7- ORUÇ KİTABI 2

32.   Farz Oruç. 2

1.Orucun Tutulması: Savm: 2

A- Ramazan Orucu: 2

B- Orucun Rükünleri: 2

1. Orucun Zamanı: 2

A- Farz Oluş Zamanı: 2

a-[Havanın Kapalılığından Ayın Görülememesi: 3

b- Hilâl'in Görülme Vakti: 3

B- İmsak Zamanı 5

2. İmsak: Orucu Bozan Şeylerden Sakınmak: 6

a- Gıda Almak: 6

b- Öpmek: 7

c- Kan Aldırmak: 7

d:Kusmak. 8

3. Niyet: 8

a- Şart Olusu: 8

b- Ramazan Orucuna Niyet: 9

c- Vakti: 9

d-Cünüb Olarak Oruç Tutma: 10

Farz Orucu Tutmama: 10

A- Oruç Tutmaması Caiz Olanlar: 10

1. Yolcu ve Hastanın Oruç Tutması: 10

a- Oruç TutanYolcu ve Hastanın Mükellefliğinin Kalkması: 10

b- Oruç Tutma ve Tutmamanın Efdal Olanı: 11

.c- Yolculuğun Niteliği: 11

d- Hastalığın Niteliği: 12

e-Hasta ve Yolcunun İmsak ve İftarı: 12

f-Yolculuğa Başlayanın Ramazan Orucu: 13

2. Yolcu ve Hastanın Orucunu Kaza Etmesi: 13

a- Kaza Orucunda Süreklilik: 13

b Kazanın, Sonraki Ramazana Kadar Ertelenmesi: 14

c- Kaza Orucunu Tutmadan Ölenlerin Sorumluluğu: 14

3. Emzikli ve Gebe Kadın ile Yaşlının Oruc]: 15

B . Oruç tutmaması   caiz  Olmayanlar: 15

1. Orucu Bozduğunda İttifak Bulunan Haller: Oruç Keffareti 16

a- Kasıtlı Yeme-İçmenin Keffaret Gerektirmesi: 16

b- Unutarak Cinsi Birleşme Yapma: 17

c- Mükreh Baskı Altında Olmayan Kadının Birleşmesi: 18

d- Keffârette Sıra: 18

e-  Doyurma Keffaretinin Miktarı: 18

f-Keffaret Sebebinin Tekrarı: 19

g- Doyurma Keffaretinde Yeterlik: 19

2. Orucu Bozduğunda İhtilâf Edilen Haller: 19

33. Mendub Oruçlar 20

1. Mendub Oruçların Zamanı: 20

2. İkinci Rükün Niyet: 22

3. Orucu Bozan Hallerden Sakınma: 22


7- ORUÇ KİTABI

 

Bu bahis -vacib ve mendub oruçlar olmak üzere- önce iki kısma ayrıl­maktadır. Vacib olan oruçlar hakkındaki bahis de *biri orucun tutulması, di­ğeri de orucun tutulmaması veyahut bozulması olmak üzere- yine iki kısma ayrılıp birinci kısım -vacib olan orucun çeşitleri ve rükünleri olmak üzere-iki bölümden ibarettir. İkinci kısım da, oruç tutmayan kimselerin, orucu bo­zan şeylerin ve bunlara dair hükümlerin bilinmesi hakkındadır. Şu halde biz bu bahsin birinci kısmının orucun çeşitleri olan birinci bölümünden başlaya­lım.

Bilmeliyiz ki serî oruç -farz ve mendub olmak üzere- iki kısımdır, farz olan oruç da üç kısımdır. Birinci kısım zaman dolayısı ile farz olan oruçtur ki Ramazan orucudur. İkinci kısım sebep dolayısı ile farz olan oruçtur ki bu da keffaret oruçlarıdır. Üçüncüsü de kişinin, adamak sureti ile kendisine vacib kıldığı oruçtur ki buna da nezir orucu derler, îkinci kısım olan orucun yeri keffaretler bahsi ve üçüncü kısmın yeri de nezir bahsi olduğu için biz burada yalnız Ramazan orucunu ele alacağız. [1]

 

32.   Farz Oruç

 

1. Orucun Tutulması: Savm:

 

 A- Ramazan Orucu:

 

Ramazan ayı orucunun vücubu Kur'an, sünnet ve icma1 ile sabittir., Kur'an delili,

"Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi kötülüklerden sakınası-nız diye size de farz kılındı" [2] âyet-i kerimesidir.

Sünnet'ten delil, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in

«İslâm dini -Allah'tan başka bir ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna inanmak, namaz kılmak, zekât vermek, hac etmek ve Ramazan orucu olmak üzere- beş temel üzerinde kurulmuştur»,Arabi'ye,

«İslâm'in temellerinden biri de Ramazan orucunu tutmaktır» gibi hadislerdir.

îcmaa gelince: İmamlardan hiçbirinin Ramazan orucunun farz olmadı­ğını söylediği naklolunmamıştır.

Ramazan orucunun kimlere farz olduğu hususuna gelince: Ramazan orucu erginlik çağına gelmiş ve aklı başında olan ve aynı zamanda hasta ve yolcu olmayan kimseye -eğer şer'î bir mâni yoksa ki o da kadınlarda aybaşı ve lohusalık halleridir- farzdır ve bunda ihtilâf yoktur. Zira Cenâb-ı Hak,

"Sizden kim bu ayı idrak ederse onda oruç tutsun. [3]buyurmuştur. [4]

 

 

B- Orucun Rükünleri:

 

Ramazan orucunun -ikisinde ittifak, birinde ihtilâf edilen- üç tane rük­nü vardır. Rükün olduklarında ittifak edilenler zaman ile imsaktir. İhtilaf edilen de niyettir. [5]

 

 

1. Orucun Zamanı:

 

Zaman olan rükün de iki kısma ayrılıp biri vücub zamanıdır ki Ramazan ayıdır. Biri de imsak zamanıdır ki bu ayın gündüzleridir. Bu her iki zamanla ilgili ana mes'eleler bulunmaktadır ki ulema bu mes'elelerde ihtilâf etmişler­dir. Biz vücub.zamanı ile ilgili olan mes'elelerden başlayalım. [6]

 

 

A- Farz Oluş Zamanı:

 

Bu mes'elelerin birincisi, bu zamanın başlangıcı ve bitişi, yani kaç gün sürdüğü, ikincisi de, bunu her şahsa ve her iklime göre bildiren alâmetlerin neler olduğu hakkındadır.

Ulema, Arabî ayların kâh yirmidokuz, kâh otuz gün sürdüğünde ve Ra­mazan ayı başlayış ve bitişinin de ancak hilalin görülmesi ile tesbit edildiğin­de müttefiktirler. Zira Peygamber (s.a.s) Efendimiz,

 «Hilâli gördüğünüzde oruç tutunuz ve hilâli gördüğünüzde orucu bırakınız» [7] demiş ve bundan, ay yüzeyinin ta­mamen kararmasından sonra bir kenarından tekrar ışıklanmaya başlamasını kast buyurmuştur. Fakat bununla ilgili olarak iki mes'elede ulema ihtilâf et­mişlerdir. malı?

1- Hava kapalı olup hilâlin görülmesi mümkün olmadığı zaman ne yap-

2- Hilâl ne zaman görülürse muteberdir? [8]

 

a- Havanın Kapalılığından Ayın Görülememesi:

 

Cumhur, «Eğer Ramazan'ın başında hava kapalı olursa ondan önceki Şaban ayı otuz gün sayılır ve otuzbirinci gün Ramazan'ın başlangıcı olur ve eğer sonunda kapalı olursa otuz gün tamamlanır» demiştir.

Ibn Ömer ise «Eğer kapalı olan, ay başının hilâli ise ertesi gün -ki buna şekk günü denilmektedir- oruç tutulur» demiştir.

Selefden bazısının «Eğer hilâl kapalı olursa ay ve güneşin seyri ile he­saplamaya baş vurulur» dediği rivayet olunmuştur. Bu, Tabiin'in büyükle­rinden Mutarrif b. Şureyh'in görüşüdür.

Ibn Şureyh de İmam Şafii'den «Ay dereceleri ve yıldızlar bilimi ile uğ­raşan kimse eğer yaptığı hesap neticesinde ona, eğer hava kapalı olmasaydı hilâl görülecekti diye kesin bir inanç hasıl olursa bu inanca göre oruç tutar  ve tuttuğu oruç yerindedir» dediğini hikâye etmektedir.

Bu ihtilâfların sebebi Peygamber (s.a.s).Efendimiz'in:

«Hilâli gördüğünüzde oruç tutunuz ve hilâli gördüğünüzde orucu bıra­kınız. Şayet çevreniz kapalı olursa onu takdir ediniz» [9] hadisindeki kapalı­lıktır.

Cumhur, «Onu takdir ediniz», «Ramazan hilâli için önceki ayı otuz gün farzediniz, demektir» demiştir.

Kimisi «Hilâl için takdir etmek hilâli hesapla bulmaktır» demiştir.

Kimisi de "Bu sözün mânâsı 'Hilâlin yenilendiğini farzederek ertesi gü­nü oruç tutunuz, demektir" demiştir ki bu -yukarıda söylediğimiz üzere- Ibn Ömer'in görüşüdür. Fakat bu mânâ ile lafız birbirinden oldukça uzaktır.

Ulemanın cumhurunu yukarıdaki şekilde hadisi tefsir etmeğe sevk eden sebep îbn Abbas'ın sabit olan,

«Şayet çevreniz kapalı olursa, Şaban'ı otuz (gün) olarak tamamlayınız» [10] şeklindeki rivayetidir. Çünkü yukarıdaki rivayet her ne kadar kapalı ise de, bu rivayet açıktır. Kapalıyı açı­ğa göre tefsir etmek ise bütün ulemanın ittifakı ile gereken bir yoldur. Zira usûl ulemasına göre müfesser ile mücmel rivayetler arasında hiçbir zaman çelişme olamaz. Kısacası, cumhurun görüşü -Allah bilir- hakikate daha yakındır. [11]

 

b- Hilâl'in Görülme Vakti:

 

Ulema, öğleden sonra görülen hilâlin ertesi gün için sayıldığında mütte­fiktirler. Fakat Öğleden önce görülende ihtilâf etmişlerdir. Cumhur bunu da, akşam üzeri görülmüş gibi ertesi güne saymaktadır ki bütün tabileri ile bir­likte İmam Mâlik, İmam Şafii ve İmam Ebû Hanife bunu benimser. İmam Ebû Hanife'nin tabilerinden İmam Ebû Yûsuf, Süfyan Sevrî ve İmam Mâlik'in tabilerinden İbn Habib ise, «Eğer hilâl, öğleden önce görülürse ge­çen geceye, öğleden sonra görülürse gelecek geceye aittir» demişlerdir.

Bu ihtilâfın sebebi; deneme ile tesbiti mümkün olmayan bir şeyi denemeyip rivayetlere başvurmalarıdır. Halbuki bu hususta, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den herhangi bir rivayet gelmemiştir. Ancak biri âmm, biri de müfesser olmak üzere Hz. Ömer'den iki eser gelmiştir ki kimisi âmm olan eseri, kimisi de müfesser olan eseri tercih etmiştir. Âmm olan eser, A'meş'in Ebû Vâil Şakîk b. Seleme'den rivayet ettiği eserdir. Şakîk demiştir ki: Biz Hanikayn'da idik. Bize Hz. Ömer'den bir mektup geldi. Mektupta «Hilâlle­rin hepsi aynı ölçüde değildir, bazan büyük, bazan küçük olur. Gündüzün hilâli görürseniz -önceki gece onu gördüklerine dair iki kişi şahitlik etmedik­çe- orucunuzu bozmayınız» diye yazılı idi. Hâss oları eser de Süfyan Sevrî'nin Şakîk'ten rivayet ettiği eserdir.

Bunda da Hz. Ömer, «Bazı kimselerin öğleden sonra hilâli gördükleri için oruçlarını bozduklarını işitmişti. Bu hareketlerini doğru bulmayıp onla­ra: Hilâli gündüzün öğleden önce görürseniz yiyiniz, öğleden sonra görürse­niz yemeyiniz diye mektup yazdı» denilmektedir.

(Kadı -İbn Rüşd- diyor ki), kıyas ve denemeler güneş batmadan ayın görülmemesine imkân olmadığını göstermektedir. Meğer ay, güneşten uzak ola. Çünkü o zaman ay her ne kadar büyüklük ve küçüklükte değişiyorsa da rü'yet kavisinden daha büyük olması lâzım gelir. Halbuki daha güneş batma­mışken gözle görülebilecek kadar büyük olması -Allah bilir- akıldan uzaktır. Bununla beraber burada -yukarıda söylediğimiz gibi- denemeye dayanılır ki bu hususta öğleden önce ile öğleden sonrası arasında bir fark.yoktur. Esas muteber olan, güneşin kaybolması veyahut olmamasıdır.

Ayın görüldüğü öğrenildiği zamanda ihtilâf edilmiştir. Çünkü bu bilgi­nin -his ve haber olmak üzere- iki yolu vardır. His yolu ile bilgi hasıl oldu­ğunda, Atâ b. Rebah'tan başka, bütün ulema «Ramazan ayını bizzat gören kimse oruç tutmak zorundadır» demişlerdir.

Atâ ise «Kendisi ile birlikte başkası da görmedikçe tutamaz» demiş­tir.

Şevval hilâlini gören kimse hakkında ise ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik, İmam Ebû Hanife ve İmam Ahmed, «Yiyemez» demişlerdir. İmam Şafii ise, «Yer» demiştir ki Ebû Sevr de bunu benimser. Halbuki bu ihtilâfın hiçbir mânâsı yoktur. Çünkü Peygamber (s.a.s) Efendimiz, oruç tutmayı da, orucu yemeyi de ayı görmeğe bağlamıştır. Görmek ise ancak his ile olur. Eğer haber yolu ile hasıl olan bilgi halinde oruç tutmanın vücubunda icma1 bulunsaydı, haber halinde oruç tutmanın vücubu uzak bir hüküm olurdu. Zi­ra hadisin zahirine uygun değildir. Ramazan ve Şevval hilâlleri arasında ayı­rım yapmalarının sebebi ise, fesat ve yalancılığa meydan vermemek düşün­cesidir. Çünkü diyaneti zayıf olan kimseler, ayı görmedikleri halde -yiyip içebilmek için- gördüklerini uydurabilirler. Bunun içindir ki İmam Şafii: «Eğer kişi uydurulmuş olmaktan şüphe ederse Bayram namazını kılar, fakat yemek içmekten sakınır» demiştir.

- imam Mâlik şâzz bir görüşte bulunup, «Eğer kişi hilâli yalnız gördüğü zaman yerse kendisine hem kaza, hem keffaret lâzım gelir» demiştir. İmam Ebû Hanife de: «Yalnız kaza lâzım gelir» demiştir.

Bilginin ikinci yolu olan habere gelince: Ulema, ayı gördüklerini haber verenlerden bu haberin kabulü için bunların kaç kişi ve nasıl olmaları şarttır, diye ihtilâf etmişlerdir.

İmam Mâli, «îyi hal sahibi iki erkekten az olan kimselerin şahitliği ile ne oruç tutulabilir ne de bayram yapılabilir» demiştir. Müzenî'nin rivayetine göre İmam Şafii: «Bir erkeğin şahitliği ile oruç tutulur, fakat iki erkekten az kimselerin şahitliği ile bayram yapılamaz» demiştir.

Imarn Ebû Hanife ise, «Eğer hava kapalı olursa bir kişinin ve eğer kapalı olur ve aynı zamanda şehir de büyük olursa ancak büyük bir kitlenin şahitliği kabul olunur» demiştir. İmam Ebû Hanife'den, havanın açık olduğu zaman iyi halli iki şahidin kabulü de rivayet olunmuştur.

İmam Mâlik'ten de, havanın kapalı olduğu zaman iki şahidin bile kabul olunmadığı rivayet olunmuştur. Ulema, bayram için ikiden az şahidin kabul olunmadığında müttefiktirler. Ancak Ebû Sevr -İmam Şafii'nin yapağı gibi oruç ile bayram arasında ayırım yapmamıştır.

