(İnsanlar Arasındaki Hukukî İlişkiler)
3.Evlilik Teklifi Üstüne Teklif:
4.Nikâhtan Önce İstenen Kadına Bakma:
75. Nikâh Akdinin Sıhhat Sebebleri
3. Velayet Hakkının Sahipleri:
c- Babanın Hazır Olmadığı Yerde Bakirenin Evlenmesi:
4. V'elinin Evlendirmekten Kaçınması:
1. Mehrin Hükmü, Miktarı, Niteliği ve Ertelenmesi.
2. Melır'in Tamamının Hahedilişi:
b- Evlenme Akdinin Yanısıra Satış:
c- Babanın Mehrin Yanısıra Hediyeyi Şart Koşması:
3.Nikâh Akdinin Mahalli: Evlenilebilecek Kadınlar:
4. Zina veya Yanlışlıkla Cima'nın Etkisi:
4. Sütün Emilmesi veya Dökülmesi:
5. Sütün Saf veya Karışık Oluşu:
F- îki Kızkardeşi Bir Nikâh Altında Bulundurma Engeli
1. Dörtten Fazla veya İki Kızkardeşle Evliyken Müslüman
Olma:
76. Nikâh'ın Bozulmasını Caiz Kılan Sebebler
1.Kan île Kocadan Birinin Ayıplı Bulunması:
2.Kocanın Karıya Mehir veya Nafakasını Vermeye Gücünün
Yetmemesi
3.Kocanın Kaybolması, Ölmüş veya Sağ Olduğunun
Bilinmemesi:
Bu
bahsin ana mes'eleleri, -Evlenmenin Mukaddimeleri, Evlenmenin Sıhhatini
Gerektiren Sebepler, Taraflara Evlenmenin Feshini Caiz Kılan Sebepler,
Zevciyet Haklan ve Yasak Olan Evlenmeler olmak üzere- beş babta toplanmaktadır. [1]
Bu
babta -Evlenmenin Hükmü, Evlenme Hutbesinin Hükmü, Başkası Tarafından İstenmiş
Olan Bir Kadım İstemenin Hükmü, îstenen Kadınla Evlenmeden Önce Ona Bakmanın
Hükmü, olmak üzere- dört mes'ele vardır. [2]
Cumhur «Evlenmek
sünnettir», Zahiriler «Vacibtir», Mâliki mezhebinin sonraki müctehidleri de
«şahsa göre değişir: Evlenmediği takdirde şehveti galib olduğu için zina
etmekten endişe eden kimseye vacibtir, evlenmeye muhtaç olup da zinadan endişe
etmeyen kimseye sünnettir, evlenmeye muhtaç olmayan kimseye ise, mubahtır»
demişlerdir.
Bu ihtilâfın s e b e b
i, "Hoşunuza giden kadınlardan istediğinizle evlenin" [3]
âyet-i kerimesi ile
«Evleniniz. Zira çokluğunuzla diğer ümmetlere
karşı iftihar duyarım»[4]
hadis-i şerifi gibi hadislerde geçen emrin vücub, mendubluk ve ibâhe (izin)den
hangisi için olduğunda ihtilâf etmeleridir. «Kimine vacib, kimine mendub ve
kimine mubah olduğunu söyleyenler maslahata bakmışlardır ki buna MÜRSEL KIYAS»
denilir. Mürsel Kıyas ise belli bir temele dayanmayan kıyas demek olup ulemanın
çoğuna göre caiz değildir. Mâliki mezhebinin zahirinden ise caiz görüldüğü
anlaşılmaktadır[5]
Nikâh akdinden önce
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in bir hutbe okuduğu rivayet olunmuştur. Cumhur
«Bu hutbe vacib değildir», tmam Dâvûd da
«Vacibtir» demiştir.
Bu
ihtilâfın sebebi de, bu hususa dair Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'in fiili
vücube mi, yoksa mendubîuğa mı delâlet eder diye ihtilâf etmeleridir. [6]
Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in, başkası tarafından istenmiş olan bir kadını istemeyi yasak ettiği
sabittir. Müctehidler de, «Yasak, yasak edilen şeyin fasid olduğuna delâlet
eder mi etmez mi? Şayet ediyorsa hangi hallerde ediyor?» diye ihtilâf etmişlerdir,
imam Dâvûd, «Bu kadının nikâhı fasid-dir», îmam Şâfıi ile imam Ebû Hanife
«Fasid değildir» demişlerdir, imam Mâlik'ten de, hem fasid olduğu, hem olmadığı
görüşlerinin ikisi de rivayet olunduğu gibi, kadınla temastan önce fasid
olduğu, temas vaki olduktan sonra ise fasid olmadığı görüşü de rivayet
olunmuştur. Ebu'l-Kasım da «Eğer kadını isteyen her iki adam da kadına kifâetli
(lâyık) iseler fasiddir, eğer birincisi kifâetli olmayıp, ikincisi kifâetli ise
caizdir» demiştir.
Yasağın hangi hale
mahsus olduğu hakkındaki ihtilâfa gelince, Ulemanın çoğu «Eğer taraflar
birbirlerine rıza göstermişlerse ikinci şahsın istemesi caiz değildir, yoksa
caizdir» görüşündedir. Nitekim Fatma binti Kays, Peygamber (s.a.s) Efendimize
gelip Ebû Cühm b. Huzeyfe ile Muaviye b. Ebû Süfyan'ın kendisini istediklerini
anlatmış, Peygamber (s.a.s) Efendimiz de ona,
«Ey
Fatma! Ebû Cühm öyle bir kimsedir ki sopasını kadınların kafası üstünden
kaldırmıyor. Muaviye de züğürttür, bir şeyi yoktur. Üsâme b. Zeyd'i al» [7]
buyurmuştur. [8]
îstenen kadınla
evlenmeden önce ona bakmaya gelince, imam Mâlik «Kadının yüzü ile her iki eline
bakabilir», baskalan «İki avret yerinden başka her yerine bakabilir», kimisi
«Hiçbir yerine bakamaz», îmam Ebû Hanife de «Yüz ve ellerinden başka ayaklarına
da bakabilir» demişlerdir.
Bu
ihtilâfın sebebi de, kadınlara bakmanın mutlaka haram ölduğuna, mutlaka caiz
olduğuna ve yalnız yüz ve ellere bakmanın caiz olduğuna dair her üç emrin de
bulunmasıdır. Çünkü ulemanın çoğuna göre, Cenâb-ı Hakk'm "Kadınlar
zînetlerini açmasınlar" [9]
âyet-i kerimesinde geçen zînet kelimesinden murad, yüz ve ellerdir. Yüz ve
ellere bakmanın caiz olduğunu söyleyenler, ayrıca «Çünkü kadın hacc esnasında
da -Fukaha'nın çoğuna göre- yüzünü açabilir» demişlerdir. Caiz görmeyenler ise,
asla bakmışlardır. Zira asıl, kadınlara bakmanın mutlaka caiz olmayışıdır. [10]
Bu bab da –
1. Evlenme
Akdi,
2. Bu Akdin
Yeri,
3. Bu Akdin Şartlan, olmak üzere- üç rükne ayrılmaktadır. [11]
Bu
rükünde -Bu akid için gerekli olan izin ne demektir? Bu akdin sıhhati için
kimin izni muteberdir? Bu akid muhayyerlik üzerine yapılabilir mi, yapılamaz
mı? Taraflardan biri kabulü geciktirdiği zaman akid sahih olur mu, yoksa hemen
kabul etmek şart mıdır? diye dört konu işlenecektir. [12]
Bu akdin sıhhati için
gereken izin iki çeşittir. Erkeklerle dul kadınlar için telaffuzla,
kendilerinden izin istenen kızlar için ise muvafakat anlamını veren sükut ile
de olur. Bu akid için izin vermemek ise gerek erkek, gerek dul kadın ve gerekse
kazlar için telaffuzla olur. «Kızın izninde -eğer onu evlendiren kimse, babası
veyahut babasının babası değil ise- telaffuz şarttır» diyen bazı Şâfıi mücteh
idlerin in bu görüşünden başka, bu her üç mes'elede de ihtilâf yoktur. «Kızın
izni için sükut kâfidir» diyen cumhur, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«Dul, evlenmesinde
velisinden daha yetkilidir. Kız evlendirilirken ona danışılır. Onun izni de
susmasıdır» [13] hadisine dayanmıştır. Ulema,
evlenme akdinin, izninde telaffuz şart olan kimse tarafından icra edildiği
zaman evlenme veya evlendirme manalarını ifade eden NİKAH veya TEZVÎC lafızları
ile caiz olduğunda müttefiktirler. Fakat eğer HİBE, SATIŞ veya SADAKA
lafızları ile yapılırsa sıhhatinde ihtilâf etmişlerdir.
Bu
ihtilâfın sebebi de, evlenme akdinde niyet şart olduğu gibi, ona has olan
lafızla da icra edilmesi şart mıdır, değil midir diye ihtilâf etmeleridir.
Evlenme akdini, sıhhati için ikisi de şart olan akidlerden sayanlar, «Evlenme
akdi nikâh veya tezvicden başka lafızlarla caiz değildir», onu, sıhhati için
lafız şart olmayan akidlerden sayanlar ise «Hangi lafızla olursa olsun, eğer
ondan şer'i mânâ anlaşılıyorsa, yani eğer o lafız şer'i ve lügavî mânâlar
arasında müşterek ise caizdir» demişlerdir. [14]
Evlenme akdi izin
bakımından iki çeşittir. Birincisinde birbirlerini alan erkek ile kadının izni
ya velinin izniyle birlikte veyahut -reşid olan kadının evlenmesinde velinin
iznini şart koşmayanların mezhebine göre- yalnız olarak şarttır, ikincisinde
ise yalnız velilerin izni şarttır. Bu her iki çeşid evlenme akdi ile ilgili
birtakım mes'eleler bulunmaktadır ki, bu mes'elelerin bir kısmında ittifak, bir
kısmında ihtilâf etmişlerdir. Biz bu mes'elelerde asıl ve ana kaideler
mesabesinde olanlarından bahsedeceğiz.
Hür, baliğ ve âkil
olan erkeklerin evlenme akidlerinin sıhhati için izin vermelerinin şart
olduğunda bütün ulema müttefiktirler.
Fakat kölenin
efendisi, kölesinden izin almaksızın onu evlendirebilir mi, evlendiremez mi
diye ihtilâf etmişlerdir, imam Ebû Hanife «Evlendirebilir», imam Şafii
«Evlendiremez» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
kölenin evlenmesi efendisinin haklarından biri midir, değil midir diye ihtilâf etmeleridir.
Bunun gibi, hacir
altında bulunan bir kimsenin vasisi de, ondan izin almaksızın onu
evlendirebilir mi, evlendiremez mi diye ihtilâf etmişlerdir. Ancak bu ihtilâf
Mâlikî mezhebinin uleması arasındadır.
Bu ihtilâfın sebebi,
evlenmek, kişi için bir maslahat mıdır, yoksa şehvetinin tatmini için bir yol
mudur diye ihtilâf etmeleridir. Evlenmenin vacib olduğunu söyleyenlerin kavline
göre bunda tereddüt etmemek gerekir.
Evlenmede izinleri
şart olan kadınlara gelince: Dul ve baliğ olan kadınların evlenmelerinde
izinlerinin şart olduğunda -Hasan Basrî'den rivayet olunan bir görüş dışında-
bütün ulema müttefiktirler. Çünkü Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
Dul, evlenmesini
yürütür» [15] buyurmuştur. Fakat baliğ
olan kız ile baliğ olmayan dulda -eğer ondan bir kötülük zuhur etmemişse-
ihtilâf vardır, imam Mâlik, İmam Şafii ve îbn Ebî Leylâ,
«Baliğ olan kızın
babası, ondan izin almadan onu evlendirebilir» demişlerdir.
imam Ebû Hanife,
Süfyan Sevrî, Evzâî, Ebû Sevr ve bir cemaat ise, «Kızın izni şarttır»
demişlerdir. îmam Mâlik, kendisinden gelen iki rivayetten birine göre babası
evinde fazla kalmış olan kızın izninin şart olduğunda bunlann görüşüne
katılmıştır.
Bu ihtilâfın sebebi,
DELÎLÜ'L-HtTAB'ın umum ile çelişmesidir. Zira Efendimiz'in,
«Yetim kız, izni
olmaksızın evlendirile mez» [16]
hadisi ile Ebû Davud'un rivayeti olan,
«Yetim olan kıza,
evlendirilirken danışılır» [17]
hadisinden, babalı olan kıza danışmanın şart olmadığı anlaşılır.
îbn Abbas'tan rivayet
olunan, «Kıza Danışılır» meşhur hadisindeki umum ise her kıza danışmanın şart olduğunu
göstermektedir. Umum ise, Delîlü'l-Hitab'tan daha kuvvetlidir. Kaldı ki
Müslim'in îbn Abbas (r.a.)'tan getirdiği rivayette ise «Kızın babası, kızından
izin almak zorundadır» [18]ziyadesi
vardır. Bu ziyade ise ihtilâf edildiği mes'eiede Nass'tır.
Baliğ olmayan dul
kadına gelince, İmam Mâlik ile imam Ebû Hanife, «babası ondan izin almadan onu
evîendirebilir» demişlerse de, imam Şafii, «Evlendiremez» demiştir. Mâlikî
mezhebinin sonraki uleması, «Mâlikî mezhebinde bununla ilgili olarak üç görüş
bulunmaktadır:
1- Eğer
boşandıktan sonra baliğ olmamışsa, babası onu, izni olmaksızın evlendirir ki,
bu Eşheb'in görüşüdür.
2- Baliğ
olmuşsa bile babası onu evlendirir. Bu da Sah-nun'un görüşüdür.
3- Baliğ
olmamışsa bile babası onu evlendiremez. Bu da Ebû Temmam'ın görüşüdür»
demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi
de, yine Delîlül-Hitab'ın umum ile çelişmesidir. Zira Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in,
«Yetim olan kadın,
evlendirilirken ona danışılır ve muvafakati alınmadan evlendirilemez»
hadisinden, babası sağ olan kadın -eğer kız ise- kendisine danışılmadan
evlendirilebileceği anlaşılmaktadır. Zira dul olan kadının izni şart olduğunda
cumhur müttefiktir.
«Dul kadın, kendini
evlendirmekte velisinden çok, kendisi yetkilidir» hadisi ise, baliğ olan ve
olmayan dul kadının ikisine de şâmildir. Bunun'gibi Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in,
«Dul, kendisine
danışılmadan ve izni alınmadan evlendirilemez» hadisi de âmm olduğu için îmam
Şafii'nin görüşünü desteklemektedir.
Ulemanın bu iki
mes'elede ihtilâf etmelerinin bir başka sebebi daha vardır. O da, üzerinde
ittifak edilen iki mes'eleye kıyas etmeleridir. Zira ulema, babanın baliğ
olmayan bakire kızını, kazın izni olmaksızın evlendirebildiğinde ve baliğ olan
dul kızını da, izni olmaksızın evlendiremediğinde -yukarıda geçtiği üzere şâzz
olan iki görüş dışında- müttefiktirler. Ancak bu ittifakın sebebinde ihtilâf
etmişlerdir. «Sebeb kızın bekâretidir» diyenler, «Baba, baliğ ve bakire olan
kızını, kendisine danışmadan evlendirebilir. Fakat baliğ w dul olan kızını
kendisine danışmadan evlendiremez» demişlerdir. «Sebeb; kızın küçüklüğüdür»
diyenler, «Baba, küçük ve dul olan kızım, ona danışmadan evlendirebilir. Fakat
büyük ve bakire olan kızını ona danışma-
. dan evlendiremez»,
«her ikisi de sebebtir» diyenler ise, «Kız İster küçük ve dul olsun, ister
büyük ve kız olsun, babası ondan muvafakat almadan onu evlendirebilir»
demişlerdir. Birinci ta'lil (gerekçe) îmam Şafii'nin, ikinci ta'lil İmam Ebû
Hanife'nin, üçüncü ta'Hl de îmam Mâlik'indir. İmam Ebû Hani-_ fe'nin ta'lili
usûle daha uygundur.
Ulema, kadından
muvafakat alınmasını gerektiren dulluğun mahiyetinde de ihtilâf etmişlerdir,
îmam Mâlik ile İmam Ebû Hanife, «Bu dulluk ya sıhhatli bir nikâh, ya nikâhın
benzeri veyahut mülkiyet neticesinde hasıl olan dulluktur. Zinadan veyahut
cebri tecavüzden ileri gelen dulluk, muteber değildir», İmam Şafii ise
«Dulluğun bütün çeşitleri muteberdir» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in, «Dut kadın, evlenmesinde velisinden daha
yetkilidir» hadisindeki dulluktan murad şer'i olan vasıf mıdır, yoksa lügavî
dulluk mudur diye ihtilâf etmeleridir.
Ulema, babanın izinsiz
olarak küçük olan oğlu ile küçük ve bakire olan kızını evlendirebİldiğinde de
-İbn Şebreme'den gelen bir rivayet dışmda-müttefiktirler. Çünkü sabittir ki Hz.
Aişe, altı veyahut yedi yaşında iken babası Hz. Ebû Bekir (r.a) onu Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'e vermiş ve dokuz yaşında iken de Peygamber (s.a.s) Efendimiz
onunla zifafa girmiştir. Fakat babadan başka diğer veliler de küçük oğlan ve
kızları evlendirebilirler mi, evlendiremezler mi diye ihtilâf etmişlerdir. îmam
Şafii, «Küçük kızı babası ile babasının babasından başka kimse evlendiremez»,
İmam Mâlik, «babasından başka, babasının -şahıs tayin etmek şartıyla- yetki
verdiği herhangi bir kimse de evlendirebilir. Eğer kızın kayba uğramasından
veyahut ahlaken bozulmasından korkulmazsa bu iki şahıstan başka hiçbir kimse
küçük kızı evlendiremez», îmam Ebû Hanife de, «Kızın üzerinde velayet hakkına sahip
olan bütün veliler onu evlendirebilir. Ancak şu var ki, kız baliğ olduğu zaman
eğer kocasını beğenmezse nikâhını bozabilir» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
umumun kıyas ile çelişmesidir. Çünkü Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in «Kıza
danışılır» hadisi, âmm olup babasız olan bütün kızlara şâmildir. «Babasız olan
kızlara» dedik. Çünkü babası bulunan kızlar -yukarıda söylediğimiz üzere- icma'
ile bu hükümden müstesnadırlar. Babadan başka diğer velilerin de baba gibi,
velayetleri altında bulunan kimselere yarar ve maslahat düşündükleri, onların
da babanın sahip olduğu bu yetkiye sahip olmalarını gerektirmektedir. Bunun
için ulemadan kimisi, babanın bu yetkisini diğer velilere de vermiştir. Kimisi
de, yalnız babanın babasına vermiştir. Çünkü babanın babası da öz baba
hükmündedir. Bunu diyen İmam Şafii'dir. Bu yetkiyi öz babadan,başka kimseye
tanımayanlar ise, «Babada bulunan vasıf hiç kimsede bulunmamaktadır»
demişlerdir. Bu vasıf da ya şeriat tarafından kendisine verilmiş ya da onda
tabîi bir şeydir. Zira hiç kimse baba kadar evladına karşı şefkat ve acıma
duygusuna sahip değildir. Bu da îmam Mâlik'in görüşüdür ve -eğer bir zaruret
olmazsa, Allah bilir-en doğru görüş de budur. Hanefîler, yetim kızları
evlendirmenin cevazına, "Eğer yetim kızlar hakkında adaleti yerine
getiremeyeceğinizden kor-karsanız, sîzin için helâl olan kadınlardan nikâh
edin" [19] âyet-i kerimesi ile
istidlal etmişlerdir. Şöyle derler: «Zira bu âyet-i kerimeden «Eğer adaletsizlikten
korkulmazsa, yetim kızlarla evlenmenin caiz olduğu anlaşılmaktadır. Yetim de,
henüz baliğ olmayan babasız çocuk demektir». Karşı taraf da, «Yetim, bazan
baliğ olanlara da denir. Nitekim Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«Yetim kıza
(evlendirildiği zaman) danışılır...» hadisinde geçen yetim, babasız olan baliğ
kız demektir. Zira henüz baliğ olmayan kızın izni, ulemanın ittifakı ile
muteber değildir. Şu halde bu kelimeden murad, baliğ olan kızdır. Hanefîler de
«Hadiste sadece baliğ olan babasız kızların hükmü beyan edilmiş, baliğ
olmayanların hükmü ise meskût geçmiştir. Binâenaleyh baliğ olmayan babasız
kızların evlendirilemeyecekleri, hadisten anlaşılmaz» diyebilirler.
Yetim olan erkek
çocuğun evlendirilmesi mes'elesine gelince, İmam Mâlik «Vasisi onu
evlendirebilir», İmam Ebû Hanife «Bütün velileri onu evlendirebilirler»
demişlerdir. Ancak İmam Ebû Hanife, «Çocuk baliğ olduğu zaman nikâhını
bozabilir» demiş, İmam Mâlik bunu dememiştir. İmam Şafii ise, «Erkek çocuğu
babasından başka kimse evlendiremez» demiştir.
Bu ihtilâfın se-bebi,
diğer velileri de babaya kıyas etmekte ihtilâf etmeleridir. «Babanın sahip
olduğu şefkat ve acıma duygusu, diğer velilerde yoktur» diyenler, bu yetkiyi
babadan başka kimseye vermemişlerdir. «Bu duygu diğer velilerde de bulunabilir»
diyenler ise aynı yetkiyi diğerlerine de
vermişlerdir.
Erkek ve kız çocukları arasında ayırım yapanlar da, «Çünkü erkek çocuk baliğ
olduğu zaman boşama yetkisine sahiptir. Kız sahip değildir» demişlerdir. Bunun
içindir ki İmam Ebû Hanife, hem erkeğe, hem kıza baliğ olunca muhayyerlik
tanımıştır. [20]
«Evlenme akdi
muhayyerlik (seçimlilik) üzerine kurulabilir mi?» mes'elesine gelince: Cumhur
buna cevaz vermemiş, Ebû Sevr «Caizdir»' demiştir.
Bu
ihtilâfın sebebi, evlenme akdinin, muhayyerlik üzerine kurulabilen ve
kurulamayan satış akidlerinden hangisine benzediğinde tereddüt edilmesidir.
Yahut diyeceğiz ki: «Akidlerde asıl, kesinliktir. Muhayyerlik ancak hakkında
nass bulunan akidlerde caizdir. Bunda da muhayyerlik caizdir diyenlerin buna
delil göstermeleri gerekir» veyahut «Satışlarda muhayyerliğin caiz olmayışı
'muhayyerlik, taraflardan birinin zararını ortaya çıkarır» düşüncesine dayanır.
Evlenmelerde ise, herhangi bir tarafın diğer tarafı zarara sokması bahis konusu
değildir. Çünkü evlenmelerden maksat, iki tarafın birbirlerini zarara sokmak
değil, birbirlerine ikram edip ona yuva kurmakta yardım etmektir».[21]
Taraflardan birinin
kabulde gecikmesine gelince: Kimisi «Kabulün geç yapılması halinde akid,
fasiddir», İmam Mâlik «Gecikme az olursa zararı yoktur», kimisi de «Caizdir»
demiştir. Meselâ, herhangi bir veli velayeti altında bulunan bir kadını -ona
danışmadan- evlendirir ve bir müddet sonra bunu öğrenen kadın kabul ederse -bu
kavle göre- caizdir. İmam Şafii akdin fa-sid olduğunu, İmam Ebû Hanife ile
tabileri de caiz olduğunu söyleyenlerdendirler. Gecikmenin azı ile çoğu
arasında ayırım yapmak da İmam Mâlik'in görüşüdür.
Bu
ihtilâfın sebebi akdin sıhhati için her iki tarafın kabulünün aynı anda olması
şart mıdır, değil midir diye ihtilâf etmeleridir. Bunun gibi bir ihtilâf,
satış akdinde de olmuştur. [22]
Bu rükunda da üç fasıl
bulunup birinci fasıl veliler, ikinci fasıl şahidler,
üçüncü
fasıl da sıdak (mehir) hakkındadır. [23]
Veliler
hakkındaki bu fasılda dört konu bulunmaktadır. Birinci konu: Evlenme akdinin
sıhhati için velinin bulunması şart mıdır, değil midir? İkinci konu: Veli
nasıl ve ne gibi vasıflara sahip olmalıdır? Üçüncü konu: Veli kimlerdir,
velayetteki sıraları nasıldır ve bununla ilgili hükümler nelerdir? Dördüncü
konu: Veli, velayeti altında bulunan kimseyi evlendirmekten imtina eder ve
aralarında anlaşmazlık çıkarsa ne olur? [24]
Ulema, evlenme akdinin
sıhhati için velinin bulunması şart mıdır, değil midir diye ihtilâf
etmişlerdir.
İmam Mâlik -Eşheb'in
kendisinden ettiği rivayete göre-, «Hiçbir evlenme akdi velisiz olamaz.
Velinin bulunması evlenme akdinin sıhhati için şarttır» demiştir ki, İmam
Şafii de buna kaildir. İmam Ebû Hanife, İmam Züfer, Şa'bî ve Zührî de, «Kadın
velisine danışmadan evlendiği zaman eğer evlendiği kimse kifâetli (kendisine
lâyık) ise caizdir» demişlerdir. İmam Dâvûd da kızlarla dullar arasında ayırım
yaparak, «Kızın evlenmesinde veli şart ise de, dulun evlenmesinde şart
değildir» demiştir. Îbnü'l-Kasım'ın İmam Mâlik'ten ettiği rivayete göre bir
dördüncü görüş daha ortaya çıkar ki o da, velinin bulunmasının şart olmayıp
sünnet olmasıdır. Zira İbnü'l-Kasım, İmam Mâlik'ten, «Velisiz olarak
birbirleriyle evlenen koca ile karı birbirinden miras alırlar», «Mevki sahibi
olmayan bir kadın, kendisini evlendirmek için herhangi bir kimseyi vekil
tutabilir» ve «Dul kadının, nikâhını velisine kıydırması müstehabtır» dediğini
rivayet etmiştir. Bundan ise, İmam Mâlik'in, velinin bulunmasını akdin sıhhati
için değil, tamamlanması için şart koştuğu anlaşılmaktadır. Halbuki, İmam
Mâlik'in Bağdatlı olan tabileri, «Veli akdin tamamlanması için değil, sıhhati
için şarttır» diyorlar.
Bu ihtilâfın sebebi,
evlenme akdinin sıhhati için velinin şart olduğunu kesin olarak bildiren bir
nass bulunmadığı gibi, bunu sezdiren bir âyet veya hadisin bile bulunmayışıdır.
Zira veliyi şart koşanların delil diye gösteregeldikleri âyet ve hadislerin
hepsi bu hususta nasıl kesin değillerse, veliyi şart koşmayanların da delil
diye gösterdikleri âyet ve hadislerin hiçbiri keza kesin değildir. Kaldı ki
delil olarak gösterilen bu hadisler -İbn Abbas'ın hadisinden başka- sıhhat
bakımından da kesin değillerdir. Bununla beraber, veliyi şart koşmayanların
görüşü daha yerindedir. Çünkü herhangi bir hükmü ifade eden deliller kifayetsiz
olunca, asıl, zimmetin beraeti, yani o hükmün mevcut olmamasıdır.
Şimdi de, her iki
ulema grubunun görüşlerine delil olarak gösterdikleri âyet ve hadislerin
meşhurlarını irad edip, bu âyet ve hadislerin delalet derecelerini tartışalım.
Velayetin şart
olduğunu söyleyenlerin ihticac ettikleri âyetlerin en açığı, "Kadınları
boşattığınızda, müddetleri sona e -misse, kocaları ile evlenmelerine engel
olmayu [25]ve
"Müşrikleri, iman etmedikçe evlendirmeyin" [26]âyet-i
kerimeleridir. Derler ki: Bu her iki âyetteki hitab da velileredir. Hadislerin
en meşhuru da, Zührî'nin Urve vasıtasıyla Hz. Aişe'den rivayet ettiği,
«Peygamber (s.as)
Efendimiz'Hangi kadın,velisinden izinsiz olarak evlenirse -üç defa- nikâhı
bâtıldır' dedi. 'Eğer onunla gerdeğe girerse, ona dokunduğu için mehîr vermesi
gerekir. Şayet anlaşmazlığa düşerlerse velisi bulunmayanın velisi sultandır'
buyurdu» [27] hadisidir. Bu hadisi
Tirmizî , kaydetmiş ve «Hasendir» demiştir.
Velayetin şart
olmadığım söyleyenlerin delilleri de, Kur'an'dan, "Kadınların iddeti sona
erdiğinde, onların kendi haklarında uygun şekilde yaptıklarından dolayı size
sorumluluk yoktur" [28],
"Kocaları ile evlenmelerine" [29] ve
"Kadın başka birisiyle evlenmedîkçe bir daha kendisine . helâl olmaz"
[30] âyetleridir.
Hadisten de, sıhhatinde ittifak edilen lbn Ab-bas'm,
«Dul kadın,
evlenmesinde velisinden daha yetkilidir. Kız da evlendirilirken ona danışılır.
Onun muvafakati da susmasıdır» hadisidir, imam Dâvüd, dul ile kızlar arasında
ayırım yapmakta bu hadis ile istidlal etmiştir.
işte her iki grubun,
görüşlerine delil olarak getirdikleri âyet ve hadislerin meşhurları bunlardır.
