Fıkhın Tarifi,
Kaynaklan ve Bazı Istılahları
Fıkhın İslâm
Akidesiyle İrtibatı
İslâm Fıkhı
Kolaylığı ve Sıkıntıyı Kaldırmayı Hedefler
İslâm'ın Kolay Bir Din Olduğuna Dair Deliller
İslâm'ın Kolay Bir Din Olduğuna Dair Misaller
Bazı Fıkhı Istılahların
Tarifi
İslâm dünyasının son
iki asırdır, Batılılaşma/Modernleşme şeklinde nitelenen bir çerçeve içerisinde
gerek amme hukuku, gerek -ahval-i şahsiyye de
denilen- aile hukuku, gerekse ceza hukuku itibariyle Batılı normları esas
almaya başlamasıyla yeni bir süreç içerisine girmiş olduğu bilinmektedir.
Nitekim ülkemizde Tanzimat ve Islahat hareketleriyle başlatılan İslâm Fıkhı'nı
tarihe gömme faaliyetlerinin, Osmanlı'nın yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti'nin
kurulmasıyla birlikte kazandığı ivmenin ve Cumhuriyet rejimi kadrolarının
laiklik adı altında bu hukuku tasfiye çabalarının sözü edilen bu sürecin bir
parçası olduğu muhakkaktır.
Bu sürecin, İslâm
dünyasının her tarafında icra-yı faaliyet gösteren
tahakküm isteklerine sahne olması ve Şeriat ile idare edildikleri söylenen bazı
ülkeler dışarıda tutulmak istense de gerçekte hemen hemen
hiçbir istisnasının olmaması, İslâm dünyasının içinde bulunduğu korkunç durumun
mühim bir göstergesi olarak telakki edilmelidir. İslâm dünyasının XVII. yüzyılın
ortalarından itibaren Osmanlı imparatorluğunun şahsında ardı-arkası kesilmeyen
siyasî mağlubiyetlere duçar olup siyasî iktidarsızlığın ardından
gelen dağılma ve
çözülmelerle acz içerisine düşmesi, hiç kuşkusuz, her
halükârda bir devlete ihtiyaç duyan İslâm hukuku'nun önemli ölçüde hayat'tan
çekilmesi anlamına geliyordu. Bu yüzden
İslâm âlimlerinin özellikle
bu yüzyılda Ümmet'i bir devlet
kurulması' yönünde uyarmaya başlamaları ve eserlerinde âdeta devletsiz bir
İslâm'ın olamayacağı konusunda sürekli
müslüman ' halkları bilinçlendirmeye
çalışmaları bu açıdan pek anlamlıdır.
Ne var ki İslâm
dünyasının her tarafında bir bir boy atan ulus-devlet1
lerin ve bu
devletlerin ihanet ve
dalâlet içerisindeki kadrolarının Batılılaşma yönündeki
aldatıcı cazibenin de. tesiriyle halklarını geçmişlerinden, dinlerinden, dillerinden, hatta -dillerinden
düşürmedikleri milliyetçi-muhafazakâr
sloganlara rağmen- örf ve
adetlerinden ayırmaları,
ayırmaya çalışmaları ve ulema'nın da taleplerinden yüzçevirmeleri
sonucunda İslâm hukuku büyük ölçüde meriyetten kalkmış ve tüm canlılığı da
zayıflamış oldu. Müslüman halklar fıkhî meselelerini
münferiden çevrelerindeki âlimlerden öğrenmeye Çalıştılarsa da bu bir fıkıh
sisteminin canlılığının devamı bakımından yeterli olmadı/olamazdı da. Nitekim
medreselerde öğretilen fıkıh, yaşanan hayatın fıkhı, yani bugünün fıkhı olarak
değil, önceki mezhep ictihadlarının bir talimi olmak
itibariyle tedris edildi.
Asırlardır insanların
adalet içerisinde birbirleriyle münasebetlerini düzenleyen İslâm fıkhının
yerine ikame edilen Batı hukukunun, bu insanların ihtiyaçlarını
karşılayamaması, bir başka deyişle elbisenin bedene, dar gelmesi, sonuçta İslâm
dünyasındaki İslâm'a dönüş hareketlerinin yeniden hız kazanması ve ümmetin
vicdanını temsil eden ulema'nın İslâm'ın evrensel değerlerini ve bu değerlerin
meydana çıkardığı hukuku asrın idrakine sunmak yolundaki gayretlerini ortaya
koymaları sonucunu doğurdu.
Artık yazılan eserler
geçmişte olduğu gibi ilim ehline ve ilim ehlinin öğrenilmesi bir hayli ihtisas
isteyen diliyle değil, aksine açık, anlaşılır, sade ve kapsayıcı bir şekilde,
dolayısıyla halka hitab eder bir tarzda yazılmaya
başlandı ve bu hususta da oldukça başarı gösterildi. Üstelik İslâm âlimleri
sadece kendi mezhepleriyle ilgili olarak değil, İslâm dünyasının hak
mezheplerinin görüşlerini de derleyen, en azından dikkate alan eserler vücuda
getirdiler. Batı hukuku, dolayısıyla beşerî hukuk karşısında İslâm'ın ilâhî,
evrensel ve üstün hukukunu gözler önüne sermeye çalışan bu kıymetli
çalışmalar, bir bakıma her mezhebin kendi fıkhı üzerinde de mesai harcanmasını
gerekli kılıyordu ve bu nedenle de Şafii, Hanefî, Mâliki ve Hanbelî
mezhepleriyle ilgili hem usûl'e, hem de furûat'a dair
birçok eser yazılmış oldu.
İşte elinizdeki eser
-Şafii mezhebinin görüşlerini ve fıkhını ortaya koymak itibariyle- kıymetli üç
Şafii âlimi tarafından kaleme alınarak hazırlanmıştır. Dili gayet açık ve sade
olup, ele aldığı konular ise çok geniş bir sahayı ihata etmektedir.
Türkiye'nin her
bölgesinde ama daha çok Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşamakta olan müslümanlarm hemen hemen tamamının
Şafii mezhebinden olduğu ve fakat buna rağmen küçük ebatlarda ve temel
ihtiyaçlar gözönüne alınarak yazılmış bulunan birkaç
ilmi-haJ dışında Şafii mezhebine dair mufassal ve
ilmî mahiyette Türkçe başvuru kaynağı bulunmadığı düşünülecek olursa,
elinizdeki eserin ne denli büyük bir ihtiyacı karşılayacağı takdir edilecektir.
Bu kıymetli eserin
dilinin kolay, ele aldığı konuların geniş, usAûbunun
ise ilmî olması yanında, Türkçe'de tek olması onun kıymetini artırmaktadır.
Eserin dili kolaydır;
zira eserin aslında ibareler sade bir dille yazılmış ve herkesin anlayabileceği
şekilde hem ıstılahlar, hem de meseleler izah edilmiştir. Yine Feraiz ilmi'nin ne denli karmaşık ve zor bahisler ihtiva
ettiği erbabınca bilinmektedir. Ancak bu eserin Feraiz
ümi'ne taalluk eden meselelerinde tablolar ve
cetveller kullanılmak suretiyle, bahislerin kolayca anlaşılması sağlanarak,
oldukça detay ve rakam içeren hususların izlenmesi böylece kolaylaştırılmıştır.
Tercüme'de de dilin, eserin aslına uygun bir şekilde sade ve anlaşılır olmasına
gayret gösterilmiş ve fakat ıstılahlar bozulmayarak izahların fuzulî hale
gelmesine mâni olunmuştur.
Eserin ele aldığı
konular geniştir; zira günümüze mahsus meseleler de dahil olmak üzere İslâm
fıkhının bütün bahisleri eser içerisinde tek tek ele
alınmış ve gerekli detayların hepsi verilmiştir. (Eserin aslı ilk baskılarında
sekiz cilt olarak neşredilmiş ve fakat son baskısında üç kalın cilt olarak
yayınlanmıştır. Biz ise normal kalınlıklarda ve dört cilt olarak yayınlamış
bulunuyoruz.)
Eserin üslûbu ilmîdir; zira eser, Şafii mezhebinin otorite haline gelmiş bütün
klasik kaynaklarına bağlı olarak hazırlandığı gibi, ayrıca hem bu kaynakların,
hem de metinde geçen tüm ayet ve hadîslerin mehazları da tek tek gösterilmiştir. Eser okunduğunda da görüleceği gibi,
her mesele üzerinde sadece Şafii mezhebinin
görüşleri verilmekle yetinilmemiş,
verilen görüşlerin delilleri
ve mehazları da
açıkça belirtilmiştir.
