İnsanların şekil ve sıfatı
anlamında hıly; hayvanların şekil ve sıfatlan anlamında da şiyât kelimesi
kullanılır. Muhıyt'te de böyledir. [1]
İnsan;
Ana karnında durduğu
müddetçe cenin; Doğduğu zaman, velîd; Süt emdiği sürece, Radî; Yedi günlük
olunca, satiîg; Sütten kesilince, katî;
Hareket etmeye
başlayınca, dirâc; Boyu beş karış olunca hamasî; Revâdı düştüğü vakit, mesgûr;
Süt dişleri dökülüp,
tekrar dişi çıktığı zaman, metğâr (se ilede okunur);
On yaşını geçince,
nâş;
İhtilam olmaya
yaklaşınca, yâfi' veya mürâhık; İhtilam olup, kuvveti toplanınca hazevv; Bu
hallerin tamamında gulâm;
Bıyığı çıkmaya
başlayıp, memesi bakla gibi olunca, vecîh; '
Delikanlı olunca fetâ veya şârîh;
Sakalı çıkıp gençliği
gayeye erişince, müctemi'; Otuzla kırk yaş arasında, şâbb;
Altmış yaşma kadar
kehl;
Sonra esmat,
Sonra mahlas,
Saç sakalı
beyazlaşmca, becâl veya şeyh yahut dahm;
İçtima ile iktihâli
arasında (müctemi' ile kehl sıfatları arasında) yahu, buhtu'ş-şeyb diye anılır.
İnsanlar beldelerinin
cinslerine nisbet edilir: Türkî, Sindî, Hindî gibi...
Ve insanlar, yukarıda
söylediğimiz gibi, hılyelenir; şekilleri ve sıfatlan böylece belirlenir. [2]
Er'es veya Rüâsî başı
büyük olan kimse demektir.
Saftı: Alnın iki
tarafı sıkışık ve başı ÎJarzemlilerin başı gibi olan kimse demektir.
Enze': Başının iki
yanında saç bulunduğu hâlde, alnının üst tarafında saç olmayan kimse;
Esi a': Başının
tepesinde ve önünde saçı olmayan ve başı küçük olan kimse;
Eğamm: Saçı çok olup,
yüzüne sarkan kimse;
Em'al: Saçı dökülmüş
olan kimse;
Rahbü'I-Cebhe: Alnı
geniş olan kimse;
Eznek: Çatık kaşlı
olan kimse;
Eblec: Kaşlarının
arası açık olan kimse;
Ezecc: Kaşlarının
arası -fazla- açık olmayan kimse (bu, açık kaşlılığın zıddıdır);
Mukavvisü'l-hâcibeyn:
Kaşları hilâl gibi eğri olan kimse;
A'yen: Gözleri büyük
olan kimse;
Câhızü'I-ayneyn:
Patlak (iri) gözlü olan kimse;
Gâirü'l-ayneyn: Çukur
gözlü olan kimse;
Nâniü'l-vecneteyn:
Yanakları yumru olan kimse;
Rahsâreh: Yanakları
yaygın olan kimse;
EkhalüM-ayneyn:
Gözleri sürmeli gibi olan kimse;
Erorch: Bunun zıddı
olup gözleri sürmeli gibi olmayan kimse;
Enver: Gözünün siyahı
çok siyah; beyazı çok beyaz olan kimse;
Eşhel: Gözü, koyun
gözü gibi olan kimse;
Eş kel: Gözünün
beyazında kırmızılık olan kimse;
Ahval: Gözü şaşı olan
kimse;
Akbel: Gözü şaşı olup
burnuna bakan kimse;
A'meş: Göz kapakları
kızarmış ve gözünün suyu akan kimse;
Ehdeb: Kirpikleri uzun
ve çok olan kimse;
Ezreku'l-ayneyn: Gök
gözlü kimse;
Ester: Yırtlak gözlüye
denir.
Mükevkebii'I-ayneyn:
Gözlerinde beyaz bir nokta olan kimse;
Eğmas: Gözü çapaklı
kimse;
Ermas: Gözü şibikli
kimse;
Ekna': Burnunun ortası
yumru olan kimse;
Eşemm: Burnu çok koku
alan; burnu uzun olan kimse;
Ezlef: Burnu kısa olan
kimse;
Eftas: Burnu kalkık
(yüksek) kimse;
Ehnes: Burnunun ucu
sivri, ortası çökük olan kimse;
Ecda': Burnu kesik
olan kimse;
Efveh: Ağzı büyük olan
kimse;
Ehdel: Alt dudağı
sarkık olan kimse; .
EPas: Sihay dudaklı
kimse;
Eflah: Alt dudağı
yarık olan kimse;
A'lem: Üst dudağı
yarık olan kimse;
Edcam: Eğri burunlu
kimse;
Maknau esnânihî:
Dişleri ma'tufeye denir.
Ervak: Dişleri uzun
olan kimse;
Ekess: Dişleri kısa
olan kimse;
Edazz: Konuşurken üst
çenesi aşağıya sarkıp, kayan kimse;
Eflec: Dişleri seyrek
olan kimse;
Edred: Dişleri
dökülmüş kimse;
Ehtem: Ön dişleri
düşmüş olan kimse;
Eksam: Dişleri kırılan
kimse;
Es'al: Dişinin
üzerinde, bir dış daha biten kimse;
Meştabü'1-vech:
Yüzünde, kılıç yarası izi bulunan kimse;
Ehyel: Yüzünde beni
olan kimse;
Eşyem: Vücudunda ben
bulunan kimse;
En m eş: Çil yüzlü
kimse;
Eshâbü'l-Lıhye:
Sakalında kırmızılık bulunan kimse;
En t ah: Köse (=
sakalı çıkmayan) kimse;
Kessü'l-Lıhye: Sakalı
çok olan kimse;
Âzam: Kulakları büyük
olan kimse;
Esma: Kulakları küçük
olan kimse;
Enâfi: Burnu büyük
olan kimse;
Esf eh (= sef âhî):
Dudakları büyük olan kimse;
Eşdak: Ağzı yırtık,
büyük ağızlı olan kimse;
Esram: Kulakları kesik
kimse;
Ecyed: Boynu uzun olan
kimse;
Evkas: Boynu kısa olan
kimse;
Asar: Boynu eğri olan
kimse;
Medîkü'l-Kameh: Uzun
boylu olan kimse;
Kasîrü'l-kameh: Boyu
kısa olan kimse;
Merbûıf 1-halk: Orta
boylu olan kimse; demektir. [3]
Hayl ismi, at cinsini
içine alan bir kelimedir.
Feres, Arabların at
anlamında kullandığı bir isimdir.
Berzûn (= yük
beygiri): Acemce bir isimdir.
Hecîn: Babası arabî,
anası acemî olan at demektir.
Mukraf: Babası acemi,
anası arabî olan at demektir. ,
Fersü akmer: Ay renkli
olan, beyaz at demektir.
Edğam: Göksünde
beyazlık bulunan at;
Fersü verd: Gül
renginde olan at;
Eğbes: Boz renkli at
Mefles: Derisinde para
gibi benek bulunan at;
Medner: Dinarlar gibi,
siyah beyaz damalı olan at;
Edbes: Siyahla kırmızı
arasında pekmez rengi gibi bir rengi olan at;
Evrak: Kül renginde
olan at;
Ersem: Üst dudağı ak
(beyaz) olan at;
Elmaz: Alt dudaüı
beyaz olan at.
Akrah: Alnında
beyazlık olan at;
Akrah hafi: Alnındaki
beyazlık, bir dirhemden küçük olan at;
Eğarr: Yüzü tamen
beyaz olan at;
Egarru sfiil:
Yüzündeki beyazlık, yukardan aşağı uzanan at;
Berzûnii zelûl: Yük
beygiri;
Cümuh = şümus: Yük
taşımayan at;
Berzûn ii demi: Kan
rengi olan at.
Muğrer: Kiprikleri
beyaz olan at;
Latım: Yüzünün yarısı
beyaz olan at;
Erham: Başı beyaz olan
at;
Asga: Başının ortası
beyaz olan at;
Aknef: Kafası beyaz
olan at;
Ezen: Kulağında
beyazlık bulunan at;
Esfâ: Alnı dar olan
at;
Ma'ref: Yelesi çok
olan at;
Edra': Göksu ve boynu
beyaz olan at;
Erhal: Sırtı beyaz
olan at;
Enbat: Karnı beyaz
olan at;
Ehsaf: Yan tarafı
beyaz olan at;
Mahcel: Ayakları
(bacakları) beyaz olan at;
A'sam: Ön ayakları
beyaz olan at;
Ercel: Bir ayağı beyaz
olan at;
Şayet, iki ayağından
birisi beyaz olursa; ona a'samü'I-yümnâ veya a'samüi-yüsra denilir.
Yük beygirine a'ver
denilmez. Fakat "sağ gözü" veya "sol gözü yok" denir.
Kuyruk ve yele
bakımından aşkar ile kemiyet arasında şu fark vardır: Şayet yele ve kuyruk
kırmızı olursa aşkar; siyah olursa kemiyet denir. Ön ayaklarından sağ ayağı
beyaz olana mahceli'l-yedi'I-yümnâ veya mahceli'l-yedi'l-yüsrâ denir. Arka
ayakları beyaz olursa, muhac-celi'l-yedeyn veya muhaccelfl-ricleyn denir.
Üç ayağı beyaz olursa,
muhacceli's-selâs; mutlaki'l-yümnâ (veya yüsrâ) denir.
Beyazlık ön ayağının
biri ile arka ayağının birinde olursa mümsikü'I-eyâmin, mutlaki'l-eyâsir veya
mutlaki'l-eyİHh, mümsikü'l-eyâsir denir.
Beyazlık baldırın
yarısına ulaşır veya üçte birine varırsa et-tafccfl denir.
Beyazlık arka
ayaklarında olur da önde bulunmaz ise benini mahdem denir.
Beyazlık bir arka
ayağında veya ön ayağının birinde olursa, men'al biyed veya men'al-bi'r-ricl
denir.
Keza, atın yavrusuna
mühr veya Felevv denir.
Bir yaşma girince
hurûf; altı veya yedi aylık olunca asmaî denir.
Senesi geçince de havM
denir.
îki yaşına girince
ceza'; Üç yaşma değince sen!; dört yasında rnbt*; sonra da karın denir. Ondan
sonra, özel bir ismi yoktur; müzekld denir. Cemisi müzâkki d ir.
Yirmi yaşında berem
denir." denilmiştir. Atin yaşı en çok otuz-otui iki olur. " Atin, yirmi dört üst, yirmi de alt çenece
dişleri vardır.
Atın dişleri çok siyah
olursa edhem ducûcî; yeşil ile siyah arasında ekheb; parlayan beyazlıkta
olunca, eşhebi kırtasî denir. Atin kıllarının içine, beyaz kıllar karışırsa
kemlyyeti sınâbî veya eşkan sınâb! denir. Bu kıllar smâbiye nisbet edilir.
Sınâbî ise hardal demektir. Bu beyazlık muhalif şekilde, önün sağ, arkanın sol
ayağında veya bunun aksine olursa, şekkal denir. Kuyruğu yan tarafından birine
kadar eğri olursa, a'zel başı siyah kuyruğu kırmızı olunca da eblaku mutam denir. [4]
Deve; bir yaşında ibnü
mehad; sonra ibaü lebûn; sonra hıkka; sonra ceza'; sonra seni; sonra ruba1;
sonra sedis; sonra bftzel; sonra mahlef; sonra mahlefi âm; sonra mahlefi âmeyn
diye isimlendirilir. Ne kadar çoğalırsa çoğalsın böyledir.
Sığırlar ise, bir
yaşında tcM'; sonra ceza'; sonra ruba'; sonra sedîs; sonra sâtiğ; sonra saliğ-i
seneten diye isimlendirilir.
Koyuna gelince: Koyun
altı aylık veya daha küçükse, hamel; yedi aydan bir seneye kadar cez'i sonra
seni; sonra ruba'; sonra sedîs; sonra salig diye isimlendirilir. Bundan sonrası
için özel bir isim yoktur.
Deve ve sığırın
eşkâlini, bu günün erbabı daha iyi tanırlar. Onları tanımada, onun erbabma
müracaat edilir. [5]
Tâhûn (= tihânetü'r-rehâ):
Su değirmeni. Su ile dönen değirmen. Tıbâne: Hayvanın döndürdüğü değirmendir.
Tan üne: Su ile dönen değirmene denir." buyrulmuştur.
Meselâ, şöyle denilir:
Şu köydeki şu nehrin
üzerinde bulunan değirmeni, hudûduyla, odalarıyla, çarkiyla, kanadlarıyla,
kulpuyla, kovasıyla, değirmenin üzerinde döndüğü demir çarkıyla sattı.
Nafir'un cemi Nevâir
gelir ki, bu kelime değirmen çarkının kanatları demektir. Ve onların üzerine su
dökülür ve bu kanatlar dönerler. [6]
Hammam, hamîm'den,
fe'al vezni üzerine
bir kelimedir, "frtchammar-recül.''
denir.
Bir adam hamama
girince, onun hakikati, sıcak su ile yıkanmasıdır.
Siyakü vâzeh: Hamamın
birinci evi (odası-bölümü) demektir. Buna eriah da derler.
Sanbur: Oluk demektir.
Fincan ât, fincan'in cem'id ir, ar ab çadır.
Atİdedü'I-raereh:
Hamam kabları demektir.
Evari (ârinin
cem'idir): Hamamın havuzu demektir.
Et-tûn: Ateş ocağı;
kiri al e: Ateş ocağı veya külhan demektir. Hanbeo ve mellâha (lamın
şeddesiyle): Tuzla demektir. Avanz (ânza'nın cem'idir): Tahtaların üzerine
bağlanmış odunlar demektir.
Kals: Kalın urgan
demektir.
Tarraz; Taze bez
dokunan yer.
Vehdet: Bez dokuyan
kimsenin ayaklarını içine koyduğu çukur.
Tastı müennese:
(Acemce bir isimdir. Çünkü ti ile te harfleri, arabçada bir kelimede cem
olmaz): Tas demektir. Tasın cem'i tısas gelir. İsmi tasğîri tuseysete'dir.
Tas'in cem'i, etsas ve tusûs da gelir.
Fetâvâyi Hindiyye
Rukak: Yufka ekmek
demektir. Bunun müfredi (= tekili) rukaka'dır.
Rağîf 'in cem*i ruğfan
gelir. Bu kelime, yufka, pide manâsına gelir.
Minsefe: Elek
demektir.
Mahver: Koyun ağılı.
Maâlik (mı'lak'ın
cem*idir): Et asılan yer demektir.
Gadâir (gadâra'nın
cem'idir): Ağaçtan yapılmış büyük tekne.
Dancîr de denir.
Mihras: Dibek
dedikleri ve içinde buğday dövdükleri taşdan veya ağaçtan yapılmış şey.
Minhâzü'l-haven: Havan
döveceği.
UJayye: Kırk dirhemlik
bir ağırlık ölçüsü birimi.
Ukıyye rubaıyye: On
dirhem.
Ukıyye msfiyye: Yirmi
dirhem.
Kânun: Ocak; ateş
yakılan yer.
Tennur: içinde ekmek
pişirilen yer; fırın.
Hüdbed: Yoğurt olan
süt.
Memahıd (Memhada'nın
cem'idir): Sütün, içinde yoğurt olduğu kap.
Mirken: îçinde elbise
boyanan kap.
tcâne: İçinde elbise
yıkanan kap.
Medâk veya salaye:
Üzerinde bir şey ezilen yassı ve düz bir taş. [7]
Kîr: Kalın deriden
yapılmış körük. Buna Zuk de denir. Kür: Çamurdan yapılmış ateş ocağı. Bu ettûn
diye de isimlendirilir. Minfah (çoğulu menâfin); Demirci körüğü. Ulat (=
sindân): Demir örs. Mitraka: Demir dövülen çekiç, Fıttîs: Büyük çekiç (=
külünk, balyoz).
Kellûb: Kelbeten ve
kıskaç denilen ve ateşin közünü çekmeye yarayan âlet. Bunun çoğulu kelâfîb'tir.
Nişâstec: (Buna neşâ da denir) Nişasta. Kenti: Üzüm çubuğu; etrafı kerpiç
duvarla çevrilmiş bağ.
Kitâbü'ş-Şürût
Bahire zîr: Duvarın üstü.
Dimas: Duvarın temeli. Arak: Duvar; duvarın tamamı. Zeracîn (çoğulu zercûn):
Üzüm çubuğu. [8]
Bir baba, bulûğa
erişmiş büyük kızını nikahlarken şöyle yazar; Filan ile filanenin bu
evlenmesini; fîlânemn velisi; onun izniyle, rızasıyla, emriyle, şu kadar
mehirle ve sahih, caiz, nafiz nikahla, âdil bir cemaatın huzurunda yaptı.
Onun kocasının,
mehrini vermeye gücü yeter. Nafakasim verir.
Aralarında nikâhı
bozacak bir sebeb yoktur. Nikâhın fesadını gerektiren bir sebep de yoktur.
Mehr-i müsemması,
mehr-i mislidir.
Bu kız, bu nikâhla,
onun karışıdır.
Bu mehir de onun
üzerinde vacip ve lâzım bir borçtur.
Bunların tamamı, şu
tarihte olmuştur.
Başka şekli:
Bunun üzerine şahitler
şehâdette bulunurlar ve şöyle derler: Gerçekten filan şahıs, filane isimli
kızını, bâliğa olduğu hâlde, onun nzasiyle, şu kadar mehirle, filan adama,
şahitler huzurunda, sahih nikahla nikahladı. Gerçekten o filan da, söylenen bu
mehir üzerine, bu mecliste, sahih nikâhla tezevvüc eyledi ve fîlâne, vasıfları
söylenen bu nikâh sebebiyle, şu tarihte filanın karısı oldu. Şayet bu nikâhı
kocanın babası, oğlu için kabul eder ve oğlan da bulûğa erişmiş olursa, şöyle
yazılır:
Filan oğlu filan (bu
kocanın babasıdır) oğlu için, bu sözleşmeyi kabul eyledi. Bu mehir de, bu
mecliste, onun emriyle, sahih bir şekilde kabul edildi.
Diğer bir şekli de:
Nikahı kocanın ikrarını; kadının onu
doğrulamasını; kadının ikrar edip, kocanın, onu doğrulamasını; velinin ikrar
edip karı ve kocanın onu doğrulamasını yazmaktır. Zehıyre'de de böyledir.
Âlimlerin
"velisiz nikâhın cevazındaki ihtilaflarından dolayı" bu bir
ihtiyattır. [9]
Veli, "mehir
belirlenip, kıza haber verilince; onun sustuğunu veya ağladığını; onun bakire,
âkile, bâliğa, aklı ve bedeni sahih, (sağlam) olduğunu" yazar.
Onun susmasına da
filan ve filan şahit olurlar.
Bu şahitler, o kızı,
adını, nesebini, filanın kızı filane olduğumu, bu vasıflarla yapılan akid (=
sözleşme) sebebiyle onun, filanın karısı olduğunu" bilirler.
Kocanın adını ve
mehrin açıklanmasını yazmak elbette gerekir. Çünkü, o almayınca, ihtilaf
çıkıyor ve onun susması, nikâha razı okluğu için midir, yoksa razı olmadığı
için midir belli olmuyor.
Kız küçükse,
"onun nikâhını, -baba
velâyetiyle- babasının
yaptığı" yazılır.
Koca küçük ise, yine
böyle yazılır.
Filan adam, filane
isimli küçük kızını, babalık velâyetiyle, filan oğlu filan küçüğe, şu kadar
mehirle, sahih, caiz, nafiz ve lâzım bir hâlde, her iki tarafın da razı olduğu,
âdil şahitlerin huzurunda nikâh eyledi. Bu nikâhı da bu mehirle, bu küçük
oğluna, babasi-babalık velâyetiyle- sahih bir kabulle, akid meclisinde kabul
eyledi. Bu küçük oğlan, bu küçük kız için denktir. Zikredilen mehir de mehr-i
mislidir.
Şayet baba, oğlunun
yerine mehri kabullenirse, o da yazılır ve şöyle denir: Bujaaba, bu zevç (=
koca) olan küçük oğlu için, küçük kızın, bütün mehrini sahih bir kabulle kabul
eyledi. Ve buna, küçük kızın babası, bu mecliste, şifahan razı oldu.
Şayet baba, kendi malından
mehr-i muaccel olarak bir şey verirse onu da şöyle yazar:
Gerçekten, bu çocuğun
babası filan, kendi malından, zikredilen mehir cümlesinden olmak üzer,e, şu
kadar dinarı.bu küçük kızın babasına, -babalık velâyetiyle- verdi. O da, bunu
sahih bir alışla teslim aldı. Ve koca için, bu kadar mehir, mehir cümlesinden
olarak vâki oldu; geride şu kadar mehir kaldı.
Eğer baba» muaccel
mehirden bir şey Öder; geride kalanı da kendisi kabullenirse; bu da şöyle
yazılır;
Gerçekten bu küçüğün
babası, kendi malından ve mehir cümlesinden, şu kadar dinar ödedi. O küçüğün
karısı için geride kalan meh-ride, sahih bir kabul ile kabul eyledi. Ona
velayeti olan da, ona razı oldu (veya şer'i şerife uygun olarak izin verdi.)
der. Yazı da, böylece tamam olur.
Kadının babasından,
"mehrin bir kısmını bağışlaması" dilenir veya "aldığını ikrar
etmesi" istenirse; aldığını ikrar etmesi -ikrar akd meclisinde olursa-
bâtıl olur. Çünkü, o mecliste bulunanlar, onun yalan olduğunu biliyorlar. İkrar
başka bir mecliste yapılırsa; küçük için, kabz ikrarı sahih olur.
Kız ise, büyük için de
böyledir; dul ise, elbette onun izni ve rızası gerekir.
Bağışa gelince, eğer
küçük olursa; bağış sahih olmaz. Eğer büyük olur ve bağış onun rızası ve
emriyle olursa, bağış sahih olur. Ve bu şöyle yazılır:
Bu kadının babası,
onun rızası ile, mehir cümlesinden şu kadarını, akid meclisinde, bu koca için,
şu kadar dirhem bağışta bulundu. Koca da, babadan, bu bağışı kendisi için sahih
bir kabul ile kabul eyledi ve geride şu kadar mehir borcu kaldı.
Bu kadının, bağışa
razı olduğunu ve izin verdiğini, şahitlerin haber verdiği zaman böyledir.
Şayet, kadının izni bilinmiyor; ancak, baba kabul ediyorsa; o da şöyle yazılır:
Kadının babası, koca
için, mehirden şu kadarını, onun emriyle bağış yapmıştır.
Şayet, kadın bunu
inkâr ederse; ona tazminat gerekir. İhtiyat olan, bu durumda kadının nikâh
meclisinde hazır bulunup, onun izniyle velisinin, onun nikahını yapması ve
kendisinin mehrinin bir kısmım, kocasına bağışlamasıdır.
Den doğrusunu ancak,
Allahu Teâlâ bilir. [10]
Bir babanın, küçük
kızını baliğ bir kocaya nikahlaması şöyle yazılır:
Filan, filâneyi -kız
küçük olduğundan babasının babalık velayeti hakkıyla- babasının nikâhlamasıyla
şu kadar mehirle, şu kadarı peşin, şu kadarı şu seneye kadar ödemek üzere
vadeli mehirle tezvic eyledi. Bu hususta Allah'dan korkmasını, ona iyi
davranmasını, Allahu Teilâ'hın emreylediği ve Onun Nebisi (S.A.V.)'nin sünneti
üzerine iyi geçirmesini tavsiyede bulundu. [11]
Kızı tezvîc eden (=
evlendiren) ced (= dede = babanın babası) işe, şöyle yazar:
Filan şahıs; hâfidesi
(= torunu) olan, filan oğlunun kızı fîîaneyi -babası öldükten sonra- dedelik
velâyetiyle (tezvic etti)..." der ve sonuna kadar, yazıya devam eder. [12]
Kızı nikahlayan,
baba-ana bir kardeş veya baba bir kardeşse, şöyle yazar:
"Filan şahıs, kız
kardeşi olan küçük füaneyi (ki o filan oğlu filanın kızıdır) baba ve ana bir
kardeşlik veya baba bir kardeşlik velâyetiyle, tezvic eylemiştir."
O kızın, kardeşinden
daha yakın birisi yoksa ve ona müslüman hâkimlerinden, hükmü
sahih ve caiz
bir hâkim tarafından
Fetâvâyi Hindiyye
hükmedilmişse, bu
evlendirme caizdir. Zira, baba ve dedenin handndt olan kimselerin, küçüğün
nikâhını yapması hususunda âlimler arasında ihtilaf vardır.
Tezvîc eden amca ise,
o da şöyle yazar: Filan şahıs;
kardeşinin kızı olan füİaneyi, ana-bâba bir veya baba bir amcaitk velâyetiyle
tezvic eyledi."
Kardeş hakkında söylenenler,
amca hakkında da söylenmiştir.
Şayet, kadının
kendisini tezvic edecek (= evlendirecek) bir velisi yoksa; bu kadın hâkimin
izniyle, kendi kendini evlendirir ve: Filâne, şu kadar mehirle, âdil şahitler
huzurunda, hâkimin izniyle, kendi nefsini, fülana tezvic-î sahih ile tezvic
eyledi. Onun, hazırda da, gaipte de bir velisi yoktur." diye yazar.
Eğer, böyle bir kadın,
kendisini hâkimin izni olmaksızın evlendi-rirse sonunda hâkime varır. Müslüman
hâkkn.d^ bu nikâhın sıhhatine hükmeder ve kadın "Bu kocadan, mehir
cümlesinden şu kadar dirhon aldım. Geride şu kadar kaldı." diye yazar. [13]
Bir köle
evlendirilirken, şu hususlar yazılır:
"Filanın kölesi
filan,filan oğlu filanın kızı, baliğa ve hürre filane ile, efendisinin izniyle
evlendiler. Bu evliliği efendisi emreyledi ve bu akid, âdil şahitler huzurunda
şu kadar, sahih lâzım ve nafiz mehirle, kadının babası filan oğlu filan
tarafından kadının rızası üzerine yapıldı. Nikâh şahindir." diye
yazılarak, bu yazı tamam olur.
Şayet, kadın küçük ise,
yazının sonuna hâkimin hükmü de ilâveten yazılır. Çünkü, babanın küçük kızım
köleye vermesi, İmim Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâmeyn arasında ihtilaflı
mes'eledir. [14]
Bir câriye
evlendirilirken şu hususlar yazılır:
"Filan, filan oğlu
filanın cariyesi ile evlendi." veya "Filan oğlu filanın cariyesi,
filan oğlu filan efendisinin izniyle, şu kadar mehir karşılığı evlendi."
diye, sonuna kadar yazılır.
Köylerde âdet» kocalar
veya babalar, akarları veya araziyi kadınlara belirli bir bedelle satıyorlar.
Onun parasını da mehre karşılık tutuyorlar.
Kfitip için uygun
olan, besmeleden sonra, eğer satış kocadan ise, "Klan kızı fîlfine» filan
oğlu filan kocasından etrafı dıvarla çevrili, evi yapılı, bağı veya beş dönüm
ekime elverişli -köyün filan yerindeki- araziyi, hudutları belli olmak üzere,
şu kadara satın aldı." diye yazmaktır. Satış bölümünde tafsilatı
gelecektir.
Katip "bedelini
teslim aldu" sözüne varınca, şöyle yazar: "Bu iki sözleşmeci, bu
bedelin tamamını müşteri olan kadının, kocasında olan mehrine karşılık, sahih
bir şekilde, misilleme yaptı. Ve müşteri olan kadın, bu bedelden dolayı
mehrinden berî oldu. Kocası da bu misilleme sebebiyle mehrin tamından beri
oldu."
Sonra da şöyle
yazılır: Müşteri kadm, satıcının teslimiyle, sahih bir alımla teslim
aldı." der ve tarihini yazar.
Bu satış, mehirin
tamamına değil de bir kısmına karşılıksa, o zaman, zifaf dan önce, nikâhta
peşin mehri şart koşar ve şöyle yazar:
Bu bedelin tamamını,
mehrin tamamına karşılık yaptılar. Onun peşin olması ve kadına verilmesi şart
koşulmuştur.
Sonra da, devamla şöyle
yazar: "Gerçekten, müşteri olan bu kadının, satıcı olan kocasında,
mehrinden şu şu kadarı, onun üzerinde hak, vacip, lâzım, doğru ve sabit olarak
-aralarında olan nikâh sebebiyle- borç kaldı." der ve tarihini yazar.
Şayet bu satış,
kocanın babası tarafından yapılmışsa; o zaman da, "kadın, kocasının
babasından, şu şu kadara satın aldı." der ve katip -söylediğimiz gibi-
sonuna kadar yazar.
Bu takdirde de; kadın,
satın aldığının bedelinden; kocanın babası ve koca da mehrin tamamından beri
olurlar (= kurtulurlar). Misilleme hükmüyle; tarihi de yazılır.
En doğrusunu ancak
Allahu Teâla bilir.
Bir adam karısını
mehri ve nafakası karşılığı hal eylese, kadınla medhûle olsa, adam bunu böylece
yazmak istese, şöyle yazar: Bu yazı, filan oğlu Manındır ve o, filan kızı
filanın kocasıdır. İmim Ebû Hanî-fe (R.A.) ve arkadaşları böyle zikrettiler.
Hassâf, Tahâvî, Semtî, Hilâl ve Ebû Zeyd eş Şurûtî, gibi âlimler, bu yazıyı
biraz daha artırdılar:
Filan kızı fülâne
dedikten sonra Ben, senin sohbetini sevmiyorum ve senden ayrılmak
istiyorum." diye ilâve eder.
İmâm Ebû Hatıîfe
(R.A.) arkadaşları da böyle yazarlardı. Halbuki Hassâf, Hilâl, Semti ve şurut
ehlinin umuma, yazılarını artırarak: "Sen, beni, sahih ve caiz olarak,
—bana asabamdan rakımın olan— velim tarafından hür, âdil, baliğ şahitlerin
yanında, müsemma olan mehr-i muaccel ve müeccelimle nikahladın. Ben ise, senden
mahri-mi almadım. Başka bir şey de almadım. Sen ise, bana dahil olup cima
eyledin. Ben ise, senin sohbetini kerih görüp, senden bana bir ziyan gelmeden,
ayrılmanı istedim ve ben senden beni, benim sende olan bütün alacağıma karşılık
hal etmeni istedim .Alacağını mehrim den şu şu kadar dirhemdi." der. İmâm
Ebû Hanîfe (R.A.) ve ushabı ile ehl-i şurutun tamamı şöyle yazarlardı:
"Biz korkuyoruz
ki, Allahu Teâla'nın hududunu koruyanlayız da; sen beni, üzerinde olan mehrimin
tamamı sebebiyle, bâine talâk laboşarsm."
"Biz korkuyoruz
ki" yazısından sonra, yüce Âllahın kitabıyla teberrüken âyetini
yazarlardı.
Ve onlar, talâk
sözünü, kendi sözüne tercih ederlerdi ve "ben, senden, beni bâin talâk ile
boşamanı istedim," diye yararlardı da "hal etmeni istedim." diye
yazmazlardı. Çünkü, talâk hükmü, bâin olunca; bi'1-icmadır. Hal hükmü ise,
sahabe ile selef arasında ihtilaflıdır. Elbette bil-icma olan, muhtelefün fîH
(= kendisinde görüş ayrılığı olan) den daha evlâdır.
Ancak, "mehrimin
tamamı, senin üzerinedir. O da şu şu kadar dır. diye yazdıklarında hulû
sebebiyle düşen miktar malum olursa, o zaman ihtilaf haddinden çıkar. Çünkü,
düşeni bilmemek tesmiyenin sıhhatine mâni olur. Onun için, "bil-icma hal
sahih olsun" diye söler ve devamla: "îddafim devam eddiği sürede,
nafakamın tamamı da..." der. Gerçekten, mehir ve nafakanın yazdmasıyla
iktisar eyledi; fazla mal zikreylemedi: Şayet söylemiş, olsaydı, sahih olurdu.
Zira, serkeşlik kadın tarafından oldu. Serkeşlik kadın tarafından olunca da,
kocanın daha ziyâde alması helâl olur. Hem diyane-ten, hem de kazaen, koca,
verdiğinden daha fazlasını alabilir. Câ-"iı*'in rivayeti budur.
Hem diyaneten, hem de
kazaen, koca, verdiğinden daha fazlasını alabilir. Câmi'in rivayeti budur.
Fakat,Talâk
kitabındaki bir rivayete göre de,Kadın tarafından olunca da, kocanın daha
ziyâde alması helâl olmaz. Bu durum, kendisi ile Allahu Teâlâ arasındadır.
Şayet geçimsizlik (=
serkeşlik) kadın tarafından olursa, mehir ve nafaka üzerine iktisar eylediler.
Kocanın, verileni
alması, bi'l—ittifak helâldir. Sonra kocanın: "Kabul ettim." demesi
yazılır. Böylece, "icabın kocadan olduğu" sabit olmuş olur. Çünkü,
talâk, ancak kocanın icabı ile vâki olur.
Sonra, devamla, kadın
şöyle yazar: "Senin üzerinde olan bütün mehrime ve iddetim müddetince
olan bütün nafakama karşılık, beni hal eyledin." Tekid için de: "Ben
de buna razı oldum ve kabul eyledim." der ve o da —kadının hali kabulü
sabit olsun diye— yazılır.
Artık bu durumda,
bütün rivayetlere görü, hal tamam olmuştur.
Selefe ittibâen de:
"Bundan dolayı ben de seni hal eyledim. Artık, bende bir hakkın kalmadı.
Da'vâ, talep, mehir, nafaka ve başka hiç bir isteğin kalmamıştır." der ve
o da yazılır.
Bundan sonra kocanın
zimmetinde bulunan mehre karşı hal vâki olursa; tazminat yazılır mı?
Bizim âlimlerimiz bunu
yazmıyorlar.
Ebû Yead eş—Şurûti
yazar ve:
'Tazminat gerekirse,
ben sana tazminatta bulunurum." derdi. Tahâvî: "Bu sahih olmaz."
buyurmuştur. İmâm Muhammed (R.A.) ve ehl-i şuruttan hiç bir ferd "Sen,
beni hal ettin." demesi gerektiğini zikr etmemiştir.
Bazı müteahhirîn ise,
bunu yazmayı, ihtiyar eylemişlerdir. Bu, sünnet vaktinde mubah; bu vaktin dışında
mekruhtur. Bunun için, haTin ibâha veya kerâhe sıfatları bilinsin diye yazmaya
ihtiyaç vardır. [15]
Kadın için kocası
tarafından bir vesika yazılır ve o vesikada şöyle denilir:
Filan oğlu filan
"filan kızı filâneyi, tarafından kendi isteğiyle, kasden şu kadar dirhem
olan mehrine karşılığında, tek talak ile, mu-hâlâa ettiğini" ikrar eyledi.
Ve iddeti müddetince nafakası üzerine olmak ve kendi üzerinde olan bütün haklan
karşılığında mühâlaa eyledi.
Şayet başka mal üzerine
de şartlaşırlarsa, bütün dâva ve husûmetlerden, bütün bâtıl ma'nalardan ve
istisnadan hâli, nafiz, caiz, sahih bir hâlde muhâlâa ederler. Ve: "Kadın,
bu zikredilen şartlarda, nefsini, sahih şekilde, hal eylemiştir." diye
yazılır ve yazının tarihi de konulur. [16]
Filan kızı filâne,.
kasden (bilerek ve isteyerek) şöyle ikrar eyledi: "Gerçekten o, filan
kocasından, şu kadar mehrine karşılık, bâ-ine bir talakla hal eyledi."
Keza, "iddet
nafakasına karşılık, bir taiâk-ı bâine ile hal eyledi ve aralarında nikâh ve
alaka kalmadı." diye yazılır ve yazı tamam olur.
Şayet halde şart
koşarlar ve "mehrin üzerine fazla mal verilsin" isterlerse; o kadım
bütün mehrini ve onun üzerine şu kadar dinar vererek hal ederse; bu mühâlaa
caiz olur.
Eğer hal'deki
fazlalık, bir yer ise, o da yazılır ve o yerin evsafı açıklanır. Bu yerin,
uzunluğu, eni ve kıymeti de açıklanır.
Şayet, o fazlalık
kıyemî bir şeyse, mühâlaa meclisinde, kadın, onu kocasından kabul eder ve kadın
da'vâların tamamından teberrî eyler. Böylece yazı tamam olur.
Muhâlaa'da fazlalalık,
bir eşya ise, "en ihtiyatlı olanı ziyadeyi dinarlar veya dirhemlerden
yapmaktır" denilmiştir.
Sonra adam, o
şartlarla satın alır ve onun bedelini, o ziyade ile misilleme yapar. Satılan
şeye bir haksahibi çıkarsa, münazaa kalmasın diye böyle yapar.
Koca, bu mühâlaadan
dönmek isterse; kâtip, kadın için şöyle yazar:
Filan şahıs, ikrarının
geçerli ve caiz olduğu sırada kasden, nefsini, filane isimli kadından;
mehrinin tamamına karışık hal eyledi. Veya "mehrinin bakiyyesi ile iddet
nafakası ve kadının nefsî malından elli adet Nisâbûrî altını karşılığında
hal" eyledi ve bunları/mti-hâlaa meclisinde kabul eyledi. Kadın da,
mühâlaa meclisinde bunu kabul eyledi. Sonra, koca, bu kadından yirmi dönüm bağ,
on dönüm yeri elli Nisâbûrî dinârarına satın aldı. Hudutları belli olan bu
yirmi dönüm yere, bağın evi de dahildir. Bu yer, yirmi dönüm bağdır, (veya
içinde evler olan bir yurttur:)
"Satın alman ve
dört taraftaki hududu belli olan bu yerin elli Nisâbûrî dinar karşılığında,
sahih bir satın alışla, satın alındığı ve hal olan kadının, sahih bir satım
yaptığı; her iki akdedîcinin mezkûr bedelle misillime yaptıkları ve ikisinin
arasında beraatlar vâki olduğu" yazılır. Böylece ikisinin, birbirine karşı
da'vâ ve husûmet hakkı kalmaz. [17]
Bu husus şöyle
yazılır:
Kadın, kendisine dâhil
olunmadan ve halvetten önce, hal olursa; yarı mehir gerekir ve böyle yazılır.
Duhûl vâki olmadığından, iddet gerekmiyeceği için, o yazılmaz ve iddet
nafakası gerekmez.
Hulû'da da duhûlden
önce iddet yoktur. [18]
Bir koca, karısını hal
eylese; onun hal olduğu yazılır.
Şayet, nikâhda tesmiye
bulunmaz ve hal de dühûldan ve halvetten önce olur ve mehir de tesmiye
edilmemiş bulunursa; bir miktar mal üzerine yazılır. Ve şöyle denir. Onu,
duhûlden ve halvetten önce, kadının, kocasının üzerinde olan bütün haklarına
karşılık olarak, mühâlaa sahih olduğu hâlde hal eyledi. Zehiyre'de de böyledir.
Bir baba, küçük kızı
filaneyi, kocasından, duhûlden sonra hal eylese (= mal mukabili boşatsa) bu da
şöyle yazılır: Bunun filan ikrar eyledi: Filâne küçük kızı, (yaşını da
söyleyerek) filanın nikahında idi. Onun sahih nikahla helâli idi. Onun nikâhım,
—babalık velayetide— babası yapmıştı. Ve bu nikâh, şahitlerin huzurunda
yapılmıştı. Kocası da ona dâhil olmuş ve bir müddet iyi geçinmişlerdi. Sonra,
kocası, onun sohbetinden hoşlanmadı. Babası da, kocanın sohbetinden hoşlanmadı.
Babası, kızın mehrini de teslim almıştı. Me-hir de, şu şu kadardı. Ve kocası,
kadını nefsinden —babasının isteği üzerine, bir talâk, şu kadar mehri ve üç
aylık iddet nafakasına karşılık olarak, şu tarihden itibaren hal eyledi. Bu,
kendisinde fesâd bulunmayan, caiz ve sahih bir mühâlaa olarak, ta'lıksız ve
istikbâlde bir zamana izafe kilınmaksızın, böylece ve vasıflarda, kadın hal
edildi. Bu durumda, kocanın, ona müracaat hakkı kalmadı. Hiç-bir yönden, istek
hakkı da kalmadı. Bu mühâlaayı da, hal meclisinde, iki taraf yüz yüze, şifahen
kabul eylediler.
Kocanın beraatı
yazılmaz. Çünkü koca, mehrin bakıyyesinden beri değildir. Hal', babanın malı
sebebiyle olmuştur. Sanki, mehri ve nafakayı söylemeksizin, onun malı
sebebiyle, hal vâki olmuş gibidir. Ancak, bu hal sebebiyle, kocadan mehir
sakıt olmuştur. Babaların, "mehirden bir şey alma" ikrarları sahih
olur; diğer velirin bu ikrarı sahih olmaz. [19]
Muhâlea, kadına
duhûlden önce yapılırsa, mehrin bakıyyesi yazılır. İddet nafakası ise yazılmaz.
Bu hal'in hükmü,
ayrılığın vaki olup, haramlığm sabit olmasıdır.
Ancak, küçük kız
buluğa erişirse; geride kalan mehri için kocasına müracaat eder. Bu hüküm
sebebiyle de koca, kızın babasına müracaat eder. Ehl—i şurut'un ba'zıları,
küçüğün hal'inde, babasının; onun mehrini ve iddet nafakasını takdir edilmiş
belirli bir miktar olarak ikrarının' (= kabulünü) ihtiyar eylemişlerdir.
Sonra da
"kocanın, onu bainen bir talâk boşadığım ikrar eylediği" yazılır. Bu
yazı şöyle yazılır:
Filan oğlu filan (yani
küçük kızın babası) ikrarının caiz olduğu hâlde, kasden kendi isteğiyle şöyle
ikrar eyledi: "Küçük kızı filâne, filan oğlu filanın Karısı idi; nikâhının
altında idi. Sonra, onun kocası filan, küçüğün sohbetini hoş görmedi ve onu
bâine bir talâkla boşadı. Bu talak sebebiyle, küçük kız bâine oldu. Kızın da
kocasında, şu şu kadar dirhem mehri vardı. Nafakası cihetinden de, şu kadar
dirhem alacağı vardı. Babası olmam sebebiyle, ben bunların hepsini kızım için
sahih bir alışla aldım. Kocası, bunların tamamım bana ödedi. Bu küçük kızın,
kocasında hiç bir hakkı kalmadı; Hiç bir sebep ve hiç bir durum, husûmeti (=
da'vayı) gerektirmez.
Bunların tamamını,
sahih bir ikrar ile ikrar eder. Kızın kocası da bunu doğrular.
Yazıda bunların hepsi
yazılır. Böyle yazılınca da artık, mehri ve iddet nafakası hakkında husûmet
hakkı yoktur. Çünkü baba, "almaya selâhiyetli olduğu hâlde, hepsini
aldığını" ikrar eylemiştir. Mu-hıyt'te de böyledir.
Efendisi, cariyesini,
mehrine ve iddet nafakasına karşılık hal yaptırsa; malından onu tazmin
etmesinin gt* ekeceği söylenemez. Çünkü efendi, —babanın hilafına— kocayı
mehirden .ibra edebilir. Bu hakka sahiptir. Câriye değil efendi, "eğer
kocanın üzerine borç olmasını" dilerse; bu durumda babanın, küçük kız için
yazdığının aynısını yazar. Zahîriyye'de de böyledir.
Şayet, aralarında
küçük, memeden kesilmiş bir çocuk olur ve koca, karısını, çocuk, kadının
yanında kalip, onu bir sene veya iki sene kadının kendi malından beslemesi
kaydıyla, hal ederse; bu da ba'zı eshab-ı şurutca, caizdir.
Fakıyh Ebû'l—Kasım
es-Saffar: "Bu caiz olmaz." Çünkü, çocuk için nafaka, baba tarafından
olacaktır." derdi.
Buna çâre: Bu çocuk
için, kifayet miktarı dirhemler veya dinarlar takdir edilir. Onu da haPda şart
koşar. Sonra da, kocası, kadına o miktarı: "Besleme müddetinde, ona
harcamasını" söyler veya onu, terbiye için ücret olarak verir. Şayet
bunları yazmayı murad ederse şöyle yazar:
Filan (yani koca)
şöyle ikrar eyledi: "Gerçekten o, karısı olan filâneyi, bâine bir talâkla
üzerinde olan mehir, iddet nafakası ve kadının onun üzerinde olan bütün
haklarına karşılık olarak ve bir de kadın, asına, taze ve kırmızı yüz Nisâbur
dinarı —kendi malından olmak şartıyla— vermek üzere, istisnasız ve fâsid
şartsız olmak kay-diyle, sahih bir muhâlaa ile hal eyledi. Bu meyanda, aralarında
bir de küçük çocuk vardı. Hal'eyleyen koca, haTolunan kadından, "çocuğun,
onun yanında başlangıcı şu gün, sonu şu gün olmak üzere tam bir sene
kalmasını" istedi.
Böylece, o yüz dinarı,
kadın, bu müddet içinde çocuğa sarf edecektir. Kadın da bunların tamamını
sahih bir kabulle kabul eyledi." diye yazar.
Veya, şöyle yazar:
Hal' olunan kadın,
hal' eden kocasından, onun küçük oğlunu, bu müddet içinde bakıp terbiye etmek
üzere, şu gün başlayıp şu gün sona ermek üzere, bir sene yüz dinara sahih bir
icarla icarladu
Veya.şöyle yazar:
Kadın, o küçüğü, bir sene emzirmek ve bakmak üzere, söylediğimiz gibi
icarladi.
Sonra da hal eden
koca, kendi nefsi yerine ilerde meydana gelecek hadiselerde hakkını koruması
ve bir vekil tayin eyledi.
Bu çocuk, terbiye müddeti
bitmeden önce ölürse; o zaman, koca, kadına, müracaat ederek; o yüz dinardan
kalan müddetin karşılığını alması için bir vekil tayin etti. Biz, bunun için:
"Eğer besleme müddeti içinde çocuk ölürse, kadın nefsini berî eylesin de
kocası ona kalan için müracaat etmesin." diye, öyle yazdık.
Ibnü Semâa'mn
Nevâdiri'nde, İmâm Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurmuş olduğu zikredilmiştir:
Şayet, "çocuk
besleme müddeti içinde ölürse, kadın kalan hisseyi ödemekten berîdir. (=
uzaktır) diye şart koşarlarsa; bu da caizdir.
karlamada da aynı
şekilde şart koşar ve öyle yazarsa; kalandan beri olur. Vekii tayin etmezse, bu
da doğru olur. Zehıyre'de de böyledir.
Şayet kadının karnında
cenin bulunur; kocası da hal akdinde, "onu emzirmesini" isterse,
cevap, selefden Hassaf'ın, Ebû Zeyd'in ve diğerlerin cevabı gibi mahfuzdur ve
bu caizdir. Onu, akid zamanı artırır ve şöyle der: "Karnındaki çocuk,
şayet sağsalim doğarsa, doğumundan itibaren iki yıl emzirecek ve ona
bakacaktır. Çocuk, ister çift doğsun; ister erkek, ister dişi olsun, bu
böyledir.
Şayet o çocuk, bu
müddet içinde ölecek olursa; kadın kalan günlerin bedelinden beridir.
İmamlarımızın üçünden
de bu çocuğun hafızası hakkında bir rivayet yoktur. Şeyhu'I—İmâm Ebû'l—Kasım
es—Saffâr şöyle derdi: Bana göre esahh olan cenin hakkında bu sahih değildir.
Çünkü, onun tasarrufu nafaka hükmündedir. Zahîrriyye'de de böyledir.
Burada çâre: Hal' akdi
yapılırken, bir miktar mal takdir edilerek sonra o, icara izafe kılınır. Çocuk
doğduktan sonra, kadın, hâmile olduğu çocuğu emzirir ve bakar (icarlamış
gibi). [20]
Önce beyaz kağıdın
üzerine vekilin kimliği yazılır ve şöyle denilir: "Bunu, filan vekil
eyledi ve karısı filâneyi, söylenilen şartlar üzerine bir talâk-ı bâin ile hal
eylemeye kendi makamına ikâme eyledi.
Sonra, "vekilin,
sahih bir vekâletle vekil olduğu" yazılır.
Sonra da, onun
"hal sözü" yazılır: "Filan vekil, müvekkili adına, filanın kızı,
filane isimli kadını, duhûlden sonra, bir talâk bâine olarak, mehrinin kalanı
ve iddet müddetinin nafakası ve kadının kocası üzerinde olan —ayrılmadan önce
ve sonra olmak şartıyla— bütün hakları karşılığında hal eyledi. Gerçekten o
filâne de, onun tarafından yapılan (kocası tarafından fülan vekilin hal'ini),
sahih bir kabulle, şifâhan kabul eyledi." der ve yazı tamam olur.
Şayet vekil, kadın
tarafından olursa; önce onun "kadının vekili olduğu" yazılır ve
şöyle denir: Filanın kızı filâne, fülan zatı, kocasından hal edilmesi
hususunda kendi yerine vekil eyledi. Kocası filan oğlu filandır.
Sonra da hal yazılır
ve yukarda zikredilen "vekil, müvekkilesi-ni, —vekâleti hasebiyle— kocası
filandan hal eyledi." denilerek, yazıya sonuna kadar devam eder.
Eğer koca, hulû
sebebiyle vekilden tazminat olmak isterse; bu tazminat mehri ve iddet
nafakasıdır. Şöyle ki: Kadın vekili inkâr eder; şahitler de ölü veya kaybolmuş
olurlar ve kocasından mehrini ve iddet nafakasını talep ederse; o zaman, şöyle
yazılır: "Kadının vekili filan, onun kocası olan filandan, kadının mehir
bedeli ile nafaka bedeli olan şu kadar dirhemi almıştır ve koca .mehrinin ve
nafaka idde-tinin tamamından kurtulmuştur."
En doğrusunu ancak
Allah bilir. [21]
Bu da şöyle yazılır.
Şahitler, bu yazıya
şöyle şehâdette bulunurlar: Gerçekten filan fuzuli; filandan, karısı filâneyi,
kendi şahsi malından bin dirhem vermek üzere,Tcadının vekâleti ve emri
olmaksızın —aksi takdirde tazmin etmek üzere— hal yapmasını istedi.
Adam da (yani koca da)
bunu kabul eyledi ve karısı filâneyi bu mal karşılığında hal eyledi. Bunu,
fuzûlî de kabul eyledi.
Bu durumda, kadın,
kocasından bu hal sebebiyle baine oldu ve kan koca arasında zevciyet kalmadı.
Koca,, fuzûliden
zikredilen.malı aldı ve fuzûlî de o maldan beri oldu.
Ancak koca, bu hal
sebebiyle, kadının mehrinden kurtulamaz. Kadın, kocasından, dilediği zaman
mehrini talep eder.
Şayet koca, mehri
fuzuliye tazmin ettirmek isterse; önce kadın, mehri için kocasına müracaat
eder. Koca da fuzuliye müracaat eder. Ve fuzûlî, mehri tazmin eder.
Eğer kadın, mehrini
bir defa almış ise, ikinci defa alması haksızlık olur ve doğru olmaz.
Eğer fuzûlî ikrar
ederek: "O, mehrini aldı." der ve "ikinci defa aldığını"
zannederse; bu kadın için haksız bir alış olur. [22]
Şayet talak bir ise,
şöyle yazılır: İsimleri belirli şahitler şeha-dette şöyle bulunurlar: Filan
adam, filanın kızı olan filane karısını duhûl ve halvetten önce bir talâk
boşadı. O talâk da, bâine idi.
Ric'at yok; bir şarta
bağlı değil ve bu talâk istikbâlde, bir zamana izafe edilmemiş: bedel de şart
kosulmamıstır.
Bu durumda, bu talâk
sebebiyle, Kadın boş olmuştur.
Şayet talâk birden
fazla ise; öylece (iki talâk ise, iki talâk; üç ., talak ise, üç talâk) yazılır
ve kadın bâinen boşanmış olur.
Üç talâk olunca,
"başka kocaya gitmeden, ona helâl olmayacağı; ağır şekilde haram
olduğu" yazılır; hemen ayrılıp (= iddetini bekler.)
Sarih isimli kitab'da
şöyle zikredilmiştir:
Duhûlden sonra olursa,
şöyle yazılır:
Filan zat, karısına,
ona cima ettikden sonra: "Sen, bir talâk diyanetten boşsun." dedi.
Ondan sonra da dönüş yapmadı. Kadın, bu bir talak sebebiyle iddeti vacibe
içindedir. [23]
Bu şöyle yazılır:
"Yazının sonunda,
isimleri belirtilen şahitler, şehâdet ederler ki:
Filan adam, karısını,
halveti sahihadan sonra; şer'i ve tabiî mânilerden hali olarak, bir bâin
talakla, nafize ve caize olarak boşadı ve bu sebepten dolayı, kadın ona haram
oldu. Müsemmâ olan mehri-nin tamamı ve iddet nafakası da, adamın üzerine vacip
oldu." denilir ve yazı tamam olur.
Şayet koca, bu
halvet-i sahihayi, duhûl makamın da görmez de, mehrin ve iddet nafakasının
te'kidine itiraz eder ve kadının talebinden imtina ederse; uygun olanı, bu işi
hâkime çikarmakdır. Böylece, onun için, mehrin
ve iddet nafakasının
kemal derecesi hükmedilebilir.
Bundan sonra, şöyle
yazılır:
Boşanmış bulunan bu
kadın, sahih halvetten sonra, kocasından mehrini ve iddet nafakasını talep
eyledi. Kocası da onu ödemekten "halvet-i sahiha, duhûl makamında
olmaz." diyenlerin mezhebince imtina eyledi. Bunun üzerine, bu iş filan hâkime
çıkarıldı. (Veya hakimin kim olduğunu yazmaz da,"müslümanlar arasında
hükmü geçerli ve âdil hakime çıkarıldı" der.) Ve kadın, halvet-i sahihayı
iddia edip boşandığını söyleyerek, mehrini ve iddet nafakasını istedi. Fakat,
koca bunu inkâr etti ve bu iş hâkime çıkarıldı. O da mehrin ve nafakanın
tamamını hükmeder.
Hâkim, halvet-i
sahihayı, duhûl hükmünde görür ve öyle icti-had ederse; öyle hükmeder ve hükmün
altım imza eder. (Yani, bu hükmü infaz eder). [24]
Bir koca, karısının
işini (= boşanma yetkisini) onun eline ver
mek istediği zaman, bu
hususu çeşitli yazışma şekilleri ile yerine getirebilir. [25]
Burada, bu yetkinin
kadına verilmesi hiç bir şarta bağlanmamıştır. Bu da iki kısımdı.
A) Mutlak; B) Muvakkat
Havale.
Bu nev'i şöyle
yazılır:
Şu vakitte, isimleri
belli şahitler, şöyle şehâdette bulundular: Bir adam, karısı fîlâneye, bir
aylık veya bir senelik (başlangıcı şu gün; sonucu şu gün olmak üzere) kendi
nefsini boşamaya yetkili kılarsa; "kadının bu ayda veya bu senede, ne
zaman isterse, bâinen veya üç talâkda; kendisini boşama işini, ona havale eder;
o da, bunu aynı mecliste, sahih bir kabul ile kabul ederse; —başka bir işle
meşkul olmadan ve o meclisten kalkmadan— tevfiz tamam olur.