Halbuki "Kocaları île evlenmelerine engel olmayın" [31]âyetinden,
kadının yakın ve asabelerinin onun evlenmesine engel olamayacaklanndan başka
bir şey anlaşılmaz. Bu ise, akdin sıhhati için mu-vafakatlannm şart olduğunu
-ne hakikaten, ne mecazen, yani ne nass'en, ne de delâleti zahir olan
delîlü'l-hitab'ın hiçbir şekli ile- ifade etmez. Bilakis diyebiliriz ki:
Bundan bunun tersi anlaşılır. Yani «hiçbir velinin, velayeti altında bulunan
bir kadına -evlenmesinde- müdahale hakkı yoktur», "Müşrikleri, iman
etmedikçe evlendirmeyin" [32]
âyeti de böyledir. Zira bu âyetin, emir sahiplerine veyahut bütün müslümanlara
hitap olması, yalnız velilere hitab olmasından daha uygundur. Kısacası bu
âyetin muhatablan nasıl veliler olabiliyorsa, emir sahipleri veyahut bütün
müslümanlar da olabilirler. O halde bu âyet ile ihticac edenlerin, âyetin
velilere hitab olmasının daha zahir olduğunu ispat etmeleri gerekir. Şayet «Bu
âyet ânım olup hem emir sahiplerine, hem velilere şâmildir» denilse, diyeceğiz
ki: «O zaman bu âyet, şeriatın genel olarak yasak ettiği bir şeye dairdir ki,
bu genel emre veliler de dahildir. Bu ise, velilerin bunda özel bir velayet
hakkına sahip olmalarını gerektirmez. Nihayet velilerle yabancılar bu hakta
eşit olurlar. Şayet âyetin velilere hitab olduğunu kabul etsek bile, âyetin
mücmel olduğu için onunla amel edilemez. Çünkü âyette, 'Veliler kimlerdir,
hangi veli hangi veliden önce gelir ve velide ne gibi vasıflar bulunmalıdır'
diye bir açıklama yoktur. Bu ise gerekli olup tehiri caiz olmayan bir şeydir.
«Bu hususta belki sünnette açıklama vardır» da diyemeyiz. Çünkü eğer öyle bir
şey olsaydı, ya tevatür veyahut tevatüre yakın bir yolla nakledilecekti. Çünkü
bu, öyle bir şeydir ki bütün müslümanlar her gün onunla karşılaşmaktadırlar.
Kaldı ki Medine'de bunca velisiz kimseler bulunduğu halde Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in herhangi birinin nikâhını akdettiği veyahut bu işe bir başkasını
görevlendirdiği, naklolunmuştur. Sonra, bu âyetten maksat, velayetin hükmünü
beyan etmek değil, erkek ve kadın müşriklerle evlenmenin haram olduğunu
bildirmektir. Allah bilir, bu açık bir şeydir.
Hz. Âişe'nin hadisine
gelince: Bu hadis ile amel etmenin vücubunda ihtilâf edilmiştir. En zahiri
şudur ki, sıhhatinde ihtilâf edilen bir hadis ile amel etmek vacib değildir.
Bir an için hadisin sıhhatini kabul etsek bile, hadiste, sırf velisi bulunan
kadının, velisinden habersiz olarak evlenemeyeceğinden başka bir şey
bildirilmemiştir. Şayet hadis «bütün kadınlara şâmildir» desek de, hadisten
«Kadın bizzat evlenme akdinde bulunamaz, velisi kendisi adına bu işi yürütür»
diye bir şey anlaşılmaz. Nihayet, velisi izin verdikten sonra kadın velisini
bulundurmaksızın bizzat nikâhını akdedebilir.
İkinci grubun
delillerine gelince; "Kadınların iddeti sona erdiğinde onların kendi
haklarında uygun şekilde yaptıklarından dolayı size sorumluluk yoktur" [33]âyetinden,
kadınların kendi başına ve velilerinin muvafakati olmak sızın,bir iş
yaptıkları zaman onları azarlamanın yasak edildiği
anlaşılmaktadır.
Burada da kadının velisinden habersiz olarak ve kendi başına yapabileceği iş,
nikâh akdinden başka bir şey olamaz. Şu halde bu âyetin zahirinden -Allah
bilir-, kadın kendi başına nikâhını akdedebilir. Ancak eğer akid hakkında uygun
şekilde değilse, velisi o akdi bozabilir» diye anlaşılır ki şeriatın zahiri de
budur. Ne var ki âyetin bir kısmı ile istidlal edip diğer bir kısmı ile
istidlal etmemek zayıf bir istidlal yoludur. Zira âyette, nikâh akdinin
kadınlara izafe edilmesi, kadınların kendi başına nikâhlarını
akdedebil-diklerini ifade etmez. Fakat etmediklerini de ifade etmediği için,
asıl edebilmeleridir.
îbn Abbas'ın hadisine
gelince: Hayatıma yemin ederim ki bu hadis, dul kadınlarla kızlar arasında
ayırım yapmakta zahirdir. Zira eğer ikisinden de izin almak gerekir ve ikisinin
de nikâhını ancak veli akdediyorsa, «Dul kadın, evlenmesinde velisinden daha
yetkilidir» cümlesinin mânâsı ne olabilir? Ne var ki Zührî'nin Hz. Aişe'den
rivayet ettiği hadisin bu hadis ile uzlaşması, onunla çatışmasından evlâdır.
Dul kadınlarla kızlar arasında yapılan ayırım, ağızla söylemek ve sükût etmek
bakımından da olabilir. Yani dul kadın nikâhını akdederken ağzıyla, «Ben kabul
ettim» demesi şarttır. Kızın ise, sükut etmesi kâfidir.
"Kadınların kendi
haklarında uygun şekilde yaptıklarından dolayı size sorumluluk yoktur" [34]âyetinin,
kadının kendi başına nikâhını akdede-bildiğine delâleti, "Müşrikleri, iman
etmedikçe evlendirmeyin" [35]
âyetinin, kadının nikâhını velinin akdetmesi gerektiğine delâletinden daha
zahirdir. Hanefıler, Hz. Aişe'nin hadisini zayıf görmüşlerdir. Zira bu hadisi
her ne kadar bir cemaat Îbn Cüreyc tarikiyle Zührfden nakletmişlerse de, Îbn
Aliyye, îbn Cüreyc'den, «Ben, bunu Zührî'ye sordum. Zührî, 'Benim bundan haberim
yoktur' dedi» diye nakletmiştir. Kaldı ki Zührî'nin kendisi velayeti şart
koşmadığı gibi, velayet Hz. Aişe'nin de görüşü değildi. Velayeti şart koşanlar
îbn Abbas'ın,
«Velisiz ve adaletli
ikişahidolmaksızın hiçbir nikâh olamaz» [36]
hadisiyle de ihticac etmişlerdir. Fakat bu hadisin refinde, yani îbn Abbas
bunu söylerken Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'den nakledip etmediğinde ihtilâf
edilmiştir. Muhaddisler, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in Ümmü Seleme ile evlenirken
Ümmü Seleme'nin oğluna, annesini kendisiyle evlendirmesini emrettiğine dair
hadisin [37] sıhhatinde de ihtilâf
etmişlerdir.
îki
ulema grubunun ihticac ettikleri akîî delillere gelince: Bu hususta her iki
tarafa da hak verilebilir. Zira kadın olgunluk çağma geldiği zaman, nasıl mâlî
tasarruflarda velayet altından çıkıyorsa, evlenmesi hususunda da veliye muhtaç
olmaması lâzım gelir. Ancak diyebiliriz ki: Kadının yaratılışında erkeklere
temayül, israfa olan temayülünden fazladır. Bunun için şeriat ihtiyaten onu bu
bakımdan hacir altında bulundurmuştur. Kaldı ki kadın kendisiyle kefâetli
(denk) olmayan bir kimse ile evlendiği zaman, yalnız kendisine değil, ailesine
de leke sürmüş olur. Bunun için bu hak, onun olduğu kadar ailesinin de
hakkıdır. Fakat malını israf ederse, zarar yalnız kendisine aittir. Bununla
beraber her veliye nikâhı bozma veyahut kontrol yetkisi verilirse kâfi gelir.
İşte görüyorsun ki her iki taraf da aklî yönden haklıdırlar. Fakat akla öyle
geliyor ki, eğer şeriat velayeti şart koşsaydı, velilerin cins, sınıf ve
mertebelerini açıklayacaktı. Çünkü gerekli olan bir şeyi, gerektiği zaman
mübhem bırakmak caiz değildir. Bütün müslümanlann karşılaştığı böyle bir
mes'eleyi mübhem bırakmak caiz olmadığı halde, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den
tevatür veyahut tevatüre yakın bir yolla velayetin şart olduğu yolunda bir şey
nakledilmediğine göre, ya velayet şart değil veyahut eğer şart ise, velileri
ayırdetmek ve onları sınıflandırıp sıraya koymak şart değildir. Bunun içindir
ki, «yakın veli bulunduğu zaman uzak velinin akdi fasiddir» diyenlerin görüşü
zayıftır. [38]
Veli nasıl ve ne gibi
vasıflara sahip olmalıdır? Ulema -İslâm, buluğ ve erkeklik olmak üzere- üç
vasfın velayetin şartı olduğunda, gayr-i müslim, çocuk ve kadının veli
olamayacağında müttefiktirler. Fakat köle, fasık ve sefih olan kimselerin veli
olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. İmam Ebû Ha-nife «Köle veli olabilir»
demişse de ulemanın çoğu kölenin veli olamayacağını söylemişlerdir. Rüşde
gelince: İmam Mâlik'in mezhebinde meşhur olan görüş, yani Mâlikî ulemasından
çoğunun görüşü, rüşdün velayetin şartı olmadığı yolundadır ki, İmam Ebû Hanife
de buna katılır. İmam Şafii ise, «Sefih olan kimse veli olamaz» demiştir.
Mâliki ulemasından Eşheb ile Ebû Mus'ab da bu görüştedir.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu velayeti de mal velayetine benzetmiş olmalarıdır. «Mal velayetinde reşid
olmayan bir kimse bunda reşid olabilir» diyenler, evlenme velayetinde rüşdü
şart koşmamışlardır. «Böyle bir şey mümkün değildir. Zira sefih olan kimse her
sahada sefihtir» diyenler ise, «Velinin reşid olması şarttır» demişlerdir.
Fışkın zıddı olan
adalet vasfına gelince: Bundaki ihtilâfın sebebi de «Fasık olan kimse, velayeti
altında bulunan kadına kefâet arar mı, aramaz mı?» diye tereddüt etmeleridir.
Zira dinine hıyanet eden kimseye hiçbir zaman güvenilemez. Bununla beraber
diyebiliriz ki: Velayeti altında bulunan kadına kefâet araması, herkesin
yaratılışında mevcuttur. Zira eğer bunu yapmazsa kendine de leke sürmüş olur.
Dine karşı saygılı olmak vasfı ise, kişinin yaratılışında mevcut olmayıp
sonradan kazanılır.
Köle
de, içtimaî mevkii düşük olduğu için, nasıl adaletinde ihtilâf edilmişse,
velayetinde de ihtilâf edilmiştir. [39]
Velayeti şart
görenlere göre veliler -kadının asâbeleri, hakim ve kadını azatlayan kimse ile
onun asıl ve ferileri olmak üzere- üç sınıftır. Yalnız müs-lümanlık da İmam
Mâlik'e göre alelade kadınlara veli olmayı gerektiren bir vasıftır. Vasî de
veli olabilir mi, olamaz mı diye ihtilâf etmişlerdir, imam Mâlik «Olur», İmam
Şafii «Olamaz» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
velayet vasfında niyabet mümkün müdür, değil midir diye ihtilâf etmeleridir.
Nikâhta vekâlet caiz midir, değil midir diye edilen ihtilâf yine aynı sebebten
dolayıdır. Çünkü vekalet ile vesayet arasında fark yoktur. Zira vekil ölüme
kadar, vasî de ölümden sonra vekildir.
Ulema, akrabaların
velayet dereceleri hakkında ihtilâf etmişlerdir, imam Mâlik «Kadının asâbeleri
-oğlundan başka- ona yakınlık derecelerine göre velisidirler» demiştir. Buna
göre kadının asâbeleri arasında ona en yakın kim ise, kadına önce o, velidir.
imam Mâlik'e göre önce
oğul, sonra baba, sonra ana-baba bir kardeşler, sonra baba bir kardeşler, sonra
ana-baba bir kardeş oğullan, sonra baba bir kardeş oğullan, sonra babanın
babası gelir. Muğire «Babanın babası kardeşten Öncedir» demiştir.
imam Mâlik'e göre
babanın babasından sonra kardeşlerin tertibine göre amcalar gelir: Önce
ana-baba bir, sonra baba bir amcalar, sonra ana-baba bir amca oğullan, sonra
baba bir amca oğullan, sonra mevlâsı, sonra hakim, kadını azadlayan kimseden
sonra asılları, sonra onun fer'ileri gelir. İmam Mâlik «Babanın tayin ettiği
vasî neseb velisinden önce gelir» demiştir. Fakat imam Mâlik'in tabileri vasi
it
ıvaMiıı ua imam Malık
gibi, «Vasi veliden öncedir» demiş ise de, îbn Mâcişûn ile İbn Abdilhakem,
«Veli vasiden Öncedir» demişlerdir, imam Şâfıi de oğulun velayeti ile kardeşin
büyük babadan önce geldiğinde, imam Mâlik'in görüşüne katılmayıp, «Oğula
velayet yoktur» demiştir. İmam Mâlik'ten, babanın oğuldan önce geldiği ki bu
görüş daha iyidir- ve büyük babanın da
kardeşlerden önce geldiği görüşü de rivayet olunmuştur. Muğire de buna
katılır. İmam Şafii ise asabeliği nazara almıştır. Zira, oğul asabe değildir.
Çünkü Hz. Ömer'den (r.a.) rivayet olunduğuna göre
Peygamber (s.a.s)
Efendimiz,
«Kadın ya velisinin ya
akrabasından söz sahibi bir kimsenin, ya da hakimin izni olmaksızın evlenemez»
buyurmuştur. îmam Mâlik ise, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in Ümmü Seleme ile
evlendiği zaman, Ümmü Seleme'nin oğluna annesini kendisiyle evlendirmesini
emrettiğine dair hadise dayanarak oğulda asabelik vasfını aramamıştır.
Ulemanın, babanın
babasında ihtilâfetmelerinin sebebi, kadına babasının babası mı, yoksa kardeşi
mi daha yakındır diye ihtilâf etmeleridir.
Velilerin tertibi ile
ilgili olarak üç meşhur mes'ele vardır:
1- Yakın
veli hazır iken uzak velinin akdi sahih midir?
2- Yakın
veli hazır bulunmadığı zaman velayet uzak veliye veyahut hakime geçer mi?
3-Baba hazır olmadığı zaman, bakire kızın velayeti başkasına geçer mi? [40]
imam Mâlik, bu
mes'elede değişik görüşlerde bulunmuştur: Bir kere «Yakın veli hazır
bulunduğunda uzak velinin akdi fasiddir», bir kere «Nikâh sahihtir», bir kere
de «Yakın veli muhayyerdir. Kabul de edebilir, fesh de edebilir» demiştir, imam
Mâlik'in bu değişik görüşleri, yakın velinin baba ve kızın da bakire ve vesayet
altında olmadığı durumlara mahsustur. Bu iki durumda ise, yani eğer yakın veli
baba ve kız bakire ise veyahut eğer kız vesayet altında ise, birinci durumda
baba hazır bulunduğu halde babadan başkasının, ikinci durumda da vasinin hazır
bulunduğu halde ondan başkasının akdi -imam Mâlik'e göre- kesin olarak
fasiddir. imam Şafii de «baba hazır bulunduğu zaman kız ister bakire, ister dul
olsun, ondan başkası kızın nikâhını akdedemez» demiştir.
Bu
ihtilâfın sebebi, "Veliler arasındaki tertib, şeriatte sabit olmuş bir
hüküm müdür? Şayet sabit bir hüküm ise, bu hak velinin midir, yoksa Allah'ın
hakkı mıdır" diye ihtilâf etmeleridir. Tertibi şeriatte sabit bir hüküm
görmeyenler, «Yakın veli de olsa, uzak velinin akdi caizdin> demişlerdir.
«Şeriatte sabit bir hükümdür. Fakat velinin hakkıdır» diyenler de, «Nikâh
mün'akiddir. Eğer yakın veli kabul ederse caizdir, etmezse bozulur» demişlerdir.
«Allah'ın hakkıdır» diyenler ise, «Akid fasiddir» demişlerdir. Mâlikî
ulemasından kimisi, bu son görüşü, yani akdin fasid olduğu görüşünü makul
görmemişlerdir. [41]
îmam Mâlik, «Yakın
veli hazır bulunmadığı zaman velayet, uzak veliye geçer», İmam Şafii «Uzak
veliye geçmez, hakime geçer» demiştir.
Bu
ihtilâfın sebebi, yakın velinin hazır bulunmayışı Ölüm gibi midir diye ihtilâf
etmeleridir. Zira yakın velinin ölümü halinde velayetin uzak veliye geçtiğinde
ihtilâf yoktur. [42]
Babanın hazır olmadığı
yerde bakire kızın evlenmesi konusunda Mâliki mezhebinde bir hayli tafsilat ve
ihtilâf vardır. Çünkü bu ihtilâf, baba-' nın nerede olduğunun bilinip
bilinemediği, biliniyorsa esir olup olmadığı ve bulunduğu yerin uzak veya
yakınlığı ve bütün bu durumlarda kızın evlenmesinin bir zaruret olup olmadığı,
zaruret olduğu zaman da kızın beslenmeye muhtaç olması veyahut tehlikeli bir
duruma düşmesinden korkulması ya da her iki durumun da mevcut bulunması ve
bütün bu durumlarda kızın evlenmeye istekli olup olmaması halleriyle racidir.
Mâliki mezhebinin bütün uleması, baba esir olduğu ya da yerinin bilinmediği
veyahut biliniyorsa da uzak olduğu kız da beslenmeye muhtaç olmadığı ve tehlikeli
bir duruma düşmesinden korkulmadığı hallerde eğer kız evlenmeye istekli
olmazsa nikâhının fasid olduğunda ve eğer istekli ise, babasının esir olduğu
veyahut yerinin bilinmediği hallerde sahih olduğunda müttefiktirler. Babanın
yeri bilindiği ve fakat uzak olduğu halinde ise ihtilâf etmişlerdir. Kimisi
«kızın evlendirilmesi caizdir» demiştir ki bu, îmam Mâlik'in görüşüdür.
Abdülmelik ile İbn . Vehb de «Caiz değildir» demişlerdir.
Kızın beslenmeye
muhtaç olduğu ya da kendisi için tehlikeli bir durumdan korkulduğu veyahut bu
her iki durumun da mevcut bulunduğu zaman, . eğer babasının yeri bilinmez,
yahut bilinir de kendisi ya esir veyahut yeri uzaksa, bu üç durumda kız
evlenmeye istekli olmazsa bile nikâhı yine sahihtir. Babanın yeri eğer hem
bilinir ve hem de yakınsa -kanaatimce- nikâhın fasid olduğunda ihtilâf yoktur.
Çünkü bu durumda babayı görüp ondan izin almak mümkündür. Bununla beraber eğer
vakit dar olur ve hakim de kızın bir tehlikeye girmesinden endişe ederse
-babanın yeri yakın da olsa- maslahata binaen nikâhın sahih olması gerekir.
«Yakın velinin hazır
bulunduğu halde, uzak velinin akdi de caizdir» dediğimiz taktirde, eğer bir
kadın her ikisine de -kendisini evlendirmek için izin verir ve her biri onu bir
başka şahısla evlendirirse, ne olur? Çünkü bu durumda ya her iki akid de aynı
anda olmuş veyahut biri diğerinden önce olmuştur. Birinin diğerinden önce
olduğu zaman da hangisinin Önce olduğu ya bilinir ya bilinmez. Bilindiği zaman,
eğer her iki şahıs da kadına dokun-mamışlarsa ulema kadının birincisine
düştüğünde müttefiktirler. Fakat eğer ikinci şahıs kadına dokunmuşsa, kimisi
«Birincisine», kimisi: «İkincisine düşer» demiştir. îmam Mâlik ile Îbnü'l-Kasım
ikinci kavle, îmam Şafii ile îbn Abdilhakem de birinci kavle katılır. Her iki
şahsın akidleri aynı anda vaki olduğu zaman ise, her iki akdin de fasid
olduğunda ihtilâf yoktur.
İkinci şahsın kadına
dokunmasını muteber sayıp saymamaktaki ihtilâfın sebebi, umumun kıyas ile
çelişmesidir. Zira Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'in,
«Hangi kadın, iki veli
tarafından iki kişiyle evlendirilir se, o birincisinindir» [43]buyurduğu
rivayet olunmuştur. Bu hadisteki umum -ikinci şahıs kadına dokunsun dokunmasın-
kadının birinci şahsa düşmesini gerektirmektedir. îkinci şahsın kadına
dokunmasını muteber sayanlar da, bunu mekruh satışlarda satılan metaın elden
gitmesine benzetmişlerdir ki bu zayıf bir kıyastır.
Hangi
akdin önce vaki olduğunun bilinmemesi haline gelince: Cumhur, akdin münfesih
olduğu görüşündedir. îmam Mâlik de: «Eğer ikisinden biri kadına dokunmamışsa
münfesihtir. Yoksa kadın, dokunana düşer» demiştir. Şureyh de «Kadın
muhayyerdir. Hangisini seçerse kocası odur» demiştir ki bu, şâzz bir görüştür.
Bu görüş aynı zamanda Ömer b. Abdülaziz'den de rivayet olunmuştur[44]
Bütün ulema
müttefiktirler ki kadın, kendi emsalinin mehri kadar bir mehirle kefâetli bir
kimseye istekli olursa -babası dışında- hangi velisi onu evlendirmekten
kaçınırsa, kadın işini hakime götürür ve hakim onu evlendirir. Baba hakkında
ise, Mâliki uleması ihtilâf etmişlerdir. Ulema bu ittifaktan sonra, bu konuda
muteber olan kefâetin mahiyetinde ve kadının emsalinin mehri de kefâetten
sayılıp sayılmadığında ihtilâf etmişlerdir. Ulema ayrıca, kadının mücbir olan,
yani kendisine danışmak zorunda olmayan velisi onu kefâetsiz bir kimseyle
evlendirdiği zaman, kabul etmek zorunda olmadığında da müttefiktirler. Mücbir
veli de -yukarıda geçtiği üzere- baliğ olmayan bakire kızın babasıdır. Baliğ
olan veyahut küçük ve fakat dul olan kızın babası ile vasisinin mücbir olup
olmadığında ihtilâf vardır.
Kefâete gelince: -îmam
Muhammed b. Hasan Şeybânî'den rivayet olunan bir kavil dışında- bütün ulema
dindarlığın kefâetin şartlarından biri olduğunda müttefiktirler. O halde eğer
bir baba, kızını içki içen ya da kumar oynayan, kısacası fasık olan bir
kimseyle evlendirirse, kız bu nikâhı kabul etmek zorunda değildir ve hakim
onları birbirinden ayırır. Mâlikî mezhebinde
bu hususta ihtilâf yoktur. Malı haram olan veyahut ikide bir talak ile
yemin eden kimse de Öyledir. Baba kızını böyle bir kimse ile de evlendirdiği
zaman kız kabul etmeyebilir. Fakat soy, hürriyet, zenginlik ve sağlık da
kefâetten midir, değil midir diye ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik'ten gelen
meşhur rivayete göre Arap soylu bir kızı Arap olmayan kimse ile evlendirmek
caizdir, îmam Mâlik, Cenâb-ı Hakk'ın (c.c), "Allah katında en şerefliniz,
en çok takva sahibi olanınizdır" [45]
âyet-i kerimesi ile ihticac etmiştir. Süfyan Sevrî ile İmam Ahmed ise, «Arap
soyundan olan bir kız Arap olmayan bir kimse ile evlendirilemez» demişlerdir.
İmam Ebû Hanife de, «Kureyşî olan bir kız Kureyşîlerden başka ve Arap olan kız
da Araplardan başka bir kimse ile evlenmeye icbar edilemez» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«Kadın ile dindarlığı,
güzelliği, zenginliği ve soy üstünlüğü için evleni-. lir. Dindar olanı kaçırma
ki, elin bol olsun» [46]hadisinin
anlamında ihtilâf etmeleridir. Kimisi bu hadisten, Peygamber (s.a.s)
Efendimiz, «Dindar olanı kaçırma» buyurduğu için, «Kadında dindarlıktan başka
bir vasıf aranmamalıdır» mânâsını anlamış, kimisi de güzellikten başka,
hadisteki diğer vasıfları da, yani soy üstünlüğü ile zenginliği de aynı mânâda
görmüştür. Zira gü-zelliğin kefâetten olmadığı hakkında icma' vardır. Nikâhın
hastalıklarla bo-zulabileceğini söyleyenler, sağlığı da kefâetten saymışlardır.
Buna göre güzellik de bu yönden kefâetten sayılabilir. Babanın, bakire olan
kızını -ona danışmaksızın- kızı beslemeye gücü yetmeyen bir kimse ile
evlendirmesi halinde kızın, nikâhını bozabileceği hususunda Mâlikî uleması
müttefiktirler. Şu halde İmam Mâlik'e göre zenginlik de kefâettendir. îmam Ebû
Hanife ise bunu benimsemez.
Hürriyete gelince:
Mâlikî uleması hürriyetin de kefâetten olduğunda müttefiktirler. Çünkü, «Cariye
köle ile evli iken azadlandığinda nikâhını feshedebilir» [47]diye
sabit bir hadis vardır.
Mehr-i Misl'e gelince:
İmam Mâlik ile İmam Şafii'nin ikisi de mehr-i misi'in kefâetten olmadığını,
herhangi bir babanın, bakire olan kızını emsalinin mehrinden az bir mehirle
evlendirebileceğini ve reşid olan dul kadının, emsalinin mehrinden az bir mehre
razı olduğu zaman hiçbir velinin bu hususta söz hakkına sahip olmadığını
söylemişlerdir. İmam Ebû Hanife ise,
«Mehr-i Misi
kefâettendir» demiştir.
Baba hakkındaki bu
ihtilâfın sebebi, «Baba, bakire olan kızının mehrinde indirim yapabilir mi,
yapamaz mı?» diye ihtilâf etmeleridir. Reşid olan dul kadın hakkındaki
ihtilâfın sebebi de, «Reşid olan dul kadın -diğer mali tasarruflarında olduğu
gibi- mehrinin miktarını belirtmekte de velayet altından çıkar mı, çıkmaz mı?»
diye ihtilâf etmeleridir. Zira mehir de nikâhın bir tamamlayıcısıdır. Nikâhın
sıhhati ise velinin iznine bağlıdır. Bu duruma göre bunu, velayeti şart
koşmayanlardan çok, şart koşanlar demeliydiler. Fakat tam tersine olmuştur.
Velayetin
ahkâmı ile ilgili olarak meşhur bir mes'ele daha vardır. O da «Veli, velayet
altındaki kadınla evlenebilir mi, evlenemez mi?» mes'elesi-dir. İmam Şafii
veliyi de, hakim ile şahide kıyas ederek, «Hakim nasıl kendisi için hüküm ve
şahid de kendisi için şahidlik edemiyorsa, veli de velayeti altındaki kadınla
evlenemez» demiştir. îmam Mâlik ise bunu caiz görmüştür. Fakat îmam Mâlik
için, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in Ümmü Seleme ile velisiz olarak -zira o
zaman Ümmü Seleme'nin oğlu küçüktü- evlendiğine ve Saflyye'yi de azadlayıp bunu
ona mehir yaptığına dair olarak rivayet olunan [48] iki
hadisten başka, herhangi bir hüccet bilemiyorum. İmam Şafii'ye göre Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in evlenmelerinde asıl, bu evlenmelerin onun
hususiyetlerinden olmalarıdır. Zira bu konuda onun birçok hususiyetleri
vardır. Fakat İmam Şafii sultanın, velayeti altındaki bir kadınla evlenip
evlenemeyeceği hakkında değişik görüşlerde bulunmuştur. [49]
Evlenme akdinin ilci
şahid huzurunda yapılmasını şart koşan îmam Ebû Hanife, îmam Mâlik ve îmam
Şafii, «Şahidler akdin tamamlanması için mi, yoksa sıhhati için mi şarttır?»
diye ihtilâf etmişlerdir. Evlenme akdinin gizlilik içinde yapılmasını caiz
görmeyen bunlar, «Eğer şahidlere 'Kimseye söylemeyin' diye tavsiye edilirse,
bu akid gizlilik içinde mi olmuş, yoksa iki şahidin huzurunda yapıldığı için
gizli değil midir?» diye ihtilâf etmişlerdir, îmam Mâlik «Bu akid gizlidir.
Bunun için fesholunur», îmam Ebû Hanife ile îmam Şâfıi, 'Gizli değildir'
demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
«Evlenme akdinin şahidler huzurunda yapılması, şer'i bir emir midir, yoksa
ilerde doğacak herhangi bir' anlaşmazlık veyahut inkâra meydan vermemek için
midir?» diye ihtilâf etmeleridir. «Şer'İ bir hükümdür» diyenler, «Evlenme
akdinin iki şahid huzurunda icra edilmesi, akdin sıhhati için şarttır»
demişlerdir. «Maksat, akdi belgelendirmektir» diyenler ise, «İki şahidin
bulunması akdin tamamlanması için şarttır» demiş
lerdir. iki şahidin
şart olmasının aslı, îbn Abbas'tan rivayet olunan,
«Hiçbir evlenme,
adaletli iki §ahid ile re§id veliyi bulundurmaksızın olamaz» [50]
hadisidir. Zira Ibn Abbas'a bu hususta hiçbir sahâbî muhalefet etmemiştir.