Böylece okuyucu eserde,
meseleler hakkında Şafii mezhebinin sadece görüşünü değil,
görüşlerinin delillerini, delillerinin de mehazlarını görmek imkânını
bulacaktır.
Eserde Kur'an-ı Kerim'den getirilen delillerin sûre isimleri ve
ayet numaraları, mesalâ (Bakara/15)
şeklinde verilmiş ve
içeriden blok yapılmak suretiyle
metin içerisinde kolayca görülmesi sağlanmıştır.
Hadîslere gelince, her
hadîsin (ve duaların) başına Arapçaları konulmuş, mehazları ise aslında olduğu
gibi metinde değil, dipnotta verilmiştir. Okuyuculardan mehazları kontrol
etmek isteyenlerin, mezkur hadîs kitaplarının tahkikli baskılarına başvurmaları
ve Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i gibi cilt ve sayfa numaralan verilenleri hariç,
kitapların ya cilt ve hadîs numaralarına ya da sadece hadîs numaralarına müracaat etmeleri
gerekmektedir. Buharî'nin Sah/M ile ilgili olarak da
sadece hadîs numaralarının verildiği unutulmamalıdır. Çünkü bu eserin
müelliflerinden Mustafa Deyb'ul-Buğa'nın
kendi tahkikli neşri olan baskı kullanılmıştır. (Bu baskıda Sahihin kitablan, babları ve hadîsleri
tek tek numaralandırılmıştır.)
Eserin tercümesinde
hadîslerin ravileri gerektiği yerlerde metinde, gerektiği
yerlerde de dipnotlarda verilmiş ve muhaddislerin
hadîs ile ilgili değerlendirmeleri eserin aslına uygun olarak dipnotlarda
belirtilmiştir.
Her cilt için mufassal
bir İçindekiler tablosuyla birlikte ayrıca geniş bir şahıs, yer, konu ve kavram
indeksi her cildin sonuna eklenmiş ve böylece okuyucunun İçindekiler
tablosundan hareketle bulamayacağı şahıs ve kavramları geniş ve alfabetik bir
indeks tablosunda bulabilmesi amaçlanmıştır.
Eserin sadece Şafii
mezhebinden olanlar için değil, diğer mezhep mensupları için de kıymetli bir
başvuru kaynağı olarak kullanılabileceği unutulmamalıdır. Nitekim eserde zaman zaman diğer mezheplerin görüşlerine de yer verilmiş ve
gerektiği takdirde bazı fikirlerin değerlendirmesi de yapılmıştır.
Netice itibariyle
böyle bir eseri, hem ilim adamlarımızın, hem de halkımızın istifadesine
sunmaktan dolayı Arslan Yayınlan olarak bahtiyarız.
Eserin neşrinde her türlü titizliği göstermemize rağmen bazı hatalarımız elbette
olabilir. Bu türden hatalara muttali olan okuyucularımızın bizleri uyarmalarını
istirham ederiz.
islâm fıkhının ortaya
konulması konusunda her
türlü gayreti gösteren
âlimlerimize minnettarlığımızı belirtir, İslâm fıkhının öğrenilmesi ve
tatbikatı konusunda hassasiyet gösteren tüm müslümanlara
Allah'ın rıza ve yardımını dileriz.
Gayret bizden, Tevfîk Allah'tan![1]
Âlemlerin rabbi olan
ve 'Her fırkadan bir taife toplansa da dinde fıkıh tahsil etseler ve
(kavimlerine) döndükleri zaman onları uyarsalar, ola ki sakınırlar' (Tevbe/122) buyuran Allah'a hamd u
senalar olsun. 'Allah hangi kuluna hayrı murad
ederse, onu dinde fakih kılar' buyuran Rasûl-ü Ekrem efendimiz Hz.
Muhammed'e ve bu dini yaymak için onun tüm delillerini ve apaçık burhanlarını
canlan pahasına olsa dahi elde etmeye gayret gösteren âline ve ashabına salât u selâm olsun!
Kesinlikle
bilinmelidir ki insanoğlunun en güzel, en hayırlı meşguliyeti Ahkâm'öan helâlleri ve haramları, amellerden doğru olanı ve
olmayanı, fasid olanı ve olmayanı bilip tanımasıdır.
Bunu tesbit etmek de Fıkıh İlmi'nin sahasına
girmektedir. Bu bakımdan Fıkıh İlmi'ni elde etmeye çalışmanın her anı ibadetle
meşgul olmak demektir. Bu esastan hareketle binlerce Fıkıh kitabı yazan selef
ve halef âlimlerini saygıyla ve hayırla yâdetmek her müslümanın üzerine düşen bir vecibedir. Çünkü onların
yazdıkları bu eserler, dünyada bir yer kapmak, mal ve mevki elde etmek için
değildi. Onlar dinde doldurulması gereken bir boşluğu doldurmaya
çalışıyorlardı, yerine getirilmesi zaruri ve zorunlu olanı yapmaya gayret sarfediyorlardı. Meselenin zahirine yüzeysel olarak bakıp
da gerekli olmadığını zannettiğin hususları tekrar ve fakat derin bir bakışla,
ince bir sezişle yeniden ele aldığında bu faaliyetlerin ne kadar mühim ve
yerinde olduğu sonucuna ulaşmakta zorlanmazsın. Cildler
halinde telif edilen nice eserler vardır ki kaba bir mülâhazayla ele
alındığında gereksizmiş gibi görünür. Ancak İslâm dininin cihanşümul
karakterini gözönünde bulunduracak olursan, bu sefer
verdiğin hükmün değişeceğini görürsün. Bazen uzun yazmaya ihtiyaç olduğu gibi,
bazen de kısa yazmaya ihtiyaç olduğu erbab-ı ilm'in meçhulü değildir. Nitekim kimi müellifler sadece ana
meseleleri uzun yazılmış kaynaklardan
aktarmalar yapar ve temel kaidelerden çıkarılan fer'î meselelere kitabında yer
vermez; kimi müellifler de aksini yaparak telif ettiği eserde fer'î meselelere
yer vermeye özen gösterir.
Uzun yıllardan beridir
ana kaynaklardan hareketle Şafii mezhebinin fıkhını delillerine dayandırmak
suretiyle yazmak azmindeydim. Fakat her teşebbüsümde bir mâni çıkarak bu
niyetimi gerçekleştirmemi engelledi. Nitekim 'Herşeyin
bir manii ve fakat ilmin birçok mânileri vardır' denilmiştir. Bu arada Şam'da
üç âlim tarafından sekiz cüz olarak telif .ve tasnif edilmiş bulunan cI-Fikh'uî-Menhecî
aîâ Mezheb'İl-İmam el-Şafii
adlı bir eser elime geçti. Dikkatimi çeken bu eseri alıp okuduğumda, eserin
benim yazmayı arzu ettiğim ve hatta bir kısmını yazdığım eserin maksat ve
muhtevasıyla önemli derecede uygunluk arzettiğini
müşahede ettim. Bunun üzerine birtakım istişare ve istiharelerden sonra bu
eseri tercüme edip yayınlamaya karar verdim.
Sözkonusu eserin müellifleri sayın Dr. Mustafa el-Hîn, sayın
Dr. Mustafa Deybu'1-Buğa ve sayın ilim adamı Ali el-Şürbecî'ye en derin saygılarımı ve sevgilerimi takdimle
birlikte kendilerinden terceme-i hallerini ısrarla
istememe rağmen, bir türlü elime geçmediği için
sadece isimlerini vermekle iktifa edebildim. Şayet terceme-i
halleri elime geçerse diğer baskılarda bu eksikliği gidereceğim inşaallah.
Elinizdeki kitap
-gerek tertib bakımından, gerekse kolay ve anlaşılır
. üslûbu bakımından- sahasında yazılmış birçok esere nisbeten
fevkalade bir faikiyet göstermektedir. Nitekim bu
eserde meselelere kolayca vakıf olunabilmesi için ibarelerin anlaşılır ve sade
olmasına özen gösterilmiş ve çetrefilli birçok mesele bu tarzla kolay anlaşılır
kılınmaya çalışılmıştır, Oysa klasik eserlerin çoğunda âdeta meselelerin kolay
anlaşılmaması isteniyormuşcasına ibareler umumiyetle
muğlak ve mübhem bir tarzda yazılmıştır. Oysa bu
muğlak ve mübhem ibarelerin çözülmesi için bir hayli
gayret ve zaman sarfedilmesi gerektiğini bu sahanın
mütehassısları gayet iyi bilirler. Gerçekten de bu klasik eserlerin
ibarelerinin tahlilleri ve terkiblerinin anlaşılır
hale getirilmesi hayli vakit alan işlerdendir. İşte elinizdeki kitap sayesinde
bu türden zorlukların çoğu halledilmiş bulunuyor.
