III
DELİLİK
411- GİRİŞ
İslam
hukuku, idrak ve ihtiyar sahibi olduğu takdirde insanı “yükümlü” (mükellef)
sayar. Yani kendisine cezai sorumluluk yükler. İdrak ve ihtiyar faktörlerinden
birisi yoksa insanın “mükellefiyeti” de ortadan kalkar. Yükümlü kişi için idrakın anlamı “akli kuvvetlerini kullanmak” tır. Eğer kişi hastalık, geçici bir durum veya delilik nedeniyle aklını kaybederse
idrakini de yitirmiş demektir.
Kişi bazan akli gücünü kaybetmiş olarak dünyaya gelir, bazan
da bu yetenek tamdır. Doğumdan sonra, akli
güç, organik gelişmeye paralel olarak olgunlaşmaya
başlar. Fakat hastalık veya başka sebeblerle bu gücün gelişemediği
durumlar da vardır. Buna karşılık organik güç gelişmesinin son haddine kadar devam
eder. Bu durumda, kişi, bünye
bakımından tam olarak gelişmişken akli yönden, doğumdan
sonraki ilk merhalede olduğu gibi, çocuk olarak kalır. Buna karşılık bazı haller de insan aklen olgunlaşır ve
reşid niteliğini kazanır. Fakat ağır bir hastalığa yakalanır, akli gücünün tamamını veya bir kısmını kaybeder. Şu halde akli gücü kaybetmenin vakti
ve zamanı yoktur.
Akli
güç; bazan bütünüyle ve sürekli olarak kaybolabilir. Ki buna “sürekli delilik”
adı verilir. Bazan da kişi akli gücünü tamamen yitirir
ama bu hal sürekli olarak devam etmez. “
Kesintili delilik” dediğimiz durum budur. Bazı durumlarda da akli gücün bir parçası yitirilebilir. Ve insan bir konuda idrak kabiliyetini kaybeder. Ama başka
konularda bu güç olduğu gibi kalır. İşte bunada “kısmi delilik” adı
verilir. Kişinin akli gücünü bütünüyle yetirmediği zamanlar da vardır.
Fakat olağanın dışında bir zaafa düçar olur. Bu
durumda idrak bütünüyle ortadan kalkmaz, ama
ergin kişilerdeki “olağan
idrak” derecesine de yaklaşamaz. İşte buna da “bunaklık” veya “ateh”
adı verilir. Bunların dışında akli gücü
yitirmenin daha birçok çeşitleri vardır ki, değişik şekilde
isimlendirilirler. Fakat hepsi insandaki idrak yoksunluğuna dayanır. Adları
değişik ve durumları farklı olsa da tabi oldukları hüküm aynıdır.Buna göre cezai sorumluluk idrakle birlikte
ortadan kalkar ve yine onunla birlikte
var olur.
412-
DELİLİĞİNTARİFİ
Şimdi
deliliğin tarifine geçebiliriz: Delilik; aklın bütünüyle yetirilmesi, bozulması
veya zaafa uğramasıdır. Bu tarif hem deliliği, hem de bunamayı (ateh) ve idrak
yoksunluğundan doğan buna benzer psikolojik ve organik durumları kapsar.
Deliliği ve buna ilişik
halleri aşağıda
açıklıyacağız.
413-
SÜREKLİDELİLİK:
Sürekli
delilik, kişinin
hiçbir
şeyi
akledemediği durumdur. Buna “tam veya daima delilik” de denir. Sonradan
olmakla doğuştan
deli olmak arasında fark yoktur. Sürekli delilikle deli; ya her an aklından
yoksundur. Veya hiçbir
şeyin
farkında değildir. Bazı hukukçular “sürekli deliliğe” yakalanmış
olan kişilere
“mağlüb deliler” derler. Bazıları ise “mağlüb deli” deyince ister delilik tam
olsun-hiçbirşeyi
akledemeyecek
şekilde
(isterse bazı eşyayı
anlayıp bazılarını idrak edemeyecek
şekilde
kısmi olsun)- sürekli devam eden deliliği anlamaktadırlar.
414-
KESİNTİLİDELİLİK:
Kişinin
hiçbiri
şeyi
akledemediği ama bu durumun sürekli olmadığı delilik türüdür. Hastalık bazan
gelir, bazen kaybolur. Geldiği zaman kişi
bütünüyle aklını yetirir. Gittiğinde ise tekrar tekrar aklı başına
gelir. Kesintili ve sürekli delilikler arasındaki fark, birisinin aralıklı,
diğerinin sürekli oluşundan
ibarettir. O halde, kesintili deli idrakini yitirdiğinden hastalık geldiği zaman,
işlediği
fiillerden cezai sorumluluğa marüz kalmaz. Hastalık geçtiği an idrak gücü
yerine geleceğinden bu durumda yaptıkları sebebiyle cezai sorumluluğu vardır.
Sürekli deli ise bundan tamamen farklıdır. Sürekli delinin hiçbir zaman cezai
sorumluluğu yoktur. Çünkü bu delilik tam ve devamlıdır.
Sürekli deli;
kısmen iyileşecek
olursa yani eşyayı
bütünüyle idrak edemeyecek durumdaysa veya zaman zaman idrak edebiliyorsa
uygulanacak hüküm kısmi delilerde olduğu gibidir. Kısmi iyiliğin hükmü kısmi
deliliğin hükmü gibidir.