Şahitler şehâdette
bulunarak şöyle derler: Filân zat, karısı fi-İanenin işini, (boşanma yetkisini)
onun eline verdi. O dilerse, nefsini bir talâk; dilerse, üç talak boşar. Ne
zaman isterse, o zaman boşar. Kadın da onu kabul eyledi" derler ve —yukarıda
söylediğimiz gibi— sonuna kadar anlatırlar. [26]
Havaleyi şartlara
Bağlamanın da bir kaç çeşidi vardır: [27]
Bu kısım şöyle
yazılır:
Şahitler, şöyle
şahitlik ederler: Filan, karısı filânenin işini, "şu köyden gidip,
kaybolduğu zaman" veya "şu yerden, bir aylık sefere çıktığı ve bir ay
içinde geri dönmediği zaman" şartıyla, onun eline verdi. Bu şart tahakkuk
edince, kadın dilerse, nefsini bâine bir ta-. lâkla boşar. Ve, buna dilediği
zaman başlar. Kadın bunu, tevfîz meclisinde sahih bîr kabulle kabul etmesi
hâlinde; bu, böylece yazılır ve yazı tamam olur. [28]
Bu kısım şöyle
yazılır:
Kadının, bâin bir
talakla boşanma işini, kocası, onun kendi eline "evveli şu, sonu şu olan
ay geçene kadar; kocası mehrinin tamamını vermez ise;" şartı ile verir;
kadın da bunu kabul ederse; bu kadın, şart yerine gelmeyince, ne zaman
isterse, o zaman nefsini bâine yapar. [29]
Bu nev'in yazılma
şekli de, yukarıda açıkladığımız yazı şekilleri gibidir. [30]
Bu husus, şöyîe
yazılır:
Şahitler, şöyle
şehâdette bulunurlar: "Gerçekten, o adam, hangi yoldan olursa olsun,
(ister vekilin akdiyle, ister fuzûlinin akdiyle) her hangi bir kadım, filâne
karısının üzerine nikâh ederse; o takdirde, nefsini üç talâk boşama yetkisi
kadına aittir. Kadın da, bunu, tevfiz meclisinde, sahih bir kabul ile kabul
eylemiştir."
Şart bulunduğu zaman
(yani adam, o kadının üzerine, başka bir kadın nikahladığı zaman) önceki karısı
istediği zaman kendi nefsini üç talâk boşar.
Nefsini boşadığı zaman
da, evlâ olanı, vesikanın arkasına, o tev-fizi yazmaktır.
Şöyle ki: Şahitler
şehâdet eder ki: Filan (yani kadının kocası) yazıldığı gibi, şarta havale
eyledi. Ve o yazının ortasına: "Filanın karısı filâne, eline verilen
tevfiz hükmüne uyarak, kendi nefsini isimleri yazılı şahitlerin huzurunda şu
tarihte tatlîk eyledi. (= boşadı) yazılır.
En doğrusunu, ancak
Allahu Teâlâ bilir. Muhıyt'te de böyledir. [31]
Bir adam kölesini azâd
ettiğinde, onu yazmayı irade ederse; şöyle yazar: Filana mensup; filan oğlu
filan ikrarının caiz olduğu bir hâlde kendi isteğiyle: kölesi ve memlûkesi olan
filanı azâd ettiğim ikrar etti.
Veya şöyle yazar:
Buna şahitler
şehâdette bulundu ki; gerçekden filan oğlu filan, şahitlerin huzurunda
ikrarının sahih olduğu bir hâlde, aklının sabit, ikrarının caiz olduğu ve
kendisinde hastalıktan bir emmare bulunmadığı ve ikrarının sıhhatine mâni bir
hâl olmadığı hâlde, kölesi ve memlûkesi ve merkukası olup hintli genç bir köle
olan filanı azad eyledi. Onun yaşını da açıkladı. Onu, hâlis malından ve
mülkünden sahih, nafiz, tam ve lâzım bir şekilde; ondan dönüş olmamak üzere,
azadı bir şarta da bağlanmaksızın azâd eyledi. Zehıyre'de de böyledir.
"Muhatara ve
gelecek bir vakta ta'lik olmaksızın meccânen azad eyledi" diye yazar.
Zahîriyye'de de böyledir.
Bu vecih, köle azâd
etrnekde, hiç bir karşılık olmadan ve beklemeden, sırf Allah rızası yolunda ve
sevabını O'ndan isteyip, O'-nun rızasını umarak ve onun çok şiddetli olan azabından
kaçınarak; Allah Resulü (S.A.V.)'nün de (şu) va'dine rağbeten: (Ki Peygamber
(S.A.V.) Efendimiz: "Kim bir köle azâd ederse; Allah da, onun her bir
uzvuna karşılık, köle azâd eden şahsın, bir uzvunu cehennemden azâd eder.
buyurmuştur.) bir köle azâd ederse; o (hint'li), köle efendisinin itki
sebebiyle, hür olur. Artık o köle, ne satılır, ne bağış yapılır; ne miras
kalır; hiç bir yönden, ona bir yol yoktur. Başka birinin de yolu yoktur. Sağ
olduğu müddetçe velâsı vardır. Ve azâddan sonra, azâd olunan da bunu tasdik
edip, "azâd zamanı, onun kölesi olduğunu" şifahen söyler.
Bazı ehl-i şurut
"azâd" lafzından sonra, şöyle yazarlar: Yüce Allah, onun her bir
azasına mukabil, azâd edenin azasını ateşden azâd eder.
Bu azâd sahih ve caiz
olur ve köle, efendisinin mülkünden ve köleliğinden çıkarılıp, hürriyeti kendi
nefsinde olur. Onda, —velâ hakkının haricinde— kimsenin hakkı olmaz. Allah ve
Resulüne ve âhiret gününe inanan bir kimse, onun köleliğini, rakabeliği ve eski
köleliğine dönmesini istemez.
Köle de azâd zamanı,
köleliğini tasdik eder.
Bu azad ediş, şu günde
yapılmıştır." denir.
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)
ve onun ashabı, bu yazıyı şöyle yazarlardı:
Filan (ya'ni kölenin
efendisi) şöyle söyler: "Gerçekten sen, — seni azâd edene kadar— benim
kölem idin. Ben, seni Allah rızası için, Ondan sevab umarak azad eyledim. Ben,
bu gün aklı yerinde; vücûdu hastalıklardan salim; işleri caiz olduğum hâlde,
seni, caiz ve nâfız olarak ve hiç bir şarta bağlı olmaksızın, ihtilafdan uzak
bir şekilde azâd eyledim. Bu sebeple, sen hür oldun; Benim veya bir başkasının,
sana bir yolu yoktur. Senin velân, bu aydan şu seneye kadar, banadır."
der.
"Allah rızası
için.." diye yazılmasının sebebi: Çok zaman, insanlar riya için sum'a
için azâd ederler.
"Aklım yerinde ve
hasta olmadığım halde..." demesinin sebebi ise, hasta olunca, azâd etmiş
olsa; malının üçde birinden azâd edilmiş olmasına itibar edilir.
"Sahih bir azad
ile..." demesi; malının tamamından azâd edildiğine itibar edilmesi
içindir.
"Sahih azâd
ile".... diye söylemesinin sebebi de, mecnunun, bunağın mahcurun < =
ticaretten men edilmiş kölenin) azadları, bi'l-ittifak memnudur. Bu haller
azadın sıhhatine manidir. Mahcurluk, itki fesâd eder. "Şartsız
azâdlısın.." demesi sebebiyle de, ileride her hangi bir iddia olmasın diyedir.
"Veîân
banadır..." demesi, selefe ittiba ve azad hükmünü açıklamak içindir.
Bu bizim ashabımızın
mezhebidir. Tahâvi, böyle yazmazdı.
Şayet azâd etmek, bir
mala karşılıksa; "caiz ve nafiz azâd etmekle..." dedikten sonra, şu
kadar dinar karşılığında..." der ve "kölenin de onu kabul
eylediğini" yazar. Ve: Bu ıtk, bu mal sebebiyledir." der.
Bundan sonra, eğer
efendi, malı teslim almışsa, onu da yazar ve "azâd eden, azâd olunandan
malı aldı." der. Veya almamışsa "borç olarak kalmıştır." der.
Ve netice olarak,
"bu efendinin, bu azâdlıda, velâdan başka bir yolu yoktur." denir ve
tarihi yazılır. [32]
Bu husus şöyle
yazılır.
Bir kimse, İsmi ve
sıfatı belirli filan kölesi ile bu köle ile nikâhlı olan ismi ve sıfatı belirli
cariyesi fülâneyi ve bunların çocukları olan filan ve filanı (yani bunların
tamamına sahib ve malik olan bu şahıs bunU nn) cümlesini Allah'ın rızasını
kazanmak için ve onun sevabını umarak azâd eylemiştir." denir ve
—söylediğimiz gibi— sonuna kadar yazılır. [33]
Köleye ortak bulunan
şahıslar, bu azâd işlemini şöyle yazarlar: Bu yazı, filan oğlu filan ve filan
oğlu filan tarafından, filan köleleri için yazılmıştır: "Gerçekten sen,
bizim kölemizdin. Biz, seni azad eyledik." derler ve her biri, velâlannın
bilinmesi için, yarı hisselerini tesbit ederler.
Mes'elenin kalan
kısmı, "bir köle hakkında söylediğimiz gibi" yazılır.
Şayet, köle sahipleri,
bir adamı o köleyi azâd etmesi için vekil yaparlarsa; yazının sonuna,
şahitlerin şehâdetleri de yazılır.
Şöyle ki:
"Gerçekden filan, filan ve filan zat; filanı —müşterek olan kölelerini
azad eylemesi için— vekil eylediler. Bu üç kişi, o köleye aralarında müsâvî
şekilde ortak idiler. Vekil de, o köleyi, karşılıksız olarak (= meccânen)
—sahih bir azâdla ve o üç kişinin mülklerinden azâd eyledi. O köle, artık bu
ıtk sebebiyle hür oldu. Onlar, bu köleyi satmazlar; miras bırakamazlar; hiç bir
cihetten ona yolları yoktur. Başka insanların da yolu yoktur. Velâ yolu
müstesnadır. Çünkü, onların velâlârı, yaşarken de, ölünce de, öldükten sonra da
mevcuttur. [34]
Azâd mal karşılığı
yapılır, vekil de köleden,o malı müvekkilleri için alırsa bu durumda
"kölenin mal mukabili azâd olmayı kabul eylediği ve vekilin, ondan o malı
müvekkilleri için teslim aldığı" yazılır.
Şayet teslim almadı
ise, teslim olmadığı yazılır. İki ortaktan birisi, kendi hissesini azâd eder;
diğer ortak ise azâd etmezse; İmâm Ebû Hanîfc (R.A.)'ye göre susan ortak için,
—azâd edilen zenginse— üç muhayyerlik vardır. Şayet fakir ise, iki muhayyerlik
vardır.
İmâmeyn'e göre ise,
eğer azad olunan zengin ise, o takdirde susan ortağa yarı bedelim tazmin eder.
(= öder). Eğer fakir ise, susan ortak için, genişlik hakkı vardır.
Her iki hâlde de
kölenin tamamı azad olmuş olur.
Şayet susan efendi
yazı yazdırmak isterse, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, şöyle yazdırır.
"Şahitler şehâdet
ederler ki: Filan zat, ortağı olduğu kölede olan hissesinin tamamını azâd
eyledi."
Ortağının ismi ve
künyesi ile kölenin ismi ve künyesi yazılır. Ve yazıya devamla: "Azâd eden
zat ortağından izinsiz olarak, sahih bir azâd ile azâd eyledi. Azâd olunan
şahıs, o zaman zengin idi." diye yazılır. Böylece, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, susan ortak için üç muhayyerlik sabit olmuş olur:
Azad eden ortağına,
—on dinar kıymetindeki— kendi hissesini tazmin ettirmek. Susan ortak, işi
hâkime çıkardı ve azâd eden ortağını da'va eyledi. Hâkim de, onun, "on
dinarı, buna ödemesine" hükmeyledi. Bu miktar da'vâcıya ödenecek bir borç
oldu ve böylece azâd olunan şahıs, kendini azâd eden şahıs tarafından tamamen
hür kılındı. Ve, velâsı da ona âit oldu. Bu yazı böylece tamam olur.
Köleye genişlik
vermeyi ihtiyar ederse (= seçerse); yazı şöyle yazılır:
Susan zat, hissesi
olan yarı kıymet hakkında, köleye genişlik hakkını seçti. Ve yine iş hâkime
çıkarıldı. Hâkimde "köleye genişlik hakkım" hükmeyledi. Köle gayret
edecek. Bu köle, böylece ikisi tarafından azâd edilmiş oldu. Onun velâsı da
ikisinin arasındadır.
Susan zat, kendi
hissesini azâd etmeyi ihtiyar eylediği zaman söyle yazılır. "Kendi
nasibini eylemeyi ihtiyar eyledi ve onu azâd eyledi. Bu köle de ikisi
tarafından azâd edilmiş olarak hür oldu. Velâsı ise, ikisinin
arasındadır."
Şayet azâd olunan
şahıs fâkir olur ve onun için, İmim Ebû Ha-nîfe (R.A.)*ye göre, iki muhayyerlik
tesbit edilmiş, bulunur; susan zat da genişlik vermeyi ihtiyar ederse; yazıyı
şöyle yazar:
Azâd olunan bu zatın
fakirliği malumdur ve bu insanlar indinde de ma'rufdur. Susan şahıs da, İmâm
Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, bu köleye, yan kıymeti hakkında genişlik verilmesini
ihtiyar eylemiştir. Filan hâkimde buna hükmetmiş bu köle ikisi tarafından azâd edilmiş
oldu.
Bu kölenin velâsı,
ikisinin arasında olur.
Eğer hissesini azâd
etmeyi ihtiyar ederse (= seçerse); bu, zengin olduğu zaman yazıldığı gibi
yazılır.
Hâkim de öyle
hükmedince, yazı tamam olur.
Şayet köle, susan
sahibinin hissesine karşılık, o mikdardan daha az bir miktara sulh olursa; o da
şöyle yazılır:
Susan filan zat, yarı
hissesinin kıymetine karşılık, şu kadar dirheme, şu aya kadar va'deli anlaşma
yaptı. O ay gelince, köle aya âit borcunu ödedi. Geride diğer ayların borcu
kaldı."
Her ay geldikçe, onu
ister. Böylece aylar tamam olunca şöyle yazar:
Gerçekten filan, filan
şahısla ortak oldukları köleyi azâd eyledi. Azâd olunan köle fâkir olduğu için
ortağı, bu köleye yarı hissesi hakkında şu kadar ayda Ödemek üzre genişlik
tanıdı. Köle de, o müddet içinde borcunu ödedi. Kölenin yanında, —az veya çok—
hiç bir şey kalmadı. Bu kölenin tamamını azâd eylediler. Ve, her ikisi de onun
velâsma müşterektirler." denir ve yazı böylece tamam olur. [35]
Şayet, İmâmeyn'în
kavli üzere yazmayı murad ederse, şöyle yazdır. "Filan zat, kölesindeki
hissesinin tamamını azâd eyledi. Ona, filan ile ortak idiler. Kölenin ismi
şudur."
İmâmeyn'in görüşüne
göre, azâd olunan köle, insanlar arasında zengin olarak tanınır, susan şahıs
da, hissesini talep edip, bu işi hâkime çıkarırsa; hakim " azâd olunanın
yarı kıymetini ödemesini" hükmeder ve böylece yazı tamam olur.
Şayet, azâd olunan
şahıs fâkir ise, şöyle yazılır:
Azâd olunan fakirdir.
Fakirliği, insanlarca ma'ruftur. Susan zat, hissesinin kıymetini ödemesi
hususunda köleye genişlik hakkı vermiştir. Köle de, bunu kabul eylemiştir ve
iş hâkime çıkarılmış; hâkim, azâd olunan şahsa, susan zatın, yarı kıymetini
ödemesi için, genişlik verdiğine ve kölenin onu ödemesine hükmeylemesiyle, bu
köle hür olmuş ve velâsının tamamı onu azâd eyleyene âit olmuştur." Yazı
da böylece tamamlanır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir köle, iki kişi
arasında ortak olur ve ikisi de onu azâd eylemeyi murad ettikleri hâlde,
onlardan her birisi, önce kendi azad edince, diğerinin kendisine ödeteceğinden
korkarsa; burda ihtiyat: İkisinin bir adamı, o köleyi azâd eylemesi için vekil
yapmalarıdır. En ihtiyatlı olanı ise, her birisinin, kendi azadını, ortağının
azadına ta'lık etmesidir. (= bağlamasıdır.) Bu durumda vekil, birinin hissesini
azâd ederse; bu itak (= azad etme) geçerli sayılmaz.
Bu köleyi vekil azad
eylediği zaman şöyle yazılır: Filan ve filanın vekili olan filan, onların
müşterek kölelerini azad eylemeye vekildir. Onlar, o köleye aynı seviyede
ortaktırlar. Vekil, onu sahih bir azâdla, ikisinin halis mülkünden meccânen
azâd eylemiştir. (Veya "şuna karşı azâd eylemiştir.") O zaman köle,
bu müvekkillerin vekili vasıtasıyla hür olmuştur."
Sonra, —beyan
eylediğimiz gibi— yazının devamı yazılır. Onların, bu vekil yapma işleri, bir
tedbirdir. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir adam; kölesini,
kendisine bir sene hizmet
etmesine karşılık" azad ederse; bunu şöyle yazar:
Şahitler, şahit
oldular: Filan zat, adı ve sanı yazılı olan filan kö-. leşini sahih, caiz, nafiz
bir şekilde, "kendisine bir sene hizmet etmesi" şartiyle azâd
eylemiştir. Sene tam oniki aydır. Başlangıç günü şu gün, sonucu da şu gündür.
Köle, o müddet içinde efendisinin hizmetini —nasıl ve nerde isterse,— görmek
için, şer'-i şerife uygun olarak, gece-gündüz adet olan vakitlerde, gücünün
yettiği kadar gayret eder. O köle, bu hizmeti yapınca, artık Allah için hür
olacaktır. Ve efendisinin —velâ hakkından başka— ona bir yolu kalmaz. Bu
hizmet, mezküre ve meşrutadır." der ve yazıyı tamamlar. [36]
Azâd bedeli ile ilgili
vesika şöyle yazılır:
Yazının sonunda
isimleri bulunan şahitler şöyle şehâdette bulundular: Filân hintli, kasden
şöyle ikrar eyledi: Filanın memlûkesi (= kölesi) filan, bir müddet hizmet
eyledi ve kölesine, onu, '*şu şeye karşı azad edeceğini" söyleyip, onun
kanaatini sordu. O da kabul eyledi. Efendisi de o bedelle, sahih bir şekilde
azad eyledi; dönüşü yoktur. Bu azâd ediş, bir şarta bağlı değildir; bir
zurnana da izafe edilmemiştir.
Artık o köle, bu
durumda hür olmuş ve nefsine sahip hâle gelmiştir. Şart koşulan o şey de, bu
kölenin üzerinde borçtur. Ondan imtina etmemesi ve tamamını ödemesi hususunda
onun ikrarına karşı, bu yazı tamamlanmıştır. Muhıyt'te de böyledir. [37]
Vasiyet hükmüyle
köleyi azâd etme şöyle yazılır:
Şahitler, şöyle
şehâdette bulunurlar: "Gerçekten filan (ya'ni ölenin oğlu) kendi isteğiyle
şöyle ikrar eyledi: "Babası filan sağlığında, kendisine kölesi filanı,
vefatından sonra, Allah rızası için azâd etmesini vasiyet etmiş ve buna karşı
mal olarak hiç bir şart da koş-mamıştı. Babası tarafından yapılan,bu vasiyeti
kendisi de kabul eylemişti. Sonra da babası öldü."
Bu vasiyet, babanın
ölümünden sonra geçerli olur. Babasının vasiyet eylediği o köleyi, oğlu azâd
eder. Bu yüzden o köle hür olur. Allah için ona hürriyetini veren şahsın, artık
ona bir yolu kalmaz. Ne onu köle yapabilir; ne de hizmetinde kullanır. Ona
genişlik hakkı da tanınmaz. O babasının terekesinden olur ve onu azad eder.
Artık ona, velâ hakkından başka bir şey yoktur. Şer'i şerifte böyle tesbit
olmuştur." der ve yazı tamam olur. [38]
Bir kimse, bir
cariyesini azâd ettikten sonra, onu kendisine nikahlarsa, bu hususlar şöyle
yazılır:
Filân zat, ikrarının
caiz, sahih ve geçerli olduğu sırada, kasden (= bilerek) şöyle ikrar eyledi: O,
filâne hintli cariyeyi sahih bir şekilde azad edecek..." onu, öylece
sonuna kadar yazar.
Sonra da, azâd
yazısının arkasına şöyle yazar: Şu kadar mehir-le, kendi rızasiyle, şahitler
huzurunda, sahih bir şekilde, onu, nefsine nikâh eylemiştir." der ve yazı
böylece tamam olur. En doğrusunu bilen, Allahu Teâlâ'dır. Zehıyre'de de
böyledir. [39]
İmâm Muhammed (R.A.),
el-"Asl kitabında, bu hususta yazılacak olan yazıya şu örneği vermiştir:
"Bu yazı, filan oğlu filandandır. Kölesi olan filan oğlu filan, bu
efendinin ölümümden sonra, Allah rızası için ve onun katından sevap talebiyle:
"Seni azad eyledim. Bu gün, ben bedenen sahihim. Bir derdim ve başka bir
şeyim yoktur." Bu, son cümleye ihtiyaç da yoktu. Zira, sağlam ile
hastanın, köleyi müdebber eylemeleri arasında bir fark yoktur; ikisi de
aynıdır.
Her ikisinde de
malının üçte birine itibar edilir.
Halbuki Tahâvî:
('Seni, sağlığımda müdebber; ölümümden sonra da hür kıldım." diye yazar
ve şöyle derdi:
Ben iki lafzı cem
eyledim. Çünkü, ba'zı âlimlerin mezhebinde: "İki lafzı cem etmeden
müdebber olmaz." kavli vardır. Bu sözden ihtirâzen, ben iki lafzı cem
ettim.
Sonra da efendi:
"Senin ve senin azad eylediklerinin velâsı bana aittir." diye yazar.
Halbuki, Tahâvî:
"Mezkûr tedbir sebebiyle, senin azâd eylediğin kimselerin velâsı da
benimdir." diye yazardı.
Zira, bazı âlimlerin
mezhebinde "efendisi ölür; terekesini içine alacak kadar da borç terk
ederse; o takdirde, müdebber azâd olmaz. Belki de köle olarak kalır da ve borç
için satılır." Halbuki, efendi, bu hâlde ona velâ olmaz. Biz, alel ıtlak
"velân banadır." diye yazarsak, bu, sözü söyleyen için hatâ olur.
Yazıyı —imkân nisbetinde— hatâdan korumak ise vaciptir.
Bazı şürût ehli de
bunu şöyle yazarlardı:
"Bu filan şahıs,
kölesi hintti veya rum olan filanı, ölümünden sonra kayıtsız—şartsız ve sahih,
nafiz, mutlak bir şekilde, müdebber eyledi."
O köle satılmaz;
bağışlanmaz; miras olarak terk edilmez; rehin bırakılmaz; bir mülkten, diğerine
nakledilmez; ondan dönüş yoktur.
Bu efendi, durdukça
onun efendisidir; ondan satmadığı köleden faydalandığı gibi faydalanır.
O köle, efendisi
öldükden sonra hürdür. Artık, ona varislerden hiç bir kimsenin yolu yoktur.
Velâsı müstesnadır. Bu müdebber, tedbir zamanı, köle olduğunu tasdik edecektir.
Bu, müdebberliğin sıhha-tindendir. Bundan sonra bu müdebberi, filan zata
satmayı murad ederse; bu durumda müdebber, hükmü nafiz (= geçerli) ve âdil bir
hâkime müracaat eder. Hâkim de "Müdebber kıldıktan sonra satış
olmaz." diye hükmeder.
Âlimlerden bu sözle
amel edenler, bu hususta vârid olan hadisi alıp kabul eylemiş ve hüküm
meclisinde, şu günde, böylece, şahitlik yapmışlardır. [40]
Bu husus şöyle
yazılır:
Filan adam, hissesinin
tamamını müdeber eyledi. Onun hissesi, kölenin yansıdır. Hindli olan filan ile,
yarı yarıya ortak bulunan kölenin yarısını, hayatta olduğu sürede mutlaka
tedbir eyledi; ölümünden sonra da, onu hür eyledi." der ve açıkladığımız
gibi yazıp tamamlar.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, bu durumda —eğer müdebber zengin (imkanh) ise— üç muhayyerlik
vardır. Şayet fakir ise iki muhayyerlik vardır.
İmâmeyn'e göre ise,
tazminat hususunda, onun hakkı, eğer müdebber zengin ise, tazmin etmesidir.
Şayet fakir ise, hakkı genişlik ve ruhsattır.
Eğer her iki görüşe
göre yazmayı murad ederse; ıtk (= azad etme) bölümünde söylediğimizin aynısını
yazar.
Tazmin bölümüne
gelince, susan ortak, müdebberden hissesini —diğerinin müdembber eylediği günkü
kıymetinden şu kadar dinar sağlam mal olarak— talep edince; onu âdil ve hükmü
caiz olan bir hâkime, —bu hususta hüküm versin diye— çıkarır.
Hâkim "susan zat,
müdebbirden hissesinin kıymetini alacaktır." diye hükmeder. Bu alış
sebebiyle, müdebber kurtulur ve tamamı müdebber olur.
Bu kölenin tamamı,
—susanın haricinde— tamamen müdebbir tarafından müdebber olmuş oldu. Artık, ona
susan ortağın veya başka bir şahsın bir yolu yoktur.
Müdebbir öldüğü zaman»
bu müdebber Allah yolunda, filan için (yâni müdebbir için) hür olur. Artık, ona
müdebbir veya vârisleri-1 nin —velâsı hâriç— hiç bir müdâhelesi yoktur. [41]
Bu hususta da,
"köleyi azâd etmek için, iki ortağın vekil tâyin etmeleri" durumunda
açıkladığımız gibi yazılır:
Itak (= azâd etme)
bölümüne gelince, vekil: "İkisinin yerine onu azâd ediyorum." veya
"o, ikisinden bedel hürdür." yahut: "Onlardan birinin nasibi,
sahibi tarafından hürdür." derse; bu kâfi gelir ve hâl-i hazırda, her
ikisinin hissesi de azâd olmuş olur.
Tedbîr bölümünde ise
vekilin "Bu köleden, her birinin hissesini müdebber eyledim ve her birinin
Hissesini ölmelerinden sonra hür kıldım." demesi lâzımdır. Ancak, böylece
herbirinin ölümüyle, o köle hür olmuş olur.
Şayet: "Ben, onu,
onların yerine müdebber eyiedim." veya "ölümlerinden sonra, hür
eyledim." derse; ikisi de öldükten sonra, o köle azâd olmuş olur. Biri
önce ölürse; ölmeyenin hissesi azâd olmuş olmaz. Zehıyre'de de böyledir. [42]
Ümm-ü veled için, yazı
yazma murad edildiği zaman, şöyle yazılır:
Şahitlerin tamamı,
şöyle şehâdette bulundular: Filan adam, şahitlerin yanında, kasden şöyle ikrar
eyledi: Rum veya hindli olan, ismini, sıfatını, yaşını söylediği cariyesinin,
ümm-ü veledi olduğunu; mülkünde ve döşeğinde doğum yaptığını; oğlunun adının
filan olduğunu; veya kızının adının filâne olduğunu; o cariyenin hayatında
iken çocuğunun anası olduğunu; sahibinin, mülkünden faydalandığı gibi, ondan
faydalandığını; onu satmaya; başkasına mülk etmeye yol olmadığını; ölümünden
sonra, onun hürre olduğuna ve ölümünden sonra, vârislerinin ona —velâsından
başka— bir yolunun olmadığını" söyledi.
Şayet bu cariye,
hilkati belirli veya bir kısmı belirli bir düşük yaparsa; o câriye de,
efendinin ümm-ü veledi olarak vazıhr. [43]
Şurût ehli, kitabet
işleminin, Önceleri nasıl yapılmakta olduğu hususunda ihtilaf ettiler.
İmâm Ebû Hanife (R.A)
ve onun ashabı, bunu şöyle yazıyorlardı: Bu yazı, filanın memlûkesi filana
karşı yazılmıştır. Tahâvi, Hassâf ve bir çok âlimlerimiz de şöyle yazıyorlardı.
Bu yazı, filan oğlu filan tarafından, kölesi filan için yazılmıştır.
Ebü Yezîd eş-Şürûti
ise: "Şahitler şehâdet ederler ki: "Gerçekden filan oğlu filan,
onların huzurunda kasden, isteyerek, ismi künyesi, nesebi belirli filan
kölesini aklı, bedeni sahih, ikrarı caiz olduğu hâlde..." diye sonuna
kadar yazardı. Bu konudaki yazıda ihtilaf ettiler; fakat, alım-satım yazısında
ittifak ettiler.
İmam Ebû Hanîfe (R.A.)
ve ashabı şöyle buyurdular:
Alış-verişte yazı; küçük
hakkında, baba veya vasî tarafın sahih olur, ahm-satımlan sahih olduğu gibi...
Bunların fesihleride alım-satımda sahih olduğu gibi sahih olur.
Yûsuf bin Halid'de
böyle söylerdi.
Tahâvî ve Hassâf ise,
şöyle derlerdi :
Sözleşme yazılarında,
önceki habere ihtiyaç vardır. Kâtip şöyle yazar: (Bu yazı) filanın memlükesî
filan hakkındadır. Bu yazı, mü-hâlaa yazısı gibidir. Mühâlaada da, önce yapılan
işten haber vermeye "filan karısını hal eyledi" diye yazılması için
ihtiyaç vardır. Sonra mühâlaada "Bu yazı, filan tarafındandır" diye
yazılır.
Aüm-Satım yazısı,
bunun hilaf madır. Zira, orda önceki işi haber vermeye ihtiyaç yoktur. Çünkü,
o yazıda, satıcının mülkü, satışın sıhhati yazılmaz.
Ebû Yezîd eş-Şürûtî
şöyle derdi:
Yazmak, her vecihte
satış manasında değildir. Çünkü, ahm-satım bir mal mübâdelesidir; malı, malla
değişmektir. Yazı ise, mal değildir. Hayvan borç, alacak yazışma sebebiyle
tesbit edilir. Bu, —bir yönden— mühâlaa gibi de değildir. Zira, o vâki olduktan
sonra, fesh ihtimali yoktur. Kitabette ise, —vukuundan sonra bile— fesh ihtimali
vardır. Böylece kitabeti, mühâlaa ve şıraya katmak, özür oldu. Biz, onu,
ikrarlara ilhak ederiz. İkrarlarda, şahitlerin şehâd eti erinin varlığında
hilaf yoktur. Kitabet de böyledir. [44]
Bu yazı, filan oğlu
filanın, kölesi filana karşı, "bu kölenin, bin dirhemi, beş senede, her
sene ikiyüz dirhem ödemesi için" yazılmıştır.
Kölenin, hâl-i hazırda
efendiye ödediğini yazmazlar. İmâm Şâfn (R.A.)'nin kavline muhalefetten
kaçınmak için böyle yaparlar. İmâm Şafiî (R.A.)'ye göre, verileni yazmak caiz
değildir.
Biz: "Beş senede,
her sene ikiyüz dirhem ödeyecektir." diye yazarız. Bu da, her sene ne
kadar ödeyeceği belli olsun diye yazılır.
Sonra da, senenin
hangi ay başlangıç ise, onu "ödemeye başlandığı bilinsin diye"
yazar.
Sonra da,
"yazılanın tamamını, ödemeye ahdi misak eyledi." diye yazar. Bunu da,
"köle, kitabet bedelini kazanmaya azmeyle-sin." diye yazar.
Bunu, ahm-satımda
yazmaz. Çünkü, müşteri ödemeye mecburdur. Onu, fazla teşvike ihtiyaç yoktur.
Fakat, mükâtep, kitabet bedelini ödemeye mecbur değildir. Onun için, onu
teşvike ihtiyaç vardır.
Sonra, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.) ve ashabı, kitabet senedinde "mükâtep, kitabeti devam ettikçe
evlenemez; ancak, efendisinin izniyle evlenir." diye yazmadılar.
Tahâvî ve Hassâf
(R.A.) bunu yazarlardı.
Keza, mükâtep, kitabet
müddetince, denizde ve karada yolculuk yapabilir.
Biz: "Kitabet
müddetince, evlenemez; ancak, efendisinin izniyle evlenir." diye yazdık.
Bu, Ebî Leylâ'nın kavlinden taharrüz (= kaçınmak) içindir. Çünkü, o:
"Efendisinin iznini almasa bile evienir." derdi. Ancak, kitabet akdi
yapılırken şart koşarsa; o müstesnadır.
Biz: "Kitabet
müddetince yolculuk yapar." diye yazdık. Bu da Medine âlimlerinden
bazılarının kavilerinden kaçınmak içindir. Zira, Medine âîimlerinden bazıları:
"Mükâtep, efendisinin izni olmadan, sefere çıkamaz. Ancak, şart
koşulmuşsa o müstesnadır." demişlerdir.
Sonra şöyle yazılır:
Şayet âciz kalır ve aylıklarını mahallinde ödeyemezse; o, tekrar köleliğe
döndürülür.
Biz bunu da Câbir bin
Abdillâh'ın kavlinden kaçınmak için şartsız yazdık.
Zira o şöyle demiştir:
Eğer, "mükâtep
âciz kaldığı zaman, köleliğe döndürülür." diye şart koşulursa; o takdirde
köle, buna ya razı olur veya öfkelenir. Bunun için, kitabet akdinde, bu sarf
koşulmaz. Ancak kölenin kendi rızası olursa, o zaman, bu köle, köleliğe
döndürülebilir.
Ebû Yezîd eş-Şurûtî
şöyle yazardı:
Şayet bir veya iki
taksidini ödemeden âciz kalırsa, köleliğe avdet eder.
Biz, Ebû Yûsuf
(R.A.)'un kavlinden kaçınarak yazdık. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed
(R.A.)'in mezhebi şudur: Mükâtebin üzerinden taksit müddeti geçerse; efendisi,
durumu hâkime çıkarır. Hâkim, duruma bakar: Mükâtebin hazır bir malını bulur
ve o mal,.efendinin hakkı cinsinden olursa; onu efendisine verir. Şayet,
hazırda malı yoksa, ona, "iki veya üç güne kadar getirmesi için mühlet
verir. Eğer taksidini öderse ne âla... Aksi takdirde, onu köleliğe reddeder.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ise: "İki ay geçmeden köleliğe reddedilmez." buyurmuştur.
Şayet iki taksit
müddeti geçene kadar ödemekten âciz kalırsa; bi'1-icma köleliğe reddedilir.
Sonra da şöyle yazar:
Filanın, kölesinden aldığı helâldir. Şunu da tevehhüm ehlinin vehminden
sakınmak için yazar: Kendine karşı akid yapılan şahsın akdi bozuldu. Köle,
tekrar efendisinin mülküne döndü.
Efendinin, ondan
kitabet bedeli diye aldığını, ona geri vermesi gerekir. O helâl olmaz; ancak,
sahibi helâl ederse, o zaman helâl olur. Tahâvî, bunu yazmazdı. Çünkü,
"aldığı o şey, kölesinin kazancı olduğundan, efendisine helâldir."
derdi.
Sonra devamla şöyle
yazardı: Şayet, üzerine yazılanın tamamını öderse; o mükâtep Allah için
hürdür.
İmâm Ebu Hanîfe (R.A.)
ve arkadaşları, bunu yazarlardı. Tahâvî ise, yazmazdı, ve: "Bu, Hz. AH
mezhebidir." derdi. Hz. Ali (R.A.)'ye göre, mükâtep, ödediği kadar azad
oîur.
Abdullah ibni Mes'ud
(R.A.) "Mükâtep, kitabet bedelinin üçte birini veya dörtte birini öderse;
azâd olmuş olur. Geride kalan borcunu, efendisine öder." buyurmuştur.
Zeyd bin Sabit (R.A.), Abdullah bin Ömer (R.A.) ve Hz. Âişe (R.A.) şöyle
buyururlardı: "Kitabet bedeli kaldığı müddetçe, azâd olmuş olmaz. Bu,
Allah Resulü (S.A.V.)'nden rivayet olunmuştur. Ve bu, bütün âlimlerin
mezhebidir (= yoludur.) Biz, "kitabet bedelinin tamamım ödeyince, fisebilillah
hür olur." diye yazdık. Bu, tamamının ödenmesine bağlanmıştır. Ve bu, bir
şarttır. Hz. Ali (R.A.) ve İbni Mes'ud (R.A.) göre akdi gerektirmez.
Sonra da, devamla
şöyle yazılır: "Onun velâsı ve atîkımn velâ-sı, filan içindir."
Bu da, selefe ittibâen
yazılır.
Tahâvî, onun velâsını
yazardı; fakat, onun atîkının velâsını yazmazdı. Zira onun atîkının velâsı,
onun olmaz.
Azâd edilen şahıs, bir
cariyeyi nikahlayıp; ondan da bir çocuğu dünyaya gelir ve o çocuğu, cariyenin
efendisi azad ederse; işte o çocuğun velâsı, babanın efendisi olmaz. O çocuğun
velîsi ananın efendisi, olur.
Müteahhirînden pek çok
kimse, Ebû Zeyd'in yazdığı gibi yazardı. O, kitabet akdini yazarken: "Bu
kitabete, şu şahitler şehâdet ederler. Filan oğlu filan, şöyle ikrar eyledi:
Kölesi filanı, (künyesiy-le birlikte yazarak) şu kadar dirheme sahih, caiz,
nafiz, fesadsız muhayyer olmadan, mükâtep eyledi. Tehirsiz, üç güne kadar
ödeme yapmaz veya bir kısmını ödemez ise, tekrar köleliğe dönecektir ve efendisinin
ondan aldığı helâldir.
Eğer, söylenildiği
vecih üzerine, tamamını veya onun makamında olanı öderse; o zaman, o mükâtep
hürdür. Ona, efendisinin de, onun vârislerinin de bir yolu yoktur. Velâsı
müstesnadır. Çünkü onun velâsı, sağlığında efendisinin; ölümünden sonra da,
onun vârislerinindir.
Bunu, mükâtepe de bu
veçhile kabul eder ve kitabeti doğrular -sa; bunun sıhhatine hâkim de,
hükmedince mes'ele biter ve yazı tamam olur. Zehıyre ve Muhıyt'te de böyledir.
Bedel ölçülen,
tartılan, sayılan veya arşınlanan bir şey veya bir hayvan olunca da, cevap
aynıdır.
Yalnız hayvanın yaşı
ve vasfı da —vasfında ve cinsinde bir vehim kalırsa— yazılacaktır. Fakat
söylenenin cinsinden olursa, bize göre caiz olur. Ancak, bazı âlimler buna
muhalefet etmişlerdir. Hâkim hükmederse, o zaman, bu bi'1-ittifak caiz olur.
Zahîriyye'de de böyledir.
Va'deli olan kitabette
şöyle yazılır:
Bu kitabet; sahihdir,
caizdir, geçerlidir ve birbirini takip eden on ay va'delidir. Başlangıcı, şu
ayın başıdır, (hilâlinin ilk gözüktüğü zamandır.) Her ay geçdikce, mükâtep, noksansız
ahdini yerine getirecektir.
Şayet bu malı^ bu
müddet içinde ödemekten âciz. olursa; o zaman, tekrar köleliğe
dönecektir." der.
Bu çok daha
kuvvetlidir. Zira önceki hâlde, hükme ve rızaya ihtiyaç vardı. İkinci vecihde,
bunlara ihtiyaç yokdur. Bilakis, bizzat kendisi, aczinden köleliğe avdet eder
ve efendisinin, ondan almış olduğu kitabet bedeli, ona helâldir.
"Şayet, bütün
taksitlerini ona; te'hirsiz olarak öder veya onun hâli hayatında, onun makamına
kâim olan yere öderse; işte o hürdür. Artık ona, efendisinin de, ondan sonra,
vârislerinin de bir yolu yoktur; insanlardan da hiç bir kimsenin yolu yoktur.
Ancak, velâsı müstesnadır." der ve kitabet tamam olur. [45]
Bir kimse, karı-koca
olan bir kölesiyle cariyesini (ikisini birden) mükâtebe ederse; şahitler,
şöyle şehâdette bulunurlar:
Filan zat, kölesi
filanı (ismiyle ve sıfatıyle) ve cariyesi filâneyi (ismiyle ve sıfatıyle
belirterek) ikisini birden ve karı-koca oldukları hâlde şu kadar dirheme kitabete
bağladı. Onu da, şu şu müddet içinde takside bağladı. Önceki taksidi şu ayda;
son taksidi de şu ayda ödeyecekler.
Onlardan birisi,
vekilini tazminat için kefil eyledi. Bu tazminat sahihdir, caizdir, meşrudur.
Filân ve filâne, kitabet bedelini ödemeye, efendileri olan filâna vermeye, şu
ayın şu gününde başlayacaklardır j
Ehl-i şuruttan
bazıları, "bütün taksit şudur." denildikten sonra "onlardan
biri, diğerinin de kitabet bedeli ödenmedikçe azad olmaz." diye yazdılar.
Şayet, her birisi ayrı
ayrı kefil gösterirlerse ta'n olunmazlar. Bu daha güzel olur.
Bundan dolayı, iki
kölesini kitabete bağlayan kimse için şöyle yazılır: [46]
Bu akid şöyle yazılır:
Filân şahıs, filân ve filân kölelerini, ikisini birden mükâtebe eyledi ve onu
tek takside bağladı. Yukarıda soylediğimiz gibi, her ikisinden de malın tamamı
alınmadıkça, onlardan hiç birisi azad olmuş olmazlar ve onlara bir şey yoktur.
Ancak, kitabet bedelini öderlerse, o zaman hür olurlar. Eğer âciz kalırlarsa
veya birisi âciz kalırsa; ikisi de köleliğe çevrilirler. Zehıyre'de de
böyledir.
Şayet, bir kimse
kölesini ve cariyesini mükâtebe eder; onlar da karı-koca olup bir de küçük
çocukları bulunursa; şöyle yazılır:
Filan zat, kölesi
filân ile o kölenin karısı olan cariyesi filâneyi ve çocukları filan, filan ve
filâneyi —ki üçü de sabidirler ve babalarının ve analarının evindedirler—
hepsini birden, şu kadar meblağa karşılığında mükâtebe eyledi. Şayet filan, bu
malı ödemekten veya bir kısmını ödemekten âciz olur yahut taksit gününü beş gün
veya şu kadar gün geçirirse, o takdirde, efendisi onu, karısını ve çocuklarını
tekrar köleliğe çevirir. Önce almış olduğu kitabet bedeli de kendisine ait
olur.
Şayet mükâtep, o malın
tamamını öderse; onların hepsi de hürdürler. Efendilerinin, onlara hiç bir
yolu yoktur. Ancak, velâ hakkı müstesnadır." denir ve yazı böylece tamam
olur.
Bir kimse , müdebber
olan bir kölesini, mükâtep ederse: "Belirli olan, filan müdebber kölesini,
mükâtep eyledi." diye yazılır. Bir kimse, ümm-ü veledini kitabete
bağlarsa: "Ümm-ü veledi olan filâneyi, kitabete bağladı." diye
yazılır. Muhıyt'te de böyledir. [47]
Bir kimse, kendisi ile
bir başkasının ortak bulundukları bir köleyi, ortağının izniyle mükâtep ederse,
bu şöyle yazılır:
Bu adam, hindli ve
belirli bir kölenin tamamını, yarı yarıya ona ortak bulunan ortağının izniyle,
şu kadar bedel karşılığında, mükâtep eyledi.
Mükâtep, kitabet
bedelini, o iki efendisine ödeyince, hür olur. "Ortağının izni, hissesini
almasıdır." denir ve yazı tamam olur.
Bir adam, ortağının
izni olmadan, kendi hissesini mükâtep yaparsa; bize göre, ortaklardan birinin
izniyle kitabet akdi yapılınca, o kölenin tamamını mükâtep alır.
Bu İmâmeyn'e göre
böyledir. Çünkü, onlara göre kitabet ayrılık (bölünme) kabul etmez. Bir kölenin
yarısını kitabete bağlayınca, onun tamamı kitabete bağlanmış olur. O zaman,
şöyle yazılır: "Filan zat, hindli kölenin tamamını ortağınmda izniyle
mükâtep eyledi. (Bu sonuna kadar yazılır.)
Şayet, ortağının izni
olmaksızın, kendi hissesini mükâtep ederse; o kölenin tamamını mükâtep eylemiş
olur. Burda ortağının hissesine de sahip olmuş olur.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre ise, kitabet tecezzi kabul eylediğinden; bu kitabet, kendi
hissesinde kitabet olur. Sonra bakılır: Eğer ortağının izni yoksa; bu durumda
ortağının bu akdi feshetme hakkı vardır. Eğer onun izniyle yapmışsa, fesh hakkı
olmaz.
Bir kimse, bu kitabet
akdini, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre yazdırmak isterse; şöyle yazdırır:
Filan oğlu filan, yarı
hisse olan nasibinin tamamını, filanla ortak bulunduğu filan köleyi, şu kadar
bedel mukabilinde mükâtep eyledi.
Şayet mükâtip, (=
kitabet akdi yapan efendi) o köleden, kitâbed bedeli olarak bir şey almışsa,
susan ortağın onun yarısını alma hakkı vardır. Her ne kadar, susan ortak izin
vermemiş olsa bile bu böyledir.
Eğer izin vermişse
yine böyledir. Ve, bu durumda yazılır: Ger-çekden ortağı hissesini kitabete
bağlamaya ve kitabet bedelini teslim almaya izin verdi." denilir ve yazı
tamam olur.
Kölenin tamamı bîr
adamın olur da o, bu kölenin yarısını mükâtebe ederse; İmâmeyn'e göre, kitabet
tecezzi kabul etmediğinden, yarısını mükâtep yapınca; tamamı mükâtep olmuş
olur.
O takdirde: "Bu
adam, filan kölesini mükâtep eyledi." diye yazılır.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, kitabet tecezzi kabul eylediğinden, bu durum yazılır:
"Filan oğlu filan, hissesi olan yarı hisseyi, şu kadar dirhem karşılığında
ve sahih bu kitabetle kitabete bağladı. Kitabet bedelini ödeyince, bu kölenin,
yarısı hür olur." denilir. Ancak, "onun için, bir yol yoktur."
diye yazılmaz. Çünkü, yarısı kendisine âit değildir. Onu söylemeyi terk eder.
Sonra da, diğer yazıyı yazar. Muhiyt'te de böyledir
Kölenin kalan kazancı,
diğer efendisinin olur. Ona hizmet eylemez. Ofıun hakkında efendisinin
mülküyet hakkı da yoktur. Eğer o bir câriye olmuş olsaydı, işi hâkime
çıkarılırdı. Zahîriyye'de de^ böyledir.
Bu surette, mükâtep
kitabet bedelini öderse; yarısı azâd edilmiş olur ve kitabet bedelinden beri
olur.
Yazı da böylece tamam
olur. Geride kalan yarı için, ayrı bir yazı yazar.
Bir baba, küçük
oğlunun kölesini mükâtep ederse; bu şöyle yazılır:
Filan adam, küçük oğlu
filanın kölesi filanı, (vasfederek) şu kadar dinar karşılığında (ki bu, o
kölenin, o günkü kıymetidir.- Ne fazladır ne de noksandır.) bu küçük, kendi
işini kendisi yapacak vasıfta değildir; ancak, babası, babalık hükmüyle onun
işine bakmaktadır.
Yazı, edâ yerine
gelince de şöyle yazar: Kitabet bedelini ödediği zaman azâd olunur. Velâ
hakkından başka, ona kimsenin yolu olmaz. Onun velâsı ise, sağlığında o küçüğe
aittir. Sonra da vârislerine aittir." denilir ve yazı tamamlanır.
Şayet vasî, yetimin
kölesini mükâteb yaparsa, şöyle yazar: "Filan vasî, evindeki küçük oğlu
filan, kendi işini kendisi yapamadığından, vasilik hükmüne müsteniden, o
küçüğün kölesi filanı mükâtep eyledi. O köle gençtir; vasfı şudur. Onu, şu
kadara karşılık —kitabet sahih olmak kaydıyla— mükâtep eyledi." der.
Babanın oğlu
hakkındaki yazı nasıl tamam olursa; bu da öylece tamam olur.
Bir mükâtep, kendi
kölesini kitabete bağlarsa; şöyle yazar: Filan mükâtep, kendi kölesi olan
hindli filanı, şu kadar bedelle, sahih olarak mükâtep eyledi.
"... Kitabet
bedelini öder..." dediğimiz yere varınca ikinci mü-katep kitabet bedelini
tamamen ödeyince hür olur. Onun velâsı ise, mükâtebin efendisine aittir. Bu
efendi hayatta olunca böyledir. Ölünce de velayet hakkı, bu efendinin geride
kalanlarına aittir.
îkinci mükâtep ödeme
yapınca, birinci mükâtep hâli üzerinedir. Şayet önceki mükâtep azad olduktan
sonra ödeme yaparsa; o zaman, velâsı, hayatta iken onun olur. Ölünce de geride
kalan vârislerinin olur. Mnhiyt'te de böyledir. [48]
Müvâlât akdi şöyle
yazılır:
Şahitler, şöyle
şehâdet ettiler: "Gerçekten filan şahıs nasrânî (veya yahûdi yahut mecûsî
veya putperest harbî idi veyahut aya, güneşe, yıldıza ve benzeri şeylere tapan
vesenî) idi. Allahu Teâlâ ona hidâyet ederek, onu iman ile tezyin etti. ( =
süsledi) Ve Habibi Muhamın ed sallallâhu aleyhi veseleme iman ile süsledi. Ve
ona, takvayı ikram eyleyip, onu şirk elbisesinden soydu, çıkardı ve ona tevhid
elbisesi giydirdi. Ona, Rubûbiyyetini ve ulûhiyyetini ve vahdaniyyetini ikrar
ettirme iyiliğinde bulundu ve kendi tarafından, Muhammed (S.A.V.)'in
getirdiğini tasdik ettirerek içinde bulunduğu küfür ve tuğyandan uzaklaşdırdı.
Onun lisanına kelimei ihlası (ki eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne
Muhammeden abdühû ve resulünü kelime-i tayyibesidir.) söylemeyi nasip eyledi ve
onu küfürden, sapıklıktan ve tağuta ibâdet etmekten uzaklaştırdı. Ona, kulları
için razı olduğu, doğru yolu gösterdi. Ve onu, eKm ıkabından kurtardı. Onun
is-lâmiyetini filanın önünde kıldı yani o, o filanın önünde müslüman oldu.
Sonra da o, onun
velîsi oldu. Şayet o bir cinayet işlerse; onun diyeti onun âkilesinedir. O da,
çok zaman, beşyüz dirhemdir. Bu müslüman, ona (sonradan müslüman olana) vâris
oldu. Bu, insanlar arasında hayatında da ölümünde de en haklı olandır. Onun
velâsı, (vârisi yoksa ve sahih ve caiz müvâlât akdi yapmışlar, o filan da onu
anlatıldığı gibi sahih bir kabulle kabul etmişse) o önünde müslüman olduğu
şahsa aittir.
Çünkü, onun önünde
müslüman olmuş ve onunla Allah'ın ahdi ve mîsakı ve Resulünün zimmeti üzerine,
velâsından dönmemeye akid yapmış ve nefsini bu müvâlâta ilzam eylemiştir. Ve
aralarında cereyan eden sözleşme yardım ve benzeri gibi şeyleri tazammun eder.
Velâsı başkasına tahavvül etmedikçe bu böyleder. Nefisleri üzerine bu
hususlarda şahit edindiler. Yazıda böylece tamam oldu. [49]
Bu akid şöyle yazılır:
"Şahitler şöyle
şehâdette bulundular:
Filan şahıs, bizim
(filan, filanın) önümüzde müslüman oldu. Ve islâmını güzel eyledi."
sözümüze kadar yazar ve devamla şöyle der: Onun, müslüman olan bir yakını
yoktur. Asabasından uzağı da yoktur veya ferâiz ehlinden yahut
zevi'l-erhamından da kimse yoktur. Velîsi,' önünde müslüman olduğu filandır ve
muvâlâtı sahihtir. Aralarında onun yerine âkile olmak üzere caiz olan bir
akidleşme yaptılar. Şayet bir cinayet işlerse, şer'an onun akîlesi olacak;
ölüncü — eğer yakın, uzak bir vârisi olmaz ise— vârisi olacak. O filan da, bu
sözleşmeyi, sahih bir kabul ile —bedenleri sıhhatli, akılları yerinde, işleri
geçerli olduğu halde, isteyerek (rağbet ederek,) tasarruf ve ikrarlarının
sıhhatine mâni bir şey olmadığı hâlde kabul eyledi. O şahıs, "velâsının
başkasına çevrilmeyeceğine dair" ahdü misak eyledi. Ve nefisleri üzerine
şahit edinerek, yazı tamamlandı.
Bu yazıya
"müvâlâtün lâzimetün" diye yazmak uygun olmaz. Gerçekden onun
için, velânm başkasına
hakkı —ona âkile olmayınca— vardır.
Bir kimse kendi
kendine müslüman olur; bir başkasının önünde müslüman olmuş olmaz ve bu şahsa
bir adam vâlî olursa; bu sahih olur.
Ve bu durum şöyle
yazılır:
"Şahitler, şöyle
şehâdet ettiler: Filân adam müslüman oldu; is-lâmiyetini de güzel eyledi.
Uzaktan, yakından müslüman bir varisi de yoktur. Ona da, filan adam, sahih ve
caiz bir müvâlâtla vâlî oldu ve onunla ona karşı âkile olması hususunda
akidleştiler." denir ve sonuna kadar yazılır.
Şayet bir. adam, bir
adamın önünde müsîüman olur ve ona, ondan başkası vali olmaz ise, bu sahihtir
ve bu husus şöyle yazılır:
Şahitler, şöyle
şahitlik ettiler: Filan şahıs, filanın yanında müslüman oldu. Ona kimse veli
olmadı; onunla akidleşme de yapmadı. Ve filan adam, ona veli oldu."
denilir ve önceki vecih üzere yazı tamamlanır. Şayet, müslüman olan o şahıs,
bir cinayet işler ve onun diyeti beşyüz dirheme veya daha fazlaya ulaşırsa; o
âkilesine âit olur.
Sonra, bu yazı şöyle
yazılır:
Bismillâhirrahmanirrahîm...
Bu, ikisinin arasında yazdığımız yazıdır. Gerçekten filan, cinayet işledi.
Onun diyeti beşyüz dirhemdir. (Şayet, beşyüz dirhemden fazla olursa, onun
mikdarını da açıklar.) Hakikaten filan ve onun kavmi, onu, müslüman bir hâkimin
hükmüyle öderler. Hâkim onların üzerine hükmeder. Onun hükmü (nafizdir, (-
geçicidir.) [50]
İki zimmî, müslüman
olurlar ve birbirlerine de velî olurlarsa, bu husus da şöyle yazılır:
Şöyle şahitlik
yapıldı; Filan ve filan nasrâni iken, Yüce Allah, onların ikisini de İslama
hidâyet eyledi ve ikisi de güzelce müslüman oldular. Onlar müslüman olduktan
sonra da, birbirlerine veli oldular ve sahih caiz olarak, "hayatta oldukça
her biri diğerinin yükünü taşımak üzere" müvâlât akdi yaptılar.
