216- ÜÇÜNCÜ GÖRÜŞ:
Bu görüşü, İmam
Malik208, İmam Şafii209 ve İmam Ahmed210
benimser. Bunlara göre dar’ül-islamın hududu içinde bulunan her yerde işlenen
suçların tümüne islam hukukunun hükümleri tatbik olunur. Suçu işleyen kişi
ister müslüman olsun, ister zımmi olsun, ister müst’emen olsun farksızdır. Çünkü
müslüman islam olması hasebiyle islam hukukunun hükümlerine uymak zorundadır. Zımmide
kendisine verilen sürekli eman can ve mal güvenliği sözleşmesi uyarınca -yani
zimmet akdi gereğince- her zaman islamın hükmülerine riayet etmek
mecburiyetindedir. Müst’emene gelince; eman taleb etmekle ve kendisine eman
verildikten sonra islam topraklarına girmekle islam hukukunun hükümlerine uymak
mecburiyetini kabullenmektedir. Binaneleyh onun hükmü zımminin hükmünden farksızdır.
Müst’emenle zımmi arasındaki fark, müst’emenin dar’ül-islamda oturma müttedinin
muvakkat olması, zımminin ise ikametinin süresiz olmasıdır. Müst’emen herhangi
bir suç işledikten sonra dar’ül-islamdan kaçarsa onun kaçması ve
dar’ül-islmadan çıkarması cezasının kalkmasını gerektirmez. Aksine islam
hükümetinin ceza verme gücünün bulunması halinde işlendiği suçun cezası uygulanır.
(208)
Mevahib’ül-celil, C: 3, S: 355, 165. El-Müdevvene, C: 6, S: 191.
(209) El-
Mühezzeb, C: 2, S: 358.
(210) El-Muğni
C: 10, S: 439, 537. Şerh’ül-kebir, C: 9,
S: 383.
Bu üç imam;
müslümanın veya zımminin dar’ül-harbde işleyecekleri suçlara da islam hukukunun
hükümlerinin tatbik olunacağı hususunda müttefiktirler. Ama dar’ül-harbde suç işlemiş
bulunan bir müst’emen veya haribin suçlanması hali başkadır. Onlara dar’ül-islamda
ceza tatbik edilemez. Çünkü mütse’men veya harbiye ceza tatbik etmek, ancak
dar’ül-islama girdiği gün mümkündür.Müslüman veya zımminin dar’ül-islamda veya
dar’ül-harbde islamın yasakladığı bir fiili işlemeleri halinde onlara islam
hukukunun hükümleri tatbik olunur. Yeter ki işledikleri fiil islam hukukunun
haram kıldığı bir fiil olsun. Bu fiil dar’ül-islam veya dar’ül-harbde işlemeleri
farksızdır. Dar’ül-islam veya dar’ül-harb ayırım fiilin yasaklanmasına etki
etmediği gibi yasaklanan fiil için konulmuş bulunan ezayada etki edecek değildir.
Hem müslüman,
hem de zımmi dar’ül-harbde işledikleri
suçdan dolayı cezalandırılırlar. İsterse işledikleri fiil dar’ül-harbde mübah
kabul edilen bir fil olsun. İslam hukukunun bu fiili yasaklaması onların
cezalandırılması için yeterlidir.
İslam hukukunun
mubah kabul ettği bir fiil dar’ül-harbde yasaklanırsa dar’ül-harbde o fiil işlemiş
bulunan bir müslümanın veya zımmini cezalandırılması gerekmez.
Zımmi
dar’ül-harbde bir suç işlerse ve dar’ül-islamı bir daha oraya dönmemek kastıyla
terketmişse, dar’ül-islama dönmedikçe işlediği suçdan ötürü ceza verilmez.
Çünkü o dar’ül-islamı terketmekle harbi durumuna geçer ve zımmi niteliği
ortadan kalkar. Binaenaleyh islamın hükümlerine uymak mecburiyeti kalmaz.