Elinizdeki eserin
esasını teşkil eden hadîs-i şerifler hakkındaki kapalı bir hususun izah
edilmesi gerekir. Mesela eserde 'Filan hükmün esasını teşkil eden hadîs Buharı
ve Müslim tarafından; onlar da filan kişiden, o da falan şahıstan, o da Hz. Peygamber'den rivayet etmiştir' şeklinde ifadeler geçmektedir. Bu tür ifadeleri okuyan bir kimse pekâlâ
'Demek ki İmam Şafii bu hadîsi Buharı ve Müslim'den rivayet etmiş' zehabına
kapılabilir. Oysa İmam Şafii
Hicretin 150. yılında doğmuş ve yine Hicretin 204. yılında
vefat etmiştir. İmam Buharî ile İmam Müslim ise -ve
adı geçen muhaddislerin çoğu-
İmam Şafii'den sonra
dünyaya gelmişlerdir. Esasında onların çoğu bu hadîsleri İmam Şafii'den
rivayet etmişlerdir. Hatta İmam Mâlik ve onun çağdaşlarından bazılarını istisna
edecek olursak, diğerlerinin çoğu aynı zamanda Şafii mezhebindendirler. (İmam Buharî'nİn Şafii mezhebinden olup olmadığında ihtilaf
vardır). Fakat İmam Şafii'nin dayandığı hadîsleri Buharî
ile Müslim'den almadığı muhakkaktır.
Önsöz
'Kureyş'in
âlimi yeryüzünü İlimle dolduracaktır'
hadîsine mazhar olan
İmam Şafii'nin kendi döneminde payesine yetişmiş kimsenin olmadığında şek ve şüphe yoktur.
İmam Şafii Hicaz'ın ilmini elde ettikten sonra
Medine'ye hocası İmam
Mâlik'e kendisinden Medine'nin ictihadlarıni
almak için gitmiş, Medine ekolünün görüşlerini öğrendikten sonra da Irak'a
gidip İmam Muhammed eş-Şeybanî'den Küfe ekolünün
ilmini almıştır. İkinci kez Irak'a gittiğinde ise Irak'ın genç muhaddisi Ahmed b. Hanbel'e misafir olmuş, hem ondan ilim almış hem de ona
ilim öğretmiştir. Böylece Mısır dışında İslâm âleminin ilmî istinbatlarının
tümüne vakıf olmuştu. Eksiklerini tamamlamak için daha sonra Mısır'a giderek
oradaki ilim erbabıyla görüşmüş, kendileriyle ilim alışverişinde bulunmuş ve
sonunda ictihadları mutlak menziline terakki etmişti.
Mısır'da bulunan
âlimlerin çoğu eski mezheblerini bırakarak İmam
Şafii'nin peşinden gitmişler ve hatta hocası İmam Mâlik'in ictihadları
Mısır'da ve Afrika'nın birçok merkezinde neredeyse tamamen silinip
gitmişti. Çünkü Mâliki
mezhebinin birçok âlimi
Şafii mezhebine geçmişlerdi.
İşte elinizde
tuttuğunuz eser, bu büyük imamın ictihadlarının
delillerini, mezhebinin esaslarım çok güzel bir tarzda siz okuyuculara sunmaktadır.
Âlemlerin rabbi Allah'a hamd u sena; Hz. Peygamber'e, âl ve ashabına salât
u selâm olsun!
Ali Arslan/İstanbul
21 Cemaziyülevvel 1414
H. 6 Kasım 1993 M.
İmam Şafii'nin doğduğu
yerin tayininde ihtilaf edilmiştir ve bu konuda birkaç görüş vardır.
1. Şam'ın Filistin bölgesindeki Gazze
2.
Filistin'in Askalan şehri
3. Yemen
4. Mekke
Tabakat yazarlarının çoğu İmam Şafii'nin Gazze'de
doğduğu görüşünde ısrar etmektedirler. Rivayetler ise Hicretin 150. yılında
doğduğunda ittifak etmektedirler ki bilindiği üzere İmam Ebu
Hanife bu yılda vefat etmiştir.
İmam Şafii'nin nesebi
ile ilgili olarak tabakat âlimlerinin çoğunluğu, onun
Benû Muttalib soyundan
geldiğini söylemektedirler. Nesebi, Muhammed b. İdris
b. Abbas b. Osman b. Şafii b. Saib
b. Ubeyd b. Abduyezid b. Haşim b. Muttalib b. Abd'ul-Menaf şeklindedir.
Görüldüğü gibi İmam
Şafii'nin nesebi Hz.
Peygamber'le Abd'ul-Menafta
birleşmektedir. İmam Şafii'nin dedesi Muttalib Abd'ul-Menafın dört oğlundan (Muttalib, Haşim, Abduşşems ve Nevfel) biridir. Haşim Rasûlullah'in, Abduşşems Emevîlerin, Muttalib İmam Şafii'nin, Nevfel
de Cübeyr b. Mut'irn'in
dedesidir.
İmam Şafii'nin dedesi Muttalib'in kardeşi Haşim'in oğlu
Şeybe'yi Medine'den dayılarının yanından Mekke'ye
getirdiğinde, Şeybe'nin üs-tübaşı
perişan olduğundan ötürü her sorana kölesi olduğunu söylemiş ve bu nedenle Şeybe'ye Muttalib'in kölesi
mânâsına gelen Abduimuttalib adı verilmiştir.
İmam Şafii'nin nesebi neseblerin en şereflisidir. Bidayetinden beri MuUaliboğullanyla Haşimoğulları
birdirler. Cahiliyye döneminde Abduş-şemsoğu 11 arına karşı hep bir yumruk gibi olmuşlardır.
İslâm'da da bunun etkisi şu iki şekilde görülmüştür.
1. Kureyşliler Hz. Peygamber'e ve Haşimoğullan'na
ambargo uyguladıkları zaman, Muttaliboğullan'nın hem
kâfirleri hem de mü'minleri Hz.
Peygamber'in ve Haşimoğulları'nm yardımına koştular,
onlarla beraber eziyetlere göğüs gerdiler.
2. Hz. Peygamber Kur'an-ı Kerim'de geçen 'Aldığınız ganimetlerin beştebiri Allah içindir ki Peygamber'e, yakınlarına,
yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlaradır...' (Enfal/41)
ayeti muvacehesinde Muttalibo-ğulları'nı
ganimetin beştebirinde Haşimoğulları'na
ortak kılmıştır. Fakat Abduşşemsoğullan ile Nevfeloğulları'na ganimetin beştebirinden
pay. vermemiştir.
Cübeyr b. Mut'im'den şöyle rivayet
edilmiştir: "Hz. Peygamber Zcvu'l-Kurba (=en yakın akrabalar)ın
payını Hayber ganimetinden çıkarıp ITaşinıoğulIanyla MuttaliboğuIIarı'na
dağıttığı zaman Osman b. Affan ile birlikte kendisine
şöyle sorduk: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Hasimoğulları'ndan olan yakınlarına bir itirazımız yok;
zira onların fazileti inkâr edilemez ve Allah seni onlardan kılmıştır. Ancak
siz MuttaliboğuIIarı'na pay verdiniz, bize ise (Abdüşşemsoğullanyla Nevfeloğulları'na)
birşey vermediniz. Oysa size akrabalık derecemiz
onlarla birdir1. Bunun üzerine Hz. Peygamber 'Onlar (Muttaliboğulları) ne cahiHyye
döneminde ne de İslâm döneminde bizden ayrılmadılar. Haşimoğullarıyla
Muttaliboğulları şunun gibidirler' dedikten sonra iki
elinin parmaklarını birbirine geçirdi".
Bu nedenle İmam Şafii
de ganimetin beştebirinden zevi'l-kurba ol-. mak itibariyle pay
istemiş ve bu isteği kabul edilmiştir.
