I. Çocukların Zekât Mükellefliği
2 . Gayri Müsîimlerin Zekât Mükellefliği
3 . Kölelerin Zekât Mükellefliği
4 . Borçlunun Zekât Mükellefliği
5 . Alacaklının Zekât Mükellefliği
6 . Vakıf Mallarda Zekât Mükellefliği
7. Kiralık Tarlada
Zekât Mükellefliği
8. Zekât
Mükellefinin Sorumluluğu
A- Ödenecek Zekâtın Ayrıldıktan Sonra Kaybolması
B- Zekât Vacib Olduktan Sonra Ödeme İmkânı Bulmazdan Önce
Malın Kaybolması
40. Zekât Mevzuu Malların Nisabı
B- Altın ve Gümüşün Nisabı Aşan Kısımları
C-Nisab Hesabında Altının Gümüşe Eklenmesi
E- Altın ve Gümüş Madenlerinin Zekâtı
2 . Develerin Nisabı ve Zekât Oranı
A- Yüzyirmiyi Aşan Develerin Zekâtı
B- Ödenecek Devenin îstenen Yaşta Olmayışı
C- Deve Yavrularının Zekât Mevzuu Oluşu
3 . Sığırların Nisabı ve Zekât Oranı
4 . Koyun ve Keçilerin Nisabı ve Zekât Oranı
B- Ortak ve Karışık Davarların Zekâtı:
5 . Ekin ve Meyvaların Nisabı ve Zekât Oranı
A- İyi ve Kötü Sınıfların Zekâtlarının Ayrı Oluşu
B- Ekin ve Meyvalarda Tahmin Usûlü
C- Hasattan Önce Yenilen Ürünlerin Zekât Durumu:
6. Ticaret Mallarının Nisabı ve Zekân:
I. -Altın ve Gümüş Madenlerinde Havelân-ı Havi:
3. Sermayeye Başka Gelirin Eklenmesi:
5. Ticaret Mallarında Havelân-ı Havi
7. Davar Yavrularında Haveîân-ı Havi:
1. Zekât Ödenebileceklerin Sayısı:
2.Zekât Ödenebileceklerin Nitelikleri:
Zekât'ın vacib olduğu
bilindikten sonra, bu ibâdete ilişkin mes'eleleri toplayan bahis beş bölümden
ibarettir:
1- Zekât
kime düşer?
2- Hangi
mallara düşer?
3- Ne kadar
mala düşer ve kaçta biridir?
4- Ne zaman
düşer, ne zaman düşmez?
5- Kimlere
ve her birine ne kadar verilir?
Zekât'ın
vücubu Kur'an, Sünnet ve İcma' ile sabittir ve bunda ihtilâf yoktur. [1]
Fıkıh
âlimleri, zekât'in çocuk, deli ve köle olmayan ve zekât'ın nisabına tam bir
mülkiyetle sahip olan her müslümana vacib olduğunda müttefiktirler. Fakat
çocuk, deli ve kölelerle İslâm tebaası gayr-i müslimlere ve -başkasına
alacaklı veya borçlu olan, ya da vakıf malı işletenler gibi- tam mülkiyet
sahibi sayılmayanlara vacib olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. [2]
Çocukların malına
kimisi, «Zekât düşer» demiştir. Ashabtan Hz. Ali, İbn Ömer, Cabir, Hz. Aişe ve
fukahadan da İmam Mâlik, İmam Şafii, Süfyan Sevrî, İmam Ahmed, İshak, Ebû Sevr
ve daha birçokları bu görüştedir.
Kimisi de «Çocuğun
malına asla zekât düşmez» demiştir. Bunu da tabi-lerinden ibrahim en-Nehâî,
Hasan Basrî ve Said b. Cübeyr benimser. Kimisi de, yerden çıkan mallarla diğer mallar
arasında ayırım yaparak, «Birincisine düşer, ikincisine düşmez» demiştir. Bunu
da diyen, İmam Ebû Hanife ile ta-bileridir. Kimisi de, para ile para olmayan
mallar arasında ayırım yapıp: «Çocuğun parasına zekât düşmez, fakat sair
mallarına düşer» demiştir.
Bu ihtilâfın s e b e b
i, şeriatın farz kıldığı bu zekât, namaz ve oruç gibi bir ibâdet midir, yoksa
yoksul ve düşkünlerin zenginler üzerinde bir hakkı mıdır, diye ihtilâf
etmeleridir.
«Zekât
da namaz ve oruç gibi bîr ibâdettir» diyenler, zekâtın vücubu için ergenlik
şartını koşmuşlardır. Yoksulların hakkıdır diyenler ise, bu şartı
koşmamışlardır. Yerden çıkan mallarla diğer mallar ve para ile para olmayan
mallar arasında ayırım yapanların ise, neye dayandıklarını şu anda bilemiyorum. [3]
Fukahanın çoğu, îslâm
tebaası gayr-i müsîimlerin mallarına zekât düşmediği görüşündedirler.
Ancak bir kitle Hz.
Ömer'den, Benî Sü'leb Hıristiyanlarının bütün mal* lanndan, müslümanlardan
alman zekâtın iki katını aldığını rivayet etmişlerdir, îmam Şafii, İmam Ebû
Hanife, İmam Ahmed ve Süfyan Sevrî bu görüştedir.
İmam
Mâlik'ten ise bu hususta herhangi bir şey rivayet olunmamıştır. Bunlar Hz.
Ömer'in böyle yaptığı sabit olduğu için bu görüşü benimsemişlerdir. Herhalde
bunlar ashabın bu gibi davranışlarını mevkuf hadis saymaktadırlar. Halbuki
hadis usûlü buna muarız (muhâlif)'dır[4]
Köleler hakkında da
fukaha üç kısma ayrılmışlardır. Kimisi «Kölelerin malına asla zekât düşmez»
demiştir ki bu görüş, ashabtan İbn Ömer ile Ca-bir'in ve fukahadan da îmam
Mâlik, îmam Ahmed ve Ebû Ubeyd'indir.
Kimisi «Kölenin malına
zekât düşer, fakat efendisine vacibtir» demiştir. Bu da -İbnü'l-Münzir'in
rivayetine göre- îmam Şafii, Süfyan Sevrî, İmam Ebû Hanife ve tabileri
tarafından söylenmiştir.
Kimisi de «Zekât
bizzat köleye düşer» demiştir. Bu da ashabtan îbn Ömer'den rivayet olunmuştur.
Tabiilerden Ata ve fukahadan da Ebû Sevr ile zahirîlerin hepsi veyahut bir
kısmı bu görüştedir.
Bu ihtilâfın s
ebebi,köle tam bir mülkiyete sahipmidir, değil midir, diye ihtilâf etmeleridir.
«Tam mülkiyete sahip değildir ve hiçbir mal sahipsiz olmadığı için bu malın
esas sahibi kölenin efendisidir» diyenler, 'Zekât kölenin efendisine düşer',
demişlerdir.
Kölenin malında köle
tasarruf ettiği için, ne efendisi tam mülkiyete sahiptir ve efendisi istediği
zaman elinden çıkarabildiği için ne de kendisi tam mülkiyete sahiptir diyenler,
«Kölenin malına asla zekât düşmez» demişlerdir..
Bir malın -köle olsun
hür olsun- herhangi bir kimsenin elinde bulunması o mala zekât düşmesini
gerektirmektedir. Zira kölenin o malda tasarruf yetkisi bir hürün kendi malında
tasarruf yetkisi kadardır diyenler Özellikle, ârnm olan hitapların hür ve
kölelerin ikisine de şamil olduğunu ve zekâtın -bir ibâdet olduğu için- her
mükellefe lâzım geldiğini söyleyenler- ise, «Zekât köleye düşer» demişlerdir.
Kölenin
malına zekât düşmez diyenlerin cumhuru, «Mükâteb denilen, efendisi ile
anlaşmalı köleye de -taksitlerini ödeyip tamamen hürriyetine kavuşmadıkça-
zekât düşmez» demişlerdir. Yalnız Ebû Sevr, buna zekât düştüğünü söylemiştir. [5]
Başkalarına borçlu
olup da ellerindeki bütün mallar veyahut yalnız zekât düşen mallan borçlarını karşılayamayan
kimseler hakkında da ihtilâf etmişlerdir.
Kimisi, «-Toprak
ürünleri olsun, başka mallar olsun- Önce içinden borçlar çıkarılır, artarsa, o
artandan zekât çıkarılır, yoksa çıkarılmaz» demiştir. Süfyan Sevrî, Ebû Sevr,
İbnü'l-Mübarek ve bir cemaat bu görüştedir.
İmam Ebû Hanife ile
tabileri ise, «Borç toprak ürünlerine zekât düşmeğe mani değildir, fakat diğer
malların zekâtına manidir» demişlerdir. îmam Mâlik de, «Borç yalnız paranın
zekâtına manidir. O da, borcunu karşılayacak bir başka malının bulunmadığı
şartı ile» demiştir. Kimisi de, birinci görüşün tam tersini, yani borçlu
bulunmanın hiçbir malın zekâtına mani olmadığını söylemiştir.
Bu ihtilâfın s e b e b
i, zekât bir ibâdet midir, yoksa yoksulların, zenginlerin servetlerine konulan
bir hakkı mıdır, diye ihtilâf etmeleridir. Yoksulların bir hakkı olduğunu
söyleyenler, «Borcu olanın malına zekât düşmez. Zira, borç sahibinin hakkı
zaman bakımından yoksulların hakkından öncedir. Mal, gerçekte elinde bulunduğu
kimsenin değil, borç sahibinin malıdır» demişlerdir.
İbâdet olduğunu
söyleyenler ise, «Zekât elinde mal bulunan kimseye vacibtir. Zira zekât
mükellefiyetinin şartı ve mevcudunun alâmeti -borç bulunsun bulunmasın-
kişinin elinde malın bulunuşudur. Sonra, bu malda her ne kadar borç sahibinin
bir hakkı varsa da, zekât olarak Allah'ın da hakkı vardır. Allah'ın hakkı ise
insan hakkından önceliklidir» demişlerdir.
Bana kalırsa zekâtın
borçluya vacib olmaması şeriatın gayesine daha uygundur. Zira Peygamber (s.a.s)
Efendimiz zekân«Zekât, müsidmanların zenginlerinden alınıp yoksullarına verilen
bir sadakadır» [6] diye tarif buyurmuştur.
Borçlu olan kimse ise, görünüşte malı bulunsa bile gerçekte zengin değildir.
Toprak ürünleri ile diğer mallar ve para ile para olmayan mallar arasında
ayırım yapanlar için -çocuk mes'elesinde olduğu gibi- burada da açık bir mesned
bulamıyorum.
Ebû
Ubeyd de «Eğer kişinin borçlu olduğu çevrece bilinmiyor ve borçlu olduğunu
sadece kendisi söylüyorsa, onun sözüne bakılmaz ve eğer bilini-yorsa
kendisinden zekât alınmaz» demiştir. Fakat Ebû Ubeyd bu sözü ile, «borçluya
zekât düşmez» diyenlere muhalefet etmemiş, «Zekât düşen malının bulunmadığını
söyleyen kimsenin sözü nasıl makbul ise, borçlu olduğunu söyleyenin de sözü
makbuldür» diyenlere muhalefet etmiştir. [7]
Başkasından alacaklı
olan, yani malı elinde olmayıp başkasının zimmetinde olan kimse hakkında da
ihtilâf etmişlerdir.
Kimisi «Bu adam
alacağını alsa da, eğer elinde bir yıl -ki zekâtın vücubu için bir yılın
geçmesi şarttır- kalmazsa ona zekât düşmez» demiştir. Bu, İmam Şafii'nin iki
kavlinden biridir ve Leys b. Sa'd da bunu benimser veyahut yaptığı kıyastan,
bu çıkmaktadır.
İmam
Mâlik de «Eğer alacak, bir ivaz (bedel) karşılığı ise, borçlunun zimmetinde
yıllarca kalmış olsa bile, kendisi yalnız bir yılın zekâtını verecektir ve
eğer miras gibi ivazsız bir alacak ise, eline geçtikten sonra bir yıl
bekleyecektir» demiştir ki bu, mezhebte tafsil edilmiştir. [8]
«Vakıf mallardan gelen
ürünlere zekât düşer mi düşmez mi? Kiralık tarlalardan gelen ürünlerin zekâtı
kime, yani tarla ile ekin sahiplerinden hangisine düşer?» diye ihtilâflar da
bu babtandır. Haraca tabi arazinin haraç ehli elinden müslümanlann eline ve
öşüre tabi arazinin de müslümanlann elinden haraç ehli eline geçtiği zaman, bu
araziden çıkan ürünlerin zekâtı hakkındaki ihtilâf da yine bu babtandır. Zira
bütün bu ihtilâflar, bunlar üzerindeki mülkiyetin birer eksik mülkiyet
olmasından doğmadır.
Birinci mes'ele olan,
vakıf mallan ürünlerine, İmam Mâlik ile İmam Şafii «zekât düşer» Mekhûl ile
Tavus «Düşmez» demişlerdir.
Kimisi de, yoksullar
üzerine vakfedilen mallarla muayyen şahıs veya aileler üzerine vakfedilen
mallar (bugünkü tabirle mazbut ve mülhak vakıflar) arasında ayırım yaparak
«Birincisine düşmez, ikincisine düşer» demiştir [9].
Bana
kalırsa «Yoksullar üzerine vakfedilen malların ürünlerine zekât düşer» demek
mânâsız bir şeydir. Zira bu mallara zekât düşmemesi için iki sebep vardır:
Biri, bu mallar üzerindeki mülkiyetin eksik olmasıdır, biri de, bu malların
zekât düşen sınıf üzerine değil, zekât alan sınıf üzerine vakfedilmiş
olmasıdır. [10]
İkinci mes'ele olan,
kiralık tarlalardan gelen ürünlerin zekâtı, kimisi «Ekin sahibine düşer»
demiştir. İmam Mâlik, İmam Şâfıi, Süfyan Sevrî, îb-nü'1-Mübârek, Ebû Sevr ve
bir kitle buna kaildirler.
İmam Ebû Hanife ile
tabileri ise, «Zekât, tarla sahibine düşer kiracıya bir şey gerekmez»
demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
öşür tarlanın mı, ekinin mi, yoksa ikisinin de mi hakkıdır diye ihtilâf
etmeleridir. Fakat ikisinin de hakkı olduğunu söyleyenler, gerçekte ikisinin
hakkı olduğunu söylememişlerdir. Ancak, hem tarla, hem ekin bir şahsa ait
olduğu zaman, öşürün her ikisinin de hakkı olduğunda ittifak bulunduğu için,
her biri bir şahsa ait olduğunda, bu hükmün hangisine verilmesinin evlâ
olduğunda ihtilâf etmişlerdir.
Cumhur, «Öşür -ekinden
çıkarılması vacib olduğu için- ekinin hakkıdır», imam Ebû Hanife de, «Tarla,
vücubun kaynağı olduğu için tarlanın hakkıdır» demişlerdir.
Haraca tabi olan
arazinin müslümanlann eline geçtiği zaman, bu araziye haraçtan ayn, öşür de
düşer mi mes'elesindeki ihtilâfa gelince: Cumhur, «Haraçtan başka, öşür de
düşer» İmam Ebû Hanife ise: «Öşür düşmez» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi de
-yukarıda söylediğimiz gibi- öşür, tarlanın mı, yoksa ekinin mi hakkıdır diye
edilen ihtilâftır.
Eğer, «Tarlanın
hakkıdır» dersek, tarlada, iki hak olan hem haraç, hem öşür toplanamaz. Yok
eğer, «Ekinin hakkıdır» dersek, haraç tarlanın, öşür de ekinin hakkı olur. Bu
ihtilâf da yine -yukarıda söylediğimiz gibi- haraca tabi olan arazi üzerindeki
mülkiyetin eksik bir mülkiyet olmasından doğmaktadır. Bunun içindir ki ulema,
haraca tabi olan arazi, satılabilir mi, satılamaz mı, diye ihtilâf
etmişlerdir.
Öşüre tabi olan
arazinin gayr-i müslim ekicilerin eline geçtiğinde ise, cumhur, «Ona öşür
düşmez» demiştir.
İmam
Ebû Hanife de, «Bir gayr-i müslim öşür arazisini satın aldığı zaman, o arazi
haraç arazisine dönüşür, yani haraca tabi olur» demiştir. Bundan, İmam Ebû
Hanife'nin, öşürü müslümanlann, haracı da gayr-i müslimle-rin hakkı olarak
gördüğü anlaşılmaktadır. Halbuki eğer böyle olsaydı, öşür arazisi gayr-i
müslimlerin eline geçtiği zaman -İmam Ebû Hanife'nin iddia ettiği üzere- nasıl
öşür arazisine dönüşüyorsa, haraç arazisinin de müslümanlann eline geçtiği
zaman öşür arazisine dönüşmesi gerekirdi. [11]
Zekât düşen mala sahip
olanlara ilişkin birkaç mes'ele daha vardır ki her yerden çok, burası o' mes'eleleri
anlatmaya uygundur. O mes'eleler şunlardır:
1- Kişi
zekâtını çıkardıktan sonra çıkardığı zekât zayi olursa ne lâzım gelir?