Kendine gelen
ve o anda idrak gücü zayıflayan kesintili deliye ait hüküm, genellikle bunağa
uygulanan hükümdür.
415-KISMİDELİLİK:
Burada
delilik tam değildir. Veya hastalık kişinin
bir veya birkaç yönüyle sınırlıdır. Yani idrak gücünü yalnız bir noktada yitirmiştir.
Veyahut birkaç yönden kendine sahib olamayacak durumdadır. Fakat bunların dışında
gayet normal bir görünümdedir. İşte
kısmi delilik budur.
Kısmi
deliliği idrak ettiği konularda cezai sorumluluğu vardır. Bu gücü kaybettiği
konularda ise sorumluluk söz konusu değildir.
Kısmi delilik
bazan”kesintili” olabilir.Yani hasta zaman zaman ağırlaşır,
zaman zaman da iyiliğe yüz tutar. Deliliğin bütünüyle ortadan kalktığı
hallerde hasta, normal hayatında işlediği
suçlarda olduğu gibi, cezai sorumluluk altındadır. Kısmi delilik sürekli de
olabilir. Bu gibi hallerde bazı hukukçular “kısmi deli”ye “mağlüb deli” alını
verirler. Çünkü onlara göre mağlüb deli, hastalık ister tam, ister kısmi olsun
sürekli olan deli demektir. Görülüyor ki, aslında bu gibi hastalara
şu
veya bu
şekilde
isim vermenin önemi yoktur. Çünkü sorumluluk konusunda geçerli olan ölçü
idraktır. İdrak olmayınca sorumluluk da yok demektir. İsimlendirme önemli
değildir. O halde, idraki olmayan deli; işlediği
fiilden ötürü sorumlu tutulamaz.
416-
BUNAKLIK(ATEH)
İslam
hukukçuları bunağı
şöyle
tarif etmektedirler:
Bunak; gerek
doğuştan
gelen, gerekse sonradan yakalandığı bir hastalık nedeniyle söylediğini bilmeyen,
idaresi bozuk kimsedir. Anlayışı
kıtdır, lafı hezeyandır.
Bu tariften
anlaşılıyor
ki, bunama, deliliğin en hafif türlerinden birisidir. Delilik aklın
yitirilmesine veya çalışamaz
duruma gelmesine sebeb olabilir. Ama bunama böyle değildir. Aklın bütünüyle
yitirilmesine veya ileri derecede zayıflamasına ve görevini yapamaz hale
gelmesine sebeb olur. Ama bunağın idrak derecesiyle normal, ergin ve aklı başında
kimselerin idrak durumu bir değildir.
İslam
hukukçularının çoğunluğu “bunama”yı bir delilik türü olarak
değerlendirmektedirler. Bunaklardaki idrak derecesinin çok değişik
görüntüleri olduğunu bununla beraber sahibini hiçbir zaman “ergin çocuk”
seviyesinin üstüne çıkaramadığını belirtirler. Bazı hukukçulara göre bunakların
bir kısmı idrak bakımından ergin çocukların paralelindedir. Bir kısmı ise henüz
erginliğe kavuşamamış
çocuk gibidir... Böyle düşünenlere
göre bunaklık derecesi temyiz kabiliyetininen düşük
düzeyinde bulunduğu takdirde “delilik”le “bunaklık” arasında fark yoktur. Fakat
aralarını
şöyle
ayırmaktadırlar:
Birincisi,
“heyecanlı ve çarpıntılı” delilik; ikincisi de “sakin” deliliktir. Ama delilik
noktasında her ikisi de birdir.
İster bu,
isterse öteki düşünce
doğru olsun değişen
bir
şey
yoktur. Çünkü her ikisi de var olan gerçeklere verilen değişik
isimlerden ibarettir. Önemli olan isimler değil realitelerdir. İdrakini yitiren
kişi
ister bunak, isterse deli olsun veya bunların dışında
bir başka
isim taşısın,
her türlü cezadan muaftır.
417-
SARA’, HİSTERİ VE BENZERİ HALLER
Bazı sinir
hastalıkları vardır ki, bunlara yakalananlar
şuur
ve ihtiyarlarını olduğu kadar idraklerini de yitirirler. İçyüzünü bilmedikleri
anlamsız bir takım hareketlerde bulunur, konuşur
ve iş
yaparlar. İslam hukukçuları özel nitelikte görmedikleri gibi marazi hallere
temas etmemiştirler.
Bunun sebebi, o devre ait tıbbi ve psikolojik bilgilerin belki de bugünkü
seviyeye ulaşmamış
olmasıdır. Ancak İslam hukukunun genel prensiplerini uyguladığımız zaman, değişik
biçimde meydana çıkmış
olsalar da, adı geçen durumların hükmünü belirlemek mümkündür.
Sar’alı kişi
idrak ve ihtiyarını yitirdikten sonra çırpınmaya başlar,
kasılır ve çeşitli
anormal hareketler yapar. Bu gibi durumlarda hiç farkında olmadığı, ayıldıktan
sonra hatırlamayacağı, suç niteliğinde birtakım fiiler işleyebilir.
Histerik
hastalarda bazı anormal davranış
şekileri
görülür. Üzerine geldiği zaman sözleri anlamsız hezeyandır.
