V
KİŞİLERİNHEDEROLMASI
373-
HEDEROLMANINANLAMI
Heder olmak, “mübah kılmak”
anlamındadır. Heder fiili, kişinin kendisine, herhangi bir organına veya malına
yönelik olabilir. Eğer bu fiil bir kişiye dönükse onu yaralamak bir organını
koparmak ve kendisini öldürmek caiz olur. Eğer heder olma hali kişinin kendisi
için değil de bir organına yönelikse o takdirde ancak o organın koparılması
mubah olur. Tıpkı bunun gibi, mala yönelik heder fiilinin kapsamına da sadece
mal girer. Düşman saflarında savaşan birisinin (harbi’nin) mallarını mubah
kılmak gibi... Bizim konumuz malın değil kişilerin heder edilmesidir. Şu halde,
“Kişilerin heder edilmesi” hususunu şöyle tarif edebiliriz:
Heder etme, kişinin
kendisini veya bir organını, öldürme veya koparma konusunda, mubah kılmak
demektir.
Heder olunması gereken kişi
ise şöyle açıklayabiliriz:
Kendisi veya bir organı
mubah kılınmış olan kişi...
374-
HEDERETMENİNNEDENİ...
Heder
etmenin ilk sebebi, kişinin dokunulmazlığının ortadan kalkmasıdır. Bilindiği
üzere, dokunulmazlık, ya dokunulmazlık sebebinin yok olmasıyla veya bunu
gerektiren bir suç işlemiş olmakla ortadan kalkar.
DOKUNULMAZLIK SEBEBİNİN
YOK
OLUŞUYLA
DOKUNULMAZLIĞIN
KALDIRILIŞI
İslam
hukukunun genel prensiplerine göre kan ve mal masumdur, mübah değildir. Bunlara
dokunulamaz. Masumiyetin esası ya “iman” dır ya da “eman”... İman, müslüman
olmak, “eman” ise “sözleşme imzalamak” demektir. Zimmilerle yapılan sözleşme
gibi... Barış antlaşması da aynı şekildedir. İman’la müslümanların kanı ve malı
masumiyet kazanır. Yani dokunulmaz olur. Çünkü Allah’ın Rasulü şöyle
buyurmaktadır:
“İnsanlarla “Lailaheillallah” deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu
söylemekle kan ve mallarını, haklı gerekçelerin dışında, benden korumuş olurlar.”
“Eman”
dilemekle de müslüman olmayanların kanı ve malı dokunulmazlık kazanır.
“Ey
iman edenler! Sözleşmelerinizi yerine getiriniz!” (Maide: 5/1)
“Ahdettiğiniz zamanda Allah’ın ahdini yerine getiriniz.” (Nahl: 16/91)
“Eğer
onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanlış ve Allah’a dayan!” (Enfal: 8/61)
“Onlar size doğrulukla hareket ettikleri sürece siz de öyle yapınız.” (Tevbe:
9/7)
“Onlara ahitleri bitinceye kadar izin ver!” (Tevbe:9/4)
“Ve
eğer müşriklerden biri eman dileyip yanına gelmek isterse onu yanına al ki
Allah’ın sözünü işitsin. Sonra onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır.” (Tevbe:
9/6)
Ve
Allah’ın Rasulü de bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Müslümanlar (sözleşme) şartlarına uyarlar!”
“Doğrusu
bizim dinimizde andlaşmayı çiğnemek uygun değildir.
“Müslümanların zimmeti birdir. En basitleri bile bunu yerine getirirler.”
“Allah’ın
meleklerini ve bütün insanların laneti müslümanların ahdini bozanların üstünedir.
Onların yaptıkları ve ettikleri kabul olunmaz.
“Müşrik
düşmanlarınla karşılaştığında kendilerini şu üç şeyden birisini yapmaya çağır:
Önce İslam’a
davet et.Eğer kabul ederlerse buna uy ve onlarla (savaşmaktan) vazgeç! Teklifini
reddederlerse:
Cizye
vermelerini iste! Seni dinlerlerse cizyeyi al ve kendileriyle (savaşmaktan)
vazgeç. Kabuletmezlerse:
Allah’dan
yardım dile ve onlarla savaş!”53
(53)
Beai’us-Sanai, C: 7, S: 106 Esna-el Matalib C: 4, S: 210 Mevahib’ul-Celil C: 4,
S: 360-364. El-Muğni C: 10, S: 578.
İslam
hukukunda “eman”iki türlüdür:
a) Geçici (süreli)
eman
b) Süresiz
eman...
a) Geçici
eman, ister uzun ister kısa, belirli bir süre ile sınırlanan emandır. Ve bu eman,
karşılıklı barış ve saldırmazlık prensiplerine yahut da “dar-ul İslam” ile
“dar-ul harp”, başka bir deyimle İslam devletiyle öteki devletler arasında
yapılan sözleşmelere dayanır. İslam diyarında imzalanan oturma sözleşmesiyle
saldırmazlık andlaşması da buraya dahildir.
b) Süresiz
eman’a gelince... Herhangi bir süre ile sınırlanmayan emandır. Böyle bir eman,
ancak “zimmet andlaşması” yla gerçekleşebilir. Ve bu eman türünden ancak İslam
diyarında sürekli oturma izni olan zimmi’ler yararlanabilir. Süresiz eman
karşılığında onlar da İslam prenipleri uymayı kabul ederlerler54.
(54)
El-Muğni C: 10, S: 567 Nihayet’ul-Muhtaç C: 8, S: 280 Bedai’us-Sanai C: 7, S:
110.
İslam
hukkuna göre yeryüzünde yaşayan insanlar temelde ikiye ayrılır:
a)
İslam’a inananlar
b)
İslam’ı reddedenler...
İslam’ı
a)
Müslümanlarla barış yapanlar
b)
Müslümanlarla savaş halinde olanlar
Müslümanlar barış içinde bulunanlar veya karşlıklı barış andlaşması yapanlar
yahut da aralarında saldırmazlık paktı veya oturma sözleşmesi imzalayanlar
birinci şıkka girer. ikinci guruba ise müslümanlarla savaş halinde bulunanlar
dahil olur ki kendilerine “harbi” adı verilir. Şu halde, harbi’lerin dşınıda
yeryüzünde yaşayan bütün insanların kanı ve malı masumdur. Kendilerine
dokunulmaz. Bu masumiyet ya müslüman olmalarından veya müslümanlarla barış
anlaşması imzalamış bulunmalarından dolayıdır. Başka bir deyimle söylemek
gerekirse, “ya imanlarından veya emanlarından dolayıdır55”.
(55)
211 no.lu paragrafa bakınız.
Masumiyet’in esası iman ve emandır’dır. Öyleyse bunlar olmayınca masumiyet de
söz konusu değildir. Şu halde, müslümanın masumiyeti (dokunuzmazlığı)
müslümanlıktan çıkmakla (irtidat) ortadan kalkar. Müste’emenin, andlaşma
imzalayanın, zimminin veya bu kategoriye girenlerin masumiyeti emanlarının sona
ermesi veya sözleşmelerinin bitmesiyle son bulur. Masumiyetleri ortadan
kalkanlar otomatikman harbi satatüsüne girerler. Yani hiçbir şekilde
dokunulmazlık hakkı olmayan harbilerin hükmüne tabi olurlar.
Masumiyet, kan ve malın korunması ve bunlara yönelik saldırıların yasaklanması
anlamına gelir. İşte “heder”; dokunulmazlığın ortadan kalkması yani kan ve malın
mubah kılımasıdır. Masumiyet ancak İslamdan çıkmak veya harbi kategosine
girmekle ortadan kalkacakığını söylemiştik. Bu demektir ki, murted’in (müslümanlaktan
ayrılanın) en harbi’nin kanı “heder” dir ve bunun sebebi de dokunulmazlıklarının
son bulmasıdır.
KANIHEDEREDİCİSUÇLARI İŞLEMEKLE
DOKUNULMAZLIĞIN ORTADANKALKMASI
Yukarda
açıklamıştık ki; dokunumazlık, irtidatla veya eman andlaşmasının sona ermesiyle
yahut sözleşmenin bozulmasıyla ortadan kalkar. Tıpkı bunun gibi, kanı heder
edici suçların işlenmesiyle de dokunulmazlık son bulur. “Kanı heder edici suç”
ların cezaları önceden belirlenmiştir. Bunlar kişinin bizzat kendisin veya bir
organını heder etmeyi gerektiren fiillerdir. Heder etmeyi gerektiren suçları
şöylece sıralayabiliriz:
1-
Evlenmiş kişinin zina etmesi
2- Yol
kesmek veya savaşa sebebiyet vermek
3- İsyan
4- Adam
öldürme ve organın kasıtlı olarak koparılması
5-
Hırsızlık
Kanı
heder edici suçlarda iki şarta dikkat edilir. Bu şarttan birisinin varlığı
diğerini ortadan kaldırmaz:
a)
Önceden cezası belirlenmiş bir suçun işlemesi gerekir. “Cezası önceden
belirlenmiş suçlar” ise, daha önce de açıkladığımız gibi had ve kısası
gerektirir. Tazir suçlarının cezaları ise önceden takdir olunmaz56.
(56)
51 ve 103 nolu paragraflara bakınız.
b) Ceza
hayatı ortadan kaldırıcı biçimde olmalıdır. Yani ölümle veya bir organın
koparılması şeklinde sonuçlanmalıdır.
Bu iki
şart bulunmadığı takdirde, fiil, “heder etmeyi gerektiren suç” niteliğini
kazanmaz. Mesela “el kesme” cezası verilemeyen hırsızlık olayında oğlunın malını
çalan baba gibi-, diyeti gerektiren kasıtlı öldürmelerde işlenen suç “heder”
statüsüne egirmez. Çünkü bu fiillerin cezası her ne kadar “diyet” olarak önceden
belirlenmişse de “heder” i gerekli kılma. Evli olmayan birisinin zina etmesi
veya iftira ve içki içmek gibi suçlar da aynı şekildedir. Bu üç suç, cezaları
önceden belirlenmiş olmakla beraber, “heder”i gerektirmez. Şu halde, yukarıda
sayılan fiilller, işaret edilen sebebler dolayısıyle heder’le cezalandırılamaz.
Keza telefi gerektiren türden bir ceza olmakla beraber tazir suçuyla ölüme
mahkum etmek gibi karşılığı önceden belirlenmiş bulunsa da verilecek hüküm
aynıdır.
Hederi
gerektiren suçun işlenmesi anından itibaren dokunulmazlık ortadan kalkar. Yani
suçun karşılığı olan hükmün verilmesinden itibaren değil işlenmesi anında
masumiyet hakkı düşer. Dokunulmazlığın ortadan kalkmasını esası ceza hükmünün
verilmiş olması değil suçun işlenmesidir. Ayrıca cezası önceden takdir edilen
suçlar, bilindiği gibi, haddi gerektimektedir. İslam hukukunun genel prensibi
ise had’lerin anında uygulanmasını gerekli kılar. Erteleme ve oyalamaya imkan
vermez. Kısas cezası dışında, had’di gerektiren suçların cezasını affetme veya
durdurma hakkını kimseye verilmemiştir. Sadece kısas’da suç konusu olan kişinin
veya velisinin suçluyu affetmesiyle ceza ortadan kalkar. Şu halde, had hükmü
mutlaka uygulanması gereken ve kaçınılması mümkün olmayan ceza türüdür. Bu
yüzden, haddi gerektiren suçlarda ceza ile ilgili hükmün verilmesine kadar
dokunulmazlığın kaldırılmasını geciktirecek hiçbir sebeb yoktur.
