a-[Havanın Kapalılığından Ayın Görülememesi:
2. İmsak: Orucu Bozan Şeylerden Sakınmak:
A- Oruç Tutmaması Caiz Olanlar:
1. Yolcu ve Hastanın Oruç Tutması:
a- Oruç TutanYolcu ve Hastanın Mükellefliğinin Kalkması:
b- Oruç Tutma ve Tutmamanın Efdal Olanı:
e-Hasta ve Yolcunun İmsak ve İftarı:
f-Yolculuğa Başlayanın Ramazan Orucu:
2. Yolcu ve Hastanın Orucunu Kaza Etmesi:
b Kazanın, Sonraki Ramazana Kadar Ertelenmesi:
c- Kaza Orucunu Tutmadan Ölenlerin Sorumluluğu:
3. Emzikli ve Gebe Kadın ile Yaşlının Oruc]:
B . Oruç tutmaması
caiz Olmayanlar:
1. Orucu Bozduğunda İttifak Bulunan Haller: Oruç
Keffareti
a- Kasıtlı Yeme-İçmenin Keffaret Gerektirmesi:
b- Unutarak Cinsi Birleşme Yapma:
c- Mükreh Baskı Altında Olmayan Kadının Birleşmesi:
e- Doyurma
Keffaretinin Miktarı:
g- Doyurma Keffaretinde Yeterlik:
2. Orucu Bozduğunda İhtilâf Edilen Haller:
3. Orucu Bozan Hallerden Sakınma:
Bu bahis -vacib ve
mendub oruçlar olmak üzere- önce iki kısma ayrılmaktadır. Vacib olan oruçlar
hakkındaki bahis de *biri orucun tutulması, diğeri de orucun tutulmaması
veyahut bozulması olmak üzere- yine iki kısma ayrılıp birinci kısım -vacib olan
orucun çeşitleri ve rükünleri olmak üzere-iki bölümden ibarettir. İkinci kısım
da, oruç tutmayan kimselerin, orucu bozan şeylerin ve bunlara dair hükümlerin
bilinmesi hakkındadır. Şu halde biz bu bahsin birinci kısmının orucun çeşitleri
olan birinci bölümünden başlayalım.
Bilmeliyiz
ki serî oruç -farz ve mendub olmak üzere- iki kısımdır, farz olan oruç da üç
kısımdır. Birinci kısım zaman dolayısı ile farz olan oruçtur ki Ramazan
orucudur. İkinci kısım sebep dolayısı ile farz olan oruçtur ki bu da keffaret
oruçlarıdır. Üçüncüsü de kişinin, adamak sureti ile kendisine vacib kıldığı
oruçtur ki buna da nezir orucu derler, îkinci kısım olan orucun yeri
keffaretler bahsi ve üçüncü kısmın yeri de nezir bahsi olduğu için biz burada
yalnız Ramazan orucunu ele alacağız. [1]
Ramazan ayı orucunun
vücubu Kur'an, sünnet ve icma1 ile sabittir., Kur'an delili,
"Oruç sizden
öncekilere farz kılındığı gibi kötülüklerden sakınası-nız diye size de farz
kılındı" [2] âyet-i kerimesidir.
Sünnet'ten delil,
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in
«İslâm dini -Allah'tan
başka bir ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna inanmak,
namaz kılmak, zekât vermek, hac etmek ve Ramazan orucu olmak üzere- beş temel
üzerinde kurulmuştur»,Arabi'ye,
«İslâm'in
temellerinden biri de Ramazan orucunu tutmaktır» gibi hadislerdir.
îcmaa gelince:
İmamlardan hiçbirinin Ramazan orucunun farz olmadığını söylediği
naklolunmamıştır.
Ramazan orucunun
kimlere farz olduğu hususuna gelince: Ramazan orucu erginlik çağına gelmiş ve
aklı başında olan ve aynı zamanda hasta ve yolcu olmayan kimseye -eğer şer'î
bir mâni yoksa ki o da kadınlarda aybaşı ve lohusalık halleridir- farzdır ve
bunda ihtilâf yoktur. Zira Cenâb-ı Hak,
"Sizden
kim bu ayı idrak ederse onda oruç tutsun. [3]buyurmuştur. [4]
Ramazan
orucunun -ikisinde ittifak, birinde ihtilâf edilen- üç tane rüknü vardır.
Rükün olduklarında ittifak edilenler zaman ile imsaktir. İhtilaf edilen de
niyettir. [5]
Zaman
olan rükün de iki kısma ayrılıp biri vücub zamanıdır ki Ramazan ayıdır. Biri de
imsak zamanıdır ki bu ayın gündüzleridir. Bu her iki zamanla ilgili ana
mes'eleler bulunmaktadır ki ulema bu mes'elelerde ihtilâf etmişlerdir. Biz
vücub.zamanı ile ilgili olan mes'elelerden başlayalım. [6]
Bu mes'elelerin
birincisi, bu zamanın başlangıcı ve bitişi, yani kaç gün sürdüğü, ikincisi de,
bunu her şahsa ve her iklime göre bildiren alâmetlerin neler olduğu
hakkındadır.
Ulema, Arabî ayların
kâh yirmidokuz, kâh otuz gün sürdüğünde ve Ramazan ayı başlayış ve bitişinin
de ancak hilalin görülmesi ile tesbit edildiğinde müttefiktirler. Zira
Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
«Hilâli gördüğünüzde oruç tutunuz ve hilâli gördüğünüzde
orucu bırakınız» [7] demiş ve bundan, ay yüzeyinin
tamamen kararmasından sonra bir kenarından tekrar ışıklanmaya başlamasını kast
buyurmuştur. Fakat bununla ilgili olarak iki mes'elede ulema ihtilâf etmişlerdir.
malı?
1- Hava
kapalı olup hilâlin görülmesi mümkün olmadığı zaman ne yap-
2- Hilâl ne zaman görülürse muteberdir? [8]
Cumhur, «Eğer
Ramazan'ın başında hava kapalı olursa ondan önceki Şaban ayı otuz gün sayılır
ve otuzbirinci gün Ramazan'ın başlangıcı olur ve eğer sonunda kapalı olursa
otuz gün tamamlanır» demiştir.
Ibn Ömer ise «Eğer
kapalı olan, ay başının hilâli ise ertesi gün -ki buna şekk günü denilmektedir-
oruç tutulur» demiştir.
Selefden bazısının
«Eğer hilâl kapalı olursa ay ve güneşin seyri ile hesaplamaya baş vurulur»
dediği rivayet olunmuştur. Bu, Tabiin'in büyüklerinden Mutarrif b. Şureyh'in
görüşüdür.
Ibn Şureyh de İmam
Şafii'den «Ay dereceleri ve yıldızlar bilimi ile uğraşan kimse eğer yaptığı
hesap neticesinde ona, eğer hava kapalı olmasaydı hilâl görülecekti diye kesin
bir inanç hasıl olursa bu inanca göre oruç tutar ve tuttuğu oruç yerindedir» dediğini hikâye
etmektedir.
Bu ihtilâfların sebebi
Peygamber (s.a.s).Efendimiz'in:
«Hilâli gördüğünüzde
oruç tutunuz ve hilâli gördüğünüzde orucu bırakınız. Şayet çevreniz kapalı
olursa onu takdir ediniz» [9]
hadisindeki kapalılıktır.
Cumhur, «Onu takdir
ediniz», «Ramazan hilâli için önceki ayı otuz gün farzediniz, demektir»
demiştir.
Kimisi «Hilâl için
takdir etmek hilâli hesapla bulmaktır» demiştir.
Kimisi de "Bu
sözün mânâsı 'Hilâlin yenilendiğini farzederek ertesi günü oruç tutunuz,
demektir" demiştir ki bu -yukarıda söylediğimiz üzere- Ibn Ömer'in
görüşüdür. Fakat bu mânâ ile lafız birbirinden oldukça uzaktır.
Ulemanın cumhurunu
yukarıdaki şekilde hadisi tefsir etmeğe sevk eden sebep îbn Abbas'ın sabit
olan,
«Şayet
çevreniz kapalı olursa, Şaban'ı otuz (gün) olarak tamamlayınız» [10]
şeklindeki rivayetidir. Çünkü yukarıdaki rivayet her ne kadar kapalı ise de, bu
rivayet açıktır. Kapalıyı açığa göre tefsir etmek ise bütün ulemanın ittifakı
ile gereken bir yoldur. Zira usûl ulemasına göre müfesser ile mücmel rivayetler
arasında hiçbir zaman çelişme olamaz. Kısacası, cumhurun görüşü -Allah bilir- hakikate daha
yakındır. [11]
Ulema, öğleden sonra
görülen hilâlin ertesi gün için sayıldığında müttefiktirler. Fakat Öğleden
önce görülende ihtilâf etmişlerdir. Cumhur bunu da, akşam üzeri görülmüş gibi
ertesi güne saymaktadır ki bütün tabileri ile birlikte İmam Mâlik, İmam Şafii
ve İmam Ebû Hanife bunu benimser. İmam Ebû Hanife'nin tabilerinden İmam Ebû
Yûsuf, Süfyan Sevrî ve İmam Mâlik'in tabilerinden İbn Habib ise, «Eğer hilâl,
öğleden önce görülürse geçen geceye, öğleden sonra görülürse gelecek geceye
aittir» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi;
deneme ile tesbiti mümkün olmayan bir şeyi denemeyip rivayetlere
başvurmalarıdır. Halbuki bu hususta, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den herhangi
bir rivayet gelmemiştir. Ancak biri âmm, biri de müfesser olmak üzere Hz.
Ömer'den iki eser gelmiştir ki kimisi âmm olan eseri, kimisi de müfesser olan
eseri tercih etmiştir. Âmm olan eser, A'meş'in Ebû Vâil Şakîk b. Seleme'den
rivayet ettiği eserdir. Şakîk demiştir ki: Biz Hanikayn'da idik. Bize Hz.
Ömer'den bir mektup geldi. Mektupta «Hilâllerin hepsi aynı ölçüde değildir,
bazan büyük, bazan küçük olur. Gündüzün hilâli görürseniz -önceki gece onu
gördüklerine dair iki kişi şahitlik etmedikçe- orucunuzu bozmayınız» diye
yazılı idi. Hâss oları eser de Süfyan Sevrî'nin Şakîk'ten rivayet ettiği
eserdir.
Bunda da Hz. Ömer,
«Bazı kimselerin öğleden sonra hilâli gördükleri için oruçlarını bozduklarını
işitmişti. Bu hareketlerini doğru bulmayıp onlara: Hilâli gündüzün öğleden
önce görürseniz yiyiniz, öğleden sonra görürseniz yemeyiniz diye mektup yazdı»
denilmektedir.
(Kadı -İbn Rüşd- diyor
ki), kıyas ve denemeler güneş batmadan ayın görülmemesine imkân olmadığını
göstermektedir. Meğer ay, güneşten uzak ola. Çünkü o zaman ay her ne kadar
büyüklük ve küçüklükte değişiyorsa da rü'yet kavisinden daha büyük olması lâzım
gelir. Halbuki daha güneş batmamışken gözle görülebilecek kadar büyük olması
-Allah bilir- akıldan uzaktır. Bununla beraber burada -yukarıda söylediğimiz
gibi- denemeye dayanılır ki bu hususta öğleden önce ile öğleden sonrası
arasında bir fark.yoktur. Esas muteber olan, güneşin kaybolması veyahut
olmamasıdır.
Ayın görüldüğü
öğrenildiği zamanda ihtilâf edilmiştir. Çünkü bu bilginin -his ve haber olmak
üzere- iki yolu vardır. His yolu ile bilgi hasıl olduğunda, Atâ b. Rebah'tan
başka, bütün ulema «Ramazan ayını bizzat gören kimse oruç tutmak zorundadır»
demişlerdir.
Atâ ise «Kendisi ile
birlikte başkası da görmedikçe tutamaz» demiştir.
Şevval hilâlini gören
kimse hakkında ise ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik, İmam Ebû Hanife ve İmam
Ahmed, «Yiyemez» demişlerdir. İmam Şafii ise, «Yer» demiştir ki Ebû Sevr de
bunu benimser. Halbuki bu ihtilâfın hiçbir mânâsı yoktur. Çünkü Peygamber (s.a.s)
Efendimiz, oruç tutmayı da, orucu yemeyi de ayı görmeğe bağlamıştır. Görmek ise
ancak his ile olur. Eğer haber yolu ile hasıl olan bilgi halinde oruç tutmanın
vücubunda icma1 bulunsaydı, haber halinde oruç tutmanın vücubu uzak bir hüküm
olurdu. Zira hadisin zahirine uygun değildir. Ramazan ve Şevval hilâlleri
arasında ayırım yapmalarının sebebi ise, fesat ve yalancılığa meydan vermemek
düşüncesidir. Çünkü diyaneti zayıf olan kimseler, ayı görmedikleri halde
-yiyip içebilmek için- gördüklerini uydurabilirler. Bunun içindir ki İmam
Şafii: «Eğer kişi uydurulmuş olmaktan şüphe ederse Bayram namazını kılar, fakat
yemek içmekten sakınır» demiştir.
- imam Mâlik şâzz bir
görüşte bulunup, «Eğer kişi hilâli yalnız gördüğü zaman yerse kendisine hem
kaza, hem keffaret lâzım gelir» demiştir. İmam Ebû Hanife de: «Yalnız kaza
lâzım gelir» demiştir.
Bilginin ikinci yolu
olan habere gelince: Ulema, ayı gördüklerini haber verenlerden bu haberin
kabulü için bunların kaç kişi ve nasıl olmaları şarttır, diye ihtilâf
etmişlerdir.
İmam Mâli, «îyi hal
sahibi iki erkekten az olan kimselerin şahitliği ile ne oruç tutulabilir ne de
bayram yapılabilir» demiştir. Müzenî'nin rivayetine göre İmam Şafii: «Bir
erkeğin şahitliği ile oruç tutulur, fakat iki erkekten az kimselerin şahitliği
ile bayram yapılamaz» demiştir.
Imarn Ebû Hanife ise,
«Eğer hava kapalı olursa bir kişinin ve eğer kapalı olur ve aynı zamanda şehir
de büyük olursa ancak büyük bir kitlenin şahitliği kabul olunur» demiştir. İmam
Ebû Hanife'den, havanın açık olduğu zaman iyi halli iki şahidin kabulü de
rivayet olunmuştur.
İmam Mâlik'ten de,
havanın kapalı olduğu zaman iki şahidin bile kabul olunmadığı rivayet
olunmuştur. Ulema, bayram için ikiden az şahidin kabul olunmadığında
müttefiktirler. Ancak Ebû Sevr -İmam Şafii'nin yapağı gibi oruç ile bayram
arasında ayırım yapmamıştır.
Bu ihtilâfın sebebi,
hem bu babta gelen rivayetlerin çeşitli olması, hem de ayın görüldüğüne dair olan
haber, şahitlik kabilinden midir yoksa ra-vilerinde sayı şart olmayan hadis
rivayetleri kabilinden midir diye ihtilâf etmeleridir. Bu bâbta gelen çeşitli
rivayetlerden biri Ebû Davud'un Abdurrah-man b. Zeyd b. Hattab'tan, Ramazan
olup olmadığı şüpheli olan bir günde halka hutbe okuyup, «Rasûlullah (s.a.s)'m
ashabı arasında kaldım ve kendilerine sordum. Hepsi de bana: Rasûlullah
(s.a.s),
«Hilâli gördüğünüzde
oruç tutunuz ve hilâli ^Ördüğünüzde bayram ya-^ pıruz. Şayet çevreniz kapalı
olursa otuz günü tamamlayınız. Ancak eğer iki
Idşi hilâli
gördüklerine şahitlik ederlerse oruç da tutun, bayram da edin» 0) buyurduğunu
söyledi.
