79. Talâk'ın Çeşitleri ve Benzeri Kav ram kır
B- Kölelik Dolayısıyla Bâîn Talâk Sayısında Eksilme:
C- Köleliğin Talâk Sayısının Azalmasına Etkisi:
A- İddet Sırasında Talâk Yasağı
B- Üç Talâkla Boşamanın Sünnîliği .
C- Aybaşı Hali Sırasında Boşama
1, Aybaşı Hali Sırasında Talâk'in Gerçekleşmesi:
2, Talâk'ın Gerçekleşmesi Halinde Dönmeye Zorlama
A- Hulû'un Gerçekleşmesinin Caiz Oluşu
B- Hulû'un Gerçekleşme Cevazının Şartlan:
3. Hulû'un Caiz Olduğu ve Olmadığı Haller
4. Hulû' u Kabul Edebilecekler
C- Hırfû'un Talâk veya Fesih Oluşu
4.Talâk ile Fesih'in Farklılığı
5. Temlîk ve Tahyîr Boşamaları
1.. Talâk Deyimleri ve Şartlan
C- Üç Talâk'tan Sonra Yeniden Evlenme
82, Boşanan Kadmlaria İlgili Hükümler
aa- Âdet Gören Kadınların İddeti
bb- Sebebsiz Adet Görmeyen Kadınların îddeti
cc- Hastalık veya Emziklilik Dolayısıyla Adetten Kesilen
Kadının İddeti
3. Eşlerin Geçimsizliğinde Hakem Tayini
Bu
bahis -boşanmanın çeşitleri, boşanmanın rükünleri, ric'at (boşanmadan dönüş)
ve boşanan kadının hükmü olmak üzere- dört bölümden ibarettir. [1]
Bu
bölüm beş babtır. Birinci babta Bâin Talâk ile Ric'î Talâk'tan, ikinci bâbta
Sünnî Talâk ile Bid'î Talâk'tan, üçüncü bâbta Hulû'dan, dördüncü bâbta talâk
ile feshin ayrı şeyler olduğundan, beşinci bâbta da Tahyir ve Temlîk'den
bahsedilecektir. [2]
Ulema müttefiktirler
ki talâk -Bâîn ve Ric'î olmak üzere- iki çeşittir. Ric'î talâk, «Kocanın
karısından muvafakat almadan onu tekrar nikâhı altına döndürebildiği talâk»
demektir ve bu da ancak kendisiyle gerdeğe girildikten sonra boşanan kadında
olabilir. Zira Cenâb-ı Hak, "Ey Peygamber, kadınları boşayacağınızda,
onları iddetlerini gözeterek boşayın ve iddeti sayın; Rabbiniz olan Allah'tan
sakının; onları, apaçık bir hayasızlık yapmadıkları müddetçe, evlerinden siz
çıkarmayın. Onlar da çıkma-sınlar. Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'ın
sanırlarını aşarsa şüphesiz kendine yazık etmiş olur. Sen ne bilirsin? Belki
Allah sonradan bir çare yaratır" [3]
buyurmuştur. Ayrıca sabittir ki İbn Ömer (r.a.), karısını aybaşı halinde
bosayınca Peygamber (s.a.s) Efendimiz ona, karısını tekrar nikâhı altına
döndürmesini emretmiştir. Bunun için bunda ihtilâf yoktur.
Bâîn (kesin) talâka
gelince: Ulema müttefiktirler ki kesin ayrılış ancak üç şekilde olur: Ya henüz
kendisiyle gerdeğe girilmeyen kadının bir talâk ile, ya herhangi bir kadının üç
talâk ile veyahut bedel karşılığında boşanmasıyla olur ki bunaHULU' denilir ve
hulû'un, talâk mı, fesih mi olduğunda -geleceği üzere- ulema ihtilâf
etmişlerdir.
Cenâb-ı Hak
"Boşanma iki defadır. Ya iyilikle tutma ya da iyilik yaparak bırakmadır..
Bundan sonra kadını bir daha boşarsa, kadın başka birisiyle evlenmedikçe bir
daha kendisine helâl olmaz" [4]
buyurduğu için, ulema hür olan kimsenin karısını üç kere ayrı ayrı olarak
boşaması halinde, karısının kesin olarak kendisinden ayrıldığında müttefik
iseler de, üç talâkı bir kerede söyleyen kimsenin talâkı üç mü sayılır, bir mi
diyeihtilâf etmişlerdir.
Cumhur,
köleliğin talâk sayısını üçten ikiye indirdiğinde, yani köle için kesin
aynlmayı sonuçlandıran talâk sayısının üç olmayıp iki olduğunda müttefik ise
de, «Koca ile kandan hangisi köle olursa, durum böyledir?» diye ihtilâf
etmişlerdir. Şu halde bu bab üç mes'eleden ibarettir. [5]
İslâm fukahasının
cumhuru, bir kerede söylenen üç talâkın, üç talâk sayıldığı görüşündedirler.
Zahirîlerle bir cemaat ise «Bir kerede söylenen üç talâk, bir talâk
hükmündedir» demişlerdir. Delilleri de yukarıda geçen âyet-i kerimenin
zahiridir. Ayrıca, Müslim ile Buhârî'nin İbn Abbas'tan getirdikleri «Peygamber
(s.a.s) Efendimizin devriyle Hz. Ebâ Bekir'in devrinde ve Hz. Ömer'in hilâfeti
devrinin ilk iki senesinde üç talâk bir talâk sayılırdı» [6]hadisi
ve İbn İshak'ın İkrime'den, îkrime'nin de İbn Abbas'tan rivayet ettiği,
«Rükâne, karısını bir mecliste üç talâk ile boşamıştı ve bunun için çok üzülüyordu.
Peygamber (s.a.s) Efendibdz ona,
«Onu nasıl boşattın?» diye sordu. Rükâne «Onu
bir mecliste üç talâk ile boşadım» dedi. Peygamber (s.a.s) Efendimiz ona,[7]
«O üç talâk ancak bir talâktır. Onu bir daha
nikâhın altına döndür» hadisiyle de
ihticac etmişlerdir.
Cumhûr'un görüşünü
benimseyenler de, «Müslim ile Buhârî'de geçen İbn Abbas'ın hadisini,
kendisinden, talebeleri arasında yalnız Tavus rivayet etmiştir. Onun diğer
talebeleri olan Said b. Cübeyr, Mücâhid, Atâ, Amr b. Dînar ve birçokları ondan;
'Üç talâk lâzım gelir' dediğini rivayet etmişlerdir. İbn îshak'm hadisinde de
zühul vardır. Zira güvenilen kimselerin rivayetine göre Rükâne Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'e 'Ben karımı üç talâk ile boşadım' dememiş, 'Karımı kesin
olarak boşadım1 elemiştir» demek sureliyle ihticac etmişlerdir.
Bu
ihtilâfın sebebi, «Şeriatın, üç kez boşamaya verdiği kesin ayrılma hükmü,
kişinin bir defa boşama ile kendine lâzım kılmasıyla vaki olur mu, yoksa
şeriatın lazım kıldığı şeyden başka bir şey vaki olmaz mı?» diye ihtilâf
etmeleridir. Boşanmayı -evlenme ve satış akidleri gibi- sıhhati, şeriatın
koştuğu şartlan yerine getirmeye bağlı olan fiillere kıyas edenler, «Üç talâkı
bir defada söylemekle üç talâk vaki olmaz» demişlerdir. Boşanmayı -nezir ve
yeminler gibi- kişinin -ne şekilde olursa olsun- kendine ilzam (borç) ettiği
şeylerin şeriatçe de vacib olduğu fiillere kıyas edenler ise, «Karısını boşayan
kimse de, neyi kendine ilzam ederse, o vaki olur» demişlerdir.' Cumhur bu sert
hükmü, herhalde boşanmaların önünü almak için benimsemiştir. Fakat o zaman,
"Sen ne bilirsin? Belki Cenâb-i Allah sonradan bir çare yaratır"
âyet-i kerimesiyle işaret buyurulan şeriatın kolaylık gösterme prensibi
bozulmuş olun[8]
Koca ile karıdan
hangisinin köle oluşunun talâk sayısını ikiye indirdiği konusundaki ihtilâfa
gelince: Kimisi «Muteber olan erkeğin köleliğidir. Şu halde erkek köle olduğu
zaman -karısı ister cariye, ister hür olsun- onun iki talâkı kesin boşamadır»
demiştir. İmam Mâlik ile İmam Şafii ve ashabtan Hz. Osman, Zeyd b. Sabit ve İbn
Abbas bu görüştedirler. İbn Abbas'tan her ne kadar bir başka görüş daha
naklolunmuşsa da, en meşhur olan görüş budur. Kimisi de «Muteber olan, kadının
köleliğidir. O halde kadın cariye olduğu zaman -kocası ister köle, ister hür
olsun- onun iki talâkı kesin boşanmadır» demiştir. Bu görüş sahibi de,
ashabtan Hz. Ali ile İbn Mes'ud, fukahadan da İmam Ebû Hanife ile başkalarıdır.
Bu iki görüşten daha garip bir görüş vardır. O da «Kan ile kocadan hangisi köle
olursa, kocanın iki talâkı ile kesin boşanma hasıl olur» görüşüdür. Bunu da
Osman el-Betti ile başkaları demişlerdir ve Abdullah b. Ömer'den de rivayet
olunmuştur.
Bu ihtilâfın sebebi,
erkek ile kadının köleliklerinden hangisinin etkili olduğunda ihtilâf etmeleridir.
«Talâk yetkisi kimin elinde ise, etkili olan, onun köleliğidir» diyenler,
«Muteber olan, erkeğin köleliğidir» demişlerdir. «Talâk kimin üzerine vaki
oluyorsa, etkili olan, onun köleliğidir» demişlerdir «Talâk kimin üzerine vaki
oluyorsa, etkili olan, onun köleliğidir» diyenler ise, «Bu, boşanan kadının
hükümlerindendir» demişlerdir. Bunlar talâkı da iddete kıyas etmişlerdir. Zira
iddet noksanlığının, kadının cariye oluşuna tabi olduğunda icma' vardır.
Birinci grup da, İbn Abbas'ın Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den merfu1 olarak
rivayet ettiği,
«Talâk
mes'elesinde erkeklerin iddet mevzuunda da kadınların vasfına bakılır» [9] hadisi
ile ihticac etmişlerdir. Ne var ki bu hadise, sahih hadis kitaplarında
rastlayamıyoruz. «Köle olan, ister koca, ister kan olsun, iki talâk ile kesin
boşanma vaki1 olur» diyen üçüncü grup ise, sebebiyeti sırf köleliğe vermiş,
kölelikle birlikte, erkek veya kadınlığa bakmamıştır. [10]
Köleliğin talâk
sayısını azalttığında, bir cemaat, «îcma' vardır» demişse de, Ebû Muhammed b.
Hazm ile Zahirîlerden bir cemaat buna muhaliftirler?
Bunlar talâk sayısı
konusunda hür ile köle arasında ayırım yapmıyorlar.
Bu ihtilâfın sebebi,
halin zahiri ile kıyas arasında bulunan çelişmedir. Zira cumhur, kölenin
talâkını kölenin cezasına kıyas etmiştir. Çünkü kölenin şer'i cezasının, hür'ün
şer'i cezasının yarısı olduğunda icma' vardır. Zâhirîler'e göre ise, herhangi
bir hükümde köleyi istisna eden bir delil bulunmadıkça asıl, şer'i teklifler
muvacehesinde hür ile köle arasında bir fark bulunmamasıdır. Delil de onlara
göre ya kitap ve sünnetten bir nass veyahut bunların zahiridir. Burada ise,
böyle bir delil bulunmadığına göre, kölenin, asıl olan hükmü üzerinde kalması
gerekir.
Tahmin
ediyorum ki talâkı cezaya kıyas etmek doğru bir kıyas değildir. Çünkü hür'e
nisbetle köleye az ceza konulması, köle noksan olduğu için ona karşı fazla sert
davranılmamış olmasındandır. Sonra, kölenin suç işlemesi hür'ün suç işlemesi
kadar ağır değildir. Kölenin talâk sayısını azaltmak ise, köleye daha ağır bir
hüküm koymak demektir.- Zira bu durumda hür, karısını boşamaktan iki kere
cayabilirken köle sadece bir kere cayabilir. Şeriat bu hususta vasat bir yol
tutmuştur. Zira eğer her boşamadan sonra cayma imkânı olsaydı, kadın için
kurtulma imkânı olmaz ve ailenin huzursuzluğu sürüp gidecekti ve eğer bir kere
boşama ile kesin boşanma vaki olsaydı, o zaman erkek -cayma imkânına sahip
olmadığı için- çetin bir çıkmaza girmiş olurdu. îşte şeriat böylece her iki
tarafın da maslahat ve yararını düşünmüştür. Bunun içindir ki, her üç talâkı
bir kere de kendine ilzam eden kimse -Allah bilir-.şeriatın koyduğu bu ma'kul
ve ustalıklı yolu mânâsızlaştırmış olur. [11]
Ulema, kişinin,
gerdeğe girdiği karısını, kendisiyle cima' etmediği bir temizlik halinde ve bir
talâk ile boşamasının, SÜNNİ TALAK (Sünnete uygun olan boşama), aybaşı veyahut
kendisiyle cima1 ettiği bir temizlik halinde boşamasının da BÎD1 TALAK (Sünnete
uymayan boşama) olduğunda müttefiktirler. Zira sabittir ki îbn Ömer (r.a.)
karısını aybaşı halinde boşadığı için Peygamber (s.a.s) Efendimiz Hz. Ömer'e,
«Oğluna söyle,
karısına geri dönsün, sonra kadın temizlenip tekrar adetini görüp sonra tekrar
temizleninceye kadar onunla birlikte yasasın. İkinci adetinden temizlendikten
sonra dilerse, aile hayatı devam etsin ve dilerse -ona yaklaşmaksınn- bosasın.
İşte kadının bu iki kirlenmesi ve temizlenmesi zamanı, erkeklerin kadınları
boşamaları için Allah Teâlâ'nın emrettiği iddet müddetidir» buyurmuştur.
Ulema, bunda ittifak
ettikten sonra bu babın üç konusunda ihtilâf etmişlerdir.
1- Boşamanın
sünnete uygun olması için, kadın henüz iddette iken onu bir daha boşamaması
şart mıdır?
2- Bir
defada üç talâk ile boşama sünnete uygun boşama mıdır?
3- Karısını aybaşı halinde boşayan kimsenin hükmü nedir? [12]
îmanı Mâlik ile İmam
Ebû Hanife ve bu iki imamın tabileri bu konuda ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik
«Boşamanın sünnete uygun olabilmesi için, kadın henüz iddette iken onu bir daha
boşamaması şarttır» demiştir. İmam Ebû Hanife ise «Eğer her bir temizlenmede
onu bir talâk ile boşasa, yine de sünnete uygun bir boşamadır» demiştir.
Bu
ihtilâfın sebebi, boşamanın sünnete uygun olması için, kadının zevciyet
halinde boşanmış olması şart mıdır, değil midir diye ihtilâf etmeleridir.
«Zevciyet halinde boşanmış olması şarttır» diyenler, «Kadın henüz iddette iken
onu bir daha boşamaması şarttır» demişlerdir. Çünkü kadının ikinci boşanışı
zevciyet halinde değildir. «Zevciyet halinde boşanmış oî-ması şart değildir»
diyenler ise, «Onu bir daha boşamaması şart değildir» demişlerdir. Kadın henüz
iddette iken onu bir daha boşama ile boşamanın vaki olduğunda ise ihtilâf
yoktur. [13]
İmam Mâlik, «Bir defada
üç talâk ile karı boşamak, sünnete uygun boşama değildir», İmam Şâfıi ise
«Sünnete uygundur» demiştir.
Bu
ihtilâfın sebebi,Peygamber(s.a.s)Efendimiz'inhuzurunda karısını bir lafızda üç
talâk ile boşayan adama ses çıkarmayışı ile Kur'an-ı Kerim'in mefhumu arasında
bulunan çelişmedir. İmam Şafii'nin dayandığı hadis, sabit olan «Adanı,
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in huzurunda, karısıyla mülâane ettikten sonra onu
üç talâk ile boşadı» [14]hadisidir.
îmam Şafii «Eğer bir lafızda üç talâk ile boşamak sünnete aykırı olsaydı Peygamber
(s.a.s) Efendimiz ona mani olacaktı» demiştir.. îmam Mâlik ise, «Karıyı bir
defada üç talâk ile boşamak, Cenâb-ı Allah'ın kullarına bahşettiği, üç defaya
kadar boşayıp geri dönme kolaylığını reddetmek demek olduğundan sünnete aykırıdır»
demiştir. İmam Mâlik'in tabileri, İmam Şafii'nin delil olarak gösterdiği
hadise karşı, «Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in huzurunda birbirleriyle mülâane
eden koca ile karı, bizzat yaptıkları mülâane ile birbirinden ayrılmışlardı.
Şu halde adamın, karısını mülâaneden sonra boşaması hükümsüzdü. Bunun içindir
ki Peygamber (s.a.s) Efendimiz ona ses çıkarmamıştır» demişlerdir. îmam
Mâlik'in görüşü -Allah bilir- İmam Şafii'nin görüşünden daha zahirdir. [15]
Ulema, karısını aybaşı
halinde boşayan kimsenin hükmünde ihtilâf etmişlerdir. Cumhur, «Boşanma vâki
olur» bir cemaat «Vaki olmaz» demiştir. «Vâki olur» diyenler de «Koca geri
dönmekle emrolunur» demişlerdir, bunlar da iki gruba ayrılmışlardır. Bir grup
geri dönmenin vücubunu benimseyip. «Adam ona zorlanır» demiştir. îmam Mâlik
ile tabileri bunu benimser.
Bir grup da «Geri
dönmesi sünnettir, adam ona zorlanmaz» demiştir. İmam Şâfıi, İmam Ebû Hanife,
Süfyan Sevrî ve İmam Ahmed de. bunu benimsemektedirler. «Zorlanır» diyenler de
«Ne zaman zorlanır?» diye ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik ile -îbn Kasım ve
başkalan gibi- tabilerin çoğu «Kadının iddeti bitmedikçe zorlanır», Eşheb de
«Ancak kadının birinci kirlenmesinde zorlanır» demiştir. «Geri dönmekle
emrolunur» diyenler de «Geri döndükten sonra bir daha boşamak, isterse ne
zaman boşayabilir?» diye ihtilâf edip kimisi, «Birinci adetinden temizlendikten
sonra bir daha kirlenip bir daha temizleninceye kadar kadını nikâhı altında
tınmak zorundadır. Ancak bundan sonra -isterse- onu boşayabilir» demiştir ki,
İmam Mâlik, İmam Şâfıi ve bir cemaat bu görüştedirler. Kimisi de «Kadın birinci
adetinden temizlendikten sonra, isterse onu boşar, isterse nikâhı altında
tutar» demiştir. İmam Ebû Hanife ile Küfe fukahası da bunu benimser. Sünnî
Talâk'ta, erkeğin karısını, kendisiyle cima' etmediği bir temizlik halinde
boşamasını şart koşanlar ise, kendisiyle cima' ettiği bir temizlik halinde
boşadığı taktirde ona geri dönmeyi emretmenin vücubunu benimsememişlerdir. Şu
halde hukonııda dört mes'ele vardır:
1- Bid'î
Talâk ile kadtn boşanır mı, boşanmaz mı?
2- Şayet
boşamyorsa, boşayan adam geri dönmeye zorlanır mı, yoksa ona geri dönmek sadece
emredilir mi?
3- Geri
döndükten sonra bir daha ne zaman boşayabilir?
4- Geri dönmeye ne zaman zorlanabilir? [16]
Cumhur «Aybaşı halinde
kadın boşamak, bid'î talâk olmakla beraber, vaki olduğu takdirde onunla kadın
boşanır. Zira Abdullah b. Ömer'in hadisinde Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
'Ona söyle, karısına
geri dönsün' buyurmuştur» demiştir. Derler ki: «Eğer kadın boşanmamış olsaydı
Peygamber (s.a.s) Efendimiz, 'Karısına geri dönsün' demez, 'Karısı
boşanmamıştır' diyecekti. Ayrıca İmam Şafii de Müslim b. Halid yolu ile îhn
Cüreyc'den «Abdullah b. Ömer'in azadlısı Nafi'nin yanına adam gönderip ona,
«Rasâlullah zamanında Abdullah b. Ömer'in karısını aybaşı halinde boşaması,
boşanma sayıldı mı?' diye sordular. Nâfi 'Evet' dedi ve «îbn Ömer de bu yolda
fetva verirdi» [17]diye rivayet etmiştir.
«Bid'î talâk ile kadın
boşanmaz» diyenler ise, Peygamber (s.a.s) Efen-dimiz'in,
«Bizim usul ve sünnetimize uymayan bütün fiil
veyahut işler reddolunur» [18]hadisine
dayanmış ve «Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in red olunmasını emir buyurmasından,
hukukî bir değer taşımadığı anlaşılmaktadır» demişlerdir.