Kısas
cezasınıda suç konusu kişi veya velisinin suçluyu affetme yetkisi olmakla
beraber böyle bir yetki genel şer’i prensibe etki etmez. Çünkü kısasda
dokunulmazlığın ortadan kalkması tamamen nisbidir. Kısası affıyla birlikte,
dokunulmazlık durumu ancak suç konusu kişiye veya velisine göre ortadan kalkar
ve suçlu diğerlerine nisbetle “masum” sayılır. Suç konusu kişi veya velisi
affedince hederi gerektiren ceza da ortadan kalkar ve suçlu kesin bir masumiyeti
kazanır. Tıpkı suç işlemezden önce olduğu gibi dokunulmazlığını yeniden elde
eder.
Haddi
gerektiren suçları yukarda belirtmiştik. Bunların dışında kalan fiillerde
uygulanan ceza ölüm de olsa, taziri gerektiren suçların cezası olması
dolayısıyle hiçbir suçta dokunulmazlık ortadan kalkmaz.
Çünkü
tazir cezasında devlet başkanının sonuçları afetme yetkisi vardır. Hem suçu hem
de cezayı kaldırabilir. “Bunun için ceza, uygulanma yönünden “mutlak gerekli”
liğini kaybeder. Mutlak gereklilik niteliğini taşımayan cezalarda ise
dokunumazlık ortadan kalkmaz. Ve suçlunun heder edilmesi gerekmez. İsterse hüküm
verildikten sonra suçlunun telefini gerektiren bir sonuç meydana gelmiş olsun...
Durum değişmez. Çünkü taziri gerektiren suçlarda devlet başkanı son anda verilen
cezayı affetme yetkisine sahibtir.
375-
KANIHEDEROLUNANLAR
Yukardan
beri yaptığımız açıklamalardan anlaşılıyor ki, kanı heder olunanlar şunlardar:
a)
Harb’ler
b)
Mürtedler
c) Evli
zaniler
d)
Savaşçılar
e)
Asiler
f)
Hakkında kısas hükmü verilenler
g)
Hırsızlar.
Yedi
başlık altında toplanan suçlular için ayrı ayır hükümler bulunduğundan
herbirinden teker teker sözetmemiz geremektedir.
376-
a) Harbi
“Harbi”;
İslam devletiyle savaş halinde bulunan bir devletin vatandaşıdır. Keza harbi,
“eman” la veya sözleşmeyle dokunulmazlık kazanan ve sözleşmenin bozulması veya
eman’ın son bulmasıyla bu hakını yitiren kimse demektir. Harbi’nin kanı
oybirliğiyle “heder” kabul edilmektedir. Bir harbi’yi öldüren ve yaralayan kişi,
öldürülmesi veya yaralanması mubah olan bir şahsı öldürdüğü veyaraladığı için
cezalandırma söz konusudur. Çünkü harbiyi öldüren veya yaralayan kişi kendisini
güvenlik kuvvetlerinin yerine koymuş olmakta ve onların yapması gereken bir
fiili işlemektedir.
Savaşta
veya savaş dışında harbiyi öldürene ceza verilemez.İslam hukukunun bu husustaki
hükmüyle beşeri hukuk tamamen uyuşmaktadır. Ancak savaş alanı dışında gereksiz
yerde öldürülen harbinin durum, İslam yurdunda (dar’ül-İslam) yakalanıp esir
edilen harbinin durumu gibidir.
Bu gibi
hallerde fail “katil” suçuyla tutuklanmaz. Çünkü harbi’nin kanı İslam Şeriatı’na
göre mubahtır. Tutulup esir edilmesi kanı’nı “masum” kılmaz ve “harbi” olma
niteliğinin ortadan kalkmasını gerektirmez. Şu halde, tutuklanıp esir edildikten
sonra da harbinin kanı mubahtır. Harbiyi öldüren kişi, kanı mubah olan birisini
öldürmüş olmaktadır ki, bu yüzden “katil” fiilinden dolayı kendisine sorumluluk
yüklenemez. Ancak tutuklanıp esir edilen harbilerin yetkili makam olarak
güvenlik kuvvetlerine teslim edilmesi gerikirken buna uymayan ve esirleri
öldüren kişiler için sorumluluk vardır. Bu noktadan, katil sorumludur ve
güvenlik kuvvetlerinin görevini üstlendiği için cezalandırılır.
Savaş
meydanlarında ve nefsi müdafaa durumunda harbinin öldürülmesi bir görevdir.
Bunun dışında kalan durumlarda ise, öldürmek, katil için “vacib” değil bir “hak”
tır.
İslam
hukukunun bu hükmü “harbi’nin öldürülmesini” kasıtlı öldürme sayan ve bu
noktadan cezai mueyyide uygulayan beşeri hukuka aykırıdır. Ancak beşeri hukukta,
mahkemeler pratik olarak suçlunun ve suça konu olan kişini şartlarını
değerlendirir ve hafifletici unsunları imkan nisbetinde göz önünde tutarak ceza
verir. Bu pratik netice, suçlunun cezalandırılması konusunda, beşeri hukukla
İslam hukukunun birbirine yaklaşmasına sebeb olmaktadır. Ancak cezalandırılan
“fiil” in keyfiyeti konusunda her iki hukuk sistemi arasındaki uyuşmazlık devam
etmektedir. O halde, beşeri hukuk “harbiyi lödürme” fiilini “katil” suçu
saymakta. İslam hukuku ise güvenlik kuvvetlerinin yapması gereken vazifeyi
üstlenmek” şeklinde değerlendirmektedir.
377- b)
Mürted
Mürded,
dinini değiştiren müslüman demektir. Yani irtidat sadece müslümanlarla ilgili
bir durumdur. Dinini değiştiren gayri müslümler için “mürted” deyimi kullanılmaz.
İslam
hukukuna göre “mürted”in kanı hederdir57. Yani mürtedi öldüren kişi
“kasıtlı öldürme” suçuyla cezalandırılamaz. İster tevbe etmesi istenmeden evvel
öldürülmüş olsun isterse sonra...58 Netice değişmez. Mürted,
mürtedliğini koruduğu sürece kendisine karşı işleyen her suç “heder” olarak
değerlendirilir.
(57)
Murted’in kanı iki yönden heder sayılır:
a) Murted
müslüman olmakla masum sayılıyordu, İslamdan çıkınca ismeti ortadan kalkan ve
kanı heder olur.
a) İslam
hukukunda murtedin öldürülmesi tazir cezası olarak değil had cezası olarak
şarttır. Çünkü Allah’ın Resulü şöyle buyurur:
“ Kişinin
öldürülmesi ancak üç şeyden birisiyle helal olur:
İmandan sonra
küfür, evli olduğu halde zina ve haksız yere bir cana kıymak”
Bir diğer
hadisi şerifte de şöyle buyurur:
“Dinini
değişterini öldürünüz.”
Şu halde
irtidat cezası öldürücü bir cezadır. İrtidat cezasına bakıldığı takdirde
öldürücü suç olarak
(58)
İrtidadın cezalandırılmasından önce İslam hukukçuları tevbeye çekilmesini şart
koşarlar. Tevbe etmesi ve İslama yeniden gelmesi öne sürülür. Tevbe etmezse had
cezası uygulanır ve öldürülür.
Mürted’i
öldürmek aslında güvenlik kuvvetlerinin görevidir. Güvenlik kuvvetlerinin izni
olmadan bir mürtedi öldüren kişi, yanlış hareket etmiştir ve güvenlik
kuvvetlerinin görevinin üstlendiği için cezalanırılmalsı gerekir, katil suçundan
olayı ceza gerektirmez. Dört mezhebin hukukçuları bu noktada aşağı yukarı
oybirliğine varmışlardır59. Ancak Maliki mezhebinde yukardaki hükme
aykırı bir görüş mevcuttur60. Şöyle ki: Maliki mezhebine mensup bazı
hukukçulara göre; dokunulmazlığı olmamakla beraber murtedi öldüren kişi tazir
cezasını gerektiren bir suç işlemiştir. Bu husustaki delilleri şudur:
Öldürülmeden önce murtedin tevbe etmesini istemek gerekir. Çünkü murted, dinini
terkettikten sonra “kafir” dir. Öyleyse kafiri öldüren kişi, öldürülmesi haram
olan birisini katletmiş olmaktadır. Ve devlet hazinesi (beyt’ul-mal) nce
diyetinin ödenmesi gerekir. Çünkü mürtedin mirası hazineye kalır.
(59) El-Bahr’ur
Balk C: 5, S: 125 El-İkna C: 4, S: 233 Mevah’ul-Celil C: 6, S: 233.
(60)
Eş,Şerh’al-Kebir DErdir C: 4, S: 127.
Öyle
sanıyoruz ki, bu fikri savunanlar irtidat sonucunda murtedin dokunulmazlığını
ortadan kaldırmakta ve küfrü nedeniyle günahkar saymaktadırlar. Böyle bir
düşünce ise fikirlerinin yıkılması için yeterli ve açık ve çelişkidir. Onlara
şöyle denilebilir:
Murted,
müslüman olmakla İslamın bahşettiği dokunulmazlık hakkı haizdir. Ama küfre
dönünce masumiyet ortadan kalkar. Yani dokunulmazlığı kazandıran unsur zimmet
andlaşması veya diğer sözleşmelerdir ki, murted bu sözleşmelerin hiçbirinde
dahil edilmez. O halde küfründen sonra dininden döneni masum saymaya imkan
yoktur.
Murtedi
öldürenin; güvenlik kuvvetlerini hiçe sayarak onların görevlerini üstlenmek
suçuyla cezalandırılması için güvenlik kuvvetlerinin murtedi cezalandırmayı
görev saymaları gerekir. Günümüzde Mısır’da ve diğer İslam ülkelerinde olduğu
gibi güvenlik kuvvetleri murtedi cezalandırma görevini üzerine almamışsa böyle
bir yetkiyi kullanarak murtedi öldüren kişiyi “güvenlik kuvetlerini görevlerini
üstlenmek” suçuyla cezalandırmaya imkan yoktur.
Şafii’lere
göre; genel bir kaide olarak “masum olmayan kişi benzerlerine göre masumdur”.
Mesela murtedin dokunulmazlığı yoktur. Ama benzerlerine göre masum sayılır61.
Dolayısıyle kendisi gibi bir murtedi öldürmesi mubah değlidir. Daha sora
müslüman da olsa murted iken başka bir murtedi öldüren kişi “kasıtlı katil” dir.
Ama bir müslümanın bir murtedi öldürmesi halinde failin “katil” olarak
değerlendirilmesi mümkün değildir. Kuvvetli bir görüşe göre zimmi’nin ödlürmesi
de aynıdır62.
(61)
Esna’el-Metalib C: 4, S: 12 Şerh’ul-Ansari ala’el-Behçet C: 5, S: 3-4.
(63)
Şerh’ul-Ensari ala’el Behçet C: 5, S: 3.