Biri de, lbn Abbas'ın
«Arabi'nin biri Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e gelip: Ben bu akşam hilâli
gördüm dedi. Peygamber (s.a.s) Efendimiz kendisine 'Sen Allah'tan başka bir
ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in de Allah'ın kulu ve rasûlü olduğuna şahitlik
eder misin?[12] diye sordu. Arabî: Evet,
dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s):, «Bilâl, kalk, halka duyur da yarın oruç
tutsunlar» diye buyurdu» mealindeki hadisidir. Bu hadisi de Tir-mizî rivayet
etmekte ve fakat «Senedinde ihtilâf vardır. Çünkü bunu bir cemaat mürsel
olarak rivayet etmiştir» [13]
demektedir.
Biri de Ebû Davud'un
Rabi1 b. Harraş yolu ile bir sahabiden getirdiği «Bir Ramazan'ın son günü halk
toplanmıştı, iki Arabî kalkıp Peygamber (s.a.s) Efendimiz huzurunda: Dün akşam
biz hilâli gördük diye şahitlik ettiler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s)'de
halka, hemen oruçlarım bozup musallaya (namazgaha) gitmelerini emir buyurdu»
mealindeki hadistir [14].
Ulema da bu hadislerin
yorumunda -te'lif ve tercih olmak üzere- iki yola aynimi şiardır.
İmam Şafii, îbn Abbas
ile Rabi' b. Harraş'ın hadislerini zahir olan mânâlarında bırakmak sureti ile
telif ederek, «Ramazan'ın girmesinde bir şahit kâfidir, fakat çıkmasında iki
şahit gerekir» demiştir.
îmam Mâlik ise,
kişinin hakim huzurunda «Ben hilâli gördüm» demesinin hukuk davalarında
şahitlik yapmaya benzediğini düşünerek Abdurrah-man b. Zeyd'in hadisini tercih
etmiştir. Ebû Sevr de, îbn Abbas ile Rabi' b. Harraş'ın hadisleri arasında
çelişme görmemiş olacaktır ki, «Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in, îbn Abbas'ın
hadisine göre bir şahit ile, Rabi1 b. Harraş'ın hadisine göre de iki şahit ile
hükmetmesi her ikisinin de caiz olduğunu göstermektedir» demiştir.
Şu halde Ebû Sevr'e
göre bu iki hadis ne birbirleriyle çelişmektedir, ne de birinci hüküm
Ramazan'ın girmesine ve ikinci hüküm de Ramazan'm çıkmasına mahsustur.
Kanaatime göre Abdurrahman b. Zeyd ile îbn Abbas'ın hadisleri arasında çelişme
yoktur. Olsa olsa, Abdurrahman b. Zeyd'in hadi-sindeki delilü'l-hitab (bu
hadisin mefhum-u muhalifi) ile îbn Abbas'ın hadisi _ arasında çelişme vardır.
Fakat nass'ın karşısında delilü'l-hitab zayıf bir delildir. Bunun için biz,
Ebû Sevr'in görüşünü -şâzz olmasına rağmen- hakikate daha yakın görüyoruz.
Kaldıki, hilâli gördüğünü söyleyeni hadis ravisine benzetmek, dava şahidine
benzetmekten daha uygundur. Çünkü dava şahidinin iki kişiden aşağı olmaması
şartı, ya sebepsiz bir taabbüddür ki o zaman
ona kıyas etmek caiz
olamaz ya da «davalar anlaşmazlık mevzuu ve bir tarafın diğer tarafa haksızlık
yaptığı şüphesini uyandıran yer olduğu için şahidin iki kişiden aşağı olmaması
şart koşulmuştur, ki hakim birden çok kimselerin ifadelerini dinlemekle bir
kanaate sahip olsun da ona göre anlaşmazlığı halletsin. İkiden fazla şahidin
şart koşulmayışının sebebi de, şart olan sayıda şahit bulma güçlüğü yüzünden
haklar zayi olmasın düşüncesidir» denilecektir ki o zaman da, ayı gördüğünü
söyleyenlerde bu sayıyı şart koşmak için bir sebep yoktur. Zira bu durum
burada mevcut değildir. Herhalde İmam Şafii'yi, Ramazan'ırt girmesi ile çıkması
arasında ayırım yapmaya sevk eden düşünce de bu olacaktır. Zira Ramazan'ın
girmesinde tek şahidin uyduracağına ihtimal verilmez. Fakat çıkmasında tek
şahidin uyduracağı muhtemeldir. Ebû Bekir b. el-Münzir'in görüşü de Ebû Sevr'in
görüşünün aynıdır.
Kanaatimce; bu görüş
zahirilerin de görüşüdür. Ebû Bekir b. el-Münzir bu görüş için «Şehirden gelen
bir kimsenin: Bugün Ramazandır veyahut bayramdır diye haber vermesi üzerine
yemek içmekten vazgeçmek veyahut orucu bozmak vacip olur ki bunda icma' vardır.
Şu halde ayın girdiği ile çıktığını haber vermede de böyle olması gerekir.
Zira ikisi de, oruç tutmak zamanı ile tutmamak zamanını birbirinden ayıran
alâmetlerdir» şeklinde delil getirmişlerdir.
«Ayı gördüklerini
söyleyenlerin sözü ile, görmeyenlere de oruç tutmak ve orucu bozmak vacib
olur», dediğimize göre, bu hüküm bir ülkeden diğer' bir ülkeye de geçer mi,
yani ayı gören bir ülke halkının hükmü, ayı görmeyen diğer bir ülke halkına da
lâzım gelir mi, yoksa her bir ülkenin hükmü ayrı mıdır diye ihtilaf
etmişlerdir. îmam Mâlik, İbnü'l-Kasım ile Mısır ulemasının kendisinden rivayet
ettiklerine göre: «Bir ülkede hilâlin görüldüğü bir başka ülkede de sabit
olursa o ülke halkının oruç tutmadıkları günü kaza etmeleri lâzım gelir»
demiştir. İmam Şâfıi ile îmam Ahmed de bu görüştedir.
Medine uleması ise,
İmam Mâlik'ten «Hilâli görmenin hükmü, gören ülke dışında yalnız haber almakla
lâzım gelmez. Ancak eğer Sultan bütün memleket halkını buna zorlarsa o zaman
lâzım gelir» diye söylediğini rivayet etmişlerdir ki İbnü'l-Mâcişûn ile îmam
Mâlik'in tabilerinden. Muğire de bunu benimser.
Bütün ulema «Endülüs
ile Hicaz gibi, birbirinden çok uzak olan yerler
birbirinin hükmüne
tabi değillerdir» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi;
mantıkî nazarla bu hususta gelen rivayet arasında bulunan çelişmedir. Çünkü
Matla'lan (ayın doğuş yeri) çok değişik olmayan yerlerin ufukları birbirine
yakın olduğu için bir yerde hilâl görüldüğü zaman öteki yerlerde de yenilendiği
muhakkaktır. Fakat matla'lan çok deği^-şik olan yerler öyle değildir. Ayın bir
yerde yenilenmesi öteki yerde de yenilenmesini gerektirmez. Halbuki Müslim'in
Kureyb'ten getirdiği rivayete göre Kureyb, .«Hars kızı Ümmü'l-Fadıl, beni
Şam'a Muaviye'nin yanına gönderdi. Şam'a gidip işimi bitirdim ve daha Şam'da
iken Cum'a akşamı Ramazan hilâlini gördüm ve ayın sonuna doğru Medine'ye
vardım. îbn Abbas benden hal hatır sorduktan sonra sözü aya getirip, 'Siz ne
zaman ayı gördünüz?' diye sordu. Cum'a akşamı gördüm dedim. 'Sen kendin gördün
mü?' dedi. 'Evet', ben kendim gördüm. Benden başka da birçok kimseler gördü ve
oruç tuttular. Muaviye de tuttu dedim. îbn Abbas, Fakat biz burada cumartesi
akşamı gördük. Bunun için eğer biz bu ayı görmezsek otuz günümüzü
tamamlayacağız' dedi. Ona, 'Sen Muaviye'nin görmesi ile yetinemezmisin?' dedim.
'Hayır, Rasûlullah (s.a.s) bize böyle emretmişti' dedi» demiştir [15].
Bu
rivayetin zahirine bakılırsa her bir ülke hükmünün -ülkeler birbirinden uzak
olsun yakın olsun- ayrı olması lâzım gelir. Halbuki mantıken düşünülürse
birbirinden yakın ve uzak olan yerler arasında -hele eğer uzaklık arz yönünden
olursa- fark vardır. Bir yerde ayın görüldüğü tevatür derecesine gelirse
hakimin huzurunda şahitlik yapmaya ihtiyaç kalmaz. îşte vücub vakti ile ilgili
olan mes'eleler bunlardır. [16]
İmsak (orucu bozan
şeylerden sakınmak) vakti ile ilgili olan mes'elelere gelince: Cenâb-ı Hak,
"Sonra orucu geceye kadar tamamlayınız"
[17]buyurduğu
için ulema, bu vaktin sonu güneşin kaybolmasıdir demişlerdir. Fakat bu vaktin
başlangıcı nedir diye ihtilâf etmişlerdir. Cumhur; «İmsak vakti tan yerinin
ağarması ile başlar. Zira Peygamber (s.a.s) Efendimiz fecri bu şekilde tarif
etmiş ve Cenâb-ı Hak,
"Tan yerinde,
gündüzün aydınlık çizgisi gecenin karanlık çizgisinden sizce ayirdedilinceye
kadar yiyip içiniz" [18]buyurmuştur»
[19]
demiştir.
Kimisi de «İmsak
vaktinin başlangıcı bunu takibeden kırmızılığın çıkmasıdır» demiştir. Bu da
Huzeyfe ile îbn Mes'ud'tan rivayet olunmuştur.
Bu ihtilâfın sebebi,
hem bu mevzuda gelen rivayetlerin çeşitli olması, hem de FECÎR kelimesinin tan
yerinde doğan beyazlıkla bu beyazlığı
takibeden kırmızılığın
ikisine de denilmesidir. Sözü geçen rivayetlerden biri, Zerr'in, Huzeyfe'den
naklettiği, «Peygamber (s.a.s) ile birlikte sahur yedim. Diyebilirim ki artık
gündüz idi. Ancak güneş doğmamıştı» mealindeki hadistir [20].
Ebû Dâvûd da Kays b.
Talk yolu ile Kays'm babasından «Peygamber (s.a.s)'in,
«Yiyip içiniz ve tan
yerinde parlayıp yükselen beyazlık sizi kuşkulandırmasın. Ne zaman ki
kırmızılık doğarsa yemek-içmekten vazgeçiniz» [21]
buyurduğunu rivayet etmektedir.
Ebû Dâvûd, "Bu,
Yemâmelilerin aşın gidip söyledikleri bir şeydir ki şâzz bir görüştür. Zira Tan
yerinde gündüzün beyaz ipliği gecenin siyah ipliğinden seçilinceye kadar yiyip
içiniz' mealindeki âyet-i kerime bu görüşün doğru olmadığında nass'tır veyahut
nass'a yakındır» demiştir.
îmsak vaktinin
başlangıcı tan yerinin ağarmasıdır diyenler -ki cumhurdur ve mutemet olan görüş
de budur- yemek içmek bizzat tan yerinin ağarması ile mi, yoksa tan yeri
ağardığınıh anlaşılması ile mi haram olur diye ihtilâf etmişlerdir.
Kimisi «Bizzat tan
yerinin ağarması ile» kimisi «Buna bakan kimsenin bunu ayırdetmesi ile haram
olur. Hatta eğer tan yeri ağarmış olsa bile, bakan onu ayırtedemiyorsa yemeğe
devam edebilir» demiştir.
Bu ihtilâfın sonucu
şudur: Birinci görüşe göre, tan yerinin ağarmadı-ğını sanarak yiyen bir kimse,
sonradan ağardığını öğrense, ona kaza lâzım gelmez. îkinci görüşe göre lâzım
gelir.
Bu ihtilâfın sebebi
"Tan yerinde gündüzün beyaz ipliği gecenin siyah ipliğinden tarafınızdan
ayırtedîlinceye kadar yiyip içiniz" mealindeki âyet-i kerime, «Siz bunu
ayırtedinceye kadaryiyip içiniz» demek midir, yoksa «Onu ayırtedebileceğiniz
duruma gelinceye kadar yiyip içiniz» demek midir diye ihtilâf etmeleridir.
Çünkü Araplar mecaz olarak şeyin yerine, bazan şeyin neticesini
kullanmaktadırlar. Zira tan yerinin ağarmasının neticesi onun ayırtedilmesidir.
Şu halde bu ihtilâfa
yol açan, âyet-i kerime'de geçen ve «Tarafınızdan» diye tercüme ettiğimiz LEKÜM
kelimesidir. Zira bazan tan yeri ağarır da bu ağarma tarafımızdan ayırtedilmiş
olmaz, yani biz onu öğrenmiş olmuyoruz. Bu durumda yediğimiz zaman o günü kaza
etmemiz lâzım gelir mi gelmez
mi? Lafzın zahirine
bakılırsa lâzım gelmez. Çünkü yerken bunu öğrenmiş değildik. İmsak vaktinin
sonu olan güneşin batışına ve şeriatte tayin edilen başka vakitlere kıyas
edilirse kaza lâzım gelir. Çünkü bütün vakitlerde şer'an muteber olan şart,
vaktin girip çıktığının bilinmesi değil, gerçekte vaktin girip çıkmasıdır.
imam Mâlik'ten meşhur
olan görüşe göre, fecrin doğuşuna kadar yiyilip içilebilir ki cumhur da bunu
benimser. Kimisi de «Fecrin doğuşundan önce yani fecir daha doğmamışken yiyip
içmekten vazgeçmek lâzımdır» demiştir. Birinci görüşün delili, Buhârî'de
kayıtlı bulunan ve -zannimca- bazı rivayetleri «Peygamber (s.a.s):
«İbn Ümmi Mektum ezan
okuyuncaya kadar yiyip içiniz. Çünkü o, fecir doğmadan ezan okumaz» buyurdu» [22]mealinde
olan hadistir. Zira bu hadis ihtilâf mevzuunda nass'ür veyahut nass'a yakındır
ve aynı zamanda "Tan yerinde beyaz iplik siyah iplikten ayırtedîlinceye
kadar yiyip içiniz" mealindeki âyet-i kerimenin zahirine uygundur.
«Fecirden
önce yemek-içmekten sakınmak gereklidir» diyenler ise ihtiyat etmişlerdir.
Zira bu söz takvaya, ötekisi de -Allah bilir- kıyasa uygundur. [23]
Cenâb-ı Hakt
«Tarafınızdan beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyip içiniz,
sonra orucu geceye kadar tamamlayınız» buyurduğu için ulema, oruçlu olan
kimsenin orucu bozan şeylerden sakınmasının vücubunda müttefik iseler de,
bazriârrmeskût ve bazıları mantuk olan bu mevzuya dair birtakım mes'elelerde
ihtilâf etmişlerdir.
Meskût olan mes'eleler:
1-Ağız yolu
ile mideye giren ve fakat besin olmayan,
2- Besin
olup da ağızdan başka yollarla mideye giden,
3-Mide
dışında kalan vücudun diğer boşluklarına giren herhangi bir madde orucu bozar
mı, bozmaz mı mes'eleleridir.
