mes'ud ise, bu her üç kişiye miras
vermediği halde, başkalarını onlarla hacbettirirdi. Zira bir kimse, eğer
herhangi bir varisi onu bilerek öldürür, ya da köle veyahut gayrimüslim olursa,
ondan miras alamaz. Bununla beraber İbn Mes'ud'a göre, bu varis, miras
alıyormuş gibi kendisinden<-daha uzak olan varisleri hac-beder. İmam Dâvûd
ile Ebû Sevr de bu görüştedirler. Cumhur, «Çünkü bir başka varisi hacbetmek,
miras almak demektir ve bu iki meflıum birbirinden aynlmayan şeylerdir» diye
ihtieac etmişlerdir. Diğer grup da, «Hacip ancak ölümle kalkar. Kişi ölmedikçe
-miras almasa bile- kendisinden sonra gelen varisler onunla hacbolunurlar»
demişlerdir. [30]
Ulema;
savaş, geminin batışı ve deprem gibi olaylarda ölüp de, hangisinin daha önce
öldüğü bilinmeyen kimseler -eğer birbirlerinden miras alıyorlarsa- ne şekilde
alırlar diye ihtilaf etmişlerdir. İmanı Mâlik ile Medine fuka-hası «Birbirinden
miras alamazlar. İkisinin de mirası, varsa diğer varislere, yoksa hazineye
kalır» demişlerdir, ki İmam Şafiî ile -Tahâvî'nin rivayetine göre- İmam Ebû Hanife
ve tabileri de bu görüştedirler. Hz. Ali, Hz. Ömer, Küfe fukahası -TaMvî'den
başka kimselerin rivayetine göre- İmam Ebû Hanife ve Basra fukahasınm cumhuru
ise, «Birbirlerinden miras alırlar» demişlerdir. Bunlara göre birbirlerinden
miras almaları şöyledir: Her biri diğerinin ana malına varis olur, kendisinden
aldığı mirasa varis olmaz. Yani herbirinin ana malı ne ise, diğerine sadece
ondan hisse kalır. Diğerinden kendisine geçen miras ona ilave olunmaz. Mesela:
Her birinin malı bir lira olan bir kadın ile kocası bir savaşta ölür, bir deniz
yolculuğunda batar veyahut bir depremde yıkılan binanın altında kalırlarsa,
kadın kocasından ana malının dörttebiri olan ikiyüzelli, koca da kadından ana
malının yarısı olan beşyüz lira miras alır. Kadın kocasına verdiği beşyüz
liranın dörttebirini, erkek de karısına verdiği ikiyüzelli liranın yarısını
aîamaz. [31]
Bu bâbm
mes'elelerinden biri de, kendisi ile mülâane edilen kadının zina mahsulü
olduğuna hükmolunan çocuğun mirası hakkındaki ihtilaflarıdır. Medine fukahası
ile Zeyd b. Sabit mülâane edilen kadının çocuğundan kalan malın üçte biri
annesine, gerisi de hazineye kalır. Meğer annesinden başka, ana bir kardeşleri
de bulunsa veyahut annesi herhangi birinin azatlısı olursa, o zaman ayrıca ana
bir kardeşlerine de üçtebir kalır veyahut terekenin geri kalanı annesini
azatlayanlara geçmiş olur demişlerdir, ki İmam Mâlik, İmam Şafiî, İmam Ebû
Hanife ve tabileri bu görüştedirler. Ancak İmam Ebû Hanife'ye göre, ZEVÎ'L-ERHAM
denilen akrabalar hazineden önce geldikleri için, eğer çocuğun zevil erham
denilen akrabaları olursa, terekenin geri kala-nı onlara kalır. Şayet onlar da
yoksa, o zaman hazineye gider. Hisse sahiplerinden artan kısmın yine hisse
sahiplerine reddolunduğu görüşünde olanlara göre de, terekenin kalanı anneye
reddedilir, yani verilir. Hz. Ali, Hz. Ömer ve îbn Mes'ud ise, «Bu çocuğun
asabesi annesinin asabesidirler, yani annesinden miras alan akrabalarıdırlar»
demişlerdir. Hz. Ali ile îbn Mes'ud'dan, «Annesinin asabesi ancak annesi
bulunmadığı zaman kendisinin asabesi olurlar. Zira babası belli olmadığı için
annesi kendisine baba sayılır» dedikleri de rivayet olunmuştur. Hasan Basri,
Îbn Şîrîn, Süfyan, Ahmed b. Hanbel ve bir cemaat da bu görüştedirler.
Birinci grubun
dayanağı, «Eğer ölünün çocuğu bulunmaz ve anne ile babası mirasçısı olurlarsa,
annesine üçtebir düşer» âyet-i kerimesinin umumudur. Bunlar «Kendisi ile
mülâane edilen kadın da bir annedir ve her anneye terekenin üçtebiri düştüğüne
göre buna da üçtebir düşmesi gerekir» derler.
ikinci grup ise,
birçok hadislere dayanmışlardır. Hadislerin birincisi, Peygamber Efendimizin,
mülâane edilen kadının çocuğunu annesine ilhak ettiğine dair îbn Ömer'in
hadisidir [32] İkincisi, Amr b. Şuayb'ın
babasından, babasının dedesinden «Peygamber Efendimiz, kendisi ile mülaâne
edilen kadının oğlunun mirası annesi ile varislerinindir, diye hükmetti» [33]
mealinde rivayet ettiği hadistir. Üçüncü, Vasile b. el-Eska'nın «Peygamber
Efendimiz,
'Kadın, -azatladığı
köle, yerde bulup aldığı ve besleyip büyüttüğü çocuk ve üzerinde kocası ile
mülâane ettiği çocuğu olmak üzere- üç kimsenin mirasına orıaksız olarak
sahiptir' buyurdu» mealindeki hadisidir. Mekhul da Peygamber Efendimizden buna
benzer bir hadis rivayet etmiştir. Ebû Dâvûd ile başkalan bu hadislerin hepsini
almaktadır.