Şafiiler
yukardaki kaideleri kanı heder sayılan suçlular için kulanırlar. Fakat son
devrin Şafii fakihleri bunu
İslam
hukukuna göre murted’in öldürülmesi kişiler için bir “hak” değil, sadece
“görev”dir. Çünkü irtidad’ın cezası “had”dır ve had’di uygulamaksa vacib... Hiç
kimsenin af veya cezayı erteleme yetkisi yoktur. Bu görevin güvenlik
kuvvetlerine verilmiş olması kişilerin bağışlanmasını gerektirmez. Ancak
güvenlik kuvvetleri bu görevi fiilen yerine getirdikleri takdirde kişilere düşen
“vacib” hükmü kalkar.
Beşeri
hukuk “din değiştirme” vakasını cezalandırmamakla İslam hukukunda farklı bir
metod uygular. Ancak toplum düzenini bozanlara uyguladığı ceza ile İslam hukuku
paralelinde yer alır. Şöyle ki: Komünist devletler kendi uyruklarına mensup
fertlerden Marksist ideolojiyi terkedenleri cezalandırır. Şu halde, komünistleri
iktidarda olduğu ülkelerde demokrasi veya faşizm taraftarları suçlanır. Aynı
şeklide, faşist devletler de kendi ideolojilerine karşı çıkan ve komünizm veya
demokrasi prensiplerini savunan kişileri cezalandırır. Demokratik devletler de
komünizm ve faşizmle savaşır ve çeşitli konularla bu cereyanları yasaklamaya
çalışır.
O halde,
beşeri hukuku uygulayan herhangi bir ülkede, devletin dayalı bulunduğu sosyal
düzeni bozanların cezalandırılması; İslam hukuk açısına göre toplum nizamının
temelini oluşturan İslam prensisplerine karşı çıkanların cezalandırılmasından
farklı değildir. Öyleyse İslam hukukuyla beşeri hukukunun bu konudaki
uyuşmazlığı, prensibin kendisiyle değil uygulanış biçimiyle ilgilidir. Çünkü
İslam hukukuna göre “İslam”, sosyal düzenin temelidir. Şu hale, kendi sosyal
nizamını koruyabilmesi için İslam’dan ayrılanları (mürtedleri) cezalandırması
tabii bir haktır. Beşeri sistemlerde ise din vakıası sosyal düzenin esası olarak
(63)
Bakınız 191.paragrafa ve devamına.
Şu
noktaya da dikkat etmek gerekir ki, Mısır Ceza Kanunu her ne kadar murtedi
cezalandırıcı bir hüküm getirilmemişse de İslam hukukunun fertlere verdiği bir
hakkı temiz niyetle kullanmaktan dolayı işlenen her fiile cezai mueyyide
uygulanmaz. (Mısır Ceza Kanunu, madde 60).Böyle bir madde ise murtedin katilinin
cezalandırılması için yeterlidir. Çünkü bu hüküm şer’an işlenmesi mubah olan
bir fiilin netice itibarıyla kullanılmasının affedilmesi prensibine dayanır.
Murtedin öldürülmesi, ise şer’an mubah bir fiildir. Ancak İslam hukukuna göre
dininden dönenin öldürülmesi, daha önce de işaret ettiğimiz gibi bir “hak”
değil, bir “görev” dir. Böyle bir gerekçe, hiç şüphe yoktur ki, “görev” in” hak”
tan çok daha önemli olduğunu ifade eder. İşlenen fiile ve bu fiile muhatab
olana baktığımız zaman bu davranışın “hak” değil “vecibe” niteliği taşıdığını
görürüz. Hak ve görev olarak yönüyle bu fiil mubahtır. Fiile maruz kalan kişiye
baktığımızda muhatabın işlenen fiile suç olarak değerlendirme ve bunu önleme
gücüne saip olmadığı görülür. Çünkü fail sözü geçen fiilini, hak veya görev
olma hallerinde isterse aynı şekilde uygulayabilir. Emrin kaynağına
baktığımızda görev’in hak’tan daha üstün olduğu anlaşılır. Görev’le mükellef
olan kişi onu yerine getirmek zorundadır. Hak sahibi ise isterse hakkını alır,
isterse almaz. Şu halde “görev”le “hak” arasındaki fark ancak mükellefin görevi
yapmaması sonucunda kendisine yüklenen sorumluluk noktasında belirlenmektedir.
Görevli “görev” ini yapmadığı takdirde cezaya maruz kalır. Hakkını kulanmayan
hak sahibinin ise cezai sorumluluğu yoktur. Hak sahibi işlediği mubah fiil
sebebiyle sorumlu tutulmayacağını bilirse sözü geçen hareketi yapıp yapmamakta
serbesttir. Görevliye gelince... İşlediği fiilden dolayı muaf tutulması halinde
onu terkketmesi sözkonusu olamaz.
Mısır
Ceza Kanunu’nun 7. maddesinde İslam hukukunca konulmuş bulunan kişisel haklardan
bu kanunun hiçbir şekilde ilgisiz kalamayacağı belirtilmiştir. Fertler için
tesbit edilmiş bulunan görevler ise, daha önce de belirttiğimiz gibi, görev yeri
bakımından ve fiilli işlemek yönünden kişisel bir tutuma bağlı görünmektedir.
İslam hukuku açısından tıp öğrenimi görmüş bir hekimin doktorluk yapması onun
görevidir. Böyle bir görev ve faaliyet dalı, doktora hastayı ameliyat etmek veya
gerekirse herhangi bir organını kesip almak hak ve yetkisi sağlar.Murted’i
öldürmek ve kanun koyucu önünde her ferdin görev alarak yapması gereken kişisel
bir yükümlülüktür. Ancak böyle bir haktır ki, kişiye, görevinin gereği olarak
dininden döneni (murted) öldürme yetkisi verir. Cellad’ın görevi ölüm cezasına
çarptırılmış bulunan suçlunun boynunu vurmaktır. Yani cellada idam mahkümunu
öldürme hakkını veren faktör böyle bir “görev” le atanmış olmasıdır. Kaldı ki,
İslam hukukuna aykırı hükümlerin topyekün batıl olduğunu kabul ettiğimiz sürece
bu gibi nedenlere başvurmak ihtiyacında da değiliz.
378-
c) Evli zani
İslam
hukuku (evli) zaniye “recm” evli olmayana da “sopa” cezasını öngörür. Recm
hayata son verici bir cezadır. Böyle bir ceza şekli, zaninin öldürülmesini ve bu
gibi fiillere teşebbüs edenlerin engelenmesini amaçlar. Sopa cezası ise öldürücü
nitelikte değildir. Zaninin uslandırılmasını ve zinaya yeltenecek olanarın da
korkutulmalsını öngörür. Recm, yukarda da işaret ettğimiz gibi. Bu özelliği
doayısıyla evli olan zaninin kanı “heder” sayılmıştır.
Maliki,
hanefi, ve Hanbeli bilginlerinin oybirliğiyle
Şafii
mezhebinde geçerli olan fikirle yukarda açıkladığımız görüş birbiriyle
uyuşmamaktadır. Bu mezhebin bazıları tarafından tercih edilen başka bir hükme
göre ise evli olan zaninin katil öldürülür. Çünkü o, bir kişiyi öldürmüştür ve
kendisine böyle bir görev verilmediği için “kısas” ın uygulanması gerikir. Tıpkı
bir kişinin başka birisini öldürmesi olayında
Evli
olan zani, zina işlemekle kanının dökülmesini helal saymış demektir. Bu
Evli
olduğu halde zina eşleyen birisini ölürenin “katil” sayılması veya böyle bir
suçla muaheze edilmesi mümkün değildir. Fakat söz konusu kişi güvenlik
kuvvetlerinin görevini üstlenmek fiiliyle itham edilebilir66. Şu
kadar var ki, güvenlik kuvetlerinin böyle bir görevi yüklenmiş olması şarttır.
Güvenlik kuvvetleri bu görevi kabullenmez veya gereğini yapmaktan kaçınırsa bu
vazifeyi yerine getirenler, “güvenlik kuvetlerinin görevini üstlenmek iddiasıyla
tutuklanamazlar.
(64)
Haşye-ü Tahtavi C: 4, S: 260 Mevahib-ü-Celil C: 6, S: 231, 232 El-muğni C: 9, S:
43.
(65)
El-Muhezzeb C: 2, S: 186.
(66)
El-Muhezzeb C: 2, S: 186 Tebsirat’ul-Hukkam C: 2, S: 170.
Şafiiler
evli zani’yi öldürenin “masum” olmasını şart koşarlar.
Çünkü derler,
“kanının heder edilmesi gerekmez.” Mesela evli zaninin kanı, başka bir evli
zani için heder kabul edilemez. Murted ve harbi için de durum böyledir. Çünkü
murted, harbi ve evli zani derece bakımından ortaktırlar ve hepsinin kanı heder
sayılır67.
(67)
Tuhfet’ul-Muhtaç C: 4, S: 170 Şerh-ül-Ansari al’a el-Behçet C: 5, S: 3-4.
Evli olmayan
zani’nin cezası sadece sopa’dır. Karışıklık hali dışında böyle bir kişiyi
öldüren “kasıtlı öldürme” suçuyla cezalandırılır. Çünkü kanı masum olan birisini
öldürmüş demektir. Bu nokta dört mezhep imamlarına oybirliğiyle kabul edilmiştir.
Evli olmayan zani anarşik bir dönemde öldürülürse İmam Malik, Ebu Hanife ve
Ahmed İbni Hanbel’e göre katile ceza verilemez. Her üç imam bu konuda Hz. ömer’e
(r.a.) nın şu hükmüne dayanır:
Kılıcı kana
bulanmış bir adam koşarak sabah kahvaltısı yapmaka olan Hz. Ömer’in yanına gelir
Bir gurup insan kendisini izlemektedir. Hz. ömer’e şöyle derler:
Bu adam kendi
karısıyla birlikte bir arkadaşımızı da öldürdü.
Hz. ömer (adama
dönerek):
Bunlar ne
diyor? der.
Adam:
Karımın iki
baldırına kılıçla vurdum. Eğer bacakları arasında bir adam varsa mutlaka o da
ölmüştür.
Bunun üzerine,
Hz. Ömer (r.a.) sorar:
Adamın
dediği doğru mudur?
Evet!
Karısına kılıçla saldırdı. İki baldırını kesti kopardı.
Ama da ikiye
böldü.
Bunun üzerine
Hz. Ömer adama şöyle der:
Eğer
dönerlerse sen de dön ve maktulun kanını heder et!
Bazı islam
hukukçuları zina şüphesinde zaniyi öldürmenin mubah oluşunu öldüreni (katil’i)
heyecana sevkeden etkileyici güçlerle açıklarlar. Ancak yabancı olanlarla
olmayanlar arasında ayıırım yapmaktadırlar. Eğer zina edilen kadın yabancıysa,
zina ihtimali halinde öldürmek mubah değildir. Ama yabancı değilse zaninin
öldürülmesine izin verilmiştir. Çünkü yabancı bir kadınla yapılan zina yakınları
kadar kişiyi heyecana sevketmez. Yabancı kadınlara yönelik saldırılar, olaya
tanık olan için karısına, annesine veya kızkardeşine karşı olduğu kadar kişiyi
etkileyici değildir.