Melankolikler
gerçekleri olduklarından fazla büyütür ve bu gerçek dışı
hayalleri doğrulamak için de asılsız sebepler uydurmaya çalışırlar.
Bu gibi
marazi hallere yakalananlar idraklerini yitirdikleri veya bunak derecesinde
idrak zaafına uğradıkları takdirde, hareket ve fiilleri bakımından delilerin
hükmüne tabidirler.
Şuurları
yerinde olduğu halde “seçme yeteneği” (ihtiyar gücü) bulunmayan hastalar ise
ceza hukuku yönünden “zorlanan” (ikrah olunan) lar gibidir.
Şuur
ve seçme yeteneklerini kaybetmedikleri takdirde cezai sorumlulukları tamdır.
418-
FİKİRLERİN SALDIRISI
Çağımızın
“kötü fikirlere kapılma” diye nitelendirilen ırsi veya asabi zaafiyetten doğan
hastalıklar da “delilik” statüsüne girer. Bu tip hastalıklar belirtileri insanın
genellikle belirli fikirlerin etkisi altında kaldığını hissetmesidir. Sözkonusu
sapık düşüncelere
yakalanan hastalar belli bir fiili işlemek
için kendi fikirlerinden göre değil kafalarına yerleşen
sapık düşüncelere
bağlı olarak hareket ederler. Mesela ezildiğine inanır veya birtakım kimselerin
kendisini öldürmek veya zehirlemek istediğini zanneder. Bu yüzden kendisini
öldüreceklerini sandığı kimselere karşı,
intikam almak için harekete geçmek ister. Bazı hallerde, hasta, kafasına yerleşen
fikirlerin etkisine kapılmadan gem vurulmasına imkan olayan tabii eğilimlerine
uyarak suç işleyebilir.
Bu tür hastalıklara yakalananlar idraklerini yitiren veya bunak seviyesine
inecek derecede
şuur
zafiyeti içerisinde kalan delilerin hükmüne tabidirler. Böyle olmayanlar tıpkı
şuurlu
kişiler
gibidir ve cezai sorumlulukları tamdır.
419- ÇİFT
ŞAHSİYET
Çift kişilik
marazi bir hastalıktır. Bazı hallerde insan normal zamanda olduğundan farklı
şekilde
görülür. Fikir ve düşünceleri
değişir.
Normalken yaptığı bazı hareketleri yapar. Daha sonra bu tip geçici görünüler
kaybolur. Normal duruma döndüğü zaman neler yaptığını ve neler söylediğini
hatırlayamaz.
Bu gibi
hastalar, işledikleri
fiilin
şuuruna
sahib olmadıkları için ceza hukuku yönünden deli kategrisine girerler.
420-
TEMYİZ ZAAFİYETİ
Bazı kişiler
de vardır ki, idrak ve
şuur
kapasiteleri delilerin ve bunakların seviyesinin üstünde, fakat normal insanın
şuur
düzeyinin altındadır. İdrakleri zayıf olmakla beraber çabuk heyecanlanırlar. Ve
heyecanlarına kapılarak işledikleri
suçları, mümeyyiz oldukları için idrak ederler. “Eksik idrak” (idrak-ı nakıs)
adı verilen bu gibi durumlarda, kişi,
İslam hukukuna göre cezadan muaf değildir. Kaldı ki temyiz zaafına uğrayanlar beşeri
hukuk açısından da affedilmiş
sayılmazlar.
Bazı hukuk
bilginlerine göre; fail “özürlü” dür ve cezanın hafifletilmesi gerekir. bazıları
ise aksine cezanın ağırlaştırılması
görüşünü
benimserler. Derler ki, “ağır cezalar korkutucu niteliği yüzünden bu ve benzeri
kişileri
suça sürükleyici sebeblerden uzaklaştırabilir,
“İslam hukuku” cezanın hafifletilmesi”ni gerekli gören fikirleri ancak “tazir”
suçları konusunda kabul edebilir. Had ve kısas’ı gerektiren suçlar işlendiği
takdirde cezanın hafifletilmesi doğru olmaz. Kişilerin
ve toplumun hayat ve güvenliği buna dayandığı, toplum düzenini çok yakından
ilgilendirdiği için had ve kısası gerektiren fiillere başka
tür ceza uygulanması söz konusu olamaz.
421- SAĞIR
VE DİLSİZLER
Suç işledikleri
anda idrak ve ihitiyar gücüne sahib olan sağır ve dilsizler cezai bakımdan
sorumludurlar. Eğer sağırlık ve dilsizlik
şuurlarını
etkileyecek güçteyse ve bu durum kendilerini deli veya bunakların kategorisine
sokuyorsa sorumlulukları yoktur.
Ebu Hanife ve
taraftarları sağır ve dilsizlere uygulanması gereken had cezalarının
kaldırılmasını, suçlarını itiraf etseler bile “tair” le yetinilmesini savunurlar.
Çünkü sağırlık ve dilsizlik, onlara göre,
şüpheli
bir haldir. Sağırların ve dilsizlerin “ikrar” ı işarete
dayanır. İşaretle,
anlatılmak istenenden ayrı
şeyler
anlaşılması
mümkündür. Kaldı ki, dilsizler konuşabilseydiler
ve kendilerine yöneltilen “itham”ı reddedebilir veya tanıkların sözlerini kabul
etmeyebilirlerdi. Bu gibi “ihtimal” ler yüzünden sağır ve dilsizlere “had’
yerine “tazir” cezası verilmesi gerekir.