Bu ihtilâfın sebebi,
besin olmayan maddeleri besin olanlara kıyas
etmekte ihtilâf
etmeleridir. Çünkü nass, yalnız besinler hakkında olup besin
olmayan şeylerin de
orucu bozup bozmadığında herhangi bir nass yoktur.
«Oruçtan maksat belli
bir süre için vücudu rejime tabi tutmaktır» diyenler, besin olmayan maddeleri
besinlere kıyas etmemişlerdir».
«Oruç da namaz gibi
sebep ve hikmeti bilinmeyen bir taabbüd olup ondan maksat herhangi bir şeyi
mideye sokmamaktır» diyenler ise, besin olan ve olmayan şeyler arasında fark
görmemişlerdir [24].
îmam
Mâlik «Mideye herhangi bir şeyin girmesi -o şey ister besin olsun ister
olmasın, ister ağız yolu ile, ister başka yoldan girsin- orucu bozar» demiştir. [25]
Yiyecek ve içecekler
dışındaki, orucu bozan şeylere gelince: Ulema, meninin çıkmasına yol açan
Öpüşün de orucu bozduğunda müttefiktirler.
îmam Mâlik «Eğer
Öpüşle mezi de çıksa oruç bozulur» demiştir. Oruçlu kimsenin öpüşü hükmünde de
ihtilâf etmişlerdir. Kimisi «Caizdir», kimisi «Yaşlıya caizdir, gence
mekruhtur» kimisi «Genç olsun yaşlı olsun, her oruçluya mekruhtur» demişlerdir.
«Caizdir» diyenler,
Hz. Âişe ile Ürnmü Seleme'den «Peygamber (s.a.s) oruçlu iken öperdi» [26] diye
rivayet olunan hadise dayanmışlardır.
«Mekruhtur» diyenler
ise «Çünkü öpüş, kişiyi cimaa sürükleyebilir»
demişlerdir.
Kimisi de Meymûne
binti Sa'd'den «Peygamber (s.a.s)'e oruçlu iken karısını öpen kimsenin hükmü
soruldu. Peygamber (s.a.s): «ikisinin de orucu bozulur» dedi» diye rivayet
olunan hadise dayanarak şâzz bir görüşte bulunup «Öpüşle oruç bozulur» demiştir.
Bu hadisi Tahâvî rivayet etmiş ve fakat: «Zayıftır» demiştir [27].
Yemeğe zorlanan
veyahut unutarak yiyen kimsenin hükmü ise, orucu
bozan
şeylere dair bahsimizde gelecektir. [28]
Mantuk (hükmü
belirtilmiş) olan mes'elelere gelince: Bunlar da oruçlu iken kan aldırmak ve
kusmak mes'eleleridir. Kan aldırmanın hükmü hakkında üç görüş vardır.
Kimisi «Oruçlu iken
kan aldırılmaz ve alındığı taktirde oruç bozulur» demiştir. îmam Ahmed, îmam
Dâvûd, Evzâî ve îshak b. Râhûye bunu
Benimser.
Kimisi «Kan aldırmak
orucu bozmaz, fakat mekruhtur» demiştir. îmam Mâlik, îmam Şafii ve Süfyan Sevrî
de buna kaildirler. îmam Ebû Hanife ile tabileri ise kan aldırmanın, orucu
bozmadığı ve kerahete yol açmadığını benimser.
B u ihtilâfın s e b e
b i, bu mevzuda varid olan iki hadis arasındaki çelişkidir. Biri «Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in:
«Kan
alan ve aldıranın orucu bozulmaz» [29]
buyurduğuna dair Sevban ve Râfi' b. Hadîc'in hadisleridir.
Biri de, Ikrime'nin
îbn Abbas'ian «Peygamber (s.a.s), oruçlu iken kan aldırırdı» [30]diye
rivayet ettiği hadistir.
Hadis uleması bu
hadisin sıhhatinde müttefiktirler. Ulema da, bu iki hadisin yorumunda üç yola
ayrılmışlardır ki biri tercih, biri telif, biri de, iki hadis arasında çelişme
bulunduğu ve hangisinin hangisini neshettiği bilinmediği zaman ikisinin de
hükmü ıskattır. Tercih yoluna gidenler Sevban'ın hadisini tercih etmişlerdir.
Çünkü bu hadis hükmü isbat öteki ise nefyetmektedir. Hükmü isbat eden hadis
ise, ulemanın çoğuna göre daha racih (üstün) dir. Zira herhangi bir hüküm,
kendisi ile amel etmeği gerektiren bir yolla sabit olduğu zaman, kendisi ile
amel etmemeyi gerektiren bir diğer yolla nefyedil-medikçe kalkamaz. Sevban'ın
hadisi ile amel etmenin vücubu ise sabit olduğu halde îbn Abbas'ın hadisi ile
nesholunup olunmadığı kesin olarak bilinemez.
Bu
da, «Şek yakînin hükmü üzerinde müessir olamaz» diyenlerin görüşüne göredir.
Bu iki hadisi te'lif yoluna gidenler ise, yasaklama hadisini kerahete, îbn
Abbas'ın hadisini de, kan aldırmanın orucu bozmadığı mânâsına hamletmişlerdir.
Her iki hadisin de hükmünü iskat yoluna gidenler ise, oruçlu kimsenin kan
aldırmasının cevazını benimsemişlerdir. [31]
Oruçlunun kusmasına
gelince: Cumhur, «Kendisini kusturan kimsenin orucu bozulur, kusmak zorunda
kalanın orucu ise bozulmaz» demiştir[32].
Ancak Rabia ile Tavus b. Keysân bu ayırımı yapmamışlardır. Rabia, «îster
kendisini kustursun, ister kusmak zorunda kalsın orucu bozulur», Tavus ise;
«Bu iki şahsın da
orucu bozulmaz» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi;
hem bu mevzuya dair olan hadislerin birbirleriyle çelişmesi, hem de bu
hadislerin sıhhatinde ihtilâf etmeleridir. Zira bu mevzuda iki hadis varid
olmuştur. Biri Ebû Derdâ'nın -Peygamber (s.a.s) kustuktan sonra orucunu bozdu-
mealindeki hadisidir.
Mi'dan «Şam camiinde
Sevban'ı gördüm ve kendisine: Ebû Derdâ ba-. na: Peygamber (s.a.s)'in kustuktan
sonra orucunu bozduğunu söyledi dedim. Sevban: Evet, Ebâ Derdâ doğru
söylemiştir. Rasûlullah (s.a.s)'ın eline ben su döktüm dedi» demiştir.
Tirmizî Sevban'm bu
hadisine sahihtir diyor [33].
Diğer hadis de Tirmizî ile Ebû Davud'un rivayet ettikleri Ebû'Hüreyre'nin
«Peygamber (s.a.s)
«Kusmak
zorunda kalan oruçluya kaza lâzım gelmez. Fakat eğer oruçlu kendini kusturursa
ona kaza lâzım gelir» [34]mealindeki
hadisidir. Bu hadis mevkuf olarak ayrıca îbn Ömer'den de rivayet olunmuştur.
Bu hadislerin ikisini de sahih bulmayanlar: «Ne şekilde olursa olsun kusmakla
oruç bozulmaz» demişlerdir. Yalnız Sevban'ın hadisini sahih bulan ve onu Ebû
Hürey-re'nin hadisine tercih edenler, «Ne şekilde olursa olsun kusmakla oruç
bozulur» demişlerdir. «Sevban'm hadisi mücmel ve Ebû Hüreyre'nin hadisi
mü-fesserdir. Mücmeli ise müfessere hamletmek gerekir» demek suretiyle ki hadisi
te'lif eden cumhur ise, mecburi kusma ile keyfî kusmayı birbirinden ayırıp birincisinde
kaza lâzım gelmediğini, ikincisinde lâzım geldiğim söylemiştir. [35]
Bu bahis, "Niyet
orucun sıhhati için şart mıdır, değil midir? Şayet şart ise niyet getirirken
Ramazan orucunu tayin etmek lâzım mıdır, değil midir ve her gün için niyet
getirmek gerekli midir, yoksa Ramazan'ın ilk günü getirilen niyet bütün
Ramazan ayı için kâfi midir ve hangi vakitte getirilen niyet yerindedir, hangi
vakitte yerinde değildir?" diye ulemanın ihtilâf ettikleri birkaç mevzuya
dairdir.
Cumhur orucun sıhhati
için niyet getirmenin şart olduğu görüşündedir. Ancak Züfer «Hasta ve yolcu
olmayan kimselerin Ramazan orucunun sıhhati)ti için niyet getirmeleri şart
değildir. Fakat eğer hasta veya yolcu Ramazan'da oruç tutmak isterlerse niyet
getirmelidirler» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
oruç sebep ve faidesi düşünülebilen bir ibâdet midir, yoksa sebebi sorulmayan
bir taabbüdmüdür diye tereddüt edilmesidir.
Orucun sebebi
sorulmayan bir taabbüd olduğunu söyleyenler, «Orucun sıhhati için niyet getirmek
şarttır» demişlerdir. Sebebi bilinen bir ibâdet olduğunu söyleyenler ise,
«Kişi niyet getirmese bile,'oruç tutmakla düşünülen faydayı elde ettiği için
niyet getirmek şart değildir» demişlerdir.
Züfer'in
oruçlar içinde yalnız Ramazan orucu için niyet getirmeği şart görmeyişi ise,
zayıf bir görüştür. Herhalde Züfer, «Ramazan'da oruç tutmak bizatihi farzdır.
Bunun için Ramazan'da tutulan herhangi bir oruç niyetsiz de olsa serî oruç
olur» diye düşünmüş olacak ki, «Niyet Ramazan orucu için gereksizdir, fakat
sair günlerde oruç tutmanın sıhhati niyete bağlıdır» demiştir. [36]
Niyette Ramazan
orucunu tayine dair ihtilâfa gelince, imam Mâlik: «Mutlak orucu kasdetmek kâfi
gelmez, Ramazan orucunu niyet etmek lâzımdır» demiştir. îmam Ebû Hanife ise
«Mutlak orucun kasdi de kâfidir. Hatta eğer kişi yolcu değilse, bir başka orucu
bile kasdetse, yine Ramazan orucu olur. Ancak eğer yolcu ise -kendisine
Ramazan'da oruç tutmak vacib olmadığı için- niyet ettiği oruç ne ise o olur»
demiştir.
İmam Ebû Yûsuf ile
îmam Muhammed yolcuyu da istisna etmeyip «Ramazan'da tutulan oruç, hangi
niyetle olursa olsun Ramazan orucu olur» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu ibâdetin niyeti için şart olan tayinde ibadetin nevini mi, yoksa kendini mi
tayin etmek lâzımdır diye ihtilâf etmeleridir. Çünkü şeriatte bu her iki
çeşidinde örnekleri vardır.
Meselâ, abdestli olmak
bazı ibadetlerin sıhhati için şarttır. Bu ibadetlerden hangisi için olursa
olsun abdest alınırken, falanca ibadeti ifa etmek için abdest alıyorum diye
niyet getirmek şart olmayıp sadece abdestsizlik hükmünü kaldırmak için niyet
getirmek kâfidir. Fakat namazın niyetinde, hangi namaz kılmıyorsa o namazı,
yani ikindi ise ikindiyi, öğle ise öğleyi kasdetmek gerekir. Bunun içindir ki
ulema, orucun bu iki çeşit ibadetten hangisi olduğunda ihtilâf etmişlerdir.
Orucu birinci çeşide sokanlar mutlak orucun niyetini kâfi görmüşlerdir. İkinci
çeşide sokanlar ise, orucun şahsını yani hangi oruç tutuluyorsa niyette onu
tayin etmeyi şart görmüşlerdir. Ramazan günlerinde bir başka niyetle tutulan
orucun Ramazan orucuna dönüşüp dönüşme-
eliği hususundaki
ihtilâfın sebebi de, yine ibadetlerin çoğu, vacib olduğu vakitte ifa edildiği
zaman aynı vakte mahsus olan ibadete dönüşmemekle beraber bir kısmının dönüşmesidir.
İttifak ile dönüşen ibadet haccdır.
Zira
«Kendisine hac lâzım gelen bir kimse nafile niyeti ile hacca başlarsa haccı
farza dönüşür» dedikleri halde bunu namaz hakkında söylememişlerdir. Bunun
için, orucu hacca kıyas edenler, «Oruç da dönüşür» demişlerdir. Orucu diğer
ibadetlere kıyas edenler ise, «Dönüşmez» demişlerdir. [37]
Oruç niyetinin vakti
hakkındaki ihtilâflarına gelince:
îmam Mâlik «Orucun
bütün çeşitlerinde fecirden Önce niyet getirmek gereklidir» demiştir.
îmam Şafii «Farz olan
oruçta fecirden önce niyet getirmek gereklidir. Fakat nafile oruçlarda fecirden
sonra da caizdir» demiştir.
îmam Ebû Hanife ise
«Ramazan orucu ve belli günlerde tutulması nez-redilen oruçlar gibi muayyen bir
vakte mahsus olan oruçlarla, nafile oruçlarda fecirden sonra da niyet getirmek
caizdir. Fakat, belli bir vakte mahsus olmayıp vacib fi'z-zimme (serbest
zamanlı) olan oruçlarda fecirden Önce niyet getirmek şarttır» demiştir.
Bu ihtilâfın s e b e b
i, bu husustaki rivayetlerin birbirleriyle çelişme-sidir. Zira Buhârî,
validemiz Hz. Hafsa'dan «Peygamber (s.a.s):
«Kim geceden niyet
getirmezse orucu yoktur» buyurdu» diye
rivayet etmektedir[38],
îmam Mâlik'in de mevkuf olarak rivayet ettiği bu hadis hakkında Ebû Ömer: «Senetleri
birbirini tutmaz» demiştir.
Müslim ise Hz.
Âişe'den «Rasûlullah (s.a.s) bir gün eve gelip,
«Sizde yiyecekbir şey
var mı?»diye sordu. 'Hiçbir şey yoktur' dedim. Bunun üzerine
«Öyle ise, ben
oruçluyum» dedi» diye rivayet etmektedir [39].
Ayrıca rivayet
olunduğuna göre bir gün Hz. Muaviye minber üzerinde, "Ey şehir halkı,
sizin âlimleriniz nerede? Rasûlullah (s.a.)'dan,
«Bugün aşure günüdür.
Oruç tutulması bize farz kılınmamıştır. Fakat ben tutuyorum. Tutmak isteyenler
tutsun, istemeyenler tutmasın» diye buyurduğunu işittim demiştir [40].
Bunun için, tercih yoluna gidenler Hz. Haf-sa'nın hadisini tercih etmişlerdir.
Telif yoluna gidenler de, Hz. Hafsa'mn hadisini farza ve Hz. Aişe ile
Muaviye'nin hadislerini de sünnete hamletmek sureti ile farz ile sünnet
oruçları ayırmışlardır.
imam
Ebû Hanife de, vacib-i muayyenin (belli zamanlı vacib)- niyet yerine geçen
belli bir vakti olduğu için- niyete muhtaç olmadığını ve fakat vacib
fı'z-zimme'nin (serbest zamanlı vacib) -belli bir vakti olmadığı için-niyete
muhtaç olduğunu düşünerek bu iki vacib arasında hüküm ayırımı yapmıştır. [41]
Fıkıh ulemasının
cumhuru cünüblükten temiz olmanın orucun sıhhati için şart olmadığı
görüşündedirler. Zira Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in eşlerinden olan Hz. Aişe
ile Ümmü Seleme'den «Peygamber (s.a.s) Rama-zan'da cimadan cünüb olur ve cünüb
olarak sabahlardı» [42] diye
rivayet olunmuştur. Ramazan'ın gündüzlerinde ihtilâm olmakla orucun bozulmadığına
dair icma' da cumhur için bir hüccettir. İbrahim Nehâî, Urve b. Zübeyr ve
Tâvus'tan «Kasden ihtilâm-olan kimsenin orucu bozulur» diye söyledikleri
rivâyetolunmuştur.