Şu kadar var
ki, hukukçuların çoğunluğu bu tip olaylarda zaniyi öldürmenin mubah oluşunu
“heyecan” veya “etkilenme” ye bağlamazlar. Bunun yerine munkeri ortadan kaldırma
gerekçesine dayarlar. Kendilerine görev evli olmayan zaninin öldürülmesi,
“anarşik bir ortamda munkeri elle değiştirmek” anlamına gelir. Bilindiği gibi
gücü yetenin munkeri eliyle değiştirme vacibtir68. Böyle düşünenler
“yabancı olan”la “yabancı almayan”lar arasında meydana gelen zina olayını
birbirinden ayrımazlar. Onlar evli olmayan zaniyi, ister erkek ister kadın olsun,
anarşik hallerde öldürmeyi mutlak şekilde mubah sayarlar. Ki bu görüş üç
mezhepçe de benimsenmiş ve ötekilere tercih edilmiştir69.
(68) 345
nolu paragrafa bakınız.
(69)
Tebsirat’ül-Hükkam C: 2, S: 169-170 El-Bahr’ür-Raik C: 5, S: 40-41 El-Muğni C:
10, S: 353 ve devamı.
İmam Şafii
ise, evli olmayan zaninin karışıklık halinde öldürülmesini bundan başka bir
yolla suça engel olma imkanı bulunmadığı zaman mubah görür. Bunun dışında, evli
olmayan zaniyi öldürmek ister heyecana sevkedici bir faktör bulunsun, ister
bulunmasın failin “kasıtlı ölürme” suçuyla cezalandırılması gerektiğini savunur.
Çünkü İmam Şafii’ye göre heyecan katil olayını mubah kılmaz. Üstelik münkeri
yoketmenin biricik yolu öldürmekse o zaman öldürme mubah olur, bunun dışında
mubah olmaz70.
İmam Şafii
mezhebine mensub bazı hukukçular ise evli olamayan zaninin öldürülmesini mubah
görür. Onlara göre bu gibi olaylarla her an karşılaşılabilir71. Keza
adı geçen bu hukukçular münkeri yoketmek isteyenin evvela öldürmeyle
başlamasını mubah görürler.
(70)
El-Muhazzeb C: 2, S: 186 El-Ümm C: 6, S: 26.
(71)
Şerh’ül-Ansari ala el-Behçet C: 5, S: 113.
İslam
hukukçularına göre zinadan katilin genellikle zina suçunun sübütuna hüküm
verilmezden önce veya sonra olması arasında fark yoktur. Önemli olan suçun
şeri delilleriyle maktüle sabit olmasıdır. Eğer sabit olursa katil, katil
fiilinden yukarıda saydığımız şekilde sorumlu olmaz. Eğer sabit olmazsa bu
taktirde kasıtlı öldürme suçundan mesul olur.
Beşeri
hukukta İslam hukukuna uygun olarak, zinayı cezalandıran bir madde yoktur.
Beşeri hukuk İslam hukuku gibi zina suçuna ölüm veya benzeri ceza vermez.
Mısır Ceza Kanunu da diğer Müslüman olmayan memleketlerdeki beşeri hukuku
takib ederek aynen almıştır. Mısır ceza hukukundaki bu maddelerin İslam
hukukuyla hiçbir ilgisi yoktur. Bu hukukun İslam hukukunun hükümlerine ve
genel prensiplerine uyan noktalarına sahih, muhalif olan noktaları ise
batıldır. Bu konuya daha önce etraflı olarak açıkladığımız için burada tekrar
oraya dönmek ihtiyacını duymuyoruz72.
(72) 191
nolu paragrafa ve devamına bakınız.
Evli zaninin
öldürülmesi vacib olduğu için İslam hukuku fertleri bu vazifeyi ifaya
mecbur kılar. Mısır ceza kanununun yukarda sözünü ettiğimiz hükümlerine göre
şahsi hukuka dahil olan bu görev İslam hukukuna göre vacibtir. Bu noktada
beşeri hukuk maddelerinin İslam hukukunun hükümlerine muhalif olması bizi
ilgilendirmez. Biz onların koydukları maddeleri İslam hukukuna delil olmak üzere
veya İslam hukukunun koyduğu hükümlerin doğruluduğunu ispat etmek için
kullanmıyoruz. Sadece beşeri hukukunun ne derece tutarsız olduğunu açıklamak
için konuyu aydınlatıcı mahiyette kullanıyoruz. Bu beşeri hukuk sistemlerinin
de İslam hukukunun normal karşıladığı murtedi, zaniyi ve diğer kanı heder
sayılanları öldürmeyi cezai müeyyide konusu yapmadığını görüyoruz. Nitekim Mısır
ceza kanunun 20. maddesi bu amirdir. Bir kısmı ise kanı heder sayılanların
öldürülmesini yasaklamaktadır. Keza Mısır Ceza Kanunun 230. maddesi bunu amirdir.
Bu çelişkinin nedenine gelince... Ceza kanunu koyanlar İslam hukukunda fertler
için mukarrer bulunan hakların ve vazifelerin mahiyetini bilmemektedirler.
379-
d) MUHARİM(SAVAŞÇILAR)
Harabe suçunu
işleyen kimseye muharib denir. Harübe suçu yeryüzünde bozgun çıkarmak yol kesmek
veya bazı İslam hukukçularının ifade ettikleri gibi büyük hırsızlık suçunu
işlemektir. İslam hukukunda harabe suçunun birden fazla cezaları vardır. Bu
cezalar Yüce Allah’ın şu mübarek kavli şerifinde ortaya çıkmaktadır.
“Allah ve
Rasulüyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası ya
öldürülmeleri, ya asılmaları, ya ellerinin ayaklarının çaprazvari kesilmesi veya
bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünyada çekecekleri rezilliktir.
Ahirette ise onlra büyük bir azab vardır.” (Maide: 5/33)
Şu halde
harabe suçunun cezası öldürülme, asılma, el ve ayakların çaprazvari kesilmesi ve
sürgündür. Bu suçlarda ilk dikkati çeken husus hepsinin tümüyle öldürücü
olmayışıdır.
İslam
hukukçuları bu cezalar, suçun miktarına göre mi düzenlenmiştir, yoksa ihtiyari
midir? diye ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilafın esas sebebi ise ayeti celilenin
metnindeki (ev = ya) harfinin tefsiridir. Bazı hukukçular bu edatın tafsil ve
tertip için geldiğini kabul ederken, bazıları ihtiyar (seçme) için geldiğini
kabul ederler.
Ebu Hanife, Şafii
ve Ahmed İbn-i Hanbel’in mezhebine mensub fakihler; bu cezaların suçlunun işlediği
suçlara göre sıralanacağı görüşündedir. Mesela buna göre bir kimsa adam öldürür
ve hiçbir mal olmazsa öldürülür. Bir kimse hem mal alır, hem de öldürürse,
öldürülür ve asılır.73 Eşkiyalık yapar, gelip geçenleri korkutur ama
ne kimseyi öldürür ne de mal alırsa sürgün edilir.74
(73) Bu
duruma Ebu Hanife hem organının kesilip hem de öldürülmesinde bir beis
görmemektedir. Ama İmam Muhammedle Ebu Yusuf bu konuda ona mahliftirler. Ahmed
İbn-i Hanbel’in görüşü ise bu noktada Ebu Hanife’nin görüşüne uyar.
Bakınız:Bedai’üs-Sanai C: 7, S: 93. El-Muğni C: 10, S: 305.
(74)El-Muğni, C: 10, S: 304 ve devamı Bedai-us-Sanai C: 7, S: 154-155.
İmam
Malik’e göre ise muharib; adam öldürürse onun da mutlaka öldürülmesi gerekir.
Devlet reisi için sürgün edilmesi veya uzvunun koparılması hususunda bir ihtiyar
söz konusu değildir. Devlet reisi onun öldürülmesi veya asılmasını ihtiyar
edebilir. Eğer muharib kimseyi öldürmez de sade mal alırsa onun sürgün
edilmesinde ihtiyar yoktur. İhtiyar ancak öldürülmesi veya asılması veya
çaprazvari uzvunun koparılması konusundadır. Fakat sade eşkiyalık yapıp, gelip
geçenleri korkutursa bu takdirde imam muhayyerdir.
İsterse
öldürür, isterse asar, isterse uzuvlarını koparır, isterse sürgün eder. İmam
Malik’e göre ihtiyar; meselenin devlet reisinin içtihadına raci olması demektir.
Eğer murarib görüş ve tedbir sahibi birisiyle o takdirde imamın içtihadı
öldürülmesine veya asılmasına muteveccih olabilir. Eğer görüş ve tedbir sahibi
biri değil de normal bir kişi ise kuvvetli ve gücü ile bu eşkiyalığı yürütüyorsa
o zaman da çaprazvari olarak uzuvları kesilir. Bu iki sıfattan hiçbirisi yoksa
bunların en kolayı olan sürgün ve tazir cezası verilir75.
Harabe haddi
gerektiren suçlardandır ve buna verilen ceza da haddir. Bilindiği gibi İslam
hukukunda had cazası, mutlak tatbik olunması lazım gelen bir cezadır.İnfazın
gecikmesiyle ceza sakıt olmaz. Af ta cezayı iskat etmez. Ancak harabe cezası
istisnai olarak tevbe ile sakıt olur. Çünkü Yüce Allah ayeti celilede
buyurmaktadır ki:
“Ancak siz
onları yenmezden önce tevbe etmiş olanlar müstesnadır. Bu durumda biliniz ki,
Allah Gafurdur, Rahimdir.” (Maide: 5/34)
Maharib tevbe
ederse onun ölüm, asılma, çaprazvari uzuvlarının kesilmesi ve sürgün cezaları
kalkar. Yani harabe suçu için konulmuş bulunan had cezaları sakıt olur. Fakat
tevbenin muharibin mağlub edilmesinden önce olması şarttır. Yenilgiden sonra
tevbe ederse hiçbirisi sakıt olmaz.76
(75)
Bidayetul-Muçtehid C: 2, S: 380-381.
(76)
El muğni C: 10, S: 351 Bidayet’ul-Muçtehid C: 2, S: 382.
Bu
açıklamalarımızdan alaşılıyor ki, muharibin kanının heder sayılması hususu da
fuhakanın farklı görüşleri uyarınca değişmektedir. Eğer ayeti kerimedeki vav
edatının tertib ifade ettiğini kabul edersek muharibin, adam öldürmesi veya adam
öldürüp, mal alması halinde kanı heder sayılır. Sade mal alması halinde sağ
eliyle sol ayağı heder sayılır. Ne mal alıp ne adam öldürmeden çevresine korku
salarsa bu takdirde hiçbirşeyi heder olmaz. Çünkü bunun cezası sürgündür ki bu
da öldürücü bir ceza değildir. Eğer ayette sıralanan cezaların ihtiyar esasına
göre geldiğini kabul edecek olursak; adam öldürmesi halinde muharibin kanı heder
sayılır. Çünkü adam öldürmesi halinde verilecek ceza ölüm veya asılmadır ki ler
ikisi de öldürücü cezalardır.