Hatta ulemanın çoğu bunu icma' bile görmüşlerdir. Fakat bu zayıf bir görüştür.
Evet, bu hadisi Dârekutnî merfu' olarak rivâyşt etmiş, ne var ki «Senedinde
birçok tanınmayan raviler vardır» demiştir.
İmam Ebû Hanife «Fasık
olan iki şahidin huzurunda da evlenme akdi caizdir. Çünkü iki şahidin huzurunda
yapmaktan maksat, evlenmeyi ilan ve halka duyurmaktır. Bu ise, fasıklann
huzurunda da yapılsa sağlanmış olur» demiştir. îmam Şafii ise, «iki şahidin
bulunması hem ilan, hem de akdin makbuliyeti içindir» demiştir. Bunun içindir
ki imam Şafiî evlenme şahidle-rinde adalet vasfını aramıştır. îmam Mâlik'e
gelince: Ona göre şahidlere «Kimseye söylemeyin» denildiği zaman, akid gizlilik
içinde icra edilmiş olur.
Bu ihtilâfın sebebi,
«Şahidler huzurunda icra edilen akde 'Gizli' denilir mi, denilmez mi?» diye
ihtilâf etmeleridir. Evlenmeyi ilân etmenin aslı da Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in,
«Şu
evlenmeleri herkesin gözü önünde yapın ve defler çalın» hadisidir. Bunu da Ebû
Dâvûd rivayet etmiştir. Hadis, Ebû Dâvûd değil, Tirmizî [51]
tarafından rivayet edilmiştir.. Hz. Ömer (r.a.) de bir nikâh hakkında «Bu nikâh
gizliden yapılmış bir nikâhtır. Üzerinde dursam onları recmederim» demiştir.
Ebû Sevr ile bir cemaat da, «Şahidler, ne akdin sıhhati, ne de tamamiyyeti için
şart değildir» demişlerdir ki, Hz. Hasan (r.a.) da öyle yapmıştır. Zira Hz.
Hasan (r.a)'ın şahidsiz olarak evlendiği ve ondan sonra, halka duyurduğu
rivayet olunmuştur[52]
Bu
fasılda altı konu işlenecektir: Birinci konu, mehrin hükmü nedir ve rükünleri
nelerdir? -ikinci konu, kadına mehrin tamamı ne zaman düşer? -Üçüncü konu,
mehir ne zaman yanya iner? -Dördüncü konu, mehirsiz nikâh ve bu nikâhın hükmü
nedir? -Beşinci konu, fasid olan mehirlerle bu mehirle-rin hükmü nedir?
-Altıncı konu, koca ile kan arasında mehir hakkında anlaşmazlık olursa nasıl
halledilir? [53]
Bu konu -mehrin hükmü,
mehrin miktarı, mehrin cins ve vasfı ile mehrin tecili olmak üzere- dört
mes'eleden ibarettir. [54]
Bütün
ulema, mehrin akdin sıhhat şartlarından biri olduğu ve tarafların evlenme akdinin
mehirsiz olarak yapılması üzerinde anlaşmalarının caiz olmadığı hususunda
müttefiktirler. Zira Cenâb-ı Hak, "Kadınlara mehirleri-ni cömertçe
verin" [55] ve "Onlarla,
velilerinin izniyle evlenin ve örfe uygun bir şekilde mehirlerini verin" [56]
buyurmuştur. [57]
Mehir şu kadardan
fazla olamaz, diye mehrin en çoğu için belli bir had yoktur. Ulema bunda
müttefiktirler. Fakat şu kadardan az olamaz diye en azında ise ihtilâf vardır,
imam Şafii, îmam Ahmed, İshak, Ebû Sevr ve Tabiin'den Medine fukahası, «Mehrin
en azı için de belli bir had yoktur. Herhangi bir şeye fıat veya kıymet
olabilecek bir miktar, mehir olabilir» demişlerdir. İmam Mâlik'in
tabiilerinden Ibn Vehb ile bir cemaat ise, «Mehir şu kadardan az olamaz» diye
bir had koymuşlardır. Fakat bu haddin miktarında ihtilâf etmişlerdir ki, bunda
-biri imam Mâlik ile tabilerinin, biri de İmam Ebû Hanife ile tabilerinin
görüşü olmak üzere- iki görüş meşhurdur. îmam Mâlik, «Mehrin en azı altından
bir dinarın dörtte biri, gümüşten de üç dirhem veyahut üç dirhem değerinde
herhangi bir şeydir» demiştir. Mâlikîlerden kimisi de, «Bir dinarın dörtte
biri değerinde olan bir şey de mehir olabilir» demiştir, îmam Ebû Hanife de,
«Mehrin en azı on dirhemdir», kimisi «Beş dirhemdir», kimisi de «Kırk dirhemdir»
demiştir.
Mehrin en azı için
miktar tayin etmekteki ihtilâfın iki sebebivar-dır. Biri, «Mehir de -satışlarda
olduğu gibi- ister az, ister çok olsun tarafların anlaşmasına bağlı olan satış
bedellerinden bir bedel midir, yoksa sınırlı bir ibadet midir?» diye tereddüt
edilmesidir. Zira mehir kadının her şeyi daha önce kişiye haram iken onun
vasıtasıyla ona devamlı olarak helal olduğu cihetle bedele ve tarafların
alınmaması üzerinde anlaşmalarının caiz olmadığı cihetle de ibadete benzer,
ikinci sebeb de, mehrin belli bir miktardan az olmamasını gerektiren kıyasın
mehrin belli bir miktarı bulunmadığını bildiren hadis ile çelişmesidir. Kıyas
şudur: «Mehir de -yukarıda söylediğimiz gibi-bir ibadettir. İbadetler ise
sınırlı olup belli bir miktarda ı az olamazlar. Şu halde mehir de belli bir
miktardan az olamaz».
Mehrin belli bir
miktarı bulunmadığını bildiren hadis ise, sıhhati üzerinde ittifak edilen Sehl
b. Sa'd Sâidî'nin hadisidir ki, bu hadiste şöyle denilmektedir:
«Bir kadın Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in huzuruna gelip ona,
- 'Ya Rasûlallah, ben kendimi sana hibe ettim
dedi ve uzun zaman ayakta durdu. Bunun üzerine sahabilerden biri ayağa kalkıp,
- 'Ya Rasûlallah, eğer ona ihtiyacın yoksa, onu
benimle evlendir' dedi. Peygamber (s.a.s) Efendimiz sahabiye,
- 'Kadına mehir olarak verecek bir şeyin var
mı?' diye sordu. Saha-bi:
- 'Hayır, Ya Rasûlallah, şu belimdeki robamdan
başka bir şeyim yoktur' dedi. Peygamber (s.a.s) Efendimiz:
- 'Eğer robanı ona verirsen, çıplak kalıp
oturursun. Başka bir şey bul' dedi. Sahabi:
- 'Başka bir şey bulamam' dedi. Peygamber
(s.a.s) Efendimiz:
- 'Git, araştır ve demir bir yüzük olsun, bul,
getir tak' dedi. Sahabi gitti. Sonra dönüp gelerek:
- 'Ya Rasûlallah, dünyalık bir şey, demir bir
halka bile bulamadım' dedi. Peygamber (s.a.s) Efendimiz:
- 'Kur'an'dah ezberinde bir şey var mı?' diye
sordu. Sahabi:
- 'Evet, ezberimde şu sûre var, şu sûre var, şu
sûre var' diye birtakım sûreleri saymaya başladı. Peygamber (s.a.s) Efendimiz:
- 'Kur'an'dan ezberindeki sûrelere karşılık onu
seninle nikahladım' dedi» [58].
«Mehrin en azı için
belli bir had yoktur» diyenler, «Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in Sahabiye, «Git,
araştır ve demir bir yüzük olsun, bul, getir, tak» sözü, mehrin en azı için
belli bir had bulunmadığ m göstermektedir. Zira eğer belli bir haddi olsaydı,
Peygamber (s.a.s) Efendimiz sahabiye, «Şu kadar getir» diyecekti. Çünkü gerekli
olan bir hükmün beyanını -ihtiyaç anında- yapmamak caiz değildir» derler ki, bu
-görüldüğü gibi- açık bir istidlaldir. Üstelik, karşı tarafın dayandığı kıyasın
mukaddimeleri de kabule şayan değildir. Çünkü sözü geçen kıyası -biri «mehir
ibadettir», biri de «her ibadet sınırlıdır» olma!: üzere- iki mukaddimeden iba;
?ttir ki, bu her iki mukaddimede de tartışma vardır. Zira şeriatte, sınırlı
olm tyan birçok ibadetlere rastlandığı gibi mehir her ne kadar bir yönü ile
ibadeu benziyorsa da, diğer yönüyle de satış bedeline benzemektedir. Şu halde
mehir olarak verilmesi gereken şeye -şey- diyebilmek kâfidir.
Bununla beraber bu
kıyası hadise tercih edenler, hadisin hadiste bahsi geçen sahabiye has olması
ihtimaline binaen kıyası tercih etmişlerdir. Zira Peygamber (s.a.s) Efendimiz
sahabiye, «Kur'an'dan ezberindeki sûrelere karşılık onu seninle nikahladım»
buyurmuştur. Halbuki bu, -her ne kadar hadisin bazı rivayetlerinde «Peygamber
(s.a.s) Efendimiz sahabiye 'Kalk, bildiğin sûreleri ona öğret' dedi. Sahabi de
kadına öğretti» [59]deniliyor ve buna göre bu,
ücret karşılığında nikâh kabilinden oluyorsa da- usûle aykırıdır.
Fakat, mehrin
miktarını kıyas etmek için bir asıl ararlarken -her ne kadar birbirinden
uzaksa da- buna çaldığı zaman hırsızın elinin kesildiği nisab-tan daha uygun
bir benzer şey bulamamışlardır. Zira hırsızın eli de mal karşılığında istibaha
(mubah) edilir. Şu halde hırsızın eli ne miktar mal karşılığında istibaha
ediliyorsa, kadının izdivacı da o kadar mal karşılığında istibaha edilmelidir.
Halbuki bu kıyas -istibahanın müşterek bir kelime olması bakımından olduğu
için- zayıftır. Zira elin istibahası kesilmesidir, kadının istiba-hası ise
onunla izdivaç etmektir. Kesmek, elem ve acı vericidir. İzdivaç ise, lezzet ve
sevgi doğurur. Kaldı ki kesmekle izdivacın ikisi de istibahanın şümulü altında
her ne kadar toplanıyorlarsa da, kesmek başka bir şey, izdivaç başka bir
şeydir. Halbuki Kıyasü'ş-Şebeh (benzerlik kıyası) zayıf bir kıyas olmakla
beraber bu kıyasta, makis (kıyas) ile makisün aleyh'in (asıl) yalnız lafız
bakımından değil, mânâ bakımından da aynı şey olmaları ve aynı zamanda makisün
aleyh'in hükmünün makisin ona benzediği vasıftan dolayı olması gerekmektedir.
Bu kıyasta ise, bunların hiçbiri yoktur. Üstelik istibaha lafzında, onun
şümulü altına giren bu iki şeyin birbirine benzediğine bir işaret de yoktur.
Kıyasın bu çeşidi ise -muhakkiklerce- merdut bir kıyastır. Ancak şu var ki, bu
kıyası yapanlar -son derece zayıf olduğu için- onu hadise karşı mehrin belli
bir haddi olduğunu ispat için kullanmamışlardır. Hadise karşı kullandıkları
kıyas bundan kuvvetlidir. Belli bir sınır olmadığına Tir-mizî'nin naklettiği şu
hadisi delil getirmişlerdir: «Bir kadın bir çift ayakkabı karşılığında evlendi.
Rasûlullah ona, 'Nefsin ve malın için, bir çift ayakkabıya mı razı oldun?'
dedi. Kadın, 'Evet' cevabını verdi. Rasûlullah, bu evliliği caiz gördü» [60].
Mehrin belli bir
miktardan az olmasının caiz olmadığını söyleyenler, bu miktarı çaldığı zaman
hırsızın elinin kesilmesini gerektiren miktara kıyas etmekte ittifak
etmişlerse de, bu miktarda ihtilâf ettikleri için mehrin miktarında da ihtilâf
etmişlerdir. İmam Mâlik «Bir dinarın dörtte biri veyanutta üç dirhemdir»
demiştir. Çünkü ona göre hırsızın eli, ancak bir dinarın dörtte biri veyahut üç
dirhem değerinde çaldığı zaman kesilir. Eğer çaldığı, bundan az ise kesilmez.
İmam Ebû Hanife de «On dirhemdir» demiştir. Çünkü ona göre
el kesme nisabı on
dirhemdir. Ibn Şibrime de «Beş dirhemdir» demiştir. Çünkü ona göre de bu nisap
beş dirhemdir. Hanefîler ayrıca, Câbir'den rivayet ettikleri, «Peygamber
(s.a.s) Efendimiz,
«Hiçbir
mehir, on dirhemden az olamaz» [61]hadisiyle
de ihticac etmişlerdir. Halbuki eğer bu hadis sabit ise, bunca ihtilâfa hiç
mahal kalmaz. Çünkü eğer bu hadis sabit ise Sehî b. Sa'd'ın hadisinde, geçen
hükmün sahabiye has olması kesinlik kazanmış olur. Ne var ki bu hadis
-hadisçilerce- zayıftır. Zira derler ki: «Bu hadisi, Mübeşşir b. Ubeyd, Haccâc
b. Ertat'dan, Haccâc da Atâ'dan, Atâ da Câbir'den rivayet etmiştir. Mübeşşir
ile Haccac'ın ikisi de zayıf oldukları gibi, Atâ, Câbir'e yetişmemiştir». Bunun
içindir ki, «Bu hadis, Sehi b. Sa'd'ın hadisiyle çatışmaktadır» denilemez. [62]
Mehrin cinsine
gelince: Temellük (mülk edinme) edilebilen ve herhangi bir satın almada bedel
olabilen bir şey, mehir olabilir. Bunda müttefik olan ulema bu mes'elede ancak
-mehir olarak kadına bir hizmet görmek ve cariyeyi de azadlayıp bu azadlamayı
ona mehir saymak caiz midir, değil midir diye -iki konuda ihtilâf etmişlerdir.
Birinci konuda îmarn Mâlik'ten «Caizdir», «caiz değildir» ve «mekruhtur» diye
-üç kavil rivayet olunmuşsa da, bunların en meşhuru mekruh olduğuna dair
kavlidir. Bunun içindir ki İmam Mâlik, kadınla gerdeğe girmeden, bu nikâhın
feshedilebileceğini benimsemiştir. İmam Mâlik'in tâbilerinden Asbâg ile Sahnûn
da caiz olduğunu söylemişlerdir ki, İmam Şafii de buna katılır. İbnü'l-Kasım
ise, «Caiz değildir» demiştir. İmam Ebû Hanife de «Hür olan kimseler için caiz
değil, fakat köleye caizdir» demiştir.
Bu ihtilâfın iki
sebebi vardır: Biri, «Bizden önceki ümmetlerin şeriat ahkâmı -bizim hakkımızda
cari olmadığını bildiren bir delil bulunmadıkça- bizim hakkımızda da cari
midir, yoksa -bizim hakkımızda cari olduğunu bildiren bir delil bulunmadıkça-
bizim hakkımızda cari değil midir?» diye ihtilâf etmeleridir. «Bizim hakkımızda
da caridir» diyenler, "Şuayb, Musa'ya 'Bana sekiz yıl çalışmana karşılık
bu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum' dedi" [63]
âyet-i kerimesiyle ihticac etmişlerdir. «Hakkımızda cari değildir» diyenler
ise, «Caiz değildir» demişlerdir.
. İkinci sebeb de,
evlenme akdini bu konuda, kiralama akdine kıyas etmenin caiz olup olmadığında
ihtilâf etmeleridir. Zira kiralama, bedeli meçhul olan aldatmak satışlardan
müstesnadır. Çünkü satışlarda teamül, daima bilinen ve gözle görülen eşyanın,
yine bilinen ve miktarı belli olan bedellerle de-
ğiştirilmesidir.
Kiralama ise, belli ve gözle görülen bir şeyin menfaatini, sabit olmayan ve
kendi kendine miktarı belli olmayan birtakım fiil ve hareketlere karşılık
yapmaktır. Bunun içindir, ki ulema «Kiralayana, kiraladığı kim-şeye ne zaman
ücret vermesi lâzım gelir?» diye ihtilâf etmişlerdir.
Cariyeyi azadîamanın
cariyenin mehri sayılmasına gelince: İmam Dâvûd ile İmam Ahmed'den başka, bütün
İslâm ülkeleri uleması bunu caiz görmemişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu konuda varid olan hadisin, yani Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in Hz.
Safiyye'yi azadlayıp onu azadladığına karşılık onunla evlendiğine dair hadisin
ana kaideyle çelişmesidir. Kaldı ki bu, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in
hususiyetlerinden biri olabilir. Zira onun bu babta birçok hususiyetleri
vardır. Bu hadisin ana kaideye aykırılığı da şu bakımdandır: Azadlama,
mülkiyetin izalesi demektir. Herhangi bir şeyin mülkiyetini izale etmek ise, o
şeyi mülkiyetten başka bir yönden istibaha eteneyi gerektirmez. Zira cariye
azadlandığı zaman, kendisi, kendine malik olur ve bu durumda ona, evlenmek
nasıl lazım olur? Bunun içindir ki İmam Şafii «Eğer, kendisini bunun için
azadlayan kimse ile evlenmek istemezse, kendisini azadlayana, kendi kıymetini
vermesi gerekir» demiştir. Çünkü İmam Şafii'ye göre kendisi, efendisinin bu
zararına yol açmıştır. Zira efendisi, evlilik yolu ile ondan yararlanmak şartı
ile onu azadlamıştır. Halbuki bunların hiçbiri Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in
fiiline aykırı değildir. Zira eğer bu, kendisinden başkasına caiz olmasaydı,
bunu söyleyecekti. Kaldı ki asıl, onun bütün fiillerinin kendisine has olduğunu
gösteren bir delil bulunmadıkça, bizim hakkımızda da cari olmasıdır.
Mehrin vasfına
gelince: Ulema, cins ve miktarı belli olan veyahut belirtilmiş bulunan
herhangi bir şeyin mehir olabileceğinde müttefiktirler. Fakat «Kızımı sana bir
köleye veyahut hizmetçiye karşılık nikahladım» cümlesinde olduğu gibi, belli
olmayan ve belirtilmeyen bir şeyin mehir olup olamaya cağında ihtilâf
etmişlerdir. İmam Mâlik ve İmam Ebû Hanife «Olur», İmam Şafii «Olamaz»
demişlerdir. Bu duruma göre şayet bir evlenme akdi bu şekilde icra edilirse,
tmam Mâlik'e göre kadına, orta halli yani değeri ne çok düşük, ne de çok yüksek
bir kölenin verilmesi lazım gelir. İmam Ebû Hanife de, «Kadının kocası, kadına
orta halli bir kölenin kıymetini vermeğe zorlanır» demiştir.
Bu ihtilâfın
"sebebi, evlenme akdi de bu bakımdan ihtilâf ve anlaşmazlıkta satış akdi
derecesine varır mı, yoksa evlenme akdinden gaye birbirinden maddi kazanç
sağlamaktan ziyade, mutlu bir yuva kurup birbirlerinin huzur ve mutluluğuna
hizmet etmek olduğu için- varmaz mı diye ihtilâf etmeleridir. «Mehir
bakımından evlenme akdi de anlaşmazlıkta satış akdi derecesine varır»
diyenler, «Belli olmayan ve evsafı belirtilmeyen bir şey mehir olamaz»
demişlerdir. «Evlenmeden gaye, birbirlerinden maddi kazanç sağlamaktan çok,
birbirlerine hizmet ederek mutluluk temin etmek olduğu için, o dereceye varmaz»
diyenler de, «Belirsiz ve evsafı belli olmayan bir şey mehir olamaz»
demişlerdir.
Mehrin ertelenmesine
gelince: Kimisi 'Hiç caiz değildir', kimisi 'Caizdir. Fakat gerdeğe girmeden
mehrin bir kısmını peşin vermek müstehabtır» demiştir ki, bu görüş İmam
Mâlik'indir. Mehrin tecilini caiz görenlerden kimisi, «Tecil, ancak belli bir
süreye kadar caizdir» kimisi de «Ölüm veyahut boşanmaya kadar da caizdir»
demiştir.
Bu
ihtilâfın s e b e b i, tecilde evlenme akdinin de satış akdi gibi olup
olmadığında ihtilâf etmeleridir. «Onun gibidir» diyenler, Ölüm veya boşanmaya
kadar tehirini caiz görmemişlerdir. «Onun gibi değildir» diyenler ise, bunu
caiz görmüşlerdir. Hiç caiz görmeyenler de mehrin ibadet olma yönünü nazara
almışlardır. [64]
Mehrin tamamı ne zaman
kadına hak olur? Cenâb-ı Hak, "Bir eşin yerine başka bir eşi almak
isterseniz, birincisine bir yük altın vermiş olsanız bile ondan bir şey
almayın" [65]buyurduğu için, bütün
ulema, eşlerin yalnız olarak bir arada kalmasıyla veyahut ikisinden birinin
ölümü ile, mehrin tamamının kadına düştüğünde müttefiktirler. Eşlerden birinin
ölümü ile mehrin tamamının kadına düştüğüne ben şimdilik -icma'dan başka-
herhangi bir semi delil bilemiyorum. Ulema, «İki eş yalnız olarak bir arada
kaldıkları zaman, mehrin tamamının kadına düşmesi için erkeğin ona dokunması
şart mıdır, yoksa yalnız olarak bir arada kalmaları -ki buna 'Perdelerin
indirilmesi' denilir- kâfi midir?» diye ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik, İmam
Şafii ve İmam Dâvûd, «Perdelerin indirilmesiyle -eğer dokunma olmazsa- ancak
mehrin yansı lâzım gelir», İmam Ebû Hanife ise, «İkisinin yalnız olarak bir
arada kalmasıyla -eğer erkek ihramda, ya da hasta veyahut Ramazan ayında oruçlu
veyahut kadın adet halinde değilse- mehrin tamamı lâzım gelir» demişlerdir.
İbn Ebî Leylâ da mehrin tamamının bir arada kalmalanyla lâzım geldiğini
söylerken herhangi bir şeyi şart koşmamıştır.
Bu ihtilâfın sebebi,
ashab-ı kiram'ın bu konudaki hükümlerinin Kur'an-ı Kerim'in zahiri ile
çelişmesidir. Zira Cenâb-ı Hak yukarıda geçen âyet-i kerime'den sonraki âyette,
"Nasıl alırsınız ki sîz birbirinize katılmıştınız ve onlar sizden sağlam
bir teminat almışlardı" [66]
buyurarak kendisi ile halvete girilen kadından mehrin bir kısmını geri almanın
caiz olmadığını nass'en bildirmiştir. "Eğer kadınlara mehir biçer de el
sürmeden on-
lan boşarsanız biçtiğiniz
mehrin yansını verin" [67]
âyet-i kerimesinde de, kendisine el sürülmeden boşanan kadına biçilen mehrin
yansı düştüğü keza nass'en bildirilmiştir. İşte görüyorsun ki kadının her iki
durumu hakkında da, yani hem el sürülen, hem el sürülmeyen kadın hakkında nass
vardır. Bu iki durum arasında bir başka durum daha bulunmadığına göre, açıkça
anlaşılmaktadır ki mehrin tamamı ancak el sürme ile lazım gelir. El sürmeden
de murad -zahir şudur ki- cinsi yaklaşımdır. Bununla beraber lügavî mânâsı olan
bayağı dokunma mânâsında da kullanılmış olabilir. Herhalde ashab-ı kiram da
âyetten bu mânâyı anlamış olacaklardır, ki İmam Mâlik erkeklik kuvvetine sahip
olmayan kocaya, kansını boşadığı zaman -kan ile birlikte uzun zaman kaldığı
için- «Mehrin tamamı düşer» diyerek cinsi yaklaşmada bulunmadan kadınla
birlikte yalnız kalmanın mehrin tamamını gerektirdiğini söylemiştir.
Bu hususta ashab-ı
kiram'dan varid olan hükümlere gelince: Ashabın hiçbirinden, «Kapıyı kapatan ya
da perdeyi indiren kimseye mehrin tamamı lazım gelir» sözünden başka bir şey
rivayet olunmamıştır.
Ulema
bu babın fer'i olan bir mes'elede de ihtilâf etmişlerdir; İmam Mâlik'ten gelen
meşhur kavle göre, eğer koca «Ben kadına dokunmadım», kadın da «Dokundun»
derse, söz kadının sözüdür. Mâlikî'lerden kimisi, «Eğer koca, kadının yanına
zifaf için girmiş ise, söz kadının sözüdür ve eğer ziyaret için girmiş ise,
erkeğin sözüdür» kimisi de «Eğer kadın kız ise kızlığının bozulup
bozulmadığını öğrenmek için kadınlar onu muayene edeceklerdir» demişlerdir. Bu
duruma göre Mâlikî mezhebinde bu konuda üç kavil vardır. İmam Şâfıi ile
Zahirîler ise, «Söz erkeğin sözüdür. Zira erkek davalıdır» demişlerdir. İmam
Mâlik'in, yemin hakkını davalıya vermesi davalı oluşu açısından değil,
çoğunlukla davalının sözünün doğruluğu tahmin edildiği içindir. Bunun içindir
ki, davacının sözünün doğru olduğu tahmin edilen bu mes'ele gibi birçok
yerlerde İmam Mâlik, «Söz, davacının sözüdür» demiştir. B u i h t i 1 â f da,
«Yeminin davalının hakkı olduğu, bir sebebe dayanıyor mu, yoksa taabbüdî bir
emir midir?» diye ihtilâf etmelerinden ileri gelmektedir. Şahid göstermenin de
davacıya ait olduğunda aynı ihtilâf ve tartışma mevcuttur. Allah izin verirse
bunların hepsi sırası geldiğinde anlatılacaktır. [68]
Yukarıda geçtiği üzere
Cenâb-ı Hak «Eğer kadınlara mehir biçer de el sürmeden pnîan boşarsanız
biçtiğiniz mehrin yansını verin» buyurduğu için ulema, kendisine dokunulmadan
boşanan kadına biçilen mehrin yansının
üştüğünde
müttefiktirler.
Bu konuyla ilgili
bahsimiz, boşanan kadına hangi evlenme akdi ve han-i çeşit boşanma ile mehrin
yansı düşer ve eğer kadın daha boşanmamışken, ıehir olarak biçilen şey kayba
uğrar veyahut onda bir eksiklik veya artış lursa ne olur diye üç esas
hakkındadır.
İmam Mâlik'e göre
kadına mehrin yarısı, ancak evlenme akdi sahih oluğu taktirde düşer. Eğer,
akid fasid olursa İmam Mâlik'ten iki kavil rivayet lunmuştur. Boşanmaya
gelince: O da eğer kocanın arzusu ile olursa düşer, locada bir ayıp bulunduğu
için kadının isteği üzerine vuku bulan boşanma-a ise kadına bir şey düşmez.
Fakat kadının kocası kadını beslemekten veya-ut mehrini vermekten aciz bir
durumda olduğu için kadın boşanmasını is-rse, o zaman ona mehrin yansının düşüp
düşmediğinde ihtilâf etmişlerdir, albuki ya kocada bir ayıp bulunduğu için
kadın boşanmasını istemiş ya da ocası kendisini beslemekten aciz olduğu için
istemiştir, bu iki durum aracıda fark yoktur.
Kadın ile kocanın
birbirinden, nikâhın feshi yolu ile ayrılmalarına gence: Bu da, ya akdin
herhangi bir sebebten dolayı fasid oluşunda olur ve unda kadının bir ihtiyar ve
iradesi olmaz ya da akid sahih olduğu halde eş-:rden birinin irtidad etmesi
veyahut birinin diğerinin sütünü emmesi gibi bir ;beble münfesih olur. Birinci
surette kadına bir şey düşmediğinde ihtilâf oktur. İkinci surette de eğer
eşlerden biri veyahut koca buna kendi ihtiyar ve adesi ile sebeb olmamış ise
keza kadına bir şey düşmez. Eğer kocanın kuşuyla olursa kadına mehrin yarısı
düşer. Zahirî mezhebinin zahirinden ise, adına dokunma olmaksızın vuku bulan
bütün boşanmalarda boşanma ister adının isteği ile olsun, ister olmasın kadına
mehrin yarısının düştüğü, fesih oluyla vuku bulan ayrılmalarda ise, ona bir şey
düşmediği anlaşılmakta-r.
Bu ihtilâfın sebebi,
«Kendisine dokunulmadan boşanan kadına ehrin yansının düşmesi taabbüdi bir emir
midir, yoksa bir hikmet ve sebe-e dayanıyor mu?» diye ihtilâf etmeleridir. Bu
hükmün taabbüdi olmayıp ka-nda boşanma ile husule gelen manevi eksikliğin
yerini doldurmak için ol-ığunu söyleyenler, «Bir malı satın alan kimse o malı
tekrar sahibine geri rdiği zaman nasıl o malın değeri düşüyorsa, kadın da boşandığı
zaman un manevi değerinde bir eksiklik husule gelir. İşte bu eksikliğin yerini
dol-.ırmak için ona mehrin yarısı düşer. Bunun için eğer boşanma onun isteği
ile mazsa onun bu eksikliğini doldurmak için ona mehrin yansı verilir ve eğer
nun isteği ile olursa -o buna razı olduğu için- ona bir şey verilmez»
demiş-erdir. Taabbüdi olduğunu söyleyenler ise âyetin zahirine bakarak, «Bütün
poşanmalarda, yani boşanma ister kadının isteği ile olsun, ister olmasın, kadına
mehrin yarısı düşer» demişlerdir.