Kısacası,
bu ihtilâfın sebebi, «Talâkın sünnî talâk olabilmesi için şeriatın koştuğu
şartlar, talâkın sıhhati için mi, yoksa kemali için mi şarttır?» diye ihtilâf
etmeleridir. «Sıhhrti için şarttır» diyenler, «Bu vasıfta olmayan boşama ile
kadın boşanmaz», «Kemali için şarttır» diyenler ise, «Boşanır. Fakat kâmil bir
talâk olmadığı için, kişiye dönmesi emrolunur, tâ ki kâmil ve sünnete uygun bir
şekilde karısını boşamış olsun» demişlerdir. Bunun içindir ki hem «Bid'î talâk
ile kadın boşanır», hem de «Boşayan kimse geri dön-, meye zorlanır» diyenler,
çelişkiye düşmüş olurlar. Bunu iyice düşün. [19]
Bid'î
talâk ile karısını boşayan kimsenin geri dönmeye zorlanıp zorlanmadığı
hususuna gelince: Cumhur Abdullah b. Ömer'in hadisindeki emrin zahirine
dayanarak geri dönmenin vücubunu benimsemiş olduğu için «Zorlanır» demiştir.
«Kadın boşandıktan sonra geri dönmenin faydası sadece bid'î talâktan kurtulmak
olduğuna göre geri dönmenin vacib olmaması lazım gelir» diyenler ise
«Zorlanmaz» demişlerdir. [20]
Geri dönmeye zorlanan
kimse, bir daha ne zaman boşayabilir mes'ele-sinde ise «Kadın, birinci
adetinden temizlendikten sonra bir daha kirlenip bir daha temizleninceye kadar
onu boşayamaz» diyenler, yukarıda geçen îbn Ömer'in hadisine dayanmışlardır.
Çünkü bu hadiste bu husus ifade edilmiştir. Bunlar «Bunun sebebi şudur: Çünkü
geri dönmesi, ancak kadın temizlendikten sonra onunla cima' ettiği takdirde
sahih olur. Zira eğer temizlendikten sonra onunla cima' etmeden onu boşarsa
kadına ikinci boşanmadan dolayı iddet lâzım gelmez. Zira bu adamda, karısını
-kendisiyle gerdeğe girmeden-boşayan kimsenin hükmüne girmiş olur. Eğer
kendisiyle cima' ettikten sonra
onu boşarsa, bir daha
bid'î bir talâk yapmış olur» demişlerdir. Kısacası bunlar, geri dönmenin
sıhhati için, geri döndükten sonra, içinde cima' caiz olan bir zamanın
mevcudiyetini şart görürler. Bu ta'lile (gerekçelendirme) bakılırsa, talâkın
sünnî olabilmesi için, kişinin karısını boşadığı temizlik halinden önceki
kirlenmede onu boşamamış olmasının şart olması lâzım gelir. Nitekim
Abdülvehhab'ın nakline göre tmam Mâlik'in sünnî talâk için koştuğu şartlardan
bir tanesi de budur.
Bunu şart görmeyenler
ise, Yunus b. Cübeyr, Said b. Cübeyr, îbn Sîrin ve tabilerinin Îbn Ömer'in
hadisiyle ilgili olarak bizzat kendisinden yaptıkları nakle dayanmışlardır. Bu
nakle göre İbn Ömer «Kişi karısını aybaşı halinde boşadığı zaman ona geri
dönmek zorundadır. Kadın temizlendikten sonra -eğer isterse- bir dalıa onu
boşayabilir» [21]demiştir. Bunlar da «Bu
adam, karısını mekruh olan bir zamanda boşadığı için -ona ceza olsun diye-
karısına dönmekle emredilmiştir. Boşamanın .mekruh olduğu zaman geçtikten
sonra artık kerahet için bir sebeb kalmaz» diyorlar.
Şu
halde ihtilâfın s e b e b i, bu mes'elede gerek rivayetlerin ve gerekse
sebeblerin mefhumu arasındaki çelişmedir. [22]
Karısını aybaşı
halinde boşayan kimse ne zaman geri dönmeye zorlanır mes'elesine gelince: İmam
Mâlik «Kadının iddeti devam ettiği sürece zorlanır. Çünkü kadının iddeti bitene
kadar kişi ne zaman isterse dönebilir» demiştir. Eşheb ise, hadisin zahirine
bakarak, «Kadın henüz aybaşı halinde iken zorlanır» demiştir. Çünkü hadiste,
«Ey Ömer (r.a.}, oğluna
söyle karısına geri dönsün, sonra kadın temizlenip tekrar adetini görüp sonra
tekrar temizleninceye kadar onunla birlikte yaşasın» denilmekledir. Bunun
zahirinden ise, kadın henüz temizlenmemişken geri dönmenin gerektiği anlaşılmaktadır.
Eşheb ayrıca, «İddeti uzamasın diye aybaşı halinde boşanan kadına geri
dönülmesi emrolunmııştur. Eğer kadın temizlendikten sonra kocası ona dönerse o
zaman iddeti daha da uzamış olur» demiştir. Bu ta'lile göre, kadının birinci
temizlenmesinde boşanmasının caiz olması lâzım gelir.
Şu
halde ihtilâfın sebebi geri dönmeye dair emrin sebebinde ihtilâf etmeleridir. [23]
Hulû1, fidye, sulh ve
mübâree kelimelerinin hepsi aynı mânâda olup kadının bedel karşılığında kendini
boşattırması demektir. Ancak fukahanın iddiasına göre hulû', kadının kocası
tarafından kendisine verilmiş olan her şeyden, sulh bir kısmından, fidye,
çoğundan mübâree de, sadece kocası üzerindeki bir hakkından -boşanmasına
karşılık olarak- vazgeçmesi mânâsına hâss'tır. .
Bu
babtaki konuşmamız dört fasılda toplanmaktadır. Birinci fasıl; hulû'un caiz
olup olmadığı; ikinci fasıl, şartlarının ne olduğu; üçüncü fasıl, hulû'un
boşanma mı, nikâhın bozulması mı olduğu; dördüncü fasıl da, hulû'dan doğan
hükümlerin beyanı hakkındadır. [24]
Ulemanın çoğu hulû'un
cevazını benimser. Dayanaklan da hem kitab, hem sünnettir. Kitab "Koca ile
karı Allah'ın kanunlarını koruyamamaktan korkmadıkça, kadınlara
verdiklerinizden bir şey almanız size helâl değildir. Eğer Allah'ın kanunlarını
koruyamayacaklar diye korkarsa-nız, o zaman kadının fidye vermesinde ikisine de
günah yoktur" [25]âyeti
kerimesidir. Sünnet de İbn Abbas'ın «Sabit b. Kays'ın karısı Peygamber (s.a.s)
Efendimize gelip,
- 'Ya Rasûlallah,
Sabit b. Kays'ın ne huyundan ne de dininden şikayetçi değilim. Fakat müslüman
olmuşken bir daha küfre dönmek istemiyorum dedi. Peygamber (s.a.s) Efendimiz
ona,
'Sana verdiği bahçeyi
geri verir misin' dedi.
Kadın,
'Evet' dedi. Peygamber
(s.a.s) Efendimiz Sabit b, Kays'a,
'Bahçeyi kabul et ve onu
bir talâk ile boşa' dedi» [26] diye
rivayet ettiği hadistir. Buhârî, Ebû Dâvûd ve Nesâî tarafından rivayet olunan
bu hadisin sıhhatinde ittifak edilmiştir.
Ebû Bekir b. Abdullah
el-Müzenî ise, "Kadının fidye vermesinde ikisine de günah yoktur"
âyet-i kerimesinin, "Bir eşin yerine başka bir eşi almak isterseniz,
birincisine bir yük altın vermiş olsanız bile ondan bir.şey almayın"
âyet-i kelimesiyle nesholunduğunu söyleyerek, cumhurdan ayrılmış ve «kocaya,
karısından bir şey almak caiz değildir» demiştir.
Cumhur ise, âyetin
«Rızası hilâfına ondan bir şey almayın. Rızasıyla olursa alabilirsiniz»
mânâsında olduğu görüşündedir.
Ş
u halde ihtilâfın sebebi, bu âyetten umum mu muraddır, yoksa âyette bir kayıt
mukadder (gizli) midir diye ihtilâf etmeleridir. [27]
Hulû'un
cevaz şartlarından bir kısmı, hulû'da kadından alınması caiz olan şeyin
miktarına, bir kısmı, alınması caiz olan şeyin nasıl olması gerektiğine, bir
kısmı, hulû'un hangi hallerde caiz olduğuna, bir kısmı da, hangi kadının
veyahut -kadın reşid olmadığı zaman- velisinin hulû'u kabul edebildiğine
dairdir. Şu halde bu fasıl dört mes'eleden ibarettir. [28]
Hulû' bedelinin
miktarı hususunda; İmam Mâlik, İmam Şâfıi ve bir cemaat, «Eğer geçimsizlik
kadından ise, kendisine biçilen mehrin mıktanndan fazlasıyla da, misliyle de,
azı ile hulû' yapmak caizdir» demişlerdir. Kimisi de, sabit olan bir hadisin
zahirine bakarak, «Kadına biçilen rriehirden fazla bir miktar ile hulû' caiz
değildir» demiştir.
Hulû'
bedelini diğer muamelelerdeki bedellere kıyas edenler, «Hulû' bedelinin miktarı
tarafların rızasına bağlıdır» demişlerdir. Hadisin zahirini tutanlar ise,
mehirden fazlasını caiz görmemişlerdir. Herhalde bunlar, mehirden fazlasını
haksız kazanç kabilinden saymışlardır. [29]
Hulû' bedelinin nasıl
olması gerektiği hususunda, İmam Ebû Hanife ile İmam Şafii evsaf ve varlığının
bilinmesini şart görmüşlerdir., İmam Mâlik ise, hulû'da -kaçıp kaybolan köle
veyahut hayvanlar, henüz olgunlaşmamış meyvalar ve evsafı belirtilmeyen köleler
gibi- varlığı bilinmeyen ya aldanmaya elverişli olan veyahut henüz var olmayan
şeyleri caiz görmüştür. İmam Ebû Hanife'den, aldanmaya elverişli olan şeylerin
caiz olduğu ve henüz var olmayan şeylerin ise caiz olmadığı görüşü de rivayet
olunmuştur.
Bu ihtilâfın sebebi,
buradaki bedelin, saüş bedelleriyle hibe ya da vasiyyet edilen eşyadan
hangisine daha çok benzediğinde tereddüt edilmesidir. Hulû1 bedelifii
satışların bedellerine kıyas edenler, satışlarda ve satış bedellerinde şart
olan evsafı burada da şart görmüşlerdir. Hibeye kıyas edenler ise, «Şart
değildir» demişlerdir.
Ulema
-şarap ve domuz gibi- helal olmayan şeyler üzerinde hulû' yapıldığı zaman
boşanma vaki olduğunda müttefik iseler de, hulû' bedeli lâzım gelir mi, gelmez
mi diye ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik, «Hiçbir şey lâzım gelmez», İmam Ebû
Hanife ile İmam Şafii ise «Mehr-i misil lâzım gelir» demişlerdir. [30]
Hangi
hallerde hulû' caizdir mes'elesine gelince: Cumhur «Eğer kadının vermeye razı
olduğu şeyi, kocasının kendisini sıkıştırdığı için vermiyorsa, tarafların razı
olduğu zaman hulû' caizdir» demiştir. Cumhûr'un dayanağı «Apaçık bir hayasızlık
etmedikçe, onlara verdiğinizin bir kısmını alıp götürmeniz için onları
sıkıştırmayınız» ve «Eğer kan ile koca Allah'ın kanunlarına riayet
etmeyecekler diye korkarsanız, o zaman kadınm fidye vermesinde ikisine de günah
yoktur» âyet-i kerimeleridir. Ebû Kılâbe ile Hasan Basrî birinci âyette geçen
hayasızlığı zinaya hamletmek suretiyle cumhurdan ayrılarak, «Erkek -kansını
zina ederken görmedikçe- onunla hulû1 etmesi caiz değildir» demişlerdir. İmam
Dâvûd da, ikinci âyetin zahirine dayanarak hulû'un cevazına, karı ile kocanın
Allah'ın kanunlarına riayet etmeyeceklerinden korkmayı şart koşmuştur. Nu'man
da şâzz bir görüşte bulunup, «Hulû' erkeğin kadını sıkıştırması neticesinde de
olsa, caizdir» demiştir. Akla gelen şudur ki, fidye verme yetkisi kadına,
erkeğe verilen boşama yetkisi karşılığında verilmiştir. Zira erkeğe, kadınla
geçinemediği zaman onu boşama yetkisi verilince, kadına da, erkekle
geçinemedği zaman fidye karşılığında boşanma yetkisi verilmiştir. Buna göre
hulû' hakkında -hiçbir şekilde caiz olmadığı, bütün hallerde caiz olduğu,
kadının ancak zina işlediği görülünce, caiz olduğu, erkek ile kadının Allah'ın
kanunlarına riayet etmeyeceklerinden korkulduğu zaman caiz olduğu ve kadının
erkek tarafından sıkıştırılmaması şartıyla caiz olduğu olmak üzere- beş görüş
ortaya çıkmış olur ki en meşhurları bu son görüştür. [31]
Hangi
kadın veyahut velisi hulû'u kabul edebilir, hangisi edemez mes'elesine gelince:
Cumhur arasında reşid olan kadının hulû'u kendi adına kabul edebildiğinde ve
cariyenin de -efendisinin izni olmaksızın- kendi adına hulû'u kabul
edemediğinde ihtilâf yoktur. Sefih olan kadın ise -velisinin izni olmaksızın-
sefihin hacir altında olduğunu söyleyenlere göre kendi adına hulû'u kabul
edemez. îmam Mâlik «Baba, küçük kızını nasıl evlendirebi-liyorsa, onun adına
hulû'u da kabul edebilir» demiştir. İmanı Mâlik'e göre baba, küçük olan oğlu
adına da hulû' yapabilir. Çünkü ona göre baba, küçük olan oğlunun karısını
boşayabilir. îmam Ebû Hanife ile İmam Şafii ise «Baba, küçük olan oğlu adına
hulû' yapamaz» demişlerdir. Çünkü -Allah bilir-onlara göre baba küçük oğlunun
karısını boşayamaz. Hasta olan kadının da, mirasından kocasına düşecek hisse
miktarı üzerine kocası ile hulû' yapması -İmam Mâlik'e göre- caizdir. İbn Nâfi
de İmam Mâlik'ten, hasta olan kadının, malının üçte biri üzerine hulû'
yapabildiğini rivayet etmiştir. İmam Şafii de «Eğer hasta olan kadın, mehr-i
mislinin miktarı üzerine hulû' yaparsa caizdir ve hulû' bedeli malının
tamamından çıkar. Şayet hulû' bedeli mehr-i mislinden fazla ise, fazla olan
miktar malının üçte birinden çıkar» demiştir. Vasi ve velisi bulunmayan
sahipsiz kadın hakkında ise, Îbnii'l-Kasım «Emsalinin yaptıkları hulû' bedeli
kadar bir bedel üzerine hulû' yapması caizdir» der. Cumhur, vesayet ya da velayet
altında olmayan kadın-n bizzat hulû' yapmasına cevaz verir. Hasan Basrî ile
İbn Sîrin ise, şâzz bir jörüşte bulunup, «Ha-kim'in izni olmaksızın hulû'
yapması caiz değildir» demişlerdir. [32]
Hulû'un boşanma mı,
nikâhın bozulması mı olduğu hakkındaki ihtilâfa gelince: Ulemanın cumhuru
hulû'un boşanma olduğu görüşündedir. İmam Mâlik de buna katılır. İmam Ebû
Hanife ise, hulû' ile feshin aynı şey olduklarını söylemiştir ki, İmam Ahmed
ile İmam Dâvûd.ve ashabtan da İbn Abbas buna katılır. İmam Şafii'den de, hulû'
kelimesinin kinaye olup onunla boşanma kastedildiği zaman boşanma, boşanma
kastedilmediği zaman fesih, yani nikâhın bozulması olduğu görüşü rivayet
olunmuştur. İmam Şafii'nin, kavl-i cedidinde mutlaka nikâhın bozulması olduğunu
söylediği de rivayet olunmuştur. İhtilâfın faydası şudur: Eğer hulû1 boşanma
ise onunla talâkların sayısı azalmış olur, eğer nikâhın bozulması ise
azalmayıp olduğu gibi kalır.
Hulû'un boşanma
olduğunu söyleyenlerin cumhuru, onu kesin boşanma kabul etmişlerdir. Çünkü
hulû'dan sonra eğer, kadının iddeti daha bitmemişken kocası onu tekrar nikâhı
altına döndürebilirse, o zaman kadının kurtuluş fidyesi vermesinde mânâ
kalmaz. Ebû Sevr de «Eğer hulû' boşama lafzıyla vaki olmazsa, kocası onu döndüremez,
eğer boşama lafzıyla olursa döndürebilir» demiştir.
Hulû'un boşanma
olduğunu söyleyenler, «Nikâhın bozulması kocanın nzası hilâfına olan bir
şeydir. Hulû'u ise, koca kendi rızasıyla yapar. Şu halde hulû', nikâhın
bozulması değildir» demek suretiyle ihticac etmişlerdir. Diğerleri de «Cenâb-ı
Hak "Boşanma iki defadır" dedikten sonra hulû'u anlatmış ve ondan
sonra da «Bundan sonra kadım boşarsa, kadın başka birisiyle evlenmedikçe bir
daha kendisine helâl olmaz» buyurmuştur. Bunlara göre nikâhların bozulması da,
satışların bozulması gibi tarafların rızasıyla olabilir. Karşı taraf da
«Ayetin hulû'dan da söz etmesi, hulû'un boşanmadan başka bir şey olduğunu
bildirmek için değil, boşanmanın, kadının fidye vermek suretiyle de
olabildiğini ifade etmek içindir» demişlerdir.
Şu
halde ihtilâfın sebebi, kan ile kocanın birbirinden aynlmalan-nın bedel
mukabilinde oluşu, bu ayrılmayı boşanma şeklinden çıkanp nikâhın bozulması
şekline sokup sokmadığında ihtilâf etmeleridir. [33]
Hulû'un sonuçlan
çoktur. Biz bunlardan sadece meşhur olanlannı anlatmaya çalışacağız. Bu
hükümlerden biri şudur: Hulû' yolu ile kocasından aynlan kadın boşanmış olur
mu, yani kocası onu hulû1 ettikten sonra ona,
«Sen boşsun» veyahut «Benden boş ol» dediği
taktirde, kadın nikâhı bozulan kadının hükmünden çıkıp boşanan kadının hükmüne
girer mi diye ihtilâf etmişlerdir. îmam Mâlik «Eğer kendisini hulû' ettikten
hemen sonra, onu boşamazsa, boşanmış olmaz» demiştir. îmam Şafii «Hemen sonra
da onu boşasa, yine de boşanmış olmaz» demiştir. îmam Ebû Hanife ise «Boşanmış
olur» demiş ve hemen sonra ile çok sonra arasında ayınm yapmamıştır.
Bu ihtilâfın sebebi
şudur: Birinci gruba göre iddet, aynlmadan doğan bir hükümdür. îmam Ebû
Hanife'ye göre ise evlenmeden doğan bir hükümdür. Bunun içindir ki îmam Ebû
Hanife'ye göre, karısını kesin olarak boşayan kimse, kadının iddeti bitmedikçe
onun kızkardeşiyle evlenemez.
Biri de şudur:
Karısını boşayan kimse, birinci ve ikinci defada kadının iddeti daha
bitmemişken, ondan muvafakat almaksızın onu tekrar nikâhı altına alabildiği
halde, karısı ile hulû' eden kimsenin, kadının iddeti esnasında onu tekrar
nikâhı altına alamadığında ulemanın cumhuru müttefiktirler. Ancak Said b.
el-Müseyyeb ile îbn Şihab'dan «Eğer kadından aldığını, iddet esnasında geri
verirse, şahidler huzurunda onu tekrar nikâhı altına alabilir» dedikleri
rivayet olunmaktadır. Yukanda Ebû Sevr'den naklettiğimiz aymm ise, hulû'un
boşanma lafzıyla yapılıp yapılmadığı halleri arasında idi.
Biri de şudur: Cumhur
müttefiktir ki, karısıyla hulû1 eden kimse, kadının iddeti henüz bitmemişken
onunla yeni bir evlenme akdiyle birlik kurabilir. Ancak sonraki ulemadan bir
cemaat, «İddet esnasında bu kadınla ne kendisi, ne de başkası evlenemez»
demiştir. Bu ihtilâfın sebebi de, henüz iddeti bitmeyen kadınlarla evlenmenin
yasaklığı taabbüdi bir emir midir, yoksa bir sebebi var mıdır diye ihtilâf
etmeleridir.
Hulû' edilen kadının
iddetinde de -geleceği üzere- ihtilâf vardır.
Karı ile kocanın hulû1
bedelinde anlaşmazlığa düşüp de şahidleri bulunmadığı zaman, hangisinin sözü
dinlenir konusunda da ihtilâf etmişlerdir, îmam Mâlik «Söz erkeğin sözüdür»,
îmam Şafii ise, «Her ikisi de yemin ederler ve kadına mehr-i misil lazım gelir»
demiştir. İmam Şafii, kan ile kocanın bu anlaşmazlığını alıcı ile satıcının
satış bedelindeki anlaşmazlıklarına kıyas etmiş, İmam Mâlik de «Kadın
davalıdır, erkek davacıdır» demiştir.