Bu ihtilâfın sebebi, hem bu babta gelen rivayetlerin çeşitli olması, hem de ayın görüldüğüne dair olan haber, şahitlik kabilinden midir yoksa ra-vilerinde sayı şart olmayan hadis rivayetleri kabilinden midir diye ihtilâf etmeleridir. Bu bâbta gelen çeşitli rivayetlerden biri Ebû Davud'un Abdurrah-man b. Zeyd b. Hattab'tan, Ramazan olup olmadığı şüpheli olan bir günde halka hutbe okuyup, «Rasûlullah (s.a.s)'m ashabı arasında kaldım ve kendi­lerine sordum. Hepsi de bana: Rasûlullah (s.a.s),

«Hilâli gördüğünüzde oruç tutunuz ve hilâli ^Ördüğünüzde bayram ya-^ pıruz. Şayet çevreniz kapalı olursa otuz günü tamamlayınız. Ancak eğer iki

Idşi hilâli gördüklerine şahitlik ederlerse oruç da tutun, bayram da edin» 0) buyurduğunu söyledi.

Biri de, lbn Abbas'ın «Arabi'nin biri Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e ge­lip: Ben bu akşam hilâli gördüm dedi. Peygamber (s.a.s) Efendimiz kendisi­ne 'Sen Allah'tan başka bir ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in de Allah'ın kulu ve rasûlü olduğuna şahitlik eder misin?[12] diye sordu. Arabî: Evet, dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s):,   «Bilâl, kalk, halka duyur da yarın oruç tutsunlar» diye buyurdu» mealindeki hadisidir. Bu hadisi de Tir-mizî rivayet etmekte ve fakat «Senedinde ihtilâf vardır. Çünkü bunu bir ce­maat mürsel olarak rivayet etmiştir» [13] demektedir.

Biri de Ebû Davud'un Rabi1 b. Harraş yolu ile bir sahabiden getirdiği «Bir Ramazan'ın son günü halk toplanmıştı, iki Arabî kalkıp Peygamber (s.a.s) Efendimiz huzurunda: Dün akşam biz hilâli gördük diye şahitlik etti­ler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s)'de halka, hemen oruçlarım bozup mu­sallaya (namazgaha) gitmelerini emir buyurdu» mealindeki hadistir [14].

Ulema da bu hadislerin yorumunda -te'lif ve tercih olmak üzere- iki yola aynimi şiardır.

İmam Şafii, îbn Abbas ile Rabi' b. Harraş'ın hadislerini zahir olan mânâlarında bırakmak sureti ile telif ederek, «Ramazan'ın girmesinde bir şa­hit kâfidir, fakat çıkmasında iki şahit gerekir» demiştir.

îmam Mâlik ise, kişinin hakim huzurunda «Ben hilâli gördüm» demesi­nin hukuk davalarında şahitlik yapmaya benzediğini düşünerek Abdurrah-man b. Zeyd'in hadisini tercih etmiştir. Ebû Sevr de, îbn Abbas ile Rabi' b. Harraş'ın hadisleri arasında çelişme görmemiş olacaktır ki, «Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in, îbn Abbas'ın hadisine göre bir şahit ile, Rabi1 b. Har­raş'ın hadisine göre de iki şahit ile hükmetmesi her ikisinin de caiz olduğunu göstermektedir» demiştir.

Şu halde Ebû Sevr'e göre bu iki hadis ne birbirleriyle çelişmektedir, ne de birinci hüküm Ramazan'ın girmesine ve ikinci hüküm de Ramazan'm çık­masına mahsustur. Kanaatime göre Abdurrahman b. Zeyd ile îbn Abbas'ın hadisleri arasında çelişme yoktur. Olsa olsa, Abdurrahman b. Zeyd'in hadi-sindeki delilü'l-hitab (bu hadisin mefhum-u muhalifi) ile îbn Abbas'ın hadisi _ arasında çelişme vardır. Fakat nass'ın karşısında delilü'l-hitab zayıf bir delil­dir. Bunun için biz, Ebû Sevr'in görüşünü -şâzz olmasına rağmen- hakikate daha yakın görüyoruz. Kaldıki, hilâli gördüğünü söyleyeni hadis ravisine benzetmek, dava şahidine benzetmekten daha uygundur. Çünkü dava şahidi­nin iki kişiden aşağı olmaması şartı, ya sebepsiz bir taabbüddür ki o zaman

ona kıyas etmek caiz olamaz ya da «davalar anlaşmazlık mevzuu ve bir tara­fın diğer tarafa haksızlık yaptığı şüphesini uyandıran yer olduğu için şahidin iki kişiden aşağı olmaması şart koşulmuştur, ki hakim birden çok kimselerin ifadelerini dinlemekle bir kanaate sahip olsun da ona göre anlaşmazlığı hal­letsin. İkiden fazla şahidin şart koşulmayışının sebebi de, şart olan sayıda şa­hit bulma güçlüğü yüzünden haklar zayi olmasın düşüncesidir» denilecektir ki o zaman da, ayı gördüğünü söyleyenlerde bu sayıyı şart koşmak için bir se­bep yoktur. Zira bu durum burada mevcut değildir. Herhalde İmam Şafii'yi, Ramazan'ırt girmesi ile çıkması arasında ayırım yapmaya sevk eden düşünce de bu olacaktır. Zira Ramazan'ın girmesinde tek şahidin uyduracağına ihti­mal verilmez. Fakat çıkmasında tek şahidin uyduracağı muhtemeldir. Ebû Bekir b. el-Münzir'in görüşü de Ebû Sevr'in görüşünün aynıdır.

Kanaatimce; bu görüş zahirilerin de görüşüdür. Ebû Bekir b. el-Münzir bu görüş için «Şehirden gelen bir kimsenin: Bugün Ramazandır veyahut bayramdır diye haber vermesi üzerine yemek içmekten vazgeçmek veyahut orucu bozmak vacip olur ki bunda icma' vardır. Şu halde ayın girdiği ile çıktı­ğını haber vermede de böyle olması gerekir. Zira ikisi de, oruç tutmak zama­nı ile tutmamak zamanını birbirinden ayıran alâmetlerdir» şeklinde delil ge­tirmişlerdir.

«Ayı gördüklerini söyleyenlerin sözü ile, görmeyenlere de oruç tutmak ve orucu bozmak vacib olur», dediğimize göre, bu hüküm bir ülkeden diğer' bir ülkeye de geçer mi, yani ayı gören bir ülke halkının hükmü, ayı görmeyen diğer bir ülke halkına da lâzım gelir mi, yoksa her bir ülkenin hükmü ayrı mı­dır diye ihtilaf etmişlerdir. îmam Mâlik, İbnü'l-Kasım ile Mısır ulemasının kendisinden rivayet ettiklerine göre: «Bir ülkede hilâlin görüldüğü bir başka ülkede de sabit olursa o ülke halkının oruç tutmadıkları günü kaza etmeleri lâzım gelir» demiştir. İmam Şâfıi ile îmam Ahmed de bu görüştedir.

Medine uleması ise, İmam Mâlik'ten «Hilâli görmenin hükmü, gören ülke dışında yalnız haber almakla lâzım gelmez. Ancak eğer Sultan bütün memleket halkını buna zorlarsa o zaman lâzım gelir» diye söylediğini riva­yet etmişlerdir ki İbnü'l-Mâcişûn ile îmam Mâlik'in tabilerinden. Muğire de bunu benimser.

Bütün ulema «Endülüs ile Hicaz gibi, birbirinden çok uzak olan yerler

birbirinin hükmüne tabi değillerdir» demişlerdir.

Bu ihtilâfın sebebi; mantıkî nazarla bu hususta gelen rivayet ara­sında bulunan çelişmedir. Çünkü Matla'lan (ayın doğuş yeri) çok değişik ol­mayan yerlerin ufukları birbirine yakın olduğu için bir yerde hilâl görüldüğü zaman öteki yerlerde de yenilendiği muhakkaktır. Fakat matla'lan çok deği^-şik olan yerler öyle değildir. Ayın bir yerde yenilenmesi öteki yerde de yeni­lenmesini gerektirmez. Halbuki Müslim'in Kureyb'ten getirdiği rivayete gö­re Kureyb, .«Hars kızı Ümmü'l-Fadıl, beni Şam'a Muaviye'nin yanına gönderdi. Şam'a gidip işimi bitirdim ve daha Şam'da iken Cum'a akşamı Ramazan hilâ­lini gördüm ve ayın sonuna doğru Medine'ye vardım. îbn Abbas benden hal hatır sorduktan sonra sözü aya getirip, 'Siz ne zaman ayı gördünüz?' diye sor­du. Cum'a akşamı gördüm dedim. 'Sen kendin gördün mü?' dedi. 'Evet', ben kendim gördüm. Benden başka da birçok kimseler gördü ve oruç tuttular. Muaviye de tuttu dedim. îbn Abbas, Fakat biz burada cumartesi akşamı gör­dük. Bunun için eğer biz bu ayı görmezsek otuz günümüzü tamamlayacağız' dedi. Ona, 'Sen Muaviye'nin görmesi ile yetinemezmisin?' dedim. 'Hayır, Rasûlullah (s.a.s) bize böyle emretmişti' dedi» demiştir [15].

Bu rivayetin zahirine bakılırsa her bir ülke hükmünün -ülkeler birbirin­den uzak olsun yakın olsun- ayrı olması lâzım gelir. Halbuki mantıken düşü­nülürse birbirinden yakın ve uzak olan yerler arasında -hele eğer uzaklık arz yönünden olursa- fark vardır. Bir yerde ayın görüldüğü tevatür derecesine gelirse hakimin huzurunda şahitlik yapmaya ihtiyaç kalmaz. îşte vücub vak­ti ile ilgili olan mes'eleler bunlardır. [16]

 

B- İmsak Zamanı

 

İmsak (orucu bozan şeylerden sakınmak) vakti ile ilgili olan mes'elelere gelince: Cenâb-ı Hak,

 "Sonra orucu geceye kadar tamamlayı­nız" [17]buyurduğu için ulema, bu vaktin sonu güneşin kaybolmasıdir demiş­lerdir. Fakat bu vaktin başlangıcı nedir diye ihtilâf etmişlerdir. Cumhur; «İmsak vakti tan yerinin ağarması ile başlar. Zira Peygamber (s.a.s) Efendi­miz fecri bu şekilde tarif etmiş ve Cenâb-ı Hak,

"Tan yerinde, gündüzün aydınlık çizgisi gecenin karanlık çizgisin­den sizce ayirdedilinceye kadar yiyip içiniz" [18]buyurmuştur» [19] demiş­tir.

Kimisi de «İmsak vaktinin başlangıcı bunu takibeden kırmızılığın çık­masıdır» demiştir. Bu da Huzeyfe ile îbn Mes'ud'tan rivayet olunmuştur.

Bu ihtilâfın sebebi, hem bu mevzuda gelen rivayetlerin çeşitli ol­ması, hem de FECÎR kelimesinin tan yerinde doğan beyazlıkla bu beyazlığı

takibeden kırmızılığın ikisine de denilmesidir. Sözü geçen rivayetlerden bi­ri, Zerr'in, Huzeyfe'den naklettiği, «Peygamber (s.a.s) ile birlikte sahur ye­dim. Diyebilirim ki artık gündüz idi. Ancak güneş doğmamıştı» mealindeki hadistir [20].

Ebû Dâvûd da Kays b. Talk yolu ile Kays'm babasından «Peygamber (s.a.s)'in,

«Yiyip içiniz ve tan yerinde parlayıp yükselen beyazlık sizi kuşkulan­dırmasın. Ne zaman ki kırmızılık doğarsa yemek-içmekten vazgeçiniz» [21] buyurduğunu rivayet etmektedir.

Ebû Dâvûd, "Bu, Yemâmelilerin aşın gidip söyledikleri bir şeydir ki şâzz bir görüştür. Zira Tan yerinde gündüzün beyaz ipliği gecenin siyah ipliğinden seçilinceye kadar yiyip içiniz' mealindeki âyet-i kerime bu görüşün doğru olmadığında nass'tır veyahut nass'a yakındır» demiştir.

îmsak vaktinin başlangıcı tan yerinin ağarmasıdır diyenler -ki cumhur­dur ve mutemet olan görüş de budur- yemek içmek bizzat tan yerinin ağar­ması ile mi, yoksa tan yeri ağardığınıh anlaşılması ile mi haram olur diye ihtilâf etmişlerdir.

Kimisi «Bizzat tan yerinin ağarması ile» kimisi «Buna bakan kimsenin bunu ayırdetmesi ile haram olur. Hatta eğer tan yeri ağarmış olsa bile, bakan onu ayırtedemiyorsa yemeğe devam edebilir» demiştir.

Bu ihtilâfın sonucu şudur: Birinci görüşe göre, tan yerinin ağarmadı-ğını sanarak yiyen bir kimse, sonradan ağardığını öğrense, ona kaza lâzım gelmez. îkinci görüşe göre lâzım gelir.

Bu ihtilâfın sebebi "Tan yerinde gündüzün beyaz ipliği gecenin siyah ipliğinden tarafınızdan ayırtedîlinceye kadar yiyip içiniz" mealin­deki âyet-i kerime, «Siz bunu ayırtedinceye kadaryiyip içiniz» demek midir, yoksa «Onu ayırtedebileceğiniz duruma gelinceye kadar yiyip içiniz» de­mek midir diye ihtilâf etmeleridir. Çünkü Araplar mecaz olarak şeyin yerine, bazan şeyin neticesini kullanmaktadırlar. Zira tan yerinin ağarmasının neticesi onun ayırtedilmesidir.

Şu halde bu ihtilâfa yol açan, âyet-i kerime'de geçen ve «Tarafınızdan» diye tercüme ettiğimiz LEKÜM kelimesidir. Zira bazan tan yeri ağarır da bu ağarma tarafımızdan ayırtedilmiş olmaz, yani biz onu öğrenmiş olmuyoruz. Bu durumda yediğimiz zaman o günü kaza etmemiz lâzım gelir mi gelmez

mi? Lafzın zahirine bakılırsa lâzım gelmez. Çünkü yerken bunu öğrenmiş değildik. İmsak vaktinin sonu olan güneşin batışına ve şeriatte tayin edilen başka vakitlere kıyas edilirse kaza lâzım gelir. Çünkü bütün vakitlerde şer'an muteber olan şart, vaktin girip çıktığının bilinmesi değil, gerçekte vaktin gi­rip çıkmasıdır.

imam Mâlik'ten meşhur olan görüşe göre, fecrin doğuşuna kadar yiyilip içilebilir ki cumhur da bunu benimser. Kimisi de «Fecrin doğuşundan önce yani fecir daha doğmamışken yiyip içmekten vazgeçmek lâzımdır» demiş­tir. Birinci görüşün delili, Buhârî'de kayıtlı bulunan ve -zannimca- bazı riva­yetleri «Peygamber (s.a.s):

«İbn Ümmi Mektum ezan okuyuncaya kadar yiyip içiniz. Çünkü o, fecir doğmadan ezan okumaz» buyurdu» [22]mealinde olan hadistir. Zira bu hadis ihtilâf mevzuunda nass'ür veyahut nass'a yakındır ve aynı zamanda "Tan ye­rinde beyaz iplik siyah iplikten ayırtedîlinceye kadar yiyip içiniz" mea­lindeki âyet-i kerimenin zahirine uygundur.

«Fecirden önce yemek-içmekten sakınmak gereklidir» diyenler ise ih­tiyat etmişlerdir. Zira bu söz takvaya, ötekisi de -Allah bilir- kıyasa uygun­dur. [23]

 

2. İmsak: Orucu Bozan Şeylerden Sakınmak:

 

a- Gıda Almak:

 

Cenâb-ı Hakt «Tarafınızdan beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyip içiniz, sonra orucu geceye kadar tamamlayınız» buyurduğu için ulema, oruçlu olan kimsenin orucu bozan şeylerden sakınmasının vücubunda müttefik iseler de, bazriârrmeskût ve bazıları mantuk olan bu mevzuya dair birtakım mes'elelerde ihtilâf etmişlerdir.