(Kadı
-îbn Rüşd- diyor ki): Bu hadislerin gereği ile amel edilmelidir. Çünkü
Kur'an'ın umumu, bu hadislerle tahsis edilmiştir. Cumhur da Kur'an'ın hadis ile
tahsis edilmesinin cevazını benimser. «Mülâane edilen kadına, çocuğunun
malından üçtebir düşer» diyenler, ya bu hadisleri işitmemiş, ya da sahih
bulamamış olabilirler. Mülâane edilen kadının, çocuğunun biricik varisi olduğu
ve çocuktan kalan malın hepsinin kendisine düştüğü görüşü, Îbn Abbas ile Hz. Osman'dan
rivayet olunmuştur ve-İslâmiyet'in ilk devrinde mahurdu. Ashâb devrinde meşhur
olması ise bu hadislerin sıhhatini göstermekledir. Zira böyle görüşlere kıyas
ile varılamaz. Bununla beraber gerçeği ancak Allah bilir[34]
Ulema, mirası
gerektiren nesebin sübutu ile ilgili olarak ihtilaf ettikleri mes'elelerden
biri de şudur: Bir ölünün varisleri, sadece İM oğlu olup biri, bir kimse için
«Bu da bizim kardeşimizdir» der ve diğeri «Hayır, bizim başka kardeşimiz
yoktur. Biz yalnız iki kardeşiz» diye inkâr ederse, İmam Şafiî «Yalnız birinin
ikrarı ile o kimsenin nesebi sabit olmadığı gibi, ikrar edene herhangi bir şey
de lazım gelmez» demiştir. İmam Mâlik ile İmam Ebû Hani-fe ise, «Yalnız birinin
ikrarı ile o kimsenin nesebi sabit olmaz. Fakat ikrar edene, onun mirastaki
hakkını vermesi gerekir» demişlerdir. Ancak bu iki imam, ikrar edenin o kimseye
vermesi gerektiğini söyledikleri hissenin miktarında ihtilaf etmişlerdir. îmam
Mâlik «Eğer öteki kardeş ikrar edip o kimsenin nesebi sabit olsaydı, ona ne
kadar vermesi gerekiyor idi ise, o kadar vermesi gerekir» demiştir. İmam Ebû
Hanife ise, «Mirastan eline geçenin yarısını vermesi lazım gelir» demiştir.
îmam Mâlik ile îmam Ebû Hanife'ye göre ölünün yalnız bir oğlu olduğu zaman da,
eğer bir başkası için «Bu benim kardeşimdir» dese, hüküm böyledir. Yani onun bu
ikrarı ile o kimsenin nesebi sabit olmaz. Fakat o kimseye babasından kalma
terekenin yansını vermesi gerekir. îmam Şafiî'den ise, bu mes'ele hakkında iki
görüş rivayet olunmuştur. Birisine göre okimsenin ne nesebi sabit olur, nede
ona mirastan bir şey düşer. Bir görüşe göre, hem nesebi sabit olur, ne de ona
mirastan bir şey düşer. Bir görüşe göre, hem nesebi sabit olur, hem ona miras
düşer. Zira Şafiî fıkhında «Terekenin tamamı kendisine kalan varis tek bir kişi
dahi olsa, bir kimsenin varis olduğunu ikrar etti mi, onun ikrarı ile o kimsein
nesebi sabit olur» diye genel bir kaide vardır. İmam Şafiî'nin birinci
mes'eledeki görüşü ile ikinci mes'eledeki iki görüşünden meşhur olmayanı,
«Neseb, ancak adaletli iki kimsenin şahitliği ile sabit olur. Şahitler ikiden
aşağı olunca neseb sabit olmaz ve neseb olmayınca da miras olmaz. Çünkü neseb,
asıl olup miras onun fer'idir. Asıl olmayınca feride olamaz» temeline dayanmaktadır.
îmam Mâlik ile îmam Ebû Hanife ise, «Nesebin sübutu, inkâr eden kardeşe zararı
dokunan bir hak olduğu için, iki adaletli şahitten aşağı kimselerin şahitliği
ile sabit olamaz. İkrar eden kardeşin elindeki miras hissesi için ise, ikrar
edenin ikrarı yeterlidir. Çünkü ikrann zararı sadece kendisine aittir»
demişlerdir. Fakat hak şudur ki, neseb sabit olmadan, hakim onun aleyhinde bir
hükümde bulunamaz. Bununla beraber kendisinden menetmesi caiz değildir.
Şafiî'lerin,
kendisinden başka varis bulunmayan kimsenin ikrarı ile nesebin sabit olduğu
hususundaki görüşlerinin dayanağı ise, hem hadis hem kıyastır. Hadis, İmam
Mâlik'in îbn Şihâb'tan îbn Şihâb'm, Urve'den Urve'nin Hz. Aişe'den rivayet
ettiği ve sıhhatında ittifak edilen «Utbe b. Ebî Vakkas kardeşi Sa'd b. Ebî
Vakkas'a 'Zem'a'nın cariyesinin oğlu bendendir. Onu yanına al' demişti. Saad
da, fetih yılı gelince çocuğu 'Kardeşimin oğludur. Onu yanıma almamı bana
söyledi' diyerek yanına aldı. Abd b. Zem'a da kalkıp 'Hayır, benim
kardeşimdir, babamın cariyesi onu doğurmuş ve babamın döşeğinde doğurmuştur'
dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Abd b. Zem'a'ya^ 'Çocuk şenin
hakkındır' buyurarak çocuğu ona verdi ve 'ǰcuk kimin döşeğinde doğarsa
onundur. Zina edene'ise, mahrumiyetten başka bir şey yoktur' buyurdu. Fakat
çocuk fizyonomi bakımından Utbe b. Ebî Vakkas'a benzediği için Peygamber
Efendimiz, eşi olan Zem'a kızı Sevde'ye
'Ondan örtün dedi. Şevde de Peygamber
Efendimiz'in emri üzerine, kardeşi dünyadan gidinceye kadar ona görünmedi» [35] mealindeki
hadistir. Zira Peygamber Efendimiz görüldüğü gibi -yalnız Abd b. Zem'a'nın
ikran üzerine kardeşini kendisine vererek kardeşi olduğuna hükmetmiştir. Çünkü
inkâr eden bir başka varis yoktu.