Bu
babın birçok mes'eleleri daha varsa da buradaki maksadımıza yarayacak
mes'elelerden değillerdir. [34]
Talâk,
kadını boşamak demek olduğu için onunla talâklann sayısı azalır. Fesih ise
nikâhı bozmak demek olduğu için onunla talâklann sayısı azalmış olmaz. Bunun
için İmam Mâlik bu iki şeyi birbirinden ayırdederken kendisinden değişik iki
görüş rivayet olunmuştur. İmam Mâlik bu rivayetlerin birisine göre .-kadının
kendi başına evlenmesi veyahut ihramda olan bir kimsenin evlenmesi gibi-
kendisince caiz olmayan ve fakat başkaları tarafından caiz görüldüğü meşhur
olan bir evlenmede, «Koca ile kannm birbirinden ay-nlmalan talâktır, fesih
değildir», birisine göre de, «Bu hususta, kan ile kocanın birbirinden
ayrılmalarını gerektiren sebebe bakılır. Eğer sebeb -henüz iddeti bitmeyen bir
kadının veyahut iki süt kardeşin birbirleriyle evlenmesi gibi sürdürülmesi caiz
olmayan evlenmelerde olduğu gibi- kan-kocayla ilgili değilse, bu kan ile
kocanın birbirinden ayrılmaları fesihtir, talâk değildir. Eğer sebeb -kan ile
kocadan birinde bir ayıbın bulunması sebebiyle bozulan evlenmelerde olduğu
gibi- kan-kocayla ilgili ise, birbirinden aynlmaları talâktır, fesih değildir»
demiştir. [35]
Boşanmanın birer
çeşidi de -birtakım özel hükümleri bulunduğu için-temlik veya tahyir yolu ile
vuku' bulan boşamalardır. İmam Mâlik'ten gelen meşhur rivayete göre temlik ile
tahyir birbirinden ayrı şeylerdir. Zira ona göre temlik, erkeğin, boşama
yetkisini kadına vermesidir. Bu ise, kadının kendini bir talâk ile de, birden
çok talâklarla da bosayabileceği demektir. Bunun içindir ki, kadın kendini üç
talâk ile boşadığı zaman, kocası ona «Ben sana ancak bir talâk ile boşama
yetkisi vermiştim» diyebilir. Fakat tahyir öyle değildir. Çünkü tahyir,
erkeğin kadına, «Sen muhayyersin. İstersen nikâhım altında kal, istersen
boşan» demesidir. Bu ise -eğer «Sen muhayyersin. İstersen nikâhım altında kal,
istersen bir veya iki talâk ile boşan» gibi kayıtlı bir tahyir olmazsa
«Hesabına geliyorsa nikâhım altında kal, gelmiyorsa benden kurtul, git»
demektir ki, bu da ancak kesin boşanma ile olur. Şu halde mutlak tahyirde -İmam
Mâlik'e göre- kadın kendini bir veya iki talâk ile boşayamaz. Ya kocasının
nikâhı altında kalmayı tercih eder ya da kesin olarak, yani üç talâk ile kendim
boşamak zorundadır.
Boşanma yetkisi
kendisine temlik edilen kadın, eğer hemen kendim boşamazsa -İmam Mâlik'ten
gelen bir rivayete göre- kendisiyle kocası bulundukları yerde birbirinden
ayrılıncaya kadar boşayabilir- bir rivayete göre de kendisi bu yetkiyi geri
vermedikçe ne zaman isterse, kullanabilir. İmam Mâlik'e göre temlik ile tevkil
(vekâlet verme) arasında da fark vardır. Tevkilde, kadın henüz kendini
boşamamışken kocası onu vekaletinden azledebilir. Fakat temlik öyle değildir.
İmam Şafii'ye göre
ise, «Sen muhayyersin» ile «Senin yetkin senin elindedir» sözleri arasında fark
yoktur ve eğer bu sözlerle talâk feshedilmezse, ikisi de talâk değillerdir.
Ancak eğer bunlarla talâk kastedilirse, bir talâk kastedildiği zaman bir talâk,
üç talâk kastedildiği zaman üç talâk olurlar. Şu halde İmam Şafii'ye göre eğer
bir kadın, kocasının kendisine bu iki sözden birini söylemesi üzerine kendini
boşarsa, kocası -ister ona birinci sözü, ister ikinci sözü söylemiş, yani ister
tahyir, ister temlik yapmış olsun- ona «Ben bu sözümle boşanmanı
kasdetmemiştim» diyebildiği gibi, «Üç talâk ile boşanmanı kasdetrnemiştim» de
diyebilir. Kadın da -kendini üç talâk ile boşamış olsa bile- ric'î talâk ile
boşanmış sayılır. Kadın, temlik suretinde İmam; Mâlik'e göre de böyledir.
İmam Ebû Hanife ile
tabileri ise, «Tahyir diye bir şey yoktur. Ancak temlik vardır ve temlikte eğer
kadın, kendini bir talâk ile dahi boşasa, kesin olarak boşanmış olur»
demişlerdir.
Süfyan Sevrî de
«Tahyir ile temlik aynı şey olup aralarında fark yoktur» demiştir.
Kimisi de «Temlikte,
talâkların sayısı hakkında söz kadının sözüdür. Erkek 'Ben, üç talâk ile
boşanmanı kasdetmemiştim' diyemez» demiştir. Bu söz de Hz. Ali (r.a.)'den
rivayet olunmuştur. Zührî ile Atâ da buna katılır.
Kimisi de «Temlikte
kadın, kendini ancak bir talâk ile boşayabilir» demiştir. Bu da İbn Abbas ile
Hz. Ömer (r.a.)'den rivayet olunmuştur. Rivayet olunduğuna göre bir adam îbn
Mes'ud'un yanma gidip «Benimle eşim arasında -her ailede olduğu gibi- bir
münakaşa oldu. Eşim bana,
'Ah, senin elinde olan
yetki benim elimde olaydı, ben ne yapacağımı bilirdim' dedi. Ben de,
'Haydi, senin elinde
olsun' dedim. Bana,
'Öyle ise benden üç
talâk ile boşsun, dedi' demiştir. İbn Mes'ud «Kanaatimce bu, bir talâktır ve
kadının iddeti bitmeden onu nikâhın altına döndürebilirsin. Bununla beraber,
Emîru'l-Mü'minîn Ömer'i görüp ona sormadan kesin bir cevap vermiş olmayayım»
demiş ve gidip durumu Hz. Ömer'e anlattığımda, Hz. Ömer, «Cenâb-ı Allah
-erkekler aceleci değillerdir diye-boşama yetkisini erkeklere vermiştir. Onlar
da tutup, Allah'ın kendilerine verdiği bu yetkiyi kadmlann eline verirler.
Kadının ağzına toprak girsin. Sen ne dedin?» demiştir. İbn Mes'ud «Ben 'Bu, bir
talâktır. Kadının iddeti bitmeden onu nikâhın altına döndürebilirsin' dedim»
demiştir. Hz. Ömer «Ben de öyle diyorum. Eğer böyle dememiş olsaydın,
kanaatimce isabet etmiş olmazdın» demiştir.
Kimisi de «Temlik
olsun, tahyir olsun, ikisi de hükümsüzdürler. Zira şeriatın yalnız erkeklere
verdiği bir yetkiyi, herhangi bir kimsenin kadına vermesiyle kadın o yetkiye
sahip olamaz» demiştir. Bu da Muhammed b. Hazm'm görüşüdür.
İmam Mâlik'in temlikte
«Kadın, erkekle birlikte oturduğu meclisten kalkmadıkça kendini boşayabilir»
sözü, aynı zamanda İmam Şafii, îmam Ebû Hanife, Evzâî ve İslâm fukahası
cumhurunun da görüşüdür.
İmam Şafii'ye göre
temlik de vekalet gibidir. Kadın, kendini boşama-dıkça erkek istediği zaman onu
azledebilir.
Bu ihtilâfın sebebi,
Cumhûr'un, temlik ve tahyir ile boşanma yetkisinin kadına verilebildiğine
hükmetmesinin sebebi, Peygamber (s.a.s) Efendirmz'in kevndi kadınlarım bu
hususta muhayyer kıldığının sabit olmasıdır. Hz. Âişe «Peygamber (s.a.s)
Efendimiz bizi, nikâh: altında kalmakla boşanmak arasında muhayyer kıldı. Biz
nikâhı alttnda kalmayı tercih ettik» [36]demiştir.
Fakat Zahirîler «Bu, o demek değildir ki^eğer kendileri boşanmayı tercih etmiş
olsalardı boşanmış olacaklardı. Hz. Âişe bu sözü ile 'Eğer biz boşanmayı tercih
etseydik Peygamber (s.a.s) Efendimiz bizi boşayacaktı* demek istemiştir»
demişlerdir.
Cumhûr'un temlik ile
tahyir arasında fark görmeyişinin sebebi de şudur: Çünkü herhangi bir kimse
bir diğerine bir şey hakkında yetki verdiği zaman, o kimse o şeyi yapıp
yapmamakta muhayyer olduğu için, örf-i lisanda o kimse o şey hakkında muhayyer
kılınmıştır demektir. Tahyiri temlikten ayıran İmam Mâlik ise, «Çünkü
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in, kadınlarını muhayyer kılmasından, onların kesin
olarak kendisinden aynlmalanna razı olduğu anlaşıldığı için, tahyirin, şeriat
örfünde kesin boşanma demek oldu/ ğunda zahirdir» demiştir.
îmam Mâlik'in temlikte
«Erkek kadına 'Ben boşanmanı kasdetmemiştim' diyemez» demesinin sebebi de,
temlikin, boşanma yetkisini kadına vermek mânâsında zahir oluşundan İmam Şafii
ise -kendisine göre temlik lafzı boşanmada has olmadığından- erkeğin niyetine
itibar etmiştir. Şu halde ara-lanndaki bu ihtilâfın sebebi, lafzın zahiri ile
niyet konusundan hangisini tercih etmekte ihtilâf etmeleridir. İmam Şafii
tahyir lafzında da aynı görüşe sahiptir.
Temlikte, erkeğin üç
talâk ile boşanmayı inkâr edebildiğinde ittifak etmelerinin sebebi de, temlik
lafzının -talâk sayısında zahir olması şöyle dursun- muhtemel bir delâlet ile
dahi muayyen bir sayıyı göstermeyişidir.
îmam Mâlik ile İmam
Şafii'nin «Erkeğin, kadına boşanma yetkisini vermesi üzerine kadının kendini
boşaması, ric'î talâktır» demelerinin sebebi de «talâk» dendiği zaman, ondan
şeriat örfündeki mânâsının ani aşılmasıdır ki o da sünnî talâktır. îmam Ebû
Hanife ise «Eğer erkek bir daha onu nikâhı altına dondürebiliyorsa, o zaman ona
boşanma yetkisini vermesinde bir mânâ kalmaz» diyerek, «Şayet kadın kendini bir
talâk ile dahi boşasa, üç talâk ile boşanmış sayılır» demiştir.
«Temlikte kadın
kendini üç talâk ile boşayabilir ve erkek, 'Ben üç talâk ile boşanmanı
kasdetmemiştim' diyemez» diyenlere gelince, onlara göre temlikin mânâsı,
erkeğin, elinde bulunan her çeşit boşama yetkisini kadına vermesi demektir. Şu
halde kadın da hangisini yapmak isterse yapabilir.
«İster temlik, ister
tahyir olsun, ikisi de birer talâktırlar» diyenler de, hem kelimeyi delâlet
ettiği mânânın en azına hamletmiş, hem de erkekler hakkında titizlik göstermişlerdir.
Zira kadınlar bir taraftan akılları noksan olduğu ve geçimsizlik yaptıkları,
bir taraftan da şehvetleri galib olduğu için boşama yetkisi onlara verilmeyip
erkeklere verilmiştir.
Fukahanm cumhuru,
«Temlikte olsun, tahyirde olsun, kadın kendini boşamayıp kocasının nikâhı
altında kalmayı tercih ettiği zaman, boşanmış olmaz» diye müttefik iseler de,
Hasan Basrî'den «Kadın kocasını istediği zaman bir talâk ile, kendini boşadığı
zaman ise üç talâk ile boşanmış olur» diye söylediği rivayet olunmuştur. Buna
göre bu mes'ele hakkında üç değişik görüş bulunmuş olur:
1- İster
temlik, ister tahyir olsun, ikisi de hükümsüzdür.
2- İster
temlik, ister tahyir olsun, ikisiyle de boşanma vaki olur.
3- Tahyirde
kadın, kesin boşanma yetkisine, temlikte ise, ric'î talâk ile boşanma yetkisine
sahib olur. Kesin boşanma yetkisine sahib olur dediğimizde de, kimisi «Bir
talâk ile», kimisi «Üç talâk ile boşanabilir» demiştir. «Bir talâk ile
boşanabilir» diyenlerden de kimisi, «O bir talâk ric'îdir», kimisi «Kesindir»
demiştir.
Temlik
veyahut tahyir edilen kadının cevap olarak kullandığı boşanma deyimlerinin
ahkâmı ise, kendileriyle boşanma vâki olan deyimlerin ahkâmıyla ilgilidir ki,
bu deyimler de -sarih, açık kinaye ve muhtemel kinaye olmak üzere- üç kısım
olup buna dair tafsilat boşanma deyimleri bahsinde gelecektir. [37]
Bu bölümde,
1- Boşanma
hangi deyimlerle olur ve şartlan nelerdir?
2- Hangi
erkek karısını boşayabiîir, hangisi boşayamaz?
3- Hangi kadın boşanabilir, hangisi boşanamaz? diye, üç bab bulunmaktadır. [38]
Bu
bab da -mutlak boşanma deyimlerinin çeşitleriyle şartlı boşanma deyimlerinin
çeşitleri olmak üzere- iki fasıldır. [39]
îslâm uleması, kişinin
karısını boşamak kasdıyla sarih olan boşanma deyimlerini kullandığı zaman
karısının boşandığında müttefik iseler de, boşanma kasdıyla ve fakat sarih
olmayan bir deyim kullanmakla ya da ağızla hiçbir şey soylemeksizin yalnız
boşanmayı kasdetmekle veyahut boşanma kasdedilmeksizın sadece boşanma
deyimlerini kullanmakla kadının boşanıp bosanmadığında ihtilâf etmişlerdir. Hem
kasıt, hem sarih deyimleri şart koşanlar şeriatın zahirine uymuşlardır.
Boşanma mânâsında sarih olmayıp bu mânâda zahir olan kinaye deyimleri de sarih
deyimler gibi kabul edenler keza şeriatın zahirine uymuşlardır. Boşanmayı, adak
ile yemin etmeye kıyas edenlerle, şüphe ve ihtimale yer verenler ise, kasıt ile
telaffuzun ikisini şart koşmayıp, birinci grup «Kişi ağzıyla bir şey söylemese
bile, yalnız karısının boşanmasını kasdetmesiyle», İkinci grup da «Karısının
boşanmasını kasdet-mese bile, yalnız boşanma deyimini kullanmasıyla karısı
boşanmış olur» demişlerdir.
Ulema, mutlak boşanma
deyimlerinin -sarih ve kinaye olmak üzere-iki çeşit olduğunda müttefik iseler
de, sarih nedir, kinaye nedir, bunların hükümleri nelerdir ve bunlardan ne
lâzım gelir diye ihtilâf etmişlerdir. Biz bunlardan sadece meşhur ve ana kaide
mesabesinde olanları anlatmaya çalışaca-giz.
İmam Mâlik ile
tabileri «Sarih, yalnız 'talâk' deyimidir. 'Talak'dan başka bütün deyimler
kinayedirler» demişlerdir. Kinaye de İmam Mâlik'e göre -zahir kinaye ve
muhtemel kinaye olmak üzere- iki kısımdır. İmam Ebû Hanife de buna katılır.
îmam Şafii ise «Boşanmanın sarih olan deyimleri -'Talak', 'Sirah' ve 'Firak'
olmak üzere- üç kelimedir. Zira bu her üç kelime de Kur'an-ı Kerim'de
geçmektedir» demiştir. Zahirîlerden kimisi de, «Bu üç kelimeden başka bir şeyle
kadın boşanainaz» demiştir. Boşanmanın sarih olan deyimleri hakkındaki ihtilâf
işte bu kadardır.
«Talâk» deyiminin
sarih olduğunda ittifak etmelerinin sebebi, bu deyimin şeriat örfünde
boşanmaya vaz'edilmiş olmasıdır. Bunun içindir ki talâk kelimesi boşanma
babında bir ana kelime olmuştur. 'Firak' ve 'Sirah' lafızlarında ise, şeriatın
bir tasarrufu olup olmadığında, yani bu iki kelime şeriat örfünde talâktan
anlaşılan mânâya delâlet ederler mi, yoksa hâlâ eski sözlük mânâlarım ifade
ederler de, şer'î mânâda kullanıl m alan mecaz yoluyla mıdır diye tereddüt
edilmesidir. Çünkü, mecaz yoluyla şer'î mânâyı ifade eden kelimeler
kinayedirler.
-«Bu üç kelimeden
başka deyimlerle kadın boşanamaz» diyenler ise, «Çünkü şeriatte sadece bu üç
kelime geçmiştir. Şeriatın bütün emirleri de birer taabbüd olduğuna göre
şeriatte geçen, lafızlardan başka deyimlerle icra edilemezler» demişlerdir.
Boşanmanın sarih
deyimlerinin hükümleri hakkındaki ihtilâfa gelince: Bunda da iki meşhur
mes'ele vardır. İmam Mâlik, İmam Şafii ve İmam Ebû Hanife bu mes'elelerin
birinde ittifak, diğerinde ihtilâf etmişlerdir.
İttifak ettikleri
mes'ele şudur: Karısını sarih bir deyimle boşadıktan sonra; «Ben bununla
karımın boşanmasını kasdetmedim» diyen kimsenin sözü kabul olunmaz. Meselâ adam
eğer karısına hitaben, «Sen boşsun» demiş ise -îmam Şafii'ye göre talâk
kelimesini kullanmayıp onun yerine firak yahut sirah kelimelerinden birini dahi
kullanmış ise, «Benim maksadım karımı boşamak değildi» demesi bir şey ifade etmez,
karısı kendisinden boşanmıştır. Ancak Mâlikîler «Eğer adamın doğru söylediğini
gösteren bir karine varsa, adamın sözü kabul olunur» diye bir istisna
yapmışlardır. Buna göre eğer birisi karısına bir hizmet teklifinde bulunurken
karısı ona, «Benim işim vardır» der ve o da «Sen boşsun» dedikten sonra, «Bunu
söylemekle benim maksadım onu boşamak değildi. 'Senin işin yoktur' demek
istedim» dese, sözü kabul olunur. Çünkü burada, doğru söylediğini gösteren bir
karine vardır. Kısacası mes'ele şudur: îmam Şafii ile İmam Ebû Hanife'ye göre
boşanmanın sarih deyimleri niyete muhtaç değillerdir. Bunun içindir ki adamın,
«Benim maksadım karımı boşamak değildi» demesi onlarca bir şey ifade etmez.
İmam Mâlik'e gelince: Her ne kadar kendisi, boşanmanın sarih deyimlerini de
niyete muhtaç görmüş ise de -burada olduğu gibi- adamın yalan söylediği
şüphesi kuvvetli olan yerlerde -kötülük kapısını kapatmak için-, «Sözünün
kabul olunmaması gerekir» demiştir. îmam Şafii ile İmam Ebû Hanife onun bu
görüşüne katılmamışlardır. Buna göre, sarih deyimleri niyete muhtaç gören ve
fakat şüphelerle hükmetmeyen kimselerin ise adamın sözünü kabul etmeleri
gerekir.
ihtilâf ettikleri
mes'ele de şudur: Karısına «Sen boşsun» dedikten sonra «Ben bununla iki
veyahut üç talâk kasdettim» diyen kimsenin bu sözü kabul olunur mu, olunmaz
mı? İmam Mâlik «Kaç talâk kasdetmişse, o kadar lâzım gelir» demiştir. îmam'Şâfii
de onun bu görüşüne katılmıştır. Ancak İmam Şafii «Eğer adam 'Sen bir talâk ile
boşsun' dediği halde 'Ben bununla iki veyahut üç talâk kasdettim' dese, kabul
olunmaz» demiştir. İmam Şafii'nin tabileri onun bu sözünü ihtiyar etmişlerdir.