Meskût olan mes'eleler:

1-Ağız yolu ile mideye giren ve fakat besin olmayan,

2- Besin olup da ağızdan başka yollarla mideye giden,

3-Mide dışında kalan vücudun diğer boşluklarına giren herhangi bir madde orucu bozar mı, bozmaz mı mes'eleleridir.

Bu ihtilâfın sebebi, besin olmayan maddeleri besin olanlara kıyas

etmekte ihtilâf etmeleridir. Çünkü nass, yalnız besinler hakkında olup besin

olmayan şeylerin de orucu bozup bozmadığında herhangi bir nass yoktur.

«Oruçtan maksat belli bir süre için vücudu rejime tabi tutmaktır» diyenler, besin olmayan maddeleri besinlere kıyas etmemişlerdir».

«Oruç da namaz gibi sebep ve hikmeti bilinmeyen bir taabbüd olup on­dan maksat herhangi bir şeyi mideye sokmamaktır» diyenler ise, besin olan ve olmayan şeyler arasında fark görmemişlerdir [24].

îmam Mâlik «Mideye herhangi bir şeyin girmesi -o şey ister besin olsun ister olmasın, ister ağız yolu ile, ister başka yoldan girsin- orucu bozar» de­miştir. [25]

 

b- Öpmek:

 

Yiyecek ve içecekler dışındaki, orucu bozan şeylere gelince: Ulema, meninin çıkmasına yol açan Öpüşün de orucu bozduğunda müttefiktirler.

îmam Mâlik «Eğer Öpüşle mezi de çıksa oruç bozulur» demiştir. Oruçlu kimsenin öpüşü hükmünde de ihtilâf etmişlerdir. Kimisi «Caizdir», kimisi «Yaşlıya caizdir, gence mekruhtur» kimisi «Genç olsun yaşlı olsun, her oruçluya mekruhtur» demişlerdir.

«Caizdir» diyenler, Hz. Âişe ile Ürnmü Seleme'den «Peygamber (s.a.s) oruçlu iken öperdi» [26] diye rivayet olunan hadise dayanmışlardır.

«Mekruhtur» diyenler ise «Çünkü öpüş, kişiyi cimaa sürükleyebilir»

demişlerdir.

Kimisi de Meymûne binti Sa'd'den «Peygamber (s.a.s)'e oruçlu iken karısını öpen kimsenin hükmü soruldu. Peygamber (s.a.s): «ikisinin de oru­cu bozulur» dedi» diye rivayet olunan hadise dayanarak şâzz bir görüşte bulunup «Öpüşle oruç bozulur» demiştir. Bu hadisi Tahâvî rivayet etmiş ve fa­kat: «Zayıftır» demiştir [27].

Yemeğe zorlanan veyahut unutarak yiyen kimsenin hükmü ise, orucu

bozan şeylere dair bahsimizde gelecektir. [28]

 

c- Kan Aldırmak:

 

Mantuk (hükmü belirtilmiş) olan mes'elelere gelince: Bunlar da oruçlu iken kan aldırmak ve kusmak mes'eleleridir. Kan aldırmanın hükmü hakkın­da üç görüş vardır.

Kimisi «Oruçlu iken kan aldırılmaz ve alındığı taktirde oruç bozu­lur» demiştir. îmam Ahmed, îmam Dâvûd, Evzâî ve îshak b. Râhûye bunu

Benimser.

Kimisi «Kan aldırmak orucu bozmaz, fakat mekruhtur» demiştir. îmam Mâlik, îmam Şafii ve Süfyan Sevrî de buna kaildirler. îmam Ebû Hanife ile tabileri ise kan aldırmanın, orucu bozmadığı ve kerahete yol açmadığını benimser.

B u ihtilâfın s e b e b i, bu mevzuda varid olan iki hadis arasındaki çe­lişkidir. Biri «Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in:

  «Kan alan ve aldıranın orucu bozulmaz» [29] buyurduğuna dair Sevban ve Râfi' b. Hadîc'in hadisleridir.

Biri de, Ikrime'nin îbn Abbas'ian «Peygamber (s.a.s), oruçlu iken kan aldırırdı» [30]diye rivayet ettiği hadistir.

Hadis uleması bu hadisin sıhhatinde müttefiktirler. Ulema da, bu iki ha­disin yorumunda üç yola ayrılmışlardır ki biri tercih, biri telif, biri de, iki ha­dis arasında çelişme bulunduğu ve hangisinin hangisini neshettiği bilinme­diği zaman ikisinin de hükmü ıskattır. Tercih yoluna gidenler Sevban'ın ha­disini tercih etmişlerdir. Çünkü bu hadis hükmü isbat öteki ise nefyetmekte­dir. Hükmü isbat eden hadis ise, ulemanın çoğuna göre daha racih (üstün) dir. Zira herhangi bir hüküm, kendisi ile amel etmeği gerektiren bir yolla sabit ol­duğu zaman, kendisi ile amel etmemeyi gerektiren bir diğer yolla nefyedil-medikçe kalkamaz. Sevban'ın hadisi ile amel etmenin vücubu ise sabit oldu­ğu halde îbn Abbas'ın hadisi ile nesholunup olunmadığı kesin olarak biline­mez.

Bu da, «Şek yakînin hükmü üzerinde müessir olamaz» diyenlerin görü­şüne göredir. Bu iki hadisi te'lif yoluna gidenler ise, yasaklama hadisini kera­hete, îbn Abbas'ın hadisini de, kan aldırmanın orucu bozmadığı mânâsına hamletmişlerdir. Her iki hadisin de hükmünü iskat yoluna gidenler ise, oruç­lu kimsenin kan aldırmasının cevazını benimsemişlerdir. [31]

 

d: Kusmak

 

Oruçlunun kusmasına gelince: Cumhur, «Kendisini kusturan kimsenin orucu bozulur, kusmak zorunda kalanın orucu ise bozulmaz» demiştir[32]. Ancak Rabia ile Tavus b. Keysân bu ayırımı yapmamışlardır. Rabia, «îster kendisini kustursun, ister kusmak zorunda kalsın orucu bozulur», Tavus ise;

«Bu iki şahsın da orucu bozulmaz» demişlerdir.

Bu ihtilâfın sebebi; hem bu mevzuya dair olan hadislerin birbirle­riyle çelişmesi, hem de bu hadislerin sıhhatinde ihtilâf etmeleridir. Zira bu mevzuda iki hadis varid olmuştur. Biri Ebû Derdâ'nın -Peygamber (s.a.s) kustuktan sonra orucunu bozdu- mealindeki hadisidir.

Mi'dan «Şam camiinde Sevban'ı gördüm ve kendisine: Ebû Derdâ ba-. na: Peygamber (s.a.s)'in kustuktan sonra orucunu bozduğunu söyledi de­dim. Sevban: Evet, Ebâ Derdâ doğru söylemiştir. Rasûlullah (s.a.s)'ın eline ben su döktüm dedi» demiştir.

Tirmizî Sevban'm bu hadisine sahihtir diyor [33]. Diğer hadis de Tirmizî ile Ebû Davud'un rivayet ettikleri Ebû'Hüreyre'nin «Peygamber (s.a.s)

«Kusmak zorunda kalan oruçluya kaza lâzım gelmez. Fakat eğer oruç­lu kendini kusturursa ona kaza lâzım gelir» [34]mealindeki hadisidir. Bu ha­dis mevkuf olarak ayrıca îbn Ömer'den de rivayet olunmuştur. Bu hadislerin ikisini de sahih bulmayanlar: «Ne şekilde olursa olsun kusmakla oruç bozul­maz» demişlerdir. Yalnız Sevban'ın hadisini sahih bulan ve onu Ebû Hürey-re'nin hadisine tercih edenler, «Ne şekilde olursa olsun kusmakla oruç bozu­lur» demişlerdir. «Sevban'm hadisi mücmel ve Ebû Hüreyre'nin hadisi mü-fesserdir. Mücmeli ise müfessere hamletmek gerekir» demek suretiyle ki ha­disi te'lif eden cumhur ise, mecburi kusma ile keyfî kusmayı birbirinden ayı­rıp birincisinde kaza lâzım gelmediğini, ikincisinde lâzım geldiğim söyle­miştir. [35]

 

3.  Niyet:

 

a-  Şart Olusu:

 

Bu bahis, "Niyet orucun sıhhati için şart mıdır, değil midir? Şayet şart ise niyet getirirken Ramazan orucunu tayin etmek lâzım mıdır, değil midir ve her gün için niyet getirmek gerekli midir, yoksa Ramazan'ın ilk günü getiri­len niyet bütün Ramazan ayı için kâfi midir ve hangi vakitte getirilen niyet yerindedir, hangi vakitte yerinde değildir?" diye ulemanın ihtilâf ettikleri birkaç mevzuya dairdir.

Cumhur orucun sıhhati için niyet getirmenin şart olduğu görüşündedir. Ancak Züfer «Hasta ve yolcu olmayan kimselerin Ramazan orucunun sıhha­ti)ti için niyet getirmeleri şart değildir. Fakat eğer hasta veya yolcu Ramazan'da oruç tutmak isterlerse niyet getirmelidirler» demiştir.

Bu ihtilâfın sebebi, oruç sebep ve faidesi düşünülebilen bir ibâdet midir, yoksa sebebi sorulmayan bir taabbüdmüdür diye tereddüt edilmesi­dir.

Orucun sebebi sorulmayan bir taabbüd olduğunu söyleyenler, «Orucun sıhhati için niyet getirmek şarttır» demişlerdir. Sebebi bilinen bir ibâdet ol­duğunu söyleyenler ise, «Kişi niyet getirmese bile,'oruç tutmakla düşünülen faydayı elde ettiği için niyet getirmek şart değildir» demişlerdir.

Züfer'in oruçlar içinde yalnız Ramazan orucu için niyet getirmeği şart görmeyişi ise, zayıf bir görüştür. Herhalde Züfer, «Ramazan'da oruç tutmak bizatihi farzdır. Bunun için Ramazan'da tutulan herhangi bir oruç niyetsiz de olsa serî oruç olur» diye düşünmüş olacak ki, «Niyet Ramazan orucu için ge­reksizdir, fakat sair günlerde oruç tutmanın sıhhati niyete bağlıdır» demiş­tir. [36]

 

b- Ramazan Orucuna Niyet:

 

Niyette Ramazan orucunu tayine dair ihtilâfa gelince, imam Mâlik: «Mutlak orucu kasdetmek kâfi gelmez, Ramazan orucunu niyet etmek lâzımdır» demiştir. îmam Ebû Hanife ise «Mutlak orucun kasdi de kâfidir. Hatta eğer kişi yolcu değilse, bir başka orucu bile kasdetse, yine Ramazan orucu olur. Ancak eğer yolcu ise -kendisine Ramazan'da oruç tutmak vacib olmadığı için- niyet ettiği oruç ne ise o olur» demiştir.

İmam Ebû Yûsuf ile îmam Muhammed yolcuyu da istisna etmeyip «Ra­mazan'da tutulan oruç, hangi niyetle olursa olsun Ramazan orucu olur» de­mişlerdir.

Bu ihtilâfın sebebi, bu ibâdetin niyeti için şart olan tayinde ibade­tin nevini mi, yoksa kendini mi tayin etmek lâzımdır diye ihtilâf etmeleridir. Çünkü şeriatte bu her iki çeşidinde örnekleri vardır.

Meselâ, abdestli olmak bazı ibadetlerin sıhhati için şarttır. Bu ibadetler­den hangisi için olursa olsun abdest alınırken, falanca ibadeti ifa etmek için abdest alıyorum diye niyet getirmek şart olmayıp sadece abdestsizlik hük­münü kaldırmak için niyet getirmek kâfidir. Fakat namazın niyetinde, hangi namaz kılmıyorsa o namazı, yani ikindi ise ikindiyi, öğle ise öğleyi kasdet­mek gerekir. Bunun içindir ki ulema, orucun bu iki çeşit ibadetten hangisi ol­duğunda ihtilâf etmişlerdir. Orucu birinci çeşide sokanlar mutlak orucun ni­yetini kâfi görmüşlerdir. İkinci çeşide sokanlar ise, orucun şahsını yani hangi oruç tutuluyorsa niyette onu tayin etmeyi şart görmüşlerdir. Ramazan günle­rinde bir başka niyetle tutulan orucun Ramazan orucuna dönüşüp dönüşme-

eliği hususundaki ihtilâfın sebebi de, yine ibadetlerin çoğu, vacib olduğu va­kitte ifa edildiği zaman aynı vakte mahsus olan ibadete dönüşmemekle bera­ber bir kısmının dönüşmesidir. İttifak ile dönüşen ibadet haccdır.

Zira «Kendisine hac lâzım gelen bir kimse nafile niyeti ile hacca başlar­sa haccı farza dönüşür» dedikleri halde bunu namaz hakkında söylememiş­lerdir. Bunun için, orucu hacca kıyas edenler, «Oruç da dönüşür» demişler­dir. Orucu diğer ibadetlere kıyas edenler ise, «Dönüşmez» demişlerdir. [37]

 

c- Vakti:

 

Oruç niyetinin vakti hakkındaki ihtilâflarına gelince:

îmam Mâlik «Orucun bütün çeşitlerinde fecirden Önce niyet getirmek gereklidir» demiştir.

îmam Şafii «Farz olan oruçta fecirden önce niyet getirmek gereklidir. Fakat nafile oruçlarda fecirden sonra da caizdir» demiştir.

îmam Ebû Hanife ise «Ramazan orucu ve belli günlerde tutulması nez-redilen oruçlar gibi muayyen bir vakte mahsus olan oruçlarla, nafile oruçlar­da fecirden sonra da niyet getirmek caizdir. Fakat, belli bir vakte mahsus olmayıp vacib fi'z-zimme (serbest zamanlı) olan oruçlarda fecirden Önce ni­yet getirmek şarttır» demiştir.

Bu ihtilâfın s e b e b i, bu husustaki rivayetlerin birbirleriyle çelişme-sidir. Zira Buhârî, validemiz Hz. Hafsa'dan «Peygamber (s.a.s):

«Kim geceden niyet getirmezse orucu yoktur» buyurdu» diye rivayet etmektedir[38], îmam Mâlik'in de mevkuf olarak rivayet ettiği bu hadis hakkında Ebû Ömer: «Se­netleri birbirini tutmaz» demiştir.

Müslim ise Hz. Âişe'den «Rasûlullah (s.a.s) bir gün eve gelip,

«Sizde yiyecekbir şey var mı?»diye sordu. 'Hiçbir şey yoktur' dedim. Bunun üzerine

«Öyle ise, ben oruçluyum» dedi» diye rivayet etmektedir [39].        

Ayrıca rivayet olunduğuna göre bir gün Hz. Muaviye minber üzerinde, "Ey şehir halkı, sizin âlimleriniz nerede? Rasûlullah (s.a.)'dan,

«Bugün aşure günüdür. Oruç tutulması bize farz kılınmamıştır. Fakat ben tutuyorum. Tutmak isteyenler tutsun, istemeyenler tutmasın» diye bu­yurduğunu işittim demiştir [40]. Bunun için, tercih yoluna gidenler Hz. Haf-sa'nın hadisini tercih etmişlerdir. Telif yoluna gidenler de, Hz. Hafsa'mn ha­disini farza ve Hz. Aişe ile Muaviye'nin hadislerini de sünnete hamletmek sureti ile farz ile sünnet oruçları ayırmışlardır.

imam Ebû Hanife de, vacib-i muayyenin (belli zamanlı vacib)- niyet yerine geçen belli bir vakti olduğu için- niyete muhtaç olmadığını ve fakat vacib fı'z-zimme'nin (serbest zamanlı vacib) -belli bir vakti olmadığı için-niyete muhtaç olduğunu düşünerek bu iki vacib arasında hüküm ayırımı yap­mıştır. [41]

 

d-Cünüb Olarak Oruç Tutma:

 

Fıkıh ulemasının cumhuru cünüblükten temiz olmanın orucun sıhhati için şart olmadığı görüşündedirler. Zira Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in eş­lerinden olan Hz. Aişe ile Ümmü Seleme'den «Peygamber (s.a.s) Rama-zan'da cimadan cünüb olur ve cünüb olarak sabahlardı» [42] diye rivayet olunmuştur. Ramazan'ın gündüzlerinde ihtilâm olmakla orucun bozulmadı­ğına dair icma' da cumhur için bir hüccettir. İbrahim Nehâî, Urve b. Zübeyr ve Tâvus'tan «Kasden ihtilâm-olan kimsenin orucu bozulur» diye söyledik­leri rivâyetolunmuştur.