Bu
ihtilâfın sebebi, Ebû Hüreyre'den rivayet olunan «Kim Ramazanca cünüb olarak
sabahlarsa orucu bozulur» hadisidir. Ebû Hüreyre'den «Bunu söyleyen ben
değilim, bunu söyleyen -Kâ'be'nin Rabbi'ne yemin ederim- Muhammed (s.a.s)'dir»
diye söylediği de rivayet olunmuştur. îmam Mâlik'in tabilerinden İbnü'l-Mâcişûn
«Eğer kadın, aybaşı hali zail olup da fecirden önce gusletmezse o gün oruç
tutamaz» demiştir. Fakat bu görüş şâzz olup sabit hadislerle merduttur. [43]
Farz olan orucu
tutmayanlar üç sınıf olup bir sınıf için oruç tutmak, itti-fakjle caiz
değildir, bir sınıf için oruç tutmamak ihtilâf ile vacibtir, bir sınıf
için
oruç tutmak da tutmamak da caizdir. Bu her üç sınıfm da ayrı ayn birtakım
hükümleri bulunmaktadır. [44]
Kendisine
oruç tutmak da tutmamak da caiz olanlar; hasta, yolcu ve çok yaşb olan
kimselerle, gebe ve emzikli kadınlar olmak üzere -ulemanın ittifakı ile - beş
kişidir. [45]
Yolcu hakkındaki
bahsimiz birkaç mevzuya ayrılmaktadır:
1- Yolcu
Ramazan'da oruç tutarsa üzerinden farz sakıt olur mu, olmaz
mı?
2-Sakıt
oluyorsa, kendisi için oruç tutmakla tutmamak eşit midir, yoksa tutmak
tutmamaktan veyahut tutmamak tutmaktan evlâ mıdır?
3- Oruç
tutmamayı caiz kılan yolculuğun şart olan belli bir mesafesi var mıdır, yoksa
kendisine yolcu adı verilebilen herkes oruç tutmayabilir mi?
4- Oruç
tutmamayı caiz kılan hastalık hangi hastalıktır?
5- Yolcu ne
zaman yemeğe ve ne zaman yememeğe başlar?
6- Ramazan ayı girdikten sonra yolculuğa çıkan kimse orucu sürdürmek
zorunda mıdır, yoksa yolculuğa çıktığı zaman orucu kesebilir mi? [46]
Ulema, hasta ile yolcu
Ramazan'da oruç tutarlarsa üzerlerinden Ramazan farzının sakıt olup
olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Cumhur «Sakıt olur» demiştir. Zahirîler ise
«Sakıt olmaz. Çünkü hasta ile yolcuya diğer günlerde oruç tutmak farz
kılınmıştır» demişlerdir.
B u ihtilâf ı n sebebi
"İçinizden kim ki
hasta veya yolculukta olursa hastalık veya yolculukta geçen günleri sayısınca
diğer günlerde oruç tutar" [47]âyet-i
kerimesi hakiki mânâsında olup âyetten bir şey hazfedilmiş midir, yoksa mecaz
olup, «İçinizden kim ki hasta veya yolculukta olup da oruç tutamazsa, tuta-
madiği günler
sayısınca diğer günlerde tutar» mânâsında mıdır diye tereddüt Edilmesidir.
Kelâmdan bu kabil haziflere lügat uleması LAHNU'L-HİTAB ierler. «Ayet hakiki
mânâsındadır» diyenler, «Cenâb-ı Hak,
"O günler
sayısınca başka günlerde tutar" deliği için bu adamın başka günlerde oruç
tutması farzdır» demişlerdir. Ayet'i mecaza hamledip «Oruç tutamazsa» kaydının
hazfedildiğini benimseyenler se «Bu adama -ancak Ramazan'da oruç tutmadığı
taktirde- başka günlerde farz olur» demişlerdir. Her ne kadar kelâmın mecaz
olduğunu gösteren bir carine bulunmadığı zaman asıl olan, kelamı hakikate
hamletmek ise de, her :i grup da kendi görüşlerini takviye eden birtakım
deliller getirmişlerdir. Cumhur, Enes'in «Ramazarida Rasûlullah (s.a.s) ile
beraber yolculuğa çıktık. Oruç tutanlar da oldu, tutmayanlar da. Ne tutanlar
tutmayanları, ne de tutmayanlar tutanları kınadılar» mealindeki sabit olan
hadisi ile, «Rasülullah'ın ashabından kimisi yolculukta oruç tutar, kimisi
tutmazdı» [48] mealindeki sabit olan
hadis ile ihticac etmiştir.
Zahirîler
ise, îbn Abbas'tan geldiği sabit olan «Rasûlullah (s.a.s) Fetih yılı Mekke'ye
doğru Ramazan ayında yola çıktı ve KEDÎD denilen yere varıncaya kadar oruç
tuttu ise de ondan sonra orucunu bozdu ve insanlar da ona bakarak oruçlarını
bozdular. Zira insanlar daima onun hareketlerini takib ederlerdi» [49]
mealindeki hadis ile ihticac etmiş ve «Bu hadis, yolculukta oruç tutma hükmünün
nesholunduğunu gösterir» demişlerdir. Ebû Ömer, «Hastanın Ramazan'da oruç
tutmakla üzerinden farzın sakıt olduğu hakkındaki icma', zahirîlere karşı
hüccettir» demiştir. [50]
Ulema, Ramazan'da oruç
tutmama ruhsatına sahip olan kimsenin oruç tutması mı, tutmaması mı daha
evlâdır, yoksa biri diğerinden evlâ olmayıp ikisinin sevap ölçüsü bir midir
diye üç çeşit görüşte bulunmuşlardır.
Kimisi «Oruç tutması
evlâdır» demiştir ki, İmam Mâlik ile îmanı Ebû Hanife bu görüştedir. Kimisi
«Oruç tutmaması evlâdır» demiştir. îmam Ah-med ile ulemadan bir cemaat de bunu
benimser. Kimisi de, kişinin bunda seçimli olduğu, bu iki şıktan birinin
diğerinden evlâ olmadığı görüşünde bulunmuştur.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu ruhsatın sebebi ile buna dair bazı rivayetler arasında çelişme bulunması ve
bu rivayetlerin birbirleri ile de çalışmasıdır. Zira yolcu ile hastaya oruç
tutmama cevazını vermekten, bunun onlara gösterilen bir ruhsat ve kolaylık
olduğu anlaşılmaktadır. Ruhsat olan bir şeyi yapmamak ise yapmaktan evlâdır.
Müslim'in Hamza b. Amr
el-Eslemî'den «Rasûlullah (s.a.s)'a, 'Oruca karşı kendimde kuvvet buluyorum.
Oruç tutmazsam benim için günah olmaz mı?' diye sordum. Rasûlullah (s.a.s),
«Bu, Allah tarafından
verilen bir izin ve ruhsattır. Kim onu tutmak isterse iyi etmiş olur ve kim
oruç tutmak isterse günah işlemiş olmaz» diye buyurdu» [51]
mealinde getirdiği hadis de bunu te'yid etmektedir.
Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in,
«Yolculukta oruç
tutman hayır değildir» [52]
hadisi ve en son fiilinin oruç tutmamak olduğunun rivayet olunması ise, oruç
tutmamanın tutmaktan evlâ olduğunu sezdirmektedir. Fakat oruç tutmamanın bir
hüküm olmayıp mubah olan şeylerden olduğu için cumhura, mubah olan bir şeyi
hükümden evlâ görmek ağır gelmiştir. Birinin diğerinden evlâ olmadığı görüşü
ise, Hz. Âişe'nin «Hamza b. Amr el-Eslemî, Rasûlullah (s.a.s)'a yolculukta oruç
tutmanın hükmünü sordu. Rasûlullah (s.a.s):
«İstersen
tut, istersen tutma» diye cevap verdi» [53]
mealindeki hadisine dayanmaktadır. Bu hadisi de Müslim rivayet etmektedir. [54]
Ulema, yolcuya oruç
tutmamanın cevazı muayyen mesafeli bir yolculuğa mahsus mudur, yoksa her yolcu
oruç tutmayabilir mi diye ihtilâf etmişlerdir. Cumhur, bunun da namazın
kısaltabildiği yolculuğa mahsus olduğu görüşündedir ki bu yolculuğun miktarında
-yukarıda geçtiği üzere- ihtilâf etmişlerdir.
Zahirîler ise
«Kendisine yolcu adı verilebilen her yolcu, oruç tutmayabilir» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
"Kim ki hasta veya yolculukta olursa (hasta
veya yolcu olarak
geçirdiği) günler sayısınca diğer günlerde tutar" âyet-dir.
kerimesinin
zahiri ile oruç tutmama ruhsatının sebebi arasındaki çelişmedir. Zira âyet-i
kerimenin zahirinden, her yolcunun oruç tutmayabildiği anlaşılı-yorsa da,
yolcuya verilen oruç tutmama ruhsatından, yolculuğun zor ve meşakkatli bir hal
olduğu için kendisine bu ruhsatın verilmiş olduğu akla gelmektedir. Halbuki
her yolculukta bilindiği üzere- zorluk yoktur. Şu halde bu ruhsat zorplan
yolculuğa mahsustur. Ashab-ı Kiram'ın hepsi, bu yolculuğun muayyen mesafeli
olduğunda -aşağı yukarı- icma' ettiklerinden bu yolculuğu da, miktar
bakımından namazın kısaltılabildiği yolculuğa kıyas etmek gerekir».[55]
Ulema, oruç tutmamayı
caiz kılan hastalık hakkında da ihtilaf etmişler-
Kimisi «Oruç tutmaktan
dolayı zorluk çekilen ve zarar doğan hastalıklar oruç tutmamayı caiz kılar»
demiştir. îmanı Mâlik bu görüştedir [56]
Kimisi «Hastalıkta
oruç tutmaktan zorluk ve zarar görmek şart değildir. Her galebe çalan
hastalıkta oruç tutulmayabilir» demiştir. îmanı Ahmed de
bunu benimser.
Kimisi de «Kişi,
kendisine hasta adı verilince -hastalığı ister ağır, ister
hafif olsun- oruç tutmayabilir» demiştir.
Bu
ihtilâfın s e b e b i de, yolculuğun mesafesi hakkındaki ihtilâfa yol
açan sebebin aynısıdır. [57]
Ulema, yolcu ne zaman
yemeğe ve ne zaman yemekten sakınmaya başlar diye ihtilâf etmişlerdir.
Kimisi «Kişi yolculuğa
çıktığı gün orucunu yer» demiştir. Şa'bî, Hasan Basrî ve îmanı Ahmed bu görüştedir.
Bir kitle de «O günü
yemez» demiştir. Bütün islâm uleması da bu görüştedir.
Ulemadan bir kitle,
sabah faslı evine varacağını bilen kimseye oruç tutmasını müstehab
görmüşlerdir. Bunlardan kimisi bu hususta çok şiddet göstermiş olmakla beraber
hiç kimse: «Oruçsuz olarak evine varan kimseye keffaret lâzım gelir»
dememiştir. Fakat o gün akşama kadar yiyip içebilir mi, yoksa - yolculuk vasfı,
artık üzerinden kalkmış olduğu için- yiyip içmekten
Uruç sakınmalı mıdır diye ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik ile îmam
Şafii «Yiyip içebilir», îmam Ebû Hanife ile tabileri ise «Oruçlu imiş gibi
davranır» demişlerdir. Günün ortasında aybaşı hali zail olan kadın hakkında da
aynı ihtilâf mevcuttur.
Yolcu ne zaman orucunu
yiyebilir mes'ele sindeki ihtilâfın sebebi, bu husustaki rivayetin mantıkî
düşünceyle çelişmesidir. Çünkü İbn Abbas'ın hadisi ile, Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in KEDÎD denilen yere varıncaya kadar bir şey yemediği, ancak oraya
vardıktan sonra yemeğe başladığı ve halkın da ona bakarak oruçlarını yediği
sabittir. Bunun zahirinden ise, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in o gün oruca
niyet getirdiği halde sonradan orucunu bozmuş olduğu anlaşılmaktadır. Halkın
ise niyet getirdikleri halde oruçlarım bozduklarında şüphe yoktur.
Câbir b. Abdullah'ın
«Peygamber (s.a.s), fetih yılı Mekke'ye doğru yola çıktı ve KÜRAÜ'L-AMIM
denilen yere varınca su istedi. Halk da oruçlu idi. Peygamber (s.a.s) herkesin
gözü önünde bardağı kaldırıp içti. Sonra kendisine 'Bazıları hâlâ oruçludurlar'
denildi. Peygamber (s.a.s)
«Onlar âsi insanlardır,
onlar âsi insanlardır» [58]
buyurduğu hadisi de bunu ifâde etmektedir.
Ebû Dâvûd da Ebû Nadra
el-Gıfarî'den «Evlerin arasından çıkar çıkmaz yemek sofrasının hazırlanmasını
istemiş olduğunu» rivayet etmektedir.
Hadisin ravisi Ca'fer,
«Ebû Nadra'ya 'Sen yine evlerin arasına girmiyor musun?1 diye sordum. Ebû
Nadra, 'Rasûlullah (s.a.s)'ın sünnetine uymak zorundayız1 dedi» diye
nakletmektedir [59]. Halbuki yolcunun daha
evinde olup yola çıkmamışken oruca niyet getirmemesi nasıl caiz değilse, niyet
getirdiği orucu bozmasının da caiz olmaması lâzım gelir. Zira Cenâb-ı Hak,
"Amellerinizi
bozmayınız" [60]
buyurmuştur. Günün ortasında evine varan yolcunun yemeğe devam etmesinin caiz
olup olmadığındaki ihtilâfın s e b e b i de, bu adamı, şek günü olduğu için
oruç tutmayan ve fakat günün ortasında Ramazan olduğuna hükmedildiğini öğrenen
kimseye kıyas etmekte ihtilâf etmeleridir. Bunu ona kıyas edenler, «Onun
yemekten sakınması nasıl gerekiyorsa, bunun da evine vardıktan sonra oruçluymuş
gibi davranması gerekir» demişlerdir. "Bu, ruhsata binaen
bilerek oruç tutmamıştır.
Ötekisi ise bilmeyerek tutmamıştır. Bunun için >u iki kimse arasında
benzerlik yoktur» deyip de bu kıyası uygun görmeyen-er ise «Yemeğe devam
edebilir» demişlerdir.
Hanefiler,
«Günün ortasında kişinin, Ramazan olduğunu öğrenmesi ıasıl artık yemekten sakınmasını
gerektiren bir sebep ise, günün ortasında solcunun evine varması da yemekten
sakınmasını gerektirir» demişlerdir. [61]
Ramazan ayı girdikten
sonra yolculuğa başlayan kimse orucunu sür-pürmek zorunda mıdır, yoksa tutmaya
başladığı orucunu kesebilir mi diye [ihtilâf etmişlerdir. Cumhur, sürdürmek
zorunda olmayıp kesebildiği görüşündedir.
Ubeydetü's-Selmânî,
Süveyd b. Guflet ve îbn Mücellez'den ise, «Ra-mazan'ın başında yolculukta
olmadığı için oruç tutmaya başlayan bir kimse, sonradan yolculuğa çıksa bile
orucunu sürdürmek zorunda olup orucunu sa-katlayamaz» dedikleri rivayet
olunmuştur.