Diğer fukahaya
gelince: Bu hadisin yorumu onlar için güç olmuştur. Çünkü onlara göre, hiçbir
nesebin iki kişiden az şahitlerle sabit olmaması, üzerinde icma edilen bir
kaide iken, bu hadis o kaideye uymamıştır. Zira hadisin zahirinden, Peygamber
Efendimizin, çocuğun nesebine yalnız kardeşinin ikrarı ile hükmettiği anlaşılmaktadır.
Bunun içindir ki bu hadisi yorumlarken çeşitli te'villere başvurmuşlardır.
Kimisi «Olabilir ki Peygamber Efendimiz Zem'a b. Kays'ın bu cariye ile aile
hayatım yaşadığını bilirdi. Zem'a b. Kays'ın Peygamber Efendimiz'in kaynı ve
kızı Sevde'nin Peygamber Efendimiz'in eşi olması bu ihtimali
kuvvetlendirmektedir. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz yalnız Abd b.
Zem'a'nın ikran ile hükmetmiştir» demiştir. Fakat bu te'vil ancak İmam
Şafiî'nin ikinci kavli olan, bir kişinin şahitliği ile herhangi bir kimsenin
nesebi sabit olmadığı görüşüne yarar. Bu te'vili yapanlar, «Peygamber
Efendimiz, eşi Sevde'ye kardeşine görünmemeyi, vacip olduğu için değil,
kardeşi ile Utbe b. Ebî Vakkas arasında benzerlik bulunduğu için ihtiyaten
emretmiştir» demişlerdir. Bunun içindir ki Şâfîî ulemasından kimisi, «Böyle bir
şüphe bulunduğu zaman erkek, karısını kardeşine görünmekten menedebilir»
demiştir. Bir cemaat da, «Peygamber Efendimiz'in Sevde'ye kardeşinden örtünmeyi
emretmesi, ne Utbe'nin sözü üzerine, ne de Zem'a'nın, cariyesine aile hayatını
yaşadığına dair kendi bilgisi ile hükmetmediğini göstermektedir» demişlerdir.
Bunlar Peygamber Efendimizin Abd b, Zem'a'ya söylediği, «Çocuk senin hakkındır»
sözünün mânâsında ihtilaf etmişlerdir. Kimisi «Peygamber Efendimiz bu sözü ile
Abd b. Zem'a'ya 'Çocuk senin kölendir. Zira babanın cariyesi onu doğurmuştur'
demek istemiştir» demiştir. Fakat bu te'vil, Peygamber Efendimizin, hükmüne
sebeb olarak söylediği, «Çocuk kimin döşeğinde doğarsa onundur. Zina edene ise,
mahrumiyetten başka bir şey yoktur» sözü ile bağdaşamaz. Tahâvî de «Peygamber
Efendimiz 'Çocuk senin hakkındır' sözü ile 'Senin himayendedir. Yitik malı
yerde bulan kimsenin yitik üzerindeki velayeti gibi senin de bu çocuk üzerinde
velayetin vardır' demek istemiştir. Fakat bu te'vil de, keza Peygamber
Efendimizin gösterdiği sebeble bağdaşamaz.
Ulemanın cumhuru,
İslâmiyet'te zina mahsulü olan çocukların babalarına ilhak olu namadı ki
arında müttefiktirler. Ancak küçük bir cemaat, cumhurdan ayrılarak, zina mahsulü
olan çocukların da babalanndan miras aldıklarını söylemiştir. Cahiliyyet
devrinde doğan zina çocukları hakkında ise, ashâb ihtilaf etmişlerdir. Rivayet
olunduğuna göre Hz. Ömer onları babalarına ilhak ederdi.
Ulema, evli bir kadın,
ya evlenme akdi tarihinden, ya da kocasının kendisiyle yattığı tarihten sonra
eğer altı aydan daha az bir zaman içinde çocuk doğurursa, doğan çocuğun evlilik
mahsulü olmadığında ve kocası kendisi ile temas ettikten sonra -kocasından
ayrılsa bile- eğer gebelik süresinin en kısası geçtikten sona çocuk doğurursa,
doğan çocuğun evlilik mahsulü olduğunda müttefik iseler de, çocuğun evlilik
mahsulü sayılabümesi için en uzun sürenin ne kadar olduğu hakkında ihtilaf
etmişlerdir. İmam Mâlik «Beş yıldır», tâbilerinden kimisi «Yedi yıldır», îmam
Şafiî, «Dört yıldır», Küfe uleması «İki yıldır», Muhammed b. Hakem «Bir
yıldır», İmam Dâvûd da «Altı aydır» demişlerdir. Bana kalırsa bu meselede adet
ve tecrübeye baş vurulmalıdır. Muhammed b. Hakem ile Zahirîlerin görüşleri
adet ve tecrübeye daha yakındırlar. Hüküm ise, nadiren vaki olan olaylara göre
değil, her zaman vuku bulan normal olaylara göre verilmelidir. Bir gebelik
süresinin yıllarca sürmesi, belki de nadir değil, muhaldir. İmam Mâlik ve
Şafiî'ye göre bir kadınla evlenip onunla gerdeğe girmeyen veya daha sonra
birleşen kişinin karısı, birleşme tarihinden değil, akit tarihinden sonraki
altı ayda çocuk doğurursa, çocuk ancak birleşmeden sonraki altı ay ve
sonrasında doğarsa onun nesebine katılır. Ebû Hanife'ye göre, çocuk bu babanındır.