Hem adam
öldürüp hem de mal alma halinde durum aynıdır. Fakat sade mal alıp kimseyi
öldürmezse sadece sağ eliyle sol ayağı heder sayılır. İmamın (devlet reisinin)
her ne kadar öldürme veya astırma hakkı var ise de, şer’i şerife uyan en muhasib
ceza, sağ eliyle sol ayağının kesilmesidir. Bu durumda verilecek en az ceza
kesmek oluyor. Bunun altında bir ceza sözkonusu olamaz. Ancak muharib adam
öldürmeden kimsenin de malını almadan çevreye korku salarsa hiç bir şeyi heder
sayılmaz. İmam Her ne kadar öldürüp astırabilir veya uzuvlarını koparabilirse de
verilmesi gereken en uygun ceza sürgün edilmesidir. Sürgün cezası ise bilindiği
gibi öldürücü bir ceza değildir.
Yukarda
belirttiğimiz gibi suçlu; suç işlediği andan itibaren ceza hükmünü giydiği andan
değil, kanı heder olarak kabul edilir. Ayetin hükmünü cezada ihtiyar prensibine
dayandıranlara göre heder olma hali bu kaide uyarınca değişik biçimde olacaktır.
Çünkü sadece mal olan ve kimseyi öldürmeyen muharibe ölüm cezası da verilebilir.
O zaman hükmün verilmesinden sonra kanı heder olarak kabul edilir. Halbuki suçu
işlediği anda sadece organlarından birisi heder olarak kabul edilebilirdi. Keza
mal olmayan ve kimseyi öldürmeden korku saçan eşkiya ölüm veya uzuv kesme cezası
verilebilir. O takdirde cezanın verilmesi anından itibaren suçlu külli veya
cüz’i bir hederle yüzyüze gelir. Halbuki cezadan önce heder söz konusu değildir.
Suçlunun
kanının heder olması mağlub olmazdan önce tevbe etmesiyle ortadan kalkar. Ve bu
takdirde muharib masun olur. Binaenalyh onu bundan sonra kim öldürür veya bir
uzvunu koparırsa o kişi katil veya uzuv koparma suçundan sorumlu olur. Tevbe
ettiğini bilerek yapmışsa kasıtlı öldürme veya koparma suçundan, bilmeyerek
yapmışsa hatalı öldürme veya koparma suçundan sorumludur.
Muhabirin
tevbe etmeden önce öldürülmesi veya uzvunun koparılması hak değil vazifedir.
Çünkü harabe cezaları haddi gerektiren cezalardır ve tehiri caiz değildir. Had
cezalarının infazı, aslında her ferde vacibtir. Devlet yöneticilerinin bu işi
kendi üzerlerine almaları, cezayı fiilen tatbik etmedikleri sürece bu vecibenin
diğer fertlerin üzerinden kalkmasına vesile olamaz.
Şu kadar var
ki; amme kuvvetleri kanı heder sayılan birisin öldüren veya uzvunu koparan ferde;
katil yahut da uzuv koparma cezası değil de amme kuvvetlerinin görevini
üstlenmekten dolayı tazir cezası verebilir. Fakat bu gibi durumlarda o ferde
ceza verebilmek için amme kuvvetlerinin had cezalarını İslam hukukunun
hükümlerine uygun olarak tatbik etmekte titiz ve itinalı olmaları şarttır.
Muharib kişi;
cüz’i bir heder ile heder olmuşsa (mesela kimseyi öldürmeden mal almışsa) bir
diğer kişi de gelip onu öldürmüşse, o öldüren kişi kasıtlı öldürme suçundan
sorumludur. Keza kesilmesi gereken uzvunun dışında bir uzvunu kesmişse kasıtlı
uzuv kesme suçundan mesul olur.
Muharibin
heder olan uzvunu kesiş onun ölümüne sebeb olursa kesen kimse için sorumluluk
yoktur. Çünkü ölüm hali bir vacibin ifasından doğmuştur. Vacibin ifası ise
selamet şartına bağlı değildir.
380- e)
ASİ
Asi; kuvvete
başvurarak idari düzeni değiştirmeye çalışan veya idareciyi devirmek isteyen,
keza kuvvetine güvenerek idarecinin emrini dinlemekten imtina eden kimsedir.
İsyan suçu; yöneticilere ve yönetim sistemine karşı fakat sosyal nizama yönelik
bulunmayan suçtur. Eğer isyanla sosyal nizamın devrilmesi kastolunursa bu
takdirde işlenen suç isyan değil, yeryüzünde bozgun çıkarmaktır. İslam
toplumunun üzerine dayandığı sosyal nizam ise -bilindiği gibi- İslamdan başka
bir nizam olamaz.
İslam
hukukçuları isyan suçunda bazı özel şartlar aramaktadırlar ki biz bunları daha
önce zikretmiştik.77 Bu şartların en önemlileri asillerin kendi
harektlerini yorumlayacak fikri kapasiteleri olması, güç ve kuvvet sahibi
bulunmaları ve -bir görüşe göre- maksatlarını kuvvetle tatbik alanına koyarak
buna önce kendilerinin başlamasıdır. Bir diğer görüşe göre ise maksatlarını
kuvvetle tatbik alanına koymak isteğiyle toplanıp buyrukları dinlememeleridir.
(77) 78
nolu paragrafa bakınız.
İsyan suçunun
şartları mevcut olduğu takdirde asinin kanı heder olur. Binaenalyh onu öldüren
kişi kanı mubah olan birisini öldürmüş olur ki ona asla ceza teretteüb etmez.
İsyan hali son buluncaya kadar asinin kanı heder olarak kalır.
İmam Azam Ebu
Hanife’nin görüşü bu noktada diğer mezheb imamlarından farklıdır.78
Ona göre asiler savaşmaya veya tecavüze başlamamış olsalar bile buyruk
dinlemeyip bir kenara toplandıkları ve birleştikleri andan itibaren kanları
heder sayılır. İmam Malik, Şafii ve Ahmed İbn Hanbel ise asilerin kanının heder
sayılabilmesi için önce onların saldırıya geçmelerini veya çatışmaya
başlamalarını şart koşmaktadır. Onlara göre kaide şudur:Saldırı olmaksızın veya
çatışma çıkmaksızın asinin kanı helal olmaz.79 Asilerle savaşmak
İslam hukukuna göre vacibdir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“İsyan
edenler ile de Allah’ın emrine boyun eğinceye kadar savaşın.”
(78)
ElBahr’ür-Raik C: 5, S: 142 Bedai’üs-Sanai C: 7, S: 236. Şerh’ür-Feth’el-Kadir
C: 3, S: 411.
(79)
Mevahib’ul-Celil C: 6, S: 278 El-Muhezzeb C: 2, S: 236 El-İkna C: 4, S: 239.
Bu
vecibe her ferdin omuzuna yüklenmiştir. Eğer devlet kuvvetleri bu vazife için
belirli şahısları görevlendirir ve asillerle savaşmayı bunlara yüklerse bu diğer
fertlerin üzerlerindeki vacibi eda etmelerini önlemez. İsyan hali kaim olduğu
sürece bu vecibenin onların üzerinden sakıt olmasını icabettirmez. Fakat
devletin asileri bastırmak üzere özel olarak görevlendirdiği vazifelerin dışında
asilerle çarpışmak isteyen bir kişinin asileri öldürmesi halinde ölüm suçundan
sorumlu tutulması mümkün değildir. Çünkü asinin öldürülmesi mubahtır. Ancak
devlet kuvvetleri katile; amme kuvvetlerinin görevlerini üstlenmeleri itibariyle
tazir cezası verebilirler. Fakat amme kuvvetlerinin bu görevi geciktirmeden ifa
etmeleri gerekir.
381-
f) HAKKINDA KISASHÜKMÜVERİLENLER
İslam
hukukunda kısas, kasıtlı öldürme ve yaralama suçlarının asli cezasıdır. Kısas;
suçlunun işlediği fiilin misliyle cezalandırılmasıdır. Kısas cezası hem önceden
takdir olunmuş hem de öldürücü bir cezadır. Kısas; hem cana, hem de candan aşağı
organlara uygulanır. Cana kısas tatbik olunursa ortaya öldürme hali çıkar,
candan aşağı organlara tatbik olunursa yaralama veya koparma hali çıkar.
Kısası
gerektiren bir fiili işleyen kimsenin fiilinin neticesi olarak kanı heder
sayılır. Eğer işlediği fiili ölümü gerektiriyorsa onun öldürülmesi hederdir. Bir
organının veya birkaç organının koparılmasını gerektiriyorsa, bu kısasın
gerektiği noktalar hukuki bakımdan hederdir.
Kısasta
heder nisbidir. Binaenaleyh suçlunun heder olma hali ancak tecavüze uğrayana
veya onun velisine aittir. Bunun dışında kalan herkes hakkında suçlu masumdur.
Binaenaleyh tecavüze uğrayanın dışında kimse onun kanını akıtamaz. Kısasta
hederin nisbi oluşunun nedeni şudur:
Kısas
bir vazife değil haktır. Binaenaleyh suçlu ancak hak sahibi için heder olmak
durumundadır. Hak sahibi, isterse bu hakkını kullanır. Binaenaleyh katilin kanı;
ancak maktulun velisi için mubahtır. Dolayısıyle bir yabancı gelir -hakkında
kısas hükmü verilmiş de olsa- katili öldürürse kasıtlı öldürme suçunu işlemiş
olur. Çünkü kendisi bakımından masum olan bir kişi öldürmüştür. Ayrıca kan
sahibinin katilini affetmesi muhtemeldir. Affettiği takdirde verilen kısas
hükmünün infazı ortadan kalkar. Cumhuru fukaha bu görüştedir.80
(80)El-Muğni C: 9, S: 356.
Aslında
İslam hukukuna göre; hadleri yerine getirme ve cezaları uygulama hakkı devlet
reisine aittir. Bu esasın istisnası sadece kısastır. Binaenaleyh tecavüze
uğrayan kişi veya velisi isterse bizzat kısas cezasını yerine getirebilir. Kan
sahibi isterse, ceza kesinleştikten ve infaz vakti belirtildikten sonra bizzat
kısas hükmünü yerine getirir. Ancak bu hükmün ifası devlet reisinin gözetimi
altında olur. Fakat kan sahibi kısas hükmünü ifadan aciz olursa veya iyice
yerine getiremiyecek durumda bulunursa yerine bu iki şarta haiz olan birisini
vekil bırakabilir. Vekilin sırf bu gaye için tahsis edilmiş bir görevli olmasını
engelleyici hiçbir hüküm yoktur.
Canın
dışında kalan kısas hükümlerine gelince... Bu noktada ihtilaf vardır. İmam Malik,
İmam Şafii ve Ahmed İbn Hanbel mezhebinden bir görüşe göre; kan sahibi veya
velisinin canın dışında kalan hükümlerde kısas hükümünü ifa etme hakkı yoktur.