2- Zekât
vacib olduktan sonra ve fakat çıkarılmasına daha imkân hasıl olmamışken, malın
bir kısmı zayi olursa hüküm nedir?
3- Zekât
borcunu ödemeden ölen kimsenin hükmü nedir?
4- Zekâtı vacib olmuş bir ürünün satılması veya hibe edilmesi halinde
zekât kime, yani satana mı, yoksa alan veya hibeyi kabul edene mi aittir? [12]
Kimisi, «Kişi zekâtını
çıkardıktan sonra zekât zayi' olsa, zekâtını çıkarmış olması kendisine
kâfidir» demiştir. Kimisi «Zekât, yerine yetişmeyin-ceye kadar sahibi ondan
sorumludur ve zayi halinde yeniden öder» demiştir [13]
Kimisi de, «Eğer kişi, kendisine zekât vacib olduktan sonra hemen çıkarmış ise
yeniden ödemez. Yok eğer zekâtını vermeğe imkân bulduğu halde bir müddet
geciktirmiş de sonra çıkarmış ise öder» demiştir. İmam Mâlik'in mezhebinde
meşhur olan görüş budur.
Kimisi de «Eğer
zekâtın ziyanında kusur etmişse yeniden öder, etmemişse geri kalanın zekâtım
verir» demiştir. Bu da Ebû Sevr ile imam Şafii'nin görüşüdür. Kimisi de «Giden
gitmiştir, kalanda yoksullarla mal sahibi, -mallarının bir kısmı zayi olan iki
ortak gibi- herkes kendi hissesi nisbetinde ortaktırlar» demiştir.
Şu halde bu mes'elede
beş görüş vardır.
1- Mal
sahibi mutlaka yeniden öder.
2- Mal
sahibi mutlaka ödemez.
3-
Geciktirmemişse ödemez, geciktirmişse öder.
4- Kusuru
bulunursa öder, bulunmazsa geri kalanın zekâtını verir.
5- Mal sahibi ile yoksullar geri kalanda ortaktırlar. [14]
Zekât vacib olduktan
sonra ve fakat çıkarılmasına da daha imkân hasıl olmamışken, malın bir kısmı
zayi olduğu taktirde, kimisi «Geri kalandan zekâtın tamamı çıkarılır» [15],
kimisi «Malın sahibi ile yoksulların durumu, mallarının bir kısmı zayi olan iki
ortağın durumu gibidir» demiştir.
Bu ihtilâfların s e b
e b i, borç nasıl malın aynına değil de, borçlunun zimmetine taalluk (nisbet)
ediyorsa, zekâtda malın aynına değil de, zekât sahibinin zimmetine mi taalluk
eder, yoksa emanet olarak bir kimsenin elinde bulunan diğer haklar gibi zimmete
değil de, malın aynına mı taalluk eder diye ihtilâf etmeleridir.
Zekât sahiplerini,
ellerinde emanet bir mal bulunan kimseye benzetenler, «Zekât malın içinden
çıkarıldıktan sonra kaybolursa, mal sahibine bir şey lâzım gelmez» demişlerdir.
Zekât sahibini
borçluya benzetenler ise, «Zekât müstehaklann eline geçmedikten sonra -maldan
çıkarılmış olsa bile- kaybolması halinde mal sahibi onu ödemek zorundadır»
demişlerdir.
Zekât'ın kaybolmasında
kusurlu bulunmakla bulunmamak halleri arasında ayırım yapanlar da, zekât
sahibini her bakımdan, elinde emanet bir mal bulunan kimseye benzetmişlerdir.
Zira elinde emanet mal bulunan kimse, emaneti korumada kusur gösterdiği zaman
zâmin (kefıl)'dir, yani o emanetin bedelini vermek zorundadır. «Eğer mal sahibi
zekâtın kaybolmasında kusur göstermişse geri kalanın zekâtını verir» diyenler
ise, malının bir kısmı çıkarıldıktan sonra kaybolan kimseyi, zekât düşme
zamanı gelmeden malının bir kısmı telef olan kimseye benzetmişlerdir. Bu kimse
nasıl, malına zekât düştüğü zaman mevcudu ne ise ona göre zekât veriyorsa,
ötekiside ancak kalana göre zekât verir.
Bu
ihtilâfın sebebi, malında zekât bulunanın hem borçluya, hem elinde emanet mal
bulunana, hem ortağa ve hem zekât düşmeden malının bir kısmı telef olan kimseye
benzemesidir. Malına zekât vacib olduğu ve zekâtını vermeğe imkân bulduğu
halde, malının bir kısmı telef oluncaya kadar geciktiren kimsenin yeniden
ödeyeceğinde -kanaatimce- ihtilâf yoktur. Şayet ihtilâf varsa canlı mallar
hakkındadır. Çünkü Maliki mezhebinde canlı mallara zekât düşmesi için,
üzerinden bir yıl geçmesinden başka, sai'nin (zekât tahsil memurunun) tahsilata
çıkması da şarttır. [16]
Zekât borcu bulunan
bir kimse borcunu ödemeden ölürse, kimisi: «Zekât terekesinden çıkarılır»
demiştir. îmam Şafii, imam Ahmed, îshak, Ebû Sevr ve bir cemaat bu görüştedir.
Kimisi
de 'Eğer vasiyet etmişse, zekât terekesinin üçte birinden çıkarılır, vasiyet
etmemişse bir şey lâzım gelmez' demiştir ki bunlar da iki gruba
ayrılmaktadırlar. Kimisi «Önce zekât çıkarılır, sonra diğer vasiyetleri verilir»
kimisi de «Bütün vasiyetler eşit olup zekât için bu öncelik yoktur demiştir» [17] ki
bu her üd görüş de imam Mâlüc'ten rivayet olunmuştur. Lakin İmam Mâlik'in
meşhur olan görüşü, zekâtın da diğer vasiyetler gibi olmasıdır. [18]
Bir mala zekât
düştükten sonra o mal başkasına satılırsa o malın zekâtı kime düşer mes'elesine
gelince: Kimisi «Zekât memuru zekâü malın içinden çıkarır ve satın alan da
zekâtın bedelini satandan ister» demiştir ki Ebû Sevr bu görüştedir.
Kimisi de «Bu satış
fasittir» demiştir. Bunu da imam Şafii benimser, imam Ebû Hanife de «Satın
alan, bu satışı kabul edip etmemekte serbesttir» demiştir. İmam Mâlik ise
«Zekât, satanın zimmetine düşer» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
birmalı satmak, omahitlâf (telef) etmek sayılır mı, sayılmaz mı diye ihtilâf
etmeleridir. 'İtlaf sayılır' diyenler, 'Zekât, malı itlaf edenin zimmetine
düşer' demişlerdir.
«îtlâf sayılmaz. Çünkü
malın aynı meydandadır. Bu, ancak kendisine ait olmayan bir malı satmak
kabilindendir» diyenler ise, «Zekât malın içine düşer» demişlerdir. Bu satışın
fasit olup olmadığı mevzuu ise, ayn bir mes'ele olup -Allah dilerse- satışlar
bahsinde gelecektir. Başkasına hibe edilen malın zekâü hakkındaki ihtilâf da
bu babtandır. Sıraladığımız bu mes'ele-lere dair olarak mezhep kitaplarında bir
hayli görüş farkları bulunmaktadır. Fakat onlara girişmeği uygun bulmuyoruz.
Çünkü hem maksadımıza uygun değildir, hem de o değişik görüşlerin sebeplerini
bulmak zordur. Zira -zekât düşen borçlarla düşmeyen borçlan ve zekâtın vücubuna
mâni olan ve olmayan borçlan birbirinden ayırmak gibi- bu görüşlerin çoğu
istihsanîdir.
Bu
bölümde anlatmak istediklerimiz işte bunlardır ki zekât kime düşer ve zekâtın
düşmesini gerektiren mülkiyetin şartlan ile kendisine zekât düşen kimsenin
hükümleri nelerdir mes'eleleridir. Yalnız kendisine zekât düşen kimsenin
hükümlerinden meşhur bir hüküm kaldı ki o da, kendisine zekât. [19]
Ulema,
zekât düşen malların bir kısmı hakkında ittifak, bir kısmında da ihtilâf
etmişlerdir. Zekât düştüğünde ittifak ettikleri mallar, maden çeşitleri
arasında süs için olmayan altın ile gümüş, hayvanlar içinde deve, sığır, koyun
ve keçi, ekinler içinde buğday ile arpa ve meyvalar içinde de hurma ile kuru
üzümdür. Zeytinyağı hakkında da şâzz bir muhalefet vardır. [20]
Süs
için takılan altınlarda ise ihtilâf etmişlerdir. Çünkü Hicaz fukahası olan İmam
Mâlik, Leys b. Sa'd ve îmam Şafii, «Altın ve gümüşe -süs ve giyim için
saklandıkları zaman- zekât düşmez». îmam Ebû Hanife ile tabileri ise «Düşer»
demişlerdir.
B u i h t i 1 â f ı n
s e b e b i, süs ve giyimde kullanılan altın ve gümüş, kullanmak üzere
bulundurulan evin sair eşya ve araçlanndan mı sayılır, yoksa bunlar da, diğer
altın ve gümüşler gibi alım satımlarda alıp verilen para cinsinden midir diye
ihtilâf etmeleridir. «Evin sair eşyaîanndan sayılır» diyenler, «Süs için
bulundurulan altın ve gümüşlere zekât düşmez» demişlerdir. Para cinsindendir
diyenler ise, «Zekât düşer» demişlerdir.
Bu ihtilâf için bir
başka sebep daha vardır. Zira süs, altın ve gümüşü hakkında çeşitli rivayetler
bulunmaktadır.
Câbir'den rivayet
olunduğuna göre Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
«Hulliyatta {linette)
zekât yoktur» [21] buyurmuştur. Amr b.
Şuayb'ın babasından, babası da dedesinden rivayet ettiğine göre ise, bir kadın
elinde altından bir çift bilezik takılı bulunan küçük kızı ile birlikte
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in yanına gelmiştir. Bir ara bileziklere gözü
ilişen Peygamber (s.a.s) Efendimiz kadına,
«Bunun zekâtını veriyor musun?» diye sormuş»
kadın 'Hayır', deyince
Efendimiz (s.a.s):
«Cenâb-ı Hakk'ın
kıyamet günü bunların yerine sana. ateşten bir çift bilezik takılmasını ister
misin?» buyurmuştur. Bunun üzerine kadın hemen bilezikleri kızın elinden
çıkarıp Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in önüne atmış ve«Allah ile Rasûlüne olsun»
demiştir [22].
Lakin bu her iki hadis
de -hele Câbir'in hadisi- zayıftırlar. Fakat ihtilâflarının asıl sebebi, takım
altın ve gümüşleri, evin sair eşyasından mı, yoksa alım satımlarda eşyaya fıat
olarak alıp verilen para cinsinden mi sayılır diye ihtilâf etmeleridir.
Kiraya
vermek için yapılan takım ve gümüşleri hakkında ise, îmam Mâlik'ten iki rivayet
gelmiştir. Birisinde «Zekât düşer, çünkü para gibi kâr getirir», birisinde de
«Düşmez, çünkü süs ve takım için yapılmıştır» demiştir. [23]
Ulema,
hayvanların da bazılarının nev'inde, bazılarının da sınıfında ihtilâf
etmişlerdir. [24]
Nev'inde ihtilâf
ettikleri at nev'idir. Çünkü cumhur at'a zekât düşmediği görüşündedir. îmam Ebû
Hanife ise: «Atlara da -eğer damızlık için, yani erkek ve dişi karışık olarak
bulunduruluyor ve ilgi halinde (kırda) otlanıp besleniyorsa- zekât düşer»
demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
hem kıyas ile hadisin lafzı arasında bulunan, hem de iki hadisin lafızları
arasında bulunduğu zannolynan çelişmelerdir. Çünkü Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«Müslümanın ne kölesinde, ne de atında zekât
yoktur» [25] hadisi, at'a zekât
Eşmediğini bildirmektedir.
«Otlanarak beslenen
atlan bulundurmaktan maksat da onları üretip çoğaltmak olduğuna göre onların
da deve ve sığırlar gibi olması lâzım gelir» şeklindeki kıyas ise, at'a zekât düşmesini
gerektirmektedir.
Bu hadisin umumu ile
çeliştiği zannolunan hadis ise, Peygamber (s.a,s) Efendimiz'in atlan kısımlara
ayırıp bir kısmının sahibi için mes'uliyet ve vebal, bir kısmının da ecir ve
sevap olduğunu bildiren hadisidir ki bu hadisin alt tarafında, sahibi için ecir
ve sevap olan at,
«Üzerindeki Allah'ın
hakkını unutmayarak bağlayıp beslediği attır» [26] diye
buyurmuştur.
îmam Ebu Hanife, 'Bu
hadiste bahsi geçen «Allah'ın hakkından murat, kırın otlarında yayılan atlara
düşen zekâttır» demiştir.
(Kadı -İbn Rüşd- diyor
ki): «Bu hadisin mücmel sayılması, onu âmm görüp, ata zekât düşmesi için hüccet
yapmajctan evlâdır».
îmam
Ebû Hanife'nin iki arkadaşı İmam Ebû Yusuf ile îmam Muham-med de îmam Ebû
Hanife'nin bu görüşüne katılmamışlardır. Hz. Ömer'in de atlardan zekât almadığı
sabittir. Ancak kimisi, «At sahipleri kendi istekleri ile atlarının zekâtını
verebilirler» demiştir. [27]
Ulemanın, nev'inde
ihtilâf etmeyip de sınıfında ihtilâf ettikleri hayvanlar ise; deve, sığır,
koyun ve keçidir. Çünkü kimisi: «Bu dört nev'i hayvana, -ister kurda otlanarak,
ister yem verilmek suretiyle beslensinler- zekât düşer» demiştir. Leys b. Sa'd
ile îmam Mâlik bu görüştedirler. İslâm uleması ise «Zekât ancak, bunların saime
sınıfına, yani kırda otlayarak beslenenlere düşer» demişlerdir [28]
Bu ihtilâfın sebebi,
bu husus hakkındaki hadislerden birinin mutlak, birinin mukayyed olması ve
aynı zamanda kıyasın da mutlak olan hadis ile çelişmesidir. Mutlak olan hadis,
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in^
«Kırk koyunda bir
koyun zekât vardır»[29] hadisidir.
Mukayyed olan hadis de, Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in,
«Kırda otlayarak beslenen
koyunlara zekât düşer» [30]
hadisidir.
Mutlak'ı mukayyed'e
üstün kılanlar, «-ister otlanarak, ister yemlenerek
beslenmiş olsun- zekât her ikisine de
düşer» demişlerdir. Mukayyed'i mut-lak'a üstün kılanlar ise, «Zekât yalnız,
otlanarak beslenenlere düşer» demişlerdir.
Mukayyed olan hadisin
delüü'l-hitab'ı ile mutlak olan hadisin umumu arasında bulunan çelişme de bu
ihtilafa sebeb olmuştur, denilebilir.
Zira Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in «Otlanarak beslenen koyunlara zekât düşer» sözünün mefhum-i
muhalifinden, yemlenerek beslenenlere zekât düşmediği anlaşılmaktadır. «Kırk
koyundan bir tanesi zekâttır» sözündeki umum ise, yem verilenlerin de
otlananlar gibi olmasını iktiza etmektedir. Fakat şu var ki, mukayyed'i
mutlaka üstün kılmak nasıl daha meşhur bir yol ise, umum da, delalet bakımından
delilül-hitab'tan daha kuvvetlidir.
Ebû Muhammed b. Hazm
«Mutlak mukayyede hamledilir ve zekât, yemle beslenen koyunlara da düşer». Devede
öyledir. Çünkü Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
«Üçer yasında olan beş
deveden aşağısına zekât yoktur» [31]
buyurmuştur. Fakat sığırlar hakkında bir nass bulunmadığı için sığırlara zekât
düştüğünde icmaa dayanmalıdır, tema' ise yalnız otlanmakla beslenen sığırlara
zekât düştüğü yolundadır» demiştir.
Ibn Hazm'ın sığırlarla
diğer hayvanlar arasında bu ayırımı yapması, bu hususta üçüncü bir görüştür.
«Kırk
koyundan birisi zekâttır» hadisinin umumu ile çelişen kıyasa gelince, o da
şöyledir: «Hayvanları beslemekten maksat, onlardan artış ve kâr sağlamaktır ki
bu kâr -çoğunlukla- yemlenmeğe muhtaç olmayan hayvanlardan elde edilir. Zekât
ise, daima ihtiyaçtan fazla olan mallara düşer, ki bu vasıf da -yine
çoğunlukla- yemlenmeğe muhtaç olmayan hayvanlarda bulunur. Bunun içindir ki
herhangi bir mala zekât düşmesi için üzerinden bir yıl geçmesi şarttır». İşte
bu kıyası yapıp da hadisin umumunu tahsis edenler, «yem verilen hayvanlara
zekât düşmez» demişlerdir. Umumu daha kuvvetli bulup da hadisi, umumi mânâsında
bırakanlar ise, zekâtın, her iki sınıfa da düştüğünü söylemişlerdir. Ulemanın,
zekât düşen sınıfında ihtilâf ettikleri hayvanlar işte bunlardır. [32]
Ulema, baldan başka hayvanî ürünlerin
hiçbirine zekât düşmediğinde müttefiktirler. Fakat bal'a zekât düşüp düşmediğinde ihtilâf etmiş,
cumhur, «Düşmez» kimisi de «Düşer» demiştir.