İmam Şafii'nin annesi Ezd kabilesindendir. Annesinin Kureyş'ten
geldiğini bildiren rivayet ise şazzdır. Çünkü İmam
Şafii'nin soyu hakkında gelen tüm rivayetlerde annesinin Ezd
kabilesinden olduğu yazılıdır. Açıkça ortaya çıkmıştır ki İmam Şafii Kureyş soyundan gelmiştir ve fakir bir ailedendir. O daha
küçük bir çocukken babası vefat etmiştir. Annesi onu alıp asıl memleketi olan
Mekke'ye getirmiştir. O her zaman oğlunun soyunun kaybolmasından korkardı.
İmam Şafii keskin
zekası sayesinde Kur'an-ı Kerim'i kısa bir sürede
hıfzetmiş ve Kur'an'ı ezberledikten sonra Hz. Peygamber'in hadîslerini ezberlemeye koyulmuştur. O her zaman
muhaddislerin
meclislerine gidip hadîs ezberlerdi. Sonra unutmamak için çamurdan
yapılmış taşlara ve bazen de derilere ezberlediği hadîsleri yazmaktan geri kalmazdı.
Bununla beraber fasih Arapça'yı öğrenmek için sürekli gayret göstermiş ve bu
itibarla Mekke'yi terkedip, çölde ikamet eden Huzeyl kabilesinin içinde birkaç sene kalmıştır. (İbn Kesir onun çölde 10 sene kaldığını belirtmektedir.)
Kendisinden rivayet
olunduğuna göre İmam Şafii İki hedefim vardı. Birincisi ok atmak, ikincisi ilim
öğrenmekti. Nitekim ok atıcılığını sonunda altığımı kesinlikle vuracak derecede
öğrendim' der ve sonra sükut eder. Bunun üzerine huzurda bulunanlardan biri
'Vallahi sen ilimde daha fazlasını öğrenmişsin' der.
Zamanında Mekke'de
bulunan fakihierden ve muhaddislerden
ilim aian İmam Şafii sonunda öyle bir mertebeye
varmıştı ki hocası Müslim b. Halid ez-Zencî kendisine
T.y Ebu Abdullah! Fetva vermek zamanın geldi. Artık
fetva verebilirsin' demiştir. İlim aşkı onu hiçbir şekilde durdurmadı. Nitekim
İslâm âleminin her tarafına şöhreti yayılmış olan İmam Mâlik'in haberi kulağına
gitmişti. İmam Şafii Medine'ye gitmeyi tasarlıyor ama İmam Mâlik'in ilminden habersiz
de oraya gitmeyi istemiyordu. Mckkeli bir zatın
yanında İmam Mâlik'in Muvatta adlı eserinin
bulunduğunu haber alınca, eseri
ariye
yoluyla aldı ve
okudu- (Bazı rivayetlerde 'ezberledi1 şeklindedir). Daha
sonra da Medine'ye giderek İmam Mâlik'in rahle-yi tedrisinde diz çöktü.
Büyük bir firaset sahibi olan İmam Mâlik, İmanı Şafii'yi görünce
kendisine 'Ey Muhammedi
Allah'ın kahrından kork ve günahlardan sakın! Çünkü ileride senin de büyük bir şântn olacaktır. Allah senin kalbine bir nıir bırakmış, ola ki onu günahlarla söndürmeyesin!1
şeklinde tavsiyede bulunur ve sözlerine şöyle devam eder: 'Yarın sen ve sana
kitabımı okuyan kişi birlikte gelini'
İmam Şafii hâdiseyi
şöyle anlatır: "Ertesi gün İmam'ın huzuruna vardım. Kitab
(Muvatta) elimde olduğu halde okumaya başladım. İmam
Mâlik'in heybetini üzerimde
hissettiğim her an
okumayı bırakmak istedim. Çünkü
i'rabımın
ve kıraatimin hoşuna
gidip gitmediğini düşünüyordum. İmam
da her defasında 'Ey genç! Biraz daha oku' diye emretti ve böylece birkaç günde
eserin kıraatini bitirdim".
İmam Şafii Muvatta adlı eseri böylece kendisinden rivayet ettikten
son>-a onun fıkhından da öğrenmeye devam etti. Zaman zaman
biraraya geliyorlar ve bazı
meseleleri birlikte tahlil ediyorlardı.
İmam Mâlik Hicretin 179. yılında
vefat edinceye kadar münasebetleri sürdü.
imam Şafii hocası İmam
Mâlik'in yanında iken zaman zaman sefer- . lere çıkıyor, gittiği beldelerdeki âlimlerle görüşerek
onlardan halkın du: namlarını öğreniyor ve o. âlimlerin
ilimlerinden istifade ediyordu. Bazen , de Mekke'ye gidip annesini ziyaret
ediyor, annesinin hayır dualarını alıyordu. İmam Mâlik'in yanında durması
kendisini şahsî işlerini yapmaktan hiçbir zaman alıkoymadı.İmam Şafii Bağdad'a ikinci kez (H. 195'de) gittiğinde, oraya beraberinde
Usûl'ül-Fıkıh ilmini de götürmüş ve bu defasında cr-Risale adlı kıymetli eserini de telif etmişti. Âlimler, fakihler, muhaddisler ve Ehl-i Rey etrafında halka
olmuşlardı ve onun ilminden istifade ediyorlardı.
Mısır'a gidişi
Hicretin 199. yılında gerçekleşmiş ve
orada yine Hicretin 204. yılında
54 yaşında iken vefat etmişti.
İmam Ahmed b. Hanbel şöyle demektedir:
İmam Şafii dört şeyde
tebahhur etmişti: 1. Arab dilinde, 2. Halkın
ihtilaflı meselelerinde, 3- Mânâlarda, 4. Fıkıh'ta
İmam Şafii Hadîs'te Hafız mertebesinde olduğu gibi, Fikh'ı da en üst derecede biliyordu.
Ömrünün tamamı bu
yolda geçmiş olan imamımızdan Allah razı olsun ve Mısır'da bulunan kabri nûr
dolsun!
Fıkıh kelimesinin biri
lugavî, diğeri ıstılahı olmak üzere iki anlamı
vardır. Fıkıh lugatta 'anlayış' demektir.
Bu topluma ne oluyor
ki hemen hiç söz anlamıyorlar (=lâ yefkahû-ne).
(Nisa/78)
Bu ayette geçen yefkahûne tabiri 'anlamıyorlar' mânâsında kullanılmıştır.
Ama siz onların
teşbihlerini anlamazsınız (=la tefkahûne).
(İsra/44)
Bu ayette de La tefkahûne tabiri 'anlamazsınız' mânâsında kullanılmıştır.
Nitekim Hz. Peygamber efendimiz Cuma namazı hakkında
şöyle buyurmuştur:
Kişinin, namazı
uzatması, hutbeyi kısaltması
onun fıkhının (anlayışının)
alâmetidir.[2]
Istılahta fıkıh, iki
şeye denir:
1. Mükelleflerin
amellerinin ve sözlerinin tafsilatından elde edilen şeylerin, şer'î
hükümlerinin bilinmesidir. Bu hükümlerin bilinmesi de nasslarla;
yani Kur'an, Sünnet ve onlardan çıkarılan İcma ve İctihad (=Kıyas) ile
mümkün olur.
Mesela abdestte niyetin vacib olduğunu Hz. Peygamber'in şu hadîsinden anlıyoruz:
Ameller ancak
niyetlere göredir.[3]
Yine orucun sahih
olması için niyetin gece yapılmasının şart olduğu Hz.
Peygamber'in şu sözünden anlaşılmaktadır:
Kim fecirden önce
niyet etmezse, onun orucu yoktur.[4]
Vitir namazının mendub olduğunu da Hz.
Peygamber'e farz namazlar hakkında soru soran bedevi hadîsinden anlıyoruz.
Bedevinin biri farz namazları sorduktan sonra
'Benim üzerimde bunların dışında farz namaz var mı?' diye sorunca,
Peygamber efendimiz kendisine şöyle cevap vermiştir: 'Hayır yok! Sadece nafile
namaz kılabilirsin'.[5]
İkindi vaktinden sonra
namaz kılmanın mekruh olduğunu, Hz. Peygamber'in
ikindiden sonra güneş batıncaya kadar namaz kılmayı yasaklamasından anlıyoruz.[6]
Abdest alırken
başın bir kısmını
meshetmenin farz olduğunu 'Başlarınızı mesnedin!' (Mâide/6) ayetinden anlıyoruz.
İşte bu şer'î
hükümleri bilmeye ıstılahta fıkıh denmektedir.