Biçilen mehrin kayba
uğraması veyahut mehirde bir eksiklik veya artış husule gelmesi mes'elesine
gelince: Bu da ya kendiliğinden ya kadının tasarrufu ile olur. Eğer
kendiliğinden olursa, bunda da dört ihtimal vardır: Ya mehrin tamamı gitmiş, ya
eksilmiş, ya artmış veyahut bir taraftan eksilmiş, bir taraftan da artmış olur.
Kadının tasarrufu ile olduğu zaman da, kadın ya onu satmış, ya azadlamış, ya
hibe etmiş veyahut bunların hiçbirini yapmayıp sadece onu menfaatlerinde
tasarruf etmiş veyahut gelinlik cehizi olarak kullanmış olur. îmam Mâlik'e
göre bütün bu hallerde kadın ile kocası hem kayıpta, hem artışta ve hem de
eksilmede ortaktırlar. îmam Şafii ise, «Mehrin kaybı veyahut eksilmesi halinde
koca, kadına mehrin yansı ile rücu' eder. Fakat artması halinde artan kısmın
tamamı kadına aittir» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
«Kadına dokunma daha vaki olmamışken kadın müstakar (sürekli) bir mülkiyetle
mehre malik olur mu, olmaz mı?» diye ihtilâf etmeleridir. «Müstakar bir
mülkiyetle malik olamaz» diyenler, «Eğer kadın onu kendi menfatleri arasına
sokmak suretiyle bir kusurda bulunmamış ise ikisi ortaktırlar» demişlerdir.
«Müstakar mülkiyetle malik olur. Ancak dokunma vaki olmadan boşanmasıyla bu
mülkiyet yanya iner» diyenler de, «Kadının elinde zayi olan kısmın hepsi
kadının kesesinden gitmiş olur» demişlerdir. Kadının mehri kendi menfaatlerinde
harcaması halinde ise yansını ödemekle yükümlü olduğunda ihtilâf yoktur.
Ulema, «Adet olduğu
üzere eğer kadın mehri ile kendine çeyiz'almışsa, koca bizzat bu çeyizlerin mi,
yoksa bu çeyizlerin bedeli olan mehrin mi yansıyla kadına rücu' eder?» diye de
ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik «Bizzat çeyizlerin», İmam Ebû Hanife ile îmam
Şafii ise «Mehrin yansıyla ona rücu' eder» demişlerdir.
Ulema bu babın meşhur
bir fer'i olan bir konuda da ihtilâf etmişlerdir ki o da şudur: «Bakire olan
kız veyahut cariye, eğer dokunulmadan boşanırlar-sa, kızın babası ile cariyenin
efendisi kıza veya cariyeye düşen mehrin yarısını bağışlayabilirler mi,
bağışlayamazlar mı?» îmam Mâlik, «Bağışlayabilirler», İmam Ebû Hanife ile İmam
Şafii «Bağışlayamazlar» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
"Eğer onlara mehir biçer de el sürmeden onları boşarsaniz -kendileri veya
nikâh akdi elinde olan erkeğin bağışlaması hali müstesna- biçtiğinizin yansını
verin" âyet-i kerimesinin iki mânâ ihtimalini taşımasıdır. Zira
«Bağışlama» ile tercüme ettiğimiz AFV kelimesi kâh «Vazgeçmek», kâh «Hibe
etmek» mânâsında kullanıldığı gibi, «Nikâh akdi elinde olan erkeğin» kaydmdaki
erkekten murad da, nasıl kadının velisi olabiliyorsa, kadının kocası da
olabilir. «Murad kadının kocasıdır»' diyenler, «Hibe etmek mânâsmdadır»
demişlerdir. Bir cemaat de şâzz bir görüşte bulunup, «Yalnız baba ile efendi
değil, bütün veliler kadına düşen mehrin yansını bağışlayabilirler» demiştir. Akla
öyle geliyorki bu her iki mânâ ihtimali de kuvvet bakımından eşittirler. Fakat
«Murad, kadının kocasıdır» diyenler, şeriatte bilinen bir hükmü ifade etmekten
başka bir şey söylememişlerdir. Zira herhangi bir kimsenin bir hakkını
başkasına hibe edebilmesi, şeriatte bilinen bir hükümdür. «Murad, kadının
velisidir» diyenler ise,-kadına ait olan bir haktan velisinin vazgeçebildiğim
söyledikleri için, âyetin bu mânâda daha zahir olduğunu delil ile ispat
etmeleri gerikir ki, bu da zordur.
Cumhur, henüz küçük
kadın ile hacr altındaki kadının kocasına hibe ettiği mehrin tamamı ile,
zimmetine taalluk eden mehrin yansını bağışlayamayacaktan görüşündedir.
Bir cemaat de âyette
geçen «kendileri» kelimesinin umumuna bakarak şâzz bir görüşte bulunup, «kadın
henüz küçük veyahut hacir altında da olsa, kendisine düşen bu mehrin yansını
bağışlayabilir» demişlerdir.
Ulema bu konuda,
mehrini kocasına hibe ettikten sonra ve daha kendisine dokunulmamışken boşanan
kadın hakkında da ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik «Bu kadının
kocası, kadından bir şey isteyemez», İmam Şafii ise «Mehrinin yansını ondan
isteyebilir» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
«Boşanma ile tekrar kocaya dönen mehrin yarısı, mehrin aynine mi, yoksa
kadının zimmetine mi taalluk eder?» diye ihtilâf etmeleridir. «Mehrin aynına
taalluk eder» diyenler, «Koca, kadına hiçbir şey ile rucu' edemez. Çünkü
mehrin tamamını almıştır», «Kadının zimmetine taalluk eder» diyenler ise,
«kadın her ne kadar mehrin tamamını kocasına hibe etmiş ise de, mehrin yansı
onun zimmetine taalluk ettiği için, onu kocasına Ödemesi gerekir. Çünkü
kocasına hibe ettiği mehrin tamamı rle, zimmetine taalluk eden mehrin yansı
arasında benzerlik yoktur. Bu kadın, sanki malından başka bir şeyi kocasına
hibe etmiştir» demişlerdir.
İmam
Ebû Hanife de bu mes'elede, kadının, mehrini kocasına hibe etmezden Önce onu
teslim alıp almaması halleri arasında ayırım yaparak, «Eğer teslim aldıktan
sonra hibe ederse, kocaya tekrar mehrin yansı düşer ve ;ğer teslim almadan hibe
ederse, ona artık bir şey düşmez» demiştir. Öyle görünüyor ki İmam Ebû Hanife,
koca hakkının, mehri teslim almadan mehrin aynına taalluk ettiği ve teslim
aldıktan sonra kadının zimmetine geçtiği görüşündedir. [69]
Mehirsiz olarak nikâh
kıyılır mı? Şayet kıyılırsa hükmü nedir?
Cenâb-ı Hak
"Kadınlara el sürmeden ve mehirlerini biçmeden onla-i boşarsanız size
sorumluluk yoktur" [70]
buyurduğu için mehirsiz evlenmenin cevazında müttefik olan ulema bu konuya
giren iki mes'elede ihtilâf
emişlerdir. [71]
Mehirsiz olarak nikâhı
kıyılan bir kadın kendisine mehir biçilmesini istediği zaman ne olur?
Ulemadan bir cemaat,
«Kocası ona, mehr-i misil, yani emsali olan ka-dmlann mehri kadar bir mehir
biçmek zorundadır. Bunun dışında onun için herhangi bir yetki yoktur» demiştir.
Bu cemaatten kimisi, «Eğer bu kadın, ona mehir biçildikten sonra boşanırsa,
biçilen mehrin yansı düşer», kimisi de «Ona bir şey düşmez. Çünkü onun nikâhı
mehirsiz olarak kıyılmıştır» demiştir ki İmam Ebû Hanife bunu benimser. İmam
Mâlik ile tabileri olan bir diğer cemaat de, «Kadının bu isteği karşısında koca
üç husus arasında muhayyerdir: İsterse ona bir şey biçmeden onu boşar, isterse
onun istediğim, isterse emsali olan kadınlann mehri kadar bir mehir biçer ve
onun biçtiği ne ise, ona vacib olur» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
yukarıda geçen âyet-i kerimenin mefhumunda ihtilâf etmeleridir. Kimisi «Bu âyet
umuma mahmuldür, yani kadını boşamanın sebebi, ister kadın ile kocasının mehir
hususunda anlaşamamalan olsun, ister başka bir şey olsun 'Size sorumluluk
yoktur' mânâsmdadır». Ayn-ca bu âyette "Onları -zengine kendi çapma,
fakire kendi çapma- uygun bir şekilde faydalandırın" [72]buyurulduğu
için «Size sorumluluk yoktur» deyiminden en çok, bütün hallerde mehrin düşmüş
olduğu hükmü anlaşılır» demiştir. Kimisi de, «Âyet umuma mahmul değildir. Yani
'eğer kadını onunla mehir hususunda ihtilâfa düştüğünüz için boşarsanız size
sorumluluk yoktur' mânâsmdadır. Aynca «Size sorumluluk yoktur' deyiminden de
bütün hallerde mehrin düşmüş olduğu hükmü anlaşılmaz» demiştir.
Mehirsiz olarak nikâhı
kıyılan ve kocası ona el sürmeden ve kendisi de mehir isteğinde bulunmadan
boşanan kadına bir şey düşmediğinde ise -bildiğime göre- ihtilâf yoktur.
«Kocası
ona el sürmeden boşanan kadına, eğer nikâhı kıyılırken ona mehir biçilmişse
mehrinin yansından başka bîr de MÜT'a düşer» diyenler, burada da «Kadına, hem
emsali olan kadınlara biçilen mehrin yansı, hem müt'a düşer» demeleri lâzımdır.
Zira âyet-i kerimede «Nikâhı mehirsiz olarak kıyılan kadına mehir düşmez» diye
bir işaret yoktur. Ayette ancak «Bu kadına mehir biçmeden onu boşarsanız size
sorumluluk yoktur» denilmektedir. Bu kadın, kendisine mehir biçilmesini
istediği zaman ona mehir biçmek gerektiğine göre, mehri biçilen kadın boşandığı
zaman ona, nasıl biçilen mehrin yansı düşüyorsa, buna da emsaline biçilen
mehrin yansının düşmesi gerekir. Bu görüşte olmayan İmam Mâlik bunun içindir
ki, «Eğer kocası onu boşamadan ona mehir biçmezse, emsalinin mehri ona lâzım
gelmez» demiştir. [73]
Evzâî, İmam Mâlik ve
tabileri, «karısına el sürmeden ve ona mehir biçmeden ölen kimseye mehir lâzım
gelmez. Ancak kadına mut'a ile kocasından miras düşer» demişlerdir. İmam Ebû
Hanife de «Kadına emsalinin mehri ile miras düşer» demiştir ki, İmam Ahmed ile
İmam Dâvûd da buna katılır. İmam Şafii'den ise, her iki kavil de rivayet
olunmuştur. Ancak onun tabileri, İmam Mâlik'in görüşüne uyan kavlini daha
kuvvetli bulmuşlardır.
Bu ihtilâfın sebebi,
kıyasın hadis ile gelişmesidir. Ebû Dâvûd, Nesâî ve Tirmizî'nin -sahihtir
diyerek- rivayetlerine göre bu mes'ele Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'a sorulmuş, o
da «Ben kendi görüşümü söyleyeceğim. Eğer doğru ise Allah'tandır, yanlış ise
bendendir. Kanaatimce bu kadına, yakın olan kadınların mehri ne ise, o düşer.
Ona ne eksik ne de fazla bir şey verilmez. Ayrıca ona hem iddet lâzım gelir,
hem de miras düşer» demiştir. Bunun üzerine Ma'kil b. Yesâr el-Eşcâî (r.a.)
kalkıp, «Allah için şahidlik ederim ki Peygamber (s.a.s) Efendimiz de Vaşık
kızı Bervâ hakkında böyle hükmetti» demiştir [74].
Bu hadis ile çelişen
kıyas da şudur: «Mehir de bir bedeldir. Saün alman bir malı teslim almadan o
malın bedelini ödemek mecburiyeti nasıl yoksa, kadından da yararlanılmadığı
zaman mehrini ödemenin gerekmemesi lâzım gelir».
Müzeni
de İmam Şafii'den, «Eğer bu mes'elede Vaşık kızı Bervâ'mn hadisi sabit ise,
sabit hadis dururken kıyasa yol yoktun diye söylediğini rivayet etmiştir ki, en
doğrusu da budur. [75]
Mehir,
ya lizatihi (doğrudan) fasiddir ya da onda mechullük veya özür gibi bir vasıf
bulunduğu için fasiddir. Lizatihi fasid olan mehirler; şarap domuz ve temellük
edilmesi caiz olmayan şeylerdir. Özür yüzünden mehrin fasid olması da, mehrin
satış bedeline benzediği içindir. Bu konuda da beş mes'ele vardır. [76]
Şarap, domuz, henüz
olgunlaşmaya yüz tutmayan meyvalar ve başıboş dolaşıp ele geçirile^ıeyen deve
mehir olduğu zaman, İmam Ebû Hanife, «Akid sahihtir ve mehr-i misil lâzım
gelir» demiştir. İmam Mâlik'ten de iki
kavil rivayet
olunmuştur. Birinde «Kadına el sürülsün, sürülmesin akid f siddir» demiştir ki,
Ebû Ubeyd de buna katılır. Birinde de «Eğer kadına el s rülmüşse akid yerinde
olup mehr-i misil lâzım gelir» demiştir.
Bu ihtilâfın s e b e b
i, evlenme akdinin de bu hususta satış akdi gi olup olmadığında ihtilâf
etmeleridir. «Evlenme akdi de satış akdi gibidir» c yenler, «Satış bedeli fasid
olduğu zaman nasıl satış akdi fasid ise, brrada < mehir fasid olduğu için
nikâh fasid olur» demiştir. «Nikâhın sıhhati iç mehrin sıhhati şart değildir»
diyenler ise, «Akid geçerlidir. Fakat mehr-i rr sil lâzım gelir» demişlerdir.
Kadına
el sürmeden önceki ve sonraki haller arasında ayırım yapım ise, zayıf bir
görüştür. İmam Mâlik'in usulü, lizatihi haram olan mehirlerl kendisinde bir
vasıf bulunduğu için haram olan mehirler arasında ayın; yapmasını gerektirir.
Fakat ben, bu hususta şimdilik herhangi bir nass hatı layamıyorum. [77]
Evlenme akdi ile
birlikte satış da yapılırsa, meselâ, kadın erkeğe bir kc le takdim eder, erkek
de mehrin miktarım tayin etmeden hem köleye, hem c kadının mehrine karşılık
olarak kadına bin dirhem verirse, ulema bu akdi sahih olup olmadığında ihtilâf
etmişlerdir.
İmam Mâlik ile
Îbnü'l-Kasım «sahih değildir» demişlerdir. Ebû Sev Eşheb ve İmam Ebû Hanife de
bu görüştedirler. Abdullah da ayırım yaparal «Eğer kölenin bedeli çıktıktan
sonra o bin dirhemden bir dinarın dörtte bi: kadar artarsa sahihtir, yoksa
değildir» demiştir. İmam Şafii ise, değişik gc rüşlerde bulunup bir kere
«Caizdir», bir kere «Mehr-i misil lâzım gelir» dt mistir.
Bu
ihtilâfın sebebi, nikâh da satış gibi midir, değil inidir diye ir tilâf
etmeleridir. «Satış gibidir» diyenler, «Sahih değildir», «Satış bede miktarının
belli olmaması caiz değilse de mehrin miktarı belli olmasa da C£ izdir» diyenler
ise, «Sahihtir» demişlerdir. [78]
Ulema, kızını herhangi
biriyle evlendirirken kızın mehri ile birlikti kendisine bir hediye verilmesini
şart koşan babanın bu akdi hakkında ihtilâ etmişlerdir.
İmam Ebû Hanife ile
tabileri, «Akid sahih olduğu için koşulan şart da la
zım gelir»
demişlerdir. îmam Şafii de «Akid sahih, fakat nikâh fasiddir. Kadına mehr-i
misil düşer» demiştir. îmam Mâlik de «Eğer bu şart nikâh kıyılır-ken koşulursa,
hediye kıza, nikâh kıyıldıktan sonra koşulursa babaya düşer» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
nikâh akdini bu hususta satış akdine kıyas etmeleridir. Veliyi vekile kıyas
edenler, «Herhangi biri bir başkasına vekaleten bir satış akdini yaparken
kendine bir hediye verilmesini şart koştuğu taktirde onun bu tasarrufu nasıl
bani ise, böyle bir şartın koşulduğu nikâh akdi de batıldır» demişlerdir.
«Nikâh akdi bu hususta^sanş akdi gibi değildir» diyenler ise, «Nikâh sahihtir»
demişlerdir. Bu şartın nikâh akdi içinde koşulmasıyla akitten sonra koşulması
arasında ayırım yapan tmam Mâlik ise, «Çünkü babanın akid esnasında kendine bir
hediye verilmesini şart koşması, kızının mehrini azaltmaya sebeb olabilir.
Fakat, kızın mehri üzerinde anlaşılıp nikâh kıyıldıktan sonra, bu endişeye
mahal kalmaz» düşüncesine dayanmıştır, îmam Mâlik'in görüşü, aynı zamanda Ömer
b. Abdülaziz, Süfyan Sevrî ve Ebû Ubeyd'in de görüşüdür. Nesâî, Abdürrezzak ve
Ebû Dâvûd, Amr b. Şuayb tarikiyle Amr'ın babasından, babası da dedesinden
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«Hangi
kadın, daha nikâhı kıyılmamışken bir hediye verilmesi şartıyla evlendirilirse,
bu hediye onundur. Nikâh kıyıldıktan sonra olan hediyeler ise, kime verilmişse
onundur. Kişinin, kızı ile kızkardeşinin hatırı için ikram görmesi kadar
yerinde bir şey yoktur» [79]buyurduğunu
rivayet etmişlerdir ki, îmam Mâlik'in görüşünde nass'tır. Ne var ki Amr b.
Şuayb'ın bu hadisi -Amr metnini değiştirmiştir diye- sıhhatinde ihtilâf vardır.
Ebû Ömerb. Abdilberr, «Onu sika olan kimseler rivayet ederlerse bu hadisle amel
etmek va-eibtir» demiştir. [80]
Ulema; Ayıplı olan
mehrin lazım gelip gelmediğinde ihtilâf etmişler-
Cumhûr, «Mehir ayıplı
olduğu zaman nikâh sahihtir» demiş ise de, mehrin kıymeti mi, benzeri mi, yoksa
mehr-i misil mi lâzım gelir diye ihtilâf etmişlerdir. İmam Şafii'nin bu konuda
değişik görüşleri vardır. Bir kere «Mehrin kıymeti», bir kere «Mehr-i misil
lâzım gelir» demiştir. Mâlikî ulemasından da kimisi «Mehrin kıymeti», kimisi
«Mehrin benzeri lâzım gelir»
demiştir. Ebu'l-Hasan
el-Lahmî de «Mehrin kıymeti ile mehr-i misilden hangisi daha azsa, o lâzım
gelir diyebiliriz» demiştir. Sahnûn da şâzz bir görüşte bulunup, «Mehir ayıplı
olduğu zaman nikâh fasiddir» demiştir.
Bu
ihtilâfın sebebi, «Nikâh akdi de saüş akdi gibi midir, değil midir?» diye
ihtilâf etmeleridir. «Saüş akdi gibidir» diyenler, nikâhın fasid olduğunu,
«değildir» diyenler, fasid olmadığını benimsemiştir. [81]
Ulema, «Bir kadının
nikâh akdi yapılırken 'Eğer erkek evli ise kadının mehri ikibin, bekâr ise bin
dirhem olsun' diye şart koşulursa, akid sahih midir, değil midir?» diye
ihtilâf etmişlerdir.
Cumhur, «Sahihtir»
demiştir. Fakat mehir olarak ne lâzım gelir diye ihtilâf etmişlerdir. Kimisi
«Şart caizdir ve kadına koşulan şarta göre mehir düşer» demiştir.
Bir cemaat de «Kadına
mehr-i misil düşer» demiştir ki, îmam Şafii ile Ebû Sevr bu görüştedirler.
Ancak Ebû Sevr, «Eğer
bu kadın kendisiyle gerdeğe girilmeden boşa-nırsa, ona MUTA'dan başka bir şey
düşmez» demiştir.
îmam Ebû Hanife de
«Eğer erkek evli ise kadına bin dirhem, değilse -ikibin dirhemi aşmamak şartı
ile- mehr-i misil düşer» demiştir. Nikâhın fasid olduğuna dair bir kavil daha
vardır. Fakat Mâliki mezhebinde bu kavil hakkında şimdilik bir nass hatırlayamıyorum.
Bu babın birçok
fer'leri varsa da meşhur olan mes'eleleri işte bunlardır.
Ulema mehr-i misil ile
hükmedildiği yerlerde misliyette muteber olan vasıfların neler olduğu hususunda
da ihtilâf etmişlerdir.
îmam Mâlik,
«Misliyette güzellik, soy üstünlüğü ve zenginlik derecesine bakılır».
imam Şafii «Bunların
hiçbirine bakılmaz. Kadının emsali, -bu vasıflarda ister onun gibi olsunlar,
isterse olmasınlar- ona baba tarafından akraba olan kadınlarda*».
îmam Ebû Hanife de
«baba tarafından akrabalık şart değildir. Bütün kadın akrabaları onun
emsalidirler» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi
de, «Misliyet yalnız soyda mıdır, yoksa -Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
'Kadınla;
dindarlığı, güzelliği ve soy üstünlüğü için evlenilir' buyurduğu için -hem
soyda, hem güzellikte ve hem de zenginlikte midir?» diye ihtilâf etmeleridir. [82]
Bu ihtilâf, ya mehrin
teslimi, ya miktarı, ya cinsi, ya da zamanı hakkında olur.
Eğer ihtilâf -kadının
«Benim mehrim ikiyüz dirhemdir», erkeğin de «Yüz dirhemdir» demeleri gibi-
mehrin miktarı hakkında olursa, Ulema bu ihtilâfın hal şekli hususunda ihtilâf
etmişlerdir. îmam Mâlik «Eğer erkek daha kadınla gerdeğe girmemişken
aralarında bu ihtilâf başgösterir ve her ikisi de davalarını ispat ederlerse,
her ikisi de yemin eder ve akid münfesih olur. Şayet biri yemin eder, diğeri
etmezse, söz, yemin edenin sözüdür. Eğer ikisi de yemin etmezlerse, ikisi de
yemin etmiş gibi akid yine münfesihtir. Eğer biri davasını ispat eder de,
diğeri etmezse, söz ispat edenindir. Eğer bu ihtilâf aralarında -erkek kadınla
gerdeğe girdikten sonra- baş gösterirse, söz erkeğin sözüdür» demiştir. Bir
cemaat de, «Eğer erkek yemin ederse söz onundur» demiştir ki, Ebû Sevr, îbn Ebî
Leylâ ve İbn Şibrime bu görüştedirler. Bir cemaat de «Mehr-i misle kadar, söz
kadının sözüdür. Mehr-i misilden fazla olan miktarda ise, erkeğindir», bir
cemaat de «îkisi de yemin eder ve mihr-i misle dönülür» diyerek tmam Mâlik'in
akdin münfesih olduğu görüşüne katılmamıştır. Bu da îmam Şâfıi, Süfyan Sevrî
ve bir cemaatin görüşüdür. Kimisi de «eğer mehr-i misil kadının iddia ettiği
miktardan çok ve erkeğin iddia ettiği miktardan az olmazsa, yeminsiz olarak
mehr-i misle dönülür» demiştir.
Bu ihtilâf, Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in,
«Şahid göstermek
davacıya, yemin etmek davalıya düşer» [83]
hadisinin mefhumu muallel midir, yani sebebli midir, yoksa taabbüdî bir emir
midir diye ihtilâf etmeleridir. «Mualleldir» diyenler, «Davacı ile davalının
sözlerinden hangisinin doğruluğuna kanaat daha kuvvetli ise o, yemin eder,
Şayet bu yönden ikisi eşit ise, ikisi de yemin ederler ve akid bozulur»
demişlerdir. «Muallel değildir» diyenler, «Erkek yemin eder. Çünkü kadın
erkeğin lehine nikâh ile mehrin cinsini ikrar ve aleyhine fazla bir miktar
iddia eder. Bu duruma göre erkek davalıdır» demişlerdir. Kimisi de «Durum ne
olursa olsun, ikisi de yemin ederler. Zira ikisi de davalıdırlar» demiştir. Bu
görüş de kanaati nazara almayanların görüşüdür. «Mehr-i mislin miktarına
kadar, söz kadının sözüdür. Mehr-i misilden fazla olan miktarda ise, erkeğin
sözüdür» diyenler de, erkek ile kadının hiçbir zaman davada eşit olmadıkları,
belki daima birinin diğerinden daha kuvvetli olduğu görüşündedirler. Zira
kadının iddia ettiği miktar ya mehr-i misil kadardır veyahut mehr-i misilden
azdır ki, o zaman söz onun sözüdür.
Ya da mehr-i misilden
çoktur ki, o zaman da söz erkeğin sözüdür. «Erkek ile kadının ilcisi yemin
ettikten sonra evlenme akdi bozulur» diyen İmam Mâlik ile «Mehr-i misle
dönülür» diyen îmam Şafii'nin bu ihtilâflarının sebe b i de, evlenme akdinin
satış akdi .gibi olup olmadığında ihtilâf etmeleridir. «Evlenme akdi de satış
gibidir» diyen İmam Mâlik, «Evlenme akdi bozulur», «Onun gibi değildir. Çünkü
mehir evlenme akdinin sıhhati için şart değildir» diyen îmam Şafii de, «Mehr-i
misle dönülür» demiştir. îmam Mâlik'in tabilerinden «kan ile kocanın ikisi
yemin ettikten sonra, ne bir miktar üzerinde uyuşmaları, ne de birinin
diğerinin sözüne dönüp rıza göstermesi caiz değildir» diyenlerin görüşü ise,
gayet zayıftır. Bu görüşte bulunanlar bunu da LÎÂN'a benzetmişlerdir ki bu
zayıf bir kıyastır. Kaldı ki Hân'da bile bu hükümde ihtilâf edilmiştir.
Karı ile kocanın
mehrin teslimi hususundaki ihtilâflarına gelince: Cumhur, «Eğer kadın 'Ben
mehrimi almadım' erkek de 'Sana teslim ettim' derlerse, söz kadının sözüdür»
demiştir. îmam Şâfİi, Süfyan Sevrî, İmam Ahmed ve Ebû Sevr bu görüştedirler.
îmam Mâlik ise, «Gerdeğe girmeden önce, söz kadının sözüdür. Gerdeğe girdikten
sonra ise, erkeğin sözüdün> demiştir, îmam Mâlik'in tabilerinden kimisi,
«Erkek kadının mehrini kendisine teslim etmeden ona yanaşmazdı. Bu, Medine'de
bir teamül (âdet) idi. Bunun içindir ki eğer bir yerde bu teamül yoksa, orada
-ister gerdeğe girmezden önce, isterse sonra olsun- söz kadının sözüdür»
demiştir. Halbuki ister bu teamül olsun, ister olmasın, «Erkeğin sözü yemin
ile mi dinlenir, yoksa yeminsiz olarak mı?» diye de ihtilâf etmişlerdir ki,
yemin ile dinlenmesi görüşü daha yerindedir.
Kan ile kocanın mehrin
cinsinde ihtilâflarına gelince: İmam Mâlik'in mezhebinde meşhur olan görüş
şudur: Eğer erkek kadına meselâ: «Seninle şu köle karşılığında evlendim», kadın
da «Hayır, şu elbise karşılığında evlendin» diye ihtilâf ederlerse, eğer bu
ihtilâf, henüz erkek kadınla gerdeğe girmemişken başgösterirse, ikisi de yemin
eder ve aMd bozulur. Eğer gerdeğe girdikten sonra olursa akid bozulmaz, kadına
da -eğer mehr-i misil kadının iddia ettiği şeyden çok ve erkeğin ikrar ettiği
şeyden az değilse- mehr-i misil düşer. Îbnü'l-Kassar ise, «Gerdeğe girmezden
Önceki ihtilâfta ikisi de yemin ederler, sonraki ihtilâfta ise, söz erkeğin
sözüdür» demiştir. Ashab da: «Eğer erkeğin sözü doğruluk ihtimalini taşıyorsa
-kadının sözü doğruluk ihtimalini ister taşısın, ister taşımasın- söz
erkeğindir. Eğer erkeğin sözü doğruluk ihtimalini taşımıyor, kadının ki
taşıyorsa, söz kadınındır. Eğer onunki de taşımıyorsa, o zaman ikisi de yemin
ederler ve mehr-i misle dönülür» demiştir. Ulemanın, nikâh akdinin bozulup
bozulmadığı hususundaki ihtilâflarının sebebini -Allah izin verirse- satışlar
bahsinde göreceğiz.