Buihtilâfınsebebi,
"Sizden kim
(Ramazan) ayını idrak ederse onda oruç tutsun" [62]
âyet-i kerimesinin te'viünde ihtilâf etmeleridir. Zira bu âyetten, bu ayın bir
kısmını evinde idrak eden kimsenin ayın hepsini tutmasının vücubu
anlaşılabildiği gibi, yalnız yetiştiği kısmı tutmasının vücubu da
anlaşılabilir. Çünkü ayın hepsine yetişildiği. zaman hepsinin tutulması
vücubunda icma' bulunduğuna göre, bir kısmına yetişildiği zaman da, yalnız o
kısmın tutulması vacib olmalıdır. Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'in Ramazan ayı
içinde yolculuğa çıkması cumhurun yorumunu te'yid etmektedir.
Yolculuk ve hastalık halinde oruç
tutmayanın hükmüne gelince: Cenâb-ı Hak,
"O günler
sayısınca diğer günlerde tutar" buyurduğu için, bunlara kaza lâzım
geldiğinde ittifak vardır. Fakat baygın düşen veyahut deliren kimselere kaza
lâzım gelip gelmediğinde ihtilâf etmişlerdir. Bütün islâm uleması, baygın
düşen kimseye kaza lâzım geldiği görüşünde birleşmişlerse de, deliren kimse
hakkında ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik, ona da
kaza lâzım geldiği görüşünde ise de bu, zayıf bir görüştür. Çünkü Peygamber
(s.a.s) Efendimiz
«Deliye de -deliliği devam ettiği müddetçe-
sorumluluk yoktur» [63]
buyurmuştur.
. Bayılan veyahut
deliren kimselere kaza lâzım gelmediği görüşünde olanlar, orucun bayılma ve
delirme ile bozulup bozulmadığında ihtilâf etmişlerdir.
Kimisi «Bozulur»
kimisi «Bozulmaz» demiş, kimisi de, bayılma ile delirmenin fecirden önce ve
sonra olması halleri arasında ayırım yapmıştır..
Kimisi de «Eğer günün
çoğu geçtikten sonra bayılma veyahut delirme olursa tuttuğu oruç kâfi gelir,
eğer öğleden Önce olursa kaza lâzım gelir» demiştir.
Bu
görüşlerin hepsi de zayıftır. Çünkü baygınlıkla delilik Öyle hallerdir ki bu
hallerde teklif kalkar. Mükellef olmayan bir kimseye de oruçludur veyahut
değildir denilemez. Şu halde nasıl bir ölünün veya amel ve ibadeti sahih olmayan
bir kimsenin orucu bozuldu denilemiyorsa, öylece bayılma ve delirme ile de oruç
bozulur denilemez. [64]
1- Hasta ve
yolcu, oruçlarını kaza ederlerken peşpeşe ve aralıksız olarak kaza etmeleri
lâzım mıdır?
2- Şayet
mazeretsiz olarak ertesi Ramazan'a kadar oruçlarını kaza etmezlerse
kendilerine bir şey lâzım gelir mi?
3- Oruçlarını kaza etmeden ölürlerse yerlerine yakınları oruç tutabilir
mi? diye üç mes'ele daha vardır. [65]
Kimisi «Hasta ve
yolcu, oruçlarını eda ederlerken nasıl ardı ardına eda etmeleri gerekiyorsa
kaza ederlerken de ardı ardına ve aralıksız olarak tutmak zorundadırlar»
demiştir.
Kimisi de, böyle bir
mecburiyet bulunmadığını, yalnız bunlardan kimi--sinin ardı ardına tutmanın
müstehab olduğunu söylemiştir.
B u ihtilâfın s e b e
b i kıyas ile âyetin zahiri arasındaki ihtilâftır. Zira kıyas, orucun edası
nasıl ise, kazasının da öyle olmasını gerektirmektedir.
"Geçen günler
sayısınca başka günlerde tutar" âyeti kerimesinin
lafzına bakılırsa sadece kaç gün
tutulmamışsa o kadar gün tutmanın vücubu anlaşılır, aralıksız olarak tutmanın
vücubu ise âyetten anlaşılmaz. Ancak Hz. Âişe'den «Âyet esasen
"Geçen
günler sayı&nca ve ardı ardına başka günlerde tutar" diye nazil olmuştur.
Fakat (Mütetabiâtin) «Ardı ardına» lafzı düşmüştür» diye söylediği rivayet
olunmuştur [66].[67]
Kimisi «Ertesi Ramazan
gelinceye kadar mazeretsiz olarak oruçlarını
kaza etmeyen yolcu ve
hastaya Ramazan'dan sonra kazadan başka, ayrıca keffaret de lâzım gelir",
demiştir. îmam Mâlik, imam Şâfıi ve İmam Ahmed bu görüştedirler. Kimisi de
«Bundan dolayı keffaret lâzım gelmez» demiştir. Hasan Basrî ile İbrahim
en-Nehâî de bunu benimser [68].
Bu ihtilâfın sebebi,
keffaretler birbirlerine kıyas edilebilir mi, edilemez mi diye ihtilâf
etmeleridir.
«Kıyas edilemez»
diyenler, «Kazadan başka bir şey lâzım gelmez» demişlerdir,
«Kıyas edilir»
diyenler ise, Ramazan'da orucunu kasden bozan kimseye kıyas ederek, «Buna da
keffaret lâzım gelir. Çünkü ikisi de oruç ibadetinin kudsiyetine karşı
saygısızlık etmişlerdir. Bu, orucunu kaza zamanında kaza etmemekle, ötekisi de,
yemek içmek caiz olmadığı bir günde yiyip içmekle saygısızlık etmiştir»
demişlerdir. Ancak şu var ki, eğer kaza için de şeriatın bir nass'ı ile belli
bir zaman tayin edilmiş olsaydı bu kıyas yerinde olurdu. Zira edanın zamanları
şeriatçe tayin edilmiştir.
Kimisi
de şâzz bir görüşte bulunup: «Eğer hastanın hastalığı ertesi Ra-mazan'a kadar
devam ederse kendisinden kaza sakıt olur» demiştir ki, bu görüş nass'a
muhaliftir. [69]
Hasta ile yolcu
oruçlarını kaza etmeden ölürlerse kimisi «Hiçbir kimse bir başkası yerine oruç
tutamaz» demiştir.
. Kimisi de «Yerlerine
yakınları oruç tutabilirler» demiştir.
«Yerlerine başkaları
oruç tutamaz» diyenler, «Yerlerine fidye verilebilir» demişlerdir. İmam Şâfıi
bunu benimser.
Kimisi de «Kendileri
vasiyet etmezlerse, hiçbir kimse yerlerine ne oruç tutabilir, ne de fidye
verebilir» demiştir İmam Mâlik de bu görüştedir.
İmam Ebû Hanife ise
«Yakınları yerlerine oruç tutabilirler, şayet oruç tutamazlarsa fidye
verebilirler» demiştir.
Kimisi de, farz oruç
ile, adanan oruç arasında ayırım yaparak, «Adayıp da tutmadığı orucu, yakını
yerine tutar, fakat farz orucu, yerine tutamaz» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
kıyas ile hadis nass'Iarının birbirleriyle çelişmeleridir. Çünkü Hz. Aişe'den
rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in:
O" «Kim ki
üzerinde oruç borcu bulunduğu halde ölürse, yerine yakım oruç tutar» [70] diye
buyurduğu sabit olmuştur. .
îbn Abbas'ın hadisi
ile de sabit olmuştur ki, adamın biri Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e gelip «Ya
Rasûlallah, anam üzerinde bir ay oruç borcu bulunduğu halde öldü. Onun yerine
bu orucu ben kaza edeyim mi?» diye sormuş Efendimiz
«Eğer annen üzerinde
bir borç olsaydı onun yerine o borcu ödeyecek miydin?» diye sormuş ve adam,
«Evet» deyince,
«Şu halde Allah'a olan
borç ödenmeğe daha müstehaktır» [71]
buyurmuştur. Bunu usule aykın görüp, «Nasıl kimse kimsenin yerine namaz
kılamıyor ve kimse kimsenin yerine abdest alamıyorsa, bir kimsenin diğer bir
kimse yerine oruç da tutamaması lâzım gelir» diyenler, «Ölünün yakım ölü yerine
oruç tutamaz» demişlerdir.
Bu kıyası yapmayıp da
nass'lan tercih edenler, «Caizdir» demişlerdir. Nass'lan da tercih etmeyenler,
«Yalnız ölünün nezrettiği orucu tutabilir» demişlerdir.
Ramazan orucunu buna
kıyas edenler ise, «Onu da tutar» demişlerdir.
Fidyenin vücubunu
benimseyenlere gelince: Bunlar,
«âyet-i kerimesinin
şeklindeki kıraatine dayanmışlardır ki bu
kıraate göre âyet-i kerimenin mânâsı şöyledir: "Oruca dayanamayanlar, bîr
düşkünü doyuracak kadar fidye vermeleri gereklidir".
Kişinin
kaza ile fidye arasında seçimli olduğu görüşünde olanlar ise, âyet ile hadisi
te'lif etmişlerdir. Kendisine oruç tutmak da, tutmamak da caiz olanlardan hasta
ile yolcunun hükümleri işte bunlardır. [72]
Emzikli ve gebe
kadınlarla çok yaşlı olan kişiler hakkında ise iki meşhur mes'ele vardır.
Biri, emzikli veya gebe olan kadın oruç tutmadığı zaman, kendisine ne lâzım
gelir? Ulema, bu mes'elede dört çeşit görüşte bulunmuşlardır.
Kimisi «Kendisine kaza
lâzım gelmez, sadece fidye verir» demiştir ki
bu görüş Ibn Ömer ile
İbn Abbas'tan rivayet olunmuştur.
Kimisi 'Bunun tersini,
yani fidye lâzım gelmez, tutmadığı orucu yalnız kaza eder' demiştir. Bunu da
tmam Ebû Hanife ile tabileri Ebû Ubeyd ve EbûSevr söylemişlerdir.
Kimisi 'Hem kaza lâzım
gelir, hem de fidye1 demiştir. Bunu da îmam Şafii söylemiştir.
Kimisi de: 'Gebe kadın
kaza eder, fidye vermez, emzikli kadın ise fidye verip, kaza etmez1 demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
emzikli kadınla gebe kadının, oruca dayanamayan yaşlı ile hastadan hangisine
benzediğinde tereddüt etmeleridir. Emzikli ve gebe kadınlan hastaya
benzetenler 'Kendilerine yalnız kaza lâzım gelir1 demişlerdir.Yaşlıya
benzetenler, "Oruca
dayanamayanlara bir düşkünü doyuracak kadar fidye vermek gerekir"
mealindeki kıraatin delaleti ile 'Kendilerine yalnız fidye lazım gelir'
demişlerdir.
«Hem kaza, hem fidye
lâzım gelir» diyenler ise, her ikisine de benzetmiş olacaklardır ki 'hastaya
benzedikleri cihetle, kendilerine kaza lâzım gelir, yaşlıya benzedikleri
cihetle de fidye lâzım gelir1 demişlerdir. Bunlar emzikli ve gebe kadınlan oruç
tutmayan sağlam adama da benzetmiş olabilirler.
Fakat bu, zayıf bir
ihtimaldir. Çünkü sağlam adamın oruç tutmaması caiz değüdir.
Gebe ile emzikliyi ayıranlar ise, gebeyi
hastaya benzetmiş emzikliye de hem yaşlının, hem hastanın hükmünü vermiş
veyahut onu oruç tutmayan sağlam adama benzetmişlerdir. Bu görüşler arasında,
kaza ile fidyeden birisi ile hükmedenlerin görüşü, ikisi ile hükmedenlerin
görüşünden -Allah bilir-evlâdır. Nasıl ki birisi ile hükmedenlerden, kaza ile
hükmedenlerin görüşü fidye ile hükmedenlerin görüşünden evlâ ise....
Zira, kıraati
mütevatir değildir. Bunun üzerindedur. Çünkü bu açık bir şeydir.
Oruca dayanamayan çok
yaşlı adama gelince: Ulemanın ittifakı ile bu adam oruç tutmayabilir. Fakat
tutmadığı zaman kendisine fidye lazım çelir mi gelmez mi diye ihtilâf
etmişlerdir:
İmam Şafii ile îmam
Ebû Hanife: 'Lâzım gelir', îmam Mâlik: 'Lâzım gelmez, fakat müstehabür' demişlerdir.
Lâzım gelir diyenlerin
çoğu: 'Her bir gün için bir MÜD (avuç dolusu)
verir' demişlerdir. Kimisi de: 'Hz. Enes'in yaptığı gibi birkaç avuç
vermesi kâfidir' demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
yukarıda geçen kıraati hakkında ihtilâf etmeleridir. Zira bu kıraat mushafta
yer almamış, fakat adaletli tek kişilerin yolu ile rivayet olunmuştur.
Böylesi âyetlerle amel
etmek vacibtir diyenler, 'Çok yaşlı adam bu âyetin hükmüne dahildir ve
dolayısıyla fidye vermek zorundadır' demişlerdir.
'Mushafta yer almayan
kıraatlerle amel etmek vacib değildir' diyenler ise, 'Bu adamın hükmü, ölünceye kadar hastalığı devam
eden kimsenin hükmüdür, yani kendisine fidye lâzım gelmez' demişlerdir.
îşte
oruç tutması da tutmaması da caiz olan kimselerin meşhur olan hükümleri bunlardır
ki, çoğu ya mantuktur ya da onıç tutmaması caiz olan kimselerin mantuk bulunan
hükümleri ile ilgili bulunmaktadır. [73]
Oruç tutmamak,
kendisine caiz olmayan sınıfa gelince: Bunlara dair olan bu bahiste, bu sınıftan
olanlardan biri orucunu bozduğu zaman kendisi-
[âzım gelen hükümleri araştıracağız. Malumdur
ki bu adam orucunu ya ci-[ ile ya başka bir şeyle bozar. Başka bir şeyle
bozduğu zaman da o şeyin [cu bozduğu ya ihtilaflıdır ya değildir. [74]
Orucunu cima' ile ya
da başka bir şeyle bozan kimse bunu, ya yanhşlık-ya bilerek, ya keyfî olarak,
ya da icbar edilerek yapar.
Cumhur, 'Ramazan'da
bile bile cima' etmekle orucunu bozan kimseye kaza, hem keffaret lâzım gelir'
demiştir. Zira Ebû Hüreyre'nin hadisi Ue >ittir ki adamın biri Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'e gelip: Ya Rasûlallah, lak oldum, diye halinden yakınmış ve
Efendimiz (s.a.s):
«Sana ne oldu ki?»
diye sorunca, o kimse:
(Şu mübarek) Ramazan'da oruçlu iken karıma
yaklaştım diye cevap rmiştir. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s):
«Azad edecek bir köle
bulabilir misin?» burmuş ve soran:
Bulamam, deyince
Efendimiz (s.a.s):
«Öyle ise ilâ ay arka
ar~ fa oruç tutmaya gücün yeter mi?» diye sormuş ve soran:
Gücüm yetmez. (Hem bu
felakete oruç yüzünden uğramadım mı?) de~ ?si üzerine Efendimiz (s.a.s):
«Altmış yoksulu doyurmak yolu-da bulamaz
mısın?» buyurmuş. Soran:
Hayır, bulamam demiş
ve Efendimiz (s.a.s)'in huzurunda durmuştur. \bû Hüreyre'nin rivayetine göre
kendileri de ne olacağım beklerken Efendimiz (s.a.s)'e o sırada hurma ile dolu
bir zenbil getirilmiş de Efendimiz:
«Hani soran
nerededir?» diye sormuş ve soran, Benim, diye (ayağa kalkınca) Efendimiz,
«Al bunu, yoksullara
dağıt» buyurmuş. So- Benden
düşkün biryoksula mı vereceğim ya Rasûlallah? Allah'a yemin ederim ki,
Medine'nin karataslı iki yanı arasında benim ailemden daha yoksul bir aile
yoktur, demiştir. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s) dişleri görününceye kadar
gülmüş ve sonra,
«Haydi git de onu
ailene yedir» [75] buyurmuştur.