Bu ihtilâfın sebebi, Ebû Hüreyre'den rivayet olunan «Kim Rama­zanca cünüb olarak sabahlarsa orucu bozulur» hadisidir. Ebû Hüreyre'den «Bunu söyleyen ben değilim, bunu söyleyen -Kâ'be'nin Rabbi'ne yemin ede­rim- Muhammed (s.a.s)'dir» diye söylediği de rivayet olunmuştur. îmam Mâlik'in tabilerinden İbnü'l-Mâcişûn «Eğer kadın, aybaşı hali zail olup da fecirden önce gusletmezse o gün oruç tutamaz» demiştir. Fakat bu görüş şâzz olup sabit hadislerle merduttur. [43]

 

Farz Orucu Tutmama:

 

Farz olan orucu tutmayanlar üç sınıf olup bir sınıf için oruç tutmak, itti-fakjle caiz değildir, bir sınıf için oruç tutmamak ihtilâf ile vacibtir, bir sınıf

için oruç tutmak da tutmamak da caizdir. Bu her üç sınıfm da ayrı ayn birta­kım hükümleri bulunmaktadır. [44]

 

A- Oruç Tutmaması Caiz Olanlar:

 

Kendisine oruç tutmak da tutmamak da caiz olanlar; hasta, yolcu ve çok yaşb olan kimselerle, gebe ve emzikli kadınlar olmak üzere -ulemanın ittifa­kı ile - beş kişidir. [45]

 

1. Yolcu ve Hastanın Oruç Tutması:

 

Yolcu hakkındaki bahsimiz birkaç mevzuya ayrılmaktadır:

1- Yolcu Ramazan'da oruç tutarsa üzerinden farz sakıt olur mu, olmaz

mı?

2-Sakıt oluyorsa, kendisi için oruç tutmakla tutmamak eşit midir, yok­sa tutmak tutmamaktan veyahut tutmamak tutmaktan evlâ mıdır?

3- Oruç tutmamayı caiz kılan yolculuğun şart olan belli bir mesafesi var mıdır, yoksa kendisine yolcu adı verilebilen herkes oruç tutmayabilir mi?

4- Oruç tutmamayı caiz kılan hastalık hangi hastalıktır?

5- Yolcu ne zaman yemeğe ve ne zaman yememeğe başlar?

6- Ramazan ayı girdikten sonra yolculuğa çıkan kimse orucu sürdür­mek zorunda mıdır, yoksa yolculuğa çıktığı zaman orucu kesebilir mi? [46]

 

a- Oruç TutanYolcu ve Hastanın Mükellefliğinin Kalkması:

 

Ulema, hasta ile yolcu Ramazan'da oruç tutarlarsa üzerlerinden Rama­zan farzının sakıt olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Cumhur «Sakıt olur» demiştir. Zahirîler ise «Sakıt olmaz. Çünkü hasta ile yolcuya diğer günlerde oruç tutmak farz kılınmıştır» demişlerdir.

B u ihtilâf ı n sebebi

"İçinizden kim ki hasta veya yolculukta olursa hastalık veya yolcu­lukta geçen günleri sayısınca diğer günlerde oruç tutar" [47]âyet-i kerime­si hakiki mânâsında olup âyetten bir şey hazfedilmiş midir, yoksa mecaz olup, «İçinizden kim ki hasta veya yolculukta olup da oruç tutamazsa, tuta-

madiği günler sayısınca diğer günlerde tutar» mânâsında mıdır diye tereddüt Edilmesidir. Kelâmdan bu kabil haziflere lügat uleması LAHNU'L-HİTAB ierler. «Ayet hakiki mânâsındadır» diyenler, «Cenâb-ı Hak,

"O günler sayısınca başka günlerde tutar" de­liği için bu adamın başka günlerde oruç tutması farzdır» demişlerdir. Ayet'i mecaza hamledip «Oruç tutamazsa» kaydının hazfedildiğini benimseyenler se «Bu adama -ancak Ramazan'da oruç tutmadığı taktirde- başka günlerde farz olur» demişlerdir. Her ne kadar kelâmın mecaz olduğunu gösteren bir carine bulunmadığı zaman asıl olan, kelamı hakikate hamletmek ise de, her :i grup da kendi görüşlerini takviye eden birtakım deliller getirmişlerdir. Cumhur, Enes'in «Ramazarida Rasûlullah (s.a.s) ile beraber yolculu­ğa çıktık. Oruç tutanlar da oldu, tutmayanlar da. Ne tutanlar tutmayanları, ne de tutmayanlar tutanları kınadılar» mealindeki sabit olan hadisi ile, «Rasülullah'ın ashabından kimisi yolculukta oruç tutar, kimisi tutmazdı» [48] mealindeki sabit olan hadis ile ihticac etmiştir.

Zahirîler ise, îbn Abbas'tan geldiği sabit olan «Rasûlullah (s.a.s) Fetih yılı Mekke'ye doğru Ramazan ayında yola çıktı ve KEDÎD denilen yere va­rıncaya kadar oruç tuttu ise de ondan sonra orucunu bozdu ve insanlar da ona bakarak oruçlarını bozdular. Zira insanlar daima onun hareketlerini takib ederlerdi» [49] mealindeki hadis ile ihticac etmiş ve «Bu hadis, yolculukta oruç tutma hükmünün nesholunduğunu gösterir» demişlerdir. Ebû Ömer, «Hastanın Ramazan'da oruç tutmakla üzerinden farzın sakıt olduğu hakkın­daki icma', zahirîlere karşı hüccettir» demiştir. [50]

 

b- Oruç Tutma ve Tutmamanın Efdal Olanı:

 

Ulema, Ramazan'da oruç tutmama ruhsatına sahip olan kimsenin oruç tutması mı, tutmaması mı daha evlâdır, yoksa biri diğerinden evlâ olmayıp ikisinin sevap ölçüsü bir midir diye üç çeşit görüşte bulunmuşlardır.

Kimisi «Oruç tutması evlâdır» demiştir ki, İmam Mâlik ile îmanı Ebû Hanife bu görüştedir. Kimisi «Oruç tutmaması evlâdır» demiştir. îmam Ah-med ile ulemadan bir cemaat de bunu benimser. Kimisi de, kişinin bunda se­çimli olduğu, bu iki şıktan birinin diğerinden evlâ olmadığı görüşünde bu­lunmuştur.

Bu ihtilâfın sebebi, bu ruhsatın sebebi ile buna dair bazı rivayetler arasında çelişme bulunması ve bu rivayetlerin birbirleri ile de çalışmasıdır. Zira yolcu ile hastaya oruç tutmama cevazını vermekten, bunun onlara gös­terilen bir ruhsat ve kolaylık olduğu anlaşılmaktadır. Ruhsat olan bir şeyi yapmamak ise yapmaktan evlâdır.

Müslim'in Hamza b. Amr el-Eslemî'den «Rasûlullah (s.a.s)'a, 'Oruca karşı kendimde kuvvet buluyorum. Oruç tutmazsam benim için günah ol­maz mı?' diye sordum. Rasûlullah (s.a.s),

«Bu, Allah tarafından verilen bir izin ve ruhsattır. Kim onu tutmak is­terse iyi etmiş olur ve kim oruç tutmak isterse günah işlemiş olmaz» diye bu­yurdu» [51] mealinde getirdiği hadis de bunu te'yid etmektedir.

Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,

«Yolculukta oruç tutman hayır değildir» [52] hadisi ve en son fiilinin oruç tutmamak olduğunun rivayet olun­ması ise, oruç tutmamanın tutmaktan evlâ olduğunu sezdirmektedir. Fakat oruç tutmamanın bir hüküm olmayıp mubah olan şeylerden olduğu için cumhura, mubah olan bir şeyi hükümden evlâ görmek ağır gelmiştir. Birinin diğerinden evlâ olmadığı görüşü ise, Hz. Âişe'nin «Hamza b. Amr el-Eslemî, Rasûlullah (s.a.s)'a yolculukta oruç tutmanın hükmünü sordu. Rasûlullah (s.a.s):

«İstersen tut, istersen tutma» di­ye cevap verdi» [53] mealindeki hadisine dayanmaktadır. Bu hadisi de Müs­lim rivayet etmektedir. [54]

 

.c- Yolculuğun Niteliği:

 

Ulema, yolcuya oruç tutmamanın cevazı muayyen mesafeli bir yolculu­ğa mahsus mudur, yoksa her yolcu oruç tutmayabilir mi diye ihtilâf etmişler­dir. Cumhur, bunun da namazın kısaltabildiği yolculuğa mahsus olduğu görüşündedir ki bu yolculuğun miktarında -yukarıda geçtiği üzere- ihtilâf et­mişlerdir.

Zahirîler ise «Kendisine yolcu adı verilebilen her yolcu, oruç tutmaya­bilir» demişlerdir.

Bu ihtilâfın sebebi, "Kim ki hasta veya yolculukta olursa (hasta

veya yolcu olarak geçirdiği) günler sayısınca diğer günlerde tutar" âyet-dir.

kerimesinin zahiri ile oruç tutmama ruhsatının sebebi arasındaki çelişmedir. Zira âyet-i kerimenin zahirinden, her yolcunun oruç tutmayabildiği anlaşılı-yorsa da, yolcuya verilen oruç tutmama ruhsatından, yolculuğun zor ve me­şakkatli bir hal olduğu için kendisine bu ruhsatın verilmiş olduğu akla gel­mektedir. Halbuki her yolculukta bilindiği üzere- zorluk yoktur. Şu halde bu ruhsat zorplan yolculuğa mahsustur. Ashab-ı Kiram'ın hepsi, bu yolculu­ğun muayyen mesafeli olduğunda -aşağı yukarı- icma' ettiklerinden bu yol­culuğu da, miktar bakımından namazın kısaltılabildiği yolculuğa kıyas et­mek gerekir».[55]

 

d- Hastalığın Niteliği:

 

Ulema, oruç tutmamayı caiz kılan hastalık hakkında da ihtilaf etmişler-

Kimisi «Oruç tutmaktan dolayı zorluk çekilen ve zarar doğan hastalık­lar oruç tutmamayı caiz kılar» demiştir. îmanı Mâlik bu görüştedir [56]

Kimisi «Hastalıkta oruç tutmaktan zorluk ve zarar görmek şart değildir. Her galebe çalan hastalıkta oruç tutulmayabilir» demiştir. îmanı Ahmed de bunu benimser.

Kimisi de «Kişi, kendisine hasta adı verilince -hastalığı ister ağır, ister hafif olsun- oruç tutmayabilir» demiştir.

Bu ihtilâfın s e b e b i de, yolculuğun mesafesi hakkındaki ihtilâfa yol açan sebebin aynısıdır. [57]

 

e-Hasta ve Yolcunun İmsak ve İftarı:

 

Ulema, yolcu ne zaman yemeğe ve ne zaman yemekten sakınmaya baş­lar diye ihtilâf etmişlerdir.

Kimisi «Kişi yolculuğa çıktığı gün orucunu yer» demiştir. Şa'bî, Hasan Basrî ve îmanı Ahmed bu görüştedir.

Bir kitle de «O günü yemez» demiştir. Bütün islâm uleması da bu görüş­tedir.

Ulemadan bir kitle, sabah faslı evine varacağını bilen kimseye oruç tut­masını müstehab görmüşlerdir. Bunlardan kimisi bu hususta çok şiddet gös­termiş olmakla beraber hiç kimse: «Oruçsuz olarak evine varan kimseye keffaret lâzım gelir» dememiştir. Fakat o gün akşama kadar yiyip içebilir mi, yoksa - yolculuk vasfı, artık üzerinden kalkmış olduğu için- yiyip içmekten Uruç sakınmalı mıdır diye ihtilâf etmişlerdir.

İmam Mâlik ile îmam Şafii «Yiyip içebilir», îmam Ebû Hanife ile tabi­leri ise «Oruçlu imiş gibi davranır» demişlerdir. Günün ortasında aybaşı hali zail olan kadın hakkında da aynı ihtilâf mevcuttur.

Yolcu ne zaman orucunu yiyebilir mes'ele sindeki ihtilâfın sebebi, bu husustaki rivayetin mantıkî düşünceyle çelişmesidir. Çünkü İbn Abbas'ın hadisi ile, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in KEDÎD denilen yere varıncaya kadar bir şey yemediği, ancak oraya vardıktan sonra yemeğe başladığı ve halkın da ona bakarak oruçlarını yediği sabittir. Bunun zahirinden ise, Pey­gamber (s.a.s) Efendimiz'in o gün oruca niyet getirdiği halde sonradan orucunu bozmuş olduğu anlaşılmaktadır. Halkın ise niyet getirdikleri halde oruçlarım bozduklarında şüphe yoktur.

Câbir b. Abdullah'ın «Peygamber (s.a.s), fetih yılı Mekke'ye doğru yola çıktı ve KÜRAÜ'L-AMIM denilen yere varınca su istedi. Halk da oruçlu idi. Peygamber (s.a.s) herkesin gözü önünde bardağı kaldırıp içti. Sonra kendisine 'Bazıları hâlâ oruçludurlar' denildi. Peygamber (s.a.s)

«Onlar âsi insanlardır, onlar âsi in­sanlardır» [58] buyurduğu hadisi de bunu ifâde etmektedir.

Ebû Dâvûd da Ebû Nadra el-Gıfarî'den «Evlerin arasından çıkar çıkmaz yemek sofrasının hazırlanmasını istemiş olduğunu» rivayet etmektedir.

Hadisin ravisi Ca'fer, «Ebû Nadra'ya 'Sen yine evlerin arasına girmiyor musun?1 diye sordum. Ebû Nadra, 'Rasûlullah (s.a.s)'ın sünnetine uymak zo­rundayız1 dedi» diye nakletmektedir [59]. Halbuki yolcunun daha evinde olup yola çıkmamışken oruca niyet getirmemesi nasıl caiz değilse, niyet getirdiği orucu bozmasının da caiz olmaması lâzım gelir. Zira Cenâb-ı Hak,

"Amellerinizi bozmayınız" [60] buyurmuştur. Günün ortasında evine varan yolcunun yemeğe devam etmesinin caiz olup olmadığındaki ihtilâfın s e b e b i de, bu adamı, şek günü olduğu için oruç tutmayan ve fakat günün ortasında Ramazan olduğuna hükmedildiğini öğrenen kimseye kıyas etmekte ihtilâf etmeleridir. Bunu ona kıyas edenler, «Onun yemekten sakınması nasıl gerekiyorsa, bunun da evine vardıktan sonra oruçluymuş gibi davranması gerekir» demişlerdir. "Bu, ruhsata binaen

bilerek oruç tutmamıştır. Ötekisi ise bilmeyerek tutmamıştır. Bunun için >u iki kimse arasında benzerlik yoktur» deyip de bu kıyası uygun görmeyen-er ise «Yemeğe devam edebilir» demişlerdir.

Hanefiler, «Günün ortasında kişinin, Ramazan olduğunu öğrenmesi ıasıl artık yemekten sakınmasını gerektiren bir sebep ise, günün ortasında solcunun evine varması da yemekten sakınmasını gerektirir» demişlerdir. [61]

 

f- Yolculuğa Başlayanın Ramazan Orucu:

 

Ramazan ayı girdikten sonra yolculuğa başlayan kimse orucunu sür-pürmek zorunda mıdır, yoksa tutmaya başladığı orucunu kesebilir mi diye [ihtilâf etmişlerdir. Cumhur, sürdürmek zorunda olmayıp kesebildiği görü­şündedir.