Kan
ile kocanın mehrin zamanı hususundaki ihtilâflarına gelince: Ancak müeccel
(ertelenmiş) olan mehirlerde düşünülebilen bu ihtilâf hakkında îmam Mâlik'ten
gelen meşhur rivayete göre imam Mâlik bunu da satışa kıyas
ederek,«Sözborçlunun sözüdür»demiştir. Bu ihtilâf, aynca«Mehir ne zaman, yani
kadınla gerdeğe girmezden önce mi, sonra mı vacib olur?» diye edilen ihtilâfla
da ilgili olabilir. Evlenme akdini satış akdine kıyas edenler, «Satın alman
malı teslim almadan onun bedelini ödemek nasıl vacib değilse, mehir de,
kadınla gerdeğe girmezden önce vacib olmaz» demişlerdir. «Mehir taabbüdi bir
emir olup -kadınla gerdeğe girilsin, girilmesin- şart koşulmuştur» diyenler
ise, «Kadınla gerdeğe girme'zden önce vacib olur» demişlerdir. Bunun içindir
ki İmam Mâlik, «kadınla gerdeğe girmeden, ona mehrin bir miktannı ödemek
müstehabtır» demiştir. [84]
Şeriatta,
hür kadınlar ancak onlarla evlenmekle, cariyeler de ancak onlara malik olmakla
helal olurlar. Helal olmanın engelleri de şeriatte -devamlı olan engellerle
devamlı olmayan engeller olmak üzere- iki kısımdır. Engel-İlklerinde ittifak
edilenler de -soy engeli, sıhriyet engeli ve süt engeli olmak üzere- üçtür.
Engelliklerinde ihtilâf edilenler de -zina ve liân olmak üzere-iki şeydir.
Engellikleri devamlı olmayanlar -sayı engeli, birlikte bir kimsenin nikâhı
altında bulunma engeli, kölelik engeli, küfür engeli, ihramda bulunma engeli,
hastalık engeli, iddet engeli, üç talak ile boşanmış olma engeli ve başkasının
nikâhı altında olma engeli olmak üzere- dokuz kısma ayrılır. Şu halde şer'an
helâl olmanın devamlı olan ve olmayan engelleri ondört tanedir. Bunun için bu
bab da ondört fasıldır. [85]
Ulema
-analar, kızlar, kız kardeşler, halalar, teyzeler, erkek ve kız kardeşlerin
kızlan olmak üzere- Kur'an-ı Kerim'de geçen yedi sınıf kadınların nikâhının
haram olduğunda müttefiktirler. Fukaha, ANA kelimesinin, bizzat seni veyahut
senin ana veya babandan birini doğuran bütün kadınlara, KIZ kelimesinin de,
senin bizzat veyahut ana ve baba tarafından doğuma ilişkin bulunan bütün
kadınlara, KÎZ KARDEŞ kelimesinin de, gerek ana-baba bir, gerek ana veyahut
baba bir kız kardeşin olan bütün kadınlara, HALA kelimesinin de, gerek bizzat
babanın ve gerek babayı doğuran erkeğin kızkardeşi olan bütün kadınlara, TEYZE
kelimesinin de gerek bizzat ananın ve gerek anayı doğuran kadının kızkardeşi
olan bütün kadınlara şamil olduğunda da müttefiktirler. İşte bu yedi sınıf
kadınlar devamlı olarak sana haramdırlar ve ulema arasında bunlann hiçbirinde
-bildiğime göre- ihtilâf yoktur. Bunun aslı da, "Analarınız, kızlarınız,
kizkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz size haram kılındı" [86]
âyet-i kelimesidir. Evlenme yolu ile dünyaya gelen hangi soy yakının olan
kadınlar sana haram ise, mülkiyet (cariye) yolu ile de dünyaya gelen bu
kadınlann sana haram olduğunda keza ittifak vardır. [87]
Sıhriyet yüzünden
kendileriyle evlenmek haram olan kadınlar dört sınıftır. Bunlardan biri üvey
annelerdir ki, bunun menşei "Babalarınızın evlendiği kadınlarla
evlenmeyin" [88]
âyet-i kerimesidir. Diğerleri de, oğulla-nn kanlan, üvey kızlar ve kaynanalardır.
Bunlann da menşei birinci fasılda geçen âyet-i kerimedir. Zira bu âyette,
"Kanlarınızın anneleri, kendileriyle gerdeğe girdiğiniz kadınların
yanınızda kalan kızları (üvey kızlar) -eğer anneleriyle gerdeğe girmemişseniz
size bir engel yoktur- ve öz oğullarınızın eşleri size haram kılındı" [89]
buyurulmuştur,
.
İşte bu dört sınıf kadınlardan üvey annelerle oğullann eşleri -kendileriyle
gerdeğe girilmese bile- sırf nikâh akdi ile ve üvey kızın da annesiyle gerdeğe
girilmesiyle haram olduklannda ulema müttefiktirler. Fakat üvey kızın haram
olması için üvey babasının yanında büyümesi şart mıdır, değil midir ve annesine
şehvetle dokunmak kâfi geliyor mu, yoksa onunla gerdeğe girmek şart mıdır ve
üvey annenin de haram olması için kızıyla gerdeğe girmek şart mıdır, yoksa
yalnız evlenme akdi kâfi midir diye ihtilâf etmişlerdir. Ulema «Bu kadınlar
nasıl sahih olan evlenme akdiyle haram oluyorlarsa, zina ile veyahut
yanlışlıkla işlenen cima ile de haram olurlar mı?» diye bu babın bir
mes'elesinde daha ihtilâf etmişlerdir ki, bununla birlikte ihtilâf edilen
mes'eleler dört olur. [90]
Üvey kızın üvey
babasına haram olması için üvey babasının yanında büyümesi şart mıdır, değil
midir? Cumhur 'Şart değil', İmam Dâvûd da 'Şarttır' demiştir.
Bu
ihtilâfın sebebi, âyette geçen «yanınızda kalan" kaydı, ihtirazı bir kayıt
mıdır, yoksa üvey kızlar çoğunlukla üvey babalan yanında kaldıklan için mi bu
kayıt getirilmiştir diye ihtilâf etmeleridir. «Üvey kızlar çoğunlukla üvey
babalan yanında kaldıkîan için bu kayıt getirilmiş olup onlarda bu vasfın
bulunması şart değildir. Zira üvey babalan yanında kalan üvey kızlarla
kalmayan üvey kızlar arasında bir fark yoktur» diyenler, «Üvey kızlar -üvey
babalan yanında büyümüş olsunlar, olmasınlar- üvey babalanna haramdırlar»,
kaydını ihtirazı bir kayıt olarak gören ve «Bu kayıt sebebi bilinmeyen bir
taabbüd'tür» diyenler de «Üvey kızın, üvey babasına haram olması için onun
yanında büyümesi şarttır» demişlerdir. [91]
Üvey kızın üvey
babasına haram olması için, üvey babasının, annesine şehvetle dokunması kâfi
midir, yoksa onunla gerdeğe girmiş olması şart mıdır?
İmam Mâlik, Süfyan
Sevrî, İmam Ebû Hanife, Evzâî ve Leys b. Sa'd, «Şehvetle dokunmak kâfidir»
demişlerdir ki, bu, İmam Şafii'nin de iki kavlinden biridir. İmam Dâvûd ile
Müzeni de, «Üvey kız, üvey babasına ancak üvey babasının annesiyle gerdeğe
girmesi neticesinde haram olur» demişlerdir. İmam Şafii'nin kendisince muhtar
olan diğer bir kavli de bu yoldadır. İmam Mâlik'in bir kavline göre kadına
şehvetle bakmak da -kadının hangi yerine olursa olsun- dokunmak gibidir. İmam
Ebû Hanife de kadının yalnız avret yerine bakmakta, İmam Mâlik'in görüşüne
katılmıştır. Bakmayı dokunmak hükmünde gören Süfyan Sevrî ise, şehvetle
bakmayı şart koşma-mıştır. İbn Ebî Leylâ ile îmam Şafii -bir kavlinde- bunlann
görüşüne katılmayıp, «Bakmanın bir tesiri yoktur» demişlerdir.
Bu
ihtilâfın sebebi, âyet-i kerimede geçen "Kendileriyle gerdeğe
girdiğiniz" kaydından, onlarla cima etmek mi, yoksa mutlak telezzüz (zevklenmek)
mi anlaşılır. Şayet mutlak telezzüz ise, bakmak da telezzüze giriyor mu,
girmiyor mu diye ihtilâf etmeleridir. [92]
İslâm fukahasının
cumhuru, «kızın nikâhı herhangi bir kimse ile kıyıldı mı - o kimse, ister
onunla gerdeğe girmiş olsun, ister olmasın- kızın annesi o kimseye haram olur»
diye müttefiktirler. Kimisi de «Üvey kızın haram olması için nasıl annesiyle
gerdeğe girmek şart ise, kaynananın da haram olması için kızıyla gerdeğe
gimıek şarttır» demiştir ki bu görüş, Hz. Ali ile İbn Abbas (r.a.)'dan da
-zayıf senetlerle-rivâyet olunmuştur.
Bu ihtilâfın sebebi,
"Kendileriyle gerdeğe girdiğiniz" kaydı, âyette iki kere geçen
"Kadınlarınız" kelimesinin her ikisine de mi, yoksa yalnız ikincisine
mi sıfattır diye ihtilâf etmeleridir. Zira ikincisi her ne kadar daha yakınsa
da birincisine de sıfat olması gramere göre caizdir. Cumhurun delillerinden
biri de, Müsennâ b. Sabbah'ın Amr b. Şuayb'dan, Amr'ın babasından, babasının
da dedesinden rivayet ettiği, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«Herhangi
bir kimse bir kadınla evlendi mi -ister onunla gerdeğe girsin, ister girmesin-
o kadının annesi o kimseye helâl olmaz» [93]
hadisidir. [94]
Ulema: «Sahih nikâh
akdinde gerdeğe girmenin haram kıldığı bu kadınlar, zina ile veyahut zina
haddini gerektirmeyen yanlışlıkla vuku' bulan cima' ile de haram olur mu, olmaz
mı?» diye ihtilâf etmişlerdir.
îmam Şafii «Bir
kadınla zina etmek, o kadının ne kızı, ne de annesiyle evlenmeye mani olmadığı
gibi, zina eden kimsenin babasının da o kadınla evlenmesine mani değildir»
demiştir. İmam Ebû Hanife, Süfyan Sevrî ve Evzâî ise, «Sahih olan evlenme
akdindeki cima' hangi kadınlan haram kılıyorsa, zina da onları haram kılar»
demişlerdir. İmam Mâlik de Muvatta'da İmam Şâfi gibi söylemiştir. İbnü'l-Kasım
ise, İmam Mâlik'ten, İmam Ebû Hanife gibi dediğini rivayet etmiştir, Sahnun da
«İmam Mâlik'in tabileri İb-nü'1-Kasım'ın görüşüne katılmayıp îmam Mâlik'in
Muvatta'daki kavlini tutmuşlardır» demiştir. Leys b. Sa'd'den de «yanlışlıkla
vuku' bulan cima' bir şeyi haram kılmaz» diye söylediği rivayet olunmuştur ki
bu, şâzz bir görüştür.
Bu ihtilâfın sebebi,
"Babalarınızın nikahladığı kadınları nikahlamayın" âyet-i kerimesinde
geçen NİKAH kelimesinden şer'i ve hı-gavî mânâlardan hangisi muraddır diye
ihtilâf etmeleridir. Zira lügatte nikâh, cinsi münasebet demektir. «Lugavî mânâ
muraddır» diyenler, «Zina ile de kadın haram olur», «Şer'i mânâ muraddır»
diyenler ise «Zina ile kadın haram olmaz» demişlerdir. «Bu hükmün sebebi baba ile
oğul ve anne ile kız arasında bulunan.hürmettir» diyenler de, «Zina ile kadın
haram olur» demişlerdir. Sıhriyet akrabalığını soy akrabalığına ilhak edenler
ise -ulemanın çoğu, zinadan doğan çocuğu neseb saymadıkları için-, «Zina ile
kadın haram olmaz» demişlerdir. Îbnü'l-Münzir'in naklettiğine göre nikâhlı
kadınla cinsi münasebetin tesirinde fukaha nasıl müttefik iseler, cariye ile de
cinsi münasebetin tesirinde müttefiktirler ve nikâhlı kadına dokunma veya
bakmanın
tesirinde
nasıl ihtilâf etmişlerse, cariyeye de dokunma veya bakmanın tesirinde de
ihtilâf etmişlerdir. [95]
Fukaha, soy
yakınlığından dolayı kendileriyle evlenmek haram olan bütün kadınların süt
sebebiyle de haram olduklarında müttefiktirler. Meselâ: Kişiyi doğuran öz
annesi nasıl kişiye haram ise, onu emziren kadın da, öz annesi mesabesinde
olup ona haramdır. Ancak bu konuyla ilgili birçok hususlarda ihtilâf
etmişlerdir ki, bunların başlıca mes'eleleri dokuz tanedir:
1- Çocuk
kadının sütünü kaç defa emerse haramdır?
2- Çocuk kaç
yaşında süt emerse haram olur?
3- Çocuk süt
emerken hangi durumda olursa müessir olur?
4- Çocuğun,
memeyi ağzıyla tutup emmesi şart mıdır, yoksa, sütü çocuğun ağzına dökmek
suretiyle ona içirmek de kâfi midir?
5- Çocuğun
yuttuğu süt başka bir maddeyle de karışık olursa zararı var mıdır, yoksa sütün
saf olması şart mıdır?
6- Süt,
çocuğun vücuduna ağız yoluyla girmesi şart mıdır, yoksa herhangi bir aletle
vücuduna sokmak da kâfi midir?
7- Çocuğu
emziren kadın nasıl çocuğun annesi yerine geçiyorsa, kadının kocası da çocuğun
babası yerine geçer mi?
8- Süt emme
olayına kimler şahid olabilir?
9- Kimlerin sütü muteberdir, erkek ya da ölmüş kadının da sütü muteber
midir? [96]
Kadının nikâhını haram
kılan sütün miktarı hakkında kimisi bir had koymamıştır. îmam Mâlik ile
tabilerinin mezhebi olan bu görüş Hz. Ali (r.a.) ile İbn Mes'ud (r.a.)'dan da
rivayet olunmuştur. İbn Ömer ile İbn Abbas (r.a.) da bu görüştedirler. Bunlara
göre emilen süt ne kadar olursa olsun kadının nikâhını haram kılar. Aynı
zamanda İmam Ebû Hanife ile tabileri, Süfyan Sevrî ve Evzâı de bu
görüştedirler. Bir cemaat da 'Nikâhı haram kılan sütün miktarı için belli bir
had vardır' demiştir ki, bunlar da üç gruba ayrılmaktadırlar. Bir grup, 'Bir
veya iki defa emmekle nikâh haram olmaz. Ancak ne zaman ki üç defa emerse
muteber sayılır' demiştir ki Ebû Ubeyd'le Ebû Sevr bu görüştedirler. Bir grup
da 'Defalar beşten aşağı olursa nikâhı haram kılmaz» demiştir. İmam Şafii de bu
görüştedir. Bir grup da 'Müessir olan süt, en az on defa emilen süttür'
demiştir.
Fukahanınbumes'eledeki
ihtilâflarının sebebi,gerekKur'an-ı Kerim'deki umumun, tahdid hakkında varid
olan hadislerle ve gerek hadislerin birbirleriyle çelişmeleridir. Kur'an-ı
Kerim'deki umum, "Sizi emzirmiş olan süt analarınız da size haram
kılındı" âyet-i kelimesidir. Zira âyette, «Sizi şu kadar defa emzirmiş
olan süt analarınız» diye bîr kayıt yoktur. Bu hususta birbirleriyle çelişen
hadisler de mânâ itibarıyla iki tanedir: Biri, Müslim'in Ifc. Âişe ile
Ümmü'1-Fâdl (r.a.) tarikiyle getirdiği, «Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
«Bir veya iki defa
emmek, nikâhı haram kılmaz» [97]
hadisiyîe aynı mânâdaki hadislerdir. Müslim bu hadisi bir üçüncü yolla da
rivayet etmiştir ki, o da,
«Ne bir emziriş ne de
iki, nikâhı Haram kılmaz» şeklindedir.
İkinci hadis de
Sehle'nin «Peygamber (s.a.s) Efendimiz Salim hakkında bana hitaben, buyurdu» [98]
hadisidii ki, Hz. Âişe'nin de bu mânâda bir hadisi vardır. Bu hadis de
şöyledir: «Bu âyet ilk nazil olduğu zaman,
'Sizi on defa
emzirdikleri bilinen süt ana-iJîınız' şeklinde idi. Sonra nesholunup, Sizi beş
defa emziren süt analarınız'oldu ve Peygamber (s.a.s) Efendimiz vefat edinceye
kadar da bu, Kur'an'da okunurdu» [99].
Kur'an-ı
Kerim'in zahirini tercih edenler, «Bir-iki defa da nikâhı haram kılar» demişlerdir.
«Hadisler âyeti tefsir ederler» şeklinde âyet ile hadisleri telif eden ve «Ne
bir defa emmek, ne de iki, nikâhı haram kılmaz» hadisinin DEULÜ'L-HİTABI'nı
Salim'in hadisinden anlaşılan Delîlü'l-Hitab'a tercih edenler, «Üç ve üçten
fazlası haram kılar» demişlerdir. Zira «Ne bir defa emmek, ne de iki, haram
kılmaz» hadisinin Delîlü'1-Hitabı'ndan «Üç ve üç defadan fazlası haram kılar»,
«Onu beş defa emzir» hadisinin Delîlü'1-Hita-bı'ndan da «Beşten aşağısı haram
kılmaz» diye anlaşılmaktadır. îctihad da, bu iki delilden hangisinin daha
kuvvetli olduğunu kestirmektir. [100]
Ulema, çocuk daha iki
yaşını doldurmamışken süt emmesinin müessir olduğunda müttefik iseler de iki
yaşından büyük olan çocuğun emmesinde ihtilâf etmişlerdir.
îmam Mâlik, îmam Ebû
Hanife, imam Şafii ve bütün fukaha, «Büyüğün emmesi müessir değildir». îmam
Dâvûd ile Zahirîler ise «müessirdir» demişlerdir ki, Hz. Aişe'nin de görüşü
budur. İbn Mes'ud, Ibn Ömer, Ebü Hti-reyre, îbn Abbas ve Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in diğer zevceleri de cumhurun görüşündedirler.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu konudaki rivayetlerin birbirleriyle çelişme-sidir. Zira bu konuda iki hadis
varid olmuştur: Biri, yukarıda geçen Sâlim'in hadisidir, biri de, Müslim ile
Buhârî tarafından rivayet olunan, Hz. Aişe'nin, «Peygamber (s.a.s) Efendimiz
bir gün eve geldiğinde yanımda bir adam vardı. Peygamber (s.a.s) Efendimiz
adamı görünce rengi bozuldu ve yüzünden canının sıkıldığını sezdim, Ona:
- 'Ya Rasûlallah,
adam, benim süt kardeşimdir' dedim. Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
'Süt kardeşlerinizin
kimler olduğuna dikkat ediniz. Muteber olan süt, açlığını yalnız sütle
giderebilen çocuğun emdiği süttür' buyurdu» [101]hadisidir.
Bu
hadisi tercih edenler, «Çocuğa gıda yerine geçmeyen süt muteber değildir. Çünkü
Sâlim'in hadisi, muayyen bir şahıs hakkında varid olmuştur. Peygamber (s.a.s)
Efendimizin zevceleri de bunu sırf Salim için bir ruhsat bilirlerdi»
demişlerdir. «Hz. Aişe'nin hadisi ma'luldür. Çünkü kendisi onunla amel
etmiyordu» diyenler ise, «Büyüğün de süt emmesi muteberdir» demişlerdir. [102]
Ulema, iki yaşını
doldurmadan süte ihtiyacı kalmadığı için sütten kesilen ve bundan sonra bir
kadın tarafından emzirilen çocuk hakkında ihtilâf etmişlerdir, îmam Mâlik «Bu
çocuğun emdiği süt muteber değildir», îmam Ebû Hanife ile imam Şafii ise,
«Bununla da nikâh haram olur» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
«Muteber olan süt, açlığını yalnız sütle giderebilen çocuğun emdiği süttür»
hadisinin mefhumunda ihtilâf etmeleridir.
Zira bu hadis ile Peygamber
(s.a.s) Efendimiz, çocuğun -sütten kesilmiş olsun olmasın- süte muhtaç olduğu
çağda -ki bu da süt emme yaşıdır- emdiği sütü de kasdetmiş olabildiği gibi,
henüz sütten kesilmeyen çocuğun emdiği sütü de kasdetmiş olabilir. Şu halde bu
ihtilâf, ihtiyaçtan dolayı emilen sütte muteber olan, .çocukların tabii
ihtiyacı mıdır, -ki bu da süt emme yaşıdır-yoksa, bizzat sütü emen çocuğun süte
olan ihtiyacı mıdır -ki bu da tab'an mevcud ise de, çocuğun sütten kesilmesiyle
ortadan kalkmış olur- diye ihtilâf edilmesiyle ilgilidir.
Süt emmenin tesirinde
muayyen yaşı şart koşanlar da, bu muayyen yaşın ne kadar olduğunda ihtilâf
etmişlerdir. Kimisi «İki yıla kadardır» demiştir» İmam Züfer bu görüştedir.
İmam Mâlik de, kendisinden rivayet olunan bir kavle göre, «İki yıldan bir ay»,
bir kavle göre de «Üç ay da fazla olsa yine de muteberdir» demiştir. İmam Ebû
Hanife de «İki sene altı ay» demiştir.
Bu
ihtilâfın s e b e b i, yukarıda geçen süt emme âyetiyle yine yukarıda geçen
Hz. Aişe'nin hadisi arasında çelişme bulunduğunu zannetmeleridir. Zira
"Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler" [103]âyeti
kerimesinden iki yaşını dolduran çocuğun açlığını yalnız sütle gideremez
olduğu sezilmektedir. «Muteber olan, açlığını yalnız sütle giderebilen çocuğun
emdiği süttür» hadisinin umumu ise çocuk yalnız sütle yetindiği müddetçe emdiği
sütün müessir olmasını ifade etmektedir. [104]
Çocuğun ağzına dökmek
suretiyle ona süt içirildiği takdirde, İmam Mâlik «Bununla da nikâh haram
olur», İmam Dâvûd ile Ata da «Haram olmaz» demişlerdir.
Bu
ihtilâfın sebebi, muteber olan, sütün çocuğun kamına -ne şekilde olursa olsun
mu, yoksa alışılan şekilde mi girmesidir diye ihtilâf etmeleridir. «Muteber
olan, sütün, çocuğun karnına alışılan şekilde girmesidir. Çünkü ancak öyle
olursa, ona 'Süt emme' denilir» diyenler, «Çocuğa sütü içir-menin bir tesiri
yoktur» demişlerdir. «Ne şekilde olursa olsun, sütün girmesidir» diyenler ise,
«Çocuğa sütü içirmek de nikâhı haram kılar» demişlerdir. [105]
Çocuğun, başka bir
madde ile karışık olarak sütü yutması mes'elesine gelince: Ulema bunda da
ihtilâf etmişlerdir. Îbnü'l-Kasım, «Süt, su veyahut bir başka madde içinde
istihlâk edildikten sonra çocuğa içirilirse bununla nikâh haram olmaz» demiştir.
îmam Ebû Hanife ile tabileri de bu görüştedirler.
İmam Şafii, Ibn Habib,
Mutarrif ve îmam Mâlik'in tabilerinden îbnü'l-Mâcişûn da, «Çocuk, yalnız sütü
içtiği zaman nasıl onunla hürmet vaki oluyorsa, başka bir madde içinde
istihlâk edilmiş olarak da içtiği zaman, hürmet vaki olur» demişlerdir.
Bu
ihtilâfın sebebi, «Necis bir sıvının temiz bir maddeye karışması halinde
üzerinden nasıl necaset hükmü kalkmıyorsa, süt de bir başka maddeye karıştığı
zaman, üzerinden hürmet hükmü kalkar mı, kalkmaz mı?» diye ihtilâf etmeleridir.
Temiz olan bir suya, temiz bir maddenin karışması halinde eğer ona hâla su
deniliyorsa, başka şeyleri temizler, yoksa temizleyemez, örneğinde olduğu gibi
bu hususta muteber olan asıl, ona «süt» denilip denil-mediğidir. [106]
Sütün,
çocuğun vücuduna ağız yoluyla girmesinin şart olup olmadığın-daki
ihtilâfınsebebi, dördüncü mes'eledeki ihtilâfın sebebi olabildiği gibi, «Ağız
yoluyla olmadığı zaman süt karına girer mi, girmez mi?» diye tereddüt etmeleri
de olabilir. [107]
'Çocuğu emziren
kadının kocası da çocuğun babası olur mu ve hakiki baba ile çocukları arasında
mevcud olan hürmet hükmü bunların da arasında cari olur mu?' -ki buna kocanın
sütü deniliyor- diye ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik, İmam Ebû
Hanife, İmam Şafii, İmam Ahmed, Evzâi ve Süfyan Sevrî, 'Kocanın sütü nikâhı
haram kılar», bir cemaat de «Haram kılmaz» demişlerdir.
Hz. Ali ile İbn Abbas
birinci, Hz. Âişe, İbn Zübeyr ve İbn Ömer de ikinci kavli benimsemişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,Kur'an-ıKerimrinzahiriile,Müslim,Buhârive
îmam Mâlik'in rivayet ettikleri Hz. Âişe'nin meşhur hadisi arasında bulunan
çelişmedir.
Hz. Âişe şöyle
demiştir; «Örtünme âyeti nazil olduktan sonra Ebu'l-Kais kabilesinden Eflah
gelip yanıma girmek için izin istedi. Ona izin vermedim ve Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'e sordum. Peygamber (s.a.s) Efendimiz bana
'Senin amcandır, ona
izin ver' dedi.
Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'e 'Kadın, beni emzirmiştir, erkek emzir-memiştir' dedim. Peygamber
(s.a.s) Efendimiz tekrar,[108]
'Senin amcandır. Senin yanına girsin' dedi»
«Kur'an-ı Kerim'in
"Sizi emzirmiş olan süt analarınızla sütten kiz-kardeşleriniz size haram
kılındı" [109]
âyet-i kelimesiyle Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in, Doğurmaktan dolayı nikâhları düşmeyen
kimseler, emzirmeden dolayı da nikâhları düşmez» [110]
hadisinde bildirilmeyen bir hüküm bu hadiste bildirilmiştir» diyenler,
«Kocanın sütü de nikâhı haram kılar» demişlerdir. "Sözü geçen âyet ile
hadisin süt emmeyle ilgili bütün ana hükümleri bildirmiş olmalan gerekir. Zira
herhangi bir hükmü gerektiği zaman bildirmeyip başka zamana bırakmak caiz değildir"
diyenler ise, «Eğer Hz. Âişe'nin hadisi ile amel edilirse, bu hadis, sözü geçen
âyet ve hadiste bildirilmeyen bir hükmü ifade ettiği için onları neshet-miş
olması lâzım gelir. Kaldı ki hadisi rivayet eden Hz. Âişe iken, kendisinin
görüşü koca sütünün nikâhı haram kılmadığı yolundadır. Ayrıca, herhangi bir
mes'elenin meşhur ana hükümlerini beyan eden naslan nadir ve özellikle muayyen
şahıslar hakkında varid olan hadislerle reddetmek zordur. Bunun içindir ki Hz.
Ömer, Faüma b. Kays'ın bir hadisi hakkında 'Biz Allah'ın kitabını bir kadının
hadisi ile terkSdemeyiz' demiştir» açıklamasını yapmışlardır. [111]
Süt emme olayına
şahidîik edebilecek kimseler hakkında da kimisi, «Ancak iki kadının şahidliği
kabul olunur» kimisi, «Dörtten aşağı kadınlann şahidliği kabul olunmaz»
demiştir ki, îmam Şafii ile Atâ bu görüştedirler. Kimisi de «Bir kadının da
şahidliği kabul olunur» demiştir. «İki kadının şahidliği kabul olunur»
diyenlerden de kimisi, şahidîik yapmadan önce iki kadının bunu söylemiş
olmalarının halk arasında yayıldığını şart koşmuştur.
îmam Mâlik ile
Îbnü'l-Kasım bu görüştedirler. Kimisi de şart koşmamışlar. Bu da Mutarrif ile
Ibnü'l-Mâcişûn'un görüşüdür. «Bir kadının da şahidliği kabul olunun>
diyenlerden de kimisi kadının daha önce, süt emme olayını söylemiş olduğunun
halk arasında yayıldığım şart koşmamışur. îmam Ebû Hanife bu görüştedir. Kimisi
de şart koşmuştur ki, îmam Mâlik'ten gelen bir rivayet bu yoldadır. îmam
Mâlik'ten «îkiden aşağı kadınların şahidliği kabul olunmaz» dediği de rivayet
olunmuştur.
«Dörtten aşağı
kadınların şahidliği kabul olunmaz» diyenlerle «iki kadının şahidliği kabul
olunur» diyenler arasındaki ihtilâfın sebebi, «Erkeğin şahidliğine imkân
bulunmayan hususlarda iki kadının şahidliği bir er-1 keğin şahidliği yerine
geçer mi, yoksa iki kadının şahidliği kâfi midir?» diye ihtilâf etmeleridir ki,
bu mes'ele şehâdetler bahsinde -Allah izin verirse- gelecektir.
Bir kadının
şahidliğinin kabul olunup olunmadığı hususundaki ihtilâfın iki sebebi vardır.