Şayet birisi cinayet
işler, onun diyeti ise beşyüz dirheme ulaşır veya daha çok olursa, bu akid
geçerli olur.
Ve hangisi ölürse,
diğeri ona vâris olur ve ondan sonraki atîki-na da velî olur.
Eğer onlardan herhangi
birisinin, yakından veya uzakdan müs-lüman bir vârisi yoksa, (ashâb-ı ferâizden
veya asabadan yahut zevil-erhamdan) o takdirde, onların her biri, diğerinin
velisi olur. Bu mü-vâlat sahih ve akidleri caiz olur. Ve her biri, bu müvâlatı
sahih bir kabul edişle kabul ederler. Onlardan her biri, diğeri için, velâları
başkasına dönüşmesin diye ahd-i mîsak yaparlar ve bu hususta şahit edinirler.
Yazı da böylece sona erer. Zehiyre'de de böyledir. [51]
Bir adam bir yer
almayı murad eder veya böylece yazı yazmayı murad ederse; şöyle yazar:
Bu evi, filan oğlu
filan; filan oğlu filandan, mülk sahibi olan ve onu elinde bulunduran satıcının
zikreylediği şehirde ve şu yerde şu mahallede, şu sokakta, şu mescidin yanında
bulunan, dört tarafı hudutlu üçüncü ev (birinci hududu, filanın ma'rûfe (=
bilinen, tanınan) evine bitişik; veya filan oğlu filanın evine mensûbe;
ikinci, cü ve dördüncü hudutları da böyle ve dördüncü hududu sokağa bitişik,
kapısı sokağa açılan bu yeri, —yazıda yazılı olduğu vasıflarla— bu satıcıdan,
bu müşteri satın aldı.
Hudutları yazılı bu
yerin bütün haklarını; arsasını, binalarını, alt katını, üst katını, yollarını,
su akacak yerlerini, hak olarak az çok nesi varsa hepsini, dâhilini, hâricini
ve ona mensup olan her ne varsa hepsini satın aldı.
Bedelin cinsini, nev'ini,
miktarını, sıfatını ve buna benzer şeylerini söyleyerek (cehaleti kaldırmak
için) apaçık olarak: "Şu şu meblağa, sahih, caiz, nafiz {= geçerli)
müfsid şartlardan ve ihanet sayılacak bâtıl ma'nalardan hâli olarak ve içinde
aldatmak ve hıyanetlik olmaksızın emânet bırakılmış veya rehin konmuş olmadan,
zoraki-lik de olmaksızın; satışa rağbetle ve ciddi bir satın alışla, satın
alındı ve belirli bir kişi olan bu satıcı, belirli bir kişi olan bu müşteriden
cinsi, nev'i, miktarı, sıfatı zikredilen bedelin tamamını teslim aldı. Müşteri,
bunlaırn tamamını vermek suretiyle, tamamından berî oldu.
Ve bu müşteri,
zikredilen satış akdinde yazılı olan şeyin tamamını teslim aldı.
Satıcı da zikredilen
bedelin tamamını, bütün mânilerden fariğ, niza'lardan hali olarak teslim eyledi
ve akid meclisinden ayrıldılar.
Bunun tamamı, akid
yapan satıcı ve alıcının ikrarından sonradır. Ve buna, her ikisi de razı
olmuşlardır.
Müşterinin bir
tazminatta bulunması gerekmez. Nefislerine karşı şahit edinirler. Ve onlardan
her biri, ismini yazar. Sonunda da, — onlara karşı— bildikleri, anladıkları bir
dille okunur ve onlar anladıklarını ve bildiklerini ikrar ederler.
Bunun tamamı, her
ikisinin de bedenleri sıhhatli, akılları kemâle ermiş, isteyerek, hoşnutsuzluk
olmaksızın, ikisinde de bir illet ( = Hastalık) Bulunmaksızın, ikrarlarının ve
tasarruflarının, geçerliliğine bir mâni bulunmaksızın yapıldığına ve bunun
tamamı, şu senenin, şu ayının şu gününde yapıldığına ve bu yazının satışların
tamamında asi olduğuna" ve böylece yazının sona erdiğine dâirdir.
Hal ve durumların
değişmesi ile sözler de değişir.
İmim Muhammed (R.A.),
el-Asl'da şöyle buyurmuştur:
Bir adam bir yer satın
almak isterse; bunu şöyle yazar: "Bu yeri, filan satın aldı." der.
İmâm Muhammed (R.A.), burada "bu, filanın sattığıdır; diye yazar."
dememiştir.
Bunların her biri
hakkında te'kide ihtiyaç vardır. Ve her biri iki lafızdandır ve diğerini
zımnına alır. Çünkü, satış olmadan, satın alış tahakkuk etmez; satın alış
olmadan da, satış tahakkuk etmez. ( = meydana gelmez.) Ancak bu, —sünnet
sebebiyle— teberrük için ya-pıhr. Allah Resulü (S.A.V.), Ada bin Hâlid bin
Hûde'den bir köle satın almak istediği zaman, bunun şöyle yazılmasını
emreyledi; "Bu köle, Allah Resulü Muhammed (S.A.V.) tarafından Hûde oğlu
Hâlid oğlu Ada'den satın alınmış bir köledir."
Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz: "Bu Hûde oğlu Halid oğlu Ada'mn sattığıdır." diye
yazılmasını emretmedi.
İmâm Muhammed (R.A.)
"Bu, satın alınandır; diye yazılsın." derdi. "Bu, satın almanın
yazısıdır; diye yazılsın." demezdi.
Basra ehli ise:
"Bu, satın alınanın kitabıdır. (= yazısıdır.)" diye yazarlardı.
Çünkü onun bu sözü, beyaz kağıda yazılan yazıya işarettir ve satın almanın
lâhikasıdır.
Yalnız, İmâm Muhammed
(R.A.), sünnete teberrüken "Bu, satın alınandır." diye yazılmasını
ihtiyar ederdi.
Çünkü, "bu, satın
almanın yazısıdır." sözünün, isbata da, nef-ye de ihtimâli vardı.
"Bu, satın alınandır." diye yazılınca, nefy ihtimalini def eder.
İmâm Muhammed (R.A.),
satıcıyı ve müşteriyi zikrederken, onların adını ve babalarının adım söyler;
dedelerinin adını söylemezdi.
Bu, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un kavlidir. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)
"Elbette, dedenin adı da söylensin." derlerdi.
Şayet müşteri veya
satıcı ismi şöhret bulmuş'kimselerden olursa (Meselâ: Tavus, Ata, Şureyh ve
benzerleri...) bu durumda, yalnız ismi kâfi gelir; nesebini söylemeye hacet
yoktur.
Şayet, kendisinin ve
babasının ismini söyleyip, kabilesinin ismini de söylerse; bu dedenin isminin
yerine kâfi olur. Her ne kadar, engin bir kabile olsa bile, bu kadarı kâfidir.
Zira, adı ve baba adı bir olan nâdirattandır.
Eğer yukarı kabilesini
söylerse kâfi gelmez; o zaman, dedesinin adını da söyler. Bununla beraber
dedenin ismini de söyler ve aynı künyede başkalarıda bulunursa o zaman bu
kadarı da kâfi gelmez; başka bir şey daha söylemesi gerekir.
Eğer adını ve baba
adını söyler; dedesinin ve kabilesinin adım söylemez; ancak sanatını söyler ve
o sanata başkası ortak olmazsa; (filan
oğlu filan halîfe veya filan oğlu filan hâkim gibi...) ta'rif için bu kâfi
gelir.
Şayet, sanatına başka
ortak varsa, o, ta'rif için kâfi gelmez.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre böyledir.
Şekli tarif, esbabı
tarifden değildir. Çünkü, o şekle başkası da benzer.
Fakat, yine de
yazılması evlâ olur. Çünkü bu, ta'rifte fazlalıkdır.
Keza, başka şeyler de
esbabı tarif (tarif için gerekli sebeplerden) değildir. Şayet yazarsa, o da
evlâ ûiur.
Şayet, künyesini
yazıp, başka bir şey yazmaz ve o şahıs, bu ta'rif ile bilinirse muhal yoktur;
o kâfi gelir. Ebû Hanife ve emsali gibi... Keza "filanın oğlu" diye
yazılınca, tanınırsa; (ibnü ebi Leylâ gibi...) bu da, ta'rif için yeterlidir.
Şayet satıcı veya
satan şahıs, filanın azadhsı ise, "filan hindîi emîr filan oğlu filanın
azadhsıdır." diye yazılır.
Eğer, azad edilen bir
şahsın azadlısı ise, "filan oğlu filanın azadiısı" diye yazılır.
Şayet satıcı veya
müşteri bir adamın kölesi ise "filan hindli, filan oğlu filanın (efendisi
tarafından, bütün ticaretlere izin verilmiş) kölesidir." diye yazılır.
Câriye hakkında da
"hindli filâne, filan oğlu filanın cariyesi-dir." diye yazılır.
Mükâtep hakkında da,
"Hindli filan, fiian oğlu filanın mükâ-tebidir." diye yazılır.
Mükâtebe hakkında da,
"Hindli câriye, filan oğlu filanın mü-kâtebesidir." diye yazılır.
Sonra da-satJan yerin
dört hududu yazılır.
O yer ma'rûfe ve
meşhûre olsa bile, İmâm Ebû Hanife (R.A.)'nin kavline göre dört hududu yazılır.
İmâmeyn'e göre ise,
bir yer ma'rûfe ve meşhûre olunca, onun hududunu yazmaya ihtiyaç yoktur.
"Bu, satıcının
mülküdür." diye yazılmaz. Çünkü, eğer Öyle yazılırsa; müşteri, "o
yerin, satıcının mülkü olduğunu" ikrar etmiş olur. Ve, şayet o.yere bir
hak sahibi çıkarsa; o zaman müşteri, satıcıya müracaat edemez. Ve parasını
isteyemez.
Bu, İmâm Züfer
(R.A.)'e ve medine eriline göre böyledir.
Çünkü müşterinin
"o yerin, satıcının mülkü olduğunu" ikrarı, onun bedeli için
müracaatına mânidir. Bunlar göz önüne alınarak, "satıcının mülküdür."
diye yazılmaz.
Bütün âlimlerimize ve
umum şurut ehline göre "Elindedir." diye de yazılmaz.
Ebû Yeâd eş-Şurûâ bunu
yazardı. Bizim alimlerimizin delili (= hücceti): Rivayet olunmuş ki: Peygamber
(S. A.V.) Efendimiz, Hûde oğlu Ha'lid oğlu Ada'dan satın aldığı köleyi yazdı
da;, "onun elinde" diye yazmadı. Çünkü, çok kerre, bunlar hâkime
çıkarlar da, elde oluşunu ikrar mülküyetini ikrar gibi olur. O takdirde, bir
hak sahibi çıkarsa müşterinin parasına müracaat hakkı bâtıl olur. İşte bunun
için ve böyle durumlardan kaçınmak için, bu yazılmaz. Lâkin, satıcı "kendi
mülkü olduğunu ve elinde bulunduğunu" —bu bölümün evvelinde yazdığımız
gibi— söyler.
İmâm Muhammed (R.A.),
Asi kitabında, "yazıya hangi hudud-tan başlanacağını" zikretmemiştir.
Yûsuf bin Hâlid ve
Hilal, şöyle derlerdi:
Evin, kapısından
başlanır. Sonra, oranın sağı, sonra orayı takip eden yer, (sonuna kadar)
yazılır.
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)
ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.), şöyle derlerdi:
"Kıble tarafından
başlanır; sonra, sağ tarafı; sonra, sol tarafı .yazhr."
Bazı âlimler de:
"Batı tarafından başlanır." demişlerdir.
Bu tertibi terk eder
ve bu günkü yazıldığı gibi yazarsa; bundada bir beis yoktur. Çünkü hududları
tanıma işi hâsıl olmuştur ve mak-sud, hudutları söylemektir.
Semti ve Hilal:
"Önceki hudut, filanın evine kadardır.'* diye yazarlardı.
İmâm Muhammet! (R.A.)
de: Bu benimde sevdiğim yoldur. Zira, yentehi (= varıncaya kadar) sözü; arada bir
açıklık bırakmıyor." buyururdu. Muhıyt'te de böyledir.
Şayet iki yer
arasında, bir aralık, açıklık varsa; Tahâvî şöyle buyurmuştur: "Bu
durumda, kâtip muhayyerdir: Dilerse, önceki hududu, o aralığa —açıklığa kadar
yazar; dilerse, "filanın ma'ruf evi ile, buranın arasındaki açıklığa
kadar..." diye yazar. Ve Tahâvî: "Bu, öncekinden daha evlâdır."
buyurmuştur. Çünkü, vehim vardır. Onun biri kısmı satılan yere dâhil olabilir.
Bir kısmı ise dâhil olmayabilir. Onun için, "bununla filanın evinin
arasındaki, onları birbirinden ayıran açıklığa kadar..." diye yazılırsa;
bu, vehmi def eder.
Bazı ehl-i şurût,
"önceki hududu, filanın evine varıncaya kadar..." diye yazardı.
Bizim âlimlerimiz bunu hoş görmediler ve şöyle buyurdular: Uygun olanı, filan
için, bilinen ma'rûf bir yere kadar yazmakdir. Veya "ona mensup olan yere
kadardır..." diye yazar. Çünkü, "filanın yerine kadar..."
deyince; bu alıcı ve satıcı tarafın dan, "o yerin, filana ait
olduğuna" ikrar olur.
Şayet onlardan birisi
o filandan, o yeri günlerden bir gün satın alır ve o yere bir hak sahibi
çıkarsa; verdiği parasını geri almak için —İmâm Züfer, İbnü Ebî Leylâ ve Medine
ehlinin görüşlerine göre— müracaat edemez. İşte bundan ihtiraz (~ kaçınmak)
için, yukarıda söylediğimiz gibi yazar.
Biz ancak, "o yerin,
hududu filanın yerine kadar müntehidir. Filânın yerine bitişiktir." sözünü
ihtiyar eyledik.
"Hududunun birisi
filanın yeri..." diye yazılmaz. Çünkü, bur-da İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'den
iki rivayet vardır. O, şöyle buyurmuştur: Satışta, had mahduda dahildir.
Satışın fesadına da sebep olabilir. Bir kimse, bir mescidi veya umumun yolunu
hudûd kılarsa, satışı caiz olan bir şeyle, caiz olmayan bir şeyi cem etmiş
olur. Bu durumda müşteri için muhayyerlik hakkı vardır.
Filanın yerini had
kılar ve o şahıs, bu satış sebebiyle, o yeri teslim eylemezse; müşteri,
satıcıya bedeli noksan öder. Çünkü, o bedelin bir kısmı komşunun yeri
karşilığmdadır. îşte bunun için, biz "bitişmeyi söylemeyi ve
yazmayı"ihtiar eyledik.
İmâm Muhammed (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Yazıda, "Ondan
satın aldığı yer, filan yerdedir." diye yazılır.
Şurût ehli, yerin
tamamını yazarlardı. Çünkü, bazen yer söylenir ve bu sözle oranın bir kısmı
murad edilir ve tamamı söylenince de, bu söz, o yerin bir kısmına da ıtlak
olunabilir. Bu vehmin gitmesi için "yerin tamamı" yazılır.
İmâm Muhammed (R.A.):
"Hudutları, yazımızda belirtilen yeri satın aldı; der." buyurmuştur.
Semtî ve Hilâl da,
yazıda böyle yazarlar ve şöyle derlerdi: .
Yazımızda, söz
satıcıya ve satın alana izafe edilir ve böylece birlikte ikrar olur. Gerçekten
o yazı, ikisinin de malıdır. Çok kere, satıcı yazı hakkında niza' çıkarır.
Bunun için böyle yazılır. Ve böylece o vehim de kalmamış olur.
Keza, "O yeri,
tamam hudutlarıyle satın aldı." diye söylenir., (yazılır.)
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)
ve İmâm Muhammed (R.A.) böyle yazarlardı.
İmâm Muhammed (R.A.),
"hudutlanyla" diye yazmazdı. Çünkü, Öyle yazmış olsa, hudutlar da
satışa dahil olurdu; bu durumda da fesad meydana gelirdi. Yukarıda geçtiği
gibi...
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)
ve İmâm Muhammed (R.A.) şöyle derlerdi: Kıyâs, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un
kavlidir. Biz ise, örf sebebiyle kıyâsı terk eyledik. Zira, örf de "hududu
ile" demekle; o hudutlar, satışa dahil olmazlar; ancak onun gerisinde olan
yer satışa dahil olur.
Ebû Yezid eş-Şurûti,
Şurût isimli kitabında şöyle buyurmuştur:
"Hudûduyle"
demekle haddin satışa dahil olmasında kıyâs ve istihsan vardır: Kıyâsda, hadler
satışa dahildirler; istihsanda ise dâhil değildirler.
Ebû Zeyd, İmâm Ebû
Yûsuf (R.A.)'ıın bir kavlinde "Had satışa dahil olmaz." buyurduğuna
rivayet etmiştir.
Ben de ba'zı şurut
nüshalarında şöyle gördüm:
Bu yerin hududu
filanın yeridir. îkinci, üçüncü, dördüncü de böyledir.
"Onu hudûduyla
aldı." diye yazılmaz. Çünkü had, satışa dâhil olur. Şayet, "hududunun
birisi, filanın yerine kadardır, (veya onun yerine bitişmiştir.)" diye
yazılmışsa; o zaman "hudûduyla satın aldı." diye yazar.
Bazı muhakkik
âlimlerimiz, Şurut kitabının şerhı'nde şöyle buyurmuşlardır:
Hududun birisi,
filânın yerine bitişiktir," yazısı ihtiyat değildir; ihtiyatı terkdir.
Çünkü had İmâm Ebû Hanife (R.A.) ve İmâm Muham-med (R.A.)'e göre satışa dahil
değildir ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'tan gelen iki rivayetin birinde de böyledir.
Satıcının, müşterinin
tasarrufunu bozmaya ve oraya yaptığı binayı yıkmaya velayeti vardır. Bu
durumda da, müşteriye zarar vardır. Bu gizli değildir.
Keza, komşu olma
sebebiyle, şuf a hakkının kesilmesi vardır. Çünkü gerçekten o, iki yer arasını
fasl edip ayırdı. Şayet diğer yer satılır hududu da o yere bitişik yazılırsa;
bu yalan olur. îşte böylece ihtiyatı terk etmiş olur.
Fakat biz,
"hududunun biri, filanın yeri" diye yazarsak; işte burda —İmâm Ebû
Yûsuf (R.A.)'tan gelen bir kavle göre— ihtiyatı terk vardır. Çünkü, bu durumda
bir cihetten had satışa dâhil olur. Ve bir cihettende, gerçekden satıcı ve
müşterinin, "o yerin, filanın mül-küyeti olduğunu" ikrar etmeleri
olur. Ve onlara karşı bedele rucû hakkı çıkar. Zaman geçtikten sonra, günlerden
bir gün, o yeri birisi satın alsa İmâm Züfer, İbnü Ebî Leylâ ve Medine ehlinin
kavline göre, ancak bu iş bir vehimdir.
Keza, orası yer ise,
yer; bina ise, bina olarak yazılır.
Arz yerin ismi olunca,
onu söylemek te'kid içindir.
Binayı söylemek ise,
elbette gereklidir. Çünkü yer, bina demek değildir. Bunda muhal yoktur.
İmâm Muhammed (R.A.)
"aşağısı-yukarısı" diye de söylemedi. Mü-teahhirîn ise* bunun
söylenmesini ihtiyar eylediler. Sahih olanı da budur. Çünkü, üstü
söylenmeyince, müntefi olmaz; orası başkasının mülkü olabilir.
Aitı da söylenmediği
zaman, oranın zemin katı bir başkasının olabilir ve satıcının mülkü
olmayabilir. .
Semti ve Hilâl,
"yukarısını da aşağısını da (= üstünü de, altını da" yazarlardı.
İkisinin haricindeki âlimler ve Ebû Zeyd eş-Şurûtî de, böylece yazarlardı ve
şöyle derlerdi: Çok zaman, evin altında bodrum olur. Eğer müennes zamiri ile
yazmaz ise, o bodrum ona dahil olmaz. Bodrumun, onun olup olmadığı bilinmez. '
"Üst"
deyince tâ semaya kadar vehmedilirse, işte bu satış fâsid olur. Çünkü, hava
satılmaz.
İmâm Muhammed (R.A.)
onun yolunu zikreyledi ve onun haklarına başkasını ilâve etmedi. Şurut ehli
ise, hukukuna başkasını da kattılar. Zehiyre'de de böyledir.
Tahâvi şöyle
buyurmuştur: Şurut ehlinin ekserisi (= çoğunluğu) satılan yerin yolunu
zikrettiler. Bizim ihtiyarımız da onun terk edilmesidir.
Su yolu da böyledir.
Çünkü onlar, mutlak yolu zikreylediler; bu ise, umumun yoluna ıtlak olunur ki,
onun satışı caiz değildir. Olukda böyledir. O, çok zaman, umumun yoluna
dökülür.
Böyle ıtlak olunca da,
satışı caiz olmayan şeylere dâhil olur ve satışı fâsid olur. Şayet "onun,
yolu ve su yolu"- demişse, çok kerre evin yolu husûsi olmaz. O, onun
haklarındandır. İşte o zaman, yok olanla var olan cem olmuş olur. Bu da akdi
ifsâd eder.
En güzeli o yerin
yolunu ve su yolunu asla söylememekdir. Çünkü mürafık sözüyle maksûd hasıl
olmuştur.
Şayet o evin husûsi
yolu ve husûsî su yolu varsa, "mürafık" deyince, bunlar da akde (=
sözleşmeye) dahil olmuş olur. Mebsût'ta da böyledir.
Bazı müteahhirîn
alimleri şöyle buyurmuşlardır: Şayet bu evin asla yolu yolsa veya kapısı umumun
yoluna açılıyorsa; ihtiyat olan, "yol" sözünü terk etmekdir. Böylece
Tahâvf nin buyurduğu gibi, malı olmayan bir şeyi, satmış olmaz.
Eğer, evin kapısı
umumun yoluna çıkmıyor ise, ihtiyat olan yolu söylemekdir. Çünkü yol,
söylenmeyince satışa dâhil olmaz.
Zahirü'r-rivâyede böyledir.
Ancak, Hassâf, İmâm
Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğunu rivayet eylemiştir:
Burda ihtiyat olan,
yolu zikreylemektir. Fakat, onu hukukunda ilâve eder.
Şayet o evin, ammenin
yoluna geçen bir yolu varsa, "umumun yoluna geçen yol" diye söylenir.
Eğer haklarına ilâve ederse, bu daha evlâ olur.
Su yolunu söylemek de
böyledir; sonuna hukukunu eklemez. Ehli şûrutun ba'zılan hukukunu eklerlerdi.
Müteahhirînden ba'zılan da:
"Su yolu da,
yol gibidir."
buyurmuşlardır.
Şayet o evin su yolu
yoksa ve oluk da umumun yolu üzerinde ise, o zaman yazılmaz.
Şayet umûmun yolu
üzerinde değilse, su yoluda yazılır ve sonuna nuküku eklenir. Keza, "az
veya çok; içinde veya dışında ne varsa" ifâdesini şurût ehli yazmazlardı.
Bilakis "küllü kalîlün ve kesîrün" diye vâv-ı atıfla yazarlardı. Ve
şöyle derlerdi:
"Ev (~
veya)" kelimesi, şek içindir; münazaaya sebeb olur. Ve bu satışda haleli
mucip olur. Ancak, İmâm Muhammed (R.A.), Hz. Ömer (R.A.)'e ittibâen, Vakf
kitabı'nda böyle yazmayı ihtiyar eyledi. Çünkü, Hz. Ömer (R.A.) "Ev (=
veya)" kelimesiyle yazardı. Zira ev kelimesi bazanda
vav ( = ve) ma'nasma
gelir ve ^ı j, ılrj.\ ) (= Hasan
ve ibnü Şîrîn oturdular." denilir.
Yüce Allah'ın kitabı
da, Hz. Ömer (R.A.A)'i te'yid eyliyor: î
«jdi au jı .LLyij) âyetindeki ev yezîdûne kelimesinin manâsı ve yezîdûne
demektir. Yezîdû nedir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
da şurût ehlinin söylediği gibi vav (= ve) harfiyle yazardı.
İmâm Muhammed (R.A.)
"az veya çok ne varsa" sözünü ilâve etmedi. Şurut ehli ise onu
yazarlardı.-
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'da bir rivayetinde böyle söylemiştir. Zira bu kelimeler, —satışı caiz
olsun veya olmasın— evde bulunan şeylerin tamamını içine alır. İmâm Züfer
(R.A.)'e göre ise, eğer evde satışı caiz olmayan bir şey bulunursa satış faisd
olur.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre, evde olan eşyadan satışı caiz olanı odun ve emsali gibi ne
varsa tamamını içine alır. Domuz ve içki gibi satışı caiz olmayan şeyleri içine
almaz.
Burda ihtiyat, ona
bütün haklarım ilâve etmektir.
Üç, imânımız içinde ve
dışında olan bütün hakları, böylece yazarlardı.
Onlardan sonra, Yûsuf
bin Halid ve Hilâl'de böyle yazarlardı. Başka âlimlerimiz de "içinde olan
bütün hakları ve dışında olan bütün hakları" diye yazarlar ve şöyle
derlerdi: Gerçekten bu vecih-üzere yazmak, evin içinde dışında olan bütün
haklarını içine alır. Böylece, en uygun olanı, "içinde olan bütün hakları
ve dışında olan bütün hakları dahildir." diye yazmaktır. Zehıyre'de de
böyledir.
Tahâvî, şöyle
buyurmuştur:
Bize göre muhtar olan,
"içinde olan bütün hakları ve dışında olan bütün hakları dahildir."
diye yazmaktır. Mebsût'ta da böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.)
bundan sonra "Onun finası" "o evin etrafı) diye söylemedi.
Halbuki şurût ehli bunu yazarlardı.
İmam Muhammed (R.A.)
onu zikreylemedi. Çünkü finânın" zikredilmesi satışı bozar. İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'ye göre, bu mes'elenin nasıl olduğu İbnü Semâa'nın
Nevâdiri'ndedir.
İmâmeyn'e göre finâ (=
evin etrafı) satıcının malıdır. Görülmüyor mu ki, o, oraya kuyu kazıyor,
hayvanım bağlıyor... İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) şöyle buyurmuştur: Finâ, satıcının
malı.değildir. Bunun delili şudur:: O ammeye zarar verirse, kuyu kazmakdan
menedilir. İmâmeyn'in kavli üzerine bir cihetten mülkü olduğuna itibar edilse
bu durumda o, amme için de, mülk olur. Ona müşterek (ortak) gibi olurlar.
Bundan sonra İmâm,
bedeli zikreyledi ve "şu kadara" dedi. Bedel (= satın alınan şeyin
karşılığı) ya tartılan ya ölçülen olur
veya sayılan yahut
arşınlanan bir şey veya para olur. Veyahut da hayvan veya akar olur.
Şayet bedel, tartılan
bir şey olursa; o da ya dirhemler, dinarlar, fülüsler gibi nakidlerden olur
veya za'feran gibi ipek gibi pamuk gibi diğer,tartılan şeylerden olur.
Şayet bedel
nakidlerden ve (Meselâ) dirhemlerden olursa; o zaman, "şu şu kadar
dirheme" diye yazılır ve dirhemin nev'i sâde gümüş veya bakır karışımlı
gümüş yahut kalay karışımlı gümüş gibi sıfatı yazılır. İyi, orta veya esk;
gibi... Veya miktarı "şu şu kadar dirhem, vezni yedi miskal olmak
üzre" şeklinde yazılır.
Bizim
söylediklerimizin bazısını yazmak murad edilir ve eğer o belde de nakid belirli
cins dirhemlerden olursa; o zaman sıfatını söylemeye hacet kalmaz.
Eğer nakid muhtelif
cins olur ve tamamı da revaçda bulunur ve değerleri müsavi olursa; satış caiz
olur ve bu durumda müşteri, satıcıya hangi nev'i isterse onu verir. Fakat, katibin,
onlardan birini ve ağırlık mikdarım yazması gerekir.
Şayet revaçta olmak
bakımından aynı ve birbirleri karşıliğında bozulabiliyor 1 arsa (gitrîfiyye ve
ıdliyede olduğu gibi...) o zaman, satış ancak birini açıkladıktan sonra caiz
olur; aksi takdirde caiz olmaz. Kâtip, satışa karşı vuku bulan bedelin
sıfatını, mikdarım, ağırlığını yazar.
Şayet nakidlerden
birisi, daha fazla revaçda ise, satış ona çevrilir. O zaman, sıfatını beyana
ihtiyaç kalmaz. Fakat mikdarım ve ağırlığını beyana ihtiyaç vardır.
Eğer bedel dinarlar
ise: o zaman da "şu şu kadar Buharı (veya Nisâbûri yahut Herevî ve
benzeri) dinarları" diye yazar. Tazeliğini, orta halli olduğunu veya zayıf
bulunduğunu da yazar. Mikdarım ve ağırlık durumunu da yazar. Mekke miskâlleri,
Harzem miskâlleri veya Semerkant mıskalları ve benzeri gibi... Çünkü,
beldelerin miskalları muhtelifdir. (- değişikdir.)
Şayet bedel, hâlis
altın veya hâlis gümüş ise, nev'ini, sıfatın1, ağırlığını bizim dediğimiz gibi
yazar.
Burada dirhemlerin ve
dinarların isimleri söylenmemiştir. Çünkü bu isim darb olunmayan altın için
kullanılmaz. O zaman, altında "şu kadar miskal hâlis, yeni, kırmızı
aldatmaktan hâli ( = katkısız)' diye yazılır.
Eğer altın —saf değil—
katkılı ise; bu durum da açıklanır. Gü-müşde de böyledir. Katkıntıdan ârî,
hâlis, yeni gümüş diye yazılır. Bununla beraber damgalı veya külçe diye
yazılır. Çünü o, bu iki nevi ile nevilenmiştir.
Diğer mevzûnât da
böyledir. Onlarla yapılan sözleşme gibi, — nev'i sıfatı mikdarı— yazılır.
Şayet bedel, ölçülen
cinsten ise, sözleşmede, olduğu gibi yazılır.
Buğday ise buğday
yazılır ve nev'i yazılır; sulak yer buğdayı; kurak yer buğdayı; Nesef veya
Buhara buğdayı gibi...
Sıfatı da yazılır;
sarı, kırmızı, beyaz, taze, orta, eski gibi... Mik-darı da, "şu kadar
ölçek" diye yazılır.
Arpa da böyledir. Onun
da nev'i, sıfatı, mikdarı, öleceği yazılır.
Bunların (buğday ve
arpanın) ağırlığı yazılmaz. Çünkü bu ikisinin ölçülen cinsten olduğu nasla
sabittir. Mansus (= nasla sabit) olan bir hükmü değiştirmek caiz olmaz.
Buyu kitabında, âlimlerimizden
iki rivayet vardır: Hasan bin Zi-yâd: "O, (yani ölçüleni tartmak
caizdir." diye rivayet etmiştir.
Tahâvî ise: "O
caiz değildir." diye rivayet etmiştir.
ihtiyat olan, ihtilaf
haddinden çıkarmak için ölçüleceğini söylemekdir.
Bu, buğday ve arpa hali
hazırda verilecek olduğu zaman böyledir.
Şayet va'deli ise,
bizim söylediğimiz gibi, va'de mikdarı ile ödene mahallini de İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.) kavline uymamaktan kaçın-nak için— söylemek de ihtiyata uygun olur.
Şayet bedel sayılan
cinsten bir şey ise, onun da nev'i ve mik-ları yazılır.
Eğer bedel arşınla
(uzunluk ölçüsü ile) ölçülen bir şey ise (bez, ;eten ve benzeri şeyler gibi...)
ve biaynihî ise, o takdirde satış câiz-!ir. Ona işaret etmek gerekir. Onun
sıfatı da yazılır. Akid meclisinle hazır olup, ona işaret edildiğinde,
zikredilir.
Eğer o, biaynihî
değilse ve oda hâlde (peşin ödenecek) ise, caiz >lmaz. Eğer va'deli ise,
caiz olur. Selem de olduğu gibi...
Sözleşmede vuku'
bulduğu şekilde yazılıp; "o bezdir." denir, e onun nev'i, kalınlığı,
inceliği, uzunluğu, beşyüz arşın veya altı-üz arşın olduğu veya benzeri şeyler
yazılır. Arşının durumu da (Mülk arşını veya bez arşını yahut mesaha arşını
gibi... yazılır. Va'de de açıklanır. Ödeme yeri de —eğer taşınması kolay
olursa, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavlinden taharzruz için— bildirilir.
Eğer bedel hayvan veya
bir uruz ise, asla te'cili sahih olmaz. Zimmette borç olarak tesbiti de asla
olmaz. Eğer ta'yin ederse sahih olur. Bedelin muayyen olduğu her yerde, elbette
ona işaret etmek gerekir. Çünkü, huzurda olan, işaretle tanınır. Onu öylece
yazar; sıfatını yazar ve akid meclisinde işaretlendiğini yazar.
Şayet bedel hudutlu
şeylerden ise (ev gibi, tarla gibi...) onun hudutlarını gösterir. İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.), İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ve İmâm Muhammet! (R.A.) ve keza Hilâl:
"Bu satın ahs^ şahindir." diye yazmadılar.
Ebû Zeyd eş-Şurûtî, ve
bazı. ehl-i şurût: "Bu sahih bîr satın alıştır." diye yazarlardı ve
"Bunda şart yok; muhayyerlik yok; fesad yok; rehin yok; zorlama ve
hoşnutsuzluk yok; bilakis bir müslüma-nın, diğer bir müslümana satışıdır."
diye yazarlardı.
"Bunda şart
yok." diye yazmaları; kimse iddia etmesin dîye-dir. Ve bunu, ihtiyat
olarak yazarlardı.
"Bunda fesâd
yok." diye yazarlardı. "Dönüş yok." diye yazarlardı ve benzeri,
Nevâdir'in rivayeti üzerinedir. Fesadım iddia edenin sözü geçerlidir. Çünkü o
mülkünün zevalini inkâr ^diyor. Bundan dolayı, ihtiyat olarak öyle yazılır.
Tahâvî, şöyle buyurmuştur:
Bunlar yazılmaz ve
onda muhayerinv ue yoktur. Bazı âlimler: "/ ıcı ve satıcılar akid meclisinde oldukça
muhayyerdirler.
Tabâvî, şöyle
buyurmuştur:
Müslümandan, müslümana
yapılan satışın yazılması, sünnete te-berrükdür. Peygamber (S.A.V.), satın alış
yazısının, —Hûde oğlu Hâlid oğlu Ada'dan köleyi satın aldığı vakit,— böyle
yazılmasını em-reylemiştir. Zemyre'de de böyledir.
Âlimlerimiz,
"şirâen sahîhan (= sahih satın alış) yazısını ve "müslümandan
müslümana" yazısını da yazmadılar.
"Fesad
yoktur." yazısını da yazmadılar. Çünkü, yazmış olsa; bu, müşterinin
"satışın sıhhatini" ve "satılanın, satıcının malı olduğunu"
ikrar olur.
Şayet müşterinin
elinde iken, o satılan şeye bir hak sahibi çıkmış olursa; müşteri, parası için
satıcıya müracaat edemez.
İmâm Züfer (R.A.) ve
Ebû Leylâ ile Medine ehline göre, "şayet aralarındaki satış bozulur;
sonra da müşterinin eline geri dönerse; onu satıcıya teslim etmesi emri
verilir. "Satıcının mülküdür." sözü yazılmadığı gibi, bu da
yazılmaz.
Sonra, İmâm Muhammed
(R.A.): "Filan oğlu filanın nakdidir. Yâni, müşteri bütün bedelden
beridir. O ağırlığı yedi mıskal gelen şu şu kadar dirhemdir; der."
buyurmuştur. "Filanın parasıdır. (-nakdidir.) sözü yazılmaz. Çünkü,
"satıcı, teslim aldı." denilmemiştir.
Şayet bundan sonra
satıcı: "Bana nakden ödedin." demiş olur; fakat "teslim
aldım." demezse; bu sözü, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavline göre doğrulanır
ye müşteri ondan beri öiur.
İmâm Muhammed (R.A.)
de, bunu ihtiyar eylemiştir. Çünkü beraatın ibtidâsı da, intihası da haber
verilmiş oluyor. Vermek—almak, teslim almanın sıhhatini haber veriyor.
Eğer satıcı vekil ise,
ve bu vekil, müvekkili tarafından onu almaya izinli değilse, müşteri parayı
ona vermekle kurtulmuş olmaz.
Eğer "ondan beri
oldu." sözü yazılırsa; bu almanın sıhhatini ikrar olur.
Yûsuf bin Hâlid:
"Müşteri beri oldu." yani "müşteri, satıcıya satış bedelinin tamamını
ödedi." diye yazardı. Ve devamla, satıcı da :>ndan (filan oğlu
filandan) tamamen aldı. O, ağırlığı yedi miskal ge-en, şu kadar dirhemdi."
derdi.
Ebû Zeyd eş-Şurûtî,
"filan oğlu filan (ya'ni satıcı) filan oğlu filandan (Ya'ni müşteriden)
belirtilen bedelin tamamını aldı." diye yazardı. Ve devamla "filan
oğiu filan<ya'ni müşteri) filan oğlu filana (ya'ni satıcıya) ağırlığı yedi
miskal olan şu kadar dirhemi tamamen verdi ve ondan kurtuldu." diye
yazardı. Muhıyt'te de böyledir.
Çünkü
"almayı" apaçık söylemek vaciptir. Vermeyi söylemek de böyledir;
taki, satıcı almış; alıcı vermiş olsun.
İbnü Ebi Leylâ şöyle
derdi:
Kim alacaklısın da,
alacağının cinsinden bir mal bulursa; onu alması yokur. Eğer alırsa, ona sahip
oiamaz. Bilakis gâsıp olur. Onun için, "müşteri verdi." diye yazılır.
İbnü Ebî Leylâ'nın sözünden kaçınmak için böyle yazılır.
Tahâvî: "Filan
oğlu filan, filan oğlu filana bedelin tamamını, tam olarak, noksansız verdi.
Filan oğlu filan da onu teslim aldı ve ödeyecek şahıs tamamından beri
oldu." diye yazardı. Çünkü, aima-yı da, vermeyi de tamamen açıklamak
gerekir.
Vermeyi de, almadan
önce söylemek gerekir. Çünkü almak için, vermek hükmü vardır. Hüküm ise,
sebebden sonradır. Onun için, vermek önce söylenir.
İmâm Muhammed (R.A.)
"satılan şeyin teslim alındığını" söylemedi. Bedelin alımı gibi,
onun da alındığını yazmaya ihtiyaç var. Çünkü bu. müşteri için hüccet olur.
Satılan şeyin de teslim alınmasına ihtiyaç vardır. Bu da satıcı için hüccet
olur.
Şurût ehli burda
ihtilaf eylediler: Semti, Hilâl ve Ebû Yezîd eş-Şurûtî bunu yazarlar ve söyler
derlerdi: Filan oğlu filan —bu yazıda olduğu gibi hudutları belli olan yeri—
filana, tamamen teslim eyledi..
Tahâvî de: "filan
oğiu filan; filana, müsemmada vâki olanın tamamını teslim eyledi." diye
yazardı. Bu çok güzeldir.
Filan teslim
eyledi." diye yazarlar da, "filan aldı." diye yazmazlar. Çünkü,
bu anlaşılmaz. Bazı âlimlere göre, müşteri bedeli ödediği zaman, satılan şeyi
teslim alma hakkına ancak satıcının izniyle mâlik oiur.
Şayet o izin vermeden
alırsa; gâsıp gibi olur.
Satıcı, onu elinden
çıkarabilir.
Teslim" lafzı
ihtiyar olundu; Çünkü, bu lafızdan satıcının izninin olduğu anlaşılır. Bunun
için, "teslim edildi." lafzını yazarız.
İmâm Muhammed (R.A.),
el-Asl'da "alıcı ve satıcının satılanı görmelerini" söylememiştir. Bu
da elbette gereklidir. Zira, ilim ehlinden bir kısmı: "Görmeden satış
caiz olmaz." buyurmuşlardır. Görmeden satın alışı da caiz olmaz.
Bazı âlimler de
"Görmeden satmak caiz olur. Fakat satın almak caiz olmaz."
demişlerdir. (Satan malını biliyor; fakat alıcı bilmiyor.)
Bazı, âlimler de: Her
ikisi de caiz olur." buyurmuşlar ve ancak, "müşterinin görme
muhayyerliğini" sabit görmüşlerdir. Satıcının görme muhayyerliğini ise
sabit görmemişlerdir.
Bazı âlimler de:
"Satışta satıcı; satın ahşda müşteri muhayyer olur. Bunu yazmak da
—satışın caiz olması ve muhayyerliğin kalkması için— elzemdir.*'
buyurmuşlardır.
Şurût ehli, bunun
yazılması hususunda ihtilaf ettiler:
Semtî: Filan, filan
ikrar eylediler. İkisi de yazılı olduğu gibi hu-dutlarıyle birlikte tamamım
gördüler. Dâhilinde ne var ve haricinde ne varsa, hepsini açıkladılar. Az çok,
ne varsa, sözleşme zamanı olanları gördüler; tanıdılar. Sonra satışını kabul
eylediler." diye yazardı.
Ebû Zeyd'de, şöyle
yazardı: Gerçekten filan (ya'ni müşteri) Yazılı yerin tamamına baktı ve razı
oldu."
Semtî'nin söylediği
daha güzel ve doğrudur. Çünkü ba'zı âlimlere göre, bir kimse bir şey satar
veya satın alır ve onu da görmez; satış zamanı muayeneside olmazsa (yani
hazırda olmazsa) işte bu caiz değildir. Biz "sözleşme zamanı gördük;
yazdık." diyenlerden taharrüz ettik. (- kaçındık.) Önceki görüş, muhtaç
olunmayan görüştür. Onu da söylemek, te'kid olur.
Âlimlerimize göre,
satın alan şahıs evin dışına bakar da bir şey görmezse; onun görme muhayyerliği
bâtıl olur. İmâm Züfer (R.A.)'e göre, evin haricinde ve dahilinde ne varsa,
iyice bakar. Hasan bin Zi-yâd ev satın alan şahsın, onun azına da, çoğuna da
bakması ve diğer yerlerine, binalarına ve emsali yerlerine iyice bakması görme
muhay-yerliğindendir." buyurmuştur.
Biz, ihtilaftan
hazerle (kaçınarak) bu şeyleri yazdık.
İmâm Muhammed (R.A.),
—yukarıda geçtiği gibi— "akid yapan alıcı ve satıcı birbirlerinden
ayrılırlar." demedi.
Hassaf da, onu
yazmadı.
Şurût ehli ise,
umumiyetle onu yazarlardı. Çünkü İmâm Safî (R.A.)'ye göre, akidleşenler için
ayrılmadan önce meclis muhayyerliği vardır. Bizim indimizde ise meclis
muhayyerliği yoktur.
Çok kerre aralarında
münazaa olur. Şafiî itikadına göre, onlardan birisi: "Ben meclisten
ayrılmadan önce akdi fesh eylemiştim." der; diğeri de akdin geçerliliğini
iddia eder. Bundan dolayı, biz "bu alım—satımdan sonra, akdin geçerli
olduğu hâlde birbirinden ayrıldılar." diye yazdık. Böylece münazaa
kesilmiş olur.
Şurut ehli bunun
yazılması hususunda kendi aralarında ihtilaf eylediler.
Ebû Yezid eş-Şuiûti
"Her ikisi de alım—satıma razı oldukdan sonra, tamamen ayrıldılar."
diye yazardı.
Tahâvî de aynı şekilde
yazardı.
Tahâvî müşteri
hakkında, "bu ihtiyata daha yakındır." diye söylemedi ki, müşteri
satın alınanı ikrar etmiş olsun. Zaman geçer ve sonra, bir gün o yere bir hak
sahibi çıkarsa; —ba'zı âlimlerin kavline sözüne göre— müşteri satıcıya parası
için müracaat edemez.
İmâm Muhammed (R.A.),
şöyle buyurdu:
Bu akde belirli
şahitler şehâdette bulunurlar.
Ehl-i şurûttan
ba'zılan: "Bunu yazının evveline yazarlar." dediler.
Bize göre, en güzeli,
şahidlerin şehâdetini yazının sonuna yazmaktır. Daha güzeli, şahitlerin
isimlerini de tesbit edip yazmaktır. Mebsât'ta da böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.)
kısa kesip, başka bir şöy söylemedi.
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)
ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'da, böylece kısa kestiler. Ehl-i şurût, Yûsuf bin
Hâlid, Hilâl ve Ebû Zeyd şöyle yazarlar "Belirli şahitler, filân ve
filana karşı, bu yazıda olanın tamamına ve her ikisinin vazıda olanın hepsini
bildiklerini, ikrar eylediklerine ve onun sahih ve caiz olduğuna; şu senenin,
şu ayının şu gününde akdin yapıldığına" şahitlik yaptılar.
Ebû Yezid eş-Şurûtî,
daha da uzun yazardı.
Yûsuf bin Haüd ve
Hilâl şahitlerin şehâdetlerinin de, bunların is-batı için yazılmasını ihtiyar
eylediler.
Müteahhirin
âlimlerimizden bazıları, şöyle derlerdi: Bu yazı, üzerinde durulan şeylerin
tamamına (yani satış, satın alış, satın alanın teslim alması, satanın bedelini
teslim alması gibi şeylerin tamamına) şamildir.
Akidleşenlerin birbirinden
rızaları ile ayrılmaları gerekirse, taz-k minati söylemeleri de gerekir.
Bunlar, hakiki
şahitlerin üzerinde duracağı şeylerdir. Bu şahitlerin şehâdet edemiyecekleri
ise satişda, suma yapmalarıdır. Taraflar kendi aralarında bir bedel
kararlaştırıp, "bu, gizlide bin dirhem aleniyette (= açıkta) ise iki bin
dirhem" demelerine de şahitler şehâdet edemez. Keza alıcı ve satıcının
görmeleri, hakiki şahitlerin üzerinde duramıyacağı şeydir. Çünkü şahit,
kendisinden başkasının gördüğüne vâkıf olamaz. Çok kerre insan bir şeye bakar,
fakat onu göremez ve ona vakıf olamaz.
Keza, hakiki şahitler
onların ne düşündüklerine de vakıf olamazlar. Ancak, şahitler bunları onların
ikrarına göre söylerler ve bilirler.
Ebû Zeyd,
"akılları başlarında; işlerinin caiz olduğu hâlde" sözlerini de
yazardı.
Tahâvî'de aynı şekilde
yazardı. Tahâvî, "en sağlam, en ihtiyatlı diye yazmazdı.
Şahitlerin, sözleşme
yapan satıcı ve satın alıcıyı tanıdıkları isim ve künylerini bildikleri de
yazılır mı?
Semtî ve Hilâl bunları
yazmazlardı; diğerleri bunları da yazardı.
Müteahhirin
âlimlerinden bazıları şöyle buyurmuşlardır: Ahş-veriş yapan kimseler, insanlar
arasında tanınan, şöhret bulmuş kimseler ise, onu yazmaya hacet kalmaz.
Şayet tanınmış
kimselerden değillerse, onlara karşı yapılacak şahitlik için yazılırlar.
Onları her yönleriyle
bilmek gerekir.
Huzurda olmadıkları
veya öldükleri zaman, isimleriyle ve ne-sebleriyle tanımaya ihtiyaç vardır.
Akidleşenlerin
ikrarlarına itimat etmek caiz olmaz. Umulur ki, onlardan her biri, ismini ve
nesebini, bir başkasının ismi ve nesebi olarak söyler ve satılanı başkasının
mülkünden çıkarmak ister. Böyle bir durumda ise, akid yapanların isimleri ve
nesebleri hakkında itimat etmek, başkalarının mülkünü ibtâle sebep olur. Bu
hususta, insanlardan çoğu gaflettedirler; tanımadıkları iki kişiden ahm-satım
lafzını veya karşılıklı ahm-verim ikrarını duyunca sonra da ve satılan şeyin
sahibi öldükten sonra, o isimle şahitlik ediyorlar. Halbuki onların bilgileri
yoktur. İnsanların emlâkim korumak ve nefsini de yalan ve iftira etmiş olmaktan
korumak için, bu gibi şahitliklerden kaçınmak gerekir. [52]
Şahidin nesebini
bilmenin yolu: Yalan üzerine toplanmaları tasavvur edilmeyen bir cemaatın,
şahidin nesebini haber vermeleridir.
Bu, İmâm Ebn Hanîfe
(R.A.)'ye göre böyledir.
İmâmeyn'e göre ise,
bunun yolu, iki erkeğin veya bir erkek ile iki kadının şehâdetidir.
Şart koşulan bu
cemaatın hazır olması güç olursa bu durumda İmâm Ebû Hanîfe (R.A.), iki şahit
şahitlerin yanında, o cemaatin, şahitlerin nesebleri üzerine şehâdetlerine
şahit olurlar. İhtiyaç olunca, o şahitler, bunların nesebleri üzerine
yaptıkları şehâdetlerine şahitlik yaparlar.
Elbette, bir kimsenin
nesebi hakkında şahitlik yapan kimselerin, onun yüzüne bakmaları gerekir. Bazı
âlimlerimiz: "Şahitlerin, gerçekten o filândır; demeleri; ona karşı helâl
değildir. Amma onun huzurda olmadığı veya öldüğü zaman, şahitlerin şehâdetine
ihtiyaç vardır. O takdirde şahitler, ismiyle, nesebiyle söyler.
Bilinmeyen bir adam
hakkında, yalan üzere içtimaları (= toplanmaları) Tasavvur edilmeyen bir
cemaat şehâdette bulunurlarsa; İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre ismiyle
nesebiyle söylerler.
İmâmeyn'e göre ise,
bu-durumda iki şahidin onların yanında şe-hâdetleri olursa, o zaman ismiyle ve
nesebiyle söylerler.
Biz, bu hususu,
şehâdetler Kitabında tamamen anlatmıştık. [53]
Bir müşteri, satıcıdan
kefil alırsa bunu nasıl yazar? Bu mes'ele iki vecih üzerinedir:
1-) Ya
tazminata (= ödemelere) bir şahsı kefil alıp, başka bir şeye karışmaz.
2-) Veya
müşterinin, satıcı üzerinde bütün bütün haklarına karşı kefil alır. Bu haklar,
bu satış sebebiyle bedelden, binanın, ziraatın ekinin parasından ne olursa
olsun; kefalet caizdir. Çünkü, bu kefalet borç sebebiyledir ve caizdir.
Kefalet Kitabında da
böylece bildirilmiştir.
Birinci vecihte böyle
değildir; orda, ancak satılan yere bir hak sahibi çıktığı zaman veya bedel geri
verilirse kefalet geçerli olur; başka durumlarda geçerli değildir. Binanın,
zirâatın, ekimin kıymetinden dolayı bir şey gerekmez. Çünkü tazminat —Örfde—
istihkak zamanı bedeli ödemek için olur. Kefalet de bu yönde kullanılır; bunun
haricinde kullanılmaz.
Satış yazısı
tamamlanınca "tazminatı mucip bir hal olunca; müşteriye, satıcı parasını
tazmin eder." diye yazılır. Veya bedeli, olduğu gibi geri verir."
denilir.
ŞeyhıTl-islâm.
Şerhı'nde şöyle buyurmuştur:
Burda başka şartların
da yazılması gerekir. Meselâ şöyle de yazılır: "Satışta şart olmaksızın,
buna kefil oldu." Çünkü, şartlı satışa kefil almak, kıyâsen caiz
değildir. İmim Zafer (R.A.), bunu kabul eylemiştir. Bu kavilden taharrüz için,
bu da yazılır.
O şartlardan biri de,
"kefalet, satıcının emriyle oldu." diye yazmaktır. Çünkü, Osman
cl-Bennâ'ya göre kendisi adına kefil olunan şahsın emri olmaksızın yapılan
kefalet sahih olmaz. Bu yüzden, —Osman el-Bennâ'nın kavline muhalefetten
kaçınmak için— "satıcı emretti" diye yazılır.
O şartlardan birisi
de, kendisi için kefil alman şahsın yani müşterinin iznidir. Tazminat, kefalet
meclisinde söylenilir. Çünkü, imâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'e
göre, gaip bir kimse için kefalet —o kabul eylemediği zaman— caiz olmaz.
Suret-i mahsûsa bundan müstesnadır.'Bu, kefalet yazısında bir örftür. Onun
için, tazminat meclisinde muhatap olması ve kefalete izin vermesi imamların
kavline muhalefetten kaçınmak için şart koşulmuştur.
Şartlardan biri de:
Onlardan her biri (ya'ni satıcı ve yabancı kefilin her biri) adamının yerine
ve onun emriyle kefildir. Çünkü, çoğu zaman, bunlardan biri hazırda olmaz ve
diğeri de zor durumda olur da, hak sahibi hakkına vâsıl olamaz. Bu yüzden,
birbirinin kefili olurlar ve böylece gaip olanın yerine, onun hakkını
alabilir.
"Kefalet
satıcının emriyle yazılır." sözü, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kavline
muhalefetten kaçınmak içindir.
O şartlardan birisi
de: Onlardan herbirini (yani satıcı, kefil ve husûmet vekilini) bu satış
sebebiyle, (onlardan her birini) müşteri sağlığında ve ölümünden sonra, şöyle
iddia ediyor. (Yani müşterinin valisi sahih bir vekâletle iddia ediyor.) Ne
zaman o fesh olursa, ondan sonra vekile avdet edeceğinin söylenmesi gerekir.
Bu, müşteri için sağlam bir tevsik olur. Çünkü, mal asıla vacip olmaz ise,
kefilin üzerine de vacip olmaz. Zira kefil, asılın yükünü taşıyor demektir.
Çoğu kerre, müşterinin üzerine istihkar, satıcının bulunmayıp kefilin hazır
olduğu zamanda olur ve müşterinin satıcı üzerindeki hakkını, —kefile karşı
da'va sebebiyle— isbat etme imkânı olmaz. Çünkü kefil, gâi-bîn yerine hasım
nasbedilmemiştir. Kefil, onun yerine vekil olmamış olsaydı, husûmetde (=
da'vada), onun veya başkasının emriyle, kefil olması müsâvî olurdu.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre böyledir. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'da böyle rivayet etmiştir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.),
İmlâ isimli kitabında şöyle buyurmuştur: Kefalet emirle (söylemekle) olursa;
kefil, satıcı yerine da'vâ etme ve da'vâ edilme hakkına sahip olur.
Şayet kefalet, emirsiz
olursa; o takdirde kefil, satıcı yerine hasm olarak nasB edilmez.
İmâm Muhammed (R.A.)
ise: "Kefalet emirle olsun, emirsiz olsun, kefil, satıcı yerine hasm
olarak nasbedilir." buyurmuştur.
Bu yönden bu mes'elede
ihtilâf olunca, uygun olanı onlardan her birinin vekâletini yazmaktır ki bu
ihtilafdan kaçınılmış olsun.
Keza uygun olanı,
kefili satıcının yerine husûmet hakkında vekil kılmaktır. Böylece, satıcının
gaip olması hâlinde, müşterinin hakkını isbatı mümkün olur.