Ubeydetü's-Selmânî, Süveyd b. Guflet ve îbn Mücellez'den ise, «Ra-mazan'ın başında yolculukta olmadığı için oruç tutmaya başlayan bir kimse, sonradan yolculuğa çıksa bile orucunu sürdürmek zorunda olup orucunu sa-katlayamaz» dedikleri rivayet olunmuştur.

Buihtilâfınsebebi,

"Sizden kim (Ramazan) ayını id­rak ederse onda oruç tutsun" [62] âyet-i kerimesinin te'viünde ihtilâf etmele­ridir. Zira bu âyetten, bu ayın bir kısmını evinde idrak eden kimsenin ayın hepsini tutmasının vücubu anlaşılabildiği gibi, yalnız yetiştiği kısmı tutma­sının vücubu da anlaşılabilir. Çünkü ayın hepsine yetişildiği. zaman hepsinin tutulması vücubunda icma' bulunduğuna göre, bir kısmına yetişildiği zaman da, yalnız o kısmın tutulması vacib olmalıdır. Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'in Ramazan ayı içinde yolculuğa çıkması cumhurun yorumunu te'yid etmektedir. Yolculuk ve hastalık halinde oruç tutmayanın hükmüne gelince: Cenâb-ı Hak,

"O günler sayısınca diğer günlerde tutar" bu­yurduğu için, bunlara kaza lâzım geldiğinde ittifak vardır. Fakat baygın dü­şen veyahut deliren kimselere kaza lâzım gelip gelmediğinde ihtilâf etmiş­lerdir. Bütün islâm uleması, baygın düşen kimseye kaza lâzım geldiği görü­şünde birleşmişlerse de, deliren kimse hakkında ihtilâf etmişlerdir.

İmam Mâlik, ona da kaza lâzım geldiği görüşünde ise de bu, zayıf bir görüştür. Çünkü Peygamber (s.a.s) Efendimiz

 «Deliye de -deliliği devam ettiği müddet­çe- sorumluluk yoktur» [63] buyurmuştur.

. Bayılan veyahut deliren kimselere kaza lâzım gelmediği görüşünde olanlar, orucun bayılma ve delirme ile bozulup bozulmadığında ihtilâf et­mişlerdir.

Kimisi «Bozulur» kimisi «Bozulmaz» demiş, kimisi de, bayılma ile de­lirmenin fecirden önce ve sonra olması halleri arasında ayırım yapmıştır..

Kimisi de «Eğer günün çoğu geçtikten sonra bayılma veyahut delirme olursa tuttuğu oruç kâfi gelir, eğer öğleden Önce olursa kaza lâzım gelir» de­miştir.

Bu görüşlerin hepsi de zayıftır. Çünkü baygınlıkla delilik Öyle hallerdir ki bu hallerde teklif kalkar. Mükellef olmayan bir kimseye de oruçludur ve­yahut değildir denilemez. Şu halde nasıl bir ölünün veya amel ve ibadeti sahih olmayan bir kimsenin orucu bozuldu denilemiyorsa, öylece bayılma ve delirme ile de oruç bozulur denilemez. [64]

 

2. Yolcu ve Hastanın Orucunu Kaza Etmesi:

 

1- Hasta ve yolcu, oruçlarını kaza ederlerken peşpeşe ve aralıksız olarak kaza etmeleri lâzım mıdır?

2- Şayet mazeretsiz olarak ertesi Ramazan'a kadar oruçlarını kaza et­mezlerse kendilerine bir şey lâzım gelir mi?

3- Oruçlarını kaza etmeden ölürlerse yerlerine yakınları oruç tutabilir mi? diye üç mes'ele daha vardır. [65]

 

a- Kaza Orucunda Süreklilik:

 

Kimisi «Hasta ve yolcu, oruçlarını eda ederlerken nasıl ardı ardına eda etmeleri gerekiyorsa kaza ederlerken de ardı ardına ve aralıksız olarak tut­mak zorundadırlar» demiştir.

Kimisi de, böyle bir mecburiyet bulunmadığını, yalnız bunlardan kimi--sinin ardı ardına tutmanın müstehab olduğunu söylemiştir.

B u ihtilâfın s e b e b i kıyas ile âyetin zahiri arasındaki ihtilâftır. Zira kıyas, orucun edası nasıl ise, kazasının da öyle olmasını gerektirmektedir.

"Geçen günler sayısınca başka günlerde tutar" âyeti kerimesinin lafzına bakılırsa sadece kaç gün tutulmamışsa o kadar gün tutmanın vücubu anlaşılır, aralıksız olarak tutmanın vücubu ise âyetten anlaşılmaz. Ancak Hz. Âişe'den «Âyet esasen

"Geçen günler sayı&nca ve ardı ardına başka günlerde tutar" diye nazil olmuştur. Fakat (Mütetabiâtin) «Ardı ardına» lafzı düşmüştür» diye söylediği rivayet olunmuştur [66].[67]

 

 

b.  Kazanın, Sonraki Ramazana Kadar Ertelenmesi:

                    

Kimisi «Ertesi Ramazan gelinceye kadar mazeretsiz olarak oruçlarını

kaza etmeyen yolcu ve hastaya Ramazan'dan sonra kazadan başka, ayrıca keffaret de lâzım gelir", demiştir. îmam Mâlik, imam Şâfıi ve İmam Ahmed bu görüştedirler. Kimisi de «Bundan dolayı keffaret lâzım gelmez» demiştir. Hasan Basrî ile İbrahim en-Nehâî de bunu benimser [68].

Bu ihtilâfın sebebi, keffaretler birbirlerine kıyas edilebilir mi, edi­lemez mi diye ihtilâf etmeleridir.

«Kıyas edilemez» diyenler, «Kazadan başka bir şey lâzım gelmez» de­mişlerdir,

«Kıyas edilir» diyenler ise, Ramazan'da orucunu kasden bozan kimse­ye kıyas ederek, «Buna da keffaret lâzım gelir. Çünkü ikisi de oruç ibadetinin kudsiyetine karşı saygısızlık etmişlerdir. Bu, orucunu kaza zamanında kaza etmemekle, ötekisi de, yemek içmek caiz olmadığı bir günde yiyip içmekle saygısızlık etmiştir» demişlerdir. Ancak şu var ki, eğer kaza için de şeriatın bir nass'ı ile belli bir zaman tayin edilmiş olsaydı bu kıyas yerinde olurdu. Zi­ra edanın zamanları şeriatçe tayin edilmiştir.

Kimisi de şâzz bir görüşte bulunup: «Eğer hastanın hastalığı ertesi Ra-mazan'a kadar devam ederse kendisinden kaza sakıt olur» demiştir ki, bu gö­rüş nass'a muhaliftir. [69]

 

c- Kaza Orucunu Tutmadan Ölenlerin Sorumluluğu:

 

Hasta ile yolcu oruçlarını kaza etmeden ölürlerse kimisi «Hiçbir kimse bir başkası yerine oruç tutamaz» demiştir.

. Kimisi de «Yerlerine yakınları oruç tutabilirler» demiştir.

«Yerlerine başkaları oruç tutamaz» diyenler, «Yerlerine fidye verilebi­lir» demişlerdir. İmam Şâfıi bunu benimser.

Kimisi de «Kendileri vasiyet etmezlerse, hiçbir kimse yerlerine ne oruç tutabilir, ne de fidye verebilir» demiştir İmam Mâlik de bu görüştedir.

İmam Ebû Hanife ise «Yakınları yerlerine oruç tutabilirler, şayet oruç tutamazlarsa fidye verebilirler» demiştir.

Kimisi de, farz oruç ile, adanan oruç arasında ayırım yaparak, «Adayıp da tutmadığı orucu, yakını yerine tutar, fakat farz orucu, yerine tutamaz» de­miştir.

Bu ihtilâfın sebebi, kıyas ile hadis nass'Iarının birbirleriyle çeliş­meleridir. Çünkü Hz. Aişe'den rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in:

O" «Kim ki üzerinde oruç borcu bulunduğu halde ölürse, yerine yakım oruç tutar» [70] diye buyurduğu sabit olmuş­tur.                                    .                                                                 

îbn Abbas'ın hadisi ile de sabit olmuştur ki, adamın biri Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e gelip «Ya Rasûlallah, anam üzerinde bir ay oruç borcu bulunduğu halde öldü. Onun yerine bu orucu ben kaza edeyim mi?» diye sormuş Efendimiz

«Eğer annen üzerinde bir borç olsaydı onun yerine o borcu ödeyecek miydin?» diye sormuş ve adam, «Evet» deyince,

«Şu halde Allah'a olan borç ödenmeğe daha müstehaktır» [71] buyurmuştur. Bunu usule aykın görüp, «Nasıl kimse kimsenin yerine namaz kılamıyor ve kimse kimsenin yerine abdest alamı­yorsa, bir kimsenin diğer bir kimse yerine oruç da tutamaması lâzım gelir» diyenler, «Ölünün yakım ölü yerine oruç tutamaz» demişlerdir.

Bu kıyası yapmayıp da nass'lan tercih edenler, «Caizdir» demişlerdir. Nass'lan da tercih etmeyenler, «Yalnız ölünün nezrettiği orucu tutabilir» de­mişlerdir.

Ramazan orucunu buna kıyas edenler ise, «Onu da tutar» demişler­dir.

Fidyenin vücubunu benimseyenlere gelince: Bunlar,

«âyet-i kerimesinin şeklindeki kıraatine dayanmışlardır ki bu kıra­ate göre âyet-i kerimenin mânâsı şöyledir: "Oruca dayanamayanlar, bîr düşkünü doyuracak kadar fidye vermeleri gereklidir".

Kişinin kaza ile fidye arasında seçimli olduğu görüşünde olanlar ise, âyet ile hadisi te'lif etmişlerdir. Kendisine oruç tutmak da, tutmamak da caiz olanlardan hasta ile yolcunun hükümleri işte bunlardır. [72]

 

3. Emzikli ve Gebe Kadın ile Yaşlının Oruc]:

 

Emzikli ve gebe kadınlarla çok yaşlı olan kişiler hakkında ise iki meş­hur mes'ele vardır. Biri, emzikli veya gebe olan kadın oruç tutmadığı zaman, kendisine ne lâzım gelir? Ulema, bu mes'elede dört çeşit görüşte bulunmuşlardır.

Kimisi «Kendisine kaza lâzım gelmez, sadece fidye verir» demiştir ki

bu görüş Ibn Ömer ile İbn Abbas'tan rivayet olunmuştur.

Kimisi 'Bunun tersini, yani fidye lâzım gelmez, tutmadığı orucu yalnız kaza eder' demiştir. Bunu da tmam Ebû Hanife ile tabileri Ebû Ubeyd ve EbûSevr söylemişlerdir.

Kimisi 'Hem kaza lâzım gelir, hem de fidye1 demiştir. Bunu da îmam Şafii söylemiştir.

Kimisi de: 'Gebe kadın kaza eder, fidye vermez, emzikli kadın ise fidye verip, kaza etmez1 demiştir.

Bu ihtilâfın sebebi, emzikli kadınla gebe kadının, oruca dayana­mayan yaşlı ile hastadan hangisine benzediğinde tereddüt etmeleridir. Em­zikli ve gebe kadınlan hastaya benzetenler 'Kendilerine yalnız kaza lâzım gelir1 demişlerdir.Yaşlıya benzetenler, "Oruca dayanamayan­lara bir düşkünü doyuracak kadar fidye vermek gerekir" mealindeki kı­raatin delaleti ile 'Kendilerine yalnız fidye lazım gelir' demişlerdir.

«Hem kaza, hem fidye lâzım gelir» diyenler ise, her ikisine de benzet­miş olacaklardır ki 'hastaya benzedikleri cihetle, kendilerine kaza lâzım ge­lir, yaşlıya benzedikleri cihetle de fidye lâzım gelir1 demişlerdir. Bunlar emzikli ve gebe kadınlan oruç tutmayan sağlam adama da benzetmiş olabilirler.

Fakat bu, zayıf bir ihtimaldir. Çünkü sağlam adamın oruç tutmaması caiz değüdir. Gebe ile emzikliyi ayıranlar ise, gebeyi hastaya benzetmiş emzikliye de hem yaşlının, hem hastanın hükmünü vermiş veyahut onu oruç tutmayan sağlam adama benzetmişlerdir. Bu görüşler arasında, kaza ile fidyeden birisi ile hükmedenlerin görüşü, ikisi ile hükmedenlerin görüşünden -Allah bilir-evlâdır. Nasıl ki birisi ile hükmedenlerden, kaza ile hükmedenlerin görüşü fidye ile hükmedenlerin görüşünden evlâ ise....

Zira, kıraati mütevatir değildir. Bunun üzerindedur. Çünkü bu açık bir şeydir.

Oruca dayanamayan çok yaşlı adama gelince: Ulemanın ittifakı ile bu adam oruç tutmayabilir. Fakat tutmadığı zaman kendisine fidye lazım çelir mi gelmez mi diye ihtilâf etmişlerdir:

İmam Şafii ile îmam Ebû Hanife: 'Lâzım gelir', îmam Mâlik: 'Lâzım gelmez, fakat müstehabür' demişlerdir.

Lâzım gelir diyenlerin çoğu: 'Her bir gün için bir MÜD (avuç dolusu)   verir' demişlerdir. Kimisi de: 'Hz. Enes'in yaptığı gibi birkaç avuç vermesi kâfidir' demiştir.

Bu ihtilâfın sebebi, yukarıda geçen kıraati hakkında ihtilâf etmeleridir. Zira bu kıraat mushafta yer almamış, fakat adaletli tek kişilerin yolu ile rivayet olun­muştur.

Böylesi âyetlerle amel etmek vacibtir diyenler, 'Çok yaşlı adam bu âye­tin hükmüne dahildir ve dolayısıyla fidye vermek zorundadır' demişler­dir.

'Mushafta yer almayan kıraatlerle amel etmek vacib değildir' diyenler ise, 'Bu adamın hükmü, ölünceye kadar hastalığı devam eden kimsenin hük­müdür, yani kendisine fidye lâzım gelmez' demişlerdir.

îşte oruç tutması da tutmaması da caiz olan kimselerin meşhur olan hü­kümleri bunlardır ki, çoğu ya mantuktur ya da onıç tutmaması caiz olan kim­selerin mantuk bulunan hükümleri ile ilgili bulunmaktadır. [73]

 

B . Oruç tutmaması   caiz  Olmayanlar:

 

Oruç tutmamak, kendisine caiz olmayan sınıfa gelince: Bunlara dair olan bu bahiste, bu sınıftan olanlardan biri orucunu bozduğu zaman kendisi-

 [âzım gelen hükümleri araştıracağız. Malumdur ki bu adam orucunu ya ci-[ ile ya başka bir şeyle bozar. Başka bir şeyle bozduğu zaman da o şeyin [cu bozduğu ya ihtilaflıdır ya değildir. [74]

 

1. Orucu Bozduğunda İttifak Bulunan Haller: Oruç Keffareti

 

Orucunu cima' ile ya da başka bir şeyle bozan kimse bunu, ya yanhşlık-ya bilerek, ya keyfî olarak, ya da icbar edilerek yapar.