Biri rivayet olunan bir hadisin, üzerinde icma' edilen «tki erkekten aşağı
kimselerin şahidliği kabul olunmaz» ana kaidesine uymayışıdır. Biri de «Bu gibi
şeylerde kadınların hali, erkeklerin halinden daha zayıf mıdır, yoksa kadınlar
da erkekler gibi midir?» diye ihtilâf etmeleridir. Halbuki bir kadının
şahidîiğinin kabul olunmadığında icma' vardır. \na kaideye uymayan hadis de
şudur: Ukbe b. el-Hâris, Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'e,
-
'Ya Rasûlallah, ben bir kadınla evlendim. Şimdi de kadının biri gelmiş, 'Ben
ikinizi emzirdim, diyor' dedi. Peygamber (s.a.s) Efendimiz, 'Ne olursa olsun.
Madem ki böyle bir şey söylemiştir, ondan vazgeç' dedi» [112].
Kimisi bu hadis ile ana kaideyi te'lif etmek üzere bunu nedbe (mendubluğa)
hamletmiştir ki, en uygunu da budur ve îmam Mâlik'ten gelen bir rivayet de bu
yoldadır. [113]
Büyük-küçük, aybaşı
halinden kesilen-kesilmeyen, kocah-kocasız, gebe olan-olmayan bütün kadınların
herhangi bir çocuğu emzirmesinin nikâhı haram kıldığında müttefik olan ulemadan
kimisi şâzz bir görüşte bulunup, «Erkeğin de emzirişi nikâhı haram kılar »
demiştir. Halbuki bu, tabiatta mevcut olmayan bir şeydir. Nerede kaldı ki
bunun için şeriatta bir bab bulunsun. Şayet erkeğin sütü olsa bile, ancak
kelimenin müşterek olmasıyla «Süt» denilebilir.
Ulema
bu babta, ölmüş olan kadının sütünde de ihtilâf etmişlerdir. Bu ihtilâfın
sebebi, âyetteki umumun buna da şâmil olup olmadığında ihtilâf etmeleridir. Halbuki
ölen kadının da sütü yoktur. Şayet olsa, ona da ancak kelimenin iştirakiyle
«Süt» denilebilir. Bu mes'ele de hiç vaki olmayan bir mes'eledir. Şu halde bu
mes'ele de hakikati bulunmayan ve ancak lafta kalan bir mes'eledir. [114]
Ulema, zina eden
kadının evlenmesinde ihtilâf ederek cumhur «caizdir», kimisi de «caiz
değildir» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
"Zina eden kadınla da, ancak zina eden veyahut putperest bir erkek
evlenebilir. Bu, mü'minlere yasak edilmiştir"
[115] âyet-i kerimesinden maksat zinayı yermek mi, yoksa
zina eden kadınlarla evlenmeyi yasaklamak mıdır ve âyetteki bu kelime, zinaya
mı, evlenmeye mi işarettir diye ihtilâf etmeleridir. Cumhur bu âyeti, zinayı
yermeye hamlet-miştir. Çünkü rivayet olunduğuna göre adamın biri, Peygamber
(s.a.s) Efen-dimiz'e,
- 'Benim karım, kendisine dokunmak isteyen hiç
kimsenin elini geri tepmez' demiş ve Peygamber (s.a.s) Efendimiz ona,
- 'Onu boşa' diye emretmişse de, adam
- 'Ben onu severim' deyince, Peygamber (s.a.s)
Efendimiz,
- 'Öyle ise onu yanında tut' demiştir» [116]
Kimisi de bu âyete dayanarak, «Zina, nikâhı bozar» demiştir.
Kocasıyla
mülâane eden kadının tekrar kocasıyla evlenip evlenemediği mes'elesini de LİAN
bahsinde anlatacağız. [117]
İslâm uleması, hür
olan bir erkeğin dörde kadar kadınlarla evlenebildi-ğinde müttefik iseler de
köleler ve dörtten fazla kadınlar hakkında ihtilâf etmişlerdir, îmam Mâlik,
kendisinden gelen meşhur rivayete göre, «Köleye de dört kadınla evlenmek
caizdir» demiştir ki, Zahirîler de bu görüştedirler, imam Ebû Hanife ile İmam
Şâfîi ise, «Köle ikiden fazla kadınla evlenemez» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
köleliğin, zina eden hüre lazım gelen cezayı yarıya düşürdüğü gibi hürün
evlenebildiği kadınların sayısını da yarıya düşürüp düşürmediğinde ihtilâf
etmeleridir. Zira bütün fukaha müttefiktirler
ki, zina eden köleye
hüre lâzım gelen cezanın yansı lazım gelir. Kölenin, karısını boşama
yetkisinde olduğu görüşünde olan ulemaya göre boşama sayısında da durum
böyledir.
Dörtten fazla
kadınlarla evlenmeye gelince: Cenâb-ı Hak, "Hoşunuza giden kadınlarla iki,
üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz" [118]
buyurduğu ve nikâhı altında on tane kadın bulunduran Geylân adındaki adamın
müslüman olduğu zaman, Peygamber (s.a.s) Efendimizin kendisine,
«Dört taneyi yanında tut, gerisinden aynî» [119]dediği
rivayet olunduğu için, cumhur, beşinci kadınla evlenmenin caiz olmadığı
görüşündedir. Bir grup da «Kadınlarla dokuza kadar evlenile-bilir» demiştir.
Bunlar herhalde âyette geçen sayıların toplamını almışlardı[120]
Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı
Kerim'de, "Size, iki kızkardeşi birarada almak suretiyle evlenmek haram
kılındı" [121]buyurduğu
için, ulema, evlenme akdiyle iki kızkardeşi birarada almanın caiz olmadığında
müttefik iseler de, satın almakla kızkardeş iki cariyeyi birarada almanın caiz
olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Cumhur bunun da caiz olmadığı
görüşündedir. Bir grup da caiz olduğunu söylemiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
"Size iki kızkardeşi birarada almak suretiyle evlenmek haram
kılındı" ile âyetin sonunda gelen "Maliki bulunduğunuz cariyeler
bundan müstesnadır" istisnasındaki umum arasında bulunan çelişmedir. Zira
bu istisna, âyetin ihtiva ettiği en yakın olan yasakla ilgili olabildiği gibi
istisnaya girmediğinde icma* edilen yasaklar dışında bütün yasaklarla da ilgili
olabilir ki, o zaman âyetteki umum olduğu gibi kalır. Bilhassa eğer iki
lazkardeşi birarada almanın caiz olmadığına, aralarındaki kardeşliğin şefkat
ve sevgisini sebeb gösterirsek..Zira bu sebeb aynıyla cariyelerde de
mevcuttur.
Kardeş iki cariyeyi
birarada almanın caiz olmadığını söyleyenler, birisini evlenme ile, diğerini
de satın almayla almanın caiz olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik
ile îmam Ebû Hanife bunun da caiz olmadığını, İmam Şafii ise caiz olduğunu
söylemişlerdir.
îki kızkardeşi
birarada almanın caiz olmadığında müttefik olan ulema, -bildiğime göre- bir
kadınla halasım ya da teyzesini de birarada almanın caiz olmadığında
müttefiktirler. Zira tevatür yoluyla Ebû Hüreyre (r.a.)'den geldiği sabittir
ki, Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
«Bir kadınla ne halası
ne de teyzesi birarada alınamaz» [122]
buyurmuştur. Ulema, HALA'mn, seninle bizzat ya da bir başka erkek vasıtasıyla
kan akrabalığı olan her erkeğin, TEYZE'nin de seni ya bizzat ya da bir başka kadın
vasıtasıyla doğuran her kadının kızkardeşi demek olduğunda müttefiktirler.
Ulema
bu hadisin, kendisinden husus murad olan bir hâs kabilinden mi yoksa umum murad
olan bir hâs kabilinden mi olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Kendisinden umum
murad olan hâs kabilinden olduğunu söyleyenler de «Bundan hangi âmm
kastedilmiştir» diye ihtilâf etmişlerdir. Bir cemaat -ki ulemanın ekseriyetidir
ve cumhur da onların görüşündedir-: «Hâs'tır ve ondan husus murad olup hürmet,
hadiste zikredilen hala ve teyzeden başka kimseye geçmez» demiştir. Bir grup
da, «Ondan umum muraddır ki, o da, aralarında -birbirleriyle evlenmelerine mani
olsun-olmasın yakın bir akrabalık bağı bulunan kimselerdir». Şu halde bunlara
göre iki amca kızını, iki hala kızını, iki dayı kızını, bir kadınla amcası ya
da halası kızını birarada almak caiz değildir. Kimisi de, «Aralarında biri
erkek, diğeri de kadın farzedil-diği takdirde birbirleriyle evlenmelerine mani
olan akrabalık bağı bulunan iki kadını birarada nikâh altına almak caiz
değildir» demiştir. Bunlardan kimisi bunu her iki taraf için de. itibar etmiş,
yani eğer iki kadından herhangi biri erkek farzedildiği zaman birbirleriyle
evlenmeleri caiz olmazsa ikisini birarada almak caiz değildir. Fakat eğer biri
erkek farzedildiği zaman birbirleriyle evlenmeleri caiz olmaz, lâkin diğeri
erkek farzedildiği zaman birbirleriyle evlenmeleri caiz olur ise, ikisini
birarada almak caizdir, demiştir. Buna göre bir kişinin dul karısıyla, diğer
bir kandan olan kızını birarada almak caizdir. Zira her ne kadar kız erkek
farzedildiği zaman -kadın babasının karısı olduğu için- kadınla evlenmesi caiz
olmuyorsa da, kadın erkek farzedilirse kazı alabilir. Çünkü o zaman bir
yabancının kızı olmuş olur. îmam Mâlik'in tabileri tarafından benimsenen kaide
budur. Diğerleri ise, kişinin dul karısıyla bir başka karısından olan kızım
birarada almayı caiz görmemişlerdir. [123]
Ulema, kölenin cariye
ile ve hür olan kadının -eğer kendisi ve velileri razı olurlarsa- köle ile evlenebildiklerinde
müttefik iseler de, hür olan erkeğin cariye ile evlenebildiğinde ihtilâf
etmişlerdir. Kimisi, «Mutlaka evlenebilir» demiştir ki, İbnü'l-Kasım'ın meşhur
olan görüşü budur. Kimisi de «Eğer hür bir kadınla evlenmeye gücü yetmiyor ve
bekâr kaldığı taktirde zina işleyeceğinden korkuyorsa, evlenebilir, yoksa
evlenemez» demiştir. Bu da İmam Mâlik'in meşhur olan görüşüdür ve İmam Ebû
Hanife ile İmam Şafii de bu görüştedirler.
Bu ihtilâfın sebebi,
"Sizden, hür ve mü'min kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimseler,
ellerinizdeki mü'min cariyelerinizden alsınlar" [124]
âyet-i kerimesinin Delîlü'l-Hitab'ı ile "İçinizdeki bekârları ve köle ile
cariyelerinizden iyi olanları evlendiriniz" [125]
âyet-i kerimesinin umumu arasında bulunan çelişmedir. Zira birinci âyetin
Delîlü'l-Hitabı'ndan kişinin cariye ile ancak, hür ve mü'min kadınlarla
evlenmeye gücü yetmediği ve bekâr kaldığı taktirde zinadan korktuğu zaman,
evlenebileceği anlaşılmaktadır. İkinci âyetin umumu ise, cariyeleri hür ile
de, köle ile de, hür de, ister hür ve mü'min kadınlarla evlenmeye gücü yetsin,
ister yetmesin, ister zinadan korksun, ister korkmasın, evlendirmenin cevazını
gerektirmektedir. Fakat burada Delîlü'l-Hitab -Allah bilir- umumdan daha
kuvvetlidir. Zira bu umumda cariyelerin evlendirileceği kimseler de aranan
şartlara değinilmemiştir. Çünkü bu âyetten maksat, cariyelerin evlendirilmesini
ve fakat eğer kendileri evlenmek istemiyorlarsa evlenmeye zorlanmamalarını
emretmektir. Ayrıca, bu emir cumhura göre nedbe (mendub oluşa) mahmuldür. Kaldı
ki, cariye ile evlenen kimse, çocuğunun köle olarak doğmasına rıza göstermiş
olur.
Cariye ile
evlenebilmeyi yukarıda geçen iki şarta bağlayanlar, bu babın meşhur olan iki
fer'inde ihtilâf etmişlerdir:
1- Hür bir
kadınla evli bulunan kimse, hür bir kadınla evlenmeye gücü yeter sayılır mı,
sayılmaz mı? İmam Ebû Hanife «Sayılır», diğerleri «Sayılmaz» demişlerdir. İmam
Mâlik'ten de bu hususta iki rivayet gelmiştir.
2- Bu iki
şart kendisinde bulunan kimse, birden fazla cariye ile evlenebilir mi, evlenemez
mi?
«Hür bir kadınla evli
bulunan kimse bekâr olmadığı için zinadan korkmaz» diyenler, «Cariye ile
evlenemez» demişlerdir. «Zina korkusu mutlaktır, ister kişi bekâr olsun, ister
evli. Zira bazan birinci kadın onu zinadan alı koyamadığı gibi, hür bir kadınla
evlenmeye de gücü yetmez» diyenler, «Cariye ile evlenebilir. Zira nikâhı
altında bulunan hür kadınla evlenmeden önceki durumu ne idiyse, şimdiki durumu
da odur. Hele eğer kendisiyle evlenmek istediği cariye ile zina etmekten
korkuyorsa, durumu daha da kötüdür» demişlerdir.
Bu sebeb aynıyla,
birden fazla cariye ile evlenip evlenemediği hususundaki ihtilâfın da
sebebidir. Zira, «Zina korkusu bekârlıkta daha fazladır» diyerek zina
korkusunu yalnız bekârlık haline verenler, «Birden fazla cariyelerle evlenemez»
demişlerdir. Zina korkusunu mutlak bilenler ise, «Hem birden fazla cariye ile,
hem de hür kadınla evli iken cariye ile de evlenebilir. Fakata zina korkusunu
mutlak görmek, üzerinde durulacak bir husustur» derler.
İhtilâf edilen
konulardan biri de şudur: «Hür bir kadınla evli bulunan kimse, cariye ile
evlenebilir» diyecek olursak ve bu kimse de hür olan karısından muvafakat
almadan cariye ile evlenirse, hür olan karısı isterse nikâhını feshedebilir mi,
edemez mi? İmam Mâlik'in bu hususta değişik görüşleri vardır.
Hür bir kadınla
evlenmeye gücü yetmediği için cariye ile evlenen kim-e, evlendikten sonra, hür
kadınla evlenmeye güç kazanırsa, cariyeden ayrıl-lası gerekir mi, gerekmez mi?
İmam Mâlik'in tabileri bunda ihtilâf etmişler-s de, zina korkusu ortadan
kalktığı zaman cariyeden ayrılmak zorunda olmadığı hususunda müttefiktirler.
Ulema
bu babta, kadının kendi kölesiyle evlenemediği ve köle olan ko-;asma herhangi
bir şekilde malik olduğu zaman nikâhının bozulduğu hususunda müttefiktirler. [126]
Cenâb-ı Hak
"Kâfir olan kadınları nikâhınız altında tutmayın" [127]
buyurduğu için ulema,
müslümanlann putperest kadınlarla evlenmesinin caiz olmadığında müttefik iseler
de, Putpereset kadını cariye olarak kullanmalarının cevazında ihtilâf etmişlerdir.
Ulema, kitaplı (ehl-i kitaba mensub) olan hür kadını nikahlamanın ve kitaplı
olan cariyeyi cariye olarak kullanmanın cevazında da -Abdullah b. Ömer'den
gelen bir rivayet hariç- müttefiktirler. Fakat ehl-i kitab olan cariyeyi
nikahlamanın cevazında ihtilâf etmişlerdir.
.
Bu ihtilâfın sebebi,
yukarıda geçen âyet-i kerime ile "Putperest kadınlarla -İman etmedikçe-
evlenmeyiniz" [128]
âyet-i kerimesinin umum-lanyla, "Evli kadınlarla evlenmeniz de size haram
kılındı. Ancak maliki bulunduğunuz cariyeler müstesnadır" [129]
âyet-i kerimesinin umumu arasında bulunan çelişmedir. Zira bu istisna ile
kastedilen evli kadınlar, düşmandan esir alınan kadınlardır. Düşmandan esir
alınan kadınlar ise, ehl-i kiab da, putperest de olabilir. Cumhur «Caiz
değildir» demiş, Tavus ile Mucâ-ııd ise cevazı benimsemişlerdir.
Tavus ile Mücâhid'in
delillerinden biri, Evtâs savaşında Ashab-ı Ki-ram'ın müşriklerden esir
aldıklan kadınlarla temas ederken azil [130]yapmak
için Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den izin istemiş olmalan ve Efendimiz'in
anlara izin verdiği yolunda gelen rivayettir. Kitaplı ve hür olan kadınlarla evlenmenin
cevazını benimsemiş olan cumhur da, "Sizden önce kendilerine kitap
verilenlerin hür ve iffetli kadınları -zina etmeksizin, gizli dost tutmaksizm
ve mehirlerini verdiğiniz taktirde- sîze helâldir" [131]
âyet-i keri-nesinin hususunu "Putperest olan kadınlarla -müslüman
olmadıkça- evenmeyiniz" [132]
âyet-i kerimesinin umumundan istisna mahiyetinde görmüştür. Kitaplı ve hür olan
cariyelerle evlenmeyi caiz görmeyenler ise, ıâss'ın âmm ile nesholunduğunu
benimsemişlerdir ki, fukahadan kimisi bu ;ör üstedir.
Kitaplı olan
cariyelerle evlenmenin cevazında ihtilâfetmelerinin î e b e b i de, umumun bu
hususta kıyas ile çelişmesidir. Zira kitaplı olan cari-eyi, kitaplı ve hür olan
kadına kıyas etmek, kitaplı cariye ile evlenmenin ca-z olmasını, «Putperest
kadınlarla -müslüman olmadıkça- evlenmeyiniz" yet-i kerimesinin umumu ise,
caiz olmamasını gerektirmektedir. Zira "Siz-ien önce kendilerine kitap
verilenlerin hür ve iffetli kadınları size îelâldir" âyet-i kelimesiyle,
bu âyetin umumundan yalnız hür kadınlar istis-ıa edilmiştir. Bunun için bu
istisnadan sonra geri kalan umumu kıyas ile tah-;is eden veyahut «İstisna ile
umumun tamamı bozulur» diyenler, «Kitaplı >lan cariyelerle evlenmek
caizdir», istisnadan sonra geri kalan umumu kıya-a tercih edenler ise «Caiz
değildir» demişlerdir.
Bu ihtilâflarına bir
başka sebeb daha vardır. O da, Delîlül-Hitab'ın kı-as ile çelişmesidir. Zira
"Sizden hür ve mü'min kadınlarla evlenmeye gü-:ü yetmeyen kimseler,
ellerindeki mü'min cariyelerden alsınlar" [133]
iyet-i kerimesi Delîlü'l-Hitab yoluyla, mü'min olmayan cariyelerle evlenmenin
caiz olmadığını, cariyeyi hür kadına kıyas etmek ise, caiz olmasını
ge-•ektirir. Halbuki burada kıyasın aslı, gerek kendileriyle evlenmek ve gerek
cendilerini cariye olarak kullanmak caiz olan kadınlann her iki çeşidinde de
nüslüman kadınlardır. Bunun içindir ki ikinci grup ulema, «Müslüman olan
:ariyelerle evlenmenin ancak şart ile caiz olduğuna göre, kitaplı olan cariyene
evlenmenin evleviyetle caiz olmaması lâzım gelir» demişlerdir.
Kitaplı olan
cariyeleri cariye olarak kullanmanın cevazında ihtilâf et-nelerinin sebebi de,
hem «Mâliki bulunduğunuz cariyeler müstesnadır»
istisnasındaki
umumdur, hem de evli olmayan kadınlan düşmandan esir almanın onlan helâl
kıldığında icma' bulunmasıdır.
Evli olan kadınlann
esir ahnmalanyla helâl olup olmadıklarında ise, «Onlan esir almak, kocalanyla
olan evlilik bağını koparır mı, koparmaz mı? Koparırsa, hangi şartlar altında
koparır?» diye ihtilâf ettikleri için ihtilâf etmişlerdir. Bir cemaat «Eğer
kocasıyla birlikte esir edilirse evlilik bağlan kopmaz, eğer biri diğerinden
önce esir edilirse kopar» demiştir. İmam Ebû Hanife bu görüştedir. Bir cemaat
de, «Esir edildiler mi -ister biri diğerinden önce, ister birlikte edilsin-
kopar» demiştir. İmam Şafii de bu görüştedir. İmam Mâlik'ten de iki söz rivayet
olunmuştur. Birincisinde, «Mutlaka kopmaz», birisinde de -İmam Şafii'nin
dediği gibi-, «Mutlaka kopar» demiştir. Bu ihtilâflannın ikinci sebebi de,
«Esir olarak alınanlar, köleleştirildikten sonra artık öldürülmekten emin
bulunduklarına göre İslâm Ülkesi'nde emniyet içinde yaşayan Zımmîler'in
kadınlarına mı, kâfir olan kocasız kadınlara mı, yoksa kâfirlerden kiralanan
kadınlara mı benzerler?» diye tereddüt etmeleridir.
İmam
Ebû Hanife'nin, karıyla kocanın birlikte esir edilmeleriyle, birinin
diğerinden önce esir edilmesi halleri arasında ayırım yapmasının sebebi de şudur:
Çünkü ona göre kadını müslümanlara helal kılan şey, cariye oluşu değil,
kocasıyla kendisinin ayn ayn ülkelerde bulunmalandır. Diğerlerine göre ise,
cariye oluşudur. Ancak cariyelik kadın kocasız olduğu zaman mı, yoksa evli de
olsa, onu helâl kılar mı diye ihtilâf etmişlerdir. En çok akla geleni,
evliliğin hürmete sebeb olmamasıdır. Zira kadın, kâfir olduğu için cariye
olmuştur. Şu halde kadını helâl kılan şey -kadın evli olsun, bekâr olsun-kâfir
olmasıdır. Bu kadını Zımmîler'in kadınlarına kıyas etmek de uzak bir kıyastır.
Zira, Zımrnî -kansına dokunmak şöyle dursun- dinine müdahale edilmesin diye
cizye verir. [134]
Ulema «İhramda olan
kimse evlenebilir mi, evlenemez mi?» diye ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik,
İmam Şâfıi, Leys b. Sa'd, Evzâî ve İmam Ah-med, «Ne kendisi evlenebilir, ne de
başkasını evlendirebilir. Şayet böyle bir şey yaparsa, kıydığı akid batıldır»
demişlerdir ki, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Ömer ve Zeyd b. Sabit (r.a.) de
bu görüştedirler. İmam Ebû Hanife ise, «Sakıncası yoktur» demiştir.
Bu
ihtilâfın sebeb i, bu hususta rivayet olunan hadislerin birbirleriyle
çelişmeleridir. Bu hadislerden biri, İbn Abbas (r.a.)'ın, «Peygamber (s.a.s)
Efendimiz, Meymâne (r.a.) ile ihramda iken evlendi» hadisidir. Bu hadis sabit
olup sıhhatli hadis kitaplannda yer almıştır. Bizzat Meymûrie (r.a.)'den,
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in kendisiyle -ihramda değilken- evlendiği yolunda
gelen birçok rivayetler de bu hadis ile çelişmektedirler. Ebû Ömer b.
Abdilberr, «Bu husus Hz. Meymûne'den -Ebû.Rafı'azadlısı Süleyman b. Yesar ve
Yezid b. Esamm gibi- birçok yollarla rivayet olunmuştur. İmam Mâlik de Hz.
Osman'dan bununla beraber, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in «İhramda olan kimse,
ne evlenir, ne evlendirir, ne de herhangi bir kadını isteyebilir' diye
buyurduğunu da rivayet etmiştir» [135]demiştir.
Bu rivayetleri İbn Abbas'm hadisine tercih edenler, «İhramda olan kimse ne
evlenir ne de evlendirebilir» demişlerdir. İbn Abbas'ın hadisini tercih eden ya
da Hz. Osman'ın hadisini -ondaki nehyi kerahete hamletmek suretiyle- İbn Abbas'ın
hadisiyle telif edenler ise, «Hem evlenebilir, hem evlendirebilir» demişlerdir.
Bu çelişme, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in kavli ile fiili arasındaki bir
çelişmeyle ilgilidir ki, böyle hallerde en doğrusu ya te'lif ya da kavli tercih
etmektir. [136]
Ulema, hastanın
evlenmesinin cevazında da ihtilâf etmişlerdir. İmam Ebû Hanife ile İmam Şâfıi
«Caizdir», İmam Mâlik ise -meşhur olan rivayete göre- «Caiz değildir» demiştir.
İmam Mâlik'in bu sözünden «Hasta iyileşse bile birbirinden ayrılırlar» mânâsı
çıktığı gibi birbirinden ayrılmalarının va-cib olmayıp müstehab olduğu mânâsı
da çıkarılabilir.
Bu ihtilâfın sebebi,
evlenme akdi, satış ve hibe akidlerinden hangisine benzer diye tereddüt
etmeleridir. Zira hastanın hibesi, ancak malının üçte birinden olursa,
caizdir, satışı ise, mutlaka caizdir. Bu ihtilâflarına bir başka sebeb daha
vardır. O da, «Hasta evlenirse ondan, varislerine bir yenisini ortak yapmak
suretiyle zarar vermek istediği, şüphe edilir mi, edilmez mi?» diye ihtilâf
etmeleridir.
Evlenmeyi hibeye kıyas
etmek sıhhatli bir kıyas değildir. Zira ulema müttefiktirler ki hibe, malın
üçte birini aşmazsa caizdir. Evlenmenin sıhhatini ise, malın üçte birine
bağlamamışlardır. Varislerin arasına bir yenisini katmış olacağı için «Hasta
evlenerriez» demek de, maslahatı öngören bir kıyastır. Ulemanın çoğuna göre
ise bu kıyas caiz değildir. Zira bu tür kıyaslarla öyle maslahatlar Öngörülür
ki, şeriat bu kabil maslahatlara ancak çok uzak bir ihtimalle itibar etmiştir.
Hatta kimisi, «Böylesi bir kıyasla hükmetmek şeri-atte bulunmayan bir şeyi
şeriate sokmaktır ve bu kıyası kullanmak 'Şeriat ne fazlalaştırılır, ne de
eksiltilir' demek olan şeriat ahkâmının tevkifi olma vasfını gevşetir»
demiştir. Fakat şu da vardır ki, hakkında şer'î bir hüküm bulunmayan herhangi
bir mes'elede böyle maslahatlara itibar etmekten sakınmak da zulüm ve
haksızlıklara yol açar. Bunun için bu gibi maslahatları, şeriat ahkâmının
hikmetlerini kavrayan ve hükümlerinde kendilerinden şüphe edilmeyen dirayetli
ulemaya bırakalım. Hele eğer devrin insanlarından, haksızlık yapmak için şeriat
ahkâmının zahiri ile uğraştıkları, görülürse..
Böyle
bir devirde kaza yetkisine sahip olan alime, durumu araştırıp incelemek,
adamın iyi niyetle evlendiğini gördüğü zaman ona dokunmamak, varislere zarar
vermek için evlendiğini anladığı zaman ise, onu menetmek düşer. Nasıl ki birçok
san'atlarda böyle durumlar olur ve san'atkârlara emekleri karşılığında iki
çeşit kazanç elde etmek mümkün olur. Zira böyle şeyler için sınırlı bir had
koymak mümkün değildir. Böyle durumlar çoğu kez tıp san'atıyla çeşitli
san'atlarda görülür. [137]
Kadının iddeti -ister
aybaşı, ister gebelik, ister aylar iddeti olsun- bitmeden evlenmesinin caiz
olmadığında müttefik olan ulema, iddeti bitmeyen bir kadınla evlenip gerdeğe
giren kimsenin şer'i durumu hakkında ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik, Evzâî ve
Leys b. Sa'd, «Birbirinden ayrılacaklar ve birbirleriyle artık evlenemezler»
demişlerdir. İmam Ebû Hanife, İmam Şâfıi ve Süfyan Sevrî, «Birbirinden
ayniacaklardır. Fakat kadının iddeti bittikten sonra -isterlerse- bir daha
birbirleriyle evlenebilirler» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
sahabinin sözü hüccet olur mu, olmaz mı diye ihtilâf etmeleridir. Zira İmam
Mâlik'in İbn Şihâb tarikiyle Said b. el-Müsey-yeb ile Süleyman b. Yesar'dan
getirdiği rivayete göre Hz. Ömer zamanında Raşid es-Sakafî isminde bir adam
Tulayhatü'l-Esediyye adında bir kadınla, birinci kocasından iddeti daha
bitmemişken evlenmiş ve Hz. Ömer (r.a.) bunu duyunca ikisini birbirinden
ayırarak, «Hangi kadın daha iddeti bitmemişken evlenirse, eğer evlendiği kimse
henüz kendisiyle gerdeğe girmemişse, birbirinden ayrılacaklar ve kadının geri
kalan iddeti bittikten sonra, evlendiği kimse onu isteyenlerden biri olabilir.
Eğer kendisiyle gerdeğe girmişse yine birbirinden ayrılmakla beraber, kadının
geri kalan iddeti bitse bile artık, birbirleriyle evlenemezler» demiştir. Said
b. el-Müseyyeb, Hz. Ömer'in «Kadınla gerdeğe girdiği için mehrini de ödemek
zorundadır» dediğini de ilâve etmiştir.