2. Şer'î hükümlerin
kendisine de fıkıh denir. Buna binaen 'Fıkıh okudum ve öğrendim' denir ki
bunun anlamı "Kur'an, Sünnet, İslâm âlimlerinin
icma ve ictihadlanndan
alınan ve Fıkıh kitaplarında yazılı olan şer'î ve fıkhî
hükümleri okudum ve öğrendim" demektir. Bunlar abdest,
namaz, alışveriş, evlenme, emzirme ve savaş hükümleri gibi hükümlerdir. Bu
şer'î hükümlerin de ıstılahtaki adı 'fıkıh'tır. Fıkhın bu iki mânâsı arasındaki
fark, birincide fıkıh kelimesinin sadece hükümlerin bilinmesine, ikincide ise
şer'î hükümlerin bizzat kendilerine ıtlak edilmesidir.
Daha önce söylediğimiz
gibi şer'î olup da mükelleflerin fiil ve sözlerini tanzim eden hükümlerden ibaret
olan İslâm fıkhının özelliklerinden biri, kesin bir şekilde Allah'a iman
akidesine ve tam anlamıyla İslâm akîdesinin temellerine bağlı olmasıdır.
Özellikle ahiret gününe iman akidesine daha fazla
bağlıdır. Fıkhın İslâm akidesine bağlı olmasının nedeni sudur- Allah'a iman, müslümanı dinin hükümlerine kendi irade ve isteğiyle bağlar
ve onu o hükümleri tatbik etmeye sevkeder. Çünkü
Allah'a iman etmeyen kimse, ne namaz, ne de oruca bağlanmaz, fiillerinde helâl
ve haramı gözetmez. Bu nedenle şer'î hükümler, şeriatı vaz'eden
ve kanunlar koyan Allah'a iman etmeye bağlıdır.
Kur'an'da, İslâm fıkhının imana bağlı olduğunu gösteren birçok
delil («ayet) vardır. Fakat biz burada
ahkâm ile iman, şeriat ile akide
arasındaki irtibatın ne denli sıkı olduğunu göstermek için birkaç ayet zikredeceğiz.
1. Allah Teâlâ
tahareti emrederek temizliğin Allah'a iman etmenin gereklerinden olduğunu
bildirmiştir:
Ey inananlar! Namaza
kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın...
(Mâide/6)
2. Allah Teâlâ namazı
ve zekâtı zikrederek, bu ibadetlerle ahirete
iman arasında bağ
kurmuştur:
Onlar ki namazı
kılarlar, zekâtı verirler ve ahirete de kesin olarak
inanırlar. (Neml/3)
3. Allah Teâlâ
takva'ya götüren orucu farz kılmış ve onu imana bağlayarak şöyle buyurmuştur:
Ey inananlar! Sizden
öncekilere yazıldığı gibi korunmanız için sizin
üzerinize de oruç
yazıldı.
(Bakara/183)
4. Allah Teâlâ, müslümanın sahip olduğu güzel sıfatları zikretmiş ve
bunu Allah'a iman
etmenin neticesine bağlamıştır.
İnsan ancak o sıfatlarla cennete girmeye hak kazanır.
Felaha ulaştı o mü'minler ki onlar namazlarında huşu içindedirler. Onlar
boş şeylerden yüzçevirirler. Onlar zekâtı verirler ve
ırzlarını korurlar; ancak eşleri yahut ellerinin sahip olduğu (cariyeler) hariç
(bunlarla ilişkilerinden dolayı da) kınanmazlar. Ama bunun ötesine gitmek
isteyen olursa, işte onlar haddi aşanlardır. Onlar (mü'minler)
emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler. Onlar
namazlarını korurlar. İşte varis olacaklar onlardır. Onlar Firdevs'e
nail olacaklar, orada ebedî kalacaklardır. (Mü'minûn/1-11)
5. Allah Teâlâ,
kadınlara güzel davranmayı emrederek şöyle buyuruyor:
Ey inananlar!
Kadınları miras yoluyla zorla
almanız size helâl değildir. Onlara
verdiklerinizin bir kısmını (onlardan) alıp götürmek için onları sıkıştırmayın.
Şayet açık bir edepsizlik yaparlarsa başka. Onlarla iyi geçinin! Eğer onlardan
hoşlanmazsanız, bilin ki sizin hoşlanmadığınız birşeyde
Allah birçok hayırlar takdir etmiş olabilir. (Nisa/19)
6. Allah Teâlâ, boşanmış
kadına üç kur' (üç hayız müddeti)
bekleyip iddetini tamamlamasını, eğer
hamile ise rahminde olanı gizlememesini emretmiş, bunu
Allah'a ve Son Gün'e İman etmeye bağlayarak şöyle buyurmuştur:
Boşanmış kadınlar üç
kur' (bekleyip) kendilerini gözetirler (hamile olup olmadıklarına bakarlar).
Eğer Allah'a ve
Son Gün'e inanıyorlarsa, Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl olmaz.
(Bakara/228)
7. Allah Teâlâ, mü'minleri iman vasfıyla zikrettikten sonra onları içkiden, kumardan
putlardan, fal oklarından
sakınmaya çağırmış, mü'minlerin bunlardan kaçınmalarının halis bir imana bağlı
olduğunu ifade etmiştir:
Ey inananlar! İçki,
kumar, dikili taşlar, şans okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan
kaçının ki kurtuluşa eresiniz. (Mâide/90)
8. Allah Teâlâ, riba'yı haram kılarak, onu terketmeyi
takva'ya ve imanın varlığına bağlamıştır:
Ey inananlar! Kat kat faiz yemeyin, Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.
(Âlu
İmran/130)
Ey inananlar!
Allah'tan korkun, eğer inanıyorsanız faizden (henüz
alınmayıp) geri kalan
kısmı bırakın (almayın).
(Bakara/278)
9. Allah Teâlâ,
kullarını amele teşvik etmiş, onları ilahî murakabenin ve mesuliyetin şuurundan
meydana gelen bir perde altına alarak şöyle buyurmuştur:
De ki: 'Yapın
(yapacağınızı); yaptığınız işleri Allah da görecek, elçisi de mü'minler de... Sonra gaybı ve şehadet'i bilen (Allah'a) döndürüleceksiniz. O size
yaptıklarınızı bir bir haber verecek!' (Tevbe/105) Bunlar gibi, Kur'an'daki
dinî hükümlerin tümünün Allah'a iman etmekle birlikte zikredildiği ve İslâm
akidesinin rükûnlanna bağlı olduğu görülür. Bu sayede
İslâm fıkhı, dinî bir kudsiyet elde eder ve onun
insanlar üzerinde ruhî bir saltanatı vardır. Çünkü o şer'î hükümler Allah
katından gelmiştir; itaati ve Allah'ın rızasını gerektirir. Onlara muhalefet
etmekte de Allah'ın gazabına uğrama korkusu vardır. Bu kanunlar, insanları
yaratıcısına bağlamayan, insan kalbinde bir bağı bulunmayan birtakım beşerî
kanunların hükümleri gibi değildir.
Hayır, rabbin hakkı
için onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin
verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim
olmadıkça inanmış olmazlar.
(Nisa/65)
İslâm Fıkhı İnsanların
Kendisine Muhtaç Olduğu Herşeyi Kapsamaktadır
Şüphesiz insan hayatı
değişik yönlere sahiptir. İnsanın mesut olması da bu yönleri nizam dahilinde
yürütmekle mümkün olabilir. İslâm fıkhı, Allah'ın kulları için koyduğu ilahî
hükümlerden ibaret olduğundan, onların maslahatlarını gözettiğinden, mefsedetleri onlardan uzaklaştırdığından Ötürü hayatın
bütün yönlerini kapsayıcı olarak gelmiştir. Bu bakımdan insanın muhtaç olduğu herşeyin hükmünü tanzim eder.
Allah'ın Kitabı'ndan, Hz. Peygamber'in Sünneti'nden, İslâm âlimlerinin icma ve ictihadlarından
oluşan şer'î hükümleri
içeren fıkıh kitaplarına baktığımızda
onların yedi bölüme ayrıldığını görürüz.
Bu hükümlerin toplamı da insan hayatı için genel bir yasa teşkil
etmektedir. Fertler de toplum da bu kanunlardan istifade ederler.
Birinci bölüm, abdest, namaz, oruç, hac, zekât ve benzerlerinden meydana
gelen ve Allah'a ibadet esasına bağlı hükümlerdir. Bu hükümlere ibadetler (=ibadât) denir.