Mâlik'in dayanağı şudur: Kadın ancak birleşme imkanıyla, ki o da gerdeğe
girmesidir, yatak olur. Ebû Hanife'nin dayanağı, Rasûlullah'ın «Çocuk
yatağındır» hadisidir. Adeta Ebû Hanife'ye göre, bu, çocuğu helâl birleşmeye
katmakta helâl birleşmenin haram birleşmeye üstün kılınmasında bir taabbüd
gibidir
Nesebin Kaif [36]lerin
sözü ile sabit olup olmadığı hakkındaki ulemanın ihtilafı da bu bâbtandır.
Kaiflere, eğer iki erkek bir kadınla aynı temizlik süresi içinde ve helâl
olarak temas ederlerse, başvurmak ihtiyacı duyulur. Bu da, erkeklerden birinin
kadının kocası veyahut efendisi olduğu, diğerinin de kaaifnı kendi karısı
veyahut cariyesi zannederek yanlışlıkla onunla temas ettiği halinde
düşünülebilir. Kaiflerin sözü ile hükmetmek, iki veyahut üç kişinin yerde
bulunan bir çocuğu daval aş tıkları zaman da düşünülebilir.
Fukahadan îmam Mâlik,
İmam Şâfıî, İmam Ahmed, Ebû Sevr ve Evzâî kaiflerin sözü ile hükmetmenin cevazı
görüşündedirler.
Küfe fukahası ile Irak
fukahasmın çoğu ise, kaiflerin sözü ile hükmo-lunmadığını söylemişlerdir.
Bunlara göre, iki kişi bir çocuğu davalaştıklan zaman, çocuk ikisine de
verilebilir. Bu da, eğer çocuk yerde bulunmuş veyahut annesi önce birinin,
sonra diğerinin nikâhlı karısı veyahut cariyesi imiş de, her ikisi aynı temizlikte
onunla temas etmişlerse, böyledir. Bu hükmü benimsemiş olanların cumhuruna
göre, bir çocuk üç kişiye de -eğer isterlerse-verilebilir. Fakat bu sözlerin
hiçbiri ne mantığa, ne de rivayete uymaz.
Kaiflerin sözü ile
hükmedilmesinin cevazını benimsemiş olanların dayanağı, İmam Mâlik'in Süleyman
b. Yesar tarikiyle Hz. Ömer'den naklettiği şu olaylardır, ki rivayetin metni
şöyledir:
«Ömer b. Hattab,
cahiliyette zinadan doğan çocukları, kendilerinden olduklarım iddia edenlere
verirdi. Bir gün bir kadının oğlu için iki adam yanına geldiler. Her biri
çocuğun kendisinden olduğunu Öne sürüyordu. Bunun üzerine Hz. Ömer bir kaifı
çağırttı. Kaif gelip çocuğa baktığında çocuğun her ikisinden de olduğunu
söyledi. Kaif bunu söyleyince Hz. Ömer kaifı kamçı ile döğdü, sonra kadını
çağırtıp ondan bilgi istedi. Kadın, adamlardan birine işaret ederek 'Şu adam,
birtakım kimselerin birkaç devesini güderken zaman zaman bana geliyordu.. Takı
o da, ben de kendisinden gebe kaldığımı zannettik. Sonra oradan ayrıldı ve o ayrıldıktan
sonra ben bir kan döktüm. Sonra -öteki adama işaret ederek- şu adanı onun
yerine geçti. Artık çocuk hang is indendir bilmiyorum» dedi. Bunu duyan kaif
sevincinden 'Al-lahu Ekber' diye bağırdı. Bunun üzerine Hz. Ömer çocuğa
'hangisini istiyorsan onu tut' dedi».
Derler ki: Hz.Ömer,
ashab arasında kaiflerin sözü ile hükmederken, ashâbtan hiçbirinin ona itiraz
etmemesi, ashabın icmaı hükmündedir.
İmam Mâlik'e göre
kaifler, bir çocuğun iki babadan olduğunu söyledikleri zaman, çocuk ikisine
verilemez, ona «İkisinden hangisini istersen onu tut» demek için ergenlik
çağına varması beklenir. İmam Şâfıî de bu görüştedir.
Ebû Sevr ise,
«Kaifler, bir çocuğun iki kimse arasında müşterek olduğunu söyledikleri zaman,
çocuk ikisinin olur» demiştir, tmam Millik,' «Cenâb-ı Hak 'Ey insanlar, biz
sizi bir erkekle bir dişiden yarattık' [37]
buyurduğu
için bir kimsenin iki
babanın çocuğu olmasına imkan yoktur» demiştir.
Kaiflerin sözü ile
hükmetmenin cevazını benimsemiş olanlar, İbn cihâb'ın Urve tarikiyle Hz.
Âişe'den, «Peygamber Efendimiz bir gün eve geldi. Yüz hatları sevinçten
parlıyordu. Bana,
'Ben-i Müdlic
kabilesinden Muhriz'in Zeyd ile Üsame hakkında ne dediğini işitmedin mi?
Muhriz, ikisinin ayağına bakarak, 'Bu ayaklar birbirinden doğmuştur' dedi'
buyurdu» [38] diye rivayet ettiği
hadise de dayanmışlardır.
Derler ki: İbn Abbas
ile Enes b. Mâlik bu görüşe sahip oldukları halde, ashâbtan hiç kimsenin onlara
itiraz etmediği rivayet olunmuştur.
Küfe fukahası ise,
«Asıl, iki kişinin üzerinde anlaşamadıkları bir çocuğun herhangi birine
verilmemesidir. Meğer onlardan birinin döşeğinde doğmuş olsun. Zira Peygamber
Efendimiz,.