Fakat, satıcının
kefile vekil olmasına ihtiyaç yoktur. Çünkü, satıcı satış sebebiyle, müşteriye
karşı olan da'vâda asildir. Âlimler, bunun için bir vecih daha zikreylediler:
O da "tazminat için, onun başka bir şeye karışmaması üzere, kefil tayin
etmektir.
Fakat müşterinin
satıcıda olan bütün haklarına karşı kefil edinirse; —söylediğiniz gibi— kefil
olduğu şeyin miktarını beyan eder. Binanın, zirâatın, ekinin kıymetini (bir
dirhemden, bin dirheme kadar) ve adedini söyler. Onların kıymetini fazla
olarak söylemez. En doğrusunu, ancak Allahu Teâlâ bilir.
Satışta münazaa
korkusundan dolayı ikrar alınır ve şöyle denilir:
Satış, münâzaasız ve
rızası ile vâki oldu. Satıcının oğlu (veya karısı yahut babası) kendisi için,
satılan şey hakkında, satış veya başka bir sebeble da'va hakkı vardır zanneder.
Tazminat yazısından
fariğ olunca da şöyle ikrar eder: "Bu satıcı filan oğlu filandır, (veya
filan kızı filânedir ve bu satıcının karışıdır.) ikrarın şartları kendisinde
toplanmış olduğu hâlde, isteyerek, ikrar eylemiştir. Satıcı kendi mülkünü
satmıştır. Satan şahsın, sattığı şeyde hiç bir hakkı kalmamıştır. Hiç bir şey
de da'vâ edemez. Bu müşteri, satın aldığı şeyin tamamına hak sahibi olmuştur.
Bu satıcr, bu müşteriye karşı bir iddiada bulunduğu zaman o iddia bâtıldır;
reddedilmiştir.
îkrar eden şahsın
şifahen söylediği bu ikrara şahitler böylece şe-hâdette bulunurlar.
Veya şöyle yazılır:
"—Beyan eylediğimiz gibi— filan ikrar
-ledi; yazılanın tamamını söyledi" denir. Ve satış, bedeli teslim
aiış,, satılan şeyi teslim ediş ve satılan şey hakkında, satıcının tazminatı; satışın,
onun emriyle, izniyle ve rızasiyle yapıldığı —yukarıda söylediğimiz gibi—
sonuna kadar söylenir.
Veya, yazının başına,
"filan oğlu filan, filan oğlu filandan, filan oğlu filanın izniyle satın
aldı." diye yazılır ve bedelin alındığı da söylenerek filanın emriyle ve
izniyle alındı." denir ve Öylece yazılır.
[54]
Ma'kûdün aleyh (=
hakkında akid yapılan şey) iki ev ise, bu akid şöyle yazılır:
a-) Şayet bu
evler birbirine bitişik iseler şöyle yazılır:
Birbirine bitişik olan
ve yerleri şu köyde, şu mahallede bulunan ou iki evin tamamı, (bu evler daha
öne geçtiği gibi vasfedilir ve ikisi-ninde hudutları yazılır) bütün hakları
arsaları, binaları, altı, üstü bütün mürâfıkları, iki eve ait bütün haklar.,
içinde dışında olanların ta mamı, o iki eve ait az veya çok ne varsa hepsi
yazılır ve yazı yukarıda geçtiği gibi tamam olur.
b-) Eğer
evler ayrı ayrı iseler, bu akid de şöyle yazılır:
Bir sokakta
bulunuyorlarsa: "Şu köyde, şu mahallede, şu sokakta bulunan evler."
denir ve her ikisinin de hudutları ayrı ayrı yazdırılır. Yazı önceki gibi—
tamam olur.
Şayet evler, iki ayrı
sokakta olup, bu sokaklar da bir mahallede ise, öylece yazılır.
Evlerden birisinin
yeri şu köyün şu mahallesinin şu sokağında, şu mescidin yanında ise onun
hudutları belirtilerek yazılır. O bitince de diğer evin yeri şu köyün, şu mahallesinin
şu sokağında" diye yazılır ve sonra da hudutları söylenip, öylece yazılır
ve yazı biter.
Şayet sokaklar, ayrı
ayrı iki mahallede iseler; mahalleleri ve sokakları ile ayrı ayrı yazılır.
Yazı da böylece tamamlanır.
Eğer bedelleri ayrı
verilirse "Bedel bin dirhemdir. Birinci evin hudutları şudur ve bedeli
altıyüz dirhemdir. Diğer evin hudutları şudur ve bedeli dörtyüz
dirhemdir." denir ve yazı böylece tamamlanır. [55]
Ma'kûdün aleyh (=
üzerinde alış-veriş akdi yapılan) ev, bir ev topluluğundan, belirli bir ev ise,
bu akid-nâme şöyle yazılır:
"Kışlık evin
tamamını, ondan satın aldı. (veya yazlık evin tamamını...) yahut (bir katın
tamamını...) veya (mutlağın tamamını) veya odunluğun tamamını) yahut helanın
tamamını) veya (Hesap evinin tamamını, satın aldı." diye yazılır.
Şayet üzeriyle
birlikte satın alıyor ise, "üzeriyle birlikte satm aldı." diye
yazılır. Veya "üzerinde olanın tamamıyla satın aldı." diye yazılır.
O evin yeri,
mahallesi, sokağı ve hududunda yazılır. Sonra, o evin o yurtdaki yeri
"girişin sağında;" veya "solunda;" veya "önünde..."
şeklinde ve nerede ise, olduğu yerde yazılır, "Sağdaki evlerden
ikincisi...," veya "üçüncüsü..." yahut "soldaki evlerden
ikincisi..." veya "üçüncüsü..." gibi...
Sonra, o evin hududu
ve daha sonra da, o ev topluluğunun tamamı, hudûduyla, haklarıyla yoluyla
beraber, büyük kapusuna kadar yazılır.
Uygun olanı, yolun
enini de yazmaktır.
Şayet üstünü değil de
altını satın alırsa, "satıcının altı." diye yazılır. Bu satışta, o
yere başka bir şey dâhil olmaz.
Vehim-tevehhüm
kalmasın diye sarih olarak, etraflıca yazılır.
En doğrusunu, ancak
Allahu Teâlâ bilir. [56]
Ma'kûdün aleyh, bir ev
topluluğunun belirli bir parçası ise, akidnâme şöyle yazılır:
"Yurttan belirli,
taksim edilmiş, mukadder hissenin tamamını satın aldı. Bu yer, oranın yansıdır.
Ve girişin sağ tarafıdır. Onun eni şu kadar arşın, boyu şu kadar arşındır. Dört
hududu vardır: Birisi yurttan kışlık eve bitişiktir; ikinci hudut, yazlık eve
bitişiktir. Ve şöyle şöyledir." [57]
Bir yer, orda bulunan
evlerden biri istisna edilerek satın alınırsa; bu alış-veriş akdi şöyle
yazılır:
"Üstten bir ev
müstesna, buranın bütün evlerini, ondan satın aldı." veya "bir evin
gayrisini...*' yahut "bir evden maadasını satın aldı." Bu yurt, şu
yerdedir ve hududu şudur. Müstesna kılınan evin de yeri şudur; hududu şudur.
Müstesna kılınan evin
hududunu bilmeye ihtiyaç vardır. Çünkü müstesnayı bilmemek müstesna minhi
bilmemek olur.
Bu akidde, —bilinen—
bu müşteri yazıda yazılı olan yeri, — bilinen— bu satıcıdan, hudutları bilinen
bu evi ve burada ne varsa, bütün hŞklarını, arsasını, binasını, altını, üstünü,
yolunu, az çok ne varsa, dahilinde ve haricinde olan hakların tamamını satın
almıştır. Ancak, hududu belli, hakkı ve arsası, binası büyük umûmî kapıya kadar
yolu olan- —ve istisna kılman— ev hariçtir. Zehıyre'de de böyledir.
—Müstesna kılman evin—
yolu zikredilir. Çünkü, onsuz olmaz. O olmayınca, fesadı mucip olur. Tavandaki
ağacı satmak gibi... Muhıyt'te de böyledir.
Evin görüldüğü
zikredilirken şöyle yazılır:
"Gerçekten
müşteri, bu müstesna olan evi gördü ve onu tanıdı." Bunun elbette
yazılması gerekir. İmâm Muhammed (R.A.), el-AsıTda böyle buyurmuştur. Müstesna
olan yeri görmek, görme muhayyerliği müntefî olsun ve satış bil-icma caiz olsun
diye gereklidir. Çünkü evler, menfaat bakımından değişiktirler. Müstesnayı
görmeden, o belli olmaz. Ve müstesnayı bilmemek, müstesna minhü bilmemek olur.
Bu ise, satılan yerdir. Bunun içindir ki görmek şarttır. Bu mes'ele, asıl
şartların hassalarındandır.
Diğer yazılarda,
yalnız satılanın görülmesi şart koşulmuştu; başkasını değil...
Şurût ehlinin
bazıları, bu durumda şöyle yazarlardı: Müşteri, satıcıdan şu yerdeki yurdun
tamamını şu şu kadara satın aldı. Yalnız ondan bir ev satıcıya kaldı."
İşte, bu yazış şekli
hatâdır. Çünkü, bir yerin tamamının satımı ve oradan bir evin satıcıya kalması,
—oranın bedeli bilinmediği için— fâsidtir. Zira, bir evin dışında olanı satın
almış oldu; c dışta kalan evin parası taksim edilse; hissesi bilinmez.
Bu, tamamını alıp
birini müstesna etmeye benzemez. Çünkü bur-da o evin haricinde kalan yeri,
bedelin tamamı ile almış oldu; işte o caizdir.
Müstesna bir oda bile
olsa böyledir .Bu durumda,onun hududu ve onunla birlikte başka bir oda daha
varsa, onun da hududu (yoksa yalnız onun hududu) yazılır. [58]
Ma'kûdün aleyh, bir
başkasının yerinden, taksim edilmiş belirli bir hisseyi satın alırsa;
akid-nâme şöyle yazılır:
Filan oğlu filan,
filan oğlu filandan, iki sehimden birisini (ki o, bu yerin yarısıdır.) tamamen
satın aldı. \ eya "—üç sehimden birini, tamamen satın aldı." Yahut
"dört sehimden bir sehmini tamamen satın aldı ve o dörtte birdir."
denir ve böylece o yerin hududu yazılır; satın alınan yerin hududu yazılmaz.
Şayet, orası bir
menzil olmuş olsaydı, hüküm bunun hilafına olurdu ve o zaman, o menzilden
satılan yerin hududu yazılırdı.
Aradaki fark:
Gerçekten menzilin hududu, muayyendir. Fakat yurt-dan satın alınan yerin hududu
ğayr-ı muayyendir ve o yurdun hududu, hissenin de hudududur.
Teslim almaya gelince;
"yurdun tamamını teslim aldı." diye yazılır. Çünkü nasip (- hisse)
yurdun tamamında şâidir. Onun için, "tamamını teslim aldı." diye
yazılır ve "üzerine satış vâki olan yerin tamamını teslim aldı."
kaydı konulur.
Bazı muhakkik âlimler
şöyle demişlerdir:
Nasibini (= hissesini)
aldı." veya "Üzerine satış vâki olanı aldı." diye yazılır. O da
yurdun tamamından, iki senimden biridir. (Yani, o yerin yarısıdır.) Çünkü,
satıcının, satılan yeri teslim etmesi gerekir; satılmayanı değil...
İmâm Muhammed (R.A.),
kitapların çoğunda şöyle buyurmuştur:
İki adam bir şeyi
gasbeyleseler, onlardan her biri, o şeyin yarısını gasbeylemiş olur ve öyle
tasavvur edilir.
Bunun içindir ki,
bizim söylediğimiz gibi yazılır.
Alıcı ve satıcının
görmesine gelince; "yurdun tamamım gördüler." diye yazılır.
imâm Zûfer (R.A.)'in
kavline uymamaktan sakınmak için "mülkün tamamını gördüler." diye
yazılır. Çünkü, İmâm Zûfer (R.A.)'e göre, iki ortaktan birisi, iki hisseden,
bir hisse satsa işte o satıcının ve ortağının hissesi olur. O takdirde de,
kendi hissesinin yansını satmış olur ve onun için, "mülkünün ve
hissesinin tamamını sattı." diye yazılır. Ve bil-ittifak mülkünün
tamamını satmış olsun diye böyle yazılır.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [59]
Bir kimse, yarısı
kendisine ait olan bir yerin diğer yarısını da satın alınca, alış-veriş akdi
şöyle yazılır: Taksim olunmamış yarı, önce —satın alma veya başka bir sebeble—
müşterinin idi. Şimdi ise, tamamı onun oldu.
Şayet, yansını
belirsiz olarak satın alır; kalan yarıyı da icarlar-sa; bu satış senedine,
—beyan eylediğimiz gibi— yazılır ve şöyle denir. Bu müşteri, geride kalanın
tamamını icarladı. îcarlanan yer, bu hudutlu yerin, belirsiz yarısıdır. Üzerine
sözleşme yapılan yer, bir seneliği şu kadar dirheme, menfaat için
icarlanmiştır.
Ücretin peşin olduğu
tasarrufu ve tazminatı da yazılır.
Senet böylece tamam
olur. [60]
Ma'kûdün aleyh, üst
katta bulunan bir ev olur ve onun altı da, satın alan şahsın olmazsa, bu
alış-veriş akdi (senedi) şöyle yazılır:
Müşteri, ondan
(satıcıdan) evin üzerinde bulunan odayı (veya kışlık evin üzerinde olan odayı),
satın aldı. Denir ve o yerin hududu yazılır. Üstün hududu yoktur. Ancak, evin
hududu vardır. Çünkü, satılan ev, o yöndendir. Zira onun üzerini ikrar, onun
hudududur. Üstün hududu yoktur. O yerin hududu olunca, üstün hududunu yazmaktan
müstağni olunur. O zaman, üstün tamamını almış olur. (Veya, evin üzerinde
bulunan bir odayı almış olur.) Alt hâriçte kalır.
Bu satışa, o odanın
altı dahil olmaz.
"O odanın yolu:
Rum ağacından yapılmış merdivendir girişin sağ tarafındadır." diye azılır.
Şayet o odanın
etrafında, başka odalar da varsa; uygun olan, onun hududunu yazmaktır. Veya bir
hududunu yazmak ve "bu oda, filanın odasıdır." demek; İkinci, üçüncü
ve dördüncüyü de böyle yazmaktır.
İmâm Muhammed (R.A.),
"üzerinde oda olan yerin kaç arşın olduğunu As! kitabında yazmamıştır.
Tahâvî de, şurûtunda
yazmamıştır.
Hassâf, üstün enini
boyunu yazmayı şart koşardı.
Necmüddin
en-Nesefî'den de böyle rivayet edilmiştir. Böylece aralarında niza' çıkmaz ve
ait kat yıkılınca, hakkı zayi olmaz.
Bazı âlimlerimiz:
"Üst katın arşınını yazmak gereklidir." buyurdular. Zira üst kat,
alt kat kadar olabileceği gibi, ondan noksan da olabilir.
En uygunu, yıkılınca
niza' olmasın diye, onun ne miktar olduğunu yazmaktır. İkinci defa yapmak
isterse, niza' oimaz. İmâm Muhammed (R.A.), Asi kitabında şöyle buyurdu:
Hududunun tamamı yazılır.
Şurût ehlinin
bazıları, İmâm Muhammed (R.A.)'in bu kavlini kabul etmediler ve şöyle dediler:
"Hududu ile
demenin bir ma'nası yoktur. Zaten üst katın hududu yoktur."
Fakat bu söylenti bir
şey değildir ve alt katın olduğu gibi, üst katın da hududu vardır. Yalnız,
üstün hududu, kitin hudûduyla bilinir. Bu bakımdan da üstün hududunda istiğna
vaki olur. Sonra da İmâm Muhammed (R.A.), oranın arsasını ve binasını yazardı.
Hassâf, bunu yazmaz
ve: "Üst için arsa olmaz." O hava üzerinde duruyor.
Görülmüyor mu ki, üst
kat, teslim alınmadan önce yıkılsa, satış bozuluyor. Ve görülmüyor mu ki, üst
kat yıkılınca, onun yeri satılsa caiz olmuyor. Onun yerini yazmakta ne fayda
var. Onun yeri yok ki..." derdi.
Bize göre, bir şeyin
yeri, onun üzerinde bulunduğu yerdir. Üst kat da alt katın üzerinde olunca, o
alt kat, üst katın yeri olur. Bu yönden binasını, yerini yazmak caiz olur. Bu,
üst katın tamamı, satıcıya ait alt katın üstünde olduğu zaman böyledir. Fakat,
üst katın bir kısmı satıcının üstünde, bir kısmı da başkasının yerinin üstünde
ise; o zaman, "üst katın bir kısmı, satıcının alt katının üstünde; bir
kısmı da başkasının alt katının üstünde..." diye yazar ve her birinin
miktarım belirtir.
Keza, o üst kat, aynı
binada iki evin üstü olmuş olsa, şöyle yazılır: "Bir kısmı, yazlık evin
üstünde; bir kısmı da kışlık evin üsdün-dedir." denir ve her ikisinin de
hudutları ve ne miktar oldukları yazılır.
En doğrusunu Allahu
Teâlâ bilir[61]
İki duvar üzerine
yapılmış bir yerin satılması hâlinde şöyle yazılır:
"Müşteri,
satıcıdan, ma'kûdün aleyh olan ve bu iki duvar üzerine yapılmış bulunan yerin
tamamını, şu şu hudutlar içinde, uzunluğu şu kadar arşın, şu yerde, eni şu
kadar arşın, yerden yüksekliği şu kadar arşın olan ve içinde odun bulunan yeri,
bütün haklarıyla satın aldı." diye yazılır ve yazı böylece biter. [62]
Ma'kûdün aleyh (=
alış-veriş akdi yapılan) yer, bir örtme ise, senet şöyle yazılır:
Müşteri, satıcıdan bir
tarafı filânın duvarı üzerinde, diğer tarafı filanın duvarı üzerinde bulunan
örtmenin tamamını satın aldı.
Bunun açıklaması da
önceki gibidir. Eğer sokak üzerinde ise, onu da iyice açıklar. Örtmenin enini,
boyunu, kaç ağacı olduğunu ve bunun gibi hususları açıklar ve böylece yazılır. [63]
Altı olmayan bir üst
kat veya üst olmayan bir alt katın satış senedi şöyle yazılır:
Evin dört tarafının
hududu yazılarak "müşteri, satıcıdan, yalnız altı (veya yalnız üstü)
satın aldı." denilir. [64]
Ahırı, samanlığı ve
bahçesi bulunan bir evin satış senedi şöyle yazılır:
Müşteri, satıcıdan
müştemilâtında ahır, samanlık ve bahçe bulunan, şu yerdeki evi satın aldı.
Hamamı, değirmen evi
varsa onuda yazar. Değirmeni; iki taşla dönen bir, iki, üç veya şu kadar
değirmen diye belirtir. Ve şu yerde, mürâfıkı ile beraber tane öğütüyorsa onu
da yazar.
Eğer evde yağ küpleri
varsa onları; evde bulunan her şeyi yazar. [65]
Bir tek duvarın
satılması hâlinde; bü alış-verişin şu üç vecih-den hâli kalmayacağını bilmek
gerekir:
1-) Müşteri,
duvarı yeri ile beraber satın alabilir.
Bu durumda,
"müşteri, satıcıdan şu yerde yapılmış bulunan duvarın tamamını, yeriyle birlikte
satm aldı.'* diye yazılır ve sonra da "Bu duvar, şu yerde; filânın evine
bitişik; uzunluğu, şu kadar arşın; eni, şu kadar; yüksekliği şu kadar arşın; şu
yerden başlar, şu yerde biter; hadleriyle, haklarıyle, yeri ile, binası ile, az
çok nesi varsa hepsiyle satın aldı. diye yazılır.
Bu duvarın yolu da
yazılır mı?
Tahâvî, şöyle
buyurmuştur:
Eğer duvar, müşterinin
evine bitişikse veya büyük yola ulaşıyorsa; bu durumlarda yola muhtaç
olmadığından; yolu zikredilmez.
Eğer böyle değilse,
elbette yolu da zikredilir ve yazılır.
2-) Duvar,
başka yere nakledilmek için, yeri harici olmak üzere satın alınmış olabilir:
Bu durumda, senet,
duvarın, yeriyle beraber satın alınması gibi yazılır. Ancak, yeri istisna
edilir. O yer satışın içine girmez.
Bu duvarın yolu da
yazılmaz. Çünkü, onun yola ihtiyacı yoktur. .
İmâm Ebû Hanife (R.A.) ve arkadaşları, bunu yazarlardı.
Ehl-i şurûtun
ba'zıları da —müşterinin onu yıkmasına delâlet etsin diye— "Müşteri,
duvarı, yıkılmış olarak satın aldı." diye yazarlardı. Tahâvî ise:
"Bu hatâdır. Çünkü, duvarın tamamım, yıkılmış olarak satm aldı, demiş
olsa; bu durumda duvar yıkılmıştır. O zaman, mevcut olmayanı satın almış olur
ki, o da caiz değildir.
Meselâ: Bir kimse, şu
buğdayın ununu satın alsa veya şu susamın yağını satın alsa; bu caiz
olmaz." buyurmuştur.
Fakat, "yıkmak
üzere satın aldı." denirse, bu —beyan ettiğimiz gibi—caiz olur.
3-) Duvar,
mutlak olarak satm alınmış olabilir.
Bu durumda, bu duvarın
yeri —bunu söylemeksizin— satışa dâhil olur.
Hassâf, duvarı yeri
ile beraber yazardı ve "Kalanı hâkimin hükmüne aittir." derdi. [66]
Satış akdine konu olan
şey, yeri hâriç bir bina ise, senet belirli bir yerde bulunan şu binanın
tamamım, müşteri, satıcıdan satın aldı. Evler, kapılar, tavanlar, duvarlar,
raflar, ağaçlar, eşyalar, kamış hasırlar ve bu binada her ne varsa, tuğla,
kiremit kerpiç çamur, toprak gibi ve yerinin haricindeki her şey bu satışa
dâhildir.
Şayet yeri istisna
kılmamış olsa; bu da caizdir. Çünkü, bina yere tâbi değildir. Zehıyre'de de
böyledir.
Fakat daha kuvvetli,
sağlam ve te'kidli olsun diye, o.da yazılır. -
Şöyle yazmak da caiz olur:
Müşteri, satıcıdan
yerim şümulünde olan şeylerin tamamını satın aldı. Bu ev, şu yerdedir."
denir ve hududu söylenir.
Sonra da "bu
hudutlu yerin içinde olan şeylerin tamamını, — yeri hâriç,— aşağısını,
yukarısını satın aldı." diye yazılır. Şahitlerden önce, bunu satıcı ikrar
eyler ve "kendisinin o yerde hakkının kalmadığını; bütün haklarının
müşterinin eline geçtiğini; diğer bütün insanların dışında olduğunu, ne var ne
yok hepsinin müşteriye âit olduğunu; hak, vacip ve lazım bir iş olduğunu; o
yerin oraya îca-beden nesi varsa, tamamının, sağlığında müşterinin olduğunu;
ölümünden sonra da yerine geçecek olanın olacağını;" şifahan söyler.
Fakat yıkmak ve
ankazını nakletmek için satın alırsa, duvarı yıkmak için satın almakda olduğu
yazılır. Bu hususu daha önce zikretmiştik. [67]
Bir yerden, yol yapmak
için biraz yer satın alınması hâlinde, şu iki vecih söz konusu olabilir;
1-) Bir
adam, bir yerden, büyük bir kapının eni ölçüsünde ve o büyük kapıya kadar
uzanan bir parça yer satın alabilir.
Bu durumda, önce o
parçanın hududu —muayyen bir ev alıyormuş gib— yazılır.
Şayet, "yolun,
eninin boyunun kaç arşın olduğunu" yazarsa; bu daha da sağlam olur.
2-) O yerin
sahasının tamamından, taksim edilmemi> bir yol satın alabilir.
Bu durumda o yerin
tamamının hududu ve o sahanın hududu yazılır. Yolun hududunu yazmaya ihtiyaç
olmaz. Çünkü yol, yerin sahasında taksim edilmemiş bir yerdir.
Şayet yolun
genişliğinin mikdarı yazılı olursa, işte bu daha sağlam olur.
Eğer açıklama
yapmazlarsa, o zaman büyük kapunun genişliği kadar yolu olur.
Ba'zı şurut ehli;
"Bu durumda yolun miktarını söylememiş olurlar. Çünkü kapu, başka kapıyla
değiştirilebilir," demişlerdir.
İmâm Muhammet! (R.A.),
bunu caiz görmüştür.
Bu, yolun mülküyetini
satın alınca böyledir.
Fakat, —mülküyetini
değil de— gelip geçme hakkını satın alırsa; işte bunda iki rivayet yardır:
Ziyâdâfın rivayetinde:
"Caiz değildir." Denilmiştir.
İbnü Semâa'nın İmâm
Muhammed (R.A.)'den rivayetine göre, ise caizdir.
Gelip geçme hâlinin
yazılmasını irâde ederse, —bunu caiz görenlere göre— bu, —evin kapısının eni
kadar— caiz olur.
Su yolunu satın almak
da böyledir.
Su yolunun akım hakkım
satın almak, —şurutun aslında— bi'l-itifak caiz değildir.
Şayet, su yolunun
mülküyetini —ordan su geçsin diye— satın alır ve yerini, hududunu da
bildirirse; bu caiz olur; değilse caiz olmaz. [68]
Üzerindeki bina
müşteriye ait olan bir arsanın alış-veriş senedi şöyle yazılır:
"Müşteri,
satıcıdan binaları ile beraber satın aldı." diye yazılmaz. Çünkü, binalar
müşterinin mülküdür. Kendi mülkünü nasıl satın alır? İmâm Muhammed (R.A.),
el-Asıl'da böyle buyurmuştur. Ehl-i şu-rût'tan bazıları da şöyle
buyurmuşlardır: En güzeli, "müşteri, evlerinin arsasını (yerini) satın
aldı." diye yazılır. Çünkü "ev" örfte, mutlak olarak
binalar" demektir. Yazmak ise, bu ahş-verişi tevsik içindir. Bu durumda
uygun olanı, daha beliğ bir lafızla söylenip yazılmasıdır. [69]
Bir kimsenin , yarısı
kendisine ait, bulunan bir evin, diğer yarısını satın alması hâlinde senet
şöyle yazılır:
Filan oğlu filan,
filan oğlu filandan, iki hisseden bir hisseyi tamamen satın aidi. O hisse,
satıcının söylediği yerin tamamının, — taksim yapılmamış— yansıdır. Ö iki
senimden, bir sehmi, müşterinin mülküdür. Bir sehim de satıcının mülküdür.
Satıcı, bu söylenen sehmi, müşteriye, şu hudutla, şu kadara sattı." diye
yazılır.
Satılan yerin hududuna
hacet yoktur.
Daha önce, taksim
edilmemiş yerin hududunu söylemiştik; o tamamının hudududur.
En doğrusunu, ancak
Allahu Teâlâ bilir. [70]
Bir vâris, iki
kardeşinin mirastaki hissesini satın alırsa; bu şöyle yazılır:
Filan oğlu filan,
kardeşi filan üe kız kardeşi filâneden (ki onlar, filanın çocuklarıdır ve
anaları da filanın kızı frlânedir) şu yerdeki, şu hudutlu yerin tamamı olan
hisselerini satın aldı.
Keza, "bu
müşteri, onların şu yerdeki, şu hudutlu olan yerin içinde bulunan taksim
edilmemiş kırk hisseden yirmi altı hissesini satın aldı. O yer, filan oğlu
filanın ölümüyle mîras kalmıştı. Mirasçıları, karısı filâne, kızı filâne ve.
iki oğludur. (Onlar, filan ve filandırlar. Bu satıcı; bu alıcıdır.) Ölenin
terekesi, aralarında taksim edilince, sekizde biri karısına, bakisi erkek iki
hisse, kız bir hisse olmak üzere evladına (= çocuklarına) kaldı.
Burada "asıl
mesele sekiz sehimden olup, kırk sehim üzerinden taksim edilir. Bu kırk
sehimden beş sehmi, karısına; ori dörder hisse, iki oğlua ve yedi hisse de
kızına isabet eder. Bu mîras, akid gününde, ellerinde taksim edilmemiştir.
Müşterinin ondört hissesi var-.dır. O da diğer hisselerin içine karışmıştır.
İşte bu durumda,
onlar, hisselerinin tamamını söylenilen bedelle, müşteriye satarlar. O bedel
her birinin hissesine göre olur. Müşteri de, ma'kûdün aleyh (- üzerine
alış-veriş akdi yapılmış olan) yeri, satın almış olur.
Ve bu senet, sonuna
kadar böylece yazılır.
(Bu Taksimin Şeması:
Muris: Ölü (Filan)
Varisler : Zevce îbn Ibn Bint (karısı) (oğlu) (oğlu) (kızı) Hisseleri:
Sümün Bakî (= 1/8) (= Geride kalan - 7/8)
Asıl mesele : 8'den
kurulur ve tereke 40 hisse olarak taksim edilir. (8 x 5 = 40)
Buna göre, herkesin
hissesi:
Zevce: (1/8) 1x5 = 5
Birinci oğul: (35 — 7
: 2) = 14
tkinci oğul : (35 — 7
: 2) = 14
Kız : (35 — 28 ) = 7
Yekûn (5 + 14 + 14 +
7) = 40)
Çocuklar: Baki (Geride
kalan) = (7/8) 7 x 5 = 35
Erkek iki, kız bir
alacağına göre, bu 35 hisse (2 + 2 + 1 =) 5'e bölünecek ve 35'in beşte biri
olan 7 hisse kızın; bunun iki katı olan 14'er hisse de oğulların olacak.) [71]
Bir kimse,
vârislerden, kendilerine miras kalmış olan bir evi satın alınca, bu husustaki
senet şöyle yazılır: -
Filan oğlu filan;
filan, filan ve filâne ile onların analarından (ki o, filan oğlu filanın kızı
filânedir.) —bu dördünden— hisselerinin tamamını, bir defada satın aldı. Bunlar
mîras ortağıdırlar. Filan ölünce, geride karısı filâne, iki oğlu filan ve
filan ile kızı filâne kaldı. Bunlardan başka da, ölenin vârisi yoktur. Ve şu
yerdeki, şu hudutlu evin tamını da geride mîras olarak bırakmıştır. İşte,
hudutları belli olan bu evi, onun vârisleri, Allahu Teâlâ'nın taksimi üzerine
taksim eylediler: Karısına sekizde bir verilip; kalanı evlâdına ikili birli
taksim edildi. Farzın (= hissenin) aslı sekiz olup; taksim kırk sehim üzerine
yapılınca, karısına beş hisse; her bir oğluna on dörder hisse ve kızına yedi
hisse düştü. Bu ev, satış akdi yapılırken taksim edilmemişti. Onlar, bu evin
tamamını müşteriye sattılar. Bu müşteri de, söylenilen bedelle, bir defada, o
evi satın aldı. Bedeli aralarında hisselerine göre taksim eylediler.' Yazı,
böylece tamamlanır.
En doğrusunu Allahu
Teâlâ bilir. [72]
Ma'kûdün aleyh bir
dükkan ise, senet şöyle yazılır: Müşteri, satıcıdan şu köyün, şu mahallesinin,
şu sokağında bulunan (veya sokağın başında olan) dükkanı, tamamen satın
aldı." diye yazılır.
Sonra da
"hududuyla, haklanyle, yeri ile, binasıyla, kapısının üzerinde bulunan levhalariyle,
kilidiyle ve anahtarıyla" satın alındığını yazar.
Şayet onun üst katı
varsa; onu da, altım da yazar.
Eğer, bu dükkan umûmun
kanalı üzerine Yapılmışsa, "umûmun kanalı üzerinde yapılmış bulunan
dükkanın tamamı" diye yazılır.
Keza, "şu yerde, hududunun
biri suyun geldiği cihete bitişik; ikinci haddi, filânın dükkanına bitişik;
üçüncü haddi, boş yere bitişiktir. Bu kanal, kendisinden su akan bir
kanalddir." diye yazılır. [73]
Alış-veriş konusu
olan-yer, bir han ise, senet şöyle yazılır: Müşteri, satıcıdan, dört duvarı
tuğla ile yapılmış, şu kadar dükkanı müştemil; alt katında şu kadar odası
bulunan; üst tarafında dört dükkanı olan hanın tamamını, hudûduyla, haklarıyla,
yeriyle, binasıyla, duvarlarıyla, odalarıyla, dük kanlarıyla, yoluyla, (ilâ
ahirihi...) tamamen satın almıştır.
Şayet üzerinde iki kat
daha varsa "üç kat olan hanın tamamım satın aldı." diye yazılır ve bu
yazı böylece sona erer. [74]
Ma'kûdün aleyh olan
yer, bir misafirhane olduğu zaman, onun bütün vasfı söylenerek yazılır ve yazı
tamam olur.[75]
Alış-veriş konusu olan
yer, bir güvercinlik olursa, senet şöyle yazılır:
Girişleri ve bacaları
kapalı olan ve güvercinlerini avlamaksızın yakalak mümkün bulunan şu
güvercinliklerin tamamını, içindeki güveremlerinin tamamı ile, yuvalarıyla,
yavrularıyla, yumurtalarıyla, dişisiyle, erkeğiyle birlikte satın aldı.
İçindeki
güvercinlerin, müşteriye teslim edilmesi mümkün olsun diye, "girişleri ve
bacaları kapalı" diye yazdık. Böylece, satış caiz olmuş olur.Şâyet teslimi
mümkün olmayan bir şey satılırsa, bu caiz olmaz.
Âlimler şöyle
buyurmuşlardır:
Uygun olanı,
güvercinliği gece satın almakdır. Çünkü, güvercinler gece gelip toplanırlar ve
satılmaları mümkün olur. Gündüz ise, güvercinler nzık aramaya giderler;
toplanmaları mümkün olmaz. Satılan ve satılmayan birbirine katışır ve onları
ayırmak da mümkün olmaz. [76]
Alış-veriş konusu olan
yer, bir yağ atölyesi olursa; senet şöyle yazılır:
Müşteri, satıcıdan şu
yerde, şu hudutlu, yağ atölyesinin tamamını, âlet ve edevatıyla birlikte satın
aldı. Hudutlarını, haklarını, yerini, binasını, sihâm-i erbaasını, taşın
üzerine konulmuş ve senk sa' denen büyük değirmenini ve besnek Peşt denen diğer
değirmenini, şu kadara; içinde ne varsa, (tası, tabağı, ocağının üzerine konmuş
sim-sim kaynatılan demirden yapılmış kabını her neyi varsa) hepsini satın aldı. [77]
Keza, üzerine
alış-veriş, sözleşmesi yapılan yer bir değirmen ise, senet şöyle yazılır:
"Müşteri,
satıcıdan şu köyde, şu nehrin üzerinde, şu hudutlu değirmenin tamamım,
hudutlafıylâ,Tıakîarıyla, yeriyle, binasıyla, odalarıyla, altıyla, üstüyle,
kovasıyla, çarkıyla, dingiliyle, demirden ve ağaçtan yapılmış diğer
aletleriyle, her şeyiyle, suyu ile, suyolu ile, tahtalarıyla, nesi var—nesi yok
hepsiyle, hayvan koyacak yeriyle, hububatı koyacak yerleriyle, bağıyla,
bahçesiyle, ağaçlarıyla satın aldı." denilir. Bundan sonra duruma
bakılır: Eğer değirmen umûmun nehri üzerinde ise, bu durumda hududunun biri
nehrin suyunun batısında; ikincisi, umûmun yoluna bitişik; üçüncüsü, nehrin
suyunun döküldüğü yere bitişik; dördüncüsü de filanın arazisine bitişik
olduğu" yazılır.
Eğer değirmen, mülk
olan bir kanal üzerine yapılmışsa, bu satışa, o da dâhil olur ve "özel
nehir üzerine yapılmıştır." diye yazılır.
[78]
Satış konusu olan şey,
bir hamam ise, senet şöyle yazılır: Müşteri, satıcıdan, bir erkekler hamamının
(veya bir kadınlar hamamının) tamamını satın aldı.
Birisi erkeklere,
diğeri de kadınlara ait olmak üzere, iki ayrı hamam varsa; "... ikisini
de satın aldı." diye yazılır.
Bir hamam olur ve
erkekeler öğleden önce, kadınlar öğleden sonra girerlerse; öylece söylenir ve
öylece yazılır. Hamamda bulunan tahta sedir; hamamcının üzerine oturduğu tahda
sedir; hashâne dedikleri ve hatırlı kişilerin girdiği oda; hamamcıya mahsus ve
hamamcının gelirinin içine konduğu tahta sandık, keza elbise sandığı, gibi
şeyler de yazılırlar.
Hududu, haklarının
tamamı, yeri, binası, su ısıtma kazanı, su kuyusu, kovası, ipi, duvarları, su
taslan, kül ocağı, su yolu odunluk çamaşır kurutma yeri ve benzeri şeyler de
yazılırlar. [79]
Ma'kûdün alevn olan
değirmen evinin tamamı ve müştemilatı; demirden, ağaçtan veya taştan yapılmış
âletleri ve benzerleri yazılır. Âkidler (= alış-veriş sözleşmesi yapanlar)
Bütün âletleri teker teker tanırlar; bilgileri onları kuşatır şâfi ve bunların
tamamını tanıdıklarını, sahih bir ikrarla ikrar ederler. [80]
Buzluk satışında senet
şöyle yazılır:
Müşteri, satıcıdan,
yerinde bulunan buzluğun tamamını satın aldı. "Buz çukurundan üçü (veya
ikisi yahut biri) ona aittir." denir ve odaları ve buzluğun eninin ve
boyunun kaç arşın olduğu ve onların hudutları tamamen yazılır. [81]
Bir tuzluk satın
alınırken senet şöyle yazılır:
Müşteri satıcıdan
tuzluğun tamamını ve ona ait olan havuzlan, tuz toplanan yer ve benzeri ne
varsa hepsini ve hudunu satın aldı. [82]
İçinde zift veya neft
kaynağı bulunan bir yer satılırken senet şöyle yazılır:
Müşteri, satıcıdan
içinde zift veya neft kaynağı bulunan bir yer satın aldı.
Biz "kaynak"
diye yazdık; çünkü, bazı âlimler: "Kaynak yer sataşma dâhil olmaz. Çünkü,
ondan ziraat bakımından bir menfaat mümkün değildir ve o, yer cinsinden de
değildir." demişlerdir.
Biz, bundan ihtiraz
olsun diye, böyle yazdık. Ve "bir zift ve neft duruyor." diye yazdık.
Çünkü bunlar, tuzun tuzlada durduğu gibi duruyorlar ve söylenmeden satışa dâhil
olmazlar. Gerçekden su, kuyusundan pınarından (kaynağından) ayrılıp akar;
halbuki, zift ve neft kaynağında durur. Su, satışta zikredilmez; halbuki zift
ve neft, zikredilir. Ve su, kuyusunda kuyu sahibi için mülk değildir; nasıl
satılır? Zift ve neft böyle değildir.
En doğrusunu ancak
Allahu Teâlâ bilir. [83]
Bir nehir (= kanal)
satılırken, onun başlangıcı ve sona erdiği yer, uzunluğu, genişliği ve
derinliği söylenerek yazılır. Keza, bu nehrin (= kanalın) bir ismi varsa o isim
de yazılır.
Hududu da yazılır.
Eğer hududu ile iktifa edilmişse, arşınım yazmayı terketmekte bir beis yoktur.
Çünkü hududunu söylemekle gereken bilgi hasıl olmuştur; maksud da odur. [84]
Bir nehir (= kanal)
yeri ile birlikte satıldığında, o nehir yazılır ve onun uzunluğu, genişliği,
derinliği, ismi ve her taraftan harfmi-nin kaç arşın olduğu* kendiyle beraber
yeri ve hududu yazılır ve yazı böylece tamamlanır. Mutoyt'te de böyledir. [85]
Alış-veriş konusu olan
şey, bir su arkı ise, senet şöyle yazılır: Müşteri, satıcıdan, şu köyde bulunan
ve çıkış yeri şura olan, iki
tarafdaki harîmi şu
kadar arşın gelen su arkını, hudutlarıyla, haklarıyla, yeriyle, altıyla,
üstüyle satın aldı."
Ancak, nehrin üstü
olmaz; fakat, nehrin genişliği uzunluğu, derinliği, iki tarafındaki harimi
arşınla ölçülerek yazılır. [86]
Nehrin aslı olmaksızın,
yapılan satış caiz olmaz. Zira şirb, sudan nasiptir ve hissedir. Su ise
toplanıp bir araya birikmeden mülk değildir. Mülk olmayanı satmak ise câİz
olmaz. Gerçekten su, az olur, çok olur. O takdirde satılan meçhul olur ve bu
mechûliyet satış akdinin fesadını gerektirir.
Bazı alimler ise: Eğer
örf ise, —Belh ve Nesef şehirleri ile benzerlerinde olduğu gibi— bu satış caiz
olur." buyurmuşlardır.
Çünkü bu şehirlerde
örf olmuştur ve caiz görmüşlerdir. Peygamber (S.A.V..) Efendimiz de şöyle
buyurmuştur: Müslümanların güzel gördüğü şey, Allahu Teâlâ indinde de
güzeldir. Kadı İmâm Ebû Afi Huseyn bin Hadr en-Nesefî ve bazı alimler bununla
fetva vermişlerdir.
Ba'zı âlimler de:
"Caiz olmadığım" söylemişlerdir. Sahih olanı da budur. Zira sahih
olan kıyas, ekseri beldelerin taâmüdür; ba'zı beldelerin taâmülü değildir. [87]
Bir parça yer ve bu
yer sebebiyle köyün suyundan satılması örf Olan bir parça su satıırken, bu
husustaki senet şöyle yazılır:
Müşteri, satıcıdan şu
kadar yer ve şu kadar, (Bir sehimlik) — köyün suyundan— su satın aldı. Bu su,
köyün pınarlanndandır. Eh-lince ma'lum ve ma'ruftur ve o, zikredilen yerlere
taksim edilmiştir; bu da ehlînce ma'İumdur ve gizli tarafı yoktur. Bundan
dolayı, müşteri, o köyün su hisselerinden, o belirli yer için, su satın
almıştır ve bu alım—satım ve hakları vuku bulmuş; yazı da tamam olmuştur. [88]
Alış-verişe konu olan
şey, bodrumu bulunan veya altında şeriri olan yahut etrafında dükkan sahibinin
oturması için yer bulunan bir dükkan olursa; ahş-veriş senedinde bu dükkanın
tamamı ve altında bulunan bina veya şerirler, ticâret sahibinin ticâret için
oturduğu mak'ad ve o şeririn uzunluğu ve dükkanın hududu söylenir ve senet
öylece yazılır. [89]
Bir bez atölyesi
satılırken, senede, o bezhane ve orada bez dokumak için bulunan âlet ve
edevatın tamamı yazılır ve sonra da o yerin hududu belirtilir. [90]
Alış-verişe konu olan
şey, belirli bir çulha tezgahı ise, bu husustaki senet şöyle yazılır;
Bez hanenin müştemil
bulunduğu sağ taraftaki (veya sol taraftaki yahut ön tarafdaki) şu hudutlu yer
(= bez tezgahı) satın alınmıştır. Zehıyre'de de böyledir. [91]
Bir adam bir yer veya
bir köy satın aldığında hak kelimesini söylemezse; (yani; "bütün
haklarıyla" demezse) bu durumda da binalar ve ağaçların tamamı, bu satışa
dâhil olur.
Üzüm bağları, elma,
ayva ağaçları ve diğer nevi'ler; kamış, odun, ılgın ağaçlar ve benzerleri de bu
satışa dâhil olurlar.
Bişr bin Velid, İmâm
Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğunu rivayet eylemiştir:
Kamış satışa dâhil
olmaz.
Bişr: Bu, bü-ittifak
böyledir." buyurmuştur.
Meyvesi olmayan
ağaçlar ve ceviz ağaçlan hususunda müteah-hirîn âlimleri ihtilaf eylediler ve:
"Ziraat gibi, bunlar da söylenmezse, satışa dâhil olmaz." dediler.
Bazıları da: "Dâhil olur." buyurdular.
Esahh olanı da budur.
Badlıcanın kökü
müşterinindir.
Pamuk ve usfur da
böyledir; bunlar, satışa dâhil olurlar.
Buna binâen, kökünü
kesmeksizin bu sebzelerin meyveleri söylenmez ise, satışa dâhil olmazlar.
Eğer "bütün
haklarıyla satın alınmıştır." denilirse; tamamı satışa dahil olurlar.
Bu, İmâm Ebû Yûsuj
(R.A.)'un kavlidir.
İmâm Muhammed (R.A.)
ise: "Bunlar, satışa dâhil olmazlar. Ancak "az-çok ne varsa, bütün
haklarıyla..." denilince bunlar satışa dâhil olurlar." buyurmuştur..
İmâm Muhammed (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Bir adam, içinde
za'feran bulunan bir yeri satarsa, onun soğanı satıcının olur.
Buna binâen keten,
darı, nohut, bakla, mercimek (Bunların tamamı) ziraat menzilindedir. [92]
Ahş-veriş akdine konu
olan şey, bağ veya bahçe ise "bütün haklan ile" derken;
"ağaçlarıyla, bağıyle, bahçesiyle, bağ eviyle, yoncalığıyla, suyu ile
sulamasıyle, direkleriyle, (hulâsa herşeyiyle)" denilmiş olur ve öylece
yazılır.
Şayet orası bir köyde
ise, "şu köyde" diye de yazılır. [93]
Böyle bir ahş-veriş
akdinde,'senede "meyvesiyle, ziraatıyle, yoncasıyla" diye yazılır.
Eğer orda hasad
olunmuş mahsûl veya toplanmış meyve varsa; yahut saman veya odun varsa; satışa,
bunlar da dahil olur. Akid yapan (= sözleşen) tarafların "bunları,
tamamen bildikleri"de söylenir.
Keza, kaç adet üzüm
çubuğu (kökü) varsa; kaç adet üzüm çardağı (asma üzüm) varsa; havzın kenarında
veya evin Önünde şu şu kadar nar ağacı, incir ağacı, şeftali ağacı, zerdali
ağacı, muşmula ağacı ve benzerleri ne varsa hepsi yazılır.
O yerin kaç dönüm
olduğu ve. toprağa kaç yük gübre saçıldığı ve her şeyi yazılır. Zahîriyye'de de
böyledir. [94]
İmâm Muharamed (R.A.),
el-AsıPda şöyle buyurmuştur: Orada bulunan şeyler (şöyle) yazılır: Filan
müşteri, filandan, şu kasabanın şu köyünde bulunan şu kanalın tamamını satın
aldı ve onun üzerinde olan evi'de satın aldı. Keza, o evde bulunan değirmeni de
satın aldı." denilip; kanalın uzunluğu, genişliği, derinliği de beyan
edilir ve öylece yazılır.
İmâm Muhammed (R.A.)
kanalın kenarını zirketmemiştir. Tatıâvî, bunu yazardı.
Bu, "sağ kenarı
şu kadar arşın; sol kenarı, şu kadar arşın; genişliği, şu kadar arşın;
derinliği, şu kadar arşın; iki tarafın rızalarıyla vasfedildiği ve bilindiği
gibi satılıp — alınmıştır." diye yazılır.
EbÛ Yesrid eş-Şurûfî:
"Bu kanal bütün harîmi ile birlikte satın alınmıştır; diye yazılır."
derdi.
Tahâvî de şöyle
buyurmuştur:
Bizim yazdığımız en
İhtiyatlı olanıdır. Çünkü âlimler arasında ihtilaf vardır: İmâm Ebû Hanife
(R.A.): "Kanalın harîmi olmaz." buyurdu.
İnıâmeyn ise:
"Kanalın, çamurunu atacak kadar harîmi vardır." buyurdular.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin sözü açıktır. Fakat, İmâmeyn'in "çamur atacak kadar"
sözü, meçhuldür. (=belirsizdir.) Bu durumda ma'lum ile meçhul bir sıfatta
satılmış olur ki bu muhataralıdır.
"Kanalın harîmi
var." diyen kavle göre, eğer kanal sahibsiz bir yerden gidiyorsa, harimi
vardır. Şayet, o yer sahibli ise, hirâmi yoktur. Kanal için harım olmayınca,
sıfatı vahide de, yok ile var birleşmiş olur ki, bu caiz olmaz ve bundan
kaçınmak gerekir. Bu sebepten dolayı, beyan eylediğimiz gibi yazılır.
Bu en güzel ve sağlam
olanıdır.
Sonra da hududu
erbaası (= dört hududu) ve evi, değirmeni, onun bütün âletleri, taşı, ağacı,
demiri, kovası, bütün haklan ve onun çarkı, kanatları, döşenmiş tahtaları,
hayan konulacak yeri, nesi varsa hepsi yazılır. Ve bizim beyan ettiğimiz gibi,
yazı tamamlanır. Mu-hıyl'te de böyledir. [95]
Alış-veriş akdine konu
olan yer bir kamışlık ise, senet şöyle yazılır:
Müşteri, satıcıdan şu
yerdeki, şu hudutlu olan kamışlığı, duran kamışlafıyla ve kökleriyle birlikte
satın aldı.
Şayet orda, hasat
edilmiş (= biçilmiş) kamış varsa, o da satışa dâhil olur. Zehiyre'de de
böyledir, [96]
Alış-veriş konusu olan
şey, bir gemi olursa, satın alan şahıs senede şöyle yazar:
Ben, şu isimli gemiyi
satın aldım. Bu gemi ağaçtan yapılmıştır. Şu kadar tahtası vardır. Eni şu
kadar; boyu da şu kadardır. Onu, bütün aletleriyle ve edevatlarıyla,
içinde—dışında kullanılan her şeyiyle satın aldım." der ve böylece
yazılır. [97]
Alış-veriş akdine konu
olan şey, havyanların su içtiği ve etrafında yeri bulunmayan bir pınar
(kaynak) veya kuyu ise, senet şöyle yazılır:
Müşteri, satıcıdan şu
yerde olan kuyuya veya kaynağı satın aldı. Onun hududu şöyledir.
Onun çevresinin ve
derinliğininde kaç arşın olduğu yazılır.
Kuyu da böyledir ve
kuyu tuğla ile örülmüştür.
Senet şöyle de
yazılabilir: Kuyuyu veya pınarı, etrafındaki şu kadar arşın yeri, (Her
cihetinden şu kadar arşın olmak üzre) satın aldı.
Eğer suyunu da
açıklarsa; şöyle der: "Suyu temizdir; tatlıdır; kokusu yoktur; tuzlu ve
acı değildir."
Bu, güzel ve ihtiyatlı
olur.
Pınarda veya kuyuda
ola» su, satışta yazılmaz. Çünkü o mal değildir; nasıl olur da satılır.
Zemyre'de de böyledir.[98]
Şayet, satılan yer,
büyük bir yerin bir parçası olur ve bu parçanın da, belirli hududu bulunursa;
(belirli bir ağaç gibi) o zaman, o yer hudutlandırılıp, sonra da öylece
yazdırılır.
Hududun birisi dikili
ağaçtır; ikinci, üçüncü ve dördüncü hudutları da böyledir." gibi... [99]
O belirli ağaç sökülür
veya o büyük yeri hudutlayacak bir alâmet olmaz ise, niza (= anlaşmazlık)
çıkar.
Bunun için ondan bir
parça olan yeri hudutlayıp, "doğusu şu, batısı şu..." denir. Daha sonra
da eninin boyunun kaç arşın olduğu söylenir ve öyle .yazılır.
Keza, o küçük yer,
büyük yerden istisna edilerek de belirlenir. [100]
Satılan bir köle ise,
onun cinsi ve ismi ve kimliği —söylediğimiz gibi— açıklanır.
Şayet, köle bulûğa
ermiş ise, onun gailesiz, ibâdetlerini edâ eylediği söylenir.
Şayet "aybı
yoktur." derse daha umûmi ve ihtiyatlı olur.
Dâ, ğâile ve
habese'nin mânâları şöyledir:
Da': Dert, hastalık
demektir. Bu, köle için bir kusurdur. (= ayıptır.) Bu derdin dışarıda bir
alâmeti olsun veya olmasın, farketmez. Böbrek ağrısı, ciğer ağrısı, yürek
ağrısı gibi... Öksürük, baras hastalığı, cüzzam hastalığı, mide bozulması,
safra, karın ağrısı, fıtık, bağırsak yellenmesi... hulâsa bütün hastalıklar da
böyledir.
Fakat delilik,
vesvesecilik, yatağa akıtmak, gözdeki bozartı, fazla parmak, sağırlık, şaşılık,
çolaklık, topallık, yara, pelteklik, koku almamak, bunların tamamı kusurdur;
fakat dert değildir.
Ğâile: Kölenin
kaçması, hırsızlık yapması veya cariyenin zâniye kölenin kefen soyucu veya yol
kesici olması gibi şeylerin tamamı gailedir. Bunlar ancak kölede olur.
Habese: Bu da zina ve
benzeri şeylerle elbisede bulunan sökük-yırtık demektir. [101]
Satılan bir bağda veya
tarlada bulunan meyve ve diğer mahsulât yazılır.
Sonra, o yer
hudutîanır ve şöyle denir: "Şu hudut içinde bulunan bağın bütün
meyvelerini satın alıyorum."
Meyveler, oldukları
gibi vasıflandırılır. Olgunlaşmış bulunan üzüm, şeftali, zerdali ve ziraî
mahsûller yazılır.
Ve ifratsiz tefritsiz
koparılsın toplansın diye "şu kadar sahih dirheme satın alınmıştır."
diye-yazılır.
Sonra da eğer yetişme
vaktine kadar, meyve ve ziraatı orada bırakmak isterse, onun için iki durum
vardır:
1-) Dilerse
şöyle söyler: "Gerçekten filan satıcı, müşteri için bu söylenilen belirli
meyve satışını ağaçlarında, şartsız olarak şu vakte kadar erteledi." Bu
durumda, o meyve ve ziraat, o vakte kadar bekletilir.
2-) Belirli
bir ücretle, belirli bir vakte kadar icarlar. Sonra da müşteri "oranın
hudutlarının tamamını, haklarını, şu şu aylara kadar kalacağını, şu tarihden
itibaren icarlandığını, icarın sahih ve nafiz olduğunu ve kendinde bir fesad
ve muhayyerlik olmadığını ve bu müddet içinde orayı sulayabileceğini, yerin ve
ücretin teslim alındığım" söyler ve öylece yazılır.
Bu durum, ziraatta
geçerlidir; ağaçlarda geçerli değildir. Çünkü, ağaçları bekletmek için
icarlamak caiz değildir.[102]
Bir kimse, küçük oğlu
için kendi kendisinden bir yer satın alırsa, bu akid şöyle yazılır:
Filan oğlu filan,
kendi küçük oğlu için, kendi kendinden —oğlu filan küçük yaşta olduğundan,
babalık velâyetiyle, kıymetinden daha aza (ucuza), şu yerdeki, şu hudutlu, şu
yeri satın aldı. Bedelini de teslim aldı.*' denir ve yazı tamam olur.
Eğer onu, bedeli
çocuğun maundan almışsa, öylece söyler ve "çocuğun malından, bu bedeli,
sahih bir alışla teslim aldı ve şu anda o yer elinde emânet olarak duruyor;
babalık velâyetiyle onu koruyor." denir. Ve "bu sözleşme, akid
meclisinde, sahih ve temam oldu. Bunların tamamını sahih bir ikrarla ikrar
eyledi.