İkinci bölüm, evlenme,
boşanma, neseb, süt emzirme, nafaka, miras ve
benzerlerinden meydana gelen aile ile ilgili hükümlerdir. Bunlara da ahvâl-i şahsiyye (kişilere özgü durumlar) ismi verilir.
Üçüncü bölüm,
alışveriş, rehine, icare, dâva, delil, hüküm ve
benzerlerinden meydana gelen insanların birbirleriyle yaptığı fiil ve
muamelelerden ibarettir. Bu hükümlere muamelât hükümleri denir.
Dördüncü bölüm,
adaleti yerine getirmek, zulmü kaldırmak ve hükümleri icra etmekte olan
hâkimin vazifelerine dahil olan hükümlerle, mâsiyetin
haricinde taat ve benzerlerinden meydana gelen,
mahkumun vecibeleriyle ilgili olan hükümlerdir. Bu hükümlere sultanî hükümler
veya şer'î siyaset hükümleri denilmektedir.
Beşinci bölüm,
suçluların cezalandırılması, emniyet ve nizamın korunmasıyla ilgili olan;
katili, hırsızı, içki içeni ve benzerlerini cezalandırmak gibi hükümlerdir.
Bunlara ukûbât hükümleri adı verilir.
Altıncı bölüm, İslâm
devletinin diğer devletlerle olan savaş, barış gibi ilişkilerini düzenleyen
hükümlerdir. Bunada siyer adı verilir.
Yedinci bölüm, ahlâk,
haşmet, güzellik ve çirkinlik gibi şeylerle ilgili olan hükümlerdir. Bu
hükümlere de âckb ve ahlâk hükümleri denir.
İşte böylece biz İslâm
fıkhının hükümlerinin, insanın muhtaç olduğu her alanı kapsadığını, fert ve
toplum hayatının bütün yönleriyle ilgilendiğini görüyoruz.
İslâm, insanın
ihtiyaçlarını ve saadetini temin edecek yasaları ahkâmı bildirmek suretiyle
gözetmiştir. Bunun için de hükümlerin tümü insanın güç ve takatinin sınırları
içindedir. Bu hükümlerde insanın yerine getirmekten aciz olduğu hiçbir hüküm
yoktur. Eğer mükellefin gücünü aşan bir durum meydana gelirse, İslâm dini, onun
için ruhsat, ve tahfif (^kolaylık) kapısını açar.
İslâm'ın kolay bir din
olduğuna delâlet eden bir kısım ayetler şunlardır:
O size dinde bir
güçlük yüklemedi. (Hac/78)
. .
Allah sizin için
kolaylık ister, güçlük istemez. (Bakara/185) Allah, kimseye gücünün üstünde birşey teklif etmez. (Bakara/286) İslâm dininin kolay bir
din olduğuna bu ayetlerden daha fazla delâlet eden başka bir ayet yoktur. Hz. Peygamber de 'Din kolaylıktır, genişliktir'[7]
buyurmuştur.
.
1. Ayakta namaz kılmaktan aciz olan bir kimse
oturarak namaz kılabilir. Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur:
Ayakta namaz kıl, eğer
gücün yetmiyorsa oturarak kıl, buna da gücün yetmiyorsa yatarak kıl[8]
2. Yolcu için dört rekâtlı bir namazın, iki
rekâta indirilmesine ve öğle ile ikindinin, akşam ile yatsının birleştirilerek
kılınmasına müsaade edilmesidir.
Yeryüzünde sefere
çıktığınız zaman inkâr edenlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsanız,
namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. (Nisa/101)
Hz. Peygamber seferdeyken öğle ile ikindiyi akşam ile yatsıyı
birleştirerek kılmıştır.[9]
Biz, İslâm fıkhının,
Allah'ın kullarına emrettiği birtakım şer'î hükümlerden meydana geldiğini
söylemiştik. Bu hükümler dört kaynakta toplanır:
1. Kur'an
2. Sünnet
3. İcma
4. Kıyas
Kur'an, Allah'ın kelâmıdır. Allah Teâlâ
onu efendimiz Hz. Muhammed'e, insanları
karanlıklardan nura çıkarması için indirmiştir. O, mushafta
yazılmıştır. Kur'an, İslâm hükümlerinin ilk
kaynağıdır. Bir mesele çıktığında, onu önce Allah'ın Kitabi'na
arzeder ve onun hükmünü Kur'an'da
bulursak onu alır ve başka kaynaklara başvurmayız. Meselâ bize şarap içmenin,
kumar oynamanın, putlara tapmanın, fal okları çekmenin hükümleri sorulursa,
Allah'ın Kitabı'na müracaat eder ve şu ayeti buluruz:
Ey inananlar! Şarap,
kumar, dikili taşlar, şans okları (çekmek), şeytan işi birer pisliktir.
Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. (Mâide/90)
Alışveriş ve riba'nın (=faiz'in) hükmü sorulursa, Allah'ın Kitabı'na
müracaat eder ve hükmünü şu ayetten alırız:
Allah alışverişi
helâl, ribayı (faizi) haram kılmıştır. (Bakara/275)
Hicab, yani kadınların örtünmesi hakkında soru sorulursa, Kur'an'a müracaat eder ve hükmünü şu ayetlerden alırız:
İnanan kadınlara da
söyle: Gözlerini (haramdan) sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, süslerini
göstermesinler. Ancak kendiliğinden görünenler hariç. Başörtülerini yakalarının
üzerine koy(up boyunlarını ört)sünler. (Nûr/3O
Ey Peygamber!
Eşlerine, kızlarına ve inananların kadınlarına söyle: (Bir ihtiyaç için dışarı
çıktıkları zaman) örtülerini üstlerine salsınlar (vücutlarını kapatsınlar);
onların tanınması ve incitil memesi için en elverişli olan budur. Allah çok
bağışlayan, çok merhametli olandır. (Ahzab/59)
Kur'an-ı Kerim, İslâm fıkhının ilk kaynağıdır. Fakat Kur'an, bütün meseleleri teker teker
zikredip hükümlerini açıklamamıştır. Eğer böyle olsaydı elimizdeki mushaf, birkaç misli daha büyük olurdu. Kur'an,
İslâm inanç esaslarının üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmuştur. İbadet ve muamelâtı
ise icmalen beyan etmiştir. Müslümanlar için genel
hatları çizmiş, onun detaylarını Sünnet'e bırakmıştır. Meselâ Kur'an, namazı emretmiş, fakat nasıl ve kaç rekât
kılınacağını açıklamamıştır. Zekâtı emretmiş, fakat zekâtın nisabını, ne kadar
verileceğini ve hangi mallardan verileceğini açıklamamıştır. Akîdlerin yerine getirilmesini emretmiş, fakat sahih ve yerine
getirilmesi gereken akîdlerin hangileri olduğunu
açıklamamıştır. -Bunlar gibi daha birçok örnek verilebilir. Bütün bunların
açıklamasını Hz. Peygamber'in Sünneti'ne bırakmıştır.
Bu nedenle Kur'an, Sünnet'le sıkı sıkıya bağlıdır.
Sünnet, Kur'an'ın genel hatlarını açıklar, mücmel
kısımlarını tafsil eder.
Sünnet, Hz. Peygamber'den nakledilen söz, fiil ve takrir demektir.
Peygamber'den nakledilen söze (=kavl'e) misal olarak
şu hadîsi zikredebiliriz:
Müslümanın müslümana sövmesi fısktır, müslümamn müslümanla kavga etmesi küfürdür.[10]
Hz. Peygamber'den nakledilen fiile örnek olarak da şu
hadîsi zikredebiliriz:
Hz. Aişe'ye 'Hz. Peygamber evde ne yapardı' diye sorulduğunda, Hz. Aişe 'Bazen eşlerine yardım
ederdi. Namaz vakti gelince de kalkıp namaz kılardı1 demiştir.[11]
Hz. Peygamber'den nakledilen takrir için de şu hadîsi
örnek olarak zikredebiliriz:
Hz: Peygamber, sabah namazından sonra iki rekât namaz
kılan bir kişi gördü ve 'Sabah namazı iki rekâttır' dedi. Adam 'Sabah namazından
önceki iki rekât sünneti kılmamiştım, onu şimdi
kıldım' diye cevap verince Hz. Peygamber sükût etti.[12]
Hz. Peygamber'in susması, sabah namazından önceki iki
rekât sünneti kılmayan bir kimsenin, sabah namazından sonra o sünneti
kılmasının meşru olduğunu göstermektedir.