'Çocuk kimin döşeğinde
doğarsa onundur' buyurmuştur Şayet çocuk birinin döşeğinde doğmamış veyahut
ikiside çocuğun annesi ile meşru bir aile hayatı geçirmişlerse, o zaman çocuk
ikisi arasında müşterek olur» demişlerdir. Bunlar herhalde tabiî değil, şer'î
iştiraki kastetmişlerdir. Zira «Bir çocuğun iki babadan doğması aklen mümkün
değildir» diyenlere «Şer'an da bunun vukuu mümkün değildir» demek lazım gelmez.
Küfe ulemasının bu görüşü, Hz. Ömer'den de rivayet olunmuştur. Abdürrez-zak
bunu Hz. Ali'den de rivayet etmiştir.
İmam Şâfıî, «Kaifler,
iki kişiden az olurlarsa sözleri kabul olunmaz» demiştir, îmam Mâlik'ten ise,
bu hususta iki rivayet gelmiştir. Birisine göre, îmam Mâlik, İmam Şâfıî gibi,
birisine göre de, «Bir kaifın sözü de kabul olunur» demiştir. İmam Mâlik'ten
gelen meşhur rivayete göre, kaiflerin sözü ile ancak cariyeden doğan çocuklar
hakkında hükmoîunur».-Evlilik hayatının mahsulü olan çocuklarda kaiflerin sözü
ile hükmolunamaz. İbn Vehb ise, îmam Mâlik'ten İmam Şafiî gibi dediğini rivayet
etmiştir.
Ebû
Ömer b. Abdilberr, «Süfyan Sevrî'nin Salih b. Hayy'dan, Salih'in Şa'bi'den,
Şa'bi'nin de Zeyd b. Erkam'dan bu hususta rivayet ettiği müsned ve senedi hasen
bir hadis vardır. Hadis uleması ile zahirîlerin dayandıkları bu hadisin metni,
'Hz. Ali, Yemen'de idi. Üç erkeğin bir temizlikte kendisi ile temas ettikleri
bir kadın, yanına getirildi. Hz. Ali, her üç adama da ayrı ayrı Çocuğu diğer
arkadaşlarına bırakmasını söyledi ise de, üçü de kabul etmediler. Bunun
üzerine Hz. AH, aralarında kur'a çekti ve çocuğu -diyetinin üç-teikisini vermek
şartı ile- kur'a isabet ettiği adama verdi. Peygamber Efendimiz de, Hz. Ali'nin
anlaşmazlığı bu şekilde çözdüğünü öğrenince hoşuna gidip yan dişleri görülünceye
kadar güldü' şeklindedir [39] Bu
hadiste -görüldüğü gibi- kaiflerin sözü ile hükmetmenin cevazından başka,.bir
çocuk hakkında anlaşamayanlar arasında kur'a çekmenin cevazına da delalet vardır»
der. [40]
Ulema, kişinin
öldürdüğü kimseden miras alıp almadığında da ihtilaf ederek dört çeşit görüşte
bulunmuşlardır. Kimisi «Kişi -ne şekilde olursa olsun- öldürdüğü kimseden
miras alamaz», kimisi «Ne şekilde olursa olsun, miras alır» demiştir, ki sayıca
en az olanlar bunlardır. Kimisi, yanlışlıkla ve bilerek öldürmeler arasında
ayırım yaparak, «Kişi bilerek öldürdüğü kimseden miras alamaz. Fakat
yanlışlıkla öldürdüğünden alır. Ancak eğer yanlış öldürmesinden ötürü diyet
vermiş ise diyetden ona hisse düşmez» demiştir. İmam Mâlik ile tabileri bu
görüştedirler. Kimisi de, şeriatın emri ile olan öldürmelerle diğer öldürmeler
arasında ayınm yapmıştır. Buna göre, eğer kişi hakim olduğu, için babasının
ölüm cezasını gerektiren bir suç işlediğinden dolayı idamına karar verirse -ki
bu öldürme, şeriatın emri iledir- babasından miras alır. Kısacası: Bir
kimsenin, bir kişiyi mirasına tamamen öldürdüğü şüphesi bulunduğu zaman, ondan
miras alamaz. Öyle bir şüphe bulunmadığı zaman alır.
Bu ihtilafın sebebi,
Şeriatın aslı ile maslahat gözetimi arasında bulunan çelişmedir. Zira
maslahata bakıldığı zaman, kişinin öldürdüğü kimseden miras almaması lazım
gelir. Çünkü eğer miras alırsa, kişinin mirasına tamahen varislerinin onu
öldürmelerine yol açabilir. Şeriatın zahiri ile taabbüd ise buna iltifat
edilmemesini gerektirmektedir. Çünkü eğer böyle bir şey maksut olsaydı
-Zahirîlerin dediği gibi- Şeriat sahibi ihmal etmeyip açıklayacaktı. Zira
"Senin Rabbm unutkan değildir" [41]
âyet-i kerimesinde buyurulduğu veçhile Allah hiçbir şeyi unutmaz. sırasında,
varisi müslüman değil idi ise -mirasın taksiminden Önce ister müslüman olsun
ister olmasın
ondan miras alamaz.