Ulema, *Ramazan
orucunu mazeretsiz olarak yemek içmekle bozan kimsenin hükmü de kaza ve
keffaretin vücubunda orucunu cima' ile bozan kimsenin hükmü gibi midir, değil
midir? Ramazan'da yanlışlıkla cima' eden kimsenin hükmü nedir? İcbar edilmeden
cima'yı kabul eden kadına ne lâzım gelir? Lâzım gelen keffaret, vacib-i
mürettep (sıralı vacib) midir, vacib-i muhayyer (seçenekli vacib) midir?
Keffaret, yoksulları doyurmak olduğu zaman her yoksula ne kadar vermek
gerekir? Tekerrür eden cima1 ile keffaret de tekerrür eder mi? Eğer keffaret
yoksullara yemek vermek olduğu zaman kişinin gücü buna yetmezse sakıt olur mu,
yoksa sonradan şayet zengin olursa yine de ödemesi gerekir mi?' diye bu
mes'elenin birkaç konusunda ihtilâf etmişlerdir.
Kimisi şâzz bir
görüşte bulunup, «Orucunu cima1 ile bile bile bozan kimseye kazadan başka bir
şey lâzım gelmez» demiştir. Bunlar herhalde ya bu hadisi işitmemiş, ya da
hadisin emirlerinde kesinlik görmemişlerdir. Zira eğer bu emirler kesin
olsaydı, adam 'Köle azatlamaya ve yoksulları doyurmaya gücüm yetmez' dediği
zaman -hasta olmadığı için- Peygamber (s.a.s) Efendimiz kendisine 'Öyle ise
altmış gün oruç tutacaksın' diyecekti. Çünkü hadisin zahirinden, adamın hasta
olmadığı anlaşılmaktadır. Şayet hasta da olsa, eğer emir kesin olsaydı
kendisine, 'İyileştiğin zaman oruç tutacaksın1 diyecekti.
Kimisi
de yine şâzz bir görüşte bulunup, *Ona kaza lâzım gelmez, yalnız keffaret
lâzım gelir' demiştir. Zira hadiste, 'Orucunu da kaza edeceksin' diye
söylenmemiştir. Kur'an-ı Kerim ile emredilen kaza da ancak -yukanda
söylediğimiz üzere- kendisi için oruç tutmamak caiz veyahut -ihtilâfa
göre-vacib olan kimseler içindir. Mazeretsiz olarak oruç tutmayan veyahut orucunu
bozan kimseye kaza lâzım geldiğine dair bir nass yoktur. Şu halde bile bile
namazı terk eden kimseye kaza lâzım gelip gelmediğindeki ihtilâf, mazeretsiz
olarak oruç tutmayan veyahut orucunu bozan kimse hakkında da bulunmaktadır.
Ancak şu var ki buradaki ihtilâf oradaki ihtilâf kadar kuvvetli olmayıp bu her
iki görüş de şâzz'dır. Burada meşhur olan ihtilâflar ancak yukanda saydığımız
mes'elelerdir. [76]
îmam Mâlik ile
tabileri, îmam Ebû Hanife ile tabileri, Süfyan Sevrî ve bir kitle, 'Cima' ile
orucunu bozan kimseye hem kaza, hem keffaret lâzım geldiği gibi, mazeretsiz
olarak orucunu yemek içmekle bozan kimseye de hem kaza hem keffaret lâzım
gelir' demişlerdir. İmam Şafii, imam Ahmed ve Zahirîler ise, keffaretin ancak
cima* ile lâzım geldiği görüşündedirler.
B u i h t i 1 â f ı n
sebebi, orucunu yemek içmekle bozan kimseyi, cima1 ile bozan kimseye kıya
etmekte ihtilâf etmeleridir. «Keffareti gerektiren cima', nasıl oruç
ibadetinin ulviyetini hiçe saymak ve saygısızlıksa, yemek içmekte de aynı
saygısızlık vardır» diyenler, cima' ile yiyip içmeğe aynı hükmü vermişlerdir.
«Keffaret her ne kadar saygısızlığa karşı bir ceza ise de, bu ceza diğer
şeylerden çok, cima'a uygundur. Zira cezadan maksat kötülüğü önlemek olduğuna
göre en büyük ceza nefsin en çok arzuladığı kötülüğe karşı koyulur. Diğer
şeylere nazaran nefsin en çok tatmin etmek istediği ise, cinsi arzudur ve
oruçtan maksat da insanların dînî emirleri benimsemeleri ve iyi duygularla
bezenmelerini sağlamaktır.
Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Sizden önceki
ümmetlere oruç farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Tâ ki kötülüklerden
korurlasınız" [77]
buyurmuştur diyenler ise: 'Bu ağır keffaret cima'a mahsustur' demişlerdir.
Tabiidir
ki bu ihtilâf, ibadetlerde kıyası caiz görenler arasındadır. îba~ / deÛerde
kıyası caiz görmeyenler -malumdur ki- keffareti cima'a mahsus görüp
yemeğe-içmeğe vermezler. Ramazan'da orucunu bozan bir adama, Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in keffareti emrettiğine dair Muvatta'da rivayet olunan hadis de bu
hususta hüccet olamaz [78].
Zira bu hadis mücmel olup adamın orucunu ne ile bozduğu hadiste
açıklanmamıştır. Mücmelde ise umum yoktur ki hüccet olsun. Ne var ki bu hadisi
hüccet gösterenler, ravinin, Ramazan orucunu bozmak - ne ile olursa olsun-
keffareti gerektirir kanaatinde olduğu yönünden hüccet göstermişlerdir. Zira
eğerravi bu görüşte olmasaydı, adamın ne ile orucunu bozduğunu açıklayacaktı. [79]
îmam Şafii ile tmam
Ebû Hanife'ye göre, kişi Ramazan'da oruçlu olduğunu unutarak cima1 ederse,
kendisine ne kaza, ne de keffaret lâzım gelir.
îmam Mâlik'e göre
keffaret lâzım gelmez, fakat kaza lâzım gelir. îmam Ahmed ile Zahirîler ise:
«Kendisine hem kaza, hem keffaret lâzım gelir» demişlerdir.
Kaza hakkındaki
ihtilâfın sebebi, bu hususa dair hadisin zahiri ile kıyasın çelişmesidir. Zira
unutulan namazın kaza edilmesi vücubu nass'en sabittir. Oruç da namaz gibi
olduğuna göre onun da kaza edilmesi vacib olmalıdır. Müslim ile Buhârî'nin Ebû
Hüreyre'den getirdikleri hadise göre ise, Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
«Kim oruçlu olduğunu
unutarak yer içerse (sakın) orucunu (bozma sın), tamamlasın. Çünkü ona Allah yedirip
içirmiştir» buyurmuştur [80].
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«Ümmetim, yanlışlık ve
unutkanlıkla yaptıklarından ve kendilerine zorla yaptırılan işlerden sorumlu
değillerdir» [81] hadisindeki umum da bu
hadisi te'yid etmektedir. Günün battığını zannedip iftar ettikten sonra günün
batmamış olduğunu öğrenen kimseye kaza lâzım gelip gelmediği hakkındaki
ulemanın ihtilâfı da bu babtandır. Zira bu adam yanılmıştır. Yanılan ile
unutanın hükümleri ise aynıdır. Unutma halinde kaza lâzım gelmediği malumdur.
Zira eğer, 'Unutana kaza lâzım geldiğini gösteren bir delil bulunmazsa asıl,
kazanın lâzım gelmediğidir desek, unutmanın oruçta kazayı gerektirmemesi lâzım
gelir. Çünkü burada böyle bir delil yoktur.
'Unutana kaza lâzım
gelmediğini gösteren bir delil bulunmadıkça asıl, kazanın lâzım geldiğidir'
desek, yine unutmanın oruçta kazayı gerektirmemesi lâzım gelir. Çünkü Ebû
Hüreyre'nin hadisi bunun delilidir. Ancak, Öruç unutularak terki halinde bir
şey lâzım gelmediği nass'en bildirilen diğer ibadetlerden ziyade, namaza
benzemektedir. Namazın ise unutularak terki halîhde kaza lâzım geldiği, nas'ca
sabittir1 şeklinde bir itiraz hatıra gelebilir. Fakat bu itiraz da pek yerinde
değildir. Çünkü kıyas yolu ile herhangi bir ibadetin kazasını vacib kılmak
zayıf bir ictihadtır. Zira kaza, edanın vü-cubunu bildiren emirden başka bir
emirle vacib olur.
Unutarak cima1 edene
hem kaza, -hem keffaret lâzım geldiği görüşü de zayıftır. Çünkü keffaret bir çeşit cezadır. Unutanı
cezalandırmak ise şeriatın açık olan prensibine aylandır. Ancak
bu görüş sahipleri, yukarıda naklettiğimiz
Arabi'nin hadisindeki mücmelliğe bakmışlardır. Çünkü bu hadiste Arabi'nin
unutarak mı, bilerekmi, cima' ettiği açıklanmamıştır. İhramda iken unutarak av
öldürene keffaret lâzım gelir diyenler de bu prensibi korumamışlardır. Kaldı ki
nass, ancak bunu bilerek yapanlar hakkındadır.
Zahirîler
ya 'Unutana da keffaret lâzım geldiğini gösteren bir delil bulunmadıkça,
yalnız bilerek cima1 yapana keffaret lâzım gelir' demeliydiler ya da Peygamber
(s.a.s) Efendimizin «Ümmetim üzerinden yanlıştık, ve unutkanlığın sorumluluğu
kalkmıştır» hadisindeki umumun bir muhassısı (belirleyicisi) bulunmadıkça bu
umumu tutmalıydılar. Fakat ne zahiriler, ne de ötekiler kendi prensiplerine
bağlı kalmamışlardır. Arabî hadisinin müc-melliğinde de bir hüccet yoktur. Zira
usûl ulemasından kimisi, 'her ne kadar eğer şeriat bir şey hakkında 'Böyle
olursa şöyledir' şeklinde bir şart koşmazsa, şeriatın o şey hakkındaki hükmü
âmm'dır' demiş ise de, bu söz zayıftır. Çünkü şeriat hiçbir zaman müphem bir
hüküm koymamıştır. Eğer bir şeyde ibham (belirsizlik) varsa o ibham bize
göredir. [82]
İmam Ebû Hanife ile
İmam Mâlik ve tabileri «Kadın cima'da kocasına karşı diretmezse, kocasına
keffaret lâzım geldiği gibi ona da lâzım gelir» demişlerdir.
İmam Şafii ile İmam
Dâvûd ise, 'Kadına keffaret lâzım gelmez' demişlerdir.
Bu
ihtilâfın sebebi, yukarıda geçen Arabî hadisinin zahiri ile kıyasın
çelişmesidir. Zira Peygamber (s.a.s) Efendimiz bu hadiste kadına keffaret
ödemeyi emretmemi ştir. Kıyas ise, onun da erkek gibi olmasını iktiza etmektedir.
Zira ikisi de mükelleftirler. [83]
Bu keffaret, zihar
keffareti gibi vacib-i müretteb (sıralı vacib) midir, yoksa vacib-i muhayyer
(seçenekli vacib) midir? Yani kişi, hadisteki sıraya göre önce köle azatlamak,
buna gücü yetmezse altmış gün oruç tutmak, ona da gücü yetmezse altmış yoksulu
doyurmak zorunda mıdır, yoksa bunlara gücü yetse de bunlardan birini seçebilirmi?
İmam Şafii, îmam Ebû
Hanife, Süfyan Sevrî ve diğer Küfe uleması,
«Bu keffaret müretteb
olup önce köle azatlamak, köle bulamazsa oruç tutmak, oruç da tutamazsa
yoksulları doyurmaktır» demişlerdir, imam Mâlik ise muhayyer olduğunu
söylemiştir. îmam Mâlik'ten, diğer iki kişiden ziyade, yoksulları doyurmanın
müstehab olduğunu söylediği de rivayet olunmuştur.
Bu ihtilâfın sebebi,
gerek bu husustaki hadislerin ve gerekse kıyasların çelişmesidir. Zira
yukarıda geçen Arabî hadisinin zahiri mürettep olduğunu göstermektedir. Çünkü
Peygamber (s.a.s) Efendimiz kendisine, bunların her birine gücü yetip
yetmediğini sıra ile sormuştur. îmam Mâlik'in «Adamın biri Ramdzan'da orucunu bozmuştu. Peygamber
(s,a.s) Efendimiz ona, ya bir köle azatlamasını, ya iki ay zincirleme oruç
tutmasını, ya da altmış yoksulu doyurmasını emir buyurdu» [84] diye
rivayet ettiği hadisin zahiri ise, muhayyer olduğunu göstermektedir. Çünkü «Ya»
diye tercüme ettiğimiz hadisteki EV kelimesi her ne kadar hadisi rivayet eden
sahabinin ifadesi isede, Arap dilindeki muhayyerlik anlamını vermektedir. Zira
ashab olayları bizzat görüp dinledikleri için durum ve ifâdelerden daha iyi
anlarlardı. Bu hususta birbirleriyle
çelişen kıyaslar ise, bu keffaretin bir yandan zihar, bir yandan da yemin
keffaretine benzemesidir. Fakat bu keffaret yeminden çok, zihar keffaretine
daha yakındır. îmam Mâlik'in yoksulları doyurmayı müstehab görmesi ise
hadislerin zahirine muhaliftir.
imam
Mâlik şeriatın birçok yerlerinde yoksulları doyurmanın oruç yerine geçtiğini
gördüğü için bunu kıyas yolunda söylemiştir. Nitekim
âyet-i kerimesinin "Oruca
dayanamayanların, bir düşkünü doyuracak kadar fidye vermeleri gerekir"
mânâsını veren kıraat şekli bunu emretmektedir. Bunun içindir ki imam Mâlik ile
bir kitle, oruç borcu olduğu halde ölen kimse için keffaret olarak yoksulları
doyurmayı müstehab görmüşlerdir ki bu, usule uyan kıyası, usûle uymayan hadise
tercih etmek gibi bir şeydir. [85]
Her yoksula ne kadar verileceği hususunda
ihtilâf etmişlerdir. İmam lâlik ile İmam Şafii ve tabileri, 'Her yoksula
Peygamber (s.a.s) Efendi-niz'in avucu ile bir avuç verilir' demişlerdir. îmam
Ebû Hanife ile tabileri ise, 'îki avuç, yani yarım sa' verilir' demiş-erdir.