Bu görüşü
benimseyenler, «Bu adam, kadınla iddeti esnasında gerdeğe girdiği için kadının
rahminde oluşan çocuğun eski ve yeni kocalarından hangisinin olduğu hakkında
şüpheye yol açtığından, karısıyla mülâane eden kimseye benzer» diyerek bir
KIYAS-I ŞEBEH yapmışlardır. Zira karısıyla mülâane eden kimse de, karısının
zina ettiğini yemini ile ileri sürdüğü için kadından doğan çocuğun kendisinin
olup olmadığı hakkında şüphe uyandırmış olur. Halbuki bu, zayıf bir kıyas olup
aslında ihtilâf edilmiştir. Hz. Ali ile îbn Mes'ud'dan da, Hz. Ömer'in bu
görüşüne katılmadıkları rivayet olunmuştur. Asıl -kitap, sünnet ve icma'dan
bir delil bulunmadıkça- kadının geri kalan iddeti bittikten sonra onunla tekrar
evlenebilmesidir. Bir rivayete göre Hz. Ömer, kadının artık onunla
evlenemeyeceğine ve kadının mehrinin Bey-tü'1-Mal'dan verilmesine hükmettikten
sonra bunu duyan Hz. Ali (r.a.) yerinde bulmamıştır. Bunun üzerine Hz. Ömer
(r.a.) bu hükmünden dönerek kadının mehrini kocasının vermesine ve eğer
isterlerse birbirleriyle tekrar evlenebileceklerine hükmetmiştir. Bunu da
Süfyan Sevrî, Eş'as'dan; Eş'as, Şa'bî'den; Şa'bî de Mesruk'tan rivayet
etmiştir. ,
Kadının -kendisiyle
gerdeğe girilmezse bile- yalnız evlenme akdiyle kocasına haram olduğu
hakkındaki görüş ise zayıftır.
Hakkında Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'den mütevatir hadisler [138] bulunduğu
için, esir alınan gebe kadına, doğum yapmadan cinsi yaklaşmanın haram olduğunda
müttefik olan ulema, «Şayet ona yaklaşırsa karnındaki çocuk azadlanır mı,
azadlanmaz mı?» diye ihtilâf etmişlerdir. Cumhur «Azad-lanmaz» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
erkeğin suyu çocuğun yaradılışında bir etki yapar mı, yapmaz mı diye ihtilâf
etmeleridir. Zira «Yapar» diyecek olursak, bir yönden onun çocuğu olur,
«yapmaz» desek, çocuğu olmaz. Rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.s)
Efendimiz,
«Onu kulağında ve
gözünde suyu ile beslemişken nasıl köleleştirir? » [139]buyurmuştur.
Kadının
üç talak ile boşanmış olma engeli de, «Boşanma bahsi»nde gelecektir. [140]
İki müslüman ya da
Zımnıî arasında bulunan evlilik devam ettikçe, müslüman veya zımmî kadının bir
başkasıyla evlenemeyeceğinde ulema müttefiktirler. Ancak evli bulunan cariye,
satıldığı zaman kocasından boşanmış olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir.
Cumhur, boşanmadığı görüşünde ise de, kimisi 'Satılmasıyla boşanmış olur'
demiştir. Bu görüş, İbn Abbas, Câbir, İbn Mes'ud ve Ubey b. Ka'b (r.a.)'den
rivayet olunmuştur.
Bu ihtilâfın sebebi,
Berîre hakkındaki hadisin, "Evli olan kadınlar da size haram kılındı.
Ancak maliki bulunduğunuz cariyeler bun-dan müstesnadır" [141]
âyet-i kerimesinin umumu ile çelişmesidir. Zira bu âyetteki istisna, esir
alınan-âlınmayan bütün cariyelere şâmildir. Berîre'nin hadisi ise cariyenin,
satılmasıyla boşanmadığını ifade etmektedir. Zira eğer satılmasıyla boşanmış
olsaydı, Peygamber (s.a.s) Efendimiz onu azadladık-tan sonra kocasına
dönüp-dönmemekte muhayyer kılmazdı ve bizzat Tîz. Âişe'nin onu satın alması,
kocasından boşanması olurdu.
Cumhurun delili, İbn Ebî
Şeybe'nin Ebû Said el-Hudrî'den, «Peygamber (s.a.s) Efendimiz Huneyn savaşı
sırasında bir askeri birlik yola çıkardı. Birlik, Evtas günü bir Arap
kabilesine bir baskın yaptılar ve onları yenilgiye uğratıp bir kısmını
öldürdüler ve bir kısım kadınlarını da esir ettiler. Bu kadınlar evliydiler.
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in ashabından kimisi, bu kadınlar evli olduğu için
onlara yaklaşmanın günah olacağından endişe ettiler. Bunun üzerine 'Evli
bulunan kadınlar da size haram kılındı. Ancak maliki bulunduğunuz cariyeler
bundan müstesnadır' âyet-i kerimesi nazil oldu» diye rivayet ettiği hadistir[142].
Bu mes'ele buradan
ziyade «Boşanma bahsi»ne daha uygundur.
İşte, İslâmiyet'te
evlenmenin sıhhati için şart olan şeylerin hülâsası bunlardır ki, yukarıda da
söylediğimiz gibi -birbirleriyle evlenen erkek ve kadının, evlenme akdinin ve
akidde gerekli olan şartların evsafı olmak üzere- üç grupta toplanmaktadır.
Müslüman
olmazdan önce birbirleriyle evlenen ve sonra müslüman olanların evlenmelerine
gelince: Eğer akidleri İslâmiyet'in şartlarına uygun bir şekilde yapılmış ve
ikisi birlikte müslüman olmuşlarsa, akidlerinin İslâmiyet'te de sıhhatli
olduğunda fukaha müttefiktirler. Ancak ihtilâf ettikleri iki mes'ele vardır:
Biri, dörtten fazla kadınlarla veyahut İslâmiyet'e gö.e bir nikâh altında
bulunmaları caiz olmayan iki kadınla herhangi bir kimsenin evli bulunması
halidir. Biri de, birinin diğerinden önce müsiümanlığı kabul etmesi halidir. [143]
Kâfir olan kimse
müslüman olduğu zaman eğer nikâhı altında dörtten fazla kadın veyahut iki
kızkardeş bulunuyorsa, İmam Mâlik, «Adam kadınlardan sadece dört tanesini, iki
kızkardeşten de birini seçecektir» demiştir. İmam Şafii, İmam Ahmed ve İmam
Dâvûd da bu görüştedirler. İmam Ebû Hanife, Süfyan Sevrî ve îbn Ebî Leylâ ise,
«Önce hangileriyle evlenmiş ise onlar kalacaktır. Şayet hepsiyle bir akidde
veyahut bir zamanda evlenmişse,
hepsinden
ayrılacaktır» demişlerdir. îmam Mâlik'in tabilerinden îbn Mâcişûn da, «Eğer müslüman
olduğu zaman nikâhı altında iki kızkardeş bulunuyorsa, ikisinden de
ayrıldıktan sonra hangisini isterse onunla tekrar evlenebilir» demiştir ki,
îmam Mâlik'in etbaından başka bir kimse bunu söylememiştir.
Bu
ihtilâfın sebebi, rivayetin kıyas ile gelişmesidir. Zira bu hususta iki hadis
rivayet olunmuştur. Biri, îmam Mâlik'in mürsel olarak rivayet ettiği, «Geylân
b. Selâmet es-Sakafî müslüman olduğu zaman on tane karısı vardı ve hepsi onunla
birlikte müslüman oldular. Peygamber (s.a.s) Efendimiz ona içlerinden dört
taneyi seçmesini emretti» hadisidir. İkinci hadis de, «Kays b. Eşlem müslüman
olunca, nikâhı altında iki kızkardeş vardı. Peygamber (s.a.s) Efendimiz ona 'İkisinden
hangisini istiyorsan seç' buyurdu [144]hadisidir.
Rivayete uymayan kıyas ise şudur: «İslâmiyet'te bir kimse dörtten çok kadınla
veyahut iki kızkardeşle evlendiği zaman nasıl öncekilerin nikâhı sahih,
sonrakilerin bani ise, küfürde de öyle olması gerekir». Halbuki bu kıyasta
gevşeklik vardır. [145]
Koca ile karıdan biri
diğerinden önce müslüman olduğu zaman, İmam Mâlik, îmam Ebû Hanife ve İmam
Şâfıi, «Eğer önce kadın ve iddeti bitmeden de kocası müslüman olursa, kadın
herkesten çok, kocasının hakkıdır ve eğer erkek müslüman olup karısı ehl-i
kitab olursa, nikahlan yerindedir» demişlerdir. Zira rivayete göre Safvan b.
Ümeyye karısı ve Velid b. Muğire kızı Aîdke'den sonra müslüman olduğu halde
Peygamber (s.a.s) Efendimiz onlan eski nikâhları üzerinde bırakmıştır [146].
Derler ki: «Safvan ile karısının müs-lümanlığı kabulleri arasındaki zaman bir
ay kadardı». Îbn Şihab da «Herhangi bir kadının Peygamber (s.a.s))
Efendimiz'in yanma hicret ettiği ve kocasının da küfür ülkesinde kaldığı halde
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in onlan birbirinden ayırmadığını işitmedik. Ancak
eğer iddeti daha bitmemişken kocası da arkasından hicret etseydi, o zaman
onlan nikahlan üzerinde bırakırdı» demiştir. Fakat kocanın kandan önce
müslümanlığı kabulü halinde ihtilâf etmişlerdir. îmam Mâlik «Eğer kadına
müslümanlık teklif edilip de kadın reddederse, birbirinden aynlmış olurlar»
demiştir. îmam Şâfıi de, «İster koca, karıdan önce, ister kan, kocadan önce
müslüman olsun, eğer kadının iddeti daha bitmemişken diğeri müslüman olursa
nikahlan yerindedir» demistir.
Bu
ihtilâfın sebebi, umumun hem rivayet, hem kıyasla çelişmesi-dir. Zira
"Kâfir olan kadınları nikâhınız altında tutmayınız" âyet-i kerimesinin
umumu, birbirinden hemen aynlmalanm gerektirmektedir. Bu umumun gereğiyle
çelişen rivayet de, «Ebû Süfyan b. Harb, kansı Hind b. Utbe'den önce müslüman
oldu. Zira Ebû Süfyan, Merru'z-Zehran'da müslüman olduktan sonra Mekke'ye
döndüğünde kansı Hind, Mekke'de idi ve henüz müslüman olmamıştı. Ebû Süfyan'm
sakalından tuttu ve 'Şu sapık ihtiyarı öldürün' dedi. Ondan sonra o da
müslüman oldu. Bununla beraber nikahlan üzerinde bırakıldılar» [147]
haberidir. Kıyasın rivayetle çelişmesine gelince: Zira zahir şudur ki, karının
kocadan önce müslüman olmasıyla, kocanın kandan önce müslüman olması arasında
bir fark yoktur. Şu halde kan, kocadan önce müslüman olduğu zaman nasıl iddet
muteber ise, kocanın da kandan önce müslüman olması halinde iddetin muteber
olması gerekir. [148]
Nikâhın bozulmasını
caiz kılan sebebler:
1-Kan üe kocadan birinin ayıplı bulunması,
2- Kocanın,
kanya mehrini veyahut nafaka ve giyeceğini vermeye gücü yetmemesi,
3- Kocanın
kaybolması, ölmüş veyahut sağ olduğunun bilinmemesi,
4- Evü cariyenin azadlanmasi, olmak üzere dört olduğuna göre bu babta
dört fasıl bulunmaktadır. [149]
Ulema
bu konuda, «Koca ile kandan birinin ayıplı bulunmasıyla nikâh bozulabilir mi,
bozulamaz mı? Şayet bozulabiliyorsa, hangi aybın bulunmasıyla bozulabilir ve
bozulduğu taktirde ne lâzım gelir? diye iki mes'elede ihtilâf etmişlerdir. [150]
îmam Mâlik, imam Şafii
ve bu iki imamın tabileri, «Koca ile kandan birinin ayıplı bulunması halinde,
diğeri nikâhı bozmak veya kabul etmekte muhayyerdir» demişlerdir. Zahirîler
ise, «Ayıp, nikâhın reddi için sebeb olamaz» demişlerdir ki, Ömer b. Abdülaziz
de bu görüştedir.
Bu
ihtilâfın iki sebebi vardır: 1-Sahabinin sözü hüccet midir, değil midir? 2-
Nikâh da satış gibi midir, değil midir? Sahabinin sözü, Hz. Ömer (r.a.)'den
dediği rivayet olunan , «Herhangi bir kimse bir kadınla evlendiği zaman, eğer
kadında, delilik, cüzzam ya da alaca hastalığı bulursa» bir rivayete göre:
«Veyahut ferci cinsi münasebete imkân vermeyecek kadar kapalı ise kocası ona,
biçtiği mehrin tamamını verdikten sonra velisine rücu1 eder» sözüdür. Nikâhın
da satış gibi olup olmadığına gelince: «Kan ile kocadan birinin ayıplı
bulunması halinde diğeri nikâhı bozup bozmamakta muhayyerdir» diyenler, «Nikâh
da satış gibidir» demişlerdir. Diğerleri ise, «satış gibi değildir. Zira eğer satış
gibi olsaydı, satın alınan malın satıcıya geri verilmesini caiz kılan her ayıb
ile nikâh da bozulabilecekti. Halbuki satın alınan malın geri verilmesini caiz
kılan her ayıb ile nikâhın bozulamayacağında ittifak vardır» demişlerdir. [151]
«Koca ile karının
birisinde ayıp bulunması halinde de diğeri nikâhı bozabilir» diyenler de,
«Hangi ayıblarla bozabilir, hangi ayıblarla bozamaz? Bozduğu taktirde de ne
lâzım gelir?» diye ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik ile İmam Şafii; -delilik,
cüzzam, alaca hastalığı, kadında cinsi münasebeti engelleyen fercinin et veya
kemik ile kapalı oluşu, erkekte de erkeklik kuvvetinin yokluğu veyahut
hadımlık olmak üzere- dört çeşit ayıpla nikâhın bozula-bileceğinde
müttefiktirler. İmam Mâlik'in tabileri de; siyahlık, kellik, fercin veya
burunun pis koku vermesinde ihtilâf edip kimisi, «Bunlarla nikâh bozulabilir»
kimisi, «Bozulamaz» demiştir. İmam Ebû Hânife ve tabileri ile Süf-yan Sevrî
ise, «Kadının nikâhı -fercinin et veya kemik ile kapalı oluşu olmak üzere-
ancak iki ayıb ile bozulabilir» demişlerdir.
«Nikâh bozulduğu
taktirde ne lâzım gelir?» konusuna gelince: Nikâhın bozulabileceğini
söyleyenler, «Erkek, gerdeğe girmeden kadının ayıplı olduğunu öğrenirse, onu
boşar ve kendisine bir şey lâzım gelmez» diye müttefik iseler de, gerdeğe
girdikten sonra kadının ayıplı olduğunu öğrenen kimse hakkında ihtilâf
etmişlerdir. İmam Mâlik «Eser kadını evlendiren velisi -ba-bası veya kardeşi
gibi- ona yakın olduğu için ayıbını bildiği zannolunan bir kimse ise, o kimse
aldatıcıdır, koca, kadına biçtiği mehri ondan alır. Kadından ise, hiçbir şey
geri alamaz. Yok eğer kadına uzak bir kimse ise -bir dinarın dörtte biri
dışında- mehrin hepsini kadından geri alır» demiştir. İmam Şafii de «Eğer
gerdeğe girmiş ise mehrin hepsi ona lâzım gelir ve hiçbir şeyi ne kadından, ne
de velisinden geri alamaz» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
nikâh akdinin, satış akdiyle, gerdeğe girilen fasid nikâh akdinden hangisine
benzediğinde ihtilâf etmeleridir. Zira Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
«Hangi kadın,
velisinin izni olmaksızın evlenirse, nikâhı batıldır ve ona kocası helal diye yaklaştığı
için mehİr düşer» [152]
buyurduğu için, fasid olan nikâhlarda kadına, gerdeğe girmekle mehir düştüğünde
müttefiktirler. Şu halde ihtilâfın konusu, ayıp sebebiyle nikâhı bozmanın
hükmü, gerdeğe girilen fasid nikâhın hükmü mü, yoksa, satın alınan malı -ayıplı
bulunduğu için- sahibine geri vermenin hükmü müdür diye tereddüt etmeleridir.
«Erkeklik
kuvveti yok olan kimsenin nikâhı da bozulabilir» diyenler de, tam bir yıl ona
mehir verilmeden ve yılın hepsinde kadınla kendisi başba-şa kalıncaya kadar
nikâhı feshedilmez, derler. İmam Mâlik'in tabileri, nikâhın sadece bu dört
ayıpla bozulabileceğinin sebebinde de ihtilâf etmişlerdir. Kimisi «Bu, bir
taabbüddür, sebebi aranmaz», kimisi «Çünkü bu dört ayıp çoğunlukla gizli kalır.
Diğer ayıplar ise pek gizli kalmaz», kimiside «Çünkü bu dört ayıbın çocuklara
geçmesinden korkulur» demiştir. Bu sebeblendir-meye bakılırsa, «Siyahlık ve
kellik de» birinci sebeblendirmeye bakılırsa «Kan ile kocaya gizli kaldığı
zannolunan her ayıp ile nikâh bozulabilir» demek lâzım gelir. [153]
Ulema, kocanın karıya
mehrini vermeye gücü yetmemesi halinde ihtilâf etmişlerdir. îmam Şafii «Eğer
gerdeğe ginnemişse, nikâhını bozup bozmamakta muhayyer kılınır» demiştir ki,
îmam Mâlik'in kendisi de bu görüştedir. Onun tabileri ise «Bekletilir»
demişlerdir. Ancak bekletme müddetinde ihtilâf edip kimisi «Bir yıl
bekletilir» kimisi «İki yıl» demiştir. İmam Ebû Hanife de «Bu koca,
borçlulardan bir borçludur. Bunun için hakim onları ayıramaz. Fakat kadının
mehrini vermedikçe kadın kendini ona teslim etmeyebilir» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
nikâhın bu hususta satışa benzemesiyle, kendisiyle cima1 edilmediği için zarar
gören bu kadının, kocası erkeklik kuvvetine sahip olmayan ya da «Kanınla cinsi
münasebette bulunmayacağım» diye yemin eden kadına benzemesinden hangisinin
daha kuvvetli olduğunda ihtilâf etmeleridir. Zira bedeli ödenmeyen satış
akdini bozup bozmamakta satıcı muhayyerdir. Kocası, erkeklik kuvvetine sahip
olmayan veyahut «Karımla cinsi münasebette bulunmayacağım» diye yemin eden
kadın ise, kocasına belli bir süre için mehil verilmeden ve o süre bitmeden
nikâhını feshetti-remez.
Kadının nafaka ve
giyeceğini verememesi haline gelince: îmam Mâlik, İmam Şafii, İmam Ahmed, Ebû
Sevr, Ebû Ubeyd ve bir cemaat, «Hakim on-lan ayınr», İmam Ebû Hanife ile Süfyan
Sevrî ise «Ayıramaz» demişlerdir ki, Zahirîler de buna katılır.
Bu ihtilâfın sebebi
de, bundan doğan zararı, kocanın erkeklik kuvvetine sahip olmamasından doğan
zarara kıyas etmeleridir. Zira cumhura göre erkeklik kuvvetine sahip olmayan
kimse, kansını boşamak zorundadır. Hatta İbnü'l-Münzir «Bunda icma' vardır»
demiştir. Kimisi de «Nafaka, cin-' si arzuyu tatmin etmenin karşılığıdır.
Nitekim kocasına itaatsizlik eden kadına -cumhura göre- nafaka düşmez. O halde
karısının nafakasını veremeyen kimse, ondan cinsi istekte bulunamaz ve
dolayısıyla nikâhını feshedip etmemekte muhayyer olur» demiştir.
Bu kıyası yapamayanlar
ise, «Nikâh akdiyle koca ile kan arasında -ic-maf ile- bir bağ kurulmuş olur.
Bu bağ, yine icma1 veyahut kitap veya sünnetten bir delil ile, ancak
çözülebilir» demişlerdir. Şu halde ihtilâfın sebebi mevcut olan bağı devam
ettirme mecburiyeti ile kıyasın birbirleriyle çeliş-mesidir. [154]
Ulema, îslâm
toprağında kaybolan ve sağ olup olmadığı bilinmeyen kimsenin hükmü hakkında
ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik «Bu adamın
karısı hakime başvurduğu tarihten itibaren dört sene müddetle bekler. Eğer bu
süre içinde yapılan araştırmalar bir sonuç vermez ve kocasının sağ olup
olmadığı Öğrenilmezse, hakim ona ölüm iddeti olarak dört ay on gün bir süre
daha verir ve bu süre bittikten sonra evlenebilir. Fakat adamın, yaşıtlarının
çoğunlukla yaşayamadığı bir müddet aradan geçmedikçe terekesi taksim edilemez»
demiştir ki, bu müddet de kimisi «Yetmiş», kimisi «Seksen», kimisi «Doksan»,
kimisi «Yüz senedir» demiştir. Bu görüş Hz. Ömer ile Hz. Osman'dan da rivayet
olunmuştur. Leys b. Sa'd da buna katılır. İmam Şâfıi, İmam Ebû Hanife ve Sü
fyan Sevrî ise, «Kaybolan kimsenin ölümü sabit olmadıkça karısı evlenemez»
demişlerdir. Bu görüş de Hz. Ali ile îbn Mes'ud'dan rivayet olunmuştur.
Bu ihtilâfın sebebi,
«İstishâb-ı Hal» denilen kaide ile kıyas arasında bulunan çelişmedir. Zira
İstishâb-ı Hal kaidesi, mevcud olan evlilik bağının ölüm veyahut boşanmadan
başka bir şeyle çözülmemesini gerektirmektedir. Kocasının kaybolması yüzünden
kadının uğradığı mağduriyeti, kocası erkeklik kuvvetine sahip olmayan veyahut
«Karımla cinsi münasebette bulunmayacağım» diye yemin edilen kadının
mağduriyetine kıyas etmek ise, kadının, nikâhını feshettirebileceğini
gerektirir.
Kaybolanlar -İmam
Mâlik'in tabüerinden bazılarına göre- dört çeşittir:
1-İslâm
toprağında kaybolanlar,
2- Düşman
toprağında kaybolanlar,
3-
Müslümanların birbirleriyle yaptıkları savaşta kaybolanlar,
4- Düşmanla
yapılan savaşlarda kaybolanlar,
Ulema «Cariye kölenin
nikâhı altında iken azadlamnca nikâhını bozabilir» diye müttefik iseler de,
hür'ün nikâhı altında bulunurken azadlanan cariyenin de aynı yetkiye sahip olup
olmadığında ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik, İmam
Şâfıi, Evzâî, İmam Ahmed ve Leys b. Sa'd, «Nikâhını bozamaz», İmam Ebû Harîife
ile Süfyan Sevrî ise «Kocası hür olsun, köle olsun azadlamnca nikâhını
bozabilir» demişlerdir.
Bu ihtilâfın s e b e b
i, Berîre'ye ilişkin olan nakiller arasındaki çelişme ile, «Azadlanan
cariyenin nikâhını bozabilmesinin sebebi, evlendirilirken, kendisinden mutlak
evlendirmek için mi, yoksa köle ile evlendirmek için mi izin alınmayışıdır?»
diye kesin olarak bilinmemesidir.
«Mutlak evlendirmek
için kendisinden izin alınmayışıdır» diyenler, «Cariye ister hür, ister köle ile
evli olsun, azadlamnca nikâhını bozabilir» demişlerdir. «Köle ile evlendirmek
için kendisinden izin alınmayışıdır» diyenler ise, «Ancak köle ile evli iken
azadlamnca nikâhım bozabilir» demişlerdir.
Berîre'ye ilişkin
nakiller arasındaki çelişmeye gelince: Zira İbn Ab-bas'tan «Berîre'nin kocası
siyah bir köle idi», Hz. Âişe'den de «Berîre'nin kocası hür'dü» [155]
diye naklolunmuştur ki, bu her iki nakil de muhaddislerce sabittir.
İmam Mâlik ile
tabileri bu son üç çeşit kayıplar hakkında büyük ölçüde ihtilâf etmişlerdir.
Düşman toprağında kaybolanın hükmü, esirin hükmüdür. İmam Mâlik'in -Eşheb'den
başka- bütün tabilerine göre ölümü sabit olmadıkça ne karısı evlenebilir, ne de
terekesi taksim edilir. Eşheb ise, buna da İslâm toprağında kaybolanın hükmünü
vermiştir.
Müslümanların
savaşında kaybolanın hükmü ise, İmam Mâlik'e göre öldürülen kimsenin hükmü olup
hiç bekletilmez. Kimisi de «Kaybolduğu savaş yerinin uzaklık ve yakınlık
mesafesine göre bekletilir ki, en çoğu bir senedir» demiştir.
Düşmanla yapılan savaşlarda
kaybolanlara gelince: Bunlar hakkında İmam Mâlik'in mezhebinde dört görüş
vardır: Kimisi «Esir hükmüne tabidir», kimisi «Bir yıl bekletildikten sonra,
öldürülen kimsenin hükmüne tabi olur.
Ancak eğer kayıp
olduğu yer biliniyorsa, müslümanlarm savaşında kaybolanların hükmüne tabi
olur», kimisi «İslâm toprağındaki kayıp hükmüne tabidir», kimisi de «Karısı
hakkında öldürülen kimsenin hükmüne, terekesi hakkında da İslâm toprağında
kaybolanın hükmüne tabidir. Yani yaşıtlarının çoğunlukla yaşayabildikleri
müddet kadar bekledikten sonra terekesi taksim edilir» demiştir.
Bu görüşlerin hepsi,
şeriatte maslahata göre hüküm vermenin caiz olduğu görüşüne dayanmaktadır ki,
buna «MÜRSEL KIYAS» denilir.
Kıyasın
cevazını benimsemiş olanlar, mürsel kıyasın cevazında ihtilâf etmişlerdir. [156]
Ulema;
«Cariye, kölenin nikahı altında iken azadlanınca nikâhını bozabilir» diye
müttefik iseler de, hür'ün nikâhı altında bulunurken azadlanan cariyenin de
aynı yetkiye sahip olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. îmanı Mâlik, îmanı
Şafii, Evzâî, İmam Ahmed ve-Leys b. Sa'd, «Nikâhını bozamaz», îmam Ebû Hanife
ile Süfyan Sevrî ise «Kocası hür olsun, köle olsun azadlanınca nikâhını
bozabilir» demişlerdir. [157]
Bu ihtilâfın s e b e b
i, Berîre'ye ilişkin olan nakiller arasındaki çelişme ile, «Azadlanan cariye
evlendirilirken kendisinden mutlak evlendirmek için mi, yoksa köle ile
evlendirmek için mi izin alınmayışıdır?» diye kesin olarak hilinmemesidir.
«Mutlak evlendirmek için kendisinden izin alınmayışıdır» diyenler, «Cariye
ister hür, ister köle ile evli olsun, azadlanınca nikâhını bozabilir»
demişlerdir. «Köle ile evlendirmek için kendisinden izin alınmayışıdır»
diyenler ise, «Ancak köle ile evli iken azadlanınca nikâhını bozabilir»
demişlerdir.
Berîre'ye ilişkin
nakiller arasındaki çelişmeye gelince: Zira İbn Ab-bas'tan «Berîre'nin kocası
siyah bir köle idi», Hz. Âişe'den de «Berîre'nin kocası hür'dü» diye
naklolunmuştur ki, bu her iki nakil de muhaddislerce sabittir.
Ulema,
azadlanan cariyenin nikâhını bozabildiği zaman hakkında da ihtilâf etmişlerdir.
îmam Mâlik ile îmam Şâfıi «Eğer azadlandıktan sonra kocası ona temas etmemişse
nikâhını bozabilir. Yoksa bozamaz», İmam Ebû Hanife «Azadlandığı meclisten
kalkmadıkça nikâhını bozabilir» demişlerdir. Evzâî de «Nikâhını bozma yetkisi,
ancak temas ile kalktığını bildiği taktirde temas ile kalkar» demiştir. [158]
Ulema, kadının yiyecek
ve giyeceğinin kocasına ait olduğunda müttefiktirler. Zira Cenâb-ı Hak,
"Anaların uygun bir şekilde yiyecek ve giyeceğini sağlamak, çocuk kendisinin
olan babalara aittir" [159]
buyurduğu gibi, Peygamber (s.a.s) Efendimiz de «Kadınların yiyecek ve
giyeceklerini sağlamak size aittir^» ve Ebû Süfyan'ın karısı Hind'e,
«Kocanın malından sana
ve çocuklarına uygun bir şekilde yetecek kadar al» [160]
buyurduğu sabittir. Ancak kocaya vacib olan bu yiyecek ve giyeceğin ne zaman,
ne kadar, hangi kocaya ve hangi kadın için vacib olduğunda ihtilâf etmişlerdir.
îmam Mâlik «Kadının nafakası kocasına -ancak eğer koca baliğ ise ve gerdeğe
girdikten veyahut- kadın davet edildikten sonra vacib olur» demiştir. îmam Ebû
Hanife ile İmam Şâfıi ise, «Kadın baliğ olduktan sonra -erkek baliğ olsun
olmasın- nafakası ona vacibtir» demişlerdir. Erkek baliğ ve kadın küçük olduğu
zaman ise, îmam Şafii'nin iki kavli vardır: Birinde îmam Mâlik gibi, birinde de
«Kadın ne durumda olursa olsun, nafakası lâzım gelir» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
nafakanın vücubu, erkeğin cinsi arzusunu kadınla tatmin ettiği için midir,
yoksa -kadının kocası kayıp veyahut hasta olduğu zamanlarda olduğu gibi- kadın
onun nikâhı altında olduğundan başkasıyla evlenemediği için midir diye ihtilâf
etmeleridir.