İmam Ebû Hanife ise «yalnız 'Sen boşsun' lafzıyla üç talâk vaki olmaz. Zira
müfred olan bir lafız, ne sarahaten, ne de kinâyeten sayıyı ihtiva etmez»
demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
lafızsız bir niyetle boşanma vaki olur mu, yoksa niyetle birlikte muhtemel
manâlı bir lafız da mı gerekir diye ihtilâf etmeleridir. «Lafızsız bir niyetle
de boşanma vaki olur» diyenler, «Üç talâk kasdedilirse üç talâk vaki olur»
demişlerdir. «Niyetle birlikte muhtemel bir lafız da gerekir» diyen ve «talâk»
lafzının sayıyı da taşıdığını söyleyenler de keza böyle demişlerdir. «Niyetle
birlikte muhtemel manâlı bir lafız da gerekir. Talâk lafzı ise sayı mânâsını
taşımıyor» diyenler ise, «Üç talâkı kasdetse bile, üç talâk vaki olmaz»
dernişlerdir. Bu mes'ele, boşanma şartlan hakkındaki mes'elelerden biri olup
boşanma lafzıyla birlikte boşanma kastı da şart mıdır, yoksa, niyet ile
lafızdan her biri, tek başına kâfi midir diye ihtilâf ettikleri bir
mes'eledir. îmam Mâlik'ten gelen meşhur rivayete göre, boşanma ancak lafız ve
niyetle vaki olur ki, îmam Ebû Hanife de buna katılır. îmam Mâlik'ten,
boşanmanın niyetsiz bir lafızla da vaki olduğu rivayet olunmuştur. İmam
Şafii'ye göre ise, boşanmanın sarih lafzı, niyete muhtaç değildir.
«Yalnız niyet kâfidir»
diyenler. Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«Amellerin değeri
ancak niyetlere göredir» hadisiyle istidlal etmişlerdir. Lafızsız niyete değer
vermeyenler ise, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in
«Ümmetimden,
yanlışlıkla ve unutarak işledikleri ve ikrahın sorum-luluğu kalkmıştır» [40]
hadisi ile ihticac etmişlerdir. Çünkü lafızsız niyet, sırf kalbten geçen bir
şeydir. Bunlar «Yukandaki hadiste amelin değeri için niyetin şart
koşulmasından, yalnız niyet kâfidir, diye anlaşılmaz» demişlerdir.
îmam
Mâlik'in mezhebinde, bir kimse kendisiyle gerdeğe girdiği kansim bedelsiz
olarak boşamak istediğinde eğer ona «Seni boşadım» derken, bununla kadının üç
talâk ile boşanmasını kasdederse üç talâk vaki olur mu, olmaz mı diye ihtilâf
edilmiştir. Kimisi «Vaki olur» kimisi «Vaki olmaz» demiştir. Bu da, boşanmanın
sarih elfazmm hükümleriyle ilgili olan mes'ele-lerden biridir. [41]
Boşanmanın sarih
olmayan deyimlerine gelince: îmam Mâlik'e göre bu deyimlerden bazıları açık,
bazıları muhtemel kinayelerdir, İmam Mâlik'in açık kinayeler hakkındaki görüşü,
sarih deyimler hakkındaki görüşü gibidir. Yani eğer adamın doğru söylediğini
gösteren bir karine bulunmazsa, açık kinayelerde de -sarih deyimlerde olduğu
gibi- kişinin «Ben boşanmayı kasdetmedim» sözü kabul olunmaz. îmam Mâlik'e
göre açık kinayelerde, eğer boşanan kadın kendisiyle gerdeğe girilmiş ise,
üçten aşağı talâk iddiası da kabul olunmaz. Ancak eğer kadın, bedel
mukabilinde, yani hulû' yoluyla boşanmış ise, o zaman kabul olunur. Çünkü hulû'
-bir talâk ile dahi olsa- kesin boşanma demektir. Kendisiyle gerdeğe girilmemiş
olan kadınlar hakkında ise, açık kinayelerde üçten aşağı talâk iddiası kabul
olunur. Çünkü kendisiyle gerdeğe girilmemiş olan kadınların boşanması -kaç
talâk ile olursa olsun- kesindir. Açık kinayeler «Senin ipin senin omuzundadır»,
«Sen kesin olarak benden boşsun» ve «Sen kocasızsın» gibi deyimlerdir.
İmam Şafii'ye göre ise
açık kinayelerde kişinin niyetine başvurulur. Eğer niyeti boşanma ise,
boşanmadır, niyeti üç talâk ise üç talâktır, bir talâk ise bir talâktır. Kısacası
kişi ne dese» kabul olunur. İmam Ebû Hanife de aynı görüştedir. Ancak onun
prensibine göre eğer kişi, bir veya iki talâkı kasdetse, bir kesin talâk vaki
olur. Eğer boşanmayı gösteren bir karine bulunduğu halde adam, «Ben boşanmayı
kasdetmedim» dese, kabul olunmaz. Meselâ, karısıyla boşanma hususunu müzakere
ederken bir açık kinaye kullanması, boşanmayı kasdettiğini gösteren bir
karinedir. İmam Ebû Hanife -dört deyimden başka- bütün açık kinayelerde bu
karine bulunduğu zaman boşanmaya hükmeder. Bu dört deyim de «İpin omuzun
üzerindedir», «İddetinin süresini bekle», «Temizlen» ve «Benden örtün»
deyimleridir. Çünkü İmam Ebû Ha-nife'ye göre bu deyimler açık kinaye olmayıp
muhtemel kinayelerdir.
Muhtemel kinayelere
gelince: İmam Mâlik'e göre muhtemel kinayelerde -İmam Şafii'nin açık
kinayelerde dediği gibi- kişinin niyetine başvurulur. Fakat cumhur onun bu
görüşüne katılmayıp, «Muhtemel kinayelerle boşanma kasdedilse bile, vâki
olmaz» demiştir.
Şu halde açık
kinayeler hakkında üç görüş bulunmaktadır. Bir görüşe göre mutlaka kişinin
niyetine başvurulur ki, İmam Şafii bu görüştedir. Bir görüşe göre, doğru
söylediğini gösteren bir karine bulunmadıkça kişinin lafına bakılmaz ve
boşanmaya hükmedilir. Bu görüş de İmam Mâlik'indir. Bir görüşe göre de, kişinin
-yalan söylediğini gösteren bir karine bulunmadığı zaman- niyetine başvurulur.
Bu da İmam Ebû Hanife'nin görüşüdür.
" İmam Mâlik'in
mezhebinde ihtilâf edilen birtakım mes'eleier daha vardır ki o mes'eleler de
-kinaye açık mı, muhtemel mi, kinayenin boşanmaya delâleti kuvvetli mi, zayıf
mı diye tereddüt edildiği için- ihtilâf edilmiştir. Bu ihtilâfların hepsi
buradaki ana kaidelerle ilgilidir.
İmam Mâlik'in, açık
kinayelerde «Kişinin 'Ben boşanmayı kasdetme-miştim' sözü kabul olunmaz»
demesinin sebebi: Çünkü gerek şeriat ve gerekse lisan örfü bu adamın yalan
söylediğine tanıklık etmektedirler. Zira halk bu deyimleri kullanırken,
çoğunlukla -aksini gösteren, bir karine bulunmadıkça- boşanmayı kasdederler.
İmam Mâlik'in «Açık kinayelerde üçten aşağı talâk iddiası da kabul olunmaz» demesinin
sebebi ise: Çünkü bu deyimlerin zahirinden kesin boşanmanın kasdedildiği
anlaşılmaktadır. Kesin boşanma da -İmam Mâlik'in meşhur görüşüne göre-: ya
hulû' ya üç talâk ile olur. Buradaki boşanmada kadından bir şey alınmadığına
göre bu boşanma hulû' değildir. Şu halde elde üç talâk kalır ki, o da ancak
kendisiyle gerdeğe girilmiş olan kadın hakkında mümkündür.
İmam Şafii de
«Boşanmanın sarih deyimlerinde üçten aşağı talâk iddiasının kabul olunduğunda
icma' bulunduğuna göre, kinayelerde bu iddianın kabul olunması evleviyetle
lazım gelir. Çünkü sarihin delaleti kinayenin delâletinden daha kuvvetlidir»
diye delil getirmiştir. Mâlikiler de «Talâk lafzı, her ne kadar boşanmada
sarih ise de, üç talakta sarih değildir» deseler, herhalde yerinde "olur.
İmanı Şafii'nin bir delili de yukarıda geçen Rükâ-ne'nin hadisidir ki, Hz. Ömer
de «Senin ipin senin boynundadır» kinayesi hakkında aynı şeyi söylemiştir.
Açık kinayelerde «Eğer
kişi üçten az talâk kasdederse, ric'î boşanma olur» diyen İmam Şafii'nin delili
yukarıda- geçen Rükâne'nin hadisidir. «Açık kinayelerde boşanma kesindir» diyen
İmam Ebû Hanife de: «Çünkü açık kinaye ile -üç talâk kasdedilsin, edilmesin-
evlilik bağının büsbütün izalesi kasdolunıır. Uç talâk ise bundan zaid bir mânâdır»
demiştir.
Bu ihtilâflarının s e
b e b i, 'Niyet mi lisan örfünden, yoksa lisan örfü mü niyetten önce gelir?
Şayet lisan örfü önce geliyorsa, yalnız evlilik bağının çözülüşünü mü, yoksa
onunla birlikte üç talâkı da mı ifade eder?' diye ihtilâf etmeleridir. «Niyet
önce gelir» diyenler, «Mutlak kinaye ile kesin boşanma vaki olmaz» demişlerdir.
«Açık olan lisan örfü önce gelir» diyenler ise, niyete iltifat etmişlerdir.
Bu babın ta ashab
devrinden beri ihtilâf edegeldikleri mes'elelerinden biri de TAHRİM, yani
«Kişinin karısına 'Sen bana haramsın' dediği zaman bu söz neye hamledilir?»
mes'elesidir. İmam Mâlik, yukarıda geçen, açık kinayeler hakkındaki görüşüne
kıyasen burada da, «Kendisiyle gerdeğe girilmiş olan kadın hakkında1 kesin
boşanmaya, yani üç talâka hamledilir. Kendisiyle gerdeğe girilmeyen kadın
hakkında da kişinin niyetine bakılır» demiştir ki bu, İbn Ebî Leylâ ve
ashabtan da Zeyd b. Sabit ile Hz. Ali'nin görüşüdür, îmam Mâlik'in -îbn
Mâcişûn'dan başka- bütün talebeleri de buna katılır. İbn Mâcişûn ise,
kendisiyle gerdeğe girilmemiş olan kadın hakkında da «Kişinin niyetine
bakılmaz, üç talâk sayılır» demiştir. Bu mes'ele hakkındaki değişik
görüşlerden bir tanesi işte budur.
İkinci görüş de
şöyledir: «Eğer kişi bununla üç talâk kasdederse üç talâktır, bir talâk
kasdederse bir talâktır, yemin kasdederse, yemin olup kef-faret vermesi lazım
gelir, hiçbir şey, yani ne yemin ne de boşanmayı kasdetmezse, hiçbir şey
değildir, boş bir sözdür». Bu görüşün sahibi de Süfyan Sevrî'dir.
Üçüncü görüş sahibi de
«Kişi neyi kasdederse o şey vaki olur. Üç talâk kasdederse üç talâk, bir talâk
kasdederse bir talâk vaki olur ve eğer hiçbir şey kasdetmezse, yemin olup
keffaret vermesi gerekir» demiştir. Bunu diyen Evzâî'dir.Dördüncü görüş de
şöyledir: «Gerek boşanma ve gerek talâk sayısı hususunda kişinin niyetine
bakılır. Kişi neyi kasdederse, vaki olur. Eğer bir talâk kasdederse ric'î
boşanma olur ve eğer kadını talâksız olarak kendine haram kılmayı kasdederse,
bir yemin keffareti lazım gelir». Bu sözün de sahibi İmam Şafii'dir.
Beşinci görüş de İmam
Ebû Hanife ile tabilerinin görüşüdür. İmam Ebû Hanife de İmam Şâfıi gibi,
«Gerek boşanma ve gerek talâk sayısı hususunda kişinin niyetine bakılır»
demişse de «Eğer kişi bir talâk da kasdetse yine jcesin boşanma vaki olur, eğer
hiç talâk kasdetmezse, yemin olup kişi MÜLI (îlâ) sayılır. Eğer hiçbir şeyi
kasdetmezse hiçbir şey lazım gelmez» demiştir.
Altıncı görüş
sahipleri de «Yeminden başka bir şey değildir. Ona yemin keffareti lazım
gelir» demişlerdir. Ancak bunlardan kimisi «Bu yemin ağır bir yemindir. Bu
görüş de, İbn Mes'ud ile İbn Abbas ve Tabiiler'den bir cemaatin görüşüdür.
Buhârî ile Müslim'in rivayetlerine göre İbn Abbas'a bu mes'ele sorulduğunda İbn
Abbas 'Sizler için Rasûlullah en güzel örnek-tir'[42]
âyet-i kerimesini okumuştur. İbn Abbas bu âyeti okumakla kendi görüşüne,
"Ey Peygamber, Allah'ın sana helal kıldığı şeyleri niçin haram kılıyorsun?"
âyet-i kerimesini hüccet göstermiştir [43].
Mesrûk, Ecda1, Ebû Seleme b. Abdurrahman, Şa'bi ve başkaları da buna katılır.
Bu yeminin ağır olduğunu söyleyenler de iki kısma ayrılarak kimisi, 'Zıhar
keffareti' kimisi de «Bir köle azadlamak lazım gelir' demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
«Bu söz, yemin midir, kinaye midir, yoksa her ikisi de mi değildir?» diye
ihtilâf etmeleridir.
İşte
boşanmada kullanılan deyimlerin ahkâm hakkındaki ihtilâfın ana mes'eleleri
bunlardı[44]
Şartlı
boşanma iki kısımdır: Ya boşanmanın vukuu bir şarta bağlanır ya da boşanmada
kullanılan talâk sayısından, ya sayının tamamı ya bir kısmı istisna edilir.
Boşanmanın bağlandığı şart da, ya herhangi bir kimsenin izin ve muvafakatidir
ya geleceğe ait bir olaydır ya olup olmayacağı kesin olarak bilinmeyen bir
iştir ya da olması da, olmaması da mümkün olduğu halde olduğunun bilinmesine
imkân bulunmayan bir şeydir. [45]
Boşanma, izin ve
muvafakat şartına bağlandığı zaman ya Allah'ın ya da Allah'tan başkasının
iznine bağlanmış olur. Eğer Allah'ın iznine bağlanırsa -ister «Allah izin
verirse sen boşsun» gibi ta'lik şeklinde olsun- İmam Mâlik, «Bu şartın tesiri
yoktur, boşanma vaki olur» demiştir. îmam Ebû Hanife ile İmam Şafii ise, «Şart
Allah'ın izni vaki olduğu zaman, boşanma vaki olmaz» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu şart gelecek fullere taalluk ettiği gibi halen mevcut olan fiillere de
taalluk eder mi etmez mi diye ihtilâf etmeleridir. Çünkü talâk bir Fi'l-i
Hal'dir (Hemen sonuç doğuran bir fiildir). «Taalluk etmez» diyenler, «Şartın
tesiri yoktur», «Taalluk eder» diyenler ise «Tesiri vardır» demişlerdir.
Boşanma, Allah'tan
başkasının iznine bağlanmasına gelince: Eğer izni şart koşulan kimse, izin
verebilen ve izin verip vermediği bilinen bir kimse ise, o kimsenin izin
verdiği taktirde boşanmanın vaki olduğunda, İmam Mâîik'in mezhebinde ihtilâf yoktur.
Boşanmanın izin veremeyen kimsenin iznine bağlanması halinde ise ihtilâf
etmişlerdir. Kimisi «boşanma vaki olur», kimisi «Olmaz» demiştir. Çocuk ile deli
izin veremeyen gruba dahildirler. Bu boşanmayı, şakadan boşanmaya kıyas eden ve
«Şakadan boşanma ile kadın boşanır» diyenler «Bu şartın tesiri yoktur»
demişlerdir. Bu şartı muteber görenler ise «Boşanma vaki olmaz. Çünkü burada
şart mevcut değildir» demişlerdir.
Şartın geleceğe ait
bir olay olması haline gelince: Bu olaylar üç çeşit olup bir çeşidi -Ali'nin
gitmesi, Veli'nİn gelmesi gibi- olması kadar olmaması da mümkün olan
olaylardır. Boşanmanın böyle bir olayın vukuu ile şartlandırılması halinde,
vaki olmasının o olayın vaki olmasına bağlı olduğunda ihtilâf yoktur. Güneşin
doğması gibi vukuu muhakkak olan olaylarla şartlan^ dmlan boşanmalar ise, İmam
Mâlik'e göre derhal, İmam Şafii ile İmam Ebû Hanife'ye göre olay vaki olduğu
zaman vaki olur. Bu şartı, olması kadar olmaması da mümkün olan şartlara kıyas
edenler, «Şartın vukuundan önce boşanma vaki olmaz» demişlerdir. «Bu şartın
vukuu muhakkak olduğu için bu evlilik son bulmak üzere olduğundan Mut'a
Nikâhı'na (geçici nikâh) benzer» diyenler ise «Boşanma derhal vaki
olur»-demişlerdir. Geleceğe ait üçüncü çeşit olaylar da -doğum yapmak, aybaşı
adetini görmek veyahut bu adetten temizlenmek gibi- çoğu kez vaki olduğu halde
bazen de vaki olmayan olaylardır.. Boşanmanın böyle bir olayla
şartlandırılması takdirinde, ne. zaman vaki olduğu hakkında İmam Mâlik'ten iki
rivayet gelmiştir: Bir rivayete göre «Derhal», bir rivayete göre de «Ne zaman
şart vaki olursa, o zaman vaki olur» demiştir ki, İmam Ebû Hanife ile İmam
Şafii'nin de görüşleri budur. Fakat bu surette, boşanmanın derhal vaki olduğunu
söylemek zayıf bir görüştür. Çünkü İmam Mâlik bunu da. vukuu muhakkak olan
olaylara benzetmiştir. Halbuki bundaki ihtilâf kuvvetlidir.
Şartın, olup olmaması
bilinmeyen bir iş olması haline gelince: Bu iş-eğer Cenâb-ı Allah umman
denizinde şu şu şekilde bir büyük balık yaratmış ise, benden boşsun gibi-
öğrenilmesi mümkün olmayan bir iş ise boşanmanın derhal vaki olduğunda
-bildiğime göre- İmam Mâlik'in mezhebinde ihtilâf yoktur. Yok eğer -kız
doğurursan benden boşsun gibi- olduğu zaman öğrenilmesi mümkün olan bir şey
ise, boşanmanın vaki olması o şeyin vaki olmasına bağlıdır. Fakat karısına
talâk ile yemin ederek «Sen kız doğuracaksın» diyen kimsenin karısı -İmam
Mâlik'e göre- kız bile doğursa, derhal boşanır. İmam Mâlik, böyle
densizliklerin önünü almak için bu hükmü vermiştir. Yoksa kıyas, kadının doğum
yapmasını bekleyip erkek çocuk doğurduğu taktirde boşanmasına hükmedilmesini
gerektirir.
İmam Mâlik'in
sözlerinden biri de şudur: «Bir adam 'Eğer şu işi yaparsam karım benden boş
olsun» diye yemin ederse, o işi yapmadıkça ona bir şey lazım gelmez ve eğer «Şu
işi yapmazsam karım benden boş olsun» diye yemin ederse, o işi yapana kadar
yeminini yerine getirmemiş sayılır. İmam Mâlik'e göre bu adam o işi yapmadığı
sürece karısına yaklaşamaz. Şayet İLÂ müddetinden fazla bir zaman için o işi
yapmaktan kaçınırsa, ilâ müddeti kadar ona mehil verilir. Fakat o işi
yapabilme imkânı elde bulundukça karısı boşanmış olmaz. Kimisi ise «O işi
yapabilme imkânı elde bulundukça karısı boşanmış olmaz. Kimisi ise o işi
yapabilme imkânı elde bulundukça yeminini yerine getirmemiş sayılmaz. Şayet o
iş, kişi sağ kaldıkça onu yapabileceği imkanı bulunan tipten bir iş ise,
ölünceye kadar karısı boşanmaz» demiştir.
Ulemanın «Kadına,
senin elin ayağın» veyahut «Yarin, üçte birin» veyahut «dörtte birin benden
boş olsun» veyahut «seni yarım talâk ile boşadım» veyahut üç cîefa üstüste
«Benden boşsun» dendiği zamanene lazım gelir diye ihtilâf etmeleri de bu
babtandır.
İmam Mâlik «Kadına
«Senin elin, ayağın» veyahut «Saçın benden boş olsun dendiği zaman kadın boşanmış
olur» demiştir. İmam Ebû Hanife ise «Baş, kalp ve fere gibi bütün vücuttan
kinaye olan organlar dışında, kadının hiçbir organını boşamakla kadın boşanmış
olmaz. Ancak vücuttan kinaye olan bir organı boşamakla boşanma vaki olur»
demiştir. İmam Ebû Hanife'ye göre, kadına «Senin yarın, üçte birin» veyahut
«dörtte birin benden boş olsun» dendiği zaman kadın boşanmış olur. Ona göre
«Seni yarım talâk ile boşadım» demek de aynı hükmü taşır. Çünkü talâk
parçalanmayan bir şeydir. İmam Dâvûd ise, «Bu deyimlerin hiçbiri ile kadın
boşanmaz» demiştir. İmam Mâlik'e göre, kendisiyle gerdeğe girilmemiş olan
kadına üç defa üstüste «Sen bendenboşsun» demekle üç talâk vaki olur* Çünkü ona
göre bu da «Seni üç talâk ile boşadım» deyimi hükmündedir."'İmam Ebû Hanife
ile İmam Şâfıi ise «Bu kadın, kendisiyle gerdeğe girilmediği için iddete tabi
değildir. Bunun için birinci deyişte kesin olarak boşandığından, ikinci ile
üçüncü deyişin tesiri olmaz» diyerek «Yalnız bir talâk vaki olur» demişlerdir.