Bu
ihtilâfın s e-b e b i de, bal'a zekât düştüğünü bildiren «Her on tuluktan bir
tuluk zekât düşer» [33]hadisinin
sıhhatinde ihtilâf etmeleridir ki bu hadisi Müslim kaydetmektedir. [34]
Bitkisel ürünlerden
ise, ulemanın zekât düşüp düşmediğinde ihtilâf ettikleri, -yukarıda zekât
düştüğünde ittifak bulunduğunu söylediğimiz dört ürün dışında kalan bütün
ürünlerdir.
Kimisi, zekât yalnız
yukarıda sıraladığımız dört ürüne düştüğü görüşündedir ki Ibn Ebî Leylâ,
Süfyan Sevrî ve Îbnü'l-Mübârek bu görüştedirler.
Kimisi «Bunlardan
başka, bunlar gibi zahire olarak saklanabilen diğer ürünlere de düşer»
demiştir. Bu da îmam Mâlik ile îmam Şafii'nin görüşü-dür.
îmam Ebû Hanife de,
«Ot, odun ve kamıştan başka, yerden biten her ürüne zekât düşer» demiştir.
Zekât düşme hükmünü,
yukarıda geçen dört ürüne mahsus görenlerle, bu hükmü, bunlar gibi zahire
olarak saklanabilen diğer ürünlere de verenler arasındaki ihtilâfın sebebi bu
dört ürüne zekât düşmesi, bu dört üründe bulunan zahire olabilme vasfı için
midir, yoksa bu dört cinse mahsus bir hüküm müdür diye ihtilâf etmeleridir.
«Bu dört cinse mahsus
bir hükümdür» diyenler, «Bunlardan başka bir ürüne zekât yoktur» demişlerdir.
'Bunların taşıdığı zahire olabilme vasfı içindir' diyenler ise, zekât düşme
hükmünü bu vasfı taşıyan diğer ürünlere de vermişlerdir. Zekât düşme hükmünü
zahire olabilen ürünlere mahsus görenlerle, bu hükmü yerden çıkan bütün
ürünlere verenler arasındaki ihtilâfın sebebi de, kıyasın lafızdaki umum ile
çelişmesidir.
Lafız, Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in:
«Zekât, yağmurun
suladığı ürünlerde onda birdir ve dolapla sulananlarda onda birin yarısıdır» [35]
hadisi ile,
"Çardaklı ve
çardaksız bağları, tatları çeşitli hurma ve ekinleri, birbirine benzer ve
benzemez şekillerde zeytin ve nar'ı yaratan O'dur. Ürün verdiği zaman ürününden
yiyiniz ve biçildiği gün de hakkını veriniz" [36]
âyet-i kerimesidir. Kıyas ise: «Zekât'm meşruiyyetinden gaye yok-sullann
ihtiyacını gidermek olduğuna ve bunun da -çoğunlukla- ancak kendilerine zahire
olabilecek şeyleri vermekle mümkün bulunduğuna göre, zekâtın yalnız zahire
olabilecek ürünlere düşmesi lâzım gelir» şeklindedir.
Hadis ve âyetin
lafızlanndaki umumu bu kıyas ile tahsis edenler, zahire olamayan ürünlere zekât
düşmediğini, lafızlan âmm mânâlannda bırakanlar ise, yerden biten her ürüne
düştüğünü söylemişlerdir. Zekâtın zahire olabilecek ürünlere mahsus olduğunu
söyleyenler de, kendi aralannda -îmam Mâlik ile îmam Şafii'nin zeytin
hakkındaki ihtilâflan gibi- bazı ürünlerin zahire olup olmadığında ve zahire
olduğu şüpheli olan bir ürünün, zahire olduğu muhakkak olan ürünlere kıyas
edilip edilemediğinde ihtilâf etmişlerdir. Çünkü îmam Mâlik zeytine zekât
düştüğünü, îmam Şafii ise sonradan Mısır'da söylediği kavl-i cedidinde
düşmediğini söylemiştir.
încir
hakkında îmam Mâlik'in tabileri arasındaki ihtilâf da bu kabildendir. Kimisi
de «Zekât meyvalara düşer de sebzelere düşmez» demiştir. Bu görüşün de mesnedi
yukanda geçen âyet-i kerimedir. Bunu da söyleyen İbn Habib'dir. Fakat zeytini
diğer meyvelerden ayıranlann dayanağı zayıftır. [37]
Fıkıh âlimleri, ticaret
niyeti ile alınmayan eşyaya zekât düşmediğinde müttefiktirler. Fakat alındıktan
sonra eğer kârla satılması mümkün olursa, satılacağına niyet edilen eşyaya
zekât düşüp düşmediğinde ihtilâf etmişlerdir. Cumhur, ona da zekât düştüğü
görüşündedir.
Zahirîler ise «Düşmez»
demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
kıyas ile zekât vacib olup olmadığında ve Se-mura b. Cündüb'ün «Rasâlullah
(s.a.s) satışa çıkardığımız eşyanın zekâtını vermemizi emrederdi» [38]
hadisi ile Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in, buğdayını satışa çıkaran adama
buyurduğu rivayet olunan
«Buğdayın zekâtını
ver» [39]
hadisinin sıhhatinde ihtilâf etmeleridir.
Cumhur, «Ticaret için
eşya satın almaktan maksat kâr sağlamak olduğuna göre, bu eşya da, birer kâr
kaynağı olduğunda ittifak edilen ekin, hayvan, altın ve gümüş gibidir»
şeklinde kıyas yapmıştır.
Tahâvî,
«Hz. Ömer ile Ibn Ömer'in, ticaret için olmayan eşyaya da zekât düştüğünü
söyledikleri ve ashabtan hiç kimsenin onlara itiraz etmediği sabittir»
demiştir. Kimisi de «Bu gibi şeyler ashabın icmaı demektir» demiştir. Fakat
-yukanda da söylediğimiz gibi- bu zayıf bir görüştür. [40]
Zekât
düşen bu mallardan her birinin zekât düşme nisabı ne kadardır, yani her biri ne
kadar olursa ona zekât düşer? Ve her birine ne düşer ve ne kadar düşer? îşte
bu mevzulann her birinde ulemanın ittifak ve ihtilâf ettikleri hususları ayrı
ayrı anlatmak için, bu bölümü birinci fasıl altın ve gümüşe, ikinci fasıl
develere, üçüncü fasıl koyun ve keçilere, dördüncü fasıl sığırlara, beşinci
fasıl ekinlere, altıncı fasıl da ticaret eşyalarına dair olmak üzere fasıllara
ayıracağız. [41]
Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in: «Gümüşten beş
okye'den (ikiyüz dirhem) aşağısında zekât yoktur» [42] diye
buyurduğu sabit olduğu için ulema, madeninde bulunmayan gümüşten zekât düşen
miktarın beş okye olduğunda ittifak etmişlerdir. Madeninde bulunan gümüşün
zekât nisabı ile bu nisaba ne kadar zekât düştüğü hakkında ise ihtilâf
etmişlerdir. Ulemaya göre bir okye kırk dirhemdir ve -ister altın, ister gümüş
olsun- bunların her ikisine de -eğer madenlerinden üretümişlerse-zekât oranının
kırkta bir olduğunda müttefiktirler. Ancak bu konu ile ilgili olarak beş
mes'elede ihtilâf etmişlerdir.
1- Altının
nisabı ne kadardır?
2-
Hayvanlarda olduğu gibi, altın ve gümüşte de VAKS denilen şey, yani birden çok
ve aralan zekattan muaf olan nisablar var mıdır?
3- Altın ile
gümüş birbirlerinin nisabını tamamlarlar mı, yoksa her biri tek başına ayn bir
sınıf mıdır?
4- Zekât
düşmesi için nisabın hepsinin bir adamın olması şart mıdır?
5- Madeninden üretilen altın ve gümüşün nisabı ne kadardır ve kaçta
kaçı zekâttır? Buna da bir yıl geçmesi
şartmıdır? [43]
Ulemanın çoğu,
zekât'ın ikiyüz dirhem [44]
gümüşe düştüğü gibi yirmi dinar (mıskal) [45]
ağırlığında olan altına da düştüğü görüşündedir ki bu görüş, îmam Mâlik, îmam
Şafii, îmam Ebû Hanife ve bunların tabileri ile İmam Ahmed ve bütün îslâm
ulemasının görüşüdür.
İçinde Hasan Basrî ile
İmam Davud'un tabileri bulunan bir diğer cemaat da «Altın -kırk dinarı bulmadıkça-
zekât düşmez ve kırk dinan bulduğu zaman bir dinarı zekâttır» demişlerdir. Bir
üçüncü cemaat da, «Alun'a -ya ağırlığıya da kıymeti ikiyüz dirhemi bulmazsa-
zekât düşmez. Ancak şu var ki, kıymeti ikiyüz dirhemi bulduğu zaman -ağırlığı
ister yirmi dinar, ister daha az, ister daha çok olsun- kırkta biri zekâttır.
Bu da eğer altının ağırlığı kırk dinan bulamazsa böyledir. Kırk dinan bulan
altında ise -ister ikiyüz dirhem gümüşün kıymetini bulsun, ister bulmasın-
zekât düşer» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
gümüşün nisabı hakkında geldiği gibi, altının da nisabı hakkında Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'den, sübut bulmuş bir şekilde herhangi bir bilginin gelmemiş
olmasıdır. Hasan b. İmâre'nin «Peygamber (s.a.s):
«Altının zekâtını her
yirmi dinarda yarım dinar veriniz» [46] diye
Hz. Ali'den getirdiği hadis ile amel etmek ise -ulemanın çoğuna göre- vacib değildir.
Zira bu hadisi yalnız Hasan b. İmare rivayet etmiştir. Bunun için bu hadisi
sahih bulmayanlar bu hususta icmaa, yani kırk dinara zekât düştüğü hakkındaki
ittifaka dayanmışlardır.
îmam Mâlik ise,
Medine'de cari olan amele bakmıştır. Bunun içindir ki Muvatta'da «Bize kadar
gelen ve hakkında, aramızda ihtilâf bulunmayan sünnet yirmi dinara zekât
düştüğüdür. Nasıl ki ikiyüz dirhem gümüşe zekât düşmekte ise...» demiştir.
Kırk dinan bulamayan
ve fakat ikiyüz dirhem gümüşün kıymetini bulan alana zekât düşer diyenlere
gelince: Bunlar altın ile gümüşü bir cins say-dıkîan için, nisap hususunda
gümüş hakkında nass vardır diye gümüşü asıl
kabul etmiş ve altını
ona, ağırlıkta değil, kıymette tabi kılmışlardır ki bu da, üzerinde icma'
edilen miktann aşağısındadır. Aynca bunlar, «RIKA kelimesi para demek olduğu
için altın ve gümüşün ikisine de şamildir. Bir hadiste
ise,
«Rıkanın
(gümüş) beş okye'den aşağısında zekât yoktur» diye buyurul-muştur» diyorlar. [47]
Altın ve gümüş
nisaplarım aştıkları zaman, aşan miktar hakkında ihtilâf etmişlerdir. Cumhur,
«Ağırlığı ikiyüz dirhemi aşan bir gümüş külçesinin hepsi zekâta tabidir, yani nasıl
nisabın kırkta biri çûcanlıyorsa, nisaptan artan miktann da kırkta birini
vermek gerekir» demiştir. îmam Mâlik, îmam Şâfıi, îmam Ebû Hanife'nin iki
arkadaşı îmam Ebû Yusuf, imam Muhammed, îmam Ahmed b. Hanbel ve bir cemaat bu
görüştedirler.
Çoğu Irak uleması olan
bir diğer cemaat de, «îkiyüz dirhemden artan miktar -ikiyüzkırk dirhemi
bulmadıkça- zekât düşmez. Ne zaman ki ikiyüz-kırk dirhem olursa, o kırk dirheme
de bir dirhem zekât düşer» demişlerdir. Buna göre ise bu iki nisabın arası
zekâttan muaftır. îmam Ebû Hanife, Züfer ve tabüerinden bir kısmı da bu
görüştedirler.
Bu ihtilâfın s e b e b
i, bir taraftan Hasan b. îmâre'nin rivayet ettiği hadisin sıhhatinde ihtilâf
etmeleridir, bir taraftan da delilü'I-hitab'ın bu hadis ile çelişmesi ve aynca
altın ile gümüşün hayvanlarla ekinlerin her ikisine de kıyas
edilebilmeleridir. Hasan b. îmâre'nin Ebû İshak'tan, Ebû Ishak'ın Düm-re'den,
Dümre'nin Hz. Ali'den ve Hz. Ali'nin de Peygamber (s.a.s) Efendimiz'den
rivayet ettiği bu hadisin metni şöyledir:
«At ve köleleri
zekâttan muaf kıldım. Fakat gümüşten kırkta bir veriniz. Her ikiyüz dirhem
gümüşte beş dirhem ve her yirmi dinarda yarım dinar
zekât vardır, İkiyüz dirheme de -ne zaman
ki üzerinden bir yıl geçerse- beş dirhem zekât düşer ve ikiyüzden fazla olanda
da, her kırk dirhemde bir dirhem ve yirmi dinardan fazla olan altında da -kırk
dinarı bulana kadar- her dört dinarda bir dirhem ve kırk dinarı bulunca her
kırk dinarda bir dinar ve heryirmidört dinarda da bir dinar ile bir dirhem
düşer» [48]
Bu hadis ile çelişen
delilü'l-hitab ise, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«Rıka'nın beş okyeden
aşağısında zekât yoktur» hadisinin mefhumu muhalifidir. Çünkü bu hadisten, bu
miktardan fazla olanda -o fazla olan ister az, ister çok olsun- zekât vardır
diye anlaşılmaktadır.
Alün
ve gümüşün hayvanlarla ekinlerin her ikisine de kıyas edilebilme-. lerine
gelince; çünkü eğer bunlar hayvanlara kıyas edilirlerse bunlarda iki nisap
arasının zekâttan muaf olması lâzım gelir. Zira hayvanlarda VAKS bulunduğu
yani iki nisabın arası zekâttan muaf olduğu nassen bildirilmiştir. Ekinlerde
ise VAKS bulunmadığında icma' edilmiştir. Bunun için altın ve gümüşü hayvanlara
kıyas edenler, «Altın ve gümüşte vaks vardır», ekinlere kıyas edenler ise,
«Vaks yoktur» demişlerdir. [49]
imam. Mâlik, İmam Ebû
Hanife ve bir cemaat, «Alün ile gümüş birbirlerinin nisabını tamamlar.
İkisinden bir nisap meydana geldiği zaman o nisaba zekât düşer» demişlerdir,
imam Şafii, Ebû Sevr ve İmam Dâvûd ise, «Ne altın gümüşün, ne de gümüş altının
nisabını tamamlamaz» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu iki maddeye zekâtın düşmesi, bu her iki maddede bulunan bir vasfın
bulunması
içinmidirki o vasıf
da- ulemanın dediğine göre- sermaye olmaları ve itlaf edilen malların onlarla
kıymetlendirilmesidir, yoksa bu iki maddenin şahsına mahsus bir hüküm müdür
diye ihtilâf etmeleridir.
'Bu hüküm onlara
mahsus olup onlarda bulunan müşterek vasfın bulunması için değildir. Bunun
içindir ki her bırmın nisap miktarı ayrıdır' diyenler, «Yekdiğerinin nisabını
tamamlamazlar» demişlerdir. Kendilerinde bu müşterek vasfın bulunması halinde
onlara zekât düşer diyenler ise, «Birbirlerinin nisabını tamamlarlar»
demişlerdir. Bana kalırsa, iki şeyin, gerek cinsleri, gerek isimleri
birbirinden ayrı olduğu zaman, -müşterek bir vasfa sahip olsalar bile- ayrı ayn
hükümlere tabi olmaları daha çok akla gelir. İmam Mâlik hem burada, hem Riba babında müşterek vasfa
bakmıştır.
Gümüşle altının
birbirleri ile tamamlandığını söyleyenler de bu tamamlanmanın keyfiyetinde
ihtilâf etmişlerdir, imam Mâlik tamamlanmayı hep değişmeyen bir değer üzerinden
kabul ederek, «Bir miskal altının değeri -eskiden olduğu üzere- on dirhemdir»
demiştir. Buna göre, on miskal altın ile yüz dirhem gümüşe sahip olan bir
kimseye zekât düşer ve bu kimse, zekâtını, isterse yarım miskal altın, isterse
beş dirhem gümüş olarak verir.
Başkaları da «Zekât
vacib olduğu vakit değer ne ise, o değer üzerinden hesaplanır» demişlerdir.
Buna göre de, yüz
dirhem gümüş ile yüz dirhem gümüş değerinde olan dokuz miskal altın ya da dokuz
miskal altın ile, on bir miskal altın değerinde olan yüz dirhem gümüşe sahib
olan kimseye zekât düşer. Bunu diyenlerden biri imam Ebû Hanife'dir ve Süfyan
Sevrî de aynı görüşe katılır. Ancak Süf-yan Sevrî'ye göre, eski değerle yeni
değerden, hangisi yoksullara yarıyorsa o değer dikkate alınır.