Baba, bedelden beraat
ederse, o da şöyle yazılır:
Bu sözleşmeci, küçük
oğlu için satın aldığı yerin bedelinin tamamını Ödemekle, sahih bir beraatla
beraat eyledi ve o bedel, beraat sebebiyle sakıt oldu. (= düştü.) Zahîriyye'de
de böyledir.
Gerçekden baba, küçük
oğluna bir şey satışta, başkasına muhtaç değildir.
Baba, küçük oğlundan,
nefsi için bir şey satın almakda da başkasına muhtaç değildir. Mebsât'ta da
böyledir.
Eğer baba, küçük
oğlunun evini, kendi nefsi için satın alırsa: "Nefsi için, bu evin
tamamını nefsinden satın aldı. Ev oğlu filanındır. Ve bedeli şudur. Bu günde,
oğlu evindedir ve küçüktür. Malından, filan oğlu için, bedelin tamamını teslim
edip ve evin tamamını teslim alarak, bedeli şahitler huzurunda tarttı ve oğlu
için teslim aldı." dive vazıhr.
Görülmüyor mu ki,
oğlunun alacağı olmuş olur ve ondan kurtulmak isterse; o borcun karşılığım,
şahitler huzurunda tartar ve: "Şahit olunuz; bunu, küçük oğlum filanın,
bende olan şu kadar alacağının yerine malımdan çıkardım. Onun adına teslim
aldım." der.
Bazı âlimler şöyle
demişlerdir:
Gerçekten baba,
malından mal çıkarmakla ve ona şahit tutmakla, küçük oğluna olan borcundan
beraat etmiş olmaz; borç olduğu gibi yerinde kalır.
Vasinin, yetimin
malından, kendi nefsi için bir şey satın alması başkadır. Burda şart, onu
kıymetinden daha fazlaya satın almaktır.
Burda ihtilaf
bulunduğundan hâkimin hükmüne ilhak gerekir.
Şayet sabî, babasının
izniyle, babasının malını satın alırsa; işte bu, ihtiyata babanın malından,
çocuk için bir şey satmasından daha çok uygundur.
Bu alış-veriş şöyle
yazılır:
İzinli küçük,
kıymetinin misli kadarıyla babası filandan, —yalan, zulüm ve noksanlık
olmaksızın— satın aldı." denir ve yabancılarda olduğu gibi senet (yazı)
tamam olur. Zahîriyye'de de böyledir. [103]
Fian kayyım, şu
vakitte, (veya filan mütevellî şu vakitte), filan hâkim tarafından, şu vakıf
malının tamamına, gelirine, gelirinin artırılmasına kayyım (veya mütevellî)
kılınmıştır.
İhtiyat olan, burada
vakfeden şahsın, "o vakfm bütün gelirinin satılıp— satın alınabileceğini
ve imkân dahilin de böyle yapılarak o gelirin vakfa ilave edileceğini"
söylemesidir. Zehiyre'de de böyledir. [104]
Selem akdi ile ilgili
senetler şu üç şekilde yazılabilir:
1-) Bu
senet, "filan şahsın, filana, şu kadar dirhemi teslim ettiğini ve bunu, o
şahsa naklen verdiğini" beyan eder.
Aynı mecliste şöyle
denir ve yazılır: "Islanmış ve rutubetli olmayan şu kadar ölçek buğdayı,
şu tarihten başlamak üzere, şu müddete kadar sahih ve caiz bir selemle şartsız
ve muhayyerlik hakkı olmadan, fesadsız, —senette olduğu gibi— vasfedilen
mahalde, şu şehirde teslim etmek üzere, akid yapıldı.
Bunu da kendine selem
yapılan şahıs, selem sahibinden bunu kabul ederek, bütün dirhemleri,
birbirinden ayrılmadan ve bir işle meşgul olmadan önce teslim aldı. Akd
meclisinden, bir birinden memnun olarak ayrıldılar." diye yazılır.
Burda tazminat
zikredilmemiştir. Çünkü, satılan teslim alınmış değildir.
2-)
Tarafların ikrarları ve şahitlerin şehâdetleri şöyle yazılır: Filan ve filân
şahitlerin huzurunda, filan şahıs, filana, şu kadar dirhem teslim eyledi."
denir ve önceki gibi yazılarak yazı tamamlanır.
3-) Önce,
kendisine selem yapılanın ikrarından başlanır ve selem sahibinin bu ikrarı
doğrulaması, ona affedilir. Zahîriyye'de de böyledir. [105]
İmâm Muhammed (R.A.),
d-Ani*da şöyle buyurmuştur:
Bir kimse, bir ev
satın alıp, onun parasını da peşin ödeyerek evi teslim alır; bu evin de bir
şefi'i olur ve o da şüf'a hakkını alır; evi satın alan şahıs da, bunu olduğu
gibi yazdırmak isterse; nasıl yazdırır?
Bize göre şefi'in süf
a hakkını alması, sahih talepten sonra olur.
Talep ise üç nevidir:
1-)
Talebü'I-Müvâsebe;
2-)
Talebü'l-İşhâd ve takrir,
3-)
Talebü'l-Temlîk.
Şefi müvâsebe
talebiyle talepte bulunur ve kendisi için hüccet olsun diye, onun yazılmasını
isterse, o zaman şöyle yazılır:
Gerçekten filan,
filandan, şu yerdeki, şu hudutlu evin tamamını, şu kadar dirheme, sahih bir
satın alışla satın aldı ve evi teslim alarak, parasını da peşinen ödedi. Bu
evin şefîi olan filan şahsa, (onun şüf'aya istihkak sebebide söylenir.)
Önceden, bu hudutlu evi, şu kadar paraya satıldığı haber verildi. Şefi'de
akabinde; müvâsebe talebiyle şüf'a hakkını talep etti ve hiç durmadan ve
beklemeden, sahih bir taleple: "Ben, şu sebebden dolayı bu hudutlu evden
şuf'a mı istiyorum; dedi." denir ve bu yazı (senet) böylece tamamlanır.
Yazıda (senette)
müşterinin adı ve satıcının adı yazıldı; halbuki burada, satıcının adı
söylenmedi. Bu, bize göre caizdir. Çünkü, bazıda vali alımlarda, müşteri ve
satıcı yabancı menzilindedirlef .Aneak, bazı âlimler: "Ev teslim oldukdan
sonra, şüf'a alınır." buyurmuşlardır. Biz, bundan kaçınarak, ikisinin
adını da söyledik ve şefıin hak sahibi olma sebebini zikreyledik. Çünkü,
âlimler sebeblerde, ihtilaf eylediler.
Bazılarına göre;
şüf'a, kapılar sebebiyle olur; bazılarına göre ise; komşuluk sebebiyle olur.
Bazılarına göre de; bitişiklik sebebiyle olur.
İmâm Safi, (R.A.)'ye
göre, civar sebebiyle asla şüf'a hakkı sabit olmaz.
Bize göre, bir takım
mertebeler üzerine şüf'aya hak sahibi olunur.
1-) Bir
şeyde ortaklık sebebiyle şüf'a hakkına sahib olunur.
2-) Mülkün
hukukuna ortak olmak sebebiyle şüf'aya hak sahibi olunur. Yol gibi...
3-) Civar (=
komşuluk) sebebiyle, şüf'aya hak sahibi olunur.
En uygun olanı, şüf'a
hakkını iyice açıklamakdir. Ancak böyle olursa, hâkim, şüf'a hakkının başka
bir sebep vasıtasıyla mahcub olup olmayacağını (- ortadan kalkıp
kalkmayacağını) bilebilir.
Şüf'a hakkı, şefiin
kendisine haber verilince, o talepte bulunmazsa, —haber veren bir elçi ise—
âdil olsun, fasık olsun; hür olsun, köle olsun; küçük olsun, büyük olsun (fark
etmez) haber verilince, talepte bulunmaz ise (şüf'a hakkı ) sakıt ve bâtıl
olur.
Hasan bin Ziyâd, İmâm
Ebû Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Satışı iki erkek veya
bir erkekle iki kadın söyler (= haber verir) şüf'a sahibi de talepte
bulunmazsa; onun şüf'a hakkı bâtıl (geçersiz) olur.
İmâm Mnhammed (R.A.),
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Muhbirde, şehâdetin
aded veya adalet gibi bir tarafı bulunur; şüf'a sahabi de talebte bulunmazsa;
şuf'ası bâtıl olur.
İmâmeyne göre, hangi
sıfatla olursa olsun, bir kişi haber verince, şüf a sahibi talepte bulunmazsa;
—muhbirin (= haber verenin) doğruluğu zahir olunca— şiira hakkı bâtıl olur.
tşte biz, tevehhüm
edicinin tevehhümü kalmasın diye Önce haberi yazdık.
Şayet şefie bir veya
iki habercinin haberi ulaştığı hâlde, o tevatür haber için beklerse; şüf*a
hakkı batıl olur.
Önce haber verildiği
hâlde talebte bulunmaz; sonra ikinci defa haber verilince o zaman talebte
bulunursa; bu talebi sahih olmaz. İşte biz, bunu ortadan kaldırmak için:
"şüf a talebi, beklemeksizin, saatinde yapılacaktır.'* diye yazdık. Çünkü
âlimler, muvâsebe talebinin müddetinde ihtilâf eylediler.
Zâhirü'r-rivayede,
beklemeksizin (fevrî olarak) talebde bulunmazsa, şüf ası bâtıl olur.
Hişâm, İmâm Muhammed
(R.A.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eylemiştir:
Şüf'a talebinin vakti,
onu öğrendiği meclistir.
Şeyh Ebû'l-Hasan
eLKerhî, bunu kabul eylemiştir.
Hasan bin Ziyad:
"Üç gün bekler", buyurmuştur.
Bu, İbnü Ebî Leyla'nın
kavli ve İmim Şafi'nin kavillerinden biridir.
Sonra, biz şöyle
yazdık: Şüf a talebinin lafzı hususunda, insanların anlayabileceği hangi
lafızla olursa olsun, onunla istek, murat oluyorsa işte o sahihdir. "Talep
eyledim'*.: "İstiyorum." "Ben talibim." ve benzeri gibi
sözler...
Muvâsebe talebinde,
şahit edinmek gerekmez.
Keza, üç şeyden
birinin hazır olması (satıcı, alıcı veya ev) muvâsebe talebinin sıhhati için
şart değildir.
Sonra, muvâsebe talebi
yapılınca, şahit edinme ve takrir talebine ihtiyaç vardır.
Bu, talebin sıhhatinin
şartı, talebin, satıcının veya satın alan şahsın yahut satın alınan şeyin
yanında olmasıdır. Bu talep, kendisine muhtaç olunan taleptir.
Müvâsebe talebi
sırasında bunlardan birisi olmaz fakat müvâ-sebe talebi bunlardan birinin
yanında olursa; o kâfi gelir, Temlik talebi hariç, diğer taleblere ihtiyaç da
yoktur.
Bu talebin müddeti, bu
üç şeyin, birinin huzurunda temek-kün sebebiyle mukadderdir.
Şayet temekkün olduğu
hâlde talep olmazsa, şüf a hakkı bâtıl olur.
Talepte, şahit edinmek
lâzım değildir. Hatta, şahit dinletmese de, hasmı itiraf eylese; bu talebe kâfi
gelir.
Uygun olanı ise, bu
talep o eşyadan biriyle ve onlardan en yakı-myla olmaktır. Bu, şüf a kitabında
böyle zikredilmiştir.
Eğer şefi, şahit talep
ederek, yazıyı daha da kuvvetli eylemek isterse, öylece "filan, filandan
satın aldı." diye baştan sona kadar yazılır. Sonra "filana (ya'ni
şefia)", bu hudutlu yerin, şu bedelle satıldığı haber verildi. Şefi, o
saatte —söylediğimiz gibi— müvâsebe talebiyle şüf'a talebinde bulundu.
Sonra da tehirsiz ve
takrirsiz, şahit ve takrir talebinde bulunduğu yazılır.
En doğru olanı, talebi
satıcının ve müşterinin yanında yapmasıdır. Çünkü âlimler bu hususta ihtilaf
eylemişlerdir:
İbnü Ebî Leylâ: Şefi',
satıcıdan, teslimden önce, da'vâdan sonra, şüf'a hakkını alır."
buyurmuştur.
İmâm Şâfi (R.A.) ise
"Her iki halde de müşteriden alır." buyurmuştur.
Bize göre satıcı ile
da'vâ, teslimden öncedir. "Onlardan alır." sözünün yazılması,
ihtiyattır.
Sonra şefi' da'vâlmm
teslimine müsâade ederse, iş biter. Eğer teslimden kaçınırsa, o takdirde şefi',
da'vâyı hâkime çıkarıp, şüf'asi sebebiyle, mülküyetini kendisine hükmetmesini
ister.
Şefi, kitabın
(yazının—senedin) tevsikini isterse; bu İmâm Muhammed (R.A.) e göre şöyle
yazılır:
Bu yazı (- senet),
filan oğlu filandandır. (Yani müşterîden-dir). Filan oğlu filan içindir. (Ya'ni
şefi içindir.) Gerçekten ben, fi^ lan'oğhı filandan, şu yerde olan, şu hudutlu
yeri, şu kadar bedelle satın aldım." denir ve satın alma hikâyesi böylece
tamamlanır.
Sonra da "Sen
ortaklık sebebiyle (veya karışıklık sebebiyle yahut komşuluk sebebiyle) şefi'
oldun. Bu yerin satış haberi sana ulaşır ulaşmaz, müvâsebe talebiyle talepte
bulundun ve şahit dinletme talebinde bulundun." der.
Her ikisi de
söylediğimiz gibi yazılır.
"Talep sahihtir.
Şüf'a hakkının sana tesliminin hükmünü icab ettiriyor ve şüf'a sebebiyle sana
verilmesi gerekiyor. İşte bende onu sana veriyorum." der ve yazıyı böylece
tamam eder. [106]
Şüf a hakkını, baba
veya vasî talep ederse; senet şöyle yazılır:
Filan küçük, bu
eve.şefî idi. Müşteri bu sabînin şüf a hakkını inkar eyledi. Hâkim ona bu da'va
hususunda yemin verdi. Müşteri, yemin etmekten kaçındı. Hâkim de onun aleyhine
hükmeyledi. Şayet bedel dirhemler (veya dinarlar, ölçülenler, tartılanlar veya
sayılanlar) ise, onu söyler ve şefinin onun mislini, satıcıya veya satın alana
nakden ödediğini de söyler.
Şayet satılan, bir
köle veya bir yer yahut kıymet sahibi başka bir şey ise, şefi, onu, kıymetiyle
alır ve bu vesikaya (senede) öylece yazılır.
Şayet, bir evin,
birden çok şefileri bulunur ve onlardan birisi gelip şüf'a hakkının tamamını
alır; sonra da bir diğeri gelip, hak sahibi olduğunu isbat ederse; bunun
hissesi, öncekinden alınıp, kendisine verilir ve şöyle yazılır:
Şahitler şöyle
sehâdette bulundu: Filan oğlu filan, filan oğlu filandan şu evin tamamını,
hudutlarıyla satın aldı ve teslim aldı. Akid meclisinden ayrıldılar.
Sonra da filan, şefi
olarak geldi. Şartları yerinde olduğu halde, şüf'a hakkını istedi. Ona
hükmedilerek, hâkim satıcıya veya müşteriye o yeri ona teslim etmesini
emreyledi. Öyle de yapıldı.
Sonra da filan oğlu
filan geldi ve beyyinesiyle şefi' olduğunu isbat ederek; hâkimden, hakkının
teslim edilmesini istedi.
Hâkim de, hissesinin
teslimine hükmeyledi. Öyle de yapıldı.
İkinci şefi de hakkını
almış oldu ve böylece yazı tamam oldu. Muhıyt'ie de böyledir. [107]
îcârelerin bir nev'i
de, Buhara ehlince yapılan uzun va'deli icâredir.
Böyle bir icârede,
senet şöyle yazılır:
Filan oğlu filan,
(kimliği ve meskeni söylenir.) îki evi içine alan bir yerin tamamını icarladı.
O yer, iki katlıdır. îcara veren şahıs, "o yerin tamamının, kendi mülkü ve
hakkı olduğunu ve elinde bulunduğunu; şu köyün, şu mahallesinin, şu sokağında,
mescidin yanında olduğuna; hudutlarından birinin filanın evine bitişik
bulunduğunu; ikinci ve üçüncünün de böyle olduğunu; dördüncü hududun yola
bitişdiğini; buraya girişin de ordan olduğunu; taraf ve etrafındaki bütün
haklarının kendisine âit olduğunu; yerinin, binasının altının —üstünün,
içinin—dışının, bütün haklarının arka arkaya otuzbir seneden beri kendinin
olduğunu ve sahih bir icarla icara vermek istediğini" söyler.
Müste'cir de (bizzat
kendisi) bu hudutlu yeri sahih bir şekilde teslim alır.
İcara veren de,
müste'cirden zikredilen ücretin tamamını sahih bir alışla teslim alır.
Ve senede "îcara
verinin,müste'cirin peşin olarak ödediği ücreti aldığı; gerekirse tazmin
edeceği ve icârenin tamam olduğu; isteyerek, birbirinden ayrıldıkları; bu durumların
tamamında tasarruflarımn geçerli hâlde bulundukları; bunları ikrar eyledikleri
ve buna, ikisinin "de şahitlerinin olduğu; "tarihiyle birlikte
yazılır.
Böylece, icâr-i
tavîle (= uzun süreli kira akdi)
yazılmış olur.
Benzerleri de buna
mukayese edilir. Zah'îriyye'de de böyledir. [108]
Müteahhirîn
âlimlerinin, bu hususta ihtiyar eyledikleri, örnek nüsha şudur:
Filan oğlu filan,
filan oğlu filandan, evleri müştemil olan bir yerin tamamını icarladı. O mülk,
onun mülküdür ve onun elindedir. Şu yerde şu hudutlarla hudutlu, haklarının
tamamı, yeri, binası, yukarısı—aşağısı, içinde—dışında olanların haklan, az—çok
ne varsa cümlesinin haklan, tam bir sene (on iki ay)— ayların başlangıcı şu
ayın başı; sonu, şu senenin şu ayında;— şu kadar dirheme, (her ayın-hissesi şu
kadar dirhem olmak üzere) sahih caiz nafiz, müfsid şartlardan hâli, mubtil
meâniden uzak olmak üzere icarladı. Bunların tamamı ecr-i misildir. Üzerine
sözleşme yapılan yerde, bu icâre vuku bulduğu günde, bir noksan ve bir
haksızlık olmamıştır. Müste'-cir,
bu müddetin tamamında,
bizzat ma'ruf bir
şekilde menfaatlanacaktır.
Bundan sonra, eğer
müste'cir ücreti nakden (peşin) ödemişse, o da yazılır ve şöyle denilir:
Müste'cir, şu
müddetten şu müddete kadar olan icarı, tamamen peşin olarak ödemiştir ve
müşteri ücretin tamamından beri olmuştur. (= kurtulmuştur).
Şayet müste'cir, peşin
ödememiş ise; o da yazılır ve şöyle denilir: Her ay geçtikçe, o ayın icar
hissesini ödeyecektir. Bu ücretin tamamı bütün manialardan ve münâzâlardan
fariğdir. İcarcı ve icara veren, birbirlerinden sahih ve temam sözleşmeden
sonra ayrılmışlardır. Müste'cir, bunların tamamını görmüş ve anlamış ve ikisi
birlikte nefisleri üzerine şehâdette bulunarak, bu yazı tamam olmuştur.
Şeyh'ul-İmâm Necmüddin
en-Nesefî şöyle buyurmuştur: Kabzedilmemiş olan ücretin tazmin edileceği
yazılmaz. Peşin alınan ücreti tazmin yazılır.
Şayet peşinle beraber
ücret alınmışsa, ödetileceği yazılır. Peşin alı-tin aslını tazmin, başka bir
borcu tazmin gibidir.
Buna binâen, dükkan
icarı, yer icarı, değirmen icarı, hamam icarı ve hudutlu yer icarı yazılırlar.
Zehiyre'de de böyledir.
En doğrusunu ancak
Allahu Teâlâ bilir.
Şayet müste'cir,
—yerinin dışında— bir bağı icarlarsa; uygun olanı bağın aslını (kökünü)
yazmaktır; ağacım çubuğunu değil... Çünkü, onları icarlamak bâtıldır.
Tarladaki ziraat da
böyledir.
Filan oğlu filan,
etrafı çevrili üzüm bağı olan yerin tamamını icarladı. îcâra veren şahıs o
yerin, mülküyetinin ve hakkının kendine ait olduğunu ve elinde bulunduğunu; bu
yerinin Buhara köylerinden şu köyde olduğunu ve —olduğu gibi— hudutlarını
yazdırır. Sonra da hudutlanyla, haklarıya, mürafıklanyla, icara veren şahıs, o
yeri müste'cire sattıkdan sonra, onun olduğunu ve o bağda ne varsa ağaçlar,
yoncalar, üzüm çubukları dikmeler ve o yerde mahsûlden karpuz, kavun, pamuk
kökleri gibi ne varsa, şu kadar belirli bedelle ve sahih satışla sattı."
diye yazılır.
Ve gerçekten bu
müste'cir, bu belirli, bedelle, sahih satın alışla satın aldı.
Her ikisi de, sahih
teslim alışla teslim aldılar.
Şayet icâre, ağaçların
üzerinde meyve, çubuklar üzerinde yaş üzüm var iken yapıldı ise, onlar da
söylenir ve yazılır. Zira, meyve, söylemeden satışa dahil olmaz.
Şayet bağda hilaf ağaç
varsa; bu durumda "bu bağda bulunan bütün hilaf ağaçlar...'* diye
söylenir. Çünkü hilaf ağaçlarda meyve gibidirler; söylenmeden satışa dâhil
olmazlar.
Muhtar olan görüş
budur.
Bu icâre, İmâm
Muhammed (R.A.)'in el-Asl'da zikrettiği şu mes'eleden çıkarılmıştır:
Bir adam, iki adamdan,
on seneliğine bir evi icarlar; sonra da, o iki adamın, kendini
çıkaracaklarından korkup icâreyi kuvvetlendirmek isterse; bu duruma çâre
şudur:
O evi, aylardan her
ayın evveli için bir dirheme icarlar; ayların sonlan geride kalır. Bu durumda
onlar, o evden karcıyı çıkaramazlar.
Gerçekten şöyle hikâye
olundu: Bidayetinde satış muamelesi yazılıyordu; vaktaki Fakıyh Muhammed bin
İbrahim el-Meydânı geldi. O zat, riba şübhesinden bunu kerih gördü ve icâreden
bu nev'i meydana çıkardı. Ve bunu insanlar, malları sebebiyle kâra vasıl
olsunlar ve onlar için arazi ve evlerinin menfaati "hasıl olsun diye yaptı.
Bu durumda senenin
önleri için, az bir şey koydu ve malın bakiyesini senenin sonlarına bıraktı.
Ve, her senenin son üç gününü müstesna kıldı. O üç günde, her iki tarafı da
muhayyer bıraktı. Taraflardan her birisi için muhayerlik sabit olunca, icara
veren —o yere ihtiyacı olursa— icâreyi, bu mahayyerlikte bozup malına kavuşur.
Sözleşmede üç günden
fazla muhayyerliği şart koşmazlar. Zira, bu akdin fesadını gerektirir.
Bu, İmâra Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre böyledir. Hatta, feshin sahih olması için, sahibinin hazır
olması şart kılınmamıştır. Bu, İmim Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Muhammed
(R.A.)'e göre böyledir.
Gerçekten otuz bir
sene olarak takdir eylediler. Çünkü her üç ayın arkasından, üç günü müstesna
eyledi. Biz senedimizde— her senenin sonundan üç günü müstesna kılınca, bu
müddet içinde müstesna günler üçyüz altmış gün eder. Bu da bir sene yapar.
îcâre akdi otuz sene olarak kalır. Ancak akd, otuz sene içinde olur. Fazla senede
olmaz. Zira otuz sene şer'i şerifde yarı ömürdür.
Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz: "Ümmetimin ömrü altmış ile yetmiş senenin arasındadır."
buyurmuştur.
Yine Peygamber
(S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Ölüm, altmışla
yetmiş arasında galebe çalar."
İşte bu yüzden, yarı
ömürden fazlasını kerih gördüler. Çünkü külde çokluk muteberdir; hatta,
rek'atların çoğuna yetişen ekserisine yetişmiş menzilinde olur.
Bu icarenin tecvizine,
Şeyhu'1-İmâm Ebû Bekir Muhammed bin Fadl da muvafakat eylemiştir.
Keza, ondan sonra
Buhara imamları da muvafakat eylemişlerdir.
Bunun üzerine,
fetvada, imamlar bu günde, "bu icarenin cevazını" emreyledi.
Şeyhn'l-İmâm Ebû Bekir bin Hâmid, ŞeyhıTI-İmâm Hafs es-Sefkerderî bu icâreyi
tecviz eylemediler ve: "Bunda riba şübhesi vardır." dediler.
Biz, bu fesadının
vücuhlarını* İcârat kitabında zikreyledik.
Şeyhu'1-İmam Üstad
Zahîriid-dîn el-Mürgînânî, şöyle buyurmuştur:
Gerçekten biz, bu
icarenin sıhhatinin vecihlerini beyan eyledik ve ondan ribâ şübhesinin müntefi
olduğunu açıkladık. Şayet bu yol tecviz edilmez ise, insanların ihtiyaçları
halledilemez. Bundan dolayıdır ki, hamama ücretle girmek caizdir. Halbuki
ücret meçhuldür; daha suyu dökmemiştir.'
Âlimler, bu icarenin
cevazında ihtilaf eylemişlerdir: Kadı İmâm Ebû'l-Âsım el-Âmirî tecviz
eylememiştir.
Ba'zıları da tecviz
eylemişlerdir.
Meselâ: Bir adam, bir
kadını yüz seneye kadar nikâhlasa, işte o mut'a olur ve bu nikâh sahih olmaz.
Bu hususta âlimlerimizden sahih rivayetler vâkidir. Her ne kadar, ikisi de bu
müddete kadar yaşamasalarda bu böyledir ve itibar sözedir; oda nikâh için
mubtil-dir. Zahîrriye'de de böyledir. [109]
Filan oğlu filan,
filandan söylenilenlerin tamamını icarladi; Bu yerin mülkü ve haklan icara
verenindir. Ve bu yer iki sehimden bir sehimdir.
Ve bu yer, iki adamın
arasında, taksim edilmemiş bir evin tamamının yarısıdır. O ev, şu
yerdedir." denir ve böylece yazı tamamlanır.
Şayet ortaksız olan
bir yerin yarısını icarlarsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, bu caiz olmaz.
İmâmeyn'e göre ise,
caiz olur.
Eğer bîl-icma caiz
olmasını isterse, şöyle yazılır: Ondan (zikredilen bütün evden) iki hissenin
bir hissesini icarladı. Bu evin tamamı mülküyeti de, hakkı da icara
verenindir. Ve, onun elindedir. Evin yeri de şuradır." denir ve senedin
sonuna hâkimin hökmü de ilâve edilir. Ve "Bu akdin sıhhatine, filan hâkim,
—iki sözleşmecinin da'-vasından sonra— hükmeyledi." diye yazılır.
Zehıyre'de de böyledir. [110]
îcarlanan malın tamamı
için sözleşme yapılır; sonra da o sözleşmenin yarısı fesh edilip yarısı baki'
kalır. Bu durumda, hâkimin hükmüne ihtiyaç kalmaz. Akd tamamen bozulmaz ve
bi'I-ittifak olur.
a îcarlanan yer
güvercinlik olursa; işte o zaman otuz bir seneden azına icarlar. Çünkü,
güvercinlikler otuz seneye kadar aynı hâlde kalmazlar. İşte bu durumda doğru
görünen yazılır. Önce güvercinlik arabca veya farsca olarak —beyan eylediğimiz
gibi— yazılır. Sonra da şöyle yazılır:
"Filan oğlu
filan, filan oğlu filandan, güvercinliklerinin güvercinliklerini ve vasıfları
bu senedin başına yazılmış olan edevatı arka arkaya beş seneliğine; —dört
senesinin her altı ayın sonundan üç gün müstesna olmak üzere— bu tarihden
itibaren, şu kadar dinara icarladı." denir ve dinarı da bizim
vasfeylediğimiz gibi vasfedilir" Yazı böylece tamam olur.
Şayet icâre malım
tazminat gerekirse, icâre yazısıtamam olduktan sonra o da şöyle yazılır:
Filan oğlu filan (onun
kimliği ve meskeni yazıldıktan sonra) isimli icara veren bu zat,.müste'cirin
isteğiyle, müstecir için söylenilen o ücretten, ödenmesi gereken şeyiicare fesh
edildikten sonra, sahih bir ödeme ile ödedi. Müstecir de buna razı oldu ve onun
ödeme yapmasına sahih bir izinle izin vermişti." denir ve yazı sona erer.
Şayet müste'cir, icara
verenden bir vekil ta'yin etmesini ve o yeri bir adama satmasını isterse, Basra
ehli, müşteriden bedelini alma ve icâre malını müste'cire verme hususunda
ittifak ettiler.
Sonra da mezkûr icar
sahibi, filan oğlu filanı vekil yaptı ve onu satış hakkında kendi yerine koydu.
îcâre akdi bozulduktan sonra o mahdut yeri, bedeliyle onu satın almaya istekli
olan kimseye satmaya vekil etti. İşte bu durumda icara veren bir vekil tâyin
eder. Vekil de, tevkii meclisinde vekâleti sahih bir kabulle, muhatap olarak kabul
eder.
Bunlar yazılır ve
senet tamam olur.
Şayet müste'cir, o
yeri, —tekrar müracaat etmek üzere— kendi şahsî malında imar etmek için izin
ister, mal sahibide, o mahdut yere, ihtiyacı kadar masraf yapması için izin
verirse, bundan sonra müste'cir hangi imarat olursa olsun, kendi malından
israfsız ve tedbirsiz olmak üzere ve komşularından iki şahit huzurunda, harcama
yapar. Ve ne kadar harcama yaparsa, onu sonra, mal sahibinden alır. [111]
Bu husustaki isti'car
senedi şöyle yazılır: Filan oğlu filan müste'cir ikrar eyledi. İsmi ve nesebi
isti'car senedinde yazılıdır. Bu müste'cir, ikrarının caiz olduğu hâlde ve.
isteyerek ikrarda bulundu.
Keza, bu da isti'car
senedinde yazılıdır icara veren hududu haklan ve mürafikı kendinin olduğu
halde bu tarihden itibaren senedde mezkûr müstesna gününün gayrisini icâre
müddetinin sonuna kadar, bizim vasfeylediğim iz gibi şu kadar dinara sahih
icarla icara verdi. Filânda, ondan, zikredilen o yeri, şu kadar bedelle ve
sahih bir icarla icarladı ve aralarında teslim tamam olup şer'an icâre.sabit
oldu. tcara veren şahıs, ücretin tamamını, sahih bir alışla aldı. Bu iki âkid,
müstesna kılınan günlerde, icâreyi bozmakta muhayyer bırakıldılar ve senet de,
sonuna kadar yazılarak tamamlandı. [112]
Filan oğlu filan,
filan oğlu filandan, tam bir seneliğine, şu kadar dirheme, nefsini icarladı;
başlangıcı, şu ayın başı, sonu da şu ayın başıdır. Müste'cir, bu müddet içinde,
ona istediği işi yaptırır. O, bu işleri yapmaktan kaçınamaz; ne emredilirse,
onu yapar, bu akid gereğince, nefsini ona teslim eyledi. Ne isterse onu
yaptırır ve her ay çıkdikca da ücretini öder.
Şayet onu, husûsi bir
iş ve sanat için icarlamişsa; şöyle yazılır: Çeşitli tip elbiselerden dikmek
için, icarlandı. Terzilik işinde çalışır ve neyi görür, severse, onu diker.
Kuyu kazmak için
icarianan kimse de, eni, boyu ve derinliği belirlenen kuyuyu kazar.
Çobanlık yapmak üzere
icarlarsa; şu kadar deveyi otlatır. Şu kadar ay, onu otlatmak, korumak,
sulamak, götürüp—getirmek, yaralarını tedavi etmek, sağma zamanı gelince
sütünü sağmak, görevidir. Sağdıktan sonra memesini yıkar. Onun ve yavrularının
bütün ihtiyaçlarını temin eder. Kaybolanını arar. Ücreti şu kadar dirhemdir."
denilir ve ücretin peşin veya va-deli olduğu açıklanır. Ve bu yazı sonuna kadar
yazılıp tamamlanır.
Şayet develer belirli
değilse, yalnız onun ücretlisi olarak kalır; başkasına ücretle çalışamaz.
Şayet onlardan zayiat
olursa, bil-icma onu tazmin eylemez; çünkü bu, müşterek ecirdir. Müşterek ecîr
olan çoban, zayi olan hayvanı ödemez.
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)
böyle buyurmuştur.
İmâmeyn ise buna
muhaliftir.
Şayet, bir kimse,
diğerini Semerkat'tan, Buhârâ'ya kitap (mektup) taşımak için icarlar ve onun
cevâbını getirmesini isterse; o takdirde öyle yapar ve cevabî mektubu ona
getirir.
Bir adam, diğerini
filana yazdığı mektubu filan köyde, filan adama götürmek için —şu kadar
ücretle ve sahih bir icâre ile— icarla-yıp, cevabını da kendine getirmesini
söylerse; bu şahıs, söylenilen ücreti, kendisini icarlayandan muaccel (=
peşin) olarak, sahih bir alışla alır. Mektubu da sahih bir alışla alır ve onu
Semerkant'tan Buhârâ'-ya kadar götürüp, onu, mektup kendisine yazılana verir.
Cevabını da ondan alıp Buhâra'dan getirir ve Semerkant'da kendisini icarla-yan
şahsa verir.
Yazı da böylece
yazılıp tamamlanır. [113]
Bir adam, diğerinden
onun, Zeyrek isimli hindle kölesini icar-ladığmda icara veren şahıs,
"onun, kendi kölesi olduğunu, hâlen elinde bulunduğunu ve uzun boylu bir
genç olduğunu ve kimliğini" söyler; Müste'cir de, onu tam bir seneliğine,
(başlangıcı şu ay, sonu şu ay olmak üzere şu kadar dirheme sahih icâre ile ve
kölenin gücü yettiği kadar onu çeşitli hizmetlerde işte kullanmak üzere
icarlarsa; bu müddet içinde, onun müste'cire hizmet etmesi helâldir. Onun
aldığı ücret de helâldir. Bu, müste'cir, köleyi istediği işinde çalıştırır ve
ona istediği hizmeti yaptırır. Onu, yolculukta da yanında götürebilir. Eğer
başka bir işte çahşacaksa, onu da söyler.
Sonra da, ücretinin
peşin veya vadeli olduğunu söyler. Yazı, böylece tamamlanır.
Onunla yolculuk
yapması şarta bağlıdır.
Müste'cir, icarladığı
köleden kendine, aile efradına ve misafirine sabahtan akşama kadar hizmet
etmesini isteyebilir. Zahîriyye'de de böyledir. [114]
Bir kimse, hizmet
ettirmek ve başka iş yaptırmak maksadiyle bir köle icarladığmda, bu kölenin
yapacağı bütün işleri açıklar, (yazar.)
Sonra da ücretin
vadeli veya peşin olduğunu beyan eder. Vaktini de beyan eder.
Başka bir yerde ise,
şöyle söylenmiştir: Çocuğu ve vakfı, uzun süre icarlamak caiz. değildir. Ancak
mukâtaa olursa; bu caiz olur.
Bir kimse, filan
adamdan, küçük bir çocuğu, işlerini düzeltmek için icarlasa; o günkü ecri misil
olan ücretle icarlar. Bunu noksan-laştırmaz ve haksızlık etmez; Böylece
yazılıp, sened tamamlanır. Zahîriyye'de de böyledir.[115]
Bir adam, bir babadan,
küçük oğlu filanı, şu müddet içinde, şu işte, şu kadar ücretle çalıştırmak
üzere icarlasa; küçük çocuk o müddet içinde o işi yapar ve iş bitince de;
ücretini, —babalık velâye-tiyie,— Müste'cir onun babasına teslim eder.
Böylece yazılır ve
yazı tamam olur. [116]
Bir adam, nefsini,
filan adama, bir veya iki seneliğine, onun için gücünün yettiği kadar, şu işi
yapmak üzere icara verir; o müste'cir de, "onun yaptığı işin ücreti
olarak, her ay şu kadar dirhem vereceğini" söyler; ücretle çalışan şahıs
da, müste'cirden, "yaptığı işin ücretini, yiyeceğe, katığa, giyeceğe ve
diğer ihtiyaçlarına sarf etmek için —sahih bir izinle— izin alsa; bu güzel
olur. Müste'cir, bunu yasaklarsa; o, ancak onun tarafından yeni bir izinle
me'zun olur. Ve nefsini müste'cire, sahih bir teslimle teslim eder. [117]
Süt anne icarlama
akdinde, senet şöyle yazılır: "Filan oğlu filan, filanın kızı filaneyi,
arka arkaya tam iki sene, başlangıcı şu ayın başı, sonu şu ayın başı olmak
üzere icarladı." denir.
Süt anne de: "Şu
senenin, şu ayından itibaren, filan müste'ci-rin şu isimli oğlunu, bu
müste'cirin evinde, kendi sütümden emzirmek ve terbiye edip beslemek ve
emzirme işinde bir noksanlık ve ek-. siklik etmeksizin; her ayın hissesi de şu
kadar dirhem olmak üzere yaptığımız sahih icâreyi kabul eyledim." der. Bu
akid, mecliste yüz yüze yapılır. Çocuk getirilir; kadın onu tanır ve nefsini
müste'cire, bu iş ve çocuğu emzirip bakmak için teslim eder. Her ay geçtikçe de
ücretini alır. Her ücretini aldığı ay da yazılır. Veya peşin aldığı yazılır.
Kocasının ona izin
verdiği; razı olduğu ve bu söylenilen emzirme işi için teslim eylediği;
kadının müste'cirin evinde kalmasına izin verip razı olduğu ve böylece birbirlerinden
ayrıldıkları yazılır.
Bu senet, böylece
tamam olur.
Şayet, bu akid,
kocadan izinsiz yapılırsa; koca, akabinde onu fesh ve men eder. [118]
Ta'lim zamanlarında,
çocuğu iyice öğretmek ve şu kadar dirhem ücretle, sanatın tamamını bütün
yönleriyle, o müddet içinde, şu isimli çocuğa bildirmek üzere, filan şahıs
icarlandı ve icarlayan şahıs, çocuğunu, san'at öğretecek şahsa teslim eyledi.
Ücretin tamamını da peşinen Ödedi." diye yazılır ve yazı tamam olur. Bu
konuda, daha tafsilatlı olarak, şöyle yazılabilir:
Dokuma sanatını iyice
öğretmesi için, çocuğun velisi, Öğreticiyi, her ay şu kadar ücretle
icarladı." denir ve (meselâ) dokumacılığı öğretmesi şart koşulur da, ona
tatbikat yaptırması söylemez ise, bu caiz olmaz. Çünkü bu takdirde icâre,
öğretmek üzerine vâki olur. Halbuki öğretmek ecirin amelinden değil; belki de
öğrenenin fehmin-dendir ve ona karşı da icâre caiz olmaz. Kur'an öğretmek için
icar-lamak gibi... Fakat, üstadı tamamen Öğretip, o çocuğu, o san'atı kendi
başına yapacak hâle getirmek üzere icârlarsa, bu caiz olur. Maksûd da budur.
Bu, ücret dirhemler
olduğu zaman böyledir.
Eğer, çocuğa bir sene
san'at öğretmekte ittifak ederler; sonra da bu müddet içinde, talebe ustası
için iş yaparsa; çalışırsa; bunun durumu şöyledir: Üstadı, çırağa bir senede,
şu kadar ücrete, iyice öğretmek için icarlanır; sonra da üstad tilmizi (=
talebeyi —çırağı) şu kadar ücretle, aynı sanatı kendisi için yapmak üzere,
—ikinci sene— çocuğu icarlar. Bu, önceki gibi misilleme olur. [119]
Filan oğlu filan,
filan oğlu filanı, filan oğlu filan diye tanınan, akıllı ve mümeyyiz olup,
mualliminin söylediğini anlayan ve öğrettiğini öğrenen küçük oğluna terzilik
işlerini öğretmesi ve çeşitli dikişle, çeşitli elbiseler dikmesini belletmesi
için icarlamıştır. Bu icara tam bir yıl içindir ve başlangıcı şu; sonu şudur.
Ücret yüz dirhemdir.
Sonra da bu üstad,
babadan bu oğlunu, ikinci bir akidle —başka bir mecliste-—- icarlar. Devam eden
ikinci sene, önceki senenin ücretine göre şart veya ona ilhak olmaksızın yahut
önceki, ikinciye şart kılınmış veya ona ilhak edilmiş olmaksızın; bu çocuk,
üstadına hizmet edecek, terzilik işi yapıp elbise dikmek üzere sahih bir
icarla icar-lanmıştır. Müddet tamam olunca da ücretini alacaktır." diye
yazılır ve yazı tamamlanır. [120]
Bir müste'cir,
mekkâreciden (= hayvanlarla yük taşıyan şahıstan), her bir eşeğe şu kadar yük
yükletip Semerkant'dan Buhâ-râ'ya, şu kadar dihem karşılığında, belirli beş
eşeği sahih bir kira ile kiraladığında, mekkâreci, ona belirli beş eşeği
gösterir; müste'-cirde onlara razı olup, yüklerini (şu kadar ağırlık olarak)
mekkâre-ciye teslim eder ve o mekkâreci, bunu (yani, yükü Semerkat'dan
Bu-hârâ'ya taşımayı ve o şehirde sahibine teslim etmeyi) kabul ederek, o yükün
tamamını sahibinden sahih bir alışla teslim alıp, kirasmı da icabederse,
kiralayana onu, sahih bir şekilde, şu günde tazmin etmek üzere, ücretini peşin
alır ve şayet e°şekler belirli olmaz ise, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve
arkadaşlarına göre, bu Gâizdir.
Şeyh Ebû'l-Kâsim
es-Saffâr ve ed-Debbusû "Bu fâsiddir. Çünkü, meçhuldür."
buyurmuşlardır.
İmâmeyn'e göre, bu
yazışma sahihtir. Şöyle yazılır: Filan, filandan, şu kadar batman pamuğu
taşımayı kabul eyledi." Veya "Şu kadar adet cevizi taşımayı kabul
eyledi," diye yazılır. Yahut: "Şu kadar ölçek buğdayı taşımayı kabul
eyledi" diye yazılır. Veya: "Şu kadar elbiseyi taşımayı kabul
eyledi" diye yazılır. Ve onların cinsi, ağırlığı, şu beldeden, şu şu
eşekler veya develer üzerinde (her devede şu şu kadar batman yük olmak üzere)
sahih ve caiz bir kabul ile kabul eylemiştir. Onda fesad yoktur; muhayyerlik
de yoktur. Ve bu yazıya "Şu kadar dirheme taşımak üzere, Bağdad'tan, şu
ayın şu gününde, insanların tanıdığı yoldan gece ve gündüz muhafaza ederek
götürüp, şu şehirde, şu mekânda ona teslim edecek ve ücretini tamamen teslim
alacaktır." diye yazılacak ve yazı böylece tamamlanacaktır. Zehıyre'de dp
böyledir. [121]
Devler hakkındaki
hüküm de, eşekler hakkında geçen hüküm gibidir.
Şayet deve helak
olursa, icâre düşer. Ancak, develer muayyen olmaz ise, icâre düşmez.
Eğer mekkâreci şehirde
ölürse, icâre düşer. Fakat sahrada ölürse, —istihsânen— icare baki kalır.
Çıkış vaktini
bildirmek gerekir. Şayet bir sene geçmişse icâre bâtıl olmuştur. İkinci sene, o
yükü, aynı şartlarla taşıması gerekmez; ancak, taşıyıcının, rızası ve
sözleşmeyi tazelemek suretiyle taşıması hâli müstesnadır. [122]
Gemi icarlama
işleminde, akid-nâme şöyle yazılır:
Yük sahibi, tahdadan
yapılmış şu geminin tamamını, sahibinden, nesi var nesi yok her şeyi ile bir
aylığına (evveli şu gün, sonu şu gün), içinde şu miktar buğdayı şu beldeden şu
beldeye, şu kadar dirhem ücretle taşımak üzere ve insanlarla beraber çıkıp,
onlarla beraber gitmek üzere icarladı.
îcâra veren de. icarın
tamamını peşinen aldı..
"Müste'cir, icara
verenin elinden gemiyi, her türlü mâniden, ve nizâdan hâli olduğu halde teslim
aldı. Ve gördükten sonra da gerekirşe tazminat yapılmak üzere birbirinden
ayrıldılar." denilir ve senet yazılıp tamamlanır.
Şayet gemi konuşulanın
aynı değil, gayrisi olursa, senet şöyle yazılır: ..."Şu kadar ağırlıkta,
şu kadar ölçek buğdayı şu beldeden, şu beldeye şu tahtadan yapılmış hertürlü
ayıbtaa selim, sahih bir gemide, bizzat kendisi ile insanlardan sevdiklerini
ve avâne ile ücretlilerini taşımak üzere..." der ve Böylece yazılır. Ve
yazı önceki gibi sona erer. [123]
Taraflardan biri,
icâre vesikası yazılmasını istediğinde, kâtip onun icâre ikrarını yazar ve:
Filandan icâre matını
teslim aldı" derse; bunda hatâ vardır. Çünkü, bu durumda, kendisi için
ikrar olunan şahıs gelerek isti'can inkar edip, malın geri verilmesini irâde
eylese; —ondan aldığım ikrar etmiş olduğuna göre— onun olur.
Burada şu iki durumdan
birisi söz konusu olabilir:
1-) "Ücretim
aldı." diye ikrarım yazıp, "filandan" diye yazmaz, Bu durumda,
almak sahih olur ve ücret sakıt olur. (= düşer.) Şayet gelip isterse, "onu
senden aldım." der.
2-)
"Gerçekten ecir, bu müste'cirden düşmüştür. Ve ondan düşmesi
sahihtir." denilip Kabz söylenmemiş olabilir. Satın almada ve bedelde de
böyledir. Zehıyre'de de böyledir. [124]
Filan hâkim, filânın
vakfının tevliyesi sebebiyle işlerini, ı^an mütevellinin yapmasını kabul
eyledi. Bu mütevelli, o vakıf cümlesinden olan bağı, bütün hudutiariyle,
haklariyle; (ağaçlan, üzüm çubukları ve kökleri, duvarları hariç) (başlangıcı
şu, sonu şu) tam bir seneliğine ve şu kadar dirheme, icara verdi. Bu mütevelli,
ücretin tamamını peşin olarak aldı.
Bütün ma'nilerden ve
münazaadan fariğ olarak taraflar ayrıldılar.
Sonra da bu mütevelli
dirhemleri o kabul edene geri verdi ve ona "haracını vermesini"
söyledi. Vakti gelince, kanalını kazmasını ve ihtiyaç olunca, su yolunu
(menfezini) tamir etmesini ve o dirhemleri, bu işlere sarfetmesini söyledi.
îşte bu durumda, o
mütevelli, bir cihetten vekil olmuş oldu. O da bu vekâleti, şifahî olarak kabul
etti ve ikisi de buna karşı şahit tuttular.
Yazı böylece tamam
olur. Muhıyt'te de böyledir. [125]
Şahsa ait bir kanal
üzerinde bulunan bir değirmen icarlandı-ğında akid şöyle yazılır:
Filan, filandan, özel
bir kanalın üzerine yapılmış bulunan değirmenin tamamını icarladı. değirmende
beş sandık vardır; bunların dördü dönen değirmenler; beşincisi de şâmiha denen
şeydir. Bu söylenenlerin tamamını ya'ni değirmeni icara verdi. Mülkiyet hakkı
o-nundur ve onun elindedir. Yeri şu Kasabanın köylerinden filan köydedir. Bu
değirmen, şahsî kanalın üzerine yapılmıştır. Bu değirmen suyunu şu dereden
alıyor. Hududunun birisi özel kanaldır; ikinci, üçüncü ve dördüncü hudud da
böyledir.
Şayet icarı mukâtaa
yoluyla ise, değirmenin huduaunu söyledikten sonra, -"tamamım bir
seneliğine veya arka arkaya iki yahut üç seneliğine başlangıcı şu senenin şu
ayı olmak üzere, senenin her ayına veya her aya şu kadar dirhem ücretle,
müste'cire fayda olsun diye, geliriyle birlikte icarladı. O değirmen, buğday
veya arpa istediğini öğütür. İcarlayan her senenin ücretini sene sona erdikçe
verir. Müste'cir, icarladığınin tamamını sahih bir alışla teslim aldı. Sanra da
sözleşme meclisinden kalkıp birbirinden ayrıldılar." denilir ve yazı tamam
olur. [126]
Bir buzluk icarlandığı
zaman, akid şöyle yazılır: Filan oğlu filan, şu buzluğun tamamını icarladı.
îcara veren de, onun tamamını, mülkiyet hakkı kendisinin olarak ve o yer kendi
elinde bulunarak, hudutları bilinen bu yeri icara verdi.
Eğer bir yerde üç veya
daha çok buzluk varsa; onların tamamını icarladığım ve hudutlarını yazdırır
ve: "Şu senede şu şu kadar dirheme, sahih bir icâre ile, o buzluklara buz
koyarak faydalanmak;se-' nesi gelince de icar hissesini vermek üzere
icarladı." denir ve senet böylece yazılıp tamam olur. [127]
—Buhârâ çevresindeki
yerler gibi— aslı vakfolunmuş bulunan yerlerin icâre akdi şöyle yazılır:
= "Filan,
filandan, etrafı duvarla çevrilmiş, evi yapılmış, beş dönüm bağı icarladı.
îcara veren de o yerin mülküyet hakkı kendi elinde olduğu hâlde, her şeyiyle
icara verdi." denir. Önce söylendiği gibi yazılıp, akid-nâme tamamlanır.
Şeyhu'l-İmâm Hakim Ebû
Nasr Ahmet bin Muhammed Semerkandî şöyle buyurmuştur:
Bizim,
"yetim"le beraber "baba" lafzım söylememiz, müsamahadır.
Yetimlerin malına
gelince; şayet yetimin bir evi var ve babası veya vasisi onu icara vermek
istiyorsa, onu uzun vadeli olarak icara vermesi sahih olmaz.
Keza, baba veya vasî,
yetim için bir yer icarlamak isterlerse; bu caiz olmaz. Zira, sene içinde icar,
ecr-i misilden fazlalaşabilir.
Vakıflarda da bu
böyledir.
Yetim için icarlamada
durum şöyledir: Ecr-i misil olarak sözleşme yapılır; icâre müddetinde icar
artarsa artar ve bu dorumda baba ile vasî berâet ederler. İbraları, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.), ve İmâm Mu-hamraed (R.A.)'e göre sahih olur. Sonra da müste'cir
için malı — icâre bozulana kadar— ikrar ederler.
îcâre bozulursa,
müste'cir onların ikrar eylediği malı ister.
İmâm Muhammed (R.A.):
"Onun için, bir başka durum daha vardır: Baba veya vasî müstecirden icarı
aldıklarını ikrar ederlerse; icâre bozulunca onu tazmin.ederler."
buyurmuştur.
Şayet müste'cir tevsik
ederse, kendisi i!e Ailahu Teâlâ arasındadır.
Gerçekten baba veya
vasî icâre malını aldıklarını ikrar ederlerse, müste'cir kendisi ile Ailahu
Teâlâ arasında olan maldan berat edemez. Burada, durum, ondan icar kadar bir
şey satmak uygun olur.
Ehvat olanı da
tamamından ibradır. Çünkü aldıklarını ikrar eder ve icâreyi de bozarlarsa, veya
onlardan birisi ölürse; iki maî icab eder: Birisi ikrar eyledikleri, diğeri de
icâre malı ...(ki, onu aldıklarım ikrar etmişlerdi.) İbra sebebiyle de icâre
malından bir şey tazmin eylemek gerekmez.
Burda kaçınması
gereken şey vardır.
Bu yönlerin ba'zısında
icara veren için, ba'zısında da icarlayan için zarar vardır. Çünkü ikrar olunan
mal, müddetin sonuna kadar geri bırakılırsa onu icarlayan zarar görür. Ölüm
veya muhayyerlik sebebiyle icâre fesh olursa; mal, müddetin sona ermesine kadar
tehir edilmekle müste'cir zarar görür.
Şayet te'cil, icârenin
bozulma zamanı ne kadar olursa, fesh vakti meçhul olduğundan te'cil bâtıl olur;
mal hâlde kalır. Bu defa da icara veren zarar görür. Çünkü müste'cir icarladığı
yeri almıştır; elindedir; bedelsizdir.
Bunun yolu; Malı
müddetin sonuna kadar erteleyip; sonra müste'cir, bu ertelemeyi ibtal için,
bir vekil tayin eder.
Bu vecihlerden
herhangi biriyle akd bozulursa, her iki taraf için de zarar zail olur. Vekilin
ta'liki sahihdir.
Zâhirü'r-rivâyede,
uzun müddet ile kısa müddet arasında vakfı hakkında bir açıklama.yapılmamıştır.
Tahâvî'de,
Muhtasar'ında böyle buyurmuştur. Âlimlerden ba'zılan, "uzun müddeti"
temellük korkusundan isbat eylediler. Burada durum, işi hâkime çıkarmaktır.
Yetim veya vakf için
icarlamaya gelince, işte burda bazı durumlar cereyan eder.
İmâm Muhammed (R.A.)
bir vecihde şöyle buyurmuştur: Otuz seneliğini bin dirheme akid yapar. Artık
siz her sene ecr-i misle bakınız. Eğer ecr-i misi elli dirhem ise, on sene
üzerine her sene dirhemlerin altıda biri; son sene de malın kalanı eklenir.
Böylece akid ecr-i misil olur. Sonra da onuncu sene icâre fesh edilir ve akid
yenilenir.
Bu, Şeyhıı'l-Hâkim
el-İmâm Ebû Nasr Ahmet bin Muhammed es-Semerkandî'nin zikreylediğinin
tamamıdır. [128]
îcâre akdi
feshedilirken şöyle yazılır:
Filan, kendisi ile
filanın arasında olan, hududları belirli yerin, şu tarihden, şu tarihe kadar,
şu kadar dirheme yapılan icâre sözleşmesini fesheyledi.
Bunu muhayyer olduğu
için yaptı. Bugün de muhayyerdir; fesh sahihdir. Bunun üzerinede şahid edindi.
En sahih olan fesh,
ortancıl günde yapılan fesihdir.
Çünkü son günde veya
birinci günde yapılırsa ya muhayyerlik sabit olmadan evvel veya sabit olduktan
sonra yapılmış olur. Yukarıda dediğimiz gibi olursa, ihtiyat olur. [129]
San'atkar icarlamrken,
icâre akdi şöyle yazılır:
İcara tutan filan
şahıs, san'atkarı çeşitli elbise dikiminde çalıştıracak ve dilediğine icara
verecek ve onu sefere götürecektir. Şayet hizmet için, çalışma için,sanat için
olduğunda, bunların tamamını beyan edecektir.
Sonra ücretini
açıklayacak; peşin mi va'deli mi olduğunu ve vade müddetini bildirecek; görme
muhayyerliğini de beyan edecektir.