Cumhur, 'Ramazan'da bile bile cima' etmekle orucunu bozan kimseye kaza, hem keffaret lâzım gelir' demiştir. Zira Ebû Hüreyre'nin hadisi Ue >ittir ki adamın biri Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e gelip: Ya Rasûlallah, lak oldum, diye halinden yakınmış ve Efendimiz (s.a.s):

«Sana ne oldu ki?» diye sorunca, o kimse:

 (Şu mübarek) Ramazan'da oruçlu iken karıma yaklaştım diye cevap rmiştir. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s):

«Azad edecek bir köle bulabilir misin?» bu­rmuş ve soran:

Bulamam, deyince Efendimiz (s.a.s):

«Öyle ise ilâ ay arka ar~ fa oruç tutmaya gücün yeter mi?» diye sormuş ve soran:

Gücüm yetmez. (Hem bu felakete oruç yüzünden uğramadım mı?) de~ ?si üzerine Efendimiz (s.a.s):

 «Altmış yoksulu doyurmak yolu-da bulamaz mısın?» buyurmuş. Soran:

Hayır, bulamam demiş ve Efendimiz (s.a.s)'in huzurunda durmuştur. \bû Hüreyre'nin rivayetine göre kendileri de ne olacağım beklerken Efen­dimiz (s.a.s)'e o sırada hurma ile dolu bir zenbil getirilmiş de Efendimiz:

«Hani soran nerededir?» diye sormuş ve soran, Benim, diye (ayağa kalkınca) Efendimiz,

«Al bunu, yoksullara dağıt» buyurmuş. So- Benden düşkün biryoksula mı vereceğim ya Rasûlallah? Allah'a yemin ederim ki, Medine'nin karataslı iki yanı arasında benim ailemden daha yoksul bir aile yoktur, demiştir. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s) dişleri görününceye kadar gülmüş ve sonra,

«Haydi git de onu ailene yedir» [75] buyurmuş­tur.                  

Ulema, *Ramazan orucunu mazeretsiz olarak yemek içmekle bozan kimsenin hükmü de kaza ve keffaretin vücubunda orucunu cima' ile bozan kimsenin hükmü gibi midir, değil midir? Ramazan'da yanlışlıkla cima' eden kimsenin hükmü nedir? İcbar edilmeden cima'yı kabul eden kadına ne lâzım gelir? Lâzım gelen keffaret, vacib-i mürettep (sıralı vacib) midir, vacib-i mu­hayyer (seçenekli vacib) midir? Keffaret, yoksulları doyurmak olduğu za­man her yoksula ne kadar vermek gerekir? Tekerrür eden cima1 ile keffaret de tekerrür eder mi? Eğer keffaret yoksullara yemek vermek olduğu zaman kişi­nin gücü buna yetmezse sakıt olur mu, yoksa sonradan şayet zengin olursa yine de ödemesi gerekir mi?' diye bu mes'elenin birkaç konusunda ihtilâf et­mişlerdir.

Kimisi şâzz bir görüşte bulunup, «Orucunu cima1 ile bile bile bozan kimseye kazadan başka bir şey lâzım gelmez» demiştir. Bunlar herhalde ya bu hadisi işitmemiş, ya da hadisin emirlerinde kesinlik görmemişlerdir. Zira eğer bu emirler kesin olsaydı, adam 'Köle azatlamaya ve yoksulları doyur­maya gücüm yetmez' dediği zaman -hasta olmadığı için- Peygamber (s.a.s) Efendimiz kendisine 'Öyle ise altmış gün oruç tutacaksın' diyecekti. Çünkü hadisin zahirinden, adamın hasta olmadığı anlaşılmaktadır. Şayet hasta da olsa, eğer emir kesin olsaydı kendisine, 'İyileştiğin zaman oruç tutacaksın1 diyecekti.

Kimisi de yine şâzz bir görüşte bulunup, *Ona kaza lâzım gelmez, yal­nız keffaret lâzım gelir' demiştir. Zira hadiste, 'Orucunu da kaza edeceksin' diye söylenmemiştir. Kur'an-ı Kerim ile emredilen kaza da ancak -yukanda söylediğimiz üzere- kendisi için oruç tutmamak caiz veyahut -ihtilâfa göre-vacib olan kimseler içindir. Mazeretsiz olarak oruç tutmayan veyahut orucu­nu bozan kimseye kaza lâzım geldiğine dair bir nass yoktur. Şu halde bile bi­le namazı terk eden kimseye kaza lâzım gelip gelmediğindeki ihtilâf, maze­retsiz olarak oruç tutmayan veyahut orucunu bozan kimse hakkında da bu­lunmaktadır. Ancak şu var ki buradaki ihtilâf oradaki ihtilâf kadar kuvvetli olmayıp bu her iki görüş de şâzz'dır. Burada meşhur olan ihtilâflar ancak yu­kanda saydığımız mes'elelerdir. [76]

 

a- Kasıtlı Yeme-İçmenin Keffaret Gerektirmesi:

 

îmam Mâlik ile tabileri, îmam Ebû Hanife ile tabileri, Süfyan Sevrî ve bir kitle, 'Cima' ile orucunu bozan kimseye hem kaza, hem keffaret lâzım geldiği gibi, mazeretsiz olarak orucunu yemek içmekle bozan kimseye de hem kaza hem keffaret lâzım gelir' demişlerdir. İmam Şafii, imam Ahmed ve Zahirîler ise, keffaretin ancak cima* ile lâzım geldiği görüşündedirler.

B u i h t i 1 â f ı n sebebi, orucunu yemek içmekle bozan kimseyi, cima1 ile bozan kimseye kıya etmekte ihtilâf etmeleridir. «Keffareti gerektiren ci­ma', nasıl oruç ibadetinin ulviyetini hiçe saymak ve saygısızlıksa, yemek içmekte de aynı saygısızlık vardır» diyenler, cima' ile yiyip içmeğe aynı hük­mü vermişlerdir. «Keffaret her ne kadar saygısızlığa karşı bir ceza ise de, bu ceza diğer şeylerden çok, cima'a uygundur. Zira cezadan maksat kötülüğü önlemek olduğuna göre en büyük ceza nefsin en çok arzuladığı kötülüğe kar­şı koyulur. Diğer şeylere nazaran nefsin en çok tatmin etmek istediği ise, cin­si arzudur ve oruçtan maksat da insanların dînî emirleri benimsemeleri ve iyi duygularla bezenmelerini sağlamaktır.

Nitekim Cenâb-ı Hak,

"Sizden önceki ümmetlere oruç farz kılındığı gibi size de farz kılın­dı. Tâ ki kötülüklerden korurlasınız" [77] buyurmuştur diyenler ise: 'Bu ağır keffaret cima'a mahsustur' demişlerdir.

Tabiidir ki bu ihtilâf, ibadetlerde kıyası caiz görenler arasındadır. îba~ / deÛerde kıyası caiz görmeyenler -malumdur ki- keffareti cima'a mahsus gö­rüp yemeğe-içmeğe vermezler. Ramazan'da orucunu bozan bir adama, Pey­gamber (s.a.s) Efendimiz'in keffareti emrettiğine dair Muvatta'da rivayet olunan hadis de bu hususta hüccet olamaz [78]. Zira bu hadis mücmel olup adamın orucunu ne ile bozduğu hadiste açıklanmamıştır. Mücmelde ise umum yoktur ki hüccet olsun. Ne var ki bu hadisi hüccet gösterenler, ravinin, Ramazan orucunu bozmak - ne ile olursa olsun- keffareti gerektirir kanaatin­de olduğu yönünden hüccet göstermişlerdir. Zira eğerravi bu görüşte olma­saydı, adamın ne ile orucunu bozduğunu açıklayacaktı. [79]

 

b- Unutarak Cinsi Birleşme Yapma:

 

îmam Şafii ile tmam Ebû Hanife'ye göre, kişi Ramazan'da oruçlu oldu­ğunu unutarak cima1 ederse, kendisine ne kaza, ne de keffaret lâzım gelir.

îmam Mâlik'e göre keffaret lâzım gelmez, fakat kaza lâzım gelir. îmam Ah­med ile Zahirîler ise: «Kendisine hem kaza, hem keffaret lâzım gelir» demiş­lerdir.

Kaza hakkındaki ihtilâfın sebebi, bu hususa dair hadisin zahiri ile kıyasın çelişmesidir. Zira unutulan namazın kaza edilmesi vücubu nass'en sabittir. Oruç da namaz gibi olduğuna göre onun da kaza edilmesi vacib ol­malıdır. Müslim ile Buhârî'nin Ebû Hüreyre'den getirdikleri hadise göre ise, Peygamber (s.a.s) Efendimiz,

«Kim oruçlu olduğunu unutarak yer içerse (sakın) orucunu (bozma sın), tamamlasın. Çünkü ona Allah yedirip içirmiştir» buyurmuştur [80]. Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,

«Ümmetim, yanlışlık ve unutkanlıkla yaptıklarından ve kendilerine zorla yaptırılan işlerden sorumlu değillerdir» [81] hadisindeki umum da bu hadisi te'yid etmektedir. Günün battığını zannedip iftar ettikten sonra günün batmamış olduğunu öğrenen kimseye kaza lâzım gelip gelmediği hakkında­ki ulemanın ihtilâfı da bu babtandır. Zira bu adam yanılmıştır. Yanılan ile unutanın hükümleri ise aynıdır. Unutma halinde kaza lâzım gelmediği malumdur. Zira eğer, 'Unutana kaza lâzım geldiğini gösteren bir delil bulun­mazsa asıl, kazanın lâzım gelmediğidir desek, unutmanın oruçta kazayı ge­rektirmemesi lâzım gelir. Çünkü burada böyle bir delil yoktur.

'Unutana kaza lâzım gelmediğini gösteren bir delil bulunmadıkça asıl, kazanın lâzım geldiğidir' desek, yine unutmanın oruçta kazayı gerektirme­mesi lâzım gelir. Çünkü Ebû Hüreyre'nin hadisi bunun delilidir. Ancak, Öruç unutularak terki halinde bir şey lâzım gelmediği nass'en bildirilen di­ğer ibadetlerden ziyade, namaza benzemektedir. Namazın ise unutularak terki halîhde kaza lâzım geldiği, nas'ca sabittir1 şeklinde bir itiraz hatıra ge­lebilir. Fakat bu itiraz da pek yerinde değildir. Çünkü kıyas yolu ile herhangi bir ibadetin kazasını vacib kılmak zayıf bir ictihadtır. Zira kaza, edanın vü-cubunu bildiren emirden başka bir emirle vacib olur.

Unutarak cima1 edene hem kaza, -hem keffaret lâzım geldiği görüşü de zayıftır. Çünkü keffaret bir çeşit cezadır. Unutanı cezalandırmak ise şeriatın açık olan prensibine aylandır. Ancak bu görüş sahipleri, yukarıda naklettiğimiz Arabi'nin hadisindeki mücmelliğe bakmışlardır. Çünkü bu hadiste Arabi'nin unutarak mı, bilerekmi, cima' ettiği açıklanmamıştır. İhramda iken unutarak av öldürene keffaret lâzım gelir diyenler de bu prensibi korumamışlardır. Kaldı ki nass, ancak bunu bilerek yapanlar hakkındadır.

Zahirîler ya 'Unutana da keffaret lâzım geldiğini gösteren bir delil bu­lunmadıkça, yalnız bilerek cima1 yapana keffaret lâzım gelir' demeliydiler ya da Peygamber (s.a.s) Efendimizin «Ümmetim üzerinden yanlıştık, ve unutkanlığın sorumluluğu kalkmıştır» hadisindeki umumun bir muhassısı (belirleyicisi) bulunmadıkça bu umumu tutmalıydılar. Fakat ne zahiriler, ne de ötekiler kendi prensiplerine bağlı kalmamışlardır. Arabî hadisinin müc-melliğinde de bir hüccet yoktur. Zira usûl ulemasından kimisi, 'her ne kadar eğer şeriat bir şey hakkında 'Böyle olursa şöyledir' şeklinde bir şart koşmaz­sa, şeriatın o şey hakkındaki hükmü âmm'dır' demiş ise de, bu söz zayıftır. Çünkü şeriat hiçbir zaman müphem bir hüküm koymamıştır. Eğer bir şeyde ibham (belirsizlik) varsa o ibham bize göredir. [82]

 

c- Mükreh Baskı Altında Olmayan Kadının Birleşmesi:

 

İmam Ebû Hanife ile İmam Mâlik ve tabileri «Kadın cima'da kocasına karşı diretmezse, kocasına keffaret lâzım geldiği gibi ona da lâzım gelir» de­mişlerdir.

İmam Şafii ile İmam Dâvûd ise, 'Kadına keffaret lâzım gelmez' demiş­lerdir.

Bu ihtilâfın sebebi, yukarıda geçen Arabî hadisinin zahiri ile kıya­sın çelişmesidir. Zira Peygamber (s.a.s) Efendimiz bu hadiste kadına keffa­ret ödemeyi emretmemi ştir. Kıyas ise, onun da erkek gibi olmasını iktiza etmektedir. Zira ikisi de mükelleftirler. [83]

 

d- Keffârette Sıra:

 

Bu keffaret, zihar keffareti gibi vacib-i müretteb (sıralı vacib) midir, yoksa vacib-i muhayyer (seçenekli vacib) midir? Yani kişi, hadisteki sıraya göre önce köle azatlamak, buna gücü yetmezse altmış gün oruç tutmak, ona da gücü yetmezse altmış yoksulu doyurmak zorunda mıdır, yoksa bunlara gücü yetse de bunlardan birini seçebilirmi?

İmam Şafii, îmam Ebû Hanife, Süfyan Sevrî ve diğer Küfe uleması,

«Bu keffaret müretteb olup önce köle azatlamak, köle bulamazsa oruç tut­mak, oruç da tutamazsa yoksulları doyurmaktır» demişlerdir, imam Mâlik ise muhayyer olduğunu söylemiştir. îmam Mâlik'ten, diğer iki kişiden ziya­de, yoksulları doyurmanın müstehab olduğunu söylediği de rivayet olun­muştur.

Bu ihtilâfın sebebi, gerek bu husustaki hadislerin ve gerekse kıyas­ların çelişmesidir. Zira yukarıda geçen Arabî hadisinin zahiri mürettep oldu­ğunu göstermektedir. Çünkü Peygamber (s.a.s) Efendimiz kendisine, bunla­rın her birine gücü yetip yetmediğini sıra ile sormuştur. îmam Mâlik'in «Adamın biri Ramdzan'da orucunu bozmuştu. Pey­gamber (s,a.s) Efendimiz ona, ya bir köle azatlamasını, ya iki ay zincirleme oruç tutmasını, ya da altmış yoksulu doyurmasını emir buyurdu» [84] diye rivayet ettiği hadisin zahiri ise, muhayyer olduğunu göstermektedir. Çünkü «Ya» diye tercüme ettiğimiz hadisteki EV kelimesi her ne kadar hadisi riva­yet eden sahabinin ifadesi isede, Arap dilindeki muhayyerlik anlamını ver­mektedir. Zira ashab olayları bizzat görüp dinledikleri için durum ve ifâde­lerden daha iyi anlarlardı. Bu hususta birbirleriyle çelişen kıyaslar ise, bu keffaretin bir yandan zi­har, bir yandan da yemin keffaretine benzemesidir. Fakat bu keffaret yemin­den çok, zihar keffaretine daha yakındır. îmam Mâlik'in yoksulları doyurmayı müstehab görmesi ise hadislerin zahirine muhaliftir.

imam Mâlik şeriatın birçok yerlerinde yoksulları doyurmanın oruç ye­rine geçtiğini gördüğü için bunu kıyas yolunda söylemiştir. Nitekim âyet-i kerimesinin "Oru­ca dayanamayanların, bir düşkünü doyuracak kadar fidye vermeleri gerekir" mânâsını veren kıraat şekli bunu emretmektedir. Bunun içindir ki imam Mâlik ile bir kitle, oruç borcu olduğu halde ölen kimse için keffaret olarak yoksulları doyurmayı müstehab görmüşlerdir ki bu, usule uyan kıya­sı, usûle uymayan hadise tercih etmek gibi bir şeydir. [85]

 

e-  Doyurma Keffaretinin Miktarı:

 

 Her yoksula ne kadar verileceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. İmam lâlik ile İmam Şafii ve tabileri, 'Her yoksula Peygamber (s.a.s) Efendi-niz'in avucu ile bir avuç verilir' demişlerdir. îmam Ebû Hanife ile tabileri ise, 'îki avuç, yani yarım sa' verilir' demiş-erdir.