Bir diğer cemaat de
«Altın -ister gümüşten çok, ister az olsun- daima gümüş altınla tamamlanır,
altın gümüşle tamamlanmaz. Çünkü altının nisabı hakkında ne subut bulmuş bir
nass, ne de kırk miskali bulamayan altında icma1 bulunmaktadır. Bunun için
gümüş asıldır, altın fer'dir» demiştir.
Bazıları da «Eğer
altın ile gümüş ayn ayn nisabı bulamıyoriarsa birbirlerini tamamlamazlar.
Ancak eğer biri nisabı buluyorsa, diğerine de -o değeri ister çok, ister az
olsun- zekât düşer» demiştir.
Bu
ihtilâfın sebebi, ağırlık bakımından nisapları değişik olan iki maddeden bir
nisap meydana getirmek istemiş olmalarıdır ki hepsi de manasızdır. Belki de
bunlar, şeriatta hükmü bulunmayan bir şey için hüküm vaz'etmişlerdir. Çünkü
bunlar öyle bir nisap kabul etmişlerdir ki o nisap, ne altının, ne de gümüşün
nisabıdır. Halbuki onların dediği nisaba, eğer zekât düşmüş olsaydı, şeriat
sahibi bunu da bildirirdi? Zira şeriat sahibi, ihtilâf yaratmak için değil,
bilakis mevcut ihtilâflan ortadan kaldırmak için gönderilmişken, herhangi bir
mükellefiyeti meskût bırakıp da ihtilâflara yol açmamasına imkân yoktur. [50]
İmam Mâlik ile İmam
Ebû Hanife: «İki kişi arasında ortaklık bulunan altın veya gümüşe, her birinin
hissesi eğer nisabı bulamazsa zekât düşmez» demişlerdir. İmam Şafii'ye göre
ise, ortaklı malın yekünü nisab olursa kâfidir, hepsi bir şahsın imiş gibi
zekâta tabidir.
Bu
ihtilâfın sebebi, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in «Gibnüşün on okye'den
aşağısında zekât yoktur» hadisinin mücmel olmasıdır. Zira bu sözde, beş okye'yi
bulan gümüşe zekât düşüşü, bu gümüşün bir kişiye ait olduğu zamana mı
mahsustur, yoksa birden çok şahıslar arasında ortaklık da olsa yine zekât
düşer, diye bir açıklama yoktur. Fakat mala zekât düşmesi için nisaba
varmasının şart koşulması, mal sahibi için bir kolaylık ve hüküm hafifliği
olduğuna göre nisabın tamamı bir şahsa ait olmadığı zaman, ona zekât düşmemesi
akla gelir. İmam Şafii bu mes'elede herhalde ortaklığı da iki malın birbirine
karışmasına kıyas etmiştir. Halbuki -geleceği üzere- karışmadan meydana gelen
nisaba da zekât düşer mi düşmez mi, diye ihtilâf etmişlerdir. Bunun için bu
kıyas uygun değildir[51]
.
Madeninde bulunan
altın ve gümüşün nisabı ye buna ne kadar zekât düştüğü hakkındaki ihtilâfa
gelince: îmam Mâlik ile İmam Şafii bunda da nisabın şart olduğunda
müttefiktirler. Ancak İmam Mâlik buna zekât düşmesi için üzerinden bir yıl
geçmesini şart koşmamış, İmam Şâfıi -dördüncü bölümde geleceği üzere- şart
koşmuştur. İmam Mâlik ile imam Şafii, bunların da zekâtının kırkta bir
olduğunda müttefiktirler. İmam Ebû Hanife ise «Madeninde bulunan altın ve gümüş
için ne nisab, ne de yıl şart değildir, zekâtları de beşte birdir» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
RİKAZ (define) kelimesinin buna da şamil olup olmadığında ihtilâf etmeleridir.
Zira Peygamber (s.a.s) Efendimiz, «Definelerde beşte bir lâzım gelir» [52]
buyurmuştur.
Eşheb,
îmam Mâlik'ten «Madeninden, bir zahmet ve çaba göstermeksizin çıkarılan altın
ve gümüşler definedir» diye söylediğini rivayet etmiştir. Şu halde bu ihtilâfın
sebebi, yukarıda söylediğimiz umumi ihtilâfların sebeplerinden biri olan,
lafzın delaleti hakkındaki ihtilâflarıdır. [53]
- Beş deveden yirmi
dört deveye kadarı her beş devede bir koyun veya keçi;
- Yirmibeş deveden
otuzbeş deveye kadar bir yaşını doldurun bir dişi ya da iki yaşını dolduran bir
erkek deve yavrusu,
- Otuzaltı deveden kırkbeş deveye kadar iki
yaşını dolduran bir dişi deve yavrusu,
- Kırkaltı deveden altmış deveye kadar üç
yaşını dolduran bir dişi deve,
- Altmışbir deveden
yetmişbeş deveye kadar dört yaşını dolduran bir dişi deve,
- Yetmişaltı deveden
doksan deveye kadar dört yaşını dolduran bir dişi deve,
- Yetmişaltı deveden
doksan deveye kadar iki yaşını dolduran iki dişi deve yavrusu ve
- Doksanbir deveden
yüzyirmi deveye kadar üç yaşını dolduran iki dişi deve lâzım geldiğinde bütün
müctehidler müttefiktirler.
Zira
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in emri ile yazılan zekât mektubunda bütün bunların
yazılı bulunduğu ve kendisinden sonra Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer tarafından da
böylece hareket edildiği sabit olmuşnir [54]
Ancak develer yüzyirmiden fazla olduğu zaman develere ne kadar zekât düştüğü ve
şart olan bu yaşlarda deve bulunmayıp da bu yaşlardan daha büyük veya küçük
deve bulunursa gereken hükmün ne olduğu ve deve köşeklerine (yavrularına) de
zekât düşüp düşmediği şayet düşüyorsa ne kadar ve ne düştüğü mes'elelerinde ise
ihtilâf etmişlerdir. [55]
Develer yüzyirmiden
fazla olduğu zaman, İmam Mâlik, «Eğer fazlalık yüzyirmibir-yüzotuz arasında
olursa zekât memuru, isterse üç tane iki yaşını dolduran, isterse iki tane üç
yaşını dolduran dişi deve alır ve yüzotuz olduğu zaman da, bir tane üç yaşını
dolduran, iki tane de iki yaşını dolduran deve alır» demiştir.
îmam Mâlik'in
tabilerinden İbn Kasım ise: «Zekât memuru kendi isteğine bağlı değildir,
develerin sayısı yüzotuz oluncaya kadar üç tane iki yaşını dolduran dişi deve
almak zorundadır» demiştir. İmam Şâfıi de bu görüştedir. İmam Mâlik'in
tabilerinden Abdülmelik b. Mâcişûn da, «Develerin sayısı yüzotuz oluncaya
kadar, yalnız iki tane üç yaşını dolduran dişi deve almak zorundadır» demiştir.
Küfe uleması olan îmam
Ebû Hanife ile tabileri ve Süfyan Sevrî ise: «Develer yüzyirmiyi aşarsa, aşan
kısımda, develerin sayısı yirmibeşten aşağı olduğu zamanki hüküm uygulanır,
yani her beş devede bir koyun veya keçi lâzım gelir». Şu halde eğer develer
yüzyirmibeş olursa, iki tane üç yaşım dolduran dişi deve ve bir tane koyun veya
keçi lâzım gelir. Üç yaşını dolduran iki dişi deve, yüzyirmi devenin ve koyun
veya keçi de fazla olan beş devenin zekâtıdır ve böylece -develerin sayısı
yüzkırkbeş oluncaya kadar- her beş deve için bir koyun veya keçi lâzım gelir ve
yüzkırkbeş oluncaya kadar- her beş deve için bir koyun veya keçi lâzım gelir ve
yüzkırkbeş olunca, iki tane üç yaşını dolduran deve ve bir tane de bir yaşını dolduran dişi deve
yavrusu lâzım olur. Üç yaşını dolduran iki deve, yüzyirmi deve için ve bir
yaşını dolduran bir dişi deve yavrusu da yirmibeş deve içindir. Develerin
sayısı yüzelli oluncaya kadar ve yüzelli olunca üç tane üç yaşını dolduran dişi
deve lâzım gelir. Fakat develer yüzelliyi de aşınca -ikiyüz oluncaya kadar-
yine her beş deve için bir koyun veya keçi lâzım gelir ve ondan sonra yine ilk
hüküm uygulanır» demişlerdir.
Bunlar dışında kalan
diğer fıkıh uleması ise, «Develerin sayısı yüzotu-zu aştığı zaman, her kırk
devede bir tane iki yaşını dolduran ve her elli devede de bir tane üç yaşını
dolduran dişi deve lâzım gelir» demişlerdir.
tik hükmün yeniden
uygulanıp uygulanmadığı hakkındaki ihtilâfın s e b e b i bu mevzudaki
hadislerin çeşitli olmasıdır. Zira sabittir ki Peygamber (s.a.s) Efendimiz
zekât mektubunda,
«Deve sayısının
yüzyirmiyi aşanında, her kırk devede bir tane iki yasım dolduran ve her elli
devede de üç yaşını dolduran bir tane deve zekât vardır» buyurmuştur [56]
Ebû Bekir b. Hazm'ın
babası vasıtası ile dedesinden getirdiği rivayete göre ise, Peygamber (s.a.s)
Efendimiz zekât mektubunda,
«Develerin sayısı
yüzyirmiyi aştığı zaman ilk hüküm uygulanır» [57] buyurmuştur.
Cumhur da -birinci hadis daha sabit olduğu için- birinci hadisi tercih
etmiştir.
Küfe uleması ise «Ebû
Bekir b. Hazm'ın hadisinde anlatılan şekil Hz. Ali ile İbn Mes'ud tarafından da
söylendiği sabittir ki, böyle şeyler mevkuf hadislerdir, yani Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'den işitilmezse söylenemez. Zira böyle şeyler kıyas yolu ile
hükmedilemez» diyerek Ebû Bekir b. Hazm'ın hadisini tercih etmişlerdir.
imam Mâlik ile kendi
tabileri ve imam Şafii arasındaki ihtilâ fin sebebi ne gelince: Çünkü
yüzyirmide üç tane kırk, yüzotuzda da iki tane kırk, bir tane elli vardır. Bu
iki sayının arası ise, ne kırka, ne de elliye bölünemez. Bunun için bunlar, «bu
iki sayının arası -sabit olan hadisin zahirine göre-zekâttan muaftır»
demişlerdir, imam Şafii ile Ibn Kasım ise, «Buna üç tane iki yaşını dolduran
dişi deve lâzım gelir» demişlerdir. Zira Ibn Şihâb'tan rivayet olunduğuna göre
Peygamber (s.a.s) Efendimiz zekât mektubunda,
«Develer
yüzyirmibirİ bulduğu zaman, onda üç tane iki yaşını dolduran ve yüzotuzu
bulduğu zaman da iki tane iki yaşını ve bir tane de üç yaşını dolduran dişi
deve zekât vardır» [58]
buyurmuştur. Şu halde tbn Mâcişûn ile îbn Kasım arasındaki ihtilâfın sebebi,
sabit olan bir hadisin zahiri ile bu hadiste bulunan tefsir arasındaki
çelişmedir. Îbn Mâcişûn -sübutunda ittifak bulunduğu için- sabit olan hadisin
zahirini tercih etmiş, Îbn Kasım ile tmam Şâfi ise, mücmel olan hadisi müfesser
olan bu hadise hamletmişlerdir. imam Mâlik'in zekât memurunu seçenekli kılması
ise -Allah bilir- bu iki hadisi te'lif etmektir. [59]
îmam Mâlik: «Şart olan
yaşlarda deve bulunmazsa bu yaşlardan büyük veya küçük deve alınamaz, mal
sahibi aynı yaşta deve bulmak zorundadır» demiştir.
Kimisi de 'Mal
sahibinde ne bulunursa o alınır. Ancak eğer mal sahibinde bulunan, yaşça daha
küçükse, ayrıca ya yirmi dirhem gümüş, ya iki tane koyun da alınır ve eğer
büyükse, bu sefer zekât memuru ona, ya yirmi dirhem, ya da iki tane koyun
verir' demiştir.
Bana kalırsa bu
ihtilâfta bir mânâ yoktur. Çünkü Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in zekât
mektubunda bu şekilde emredildiği sabittir [60]
Fakat îmam Malik bu hadisi duymamış olabilir. îmam Şafii ile Ebû Sevr bu hadise
dayanmışlardır.
imam Ebû Hanife ise,
«Zekât düşen malların piyasadaki rayiçlerine göre zekâtlarının bedelini vermek
caizdir» dediği için burada da «Lâzım gelen develerin değeri alınır» demiştir.
Kimisi
de «-Aradaki değer farkının ödenmesi şartı ile- mal sahibinde ne bulunursa o
alınır» demiştir. [61]
Zekât, nasıl develere
düşüyorsa deve köşeklerine(yavrulanna) de düşer mi? Eğer düşüyorsa onlara ne
düşer? Kimisi «Düşer», kimisi «Düşmez» demiştir.
Bu
ihtilâfın sebebi, köşeklere de deve denilir mi, denilmez mi, diye ihtilâf
etmeleridir. «Köşeklere zekât düşmez» diyenler, îmanı Ebû Hanife ile Küfe
ulemasından bir cemaattir. Bunlar, Süveyd b. Ukle'nin «Peygamber (s.a.s)'in
zekât memuru bize gelmişti. Bir ara ben de gidip yanında oturdum ve:' 'Süt emen
yavrulardan zekât almamak, karışık olanîaı ı ayırmamak ve ayrı olanları da
karıştırmamak için bizden söz alınmıştır' dediğini işittim. Birisi ona iri
hörgüçlü bir deve getirdi de o almadı» [62] mealindeki
hadisine dayanmışlardır «Köşeklere zekât düşer» diyenler ise iki gruba
ayrılmışlardır. Kimisi «Mal sahibi, kendisine vacib olanın yaşında bir tane
bulup vermek zorundadır» kimisi de «Kendisinde ne bulursa o alınır» demiştir.
Bu ihtilâf aynen buzağı, kuzu ve oğlaklar hakkında da söz konusu edilmiştir. [63]
Ulemanın cumhuru, otuz
tane sığıra, bir tane bir yaşını dolduran erkek sığır ve kırk tane sığıra bir
tane iki yaşını dolduran dişi sığır zekât düştüğü görüşünde müttefiktirler.
Bir kitle de «Sığırlar
otuza erişinceye kadar, her on sığıra bir tane koyun ve otuza erişince, bir
tane bir yaşını dolduran erkek sığır lâzım gelir» demiştir.
Kimisi de «Sığırların
sayısı yirmibeşi bulunca, yetmişbeşe kadar bir tane sığır, yetmişbeşi aşınca
iki tane sığır ve yüzyirmiyi bulunca her kırk sığıra bir sığır zekât düşer»
demiştir. Bu söz Said b. el-Müseyyeb'ten rivayet olunmuştur.
İslâm fukahası, kürk
ile altmış sayıları arasında bulunan sığırlar hakkında ihtilâf etmişlerdir.
îmam Mâlik, îmam
Şafii, İmam Ahmed ve Süfyan Sevrî, «Sığırlar kırla aştıktan sonra altmışa kadar
bîr şey lâzım gelmez. Altmışa erişince yermişe kadar iki tane bir yaşını
dolduran erkek ve bir tane iki yaşını dolduran dişi sığır, seksene erişince,
doksana kadar iki tane bir yaşını dolduran erkek ve bir tane iki yaşını
dolduran dişi sığır ve bundan sonra her bir otuza bir tane bir yaşını dolduran
erkek ve her bir kırka bir tane iki yaşını dolduran dişi sığır düşer»
demişlerdir.
Sığırların
nisabı hakkındaki ihtilâfın sebebi, Muaz b. Cebel'in bu husustaki hadisinin
sıhhatinde ihtilâf etmeleridir. Nisap aralarının zekâttan muaf olup
olmadığmadaki ihtilâfın sebebi ise hadiste buna dair bir malumatın
bulunmamasıdır. Zira bahsi geçen Muaz'ın hadisinde Muaz, «Bunu bilemiyorum,
Peygamber (s.a.s) Efehdimiz'den sorayım» demiş ve fakat Medine'ye gelinceye
kadar Peygamber (s.a.s) Efendimiz vefat etmiştir diye söylenmektedir [64]
Bunun için kimisi, sığırları da deve ve koyunlara kıyas edip, «Deve ve
koyunlarda nisapların arası (vaks) zekâttan nasıl muaf ise sığırlarda da
öyledir» demiştir. Herhangi bir malın müstesna olduğunu gösteren bir delil bulunmadıkça asıl, malın hepsine zekât
düşmesidir diyenler ise, «Nisaplar arasının da zekâta tabi olması lâzım gelir.