İmâm Muhammed (R.A.),
başka bir yerde: "Küçük için veya vakf için uzun vadeli icâre caiz değildir."
buyurmuştur. "Ancak, mukâtaa caiz olur." demiştir.
Mukâtaa yoluyla
icarlamaya örnek:
"Mal sahibi,
çocuğun işlerine bakan kayyıma icara verir. Üzerine sözleşme yapılan şeyde,
noksanlık ve haksızlık yapılmaz, ecr-i misil ne ise, icar o olur." denilir
ve icara verilen yerin hududu söylenerek yazı tamamlanır. [130]
Mukâtaa, müste'cirin
yeri için olursa; —onun yerini muame-latda kullanmak gibi— şöyle yazılır:
Bir adam, bir yerini,
bir başkasına, belirli bir mal karşılığında icara verdikten sonra, onu mukâtaa
yoluyla, bir başkası, belirli bir karşılıkla icarlarsa; bu durumda, önceki
icara veren, o yerin asıl sahibi üzerine ittifak yapılan ücreti tazmin
ettirir. Uzun süreli icâre tamam olduktan sonra, dilerse; senedin arka
tarafına şöyle yazar: Filan şahıs, mukâtaa yoluyla, filandan, bunu icarladı.
Zikredilen zatın ismi
ve kimliği ve icarlanan yerin mevzii, Hududu, senetde açıklanır. Yazı böylece
tamamlanır.
En doğrusunu ancak
Alîahu Teâlâ bilir. [131]
Bir adama, arazi
sahibi tarafından zirâat arazisi ve tohumu aynen verilse, bu, şöyle yazılır:
Filan şahıs, filan ziraatçıya, müzârara yoluyla, arazisinin tamamım verdi. Bu
arazi zirâata elverişlidir. Ve bu yer, verenin mülküdür. Haklan onundur ve onun
elindedir. Yeri filan köydedir. Hududu şu şudur. Bütün haklan onundur. Tohumunu
da bizatihi arazi sahibi, şu Kadar kür temizlenmiş, beyaz, yeni sulu yer
buğdayı ve şu kadar ölçek olarak vermiştir. Bunları, üç sene, birbiri ardınca,
şu ayın şu gününden, şu ayın şu gününe kadar, sahih müzâraa olarak verdi. Onda
fesad yoktur. Muhayyerlik de yoktur. Müvâada'da yoktur. Ziraatçı, zikredilen
tohumu, zikredilen araziye ekecektir. Bizzat kendisi ve ücretlileri, avenesi,
öküzleri, âlet ve edevatı ile isteği şekilde çalışacak, Allah'ın çıkaracağı
şeyin tamamından, buğdayından, samanından veren ile alan arasında yarı yarıya
veya üçte birli, (ittifaklarına göre) taksim edilecektir. Her iki taraf da,
bunu sahih bir kabul ile kabul eylemişlerdir.*
Ziraatçı, söylenen
yerleri ve tohumu, tamamen teslim almıştır ve alışı, sahih bir alıştır. Veren
de sahih bir verişle teslim eylemiştir. Ve müzâraa meclisinden, her şey
tamamlandıkdan sonra kalkıp ayrılmışlardır.
Tazminatı gerektiren
bir hal otursa, veren, alana ödetecektir.
Daha sağlam olmasını
isterlerse; hâkime müracaat ederek, bunu hükme bağlatırlar. Müslüman bir
hakim, bu ortaklığın sıhhatına hükmeder.
Her ikisi de
nefislerine karşı şahit edinirler ve yazı tamamlanır.
Durumun, vesikada
açıklanmasını söyledik; çünkü, eğer onlar susarlarsa, tohum sahibi belli
olmaz.
Şayet tohumun ikisinin
arasından olmasını şart koşarlarsa, şartları gibi olur,
Zahirü'r-rivâye'de
böyledir.
Bundan dolayı şayet
bir kimse, arazisini, ona, şu kadar sene ağaç dikmek üzere, başka birine verir
ve ağaçlara ve çıkacak olan diğer şeylere yarı yarıya ortak olurlarsa, işte bu
caizdir. Bu durumda dikilen ağaçiar, dikenindir; meyvelerine ortaktırlar. Bu
işe bir vakit tayini gerekir ve o vakit, tamam olunca; o ağaçların sökülmesi
söylenir.
Şayet tohum ayn değil
ise, onu verenin reyi geçerlidir, O takdirde, "tohumla beraber..."
diye yazılmaz. "Ziraat için, araziyi ziraatçıya verdi." diye
yazılır.
"O yeri, ziraatçı
teslim aldı." diye yazılırken "tohumu da beraber aldı." diye
yazılmaz.
Eğer tohum, aynın
"gayrisi ise, bu durumda rey ziraatçıya aittir. Ve bu durumda, tazminat
ikisine râcidir.
Şayet arazide ziraat
olgunlaşmadan, ona bir hak sahibi çıkarsa; müzâri,{ — ziraatci) muhayyerdir:
Dilerse onu söker ve yeri verenle aralarında taksim ederler; dilerse, hissesini
o yeri verene tazmin ettirir ve ziraatın tamamı, verenin olur.
Şayet hak ziraatın
dışında oiursa; "araziyi veren şahıs, ziraatçıya ecr-i misil öder ve
tazminat ikisine birden râci olur. Tazminat zamanı da, her ikisi beraber
tazmin ederler.'' diye yazılır. Ve yazı böylece tamamlanır. Muhıyl'te de
böyledir.
Eğer arazi iki kişinin
ortak olduğu bir arazi olur ve bu ortaklardan birisi, Hissesini zirâat
ortaklığına vermek isterse; vekisa şöyle yazılır:
Filan şahıs, boş olan
şu yerdeki hissesinin tamamını (ki hissesi, o yerin yansıdır; taksim
edilmemişdir. (= muşadır...), iki senimden birisidir. Hudutları, haklan
kendisine aittir.) Sahih bir müzâraa ile, üç sene arka arkaya, şu ayın başından
itibaren, tohumuyla birlikte nafakası O masrafları), ücretlileri, avanesi
ziraatçıya ait olmak üzere, Allah'ın çıkaracağına üçte birli (üçte biri arazi
sahibine, üçte ikisi de ziraatçıya) olmak şartıyla verdi.
Ve yazı, beyan eylediğimiz
gibi nihayet bulur.
Eğer, tohum ziraatci
tarafından ekilmişse, ona ortak olurlar; yâni tohum ikisinin arasından olur.
Tohum arazi sahibinden ise, o zaman, müzâraa fâsiddir. Çıkan mahsul tohum
sahibinin olur. Âmile (- çalışana) ecr-i misil vardır.
Bir kimse, bir yerini,
bir seneliğine, belirli bir ücretle icara verir; sonra da o yeri, o şahsa
zirâat için verir ve tohumu icara veren tarafından olursa; bu caiz olmaz. Şayet
tohum müste'cir tarafından olursa, caiz olur. [132]
İmâmeyn'e göre,
ağaçlar, üzüm çubuğu, yoncalık, bakliyat, yeşillik, kamış kökleri, yetişmemiş
meyveler hakkında muamelât caizdir.
Keza, yerde biten ve
koparılan her şeyde yine muamelât caizdir.
Keza, İmâmeyn'e göre,
Tuz, su halinde ise, onda da muamelât caizdir. Çünkü, onun suyunu sevk etmek
gerekir.
İmâmcyn: "Zift ve
neft hakkında muamelât caiz değildir." buyurdular. Çünkürbuniarda su
şevkine ihtiyaç yoktur.
Bu şeylerin tamamında
muamelat —nümâ bulması için ilaçlamaya muhtaç olurlarsa— câizciir; muhtaç olmazlarsa;
muamelât caiz olmaz. [133]
Muamele işlemi şöyle
yazılır:
Filan, filana şu
yerdeki yeşilliğin tamamını (veya bağın tamamını) verdi, içinde olan hurma
ağaçları, meyve ağaçlan ile, yerin hududunu da beyan eder. Hudutları ve
hakları sahibine ait olmak üzere, bir sene (on iki ay) arka arkaya, şu ay
başından itibaren, sahih bir muamele ile verdi. Onda fesad ve muhayyerlik de
yoktur. Çiftçi bunların tamamına bakacak, sulayacak, koruyacak; bağını
budaya-cak, sararan ve kuruyan dalları kesecek; hurmalığı aşılayacak ve bizatihi
kendisi ve ücretlileri çalışacak. Yüce Allah'ın çıkaracağına — şartlan
gereğince—- ortak olacaklar. Ziraatci verilenin tamamını teslim alır. Tazminatı
da zikrederler. Böylece yazı nihayet bulur.
Şayet bağ, ziraatda
şâmil ise, o da yazılıp iki ayrı sözleşme yapılır; birisi diğerine şart olmaz.
Yerin hududu söylenir. Sonra da "filan, filana bağda olanın tamamını,
ağaçlarını, meyvelerini, ay başından itibaren beş sene mukâtaa muâmelesiyle ve
yarısı çalışana (-âmile—ziraatciye), yarısı da mal sahibine olmak üzere
verdi." denir. Daha sonra da ikinci bir sözleşme ile, "beş sene
müddetle, o yeri, tohumuyla birlikte zirâat için verdi." denir ve beyan
eylediğimiz gibi yazılır.
Tazminata gelince,
"ikisinin birlikte tazmin edeceklerini, her birinin teslim ve tesellüm
edeceklerini" yazmakla yazı tamamlanır, za-hîriyye'de de böyledir. [134]
inan ortaklığında
yazılış şekli şöyledir: ' 'Filan ve filan takva (= Allah'tan korkmak) ve
emâneti yerine getirmek, hoşa gitmeyen şeylerden ve hıyanetten kaçınarak; her
birisi arkadaşına gizli ve aşikarda öğüt vermek üzere, inan ortaklığı
Yapacaklardır. Her birinin, belirli bir sermâyeleri vardır." denir ve sermayeleri
açıklanır. Bu sermayeler üzerine akid (=
sözleşme) yaparlar.
Bu vasıflarla ortaklık
sahih ve caiz olur. Onda fesad olmaz.
Eğer, sermayenin
tamamı ticârette kullanılacaksa, her iki sermâyede çeşitli ticâretlerde
kullanılır, icar alınır; icar verilir; muhtelif şekilde alım—satım yapılır;
peşin veya veresiye verilir; her birisi ayrı ayrı veya birlikte ticâretle
meşkul olabilirler. Kendi mallarım birbirine katabilirler. İstedikleri
kimselerin mallarını da kendi mallarına katabilirler.
Bu sermayeyi,
istedikleri kimselere, mûdarabe olarak verebilirler.
Bu sermayeyi,
ortaklardan her birisi, sevdiklerine ve istediklerine, toplu veya dağınık
olarak emânet bırakabilirler. Ortaklardan her biri, bu sermayeyi dâr-i İslâm
olsun, dâr-i harb olsun, kara olsun, deniz olsun, yolculuğa çıkabilirler.
Bu ortaklar beraber
veya ayrı ayrı çalışabilirler.
Her biri, kendi re'yi
iîe çalışabilir ve AUah'dan nzik diler. Onlardan her biri kâr edip,
sermâyelerini artırabilirler." denilerek yazı tamamlanır ve ortaklar
birbirinden razı olarak ayrılırlar. [135]
İki kişi, aralarında
vücûh şirketi kurduklarında, bu durumu şöylece yazarak vesikalandırırlar:
Filan» filanla, Yüce
AUah'dan korkmak ve ona itaat ederek; emâr neti edâ ve gizlide aşikarda birbirlerine
nasihat etmek üzre, bedenleriyle vücûh ortaklığı yaptılar. İkisinin de
sermâyesi yoktur.
Bu ortaklık, bazen
inan ortaklığında, bazen de müfâveda ortaklığında olur.
inan ortaklığında,
"ticârette ortaklaştılar; binefsihi satın almakta ve onlardan her birisi,
bizzat kendi re'yi ile yalnız veya beraber çalışmak ve birlikte satmak; ve her
biri ayrı ayrı satmak ve herbiri diğerini vekil etmek; bu vekâlet hasebiyle
satış yapmak ve yapılan kârı aralarında yarı yarıya taksim etmek üzere ortak
oldular." diye yazılır ve yazı tamam olur.
Müfâveda ortaklığında
ise şöyle yazılır:
"Ticâretin
tamamında, müfâveda ortağı oldular."-Binefsihîsatın almak üzere,
ticâretlerinden ellerinde olanla birlikte satın alırlar. Onlardan her biri,
kendi re'yi ile satın alır. Birlikte veya ayrı ayn satarlar. Birbirlerini
vekil yaparlar. Kazançlarını, yarı yarıya aralarında taksim ederler." diye
yazılır ve yazı nihayet bulur.
Bu durumda birinin
kârının diğerinden üstün olması caiz olmaz.
sahibine karşı vadia
da caiz olmaz. [136]
İki kişi, sermayesiz
olarak husûsi bir ticâret için, tekabül ciheti üzerine man ortaklığı
kurarlarsa; buna tekabül ortaklığı denir. Ve bu şirket şöyle tevsik edilir:
Filan ve filan
terzilikte kendi elleriyle çalışmak üzere inan ortaklığı yaptılar. İnsanların
tamamından terzilik işini beraber ve ayrı ayrı kabul eylediler. Bu ortakların
ikisi bir veya her birisi münâsip gördükleri şahıslardan, şirketleri namına
icarlama yaptılar. İhtiyaç oldukça birlekte veya ayrı ayrı çalışırlar.
Ellerinde olan metâı, birlikte veya ayrı ayrı satarlar. Böylece
topladıklarını, aralarında yan yarıya taksim ederler, Vadiaya ( ='eksik
satılana) da ortak olurlar ve aralarında bu ortaklık için sözleşme yaparlar.
Yazıda böylece tamam olur.
Buna göre bütün
ameller, temizlik(ilik, boyacılık ve emsali hep böyledir.
Şayet, ortaklardan
birinin işi, terzilik; diğerinin işi temizlikçilik olursa; o zaman da "şu
amelde, şu amelde ortak oldular." diye yazılır. Ve, bu ortaklık da caiz
olur. Biri diğerinden fazla kazansa, bir şey gerekmez. Bu üç ortaklıktır.
Şayet sermâye olursa,
man ortaklığı, müfâveda ortaklığı, ticaret sınıflarının her sınıfında —az veya
çok— ne varsa, sermaye açıklanır. Sonra "Bunun tamamı ellerindedir.
Onlardan her biri ticaretin her sınıfından, peşin veya va'deli
alıp—satırlar." diye yazılır.
Bu böiümde, kâr ve
vadia şartı sahih olmaz.
Keza, sermayeleri
müsavi olmaz ise, yine sahih olmaz.
Buna göre, takabbül
şirketi, vücûh şirketi, vücûh şirketi, müfâveda ortaklığında söylendiği gibidir.
inan şirketinde de
böyledir
Burda müfâveda
ortaklığından bahşedilmiştir ve bütün şirketler böyledir. Her ortaklık
hakkında iki nüsha vesika yazılır. [137]
Şirketin
feshedilmesini isteyen ortak, diğer ortağına karşı şahitlik eder ve şöyle der:
Filân ve filan inan ortağı (veya müfâveda) ortağı idiler. (Nevini söyler
ve" şu sene, ortaklık üzere idiler. Filanın sermâyesi şu kadar; filanın da
şu kadar idi. Bir müddet beraber çalıştılar. Sonra ikisi de ortaklığı bozmak istediler.
Aralarında olan malı tamamen taksim eylediler ve herbiri ondan hissesini aldı.
Sonra, her biri hesablarını gördüler ve herbirinin hesabının doğru olduğunu
anladılar. Taksimleri sahih ve caiz; fesadı ve muhayyerliği de yoktur. Malın
tamamı huzurda, borçla meşgul olan mal yok. Ve ortaklardan her birisi beridir;
hiç birinin diğerinde bir hakkı yoktur. Bu yazıdan sonra, da'vâ da
yoktur," denip, yazı sonuçlandırılır. Şayet yazı mudârabe hakkında ise, o
da aynı şekildedir. Zahîriy-ye'de de böyledir.
îki kişi, müfâveda
veya inan ortaklığı kurmak isterler de, birinin malı olmazsa; bu husus şöyle
yazılır:
Malı olmayan ortak,
malı olandan, onun sermâyesi kadar borç alır ve onu nefsine hisse kılar.
"İsteyerek ayrılırlar..." sözünden sonra yazılır. Sonra ikinci ortak,
ikrarının geçerli olduğu halde, her yönüyle tasarrufa yetgili iken, ortağı
olan filana "şu kadar borcu olduğunu bu borcun ödenmesi lâzım, vacip, hak
bir borç olduğunu; sahih bir karz ile ortağına, onun malından borçlanmış
bulunduğunu; ortağının, onu, kendisine verdiğini; kendisinin de borç olarak
onu teslim alıp, nefsine hisse kıldığını" ikrar eder. bu ikrar şahindir.
Ortağı da onu doğrulamıştır. Tarihi de zikredilir ve yazı böylece tamamlanır.
Şayet ortaklığın
hayvanlar hakkında olması istenirse; bu durum şöyle yazılır:
Bir adamın sığır veya
koyunları var. Onları, ortaklık için birine vermek istiyor. Hasıl olacak kâra
müsavi şekilde ortak olacaklar. Burada durum: Sığır veya koyun sahibi, taksim
edilmeksizin ortaklık yapmak istediği zata yarısını, —belirli bir bedel ile—
satar ve tamamını ona teslim eder. Böylece, o, onları korur ve otlatır.
Onlardan meydana gelen kâra da yarı yarıya ortak olurlar.
Bu isteğin yerine
gelmesi için, hayvanı olmayanın ikrarı yazılır ve şöyle denir: Filan oğlu filan,
ikrarı caiz iken, isteyerek, elinde şu şu kadar sığır, şu şu kadar koyun
bulunduğunu (koyunları tamamını zikrederek)" ikrar eder. Koyunları
söyledikten sonra, "bunların tamamı, ikisinin elinde idi." denir. Ve
yarısı mülk, yarısı da sahibi tarafından emânet" olarak yazılır: Onun
yarısı filanındır, (ya'ni sahibinindir.) Ve **Yüce Allah'ın vereceği rızık,
muttasıl olan fazlalık olan ve munfasıl olan fazlalıkdan yarı yarıya olmak
üzere, ortak oldular." diye yazılır.
Keza, filan, ikrarının
caiz olduğu sırada, isteyerek," zimmetinde hayvan sahibine şu kadar,
lâzım, hak, vacip ve sahih sebeble borç olduğunu; bunun da, o hayvanların
yansının bedeli olduğunu; ondan müşaen (= taksim olmaksızın) satın aldığını;
şer'i şeni iktiza-sınca onu teslim aldığını; alışının sahih olduğunu
diğerini" de onu doğruladığını; bununda hitap olduğunu" söyler ve bu
y oöylece tamam olur. Muhıyt'te de böyledir. [138]
Bir kimse, satış
hususunda vekil tayin edilmek istendiğinde, vekâlet-nâme şöyle yazılır:
"Filan, filanı
evinin tamamını satmak üzere" vekil tâyin eyledi." denilir ve bu
vekâlet-nâmeye o evin hududunu, mürâfikmı, binasını, vekâletin sahih, caiz ve
nafiz (= geçerli) olduğunu ve vekilin kendi reyi ile amel edeceğini, bu hususta
istediği şahsı, vekil yapacağını ve istediğine satabileceğini; her ne yaparsa
caiz olacağını, sattığının parasını alacağını; satılanı, müşteriye teslim
edeceğini; o şahsın bu vekâleti kabul eylediğini," yazar ve "bu
vekâletin, bu vasıflarla yüz yüze; birbirinden ayrılmadan ve bir Şeyle meşgul
olmadan yapıldığım; müvekkilin, vekâlete konu olan şeyin tamamını vekile teslim
eylediğini; onun, bu vekâlet hükmüyle iş yapacağını" yazılır ve bu yazı
sonuna kadar yazılarak tamamlanır. Zabîriyye'de de böyledir. [139]
Alış-verişte bir şahsa
umûmî vekâlet verileceği zaman, vekâlet-nâme şöyle yazılır:
"Filan, filanı
söylenen hususların tamamında vekil tayin etti." denilir ve o şey
vasfedilir. Ve şöyle yazılır:
Sahih ve caiz bir
vekâletle, satmak ve satın almak için bu vekil; müvekkilin bütün mallarına,
bütün emlâkine, satımı caiz olan bütün varlığına, (altından, gümüşten,
elbiseden, araziden, köleden, hayvandan, eşyadan, akardan, gelirlerden,
ölçülenden, tartılandan ve müvekkilin sahibi olduğu —bunların dışında— neyi
varsa hepsinden) vekil olduğu günden itibaren, az çok ne varsa cümlesinin
satımına alımına ister müşaen (= taksim edilmemiş); ister taksim edilmiş olsun;
ister toplu ister dağınık bulunsun, ne zaman ve nasıl isterse (istediği sınıf
mallardan; meyvelerden araziden ve başkalarından) satar ve bedelini alır;
sattığını teslim eder ve bunların tamamını kendi reyi ile yapar. Taksimsiz
olsun, taksimle olsun, toplu olsun, dağınık olsun bütün malları dilediği gibi,
dilediği yerde, dilediği zaman kendi reyi ile satar ve satın alır. Bu işleri
ister peşin, ister vadeli olsun kendi reyi ile yapar. Dilediği şahsı vekil
tâyin eder; istediğim azleder. Nasıl ve ne zaman dilerse dilediğini yapar.
Tekrar tekrar mü-, vekkili için teslim alır ve her ne alırsa, satın aldığı
şeyin parasının tamamını müvekkilin malından öder. İsterse kendi şahsî malından
öder. Sonra da onu müvekkilden geri alır.
Müvekkil, vekile bu
vasfedilenlerin tamamını yapması için izin verir. Vekil de bunları şifahen (=
yüz yüze) aynı mecliste kabul eylemiştir. Zehiyre'de de böyledir.
Bir kimse, başka
birini her şeyine vekil yapmak isterse; vekâletnameyi şöyle yazar:
Filan, filanı, bütün
malım muhafaza için vekil eyledi. O kimse, araziden, evlerden, akarlardan,
gelirlerden, eşyalardan, kölelerden, kablardan ve diğer mallardan, gelir
getireceklerin gelir getirmesine; tamire muhtaçların imarına bakar. İcara
verilmesi gerekeni icara verir. Musalaha yapılması gereken ile musalaha yapar.
Düşmesi gerekeni düşürür; ibrası gerekeni ibra eder; te'cili gerekeni te'cil
eder. Muhiyt'te de böyledir.
Bu vekil, havale
edilmesi gerekeni havale eder; rehin konulması gerekeni rehin kor ve
dilediğini yapar. Zahiriyye'de de böyledir.
Bu vekil, ticârete
ehil gördüğü kimseyi filanın bütün malına ortak eder. Üzerinde müvekkilin,
hakkı bulunan şahsı da'vâ eder. İnsanlarda olan haklan alır.
Bu vekilin yaptığı bu
işlerin tamamı caizdir. Muhiyt'te de böyledir.
[140]
Vekâletnâme yazının
sonunda, şahitler
şöyle şehâdette bulunurlar:
Filan, filanı,
insanlar üzerinde hâli hazırda olan bütün haklarını istesin ve gelecekde onlar
üzerinde olacak bütün hakları istesin ve onların yanında olan bütün hakları
talepetsin diye (ister ayn olsun, ister alacak olsun; ister akardan olsun,
ister araziden olsun; ister çok, ister az olsun; ister da'vâ, ister münazaa
olsun; da'vâ, ister kadılar ister hâkimler, ister hükümdarlar ile olsun) vekil
tayin eyledi. Vekil, sert isbat ve beyyine ikâmesi ile; gerekince yemin,
gerekince hapis, gerekirse taksim; araziden, akardan, paradan evlerden,
hayvanlardan, az çok ne varsa, (vekâlet akdi yapılırken ne varsa,) ve istikbâlde
meydana gelecek şeylerde hakkını almaya ve teslim alınması gerekeni teslim
almaya; tazminat gerekirse ödetmeye; akar, emlâk, naklolunur mallardan ve
başkalarından, sattığının bedelini almaya; satın aldığının bedelini vermeye;
senede ismini yazmaya, hulâsa bütün işleri yapmaya vekil edildi. Vekil olan
şahıs da bunların tamamım kabul eyledi. Bunlar, tamamen şifahan söylendi ve
böylece yazı tamam oldu. Muhıyt'te de böyledir. [141]
Bir kadın, bir adamı,
kendisini nikah etmesi için vekil yaptığında, bu vekâlet-nâme şöyle yazılır:
Filan oğlu filanın
kızı filâne, kendini evlendirmek hakkında, nefsinin yerine filan oğlu filanı
ikâme eyledi. Şu kadar mehir karşılığında nikahlaması için sahih bir vekâletle
vekil eyledi. O filan şahıs da, bu vekâleti, şu tarihten itibaren sahih bir
kabul ile kabul eyledi.
Sonra da, besmele ile
şöyle yazılır:
"Filani filaneyi,
onun vekilinin nikâhı ile söylenilen mehirle, sahih ve caiz bir nikâhla, adil
şahitlerin huzurunda, her ikisi de razı oldukları hâlde tezvic eyledi."
diye yazılır ve yazı tamam olur. [142]
Filan, filanı bütün
haklarını talep etmek ve insanların elinde (yanında) olan hakkım almak,
da'vasına bakmak, yemin talebinde bulunmak, hapsedilmesini istemek, kefil
istemek vekil istemek ve netice olarak her şeyinde sahih bir vekâletle,
vekâleti caiz ve nafiz şekilde, vekil yaptı ve onu nefsinin yerine ikame
eyledi. Vekil de, bunları, vekâlet akdinin yapıldığı meclisde, sahih bir kabul
ile kabul eyledi. Ve aynı meclisten ayrıldılar.
Sonuna kadar yazılarak
yazı tamam olur.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [143]
Filan, filanı hukukunu
talep için vekil eyledi ve nefsinin yerine koydu. Ve müvekkili ona izin verdi:
O da, dilediğim, —kendi gibi— vekil tâyin edebilir. İşte bu vekâlet şahindir,
caizdir, nafizdir. Vekil de, bu vekâleti sahih bir kabul ile kabul eyledi ve
sıhhati tamam oldukdan sonra da akd meclisinden ayrıldılar; yazıda nihayete
erdi.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [144]
Bu vekâlet-nâme şöyle
yazılır:
Filan, filanı, şu
yerdeki, şu hudutlu yerini, bütün haklarıyla, ar-sasıyla, binalarıyla satması
için vekil tayin edip, kendi makamına ikâme etti. Vekil onu, dilediğine satıp,
bedelini alır. Dilediği kimseyi de kendisi vekil eder. Tazminat gerekirse
ödetir. Kendisinden satın alan şahsa; sattığı şeyi teslim eder. Vekâleti
sahihdir; caizdir; nafizdir, O da bu vekâleti sahih olarak kabul eylemiş ve
bunu akid meclisinde açık ve şifahi olarak —ayrılmadan önce ve başka bir işle
meşgul olmadan— söylemiştir. Müvekkil, hakkında vekil edildiği vekil edildiği
şeyin tamamım, o vekile teslim eylemiş; o da, onu, ondan almış ve bu vekâlet
hükmüyle, o şeyin tamamı eline geçmiştir. Müşteri belirli ye o şeyin bedeli
mukadder ise, onu da iyice açıklar ve "onu, filana, şu kadara sattı."
diyerek yazı tamamlanır.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dir. [145]
Filan, filanı tarla,
akar, hayvan, tartılan, ölçülen, köle, câriye, para, elbise, ve benzerleri
gibi bütün mallarını korumak ve bunları faydalanır hâle getirmek için; zirâat
işlerini görmek, bizatihi onu ekmek, dilediğine ziraat için ortağa vermek,
gelirini yükseltici sebeplere riayet etmek, tamir ve ıslahına bakmak, o
mallara ihtiyaç olduğu kadar sarfiyatta bulunmak için ve hiç bir şey satmayip,
mallan muhafaza eylemek maksadıyla vekil tayin edip, onu, kendi makamına ikâme
eyledi. Vekil de sahih, caiz ve nafiz bir vekâletle, bunların cümlesini kabul
eyledi. Zikreylediğimiz şartlarla, akid (= sözleşme) meclisinde, cereyan eden
şeylerin hepsi, açık, şifahen ve yüz yüze konuşuldu. Ve, tarihi atılarak, yazı
tamamlandı. [146]
Filan, filanı, şu
yerdeki arazinin tamamını —sahih bir vekâletle,— filandan satın almak için
vekil tayin eyledi.
Burada en ihtiyatlı
olanı "arazisini, ve binasını satması caiz olandan satın almak
için..." demektir.
Keza, az veya çok,
beğendiği bütün mallardan satın almak üzere, ve kendi re'yi ile hareket
etmeye, ne yaparsa caiz ve geçerli olacağına, satın alınca parasını peşinen
ödemeye, âmirin malından vereceğine, dilerse kendi malından verip sonra geri
alacağına, şayet satın aldığı malda, bir kusur bulursa; onu geri vereceğine;
bunu görme muhayyerliği sebebiyle yapacağına; o şahsın bunların tamamına vekil
olduğuna; kendinin.de istediği şahsı vekil edip, isteyince onu azl
edeceğine" dair ifadeler yazılır ve vekilin bunları noksansız kabul
eylediği, şifahen konuştukları da zikredilerek yazı tamamlanmış olur. [147]
"Filan, kendisi
(müvekkili) için su hudutlu yerin tamamını, bütün haklarıyla beraber
icarladı." denir ve sonuna kadar yazılır. Bu vekâlet, istediği kadar gün
veya ay veya seneye kadar sahih, caiz ve nafizdir. Aynı zamanda, müvekkilinin
malını icara verir; yaptığı her-şey caizdir. Bu vekil, icara verdiği şeyi,
icarlayana (müste'cire) teslim eder; icarını alır. Ve bunların tamamını, kendi
reyi ile yapar, dilediği şahsı vekil yapar; dilediğim azl eder. Nasıl isterse
ve ne isterse, öyle yapar. Yaptığını tekrar tekrar yapar. Vekâlet kendisinde
durduğu müddetçe, istediğini yapar.
Vekil, bu
söylenenlerin tamamını ayrılmadan, önce: yüz yüze olarak kabul eder. Ve vekil
o yerin bütününü, müvekkilinden teslim alır. Bunların tamamı, vekâlet hükmüyle
eline geçmiş olur. tazminat gerekirse, yerine getirir. Şer'i şerifin icabmca
hareket eder. Ve buna şahit edinir.
En doğrusunu Yüce
Allah bilir. [148]
Filan şahıs, şu
yerdeki, şu hudutlu yeri bütün haklarıyla icar-lamak üzere, filanı vekil tayin
eyledi. Onu, fîlan'dan (yani icara vermesi caiz olan kimseden) vekâleti devam
ettiği müddetçe, (dilediği kadar günler, aylar, seneler) müvekkilinin oturması
için, ne zaman ve nasıl isterse icarlayabilir. Müvekkil, onu (vekili), kendi
makamına kâim eyledi. Bu vekil isterse, kendisi sevdiği başka kimseyi vekil
yapar ve vekâletten azleder. Müvekkili için icarlar; icarını, ister peşin
öder; ister, va'deli öder. Parasını, ister müvekkilinin malından verir;
isterse, kendi malından verip, sonradan müvekkilinden alır. lann hepsini kendi
reyi ile yapar.
Sonra da "vekilin
kabul eylediği tazminat" ve onun şahit edinmesi" zikredilir ve yazı,
böylece tamam olur. [149]
Bir adam, diğerini
vasfedilen şeyin tamamını icarlamak Üzre, müvekkilinin oturması için hangi ev
olursa icarlaması için sahih bir vekâletle vekil tayin etti. Bu vekil, bir
yerde bir ev görür ve onu müvekkili için istediği kadar müddetle icarlar ve
ücretini istediği şeyden verir. Sonra, önceki gibi hareket edilir. [150]
Filan, filanı şu
hudutlu ve zirâata elverişli araziyi ziraat için vermek üzere sahih bir vekâlet
ile vekil tayin eyledi.
Bu vekil, dilediği
müddetle, istediği adama zirâat için verdi; tohumunu da verdi. Bu vekilin
yaptığı iş, —çok veya az olsun, hepsi— caizdir.
Bunların tamamı için,
kendisi de vekil tayin edebilir ve vekili ne zaman ve nasıl isterse,
azladebilir. Bu vekil yaptığı işleri, hep kendi reyi ile yapar; istediğini,
kendi makamına getirir. Ve ona kendine teslim edilenleri teslim eder. Müzâraa (
= ziraî ortaklık) olarak verir ve gerekeni, —müvekkili için— alır. Kendisi de bu
vekâleti kabul eder. Yazıda, teslim, tazminat ve şâhid tutma hususu da
zikredilir.
Şayet tohum
müvekkilden ise, o da yazılır ve "tohum bu müvekkilindir." denir.
En doğrusunu Yüce
Allah bilir. [151]
Şu yerdeki arazinin
tamamını müzâraa için sahibi olan ve ziraat için vermesi caiz bulunan şahıstan
alan bir kimse; o yere caiz olarak ve ekin ekmesi için bir vekil tayin ederse;
bu vekil oraya, tohumu kendinden olmak üzere —ister yazlık, ister kışlık— bir
mahsul eker. "Bu vekil, kendi reyi ile çalışır." denilir. Ve yazının
devamı önceki gibi yazılır.
Şayet tohum araziyi
verenden ise, o da öyle yazılır. [152]
Filan, filanı, şu
yerdeki bağın tamamını almaya vekil eyledi. Bağın hududu, haklan tamamen
onundur. Vekâleti şahindir. Sahibinden, o bağı, muameleyi beraber yapmak için,
—kaç ay ve sene isterse,— az çok bir nasib ile olan âmil, onu koruyacak,
sulayacak, onun ıslahı için çalışacak ve istediği kimseyi vekil yaparak, onu
kendi makamına koyacak; bunların tamamını kendi reyi ile yapacak ve yaptığının
tamamı geçerli olacak; aldığının tamamını müvekkili için alacaktır.
Kabulü ve şahit
edinmeside zikredilerek yazı tamamlanır.
Bu durumda, bu
vekâletle istediği bağı, istediği ağaçlan, istediği zaman, istediği hisse ile
alabilir; bu caizdir. Yazıya da böylece yazılır. [153]
"Filan, filanı,
bütün haklarını talep için filan babadan kalan mirası sebebiyle ve nesebini ve
babasının öldüğünü isbat, vârislerin adedjni tesbit, da'va ve münazaa haklarına
bakmak için vekil tayin etti." denilir ve yazı tamamlanır. [154]
Filan şahıs, isteyerek
şöyle ikrar eyledi: "Filanı, bütün yerlerine, oraların imarma; mallarına,
bütün harcamalarına; borçlarının ödenmesine; gelirini teslim almaya ve başka
şeylere vekil tayin edip, yerine kâim ettikten sonra, onu vekâletten çıkarmak
ve onun elinde olanların tamamını almak istese, bu durumda vekil, vekil olduğu
günden itibaren, o güne kadar cereyan eden işleri sıhhatli bir şekilde hesap
eder. Ve vekil, elinde olanın tamamını eda eder. Bunları müvekkiline vermekle
beri olur ve bu müvekkilin o vekilde hiç bir hakkı kalmaz. Hiç bir yönden,
da'vâ ve husumet hakkı da kalmaz. Vekil de bunlarm tamamını doğrular. İkisi de
buna şahit edinirler ve yazı tamamlanır.
En doğrusunu Allah
bilir. [155]
"Vekil olan
şahıs, filandan, müvekkili için, onun emri ve onun musallat eylemesile,
filandan alacağının tamamını aldı ve onu noksansız, tam olarak müvekkiline
teslim etti ve o, talep olunandan berî oldu. Borçlu senedi vekile verdi. Ve
müvekkil için, matlupte, onun üzerinde, yanında, beraberinde, elinde bir şey
kalmadı ve bunların tamamından kurtuldu7" denir. Bu yazı da böylece tamam
olur. [156]
Bir kimse, diğer bir
şahsı vekil tâyin edip, vekil de bunu kabul eyledikden sonra; müvekkil, vekili
vekâletten azlederse; bu vekil, bu durumda da müstakil vekâletle vasfolunan
durumların tamamında vekildir.
Diğer bir cihetten de,
şöyle yazılır: bu vekil, ne zaman müvekkil tarafından reddedilirse, o,
müstekil vekâletle vasfolunan durumların tamamında, onun vekilidir.
İki emr cem olur ve
bunlar, birbirine vav ile atf olunursa; bu sahih olur. O zaman şöyle yazılır:
"Gerçekten müvekkil, ne zaman vekili"azl ederse, o, diğer bir yönden
yine vekildir, [157]
Bir kimse, belirli bir
müddet ve belirli bir icâre için, bir başkasını vekil kılarsa; onu şöyle
yazar:
Filan, filanı (on iki
ay, birbiri peşinde ve başlangıcı şu ay olmak üzere) tam bir sene, şu kadar
dirheme, sahih bir icâre ile icarla-dığında, bu icarede fesad yoktur, kara
veren, müste'cire, —karşılık olarak aldığı malı—satabilir. Bütün mallarda
böyledir; akar olsun,di-ğer emlâk olsun, a'yan olsun, menkul olsun satışı
caizdir. Müste'-cir, icâre müddetince ona malik olamaz. İcara veren şahıs, o
belirli icarın tamamını alır. Müste'cir de, tamamını ona verir ve ondan berî
olur. [158]
Filan, filanı, şu işe
vekil tâyin ettiğinde, bunu yazıp, "kabul" yerine gelince şöyle
yazar: Tevkil (- vekil etme) meclisinde bulunmayan filan, —haber kendisine
erişince, onu kabul ederse— vekil tâyin edildi; bu durumda vekâleti geçerlidir.
Bu haber, o vekile ulaştığı zaman, vekâleti kabul ederse; ona şahitler
yazılır. Onlar: "Filan (ya'ni vekil) isteyerek ikrar eyledi." derler.
Bu yazının tarihi de yazılır.
Keza, "yazıda
olan şeylerin tamamına vekil tayin edildi." diye yazılır.
Bu kabul yazısında,
besmele'den sonra "vaktaki, filanın tayin eylediği tevkil haberi,
kendisine ulaşınca; onun tamamını, caiz bir kabul ile, kabul eyledi ve filanın
vekil eylediğ her şeye söylendiği ve vasfolunduğu gibi vekil oldu." Bu
yazı, böylece tamam olur. [159]
Vekilin azli hususunda
şöyle şahitlik yaparlar: Gerçekten filan (yani müvekkil) bilerek şu ikrarda
bulundu: Filanı, bu nüshada yazılı vekâlet-nâmenin tazammun eylediği her şeye
vekil eyledim.
Vekâlet-nâme nüshası:
Bismillahirrahmânirrahîm...
Bundan sonra... Şu
günde, ona karşı hitap ederek, azlini ve ta-sarrufdan ei çekmesini filan ve
filanın huzurunda söyledi. Onlar, buna şahit oldular ve kulaklarıyla duydular.
Ve onlar, bu müvekkilin bu vekilin ayınlanyla, isimleriyle, nesebleriyle
tanındıklarını biliyorlar ve bu söylenenlere karşı şahitlik yapıyorlar. Şayet
azl şifahan olmaz ise; ona bir haberci yollar ve ona bunu bildirir. "Onu
azleyledi; elini her şeyden çekti." sözünden sonra, "müvekkil, filan
ve filanı tebliğci olarak, vekile yolladı ve onu azleylediğini, vekili
bulunduğu her şeyden elini çekmesini ona bildirdi." diye yazılır. [160]
Filan şahıs, şöyle
ikrar eyledi: gerçekden filan şahsın, şu kadar dirhem alacağı vardır. Bu
alacak şu müddete'kadar te'cillidir. Eğer bu malı mahallinde ve bu müddet
içinde ödemez ise, (sonu üç gün üç gecedir.) şu yerdeki, şu hudutlu evi
istediği bedele satmaya sahih bir vekâletle vekil edildi. Ne zaman —o borç, ona
vasil olmadan— azledilirse; işte o, bu satışa vekildir. Ve bedelini almaya da
vekildir ve bu vekâleti geçerlidir. Borcunu ödemedikçe, bu vekilini azledemez.
En doğrusunu bilen
Yüce Allah'dır . Muhiyt'te de böyledir. [161]
Bu husustaki yazı
şöyle yazılır:
Filan, filanı, şu
evdeki şüf'ayı talep etmeye vekil eyledi. Evin hududu şudur. Şüf asını aldı ve
hüccetle isbat eyledi. Ve vekili, husûmetde da'vâda bedeli ona vermekde ve evin
şüf asını almakda yerine kâim eyledi. Filan da bunu kabul eyledi. [162]
Buda şöyle yazılır:
Filan, filana şu kadar dirhem verdi, (veya dinar verdi.) Ve bu nakdin vasıflan
ile mikdarmı açıkladı. Bu mü-dârebe sahihdir. Bu müdârip orda amel etsin ve bir
şeyler satın alsın diye, önce ticâret malından ve eşyalardan başlar; sonra, o
satın aldığını satar. Peşin veya veresiye vererek, müdârabe malı ile ticaret
yapar. Ticâret nev'üeri için, istediği kişiyi,... müdârabe malından satması
ve satın alması için vekil yapar. O da ticaret nevilerinden birini yapar.
Bunlar, dâr-i İslam'a olsun, dâr-i harbe olsun, sefere çıkarlar. Yolculukta
kendi nefsi için harcama yapar ve yapdığımn tamamı Allah'ın tarafı ilâhisinden
vereceği nzık için kendi reyi ile ya-ır. Kâra yan yarıya ortak olurlar.
Şayet bir noksanlık
olursa işte o mal sahibine aittir. Eğer kâr ursa, işte ona ortakdırlar. Bu
müdârip,.mudâraba malının tama-m sahih bir alışla teslim alır ve akid
meclisinden, —her şey bittik-n sonra— sözleri ve bedenleri, birbirinden ayrılır
ve bunların ta-Lamını ikrar ederler. Zehıyre'de de böyledir. [163]
"Gerçekten filan,
bir nefse, da'vâ için, onun emriyle kefil oldu." sözümüze filan, ona nefsini
teslim etmek için şahit oldu. Ne zaman,' onu iddia eder ve isterse; nefsini ona
teslim etmeyi, hangi vakitte olursa olsun, —gecede veya gündüzde— aralarında,
onu, ondan men edecek bir hâil olmaksızın mütâlebe mümkün olursa; nefsini ona
teslim edecek. Filânda bu kefaleti, yüzyüze şifahi olarak kabul eyledi.
-
Şayet, kâtip dilerse,
"filan, nefsinin filanın hasmı için, ne zaman dav'â ederse nefsini ona
teslim için kefil olduğunu ikrar eyledi." diye de yazabilir. Bunu sonuna
kadar yazar.
Şayet, bu hususda daha
kuvvetli vesika isterse, şöyle yazar: "Kefil, kendisi için kefil olunan
şahsa, mekfûlün bihden berî oldu." Ve tarihini de yazar.
Keza, ne zaman iddia
olunursa, o zaman hazır olur. İlâ ahirihi...
En doğrusunu Yüce
Allah bilir. Mnhıyt'.te de böyledir. [164]
Bu durum şöyle
yazılır: Filan, ikrarının caiz olduğu hâlde şöyle ikrar eyledi: O, filan oğlu
filanın hasmı için, kefil oldu. Ne zaman isterse, o zaman nefsini teslim eder.
Şayet istenildiği zaman nefsini teslim eylemezse; kendisinden dolayı kefil
olunan şahıs yerine zâmin (borçlu) olur. Mekfûlün leh dirhemler veya
dinarlardır. Kefalet şahindir; ona razı olmuştur. Ve buna, bi nefsihî, kefalet
meclisinde sahih bir icazetle izin vermiştir. Onu da muhatap olarak tasdik
eylemişdir. Şayet kefalette müddet varsa, "hasmı için" diye
yazıldıktan sonra; "filan, nefsini ona bir ay geçtikden sonra, —bu
târihden itibaren ne zaman nefsi için talebde bulunulursa— teslim etmek için
kefil olmuştur." diye yazılır. Zahîriyye'de de böyledir. [165]
Malla ilgili kefalette
de, bi nefsihî kefâletde söylediklerimiz gibi yazılır.
Kabul sözünden önce,
şöyle yazılır: "Şayet bu gün ödemez veya talep edildiği zaman nefsini ona
teslim eylemez ise," (ki ona karşı iddia edilen malın tamamına kefil
idi.) Bundan sonra, filan kefilden ve filan mekfûlün anhden, —her birinden—
malın tamamını alır. Dilerse, bu malın tamamını ikisinden, dilerse, birisinden
alır. Ne zaman ve nasıl isterse öyle alır. Alacağını alınca, onların ikisini
de ibra eder; hiç birinde borç kalmaz. Bunların tamamı, matlup için, filanın
emri ile yapılır ve nefisleri üzerlerine şahit edinirler.
Şayet bir beldede
teslimini şart koşarlarda, başka bir beldede teslim ederse; İmim Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, borcundan kurtulur.
İmâmeyn'e göre ise,
şart koşulan yerde teslim edilmedikçe, berî olamaz.
Keza, hâkim
meclisinde, teslim için "şu yerde" diye yer belirlenir ve mekfûlün
anh teslimden imtina ederse; teslim etmesi için, ona cebr edilir.
Keza, borçlu başka bir
beldede olsa bile, talibin beldesinde vermeye cebredilir.
Şayet, bunu inkâr
ederse yemin verilir; beyyine olmayınca cebredilmez.
Bizim, "filan,
borçlunun emriyle, malın (borcun) tamamım, filâna (alacaklıya) Öder,"
sözümüze şâhid şehâdette bulunur. Bu sahih bir tazminattır ve o malı vermek
vaciptir. Filan, onu ne zaman ve nerede, ne şekilde isterse, öyle alır.
İki kefil olursa,
şöyle yazılır: bu filan isterse, kefillerin ikisinden alır; isterse, onların
birinden alır. Eğer, onların birinden tamamen alırsa; her ikisi de beraat
ederler. Eğer onlardan her birinin kefaleti —arkadaşının yerine malın
tamamına— şart kılınırsa o kefillerden, herbirinin, kendi hissenini tazmin
edecekleri de yazılır. Mal (alacak) sahibinin, bu kefillerin, her ikisinden de
talep etme hakkı vardır. [166]
Filan adâmm, şu
oğlanın babası üzerinde, şu kadar hak, vacip ve —ödenmesi—lazım olan alacağı
vardır. Bu oğlanın babası öldü; onun şu kadar dirhemi veya şu kadar arazisi
mirası olarak oğluna kaldı. Bu mîras, ölen babanın borcundan daha fazla olunca;
oğlan o malın tamamından, babasının borcunu, alacaklısına, tazmin eder. (=
öder.) Bu tazminat, sahih ve caizdir. Filan da, (alacaklı da) bunu şifahen
kabul eylemiştir ve o mal, alacağının yerine, tazminat olarak filanın
olmuştur. Artık, o malı vermekten kaçınmak doğru olmaz. Alacaklı, ne zaman
isterse o zaman alır. Tazminatı bozmaya hüccet de yoktur. Nefislerine karşı
şehâdette bulunurlar.
Biz "elinde olan
tereke" diye yazdık. Çünkü, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.), şöyle buyuruyor: Ölen
zat, bir şey terketmez ve onun yerine, başka bir insan, onun borcunu öderse;
bu caiz olmaz.
Şayet ölen şahıs mîras
bırakmazsa; şöyle yazılır: Filan Öldü; geride bir şey bırakmadı. Oğlu, onun
zimmetinden kurtulmak için, hakkına riâyeten kendi malından tazminatta
bulundu. Hâkim de, bunun cevazına hükmeyledi. Müslümanlar arasında bu kefalet
sahih oldu ve tazminat gerekti. Yazı da böylece tamamlandı. [167]
Kendisine kefil olunan
şahıs, borcu, kefilin ödediğini ikrar ederse; bu husus şöyle tevsik edilir:.
Filan, üzerinde filan
için şu kadar dirhem borç olduğunu ve onun ödenmesinin sahih sebeple hak, vacip
ve lâzım olduğunu" ikrar eyledi. Filan da ona talip için, onun emriyle,
sahih bir kefaletle kefiİ oldu. Bu kefil, gerçekden, borçlunun yerine, o borcun
tamamını ödedi ve kefil ikrar olunanı tasdik eyledi. Bunu da yüz yüze
yaptı." denir ve yazı tamam olur. [168]
Havale yazısının
sonuna, "müslüman şahitler, buna karşı şahitlik yaptılar." diye
yazılır. Şahitlerin tamamı, şöyle şahitlik yaptılar: Filan şöyle ikrar eyledi:
Filanın, filanda şu kadar dirhem hak, vacip ve sahih sebeble lâzım alacağı
vardı. O filan, bu alacağın tamamını, bu talibe havale eyledi. Bu talip de
muhatabe olarak bu havaleye razı oidu ve havale meclisinde kabul eyledi.
Böylece, malın tamamı, bu havale sebebiyle, havale olunanın oldu. Artık filan
için, bu malı vermekden kaçınma yokdur. Alacaklı ne zaman isterse o zaman
alır. Yazı da böylece tamam olur. [169]
Havale eden kimsenin,
kendisine havale olunan kimsede malı (alacağı) olursa; bu durumda mukayyed
olarak havale yapar ve bu havale şöyle kaydedilir;
Filanın, filanda şu
kadar ve filanın da, filanda şu kadar malı vardı. Ona havale eyledi. O da
havaleyi kabul eyledi.
Şayet asıl borçlunun
beraatı şartıyla kefil olursa; bize göre, bu da bir havaledir.
Borç, senedli ve
tarihli olur ve orada da "sahih sebeble, vacip borçtur." diye yazılmış bulunursa; bu bir ikrar olur.
Eğer borç, satılan bir
şeyin bedeli veya bir şeyin tazminatı yahut başka bir sebeble olmuş bir borç
ise böylece sabit ve zahir olur.
Şayet havale va'deli
olursa, şöyle yazılır: "Havale eden beri oldu ve bu mal, ondan sakıt
oldu. Bu mal, kendisi için havale edilen şahsın oldu. Kendisi için havale
edilen şahısla, kendi üzerine havale olunun şahıs, borcu bir ay te'cil
eylediler ve mühlet verdiler; bu zaman geçtikten sonra, alacaklı nasıl dilerse
ve ne zaman isterse taleb-de bulunur. Artık ondan imtina yokdur. Malın tamamını
öder.
Eğer acz zamanı,
havale edene dönmeyi şart koşarlarsa; o da şöyle yazılır: bu mal, kendisine
havale yapılan şahsa ulaşmaz ve üzerine havale yapılan şahıs onu ödemekten
—ölümü, kaybolması,— bunaması veya iflas etmesi yahut inatlaşıp vermemesiyle
veya inkâr etmesi sebebiyle aciz olursa; bu havale, havale edene döner ve alacaklı
ondan talep eder. Muhıyt'te de böyledir. [170]
Filan şanıs,
isteyerek, şöyle ikrar eyledi: Onun, manın üzerinde, şu kadar hak, vacip ve
lâzım olan alacağı vardı ve o, kendi alacaklısını, ona havale eyledi. O da
havaleyi kabul eyledi.
Sonra da kendi üzerine
havale olunan şahıs, alacaklıyı, kendisinin alacağı bulunan filan şahsa havale
eyledi. O da bu havaleyi kabul eyledi.
Sonra da ikinci olarak
üzerine havale olunan şahıs, bu beldeden başka bir beldeye gitti. Alacaklı
hakkını almakdan aciz oldu. Kendine havale eden şahsa mürâccat eder; havale
edecek şahıs ds —önceki gibi,— kendine havale eden şahsa mürâcat eder; sonra da
ikinci defa kendisine havale olunan şahıs, gittiği yerden geri gelirse; önceki
havale yapan şahıs, o malı, havale edilen şahsa vermesini — iki havalenin de
bozulup, birbirlerine rücû etmeleri sebebiyle— ister ve o malın tamamını kendi
üzerine havale edilen şahıstan alır. Önce-ki havâleci, "isteyerek malın
tamamını aldığını; havale olunanın da tamamen verdiğini" ikrar eder ve
bütün da'vâ, sahih bir beraatla beraat eder ve da'vâ kesilir; kimsenin kemsede
alacağı kalmaz.
En doğrusunu
bilen ancak AHahu
Teâlâ'dır. Zehıyre'de de
böyledir. [171]
Bir kimse, borcunu,
alacaklı olduğu bir şahsa havale ederse; havale yazısında şöyle denilir:
Müslüman şahitler,
şöyle şehâdette bulundular: "Filanın, filanda şu kadar alacağı vardı. Keza
filanın da, filanda şu kadar alacağı vardı. Borçlu, alacaklısını, kendisinin
alacaklı olduğu şahsa havale eyledi. O da, bu havaleyi ve ona malı vermeyi
kabul eyledi." denir. Ve sonuna kadar yazılır. Yazı da tamam olur.
Zahîriyye'de de böyledir. Meselâ: 4ii, Veli'den alacaklı; Ahmet de Ali'den
alacaklı olduğunda; Ahmed, alacağını Ali'den istedi. Ali de, onu Veli'ye havale
eyledi. Veli, onu ödeyince, da'vâ halledilmiş olur ve kimsenin, kimseye
diyeceği kalmaz. [172]
Da'va ve husûmetlerden
sulh yazısı şöyle yazılır: *'Filan oğlu filan, şöyle ikrar eyledi."
denilerek, onun ikrarı sonuna kadar yazılır. Ve o, filanla, bütün da'vâ ve
husûmetlerden sulh oldu. Bu husûmetler, şu kadar borçla ilgilidir. Taraflar
karşılıklı olarak da'vâ ve husûmetlerin kesilmesi hususunda sulh ( = anlaşma)
yaptılar Da'vâcı da, bunu sahih bir kabul İle kabul eyledi. Sulh meclisinde,
sulh talebinde bulunan borçlu, sulh bedelini ödedi. Sulh yaptığı şahıs da, onu
sahih bir alışla alıp, kabul eyledi.
Bu sulhdan sonra, hiç
bir da'vâdan eser kalmadı; ne büyük, ne küçük, ne eski, ne yeni, ne susan, ne
de konuşan, ne hayvan, ne de a'yan, ne menkûl, ne de mahdûd; ne dirhem, ne
dinar, ne de kendisine mal denilen bir şeyle ilgili sebeblerden bir sebeble,
vücûhlardan bir vecihle, da'vâ eseri kalmadı. Sulh yapan, sahih bir ikrarla
ikrar eyledi. Sulhu kabul eden de bunu doğruladı.
Bu suret, bütün
sulhlarda asıldır. [173]
Sulh olmak isteyen
çocuğun babası ise, şöyle yazılır: Filan oğlu filan şöyle ikrar eyledi: Filan,
bütün husûmetlerden, ismi şu o!an küçük oğlu (o isimde başka oğlu da yoktur.)
Adına, şu kadar dirhem karşılığında suih oldu. Yakînen biliniyor ki, bu sulh,
küçük için, husûmetin devamından daha hayırlıdır. O hakkın bu küçüğe ait
olduğuna dâir âdil bir beyyine olmazsa; bu da'va def edilebilir. O filan da bu
suihu sahih olarak kabul eyledi. Bu bedel, bu küçüğündür. Onu, sahih bir alışla
sulh meclisinde almıştır.