Bu
ihtilâfın sebebi, kıyasın hadis ile çelişmesidir. Zira eğer bu fid-^, hakkında
nass bulunan «Ezâ» fidyesine kıyas edilirse iki avuç olması âzım gelir. Eğer
yukarıda geçen Arabi'nin hadisine bakılırsa bir avuç olması âzım gelir. Zira bu
hadisin bazı rivayetlerinde, Peygamber (s.a.s) Efendi-niz'e getirilen zenbiîde
onbeş sa' -ki her birsa' dört avuçtur- hurma vardı di-/e söylenmektedir [86],
Fakat bundan, keffaret miktarının altmış avuç olduğu ınlaşıhyorsa da, her bir
yoksula bir avuç vermenin gerektiği anlaşılmaz. [87]
Ulema, Ramazan'da
cima'nın bir günde tekrarlanması halinde yalnız bir keffaret ve edilen cima'nın
keffareti verildikten sonra bir başka günde bir daha cima edilmesi halinde de
cima'lann sayısı kadar keffaret lâzım geldiği hususunda müttefik iseler de,
ettiği cima'nın keffaretini vermeden bir başka günde bir daha cima' eden kimse
hakkında ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik, İmam Şâfıi
ve bir cemaat, 'Her bir gün için bir keffaret lâzım gelir'demişlerdir.
îmam Ebû Hanife ile
tabileri ise: 'Değişik günlerde de olsa, cima' ettikten sonra keffaret
vermeden bir daha cima1 eden kimseye yalnız bir keffaret lâzım gelir'
demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
keffaretleri şer'î hadlere kıyas etmekte ihtilâf etmeleridir. Keffaretleri
şer'î hadlara kıyas edenler, 'Nasıl birkaç kere zina eden kimse, sadece bir
sefer had ediliyorsa, bunun da tekerrür eden cima'lan için yalnız bir keffaret
lâzım gelir' demişlerdir.
Had,
cezadan başka bir şey değildir. Keffaretlerde ise bir nevi sevap Ivardır
diyerek bu ikisi arasında benzerlik bulunmadığını ileri sürenler ise, i 'Her
bir gün için ayrı bir keffaret lâzım gelir' demişlerdir. [88]
Keffaret vacib olduğu
zaman, vermeye gücü yetmeyen kimse sonradan gücü yeter bir duruma gelirse, yine
de vermek zorunda mıdır, yoksa sakıt mı olur, diye ihtilâf etmişlerdir.
Evzâî, 'Keffaret,
vacib olduğu zaman gücü yetmeyenden sakıt olur' demistir. İmam Şâfıi ise, bunda
tereddüt etmiştir:
Bu
ihtilafın sebebi, bu mes'elenin şeriatte meskût geçmesidir. Keffaretlerin de
borçlar gibi olması muhtemel olduğu gibi, -ki bu durumda, kişinin keffaret
vermeye gücü yettiği zaman vermesi gerekir- 'Eğer böyle olsaydı Peygamber (s.a.s)
Efendimiz bunu açıklardı demek de mümkündür. Orucu bozduğunda ihtilâf edilmeyen şeylerle bile bile
Ramazan orucunu bozan kimsenin hükümleri işte bunlardır. [89]
Bu şeylerle oruç
bozulur diyenlerden kimisi, 'Bunlarla orucunu bozan kimseye, hem kaza, hem
keffaret lâzım gelir' kimisi de: 'Yalnız kaza lâzım gelir, keffaret lâzım
gelmez' demiştir. Meselâ: Kan aldıran, kendi isteği ile kusan, çakıl veya kum
tanelerini yutan ve kişinin ilk yolculuğa çıktığı günde -o gün akşama kadar
orucunu sürdürmek zorunda olduğunu söyleyenlere göre- orucunu bozan kimselere,
îmam Mâlik, 'Hem kaza, hem keffaret lâzım gelir' demiş ise de, gerek «bunlarla
oruç bozulur» diyen diğer mücte-hidler ve gerekse îmam Mâlik'in tabileri onun
bu görüşüne katılmamışlardır. Ulemadan yalnız Evzâî ile Ebû Sevr, 'Ancak
kusmaktan' ve Atâ da, 'Ancak kan aldırmaktan hem kaza, hem keffaret lâzım
gelir' demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu şeylerin orucu bozduğunda ihtilâf edildiği için bir yandan ittifakla orucu
bozan, bir yandan da ittifakla orucu bozmayan şeylere benzemeleridir. İşte bu
şeylerde bu iki benzerlik bulunduğu yani bunlarla oruç bozulur mu, bozulmaz mı,
diye ihtilâf edildiği için 'bozulur' diyenler de, bunlarla oruç bozulduğu zaman
keffaret lâzım gelip gelmediği hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Cumhur, bunlarla
orucun bozulması şüpheli olduğundan keffaret lâzım gelmeyip yalnız kaza lâzım
geldiğini söylediği için İmam Ebû Hanife bu görüşün ışığı altında, 'Orucunu
bozduktan sonra aybaşı haline giren kadın ve hastalanan veya yolculuğa çıkan
adam gibi, orucunu bozduktan sonra oruç tutmamayı caiz kılan bir duruma giren
kimseye keffaret lâzım gelmez' demiştir.
îmam Ebû Hanife gibi
'bu adama keffaret lâzım gelmez' diyenler esasında kendisine oruç tutmamak caiz
olduğu bir günde orucunu bozduğuna bakmış ve 'Orucunu bozarken her ne kadar
bunu bilmiyor idiyse de sonradan öğrenmiştir' demişlerdir. Bu adamın şeriata
karşı saygısızlık yaptığına bakanlar ise, 'Kendisine keffaret lâzım gelir.
Çünkü orucunu bozarken bunu bilmiyordu' demişlerdir.
Yukarıda geçtiği
üzere, fecrin söküşü ile günün batışı arasında fark bulunduğu için, îrfoam
Mâlik'in fecrin sökmediğini kesin olarak bilmediği halde sahur yiyen kimseye
yalnız kaza lâzım geldiğini, günün battığını kesin olarak bilmediği halde
orucunu açan kimseye ise hem kaza, hem keffaret lâzım geldiğini söylemesi de bu
babtandır.
Cumhur, Ramazan
orucunun kazasını tutmuş olan kimseye orucunu bozduğunda keffaret lâzım
gelmediği görüşündedir. Zira bu adam, eda zamanı olan Ramazan'a saygısızlık
yapmamıştır.
Katâde ise 'Ona hem
keffaret, hem kaza lâzım gelir' demiştir.
İbnü'l-Kasım ile Ibn
Vehb'ten bunu, fesada uğrayan hacca kıyas ederek, 'Kendisine o gün yerine iki
gün kaza lâzım gelir' diye söyledikleri rivayet olunmuştur.
Sahuru geç yemenin ve
akşam erken iftar etmenin orucun birer sünneti olduğunda ulema müttefiktirler.
Zira Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
«İnsanlar, oruçlarını
erken açtıkları ve sahuru geç yedikleri müddetçe hayr içindedirler» [90] ve
«Sahur yemeği yeyiniz.
Zira sahurda bolluk vardır» [91] ve
«Orucumuzu Ehl-i
Kitab'ın orucundan ayıran, sahur yemeğidir» [92]
buyurmuştur.
Cumhur, Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
«Oruç bir kalkandır
(Oruçluyu aşırı isteklerden korur). Biriniz oruç tuttuğu zaman (sakın) cahillik
edip ağzından kötü laf çıkmasın, şayet birisi kendisi ile itişip dalaşmak
isterse: Ben oruçluyum desin» [93]buyurduğu
için, dili, kötü ve kalb kinci söz söylemekten korumanın da orucun adap ve
sün-netlerinden olduğunda müttefiktirler.
Zahirîler «Kötü söz
söylemekle oruç bozulur» demişlerdir ki, bu şâzz. bir görüştür.
İşte
farz olan oruca müteallik mes'elelerden meşhur olanları bunlardır, Mendub olan
oruca dair bahsimiz, oruç bahsinin ikinci kısmını oluşturmaktadır. [94]
Mendub
olan oruca dair bahsimiz, bu orucun üç rüknü ile bu orucu bozmanın hükmü
hakkındadır. [95]
Orucun birinci rüknü
olan oruç tutma zamanı -oruç tutulması teşvik edilen, oruç tutulması
yasaklanan ve ne teşvik, ne de yasaklanan günler olmak üzere- üç kısımdır ki
bunların bir kısmında ittifak ve bir kısmında da ihtilâf edilmiştir. Oruç
tutulmasının teşvik edildiğinde ittifak edilen gün, aşure günüdür.
İhtilâf edilen günler
ise, arefe günü Şevval ayından altı gün ve her ayın onüç, ondört ve onbeşinci
günleridir. Çünkü Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in aşure günü oruç tuttuğu ve
tutulmasını emrettiği hakkındaki hadis sabittir. Bu hadiste,
«Bugün kim oruç
tutmuşsa orucunu tamamlasın ve kim tutmamışsa gününü tamamlasın» [96]
buyurmuştur.
Ancak aşure günü,
Muharrem ayının dokuzuncu günü mü, yoksa onuncu günü mü diye ihtilâf
etmişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu husustaki hadislerin çeşitli olmasıdır. Müslim «İhtı Abbas: 'Muharrem
hilalini gördüğünüz zaman dokuzuncu günün sabahını say' dedi. Kendisine:
Rasûlullah (s.a.s) Aşure orucunu öyle mi tutardı? diye sordum. Evet dedi»
mealinde bir hadis rivayet etmektedir [97]
Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in aşure günü oruç tuttuğu ve tutulmasını emrettiği zaman kendisine,
'Bugün Yahudi ve Hıristiyanlar tarafından kutsal sayılan bir gündür' diye
söylendiği ve kendisinin,
«Gelecek yıl -Allah
dilerss- dokuzuncu günü tutacağız» diye buyurduğu ve fakat gelecek yıla
ömrünün vefa etmediği yolunda da bir hadis rivayet olunmuştur [98]
.
Arefe günü hakkındaki
ihtilâflarına gelince: Çünkü Peygamber (s.a.s) Efendimizin Arefe günü oruç
tutmadığı halde,
«Arefe günü oruç
tutmak, önceki ve sonraki iki yılın günahlarını silip yok eder» [99]buyurduğu
rivayet olunmuştur. Bunun içindir ki Arefe gününde ihtilâf etmişlerdir. îmam
Şafii, hacda olanlara tutmamasını ve hacda olmayanlara da tutmasını muhtar
görerek her iki hadisi telif etmiştir. Ebû Dâvûd da «Peygamber (s.a.s)
Efendimiz Arafat dağında Arefe günü oruç tutmayı yasakladı»[100]
diye rivayet etmektedir.
Şevvalin altı günü
hakkındaki ihtilâfa gelince, her ne kadar Peygamber (s.a.s) Efendimizin,
«Kim Ramazan orucunu
tuttuktan sonra arkasında Şevval ayından da altı gün tutarsa, bütün yılı oruç
tutmuş gibi (sevap kazanmış) olur» [101]diye
buyurduğu sabit olmuşsa da İmam Mâlik, ya halkın Ramazan'dan olmayan günleri de
Ramazan'dan saymasından korktuğu ya da belki bu hadisi işitmediği veyahut
sahih bulmadığı için -ki en zahir olan da budur- bu altı gün oruç tutmayı
mekruh görmüştür, imam Mâlik, ayın onüç, ondört ve onbeşinci günlerini de oruç
tutmayı, cahiller bu günlerin orucunu vacib görecekleri endişesi ile mekruh
saymıştır. Sabit olmuştur ki Peygamber (s.a.s) Efendimiz her ayda belirsiz
olarak üç gün oruç tutmuş [102]ve
Abdullah b. Amr b. As'ın çok oruç tuttuğunu haber alınca ona,
«Her aydan sana üç gün yetmiyor mu?» diye
söylemiş ve fakat Abdullah 'Ya Rasâlallah, gücüm ondan fazlasına yeter'
deyince,
«Öyle ise beş gün
olsun», demiş ve fakat Abdullah'ın, "Gücüm ondanda fazlasına yeter' demesi
üzerine, «Öyle ise yedi», «Öyle ise dokuz», «öyle ise on bir gün olsun» demiş
ve her defasında 'gücüm ondan fazlasına yeter' diyen Abdullah yine de 'Gücüm
ondan fazlasına yeter' deyince:
«Öyle ise Dâvûd
(a.s.)'un orucunu tut, onun orucu yılın yansı idi, bir gün tutar, bir gün
tutmazdı» [103]buyurmuştur.
Ebû Dâvûd da
«Peygamber (s.a.s) Efendimiz, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutardı» [104]
diye rivayet etmektedir. Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'in Ramazan'dan başka hiç
bir ayı tamamı ile oruç tutmadığı ve en çok, Şaban ayında oruç tuttuğu sabit
olmuştur [105].
Oruç tutulması
yasaklanan günlere gelince; Bunlar da -yasaklandığında ittifak ve ihtilâf
edilenler olmak üzere- iki kısımdır. Yasaklandığında ittifak bulunan günler,
Ramazan bayramı ile Kurban bayramının birinci günüdür. Çünkü bu iki günde oruç
tutmanın yasaklandığı sabittir. İhtilâf edilenler ise, «Eyyâmü't-Teşrik»
denilen Kurban bayramının iki, üç ve dördüncü günleri, şekk, Cum'a ve
Cumartesi günleri ve Şaban'ın son yansı ile senenin tamamıdır.
Teşrik günlerinde oruç tutmayı caiz
görenler de, görmeyenler de vardır. Kimisi de, 'Teşrik günleri oruç tutmak
mekruhtur' demiştir ki, İmam Mâlik bunu benimser. Fakat Temettü1 haccmı yaptığı
için kendisine hacda oruç vacib olan kimse için İmam Mâlik, 'caizdir',
demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in, «Teşrik günleri yiyip-içme günleridir» hadisi,
'Bu günler yiyip içme günleri olduğu için bu günlerde oruç tutulamaz' demek
midir, yoksa *Bu günlerde yiyip içmek oruç tutmaktan evlâdır* demek midir diye
tereddüt edilmesidir.
Hadisi vücuba
hamledenler [106]Teşrik günlerinde oruç
tutmak haramdır' mendubluğa hamledenler ise 'Mekruhtur' demişlerdir. Hadislerin
vücuba hamledilmesi asıl olduğu halde bunu mendubluğa hamledenler -akla öyle
geliyorki-: 'Eğer vücuba hamledilirse, Ebû Said el-Hudrî'nin «Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'den,
«Senenin iki gününde,
fıtır ve kurban bayramı günleri, tutulan oruç sahih değildir» buyurduğunu
işittim» W mealindeki sabit olan hadisin delilü'l-hitabıyla (mefhum-u muhalifıyle)
çatışmış olacaktır' demişlerdir. Çünkü bu
hadisteki
delüü'l-hitab'tan, diğer günlerde tutulan oruç sahihtir diye anlaşılmaktadır.'
Zira eğer bu iki günden başka da orucu caiz olmayan günler olsaydı yalnız bu
iki günü söylemekte mânâ kalmazdı.
Cum'a günü hakkında
ise, kimisi, «Oruç tutmak mekruh değildir» demiştir ki, İmam Mâlik ile
tabileri ve bir kitle bunlardandırlar.
Kimisi de 'Eğer ondan
önceki veya sonraki günlerden biri de onunla beraber tutulmazsa mekruhtur'
demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu husustaki hadislerin çeşitli olmasıdır. Biri İbn Mes'ud'un «Rasûlullah
(s.as) her aydan üç gün oruç tutardı ve hiçbir Cum'a günü oruç tutmadığını
görmedim» [107] mealindeki hadisidir ki
bu hadis sahihtir.
Biri, «Adamın biri
Câbir'e: 'Peygamber (s.a.s)'in Cum'a günü yalnız olarak oruç tutmayı
yasakladığını işittin mi?' diye sorduğuna ve Câbir'in, «Evet, şu beytin Rabbine
yemin ederim» diye cevap verdiğine dair .olan hadistir ki bunu da Müslim
kaydetmiştir [108].