İster kan sahibi öldürmenin dışındaki kısas hükmünü iyice uygulayacak güçte
olsun, isterse olmasın. Çünkü kan sahibinin suçluya acıyarak hükmü iyice
uygulayamaması veya telafisi mümkün olmayan bir aşırılığa tevessül etmesi
engellenemez. Binaenaleyh bu imamlara göre; öldürme dışındaki kısas hükmünü
iyice başarabilecek olan tecrübeli kimseler yerine getirir. Bu noktada İmam
Malik şöyle der:Bir organın koparılması veya yaralanması şeklindeki kısas
hükmünün tatbikinde devlet reisinin adalet sahibi iki kişiyi görevlendirmesini
uygun görüyorum. Eğer iki kişiyi bulamazsa adalet sahibi olduğu takdirde bir
kişinin onun yerine geçebileceğini kabul ediyorum.81
Ahmed
İbn Hanbel mezhebinden bir görüş ile Ebu Hanifenin görüşüne göre ise öldürmenin
dışındaki kısas hükümlerinin tatbikini tecavüze uğrayan kişi kendisi bizzat
üzerine alabilir. Çünkü o kendisinin hakkıdır. Kişi iyice yerine getirebildiği
takdirde diğer haklarını kullandığı gibi kısas hakkını da kulanmakta serbesttir.
Ancak hükmü güzelce ifa edemeyecek durumda olursa yerine kısas konusunda
tecrübeli birisini vekil tayin edebilir. Hanbeli mezhebinden bu görüşü
benimseyenler kısas hükmünü gereği gibi tayin ve güzelce ifa edemiyenlerin
yerine vekaleten bu görevi ifa edecek tecrübeli birisinin devlet hazinesinden
ücretli olarak tayin edilmesinde de bir engel görmezler.82 Kısas
hakkını tecavüze uğrayanın veya velisinin yerine getirmesi prensibi Yüce
Allah’ın şu mübarek kavl-i şerifine mustenittir:
(81)
Mevahib’ul-Celil C: 6, S: 253-254. C: 2, S: 197. Eş-Şerh’ul-kebir C: 9, S:
398-399.
(82)
Bedaius-Senai C: 7, S: 246. Eş-Şerhul-Kebir C: 9, S: 398-399.
“Kim
de zulmedilerek öldürülürse onun velisine bir yetki vermişizdir. Binaenaleyh oda
öldürmede aşırı gitmesin.” (İsra: 17/33)
Tatbikatı itibriyle kısas hakkını kazananın, bu hakkı ancak mahkeme tarafından
cezanın verilip infaz vaktinin tayininden sonra kullanması mümkündür.
İslam
hukuku, kısas hakkını kullanma yetkisini kan sahibine verirken bunun yanısıra
ona kısası affetme hakkını da vermiştir. Dilerse bir mal karşılığı olarak
bağışlar, dilerse bedava bu hakkı kullanabilir. Binaenalyh kan sahibi affederse
sanığa kısas hükmü uygulanamaz. Sadece amme kuvvetleri öldürmenin dışında sanık
için uygun görecekleri herhangi bir tazir cezasını verip vermemekte
serbesttirler.
İslam
hukuku çeşitli vesilelerle kan sahibini suçluyu affa teşvik etmiştir. Kan sahibi,
bir mal karşılığı affedebileceği gibi, ahirette sevab ümidiyle ve Allah’ın
rızasını temenni ederek affedebilir. Affa teşvik eden ayeti kerimeler pek çoktur:
“Kim
de affeder ve ıslah ederse onun ecri Allah’a aittir.” (Şura: 42/40)
“Ve
insanlardan affedenler... Allah şüphesiz ihsan edenleri sever.” (A’li İmran:
3/134)
İslam
hukuku affı Allah’ın insanlara bir rahmeti olarak ifadelendirir. Bu hususta
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:
“Ey
mü’minler! Öldürmede kısas size farz kılındı.Hürr’e hür, köleye köle, kadına
kadın... Fakat kim de kardeşi tarafından affedilirse o zaman uygun olanı yapması
ve güzelce onu ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve
rahmettir.” (Bakara: 2/178)
Allah’ın
Rasulü de -Enes İbn Malik’in rivayet ettiğine göre- ne zaman kendisine kısas
hükmü iletilmişse her seferinde affı emretmiştir...
Bazıları
İslam hukukunun kan sahiblerine kısas hakkını vermesinin, İslam öncesi ilkel
kabilelerde geçerli olan eski gelenekleri devam ettirdiğini öne sürerler. Ancak
bu, hiçbir esasa dayanmayan sakat bir görüştür. Çünkü İslam hukuku kan
sahiblerine bu hakkı tanırken, bazılarının zannettiği gibi, ilkel Arap
geleneklerini devam ettirmek istememiştir. İslam, herşeyden önce insanların
tabiatına ve duygularına bakmış fertlerin ve toplumların menfaatini gözönünde
bulundurmuştur.Getirmiş olduğu tüm haklarda, vecibelerde ve görevlerde dikkate
aldığı temel prensibleri nazari itibara almıştır.
İnsanoğlunun tabiatında intikam duygusunu mevcut olduğunu kimse inkar edemez.
İnsanoğlu yetiştirildiği takdirde, başkası eliyle intikamının alınmasından kendi
eliyle intikamını almayı tercih eder. Ayrıca insanın tabiatı itibarıyla kadir
olduğu ve bu noktada önüne hiçbir engel çıkmadığı takdirde dürüst bir niyetla
kendi hakkından vazgeçmeye daha mutemayil olacağı tartışma götürmez bir
gerçektir.
Kesin
olan hususlardan birisi de, kısas hükmünün toplum menfaatinin zaruri
gereklerinden olmasıdır. Çünkü ölüm için en iyi çare ölümdür. Ve kısasta hayat
vardır. Ancak kısastan iyi niyetle vazgeçilirse bu da emniyetin korunmasına,
kanların muhafazasına ve suçların azaltılmasına vesile olur. İşte İslam hukuku
kan sahibine kendi intikamını bizzat kendi eliyle alma yetkisini verirken;
ruhunun derinliklerinde mevcut olan intikam duygusunu dindirmeyi ve cezanın
kesinleşip infazın zamanı belirtilmezden önce mahkemeye başvurmadan, hukuki
kaidelere riayet etmeden kendi eliyle kendi hakkını alma çabasının önüne geçmeyi
planlamış ve bunu da sözünü ettiğimiz insan tabiatının esasına ve mantiken kabul
edilen sağlam prensiplere dayandırmıştır. Böylece kısası devletin uygulamasıyla
kişilerin içinde sönmeyen intikam duygusunu ortadan kaldırmıştır.
İslam
hukuku; aynı esaslar müvacehesinde kan sahibinin kısas hakkını uygulama veya
affetme yetkisini kabul etmiştir. İşte kan sahibine kısas emriyle bunca
imkanları tanıdıktan ve suçluyu bu noktaya kadar mahkum ettikten sonra, kan
sahibini affa teşvik etmiş, maddi arzusunu tatmin ederek, mal karşılığı affını
uygun görmüştür. Manevi yönden de teşvikederek Allah’ın rızasını ve ahiret
sevabını vaadetmiştir. İş bu noktaya geldikten sonra affeden kişi, iyi niyetle
affetmiş olmalıdır. Binaenaleyh düşmanlıklar ve intikam duyguları silinmiştir.
Düşmanlık yerine dostluk geçmiştir ki, bu toplum içinde nizamın yerleştirilmesi
ve emniyetin korunması için en etkili yoldur. Bütün bunlardan sonra amme
kuvvetleri öldürmemek kaydıyla suçluya uygun gördükleri cezayı verebilirler.
Şu halde
İslam hukuku; kan sahibine kısas hakkını verirken nefislerin ıslahını kastetmiş,
düşmanlık yerine dostluğu, anarşi yerine emniyet venizamı korumayı, suçların
çoğalması yerine azalmasını ve insanların kanunlara karşı çıkmaları yerine
hükümlere saygı göstermelerini sağlamayı ön plana almıştır. Böylece insanların
bizat kendilerine ve ailelerine karşı intikam duygularını törpülemiştir. Bütün
bunların ötesinde imkan nisbetinde idam cezasını kısıtlayarak canları ve kanları
korumayı kastetmiştir.
Kısas
hakkı bölünmez bir haktır. Af hakkı ise bölünebilir. Ebu Hanife, Şafii ve Ahmed
İbn Hanbel’in görüşü budur. Buna göre kan sahiblerinden birisi hakkını
bağışlarsa diğerlerinin de kısas hakkı sakıt olur. Fakat İmam Malik af hakkında
parçalanmaz bir hak olduğu görüşünü serdeder. Buna göre bütün kan sahibleri
affetmedikçe af hakkının geçerli olması mümkün değildir. Binaenaleyh kan
sahiblerinden biri bağışlarsa diğerlerinin haklarını alma yetkileri vardır.
Kısas
hakkını kullanmanın en basit şekli şöyledir:Mahkeme tarafından suçlunun suçu
sabit görülerek ceza verilir ve hükmün infaz anı tesbit olunur. İnfaz anı
yaklaşınca kan sahibi bizzat kendisi gelerek, yahut da bir başkasını yerine
vekil ederek bu hakkı infaz eder. İnfaz anında kan sahibi için hiçbir mesuliyet
sözkonusu değildir.Çünkü işlediği fiil bir suç değil, şairin kendisine tanıdığı
bir haktır.
Ancak
bazı hallerde kan sahibinin heyecanlanarak kendine sahib olamaması ve bu yüzden
suçlunun hakkında hüküm verilmeden önce kısas yapmaya kalkması, hüküm
verildikten sonra veya infazanı gelmezden önce birtakım davranışlara girişmesi
mümkündür. Keza bazı müessirler altında kalarak kan sahibinin kısastan
vazgeçmesi sonra tekrar kararından dönerek kısasın kendisi için iyi olacağını
düşünüp uygulamak istemesi de mümkündür. Kan sahiblerinden bir kısmı kısas
yapılmasını isterken, bir kısmı suçlunun affını taleb edebilir. Keza kan
sahiblerinden bir kısmı suçlunun affını düşünürken diğer bir kısım ötekilerin
görüşünü almaksızın kısas hakkını çabucak uygulamak isteyebilir. İşte bu
saydığımız hallerde kısas hükmünü icra eden kişi bir hakkı kullanmış mı
olmaktadır yoksa bir suçu irtikab etmiş midir?Bu fiili işleyen kişi
cezalandırılır mı, affedilir mi-İşte şimdi teker teker ele alarak hükmünü
belirtmeye çalışacağımız konlular bunlardır.
382-
g) SUÇLUYUÖLDÜRMENİNHÜKMÜ
a- Hüküm
verilmezden önce veya hükmü verilip infaz anı gelmezden önce suçluyu öldürmek:
Kan
sahibi kısas yapma hakkına haiz olarak suçluyu ister hüküm verilmezden önce veya
sonra öldürsün, ister hükmü verildiği halde infaz için belirtilen vakit gelmeden
önce öldürsün, öldürme suçundan dolayı cezalandırlmaz. Çünkü o, mubah olan bir
fiili icra etmiş ve şairin kendisine verdiği bir hakkı yerine getirmiştir.
Sadece acele ederek münasib vakit gelmezden önce hakkını kullanmaya kalkıştığı,
için, bir de kısas hükmünün belirli vakitte infazını uygun gören amme
kuvvetlerinin görevini kendi üstüne aldığı için suçlanabilir. Bu durumda amme
kuvvetleri isterlerse ona uygun gördükleri bir tazir cezası verebilirler.83
(83)
Mevahıb’ül-Celil C: 6,S: 233 Şerh’ül-Behçet C: 5, S:3.