Kendisiyle
gerdeğe girilmiş olan kadına ise, üç defa «Sen boşsun» demekle, üç talâk vaki
olduğunda ihtilâf yoktur. [46]
İstisna ile kayıtlı
boşanmaya gelince: İstisna, ancak talâk sayısından yapılabilir ki o da, üç
şekilden biri ile olur: Ya «Üç talâk müstesna olmak üzere seni üç talâk ile
boşadım» misalinde olduğu gibi aynı sayıdan, ya iki talâk müstesna olmak üzere
«Seni üç talâk ile boşadım» deyiminde olduğu gibi küçük sayıdan veyahut «Üç
talâk müstesna olmak üzere seni iki talâk ile boşadım» örneğinde olduğu gibi
büyük sayı küçük sayıdan istisna edilir. Küçük sayı büyük sayıdan istisna
edildiği zaman -benim bildiğime göre- istisnanın sıhhatinde, yani istisna
edilen sayının talâk sayısından düştüğünde ihtilâf yoktur. Büyük sayı küçük
sayıdan istisna edildiği zaman ise, bu istisnanın hükmünde ihtilâf
etmişlerdir. Kimisi «Büyük sayının küçük sayıdan istisnası mümkün değildir»
diyerek bu istisnanın sahih olmadığını, imam Mâlik ise sahih olduğunu
söylemiştir.
«Üç talâk müstesna
olmak üzere seni üç talâk jb boşadım» misalinde olduğu gibi, aynı sayıyı aynı
sayıdan istisnaya gelince: İmam Mâlik «Bu is-' tisnanm hükmü yoktur, talâk vaki
o1ud> demiştir. İmam Mâlik burada, adamın boşanmadan döndüğü şüphesine
binaen, «Talâk vaki olur» demiştir.
Böyle bir şüphe
bulunmadığı ve adamın gayesi talâkın vaki olmaması olduğu zaman ise -sen
boşsun, boş değilsin, dediği zaman nasıl talâk vaki olmuyorsa- burada da vaki
olmaz. Zira bir şeyin hem kendisi, hem zıddı birarada bulunamaz.
Ebû
Muhammed b. Hazm şâzz bir görüşte bulunup, « Henüz olmamış bir vasıf veya
olayla şartlandırılan boşanmalar vaki olmaz. Çünkü boşanma vaki olduğu vakit, o
boşanmayı yapan kimsenin o vakitte onu yapmasıyla vaki olur. Boşanmanın,
bilfiil yapılmayıp sadece kişinin kendine ilzam ettiği bir vakitte vaki
olduğuna -ne Kitab'tan, ne Sünnetten ne de İcma'dan- bir delil yoktur. Eğer
vaki olur diye hükmedersek kişinin, bu ilzamı yaptığı vakitten itibaren şart
koştuğu şey vaki oluncaya kadar bekletilmesi lazım gelir demiştir. İbn Hazm'm
ne ile ihticac ettiğini -şimdilik- bilemiyorum. Fakat onun yaptığı, kıyas işte
budur. [47]
Ulema, aklı başında,
yetişkin, hür ve karısını boşamaya zorlanmayan her erkeğin kansını
boşayabildiğinde müttefik iseler de, karısını boşamaya zorlanan, sarhoş veyahut
hasta olan veyahut buluğa ermek üzere bulunan kimselerin kadın boşamalarının
sahih olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir.
Ulema, hasta olan
kimsenin -eğer hastalığından kalkarsa- karısını boşamasının sahih olduğunda
müttefiktirler. Fakat öldüğü taktirde, hastalığında boşadığı kadın ona varis
olur mu, olmaz mı diye ihtilâf etmişlerdir.
Karısını boşamaya
zorlanan kimsenin boşamasına gelince: imam Mâlik, İmam Şafii, İmam Ahmed, İmam
Dâvûd ve bir cemaata göre sahih değildir. Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Zübeyr,
Hz. Ömer, Hz. Ali ve îbn Abbas da buna katılır, İmam Şafii'nin tabileri,
kansını boşamaya zorlanan adamın boşanmayı kasdetmesiyle etmemesi halleri
arasında ayırım yapmışlardır. Kasdederse -en sıhhatli kavle göre- sahihtir.
Kasdetmezse -yine en sıhhatli kavle göre- sahih değildir.
İmam Ebû Hanife ile
tabileri ise «Mutlaka sahihtir» demişlerdir. Bunlara göre bu adamın köle
azadlaması da böyledir. Fakat alım-satımı böyle değildir. Bunlar alım-satımla
kadın boşamak ve köle azadlamak fiilleri arasında ayırım yapmışlardır.
İmam Ebû Hanife'nin
boşanma ile ahm-satım fiilleri arasında ayırım yapması, boşanmanın daha hassas
ve ağır bir iş olması içindir. Bunun içindir ki boşanmanın ciddisi ile şakası
arasında fark yoktur.
Çocuğun karısını
boşamasına gelince: İmam Mâlik'ten gelen meşhur rivayete göre, çocuk baliğ
olmadıkça sahih değildir. MUHTASARU MA LEYSE FİL MUHTASAR'da ise, İmam Mâlik'in
«Buluğa yaklaşan çocuğun kadm boşaması sahihtir» dediği rivayet olunmamaktadir
ki, İmam Ahmed b. Hanbel de buna katılır. İmam Ahmed «Çocuk oruç tutabilecek
yaşta ise», Atâ da «Oniki yaşına varmış ise karısını boşıyabilir» demişlerdir.
A.tâ'nm görüşü Hz. Ömer'den de rivayet olunmuştur.
Sarhoşa gelince:
Cumhur, boşamasının sahih olmadığı görüşündedir. Bir cemaat da sahih olduğunu
söylemişlerdir ki, Müzem ile İmam Ebû Hanife'nin tabilerinden bazıları
bunlardandırlar.
Bu ihtilâfın sebebi,
sarhoş da deli hükmünde midir, yoksa sarhoş ile deli arasında fark var mıdır
diye ihtilâf etmeleridir. «İkisinin hükmü birdir. Çünkü ikisi de
şuursuzdurlar. Şuur ise mükellefiyetin şartıdır» diyenler, «Sarhoşun, karısını
boşaması sahih değildir» demişlerdir. «îkisi arasında fark vardır. Çünkü sarhoş
kendi eliyle şuurunu gidermiştir. Deli ise yaradılışta şuursuzdur» diyenler
ise, «Sahihtir» demişlerdir ki, bu sarhoşu bir nevi cezalandırmaktır.
Ulema, sarhoşa lazım
gelen ve gelmeyen bütün ahkâmda ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik «Sarhoş
karısını boşadığı zaman karısı boşanır, kölesini azadladığı zaman kölesi
azadlanır, birisini yakaladığı veyahut öldürdüğü zaman ona kısas lazım gelir.
Fakat evlenmesiyle alım-satımı sahih değildir» demiştir. İmam Ebû Hanife ise
«Her şeyi sahihtir», Leys b. Sa'd da «Diliyle yaptığı hiçbir şey sahih
değildir. Karısını boşarsa karısı boşanmaz, kölesini azadlarsa kölesi
azadlanmaz, birisiyle evlenirse evlenmesi caiz olmaz, bir alım-satımda bulunsa
ahm-satımı sahih olmaz, birisine zina isnad ederse ona müfteri cezası lazım
gelmez. Fakat vücudunun diğer organlarıyla işlediği her fiilden sorumludur. Şu
halde içki kullanmaktan, adam öldürmekten, zina işlemekten, hırsızlık yapmaktan
dolayı ona ceza lazım gelir» demiştir. Sabittir ki Hz. Osman (r.a.) da,
sarhoşun boşamasını geçerli saymazdı. Ulemadan bazıları, ashabtan hiçbirinin
Hz. Osman'a bu hususta muhalefet etmediğini ileri sürmüşlerdir.
«Bunaktan başka,
herkesin kadın boşaması sahihtir» diyenlerin sözü sarhoşun, kadını boşamasının
sahih olduğunda nas değildir. Çünkü «Sarhoş da bir nevi bunaktır» denilebilir.
İmam Dâvûd, Ebû Sevr, Ishak ve Tabiiler'den bir cemaat da sarhoşun, kadını
boşamasının sahih olmadığını savunur. İmam Şafii'den de bu hususta iki kavil
rivayet olunmuştur. Tabilerinin çoğu, cumhurun görüşüne uygun olan kavlini
tercih etmişlerdir. Tabilerinden olan Müzenî ise sarhoşun, kadını boşamasının
sahih .olmadığı kavlini tercih etmişlerdir.
Hasta iken karısını
kesin olarak boşayıp da, hastalığından kalkmayıp ölen kimseye gelince: İmam
Mâlik ile bir cemaat «Karısı ondan miras alır» demişlerdir. İmam Şafii ile bir
cemaat da onun malından bu kadına miras vermemişlerdir. Kadını varis kılanlar
da üç gruba ayrılmış olup, bir grup, «Kadın iddette iken adam ölürse, ona varis
olur» demişlerdir ki, İmam Ebû Hanife ile tabileri ve Süfyan Sevri bu
görüştedirler. Bir grup, «Kadın evlen-medikçe ona varistir» demiştir. İmam
Ahmed ile İbn Ebî Leylâ da bunlardandırlar. Kimisi de «Kadın iddette olsun,
olmasın evlenmiş olsun olmasın-* putlaka ona varistir"» demiştir. Bu da
İmam Mâlik ile Leys b, Sa'd'ın görüşü-'dür.
Bu ihtilâfın sebebi,
ahkâm vaz'ındakötü niyetlere meydan vermemenin vacib olup olmadığında ihtilâf
etmeleridir. Zira hasta iken karısını boşayan kimsenin, kadını mirasından
mahrum etmek için boşadığı ihtimali bulunduğundan, kötü niyetlere meydan
vermemenin vacib olduğunu söyleyenler «Miras alır» demişlerdir. Kötü niyetlere
meydana vermemenin vücu-bunu benimsemeyip, «Boşanmanın hükmü varis olmamaktır»
diyenler ise, bu kadını ona varis kılmamı şiardır. Zira bunlar; «Eğer boşanma
vaki olmuş ise, bütün hükümleriyle vaki olması gerekir. Çünkü kadın öldüğü
zaman -boşanmış olduğu için- kocası ona nasıl varis olmuyorsa, onun da, ölen
kocasına varis olmaması lazım gelir. Eğer vaki olmamış ise, zevciyet bütün hükümleriyle
devam etmelidir» diyorlar. Muhalifleri bu iki şıktan biri ile cevap vermek
zorundadırlar. Çünkü şeriatta, hükümlerinden bir kısmı boşamanın, bir kısmı da
zevciyetin olan bir boşamanın varlığını söylemek zordur. Hele «îddeti bitmeden
kocası ölen kadın kocasına varistir. İddeti bittikten sonra kocası ölen kadın
kocasına varis değildir» demek daha da zordur. Zira bu o demektir ki, bu boşama
bir durumda sahih değildir, bir durumda sahihtir. Bu ise, sahih olup olmadığı
anlaşılıncaya kadar hükmün bekletilmesi gereken bir boşama olur ki şeriatte
böyle şeylerin varlığını söylemek zordur. Fakat bunu diyenlere teselli veren
şey, Hz. Osman'la Hz. Ömer'in bununla fetva vermiş olmalarıdır. Hatta
Mâlikiler, bunun bütün ashabın icmaı olduğunu ileri sürmektedir. Halbuki
onların bu iddiaları doğru değildir. Çünkü Abdullah b. Zübeyr'in bu görüşe
katılmadığı meşhurdur.
îddeti bitmeden kocası
ölen kadının varis olduğunu söyleyenlere gelince: Çünkü bunlara göre iddet,
boşanmanın değil, zevciyeti^ ahkâmından-dır. Herhalde bunlar, bu kadını, ric'î
talâk ile boşanan kadına kıyas etmişlerdir ki, bu görüş Hz. Ömer ile Hz.
Aişe'den de rivayet okunmuştur.
Kadının varis olması
için evlenmemiş olmasını şar1; koşanlar ise, bütün fukahanm, bir kadının iki
kocaya varis olamayacağında ittifak ettiklerini gözönünde bulundurmuşlardır.
Ayrıca, kadını varis kılanlara göre bunun sebebi, kocasının onu mirasından
mahrum etmek için boşamış olduğu şüphesi-dir.
Buraya
kadar olan tafsilat, boşanmaya istekli olmayan kadın hakkındadır. Kocasından
boşanmasını isteyen veyahut kocası tarafından kendisine boşama yetkisi verilip
de kendi kendini boşayan kadına gelince: İmam Ebû Hanife'ye göre her iki halde
de kocasından miras alamaz. Evzâî, iki hal arasında ayırım yaparak, «Kocasının
kendisine verdiği yetkiik kendini boşayan kadın, kocasından miras alamaz.
Fakat isteği'üzerine kocası tarafından boşanan kadın, alır» demiştir. İmam
Mâlik ise «Her iki halde 'de kocasından miras alır. Fakat eğer kendisi ölürse
kocası ondan miras alamaz» demiştir ki, bu kaidelere çok aykırıdır. [48]
Ulema, kişinin evli
bulunduğu veyahut ric'î talâk ile boşadığı karısını boşayabildiğinde ve evli
olmadığı bir yabancı kadını da boşayamadığında müttefik iseler de, henüz
kendisiyle evlenmediği bir kadını «Kendisi ile evlendiğim zaman benden boş
olsun» demek suretiyle boşayabilir mi, boşaya-maz mı diye ihtilâf etmişlerdir.
Kimisi «Yabancı kadınlar -ister kişi 'Hangi kadınla evlenirsem, benden boş
olsun' demek suretiyle bütün kadınları, ister 'Falanca kadınla evlenirsem,
benden boş olsun' demek suretiyle bir kadını boşamak istesin- boşanafnazlar»
demiştir ki, İmam Şafii, îmam Ahmed, İmam Dâvûd ve bir cemaat bu görüştedirler.
Kimisi «Eğer -bu misallerde olduğu gibi- kendileriyle evlenmeyi şart koşarsa
-ister bütün kadınları, ister belli bir kadım boşamak istesin- boşanırlar. Yok
eğer, 'Bütün yabancı kadınlar' veyahut 'Falanca kadın benden boş olsun'
diyerek evlenmeyi şart koşmazsa boşanmazlar» demiştir. İmam Ebû Hanife ile bir
cemaat de bu görüştedirler. Kimisi de «Eğer 'Falanca kadınla evlenirsem,
benden boş olsun' gibi belli bir kadını veyahut 'Hangi kadınla falan günde
evlenirsem, benden boş olsun' gibi belli bir günü zikrederse, kendileriyle
evlendiği zaman kendisinden boşanırlar» demiştir. Bü-da İmam Mâlik ile
tabüerinin görüşüdür.
Bu
ihtilâfın sebebi, boşanmanın sıhhati için, boşanmadan önce kadının kendisini
boşayan kimse ile evli bulunması şaıt mıdır, yoksa, sonradan da birbirleriyle
evlenmeleri kâfi midir diye ihtilâf etmeleridir. «Şarttır» diyenler, «Kişi,
evli bulunmadığı yabancı bir kadını boşayamaz» demişlerdir. «Şart değildir,
sonradan da birbirleriyle evlenmeleri kâfidir» diyenler ise, «yabancı kadınları
boşamak caizdir» demişlerdir. Bütün kadınları söylemekle belli bir kadını
söylemek veyahut belli bir vakti şart koşmakla koşmamak arasında ayırım yapmak
ise, maslahata dayanan bir istihsandır. Çünkü eğer kişi, bütün kadınları
söylediği ve hiçbir vakti de şart koşmadığı zaman, «boşanma vaki olur» diyecek
olursak, bu adam, her evlendikçe karısının hemen kendisinden boşanacağı için
büyük bir çıkmaza girmiş olacaktır. Bu ise -herhalde- günah bir şeyi adamak
kabilinden olur. Fakat belli bir kadını tayin ettiği veyahut «hangi kadınla
falan günde evlenirsem, benden boş olsun» misalinde olduğu gibi, belli bir
vakti şaıt koştuğu zaman, «Boşanma vaki olur»[49]
Sayfa 62 eksik
Sayfa 63 eksik
Cenâb-ı Hak
"Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç aybaşı hali beklerler.. Eğer
kocaları bu arada barışmak isterlerse, karılarını geri almakta daha çok hak
sahibidirler" [50]
buyurduğu için, bütün fukaha, ric'î talâk ile karısını boşayan kimsenin, kadın
daha iddet süresinde iken ondan muvafakat almaksızın onu tekrar nikâhı altına
geri döndürebildiğinde ve onu döndürebilmesi için de, onunla gerdeğe girdikten
sonra boşamış olmasının şart olduğunda müttefiktirler. Fukaha bu geri
döndürmeyi ağızla söylemenin ve aynı zamanda iki şahidin huzurunda olmasının
gerektiğinde de müttefik iseler de, «İki şahidin huzurunda olması, sıhhati için
şart mıdır değil midir? Eğer ağzıyla bir şey. söyleyip sadece kadınla cinsi
münasebette bulunursa onu geri döndürmüş sayılır mı, sayılmaz mı?» diye ihtilâf
etmişlerdir. İki şahidin'huzurunda olması İmam Mâlik'e göre müstehab, İmam
Şafii'ye göre vacibtir.
Bu ihtilâfın sebebi,
kıyas ile âyetin zahiri arasında bulunan çelişmedir. Zira "Kadınların
iddet süreleri biteceğinde, onları ya uygun bir şekilde alıkoyun ya da uygun
bir şekilde onlardan ayrılın. İçinizden de iki âdil kimseyi şahid tutun" [51]
âyet-i kerimesinin zahirinden, iki şahid huzurunda olmasının vacib olduğu
anlaşılmaktadır. Bu hakkı, kişinin şahidsiz olarak geri alabildiği diğer
haklarına kıyas etmek ise, bu hakkın da şahidsiz olarak geri alınabileceğini
gerektirmektedir. Bunun için İmam Mâlik kıyas ile âyeti -âyetteki emri nedbe
hamletmek suretiyle- telif etmiştir.
Kadını ne ile geri
döndürmenin gerektiğine gelince: Kimisi «Geri döndürmek ancak ağızla olur»
demiştir ki, İmam Şafii bu görüştedir. Kimisi de «Kadını, onunla cinsi
münasebette bulunmakla da geri döndürmek mümkündür» demiştir. Bunlar da iki
kısma aynimi şiardır. Bir kısmı, «Cinsi münasebetle, kadının geri döndürülmesi
kasdedilmezse, kadın geri alınmış olmaz» demişlerdir. Çünkü bunlara göre,
herhangi bir şeyi gösteren bir fiil, o şeyi ağızla söylemenin yerine ne zaman
ki o fiille o şey kasdedilirse geçer. İmam Mâlik bu görüştedir. İmam Ebû Hanife
de «Cinsi münasebetle kadını
geri döndürmek
kasdedilsin-edilmesin onunla kadın geri dönmüş olur» demiştir, îmam Şâfli ise,
geri döndürmeyi de nikâha kıyas ederek, «Cenâb-ı Allah iki şahid tutmayı
emretmiştir. Şahid tutmak da ancak, ağızla söylendiği zaman mümkündür»
demiştir.
İmam Mâlik ile İmam
Ebû Hanife arasındaki ihtilâfın s e b e b i şudur: Çünkü İmam Ebû Hanife'ye
göre ric'î talâk ile boşanan kadınla cinsi münasebette bulunmak helaldir. Zira
bu kadın da, kendisiyle İLÂ veyahut 71-HAR edilen kadın gibidir. Çünkü ric'î
talâk ile evlilik bağı tamamen kalkmaz. Bunun içindir ki biri ölünce diğeri
ona varis olur. İmam Mâlik'e göre ise kadını geri döndürmedikçe onunla cinsi
münasebette bulunmak haramdır. Bunun içindir ki cinsi münasebette bulunurken
kadını geri döndürmeyi kas-detmek gerekir.
İşte ric'î talâk ile
boşanan kadını geri döndürebilmenin şartlan hakkında ettikleri ihtilâflar
bunlardır.
Ulema, ric'î talâk ile
boşanan kadın henüz iddet süresinde iken kocası onunla ne dereceye kadar
birlikte olabileceği hakkında da ihtilâf etmişlerdir, îmam Mâlik «Kocası yalnız
olarak onun yanında kalamaz, ondan izin almadan yanma giremez ve onun saçma
bakamaz. Fakat beraberlerinde başkası bulunduğu zaman onunla birlikte yemek
yiyebilir» demiştir. Fakat İbnü'l-Kasım «İmam Mâlik, kişinin ric'î talâk ile
boşadığı karısıyla birlikte yemek yiyebildiği görüşünden rucu' etmiştir»
demiştir. İmam Ebû Hanife de «Ric'î talâk ile boşanan kadının, kocasına kendini
süslemesinde, güzel kokular sürünmesinde, tırnaklarını kınalamasında ve
gözlerine sürme çekmesinde sakınca yoktur» demiştir ki, S üfyan Sevrî, İmam
Ebû Yûsuf ve Evzâî de bu görüştedirler. Bunların hepsi, «Kadının yanına
habersiz olarak, ona ya sözle veyahut -öksürme veya papuçlanndan ses çıkarmak
gibi- bir hareketle geldiğini bildirmeden girmesinin caiz olmadığını»
söylemişlerdir.