Biri de, yine Müslim'in kaydettiği
«Peygamber (s.as),
«Biriniz, ondan önceki
veya sonraki günü de tutmadan yalnız Cum'a günü oruç tutamaz» buyurdu» mealindeki
Ebû Hüreyre'nin hadisidir[109].
İbn Mes'ud hadisinin zahirini tutanlar Cum'a günü oruç tutmayı mutlaka caiz
görmüş, Câbir hadisinin zahirini tutanlar da mutlaka mekruh görmüşlerdir. Ebû
Hüreyre'nin hadisini tutanlar ise Câbir ile îbn Mes'ud'un hadislerini te'lif
etmişlerdir. Şekk gününe gelince:
Ulemanın cumhuru şekk günü Ramazan orucu niyeti ile oruç tutmanın yasaklandığı
görüşündedirler. Çünkü -yukarıda İbn Ömer'den naklettiğimiz haber dışında-
bütün hadislerin zahiri, Ramazan orucunun ancak ya hilalin görülmesinde ya da
Şaban ayının otuz gün olarak tamamlanması ile tutulabildiğini
bildirmektedirler. Şekk günü tatavvu' (nafile) niyeti ile oruç tutmakta ise
ihtilâf etmişlerdir.
Kimisi, Ammâr'ın «Kim
şekk günü oruç tutarsa Ebü'l-Kasım (s.a.s) a karşı gelmiş olur» [110]
hadisinin zahirine bakarak mekruh görmüş, kimisi de -Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in Şaban ayının tamamını oruçlu geçirdiği [111]
ve «Ramazan'ı bir veya iki gün
Önce]oruç tutmakla karşılamayınız. Ancak eğer tutulan oruç, birinizin daha önce tutmak
i'tiyadında olduğu oruca rastlarsa o zaman onu tutsun» [112]buyurduğu
için -caizdir demiştir.
Leys b. Sa'd de, «Eğer
kişi şekk gününün Ramazan orucu niyeti ile tutar da, sonra o günün gerçekten
Ramazan olduğu sabit olursa kendisi için kâfi gelir» diye söylemiştir.
Leys b. Sa'd'ın bu
sözü, tatavvu1 niyetim, fecirden sonra farz niyetine çevirmenin caiz oluşunu
benimsediğini göstermektedir.
Cumartesi günü hakkındaki
ihtilâfın sebebi de,
«Cumartesi günü, size
farz kılınan oruçtan başka bir oruç tutmayınız» [113]
diye rivayet olunan hadisin sıhhatinde ihtilâf etmeleridir. Bu hadisi Ebû Dâvûd
kaydetmektedir. «Bu hadis, «Peygamber (s.a.s) bir Cum'a günü Cüveyriyye binti Hars'a
uğrayıp onu oruçlu buldu ve kendisine: Dün de oruç tutmuş muydun? diye sordu.
Cüveyriye hayır dedi. Peygamber (s.a.s): Yarın da tutacak mısın? diye sordu ve
Cüveyriye yine de: Hayır deyince Öyle ise orucunu boz, dedi» [114]
hadisi ile nesholunmuştur» derler.
Yılın tamamında oruç
tutmanın yasaklandığının [115]
sabit olduğu halde îmam Mâlik, senenin tamamında oruç tutmakta bir sakınca
görmemiştir, îmam Mâlik, belki senenin tamamını oruçlu geçirmenin vücut
zafiyeti ve hastalığa yol açtığı kaygısı ile bundan nehyedildiği kanaatinden
dolayı; 'Bunda dinî bir sakınca yoktur' demiştir.
Şaban'ın ikinci
yansında oruç tutmaya gelince: Kimisi, 'Mekruhtur' kimisi, 'Caizdir' demiştir.
'Mekruhtur' diyenler, Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'den,
«Şaban'ın
yarısından sonra, Ramazan gelinceye kadar artık oruç yoktur» [116]
diye rivayet olunan hadise bakmışlardır. 'Caizdir* diyenler ise, Üm-mü
Seleme'nin «Rasûlullah (s.a.s)'ın Şaban ve Ramazan'dan başka iki ay üst üste
oruç tuttuğunu görmedim» [117]
mealindeki hadisi ile, İbn Ömer'in «Rasûlullah (s.a.s)Şaban'ıRamazanla
birleştiriyordu» [118]
hadisinedayanmışlardır. Bu hadislerin hepsini Tahâvî kaydetmektedir. [119]
Orucun
ikinci rüknü niyettir. Mendub olan oruçta niyet getirmeyi şart koşmayanları
bilemiyorum. Ancak niyetin ne zaman getirilmesinin gerektiği hususunda
-yukarıda da geçtiği üzere- ihtilâf etmişlerdir. [120]
Orucun üçüncü rüknü,
orucu bozan şeylerden sakınmaktır. Farz olan oruçta hangi şeylerden sakınmak
gerekiyorsa mendub olan oruçta da aynı şeylerden sakınmak gerekir. Oradaki
ihtilâf burda da mevcuttur.
Mendub olan orucu
bozmanın hükmüne gelince: Ulema, kişiye mendub olan orucunu bir mazeretten
dolayı bozduğunda bir şey lâzım gelmediğinde müttefiktirler.. Fakat özürsüz
olarak ve bile bile mendub olan orucunu bozan kimse hakkında ihtilâf
etmişlerdir.
îmam Mâlik, «Ona kaza
lâzım gelir», İmam Şafii ile bir kitle ise, «Lâzım gelmez» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu husustaki hadislerin çeşitli olmasıdır. Zira îmam Mâlik, Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in zevceleri Hz. Hafsa ile Hz. Aişe'nin, oruçlu iken kendilerine
hediye olarak getirilen bir yiyeceği yiyerek oruçlarını bozduklarım ve
Peygamber Efendimiz'in onlara,
«Yerine bir gün kaza
ediniz» [121] buyurduğunu rivayet
etmektedir.
Ümmü Hâni'nin
«Mekke'nin fethi sırasında bir ara Hz. Fattma gelip Rasûlullah (s.a.s)'ın sol
yanına oturdu. Bende sağ yanında idim. Hizmetçi hz içinde içecek bulunan bir
kah getirip Rasûlullah (s.a.s)'a verdi. Rasûlullah (s.a.s) alıp içtikten sonra
bana verdi. Ben de içtim ve 'Ya Rasûlallah, oruçlu idim, orucumu bozdum' dedim.
Rasûlullah (s.a.s) bana 'Sen bir orucun kazasını mı tutmuştun?' diye sordu.
'Hayır', dedim.
Rasûlullah (s.a.s),'
«Orucun tatavvu'
olduğu için sana bir sey lâzım gelmez» dedi» [122]mealindeki
hadisi ise bununla çelişmektedir.
İmam Şafii bu hususta,
Hz. Aişe'nin «Rasûlullah (s.a.s) yanıma geldi. Ona: Sana bir yemek sakladım',
dedim. Rasûlullah (s.a.s) «Ben oruç tutmak istemiştim. Fakat getir (de
yiyeyim)» dedi»[123]
mealindeki hadisi ile ihticac etmiştir.
İmam Mâlik'in rivayet
ettiği Hz. Hafsa ile Hz. Aişe'nin hadisi müsned değildir. Bu ihtilâfın bir
diğer sebebi daha vardır. O da tatavvu' (nafile) olan orucun, tatavvu1 olan
namaz ile tatavvu1 olan hacdan hangisine benzediğinde ihtilâf etmeleridir. Zira
tatavvu1 olarak hac veya umreye başlayıp da yanda bırakan kimseye kaza lâzım
geldiğinde ve tatavvu1 olarak namaza başlayıp da yarıda bırakan kimseye ise
-bildiğime göre- kaza lâzım gelmediğinde ic-ma' etmişlerdir.
Orucu namaza kıyas
edenler, orucun hacdan çok, namaza benzediğini iddia etmişlerdir. Zira haccın
ayrı bir özelliği vardır. Tatavvu' da olsa, hacca' başlayan kimse, haccı
herhangi bir sebeple bozulsa bile yarıda bırakamaz, sonuna kadar devam etmesi
gerekir. Namazda ise, bu özellik yoktur. Cumhur, tatavvu1 olan orucunu
yanlışlıkla bozan kimseye kaza lâzım gelmediği görüşündedir. İbn Uleyye ise,
orucu hacc'a kıyas ederek «Kaza lâzım gelir» demiştir.
Ümmü
Hâni'nin hadisini Ebû Dâvûd kaydetmektedir. İmam Mâlik bu hadisi, Ümmü Hâni
oruçlu olduğunu unuttuğu için Peygamber (s.a.s) Efendimiz kendisine: «Sana bir
sey lâzım gelmez demiştir» şeklinde tefsir etmiş olabilir. Ebû Dâvûd HzA
Aişe'nin hadisini de, bizim naklettiğimiz ifadeye yakın bir ifade ile ve Hz.
Âişe ile Hz. Hafsa'nın hadisini de aynı sözlerle kaydetmektedir. [124]
[1] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/21.
[2] Bakara, 2/184.
[3] Bakara, 2/186.
[4] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/23-24.
[5] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/24.
[6] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/24.
[7] Buhârî, Savrn, 1 10, no: 1909.
[8] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/24.
[9] Mâlik, Siyam, 18/1, no: 1.
[10] Müslim, Siyam, 13, no: 1088.
[11] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/25.
[12] Ebû Dâvûd, Savm, 8/13, no: 2338.
[13] Tirmizî, Savm, 7t no: 686.
[14] Ebû Dâvûd, Savm, 8 (2/754).
[15] Müslim, Styâm, 13/5, no: 1087.
[16] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/26-30.
[17] Bakara, 2/188.
[18] Bakara, 2/188.
[19] Müslim, Siyam, 13/8, no: 1094.
[20] Nesâî, 4/142.
[21] Ebû Dâvûd, Savmt 8/17, no: 2348.
[22] Buhârî, Ezan, 10/11, no; 617.
[23] İbnüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed
b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/30-32.
[24] Hanefi mezhebinin görüşü genellikle böyledir.
[25] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/32-33.
[26] Buhârî, Savm, 30/23, no: 1927,24, no: 1928.
[27] Tahâvî, ŞerhuMeâni'l-Âsâr, 2/88-89.
[28] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/33.
[29] Ebû Dâvûd, Savm, 8/28, no: 2367; Tirmizî, Savm, 59,
no: 771.
[30] Buhârî, Savm, 30/32, no: 1938-1939.
[31] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/33-34.
[32] Hanefi mezhebine göre, kendisini kusturan kimsenin
kusmuğu ağız dolusu olursa oruç bozulur.
[33] Tirmizî, Taharet, 64, no: 87.
[34] Tirmizî, Savm, 25, no: 716; Ebû Dâvûd, Savm, 8/32, no:
2380.
[35] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/34-35.
[36] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/35-36.
[37] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed
b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/36-37.
[38] Buhârî, et-Tarihu's-Sağîr, 1/132; Mâlik, Sıyâm, 18/2,
no: 5.
[39] Müslim, Sıyâm, 13/32, no: 1154.
[40] Buhârî, Savm, 30/69, no: 2003.
[41] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/37-38.
[42] Buhârî, Sıyâm, 30/22, no: 1925, 1926.
[43] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/38.
[44] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/38-39.
[45] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/39.
[46] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/39.
[47] Bakara, 2/185.
.
[48] Müslim, Styâm, 13/15, no; 1118.
[49] Buhârî, Savm, 30/34, no: 1944.
[50] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/39-40.
[51] Müslim, Styâm, 13/17,1121.
[52] Buhârî, Savm, 30/36, no: 1946.
[53] Müslim, Sotfm, 13/V7, no: 1121.
[54] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/40-41.
[55] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/41-42.
[56] Ebû Hanife de bu görüştedir.
[57] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/472.
[58] Müslim, Sıyâm, 13/15, no: 1114.
[59] Ebû Dâvûd, Savm, 8/45, no: 2412.
[60] Muhammed,47/33.
[61] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/42-44.
[62] Bakara, 2/185.
[63] EbûDâvûd,J/jid&/, 32/16, no: 4402.
[64] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/44-45.
[65] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/45.
[66] Abdiirrezzak, 4/241, no: 7657.
[67] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/45-46.
[68] Ebû Hanifc de bu görüşe katılır.
[69] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/46.
[70] Müslim, Sıyâm, 13/27, no: 1147.
[71] Buhârî, Sıyâm, 30/42, no: 1953; Müslim, Sıyâm, 13/27,
no: 1148.
[72] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/46-48.
[73] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/48-49.
[74] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/49-50.
[75] Buhârî, Savm, 30/30, no: 1936; Müslim, Siyanı, 13/14,
no: 1111.
[76] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/50-51.
[77] Bakara, 2/185.
[78] Mâlik, Styâm, 18/9, no: 28.
[79] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/52.
[80] Buharı, Savm, 30/26, no: 1933; Müslim, Sıyâm, 13/33,
no: 1155.
[81] îbn Mâce, Talâk, 10/16.
[82] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/52-54.
[83] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/54.
[84] Mâlik, Sıyâm, 18/9, no: 28.
[85] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/54-55.
[86] Ebû Dâvûd, Savmt 8/37, no: 2393.
[87] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/55-56.
[88] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/56.
[89] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/56-57.
[90] Ahmed, 5/147.
[91] Buharı, Savm, 30/20, no: 1923.
[92] Müslim, Sıyâm, 13/9, no: 1096.
[93] Buhârî, Sıyâm, 30/9, no: 1904; Müslim, Styâm, 13/30, no:
1151.
[94] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/57-59.
[95] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/61.
[96] Buhârî, Savm, 30/69, no: 2007.
[97] Müslim, Sıyâm, 13/20, no: 1133.
[98] Müslim, Sıyâm, 13/20, no: 1134.
[99] Müslim, Sıyâm, 13/36, no: 1162.
[100] Ebû Dâvûd, Savm, 8/63, no: 2440.
[101] Müslim, Sıyâm, 13/39, no: 1164. .
[102] Müslim, Siyanı, 13/36, no: 1160.
[103] Buhârî, Sıyâm, 30/59, no: 1980.
[104] Ebû Dâvûd, Savrn, 8/60, no: 2436.
[105] Buhârî, Savm, 30/52, no: 1969; Müslim, Sıyâm, 13/34,
no:l 156.
[106] Buhârî, Fadlü's-Salât, 20/6, no: 1197.
[107] Ebû DâvÛd, Savm, 8/68, no: 2450.
[108] Müslim, Sıyâm, 13/24, no: 1143.
[109] Müslim, Siyam, 13/24, no: 1144.
[110] Ebû Dâvûd, Savın, 8/10, no: 2334.
[111] Buhârî, Savm, 30/52, no: 1969.
[112] Buhârî, Savm, 30/14, no: 1914.
[113] Ebû Dâvûd, Savm, 8/51, no: 2421.
[114] Buhârî, Savm, 30/63, no: 1986; Ebû Dâvûd, Savm, 8/52,
no: 2422.
[115] Buhârî, Savm, 30/59, no: 1979.
[116] Tahâvî, Şerhu Meâni't-Âsâr, 2/82.
[117] Tahâvî, a.g.e., 2/82.
[118] Tahâvî, a.g .e, 2/82.
[119] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/61-66.
[120] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/66.
[121] Mâlik, Sıyâm, 18/18, no: 50.
[122] Ebû Dâvûd, Savm, 8/72, no: 2456.
[123] Müslim, Sıyâm, 13/32,1154.
[124] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/66-67.