Kısas
hükmü verilmezden önce öldürme durumunda ise, suçlunun itham olunduğu fiili
işlemiş olduğunun ispat edilmiş bulunması gerekir. Eğer suçlu bu fiili işlemiş
olduğu ispat edilmeden önce öldürülürse kan sahibi kasıtlı öldürme suçundan
cezalandırılır.
Görülüyor ki suçlunun suçu sabit görüldüğü takdirde hüküm verilmeden önce
öldürmekle hüküm verildikten sonra öldürmek arasında fark yoktur.Bunun nedeni
şudur:Kan sahibinin kısas yapma hakkı suçlunun öldürme suçunu işlediği andan
itibaren doğar, yoksa kısas hükmünün verildiği vakitten itibaren değil.
Binaenaleyh kan sahibi hüküm verilmezden önce suçluyu öldürecek olursa öldürme
suçunu işlediği andan itibaren suçlunun aleyhine sabit olmuş bulunan kısas
hakkını kullanmaktadır. Tabii bu husus kan sahibi bir tek kişi olursa bahis
meczuudur. Yahut da bir çok kişi olup aralarnıdan birlik bulunursa... Fakat
birden fazla olup suçlunun öldürülmesi konsun da değişik görüşleri bulunrusa
veya aralarından suçlunun affını uygun görmeyenler bulunursa işte bu durumda
mesele biraz daha değişiktir. Şimdi bunu görelim.
b)
Aftan sonra öldürme
İmam
Azam Ebu Hanife, İmam Şafii ve Ahmed İbn Hanbel’e göre kan sahiblerinden bir
kısmının veya tümünün suçluyu affetmesi kısas durumunu ortadan kaldırır.Çünkü
kısas cezası parçalanmaz bir cezadır. Binaenaleyh kan sahiblerinden birisi veya
bir bir kısmı affederse diğerleri de affetmiş olur. Çünkü birkişiyi bazı
kimselerin diriltip bazılarının öldürmesi imkansızdır. Binaenaleyh affeden
kişiler kısasın bir kısmını affetmiş olmaktadırlar ki hükmün uygulanması imkanı
bundan sonra söz konusu olamaz. Bu durumda kan sahiblerinden suçluyu
affetmeyenler başkalarının affetkilerini bildikleri halde suçluyu öldürürlerse o
takdirde Ebu Hanife ve Ahmed İbn Hanbel’e göre cezası kısas olan bir öldürme
suçunu işlemiş bulunmaktadır. İmam Şafii’ye gelince o iki durumu birbirinden
ayırmaktadır. Birincisi katlin mahkeme tarafından suçlunun affının
kararlaştırılması ve kısas hakkının sakıt olması sonunda vuku bulması halidir ki
o bu durumda kısas uygulanmasını şart koşar. İkincisi ise katilin kısasın
sukutuna hüküm çıkmadan önce vukubulmasıdır. Bu durumda öldüren kan sahibi diğer
kan sahiblerinin iznini almadan katil fiilini icra etmiş olmaktadır. Bu takdirde
bazı Şafiiler kısası bazıları da diyeti öngörmektedirler.84
(84)
Bedai’üs Sanai C:7 ,S: 248. Tuhfe’t-Ül Muhtaç C: 4, S: 26 El-Muhezzeb C: 2, S:
197. El-Muğni C: 9, S: 465-466.
Kan
sahibi affı bilmeden ve suçlunun affedilmesinden sonra onu öldürürse öldürme
suçundan sorumludur. Ancak affedildiğini bilmediği için kısas gerekmez.
Binaenaleyh ona verilecek ceza Ebu Hanife ve Ahmed İbn Hanbel’e göre diyettir.
Şafii mezhebinde ise bu konuda iki görüş vardır. Bir kısmı kısasın gerektiğini
kabul ederken, diğer bir kısmı da diyetin gerektiğini kabul etmektedir. Kısas
gerektiğini söyleyenlerin delili şudur:Kısas hakkı af ile sakıt olur.
Binaenaleyh kan sahibinin hakkını kullanmazdan evvel hakkının baki olup
olmadığını iyice araştırıp öğrenmesi gerekir. Diyet gerektiğini söyleyenlerin
delili ise şudur:Kan sahibinin kısas hakkı sabittir. Affedilmekle hakkının baki
kaldığına inanarak suçluyu öldüren kişinin durumu bir şüphe arzetmektedir ki
şüphe haddi önler.
İmam
Malik ise affın parçalanmaz bir bütün olduğunu ve ancak sısas yapmaya hak sahibi
olan tüm kan sahiplerinin affetmesi halinde mevcut olacağını kabul etmektedir.
Malik’e göre; kan sahiplerinin birisi affedecek olursa onun affetmesi
diğerlerini kısas hakıkını ıskat etmez. Binaenaleyh kan sahiplerinden birisi
diğerlerinnin affından sonra dahi suçluyu öldürerek kısasa hükmünü uygularsa ona
hiçbir mesuliyet yoktur. Çünkü onların hakkı muteber değildir ve kısas hakkına
müessir olmaz.İmam Malik’e göre, o kişiye güvenlik kuvvetlerinin görevinin
üstlendiği için idarecilerin tazir cezası vermelerini önleyecek bir neden de
yoktur.85
(85)
El-MuğniC: 9, S: 466
c- Diğer
kan sahiblerinin izni alınmadan öldürme.
Kan
sahiblerinden birisi veya bir kısmı diğer kan sahiblerinin iznini almadan
suçluyu öldürürse, öldüren kan sahibi veya sahibleri bu öldürme fiilinden
mesuldürler. Bu, İmam Malik’in dışında bütün fukahaca ittifakla kabul edilmiştir.
Ancak öldüren kan sahibinin cezalandırılması konusunda ihtilaf vardır. Ebu
Hanife veAhmed İbn Hanbel katil kan sahibine, kısas hükmünün uygulanmasını
gerekli görmezler. Onlara göre, katil kan sahibinin maktulun bazı kısımlarını
yoketmesi hakkıdır. Bu ise şüphe iras eder. Bilindiği gibi şüphe de kısası
ortadan kaldırır. Binaenaleyh kısas yerine diyet gerekir. Şafii mezhebinin
kuvvetli bir görüşü de bu babtadır. Ancak Şafii mezhebindeki bir diğer görüş ise,
katil kan sahibine kısas hükmünün uygulanmasını öngörmüktedir. Onara göre katil
kan sahibi için maktulun bir kısmını yoketme hakkı yoktur. Şafiiler bu hususu şu
meseleye kıyas etmektedirler. Bir topluluk, tek bir kişiyi öldürse, suça iştirak
edenlerden herbiri maktulün ancak bir kısmını yokettikleri halde hepsine de
kısas uygulanması gerekir. Aynı nedenle, bu durumda da katile kısasın
uygulanması gerekir. Ancak karşı görüşten olanlar bu kıyasın sahih olmadığını
söylemektedirler. Onlara göre topluca birisini öldüren topluluktan suça iştirak
eden bir kişiye sırf maktulun bazı kısımlarını yokettiği için kısas yapılmaz.
Tümünü yokettiği için kısas yapılır. Bönaenaleyh böyle bir kısas sahih olmaz.
Bazı fakihler kan sahibine kısas hükmünün uygulanmasını öngörmektedirler. Çünkü,
kan sahibi dernektedirler, katilin ancak bir kısmını öldürmeye hak kazandığı
halde tümünü öldürmekle diğer kan sahiblerinin hakkını kullanmış olmaktadır.
Eğer diğer kan sahibleri ona bu hakkı verirlerse kısas gerekmez. Ama kan
sahiblerinden birisi muvafakat etmezse katilin tüm olarak veya kısmen ölürme
hakkı ortadan kalkar. Çünkü kısas parçalanmaz bir bütündür. Katili öldüren kişi
haklı olmadığı halde onu itlaf etmektedir. Binaenaleyh ona kısasın uygulanması
gerekir. Çünkü mezun olmadan öldürülme; hakkı ortadan kaldırır. Bir şeye tümüyle
hak sahibi olmayanlar. Kısmen hak sahibi olamazlar86. İmam Malik ise,
katilin katiyen öldürülmemesi görüşündedir. Ona göre katil haklı olan bir fiili
işlemiş ve maktulün hakkı olan kısası uygulamıştır87. Diğer üç
mezhebin görüşü şu esasa dayanmaktadır: Çünkü içlerinden birisi affedebilir.
İmam Malikin görüşü ise şuna dayanmaktadır: Kan sahiblerinden bir kısmının
afedip bir kısmının affetmemesi kısas hükmünü ortadan kaldırmaz. Çünkü, kısas
ancak kısas hakkını haiz olan tüm hak sahiblerine affetmesiyle sakıt olur.
Binaenaleyh katil kısasta kendi hakkını kullanmış olmaktadır.
(86)
Bedai’üs-sanai C: 7, S: 243 El-Muhezzeb S: 2, S: 197 Eş-Şerh’ul-Kebir C: 9, S:
386.
(87)
Eş-Şerh’ül-Kebir’ Derdir C: 4, S: 212.
d)-
Affeden kan sahibinin öldürmesi:
Eğer
maktülü öldüren kişi, kısas hakkı olduğu halde affetmiş bulunan kan sahibinin
kendisi ise bu takdirde fiilinden sorumludur ve ittifakla onun kasıtlı katil
olduğu kabul edilmektedir88.
İster
bedava, ister bedel karşılığı olarak affetmiş olsun kasıtlı öldürme suçundan
dolayı kısas cezası uygulanır89. Çünkü kendisinin affetmisiyle
katilin kanı dokunulmaz olmuştur ve o da bu dokunulmaz olan kişiyi katletmiştir.
(88)
Buradaki ittifaktan maksat dört imamın itifakıdır. Ancak bu dört imamın dışında
aynı görüşü benimsemeyen imamlar da vardır. Mesela, İmam Hasan katilden diyet
alınmasını öngörür, Ömer İbni Abdulaziz ise katilin tarir cezasına
çarptırılmasını öngörür.
(89)
Bedai’üs-Sanai C: 7, S: 247 Haşiye’ut,Tahtavi C: 4, S: 258 El-Muhazzeb C: 2, S:
197 Nihayet’ül-Muhtaç C: 7, S: 286 El-Muğni C: 9, S: 461 Eş Şerh’ul-Kebir C: 9,
S: 395.
e)-
Katilin organlarının koparılması
Kan
sahibi, suçlunun bir organını veya bazı uzuvlarını koparır sonra da onu affeder
ve öldürmezse; (mesela öldürmeden önce katilin bir organını veya bazı
noktalarını koparırsa) bu durumda Ebu Hanife ve Ahmed İbn Hanbel’e göre kestiği
kısımların diyetin ödemesi gerekir. Çünkü kestiği anda hakkı olmayan bir fiili
işlemiş olmaktadır. Ebu Hanife’nin ifadesine göre, hakkı olmayan bir fiili
işlediği için bu haksız fiilden sorumludur. Çünkü kısas hakkına haiz olmakla,
ölürme yetkisi vardır, koparma yetkisi yoktur. Kısas gereği olarak bu tür fiili
işleyen kişiye kısa yapılması gerekir. Ancak şüphe varid olduğu için kısas icra
olunamaz. Varid olan şüphe (cana bağlı olarak organlardan bir kısmını telef etme
şüphesidir), dolayısısyla kısas uygulanamayacağına göre tabiatiyle diyet gerekir.