Ulema bu babtan olmak
üzere şu mes'elede de ihtilâf etmişlerdir. Bir kişi karısının gıyabında onu
ric'î talâk ile boşadıktan sonra henüz iddet süresi bitmemişken bir daha onu
nikâhı altına döndürürse ve kadın da sadece boşandığını işitip, geri alındığını
işitmediği için iddet süresi bittikten sonra evlenirse ne olur?
İmam Mâlik MUVATTA'da
«Bu kadın -yeni kocası onunla gerdeğe girmiş olsun olmasın- yeni kocasınındır»
demiştir. Evzâî ile Leys b. Sa'd da buna katılır. Fakat İbnü'l-Kasım, îmam
Mâlik'in, bu görüşünden rucu' edip, «Eski kocası daha hak sahibidir» dediğini
rivayet etmiştir. İmam Mâlik'in Medineli olan talebeleri ise onun eski görüşünü
benimseyip, «İmam Mâlik bu görüşünden dönmemiştir. Çünkü MUVATTA'da yer verdiği
bu görüşünü, vefat edinceye kadar talebelerine okutuyordu» demişlerdir. İmam
Mâlik, Muvatta'da, ayrıca Hz. Ömer'in de bunu benimsediğini söylemektedir, îmam
Şafii ile Küfe uleması olan İmam Ebû Hanife ve diğerleri ise, «Yeni kocası
onunla gerdeğe girmiş olsun olmasın, onu nikâhı altına geri döndüren eski
kocası daha hak sahibidir» demişlerdir ki, Ebû Dâvûd ile Ebû Sevr de bu
görüştedirler. Bu görüş aynı zamanda Hz. Ali'den de rivayet olunmuştur ve en
zahir olan görüş de budur. Bu mes'ele hakkında Hz. Ömer'den de «Onu nikâhı
altına geri döndüren kocası, isterse onu kabul eder, isterse onu yeni kocasına
bırakıp ona verdiği mehri geri alır» dediği rivayet olunmuştur, îmam Mâlik'in,
birinci görüşüne delili, İbn Vehb'in Yunus'tan, Yunus'un İbn Şihab'tan, İbn
Şihâb'm Said b. el-Müseyyeb'den rivayet ettiği, «Karısını boşadıktan sonra onu
tekrar nikâhı altına döndüren ve'fakat bunu, kadının iddet süresi bitip başkasıyla
evleninceye kadar gizli tutan kimse hakkında sünnet şudur ki: Bu adam bu kadın
üzerinde bir hak iddia edemez. Kadın yeni evlendiği kimsenin karışıdır» [52]
hadisidir. Fakat derler ki: Bu hadis yalnız İbn Şihab'tan rivayet olunmuştur.
Diğer grubun delili de şudur: «Bu kadının, evlenmeden önce, eski kocasının
hakkı olduğunda icma' vardır. Eski kocasının, onu nikâhı altına geri
döndürmesi sahih olduğuna göre, yeni kocasıyla evlenmesi fasiddir. Çünkü
başkasıyla evlenmesi -o başkası ister onunla gerdeğe girmiş olsun, ister
olmasın- onu eski kocasının nikâhı altından çıkaramaz» ki en zahir olan budur
ve Tirmizi'nin kaydettiği «Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
'Hangi
kadın iki kişi ile evlenirse, önce hangisiyle evlenmiş ise, onundur ve hangi
adam bir malını iki kişiye satarsa, önce kime satmış ise, mal onundur' buyurdu»
[53]
hadisi de buna tanıklık etmektedir[54]
Kesin olan talâklar,
üç talâk ile olan boşanmalardır. Ancak bazı hallerde kadın mutlak veyahut
üçten aşağı talâk ile de boşunsa, kesin olarak boşanmış olur. Bu da kendisiyle
gerdeğe girilmemiş olan kadın ile, huJû' yoluyla, yani bedel mukabilinde
boşanan kadınlardır. Kendisiyle gerdeğe girilmeyen kadını boşamanın, üçten
aşağı talâk ile de olsa, kesin boşanma olduğunda ihtilâf yoktur. Fakat bedel
mukabilinde olan boşanmanın kesin boşanma olup olmadığında ihtilâf edilmiştir.
Mutlak veyahut üçten aşağı talâk ile olan ker sin boşanmadan sonra dönmek,
ancak yeni bir nikâh akdiyle olur ki bu da, kadına yeniden bir mehir
verilmesini, hem kendisinden, hem velisinden izin alınmasını gerektirir. Ancak
bunda -cumhura göre- iddet süresinin bitmesi şart değildir. Yalnız bazıları
şâzz bir görüşte bulunup, «Bedel mukabilinde boşanan kadınla -iddet süresi
bitmeden- ne kocası, ne de başkası evlenemez» demişlerdir. Herhalde bunlar,
iddet süresi bitmeyen kadınla evlenme yasak-lığını sebebsiz bir taabbüd
görmüşlerdir.
Üç talâk ile boşanan
kadına gelince: Bütün fukaha müttefiktirler ki, bu kadın, bir başka koca ile
evlenip kocası onunla cima1 etmedikçe eski kocasıyla bir daha evlenemez. Zira
sabittir ki Peygamber (s.a.s) Efendimiz zamanında «Rufae b. Semvâl, karısı
Vehb kızı Temime'yi üç talâk ile boşamış ve bu kadın Abdurrahman b. Zübeyr ile
evlenmiştir. Fakat Abdurrahman b. Zü-beyr onunla cinsi münasebette bulunmak
isteğinde bulundu ise de yapamadığı için onu boşamışttr. Bunun üzerine Rüfae
bu kadınla tekrar evlenmek isteyip durumu Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e
arzetmistir. Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
tbn Vehb, Musannef, ?;
Saîd b. Mansur, Sünen, ?.
«O,
balcağızı tatmadıkça yani cima' etmedikçe sana helâl olmaz» diyerek Rufae'yi bu
kadınla evlenmekten menetmiştir [55],
Said b. el-Müseyyeb ise, şâzz bir görüşte bulunup, «Kadın yalnız evlenme
akdiyle de eski kocasına helâl olur. Çünkü 'Eğer bundan sonra kadını boşarsa,
kadın başka birisiyle evlenmedikçe bir daha kendisine helal olmaz' âyet-i
kerimesi âmm olup onda cima1 şartı yoktur» demiştir. Hasan Basrî'den başka,
bütün fukaha, «İki tenasül aletinin birbirine dokunması, kadını eski kocasına
helâl kılar» demişlerse de, Hasan Basrî, «Cima' ile birlikte meninin inmesi de
şarttır» demiştir. Fukahamn cumhuru, «Zina cezasını gerektiren, oruç ve haccı
bozan, üç talâk ile boşanmış olan kadını eski kocasına helâl kılan kan ile
kocaya evlilik vasfını kazandıran ve ka-' dına mehir verilmerini gerektiren,
sadece iki tenasül aletinin birbirine do-kunmasıdır' demişlerdir. İmam Mâlik
ile İbn Kasım da «Üç talâk ile boşanan kadını eski kocasına helâl kılan cima1
ancak, mubah ve sıhhatli bir evlenme akdinde olan, oruçlu, hacc ihramında,
aybaşı halinde ve itikafta değilken yapılan cima'dır. Hristiyan veya yahudi
olan bir kocanın cima'ı, hristiyan veya yahudi olan kadını eski kocasına helâl
kılamaz. Baliğ olmayan çocuğun cima'ı da, kadını eski kocasına helâl kılamaz»
demişlerdir. İmam Şafii, İmam Ebû Hanife, Süfyan Sevrî ve Evzât ise bunların
hepsinde İmam Mâlik ile Îbnü'l-Kasım'ın görüşüne katılmayıp, «Cima' fasid bir
nikâhta ve caiz olmadığı bir vakitte dahi olsa, kadını eski kocasına helâl
kılar» demişlerdir. Bunlara göre, delinin, hristiyan veya yahudi olan kocanın,
buluğa yaklaşan çocuğun, hatta -eğer ferce sokabilecek bir haşefe miktarı
kalmışsa- tenasül aleti kesilen kimsenin bile cima'ı kâfidir. Bütün bu
ihtilâflar, âyet-i kerimede geçen nikâh kelimesi, eksik olan bu tür cima'lara
da şâmil midir, değil midir diye edilen ihtilâfla ilgilidir. [56]
Ulema, bu babtan olmak
üzere hülle nikâhının da sahih olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Hülle
nikâhı; üç talâk ile boşanan kadını tekrar eski kocasına helâl kılmak için onu
bir başkasıyla evlendirmektir. İmam Mâlik «Bu nikâh fasid olduğu gibi şart da
fasiddir. Kadınla gerdeğe girilmiş olsa bile nikâh bozulur ve aynı zamanda bu
nikâhla kadın eski kocasına helâl olmaz» demiştir. İmam Mâlik'e göre kadının
niyetine değil, erkeğin niyetine bakılır. Yani eğer erkek, kadını eski kocasına
helâl kılmak için nikâhlamışsa -kadının maksadı da bu değilse bile nikâh
fasiddir. Eğer erkeğin maksadı normal bir evlenme ise -kadının maksadı eski
kocasına helâl olmak dahi olsa- nikâh sahihtir. İmam Şafii ile îmam Ebû Hanife
ise «Niyetin tesiri yoktur, nikâh sahihtir ve bu nikâhla kadın eski kocasına
helâl olur» demişlerdir ki, İmam Dâvûd ile bir cemaat da bu görüştedirler.
Kimisi de «Nikâh sahihtir. Fakat şart batıldır. Yani bu nikâhla kadın eski
kocasına helâl olmaz» demiştir. Bu da, İbn Ebî Leylâ'nın görüşüdür ve Süfyan
Sevrî'den de rivayet olunmuştur.
.
İmam Mâlik ile
tabileri; Hz. Ali, İbn Mes'ud, Ebû Hüreyre ve Ukbe b. Âmir'in Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'den naklettikleri,
«Allah üç talâk ile
boşanan kadını, eski kocasına helâl kılmak için nikahlayan kimse ile bu nikâha
rıza gösteren kadının kocasına la'net eylesin» hadi siyle istidlal etmişlerdir. Zira Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in, faiz yiyen ve içki içeni tel'in etmesi, nasıl faiz ve
içkiyi yasaklaması demek ise, bunları da tel'in etmesi, bu nikâhı yasaklaması
demektir. Yasak ise, yasaklanan şeyin fasid olduğunu gösterir ve yasaklanan bir
nikâh da şer'î nikâh deyiminin şümulüne giremez.
Diğer grup da âyet-i
kerimede geçen «kadın başka birisiyle evlenme-dikçe bir daha kendisine helâl
olmaz» tabirindeki umuma bakmışlardır. Zira bu nikâh da -maksat ne olursa
olsun- bir evlenmedir. Bunlar «Gasbedilen bîr yerde namaz kılmanın
yasaklanması, nasıl o yerde kılman namazın fasid olduğunu göstermiyorsa, bu
nikâhın da yasaklanması bu nikâhın fasid olduğunu göstermez ve nikâh fasid
olmayınca, şartın da fasid olmaması evleviyeüe lazım gelir» demişlerdir.
îmam
Mâlik'in, kadının niyetine bakmayışının sebebine gelince: Çünkü eğer erkek
kadına uymazsa, kadının maksadı hiçbir şey ifade etmez. Kaldı ki boşanma
yetkisi kadının elinde değildir. [57]
Ulemanın bu babta
ihtilâf ettikleri bir mes'ele de şudur: Bir veya iki talâk ile boşanan bir
kadın, iddet süresi bittikten sonra bir başkasıyla evlenir ve bu yeni kocası da
onu boşar veyahut ölürse, eski kocasıyla tekrar evlendiği taktirde eski kocası
tekrar üç talâk yetkisine sahip olur mu, yoksa bu hüküm yalnız üç talâk ile
boşanan kadına mı mahsustur?
«Bu
hüküm üç talâk ile boşanan kadına mahsustur» diyenler, «Bu kadının yeni bir
koca ile evlenmesinin tesiri yoktur. Eski kocası onu bir talâk Üe boşamış ise,
iki talâkı, iki talâk ile boşamışsa, bir talâkı kalmıştır» demişlerdir. «Üç
talâk ile boşanan kadının bir başkasıyla evlenmesi, eski kocasına tekrar üç
talâk yetkisini kazandırdığına göre, ona, bir veya iki talâk yetkisini
kazandırması evleviyetle lazım gelir» diyenler ise «Boşanan kadın -kaç talâk
ile boşanmış olursa olsun- bir yenisi ile evlendi mi, eğer bir daha eski
kocasına varırsa, eski kocası tekrar onu üç kere boşama yetkisine sahip olur»
demişlerdir. [58]
Bu
bölüm iki bab olup; birinci bab iddet, ikinci bab mut'a hakkındadır. [59]
Bu
babta bahsimiz iki fasılda toplanmaktadır. Birinci fasıl eşlerin, ikinci fasıl,
cariye olan kadınların iddeti hakkındadır. [60]
Kadınların
iddeti hakkındaki bahsimiz de iki kısma ayrılmaktadır. Birinci kısım iddetin
çeşitleri, ikinci kısım iddetin ahkâmı hakkındadır. [61]
Kadın
ya hürdür, ya cariyedir. Bunlardan her biri de boşandığı zaman ya kendisiyle
gerdeğe girilmiş ya girilmemiştir. Eğer kendisiyle gerdeğe girilmemiş ise, bu
kadının iddeti yoktur. Boşanır boşanmaz evlenebilir. Zira Cenâb-ı Hak "Ey
iman etmiş olanlar, mü'min kadınlarla evlendikten sonra onlarla temas etmeden
onları boşadığımzda, onların size iddet saymasına lüzum yoktur" buyurmuştur.
Eğer kendisiyle gerdeğe girilmiş ise, o zaman bu kadın, ya âdet gören, ya
görmeyen kadınlardandır. Adet görmeyen kadınlar da ya küçüktürler ya da yaşlı
oldukları için artık âdetten kesilmişlerdir. Adet görenler de, ya gebedirler,
ya normal âdetleri devam eder, ya herhangi bir sebeble kanları kesilmiştir, ya
da müstehazedirier.,Herhangi bir sebeble kanlan kesilenler de ya gebe
olduklarından şüphe edilir, ya edilmez. Gebe olduklarından şüphe
edilmeyenlerin de -hasta oldukları veyahut çocuk emzirdikleri için- ya kanının
niçin kesildiği bilinir ya bilinmez. [62]
Normal adetleri devam
eden hür kadınların iddeti, üç kere aybaşı adetini görmektir. Gebe kadınların
iddeti doğum yapıncaya kadardır. Aybaşı adetinden kesilmiş olan kadınların
iddeti de üç aydır. Bu her üç husus da «Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç
aybaşı adetini beklerler» ile «Kadınlarınız içinde artık adetten kesilmiş
olanlarla henüz adetini görmemiş olanların -eğer tereddüd ediyorsanız-
iddetleri üç aydır. Gebe olanların iddeti de doğum yapmaları ile
tamamlanır" âyet-i kerimelerinde mansus olduğu için bunda ihtilâf yoktur.
Fakat birinci âyette geçen ve aybaşı adeti diye terceme ettiğimiz KURU'—
kelimesi hayız mıdır, hayızdan temizlik midir diye ihtilâf etmişlerdir. Kimisi
«İki hayız arasındaki temizliktir», kimisi «Hayz'ın kendisidir» demiştir. Ülke
fukahasından İmam Mâlik, İmam Şafii, Medine fukahasının cumhuru, Ebû Sevr ve
bir cemaat ve ashabtan da İbn Ömer, Zeyd b. Sabit ve Hz. Âişe «Temizliktir»
diyenlerdendirler. Fukaha'dan İmam Ebû Hanife, Süfyan Sevrî, Evzâî, İbn Ebî
Leylâ ve bir cemaat ashabtan da Hz. Ali, Hz. Ömer, İbn Mes'ud ve Ebû Mûsâ
el-Eş'arî de «Hayzın kendisidir» demişlerdir. Esrem de İmam Ahmed'den «Ashabın
büyükleri 'Kur'den murad hayızdir' derlerdi» dediğim rivayet etmiştir.
Şa'bî'den de şunu dediği rivayet olunmuştur: «Ashabtan onbir veyahut oniki kişi
kur'un hayız demek olduğu görüşünde idiler». ^Rivayete göre İmam Ahmed de «Ben
önce Zeyd b. Sabit, İbn Ömer ve Hz. Âişe'nin görüşüne uyarak 'Kur'den murad
temizliktir' diyordum. Fakat Hz. Ali ile İbn Mes'ud «Kur'den murad hayızdır
dedikleri için ben şimdi mütereddidim» demiştir.
Bu iki görüş
arasındaki fark şudur: Eğer kur' temizlik demek ise, ric'î talâk ile boşanan
kadını, üçüncü havza girmesiyle kocası artık onu nikâhı altına geri döndüremez
ve istediği kimse ile evlenebilir, eğer hayız demek ise, üçüncü hayız
bitmedikçe kocası onu geri alabilir ve başkasıyla evlene-mez.
Bu ihtilâfın sebebi de
kur'kelimesinin bu iki mânâ arasında müşterek olmasıdır. Zira Arap dilinde
kur' kâh hayız, kâh iki hayız arasındaki temizlik mânâsında kullanılır.
İhtilâf eden iki cemaatten her biri, âyetteki kur'un, söylediği mânâda daha
zahir olduğunu ileri sürmüştür. Kur'un temizlik mânâsında olduğunu söyleyenler
«Çünkü âyette, KURU' olarak çoğul-1 aştırılmış tır. Eğer hayız mânâsında
olsaydı AKRA1 diye çoğullaştırılması gerekirdi. Îbnü'l-Enbârî böyle
söylemiştir. Bir de, eğer hayız mânâsında olsaydı ;hayız müennes olduğu için-
SELÂSET-e KURÛ'İN yerine SELÂSE KURÛ'ÎN demek lazım gelirdi. Çünkü üçten ona
kadar sayı isimleri müzek-kerler için TE'li, müennesler için TE'siz gelir.
Kaldıki kelimenin iştikakı da temizlik mânâsında olduğunu gösterir. Zira bu
kelime biriktirme mânâsında olan KARAE'den türemiştir. Adam 'Havuzda suyu
biriktirdim' demek istediği zaman KARA'TÜ'L-MAE FİL-HAVDİ, der Hayız kam da
hayız zamanında değil, temizlik zamanında birikil-» demişlerdir ki, en
kuvvetli delilleri bunlardır.
Diğer cemaat de âyetin
zahirine dayanarak, «Âyette üç KUR' denildiğine göre, kadının tam üç kur'
beklemesi gerekir. Zira eğer kur'lardan bir tanesi tamam olmazsa o zaman ona
'Üç Kur' değil, "tkibuçuk Kur' denilir. Çünkü kelimenin, mânâsının bir
kısmında kullanılışı mecazdır. Halbuki eğer 'Kur'dan murad temizliktir' diyecek
olursak, o zaman "Üç Kur' kelimesi iki Kur' ile bir Kur'un bir kısmında
kullanılmış olur. Çünkü kadının, içinde boşandığı temizlik -bu temizlikten az
bir şey dahi kalmış olsa- size göre iddetten sayılır. Şu halde üç tam Kur1,
ancak Kur'un hayız mânâsında olduğu zaman mümkündür. Çünkü kadının, içinde
boşandığı hayız halinin, iddetten sayılmadığında icma1 vardır» demişlerdir.
Kısacası, Kur' kelimesinden hangi mânânın murad olduğu yönünden her iki
cemaatin de birbirlerine denk birtakım delilleri vardır. Bunun için fıkıhta
yetenek sahibi olanlar, bu âyetin mücmel olduğunu ve bunun için âyetin dışında
delil aramak lazım
geldiğini
söylemişlerdir.
«Kur'dan murad
temizliktir» diyenlerin -âyetin dışında- dayandıkları en kuvvetli delil,
yukarıda geçen îbn Ömer'in,
«Oğlun Abdullah'a
söyle, karısına geri dönsün, sonra kadın temizlenip tekrar adetini görüp,
sonra tekrar temizleninceye kadar onunla birlikte yasasın. İkinci adetinden
temizlendikten sonra dilerse, aile hayatı devam etsin ve dilerse -ona
dokunmasın- boşasın. İşte kadının bu iki kirlenmesi ve temizlenmesi zamanı,
erkeklerin kadınları boşamaları için Allah'ın emrettiği iddet süresidir»
hadisidir. Derler ki: Sünnete uygun olan boşanmanın, ancak içinde kadına'dokunulmayan
temiz halinde vuku' bulan boşanma olduğunda icma1 edilmesi ile, Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in «İşte kadının bu iki kirlenmesi ve temizlenmesi zamanı,
erkeklerin kadınları boşamaları için Allah'ın emrettiği iddet süresidir ki,
boşanan kadının iddeti hemen başlamış olsun» sözü, iddet süresinin üç temizlik
hali olduğunu gösteren en açık birer delildir.