Şayet sulh yapan şahıs
bir yabancı olur ve ona, hâkim, sulh için izin vermiş bulunursa; bu durumda
senet şöyle yazılır:
Filan oğlu filan
(kendine izin verilen şahıs) şöyle ikrar eyledi: Bu sulh, küçük için yapıldı ve
füan oğlu filan hâkim tarafından bu sulhu yaptı ve sulh bedelini aidi. Bu
durumu da ikrarının caiz olduğu sırada, her yönüyle kasden ikrar eyledi ve
iddia olunan şahısla bütün husûmetlerden bu küçük için sulh oldu ve buna hâkim
tarafından —sabînin, babası tarafından ve başkası tarafından vasisi bulunmadığı
sırada, şu kadar dirhem karşılığında sahih şekilde bir sulh yapması için— izin
verildi. Bu sulhun, sabî hakkında hayırlı olduğu yakînen biliniyor. Onun
içindir ki bu sulh yapıldı." denilir ve yazı da tamam olur. Zehıyre'de de
böyledir. [174]
Filan oğlu filan,
şöyle ikrar eyledi: Belirli bir küçüğe karşı, filan oğlu filan, babasının
(veya vasisinin) huzurunda ve onun yüzüne karşı şöyle iddia etti: Sahih
sebeble, bu babanın (veya vasinin) elinde bulunan yerin tamamı, kendisinin
hakkı ve mülküdür. O babanın (veya vasinin) elini ondan çekip, onu kendisine
teslim etmesini talep ediyor. Yer elinde, bulunan şahıs da bunu inkâr ediyor ve
' 'Bu mülk, bu çocuğundur. Onun hakkı olup, babasının (veya vasisinin)
elindedir. Bu bir hakdır. Ondan el çekme ve onu teslim etme yoktur."
diyor. İddiacı da, şehâdeti caiz olan şahitler getiriyor. Bu mal üzerine sulh
yapılıyor (ki, bu sulh, çocuk hakkında daha hayırlıdır.)
Bu davadan dolayı da
iki taraf babanın, sabînin malından da'vâcıya şu kadar dirhem vermesi üzerine
anlaşma yapıyor. Bunu şifanı olarak da kabul ediyorlar ve küçüğün malından,
anlaşma gereğince bedel veriliyor. Ve küçük için, onun aynında, parasında,
kıymetinde, gelirinde, eski ve yeni bir hak kalmadığını ikrar ve bunu yüz yüze
şifahen tasdik etmekle, hâkimin hükümüyle bir da'vâ kalmıyor. Ve yazı,
—yukarıda geçtiği gibi— tamamİanıyor. Zehiyre'de de böyledir. [175]
Bilinen şahitler,
şöyle şehâdette bulundular: Filan oğlu filan, bu kadının kocası idi. Bu kadın,
filan oğlu filanın kızı filânedir. Ve, sahih nikâhla, kocasının nikahlısıdır.
Bu kadının kocası öldü. Geride tereke bıraktı; vârisler de bıraktı. Bunlar bir
karısı ile oğullarıdır. (Oğullarının adı. ve adedi de zikredilir.) Tereke
olarak, onların eline hudutları şu olan bir arazi ile hududu şu olan evi ve
hudutları şunlar olan dükkanları ve isimlen şunlar olan köleler ile adedi,
cinsi, sıfatı ve kıymeti beyan edilen şu elbiseleri ve hayvanlardan, atlardan,
katırlardan, eşeklerden, sıfatları ve adetleri bildirilen şunları bıraktı.
Kadın, bundan sonra, bakiyye kalan mehrini iddia eder; onlar da, bunu ikrar ve
inkâr etmezlerse; sulh, onlar için hayırlı olur. Ve kadının bütün haklarına
karşı caiz' ve nafiz bir sulh ile anlaşma yaparlar. Bu durumda, bu sulhte bir
şart yoktur; fesad da yokdur; muhayyerlik de yoktur. Kadın, sulh bedelinin
tamamını almıştır. Diğerleri de onu tamamen vermişlerdir.
Verilenin tamamı
hudutlarıyla, vasıflarıyla, adetleriyle yazılır.
Bu sulh sebebiyle,
bağlar, bahçeler, ağaçlar, meyveler ve bütün gelirleri onların olur. Kadının
artık onlarda bir hakkı kalmadığı gibi bir talebi ve da'vâsı da kalmaz.
Her hangi bir sebeble,
bundan önce yaptığı bütün da'vâ bâtıl olmuştur ve bundan sonraki beyyineler
yalandır; iftiradır.
Bundan sonra istenecek
olan yemin zulümdür düşmanlıkdır. Bu sulhu cümlesi yüzyüze, aynı Mecliste kabul
etmişler ve isteyerek birbirlerinden ayrılmışlardır. Zehıyre'de de böyledir. [176]
Hudutları ve terekeden
a'yanı zikrettikten sonra, şöyle denilir: "Filana ödenmesi vacip ve lâzım
olan borç bıraktı. Filana da şu kadar borç bıraktı."
Sulh ve ödemeyi
ikrardan sonra da şöyle denilir: "Artık, sulh ve ibradan sonra, kadının
bir hakkı kalmadı. Hiç bir durumda, da'vâ hakkı da kalmadı. Hakkı tamamen
ödendi. Ancak, vasfedilen borcu müstesna... Çünkü, o sulha dahil değildir.
Şayet, o borç için de
da'vâ olmamasını isterlerse, onu öderler ve şöyle yazarlar: Bu söylenenlerin
tamamı, kadının bütün hakları ve ölenin bütün borçları şartsız olarak,
mallarından ödendi ve alacaklarını aldılar. Alacak ve da'vâ hakkı
kalmadı." Ve, bu yazı sonuna kadar yazılır. [177]
Yukarıda geçen,
"kadın, kocasında kalan mehrini, vârislere karşı iddia eyledi."
Lafzına kadar .—aynen— yazılır.
Bu mehir, kadın için
terekede borç olur. Onun için, şahitler de iddiası üzerine şehâdette
bulunurlar. O mehri, vârislerden biri de ödemedi. O küçük hakkında tavassutta
ve sulhda bulunuldu ve aralarında sulh cereyan etti. Hâkimin izniyle, mehir ve
bedel da'vâsmda o sulhu büyük vârisler kabul ettiklerinden, küçük içinde,
—kabul velayeti bulunan şahıs— sahih bir kabulle kabul eyledi. [178]
Sulh, vârislerden
bulûğa erişmiş biri tarafından yapılınca, akid şöyle yazılır:
Filan oğlu filan,
şöyle ikrar eyledi: Gerçekten filan, filan ve fi-lâne (ki bunlar ana baba bir
bacı ve kardeştirler.) Anaları filân kızı filane ile babaları fülanın terekesi
ve terekede bulunan bütün hakları hakkında husûmetlerden anlaşma yaptılar.
Keza, yaptıkları bu sülhü (anlaşmayı) sahih bir kabulle kabul eylediler.
Malın üçtü biri,
dörtte biri veya altıda biri hakkındaki sulhler .bu vecih üzeredir. Zehıyre'de
de böyledir.
Şayet, terekede
dirhemler ve dinarlar varise, sulh bedeli söylenirken, o dirhemlerden ve
dinarlardan, fazla hisse olduğunu söylemek uygun olur. Zehıyre'de de böyledir.
İmâm Mubammed
(R.A.)'den sorulmuş:
—Bir şahıs, bir yeri
da'va ediyor ve sahibiylede sulh olmak istiyor. O da, sulhu kabul etmiyor; bu
caiz olur mu?
İmâm şu cevabı vermiş:
—Evet, caiz olur.
İnkâra karşı sulh, bize göre caizdir.
İmâm Şâfî (R.A.) buna
muhaliftir.
İbnü Ebi Leylâ da
muhaliftir.
Şayet da'va olunan
şahıs müddeîye karşı bir hüccet oisun diye bir senet yazmak isterse; şöyle Yazar:
Bu senet, filan
içindir. Yâni iddia olunan filan şahıs tarafından yazılmıştır. Müddeî, "şu
hudutlu ve şu yerde bulunan" evini iddia ediyor. Bu ev da'vâsı karşısında,
yedi miskal ağırlığında olmak üze-ıe şu kadar dirhemle, senin iddia eylediğin şeyin,tamamına
karşı sulh yaptık. Ben de buna razı oldum. Ona karşı sulh yaptım ve senden sulh
bedeli olan şu kadar dirhemi tamamen aldım." der ve yazı tamamlanır.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.), İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed (R.A.) böyle yazarlardı.
Semti'de şöyle yazardı:
"Bu yazı, filan oğlu filan tarafından, filan oğlu filan içindir. Ben,
sana karşı, şu hudutlu ve şu yerdeki evi iddia eyledim." der; "evini
iddia eyledim." diye yazmaz.
Senti, şöyle
buyururdu. Şayet "senin evin" diye yazsaydık, bu, "mülkün, iddia
olunana âit olduğunu" ikrar olurdu ve bundan sonra, nasıl olur da, onu,
"benim" diye iddia edebilirdi; ve nasıl sulh yaparlardı?
Fakat, "elinde
bulunan ev" diye yazarsak; bu, "o evin, müd-dea aleyhin
olduğuna" delâlet etmez. O zaman da'vası sahih olur. Mülk kendinin olur ve
Sulh da sahih olur. Muhıyt'te de böyledir. [179]
Birbirini da'vâ eden
iki kişi arasındaki sulh işleminde, sulh yazısının sonuna şöyle yazılır;
Şahitler, şöyle
şehâdette bulundular: Filan, hüküm meclisinde, filana karşı şu kadar dirhemi
iddia etti. O da, onu inkâr eyledi ve ona karşı sahih sebeblerle şu kadar
dirhemi iddia eyledi.
Tereddütleri ve
ihtilafları uzadı ve da'vâyı hüküm meclisine ilettiler. Husûmet çoğaldı; niza
şiddetlendi; tevassutcular (= arabulucular) ortaya düştüler ve bunları sulha
çağırdılar. Sulhun hayırlı olduğunu, Allah'ın kitabı ife bildirdiler.
Onlar da kabul ederek,
anlaşma yaptılar: Filan, filana şu kadar dirhem verecek; o da onu kabul ederse;
bu sulh sahih ve caiz olur; husûmeti keser. O da, ondan o verileni alır ve
"Bir alacağının kalmadığını;" ikrar eder. Bütün da'valar beraat
eder. diğeri de onu kabul eyleyip doğruladı. Birinin, diğerine karşı bir
iddiası kalmadı. Da'vâsı da kalmadı; talep edeceği bir şey de kalmadı.
En doğrusunu Allah
bilir. [180]
Şahitler, şöyle
şehâdette bulunurlar: "Gerçekten filan, filâne-nin vekilidir. Vekâleti,
onun tarafından da'va almak, sulh, ikrar, tazminat ve vekâlet-i mutlaka için
sabittir. Bu vekil filan, filan ve filana karşı şöyle iddia ediyor:
Müvekkilesi onların babalarının karısı idi. Babaları filandır. Kadın, onun
sahih nikâhla ve belirli mehir üzerine karısı idi. O, bu onun nikâhının
altında iken öldü. Ve şu şu kadar tereke bıraktı. Vârisler haksız yere, bu
terekeyi istilâ eylediler. Kadın, onlardan mehrini ve mîras hakkım (bunların
bedelinin tamamını) istedi. Onlar da bunu kabul ettiler. Ve terekenin tamamım
taksim eylediler. Kadının hissesini verdiler. O zaman vekil, bu taksim
fâsiddir; sahih değildir; karışıklık hâsıl olmuştur; fahiş aldatma vardır;
terekede saklamalar olmuş ve aralarında husûmet uzamıştır zannetti.
Bu durumda şehir
halkının ileri gelenleri, bilgin kişileri toplanarak bir yerde sözleşme
meclisi kurup bu mes'eleye hal çaresi bulmak için, ara bulucu olarak filân
hâkimin huzurunda, onları sulha çağırdılar. Onlar da ittifak eylediler.
Müvekkile olan filâneye, bütün da'vâsına, husûmetine karşılık, şunu şunu
vermeye razı oldular. Vekil de vekâleti hükmüyle, bütün da'vâsından, mehrinin
bedelinden, kocasının terekesinden, sahih, caiz ve bütün da'vâ ve husûmetleri
kesici, niza'lan def edici bir sulh ile sulh oldu. Diğerleri de bunu kabul
eylediler ve cümlesini isteyerek sulh bedeli olan ve o terekeden, bu müvekkile
kadın için olan bu malın gerektiğini ikrar ettiler. Onlar, sulh bedeli olan
evleri müştemil, şu yerde, şu hudutlu, kıymetli şu olan yeri ve şu yerde, şu
hudutlu ve bütün haklarıyla şu şu kadar kıymette, olan, şu bağı kadına
verdiler.
Keza, vekil de bunu
kabul eyledi; tamamı kadınındır. Kadın, mânilerinden fariğ olarak tamamım
teslim aldı. Vârisler de, mezkûr sulh bedelinden beri oldular ve "bu iki
yerin mülküyetinin, müvekkile olan kadına ait olduğunu ve onların hakkı
bulunmadığını, onlardan birininde başkalarinında hakkı bulunmadığını da'vâ da
olmadığını" ikrar ettiler. Ve bu durum sonuna kadar yazılıp yazı
tamamlanır. [181]
Şahitler, şöyle
şehâdet ederler: Filan, (yani baba) ve filan (yani koca) ikiside isteyerek,
şöyle ikrar eylediler: Filâne öldü. Vâris olarak da koca ile babayı terk
eyledi. Bunlar (şu, şu) belirli kişilerdir. Kadın mal da terk eyledi ve bu
ikisi ona vâris oldular. Bunlardan başka da vâris bırakmadı. Terekenin yarısı,
kocaya isabet eyledi. Çocuksuz öldüğü için... Babaya da, farîze olarak altıda
bir hisse düştü. Kalanını da asabelik sebebiyle aldı. Kadın, şu yerdeki evin
tamamım mîras bıraktı. Onun terekesinin tamamı, kocasının elindedir; babasının
elinde değildir.
Bundan sonra da koca,
bütün haklan için, baba ile kızının terekesinden kendi hissesine karşı sulh
oluyor.
Altın, köle ve
hulliyettan aynın tamamı huzurlanndadır." Bu sulh sebebiyle, da'vâ halledilmiş
olur. "Eğer bunlardan her biri, diğerini ölen kadının terekesinden,
zikredilen bu sınıflardan dolayı dâ'vâ eder veya birisi, bir sebeble, onun
sağlığında veya ölümünden sonra da'vâ eder; şahitler de şehâdette bulunur
yahut yemin talebinde bulunur veya bir yazı çıkarırsa; bunların tamamı
bâtıldır; merdudtur." denilir ve bu yazı (senet) tamam olur. [182]
Emânet da'vâsından
dolayı yapılan sulh akdi şöyle yazılır: O, önceki da'vâsından dolayı sulh
yaptı. Yani, onun yanına emaneten bir şey konulmuştu ve o bu emâneti almıştı.
Sonra da emânet sahibi, ondan bu emâneti istemiş; o da onu inkâr eylemiş ve bu
emânet onun zımnında kalmıştı. Eğer o emânet, mislî veya kıymet sahibi) bir
şey olduğunda, kıymet sahibi ise, ve bu durumda o da'vâ için şu kadar dirheme
sulh olursa; bu sulh sahih olur. Emâneti inkâr etmekle beraber o bedelle, o
sulhu kabul ederse; bu kabulü sahih olur. [183]
Bir adam, şöyle iddia
eylese: Filan adam, babasını, demirle ve kasden, haksız yere, zulmen ve
düşmanlıkla öldürmüştür. Ölen adam da, kendisinden başka vâris bırakmamıştır.
Onun için kısas vardır.
Da'vâlı da bunu kabul
ederek, "ona uyacağını; nefsini ona teslim edeceğini; kısasın yerine
getirilmesini" söylese; sonra da bu da'-vadan dolayı karşılıklı sulh
olsalar; onu da şifahî olarak, sahih bir sulhla kabul eylese; bu hâl husûmeti
keser ve da'vacı, da'vâlıdan sulh bedelini alır. Böylece da'vâ beraat eder.
Şayet öldürülenin bir
alacaklısı veya onun vasiyet eylediği herhangi bir alacaklı çıkarsa; oğlu,
kısas bedelinden onu tazmin eder. Bu tazminat, caiz ve sahih olur. Bu sulhdan
sonra, hiç bir hak ve da'vâ kalmaz. İlâhirihi...
En doğrusunu Yüce
Allah' bilir. [184]
Bir adam diğerinin sağ
elini, kasaen, zulmen, haksız olarak mafsalından kestiğini iddia ederek bu
cinayet sebebiyle kısas talebinde bulunur; da'vâlı da sulh olmak ister ve
da'vâcı da bunu kabul eder de, bir mal mukabili sulh olurlarsa; bu yazı da
Önceki gibi yazılıp, tamam olur.
En doğrusunu Yüce
Allah bilir. [185]
Bir kimse, diğerini
da'vâ ederek: "Haksız olarak, Hata ile babamı öldürdü. Ondan diyet
talebinde bulunuyorum." der; diğeri de bu da'vâdan kurtulmak için "şu
kadar dirheme, şu tarihden itibaren üç sene va'deli ve her sene o dirhemlerin
üçte birini vermek üzere," sulh olmak isterse; sahih bir suih ile sulh
oldular; diye yazılır ve bunun sonuna da hâkimin hükmü ilâve edilir. [186]
Bu durumda suih-nâme
şöyle yazılır:
Şahitler, şöyle
şehâdette bulunurlar: Filan, filanın kölesi olan filan şahsı veya hintli köleyi
yahut rumlu câriye filâneyi kasden, zulmen ve düşmanlıkla, demirle öldürdü.
Kölesi ölen şahıs da müslü-manlar arasında hükmü geçerli ve âdil olan, şu
hâkime müracaatla, beyyinesi ile birlikte kısas talebinde bulundu. Diğeri de
(da'vâlı da) şu kadar dirheme sulh olmak istedi. Da'vacı bunu kabul eyledi ve
sulh oldular. Bu durum sonuna kadar yazılır ve sonuna da hâkimin hükmü iîâve
edilir.
Şurût Kitabı'nda, İmam
Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Bir adam, diğerinin,
"kardeşini kasden öldürdüğünü" iddia edip, "kendisinden başka,
onun bir vârisinin olmadığını" söyler; diğeri de bu diyete karşılık, üç
seneye kadar diyet bedelini ödemeyi kabul ederek, sulh talebinde bulunursa; bu
sulh caizdir. Diyet bedelinden aza sulh olsalar; yine caizdir.
Ba'zı âlimler buna
—yukarıda geçtiği gibi— muhalefet etmişlerdir.
Katil, bunu yazmayı
murad ederse; şöyle yazar: Gerçekten kardeşin fiian oğlu filanı, ben öldürdüm.
Sen de onun vârisisin senden başkada, onun vârisi yoktur. Ben, seninle,
kardeşinin kanına bedel olarak, şu kadar dirheme anlaşma yaptım." der ve
yazı tamam olur. [187]
Bütün âlimlere göre,
büyüğün sulhu caizdir.
İmâm Ebû Hanife
(R.A.)'ye göre, bir büyük hakkını almaya sa-hibse; sulh yapma hakkına da
sahihtir.
İmâmeyn'e göre ise,
büyüğün sulhu, kendi nefsinde sahihdir. Kısas düşer; küçüğün hissesi, mal
olarak baki kalır.
Şayet sulh
yazılacaksa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, büyük tarafından —söylediğimiz
gibi— yazılır.
İmâmeyn'e göre de,
sulh yazısı, büyüğün nasibi hakkında yazılır; başka değil... küçüğünde nasibi
mal olur. Bir adam, kasden birisini öldürür ve onun da velisi olmazsa; imâm
onun kanından bedel sulh olsa; bu bil-ittifak böyledir.
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)
ve İmâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuşlardır: Kısas hakkını alan ve ona malik
olan, sulha da mâlik olur. İmâm Ehfi Yûsuf (R.A.) ise "İmâm vasî gibidir;
vasî ise sulha malikdir; imamda sulha mâliktir. Çünkü, burda müslümanlara fayda
vardır. Yazmak isterse böyle yazar. Zehıyre'de de böyledir. [188]
Şahitler şöyle
şehâdette bulundular: Filan ile satıcı ve müşteri, isteyerek şöyle ikrar
eylediler: Gerçekten filan, filandan şu kadar dirheme, bir köle satın aldı.
Karşılıkla teslim - tesellüm de yaptılar. Bundan sonra müşteri, bu kölede bir
kusur buldu. Satıcı, kusurundan dolayı ibrada bulunmadı. Bundan sonra o aybı
sebebiyle, müşteri bu kölleyi reddeyledi (geri verdi) ve onu da ikrar.eyledi.
Satıcıda onu doğruladı. Zikredilen kusurdan dolayı, onun hissesi durduruldu.
Sonradao ayb için şöyle anlaşma yaptılar: Satıcı, müşteriye şu kadar dirhem
verecek; müşteri de o kusurdan vazgeçecek... Böylece sulh yaptılar. Sulh sahih
oldu. Müşteri satıcıdan o bedeli aldı ve hakkından vazgeçti ve birbirinden
ayrıldılar. Yazı da tamam oldu. İkisi için de böyle yazılır. [189]
Şahitler, şöyle
şehâdette bulunurlar: Filan: "kendisi ile filanın arasında ortaklık
bulunduğunu; alıp, verdiklerini, mikdarını da bilmediklerini" söyledi.
Artık birisi, sulh olmak istedi. Sulh olmaya ittifak ettiler ve ikisi de sulhu
kabul eyledi. Yüz yüze anlaştılar."
Bu husustaki yazı,
böylece tamam olur. Örneği, yukarıda geçmişti.
Bu yazının sonunda,
hâkimin hükmü bulunur. Çünkü, meçhul için sulh, İmâm Şâfî (R.A.)'indinde caiz
değildir. Bize göre ise, ma'lum bedel üzerine caizdir. [190]
Köle da'vasından sulh
hususunda şahitler şöyle şehâdette bulunurlar: -
Filan oğlu filan,
filan oğlu filana karşı da'va açtı. Bu şahıs, isminden başka bir şeyle
tanınmıyor. Onun sahih mülkle olan kölesi, itaattan çıkmıştır. Kölelik
hükmüyle, onun itaat ve inkıyad etmesini istiyor. Diğeri de bir şeye mukabil
sulh teklifinde bulunuyor. Efendi de buna icabet ediyor ve o şeye karşı anlaşma
yapıyorlar. Sulh sahih oluyor ve bunu da karşılıklı olarak kabul ediyorlar; bu
durumu da yüz yüze konuşuyorlar. Bedelin tamamım da, efendi alıyor. Bu durumda
da'vâcının, da'vâhda hiç bir şeyi kalmıyor. Bu sulhtan sonra, da'vası ve
husûmeti de kalmıyor.
Bu şekildeki sulh,
hayvan hakkında da caizdir. Ve, bu da mala karşı ıtk gibidir.
Fakat, bunda velâ
yoktur. Çünkü hayvan köleliği ikrar eylemez. Bu sulh-nâmede be'delin yeride
zikredilir: Kölenin memleketi, gençliği ve ayıplardan salim olduğu söylenir.
Veya: "Câriye hindlidir; gençtir; ayıplardan salimedir." denilir.
Zimmette olan vasıflan
belirli elbiseye karşı sulh yapmak da caizdir. Bunun cinsi, vasfı, sıfatı,
va'desi açıklanır ve teslim yeri bildirilir. [191]
Bir adam, bir kadına
karşı "o kadının, kendi karısı ve sahih nikâhla helâli, menkûhası olduğunu
ve bu kadının cima'dan sonra, itaatten kaçındığını veya duhûlden sonra itaatden
çıktığını" söyleyerek, kadına karşı mallardan bir sınıf eşya iddia
ediyor; kadın da onu inkâr ediyor ve bir şey üzerine sulh (= anlaşma)
yapılmasını istiyor; o da kabul ederek, nikâh da'vâsından sulh yapıyorlar ve
bu mal ve husûmet da'vâsından, şu kadar dirheme, sahih bir şekilde anlaşma
yapıyorlar. Kadın da, bunu sahih bir kabul ile kabul ediyor. Koca, bu sulhun
bedelini sıhatli bir şekilde alıyor. Bundan sonra, nikâh ve mal da'vâsı kalmaz.
Bu durum, selefin
kitabında mevcuttur.
Âlimlerimizden
ba'zıları, bu ciheti bâtıl görüyorlar. Çünkü nikâhtan bedel almak veya mal
almak muhtar olan bâtıldır. Bu gibi anlaşmalarda, mal ve tatbik sualsizdir. [192]
Bir kimse, bir kadına
karşı iddiada bulunarak, "o kadının, kendi karısı olduğunu ve malından şu
kadar almış bulunduğunu; kendisine itaattan imtina ettiğini" söylüyor.
Kitabü'ş-Şürût
Kadında bunların
tamamını inkâr ediyor.
Sonra da bütün da'vaya
karşı, şu kadarla anlaşma yapıyor. Bunu da şeraitine uygun olarak yazıyor.
Adam, bir kadına karşı
nikâh iddiasında bulunuyor; kadın da bunu inkar ve başkasının nikâhını ikrar
ediyor. O adam da, bunu ikrar ediyor. Bu durumda o kadını, ona sormadan ve
talep etmeden, ihtiyaten bâinen bir talak boşar. Ve yazı da böylece
tamamlanır. [193]
Bir adam, "bir
kadının kendisinin karısı ve helâli olduğunu; ondan bir oğlunun da bulunduğunu;
adının filan olduğunu; kadının ise, kocasına itaatten imtina ettiğini"
iddia ederek; onun, nikâh hükümleriyle itaatini ve inkıyadını ister; kadın da
onun karısı ve helâli olduğunu kabul eder; fakat kocasının üç talakına, sefere
çıkmayacağına; kadından ayrılmayacağına, başka bir yere gitmeyeceğine; yemin
ettiğini; ancak, kadının izniyle bunları yapabileceğine; halbuki, sefere
çıkmış, kadından ayrılmış ve onun izni olmadan başka bir beldeye gitmiş
olduğunu; bunları yeminden sonra yapmakla, yemininde hânis olmuş (= yemini
bozulmuş) üç talâk sebebiyle kendisinin ona haram olmuş; üç hayız görmeklede
iddeti tamam olmuş; sonra da başkasıyla evlenmiş bulunduğunu; söyler ve bu
haramlık beyyi-nelerle sabit olup, hâkim tarafından da doğrulanarak Hükme bağlanmış
olursa; sonra da aralarında sulh vâki olursa, beyan eylediğimiz gibi yazılır
ve yazı tamam olur. Zehıyre'de de böyledir. [194]
Yazılır ki: Filan oğlu
filan, ikrarının her yönü ile caiz olduğu bir sırada ikrar edip, filan oğlu
filana karşı "onun küçük oğlu filanı, beş yaşında iken sünet eylediğini,
süneti babasından izinsiz yaptığını, ustura ile haşefesini kestiğini, bu
uzvunun menfaatinin yok olduğunu ve eski haline dönmesine de imkan kalmadığını;
çocuğun idrarını tutamadığını ve bu hususta bilir kişi olan cerrahların ittifak
eylediğini; mevcut bu işten dolayı, tam diyet gerektiğim ve onu
istediğini" diye iddiada bulunur; iddia olunan şahıs da, hâkimin huzurunda
bunları ikrar edip, vasfedilen menfaatin kendi fiili ile zail olduğunu inkâr
ederek, başka sebeblerden zail olduğunu" söyler ve aralarında da'vâ
uzayıp; baba, iddiasını isbattan âciz kalır ve "böyle devam etmektense,
sulh olmak daha hayırlıdır." diyerek aralarında anlaşma yapıp; baba
babalık velâyetiyle, şu kadar hâlis, yeni, gümüş dirheme sulh olursa; artık o
küçüğün, bu sulhdan sonra, da'vâ-lıya karşı yapacağı bir şey kalmaz. Az veya
çok husûmet de kalmaz, îddia olunan şahıs da bunu kabul ederse, mes'ele hal
edilmiş olur ve böylece yazılır. Zehıyre'de de böyledir. [195]
İmâm Muhammed (R.A.),
Asi kitabında şöyle buyurmuştur:
Bir yeri aralarında
taksim eden kimseler, bu taksimi yazmak isterlerse, şöyle yazarlar:
"Filan, filan ve filâne, filanın yapmış olduğu birinci hududu şu, ikinci,
üçüncü ve dördüncü hududu da şu şu ve şu olup bu hudutlar içinde olan evi kendi
aralarında taksim eylediler."
Âlimler bu hususda
ihtilaf eylediler:
Birincisi,
başlangıçta, İmâm Ebû Hanîfe (R. A.) ve arkadaşları böyle başlarlardı.
Tahâvî: "Şâhidîer
şehâdet ederler." diye başlardı ve "filan, filan, filan sahih bir
şekilde, kendileri, isimleri, nesebleri tanıtıp, ikrarlarının, akılları,
bedenleri yerinde ve bütün yönleriyle işlerinin caiz olduğu hâlde olduğunu
yazardı.
İkincisi: İmâm
Muhammed (R:A.): "Hududu şu şu olan evi, arşınla taksim eylediler; bu
evden, filane şu kadar arşın yer; filane, şu kadar arşın yer; filana da şu
kadar arşın yer (şu mevkide) isabet eyledi." diye yazar ve ev daha önce,
ellerinde idi; mülkleri idi." diye yazmazdı. Ve şöyle yazardı:
"Bunlar sıhhatli hallerinde akılları, vücutları yerinde ve her yönüyle
işleri caiz iken, şöyle ikrar eylediler: "O ev, onların ellerinde
mülkleridir ve her birinin hissesi şu kadar arşındır. Bu evin tamamı taksim
edilmemiş muşadır. Ve o evdeki hisselerine her birisi razı olmuşlardır."
Keza, her birinin, o evde, şu kadar arşın hudutlu yeri vardır: Filanın şu
kadar; filanın şu kadar; filanın şu kadardır ve bu hudûduyle hakkıyla onundur.
Üçüncüsü: İmâm
Muhammed (R.A.),taksimde tazminat yazmazdı.
Tahâvı ve ehli şurûtun
tamamı: * 'Taksimde kime neresi isabet ederse, orası ona verilecektir/' diye
yazarlardır.
İmâm Muhemmed (R.A.),
şöyle yazardı: Ortaklardan her birisi hududu ve hakkı ile kendine isabet edeni
alırlar, mâni ve nizadan fariğ olarak birbirinden ayrılırlar.
Müteahhirîn âlimleri
şöyle yazarlardı:
Şahitler, şöyle
şehâdette bulunurlar: Filan ve filan, filan evi bütün müştemilatı ile, yeri
ile hududu ile hakları, murafıkları, arsası, binası az çok nesi varsa, hepsine
aralarında müşterektirler ve ellerindedir. Filanın şu kadar, filanın şu kadar,
filanın da şu kadardır ve her birinin hissesi üçte birdir. Bunlar, bu taksime
razı olmuşlardır. Filana isabet eden yer, kapıdan girişin sağ tarafıdır. Bu
evin kapısı doğuya açılır. İçinde üç tane ev vardır; birine şu, birine şu,
birine de şu denir ve üzerinde iki oda, aralarında bir de sofa vardır. Sofanın
uzunluğu şu kadar, genişliği şu kadar arşındır. Arşın da, beldenin arşınıdır.
Onlardan birine isabet
eden de, kapudan girince sol taraftadır." der; güzelce vasfını yapar.
Üçüncüye isabet eden de giriş kapısının karşısında, evin sonundadır. Bu üç
yerin hudutları belirlidir. Böylece, her birine, o mahdut yerden hisseleri
isabet eylemiştir; hadleri ve haklan kendilerine aittir. Evin giriş kısmı,
dehlizi müşâ olarak terkedilmiştir; üçü de o yerden faydalanırlar. [196]
Bir evi aralarında
taksim eden kimselerin müştereken ortak oldukları, şu yerdeki büyük yol sahih
bir taksimle taksim olmuştur;
mtabü'şŞürût
caizdir; onda fesad
yoktur; muhayyerlik yoktur. Her birisi, kendisine isabet eden yeri almıştır.
Bu taksim ve teslim bütün manilerden uzaktır. Ve onlar, bu taksim meclisinden,
sahih bir taksimden sonra, her biri görerek ve rızalarıyla yerlerini alarak,
birbirinden ayrılmışlardır. Birbirlerinde hak kalmamış; da'vâ kalmamış;
isteyecek bir şey de kalmamıştır. Bundan sonra açılacak da'vâ bâtıl ve
merdut-tur. Ve nefisleri üzerine şahitlik yapmışlardır. Bu sonuna kadar yazılıp,
yazı tamamlanır. Mohıyt'te de böyledir. [197]
Şahitler, şöyle
şehâdet ederler: Filan, filan ve filan, şahitlerin yanında, ikrarları sahih,
isteyerek, akılları başlarında bedenleri sağlam, işleri caiz olduğu hâlde
şöyle ikrar eylediler: Babalan ölmüş ve geride tereke olarak, bir miktar at
bırakmış; üç oğlundan başka da vâris bırakmamış ve onlar, bu terekeye ortak
olmuşlar. Ortaklıkları alesseviye (= eşit bir şekilde) dif; birbirine
müsavidir. Tereke ise sınıf, sınıf; renk renktir: Onlardan bir kısmı altı
aylıktır; bir kısmı ise üç yaşındadır; bir kısmı da beş yaşındadır. Mirasta
borç ve vasiyet yoktur. Bunları aralarında taksim etmek istedikleri zamanki hak
ve adalet üzre toplandılar. O atlara, şu şu kadar kıymet takdir eylediler.
Sonra da onu hak ve adalet üzere hayfsiz ve aldatmaksızm taksim ettiler. Bu
durumda filana şu; filana şu; filana da şu isabet etti. Hayvanların yaşlan ve
kıymetleride yazılır ve her biri kendi hissesine düşeni tanır.
Bu da kur'adan sonra
olur. Onlar taksim yapıp hisseleri ayırınca, kendi rızaları ile kur'a
çekerler. Kur'a sonunda, her biri kendine isabet eden hisseyi alır. Bu,
birbirine teslim olur ve her biri diğerine karşı berat etmiş olur.
Bu durumda da'vâ ve
husûmet kalmaz. Herkesin hissesine düşen kendinin olur.
Bundan sonra;, bir
şeyi iddia bâtıl ve merdûd olur. Birbirinden razı olarak ayrılırlar. Ve buna da
şâhid edinirler.
Deve, sığır ve koyun
da böyledir; yaşları, renkleri ve sıfatları yazılır. [198]
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.): "Vârisler, köleyi taksime cebredilmez." buyurmuş; İmameyi!
ise: "Hâkim cebreyler." buyurmuşlardır.
Kölenin taksimi şöyle
tevsîk edilir:
"... Babalan
mîras olarak terketti." sözüne kadar, yukarıdaki ifade aynen yazılır.
Buraya gelince, "köle (veya câriye) terkeyledi. İsmi ve sıfatı
şudur." denir. Bunlar birden fazla olursa, isimleri ve sıfatları yazılır.
Vârisler, kendi rızaları ile taksim ederler veya: "Kur'a atalım."
yahut: "İşi hâkime çıkaralım." derler ve ondan taksimi üzerine cebr
isterler. Hâkim de gerekiyorsa cebr eder ve bir şahıs göndererek, adi ile
kıymetlerini ta'yin ettirip, aralarında kur'a çektirir. Bu durumda:
"Filâna şu, filana şu, filana da şu isabet eyledi." denir.
Şayet aralarında alış
veriş gibi (veya başka bir) sebep varsa, o da beyan edilir.
Eşyalar, kaplar,
tartılan ve ölçülen şeyler, mîrasda aynı şekilde taksim edilirler. Fakat,
misliyatta kıymet zikredilmez. [199]
Mîras taksimi, çeşitli
şekillerde tevsîk edilebilir:
"Belirli
şahitler, şöyle şehâdet ediyorlar: ...babalan öldü." sözüne kadar, aynen
yazılır; buraya gelince, şöyle denilir: "Çeşitli sınıflarda hayvanlar
terkeyledi... Üç oğluna, mîras olarak şu kadar at ve kısrak (yaşı şu sıfatı
şu), keza şu kadar erkek deve, şu kadar dişi deve, katırdan şu kadar; eşekten
şu kadar, sığırdan şu kadar, koyundan şu kadar, akardan şu kadar (yerleri,
hudutları şuralar) arazi ve dükkanlardan şu kadar (yerleri ve hudutları
belirtilir.) yatak, yastık, sergi,--kaplar, elbiseler ve nakid paralar,
terkeyledi. Bunlar, aralarında üçe taksim edilecektir. Şayet vârisler muhtelif
ise, (ana, baba ve iki oğul; bir kız, bir karı ve emsali gibi...) o da öyle
yazılır ve şöyle denilir: Vârisler, ana, baba, filan ve filânedir. İki oğlu da
filan ve filandır. Bir kızı ise filâ-nedir. Tereke, bunlara ferâiz usûlüne göre
taksim edilir: Karıya sekizde bir; ana ve babaya altıda birer hisse verilir.
Kalan, diğer varislerin olur ve erkekler, kızların iki misli alırlar.
Ferîzanın aslı yirmi dörtden olur ve taksim yüz yirmiden yapılır: Karısı için
onbeş hisse; ana ve babası için kırk hisse; (her birine yirmişer hisse) düşer.
Oğlanların herbirine yirmi altı hisse; kıza ise onüç hisse isabet eder.
Meblağ ikibin dörtyüz
dirhem olunca; karışma üçyüz dirhem isabet eder. Anasına dörtyüz; babasına
dörtyüz; bin oğluna beşyüz yirmi; bir oğluna beşyüzyirmi; kızına da ikiyüz
altmış dirhem isabet eder.
Kadına isabet eden
üçyüz dirheme mukabil, şu hudutlu evin tamamı verilir. Babaya, şu hudutlu
bağın tamamı; diğerlerine de böyle verilir ve böylece yazı tamamlanır.
Zehıyre'de de böyledir. [200]
Hayvanların tamamını
biaynihî tanıdıktan, sıfatlarını, kıymetlerini bildikten sonra, aralarında
kendi rızalarıyla taksim ederler. Onlara bakarlar ve görürler. Ve onlara
karşı, bilgileri, vukufları olur. Mîras tamamen borçdan vasiyetten hâli bulunur
ve aralarında taksim ederler: Onlardan filâna, hisse olarak şu kadar dirhem kıymetinde
belirli kısraklar düşer. Filanın hissesine de, şu kadar dirhem kıymetinde atlar
isabet eder. Böylece develeri de, sığırları da, kapları da aralarında kendi
rızalarıyla taksim ederler. Sonra da aralarında kur'a çekerler. Kime ne isabet
ederse, o, onu alır. Filana şu; filana şu... Ve her biri, kendisine isabet
edeni alır ve her biri aldığını ikrar ederek "birinin, diğerinde hiç bir
hakkının kalmadığını ve bu terekede borç bulunmadığını" söyler. Bundan
sonra, ne zaman bu hususda iddia olursa, işte o bâtıl ve merduttur. Ve
birbirlerinden ayrılarak şahit edenirler. Bu yazı da böylece tamam olur.
Buna, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.), ve İmâm Muhammed (R.A.) muhaliftir. Çünkü
muhtelif sınıflarda olan terekede kur'a ile taksim sahih değildir. Bu, satış
gibidir. Halbuki kur'a ile satış, taş atma gibidir; yâni sahih değildir. Bu
hususda hüküm, hâkime havale edilir. Zehiyre'de de böyiedir. [201]
Vârislerden biri gaip
olursa, mîras taksimi şöyle yazılır: Şahitler şehâdette bulundular..."
ifadesi yazılıp şöyle devam edilir:
"... Filâne kadın
öldü; geride kocasını gaip olarak bıraktı. O, filan oğlu filandır. Bir de küçük
oğul bıraktı. O da filandır. Şu şu_ kadar da tereke bıraktı. Filan da —hâkim
tarafından— onun naibi (vekili)dir. Şer'î nazar yoluyla terekeden gaibin
hissesini: almak ve gaip gelene kadar onu muhafaza etmek için, tereke, vârisler
arasında Allahu Teâlâ'nm ferâizi üzere, taksim edilir.
Ve: "Şu yerdeki,
hududu belirli yer sahih bir taksimle gaibin hissesine düştü. O nâib de gaibin
hissesini niyabet hükmüyle ve sahih bir alışla, şu ayın şu gününde teslim
aldı." diye yazılır. Zehiyre'de de böyledir. [202]
Şurût ehli hîbe ve
sadakanın başlangıcında ihtilaf ettiler.
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)
ve arkadaşları:
"Filan oğlu
filanın yazısıdır." diye yazarlardı.
Semtî de: "Bu,
filan oğlu filanın hîbe yazısıdır." diye yazardı.
Tahâvî ise: "Bu,
filan oğlu filandır." diye yazardı. Müteahhi-rînden olan şürût ehli, ise,
Tahâvî'nin yazdığı gibi yazarlar ve yazının sonuna, şahitlerin şehâdetlerini de
eklerler ve keza: "filan oğlu filan, filana bağış yaptığını ikrar
eyledi." diye yazarlardı.
İmâm Muhammed (R.A.)
hîbe ve sadakada "hibe ve sadaka' 'diye yazmazdı.
Şurût ehlinin tamamı,
"hîbe" diye yazarlardı. Çünkü hîbe, kabul edilmeden caiz olmaz.
Bu, bize göre böyledir.
Hatta hîbe, müşâ olur ve taksim ihtimali bulunursa; bize göre, yine caiz
olmaz. İmâm Şafiî (R.A.) buna muhaliftir,
. Hibenin sahih
olmasının şartı, onu alıp kabul eylemekdir.
Sadaka da bizim umûmi
âlimlerimize göre böyledir.
İmâm İbrahim en-Nâhaî
buna muhaliftir. O, şöyle buyururdu:
Sadaka olduğunu
bilirse; teslim almasa bile caiz olur.
Hibenin sahih ve caiz
olduğu da yazılır.
Bundan Sonra bakılır;
eğer bağış, vâhib (= hîbe eden) tarafından dönüşü olmayan bir hîbe ise
(kan-kocadan birinin, diğerine yapılan hîbe ve mahremlerin birbirine hibesi,
meselâ: babanın, büyük oğluna veya büyük kızına hîbesi yahut anasına hibesi
veya kardeşine, kızkardeşine hîbesi yahut kardeşinin oğluna veya kız
kardeşinin oğluna veya dedesine, büyük annesine, amcasına, amesine, dayısına,
teyzesine hîbesi gibi..,) bu hîbe sahih ve caizdir. Bağışlayan için dönüş
yoktur." diye yazılır.
Şayet hîbe, dönüşlü
olursa, "kat olunmuş (= kesilmiş)" diye yazılır.
Şurût Şerhi'nde:
"Aslolan, bu surette kesilmiş (= kat olunmuş) diye yazmamaktır."
denilmiştir. Müteahhirîn âlimler, bu hususta, şu yazı suretini ihtiyar
etmişlerdir:
"Filan, filana,
yurdun tamamını, müştemilatı olan evlerle birlikte bağış yapmıştır. Yeri
surdadır ve huduları şu yerlerdir. Hudûduyla, haklarıyla, arsasıyla, binalarıyla,
altıyla, üstüyle, yoluyla; bütünüyle, çoğuyla, azıyla, dâhiliyle, hariciyle
sahih, nafiz, caiz, taksim olunmuş, kendinde fesad bulunmayan, şart,
ıvaz-bedel olmayan ve ikrah yolu bulunmayan bir hibedir. Ve hîbe edilen şeyi,
kendisine bağış yapılan şahıs, hîbe meclisinde yüzyüze kabul eylemiştir. Bağışlanan
şey; bağış meclisinde, bağışlayan tarafından, her türlü meşgaleden, mâniden ve
nizadan hâli olarak teslim edilmişdir. Bağışlanan bu şey, kendisine bağış
yapılan şahsın elinde, hîbe hakkıyla bulunuyor."
Hîbe ve sadaka
yazısında, "sözleşme meclisinden birbirinden bedenen ayrıldılar."
diye yazılmaz.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [203]
"Filan, isteyerek
şöyle ikrar eyledi; Filan evinin tamamını, müştemilâtı İle, şu şeye karşı
filana, hadleriyle ve hukuku ile bağışladı." denir ve yukarda
belirttiğimiz gibi, sonuna kadar yazılır.
En doğrusunu ancak
Allahu Teâlâ bilir. [204]
Bağ bağışı ile ilgili
senede, o bağın hududu, haklarının tamamını, binaları, meyveli ve meyvesiz
ağaçları, üzüm çubukları, fidanları, kanalları ve sulama hakkı ve her şeyi
yazılır.
Şayet, ağaçların
üzerinde meyve veya gül yahut kıymetli yaprak varsa; (ipek böceği yaprağı
gibi...) onları da (yazmak) söylemek gerekir. Çünkü, bunlar, söylenmezse,
bağışa dâhil olmazlar. Bağışa dâhil olmayınca da bağış fesada gider. Çünkü, bu
hâl teslimin sıhhatine mânidir. [205]
Hîbe ( = bağış), bir
ivaz (= karşılık) şartıyle yapılmışsa; şöyle yazılır:
"Filan, filana,
vasıflan belli bir şey karşılığı hibede bulunup, şu yerdeki, şu hudutlu evin
tamamını sahih, nafiz ve dönüşsüz olarak; şu yerdeki, şu hudutlu olan bağ
karşılığında bağışladı.
Caiz, nafiz, kendisine
bağış yapılan şahıs da mahzurdan fariğ, kabul olunmuş ve dönüşsüz olarak, bu
şartlı bağışı kabul eyledi.
Her iki taraf da
kendisine yapılan bağışlan tamamen teslim aldılar. Teslim, her türlü
manilerden hâli ve uzak bir halde vaki oldu.
Bu bağış sebebiyle, o
evin tamamı filanın oldu. Ve o bağın tamamı da, ivaz (= karşılık) sebebiyle,
filanın oldu.
Her ikisi de dönüş
yapmayacaklardır.Ellerinde olan bu şeyler hîbe ve karşılık hükmüyle,
kendilerinindir.
İkisi de bunu böylece
ikrar eyledi ve bu hususta şahit edindiler.
Bu şahitlerin
isimleri, yazının sonuna yazılarak, "bu yazı, şu ayın şu gününde
yazılmıştır." ibaresiyle, yazı tamamlanır.
En doğrusunu bilen
Yüce Allah'dır. [206]
Bağış karşılıksız
olarak yapıldığı hâlde, kendisine bağış yapılan şahıs, bağış yapan şahsa bir
karşılık verirse, bu durum şöyle yazılır:
"Kendisine, şu
yerde, şu hudutlu yer bağışlanan filan şahıs, bağış yapan şahsa, karşılık
olarak, şu yerdeki evini höbe eyledi." denilir.
Her İkisi de
yazılarına besmele ile başlıyarak şöyle devam ederler;
"Bu nüsha bağış
nushasıdır. Kendisine bağış yapılan filan, bağış yapan filana, hibede bulundu.
Her ikisi de, karşılıklı olarak bağışları kabul eylediler. Bağış yapan şahıs,
bağışlanan şeyden dönme-. yecek; karşılık veren de verdiği karşılıkdan
dönmeyecektir. Ve hîbe, şu günde vuku buldu." diye yazılır.
Bağışlanan şey müşâ
olurda, taksim ihtimâli bulunmaz ise, (bir köle, bir hayvan, bir inci veya
benzerleri gibi...) bunun hîbe edilmesi de hilafsız olarak caizdir.
Ve bu hîbe şöyle
yazılır:
"Filan, filana
iki sehim olan bu müşâm, kendi hissesini tamamen bağışladı." denir ve
—yukarıdaki ifade— sonuna kadar yazılır.
Şayet bağışlanan şey,
taksim ihtimali bulunan bir muşa ise (ev, bağ, tarla ve benzerleri gibi...)
bunun hîbe edilmesi, bize göre fâsiddir.
İmâm Şâfî (R.A.) buna
muhalifdir.
Bu da yazılacak
olursa, hâkimin hükmüne havale edilir. Müslüman bir hakim, da'vâdan sonra,
hükmederse; bu hüküm muteber olur. Ve iki sözleşmeci arasında uygulanır. [207]
Bir kimse, bir evi,
iki kişiye bağışlarsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre bu bağış, iki kişi
arasında müsavi olsa bile caiz olmaz.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre müsâvî olursa, caiz olur; fazla— noksan olursa; caiz olmaz.
İmâm Muhammed (R.A.)'e
göre ise, her iki hâlde de caiz olur.
Ve bu hîbe şöyle
yazılır:
"Filan; filan ve
filana evleri ve odaları müştemil olan binasını bağışladı. Bu bina şu yerde ve
şu hudutlar içerisindedir. Bütün haklarını verdi. Bu binaya ikisi yarı yarıya
ortaktırlar. Hîbe caizdir; nâ-, fizdir ve tamamen kabul edilmişdir. Bu bağış,
bağışlayan tarafından teslim edilmiş; bağışlanan iki kişi de, bağış meclisinde,
bağış hükmüyle, o yere yarı yarıya ortak olmuşlardır." denir ve hâkimin
hükmü de, yazının sonuna yazılır. [208]
Bir evi, iki kişi, bir
defada, bir şahsa hîbe ederlerse; bu durum şöyle yazılır:
Filan ve filan; filana,
bir defada, söylenilen evi bağış yaptı ve o ikisi, onun yarı yarıya müsâvî
şekilde veya üçte birli olarak sahibi oldular. Üçte biri, birine; üçte ikisi de
diğerine bağış yapıldı. Ev şu yerdedir. Hîbe sahihdir, nafizdir, kabul
edilmiştir. Kendisine bağış yapılan zat, bağış yapanların ikisinden de kabul
eylemiştir; ikisi de bağış yapılan şahsa, tamamını teslim eylemişlerdir. Bu
yazı, şu günde yazılmıştır." [209]
Bir kimse, yabancı bir
küçüğe, bir şey bağışlarsa; bu durum şöyle yazılır:
Filan, filan oğlu
filan küçüğe sahih, nafiz ve makbûze (- teslim alınmış) olarak, şunu
bağışlamıştır ve onu da; o küçüğün babası olan filan oğlu filan, kabul
eylemiştir. Hîbe edilen şey, küçük oğlu filanındır; babası, onu, babalık
velayeti ile almıştır.
Şayet küçüğün babası
yokta, anası varsa; durum şöyle yazılır:
Küçüğün anası filâne,
bu bağışı, küçük için kabul eyledi. Küçük, onun evindedir ve onun babası
ölmüştür. Başka da vasîsi yoktur.
Eğer küçüğün anası da
yokta; bu küçük akrabalarından birinin evinde duruyorsa; (amcası, dayısı
gibi...) şöyle yazılır:
Filan adam, küçüğün
amcasıdır. (veya dayisıdır.) Ve bu hibeyi, küçük için kabul eylemiştir. Babası
ve vasîsi yoktur.
Şayet küçük, akıllı ve
mümeyyiz ise, o zaman şöyle yazılır:
Bu küçük, bu hibeyi
kabul eyledi; akıllıdır, mümeyyizdir. Ve babası ölmüştür; vasîsi yoktur; yakın
bir akrabası da yoktur. Bağışlanan şeyi, kendisi teslim almıştır.
Bağışlayan şahıs da
her türlü mânilerden ve nizamlardan fariğ olarak, şu günde teslim eylemiştir. [210]
Bir kimse» kendi küçük
oğluna, bir şey bağışladığında, bu durum şöyle yazılır:
"Filan, küçük
oğlu filana, şu yerdeki şu hudutlu evin tamamını bağışlamıştır."
Bu yazı, —yukarıda
olduğu gibi— sonuna kadar yazılır.
Teslim almaya gelince,
şöyle yazılır:
Bu baba, kendi
nefsinden küçük oğlu için, babalık velâyetiyle şu evin tamamını teslim
almıştır.
Şeyhu'l-İmâm
Necmü'd-din en-Nesefî (R.A.) Şorût isimli kitabında:
Baba, nefsinden teslim
alır." buyurmuştur. İmâm Muhammed (R.A.) Şurût'un aslında: "Baba,
nefsinden teslim alır." diye zikreylememiştir.
Şeyhu'l İslâm, şöyle
buyurmuştur: "Söylenmez... Çünkü, bağış babanın elindedir. Baba, küçükden
bedel olarak, (onun yerine) almıştır. İşte bunun için, İmâm Muhammed (R.A.)
söylememiştir. Zira, bir adam küçük oğluna bağış yapınca kabul şart değildir.
İmâm Necmü'd-din
en-Nesefî (R.A.) şöyle buyurmuştur: Keza, baba ölmüş olurda, ana küçüğe bir
bağışta bulunursa, onu teslim almak anaya aittir. Durum böylece yazılır. En
doğrusunu bilen Yüce Allah'dır. [211]
Bir kimse, kendisine
borçlu olan bir şahsa, onda bulunan alacağını bağışlarsa; bu durum şöyle
yazılır:
Filan, filanda bulunan
bütün alacaklarını, ona bağışladı. Ve senede tarihi ile birlikte böylece
yazıldı. Filan ve filan da sahildirler ki, alacağının tamamını, sahih bir
bağışla bağışladı.
Bir kadın..mehrini
kocasına bağışlarsa, şöyle yazılır:
Şu kadın, kocasının
üzerinde olan mehrinin tamamını, ona bağışladı.
İşte bu da sahih bir
bağıştır; kocaya bir iylik ve hukukuna riâyettir ve onu, mehir borcundan
şartsız, ivazsız ibradır.
Kocası da bu hibeyi
kabul eylemiştir. Bunu da yüz yüze yapmışlar ve bu bağıştan sonra, bu kadının,
kocasında mehirden bir hakkı kalmamıştır.
Bundan sonra, kadın
iddia ederse, işte o bâtıldır ve merdûdedir.
Şeyhu'l-İmâm
Necmü'd-dm en-Nesefî (R.A.) şöyle buyurmuştur:
Bu gibi yazılarda,
borçlu olan şahsın, hîbeyi kabul etmesi şarttır. Şemsü'l-Eimme Serahsî (R.A.)'de,
Kefâle Kitato'nm Şerhinde ve Hibe Kitabfnm şerhinde; "Kabul şart
değildir." buyurmuştur.
Nâtıfi'nin Vâkıâtı'nda
da böyledir. Bütün âlimler de böyle buyurmuşlardır.
Üzerinde borç bulunan
şahsın, borcunu bağış işleminde, bu bağış, borçlunun kabulü bulunmadan da
tamam olur.
Bunların tamamı,
borçlu asıl olduğu zamandır; (borçlu) kefil olursa bi'1-ittifak, o kabul
etmeden, hîbe tamam olmaz; ancak kabul ile tamam olur. [212]
Bir kimse, evini veya
başka bir şeyini, bir fakire tasadduk ederse; bu durum şöyle Yazılır:
Filan, filana, şu
yerdeki, şu hudutlu evin tamamını caiz, sahih, nâfız, içinde fesad olmayan,
dönüşü de olmayan, karşılıksız bir şekilde, Allah'ın rızasını kazanmak için,
O'nun sevabını umarak ve elem verici azabından kaçınarak, tasadduk eylemişdir.
Kendisine tasadduk
edilen şahıs da, ayni yerin tamamını, kabul eyleyip, tasadduk hükmüyle teslim
almıştır.
Bize göre, kendisine
tasadduk edilen şahsın, tasadduk edilen şeyi teslim alması —hîbe bölümünde
zikreylediğimiz ma'na için şarttır.