Müslüman olmayan kimsenin de ölümü sırasında, eğer varisi müslüman değil idi
ise, -taksimden Önce müslüman olsa bile- ondan miras alır» demiştir. Hasan
Basrî, Katâde ve bir cemaat da «Muteber olan, taksim zamanıdır» demişlerdir. Bu
görüş, Hz. Ömer'den de rivayet olunmuştur. Her iki tarafın da dayanağı,
Peygamber Efendimizin,
«Hangi toprak veyahut
tarla cahiliyyet devrinde taksim edilmiş ise, ca-hiliyyette taksim edildiği
şekil üzerinde kalır ve hangi toprak veyahut tarla İslâmiyet ortaya çıktığı
zaman henüz taksim edilmemiş ise, İslâmiyet'in kabul ettiği şekilde taksim
edilir» [42] hadisidir. Atâ'dan
rivayet olunduğuna göre Peygamber Efendimiz zamanında adamın biri, miras
bırakanın malı henüz taksim edilmemişken müslüman olmuş, Peygamber Efendimiz
de ona mirastan hissesini vermiştir. Ölümünden sonra ve fakat henüz mal taksim
edilmemişken azatlanan varisin de hükmü böyledir. Bu bahse ilişkin olan meşhur
mes'eleler işte bunlardır.
(Kadı
-îbn Rüşd- diyor ki): Mirasın -akrabalık, evlilik ve velâ olmak üzere- üç
sebebi olduğuna ve bunlardan akrabalık ile evlilik sebebleri üzerinde yeteri
kadar durduğumuza göre, biraz da velâ üzerinde durarak, "Velâ kime hak
olur? Velâda kimler hacbolunur, kimler hacbolunmaz? Velânın hükümleri
nelerdir?" konularına değinelim. [43]
Ulema,
eğer müslüman olan kimsenin ölümünden sonra ve fakat henüz mirası taksim
edilmemişken, müslüman olmayan varisi müslümanlığı kabul ederse, kendisine
varis olur mu, olmaz mı diye ihtilaf etmişlerdir. Cumhur: «Bu hususta ölüm
zamanı muteberdir. Eğer müslüman olan kimsenin ölümü[44]
Bu
konunun ana kaideleri mesabesinde olan birtakım meşhur mes'elele-ri vardır. [46]
Peygamber Efendimizin
Berire adındaki cariye hakkında buyurduğu rivayet olunan,
«Velâ hakkı ancak azaılayanındır» [47]
hadisi sabit olduğu için ulema, kölesini kendi adına azatlayan kimse, köle
üzerinde velâ hakkına sahip olur. Yani eğer kölenin varisi bulunmazsa, kendisi
kölenin varisi olur, kölenin varisi bulunur da, terekenin tamamı varise
kalmıyorsa, kendisi kölenin asabesi olup terekeden geri kalanı kendisine
düşer, diye müttefik iseler de, kölesini başkası adına azatlayan kimse hakkında
ihtilaf etmişlerdir.
imam Mâlik «Eğer kişi
kölesini başkası adına azatlarsa, köle kimin adına azatlanmış ise, velâ hakkı
da o kimsenin olup azatlayanm değildir» demiştir. İmam Ebû Hanife ile imam
Şâfıî ise, «Eğer köle sahibi kölesini başkası adına azatlarken, o başkasının
sözü ile ve onun bilgisi dahilinde azatlarsa, velâ hakkı o kimsenin olur. Eğer
ondan habersiz olarak azatlarsa, velâ hakkı kendisinin olur» demişlerdir.
Hanefilerle Şâfiîlerin dayanağı, yukarıda geçen
«Velâ hakkı
azatlayanındır» hadisinin zahiri
«Velâ da nesebin bir parçası gibidir» [48]
hadisidir. Derler ki: Hür olan bir kimseye, izni bulunmaksızın nasıl bir nesep
katılmıyorsa, velâ da öyledir. Hanelilerle Şafiîler aklî yönden de, «Köle
azatlandığı zaman sahibinin mülkünden çıktığı için velâ hakkının sahibine ait
olması lâzım gelir. Nitekim kölesini kendi adına azatladığı zaman velâ hakkının
kendisine ait olması, kölenin mülkten çıktığı içindir» diye delil getirmişlerdir,
îmam Mâlik ise «Kişi, kölesini başkası adına azatladığı zaman, onu o başkasına
hibe etmiş gibi olur. Bunun için azatlayan onun vekili hükmündedir» demiştir.
îmam
Mâlik'e göre, bir kimse eğer kölesine, «Sen, Allah rızası ve müs-lümanlar için
hürsün» derse, o kölenin velâsı Devlete ait olur. Diğerleri ise, «Kölenin
sahibi kölesini azatlarken böyle de dese, kölenin velâsı kendisine aittir»
demişlerdir. [49]
Ulema, bir kimse, bir
başkasının telkin ve delaletiyle müslüman olursa, o başkası o kimsenin velâsına
sahip olur mu, olmaz mı diye ihtilaf etmişlerdir.
İmam Mâlik, îmam
Şafiî, Süfyan Sevrî, İmam Dâvûd ve bir cemaat «Velâ'sına sahip olmaz» İmam Ebû
Hanife ile tabileri «Eğer müslümanlığı kabul eden kimse, ona velâ'sını verirse,
olur» demişlerdir. Zira Hanefîlere göre kişi, isterse velâsını başkasına
verebilir. O başkası da ona hem varis, hem Âkile olur. îmam Ebû Hanife'ye göre
kişi, eğer velâsını verdiği kimse henüz onun adına herhangi bir diyet
te'diyesinde bulunmamış ise, velâsını verdiği kimseden alıp başkasına
verebilir. Bir başka grup da, «Kişi başkasının telkin ve delaletiyle müslüman
olduğu zaman, bizzat müslüman olması ile velâsı o kimsenin olur» demişlerdir.
Birinci grubun
dayanağı Peygamber Efendimiz'in,
«Velâ hakkı ancak
azatlay'anındır'»hadisidir. Zira bu hadiste -görüldüğü gibi- hasır (sınırlama)
vardır. Yani velâ hakkı azatlayandan başka kimseye verilemez. Hanefîlerin
dayanağı da, «Ana babanın ve yakınların bıraktıklarından herbirine birtakım
kimseleri varis kıldık. Kendileriyle yeminleştiğîniz kimselere hisselerini
veriniz» [50] âyet-i kelimesidir.