Halbuki Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in bu sözünü «îşte bu müddet, Allah'ın, boşanan kadınların
iddetlerini karşılamalarını emrettiği bir iddet süresidir. Ta ki hayız halinde,
kadını boşamakla kadının iddeti parçalanmış olmasın» şeklinde de yorumlamak
mümkündür.
İkinci cemaatın
dayandığı en kuvvetli delil de şudur: «îddet vaz'edil-miştir ki kadının gebe
olup olmadığı öğrenilsin. Kadının gebe olmadığı da temizlikle değil,
kirlenmesiyle Öğrenilmiş olur. Bunun içindir ki hayızdan kesilen kadının iddeti
aylardır. O halde iddetin sebebi hayızdır ve hayız olduğuna göre 'Üç Kur' dan
maksad üç hayızdır».
«Üç Kur'dan maksad üç
temizliktir» diyenler de, «Kadının gebe olmadığı, hayız halinin bitmesiyle
değil, başlamasıyla anlaşılmış olur. Şu halde üçüncü hayzm bitmesini şart
koşmakta mânâ yoktur. Öyleyse tamamlanması şart olan Üç Kur'dan maksad, iki
hayız arasındaki üç temizlik halidir» demişlerdir.
Hanefilerin görüşü,
mantıkî yönden daha zahir ise de, hepsinin naklî delilleri kuvvet bakımından
birbirlerine denk veyahut denge yakındırlar.
«İddet
üç temizliktir» diyenler, iddetin üçüncü hayza girmekle bittiğinde ihtilâf
etmemişlerdir. Fakat «Üç hayızdır» diyenler, kadının üçüncü hayız kanından
kesilmesiyle bitip bitmediğinde ihtilâf etmişlerdir. Kimisi «Kadının iddeti
üçüncü hayız kanının kesilmesiyle biter» demiştir ki, Evzât bu görüştedir.
Kimisi «Kadının üçüncü hayızdan yıkanması ile biter» demiştir. Bunu da ashabtan
Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Mes'ud. fukahadan da Süfyan Sevrî ile İshak b. Ubeyd
demişlerdir. Kimisi «îddet kadının temizlendiği namaz vakti geçmedikçe,
bitmez» kimisi «Kadın yıkanmayı yirmi sene dahi ihmal etse, kocası onu nikâhı
altına döndürebilir» demiştir. Bu görüş de Şü-reyk'ten naklolunmuş tur. Kimisi
de «Kadının üçüncü hayza girmesiyle biter» demiştir. Fakat bu görüş şâzzdır.
İşte aybaşı halini gören, hayız yaşındaki kadınların iddeti budur-[63]
Hayız yaşında olup da
aybaşı halini görmeyen kadınlara gelince: Eğer gebe olduklarından şüphe
edilmiyor ve aybaşı halini görmemeleri için -hastalık, ya da çocuk emzirişi
gibi- bir sebeb bulunmuyorsa -İmam Mâlik'e göre dokuz ay beklerler. Eğer bu üç
ay bitmeden adet görürlerse, gördükleri birinci adeti başlangıç kabul ederek
bekleyeceklerdir. F.ğer bu dokuz aya kadar ikinci adeti görmezlerse, üç ay daha
bekleyeceklerdir. Eğer bu üç ay içinde adet görürlerse, bu sefer üçüncü adeti
dokuz aya kadar bekleyeceklerdir. Eğer dokuz ay geçtiği halde üçüncü adeti
görmezlerse, üç ay daha bekleyeceklerdir ve eğer bu üç ay içinde üçüncü adeti
görürlerse, iddetleri bitmiş olur. Kocaları da bu uzun müddet içinde onları
nikâhı altına döndürebilirler. Fakat birinci dokuz ayın hangi tarihten itibaren
sayıldığı hakkında İmam Mâlik'ten iki rivayet gelmiştir. Kimisi «Kadının
boşandığı günden itibaren sayılır» demiştir ki bu İmam Mâlik'in Muvatta'daki
sözüdür. İbnü'l-Kasım da «Kanının kesildiği tarihten itibaren sayılır» demiştir.
İmam Ebû Hanife, İmam
Şafii ve cumhur da «Hayız yaşında olan kadın eğer hiç adet görmemişse,
hayızdan ümid kestiği yaşa vanncaya kadar bekledikten sonra üç ay daha bekler
ve ondan sonra evlenebilir» demişlerdir.
İmam Mâlik'in görüşü,
Hz. Ömer'le îbn Abbas'tan, cumhurun görüşü de İbn Mes'ud ile Zeyd b. Sâbit'ten
rivayet olunmuştur. İmam Mâlik kendi görüşüne aklî yönden şöylece delil
getirmiştir: «Kadınların çoğu gebe oldukları zaman adetten kesildikleri için,
iddet süresini beklemekten gaye kadının gebe olup olmadığı zanmnı kazanmaktır.
Halbuki gebelik süresi olan dokuz ay, kadının gebe olup olmadığı hakkında
kanaat vermek için kâfidir, hatta kesin bir kanaat verir. Şu halde dokuz ay
bekleyen bir kadın, bundan sonra üç ay daha bekler -ki bu da hayız yaşını aşan
kadınların iddet süresidir-henüz bir yılı tamam olmadan adet görürse, onun
hakkında, ay başı halini gören kadınların hükmü geçerli olur ve gördüğü adet
onun için birinci ay başı hali olur. Bundan sonra bir daha üç ay bekler, ta ki
ikinci yıl içinde ya bir daha adet görür de, üçüncü adetini bekler ya da yılı
tamam olur ve böylece iddeti biter».
Cumhur
ise "Kadınlarınız içinde artık adetten kesilmiş olanların -eğer şüphe
ediyorsanız- iddetleri üç aydır" âyet-i kerimesinin zahirine bakmıştır.
Çünkü zahir şudur ki, adet görme yaşında olup da adet görmeyen kadınlar,
«Adetten kesilen kadınlar» deyiminin şümulüne girmezler. Halbuki bu görüşte
çok büyük bir zorluk vardır. Eğer «Adetten kesilmiş olan kadınlar» deyiminden,
«Adetten kesildiği kesin olarak bilinmeyen kadınlar»ı anlamak ve "Eğer
şüphe ediyorsanız" kaydını da -îmatn Mâlik'in yaptığı gibi- hayza değil,
hükme vermek suretiyle «Henüz adet görme yaşında olup da adet görmeyen
kadınların iddeti de üç aydır» demiş olsalardı iyi olurdu. Fakat İmam Mâlik'in
görüşü, âyetten anladığı mânâya uymamaktadır. Çünkü "Adetten kesilmiş olan
kadınlar" deyiminden İmam Mâlik, adet görmedikleri kesin olarak bilinen
kadınları anlamıştır ki bu kadınlar da adet yaşını aşan kadınlardır. Bunun
içindir ki "Eğer şüphe ediyorsanız" kaydını hayza değil, hükme
vermiş olup "Eğer iddetlerinİ bilmiyorsanız" mânâsında yorumlamıştır.
Bununla beraber «Dokuz ay bekledikten sonra -adet görme yaşında olduğu halde-
adet görmeyen kadın üç ay bekleyecektir» demiştir. Halbuki -bilindiği gibi- üç
ay, adet görme yaşım aşan kadınların iddetidir. İmam Mâlik'in tabilerinden
İsmail ile İbn Bükeyr ise, "Eğer şüphe ediyorsanız" kaydını hayza
verip, «Arap dilinde adetten kesilmiş olan kadın deyimi Adet göreceği kesin
olarak bilinmeyen kadın demektir» demiş ve böylece kendi mezhepleri olan İmam
Mâlik'in görüşüne uyan bir yorumda bulunarak güzel bir şey yapmışlardır. Zira
eğer «Adetten kesilmiş olan kadın» deyiminden «Adet görme yaşım aşan kadın»
anlaşılırsa, henüz adet görme yaşında olup da adet görmeyen kadının, adetten
kesilme yaşma vanncaya kadar beklemesi lazım gelir ve eğer «Adetten kesildiği
kesin olarak bilinmeyen kadın» anlaşılırsa, henüz adet görme yaşında olup da
adet görmeyen kadının da adet görme yaşını aşan kadın gibi üç ay beklemesi
gerekir ki Zahirîlerin yaptığı kıyas da bunu gerektirir. İmam Mâlik'in bu
kadını dokuz aydan sonra üç aya tabi tutması ise bir istihsandır. [64]
Hastalık veya çocuk
emzirişi gibi bir sebebten dolayı adetten kesilen kadına gelince: İmam
Mâlik'ten gelen meşhur rivayete göre bu kadın -ister uzun sürsün, ister kısa-
adetini bekleyecektir. Kimisi de «Bu kadın sebebsiz olarak adetten kesilen
kadının hükmündedir» demiştir.
Müstehaza olan kadına
gelince: tmam Mâlik'e göre eğer kanlan arasında bir fark görmüyorsa bir sene
bekleyecektir. Eğer fark görüyorsa -bir rivayete göre- bir sene bekleyecek,
-bir rivayete göre- gördüğü farka göre hareket edecek üç kere adet görmesini
bekleyecektir. îmam Ebû Hanife de «Eğer fark görüyorsa, üç kere adet görmeyi,
eğer fark görmüyorsa üç ay bekleyecektir» demiştir. îmam Şâfıi ise «Bu kadının
adeti üç kere adet görmesidir. Koyu kırmızı olan kan adet kanıdır, san renkli
olan kan da temizlik halidir. Şayet bütün kanlan aynı renkte ise, o zaman
sağlık halindeki adetine göre günlerini hesaplayacaktır» demiştir.
îmam Mâlik'in
Müstehaza kadın için, «Bir sene bekler» demesi bundandır. Çünkü ona göre
Müstehaza da, adet görme yaşında olup da adet görmeyen kadın hükmündedir. îmam
Şafii de, eski adet günlerini hatırlayan Müstehaza kadın hakkında -namaza kıyas
ederek- «Günlerini sağlık halindeki adetlerine göre hesaplayacaktır» demiştir.
Zira Peygamber (s.a.s) Efendimiz Müstehaza olan kadına,
«Sağlık halinde iken adet
gördüğün günlerde namaz kılmayı bırak. O . günlerin miktarı geçince de kanı
yıka» [65]
buyurmuştur. Kanlar arasında fark bulunduğu zaman bu farka itibar edenler de
«Çünkü Peygamber (s.a.s) Efendimiz Fatıma binti Cahs'a,
«Adet kanı olduğu
zaman, siyah bir kandır. Bu kan gelmeye başladığı zaman namaz kılmaktan sakın.
Diğeri gelmeye başladığı zaman ise, abdest al, namaz kıl. Zira bu kan bir damar
kanıdır» [66] buyurmuştur ki, bu hadisi
de Ebû Dâvûd kaydetmiştir.
Kadının,
kanlan arasında fark görmediği zaman iddetinin üç ay olduğunu benimseyenler
ise şuna dayanmışlardır: Zira malumdur ki kadınlann çoğu, her ayda bir kere
adet görmektedirler. Adetten kesildikleri zaman da iddetleri üç aydır. Adetin
bilinmemesi de kesilmesi hali gibidir. [67]
Karnında bir şey
kıpırdadığında onu çocuk zanneden kadınlar ise, gebelik süresinin en çoğunu
beklerler ki, Mâliki mezhebinde bunda ihtilâf edilmiştir. Kimisi «Dört sene»
kimisi «Beş senedir» demiştir. Zahiriler de «Dokuz aydır» demişlerdir.
Cenabı
Hak "Yüklü kadınların iddeti de, doğum yapnıalarıyla tamamlanır" [68]
buyurduğu için, boşanan gebe kadınlann iddetlerinin doğum yapmalanyla sona
erdiğinde ihtilâf yoktur. [69]
Boşanan cariyelere
gelince: Bunlar da hür kadınlar gibi -adetten kesilmiş olanlar, müstehaze
olanlar, adet görme yaşında olup da adet gören ve görmeyenler olmak üzere-
kısımlara ayrılırlar. Adet görenlerin iddeti -cumhura göre- iki kere adet
görmeleridir. İmam Dâvûd ile Zahirîler ise «Cariyenin de iddeti -hür kadının
iddeti gibi- üç kere adet görmesidir» demişlerdir ki İbn Şîrîn de buna
katılır. Zahirîler "Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç aybaşı halini
beklerler" âyet-i kerimesinin zahirine dayanmışlardır. Zira caıiye de
«Boşanan kadın» deyiminin şumülü içindedir. Cumhur ise bir «KIYAS-IŞEBEH»
yaparak cariyeyi bu umumdan çıkarmışlardır. Zira -bilindiği üzere- kölenin
talâk sayısı ile .zina cezası hürünkinin yansıdır. Bunun için iddetinin de
hürün iddetinin yarısı olması lazım gelir. Şu halde hür kadının iddeti üç
aybaşı hali olduğuna göre cariyehinki de birbuçuk aybaşı hali olması gerekir.
Fakat bir aybaşı hali ikiye bölünemediği için cariyenin iddeti
iki aybaşı hali
olmuştur.
Adetten kesilmiş olan
veyahut henüz adet görmeyen cariyeye gelince: İmam Mâlik ile Medine fukahasımn
çoğuna göre bunun da -hür kadın gibi-iddeti üç aydır. Fakat İmam Şafii, İmam
Ebû Hanife, Süfyan Sevrî, Ebû Sevr ve bir cemaat «Birbuçuk aydır» demişlerdir,
Kıyas'da -eğer âyetin umumunu tahsis edersek- bunu gerektirmektedir. Herhalde İmam
Mâlik, adet gören cariyenin iddetini, cariyenin talâk sayısıyla zina suçu
cezasına kıyas etmişse de, adetten kesilen cariyenin iddetinde bu kıyası
yapmamıştır. Halbuki kıyas
her ikisinde de
aynıdır.
Adet
gönne yaşında olup da adetten kesilen ve fakat niçin kesildiği bilinmeyen
cariyeye gelince: Bunun hakkındaki ihtilâf, hür kadın hakkındaki ihtilâf
gibidir. Müstehaza olan cariye hakkındaki ihtilâf da keza müstehaza olan bir
kadın hakkındaki ihtilâf gibidir. [70]
Fukaha, kendisiyle gerdeğe
girilmeden boşanan kadının iddeti olma-^ğında müttefik iseler de, kişi Ric'î
Talâk ile boşadığı karısını, iddeti esna-ıda bir daha nikâhı altına
döndürdükten sonra, kendisiyle cinsi münasebet bulunmadan bir daha boşarsa, bu
kadının iddeti ikinci boşanmadan dolayı nilenir mi, yenilenmez mi diye ihtilâf
etmişlerdir. İslâm fukahasınm ımhûru «Yenilenir» demişlerse de, kimisi «Birinci
boşanmadan dolayı ndisine lazım gelen iddetinde kalır» demiştir ki bu, îmam
Şafii'nin iki kaviden biridir. îmam Dâvûd da «Bu kadın ne eski iddetini
tamamlamak, ne de ni baştan bir iddet beklemek zorunda değildir» demiştir.
Kısacası, İmam Eâlik'e göre, ilâ eden kimsenin geri dönmesinden başka, bütün
geri dönme-fcr -kadına dokunulmasa bile- iddeti bozarlar, îmam Şafii ise «Kişi,
boşadığı ansını tekrar nikâhı altına döndürdükten sonra ve kendisiyle
münasebette ulunmadan bir daha boşarsa, bu kadına yeni boşamadan dolayı iddet
lazım elmez. Eski iddetinden ne kadar kalmışsa onu bekler» demiştir ki, en
zahir lan da budur.
İmam Mâlik'e göre,
kişinin nafakasını veremediği için ayrıldığı kansı-ı tekrar nikâhı altına geri
döndürmesinin sıhhati de ona nafaka vermesine ağlıdır. Eğer ona nafaka verirse
geri döndürmesi sahihtir ve -eğer onu boşaıışsa- iddeti bozulur. Eğer ona
nafaka vermezse kadın eski iddetinde kalır. ayet henüz iddette iken ikinci
sefer kendisiyle evlenirse, bu hususta İmam 4âlik'ten iki rivayet gelmiştir.
Birisine göre iki.iddet birbirine girer. Birine ,öre de, ikinci evlenişten yeni
bir iddet lazım gelir. Birinci rivayet, iddetin, adının gebe olup olmadığını
öğrenmek için vaz'edildiği düşüncesine dadanmaktadır. Zira iki iddetin
birbirine girmesi halinde de kadının gebe olup bîmadığı öğrenilir. İkinci
rivayet de «İddet taabbüdî bir hükümdür. Şu halde pelâl olan her cinsi münasebetin
yenilenişinde iddetin de yenilenmesi gere-ir» düşüncesine dayanır.
İmam Mâlik'e göre,
boşanan cariyenin henüz iddette iken azadlanma-;ıyla, iddeti değişmez. İmam Ebû
Hanife de «Ric'î talâk ile boşanan cariye ıenüz iddette iken azadlanırsa, iddeti
hür kadının iddetine dönüşür. Fakat cesin olarak boşanan cariyenin iddeti,
azadlanmasıyla değişmez» demiştir, mam Şâfıi ise «Her iki halde de, iddeti hür
kadının iddetine dönüşür» demiş-ir.
Bu ihtilâfın sebebi,
iddet, evlenmenin mi, yoksa ayrılmanın mı ıhkâmındandır diye ihtilâf
etmeleridir. «Evlenmenin ahkâmı ndandır» diyenler, «Cariyenin iddeti,
azadlanmasıyla değişmez» demişlerdir. «Ayni-nanın ahkâmındandır» diyenler ise,
«Cariye evli iken azadlandıktan sonra boşandığı zaman nasıl iddeti hür kadının
iddeti ise, boşandıktan sonra da azadlanırsa, iddeti hür kadının iddeti olur»
demişlerdir.
Kesin ve ric'î talâk
ile boşanan cariyeler arasında ayırım yapanlar ise, «Çünkü ric'î talâk ile
boşanan kadın, iddette bulunduğu sürece evli bulunan kadının ahkâmına tabidir.
Bunun içindir ki kocası öldüğü zaman eğer henüz iddeti bitmemişse, kocasına
-bütün fukahamn ittifakıyla- varis olur ve iddeti, kocası ölen kadının iddetine
dönüşür» demişlerdir.
Kadınların
iddeti hakkındaki bahsimizin birinci kısmı işte budur. [71]
Cenâb-ı Hak
"Boşadığınız, fakat iddeti dolmamış kadınları gücünüz nisbetinde, kendi
oturduğunuz yerde oturtun. Onları sıkıntıya sokmak için zarar vermeye
kalkışmayın. Eğer gebe iseler, doğum yapmalarına kadar nafakalarını
verin" [72] buyurduğu için fıkıh
alimleri, ric'î talâk ile boşanan kadın ile gebe kadının iddetlerinin bitimine
kadar kendilerine hem nafaka, hem yer temini vücubunda müttefik iseler de,
kesin talâk ile boşanan kadına -gebe olmadığı zaman- nafaka ve yer temini
vücubunda ihtilâf ederek üç gruba ayrılmışlardır. Kimisi «îddeti bitinceye
kadar ona hem nafaka, hem yer temini vacibtir» demiştir ki, Küfe uleması bu
görüştedirler. Kimisi «Ne nafaka ve ne de yer temini vacib değildir» demiştir.
Bunu da İmam Dâvûd, İmam Ahmed, Ebû Sevr, îshak ve bir cemaat söylemişlerdir.
Kimisi de «Yer temini vacibtir, fakat nafaka vacib değildir» demiştir. Bu da
îmam Mâlik ile İmam Şafii'nin görüşüdür.
Bu ihtilâfın sebebi,
Fatımabinti Kays'ın hadisine dair rivayetlerin değişik olmasıyla, bu hadisin
Kur'an-ı Kerim'in zahiriyle çelişmesidir. «Ne nafaka, ne yer temini vacib
değildir» diyenler, Müslim'in Fatma binti Kays'tan getirdiği «Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in zamanında kocam beni üç talâk ile boşadı. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'e gittim. Peygamber (s.a.s) Efendimiz bana, ne yer temini, ne
de nafaka düşmediğini söyledi» [73]
hadisiyle istidlal etmişlerdir. Bu hadisin bazı rivayetlerinde, «Peygamber
(s.a.s) Efendimiz Fatma'ya,
'İddet çekmek için
yerin temin edilmesi ile nafakanın verilmesi ancak kocasının kendisini, nikâhı
altına döndür ebilecegi kadına düşer' buyurdu» [74]şeklindedir
ki bu görüş, Hz. Ali, îbn Abbas ve Câbir b. Abdullah'tan rivâyet olunmuştur.
«Kendisine yer temini vacibtir. Fakat nafaka düşmez» diyenler de tmam Mâlik'in
Muvatta'da rivayet ettiği yine aynı hadis ile ihticac etmişlerdir. Zira
Muvatta'daki rivayete göre Peygamber (s.a.s) Efendimiz, Fatma'ya,
«Senin için nafaka ona
düşmez» [75] demiş ise de, ona, Ümm-ü
Mektum oğlunun evinde iddetini tamamlamasını emrederek «Yer temini düşmez»
diye söylememiştir. Bunun için "Boşadığınız, fakat iddeti dolmamış
kadınları kendi oturduğunuz yerde oturtun" âyet-i kerimesi umumunda
kalmıştır. Derler ki: «Bu kadının ağzı bozuktu. Bunun için Peygamber (s.a.s)
Efendimiz ona, Ümmü Mektum oğlunun evinde iddetini tamamlamasını emretmiştir.