Tekrar dar’ül-islama dönecek olursa must’emen harbi olması hasebiyle sürekli
kalması durmunda zımmi haline avdet etmiş olur. Müslüman irtidad eder ve
dar’ül-islamı terkeder sonra dar’ül-harbde bir suç işler ve tekrar müslüman
olursa dar’ül-harbde işlediği suçtan dolayı ceza verilmez. Çünkü irtidad
etmekle dinden çıkmış ve dar’ül-islamı terketmekle de harbi olmuştur.
Binaenaleyh suçu işlediği vakitte islamın hükümleri ile hükmetmek mecburiyeti
ve zorunluluğu yoktur.
İmam Şafii Malik
ve Ahmed islam ordusunun karargahını -dar’ül-harbde de olsa- İslam diyarı
olarak kabul etmektedirler. İmam Azam’dan ayrıldıkları nokta işlenen suçun ordu
karargahının içinde veya dışında olmasını değişik neticeler doğurmayacağı
konusundadır. Yukarda da anlattığımız gibi, onlara göre müslüman veya zımmi
dar’ül-islamda veya dar’ül-harbde işlediği suçlardan sorumludur.
İmam Malik ve Şafii
askerlerin yurd dışında işledikleri suçların cezasının dar’ül-islama dönünceye
kadar tehir edilmiyeceği görüşündedirler. Onlar gerektirdiği zaman hemen cezaların
uygulanacağı fikrini benimserler. Ancak ordu komutanının ceza verme hakkı yoksa
veya müslümanların suçluya ihtiyaçları varsa, yahut da onula bir güç kazanıyorlarsa
durum değişik olacaktır. Ancak bu son istisna sadece İmam Şafii’ye hasdır. İmam
Ahmed ise ordu dar’ül-islama dönünceye kadar yahut da suçlu tek başına yurduna
avdet edinceye kadar cezanın tatbikinin ertelenmesi görüşündedir. Bu görüş İmam
Azam’ın görüşüyle uyuşmaktadır.
İmam Şafi, Malik
ve Ahmed İbh Hanbel’e göre, gerek müslüman gerekse zimmi dar’ül-harbde işleyecekleri
suçlardan dolayı ceza görürler. Bu, temel bir kaidedir. Binaenaleyh bu kaide
haddi, kısas ve diyeti gerektiren suçlarla, islam hukukunun hakkında hüküm
verdiği taziri gerektiren suçlar ve islam hukukunun hakkında hüküm vazetmeyip
devlet yöneticilerinin hükmünü belirttikleri taziri gerektiren suçlar için
kullanılır. Şu kadar var ki bu kaide serdettiğimiz suçlar için eşit derecede
tatbik olunmaz. Çünkü her suçun tür bakmından diğerlerinden ayrı bir mahiyeti
vardır. Had ve kısası gerektiren suçlar dar’ül-harbde irtikab olunduğuna göre,
bunun cezalandırılması icab eder. Devlet reisinin suç ve cezayı affetme yetkisi
yoktur. İslam hukukunun hakkında hüküm veridiği taziri gerektiren suçların da
cezalandırılması gerekir. Ancak devlet reisinin suçun vukuundan sonra cezayı
affetme yetkisi vardır. Cezanın tümün veya bir kısmını da hükümden sonra
affedebilir. Devlet reisinin koyduğu tazir souçlarına gelince devletin başında
bulunanlar isterlerse bu cezayı uygularlar, istelerse uygulamazlar. Çünkü
busuçları oluşturan fiilleri yasaklayan kendileridir. Keza aynı suçların
dar’ül-harbde işlenmesi halinde de devleti yöneten dilerse onu suç sayıp
cezlandırır, dilerse suç saymayıp cezalandırmaz. Buradan da anlaşılıyor ki
dar’ül-harbde işlenen suçların cezalandırılması bütün suçlar için vacip değildir.
Adını zikrettiğimiz
üç mezheb imamının görüşü bu noktadadır. İmam Azam Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’un
görüşü ise, nevi ne olursa olsun, dar’ül-harbde işlenen hiçbir suçun cezalandırılmayacağı
noktasındadır. Onlara göre; cezanın esası suçun işlendiği anda ve işlendiği
yerde islam devletinin velayet yetkisine haiz olup olmamasıdır. Halbuki bu
hallerde velayet yetkisi mevcut olmaz.