Kişinin kendi telkin ve delaletiyle müslüman olan kimseye velâ hakkına sahip
olduğunu söyleyen üçüncü grubun dayanağı da Te-
mim Darî'nin,
«Peygamber Efendimize başkasının telkin ve delaletiyle müslüman olan müşrikin
velâsını sordum. Bana,
'O, ona sağlığında da,
ölümünde de insanların en yakınıdır' diye cevap verdi» [51]
hadisidir. Rivayete göre Ömer b. Abdülaziz de bununla hükmetmiştir. Birinci
grup «Söz konusu 'Kendileriyle yeminleştiğiniz kimselere hisselerini veriniz'
âyet-i kerimesi mensuhtur. Bu hüküm İslâmiyet'in başlangıcında mer'i idi»
demişlerdir.
Ulema,
velâ hakkım başkasına satmanın veya hibe etmenin caiz olmadığında
müttefiktirler. Çünkü Peygamber Efendimizin bunu yasak ettiği sabittir. [52]
Ulema,
kişi kölesine «Sen adaksın» dediği zaman, kölenin velâsı devlete mi, kendisine
mi ait olur diye ihtilaf etmiştir. îmam Mâlik, «Devlet, bu kölenin hem velâ
sahibi, hem âkilesidir. Çünkü bu ifade, kölenin bütün halk adına azatlanmak
istendiğini bildirmektedir. Meğer kişi bu ifadeyi kullanırken kölenin kendisi
adına azatlanmasım kasdetmiş olsa, o zaman velâsı ona ait olur» demiştir. îmam
Ebû Hanife ile İmam Şâfİî ise, «Kasdı ne olursa olsun, kölenin velâsı
kendisine aittir» demişlerdir. îmam Ahmed, İmam Dâvûd ve Ebû Sevr bu
görüştedirler. Kimisi de «Kölesini bu ifade ile azatlayan kimse, velâsını
istediği kimseye verebilir. Şayet kimseye vermezse devlete ait olur» demiştir.
Leys b. Sâ'd ile Evzâî de bu görüştedirler. İbrahim Nehâî ile Şa'bîde, «ŞAİBE
diye adlandırılan bu kölenin velâsını satmakta da, hibe etmekte de sakınca
yoktur» demişlerdir.
Ulema,
hıristiyan olan bir kimse, müslüman olan kölesini azatlarsa, kölenin velâsı
kime ait olur diye ihtilaf etmişlerdir. îmam Mâlik ile tabileri, «Velâsı
devlete ait olur. Çünkü eğer kendisi onu azatlamamış olsaydı, kendisi müslüman
olmadığı için, müslüman olan kölesi kendiliğinden azatlana-cakn. Şayet onu
azatladıktan sonra kendisi müslüman da olsa, kölenin velâsı ona dönmez»
demişlerdir. Cumhur ise, «Velâsı efendi sinindir. Şayet efendisi onu
azatladıktan sonra müslüman olursa ayrıca onun mirasçısı da olur. Çünkü velâ da
miras gibidir. Baba, oğlundan sonra müslüman olduğu zaman nasıl ondan miras
alıyorsa, köle de öyledir» demiştir. İmam Mâlik ise, "Cenâb-i Allah
kâfirlere, müminler aleyhinde hiçbir zaman fırsat vermeyecektir" [54]
âyet-i kerimesine dayanmıştır. îmam Mâlik, «Müslüman olmayan efendiye,
kölesini azatladığı zaman velâ hakkı verilmeyince, sonradan müslüman da olsa,
velâ hakkına sahip olamaz» demiştir. Fakat eğer kölesini azatladığı zaman velâ
hakkına sahip olursa, sonradan bu hakkı engelleyen bir mani ortaya çıksa bile,
maninin ortadan kalkması halinde velâ hakkının tekrar kendisine dönmesinde
ihtilaf etmemişlerdir. Bunun içindir ki hıristi-yan olan kişi, hıristiyan olan
kölesini azaüadıktan sonra eğer köle müslüman olursa her ne kadar velâsı
ortadan kalkıyorsa da, efendisinin de müslüman olması ile velâ halckının tekrar
dönmesinde müttefiktirler. Fakat harbî olan gayri müslimin kölesini
azatladıktan sonra kölesi ile birlikte müslüman olup İslam ülkesine göç
etmeleri halinde, velâ hakkına sahip olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir, imam
Mâlik «Velâ hakkına sahip olur», îmam Ebû Hani-fe de «Aralarında velâ yoktur.
Kölf*, velâsmı istediği kimseye verebilir» demiştir. Eşheb ise îmam Mâlik'e
muhalefet ederek, «Eğer köle efendisinden önce müslüman olursa, velâsı hiçbir
zaman geri dönmez» demiştir. Fakat îb-nul-Kasım «Geri döner» demiştir. Bu
mes'elelerin hepsi birer faraziye olup hiçbiri bugüne kadar vaki olmamıştı.
Çünkü hıristiyan ve yahudilerin bugünkü inançlarına göre hıristiyan veya
yahudi olan kimse, kendi dinine men-sub olan bir kimseyi köle edinemez. [55]
Ulemanın cumhuru
müttefiktirler ki, kadın velâ yoluyla ya -bizzat azatladığı kimseden, ya da
azatladığı kimseye -oğlu veya azatlısı gibi- neseb veyahut velâ yolu ile
ulaşan kimseden -velâ azatlısı gibi- miras alır. Ancak rivayet olunduğuna göre
Kadj Şüreyh, kadını da erkeğe kıyas ederek kadının, varisi olduğu kimsenin
azatlısından da miras aldığını söylemiştir. Kadı Şü-reyh'in yaptığı bu kıyasa
KIYASÜ'L-MA'NÂ derler, ki kıyasların en kuv-vetlisidir. Ancak şâzz olduğu için
zayıf sayılmaktadır. Cumhurun dayanağı şudur: Velâ, azatlayanm azatladığı
kimseye yaptığı iyilikten doğan bir haktır. Bu iyilik ise, ya bizzat
azatlayandan veyahut onun en kuvvetli yakını olan asabesinden başka kimsenin
değildir.