Zira bu hususta delil olarak ne icma1 ne de başka bir şey yoktur» demişlerdir. [65]
Ulema, kırda bayırda
otlanmakla beslenen koyun ve keçilere, sayısı kırka erişince -yüzyirmiye
kadar- bir tane, yüzyirmiyi aşınca -ikiyüze kadar- iki tane, ikiyüzü aşınca
-üçyüze kadar- üç tane ve üçyüzü aşınca da her bir yüz tanesi için bir tane
zekât düştüğünde müttefiktirler. Cumhura göre koyun ve keçiler hakkında hüküm
böyledir. Ancak Mansur'un İbrahim'den rivayetine göre, Hasan b. Salih, «Eğer
koyun ve keçilerin sayısı üçyüzbire erişirse dört tane ve eğer dörtyüze
erişirse beş tane zekât düşer» demiştir.
Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in senet ve sıhhati sabit olan zekât mektubuna dair rivayetlerin
hepsi cumhurun dediği şekli anlatmaktadırlar. Ulema ayrıca, koyun ve keçi
nisaplarının birbirlerini tamamladıkları hususunda da müttefiktirler. Ancak, bu
durumda alınacak zekâtın hangisinden alınması hususunda ihtilâf etmişlerdir,
İmam Mâlik, «Sayıca
hangisi daha çoksa ondan alınır. Eğer ikisinin sayısı eşit olursa, zekât
memuru istediğini almakta serbesttir» demiştir.
îmam Ebû Hanife
«Sayılan eşit olmasa bile, zekât memuru istediğini almakta seçeneklidir»
demiştir. îmam Şâfıi ise «Sınıflar değişik olduğu zaman orta değerlisi hangisi
ise o alınır» demiştir. Zira Hz. Ömer, «Mal sahipleri aleyhine, çobanın
omuzunda taşıdığı yavruyu da sayar, fakat almayız. Ne çok yiyici olanı, ne
beşliyi, ne doğurmak üzere bulunanı ve ne de koyun koçunu almayız. Bir ve iki
yaşında olanları ise -malın ne iyisi, ne de kötüsü sayılmadıklan için- alırız»
demiştir.
îslâm müctehidlerinin
büyük bir kısmı, «Zekâtta, ne -teke veya koç gibi- döl hayvanı, ne yaşlısı, ne
de ayıplısı alınamaz. Meğer zekât memuru bunlardan almayı yoksullara daha
yararlı göre» demişlerdir.
Zira sabittir ki
Peygamber (s.a.s) Efendimiz zekât mektubunda bunların alınmamasını emir
buyurmuştur. İki gözü kör veya hastalıklı olan hayvanın, mal sahibi aleyhine
nisabtan sayılıp sayılmadıklannda ise ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik ile İmam
Şafii: «Nisaptan sayılırlar» îmam Ebû Hanife, «Saymazlar» demişlerdir.
Bu
ihtilâfın s e b e b i, mutlak isim, sağlam ve hastalıkların ikisine de denilir
mi, denilmez mi diye ihtilâf etmeleridir. [66]
Bu mevzudan olmak
üzere, yavruların da anaları ile birlikte nisaptan sayılıp sayılmadıklarında,
yani yalnız analar nisaba erişmediği zaman bunlarla nisap tamamlanıp
tamamlanmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik, «Yavrularla nisap
tamamlanır», îmam Şafii, İmam Ebû Hanife ve Ebû Sevr: «Eğer bunlarsız nisap
tamam değilse bunlarla tamamlanmaz» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi
de, zekât memurlarına yavruları saymalarını ve fakat zekât olarak almamalarını
emreden Hz. Ömer'in bu emrinin iki mânâ ihtimalini taşımasıdır.
Kimisi bu emri «Eğer
analar nisabı bulmuşsa yavruları da sayınız» mânâsında, kimisi de, mutlak
olarak anlamıştır. Zannedersem, Zahirîler -ister analar nisaba erişmiş olsun,
ister olmasın- yavrulara zekât düşmediğini benimser. Çünkü onlara göre yavrular
büyüklere verilen adın kapsamına girmezler.
Fukaranın çoğu, iki
hayvan sürüsünün birbirine karışması ile her bir sürüye düşen zekât miktarının
değiştiğini benimsemekle beraber, karışma ile nisap tamamlanıp
tamamlanmadığında ihtilâf etmişlerdir.
İmam Ebû Hanife ile
tabileri ise, «Karışma ile ne zekâtın miktarı değişir, ne de -eğer nisap tamam
değilse- onunla nisap tamamlanır» demişlerdir. Bu mes'elenin açıklaması şöyledir:
İmam Mâlik, İmam Şafii
ve fukahanın çoğu, «Sürüleri karışık olarak yayılan iki kimse, sürünün hepsi
bir kişinin malı imiş gibi zekâtlarını verirler» demiş ve fakat,
1- Eğer bu
sürülerden her biri tek başına nisaba erişmez ve dolayısıyla her birine zekât
düşmezse, karışma ile nisaba erişip zekât düşer mi, yoksa her biri tek başına
nisaba eriştiği taktirde eğer karışırlarsa zekâtları birleşir mi?
2- Zekât
üzerinde bu etkiyi yapan karışma nasıl bir karışmadır? diye -bu mevzuya dair
olarak- iki mes'elede ihtilâf etmişlerdir.
Birinci ihtilâfın,
yani karışmanın nisap ve zekât üzerinde etkisi olup olmadığı hakkındaki
ihtilâfın sebebi, Peygamber (s.a.s) Efendİmiz'in zekât mektubunda geçen,
«Zekât (artmasın veya
eksilmesin) korkusu ile ne bir arada olmayan mallar bir araya toplanır, ne de
toplu bulunan mallar birbirinden ayrılır ve herhangi iki sürünün karışmasından
meydana gelen bir sürüden alınan zekâtta sürü sahipleri birbirleri ile
hesaplaşırlar» [67] hadisinin mefhumunda
ihtilâf etmeleridir. Zira iki grubtan her biri bu hadisi kendi görüş ve inanışına
göre tefsir etmiştir.
HILTA'nın, yani iki
sürünün birbirine karışmasının hem nisaba, hem zekâtın miktarına veyahut yalnız
zekâtın miktarına tesir ettiği inancında olanlar, «Peygamber (s.a.s)
Efendİmiz'in bu hadisi açıkça göstermektedir ki, iki sürü birbirine karıştığı
zaman her iki sürü bir adamın malı imiş gibi olur. Şu halde bu hadis, Peygamber
(s.a.s) Efendİmiz'in «Üçer yaşında olan beş deveden aşağısında zekât yoktur»
hadisindeki umumun bir istisnasıdır» demişlerdir. Ancak bunlardan îmam Mâlik
ile tabileri bu istisnayı yalnız zekâta, îmam Şâfıi ile tabileri ise, hem
nisaba, hem zekâta vermişlerdir.
Karışmanın hiçbir
tesiri olmadığını benimseyenler ise, «Hadiste geçen Halîtayn (mallan birbirine
karışmış olan olan iki kişi) tabiri, bazan iki ortak mânâsında da kullanılır.
Peygamber (s.a.s) Efendİmiz'in «Ne bir arada olmayan mallar bir araya
toplanır, ne de toplu bulunan mallar birbirinden ayrılır» sözü de, zekât memuru
fazla zekât toplamak için bir adamın sürüsünü küçük nisaplara bölemez veyahut,
nisaptan az olan sürüsünü -nisaba erişsin diye- başkasının sürüsüne katamaz»
demiştir.
Meselâ, «sayısı
yüzyirmi koyun olduğu için bir tane zekât düşen bir sürüden üç tane zekât
almak için, bu sürüyü kırkar olarak üç bölük yapamaz veyahut ayn ayrı
şahıslara ait iki yirmilik sürüyü -nisaba eriştirmek için- birbirine katamaz»
mânâsında olması muhtemeldir. Böyle bir mânâ ihtimalini taşıyan bu hadis ile
de, üzerinde icma1 edilen sabit bir kaideden istisna yapmamak gerekir»
demişlerdir.
Karışmanın tesiri
olduğunu benimseyenler de, «Hılta kelimesi ortaklıktan çok karışmak mânâsında
zahirdir. Kaldı ki «Sürü sahiplen birbirleri ile hesaplaşırlar» sözü açıkça
göstermektedir ki bu iki sürü sahibi ortak değillerdir. Çünkü eğer ortak
olsalar birbirleri ile hesaplaşmaları düşünülemez. Zira zekât olarak alman
koyun ortaklık maldan alındığı için ondaki herkesin hissi malumdur ve kimsenin
hakkı kimseye geçmemiştir» demişlerdir. îşte hadisi böylece yorumlayıp ondan,
iki sürüye düşen zekâtın, sürülerin birbirine karışması ile birleştiği hükmünü
çıkaran ve fakat buna nisabı da kıyas etmeyip bu hükmü yalnız zekâta mahsus
görenler, «Eğer her iki sürüye ayn ayn zekât düşüyorsa, yani her biri tek
başına nisabı buluyorsa ikisinin zekâtı birleşir ve eğer bulmuyorsa -ikisinin
karışması ile nisabı bulsa bile- zekât düşmez» demişlerdir. Bunlardan, nisabı
da zekâta kıyas edip, «İki sürünün karışması ile -nasıl zekâtları birleşiyorsa-
birbirinin nisabını da tamamlarlar» demişlerdir. Bu her iki grubta da,
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
«Birarada olmayan
mallar bir araya toplanmaz ve toplu bulunan mallar birbirinden ayrılmaz»
sözünü kendi görüşlerine göre yorumlamışlardır.
İmam Mâlik: «Birinci
fıkranın mânâsı şudur: Her biri kırk koyuna sahip olan üç kişi eğer koyunlarını
birleşthirlerse her üçüne yalnız bir koyun zekât düşer. Halbuki her biri için
ayn ayn birer koyun düşerdi. İkinci fıkranın da mânâsı şudur: Her biri yüzbir
tane olan iki sürüye, bir arada oldukları zaman üç tane zekât düşer. Halbuki
her birine ayn ayn olarak birer tane düşerdi. İşte hadisin yasağından murad,
mal sahiplerinin, zekâttan istifâde etmek kasdı ile böyle davranışlarda
bulunmamalarıdır» demiştir.
İmam Şâfıi ise
«Hadisin mânâsı şudur: Her biri yirmi koyuna sahib olan iki kişinin bir arada
bulunan sürülerine, eğer ikiye aynhrlarsa nisaptan aşağıya düştükleri için
zekât düşmez. Halbuki ikisi bir arada iken zekât düşerdi. İşte hadisin
yasağından murat, mal sahiplerinin zekâttan kurtulmak için böyle davranışlarda
bulunmamalarıdır» demiştir. .
Hılta'nın tesirini
benimseyenler tesir edebilmesinin şartlarında ihtilâf etmişlerdir. İmam Şâfıi,
«Her iki sürünün meraları, ağıllan, sağanlan, sulakları, çobanlan, koç ve
tekeleri bir olacaktır» demiştir. Kısacası, ona göre hıl-ta ile ortaklık
arasında fark yoktur. Bunun içindir ki her bir sürünün tek başına nisaba
erişmesini -yukarıda geçtiği üzere- şart koşmamıştır. İmam Mâlik ise, yalnız
kova, sulak, ağıl, çoban ve koç birliğini şart koşmuştur. Onun tabi-lerinden,
kimisi bu şartların hepsini, kimisi bir kısmını şart koşmamıştır.
Bu
ihtilâfın sebebi, hılta kelimesinin bütün bu haller arasında müşterek
olmasıdır. Bunun içindir ki kimisi, hıltayı büsbütün dikkate almamıştır. Bu
görüş sahibi de Muhammed b. Hazm el-Endülüsî'dir. [68]
Yağmur ile sulanan
ekin ve meyvalara onda bir ve -dolap gibi- suni sulama aletleri ile
sulananlara ise yirmide bir zekât düştüğünde ulema müttefiktirler. Fakat ekin
ve meyvalara nisap gerekip gerekmediğinde ihtilâf etmişlerdir.
Cumhur, «Ekin ve
meyvalarda da nisap gerekir ve beş yükten (vesk) aşağı olanda zekât yoktur»
demiştir. Bir yükün altmış sa1 ve bir sa'm Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in
avucu ile dört avuç olduğunda ihtilâf yoktur. Ancak
avucun miktarında
ihtilâf etmişlerdir. Cumhura göre bir avuç, bir Bağdat ntl'ı ile bir ntl'ın
üçte birinden bir şey fazladır. îmam Ebû Yûsuf da, îmam Mâlik kendisi ile bu
mevzuda tartışırken -Medinelilerin İmam Mâlik'e şahitlik ettiği için- buna
dönmüştür. îmam Ebû Hanife ise, bir avucun iki ve bir sa'm sekiz ntl olduğunu
söylerdi. îmam Ebû Hanife ayrıca «Ekin ve meyvalarda nisap yoktur» demiştir.
Bu ihtilâfın s e b e b
i, bir hadisin umumu ile diğer bir hadisin hususu arasında bulunan çelişmedir.
Âmm olan hadis,
«Yağmur suyu ile
sulanıp yetişen ürünlerde ondabir ve -dolap gibi-sun'i sulama usûlü ile
yetiştirilen ürünlerde ise yirmide bir zekât vardır» [69]
hadisidir. Hâs olan hadis de,
«Bes yük (vesk) miktarı ürünün aşağısında
zelcât yoktur» [70] hadisidir, ki bu her iki
hadis de sabittirler.
«Husus umumun
tefsiridir» diyenler -ki meşhur olan görüş budur- «Nisap gerekir» demişlerdir.
Kimisi de «Hâs ve
âmm'dan hangisinin önce, hangisinin sonra vürud ettiği bilinmediği zaman
birbirleriyle çelişmiş olurlar» demiştir. Çünkü bunlara göre hâs ve âmm'lar
birbirleri ile nesholunurlar. Zira amel edilmesi gereken her hükmün neshi
caizdir, ki bazan hükmün tamamı, bazan da bir kısmı nesholunur. Bunlardan, âmm olan
hadisi tercih edenler, «Nisap gerekmez» demişlerdir. Fakat bana kalırsa,
cumhurun, «Hâs, âmm'ın tefsiridir» demesi de, hâs ile âmm'ın çeliştikleri
noktada hâs'ı âmm'a tercih kabilindendir. Çünkü âmm o noktada zahirdir, hâs
ise nassnr. Bunu iyi düşün. Çünkü cumhura, «Hâs, âmm'ın tefsiridir» dedirten
sebep budur. Gerçekten, ikisi arasında çelişme bulunduğu için hâs âtnm'ın
tefsiri değildir. Ancak ne zaman ki hâs âmm'a bitişik olursa, yani ikisi bir
sözde gelirlerse hâs âmm'ın istisnası olur. Fakat îmam Ebû Hanife'nin toprak
ürünleri için nisap gerekmediği görüşünde bu hadisin umumu ile ihticac etmesi
zayıftır. Zira Peygamber (s.a.s) Efen-' dimiz bunu, toprak ürünlerinin nisabı
olup olmadığını bildirmek için değil, toprak ürünlerine ne kadar zekât düştüğünü
bildirmek için buyurmuştur.^
Ulema, toprak
mahsullerinin nisabı ile ilgili olarak üç mes'elede ihtilâf etmişlerdir:
1- Hububatın
nisapları birbirleri ile tamamlanır mı, tamamlanmaz mı?
2- Üzüm ve
hurmaya tahmini olarak nisap koymak caiz midir, değil midir?
3- Kişinin, biçim ve bozum zamanı gelmeden ekin ve meyvalarmdan yediği,
nisaptan sayılır mı, sayılmaz mı? [71]
Ulema, bir sınıf
ürünün iyisi ve kötüsü toplanıp hepsinden, her birinin miktarına göre, yani
iyisinin miktarına göre iyisinden, kötüsünün miktarına göre kötüsünden ve eğer
bir kısmı ne iyi ne de kötü değil, yani orta ise ondan da onun miktarına göre
zekât çıkarıldığı hususunda müttefik iseler de, mercimek nohut ve fasulye gibi
hububat kısmının nisap bakımından birbirlerini tamamlayıp tamamlamadığı ve
aynı zamanda buğday, arpa ve çavdarın da birbirlerini tamamlayıp
tamamlamadıkları hususunda ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik «Hububatın
hepsi bir cins ürün sayılır. Buğday, arpa ve çavdar da bir cinstir» demiştir.
îmam Şafii, İmam
Hanife, İmam Âhmed ve bir cemaat de: «Hububatın çeşitleri çoktur ve her birinin
ayrı adı vardır. Bunun için birbirlerini tamamlamazlar. Buğday, arpa ve çavdar
da ayrı ayn çeşitler olup birbirleri ile tamamlanmazlar» demişlerdir.