Bu ihtilâfın sebebi, kıyasın hadis ile çelişmesidir. Zira eğer bu fid-^, hakkında nass bulunan «Ezâ» fidyesine kıyas edilirse iki avuç olması âzım gelir. Eğer yukarıda geçen Arabi'nin hadisine bakılırsa bir avuç olması âzım gelir. Zira bu hadisin bazı rivayetlerinde, Peygamber (s.a.s) Efendi-niz'e getirilen zenbiîde onbeş sa' -ki her birsa' dört avuçtur- hurma vardı di-/e söylenmektedir [86], Fakat bundan, keffaret miktarının altmış avuç olduğu ınlaşıhyorsa da, her bir yoksula bir avuç vermenin gerektiği anlaşılmaz. [87]

 

f- Keffaret Sebebinin Tekrarı:

 

Ulema, Ramazan'da cima'nın bir günde tekrarlanması halinde yalnız bir keffaret ve edilen cima'nın keffareti verildikten sonra bir başka günde bir da­ha cima edilmesi halinde de cima'lann sayısı kadar keffaret lâzım geldiği hu­susunda müttefik iseler de, ettiği cima'nın keffaretini vermeden bir başka günde bir daha cima' eden kimse hakkında ihtilâf etmişlerdir.

İmam Mâlik, İmam Şâfıi ve bir cemaat, 'Her bir gün için bir keffaret lâzım gelir'demişlerdir.

îmam Ebû Hanife ile tabileri ise: 'Değişik günlerde de olsa, cima' ettik­ten sonra keffaret vermeden bir daha cima1 eden kimseye yalnız bir keffaret lâzım gelir' demişlerdir.

Bu ihtilâfın sebebi, keffaretleri şer'î hadlere kıyas etmekte ihtilâf etmeleridir. Keffaretleri şer'î hadlara kıyas edenler, 'Nasıl birkaç kere zina eden kimse, sadece bir sefer had ediliyorsa, bunun da tekerrür eden cima'lan için yalnız bir keffaret lâzım gelir' demişlerdir.

Had, cezadan başka bir şey değildir. Keffaretlerde ise bir nevi sevap Ivardır diyerek bu ikisi arasında benzerlik bulunmadığını ileri sürenler ise, i 'Her bir gün için ayrı bir keffaret lâzım gelir' demişlerdir. [88]

 

g-  Doyurma Keffaretinde Yeterlik:

 

Keffaret vacib olduğu zaman, vermeye gücü yetmeyen kimse sonradan gücü yeter bir duruma gelirse, yine de vermek zorunda mıdır, yoksa sakıt mı olur, diye ihtilâf etmişlerdir.

Evzâî, 'Keffaret, vacib olduğu zaman gücü yetmeyenden sakıt olur' demistir. İmam Şâfıi ise, bunda tereddüt etmiştir:

Bu ihtilafın sebebi, bu mes'elenin şeriatte meskût geçmesi­dir. Keffaretlerin de borçlar gibi olması muhtemel olduğu gibi, -ki bu du­rumda, kişinin keffaret vermeye gücü yettiği zaman vermesi gerekir- 'Eğer böyle olsaydı Peygamber (s.a.s) Efendimiz bunu açıklardı demek de müm­kündür. Orucu bozduğunda ihtilâf edilmeyen şeylerle bile bile Ramazan orucu­nu bozan kimsenin hükümleri işte bunlardır. [89]

 

2. Orucu Bozduğunda İhtilâf Edilen Haller:

 

Bu şeylerle oruç bozulur diyenlerden kimisi, 'Bunlarla orucunu bozan kimseye, hem kaza, hem keffaret lâzım gelir' kimisi de: 'Yalnız kaza lâzım gelir, keffaret lâzım gelmez' demiştir. Meselâ: Kan aldıran, kendi isteği ile kusan, çakıl veya kum tanelerini yutan ve kişinin ilk yolculuğa çıktığı günde -o gün akşama kadar orucunu sürdürmek zorunda olduğunu söyleyenlere göre- orucunu bozan kimselere, îmam Mâlik, 'Hem kaza, hem keffaret lâzım gelir' demiş ise de, gerek «bunlarla oruç bozulur» diyen diğer mücte-hidler ve gerekse îmam Mâlik'in tabileri onun bu görüşüne katılmamışlardır. Ulemadan yalnız Evzâî ile Ebû Sevr, 'Ancak kusmaktan' ve Atâ da, 'Ancak kan aldırmaktan hem kaza, hem keffaret lâzım gelir' demişlerdir.

Bu ihtilâfın sebebi, bu şeylerin orucu bozduğunda ihtilâf edildiği için bir yandan ittifakla orucu bozan, bir yandan da ittifakla orucu bozmayan şeylere benzemeleridir. İşte bu şeylerde bu iki benzerlik bulunduğu yani bunlarla oruç bozulur mu, bozulmaz mı, diye ihtilâf edildiği için 'bozulur' diyenler de, bunlarla oruç bozulduğu zaman keffaret lâzım gelip gelmediği hususunda ihtilâf etmişlerdir.

Cumhur, bunlarla orucun bozulması şüpheli olduğundan keffaret lâzım gelmeyip yalnız kaza lâzım geldiğini söylediği için İmam Ebû Hanife bu gö­rüşün ışığı altında, 'Orucunu bozduktan sonra aybaşı haline giren kadın ve hastalanan veya yolculuğa çıkan adam gibi, orucunu bozduktan sonra oruç tutmamayı caiz kılan bir duruma giren kimseye keffaret lâzım gelmez' de­miştir.

îmam Ebû Hanife gibi 'bu adama keffaret lâzım gelmez' diyenler esa­sında kendisine oruç tutmamak caiz olduğu bir günde orucunu bozduğuna bakmış ve 'Orucunu bozarken her ne kadar bunu bilmiyor idiyse de sonradan öğrenmiştir' demişlerdir. Bu adamın şeriata karşı saygısızlık yaptığına ba­kanlar ise, 'Kendisine keffaret lâzım gelir. Çünkü orucunu bozarken bunu bilmiyordu' demişlerdir.

Yukarıda geçtiği üzere, fecrin söküşü ile günün batışı arasında fark bulunduğu için, îrfoam Mâlik'in fecrin sökmediğini kesin olarak bilmediği hal­de sahur yiyen kimseye yalnız kaza lâzım geldiğini, günün battığını kesin olarak bilmediği halde orucunu açan kimseye ise hem kaza, hem keffaret lâzım geldiğini söylemesi de bu babtandır.

Cumhur, Ramazan orucunun kazasını tutmuş olan kimseye orucunu bozduğunda keffaret lâzım gelmediği görüşündedir. Zira bu adam, eda za­manı olan Ramazan'a saygısızlık yapmamıştır.

Katâde ise 'Ona hem keffaret, hem kaza lâzım gelir' demiştir.

İbnü'l-Kasım ile Ibn Vehb'ten bunu, fesada uğrayan hacca kıyas ederek, 'Kendisine o gün yerine iki gün kaza lâzım gelir' diye söyledikleri rivayet olunmuştur.

Sahuru geç yemenin ve akşam erken iftar etmenin orucun birer sünneti olduğunda ulema müttefiktirler. Zira Peygamber (s.a.s) Efendimiz,

«İnsanlar, oruçlarını erken açtıkları ve sahuru geç yedikleri müddetçe hayr içindedirler» [90] ve

«Sahur yemeği yeyiniz. Zira sahurda bolluk vardır» [91] ve

«Orucumuzu Ehl-i Kitab'ın orucundan ayıran, sahur yemeğidir» [92] buyurmuştur.

 Cumhur, Peygamber (s.a.s) Efendimiz,

«Oruç bir kalkandır (Oruçluyu aşırı isteklerden korur). Biriniz oruç tuttuğu zaman (sakın) cahillik edip ağzından kötü laf çıkmasın, şayet birisi kendisi ile itişip dalaşmak isterse: Ben oruçluyum desin» [93]buyurduğu için, dili, kötü ve kalb kinci söz söylemekten korumanın da orucun adap ve sün-netlerinden olduğunda müttefiktirler.

Zahirîler «Kötü söz söylemekle oruç bozulur» demişlerdir ki, bu şâzz. bir görüştür.

İşte farz olan oruca müteallik mes'elelerden meşhur olanları bunlardır, Mendub olan oruca dair bahsimiz, oruç bahsinin ikinci kısmını oluşturmak­tadır. [94]

 

33. Mendub Oruçlar

 

Mendub olan oruca dair bahsimiz, bu orucun üç rüknü ile bu orucu boz­manın hükmü hakkındadır. [95]

 

1. Mendub Oruçların Zamanı:

 

Orucun birinci rüknü olan oruç tutma zamanı -oruç tutulması teşvik edi­len, oruç tutulması yasaklanan ve ne teşvik, ne de yasaklanan günler olmak üzere- üç kısımdır ki bunların bir kısmında ittifak ve bir kısmında da ihtilâf edilmiştir. Oruç tutulmasının teşvik edildiğinde ittifak edilen gün, aşure gü­nüdür.

İhtilâf edilen günler ise, arefe günü Şevval ayından altı gün ve her ayın onüç, ondört ve onbeşinci günleridir. Çünkü Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in aşure günü oruç tuttuğu ve tutulmasını emrettiği hakkındaki hadis sabittir. Bu hadiste,

«Bugün kim oruç tutmuşsa orucunu tamamlasın ve kim tutmamışsa gü­nünü tamamlasın» [96] buyurmuştur.

Ancak aşure günü, Muharrem ayının dokuzuncu günü mü, yoksa onun­cu günü mü diye ihtilâf etmişlerdir.

Bu ihtilâfın sebebi, bu husustaki hadislerin çeşitli olmasıdır. Müs­lim «İhtı Abbas: 'Muharrem hilalini gördüğünüz zaman dokuzuncu günün sabahını say' dedi. Kendisine: Rasûlullah (s.a.s) Aşure orucunu öyle mi tutardı? diye sordum. Evet dedi» mealinde bir hadis rivayet etmektedir [97]

Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in aşure günü oruç tuttuğu ve tutulmasını emrettiği zaman kendisine, 'Bugün Yahudi ve Hıristiyanlar tarafından kut­sal sayılan bir gündür' diye söylendiği ve kendisinin,

«Gelecek yıl -Allah dilerss- dokuzuncu günü tutacağız» diye buyurdu­ğu ve fakat gelecek yıla ömrünün vefa etmediği yolunda da bir hadis rivayet olunmuştur [98]                                                                                    .

Arefe günü hakkındaki ihtilâflarına gelince: Çünkü Peygamber (s.a.s) Efendimizin Arefe günü oruç tutmadığı halde,

«Arefe günü oruç tutmak, önceki ve sonraki iki yılın günahlarını silip yok eder» [99]buyurduğu rivayet olunmuştur. Bunun içindir ki Arefe günün­de ihtilâf etmişlerdir. îmam Şafii, hacda olanlara tutmamasını ve hacda olmayanlara da tutmasını muhtar görerek her iki hadisi telif etmiştir. Ebû Dâvûd da «Peygamber (s.a.s) Efendimiz Arafat dağında Arefe günü oruç tutmayı yasakladı»[100] diye rivayet etmektedir.

Şevvalin altı günü hakkındaki ihtilâfa gelince, her ne kadar Peygamber (s.a.s) Efendimizin,

«Kim Ramazan orucunu tuttuktan sonra arkasında Şevval ayından da altı gün tutarsa, bütün yılı oruç tutmuş gibi (sevap kazanmış) olur» [101]diye buyurduğu sabit olmuşsa da İmam Mâlik, ya halkın Ramazan'dan olmayan günleri de Ramazan'dan saymasından korktuğu ya da belki bu hadisi işitme­diği veyahut sahih bulmadığı için -ki en zahir olan da budur- bu altı gün oruç tutmayı mekruh görmüştür, imam Mâlik, ayın onüç, ondört ve onbeşinci günlerini de oruç tutmayı, cahiller bu günlerin orucunu vacib görecekleri en­dişesi ile mekruh saymıştır. Sabit olmuştur ki Peygamber (s.a.s) Efendimiz her ayda belirsiz olarak üç gün oruç tutmuş [102]ve Abdullah b. Amr b. As'ın çok oruç tuttuğunu haber alınca ona,

 «Her aydan sana üç gün yetmi­yor mu?» diye söylemiş ve fakat Abdullah 'Ya Rasâlallah, gücüm ondan faz­lasına yeter' deyince,

«Öyle ise beş gün olsun», demiş ve fakat Abdullah'ın, "Gücüm ondanda fazlasına yeter' demesi üzerine, «Öyle ise yedi», «Öyle ise dokuz», «öyle ise on bir gün olsun» demiş ve her defasında 'gücüm ondan fazlasına yeter' diyen Abdullah yine de 'Gücüm ondan fazlasına yeter' deyince:

«Öyle ise Dâvûd (a.s.)'un orucunu tut, onun orucu yılın yansı idi, bir gün tutar, bir gün tutmazdı» [103]buyurmuştur.

Ebû Dâvûd da «Peygamber (s.a.s) Efendimiz, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutardı» [104] diye rivayet etmektedir. Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'in Ramazan'dan başka hiç bir ayı tamamı ile oruç tutmadığı ve en çok, Şaban ayında oruç tuttuğu sabit olmuştur [105].

Oruç tutulması yasaklanan günlere gelince; Bunlar da -yasaklandığın­da ittifak ve ihtilâf edilenler olmak üzere- iki kısımdır. Yasaklandığında itti­fak bulunan günler, Ramazan bayramı ile Kurban bayramının birinci günüdür. Çünkü bu iki günde oruç tutmanın yasaklandığı sabittir. İhtilâf edilenler ise, «Eyyâmü't-Teşrik» denilen Kurban bayramının iki, üç ve dördüncü gün­leri, şekk, Cum'a ve Cumartesi günleri ve Şaban'ın son yansı ile senenin tamamıdır. Teşrik günlerinde oruç tutmayı caiz görenler de, görmeyenler de vardır. Kimisi de, 'Teşrik günleri oruç tutmak mekruhtur' demiştir ki, İmam Mâlik bunu benimser. Fakat Temettü1 haccmı yaptığı için kendisine hacda oruç va­cib olan kimse için İmam Mâlik, 'caizdir', demiştir.

Bu ihtilâfın sebebi, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in, «Teşrik günleri yiyip-içme günleridir» hadi­si, 'Bu günler yiyip içme günleri olduğu için bu günlerde oruç tutulamaz' de­mek midir, yoksa *Bu günlerde yiyip içmek oruç tutmaktan evlâdır* demek midir diye tereddüt edilmesidir.

Hadisi vücuba hamledenler [106]Teşrik günlerinde oruç tutmak haramdır' mendubluğa hamledenler ise 'Mekruhtur' demişlerdir. Hadislerin vücuba hamledilmesi asıl olduğu halde bunu mendubluğa hamledenler -akla öyle geliyorki-: 'Eğer vücuba hamledilirse, Ebû Said el-Hudrî'nin «Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den,

«Senenin iki gününde, fıtır ve kurban bayramı günleri, tutulan oruç sa­hih değildir» buyurduğunu işittim» W mealindeki sabit olan hadisin delilü'l-hitabıyla (mefhum-u muhalifıyle) çatışmış olacaktır' demişlerdir. Çünkü bu

hadisteki delüü'l-hitab'tan, diğer günlerde tutulan oruç sahihtir diye anlaşıl­maktadır.' Zira eğer bu iki günden başka da orucu caiz olmayan günler olsay­dı yalnız bu iki günü söylemekte mânâ kalmazdı.

Cum'a günü hakkında ise, kimisi, «Oruç tutmak mekruh değildir» de­miştir ki, İmam Mâlik ile tabileri ve bir kitle bunlardandırlar.

Kimisi de 'Eğer ondan önceki veya sonraki günlerden biri de onunla be­raber tutulmazsa mekruhtur' demiştir.