İmam Malik,
Şafii
ve Ahmed İbn Hanbel bu konuda Ebu Hanife’nin düşüncelerine
karşı
çıkmıştır.
“İşaret”
lerinde “şüphe”
yi gerektiren bir nokta bulunmadığı takdirde dilsizin “ikrar” ını geçerli
saymakta ve “had” din durdurulmasını gerektiren bir neden bulunmadığını
belirtmektedir.
422- UYUR
GEZERLERİN HAREKETİ
Bazı kimseler
uykudayken hiç farkına varmadan bir takım hareketler yaparlar. Uyurgezer denilen
bu tip kimseler, çoğunlukla uyanıkken yapmaya alışık
oldukları
şeyleri
işlerler.
Ancak bazı hallerde uyanıkken yapmaya alışık
olduklarından başka
şekilde
davrandıkları da görülebilir.
Uyurgezerlik
ilim açısından
şöyle
değerlendirilmektedir:
İnsanın bütün
melekeleri uykuda iken tam olarak etkilenmez. Bu melekelerden bir kısmı vücudla
beraber uyurken başka
bir bölümü çeşitli
derecelerde uyanık kalır. İşte
uykularında hareketedenlerin bazı melekeleri anormal bir
şekilde
uyanık kalarak alıştıkları
görevleri sürdürürler. Ve uyuyan kişi
bu durumu hiçbir zaman farkedemez. Öyle ki, yatağından kalkar, gezinir veya başka
işler
yapabilir. Bu geçici uyanıklık devresi daha sonra ortadan kalkar ve uyuyan kişi
tabii haline döner. Bir takım melekeleri uykuda iken bazılarının uyanık kalması
sonucunda yapılan hareketleri insan farkedemez.
İslam
hukukunun genel prensibi
şudur:
Uyuyuna ceza verilemez! Çünkü Allah’ın Rasulü
şöyle
buyurmuştur:
“Üç kimse
için kalem oynamaz:
Uyanıncaya
kadar uyuyana, baliğ oluncaya kadar çocuğa, iyileşinceye
kadar deliye.”
Hadis-i
şerif,
uyuyanla deliliği her ne kadar, aynı paralelde belirtmişse
de İslam hukukçuları “uyku” yu “delilik” değil “ikrah” kategorisine dahil
ederler. Bunun sebebi belki deuykuda gezen kişinin
“ihtiyar”ını yitirdiği halde “şuur”unu
yitirmemiş
olmasıdır. Kişi
maksatsız olarak yapacağı
şeyleri
yapar. Ama bunları yaraken “idrak gücü” bütünüyle ortadan kalkmamaktadır. Çünkü
hiç farkına varmadan yaptığı hareketler her zamanki davranışları
değildir. Kendisi için “zararlı” olanla “yararlı” olanı ayırabilir.
Beşeri
hukuk bilginlerine göre uyurgezerlik “delilik” kategörisine girer. Uyuyan kişi
hem “ihtiyar”ını, hem de “idrak”ini yitirmiştir.
Kaslarını hareket ettiren
şey
eğilimleridir. Halbuki bu durumda ne gözüyle görür, ne de aklıyla hareket eder.
Bana
sorarsanız uyurgezerliği “delilik” statüsüne dahil etmektense “ikrah” bölümü
içinde düşünmek
daha mantıkidir. Hatta uyuyan kişinin
şuurunu
kaybettiği varsayımı doğru olsa da böyle düşünmek
mantik ölçülerine daha uygundur. Çünkü zorlanan kişi
irade ve idrakine sahib olmakla beraber akıl ve
şuuruyla
hareket etmektedir. Hatta başkasının
irade ve aklı doğrultusunda davranmaktadır. Bazan kendi dışındaki
madi bir kuvvet tarafından harekete geçirilir ki, bu durumda akıl ve iradesine
sahip olmadığı söylenebilir. Uyurgezerler bu noktada “ikrah olunan” kişiye
daha çok benzemektedirler. Çünkü idrak ve ihtiyarlarına sahip bulunmaktadırlar.
Ama uykudaki hareketleri süresince idrak ve ihtiyarları kendilerine hakim
olamamaktadır.
Bütün bunlara
rağmen İslam Hukukuyla beşeri
hukuk arasında pratikte önemli bir ayrılık yoktur. Çünkü İslam hukukuna göre
“ikrah” ta cezayı ortadan kaldırır “delilik” de... İkrah ve delilik, beşeri
hukuk açasından da cezanın kalkmasında etkili olan nedendir. Uyurgezerleri ister
“ikrah” isterse “deliler” kategorisine dahil edelim, uyku anında işledikleri
fiiller nedeniyle kendilernie ceza verme imkanımız yoktur.
423-
MANYETİZMA
Manyetizma
sun’i bir uyutma
şeklidir.