Nafakanın miktarına
gelince: îmam Mâlik'e göre nafakanın belli bir miktarı yoktur. Kocanın durumuna,
kadının durumuna, zamana, mekâna ve değişen durumlara göre değişir. îmam Ebû
Hanife de bu görüştedir.
îmam Şafii'ye göre
ise, belli olup zengine günde iki, orta halliye birbu-çuk ve fakire bir
avuçtur.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu babtaki nafaka, yemin keffaretinde lâzım gelen yiyeceğe mi, yoksa giyeceğe
mi hamlolunur diye tereddüt etmeleridir. Zira keffarette verilmesi gereken
giyecek miktannın belli olmadığında ve yiyecek miktarının belli olduğunda
ittifak vardır.
Bu babta, «Kadının
hizmetçisine de nafaka lazım gelir mi, gelmez mi? Şayet lazım geliyorsa kaç
hizmetçiye lazım gelir?» diye ihtilâf etmişlerdir. Cumhura göre, eğer kadın
bizzat kendine hizmet edecek kimselerden değilse, hizmetçisinin de nafakası
kocasına düşer. Kimisi de «Kendi hizmeti şöyle dursun evin hizmeti bile kadına
aittir» demiştir. «Hizmetçinin nafakası da düşer» diyenler, «Kaç hizmetçiye
nafaka düşer» diye ihtilâf etmişlerdir. Bir grup «yalnız bir hizmetçinin», bir
grup da «Eğer kadın, iki hizmetçisi bulunan kadınlar tipinden ise, iki
hizmetçinin nafakası düşer» demişlerdir. İmam Mâlik ile Ebû Sevr bu
görüştedirler. Ben şahsen hizmetçiye de nafaka vermenin vücubuna -kadına
hizmetçi tutmayı da, ona kalacak yer sağlamaya kıyas etmekten başka- şer'i bir
delil bulamıyorum. Zira kadının kocasına, kadına kalacak yer de sağlamanın
vücubunda -ric'i talak ile boşanan kadına kalacak yer sağlamanın vücubu
hakkında nas [161] bulunduğu için-
müttefiktirler.
Nafakanın hangi kadına
düştüğüne gelince: Kocasının emrinde ve hür olana nafaka düştüğünde ihtilâf
yoksa da, kocasının emrinde olmayan kadının nafakasında ihtilâf etmişlerdir.
Cumhur, düşmediği görüşündedir. Kimisi de şâzz bir görüşte bulunup düştüğünü
söylemiştir.
Bu ihtilâfın s e b e b
i, umum ile mefhum arasında bulunan çelişmedir. Zira Peygamber (s.a.s)
Efendimiz, «Kadınların yiyecek ve giyeceklerini sağlamak size aittir»
hadisindeki umumdan, kocasının emrinde olan ve olmayan kadınlar arasında fark
bulunmadığı, nafakanın, kadınla cinsî arzuyu tatmin etmenin karşılığı
olmasından ise, kocası emrinde olmayan kadına nafaka düşmediği
anlaşılmaktadır.
Cariyeye gelince: İmam
Malik'in tabileri cariye hakkında büyük bir ihtilâfa düşmüşlerdir. Kimisi «Ona
da -hür kadın gibi- nafaka düşer» demiştir ki, meşhur olan görüş budur. Kimisi
«cariyeye nafaka düşmez», kimisi «Eğer kendisi kocasının yanına gidiyorsa,
düşer. Eğer kocası onun yanına gidiyorsa, düşmez» kimisi «Yalnız, kocasının
yanma gittiği zaman düşer» kimisi «Eğer kocası hürse, düşer, köle ise düşmez»
demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
umumun kıyas ile çelişmesidir. Zira umum -hür kadına düştüğü gibi- ona da
düşmesini, kıyas ise, nafakasının kendisini çalıştıran efendisine düşmesini
veyahut efendisiyle kocasının, aralarında müştereken nafakasını vermelerini
iktiza eder. Zira kocasıyla efendisinden her biri bir yönden ondan
yararlanırlar. Bunun içindir ki kimisi, «Yalnız, kocasına gittiği zaman düşer»
demiştir. îbn Habib «Evli olan cariyenin efendisi, dört günde bir onu kocasına
göndermek zorundadır» demiştir.
Nafakanın hangi kocaya
vacib olduğuna gelince: Ulema, nafakanın hür ve hazır olan kocaya vacib
olduğunda müttefik iseler de köle ve hazır olmayan kocalara vacib olup
olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Îbnü'l-Münzir «Fetvasına başvurulan bütün ilim
erbabı, köleye karısının nafakasının vacib olduğunda müttefiktirler» demişse
de, İmam Malik'in tabilerinden Ebû Mus'ab «Vacib değildir» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
umumun, köle malının hacir altında bulunuşu ile çelişmesidir.
Hazır olmayan kocaya
gelince; Cumhur kendisine vacib olduğu görüşündedir. İmam Ebû Hanife de «Ancak
hakimin kararıyla ona vacib olur» demiştir.
Ulemanın, kan ile
kocanın nafaka konusunda anlaşamadıkları zaman hangisinin sözünün dinlendiği
hususundaki ihtilâfı da -Allah izin verirse-ahkâm bahsinde gelecektir.
Ulema, birden çök karısı
bulunan kimsenin, kanlarını bir tutup sıra ile yanlarında yatmasının vacib
olduğunda da müttefiktirler. Zira Peygamber (s.a.s) Efendimiz «Kişinin ifa
karısı olduğu zaman eğer birisine fazla meylederse, kıyamet günü o kişi mahşer
yerine bir tarafı sarsak olarak gelir» [162]
buyurmuştur. Ayrıca Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in, bütün kadınlarını bir tutup
sıra ile yanlarında yattığı ve bir yolculuğa çıkmak istediği zaman kadınları
arasında kur'a çektiği de sabittir[163].
Ulema, yeni evlenen
kimsenin evlendiği kadının yanında, kız ise kaç gece, dul ise kaç gece
yatmasının gerektiği ve eğer bu adamın bir başka kansı varsa, yeni kansı
yanında yattığı gecelerin sıradan sayılıp sayılmadığı ve bu yatmanın vacib olup
olmadığı hususlannda ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik ile İmam Şafii ve bu iki
imamın tabileri, «Kızın yanında yedi gece, dulun yanında üç gece kalır ve eğer
başka kansı varsa bu geceler sıradan sayılmaz» demişlerdir. İmam Ebû Hanife de
«Kız ile dul arasında fark yoktur ve geceler sıradan sayılır» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
Enes b. Mâlik ile Ümmü Seleme (r.a-)'nin hadisleri arasında bulunan
çelişmedir. Enes'in hadisi, «Peygamber (s.a.s) Efendimiz bir kızla evlendiği
zaman yanında yedi, dulla evlendiği zaman üç, gece yatardı» [164]
mealindedir. Ümmü Seleme'nin hadisi de şöyledir: «Peygamber (s.a.s) Efendimiz
Ümmü Seleme ile evlendiği günün sabahında ona, 'İstersen senin yanında yedi
gece kalayım, ondan sonra yedişer gece de onlarda kalayım. İstersen,
seninyanında üç gece kalayım da, eskisi gibi dolaşmaya devam edeyim' dedi.
Ümmü Seleme de 'Yanımda üç gece kal' dedi»[165]
Medineli ravilerin
naklettikleri Ümmü Seleme'nin bu hadisini İmam
Mâlik, Müslim ve
Buhârî [166] kaydetmişlerdir. Basralı
ravilerin naklettikleri Enes'in hadisini de Ebû Dâvûd kaydetmiştir. Medine fukahası
Basralıların, Küfe fukahası da Medineîilerin hadisine dayanmışlardır.
îmam Mâlik'in tabileri
kızın yanında yedi ve dulun yanında da üç gece yatmanın hükmünde ihtilâf edip
Ibnü'l-Kasım «Vacibtir», İbn Abdilberr «Sünnettir» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in fiilini kiminin vücuba, kiminin nedbe
hamletmesidir.
Kocanın kan üzerindeki
hakkına gelince: Ulema bu haklardan, evin hizmeti ile çocukların emzirilişinde
ihtilâf etmişlerdir. Kimisi «Her kadın buna mecburdur», kimisi «Hiçbir kadın
buna mecbur değildir», kimisi «Mevkii düşük olan kadınlar mecburdur. Mevkii
yüksek olanlar -eğer çocuk başkasının memesini tutuyorsa- buna mecbur
değillerdir» demiştir ki, İmam Mâlik'in meşhur olan görüşü budur.
Bu ihtilâfın sebebi,
"Anneler, çocuklarını iki yıl emzirirler" âyet-i kerimesi, emir
mânâsında olan ihbarlardan mıdır, yoksa sadece çocuğun süte muhtaç olduğu yaşl
bildirmek midir diye ihtilâf etmeleridir. «Emir mânâsında olan ihbarlardandır»
diyenler «Mecburdur», «Mücerred ihbardır» diyenler ise «Mecbur değildir»
demişlerdir. Mevkii düşük ve yüksek olan kadınlar arasında ayırım yapanlar ise,
örf ve göreneklere itibar etmişlerdir. Boşanan kadın ise, emzirmek zorunda
değildir. Ancak eğer çocuk ondan başka bir kadının memesini tutmuyorsa, o zaman
çocuğu emzirmek ve -Cenâb-ı Hak "Eğer boşadiğimz kadınlar çocuğunuzu
emzirirlerse ücretlerini verin" buyurduğu için- kocası da ona ücret
vermek zorundadır.
Cumhur,
kocası boşadığında ve çocuk da küçükse hidânenin (terbiye hakkının) anneye ait
olduğu görüşündedir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s) «Kim ana ile çocuğunu ayırırsa,
Allah da kıyamet günü onunla sevdiklerinin arasını ayırır» buyurmuştur. Ayrıca
cariye ile esir kadının çocukları aynlama-dığma göre, hürlerinki evleviyetle
ayrılamaz. Çocuk temyiz yaşma.ulaşınca ne olacağı ihtilaflıdır. İçlerinde îmam
Şafii'nin bulunduğu gruba göre, çocuk seçeneklidir. Bu konudaki eserle delil
getirmişlerdir. Bir grup ise asla göre hareket etmiştir. Çünkü onlara göre bu
hadis sahih değildir. Cumhura göre; kadının babadan başkasıyla evlenmesi hidâne
hakkım düşürür. Çünkü Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: «Evlenmediğin
sürece sen onda daha çok hak sahibisin». Bu hadisi sahih görmeyenler, aslı
almıştır. Hidâne hakkının babadan başkasına taşınmasında güvenilir bir şey
yoktur. [167]
1-
Değiş-Tokuş yolu ile evlenme,
2- Geçici
evlenme,
3- Başkası
tarafından önce istenmiş olan kızı isteyip evlenme,
4- Üç talak
ile boşanan kadını kocasına tekrar helâl kılmak için yapılan evlenme, olmak
üzere dört çeşit evlenme açıkça yasak edilmiştir ki birincisine Şiğar Nikâhı,
ikincisine Mut'a Nikâhı, dördüncüsüne de Hülle Nikâhı denilir.
Ulema, Şiğar
Nikâhı'nın «İki kişiden her birinin, velayeti altında bulunan bir kadını
-mehirsiz olarak ve her bir kadın diğerinin mehri olsun kaydıyla- diğeriyle
evlendirmesi» demek olup caiz olmadığında müttefik iseler de, bu nikâh vaki
olduğu zaman sahih midir, değil midir diye ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik «Sahih
değildir ve -gerdeğe girilmiş olsa bile- feshedilir» demiştir ki, İmam Şafii de
bu görüştedir. Ancak îmam Şâfıi «Eğer nikâh kıyı-lırken yalnız birine veyahut
her ikisine ayrıca bir miktar mehir de biçilmişse, akid sahihtir. Fakat mehr-i
misil lâzım gelir, biçilen mehir fasiddir» demiştir. İmam Ebû Hanife ise «Akid
mutlaka sahihtir ve her birine mehr-i misil lâzım gelir» demiştir. Leys b.
Sa'd, îmam Ahmed, îshak ve Taberî de bu görüştedirler.
Bu ihtilâfın s e b e b
i, bu evlenme hakkında varid olan yasak sebeb-
siz, yani taabbüd
müdür, yoksa bu evlenmede bedel bulunmadığı için midir diye ihtilâf
etmeleridir. Eğer «Sebebsizdir» diyecek olursak, akdin mutlaka batıl olması
lâzım gelir. «Sebeb akdin bedelsiz oluşudur» dersek şarap veyahut domuz
üzerine nikâh kıyıldığı zaman nasıl akid sahih olup mehr-i misil lâzım geliyorsa-
burda da akdin sıhhati ve mehr-i mislin düşmesi lâzım gelir. Herhalde îmam
Mâlik -her ne kadar mehir evlenme akdinin sıhhati için şart değilse de- burada,
ya «Mehir fasid olduğu için akid de fasiddir. Çünkü bu mehir yasak edilmiştir»
demiştir ya da «Yasak edilen, bizzat akiddir, Yasak ise, yasak edilen şeyin
fesadını gerektirir» demiştir,
Mut'a Nikâhı'nın da
caiz olmadığı hakkında Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'den tevatür derecesinde
hadisler gelmiştir. Ancak ne zaman haram kılın-
dığı hususunda rivayetler
değişiktir. Bazı rivayetlere göre Hayber savaşında, bazılarına göre Mekke
Fethi'nde, bazılanna göre Tebük savaşında, bazılarına göre Veda Haccı'nda,
bazılarına göre kaza umresinde, bazılanna göre de Evtas Günü haram kılınmıştır.
Ashab-ı Kiram'ın çoğu ve fukahanın tümü Mut'a Nikâhı'nin haram olduğu görüşünde
müttefiktirler. Haram olmadığı, yalnız İbn Abbas'tân rivayet olunmuştur. İbn
Abbas'ın Yemenli ve Mekkeli olan bütün talebeleri de bu görüşte ona tabi
olmuşlardır. Rivayet ederler ki İbn Abbas bu görüşünde, "Kadınlardan
faydalanmanıza mukabil, kararlaştırılmış olan mehirlerini veriniz" [168]âyet-i
kelimesiyle ihticac etmiştir. Zira rivayete göre îbn Abbas, «Bu âyette belli
bir süre kaydı vardır» demiştir ki, bu kayda göre âyetin meali şöyle olur:
"Kadınlardan belli bir müddet için faydalandığınıza mukabil, mehirlerini
veriniz". İbn Abbas'tân «Mut'a Nikâhı, Allah'ın Ümmet-i Muhammed'e bir
lütfundan başka bir şey değildi. Eğer Ömer onu yasak etmeseydi -bahtsız
insanlardan başka- kimse zinaya sürüklenmezdi» dediği de rivayet olunmuştur.
Bunu da İbn Güreye ile Amr b. Dinar kendisinden rivayet etmişlerdir.
Rivayet olunduğuna
göre Ata da: «Cabir b. Abdullah'tan 'Peygamber (s.a.s) Efendimizle Hz. Ebû
Bekr'in devirlerinde ve Hz. Ömer'in de devrinin yarısına kadar, biz geçici
olarak evlenirdik. Sonra Hz. Ömer, bunu yasakladı» dediğinijşittim» demiştir [169].
Başkası tarafından
istenmiş olan kızla evlenmeye gelince: -yukarıda geçtiği üzere- bunun hakkında
-«Batıldır», «batıl değildir» ve «Eğer birinci isteklinin işi tamamlanmak
üzereyken istenmiş ise batıldır, yoksa değildir» diye- üç görüş vardır ki bu
son görüş İmam Mâlik'indir.
«Üç talak ile boşanan
kadını eski kocasına tekrar helal kılmak için kıyılan nikâh» demek olan Hülle
Nikâhı'na gelince: İmam Mâlik «Batıldır», İmam Ebû Hanife ile İmam Şafii ise:
«Batıl değildir» demişlerdir.
Bu ihtilâfın
sebebi,Peygamber(s.a.s)Efendimizin,«Allah, herhangi bir kadını, onu üç talak
ile bosayan kocasına tekrar helâl kılmak için nikahlayan kimseye la'net
eylesin» [170] hadisinin mefhumunda
ihtilâf etmeleridir. Bu hadisten, bu işi yapan kimsenin yalnız günah işlemiş
olduğu mânâsını çıkaranlar, «Batıl değildir» demişlerdir. Hadisten yasak
mânâsını anlayan ve «Yasak, yasak edilen şeyin fasid olduğunu gerektirir»
diyenler ise «Batıldır» demişlerdir.
Yasak sebebiyle fasid
olan evlenmeler, işte bunlardır. Haklarında yasak bulunmayıp sadece şeriatten
fasid oldukları anlaşılan evlenmelere gelince: Bunlar da ya evlenmenin sıhhati
için koşulan şartlardan birinin yerine geti-rilmemesiyle ya Allah tarafından
vaz'edilen bir şer'i hükmün değiştirilmesiyle ya da evlenmenin sıhhati için
şart olan şeylerden birinin eksik kalmasına yol açan bir şartın koşulmasıyla
fasid olan evlenmelerdir. «Kızımı -bir başkasıyla evlenmemek ya da cariye satın
almamak veyahut kızımı buradan başka yere götürmemek şartıyla- seninle
evlendirdim» gibi, bu nitelikte olmayan şartlarla ise, evlenmenin fasid
olmadığında ulema müttefiktirler. Ancak bu gibi şartlar koşulduğu zaman,
yerine getirilmesi gerekir mi, gerekmez mi diye ihtilâf etmişlerdir.
imam Mâlik «Gerekmez.
Ancak eğer şart kabul edilirken 'Şartı yerine getirmezsem, benim kölelerim azad
veyahut karım boş olsun' gibi bir yemin ile pekiştirilirse, o zaman eğer şart
yerine getirilmezse, üzerine yemin edilen şey lâzım gelir» demiştir. İmam Ebû
Hanife ile İmam Şafii de böyle demişlerdir. Evzâî ile İbn Şibrime ise,
«Koşulan şartın yerine getirilmesi gerekir» demişlerdir. İbn Şihâb,
«Kendilerine yetiştiğim ulemanın hepsi bununla hükmederlerdi» demiştir.
İmamların görüşü Hz. Ali'den, Evzâî'nin görüşü de Hz. Ömer'den rivayet
olunmuştur.
Bu ihtilâfın sebebi,
âmmin hâss ile çelişmesidir. Amm, Hz. Aişe'nin «Peygamber (s,a,s) Efendimiz,
halka bir hutbede bulunarak hutbesinde,
'Allah'ın kitabında
bulunmayan hiçbir şart -yüz tane de olsa- sahih değildir' buyurdu» [171]
hadisidir. Hâs da Ukbe b. Âmir'in Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den işittiğini
söylediği, [172]»
«Ey mü'minler! Şartlar
içinde en çok yerine getirilmesi gerekli olanlar, kendileriyle kadınları
kendinize helâl kıldığınız şartlardır» w hadisidir. Bu iki hadis de sahih olup
Buhârî ile Müslim'in ikisinde de yer almışlardır. Ancak şu var ki Usûl-ü Fıkh
ulemasınca meşhur olan, âmm ile hâss'ın çelişmesi halinde hâss ile
hükmetmektedir. Buna göre ise, koşulan şartların yerine getirilmesinin vücubu
lâzım gelir. Her ne kadar meşhur olan, bunun aksi ise de Utbiye'nin zahirinden
de, bu anlaşılır.
Mehirden bir miktar
indirilmesine dair şartların yerine getirilmesinin gerekip gerekmediği
hususunda ise, İmam Mâlik'in mezhebinde bir hayli ihtilâf vardır. Bizim bu
kitabımız, teferruatın yeri olmadığı için bu ihtilâfları almayacağız.
Vaki olan fasid
evlenmelerin hükmüne gelince: Ulema bunlardan bir kısmının -gerdeğe girildikten
önce de sonra da- feshinde ittifak etmişlerdir. Bunlar da -kişinin bir
mahremiyle evlenmesi gibi- nikâhın sıhhati için şart
olduğunda ittifak
edilen bir şartı eksik olan evlenmelerdir. Bir kısmının da feshinde -fesad
sebebini kuvvetli veya zayıf görmelerindeki ihtilâfa göre-ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik bu tip evlenmelerde çoğunlukla, gerdeğe girilmeden önce fesheder,
girildikten sonra etmez. İmam Mâlik'e göre asıl, feshetmemek olduğu için
feshettiği zaman titizlik göstererek fesheder. Nasıl ki birçok fasid satışlarda
da el değiştikten sonra feshetmemeyi uygun görmüştür, îmanı Mâlik'in bu görüşü
herhalde mekruh olan evlenmeler hakkındadır. Yoksa batıl evlenmelerde gerdeğe
girmekten öncesi ile sonrası arasında ne fark vardır? Mâlikîlerin bu babta
değişik birçok görüşleri vardır. Tahmin ederim ki bu da, İmam Mâlik'in feshi
gerektiren delili kuvvetli veyahut zayıf gördüğüyle ilgilidir. Feshin delilini
kuvvetli gördüğü zaman -delilde ister ittifak, ister ihtilâf edilmiş olsun-
gerdeğe girilmezden önce de, sonra da fesheder. Feshin delilini zayıf gördüğü
zaman ise, gerdeğe girmeden önce fesheder, sonra feshetmez. İmam Mâlik'in
mezhebinde fasid olan evlenmelerde, evlenme feshedilmeden Ölüm vaki olduğu
zaman miras hakkındaki ihtilâf da aynı açıdandır. İmam Mâlik, fasid olan bir
evlilikte vaki olan boşanmada da, kâh delildeki ittifak ve ihtilâfı, kâh
delilin kuvvet ve zayıflığına itibar etrniş-tir.
Evlenme
bahsine dair sözlerimize burada son veriyoruz. Zira buraya kadar
anlattıklarımız, bizim maksadımız için yeterlidir. [173]
[1] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed
b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/411.
[2] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/413.
[3] Nisa, 4/3.
[4] Abdürrezzak, 6/173, no: 10391.
[5] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/413.
[6] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/413-414.
[7] Müslim, Talâk, 18/6, no: 2284.
[8] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/414.
[9] Nûr, 24/31.
[10] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/414-415.
[11] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/417.
[12] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/417.
[13] Mâlik, Nikâh, 38/2, no: 4. .
[14] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/417-418.
[15] Ahmed, 4/192; îbn Mâce, Nikâh, 9/11, no: 1872.
[16] Dârakutnî, 3/299, no: 35, 36,37,40; Hâkim, 2/167.
[17] Ebû Dâvûd, Nikâh, 6/24, no: 2094.
[18] Müslim, Nikâh, 16/9, no: 1421.
[19] Nisa, 4/3.
[20] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/418-422.
[21] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/422.
[22] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/422.
[23] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/422-423.
[24] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/423.
[25] Bakara, 2/232.
[26] Bakara, 2/221.
[27] Tirmizî, Nikâh, 9/14, no: 1101.
[28] Bakara, 2/240.
[29] Bakara, 2/232.
[30] Bakara, 2/230.
[31] Bakara, 2/232.
[32] Bakara, 2/221.
[33] Bakara, 2/24.
[34] Bakara, 2/240.
[35] Bakara, 2/221.
[36] Dârakutnî, 3/221, no: 11; Beyhâkî, 7/124.
[37] Nesâî,6/81.
[38] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/423-427.
[39] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/427-428.
[40] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/428-429.
[41] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/429.
[42] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/430.
[43] Tayâlisî, s. 122, no: 903; Ebû Dâvûd, Nikâh, 6/22, no:
2088.
[44] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/430-431.
[45] Hucurât, 49/13.
[46] Buharı, Nikâh, 67/15, no: 5090; Müslim, Radâ, 17/15,
no: 1466.
[47] Müslim, M, 20/2, no: 1504.
[48] Buharı, Nikâh, 67/13, no: 5086.
[49] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/431-433.
[50] Dârakutnî, 3/221, no: 11.
[51] Nikâh, 9/6, no: 1089.
[52] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/433-434.
[53] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/434.
[54] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/435.
[55] Nisa, 4/4.
[56] Nisa, 4/25.
[57] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/435.
[58] Bııhârî, Nikâh, 67/40, r.o: 5135; Müslim, Nikâh,
16/13, no: 1425.
[59] Ebû Dâvûd, JVıJfcâA, 6/31, no: 2112.
[60] Tirmizî, Nikâh, 9/22, no: 1113.
[61] Darakutnî, 3/244, no: 11.
[62] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/435-438.
[63] Kasas, 28/27.
[64] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/438-440.
[65] Nisa, 4/20.
[66] Nisa, 4/21
[67] Bakara, 2/237.
[68] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/440-441.
[69] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/441-444.
[70] Bakara, 2/236.
[71] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/444.
[72] Bakara, 2/236.
[73] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/445.
[74] Ebû Dâvûd, Nikâh, 6/32, no: 2116; Ncsâî, 6/121;
Tumizı, Nikâh, 9/44, no: 1145.
[75] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/446.
[76] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/446.
[77] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/446-447.
[78] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/447.
[79] Nesâî, 6/120; Ebû Dâvûd, Nikâh, 6/35, no: 2129;
Abdürrezzak, 6/257, no: 10739.
[80] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/447-448.
[81] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/448-449.
[82] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/449.
[83] Beyhâkî, 1/252.
[84] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/450-452.
[85] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/452.
[86] Nisa, 4/23".
[87] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/452-453.
[88] Nisa, 4/23.
[89] Nisa, 4/23.
[90] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/453.
[91] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/453-454.
[92] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/454.
[93] Beyhâkî, 7/40.
[94] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/454-455.
[95] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/455-456.
[96] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/456.
[97] Müslim, Roda, 17/5, no: 1450-1451.
[98] Mâlik, Radâ, 30/2, no: 12.
[99]
Mâlik, Radâ, 30/3, no: 17.
[100] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/456-457.
[101] Buhârî, Nikâh, 67/21, no: 5102; Müslim, Radâ, 17/8,
no: 1455.
[102] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/458.
[103] Bakara, 2/233.
[104] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/458-459.
[105] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/459.
[106] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/459-460.
[107] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/460.
[108] Buhârî, Nikâh, 67/117, no: 5239; Müslim, Radâ, 17/1,
no: 1445; Mâlik, Radâ, 30/1, no 2.
[109] Nisa, 4/23.
[110] Buhârî, Nikâh, 67/117, no: 5239.
[111] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/460-461.
[112] Buhârî, Nikâh, 67/23, no: 5104.
[113] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/461-462.
[114] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/462-463.
[115] Nûr,24/3.
[116] EbûDâvÛd,A%â/ı,6/4,no:2049.
[117] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed
b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/463.
[118] Nisa, 4/3.
[119] Ahmed, 2/13; Tirmizî, Nikâh, 9/33, no: 1128.
[120] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/463-464.
[121] Nisa, 4/23.
[122] Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'an, 2/134.
[123] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/464-465.
[124] Nisa, 4/25.
[125] Nur, 24/32.
[126] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/465-467.
[127] Mümiehine,6/10.
[128] Bakara, 2/22.1.
[129] Nisa, 4/24.
[130] Azil: Kadım hamile bırakmamak için erkeğin meniyi
dışarıya akıtmâsıdır. Mütercim
[131] Mâide,5/5.
[132] Bakara, 2/221. !
[133] Nisa, 4/25.
[134] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/467-469.
[135] Mâlik, Hacc, 20/22, no: 70.
[136] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/469-470.
[137] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/470-471.
[138] Ebû Dâvûd, Nikâh, 6/45, no: 2157; Ahmcd, 3/87.
[139] Müslim, Nikâh, 16/23, no: 1441; Ebû Dâvûd, Nikâh,
6/45, no: 2156.
[140] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/471-472.
[141] Nisa, 4/24.
[142] Ebû Dâvûd,MX-ö/i, 6/45, no: 2157.
[143] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/472-473.
[144] Ebû Dâvûd, Talâk, 7/25, no: 2241.
[145] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/473-474.
[146] Mâlik, Nikâh, 28/20, no: 44-45.
[147] Şâfıi, Umm, 5/47-48; Beyhâkî, 7/186.
[148] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/474-475.
[149] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/477.
[150] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/477.
[151] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/477-478.
[152] Tirmizî,JW*öA,9/14,no: 1101.
[153] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/478-479.
[154] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/479-480.
[155] Talâk, 68/15, no: 5280-5282; Ebû Dâvûd, Talâk, 7/19,
no: 2231.
[156] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/480-481.
[157] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/482.
[159] Bakara, 2/233.
[160] Müslim, Hacc, 15/19, no: 1218.
[161] Talâk, 65/6.
[162] EbûDâvûdiMJWA?6/39,no: 3133.
[163] Müslim, Radâ, 17/13, no: 1462; Tevbe, 49/10, no: 2770;
Buhârî, Hibe, 51/15, no:2593.
[164] Buhârî, AMMA, 67/100, no: 2513.
[165] Mâlik, Nikâh, 28/5, no: 14; Müslim, Radâ, 17/12, no:
1460.
[166] Hadis, Buhârî'de yoktur.
[167] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/483-486.
[168] Nisa, 4/24.
[169] Müslim, Nikâh, 16/3, no: 1405.
[170] Ebû Dâvûd, Nikâh, 6/16, no: 2076.
[171] Buhârî, Buyu', 34/73, no: 2168.
[172] Buhârî, Şürût, 54/6, no: 2721; Müslim, Nikâh, 16/8,
no: 1418.
[173] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/487-490.