Bu ihtilâfın sebebi, bu husustaki hadislerin çeşitli olmasıdır. Biri İbn Mes'ud'un «Rasûlullah (s.as) her aydan üç gün oruç tutardı ve hiçbir Cum'a günü oruç tutmadığını görmedim» [107] mealindeki hadisidir ki bu ha­dis sahihtir.

Biri, «Adamın biri Câbir'e: 'Peygamber (s.a.s)'in Cum'a günü yalnız olarak oruç tutmayı yasakladığını işittin mi?' diye sorduğuna ve Câbir'in, «Evet, şu beytin Rabbine yemin ederim» diye cevap verdiğine dair .olan ha­distir ki bunu da Müslim kaydetmiştir [108]. Biri de, yine Müslim'in kaydettiği «Peygamber (s.as),

«Biriniz, ondan önceki veya sonraki günü de tutmadan yalnız Cum'a günü oruç tutamaz» buyurdu» mealindeki Ebû Hüreyre'nin hadisidir[109]. İbn Mes'ud hadisinin zahirini tutanlar Cum'a günü oruç tutmayı mutlaka caiz görmüş, Câbir hadisinin zahirini tutanlar da mutlaka mekruh görmüşlerdir. Ebû Hüreyre'nin hadisini tutanlar ise Câbir ile îbn Mes'ud'un hadislerini te'lif etmişlerdir. Şekk gününe gelince: Ulemanın cumhuru şekk günü Ramazan orucu niyeti ile oruç tutmanın yasaklandığı görüşündedirler. Çünkü -yukarıda İbn Ömer'den naklettiğimiz haber dışında- bütün hadislerin zahiri, Ramazan orucunun ancak ya hilalin görülmesinde ya da Şaban ayının otuz gün olarak tamamlanması ile tutulabildiğini bildirmektedirler. Şekk günü tatavvu' (na­file) niyeti ile oruç tutmakta ise ihtilâf etmişlerdir.

Kimisi, Ammâr'ın «Kim şekk günü oruç tutarsa Ebü'l-Kasım (s.a.s) a karşı gelmiş olur» [110] hadisinin zahirine bakarak mekruh görmüş, kimisi de -Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in Şaban ayının tamamını oruçlu geçirdiği [111] ve   «Ramazan'ı bir veya iki gün Önce]oruç tutmakla karşılamayınız. Ancak eğer tutulan oruç, birinizin daha önce tutmak i'tiyadında olduğu oruca rast­larsa o zaman onu tutsun» [112]buyurduğu için -caizdir demiştir.

Leys b. Sa'd de, «Eğer kişi şekk gününün Ramazan orucu niyeti ile tutar da, sonra o günün gerçekten Ramazan olduğu sabit olursa kendisi için kâfi gelir» diye söylemiştir.

Leys b. Sa'd'ın bu sözü, tatavvu1 niyetim, fecirden sonra farz niyetine çe­virmenin caiz oluşunu benimsediğini göstermektedir.

Cumartesi günü hakkındaki ihtilâfın sebebi de,

«Cumartesi günü, size farz kılınan oruçtan başka bir oruç tutmayınız» [113] diye rivayet olunan hadisin sıhhatinde ihtilâf etmeleridir. Bu hadisi Ebû Dâvûd kaydetmektedir. «Bu hadis, «Peygamber (s.a.s) bir Cum'a günü Cüveyriyye binti Hars'a uğrayıp onu oruçlu buldu ve kendisine: Dün de oruç tutmuş muydun? diye sordu. Cüveyriye hayır dedi. Peygamber (s.a.s): Ya­rın da tutacak mısın? diye sordu ve Cüveyriye yine de: Hayır deyince Öyle ise orucunu boz, dedi» [114] hadisi ile nesholunmuştur» derler.

Yılın tamamında oruç tutmanın yasaklandığının [115] sabit olduğu halde îmam Mâlik, senenin tamamında oruç tutmakta bir sakınca görmemiştir, îmam Mâlik, belki senenin tamamını oruçlu geçirmenin vücut zafiyeti ve hastalığa yol açtığı kaygısı ile bundan nehyedildiği kanaatinden dolayı; 'Bunda dinî bir sakınca yoktur' demiştir.

Şaban'ın ikinci yansında oruç tutmaya gelince: Kimisi, 'Mekruhtur' ki­misi, 'Caizdir' demiştir. 'Mekruhtur' diyenler, Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'den,

«Şaban'ın yarısından sonra, Ramazan gelinceye kadar artık oruç yok­tur» [116] diye rivayet olunan hadise bakmışlardır. 'Caizdir* diyenler ise, Üm-mü Seleme'nin «Rasûlullah (s.a.s)'ın Şaban ve Ramazan'dan başka iki ay üst üste oruç tuttuğunu görmedim» [117] mealindeki hadisi ile, İbn Ömer'in «Rasûlullah (s.a.s)Şaban'ıRamazanla birleştiriyordu» [118] hadisinedayanmışlardır. Bu hadislerin hepsini Tahâvî kaydetmektedir. [119]

 

2. İkinci Rükün Niyet:

 

Orucun ikinci rüknü niyettir. Mendub olan oruçta niyet getirmeyi şart koşmayanları bilemiyorum. Ancak niyetin ne zaman getirilmesinin gerekti­ği hususunda -yukarıda da geçtiği üzere- ihtilâf etmişlerdir. [120]

 

3. Orucu Bozan Hallerden Sakınma:

 

Orucun üçüncü rüknü, orucu bozan şeylerden sakınmaktır. Farz olan oruçta hangi şeylerden sakınmak gerekiyorsa mendub olan oruçta da aynı şeylerden sakınmak gerekir. Oradaki ihtilâf burda da mevcuttur.

Mendub olan orucu bozmanın hükmüne gelince: Ulema, kişiye men­dub olan orucunu bir mazeretten dolayı bozduğunda bir şey lâzım gelmedi­ğinde müttefiktirler.. Fakat özürsüz olarak ve bile bile mendub olan orucunu bozan kimse hakkında ihtilâf etmişlerdir.

îmam Mâlik, «Ona kaza lâzım gelir», İmam Şafii ile bir kitle ise, «Lâzım gelmez» demişlerdir.

Bu ihtilâfın sebebi, bu husustaki hadislerin çeşitli olmasıdır. Zira îmam Mâlik, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in zevceleri Hz. Hafsa ile Hz. Aişe'nin, oruçlu iken kendilerine hediye olarak getirilen bir yiyeceği yiyerek oruçlarını bozduklarım ve Peygamber Efendimiz'in onlara,

«Yerine bir gün kaza ediniz» [121] buyurduğunu riva­yet etmektedir.

Ümmü Hâni'nin «Mekke'nin fethi sırasında bir ara Hz. Fattma gelip Rasûlullah (s.a.s)'ın sol yanına oturdu. Bende sağ yanında idim. Hizmetçi hz içinde içecek bulunan bir kah getirip Rasûlullah (s.a.s)'a verdi. Rasûlul­lah (s.a.s) alıp içtikten sonra bana verdi. Ben de içtim ve 'Ya Rasûlallah, oruçlu idim, orucumu bozdum' dedim. Rasûlullah (s.a.s) bana 'Sen bir oru­cun kazasını mı tutmuştun?' diye sordu. 'Hayır', dedim.

Rasûlullah (s.a.s),'

«Orucun tatavvu' olduğu için sana bir sey lâzım gelmez» dedi» [122]mealindeki hadisi ise bununla çelişmektedir.

İmam Şafii bu hususta, Hz. Aişe'nin «Rasûlullah (s.a.s) yanıma geldi. Ona: Sana bir yemek sakladım', dedim. Rasûlullah (s.a.s) «Ben oruç tutmak istemiştim. Fakat getir (de yiyeyim)» dedi»[123] mealindeki hadisi ile ihticac etmiştir.

İmam Mâlik'in rivayet ettiği Hz. Hafsa ile Hz. Aişe'nin hadisi müsned değildir. Bu ihtilâfın bir diğer sebebi daha vardır. O da tatavvu' (nafile) olan orucun, tatavvu1 olan namaz ile tatavvu1 olan hacdan hangisine benzediğinde ihtilâf etmeleridir. Zira tatavvu1 olarak hac veya umreye başlayıp da yanda bırakan kimseye kaza lâzım geldiğinde ve tatavvu1 olarak namaza başlayıp da yarıda bırakan kimseye ise -bildiğime göre- kaza lâzım gelmediğinde ic-ma' etmişlerdir.

Orucu namaza kıyas edenler, orucun hacdan çok, namaza benzediğini iddia etmişlerdir. Zira haccın ayrı bir özelliği vardır. Tatavvu' da olsa, hacca' başlayan kimse, haccı herhangi bir sebeple bozulsa bile yarıda bırakamaz, sonuna kadar devam etmesi gerekir. Namazda ise, bu özellik yoktur. Cumhur, tatavvu1 olan orucunu yanlışlıkla bozan kimseye kaza lâzım gelme­diği görüşündedir. İbn Uleyye ise, orucu hacc'a kıyas ederek «Kaza lâzım gelir» demiştir.

Ümmü Hâni'nin hadisini Ebû Dâvûd kaydetmektedir. İmam Mâlik bu hadisi, Ümmü Hâni oruçlu olduğunu unuttuğu için Peygamber (s.a.s) Efen­dimiz kendisine: «Sana bir sey lâzım gelmez demiştir» şeklinde tefsir etmiş olabilir. Ebû Dâvûd HzA Aişe'nin hadisini de, bizim naklettiğimiz ifadeye ya­kın bir ifade ile ve Hz. Âişe ile Hz. Hafsa'nın hadisini de aynı sözlerle kaydet­mektedir. [124]

 

 



[1] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/21.

[2] Bakara, 2/184.                       

[3] Bakara, 2/186.

[4] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/23-24.

[5] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/24.

[6] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/24.

[7] Buhârî, Savrn, 1 10, no: 1909.

[8] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/24.

[9] Mâlik, Siyam, 18/1, no: 1.

[10] Müslim, Siyam, 13, no: 1088.

[11] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/25.

[12] Ebû Dâvûd, Savm, 8/13, no: 2338.

[13] Tirmizî, Savm, 7t no: 686.

[14] Ebû Dâvûd, Savm, 8 (2/754).

 

[15] Müslim, Styâm, 13/5, no: 1087.

[16] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/26-30.

[17] Bakara, 2/188.

[18] Bakara, 2/188.

[19] Müslim, Siyam, 13/8, no: 1094.

[20] Nesâî, 4/142.

[21] Ebû Dâvûd, Savmt 8/17, no: 2348.

[22] Buhârî, Ezan, 10/11, no; 617.

[23] İbnüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/30-32.

[24] Hanefi mezhebinin görüşü genellikle böyledir.

[25] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/32-33.

[26] Buhârî, Savm, 30/23, no: 1927,24, no: 1928.

[27] Tahâvî, ŞerhuMeâni'l-Âsâr, 2/88-89.

[28] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/33.

[29] Ebû Dâvûd, Savm, 8/28, no: 2367; Tirmizî, Savm, 59, no: 771.

[30] Buhârî, Savm, 30/32, no: 1938-1939.

[31] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/33-34.

[32] Hanefi mezhebine göre, kendisini kusturan kimsenin kusmuğu ağız dolusu olursa oruç bozulur. 

[33] Tirmizî, Taharet, 64, no: 87.

[34] Tirmizî, Savm, 25, no: 716; Ebû Dâvûd, Savm, 8/32, no: 2380.

[35] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/34-35.

[36] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/35-36.

[37] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/36-37.

[38] Buhârî, et-Tarihu's-Sağîr, 1/132; Mâlik, Sıyâm, 18/2, no: 5.

[39] Müslim, Sıyâm, 13/32, no: 1154.

[40] Buhârî, Savm, 30/69, no: 2003.

[41] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/37-38.

[42] Buhârî, Sıyâm, 30/22, no: 1925, 1926.

[43] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/38.

[44] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/38-39.

[45] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/39.

[46] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/39.

[47] Bakara, 2/185.    .

[48] Müslim, Styâm, 13/15, no; 1118.

[49] Buhârî, Savm, 30/34, no: 1944.

[50] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/39-40.

[51] Müslim, Styâm, 13/17,1121.

[52] Buhârî, Savm, 30/36, no: 1946.

[53] Müslim, Sotfm, 13/V7, no: 1121.

[54] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/40-41.

[55] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/41-42.

[56] Ebû Hanife de bu görüştedir.

[57] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/472.

[58] Müslim, Sıyâm, 13/15, no: 1114.

[59] Ebû Dâvûd, Savm, 8/45, no: 2412.

[60] Muhammed,47/33.

[61] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/42-44.

[62] Bakara, 2/185.

[63] EbûDâvûd,J/jid&/, 32/16, no: 4402.

[64] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/44-45.

[65] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/45.

[66] Abdiirrezzak, 4/241, no: 7657.

[67] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/45-46.

[68] Ebû Hanifc de bu görüşe katılır.

[69] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/46.

[70] Müslim, Sıyâm, 13/27, no: 1147.

[71] Buhârî, Sıyâm, 30/42, no: 1953; Müslim, Sıyâm, 13/27, no: 1148.

[72] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/46-48.

[73] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/48-49.

[74] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/49-50.

[75] Buhârî, Savm, 30/30, no: 1936; Müslim, Siyanı, 13/14, no: 1111.

[76] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/50-51.

[77] Bakara, 2/185.                                           

[78] Mâlik, Styâm, 18/9, no: 28.

[79] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/52.

[80] Buharı, Savm, 30/26, no: 1933; Müslim, Sıyâm, 13/33, no: 1155.

[81] îbn Mâce, Talâk, 10/16.

[82] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/52-54.

[83] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/54.

[84] Mâlik, Sıyâm, 18/9, no: 28.

[85] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/54-55.

[86] Ebû Dâvûd, Savmt 8/37, no: 2393.

[87] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/55-56.

[88] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/56.

[89] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/56-57.

[90] Ahmed, 5/147.

[91] Buharı, Savm, 30/20, no: 1923.

[92] Müslim, Sıyâm, 13/9, no: 1096.

[93] Buhârî, Sıyâm, 30/9, no: 1904; Müslim, Styâm, 13/30, no: 1151.

[94] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/57-59.

[95] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/61.

[96] Buhârî, Savm, 30/69, no: 2007.

[97] Müslim, Sıyâm, 13/20, no: 1133.

[98] Müslim, Sıyâm, 13/20, no: 1134.

[99] Müslim, Sıyâm, 13/36, no: 1162.

[100] Ebû Dâvûd, Savm, 8/63, no: 2440.

[101] Müslim, Sıyâm, 13/39, no: 1164.                         .

[102] Müslim, Siyanı, 13/36, no: 1160.

[103] Buhârî, Sıyâm, 30/59, no: 1980.

[104] Ebû Dâvûd, Savrn, 8/60, no: 2436.

[105] Buhârî, Savm, 30/52, no: 1969; Müslim, Sıyâm, 13/34, no:l 156.

[106] Buhârî, Fadlü's-Salât, 20/6, no: 1197.

[107] Ebû DâvÛd, Savm, 8/68, no: 2450.

[108] Müslim, Sıyâm, 13/24, no: 1143.

[109] Müslim, Siyam, 13/24, no: 1144.

[110] Ebû Dâvûd, Savın, 8/10, no: 2334.

[111] Buhârî, Savm, 30/52, no: 1969.

[112] Buhârî, Savm, 30/14, no: 1914.

[113] Ebû Dâvûd, Savm, 8/51, no: 2421.

[114] Buhârî, Savm, 30/63, no: 1986; Ebû Dâvûd, Savm, 8/52, no: 2422.

[115] Buhârî, Savm, 30/59, no: 1979.

[116] Tahâvî, Şerhu Meâni't-Âsâr, 2/82.

[117] Tahâvî, a.g.e., 2/82.

[118] Tahâvî, a.g .e, 2/82.

[119] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/61-66.

[120] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/66.

[121] Mâlik, Sıyâm, 18/18, no: 50.           

[122] Ebû Dâvûd, Savm, 8/72, no: 2456.

[123] Müslim, Sıyâm, 13/32,1154.

[124] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/66-67.