Bir operatörün etkisinde kalan kişi
onun emrine göre hareket eden uyurgezerdir. İster uykuda, isterse uyanık olsun
manyetizmayı yapan kişinin
her dediğini yerine getirir. Uyutulan kişi
bu emirleri otomatikman ve normal olarak yapar. Mahyetik, uyku döneminde
kendisine verilen emirleri “şuursuz”
ca ve “eleştirisiz”
yerine getirir. Uyandıktan sonra da söz konusu emirlere karşı
koyamaz. Operatörün (manyetizma yapan) medyum (manyetik uykuya dalan) üzerindeki
hakimiyeti konusunda henüz kesin bir bilgi ve açıklama yoktur. Bazı doktorla
medyumun suça sürükleyici emirlere karşıkoyabileceğini
öne sürmektedirler. İslam hukukunun bu konudaki hükmünü belirtmemiz gerekirse
şöyle
diyebiliriz: Manyetik uyku tabii uyku statüsüne girer. O halde, manyetizma ile
uyutulan kişi
“zorlanan” kimse gibidir. İkrah durumunda cezanın kalkacağı suçlardan birisini işlerse
kendisine ceza verilmez. Manyetik uykuyu “delilik” le bir tutmak ise çok zordur.
Çünkü medyum burada sun’i bir uyku durumuyla karşı
karşıyadır.
Bu hal, medyumun idrakini değil sadece “ihtiyar”ını yok eder.
Manyetik
uyutmayı “ikrah hali” olarak değerlendiren İslam hukukuna modern hukukçuların
birçokları aynen uymaktadır. Ancak “manyetizma” dan genellikle “delilik” ile
ilgili bölümlerde bahsedilmektedir.
Mahyetize
edilen kişi,
suç işleme
konusunda peşin
bir düşünceye
sahib değilken veya bu duruma gelmeden önce bu konuda hiçbir kanaatı olmadan
uyutulmuşsa
“manyetik uykuya yakalanma” nın hükmü, yukarda belirttiğimiz gibi, “ikrah”
statüsüne dahildir. Ama medyum, operatörün amacının kendisini bir suç işletmek
veya suça özendirmek olduğunu anlar ve böyleyken manyetize edilmeğe rıza
gösterirse bu durumda medyum kasıtlı suç işlemiş
olarak
kabul edilir. Bu takdirde manyetik uyku medyumun suç işlemesine
sadece yardımcı olan bir araç sayalır.
Şu
halde, genel sorumluluk prensipleri uyarınca sorumlu tutulur. Bu noktada beşeri
hukuk islam hukukuyla tamamen uyuşma
halindedir.
424-HEYECANA KAPILMA
Kişi
idrak ve ihtiyarına sahipken işlediği
suçtan dolayı isterse bu birtakım kuvvetli duygusal etkiler altında olsun cezai
sorumlulukla karşı
karşıyadır.
Duygusal etkenlerin değerli veya değersiz üstün veya bayağı oması arasında fark
yoktur. Mesela intikam veya nefret duygusunun etkisinde kalarak adam öldüren kişi
bu fiilinden sorumludur. Aşırı
sevgi nedeniyle birisini öldüren katil, bununla muhatabını
şiddetli
elemlerden kurtarmayı düşünse
de sorumlu tutulur.
Şu
halde, ne kadar kuvvetli olursa olsun duygusal nedenlerin cezai sorumluluk
üzerinde etkisi yoktur. İslam hukukunda suçlunun fiili “tazir” cezasını
gerektiriyorsa duygusal nedenlerin ancak bu durumda ceza üzerinde -suçta değil-
etkisi vardır. Fakat “had” ile ilgili suçlarda böyle bir etki söz konusu
değildir.
Şiddetli
öfke ve etki altında kalmak İslam hukukuna göre bir suçu işlemek
veya cezai sorumluluğu ortadan kaldırmak için yeterli neden sayılmaz. Ama
“tazir” konusunda
şiddetli
öfke ve tesir altında kalmanın ceza üzerinde etkisi olabilir. Fakat verilen ceza
“had” karşılığı
ise böyle etkiden söz edilemez.
Bununla
beraber aşırı
korku ,bazı hallerde -meşru
savunma ve ikrah gibi- cezai sorumluluğun kalkmasına neden olabilir.
Bir kısım
İslam hukukçuları, evli olmayan zaniyi öldürene verilmesi gereken cezanın
affedilmesi görüşünü
benimsemektedirler. Ancak, bu heyecan ve etki altında kalarak karışıklık
içerisinde meydana gelen ölüm olaylarında geçerlidir. Fakat bu konuda kuvvetli
olan fikir evli olmayan zaniyi öldürmenin bir kötülüğün “tağyir” ine neden
olmasıdır. Çünkü bir kötülüğü “tağyir” e çalışan
kişi
üzerine düşen
görevi yerine getirmektedir. O halde, böyle bir kişi
açısından bakılınca söz konusu fiil “mubah” tır.152
(152)
Tabsırat’ül-Hükkam C: 2, S: 169 El Bah’ür-Raik C: 5, S: 40-41. E-Muğni C: 10, S:
353 ve devamı
Heyecana
kapılma ve aşırı duygularını cezbi sorumluluk üzerindeki etkisi konusunda İslam
hukukunun görüşü bunlardan ibarettir. Beşeri hukukta geçerli olan genel prensip
de şudur:
Ne kadar
şiddetli olursa olsun duygusalık; cezai sorumluluğu etkilemez. Yargıç uygun
gördüğü takdirde sadece cezanın hafifletilmesi için bir neden olabilir.