(Kadı -îbn Rüşd- diyor
ki): Velâ hakkına sahip olanlarla olmayanların kimler olduğu öğrenilmiş olunca,
bu hakka sahip olanlar arasında önce kimler geldiği hususuna da değinmek
gerekir.
Bu konuda en meşhur
olan meselelerden biri, kölesini azatladıktan sonra ölerek iki kardeşini
veyahut iki oğlunu bırakan ve kendisinden sonra bu iki kardeş veya oğlundan
birisi ölüp de bir oğul bırakan kimsenin mes'elesidir.
Cumhur, «Ölen kardeşin
veya oğulun velâdaki hissesi oğluna geçmez, kardeşine döner. Çünkü kardeşi,
velâ hakkına oğlundan daha müstehaktır. Fakat miras öyle değildir. Mirasta
ölüye kim yakınsa, uzak olanı hacbeder. Velâda ise, kim azatlayana yakınsa,
uzak olanı hacbeder» demiştir. Bu görüş, ashâb'tan Hz. Ömer, Ali, Osman,
Abdullah b. Mes'ud ve Zeyd b. Sâbit'ten de rivayet olunmuştur. Kadı Şüreyh ile
Basra ulemasından bir cemaat ise; velâyı da mirasa kıyas ederek, «Ölen
kardeşin hakkı kendi oğluna geçer» demişlerdir. Cumhur ise, «Velâ, köleyi
azatlayandan başlayan bir ne-sebtir» diye delil getirmiştir.
Bu konuda meşhur olan
mes'elelerden biri de, velâ hakkına sahip olan bir kadın Öldüğü zaman, eğer hem
çocukları, hem asabesi bulunursa, velâsı kime geçer mes'elesidir. Bir cemaat
«Asabesine geçer. Çünkü onun âkilesi, yani bir suç işlediği zaman ceremesini
çeken (tazminatını ödeyen) yakınları, asabeleridir. Velâ ise, asabeye geçer»
demiştir. Bu da Hz. Ömer'in görüşüdür ve fukahanın tümü bu görüştedirler. Fakat
bu, selefin görüşüne aykırıdır. Çünkü kadının oğlu asabesinden değildir.
Miras
ve velâ bahisleri -Allah'a şükürler olsun- burada sona ermektedir. [56]
[1] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/127.
[2] Enfâl, 8/75.
[3] Nisa, 4/7.
[4] Tirmizî, Ferâid, 30/12, no: 2103.
[5] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/129-130.
[6] Nisa, 4/11.
[7] Ebû Dâvûd, Ferâid, 13/4, no: 2892.
[8] Nisa, 4/11.
[9] Bühârî,Ferâid, 85/15, no: 6746; Müslim, Ferâid, 23/1,
no: 1615.
[10] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/130-132.
[11] Nisa, 4/12.
[12] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/133.
[13] Nisa, 4/11.
[14] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/133-134.
[15] Nisa, 4/4.
[16] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/134-135.
[17] Nisa, 4/176.
[18] Buhârî, Ferâid, 85/8, no: 6736; Ebû Dâvûd, Ferâid,
13/4, no: 2890.
[19] Nisa, 4/176.
[20] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/135-137.
[21] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/138-141.
[22] Mâlik, Ferâid, 27/8, no: 4,
[23] Dârakutriî,
4/91, no: 76.
[24] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/141-143.
[25] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/145-146.
[26] Buhârî, Ferâid, 85/26, no: 6764, Müslim, Ferâid, 23,
no: 1614; Ebû Dâvûd, Ferâid. 13/10, no: 2909.
[27] Tayâlisi,
1/283, no: 1436, Ebû Dâvûd, Ferâid, 13/10, no: 2913.
[28] Ebû Dâvûd, Ferâid, 13/10, no: 2911. '
[29] Buhârî, Ferâid,
85/26, no: 6764.
[30] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/146-149.
[31] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/149.
[32] Buharı Talâk, 68/35, no; 5315.
[33] Ebû Daud,
Ferâid, 13/9, no: 2906.
[34] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/149-151.
[35] Buhârî, Ferâİd, 85/18, no: 6749; Müslim, Radâ, 11/10,
no: 1457.
[36] (*) Kaif: İnsanın fizikî yapısını inceleyerek, kimin
çocuğu olduğunu anlayan ve bunu san'at (meslek) edinen kimseye denir.
(Mütercim).
[37] Hucurût, 49/13.
[38] Buhârî, Ferâid, 85/31, no: 6770.
[39] Ebû Dâvûd, Talâk, 7/32, no: 2270.
[40] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/151-156.
[41] Meryem, 19/64.
[42] Mâlik, Akdiye,
36/27, no: 35.
[43] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/156.
[44] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/156-157.
[45] Velâ: Bir kimsenin, bir köle veyahut cariyeyi
azaüadjğı için o köle veya cariyenin varisleri bulunmadığı halinde ona varis
olma hakkıdır. Yukanda geçtiği üzere mirasın sebeb-leri üç olup biri akrabalık,
biri evlilik, biri de velâdır. (Mütercim)
[46] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed
b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/159.
[47] Buhârî, Ferâid, 85/19, no: 6754; Müslim, Itk, 20/2,
no: 1504.
[48] Şafiî, Müsned, 2/72, no: 237.
[49] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/159-160.
[50] Nisa, 4/33.
[51] Abdiirrezzak, 9/39, no: 16271; Ahmed, 4/102.
[52] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/160-161.
[53] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/161.
[54] Nisa, 4/141.
[55] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/161-162.
[56] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/162-163.