Bu
ihtilâfın sebebi, birkaç çeşit ürünün şer'an bir cins sayılmasında hepsinin
aynı adı taşımalarına mı, yoksa aynı özelliğe sahip olmalarına mı bakılır, diye
ihtilâf etmeleridir. «Adlarının bir olduğuna bakılır» diyenler, «Adlar ayn
olunca cinsler de ayndır» demişlerdir. Sahip oldukları Özelliğe bakılır
diyenler de, «Özellikleri aynı olunca, adlan değişik de olsa- bir cins
sayılırlar» demişlerder. Şu halde bu her iki grupta yaptıkları araştırma ve incelemeler
sonunda, şeriatın ad ve özellik birliklerinden hangisine itibar ettiğini
görmüşlerse, kaidelerini o temel üzerine kurmuşlardır. Zira bu her iki itibar
da şeriatte mevcuttur. Fakat şeriatın ad birliğine -Allah bilir- daha çok
itibar ettiği görülmektedir. [72]
Cumhur,' «Hurma ve
üzüm yenilmeye elverişli bir duruma geldiklerinde, ölçmeden onlara tahmini bir
miktar koymak caizdir. Zira sahipleri tarafından yaş olarak yenilme zarureti
vardır» demiştir.
îmam Ebû Dâvûd da
«Tahmin yalnız hurmada caizdir» demiştin İmam Ebû Hanife ile iki arkadaşı ise,
«Tahmin fasittir. Mal sahibi, eline -tahmin edilen miktardan fazla veya eksik-
ne geçerse zekâtını vermek zorundadır» demişlerdir.
Bu ihtilâfın sebebi,
usûlün, bu hususta varid olan hadis ile çelişme-sidir. Tahmini caiz gören
cumhurun dayandığı bu hadis, Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in Hayber'in hurma
mahsûlünü tahmin etmek üzere Abdullah b. Revaha ile ashabtan bazılannı Hayber'e
gönderdiğine dair rivayet olunan hadistir [73],
Bu hadis ile çelişen
usûle gelince: Çünkü bu da MÜZABENE denilen, ağaç üzerindeki meyvalan, ölçüsü
belli bir miktar hurma ile satış akdi gibi bir şeydir, ki bu yasaklanmıştır.
Aynca bu, yaş hurmalan veresiye olarak kuru hurma ile sarmak gibi bir şeydir
ki bu da -hem veresiye olması, hem de iki hurmanın aynı miktarda olmadığı için-
caiz değildir. Zira ikisi de ribanın kaidelerine giriyorlar. Kaldı ki Hayber
ahalisi müsîüman olmadıklan için, onlara yapılan bu tahmin zekât tahmini değildi.
Küfe uleması, işte bu hususlan düşünerek, «Caiz değildir. Hayberlilere yapılan
bu tahmin, belki her bölgede ne kadar hurma vardır diye Öğrenmek için
yapılmıştır» demişlerdir.
(Kadı -İbn Rüşd- diyor
ki): İmam Mâlikin rivayetinden [74], bu
tahminin, onlarla hurmalar bölüşülürken yapıldığı anlaşılmaktadır. Çünkü bu
rivayete göre Abdullah b. Revaha tahmin işini bitirdikten sonra onlara,
«İsterseniz siz bana verin, isterseniz ben size vereyim» demiştir.
Ebû Davud'un Hz.
Âişe'den getirdiği rivayete göre ise, Hayberlilerin vermeleri gereken hissenin
miktannı tesbit için tahmin yapılmıştır. Çünkü bu hadiste -Hz. Âişe Hayber'den
söz ederken- Hayber yahudilerinin hurmalan iyileşmeğe yüz tutup henüz
yenilmeğe başlanmamışken Peygamber (s.a.s) hurmalann tahmini için Abdullah b.
Revaha'yı Hayber'e gönderdi denilmektedir[75].
Hurmalann tahmini hakkında Buharı ile Müslim herhangi bir rivayette
bulunmamışlardır.
Kısacası -ne olursa
olsun- bu hüküm usulden müstesnadır. Bu da eğer Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in,
bu hükmü müslümanlar hakkında yürüttüğü sabit olursa böyledir. Zira gayr-i
müslimler hakkında yürütüldüğü sabit olan bir hüküm, müslümanlar hakkında da
yürütülmesi için eğer başka bir delil bulunmazsa -Allah bilir- mesned olamaz.
Ancak Attab b. Üseyd'in hadisi sahih olsaydı, tahminin cevazı -Allah bilir-
açık olarak anlaşılmış olurdu. Çünkü Attab b. Üseyd'in hadisi «Rasûlullah
(s.a.s) üzümleri yaş iken talimin etmemi ve zekâtını kuru olarak almamı emir
buyurdu» [76]meâlinde-dir. Fakat ne var
ki bu hadise ta'n edilmiştir. Çünkü bu hadisi Attab b. Üseyd'den rivayet eden
Saidb. el-Müseyyeb'tirki bunu bizzat Attab'tan işit-memiştir. Bunun içindir ki,
İmam Dâvûd, üzümlerin tahminini caiz görmemistir.
Zeytine zekât düşer
diyenler, zeytinin de tahmininin cevazında ihtilâf etmişlerdir.
Bu
ihtilâfın sebebi, zeytini hurma ve üzümden hangisine kıyas etmek gerektiğinde
ihtilâf etmeleridir. Hurma ve üzümün zekâtı, bütün ulemaya göre kuru hurma ve
üzümden çıkarılır.. Zeytine zekât düştüğünü söyleyenler, zeytini de hurma ve
üzüme kıyas ederek, 'Zekâtının tane olarak değil, yağ olarak verilmesi gerekir1
demişlerdir. îmam Mâlik kurutulmayan üzümler ve sıkılamayan zeytinlerin zekâtı
hakkında "Tane olarak alınmasını caiz görüyorum", demiştir. [77]
imam Mâlik ile imam
Ebû Hanife, «Kişinin, biçim ve bozum zamanı gelmeden ekin ve meyvalanndan
yedikleri, nisaptan sayılır» demişlerdir, imam Şafii «Sayılmaz ve tahmin
memuru, mal sahibine kendisinin ve çoluk * çocuğunun yiyecekleri kadar tahmin
dışı bırakmalıdır» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
bu husustaki hadislerin gerek Kur"an ve gerek kıyas ile çelişmeleridir.
Hadislerden biri Sehl b. Ebû Hasme'nîn, «RasÛlul-lah (s.a.s), Ebû Hasme'yi
tahmin memuru olarak gönderdi. Birisi gelip: Ya Rasûlallah, Ebâ Hasme benim
aleyhime fazla tahmin koymuştur dedi. Rasûlullah (s.a.s) Ebâ Hasme'ye:
«Bak, amcanoğlu,
aleyhine fazla {tahmin koyduğunu söylüyor. Ne dersin?» dedi.
Ebâ Hasme de: Ya
Rasûlallah, çoluk çocuğunun yiyeceklerini kendisine bıraktıktan başka, fakir
fukaranın yiyeceklerini ve rüzgârın düşüreceklerini de hesaba kattım» dedi.
Bunun üzerine Peygamber (sm.s),
«Amcanoğlu sana
fazlası ile bırakmış ve senin hakkında insaflı davranmıştır» buyurdu» [78]
mealindeki hadisidir.
Ayrıca Peygamber
(s.a.s) Efendimiz'in,
«(Bir mala) tahmin
koyduğunuz zaman, mal sahibine malının üçte birini bırakınız. Şayet üçte
birini bırakmazsanız, bari, dörtte birini bırakınız»
buyurduğu rivayet
olunmuştur [79].
Cabir (r;a.)'den de
rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
«Tahminde kolaylık
gösterin. Zira malın içinde çoluk çocuğun yemesine terk edilmişi var, kurtlusu
var, vasiyet var, işçilik var, âfet'e uğrayanı var, gelen gidenin hakkı var» [80]buyurmuştur.
Bu hadislerle çelişen
Kur'an âyeti ise, "Mahsul
(ürün) verdiği zaman mahsulünden yiyiniz ve biçildiği gün de hakkını
veriniz" âyet-i kelimesidir [81],
Kıyasa gelince: Çünkü
bu da, diğer mallar gibi zekât düşen bir mal olduğuna göre zekâtının tıpatıp
verilmesi gerekmektedir, işte mallara düşen zekât miktarına dair meşhur
mes'eleler bunlardır.
Ulema, bu cinslerden
zekât düşen malın aynından zekât çıkarmanın cevazında müttefiktirler. Fakat
malın aynı yerine kıymetini vermenin caiz olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir.
îmam Mâlik ile İmam Şafii, «Aynına zekât düştüğü nassen bildirilen malların
zekâtında o malın aynı yerine kıymetini vermek caiz değildir» demişlerdir, imam
Ebû Hanife ise kıymet vermeği caiz görmüştür.
Bu ihtilâfın s e b e b
i, zekât emri bir taabbüd (ibadet) müdür, yoksa yoksulların geçimini sağlamak
hedefini taşıyan bir emir midir diye ihtilâf etmeleridir. Taabbüddür diyenler,
«Zekât düşen malın aynından başka bir şey vermek caiz değildir. Zira
emredildiği şekilde ifa edilmeyen bir ibâdet, fasittir» demişlerdir.
Zekât, yoksulların geçimini
sağlamak için emredilmiştir diyenlere göre ise, ayn ile aynın kıymeti arasında
bir fark yoktur. Şâfıiler: «Diyebiliriz ki: Zekât emri, yoksulların geçimini
hedef tutan bir hüküm olsa bile, şeriat sahibi yoksulları, zenginlere zekât
düşen mallarında ortak kılmış ve o malın aynından onlara hisse ayırmıştır»
demişlerdir.
Hanefiler de «Şeriat
sahibinin: Şu maldan yoksullara şu kadar veriniz demesi mal sahiplerine
kolaylık göstermiş olmasındandır. Zira mal sahiple-
rine,
ellerinde bulunan malın aynından vermek daha kolaydır. Bunun içindir ki -ceza
ve diyetler bahsinde geleceği üzere- bir hadiste, kumaşçılıkla uğraşanlara
diyette kumaş verebildikleri bildirilmiştir» demişlerdir. [82]
Ticari eşyaya zekât
düşer diyenler «Yalnız satmak niyeti ile satın alman eşyaya mahsus olup bu eşya
NAKDEYN, yani altın ve gümüşle kıymetlendirilir ve eğer yirmi miskal altın
veyahut ikiyüz dirhem gümüş kıymetini bulursa zekât düşer» demişlerdir. Çünkü
telef edilen eşyalar, daima altın ve gümüşle kıymetlendirilir ve altın ile
gümüş alım-satımların birer vasıtasıdır. Ayrıca, bunlara göre -diğer zekât
mallarına zekât düşmesi için nasıl üzerinden bir yıl geçmesi şartsa- eşya
üzerinden de bir yıl geçmesi şarttır.
Zira İmam Mâlik:
«Başkasından alacaklı olan kimse, nasıl alacağını aldıktan bir yıl sonra
zekâtını veriyorsa, kişi de malını sattıktan bir yıl sonra zekâtını vermekle
mükellef olur» demiştir. Bu da -İmam Mâlik'e göre- muayyen zamanlarda
alım-satım yapan, yani eşya fiatlannın düşük olduğu zamanlarda satın alıp
fiatlar yükseldiği zamanlarda satan kimselere mahsustur ki bunlara «Muhtekir»
denilir. Çünkü bunlar, eşyalarını ne zaman aldıklarını ve ne zaman sattıklarını
bilirler.
Mâlikîler'in «MÜDÎR»
dedikleri devamlı sürüm yapan tüccarların hükmü ise -İmam Mâlik'e göre- böyle
değildir. Zira bunlar için muayyen bir alış ve satış zamanı yoktur. Bunlar
eşyayı satın aldıkları günden itibaren yıllarını hesaplar, yıl sonunda
eşyalarını kıymetlendirir ve ellerindeki nakit paralan ve başkasında bulunan
alacakları ile birlikte zekâtını verirler. Ancak, eğer alacakların tahsili
umulmuyor veyahut kişinin alacağı kadar borcu varsa o zaman alacaklar hesaba
katılmaz. Şunu da belirtmek lâzımdır ki, devamlı sürüm yapan tüccarların
eşyası -yıl içinde ister satılıp paraya çevrilmiş olsun, ister dükkan veya
ambarda yıllarca kalmış olsun ve kıymetlendirilirken ister nisabı bulsun ister
bulmasın- İmam Mâlik'e göre zekâta tabidir. Fakat muhtekirler böyle değildir.
Eğer muhtekirin malından -hiç değilse- bir kısmı yıl içinde satılamamış veyahut
satılmış da altın ve gümüşten birisinin nisabı kadar bir yekûn tutmamışsa
-eğer nisabı tamamlayan ve üzerinden bir yıl geçen başka parası yoksa- zekât
düşmez. Bu tafsilat, İbnü'l-Mâcişûn tarafından İmam Mâlik'ten rivayet
edilmiştir.
İbnü'l-Kasım da İmam
Mâlik'ten «Hiç parası olmayan ve sırf eşya mübadelesini yapan tüccara zekât
düşmez» diye rivayet etmiştir. Bunun içindir ki Mâlikîlerden kimisi, yıl içinde
eşyanın satılıp paraya çevrilmesini şart koşmuş, kimisi koşmamıştır. Şart
koşanlardan da, kimisi «Bu paranın nisabı bulması şarttır» demiş, kimisi «Şart
değildir» demiştir. Müzeni de «Eşya her ne kadar kıymetlendiriliyorsa da, zekât eşyanın
aynından çıkar, kıymetlerinden değil» demiştir.
İmam
Şafii, İmam Ebû Hanife, İmam Ahmed, Süfyan Sevrî, Evzâî ve diğerleri olan
cumhur ise, «Müdir» ile «Muhtekir» arasında fark görmeyip, «İkisinin hükmü
birdir, kişi ticaret maksadı ile satın aldığı eşyayı eğer yıl içinde satamaz
veya başka eşya ile değiştiremezse yıl sonunda onu kıymetlendirip ona göre
zekâtım verir» demişlerdir. Kimisi de: «Zekâtı, yıl sonundaki kıymetine göre
değil, alındığı fîat üzerinden verilir» demiştir. Buna göre cumhur,
«Mâlikîlerin Müdir dedikleri tüccara hiçbir zekât lâzım gelmez» demiş olurlar.
Çünkü mala zekât düşmesi için, malın nevi üzerinden değil, aynı üzerinden bir
yıl geçmesi şarttır. İmam Mâlik ise, bu tür tüccarlardan zekât büsbütün sakıt
olmasın diye nevi de ayna kıyas etmiştir. Halbuki İmam Mâlik'in bu kıyası,
şeriatte sabit olan bir asla kıyas yapmaktan ziyade, şeriat-te sabit bir aslı
bulunmayan kıyasa benzemektedir ki bu kabil kıyaslara -sırf maslahat düşüncesi
ile yapıldıkları için- Kıyas-ı Mürsel denilmektedir. İmam Mâlik -Allah rahmet
eylesin- çoğu kez kıyaslarında -şeriatte mansus (hakkında Kur'an-ı kerim'de
hüküm bulunan) olan bir benzeri bulunmadığı halde- şer'î maslahatlara bakardı. [83]
Fıkıh ulemasının
cumhuru, «Altın, gümüş ve hayvanlara - bu mallar sahipleri elinde bir yıl
kaldıktan sonra- zekât düşer» demişlerdir. Çünkü bu şartın dört halife
tarafından koşulduğu sabit olmuş, ashabın hepsi de bunu şart bilmiş ve ashabtan
sonra da bu şarta riayet edilegelmiştir. Ashab arasında bu kadar yaygınlaşan
bir şey ise, mevkuf hadis kabilindendir. Kaldı ki Ibn Ömer'den merfu olarak da
rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.s) Efendimiz,
«Herhangi bir mal,
üzerinden bir yıl geçmedikçe zekât düşmez» [84] buyurmuştur.
Bunun için bu hüküm bütün İslâm fukahasınca üzerinde icma1 edilmiş ve ashab
devrinde de bunda ihtilâf edilmemiştir.
Ancak, îbn Abbas ile
Muaviye'nin -bunda sabit bir hadis varid olmamıştır diye- buna muhalif
kaldıklarına dair bir rivayet vardır. Fakat ulema, yıl mevzuunun sekiz
mes'elesinde ihtilâf etmişlerdir.
1-
Madenlerinde bulunan altın ve gümüşlere kırkta bir zekât düşer dediğimiz zaman
bu altın ve gümüşler için,
2- Ticaret
kârları için
3- Malın
artışları için
4-
Alacaklara zekât düşer dediğimiz taktirde alacaklar için,
5- Ticaret
eşyasına zekât düşer dediğimiz zaman, ticaret eşyası için,
6- Hayvanlardan
elde edilen kazançlar için,
7- Koyun ve
keçi yavruları zekâtta analarına tabi dediğimizde, ister anaların nisab
olmasını şart koşan îmam Şafii ile İmam Ebû Hanife'nin, ister bunu şart
koşmayan İmam Mâlik'in görüşüne göre olsun bu yavrular için yıl şart mıdır?
8- Yıl tamamlanmadan zekât çıkarmak caiz midir? [85]
îmam Şafii
«Madenlerinde bulunan altın ve gümüşler için hem yıl, hem nisap şarttır» İmam
Mâlik ise «Yalnız nisap şarttır, yıl şart değildir» demiştir.