Fransız
ceza kanunları ve bir kısım ülkelerin ceza kanunları “etki altında kalma”yı ölüm
ve dayak olaylarında meşru bir özür kabul ederler. Mısır kanunları ise karısını
ve karısıyla zina eden birisini öldüren kocanın heyecanla suçlular, karıştırma
halini özür sayar.
425-
DELİLİĞİN HÜKMÜ
Deliliğin hükmü, işlenen fiilin doğrudan doğruya deliliğin bir sonucu olması
veya buna bağlı bulunması gibi nedenlere göre değişir.
426- SUÇA
SEBEB OLAN DELİLİĞİN HÜKMÜ
Delilik suça
doğrudan doğruya sebeb olursa,
şuur
ve idrak ortadan kalktığı için suçluya ceza verilemez. Delilik aslında “yasak”
olan bir fiili “normal” e dönüştürmez.
Failden sadece cezayı kaldırır. Bu hüküm İslam hukukçulrınca oybirliğiyle kabul
edilmektedir. Beşeri
hukukla İslam hukuku arasında bu noktada farklı bir yorum yoktur. Beşeri
hukukun hemen hemen tümü “delilik” durumunda failin cezalandırılmasını kabul
etmez.Ancak bu fiili de “mubah” saymaz. Mısır Ceza Kanunu bu noktada gayet açık
hükümler getirmiştir.
Buna göre
şuurunu
yitirmiş
veya suçu işlediği
anda delilik veya akla ilişen
herhangi bir “illet” nedeniyle “ihtiyar” ını kaybetmiş
olan kimseye ceza verilemez.153
(153) Ceza
kanunu madde 62.
DELİNİN
MEDENİ HUKUK AÇISINDAN
SORUMLULUĞU
Delinin veya
deli hükmünde olanların ceza hukuku bakımından “affedilmiş”
olması medeni hukuk yönünden de affedilmesini gerektirmez. Çünkü insanın “kan”ı
ve “mal’ı masundur. Ve kanuni özürler suç işlenen
mahalin ismetini mubah kılmaz. Suçlunun cezalandırmasını önleyen bazı
mazeretleri bulunabilir. Fakat bunlar suçlu tarafından yapılan fiili zararların
ödenmesi konusunda üçüncü kişilere
etki etmez. Çünkü fiil “özürler” le mubah olmaz ve “haram” niteliğini korumaya
devam eder. Delilik ceza vermeye her ne kadar engel ise de bu durum suçlunun
mülk edinme ve tasarruf yetkisini ortadan kaldırmaz. Böyle bir ehliyet mevcut
olduğu sürece suçlunun mali sorumluluğu yani medeni mesuliyeti yüklenmesi
gerekir.
DELİLİN
MEDENİ SORUMLULUĞUNUN
DERECESİ
İslam
hukukçuları delinin işlediği
fiilleri tazmin etmek zorunda olduğu konusunda yani delinin hukuk yönünden
sorumlu tutulması gerektiği hususunda oybirliğine varmışlardır.
Deli; kendi eylemiyle sebeb olduğu zararların hepsini tazmin zorundadır. İslam
hukukçuları bu genel prensibi getirmekle beraber yaralama, öldürme suçlarında
delinin medeni sorumluluğunun miktadrı konusunda çeşitli
görüşleri
ileri sürmüşlerdir.
Bu meseledeki
uyuşmazlığın
esası delinin işlediği
suçları kategoriye ayırırken düşünen
anlaşmazlıklardır.
İmam Malik, Ebu Hanife ve Ahmed İbn Hanbel deli’nin yaptığı “kasıtlı hareket”in
“hata” olduğu görüşünü
benimser. Çünkü delinin herhangi bir fiili “gerçek bir kast” la işlemesinin
mümkün olmadığını belirtir. Madem ki, delinin “kastı” yoktur, bu takdirde işlediği
fiil de “hata” dır.154 İmam
Şafii
bu görüşe
karşıdır.
Ona göre delinin fiili “hata” değil “kasıtlı hareket” tir. Ve demektedir ki,
“delilik, sadece cezayı affettirir, fiilin
şekli
üzerinde etkisi yoktur. “Her ne kadar deli işlediği
fiili” gerçek bir “idrak” la yapmazsa da onu kendi “kast”ıyla işlemektedir.155
(154)
Mevahüb’ül-Celil Bedai’üs-Sanani C: 7, S: 236. El-Muğni C: 9. S: 375.
(155)
El-Ümm C: 6, S: 34.
Deliye
ait fiilin niteliğiyle ilgili anlaşmazlığın; ödenmesi gereken tazminatın miktarı
konusunda etkisi vardır. Çünkü “kasıtlı suç” larda “diyet” ağırdır. Ve bu tip
suçlarda fail kendi malından diyeti öder. Ama “hata’ nın diyeti hafiftir. Suçu
işleyenin yanı sıra diyeti yakınları da ödeyebilir. Madem ki, öldürme ve
yaralama suçlarında “tazminat’ın karşılığı “diyet” tir, o halde sonuç ta buna
göre şekil alır. İmam Şafii bu yüzden delinin fiilini “kasıt” lı sayar ve
ödenecek tazminatın kendi malından verilmesini gerekli görür. Çünkü biraz önce
de belirttiğimiz gibi, “kasıtlı” suç işleyen, diyeti kendi malından öder. Öteki
imamlar ise delinin işlediği suçun diyetinin kendi malından veya yakınları (baba
tarafından) ödenebileceği görüşündedirler. Çünkü onlar delinin işlediği fiilin
“kasıt” lı olmadığını, bunun “hata’ sayılması gerektiğini savunurlar. Eğer
deliyi, işlediği fiil seebiyle “hata” lı sayarak ödeyeceği tazminatın tamamen
kendi malından verilmesi şartı koşulsaydı, öldürme ve yaralama suçlarında
delinin durumu “hataen” suç işleyen “akıllı” diyet ödemek zorundadır ve bu
diyeti baba tarafından yakınlarıyla birlikte ödeyebilir.