Bir organda kısas hakkının sabit olması ancak katilin subutu sonunda sözkonusu
olabilir. Binaenaleyh bu durumm ancak öldürme fiilini infaz etiği zamanda ortaya
çıkar ve suçluyu kısas yaparak öldürdüğü takdirde buna bağlı olarak diğer
organlar üzerinde de hakkı sabit olur. Öldürmediği takdirde ne aslen, ne de
bedel olarak organlarının takdirde ne aslen, ne de bedel olarak organlarının
hiçbirisi üzerinde hakkı sabit olamaz. Binaenaleyh öldürmeden önce suçlunun bir
organını koparan hakkı olmayan bir fiili işlemiş olmaktadır90.
(90)
El-Muğni C: 9, S: 391 El-Bahr’ür-Raiki C: 8, S: 219-220.
İmam
Şafii, İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed kan sahibini kıas olarak öldürmekten
vazgeçip bağışladığı halde, katilin bir uzuvunu ve uzuvlarını koparması
durumunda cezai sorumluluğa maruz kalmayacağı görüşünü serdederler. Kısas olarak
öldürmeyi affetmemiş oluduğu halde suçlunun organlarından birini koparan kişi
onu öldüreden önce böyle bir davranışta bulunduğu için tezir cezasıyla
cezalandırılır. Af halinde kan sahibinin suçlunun organlarını koparmaktan
sorumlu olmasının nedeni; öldürmeye hak kazandığı bir bütün, kısmen koparma
hakkına da sahib olur. Onlara göre bütünüyle öldürme hakkına sahib olan kişinin,
suçlunun bazı organlarını kestiği içni muaheze edilmesi doğru olmaz91.
İmam
Malik ise, kan sahibinin suçluyu kısas olarak öldürmekten vaz geçmese de geçse
de organlarından birisini veya bir kaçını kestiği takdirde sorumlu olacağını ve
kısasa tabi bulunacağını belirtmektedir92.
(91)
El-Muhazzeb C: 2, S: 202 Bedai’üs-Sanai C: 7, S: 304.
(92)
Mevahib’ül-Celil C: 6, S: 325 El-Mudevvene C: 16, S: 222 El-Muğni C: 9, S: 391.
383-
f) ÖLÜMDENAŞAĞIDURUMDA HÜKÜM
Kısas
olarak suçlunun bir parmağının koparılması veya elinin kesilmesi gibi öldürmenin
dışında bir uzuv koparmaması gerekir. Eğer koparırsa kasıtlı koparmaktan
sorumludur. Şayet hüküm verilmezden önce kan sahibi mubasil uzvu koparacak
olursa koparmaktan sorumlu tutulmaz ama güvenlik kuvvetlerinin vazifesini
yüklendiği ve kısasta acele ettiği için mesul olur. Şayet kan sahibinin yerine
bir yabancı, suçlunun kopardığı uzvun mumalisi olan bir uzvu koparırsa koparma
suçundan sorumludur. Çünkü onun için suçlu masumdur. Ancan kan sahibine karşı
masumiyeti yoktur. Binaenaleyh bu organı koparması onun cezalandırılmasını
gerektirir.
Bu uzvun
koparılmasına hak kazanmış bulunan kişi kısas için belirtilen vakitte veya
ondan önce suçlunun bir organını kesip koparsa bu kesmenin sonucu suçlu
hastalanarak ölse, kısas hakkına haiz bulunan kişi, suçlunun ölümünden sorumlu
tutulmaz. Çünkü o kendisi için kullanılması mubah olan bir fiili işlemiştir ve
bu fiilini neticesinde ölüm hali doğmuştur. İmam Şafii’nin, Ahmed İbn Hanbel’in
ve Hanefi mezhebinden İmam Muhammedle Ebu Yusuf’un görüşü bu meyandadır. Onların
delili; ölümün izin verilen bir fiilden neşet etmesidir ki bu fiil suç olarak
kabul edilmez. Binaenaleyh mubah bir fiilden doğan netice de mubahtır. Kaldı ki
cezanın tatbiki, mutlaka yapılması gereken zaruri bir haldir. Eğer cazanın
tatbiki neticesinde doğacak fiilden dolayı cezalar durdurulsaydı infazı
bütünüyle durdurmak gerekirdi. İmam Azam Ebu Hanife ise, kısas hakkını haiz
bulunan kişinin suçlunun ölümünden kasta benzer öldürme suçuyla mesul tutulması
görüşündedir. Onun delili ise şudur: Kısas hakkına haiz bulunan kişinin mezun
olduğu fiil koparmadır ve bu onun hakkıdır. Ama o hakkını kullanırken daha da
ileri gitmiş ve suçlunun ölümüne sebeb olmuştur ki sorumluluğunu yüklenmesi
icabeder93.
(93)
El-Muğni C: 9, S: 443 El-Muhezeb C: 2, S: 200 Tuhfet’ni-Muhtaç C: 4, S: 227
Bedai’us-Sanai C: 7, S: 305.
İmam
Malik ise kısas hakkına haiz bulunan kişinin suçlunun organlarından birisini
koparmasını amme menfaatları bakımından mahzurlu kabul etmektedir. Fakat kısas
hakkının sahabi olduğunu da prensip olarak öne sürmektedir, İmam Malik’e göre
genel prensip şudur: Kısastan dolayı doğacak sonuçlar garantilenemez. Yani cezai
sorumluluğu gerektirmez. Binaenalehy bir kişi başka birisine kendiliğinden kısas
uygulamak isterse ve bunun neticesi kandiliğinden kısas uygulamak isterse ve
bunu neticesi adamın ölümüne sebeb olursa bundan dolayı sorumlu olmaz, sadece
güvenlik kuvvetlerinin görevini üzerine alıp kendi başına iş, yaptığı için mesul
olur94.
(94)
Bidayet’ül-Müctehi C: 3, S. 342 El-Muğni C: 9, S: 443 Mevahib’ül-Celil C: 6, S:
253.
Kısas
olarak öldürmeyi afla ilgili hükümlerin aynısı diye kısas hükümleri için de
uygulanır. Binaenaleyh bunları tekrar burada zikretmeyi gerekli görmüyoruz.
384-
g) HIRSIZ
Hırsızlık yapan kimse kesilmesi gereken uzvu bakımından masum sayılmaz.
Binaenaleyh kesilmesi gereken uzvunun kesilmesi icabeder. Bunun dışında kalan
uzuvları ise masumdur, kesilemez. Hırsızlık neticesi kesilmesi gereken uzvun
heder olmasının nedeni şudur: El Kesme cezasının ise mutlaka uygulanması gerekir.
Bu noktada affetme veya ihtiyar sözkonusu değildir. Binanaleyh suçlunun elini
kesmek hak değildir vecibedir güvenlik kuvvetleri her ne kadar bu vecibeyi kendi
üzerlerine alsalarda her ferdin bu vecibeyi ifa etmesi zarureti vardır.
Dolıyısıyla güvenlik kuvvetlerinin bu vecibeyi üstlenmeleri diğer fertlerin
üzerinden sorumluluğu kaldırmaz.
Bu
hükmün neticesi olarak şöyle bir durum ortaya çıkar; bir kişi hırsıza saldırsa
ve hırsızın kesilmesi icab eden elini veya ayağını kesse bu takirde saldıran
kişi kestiği uzuvdan dolayı cezalandırılmaz. Çünkü o masum olmayan bir uzvu
kesmiştir ve şeriatın kendisine yüklediği vecibeyi ifa etmişir. Eğer güvenlik
kuvvetleri bu vecibeyi ifa etmeyi kendi üzerlerine almışsa bu takdirde güvenlik
kuvvetlerinin vazifesini üstlendiğinden dolayı cezalandırılır. Ancak kısas
uygulanarak onun da kestiği uzva benzer bir uzvunu kesemez. Güvenlik
kuvvetlerinin vazifesini üstlendiği için tazir cezasının verilebilmesi ise ancak
güvenlik kuvvetlerinin bu vecibeyi ifa etmeyi ve kendi üzerine almasıyla geçerli
olabilir95.
Hırsızlık sabit olmazdan önce koparma fiili vukubulmuş ve bilahare hırsızlık
suçu sabit görülmüşse hırsızın elini koparan kimse bu koparmadan dolayı sorumlu
olmaz. Ama hırsızlık suçu sabit görülmezse, koparma suçundan dolayı sorumlu
tutulur96.
(95)
Mevahib’ül-Celil C: 6, S: 321.
(96)
El-Muğni C: 10, S: 269-270 El-Bahr’ür Raik C: 5, S: 62.
Hırsızın
elinin veya yağının kesilmesi ölümüne sebep olursa onun elini ve ayağını kesen
kişi kesmekten sorumlu olmadığı takdirde ölümünden de sourmlu olmaz. Ama
kesmekten sorumlu olursa kasıtlı olarak ölümünden de sorumludur. Şayet elinin
veya ayağının kesilmesi hukuki bir esasa dayanıyorsa o tadirde de sorumluluk söz
konusu olmaz çünkü ölüm bir görevin ifası olarak vuku bulan kesme fiilinden
doğmuştur, görevin ifası ise selamat şartı ile mukayyet değildir.
İmam
Azam Ebu Hanife’ye göre bu durumla kısas durumu arasında fark vardır; kısas
hakkına haiz bulunan kişi için bir haktır, bir vecibe (görev değildir).
Binaenaleyh hak sahibi hakkında muhayyerdir, isterse hakkını uygular, isterse
bağışlar, hatta affetmesi daha iyi ve müstehabtir. Kaldı ki Ebu Hanife’ye göre,
hakkın kulanılması selamet şartı ile mukayyettir. Hırsızın kolunun veya ayağının
kesilmesi ise bir vecibedir. Çünkü hırsızın elinin kesilmesi bir haddir. Haddin
ikamesi her ferdin üzerine vacibtir. İsterse devlet yöneicisi toplum adına bunun
için ayrı bir kitleyi tahsis etmiş olsun. Kaldı ki, zaruretler haddin
tatbikinden dolayı doğan neticelere musamahayı gerektirmektedir. Ancak
böylelikle hadlerin yerine getirilmesi imkanı bahis mevzu olabilir97.
İmam
Şafii, hırsızın elini kesenin onların kendi özel kaideleri uyarınca öldürücü
olmamasına dikkat etmesini şart koşarlar.
Şafiilerdeki özel kaide şudur: Masum olmayan kişi gibi masum olmayan kişilere
karşı masumdur. Bu kaideyi sadece Şafiiler tatbik eder. Bazı Şafiier de suçlunun
ancak hırsızlık suçunu işlediği kimseye karşı masum olacağını kabul ederler. Ve
onlara göre hırsızın elinin kesilmesi ancak malı çalınan kişi için bir haktır.
Bu görüş pek kuvvet kazanmamıştır98.
(97)
Bedaiüs-Sanai C: 7, S: 305 El-Bahr’ür-Raik C: 8, S: 319.
(98)
Şerh’ül-Behçet C: 7, S: 3.