Bu
ihtilâfın sebebi, madenlerin bir taraftan, yerden çıkan bitki ürünlerine, bir
taraftan da, daha önce çıkarılıp külçe haline getirilen altın ve gümüşlere
benzemesidir. Bunları bitki ürünlerine kıyas edenler, «Bunlar için yıl şart
değildir» demişlerdir. Külçe altın ve gümüşlere kıyas edenler ise, yılı şart
görmüşlerdir. Fakat madenlerin bitki ürünlerinden ziyade, külçelere benzemesi
-Allah bilir- daha zahirdir. [86]
Ticaret kârları
hakkında üç görüş vardır. İmam Şâfıi: «İster sermaye nisab osun, ister olmasın
ticaret kârlarının yılı, kazanıldıkları günden itibaren-dir» demiştir ki bu
görüş, Ömer b. Abdülaziz'den de rivayet olunmuştur. Zira rivayete göre Ömer b.
Abdülaziz valilere, tüccarların kazançlarına -üzerinden bir yıl geçmedikçe-
dokunmamalarını yazmıştır.
İmam Mâlik «Sermayenin
yılı aynı zamanda kârın da yılıdır. Yani sermayenin yılı tamam olduğu zaman
-sermaye ister nisab olsun, ister nisaptan az olup kân ile birlikte nisaba
erişsin- kârın zekâtı onun zekâtı ile birlikte çıkarılır» demiştir.
Ebû Ubeyd «İmam
Mâlik'in bu görüşüne, kendi tabilerinden başka hiç kimse katılmamıştır»
demiştir. Kimisi de sermayenin yılı tamam olduğu zaman, nisap olmadığı halleri
arasında ayırım yaparak, «Eğer nisap ise her ikisinin zekâtı birlikte
çıkarılır, değilse zekât verilmez» demiştir. Bunu da Evzâî, Ebû Sevr ve îmam
Ebû Hanife benimsemiştir.
Bu
ihtilâfın s e b e b i, kâr, yeni ele geçen bir malın hükmüne mi, yoksa ana
sermayenin hükmüne mi tabidir diye tereddüt etmeleridir. Kârı, yeni ele geçen
mala benzetenler, «Onun için yeni bir yıl beklemek lâzımdır» demişlerdir. Kân,
anaparaya, yani sermayeye benzetenler ise, «Kâr, sermayenin hükmüne tabidir»
demişlerdir. Fakat şu var ki kâr ancak sermaye nisab. olduğu taktirde sermayeye
benzetilebilir. Bunun içindir ki İmam Mâlik'in bu husustaki görüşü zayıf
görülmüştür. Herhalde İmam Mâlik, paranın kârını hayvanların yavrularına kıyas
etmiştir. Fakat hayvan yavrularında da aynı ihtilâf bulunduğu için, bu kıyas
zayıftır. îmam Mâlik'ten cumhurun görüşüne uygun bir rivayet de
nakledilmiştir. [87]
Alimler, «Nisaptan az
olan bir sermaye, kârından başka bir gelirin katılması ile nisaba erişirse,
nisaba eriştiği günden itibaren yılı başlar» demişler-se de elinde yılı
tamamlanmış başka bir nisap daha bulunan kimse hakkında ise ihtilâf
etmişlerdir.
İmam Mâlik «Eğer yeni
gelen kazanç nisap ise, ancak kendi yılı tamam olduğu zaman zekân verilir ve
daha Önce zekâtı vacib olan nisaba katılmaz» demiştir, Kazançlar hakkında îmam
Şafii de bu görüşe katılır.
İmam Ebû Hanife ile
tabileri ve Süfyan Sevrî ise, «Eğer sermaye nisab ise, sermayenin yılı tamam
olduğu zaman hepsinin zekâtı birlikte çıkarılır» demişlerdir. Bunlara göre
sermayenin kârları da aynı hükmü taşımaktadır.
Bu ihtilâfın s e b e b
i, bu yeni gelen kazancın hükmü, müstakil malın hükmü müdür, yoksa eklendiği
malın hükmüne mi tabidir diye tereddüt etmeleridir.
Müstakil malın hükmüne
tabidir diyenler, «Kazançlara zekât düşmez» demişlerdir. Eklendiği malın
hükmüne tabidir ve ikisi bir mal sayılır diyenler ise, «Eklendiği mala zekât
düşüyorsa ikisinin zekâtı birlikte verilir» demişlerdir. Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'in, «Hiçbir mala, üzerinden bir yıl geçmedikçe zekât düşmez»
hadisindeki umum, hiçbir malın diğer bir malın hükmüne tabi olmamasını iktiza
etmektedir. İmam Ebû Hanife herhalde bu mes'elede parayı da hayvanlara kıyas
etmiştir. îmam Ebû Hanife'nin bu hususta dayandığı noktalardan biri de, yılın
bütününde nisabın devamını şart görmeyip sadece bir kısmında, yani başında ve
sonunda malın nisap olmasını yeterli görmesidir. Ona göre yılın başında nisap
olan bir mal, yılın ortasında nisaptan aşağısına düşüp yılın sonunda herhangi
bir yerden bir malın kazanılması ile tekrar nisaba kavuşursa o mala zekât
düşer, ki bu vasıf mevzuu-muz olan malda da mevcuttur. Zira bu mal, daha senesi
bitmemişken miktarını koruyabilmiş, hatta artmıştır bile. Fakat zahir olan
şudur ki şart olan yıl, ne malın kân, ne kazanç, ne de başka bir şeyle artıp
eksilmeyen bir malın yılıdır. Çünkü yılın şart koşulmasından maksat, malın
ihtiyaçtan fazla olup olmadığını öğrenmektir. Zira, eğer bir mal bir yıl
boyunca sahibinin elinde olduğu gibi kalıp eksilmez ve anmazsa o mala,
sahibinin muhtaç olmadığı anlaşılır. Zekât da daima ihtiyaçtan fazla olan
mallara düşmektedir.
Bana
kalırsa, «Yılın şart koşulması, mal sahibine malım çalıştırp arttırmaya mehil
ve imkân vermek maksadına dayanır» diyenler, «Başka yerlerden elde edilen
kazançlar, malın kârından çok, malın hükmüne tabidir» demeli ve yılın başında
ve sonunda malın nisab olduğunu kâfi görmelidirler. Bunun üzerinde dur. Zira
-Allah bilir- bu açık bîr şeydir. Bunun içindir ki îmam Mâlik, «Eğer bir kişi
yıl başında zekât düşen bir sürüye sahip olur ve yılın ortasında bu sürüyü satar
da, yıl daha bitmemişken ayrı cinsten tekrar bir sürü alırsa kendisine zekât lâzım gelmez»
demiştir, îmatn Mâlik de îmam Ebû Hanife gibi yılın yalnız iki tarafında nisabı
yeterli görmekte, herhalde İmam Ebû Hanife'nin görüşüne dayanmıştır. [88]
Alacaklara zekât düşer
diyenler, alacakların yılı hakkında üç çeşit görüşte bulunmuşlardır. Kimisi,
«Alacak borçlunun zimmetinde kaldığı müddetin hepsi için, yani borçlunun
zimmetinde bir yıl kalmışsa bir yıl için, iki yıl kalmışsa iki yıl için, üç yıl
kalmışsa üç yıl için, kısacası kaç yıl kalmışsa o kadar yıl için alacağın
zekâtını vermek lâzımdır» demiştir [89].
Kimisi «Ne kadar yıl kalırsa kalsın, yalnız bir yıl için zekâtını vermek
gerekir» demiştir. Kimisi de: «Alacak tahsil edildiği andan itibaren zekât
yılı başlar» [90] demiştir ki bunlar
gerçekte alacaklara zekât düştüğünü benimsemiş değillerdir.
Birinci görüşü
benimseyenler alacaklara da, sahibinin elinde bulunan malın hükmünü
vermişlerdir. Fakat yalnız bir yıl için zekâtı verilir diyenlerin neye
dayandıklarını şu anda bilemiyorum. Zira bunlar, alacağa, tahsil edilmediği
müddetçe ya zekât düşer ya düşmez derler. Düşmez derlerse, onlara bir
diyeceğimiz yoktur. Düşer derlerse, o zaman yıl ya şarttır, ya değildir. Şart
ise, bunca yıl içinde niçin yalnız bir yılın zekâtı vacib olur? Bunlar ancak
şunu diyebilirler: «Her yılın bitiminde alacaklı o yılın hakkını ödemeğe imkân
bulamadığı için o yıla ait olan hak sakıt olur, Çünkü zekâtın vücubu iki şarta
bağlıdır. Biri üzerinden zekât yılının geçmesidir. Biri de malın, sahibinin
elinde olmasıdır. Bunun için, yalnız son yılın hakkı lâzım gelir».
İmam Mâlik alacağı da
ticaret eşyasına kıyas etmiştir. Çünkü ona göre ticaret eşyası dükkan veya
ambarda kaç yıl kalırsa kalsın satılmadıkça zekât yılı başlamaz. Bunun -zekât
memuru gelmediği için- birkaç yıl zekâtı çıkarılmayan ve gelinceye kadar her
yıl miktarı biraz eksilen hayvan sürüsüne de az bir benzerliği vardır. Çünkü
İmam Mâlik'e göre zekât memuru geldiği zaman hayvan sürüsünün miktarı ne ise o
yıllar geçmişse de zekâtını çıkarmanın vücubu zekât memurunun gelmesine bağlı
olduğu ve zekât memuru da gelmediği için son yılın hakkı sakıt olur ve geçen
yılların hesabı -ister daha az, ister daha çok olsun- son yılın mevcuduna göre
görülür. Halbuki bu kıyasa uymayan bir görüştür. Fakat İmam Mâlik bunda da
amele bakmıştır.
İmam Şafii ise, «Mal
sahibi ödeme yapar» demiştir. Çünkü ona göre zekât memurunun gelmesi vücubun
şartı değildir. îmam Mâlikin bu görüşüne göre eğer bir dönem hükümet hiç
bulunmaz veyahut eğer hükümette ada-
let
aranıyorsa -bulunur da adil olmazsa- kişinin bu müddet için veremediği zekatın
vücubu sakıt olur. İmam Mâlik'e göre alacakların zekâti şu üç duruma göre
değişir. Eğer alacak alım saümdan ileri gelmiş ise onun yalnız bir yıllık
zekâtı lâzım gelir. Eğer miras gibi ivazsız bir alacaksa, ona zekât düşmez,
ancak tahsil edildiği günden itibaren zekât yılı başlar. Üçüncü kısım alacak da
müdir'in (devamlı devir yapan tüccarın) alacaklarıdır. İmam Mâlikin bu mevzuda
söylediklerini burada özetlemek bizim için maksud değildir. [91]
Bu
mes'ele, ticaret eşyasının zekât yılı hakkındadır ki bunu ticaret eşyasının
nisabına dair bahsimizde belirtmiştik. [92]
Bu mes'ele de hayvan artışları
hakkındadır. İmam Mâlik'in bu mes'ele-deki görüşü, paranın artışları
mes'eksindeki görüşüne uymamaktadır. Zira îmam Mâlik burada, eğer malın kökü
nisab ise, artışları da köke tabi kılmaktadır. Nasıl ki îmam Ebû Hanife hem
burada, hem de paranın artışları mes'elesinde, kök nisap olduğu zaman artışları
köke tabi kılmaktadır. Şu halde îmam Ebû Hanife'nin görüşü bütün artışlarda
aynıdır. Yani kök, ister para ister hayvan olsun eğer nisap olarak üzerinden
bir zekât yılı geçmişse onun artışları da ona tabidir.
îmam Malik ise
«Paranın kârı ile hayvanların nesli, sermaye sayılabilecek ana unsura tabi
değillerdir. Fakat para ile hayvana, hariçten kanlan artışlar tabidir»
demiştir.
îmam Şafii de «Paranın
artışları -ister paranın kân olsun, ister hariçten eklenmiş olsun- ana paraya
tabi olmayıp zekât yıllan ayndır. Fakat hayvan artışlan -ister nesilleri olsun,
ister hariçten katılsın- ana hayvanların yılına tabidirler» demiştir.
İşte
üç imamın görüş hulasası bundan ibarettir. Bana öyle geliyor ki İmam Mâlik, Hz.
Ömer'e uyarak para ile hayvanlann artışlan arasında ayı-nm yapmıştır. Yoksa
kıyas ikisinde de aynıdır. Yani paranın kân ile hayvanlann nesli, nasıl maldan
elde edilen kazanç olmak vasfı bakımından aynı ise, bunlara hariçten katılan
artışlar da, bu vasfı taşımak bakımından aynı şeydir. Zira rivayete göre Hz.
Ömer zekât memurlarına hayvan yavrulannı saymalarını ve fakat zekât yerine
almamalarını emretmiştir ki bu eser yukanda da -nisab bahsinde- geçti. [93]
îmam Mâlik, «Koyun ve
keçi yavrularının zekât yılı -analar nisab olsun olmasın- analarının
(büyüklerinin) zekât yılıdır» demiştir. Bunu paranın kân hakkında da
söylemiştir. îmam Şâfıi ile îmam Ebû Hanife ise bunu, anaların nisab olduğu
zamana mahsus görmüşlerdir.
Bu
i h t i 1 â f da, paranın kân hakkındaki ihtilâflarına yol açan aynı sebebe
dayanmaktadır. [94]
îmara Mâlik «Malın
yılı tamam olmadan zekâtını çıkarmak caiz değildir». İmam Şâfıi ile imam Ebû
Hanife ise: «Caizdir» demişlerdir.
Bu
ihtilâfın sebebi de, zekât bir ibadet midir, yoksa yoksullara ödenmek üzere
zenginlerin malına koyulan bir vergi midir, diye ihtilâf etmeleridir. Zekâtı
da bir ibadet görüp onu namaza kıyas edenler, «Namazı vaktinden önce kılmak
nasıl caiz değilse, zekâtı da vaktinden önce vermek caiz değildir» demişlerdir.
Öteki görüşü (tezi) savunup zekâtı vadeli borçlara benzetenler ise, «Borçlu
vadesi gelmeden borcunu nasıl ödeyebiliyorsa, zekât sahibi de vakti gelmeden,
isterse zekâtını ödeyebilir» demişlerdir, îmam Şâfıi kendi görüşü için, Hz.
Ali'nin «Peygamber (s.a.s) Hz. Abbas'ın zekâtını, sonradan maJısubedilmek üzere
vaktinden önce aldı» [95]
mealindeki hadisi ile de ihticac etmiştir. [96]
Bu bölümün bahisleri
üç fasılda toplanmaktadır.
1-
Kendilerine zekât verilmesi gerekenler kaç sınıftır?
2- Zekât
almayı caiz kılan vasıflar nelerdir
3- Her birine ne kadar zekât vermek gerekir? [97]
Kendilerine zekât
verilmesi gerekenler,
"Zekâtlar
ancak, yoksullara, düşkünlere, zekât memurlarına, mü-ellefetü'l-kulûb'a
(kalpleri müslümanlığa ısındırılacak olanlara), kölelerin hürriyetlerine
kavuşmaları uğrunda, borçlulara, Allah yolunda ve yolda kalanlara verilir"[98]
âyet-i kerimesinde sıralanan bu sekiz sınıf kimselerdir. Ancak bu sınıflarla
ilgili olarak iki mes'elede ihtilâf etmişlerdir. [99]
Zekâtın hepsi bu
sınıflardan yalnız birine verilebilir mi, yoksa bu her sekiz sınıf ta zekâtta
ortak olup birinin diğerlerine tercihi caiz değil midir? îmam Mâlik ile îmam
Ebû Hanife, «îmam (Devlet idarecisi) gördüğü maslahata göre zekâtı bu
sınıflardan birine veya birkaçına tahsis edebilir» demişlerdir, îmam Şâfıi
ise, buna cevaz vermeyip, «Zekâtı, Cenâb-ı Allah tarafından sıralanan bu
sınıflar arasında bölmek lâzımdır» demiştir.
Bu ihtilâfın sebebi,
âyet-i kerimenin lafzı ile zekât müessesesinin hikmeti arasında bulunan
çelişmedir. Zira âyeti kerimenin lafzı, zekâtın bu sekiz sınıf arasında eşit
olarak bölünmesini gerektirmektedir. Zekâttan maksat muhtaçların ihtiyacını
gidermek olduğuna göre ise, bu sınıflardan hangisi daha çok muhtaçsa zekâtın o
sınıfa tahsisi lâzım gelir. Bunu diyenlere göre âyet-i kerimenin mânâsı:
«Zekât, bu sınıflardan başka kimseye verilmez» demek olup «bu sınıflar zekâtta ortaktırlar»
demek değildir. Şu halde birinci mânâ lafız yönünden daha zahir ise de, zekâtın
hikmeti yönünden ikinci mânâ daha zahirdir. İmam Şafii'nin kendi görüşüne
getirdiği delillerden biri, Ebû Davud'un Saddâi'den «Bir adam Peygamber
(s.a.s)'den zekât istedi. Peygamber (s.a.s) kendisine,
«Cenâb-ı
Allah zekâtlarda ne bir peygamberin ne de herhangi bir kimsenin hükmüne razı
olmamıştır ki kendisi hüküm koyup onu sekiz parçaya ayırmıştır. Eğer sen o
parçalardan biri (ne müstehak) isen senin hakkını vereyim» buyurdu» [100]
diye rivayet ettiği hadistir. [101]
Müellefetü'l-Kulûb'un
(kalpleri islâm'a ısındırılacaklar) hakkı bu güne kadar bakî midir yoksa artık
müellefetül-kulûb diye bir sınıf yok mudur? îmam Mâlik: «Bugün artık
müellefetü'l-kulûb yoktur» demiştir. İmam Şafii ile îmam Ebû Hanife ise:
«Müellefetü'l-Kulûb'un hakkı bu gün de vardır, devlet idarecisi birinin kalbini
müslümanlığa ısındırmak için ona zekât vermekte maslahat görürse ona zekât
verebilir» demişlerdir.