428- SUÇU
TAKİBEDEN DELİLİĞİN HÜKMÜ
Bu tür
delilikler ya hükümden evvel veya sonra meydana gelmektedir:
a- HÜKÜM
VERİLMEDEN ÖNCE MEYDANA
GELEN
DELİLİK
Suçlu
hakkında hüküm verilmeden önce meydana gelen delilik olayları mahkemeye engel
olmaz.
Şafii
ve Hanbelilere göre bu tür delilikler mahkemenin durduruluması için yeterli
sebeb değildir. Onların delili suçun işlendiğianda
failin “mükellef” olması
şartına
dayanır. Bu düşünce
deli’nin durumunu ağırlaştıracak
özelliğe sahib değildir. Çünkü İslam hukuku açısından suçluların mahkemesi çeşitli
yönlerden garanti altına alınmışıtr.
Öyle sanıyoruz ki, bu düşüncenin
taraftarları herşeyden
evvel mantık ölçüleriyle realitelerin etkisinde kalmışlardır.
Zira fail suçu işlemiş
ve cezayı haketmiştir.
Bundan sonraki delirme olayı gerçeğe ulaştırıcı
araçlar mevcut olduğu sürece, suçlunun muhakemesine engel olmaz. Çünkü delilik;
suçlanan kişinin
kendisini savunmadan aciz kalmasına yolaçabilir. Prensip olarak “savunma
acizliği” mahkemeyi durdurmaz ve muhakeme edilmeyi önlemez.
Şu
halde dilsiz veya suçu işledikten
sonra konuşma
yeteneğini kaybeden kişi,
kendisini savunma imkanından yoksun demektir. Fakat böyle bir acizlik muhakeme
edilmesini önlemez. Demek oluyor ki, deliyi bunlardan ayıracak bir neden
bulunmamaktadır.
Şu
halde suçlu delirdikten sonra “savunmadan aciz”olduğu nedeniyle muhakeminin
durdulması mümkün değildir. Deli de savunmadan aciz oluşu
yönünden konuşma
yeteneğini kaybeden veya doğuştan
dilsiz olandan farksızdır. Hiçbir fakih dilsizlerin veya konuşma
yeteneğini kaybetmiş
olanların muhakemelerinin durdurulmasını veya muhakeme edilmemelerini söylememiştir.
Maliki ve
Hanbeliler ise hüküm verilmeden önce meydana gelen deliliğin muhakemeye engel
olduğu ve delilik ortadan kalkıncaya kadar mahkemenin durdurulması gerektiği
görüşündedirler.
Bu fikrin temeli, ceza’nın “mükellefiyet”
şartına
bağlı olmasıdır. Cezanın mükellefiyet
şartına
bağlılığı ancak muhakeme anında geçerlidir. Bu ise suçlunun muhakeme edildiği
anda “mükellef” olmasını gerektirir ki, böyle bir durum olmadan muhakeme edilmek
söz konusu değildir.
Mısır Ceza
Kanunu ile Fransız yasaları “delilerin mahkemelerinin durdurulması” nı
gerektiren hükümleriyle Maliki ve Hanefi hukukçuların fikirlerini benimsemiş
olmaktadırlar...
Sadece Mısır
ve Fransız yasaları, mahkemenin durdurlmasına neden olarak delinin kendisini
müdafaadan mahrum olmasını göstermektedirler.
“Suçlanan kişi,
akli bir illetten dolayı kendini savunamayacak durumdaysa bu kapasiteye erişinceye
kadar mahkeme olunmaz.
Sanığın
kendisini savunamayacak durumda oluşu
mahkemece anlaşılınca
muhakemenin durdurulması gerekir.”
İslam
hukukçuları arasında mahkeminin durdulmasını öngörenler delinin “kendisini
savunmadan aciz” oluşunu
değil, ceza verme
şartının
bulunmayışını
dikkate almışlardır.
öyle sanıyorum ki bu sebeb; delinin kendisini müdafaadan aciz oluşu
nedeniyle mahkemenin durdurulmasını öngören hukuki prensipten mantık bakımından
daha derin ve incedir. Mısır Ceza Kanunu ve fransız yasaları dilsizin,
sağırların ve konuşamayan
kimselerin veya suç işledikten
sonra konuşma
yeteneğini kaybedenlerin mahkemesini durdurmamaktadır. Halbuki onlar da, deli
gibi, bütünüyle kendilerini savunmadan acizdirler. Kaldı ki, bunlar delilere,
göre toplumda çok daha yaygındır.
b- HÜKÜM
VERİLDİKTEN SONRA GELEN
DELİLİK
Suçlu,
hakkında hüküm verildikten sonra delirecek olursa, İmamı
Şafii
ve Ahmed İbn Hanbel’e göre bu delilik cezanın infazını durdurmaya sebeb
değildir. Ancak hükme sebeb olan suç “haddi gerektiren fiillerdense ve hükmün
dayandığı biricik ispat unsuru deliren kişinin
bizzat kendisiyle durum değişir.