Sünnet, Kur'an'dan sonra gelir. Bir mesele olduğunda önce Kur'an'a bakarız, Kur'an'da
bulamazsak Sünnet'e müracaat ederiz. Onun hükmünü Sünnet'te bulursak -tıpkı Kur'an'da olduğu gibi- onunla amel ederiz. Ancak şu şartla
ki Sünnet, Hz. Peygamber'den sahih bir senedle sabit olmalıdır.
Sünnetin vazifesi, Kur'an'daki hükümleri ortaya koyup Kur'an'i
açıklamaktır. Daha önce söylediğimiz gibi Kur'an,
namazı mutlak olarak emretmiş, Sünnet ise namazın kavlî ve amelî keyfiyetini
açıklamıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurur:
Benim namaz kıldığımrgördüğünüz gibi namaz kılın![13]
Sünnet, haccın amel ve menasıkım da açıklamıştır. Bu
konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Haccın menasıkım, hacdaki ibadetlerinizi benden alınız.[14]
Sünnet, muamelelerdeki helâl ve haram akidleri ve
başka yönleri açıklamıştır. Kur'an tarafından hükmü
açıklanmayan hususların hükümlerini Sünnet kanunlaştırmıştır. Örnek olarak,
erkekler için altın yüzük kullanmayı ve ipek elbise giymeyi Sünnet haram
kılmıştır. Burada söylemek istediğimiz esas şey şudur: Sünnet, Kur'an'dan sonra İslâm şeriatının ikinci kaynağıdır.
Sünnet'le amel etmek farzdır. Kur'an'ı anlamak ve
amel etmek için Sünnet'e başvurmak zorunludur.
İcma, İslâm müctehidlerinin herhangibir asırda şer'î bir hüküm üzerinde ittifak
etmeleridir. Müctehidler bir konuda ittifak ettikleri
zaman,
onunla amel etmek vacib olur. Bunun delili Hz.
Peygamber'in, müslüman âlimlerin dalâlet üzerinde
ittifak etmeyeceklerini söylemesidir. Bu bakımdan müctehidler
bir meselede ittifak ederlerse, o hak olur. Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah'tan ümmetimi
dalâlet üzerinde birleştirmemesini istedim, onu bana verdi.[15]
Buna misal; sahabîler icma etmişlerdir ki
dede ölünün erkek evladıyla beraber kaldığında hak olarak terekenin altıda
birini alır.
İcma, müracaat bakımından Kur'an
ve Sünnet'ten sonra gelir. Kur'an ve Sünnet'te
bulamadığımız bir mesele olursa, o zaman İcma'ya
bakarız. Eğer müctehidler o mesele üzerinde ittifak
etmişlerse onu alır ve amel ederiz.
Hakkında nass olmayan birşeyi, hakkında nass olan birşeye kıyas etmektir.
Çünkü ikisinin illeti de aynıdır. Kur'an, Sünnet ve İcma'da bulamadığımız bir mesele olursa Kıyas'a
başvururuz.
Kıyas, Kur'an, Sünnet ve İcma'dan sonra
dördüncü mertebededir.
Kıyas'ın Rükûnları
Kıyasın rükûnları dörttür:
1. Kendisine
kıyas yapılan bir asi olması,
2. Kıyas
yapılan fer'î bir mesele olması,
3- Kıyas yapılan
asl'ın hükmünün olması,
4. Asi ile
fer'î bir araya getiren ortak bir illet bulunması.
Allah Teâlâ, Kur'an nassı
ile şarabı haram kılmıştır. Şarabın haram kilmmasmdaki
illet, sarhoşluk vermesi, aklı gidermesidir. Bu nedenle sarhoşluk veren bir
içki gördüğümüzde -ne isim verilirse verilsin- hami'a
(şaraba) kıyas ederek
onun da haram olduğuna hükmederiz. Çünkü burada haramhğm
illeti sarhoşluk vermesidir. Bu ise bütün içkilerde mevcuttur. Bu bakımdan
sarhoşluk veren bütün içkiler, tıpkı harnr (şarap)
gibi haramdır.
İşte bunlar, İslâm
fıkhının kaynaklandır. Onların tafsilatı Usûl-ü Fıkıh kitaplanndadır.
İslâm Fıkhına ve Ahkâmına Bağlılık
Zorunludur
Allah Teâlâ müslümanlara, hayatın her
alanında İslâm fıkhının hükümlerine uymayı vacib
kılmıştır. İslâm fıkhının hükümlerinin tümü Kur'an ve
Sünnet'e dayanmaktadır. İcma ve kıyas da hakikatte Kur'an ve Sünnet'e bağlıdır. Bu nedenle müslümanlar,
İslâm fıkhının hükümlerini terketmeyi. mubah
gördüklerinde, Kur'an ve Sünnet'i terketmeyi
mubah görmüş olurlar, İslâm'ı muattal kılarlar. Artık onların müslüman olarak adlandınlmalan
kendilerine hiçbir yarar sağlamaz. Onların inandık demelerinin de hiçbir yaran
yoktur. Çünkü gerçek iman, Allah'ın Kitabı'ndaki emir ve hükümleri, Hz. Peygamber'in Sünneti'ni tasdik etmek ve Allah'a itaat
edip Hz, Peygamber'in Allah katından getirdiklerini
gönüllü olarak yerine getirmektir.
İslâm fıkhının
hükümleri, zamanın değişmesiyle
değişmez. O hükümleri terketmek hiçbir durumda mubah olmaz.
Kur'an ve Sünnet'te, İslâm fıkhının hükümlerine sımsıkı
sarılmanın vacib olduğuna dair birçok delil vardır.
Rabbinizden size indirilene uyun ve O'ndan
başka velîlere uymayın! (A'raf/3)
Hayır, rabbin hakkı
için onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin
verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim
olmadıkça inanmış olmazlar.
. (Nisa/65)
Rasûl size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa
ondan da sakının.
(Haşr/7) :
Biz sana Kitab'ı hak ile indirdik ki insanlar arasında Allah'ın sana
gösterdiği biçimde hüküm veresin; hainlerin savunucusu olma! (Nisa/105)
Allah'ın indirdiğine, Hz. Peygamber'in sünnetine, aralarında çıkan ihtilaflarda Hz. Peygamber'in hükmüne tâbi olmayı emreden bu nasslara binaen Allah'ın ve peygamberinin yolundan başka
bir yola giden kimsenin derin bir sapıklığa yuvarlandığı muhakkaktır.
Allah ve rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir
erkek
ve kadına o işi kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur.
(Ahzab/36)
Kur'an'da olduğu gibi bu hususta Sünnet'te de birçok delil
vardır. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır;
Bana itaat eden
Allah'a itaat etmiş olur. Bana isyan eden de Allah'a. isyan etmiş olur. [16]
Nefsimi kudreti elinde
tutan Allah'a yemin ederim ki sizlerden birinin hevası
benim getirdiğime tâbi olmadıkça, o kimse iman etmiş sayılmaz.[17]
Sünnetime sarılın.[18]
Sizin içinizde öyle birşey bıraktım ki eğer ona yapışırsanız, benden sonra
dalâlete düşmezsiniz: Allah'ın Kitabı ve Sünnetim.[19]
Kur'an ve Sünnet'teki bu deliller, Allah Teâlâ'nın
Kitabı'ndaki hükümlere ve O'nun Hz. Peygamber'in
diliyle kullarına gönderdiklerine tâbi olmanın farz olduğunu gösterir.
Peygamber'in
çağırmasını, aranızda herhangibirinizin çağırmasıyla
bir tutmayın. Allah sizden, birbirinizin arkasına gizlenerek sıvışıp' gidenleri
bilir. Peygamber'İn emrine aykırı davrananlar,
kendilerine bir belânın çarpmasından yahut onlara acı bir azabın uğramasından
sakınsınlar. (Nûr/63)
Fıkhın konularına ve
meselelerine girmeden önce birtakım fıkhı ıstılahların tarif edilmesi gerekir.
Çünkü fıkıh hükümleri onların üzerine bina edilir.
Bu fıkhı ıstılahlar
şunlardır: .
Şeriatın yapılmasını
kesin olarak emrettiği şeylere farz denir. Onu yapan sevap, terkeden günah kazanır. Misal olarak orucu gösterebiliriz.
İslâm, kesin bir şekilde bizden oruç tutmamızı istemektedir.
... sizin üzerinize de
oruç farz kılındı. (Bakara/183)
Oruç tutarsak hiç
kuşkusuz cennette mükâfatı, tutmazsak cehennemde cezası verilecektir.