Bu
ihtilâfın sebebi de, Müellefetü'l-Kulûb'a zekât vermek Peygamber (s.a.s)
Efendimiz'e has bir hüküm müdür, yoksa herkes bu hükmü yürütebilir mi -ki en
zahir olan da budur- ve şayet Peygamber (s.a.s) Efendimiz'e has bir hüküm
değilse, devlet idarecisi bu hükmü her zaman yürütebilir mi, yoksa ancak
müslümanlann zayıf olduğu sıralara mı mahsustur, diye ihtilâf etmeleridir.
Bunun içindir ki îmam Mâlik: «Bugün artık müellefetü'l-kulûb'a ihtiyaç
kalmamıştır. Çünkü müslümanlar kuvvetlidir» demiştir ki bunda da kamu yararına
bakmıştır. [102]
Cenâb-ı Hak yukarıda
geçen âyet-i kerimede "Zekât ancak yoksullara, düşkünlere...verilir"
buyurduğu için, «Zekât almayı caiz kılan ve bir kimsede bulunmadıkları zaman o
kimsenin zekât alması caiz olmayan vasıflardan biri, zenginliğin zıddı olan
yoksulluktur» denilmiştir. Fakat "zenginlerden de zekât alabilen yok mu?
Varsa kimlerdir? Zekât almayı haram kılan zenginliğin ölçüsü nedir?" diye
ihtilâf etmişlerdir.
Cumhur, Peygamber'in
belirttiği -Allah yolunda savaşan, yolda kalan, zekât memuru bulunan borcu olan
ve yoksul bir komşusu olup da ona zekât veren ve o komşu tarafından o zekâttan
kendisine hediye verilen kimseler olmak üzere- beş sınıf zenginden başka
hiçbir zengin zekât alamaz» [103]
demiştir,
Ibn Kasım'dan «Allah
yolunda savaşsa veyahut zekât memuru bile olsa,
zengine zekât
verilemez» diye söylediği rivayet olunmuştur. Zekât memuruna, zengin de olsa
zekât vermeyi caiz görenler, -kadılar gibi- müslümanlann kamu hizmetini gören
devletin diğer memurlarına da zekât vermeyi caiz görmüşlerdir. Zengin olan
zekât memuruna zekât vermeyi caiz görmeyenlere göre ise, hiçbir zengine zekât
vermenin caiz olmaması lâzım gelmektedir.
Bu ihtilâfın sebebi,
âyet-i kerimede sıralanan sekiz sınıfa zekât vermek, bunların sadece yoksul ve
yardıma muhtaç oldukları için mi, yoksa bunlar içinde müslümanlara menfaati
dokunanlar bulunduğu için de mi va-cibtir, diye ihtilâf etmeleridir. Birinci
tezi savunanlar hiçbir zengine zekât vermeyi caiz görmemişlerdir. İkinci görüşü
savunanlar ise, «Diğer sınıflara . muhtaç oldukları için -zekât memuruna da-
müslümanlara hizmet ettiği için-
Zekât almayı haram
kılan zenginliğin ölçüsüne gelince: İmam Şafii, «Kendisine zengin denebilen bir
kimse zekât alamaz» demiştir. İmam Ebû Hanife ise «Zekât almaya mâni olan
zenginliğin ölçüsü, zekâtın nisabına malik olmaktır. Zira Peygamber (s.a.s)
Efendimiz Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken ona,
«Onlara bildir ki
Allah, kendilerine mallarında zekât farz kılmıştır. Bu zekât zenginlerinden
alınıp yoksullarına verilir» buyurmuştur [104]Bu
hadiste, zekât nisabına sahip olanlara zengin denilmiştir. Şu halde bu nisaba
sahip olmayanlar da yoksuldurlar» demiştir. îmam Mâlik de «Zenginlik ve yoksulluk
için muayyen bir sınır yoktur. Bunlar içtihada bağlı şeylerdir» demiştır.
Bu ihtilâfın sebebi,
zekât almaya mani olan zenginlik vasfı sert bir vasıf mıdır, yoksa lügavî midir
diye ihtilâf etmeleridir. Sert vasıftır diyenler, «Zenginlik zekât nisabına
sahib olmaktır» demişlerdir.
Lügavîdir diyenler ise
«Halk dilinde zenginlik denilen vasıftır» demişlerdir. Bunlar da iki kasma
aynim aktadırlar. Kimisi "Zenginlik -nerede, kimde ve hangi zamanda
olursa olsun- halk dilinde ondan aşağı olan hale yoksulluk denilen varlık
halidir» diyerek zenginlikle yoksulluk arasına bir sınır koymuştur. Kimisi de
«Zenginlik için belli bir sınır yoktur. Zenginlik vasfı durum, ihtiyaç, şahıs,
yer ve zamana göre değişir» diyerek onu içtihada bırakmıştır.
Ebû Dâvûd bir hadiste,
Peygamber (s.a.s) Efendimiz'in zekât almaya mani olan zenginliği, «elli dirhem
gümüşe sahip olmaktır» diye tarif ettiğini rivayet etmektedir .[105]Bir
başka hadiste de, «bir okye'ye, yani kırk dirheme sahip olmaktır» [106]
diye tarif edilmiştir. Zannedersem bazıları da zenginliği bu hadislere göre
tarif etmişlerdir.
Âyet-i kerimede
"yoksul ve düşkün" karşılığındaki "fakir" ve
"miskin" kelimelerinin tarifi ile bu iki kelime arasındaki mânâ farkı
hususunda da ihtilâf etmişlerdir.
Kimisi «Fakir,
miskinden biraz daha iyi halli kimse demektir» demiştir, îmam Mâlik'in
tabilerinden Bağdatlılar bu görüştedir.
Kimisi de bunun
tersini söylemiştir. îmam Ebû Hanife ile tabileri ve -bir kavlinde de- imam
Şafii bu görüştedir. îmam Şafii'nin diğer kavli de, bu iki kelimenin eş anlamlı
olup bir mânâya geldiği yolundadır. Bunu da İbnü'l-Kasım kendisinden rivayet
etmiştir: Bu inceleme -eğer şeriatte bu iki kelime arasında bir fark yoksa-
lügavî bir incelemedir. Halbuki lügat araştırılırken, bu iki kelimenin bir
mânâya geldiği, yani ikisinin de, maddi sıkıntısı hem çok hem az olan
kimselerin ikisine de denildiği ve birinin birine, diğerinin de diğerine hass
olmadığı kanaati hasıl olur.
Âyet-i kerimedeki
"Boyunduruktan kurtarılacaklar"
kelimesi üzerinde de durulmuştur. îmam Mâlik: «Bu kelimeden murat, -velâlan
(bedelleri) beytü'l-mal'a ait olmak üzere- hükümet tarafından zekât malı ile
satın alınıp azatlanacak kölelerdir» demiştir.
îmam Şafii ile îmam
Ebû Hanife ise, «Efendileri ile, azatlanmak için muayyen bir miktar para
karşılığında anlaşma yapan, yani efendileri tarafından kendilerine: Bana şu
kadar para ödersen, azadsın diye söylenen kölelerdir- ki bunlara mükâteb
denilmektedir-» demişlerdir.
Yolda kalan diye
tercüme ettiğimiz «Îbnü's-Sebü» de onlara göre -Hac, Umre, Cihad, Sıla ve İlim
tahsili gibi- hayır bir iş için yolculuğa çıkıp da herhangi bir yerde yolluğu
biten veya çalınan ve bu yüzden yolda kalan kimse demektir. Ulemadan kimisi
buna zekât verilebilmesi için, zekât verebilme imkânı olan bir yerde kalmış
olmasını şart koşmuştur. Allah yolunda savaşanlar diye tercüme ettiğimiz
hakkında da İmam Mâlik, «Bundan murad, savaşa
katılan ve nöbet tutan kimselerdir» demiştir ki imam Ebû Hanife de bu görüştedir.
Bazıları
da «Hac ve umre yapanlardır» demişlerdir. İmam Şafii ise «Zekâtın vacib olduğu
beldenin sınırında savaş yapanlardır» demiştir. Bu şartı gerek burada, gerek
Îbnü's-Sebil'de koşanlar -bir zaruret olmadıkça zekâtın bir beldeden diğer bir
beldeye naklinin cevazını benimsemedikleri için- koşmuşlardır. [107]
Her bir sınıfa
zekâttan ne kadar verilir, konusuna gelince: Tabiidir ki borcu olan kimse, eğer
israf ve çapkınlık yapmamış, sadece hayırlı bir iş için veya zarurî bir ihtiyaç
yüzünden borç altına girmiş ise, borcu ne kadar ise ona zekâttan o kadar
verilir.
Yolda kalana da,
kendisini gideceği yere kadar idare edecek miktarda verilir.
Ibnü's-Sebil'i, savaşa
gitmek üzere yola çıkan kimse mânâsında anlayanlar da herhalde «Onu, savaş
yapmak istediği yere kadar götürecek miktarda verilir» derler.
Yoksullara gelince,
bunlardan bir kişiye ne kadar verileceği mevzuunda ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâlik, buna belli
bir miktar tayin etmeyip içtihada bırakmıştır, ki İmam Şâfli de bu görüştedir.
İmam Mâlik «Ona verilen miktar, zekât nisabını bulsa da caizdir» demiştir.
imam Ebû Hanife ise,
bir kişiye zekât nisabını aşan miktarda zekât vermeyi mekruh görmüştür. Süfyan
Sevrî de "Bir kişiye elli dirhemden fazla ver rilemez", demiştir.
Leys b. Sa'd da "Eğer kalabalık nüfuslu bir kimse ise ve zekât da çoksa,
kendisine bir hizmetçi alabilecek kadar verilir", demiştir. Öyle
anlaşılıyor ki bunların hepsi, bir kişiye, onu zekât alamayacak duruma getiren
miktarda zekât vermenin uygun olmadığı görüşünde müttefiktirler. Zira zekât
almakla zenginliğin ilk sınırına varan kimseye ondan fazlasını almak haramdır.
Fakat bu ilk smır hakkında ihtilâf ettikleri için ona verilebilecek miktarda
ihtilâf etmişlerdir. Şu halde bu ihtilâf da -yukarıda geçen- zekât almayı haram
kılan zenginliğin ölçüsü hakkındaki ihtilâflanna dayanmaktadır.
Zekât memurunun
gördüğü işin ağırlığı oranında zekâttan hisse alabildiğinde ise, fukaha
arasında herhangi bir ihtilâf yoktur.
Zekât
bahsinde anlatmak istediğimiz mes'eleler işte bunlardır. Eğer ileride bizim
maksadımıza uygun bir şeyler daha hatırlarsak -Allah dilerse- on-lan da
ekleyeceğiz. [108]
[1] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/83.
[2] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/85.
[3] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/85.
[4] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/85-86.
[5] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/86.
[6] Buhârî, Zekât, 24, no: 1395.
[7] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/87-88.
[8] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/88.
[9] EbÛ Hanife de bu görüştedir.
[10] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/88.
[11] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/89.
[12] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/90.
[13] Ebû Hanife bu görüştedir.
[14] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/90.
[15] Hanefi mezhebine göre, kalan malın hissesinde zekât
ödenir.
[16] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/91.
[17] Ebû Hanife bu görüştedir.
[18] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/92.
[19] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/93.
[20] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/95.
[21] İbn Ebî Şeybe, 3/155; Şafii, Müsned, 1/228, no: 629.
[22] Ebû Dâvûd, Zekât. 9, no: 1563.
[23] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/95-96.
[24] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/96.
[25] Buhârî, Zekât,
24/45, no: 1463.
[26] Buhârî, Mûsâkât, 42/12, no: 2371
[27] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/96-97.
[28] . Ebû Hanife de bu görüştedir.
[29] Ebû Dâvûd,
Zekât, 9/4, no: 1568.
[30] Buhârî, Zekât, 24/38, no: 1454. .
[31] Buhârî, Zekât, 24/22, no: 1.447.
[32] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/97-98.
[33] Tirmizî, Zekât, 5, no: 625.
[34] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/98-99.
[35] Buhârî, Zekât,
24/55, no: 1483; Ebû Dâvûd, Zekât, 3/11, no: 1596.
[36] En'am, 6/142.
[37] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/99-100.
[38] Ebû Dâvûd, Zekât. 3, no: 1562.
[39] Hâkim, 1/388.
[40] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/100.
[41] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/103.
[42] Buhârî, Zekât, 24/22, no: 1447.
[43] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/103-104.
[44] Diyânci îşleri Başkanlığı'nagörc örfi olarak 641,4
gr., şcrl olarak 561..2 gr.; Yusuf el-Kardavî ve pek çok çağdaş bilgine göre
595 gr,; Yunus Vehbi Yavuz'a göre 6^0 gr.'dir.
[45] Diyanet îşleri
Baskanlığı'na göre, Örfî (beldelere göre değişik) olarak 96..21 gr., şeri
(asr-ı saadette) 80.18
gr.; Yusuf cl-Kardavî ve pek çok çağdaş araştırmacıya göre 85 gr.;
Yunus Vehbi Yavuz'a
göre 96 gr.'dir.
[46] Abdürrczzak, 4/33, no: 6879.
[47] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/104-105.
[48] Abdürrezzak, 4/33-34, no: 6879; Ebû Dâvûd, Zekât, 3,
no: 1573.
[49] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/105-106.
[50] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/106-107.
[51] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/107-108.
[52] Ebû Ubcyd, Emval, s. 420-421; BuhÛrî, Mtlsâkât, 42/3,
no: 2255.
[53] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/108.
[54] EbûDâvÛd,zekat,3/4, no: 1568.
[55] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/108-109.
[56] Ebû Dâvûd, Zekât, 3/4, no: 1568.
[57] Ebû Dâvûd,
Merâsîl, s. 14-15; Ibn Hazm, Muhatta, 6/34.
[58] Ebû Dâvûd, Zekât, 3/4, no: 1570.
[59] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/109-111.
[60] Buhârî, Zekât,
24/38, no: 1454; Ebû Dâvûd, Zekât, 3/4, no: 1567.
[61] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/111.
[62] Ebû Dâvûd, Zekât, 3/4, no: 1579-1580.
[63] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/111-112.
[64] Mâlik, Zekât, 17/12, no: 24.
[65] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/112-113.
[66] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/113-114.
[67] Buhârî, Zekât, 24/38, no: 1454; Ebû Dâvûd, Zekât t
3/4, no: 1567.
[68] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/114-116.
[69] Tirmizî, 2/75.
[70] Buhârî, Zekât,
24/22, na: 1447.
[71] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/116-118.
[72] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/118.
[73] Ahmed, 2/24; Tahâvî, Şerhu Meâni'l-Âsâr, 2/38; Ebû
Dâvûd, Buyu', 3410, (3/697)
[74] Mâlik, Müsâkât, 33/1, no: 1-2; Ebû Ubeyd, s. 582.
[75] Ebû Dâvûd, Zekât, 3/15, no: 1506.
[76] Ebû Dâvûd, Zekât, 3/13, no: 1603.
[77] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/118-120.
[78] Dârakutnî, 2/134-5, no: 27; Taberânî, Heysemî,
Mecmaü'z-Zevâid, 3/76.
[79] Ebû Ubeyd, a.g.e., s. 585; Ebû Dâvûd, Zekât, 3/14, no:
165.
[80] îbn Ebî Şeybe, 3/195. Ayrıca bkz. Ebû Ubeyd, a.g.e.,
s. 587.
[81] En'am,2/142.
[82] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/120-122.
[83] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/122-123.
[84] Tirmizî, Zekât, 6/5, No: 626.
[85] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/125.
[86] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/126.
[87] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/126.
[88] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/127-128.
[89] Haneli mezhebine göre, senet ve şahidi bulunan
kuvvetli alacaklara geçmiş yıllar için de zekât farz olur, ancak ödeme tahsil edilinceye kadar
geciktirilebilir.
[90] Hanefi mezhebi bu görüşü zayıf alacaklılar için
benimser.
[91] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/128-129.
[92] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/129.
[93] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/129.
[94] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/130.
[95] Ebû Ubeyd, a.g.e., s. 703; Ebû Dâvûd, Zekât, 321, No:
1624.
[96] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/130.
[97] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/
[98] Tevbe,9/60.
[99] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/131.
[100] Ebû DâvÛd, Zekât, 3, no: 1630.
[101] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/131-132.
[102] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/132.
[103] Ebû Dâvûd, Zekât, 3/24, no: 1636.
[104] Buhârî,ZeJfcâ/,25,no: 1395.
[105] Ebû Dâvûd, Zekât, 3/23, no: 1626.
[106] Ebû Dâvûd, Zekât, 3/23, no: 1628.
[107] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/133-135.
[108] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid
ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 2/135-136.