«Bu kadına hem yer
temini, hem nafaka düşer» diyenler de, yer temini vücubu hususunda "Onları
oturduğunuz yerde oturtun" âyet-i kerimesinin umumuna dayanmışlardır.
Nafaka vermenin vücubu hususunda da «Çünkü ric'î talâk ile boşanan, gebe olan
ve evli kadınlara yer temini vacib olduğundan nafaka da vacib olmuştur.
Kısacası, nerede yer temini vacib ise, nafaka da vacibtir» demişlerdir. Rivayet
olunduğuna göre Hz. Ömer, Fatma binti Kays hakkında, «Biz bir kadının sözü için
Peygamber (s.a.s) Efendi-miz'in hitabıyla sünnetini bırakamayız» demiştir. Hz.
Ömer bu sözü ile "Onları oturduğunuz yerde oturtun" âyet-i
kerimesini kasdetmiştir. Aynca herkesçe bilinmektedir ki, Peygamber (s.a,s)
Efendimiz nerede «Yer temini vacibtir» demiş ise «Nafaka da vacibtir» demiştir [76]
Bunun için bu mes'ele hakkında en iyisi, ya -âyetin umumu ile Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in sünnetine bakarak «Her ikisi de düşer» demek ya da Fatma binti
Kays hadisinin delaletiyle kesin olarak boşanan kadını âyet-i kerimenin
umumundan istisna etmektir. Nafaka ile yer temini arasında ayırım yapmak ise
-delili zayıf olduğu için- zordur.
Şu
da bilinmelidir ki, boşanma, ölüm ve tahyir edildikten sonra azadla-nan
cariyenin kendini boşaması yollan ile vaki olan ayrılmalarda iddet lazım
geldiğinde ittifak vardır. Fesih yoluyla vaki olan ayrılmalarda ise, iddet lazım
gelip gelmediğinde ihtilâf edilmiştir. Cumhur bunda da iddet lazım geldiği
görüşündedir. [77]
.
Bu bahsimizin iddet
hakkında olduğu ve ölüm iddetine de has birtakım
hükümler
bulunduğu için burada ölüm iddetinden de bahsetmeyi uygun görüyoruz. [78]
Cenâb-ı Hak,
"İçinizden ölenlerin bıraktığı eşler kendi kendilerine dört ay on gün
beklerler" [79] buyurduğu için ulema, hür
olan kadına, hüı olan kocası öldüğünde iddet olarak dört ay on gün lazım
geldiğinde müttefik iseler de, kocası ölen gebe kadın ile kocası ölen cariyenin
iddetlerinde ihtilâf etmişlerdir. îmam Mâlik «Kocası ölen kadın, kocasının
ölümünden sonra dört ay on gün beklese bile, eğer bu müddet içinde -bir kere
olsun- aybaşı halini görmezse evlenemez. Çünkü bu kadının gebe olma ihtimali
vardır. Şu halde gebelik müddetinin bitmesini bekleyecektir» demiştir.
îmam Mâlik'ten «Bazı
kadınlar vardır ki adet görmedikleri halde kendilerinden gebelik şüphe
edilmez. Bu da, dört aydan fazla bir zaman ara ile adet gören kadınlarda olur»
dediği de rivayet olunmuştur. Halbuki bu tür kadınlar -diyebiliriz ki- hiç
yoktur veyahut varsa da çok azdır. Îbnül-Kasım'ın İmam Mâlik'ten rivayetine
göre bu kadın ölüm iddetini bekledikten sonra evlenebilir. İmam Ebû Hanife,
îmam Şafii ve Süfyan Sevrî gibi İslâm fukahası-nın cumhuru bu görüştedirler.
Kocası ölen gebe
kadının iddetine gelince, "Yükİü kadınların iddeti de, doğum yapmalarıyla
tamamlanır" âyet-i kerimesi her ne kadar boşanan kadınlar hakkında nazil
olmuşsa da, cumhur ve İslâm fukahası hem bu âyetin umumun, hem Ümmü Seleme'den
rivayet olunan «Sebîatü'l-Esle-miyye kocasının Ölümünden onbesgün sonra doğum
yaptı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e başvurdu. Peygamber (s.a.s)
Efendimiz ona 'Sen artık iddeîten çıkmı§ oldun. İstediğinle evlenebilirsin'
dedi» [80]hadisine
dayanarak, «Kocası ölen gebe kadının iddeti doğum yapmasıyla tamamlanır»
demişlerdir.
İmam
Mâlik ise, îbn Abbas (r.a.)'dan «Bu kadının iddeti, her iki süreden hangisi
daha uzunsa odur» dediğini rivayet etmiştir. Yani gebelik süresiyle ölüm
iddetinin süresinden hangisi daha sonra tamamlanıyorsa, kadın onu beklemek
zorundadır. Bunun gibi bir söz Hz, Ali'den de rivayet olunmuştur. Bunlar da
«Çünkü ancak böylece, gebe kadınların iddeti hakkındaki âyet ile kocası Ölen
kadınların iddeti hakkındaki âyetin umumları te'lif olunur» diye
düşünmüşlerdir. [81]
Kocası veyahut
efendisi ölen cariyeye gelince: Bu da ölen kimsenin ya nikâhlı karısı, ya
cariseyisidir. Eğer cariyesi ise, kendisinden ya çocuk doğurmuştur, ya
doğurmamıştır.
Nikâhlı cariyenin
iddeti -cumhura göre- hür kadının iddetinin yansıdır. Cumhur bunu da cariyenin
boşanma iddetine kıyas etmiştir. Zâhiriler'e göre ise, kocası ölen cariyenin
iddeti de kocası ölen hür kadının iddeti kadardır. Çünkü Zahiriler âyetin
umumuna dayanarak, «Cariyenin boşanma iddeti hür kadının boşanma iddeti
kadardır» demişlerdir. Efendisinden Çocuk doğuran cariyenin iddeti ise -İmam
Mâlik, İmam Şafii, İmam Ahmed, Leys b. Sa'd, Ebû Sevr ve bir cemaata göre- bir
kere âdet görmesidir ki İbn Ömer de buna katılır. İmam Mâlik «Eğer bu cariye
adet görmeyen kadınlardan ise iddeti üç aydır. Ona yer temini de gerekir»
demiştir. İmam Ebû Hanife ile tabileri ve Süfyan Sevrî ise, «İddeti üç kere
adet görmesidir» demişlerdir. Hz. Ali ile İbn Mes'ud da bu görüştedirler.
Kimisi de «îddeti, kocası ölen hür kadının iddetinin» kimisi de «Hür kadının
iddetinin tamamıdır. Yani dört ay on gündür» demiştir.
İmam Mâlik; «Bu kadın
kocası ölen nikâhlı kadın değildir ki, ölüm id-detini beklesin, boşanmış da
değildir ki, iddeti üç kere adet görmesi olsun. Şu halde onun için iddet
gerekmez. Ancak evlenebilmesi için -efendisi ölen çocuksuz cariye gibi- gebe
olmadığını Öğrenmek lazımdır ki, bu da bir kere adet görmesiyle olur» diye
delil getirmiştir. Çünkü efendisinden çocuk doğurmayan cariyenin efendisi öldüğü
zaman, iddetinin bir kere adet görmesi olduğunda ihtilâf yoktur.
İmam Ebû Hanife'nin
delili de şöyledir: «Bu kadın, kocası ölen nikâhlı kadın değildir ki, ölüm
iddetini beklesin; çocuklu olduğu için tam cariye de değildir ki, efendisi ölen
cariyenin iddetine sahip olsun. Şu halde iddeti, boşanan hür kadınların
iddetidir ki o da üç kere aybaşı halini görmesidir».
«Efendisi ölen çocuklu
cariyenin iddeti, kocası ölen hür kadının iddetidir» diyenler de, Amr b.
As'tan rivayet olunan, «Bizi Peygamberimizin sünnetinden saptırmayın. Efendisi
ölen çocuklu cariyenin iddeti dört qy on gündür» [82]
hadisiyle ihticac etmişlerdir. Fakat İmam Ahmed, bu hadisi zayıf görerek
onunla amel etmemiştir.
«Bu cariyenin iddeti
kocası ölen hür kadının iddetinin yansıdır» diyenler ise, bu cariyeyi nikâhlı
cariyeye kıyas etmişlerdir.
Şu
halde bu cariye hakkında ihtilâfın sebebi, onun hakkında bir hüküm varid
olmadığı için, cariye ile hür kadından hangisinin hükmüne tabi olduğunda
tereddüt edilmesidir. Bu cariyeyi nikâhlı cariyeye kıyas edenlerin[83]
Mut'a, boşanan kadına,
gönlünü hoş etmek için bir mâlî bağışta bulunmak demektir. Cumhur bunun
vücubunu benimserse de, her boşanan kadın hakkında değil, bazı kadınlar
hakkında vacib olduğunu benimsemiştir. Zahirîler'den kimisi ise «Boşanan her
kadın hakkında vacibtir» demiştir. Kimisi de «Mut'a vacib değildir, sünnettir»
demiştir. îmam Mâlik bu görüştedir. «Bazı kadınlar hakkında vacibtir» diyenler
de ihtilâf ederler. îmam Ebû Ha-nife, «Karısını -kendisine bir mehir biçmeden
ve kendisiyle gerdeğe girme- , den- boşayan kimseye vacibtir», İmam Şafii ise
«Kendisine mehir biçilip de kendisiyle gerdeğe girilmeden boşanan kadınlar
dışında, boşanan bütün kadınlara -boşanmasını kendisi istememiş olmak şartıyla
mut'a vermek vacibtir» demiştir. Ulema'nm cumhuru da bu görüştedir. İmam Ebû
Hanife "Ey iman etmiş olanlar, mü'min kadınlarla evlendikten sonra
kendileriyle temas etmeden onları boşadiğımz zaman size onlar için iddet
saymaya lüzum yoktur. Kendilerine bağışta bulunarak onları güzellikle salıveriniz"
.[84] ve
"Eğer kadınlara mehir biçer de el sürmeden onları boşarsanız biçtiğinizin
yarısını veriniz" [85]
âyet-i kerimeleriyle ihticac ederek, «Zira birinci âyette, kadına temas
edilmeden boşanması halinde mut'a verilmesi emrolunurken, ikinci âyette
"Bu kadına, eğer mehri biçilmişse biçilen meh-rin yansı düşer" diye
emrolunmaktadır. Bu şu demektir ki, kadına ancak mehir biçilmediği ve
kendisiyle temas edilmeden boşandığı zaman mut'a verilir. Çünkü kendisine
mehir biçildiği veyahut temastan sonra boşandığı zaman, birinci durumda mehrin
yansı, ikinci durumda da mehrin tamamı kendisine düşer. Bunun için bu her iki
durumda da ona mut'a vermenin vücubu için sebeb yoktur» demiştir. İmam Şafii
ise "Boşadığımz kadınları, zengin-fakir, herkes kendi haline göre
faydalandırsın" [86]
âyet-i kelimesindeki emri -kendisine mehir biçilip de kendisiyle gerdeğe
girilmeden boşanan kadınlardan başka- boşanan bütün kadınlara hamletmiştir.
Zahirîler ise, bu âyetin umumundan hiçbir kadını istisna etmemişlerdir.
Cumhur, «Kendisine
mehir biçildikten sonra ve temas edilmeden boşanan kadına nasıl mut'a
düşmüyorsa, hulû' edilen, yani bedel mukabilinde boşanan kadına da mut'a
düşmez. Çünkü hulû'da, erkek kadına değil, kadın erkeğe borçludur» demiştir.
Zahirîler ise «Mut'a bir taabbüddür. Kadın bir taraftan verir, bir taraftan
alır» demişlerdir. îmam Mâlik ise «Ayetin sonunda mut'a, bir fazilet ve
insanlık gereği olarak vasıflandırılmıştır. Bu kabil şeyler ise vaçib olmayıp
sünnettirler» diyerek âyetin emrini nedbe hamlet-mistir.
Ulema
boşanmış olan kadına da -kocası ölen kadın gibi- iddet süresi bitinceye kadar
ihdâd (yas), yani evinde oturup çıkmamak, güzel kokular sürmemek, renkli
elbiseler giymemek, ellerini kınalamamak ve gözlerine sürme çekmemek gibi
şeyler gerekir mi, gerekmez mi diye ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik «Gerekmez»
demiştir. [87]
CenâtM Hak "Kan
ile kocanın arasının açılmasından endîşe ederseniz erkeğin ailesinden bir
hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar düzeltmek isterlerse,
Allah onların aralarını buldurur" [88]
buyurduğu için ulema,
kan ile koca arasına geçimsizlik girdiği zaman hangisinin haklı hangisinin
haksız olduğunu öğrenip ona göre bir çare bulmak için iki kişilik bir hakem
heyeti göndermenin cevazında ve bu iki kişiden birini erkeğin ailesinden,
birini de kadının ailesinden seçmenin lüzumunda müttefiktirler. Ancak eğer bu
iki aileden bu işe yarayacak bir kimse bulunmazsa, o zaman yabancılardan da
seçilebilir. Ulema şunda da müttefiktirler: «Eğer bu iki hakemden biri, kan ile
kocayı birbirinden ayırmaya, diğeri de ayırmamaya karar verirse, ikisinin de
karan nafiz (geçerli) değildir ve eğer her ikisi de, bunları birbirinden
ayırmamaya karar verirlerse -bu hususta onlardan muvafakat almamış olsalar
bile- kararlan nafizdir. Ancak eğer erkekten muvafakat almadan onları
birbirinden ayırmaya karar verirlerse, bu karar nafiz midir, değil midir diye
ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik ile tabileri, «Bu iki hakem -ister kan ile
kocadan vekâlet veya izin alarak, ister almayarak olsun-neye karar verirlerse,
kararlan nafizdir» demişlerdir. İmam Şafii, İmam Ebû Hanife ve bu iki imamın
tabileri ise, «Bu iki hakem -kocadan vekâlet veya izin almadan- onlan
birbirinden ayıramazlar» demişlerdir.
İmam Mâlik'in delili,
kendisinin Hz. Ali'den «Hakem heyeti, kan ile kocayı birbirinden ayırmaya da,
ayırmamaya da yetkilidir» dediğini rivayet ettiği eserdir. «Hiçbir kimse
-vekâlet veya izni olmaksızın bir diğerinin kansı-hı boşamaya yetkili değildir»
diyen İmam Şâfıi ile îmam Ebû Hanife ise asla dayahmıyorlardır. Zira asıl, bir
kimsenin bir diğer kimsenin karısını boşamaya -o kimsenin izni olmaksızın-
yetkili olmamasıdır.
İmam Şâfıi ile îmam
Ebû Hanife aynca Hz. Ali'den rivayet olunan şu esere de dayanmışlardır: Zira
rivayete göre Hz. Ali bir gün iki kişiyi bu işte görevlendirirken onlara, «Siz
ne yapacağınızı biliyor musunuz? Onlan uzlaştırmayı faydalı görürseniz
uzlaştırınız, faydalı görmezseniz birbirinden ayırınız» deyince kadın, «Ben
-ister kârlı, ister zararlı çıkayım- Allah'ın kita-
binin hükmüne razıyım»
demiştir. Fakat kocası «Ben ayrılmaya razı değilim» deyince, Hz. Ali «Olmaz.
Allah'a yemin ederim ki sen de, kadının dediği gibi demezsen, buradan
aynlamazsın» demiştir. İmam Şafii ile îmam Ebû Hanife, «Eğer erkeğin izni şart
olmasaydı, Hz. Ali ona 'Sen de kadının dediği gibi demezsen buradan
aynlamazsın' demeye lüzum görmezdi» demişlerdir. Fakat îmam Mâlik hakem
heyetini hakime kıyas ettiği için erkeğin iznini şart kosınamıştır. Çünkü îmam
Mâlik'e göre hakim, kadının mütezarnr (zarara uğramış) olduğunu görürse
-kocasının izni olmaksızın- onu boşar.
îmam
Mâlik'in tabileri, hakem heyetine tanıdıklan boşama yetkisinin sayısında
ihtilâf etmişlerdir. Her ne kadar Îbnü'l-Kasım, «Eğer hakem heyeti kadını üç
talâk ile boşarsa, kadın üç talâk ile boşanır» demiş ise de, Eşheb ile Muğire
«Bir talâk ile boşanır» demişlerdir. [89]
[1] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/19.
[2] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/21.
[3] Talâk, 65/1.
[4] Bakara, 2/229.
[5] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/23.
[6] Buhârî'de bulunmuyor. Müslim, Talâk, 18/2, no: 1472;
Ebû Dûvfıd, Talâk, 7/10, no: 2199.
[7] Ahmcd, 1/265; Ebû Ya'lâ, Müsned, 4/379, no: 2500;
Bcyhâkî, 7/339.
[8] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/24.
[9] îbn Ebî Şeybe, Musannef, 5/83; Beyhâkî, 7/370;
Tabcrânî (Hcyscmî, Mecmââ'z-Zev-âid, 4/337).
Ayrıca bkz. ibnü'L-Türkmânî, el-Cevheru'n-NâkU 7/370; Abdürrczzak,7/234.
[10] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/25.
[11] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/25-26.
[12] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/27.
[13] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/27-28.
[14] Buhârî, Talâk, 68/29, no: 5308; Müslim, Liân, 19, no:
1492.
[15] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/28.
[16] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/28-29.
[17] Şafii, Müsned, 2/34, no: 108.
[18] Ahmed, 6/146; Müslim, Ahdiye, 30/8, no: 1718.
[19] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/29-30.
[20] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/30.
[21] Buhâfî, Talâk, 68/2, no: 5252; Müslim, Talâk, 18/1,
no: 1471; Ebû Dâvûd, Talâk, 7/4 no: 2184;
Tahâvî, Şerhu Meâni'l-Âsâr, 3/52-53.
[22] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/30-31.
[23] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/31.
[24] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/33.
[25] Bakara, 2/229.
[26] Buhârî, Talâk, 68/12, no: 5273; Ebû Dâvûd, Talâk,
7/18, no: 2229; Ncsâî, 6/169.
[27] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed
b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/33-34.
[28] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/34.
[29] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/34.
[30] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/35.
[31] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/35-36.
[32] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/36.
[33] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/36-37.
[34] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/37-38.
[35] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/39.
[36] Buhârî, Talâk, 68/5, no: 5262; Müslim, Talâk, 18/4,
no: 1472; Ebû Dâvûd, Talâk, 7/12 no: 2203.
[37] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/41-44.
[38] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/45.
[39] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/47.
[40] îbn Mâce, Talâk, 10/16, no: 2045.
[41] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/47-50.
[42] Ahzâb, 33/21.
[43] Buhârî, Talâk, 68/8, no: 5266; Müslim, Talâk, 18/3,
no: 1473.
[44] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/50-53.
[45] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/53.
[46] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/53-55.
[47] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/55-56.
[48] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/57-59.
[49] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/61-62.
[50] Bakara, 2/228.
[51] Bakara,
2/282.
[52] tbn Vehb, Musannef, ?; Saîd b. Mansur, Sünen, ?.
[53] Tirmizî, Nikâh, 19, no: 1116.
[54] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/65-67.
[55]
Buhârî, Sehâdâu 52/3, no: 2639; Müslim, Nikâh, 16/17, no: 1433; Mâlik,
Muvatta', 28/8, no:
[56] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed
b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/69-70.
[57] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/70-71.
[58] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/71.
[59] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/73.
[60] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/75.
[61] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/75.
[62] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/75.
[63] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/75-78.
[64] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/78-79.
[65] Buhârî, Hayd,6/8, no: 306; Mâlik, Taharet, 2/29, no:
104.
[66] Ebû Dâvûd, Taharet, 1/116, no: 303.
[67] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/80.
[68] Talâk, 65/6.
[69] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/81.
[70] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/81.
[71] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/82-83.
[72] Talâk, 65/6.
[73] Müslim, Talâk, 18/6, no: 1480.
[74] Nesâî, 6/144; Tahâvî, Şerhu Meâni'l-Âsâr, 3/69;
Dârckutnî, 4/22, no: 63.
[75] Mâlik, Talâk, 29/23, no: 67.
[76] Bu konuda hadis yoktur.
[77] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/83-84.
[78] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/84-85.
[79] Bakara, 2/228.
[80] Buhârî, Tefsîr, 65/65; Müslim, Talâk, 18/8, no: 1485;
Mâlik, Talâk, 29/30, no: 86.
[81] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/85.
[82] Ebû Dâvûd, Talâk, 7/48, no: 2308; îbn Mâce, Talâk,
10/33, no: 2083; tbnü'l-Cârûd. Müntekâ, s. 260, no: 769.
görüşü ise, zayıftır.
Bundan daha zayıf olan görüş de, bu cariyenin iddetini boşanan hür kadının
iddetine kıyas edenlerin görüşüdür ki, bu da imam Ebı Hanife'nin görüşüdür.
[83] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/86-87.
[84] Ahzâb, 33/49.
[85] Bakara, 2/228.
[86] Bakara, 2/236.
[87] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/89-90.
[88] Nisa, 4/35.
[89] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/91-92.