Vacib, Şafii mezhebinde farz anlamındadır. Vacib ile farz arasında -hac konusu hariç- hiçbir fark
yoktur. Hac konusundaki vacib, haccın sıhhati için
şart olmayan birşeydir. Diğer bir ifadeyle kişinin terketmesiyle haccın sıhhatine zarar gelmeyen birşeydir. Bunlar cemrelere taş atmak, mikatta
ihrama girmek ve haccın diğer vacibleridir. Hacca
giden bir kimsenin -bu vacibleri yerine getirmediği
takdirde- haccı yine de sahih'tir, fakat kendisi günahkârdır. Terkettiği bu vacibleri, kurban
keserek telafi etmelidir.
Haccın sıhhati, haccın
farzlarını yerine getirmeye bağlıdır. Başka bir ifadeyle, terkedilmesiyle
haccın batıl olduğu şeylerdir. Bunun misali Arefe'de
vakfe'ye durmak ve haccın diğer farzlarıdır. Bu farzları yerine getirmeyen
kimsenin haccı batıl olur.
Her mükelleften kesin
olarak yapılması istenen namaz, oruç, hac gibi ibadetlere farz-ı ayn denir. Bu ibadetler her mükellefe ayrı ayrı farzdır. Bu farzı bazı mükelleflerin yerine getirmesi,
diğer mükelleflerin üzerinden düşürmez.
Fert fert her müslümandan değil de müslümanlarm tümünden yapılması istenilen şeylere farz-ı kifaye denir. Bunları müslümanlardan
bazıları yaparsa, diğer müslümanlann üzerlerinden bu
mükellefiyet düşer. Eğer hiç kimse yerine getirmezse bütün müslümanlar
günahkâr olur.
Bunun misali de ölen
bir müslümanı teçhiz ve tekfin edip cenaze namazını
kılmaktır. Çünkü müslümanlardan biri ölürse onu
yıkamak, kefenlemek ve cenaze namazını kılmak sonra götürüp defnetmek bütün müslümanlara farzdır. Fakat müslümanlardan
bir kısmı bu farzı yerine getirirse, bu mükellefiyet diğer müslümanlann
üzerinden düşer ve onlar günahkâr olmazlar. Ancak bütün müslümanlar
bu farz-ı kifaye'yi terke-derlerse günahkâr olurlar.
Yapılması vacib olan fiilin parçasına rükün denir. Bunun misali namazda
Fatiha sûresini okumak, rükû ve secde etmektir. İşte bunların her-biri bir
rükündür.
Yapılması vacib olan, fakat bir fiilin parçası olmayan şeylere şart
denir. Bunun misali abdestin, namazın, namaz
vaktinin, kıblenin bilinmesi gibi şeylerdir. Bunlar namazdan hariç olan namazın
mukaddimeleridir. Namazın sahih olması için bunların bulunması gerekir. Bundan
ötürü bunlara şart denilmiştir.
Şeriatın
yapılmasını tavsiye ettiği, yapanların
sevap kazandığı yapmayanların ise
günahkâr olmadığı şeylere mendub denir Bunlar kuşluk
namazı, Şevval ayında altı gün oruç tutmak, gece ibadeti yapmak ve benzerleri
gibi hususlardır. Mendub'a aynı zamanda
sünnet, müstehab, tatavvu
ve nafile de denir.
Yapılması ve
yapılmaması şeriat açısından müsavi olan hususlara mubah denir. Şeriat bu gibi
şeylerin ne yapılmasını, ne de terkedilmesini
emretmemiştir. Bunlar insanlara bırakılmıştır. Bu nedenle yapılmasında sevap, terkedilmesinde günah yoktur. Bunun misali şu ayette
bulunmaktadır:
Namaz kılındıktan
sonra yeryüzüne dağilın ve Allah'ın lütfundan
(nasibinizi) arayın!
(Cuma/10)
Bu ayet Cuma
namazından sonra çalışmanın mubah olduğunu gösterir. Bu nedenle namazdan
çıkınca isteyen çalışır, istemeyen çalışmaz.
Şeriatın yasak ettiği
şeylere haram denir. Bunların terkedilmesinde sevap,
yapılmasında ise ceza vardır. Bunun misali adam öldürmek ve insanların
mallarını batıl yolla yemektir.
Allah'ın haram kıldığı
canı haksız yere öldürmeyin. (İsra/33)
Mallarınızı aranızda,
batıl (sebepler) ile yemeyin. (Bakara/188)
İnsan bu haramlardan
birini işlerse günahkâr olur, bunları Allah için terkettiği
zaman da sevap kazanır. Haram'a aynı zamanda mahzur, masiyet
ve zenb de denir.
Mekruh 'tahrimen mekruh' ve 'tenzihen
mekruh' olmak üzere ikiye ayrılır.
.
Şeriatın mükelleften kat'î olmayan zannî bir delille
mutlaka ve icbarı olarak yapmamasını talep ettiği şeye tahrimen
mekruh denir. Onun terke-dilmesi sevap, yapılması ise günahtır. Fakat onun
günahı, haramın günahından hafiftir. Buna misal, güneş doğarken veya batarken
namaz kılmaktır. İşte buna tahrimen mekruh olan namaz
denir.
Şeriatın mükelleften birşeyi yapmamasını, yüzçevirmesini
icbarı olmayarak talep ettiği şeye tenzihen mekruh
denir. Bu gibi şeyler terke-dildiği zaman sevap verilir, fakat işlenirse cezayı
gerektirmez. Buna misal, hac'da Arefe günü oruç tutmaktır. Eğer kişi Arefe
günü oruç tutmayı terkederse sevap kazanır, fakat
oruç tutarsa günahkâr olmaz.
İbadetleri şeriatın
tayin ettiği vakitte yapmaya eda denir. Bunun misali, Ramazan orucunu Ramazan
ayında tutmak, öğle namazını şeriatın tayin ettiği vakitte kılmaktır.
Şeriatın tayin ettiği
vaktin dışında o ibadetin yerine yapılan ibadete kaza denir. Bunun misali,
orucunu Ramazan ayında tutmayan bir kimsenin, başka bir zaman tutmasıdir. Özürlü veya özürsüz terkedilen
bir ibadeti kaza etmek vacibdir. Bir ibadeti özürlü terketmekle özürsüz terketmek
arasındaki fark şudur: Özürsüz terkedilen ibadet
cezayı gerektirir, bîr özürden ötürü terkedilen
ibadet ise günahı gerektirmez.
İçinizden kim o ay'a
yetişirse oruç tutsun. Kim hasta olur, yahut seferde bulunursa tutamadığı
günler sayısınca başka günlerde oruç tutsun. (Bakara/185)
Yani hastalık ve sefer
mazeretinden ötürü oruç tutamayan kimsenin, Ramazan'dan sonra orucunu kaza etmesi
vacibdir.
Bir ibadeti vaktinde
iki defa yapmaya iade denir. Bu, faziletinin fazlalığından ötürü yapılır.
Namazını tek başına kılan bir kimsenin, cemaatle namaz kılanları gördüğünde,
cemaat sevabını elde etmek için tekrar namaz kılması, namazı İade etmektir.
Böyle yapmak sünnet'tir.
[1] Dr. Mustafa
el-Hin, Dr. Mustafa el-Buğa, Ali el-Şerbecî, Büyük Şafii
Fıkhı, Arslan Yayınları: 1/
[2] Müslim/869
[3] Buharî/1; Müslim/1907
[4] Beyhakî, IV/202; Dârekutnî, 11/172. (Dârekutnî bu
hadîsin ravilerinin sika olduklarını söylemiştir).
[5] Buharî/1792; Müslim/İl
[6] Buhaiî/56l; Müslim/827
[7] Buharı/39
[8] Buharî/1066
[9] Buharî/1056, (İbn Abbas'tan)
[10] Buharî/48; Müslim/64
[11] Buharı, (Hz. Aişe'den)
[12] Ebu Dâvud/1267
[13] Buharî/605
[14] Buharı
[15] İmam Ahmed, Müsned, VI/396
[16] Buharî/2797; Müslim/1835, (Ebu Hüreyre'den)
[17] Nevevî, Erbain/il. (Nevevî sahih olduğunu söylemiştir).
[18] Ebu Dâvud/4607;
Tirmizî/2678
[19] Müslim/1218; Ebu Dâvud/1905; İmam Malik, Muvatta, U/899