Çünkü haddi gerektiren suçlarda hüküm giyen kişinin
cezanın uygulanma anına veya daha sonraki bir vakte kadar ikrar’ından dönmeye
hakkı vardır. O halde, ispat materyeli olarak sadece “sanığın ikrarı” na
dayanılıyorsa, muhtemeldir ki, cezanın uygulanmasından önce suçlu sözünden dönmüş
olsun. Ve delirme hali suçlunun “söz” ünden (ikrarından) dönmesini önleyici bir
“sebeb” olduğuna ve kendisine böyle bir hak tanınmış
bulunduğuna göre, deli iyi oluncaya kadar infazın durdurulması gerekir. Ama
hüküm, suçlunun ikranına değil de başka
delillere dayanıyor ve suçlunun sözünden dönmesi hükmün uygulanmasını
önliyecekse bu takdirde hüküm uygulanır. Bu fikrin esası
şudur:
Bir suçlu,
suçu işlediği
anda bu fiilinden sorumludur.
Ceza hükmü ve
uygulanması konusunda geçerli olan husus, suçlunun suçu işlediği
andaki halidir. Suçtan önce veya sonraki durumu değil...157
Bu görüş
şöyle
bir nedene de dayandırılabilir:
Ceza,
insanları uslandırmak ve yola getirmek için konulmuştur.
Hakkında hüküm verilen kişinin
delirmesiyle “uslandırma” ve “yola getirme” imkanı ortadan kalktığına göre
cezanın durdurulmasını gerektiren bir sebeb kalmamaktadır. Çünkü toplumun
menfaati, başkasının
uslanmasında değil cezanın uygulanmasındadır.
Malikilere
gelince... Onlar, deliliğin hükmün infazını durduracağına inanmaktadırlar. Deli
bu hastalıktan kurtuluncaya kadar hüküm yerine getirilmez. Ancak işlenen
suç “kısas” ı gerektiriyorsa, bazılarına göre delinin iyi olmasından ümit
kesildiği takdirde “ceza” kalkar, bunun yerine “diyet” hükmü konur. Bazılarına
göre ise delinin iyileşmesinden
ümit kesilmesi halinde, hakkında “kısas” hükmü verilmiş
olan delinin “kan sahibleri” ne teslimi gerekir. Kan sahibleri dilerse kısası
aynen uygular, dilerse “diyet” alır.158
(157)
Tuhfet’ül-Muhtaç C: 4, S: 19.
El-Muğni
C: 9, S: 577. El-İkna C: 4, S: 244.
(158)
Mevahib’ül-Celil C: 6, S: 232.
İmam
Azam Ebu Hanife’ye gelince... Delirme halinde ceza uygulanmasının durdurulması
görüşündedir. Ancak delilik, cezanın uygulanması için suçlunun tesliminden sonra
meydana gelmişse infazın durdurulması gerekmez. Çünkü teslim, infazın başlangıcı
demektir. İnfaz başlayınca da delilik sebebiyle ceza durdurulmaz. Eğer verilen
eza “kısas” sı, suçlu kendisi hakkında hüküm verildikten sonra delirmişse ve
cezanın infazı için suçlu yetkili makamlara teslim edilmemişse kısas; delilik
dolayısıyle “diyet” e dönüşür.159
(159)
Haşiyet-ü İbn Abidin C: 5, S: 470.
Deliliğin infazı durduracağını söyliyenlerin düşüncesi iki temele dayanır:
a)
Cezanın verilebilmesi için suçlunun mükellef olması gerekir. Yani cezai
sorumlulukla sorumlu tutulabilmesi icabeder. Ceza ise ancak hükümle oluşur. Şu
halde, hüküm verilebilmesi için ceza şartının gerçekleşmesi gerekir ki, bu da
hüküm ve muhakeme anında suçlunun “mükellef” olması demektir.
b)
Hükmün uygulanması, mahkeminin devamı sayılır. Muhakeme edilebimek için de
suçlunun “mükellef” olması gerektiğini söylemiştik.
Buna göre;
“mükellefiyet” in cezanın infazı anında da bulunması gerekir. Çünkü infaz,
mahkemenin tamamlayıcısıdır. Suçlu, cezası infaz edilmek üzere ilgili makamlara
teslim edildiğinde mahkeme bitmiş
olacağı için ceza yerine getirilir.
Gerek Mısır,
gerekse Fransız yasaları İslam hukukçularının yukardaki fikirlerine aynen
uymaktadırlar. Nitekim bu yasalar hükmün verilimesinden sonra delirenlere
verilcek cezaların kesin olarak durdurulmasını emretmektedir. Eğer ceza idam
veya hürriyeti kısıtlalyıcı nitelikte ise... Maddi cezalara gelince... Verilen
hüküm suçlunun mal varlığına uygulanır. Bedeni cezalara ait infazların
durdurulması İmam Malik ve Ebu Hanife’nin mali cezaların uygulanması ise İmam
Şafii
ve Ahmed İbni Hanbel’in görüşlerine
uymaktadır.