Sonra da şöyle
yazılır: "Artık, tasadduk edenin teslimden sonra, o sadakada hiç bir
hakkı kalmamıştır. Da'vası ve husûmeti de kalmamıştır. Hiç bir cihetle, talebde
bulunamaz. Şayet da'vâ ederse o da'va bâtıl ve merduddur." denir. Ve yazı,
—önceki misâlde olduğu gibi— sonuna kadar yazılır. Zehıyre'de de böyledir.
Sadakaya gelince, hibede olduğu gibi yazılır ve "Allah rızası için"
ve "onun rızasını talep için" cümlesi ziyâde edilir. Zabîriyye'de de
böyledir. [213]
Vasiyet, hîbe ve
sadaka manasınadır. Çünkü vasiyet ya fakir için, veya zengin için olur. Eğer
vasiyet fakir için olursa, sadaka mânasına olur, zengin için olursa, bağış
mânâsına olur. Böylece, bu kelime, bu iki anlamda da kullanılabilir.
Vasiyet-nâme, İmâm Ebu
Hanîfe (R.A.) tarafından şöyle yazılırdı:
Besmele'den sonra...
Bu, filan oğlu filanın
vasiyetidir. O, Allah'dan başka ilah olmadığına; O'nun bir olup, ortağının
bulunmadığına; doğurmadığına; doğmadığına; karı ve çocuk edinmediğine; mülkte
ortağının bulunmadığına ve yardımcısının olmadığına; en büyük ve yüce olduğuna;
Hz. Muhammed'in, O'nun kulu ve resûlu olduğuna; vahyinde güvenilir olduğuna;
Cennet'in ve Cehennem'in hak olduğuna; kıyamet gününün geleceğinin de hak
olduğuna, onda hiç bir şüphenin bulunmadığına ve Yüce Allah'ın, kabirlerde
olanları dirilteceğine, sonunda Yüce Allah'a dönüleceğine tazarru edici olduğu
halde, şe-hâdet eder. Gerçekten mülk O'nundur. Hayır ve şer yed-i
kudretin-dedir. O'nun gücü, her şeye yeter.
Filan
şahıs,.çocuklarına, karısına, akrabasına, kardeşlerine ve emrine itaat
edenlere; (İbrahim (A.S.) ve Ya'kub (A.S.)'ıın evlatlarına vasiyet ettiği gibi
vasiyet etti: (Ki onlar: "Ey çocuklarım! Gerçekten Yüce Allah, sizin için
İslâm'ı din olarak seçti; siz ancak islâm olarak ölünüz."
buyurmuşlardır.) Onların tamamına, Yüce Allah'dan hakkıyla korkmayı, gizlide ve
âşikarada, sözlerinde ve işlerinde ona itaat etmeyi ve günahlardan kaçınmayı,
dini dosdoğru tutup, ondan ayrılmamayı vasiyet eder.
Ve şöyle vasiyet eder:
Yüce Allah'ın taatmdan, hiç bir fert müs-tagnî olamaz ve onun emirlerini yerine
getirmekten de hiç bir kimse mistagnî olamaz.
Filan şöyle ikrar
eyledi: Üzerimde, filana şu kadar; filana da şu kadar borç vardır.
Ve, şöyle vasiyet
eylemiştir: Eğer ölüm vâki olursa, borcumun tamamı —teçhiz tekfin yapıldıktan
sonra, ödensin. Sonra da, terekesinin, geride kalan sülüsüne (= üçte birine)
bakılır ve bu üçte birden vasiyeti infaz edilir. (= vasiyeti yerine
getirilir.) Borcu ödenir. Borcunun ödenmesinden sonra da terekesi, Yüce
Allah'ın taksimi üzere taksim edilir. Gerçekten filan, filanı ölümünden sonra
bütün işlerinde vasî kıldı. O vasî'de, yüz yüze bunu kabul eyledi. Ve bu durum
üzerine, şahitler şehâdette bulundular. Ve böylece vasiyet yazısı tamamlanmış
oldu. Zahîriyye'de de böyledir. [214]
Umûmi bir vasiyet-nâme
şöyle yazılabilir:
Nefsinde zâif, Yüce
Allah'ın rahmetine muhtaç kul filan, aklı başında, işleri caiz olduğu hâlde
şöyle vasiyet eyledi:
O, Allah'tan başka
ilâh olmadığına, Onun, bir ve ortaksiz olduğuna; mülk ve hamdın O'na mahsus
olduğuna; diriltici, öldürücü olduğuna; dâima hayatta olup hiç ölmeyeceğine;
bütün hayrın yed-i kudretinde olduğuna; gücünün herşeye yeteceğine; doğmayıp,
doğurmadığına; hiç bir şeyin ona denk olamayacağına; aile ve evlâd edinmediğine;
hükmünde, hiç bir ferdin ortak olamıyacağına; Muhem-med (S.A.V.)'in O'nun kulu,
resulü, emîni, hidâyetle gönderileni olduğuna; O'nun, bütün dinlerin üzerine,
hak dinîn zahir olması için gönderildiğine, müşrikler hoşlanmasalar bile, bunun
bir gerçek olduğuna; Cennet'in, Cehennem'in, mizanın, nisabın, sıratın ye kıyamet
gününün hak olduğuna; kıyamet gününün geleceğine, gelmesinde hiç bir şüphe
olmadığına; Yüce Allah'ın, kabirlerde olanların tamamını dirilteceğine şehâdet
eder. Ve gerçekten o adam, Yüce Allah'ın Rabbi olduğuna; Dîninin îslam
olduğuna; Muhammed (S.A.V.)'in nebi olduğuna razı oldu. Kur'ân'ın İmâm,
kıblenin Kabe; mu'min-lerin kardeş olduğuna razı oldu. Bu şahıs, bunun üzerine
yaşar; bunun üzerine ölür; Yüce Allah dilerse, bunun üzerine dirilir.
Bu şahıs Yüce Allah'a
şöyle tazarru' ve niyaz eder. Allahu Teâ-lâ, bu kadar nimetlerini tamamlamıştır
ve selb edip almamıştır; ölene kadar ihsanda bulunmuştur. Hayrın tamamı, Yüce
Allah'ın kudret elinde olup, O, gücü her şeye yetendir.
Ve bu şahıs, şöyle
şehâdet eder: Dünyadan Yüce Allah'a tevbe edilen, nadim olan ve işlediği
kusurlara müteessir bulunup, bütün günahlarından bağışlanmayı yüceler yücesi
dileyen, ve tevbeleri kabul edici hakkından, ümid ile O'nun affını ve bağışını
dileyin, (Ki, O, Nebisi Muhammed (S.A.V.)'e indirdiği kitabında, kullarına
va-ad ederek şöyle buyurmuştur: "O, öyle bir Allah'tır ki, kullarının
tevbelerini kabul edip, günahlarını affeyler." Yüce Allah'ın sözü hak-dır;
vadi hakdır. Rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Rahmeti gazabını seb-kat eylemiş (-
ileri geçmiş) tir. O ziyadesiyle bağışlayıcı ve merhametlidir.) Bu adam
ölümünden sonra kalacak olan vârislerine, akrabasına, arkadaşlarına,
dostlarına ve emrine itaat edenlere; "ibâdet edicilerle birlikte ibâdet
etmelerini; hamd edicilerle beraber hamd etmelerini ve müslüman topluluğa
nasihat etmelerini; Yüce Allah'tan hakkıyla korkmalarını; insanlar arasında
arabuluculuk yapmalarını; Allah'a ve Resulüne itaat etmelerini; samimiyetle
inanıp itikat etmelerini vasiyet eyledi.
Ve onlara, İbrahim
(A.S.) ile Ya'kub (A.S.)'un : "Ey oğullarım! Gerçekten Yüce Allah, size,
îslâm'ı diri olarak seçti; sakın, siz İslâm dininin dışında ölmeyiniz."
Vasiyetleri gibi vaseyit eyledi. Ve, "Yüce Allah'a açıkda ve gizlide,
ibâdet etmelerini; sözlerinde, işlerinde her hâlü karlarında itaatli
olmalarını; her türlü günahtan kaçınmalarını; dini dosdoğru tutmalarını; dinde
ayrılık yapmayıp, ayrılmamalarını vasiyet eyledi.
Ve şöyle vasiyet
eyledi:
Yüce Allah'ın,
kullarının arasına adi olarak koymuş bulunduğu, halkı onunla sonuçlandırdığı,
hiç bir kişinin kurtuluşu bulunmayan Ölüm vâki olunca; Yüce Allah kendine
kavuşulan günü günlerin en hayırlasi kılmıştır.
"-Terekesinden,
ilk önce kefeni hazırlansın, hurıûtu, teçhizi ve defni yapılsın. Ma'ruf
veçhile, üç gün ta'ziyeye gelenlere, sünnete uygun olarak, israfsız, tebzirsiz,
taktirsiz yemek yedirsinler. Sonra da insanlara olan borçları ödensin.
İnsanlarda olan alacakları alınsın; emânetleri verilsin. Bu vasiyet, üçte bir
malından yerine getiril-, sin ve vasiyetinde değişiklik (= tebdil) Yapılmasın.
Kim, bundan sonra tebdil ederse; günahı onadır. Gerçekten Yüce Allah hakkıyla
işi-tici, kemâliyle bilicidir." diye vasiyet eder.
Şayet, bir kimseye
"şu kadar dirhem" diyerek borç ikrarında bulunmuşsa ve tarihi de
yazılı olup, kefili de varsa; keza, birine "şu kadar dirhem" borcu
var ve onun kefili yoksa; veya filan oğlu filana, bir cihetten borcu varsa;
keza alacaklarında kefilli olan varsa;-onların yerine getirilmesi için vasiyet
eder. Şu yerde, hududu şu olan bir ev, şu yerde, hududu şu olan bir bağ, şu
yerde, (köyde) şu hudutlu arazi, çarşıdaki hudutları.şu şu olan dükkanlar;
diğer akarlar; köleler ve cariyeler (isimleri ve kimlikleri ile) altın, gümüş,
hayvanlar, ticâret malları (dükkanlarda olsun, evde olsun bakır kaplar, kalay
kaplar, evde olan sergiler, yatak, yastık ve diğer eşyalar, ölçülen ve tartılan
şeyler, ve netice olarak bütün mallar, vasıflarıyla beyan edilirler.
Önce "borcunun
ödenmesini" vasiyet eder; sonra, "kendisinin başkalarında olan
alacağının alınmasını," vasiyet eder.
Sonra terekeye
bakılır: Bu terekeye basiret ve adalet ehli olanlar, bir kıymet takdir
ederler. Ve bu terekenin tamamından, üçte birini vasiyeti olarak çıkarırlar ve
sonra durum yazılır.
Bu terekeden
—vasiyetinde varsa— hac parası çıkarılır. Farz olan hac ve onun yerine ( =
bedel) hac ve umre yapılır. Kârin ise, hac ile umre ihramını birleştirir.
Mütemeddî ise, ayrı ayrı ihrame girer. Bunların masrafı, —kifayet miktarı—
vasiyet eden zat yerine (= bedel) hacca gidecek olan zata verilir. Eğer o
zat... kaçınırsa, vasî istediğini yollar ve elverişli birini gönderir. O da
afif, sağlam, kendi farz haccını yapmış, umresini yapmış bir kimse olur. Onun
gidiş geliş ve şâir masrafı ödenir. O, israfsız, tefritsiz, taktirsiz harcama
yapar. Şayet, bu nafakadan artan olursa, işte o, onun için vasiyettir. Ve eğer,
hacca me'mur edilen zata genişlik olursa ne güzel... O zat hasta olur veya
hacca gitmesine mâni bir hal olursa, o elinde olan hac parası, güvenilir ve bu
işi yerine getirebilecek bir başkasına verilerek ona bu, işi yapması, söylenir.
O da bu işi yaparsa caiz olur. Ve ona (bedel olarak hacca gidecek şahsa)
"o dirhemleri, kendi dirhemine ve arkadaş lar inin. dirhemine, katması
hususunda" izin verilir.
Vasiyet eden şahıs,
vasiyetinde "üzerinde kazaya kalan namazın her vakti için, yarım ölçek
buğday veya bir ölçek arpa yahut bir ölçek hurma veya bunların kıymetinin
müsîüman fakirlere verilmesini" söyler.
Ve üzerinde kaç dirhen
zekât borcu varsa, o da ödenir; fukaraya verilir.
Keza, ayıplardan beri
bir köle satın alınıp, yemin keffareti için, azad edilir, (veya zıhar kefareti
diye yazılır.) Veya ramazanda kasden yediği oruç keffareti için verilir.
Keza, köprü veya
misafirhane yahut mescid tamiri ve mescidin lambasına yağ veya hasır ve emsali
gibi şeylere masraf edilmesini" vasiyet eder.
Keza, ayıplardan uzak
olan "bir koyun veya bir sığır yahut bir deve satın alınıp, kurban bayramı
günlerinde kurban kesilir ve eti yağı, başı, ayakları ve sakatatı fakirlere
tasadduk edilir ve kesip yüzene verilir; dilediğine, dilediği kadar verilir.
Bu sevaba nail olmak için yapılır.
Vasi, bunu bizzat
kendi eliyle yapar. İsterse, kendi ailesine de yedirir.
Keza, bir batman ekmek
satın alıp, fakirlere tasadduk eder. Yaz günlerinde her cum'a günü buzlu su
hazırlar ve onu sebil eder; gelen geçen içer.
Medresedeki ilim
talebelerine de ayırır. Şu kadar dirhem de müderrise verilir.
keza elbise satın
alınıp, fakir fukaraya dağıtılır.
Filâna şu kadar
dirhem, filana bir cübbe. filâna bir sarık, filana yatağı ve yorganı veriiir.
Vasiyeti infaz edilip,
yerine getirildikten sonra, geride kalan malı vârisleri arasında Yüce Allah'ın
taksimi üzerine taksim edilir. Fülan için şu kadar; filan için şu kadar,
(altıda bir, üçte bir, dörtte bir, sekizde bir, nısıf (= yarı) ve baki (=
geride kalan) gibi belirli hisseler vardır.
Vasî, bütün işleri
yerli yerinde yapar ve çocuklar küçük iseler onların umurunu (= islerini)
düzeltmeye gayret gösterir.
Filan zat, bu vasiliği
şifahi ( = yüz yüze) kabul eder ve şahit de edinirler. Yazının sonuna,
şahitlerin isimleri yazılır.
Burada vasiyetine
şunları da ilâve eder: Vasî için ve nefsi için, Yüce Allah'dan korkmayı, ondan
haşyet eylemeyi, onun gizlide aşikarda murakabesini bilirler.
Kendisine vasiyet
edilen zat, hiç bir şeyden korkmaz.
Vasiyet eden şahıs
vasiyetinden rücû edebilir. (= dönebilir), ve onu ibtâl eder, nesh eder ve
başka bir vasî nasbedip, bu vasiyi, vasilikten çıkarır.
İsterse vasinin işine
şart koşar ve kendinin izni ve bilgisi olmadan vasî bir şey yapamaz. Şayet
izni ve bilgisi olmadan bir iş yaparsa, işte o merduddur; bâtıldır. Vasiyet
eden şahıs bu hususlar üzerine şahit edinir ve yazı tamam olur. [215]
"Filan şahıs,
"vefatından sonra, terekesinin tamamı hakkında, üzerinde olan borcu
ödemeye, başkasında olan alacağını almaya ve vasiyetini yerine getirmeye
vereseden küçük olanların velâlarını te'mine, belirlenen vasiyetleri ifaya,
yapılması gereken bütün işleri yapmaya çalışması üzerine vasî kıldı."
Vasî, bunların
tamamını kabul eder. Ve yüz yüze, bunların tamamı söylenerek, yazı tamamlanır. [216]
Bir kimse, diğer
birine, ölümünden sonra hasseten borcunu ödemesini; bir diğerine de —başka
değil— yalnız hak ve adalet ölçüleri içinde vasiyetini yerine getirmesini
vasiyet eyledi; her ikisi de vasiyet edileni yerine getireceklerdir. Ve ikisi
de, bunu yüz yüze kabul eylediler.
Bir kimse, filana,
"ölümünden sonra, bütün malını, muhafaza etmesini vasiyet eyledi; bu vasî,
—başka değil,-— hasseten onların salahına bakacaktır.
Filana da
"alacaklarını almasını ve hassatan onu muhafaza etmesini,— başkasına
karışmamasını"— vasiyet eyledi ve filana da "terekesinin tamamını
(şu beldede ayn, deyn ne varsa hepsini) almayı ve onu hıfzetmeyi, —başka değil—
hassaten onunla ilgilenmeyi" vasiyet eylediyse; İmâm Necmiiddin en-Nesefî
(R.A.) bu hususta şöyle buyurmuştur:
Malı hakkında kime
vasiyet kıldı ise onu bilmek gerekir, bu vasî, o mal için, çocukları hakkında
vasidir.
Şayet, vasiyet eden
şahıs, bir hazıra vasiyet ettikten sonra bir gaibe de vasiyet ederse; o gâib
geldiği zaman şöyle yazılır:
Filan, şu yerden
gelene kadar filana, üzerinde olan borcu kaza eylemeyi, ve alacağım almaya,
vasiyetini infazı, öldükten sonra bütün işlerini hak ile, adalet ile
yürütmeyi" vasiyet eyledi.
İşte o gaip geldiği
zaman, vasiyet hazırda olana değil o gelene âit olur. Bu defa da o, hak ve o
adi ile —hazırın haricinde— hareket eder.
Bir kimse, hazırda
bulunan filan, filan ve filana, terekenin tamamında amel emelerini vasiyet
ederse; onlardan birisi, diğeri olmayınca bir iş yapamaz. Bu vasilerden biri
ölür veya hasta olur da aciz kalırsa veya yolculuğa çıkarsa; onlardan geride
kalanlar, vasiyyete kâmil ve velayettedirler. Tamamında adi ve hak ile hareket
edilir. Vasiler de bu vasiyeti kabul ederlerse; infaz ederler. [217]
Bir kimsenin vasî
tayin ettiği huzurdaki bir kimse, sefere çıkar ve yolculuk sırasında ölür;
başka bir şahsa da vasiyet ederse; bu durum şöyle yazılır:
Filan, isteyerek şöyle
ikrar eyledi: Bir kimse, hazırda iken, kendisine "öldükten sonra, bütün
işlerini yapmayı" vasiyet eylemiş; kendisi de bunu yüz yüze kabul
eylemişti. Ve buna bir cemaat, —şu tarihte— şahit olmuşlardı. Ve kendisi sefere
çıkıp vasilikten ayrıldı. Yolculukta da ölüm alâmetleri belirdi ve filana
"bu seferdeki işlerini görmeyi" vasiyet eyledi. Sonra da "ondan
geride kalanı —tebdil etmeksizin ve değiştirmeksizin— muhafaza eylemesini"
vasiyet eyledi. O da, bunu, $ifahen kabul eyledi. [218]
Bir kimse, bir şey
satın alıp, filan şahsı da, onun tamamı hakkında —kendi ölümünden sonra,— sabit
ve sahih bir vasiyet ile, bütün malının üçte birinden vasî tayin eder ve onun
da belirli bir yer olup, vasiyet hükmüyle vakfedilmesini isterse; o evin
tamamını müştemilatı ile, şöyle şöyle deyip onun yerini ve hududunu
vasfederek, söyler.
Bu durumda satın alan
vasî, onu, vasiyet edenin malının üçte birinden, satıcıdan tamamen satın alır
ve karşılıklı teslim tesellüm ederler.
Sonra da şöyle
yazılır: Bu satıcı, müşteriden parasının tamamını teslim aldı; müşteri de onun
tamamını, vasiyet edenin malinin üçte birinden verdi.
Bu yazı, önce
müşterinin ikrarından başlar; şöyleki: Filan, filana, ölümünden sonra bütün
işlerini vasiyet eyledi ve bu vasiyet sahihtir. Satın alan şahıs da isteyerek,
İsrar eyledi ki: "O evi, filandan, vasiyet edenin malının üçte biriyle ve
vasiyeti sebebiyle, vakfetmek için satın aldım." diyerek, evin vasfını
yerini belirtir.
Böylece vasî,
satıcıdan "hududu belirli evi, vasiyet edenin malının üçte birinden
tamamen satın aldığını ve satıcının da bunun tamamını tasdik eylediğini"
ikrar eder ve yazı da böylece tamamlanır. [219]
Şahitler, şöyle
şehâdette bulunurlar: "Gerçekten filan, isteyerek şöyle ikrar eyledi:
"Şu yerdeki, şu hudutlu evinin tamamını filana sattı; o filan da,"
ölümünden sonra, o evin umurunun tamamını, sahih bir vasiyet ile vasiyet
eyledi ve vasiyet eden bu şahıs, vasî-. ye, bu evi malının üçte birisiyle,
satın alıp vakfetmesini, vasiyet eyledi." Yazı da böylece tamam oldu. [220]
Vasî, vasiyet eden
şahsın malıyla ve onun sağ iken verdiği emir-e, ölümünden sonra, sahih bir
vakfile, dâimi ve faydası fakirlere olmak üzere, şartsız olarak, şu yerdeki şu
hudutlu evi satın aldı ve vakfeyledi. Satıcısı da bedelini teslim aldı. Müşteri
ise, o yerin bedelini vasiyet edicinin malından ödedi ve yazı tamam oldu. [221]
"Vasiyet eden
şahsın emriyle, filan şahıs, onun malının üçte birinden, filandan bir köle
satın aldı. Onu satın almayı, filan şahıs vasiyet eylemişti, (veya bir cariyeyi
satın aldı.) Ve, vasiyet edenin yerine onu azâd eyledi. Karşılıklı teslim
tesellüm eylediler." denir ve tarihi de atılarak yazı tamamlanır. [222]
Filanın vasisi filan,
filandan, belirli bir kölenin tamamını satın aldı. Ve bu köle, vasiyet eden
şahsın malı oldu? Vasiyet eden şahıs, bu vasiye "onu satmayı"
vasiyet eylemişti. O da, onu, yasfedil-diği gibi sattı. Ve müşteri, satıcıdan,
o köleyi tamamen, şu kadar dirheme, bir müslümanın, bir müslümandan satın
alışı gibi, sahih bir şekilde ve onu azad eylemek için satın aldı. Karşılıklı
olarak teslim tesellüm yaptılar. Yazıda böylece tamamlanmış oldu. [223]
"Filan, filan
için, köydeki şu hudutlu evinin tamamını; sahih, caiz ve müfsid şartlardan hâli
bir vasiyet ile malının üçte birinden, borçdan tamamen fariğ (= uzak) olarak,
yakınlığından dolayı, ona bir iyilik olsun ve akrabaya vasiyet ilede Allah'a bir
yakınlık hâsıl etsin diye, sevaba nail olmak için vasiyet eyledi.
Vasî de, vasiyet
meclisinde, sahih bir kabul ile şifahi olarak, ölüm hadisesi meydana gelince
vasî olacağını kabul eyledi. Ve o, vasiye "ölümünden sonra kendi makamında
olarak, o evi, kendisine vasiyet edilen şahsa —bu vasiyet sebebiyle,— vermesini
ve sahih bir teslimle teslim etmesini ve buna da şahit edinmesini"
emretti.
Ve "bu ikrarı,
aklı başında iken, caiz bir ikrarla yapmış ve ona karşı okunmuştur." diye
yazılır. [224]
Vasinin, ölen şahsın
yerine, bir şahsı hacca göndermesi yazısında, şahitlerin şehâdeti şöyle
yazılır:
Filân, filanın
vasisidir. Vasiliği her yönden, isteğiyle ikrarı sebebiyle sabittir. Ölen zat,
ölmeden önce şöyle vasiyet eylemiştir: Ölümünden sonra, malının üçte birinden
şu kadar dirhem, güvenilir, afif ve doğru olan bir adama verilip, buna bedel
olarak farz bir hac yapılacak. Ve bu dirhemlerden gidiş geliş masrafı
yapılacak."
Bu durumda o vasî,
güvenilir ve hacca gücü yetecek doğru bir adam bulur. Ve o, kendi nefsî Haccını
yapmış olur. Vasî, o malı, ölen zat için hac yapmak üzere ona verir. O da bunu
sahih bir kabul ile kabul eder. Vasiyet edenin varisleri de (ki onlar, filan,
filan ve filandırlar) bunu ikrarları sahih olduğu hâlde ikrar ederler. Ve
"söylenilenlerin tamamı hak ve doğrudur." diyerek, bu vârisler de,
bu vasiyete razı olmuşlardır. Vasî de onlara bu durumu bildirmiştir. Bu mal,
üçte birden çıkarılıp, sahih vasiyet olarak yerine tevdî edilmiştir. Bu
hususta da kendi nefislerine şahit edinmişlerdir. Ve yazı böylece
tamamlanmıştır. [225]
Şahitler, şöyle
şehâdette bulunmuşlardır: Gerçekten bu adam, filanın vasîsidir. Vasiliği sahih
ve sabittir. Vasiyet eden, vasiye malının üçte birinden şu kadar dirhem
vermiş. Ve şöyle vasiyet eylemiştir: Kendisinin yerine hacca gitmesi için,
güvenilir ve doğru bir adama hac parası verilsin ve o kendisine bedel olarak
farz olan haccı yapsın."
Vasiyeti yapan şahıs
bu vasiyet üzerine dururken, ondan dönüş yapmadan ve onu değiştirmeden öldü.
Bu durumda, malının
üçte birinden hac masrafları olacak dirhemler çıkarılır. Ve vasî, bu
dirhemleri —hac için vasiyet edenin beldesinden olmak üzere— hacca gidecek
adama, —gidip gelene kadar— binmesi, giyinmesi, yemesi, azığı ve lâzım olan her
şeyi, israfsız, tak-tirsiz harcaması için verir. O şahıs mikat mahallinden
telbiye ederek geçip Yüce Allah'ın farz kıldığı riaccı, Peygamber (S.A.V.)'in
sünneti vechi ile, —başından sonuna kadar— ifâ eder. Muhalefet ederse,
tazminatı gerekir. Hacca gidecek zat, bu dirhemlerin tamamını alır ve bu da
alacaklılardan önce olur.
Şayet hacı düşman
tarafından men edilir veya hasta olur yahut başka bir sebeble hacdan
menedilirse, buna karşılık, vacip olarak kurban kesmek gerekir. Vasî, onun da
parasını verir.
Hacının, "bu
haccı, vasfedildiği gibi yerine getireceğine" ahd-i mîsakta bulunması
îcabeder.
Hacı bunların tamamını
kabul edince, mesele halledilmiş olur. Bunu yüzyüze yaparlar ve hac parasının
tamamı hacıya teslim edilir. Şayet o dirhemlerde fazlalık olursa; hacı, dönüşte
onları vasiye geri verir. Bu dirhemler ölenden mîras olur.
Şayet dirhemler az
gelirse; hacı kendi parasından harcar; dönünce de, vasiye müracaat ederek,
ölen şahsın malının üçte birinden, o kadarını alır. Ve yazı da böylece
tamamlanır.
Şayet fazlalık hacıya
verilirse; o da yazılır ve şöyle denilir: Nafakadan artan kısım, hacdan
döndükten sonra, o hacınındır. Bu var sıyet eden şahıstan vasiyettir.
Eğer hacının
tazminatına, birisi.kefil olursa; o da şöyle yazılır: Filan zat, ölenden bedel
hac yapacak... Hacı için, filan şahıs, ona vacip olanın tamamına kefil oldu.
Her biri tazminatın
sahih olması için diğerinden, tazminat için kefil isteyebilir. Bunda fesad ve
muhayerlik olmaz. Ve bunu, onlardan her biri, yüz yüze, birbirinden ayrılmadan
önce, kabul ederler. Hacının adına kefil olan şahıs, hacının muhalefeti üzre,
tazminatta bulunur ve hacının emriyle vasiye —tazminat gerektiği zaman— sahih
ve caiz ve fesad yahut muhayyerlik bulunmayan tazminatla tazmin eder. Her
birinin kefili, gerekince tamamını tazmin ederler. Ve —önceki gibi yazılarak—
yazı tamamlanır. [226]
Bu husus, şöyle
yazılır:
"Hacı ölenden
bedel, umre ve hacc, (ikisini) bir ihramla yapacaktır. Gidiş gelişine karşılık
masraf edilecek ve mikat mahallinden ihrama girecek; önce umre fiillerini
sünnet üzre yapacak, sonra da hac menâsikini Yüce Allah'ın emri üzerine yerine
getirecek ve kıran için de bir kurban kesecek veya deve boğazlayacak; hangisi
kolayına gelirse, —kendi nefsî malından,— onu kesecektir. [227]
Bu husus şöyle
yazılır:
Vasiyet eden zat,
kendinden bedel umre ve hac yapılmasını ve bunun için evinin bulunduğu yerden
(şehirden) gidilmesini; haccın hac aylarında temettü' olarak, filan tarafından
yapılmasını; önce umre, sonrada hac yapılmasını" vasiyet eyledi. Vaside,
iyi, güvenilir ve doğru bir kişi olup önceden kendisi için hac ve umre yapmış
olduğu için o zatı seçti. Ve ona, ölenden bedel ( = ölenin yerine) umre ye hac
yapması için hac masrafını verdi. Bu hacı, o paradan nefsi için harcama yapar
ve gitmesi gelmesi için hayvan kiralar; elbise alır; yiyecek ekmek, katık ve
başka ihtiyaçlar temin eder. İsraf yapmaz. Mikat mahalline varınca, umre için
ihrama girer ve sünnet üzere onun fillerini yerine getirir; sonra ihramdan çıkar.
Sonra da yalnız hac için ihrama girer; onun da menâsikini Yüce Allandın emri
gereğince yerine getirir. Bunun için de bir kurban keser veya kolayına gelen
bir deveyi nahreder.
Şayet, hacı hastalanır
veya ona semavi bir âfet dokunur yahut başka bir iş arız olur da haccı ifâdan
kalırsa; bu durumlar karşısında zikredilen maldan elde kalanı olduğu gibi geri
verir.
Satın aldığı şeylerle,
kendisine teslim edilen diğer şeyleri istediği birine vererek, onunla hacc-ı
kıranı (veya temettuu) yapmasını ve bu hususta nefsinin makamına kâim olarak,
bu vazifeleri yerine getirmesini'* emreder. Oda yüzyüze bunu kabul edince, yazı
tamamlanır. Muhıyt'te de böyledir. [228]
Bir adam, bir evi,
diğerine oturması için, ariyet olarak bırakır ve ev sahibi bunu kuvvetli olarak
belirtmek isterse; bu husus Nasıl yazılır?
İmâm Muhammed (R.A.),
bu hususta şöyle buyurmuştur:
Bu yazı filan oğlu
filanındır. (Yani ariyet olarak koyanındır.) Filan oğlu filan (ya'ni ariyeti
alan) tarafından yazılmıştır: "Sen, beni şu beldenin şu hudutlu, şu
yerdeki ikinci (veya .üçüncü, dördüncü) evine oturttun."
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)
ve arkadaşları da böyle yazarlardı.
Tahâvî ve Hassâf da,
şöyle yazarlardı:
"Beni, evine,
benden başkası da oturmak üzere oturtun.
Bu durumda, bir
yabancı da, bil-icma o evde oturabilir.
Ariyet veren, ariyet
alan şahsa, "senden başkası da oturacak" dememiş ise, başkası, oturma
hakkına sahib olamaz.
Bu, İmâm Şâfî
(R.A.)'ye göre böyledir. Çünkü ariyet alan şahıs ariyet verenin izni
olmaksızın, onu ariyet veremez.
Bize gelince:
"Ariyet mutlak ise şöyle ki; Mal sahibi: "Sana ariyet verdim."
der de; "senin menfaatlanman için" demez ise, işte o zaman, kendisi
de faydalanır; başkasına da ariyet olarak verebilir.
Eğer ariyet mutlak
değil de mukayyed ise (şöyle ki: Mal sahibi "Sana menfaatlanman için,
ariyet olarak verdim." derse,) onu başkasına ariyet olarak veremez. Bir
hayvana binmek; bir elbiseyi giymek gibi...
Şayet ariyet bırakılan
şey, faydalanmak hususunda, insanlar arasında değişik mahiyetli şeyse; (bir ev
gibi...) onu ariyet olarak verebilir.
İmâm Muhammed (R.A.),
bundan sonra şöyle buyurmuştur: -
"Bana verdin. Ben
de, senden şu senenin, şu ayında aldım." deyip tarihini yazar.
Gerçekten böyle yapar.
Çünkü, ariyetin hükmü değişiktir. Âlim-onda ihtilaf eylediler.
Bizim âlimlerimize
göre ariyet, emânettir. İmâm Şâfî (R.A.)'ye göre, mazmünedir. Teslim alınca
tarihi yazılır. Böylece hâkime çıkınca, onun ne zaman tazminat altına
girdiğini, hâkim anlamış olur.
Ariyet alan, ariyet
veren şahsa karşı "oturduğunu" yakmak isterse; bunu nasıl yazar?
Âlimler şöyle
buyurmuşlardır:
Oturan şahıs, bunu
yazmaya muhtaçtır. Tâki, sahibi iddia ederek: "Sen, sözleşmesiz
oturuyorsun." demesin... Hâkime çıktıkları zaman, sözleşme olmayınca,
hâkim ecr-i misille hükmeder.
Keza, o yer yıkılırsa;
sahibi onu ödetir. Bunun için de yazılmaya ihtiyaç vardır.
Bunun yazılış şekli
şöyledir:
Filan oğlu filandan,
(ya'ni ariyet verenden), filan oğlu filana (ya'-ni ariyeti alana): "Ben,
sana, şu mahalde, şu hudutlu evi, bizzat senin ve senin dilediklerin oturması
için, —âriyeten— verdim. Ben, sana onu teslim eyledim; sen de şu senenin şu
ayında teslim aldın." der. Yazı tamam olur.
Keza müteahhirin
âlimlerinden, bu işi iyi bilenler yazının sonuna şöyle yazarlardı: Şahitler,
şöyle şehâdette bulundular: Gerçekten filan, şu yerdeki, şu hudutlu evin
tamamın!, filana ariyet olarak, tam bir sene, (şu ayın başından itibaren, şu
senenin şu ayına kadar) ve müddet içinde filanın oturması için (yâni ariyet
alanın oturması için) verdi. Kendisi, ailesi, etbâı, misafiri ve dilediği başka
insanlar, bu müddet bitene kadar, mezkûr yerde oturacaklardır. Tamamını, filan
ariyet olarak vermiştir. Müsteîr de onu, ondan teslim almıştır. Teslim alışı
her türlü mâniden fariğdir. Mezkûr bina, ariyet olarak müsteîrin elindedir.
Hudutları belirli olan bu yerin mülküyet hakkı, ariyet verenindir."
denilir. Ve yazı tamamlanır. [229]
Bir kimse, hayvanını,
bir başkasına âriyeten bırakırsa; bu durum şöyle yazılır:
Hayvan sahibi için,
filan şöyle ikrar eyledi: (yâni müsteîr, kas-den şöyle söyledi): "Şu
sıfatta olan hayvanını filana, —ariyet olarak— binsin diye, şu günde şuraya
kadar gidip gelmek ve her türlü zarardan uzak olarak geri teslim etmek üzere
bıraktı. Bu şartlar altında, müsteîr de, o hayvanı teslim aldı. Ve ariyet
hükmüyle, onun elindedir. Milkiyeti ise, ariyet verene aittir.
En doğrusunu bilen
Yüce Allah'tır. Zemyre'de de böyledir.
Bir adam, bir duvarın
üzerine, —ariyet olarak— ağaç Koymak istediğinde, ariyet veren şahıs, bu
durumu yazmak isterse, şöyle yazılır.
Filan, filandan, yirmi
ağaçlık yeri, üzerine ağaç koymak üzere, ariyet olarak aldı. O divar müsteîrin
duvarına bitişik ve evin sağ tarafında ve iki evin arasındadır. Şu yerden şu
yere kadardır ve uzunluğu şu kadar, yüksekliği şu kadardır. Duvarın tamamı,
yeri ve binası ariyet verinindir; mülkü onundur. Mesteîrin hiç bir hakkı yoktur;
yalnız, ağaçlarını üzerine koymak için ariyet hakkı vardır. Bununla bir hak
sahibi olamaz ve bu duvardan bir şeye, müstehik olamaz. Onun daVâ hakkı da
olmaz.
Şayet bir yol veya
arazi sulamayı istiare ederse; o da böyle yazılır. Zahîriyye'de de böyledir. [230]
Bu husus şöyle
yazılır:
Şahitler, şöyle
şehadette bulundular:
Gerçekten filan, şu
yerde, terk edilmiş bir şey buldu. Onun sahibini bulmak için, açık olarakt
topluluk içinde nida edip çağırdı. Bu kimse, şer'i şerife imtisâlen, onu
kullanamaz; zayi de edemez; onun muhafazasını terk de edemez. Sahibini
bulabilirse onu reddeder. (= geri verir.) Muhıyt'te de böyledir. [231]
Emânetlerle ilgili
yazılar şöyle yazılır:
"Fiian, isteyerek
ve ikrarının yer yönüyle caiz olduğu hâlde şöyle ikrar eyledi:
Filan şahıs, filanın
yanına, şunu muhafaza için bıraktı. O, şahıs, bu şeyi yabancıya vermiyecek;
yanından çıkarmıyacak ve zaruret olmadıkça başka bir yere nakletmiyecek.
Eğer, onu zayi veya
helak eder yahut ri'âyete muhalefet ederse; tazminatta bulunacak. Kendisine
emânet bırakılan şahıs da bunu kabul eyledi ve muhafaza için o emâneti teslim
aldı. Sahibi her ne zaman isterse (gece veya gündüz), bu emânet ona iade
edilecektir. Bu emânet alma işi, şu ayın şu gününde meydana geldi." diye
yazılır.
En doğrusunu bilen
Yüce Allah'tır. Zehıyre'de de böyledir. [232]
Bu fasıl, bazı ikrar
nevilerini içine almaktadır: [233]
Bu husus şöyle
yazıyageçirilir:
Filan isteyerek ve
aklı başında, sıhhati yerinde, yaptığı işler caiz olduğu hâlde, kendisinde
hastalıktan bir illet yok; başka bir illeti de yok; ikrarın sıhhatine mâni bir
hâli de yok iken, şöyle ikrar etti:
"Kendi zimmetinde
filan için, şu kadar dinar (veya şu kadar dirhem) lâzım, hak, vacip, sahih
sebeble hâl-i hazırda ödenmesi gereken ve vadeli olmayan borç vardır. Alacaklı
bunu dilediği zaman isteyecektir. Ondan beraat etmemiştir; ancak onu kendisine
ödemekle veya vekiline, vasisine veya vârisine vermekle beraat edecektir.
O malı, borçlu nefsî
malından verir. Ancak, kendisine herhangi bir cihetten, teberru edilirse, o
müstesnadır...
Kendisi için ikrar
olunan şahıs da bunu yüz yüze, şifahen doğrular ve bu tasdik sahih olur.
Tarihi de yazılarak bu yazı tamam olur. [234]
Bu borcun
muhtelif'sebepleri olabilir: Bir eşyanın parası, atın parası, ev parası, bir
kölenin bedeli gibi şeyler bu cümledendir. Borçlu, bunları, alacaklıdan satın
almıştır. "Lâzım, hak, vacip borç" sözünün yanında, "altın
parası" veya "kölenin parası" "ondan sahih bir akidle satın
aldığı ve görüp teslim aldığı, razı olduğu ve bedelini kararlaştırdıkları, evin
parası;" "bu para peşindir.1'; "satın alan şahıs tamamını tamdı;
kusurdan berî olduğunu gördü." diye yazılır.
Eğer parası va'deli
olmuş olsaydı, "şu senenin, şu ayına kadar..." veya "iki seneye
kadar..." diye yazılırdı. Bu durumda, artık alacaklı, hâl-i hazırda (=
hemen şimdi) alacağını isteyemezdi. Ancak va'de tamam olunca isterdi. Vadesiz
borcu, alacaklı ne zaman ve nasıl dilerse, öyle ister. Ondan, borçluya beraat
yoktur. İlâ ahirihi...
İkrar eden şahıs,
kendisi için ikrar olunan kimseden, satılan o şeyi te'hirsiz olarak alır. Biz
"satılan şeyi hâl-i hazırda, (sözleşme vaktinde) alır." diye yazdık.
Çünkü bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin yoludur. O, şöyle buyururdu:
Bir kimse,
"seneye kadar ödenecek" der de, seneyi açıklamaz ise "satılanı
teslim aldığı seneye itibar edilir." Eğer, teslim almak, bir sene sonra
ise, satış vaktinde değilse, itibar o seneyedir. Yazıya da böylece yazılır. [235]
Borç verme sebeplen şu
şekilde yazıya geçirilir: "Borç lâzım, hak, vacip ve sahih bir karz
sebebiyledir. Alacak-h olan, nefsî malından borç verdi; diğeri de onu kabul
eyleyip ihtiyaçlarına sarfeyledi. Ve, bu durumu, yüz yüze bunu ikrar eyledi.
Va'deli borç yazılmaz. Çünkü borç te'cili kabul etmez. Muhıyt'-te de böyledir.
Ancak, bir mes'elede,
borç te'cîii kabul eder. O da TahâvFnin zikreylediği şu mes'eledir:
Bir adam, filan oğlu
filana, ölümünden bir seneye kadar sonra bin dirhem vasiyet eylese; işte bu
te'cil sahihtir. Zahîriyye'de de böyledir. [236]
Borç, gasp sebebiyle
olursa şöyle yazılır:
Borç borçlunun gasbı
sebebiyle lâzım, hak ve vaciptir. Alacaklıdan şu kadar dirhem gasbeylemiştir. [237]
Bir kimse, bir şeyi
zayi etmesi sebebiyle borçlanmış olursa, bu durum şöyle yazılır: Borç, onun
zayi etmesi sebebiyle lâzım, hak vacibdir. Ve borçlunun, zayi ettiği şeyin
kıymetini ödemesi gerekir. [238]
Bir kimse, havaleyi
kabul etmesi veya kefalet suretiyle borç-lanmışsa; bu durum şöyle yazılır:
Bu kimse filanın
üzerinde olan borcun havalesini kabul etmesi sebebiyle, onu ödeyecekdir.
Bu kimse, filan adama
kefil olduğundan dolayı, onun borcunu ödeyecektir. [239]
Bir kimse, "karısının,
kendi üzerinde kalan mehrini" ikrar ederse; bu borç şöyle yazılır:
Kadının, kocasının
üzerinde kalan mehri sebebiyle, bu borç lâzım, hak ve vaciptir. [240]
Borcunu ikrar eden şahıs,
buna karşılık olarak belirli bir şeyi rehin bırakmışsa; bu durum ikrar ve
tasdikten sonra şöyle yazılır: "Gerçekten, borcunu ikrar eden bu şahıs,
kendi malı olan şeylerden Bağdat yapısı, taze, eni ve uzunluğu şu kadar,
kıymeti de şu kadar olan mendili, rehin bırakmıştır."
Veya "şu kadar
eni ve boyu ve kıymeti olan, ipek kumaşı rehin bırakmıştır."
Yahut "Boyu ve
eni şu kadar; rengi ve kıymeti şu olan, belli bir şeyi rehin bırakmıştır."
"Alacaklıda, bunları teslim almış ve alacağına karşılık olarak borçlu
borcunu ödeyene kadar, elinde tutmuştur. Ve bunların tamamı, şahitlerin gözü
önünde yapılmıştır. [241]
Borçlu borcunu ikrar
ve tasdik ettikten sonra, şöyle yazılır: Gerçekten filan şahıs (alacaklı),
borçlu olduğunu ikrar eden şahıstan ikrar eylediği malın tamamına sahih caiz,
nafiz bir şekilde ve ikrar edicinin rızası, kefil olanın da kabûlu ile, ve
kefalet meclisinde, yüz yüze olmak üzere, kendisi için borç ikrar olunan zat,
ne zaman istertes, kefalet hükmüyle, alacağını kefilden istemek; dilerse
asilden istemek üzere, filanı kefil almıştır. Bu kefilde, kefaleti kabul
eylemiştir. [242]
Nikâh sebebiyle, bir
küçüğe mehir borç olursa, bu durum şöyle yazılır:
Filan adam, küçük kızı
filâneyi, —babalık velâyetiyle— filan adamın küçük oğlu filana nikah eyledi.
Nikah âdil şahitler huzurunda, sahih olarak yapıldı. Küçüğün babası da bu
nikâhı, —küçük oğlu için,— kabul eyledi. Bu kız, o küçüğün karısı oldu. Mehir
de üzerine hak ve lâzım oldu. [243]
İki kişi, bir şahsa
borçlu olduklarını ikrar eder ve bunlar birbirlerine kefil olurlarsa, durum
şöyle yazılır:
"Filan ve filan
isteyerek, rağbet ederek, bedenleri sıhhatli, akılları başlarında, işleri
geçerli, hiç birinde, ikrarlarının sıhhatine mani hiç bir illet (= hastalık) ve
başka bir yaramazlık olmadığı hâlue şöyle ikrar eylediler:
"Üzerlerinde (zimmetlerinde)
filan için, şu kadar dirhem, — sahih sebeble hak, lâzım ve vacip olan borç
vardır. Bunların ikisi de zengin (= ganî) ve borçlarını ödeyecek durumdadırlar.
Mal ve eşyaya sahiptirler. Borçlarını, fazlasıyle ödeyebilirler. Ve bunlardan
her biri, diğerine kefil olmuşlardır. Gerekirse borcun tamamını tazmin ederler.
İşte bu durumda
alacaklı, dilerse, alacağını ikisinden biri alır; dilerse alacağının tamamını
alana kadar —ayrı ayrı alır. Onlardan birini —diğerinin haricinde— beraat
ettirmek ve borçtan kurtarmak doğru olmaz." diye yazılır ve yazı tamam
olur. [244]
Şayet borç, senette
bir adamın ismine yazılmış olur ve o ikrar ederek: "Bu borç filanındır;
senetdeki ismi ariyettir." derse; durum şöyle yazılır: —Yazının sonuna—:
"Şahitler, şöyle şehâdette bulundular: Gerçekte filan, isteyerek
"filana borcu olduğunu" ikrar eyledi.
Bu sene de besmele ve
tarih yazılır.
Sonra da şöyle
yazılır: Filan şöyle ikrar eyledi: Bu malın tamamı senette yazılı olan filana
aittir; başka bir kimseye âit değildir.
Şayet, bir kısmı o
filanın ise, o zaman da "bu borçtan şu kadarı, filanındır." diye
yazılır. [245]
Filan şahıs,
isteyerek, —ikrah (= zorlama) ile değil—- şöyle ikrar eyledi:
Filanda, şu kadar,
sahih sebeple, vacip hak. olan alacağı vardı. Bunu, ikisi birlikte ve âdil
şahitlerin huzurunda, —senet hâlinde— Yazmışlardı. Alacaklı, o filandan,
malının tamamını, noksansız olarak teslim aldı; borçluda noksansız olarak
ödedi ve tamamından beraat eyledi. Borçlunun ikrarının yazılı olduğu senet
zâyî oldu. Bu durumda, bu senet her ne zaman meydana çıkarsa çıksın batıldır.
( = geçersizdir.) Onunla da'vâ edilmez.
Her hangi bir zamanda,
vekil veya vasi yahut vâris, o senedle, o alacağın tamamını veya bir kısmını
da'vâ edecek olurlarsa, işte o da'va bâtıldır. Filan oğlu filan da bu ikrarı
caiz bir kabulle ve mu-hatab olarak kabul eyledi ve bu yazı da böylece
tamamlandı. [246]
Bir alacaklı,
birbirine kefil olan iki borçlunun birinden, "alacağının tamamını
aldığını" ikrar ederse, bu durum şöyle yazılır:
Filan (alacaklı)
isteyerek şöyle ikrar eyledi: Filan ve filanda, müsavi şekilde, şu şu kadar
alacağı vardı. Onlardan her birisi de, diğerinin —o borcun tamamını tazmin
hususunda, —kefilidir. Bu durumda, alacaklı alacağını, isterse ayrı ayrı;
isterse ikisinden bir, — nerde ve nasıl isterse, öyle— alır.
Bu borçlulardan
birisi, o borcun tamamını ödeyince, vacip olan borcun tamamı ödenmiş olur.
Diğer borçlunun kefaleti hasabiyle olan borcu da düşer. Ve, her ikisi de
borçtan beri olurlar. Âz veya çok borç kalmaz. Bundan sonra borç da'vası da
olmaz. Borcun, tamamı veya bir kısmı; eskisi veya yenisi kalmaz.
Bunu da kendisi için
ikrar olunan şahıs yüz yüze doğrular ve ikisi de buna şehâdette bulunurlar.
Şayet bu borçlulardan
birisi, husûsi olarak kendi hissesini iddia ederse, o da şöyle yazılır:
"Bu iki borçludan
filan, kendi borcunu ödedi ve ondan berî oldu ve diğeri de onun kefaletinden
berî oldu. Geride arkadaşının borcu kaldı. Bu borcunu ödeyen şahıs da ona kefil
olarak duruyor."
En doğrusunu bilen
Yüce AHah'dır. [247]
Bir kimsenin,
diğerine, bir miktar buğday borçlu olduğunu ikrar etmesi şöyle yazılır:
Filan kimse, filan
için, üzerinde ve zimmetinde şu kadar ölçek, taze, temiz, beyaz, güzlük sulu
yer buğadayı vardır. Ölçek, Buhara halkınca bilinen uşârî ölçeğidir ve bu sahih
sebeble, hak, lâzım ve vacip bir borçtur." diye ikrar eder. Ve isterse
sebebini de açıklayıp, ondan "borç olarak" veya "selem
olarak" sahih şartlarla aldığını söyler. Selemde, yazıya va'deyi de ilâve
eder ve "va'deli olarak, şu yerde teslim etmek üzere aldı/' der. Kendisi
için ikrar olunan şahıs bunu tasdik eder ve bunların tamamı yüz yüze olur. Yazı
da böylece tamam olur. [248]
Ölçülen, tartılan veya
sayılan bir şeyden, bir miktar borçlu olunduğu ikrar olunacağı zaman ikrar
olunan şeyde mübalağa yapılarak, onun sıfatı, miktarı yazılır: Buhara
tartısıyla şu şu kadar batman, orta halli, kırmızı, temiz darı... veya Buhara
tartısıyla, şu kadar batman, orta halli, beyaz darı...
Küçük dan olursa (cin
darısı) o da şöyle yazılır: Orta halli, temiz, Buhara tartısıyla tartılmış, şu
kadar batman küçük darı...
Susam da böyle
yazılır: Şu kadar batman, temiz, siyah susam...
Pamuk şöyle yazılır:
Buhara tartısıyla tartılmış. Şu kadar batman beyaz, orta halli, pamuk...
Sabun şöyle yazılır:
Buhara tartısıyla tartılmış şu kadar batman, orta haili susamdan yapılmış
sabun... .
Yaş üzüm hakkında da
şöyle yazılır. Buhara tartısıyla tartılmış şu kadar batman beyaz yaş üzüm;
(veya kırmızı yaş üzüm...) Veya Tâif'in Buhara tartısıyla tartılmış beyaz yaş
üzümü... (veya kırmızı .üzümü
Üzüm pekmezi şöyle
yazılır: Yaş üzümden yapılmış, orta halli, Buhara tartısıyla tartılmış, şu
kadar batman pekmez...
Keza, lamba yağı da:
Şu kadar batman keten tohumundan veya pamuk çekirdeğinden çıkarılmış, Buhara
tartısıyla tartılmış lamba yağı diye yazılır.
Diğer ölçülen veya
tartılanlar da, bunlara kıyâsla yazılırlar. [249]
Filan kadın, isteğiyle
şöyle ikrar eyledi: Kocası ve helâli olan filan şahısla, sahih nikâhla, âdil,
şahitler huzurunda, nikahlanmış-tır. Şu Kadar dinar mehri vardır. Ve o, bu
mehrinin tamamına, muhtelif cins eşyaları (tek tek beyan ederek) satın
almıştır. Kadın, sahih bir vekâlet ile vekil eyledi ve gerçekten o, onların
tamamını teslim âldı. Kocanın teslim edince, bunların tamamı onun oldu.
Keza, İmâmü'z Zâhid
Necmü'd-din Ömer en-Nesefî (R.A.) şöyle buyurmuştur. Burda dikkat etmek
gerekir. Çünkü, kadın tarafından, kocanın üzerinde olan mehir ile, kocanın, bir
şey satın almaya vekil edilmesi, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre caiz değildir.
İmâmeyn'e göre ise, bu
her haliyle caizdir.
İhtiyat ise, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'nin kavline göre, hareket etmekdir.
Bunun için yazıya şu
fazlalığı ilâve eder. "Filan oğlu filandan, kadının mehrinin tamamı ile
satın aldı. Gerçekten kadın, onu satın almaya vekil eylemişti.
"Veya şöyle
yazar: "Kadın onu belirli olan şu eşyaları, mehri-ne mukabil atmaya vekil
eyledi." [250]
Bu durum şöyle
kaydedilir:
Şahitler, şöyle
şehâdette bulundular: Gerçekten filan ve filan, isteyerek şöyle ikrar
eylediler: Onlardan her birinin, diğerinin üzerinde veya yanında, önce yahut
beraber, bir hakkı yokdur. Kendinin veya vekilinin ismi ile ve hiç bir
sebeble, aralarında cereyan eden haklardan bir hak yoktur. Da'va, husûmet ve
talep de yoktur. Eski veya yeni bir hak kalmamıştır. Herbiri, diğerine olan
bütün haklarını tam ve vâfi olarak ödemiştir.
Artık ne zaman,
onlardan birisi, arkadaşına karşı, herhangi bir sebeble bir iddiada bulunursa;
o yalandır; bâtıldır; zulümdür. Arkadaşı, bunların tamamından bendir; dünyada
ve âhirette genişlik içindedir. Ve her biri, bu beraatı kabul eylemiştir.
Bu yazı, noksansız
olarak iki nüsha yazılıp, birer nüshasını yanlarına alırlar.
Böylelikle birisi,
diğerine karşı da'vâya kadir olamaz. Şayet onlardan birinin, diğerine borcu
olur ve onu öderse; bu durum da şöyle yazılır:
Gerçekten filan, filana
olan borcunun tamamını ödedi. Artık onun üzerinde, yanında, elinde herhangi bir
sebeble, bir hakkı kalmamıştır." Ve yukarıdaki ifade sonuna kadar
yazılır.
Ve "filan da bu
ibrayı yüz yüze kabul eylemiştir." denir. Şayet, bir kısmını Ödemiş ve bir
kısımım da te'ci! eylemişse, bu „ durum da olduğu gibi yazılır.
Ve bu durum hakkında
da nefisleri üzerine şahit edinirler. Eğer bir kısmını ibra eder; bir kısmını
da te'cil ederse; o da, öylece yazılır.
En doğrusunu bilen
Yüce Allah'tır. [251]
Bu durum, yazı ile
şöyle tesbit edilir:
Filan, şahıs, şöyle
ikrar eyledi: Şu yerdeki, şu hudutlu evin tamamı, hududu ile, hakları iie,
mürâfıki ile ve ona mensup her şeyi ile, filanındır; onun mülkü ve onun hakkıdır.
İkrar eden şahsın veya diğer bir insanın değildir. Kendisi için ikrar oİunan
zat, buranın, ikrar edenden ve diğer insanlardanda daha çok tasarruf hakkına
sahiptir.İkrar eden şahsın, orada hiç bir hakkı yoktur. Ona, bir yolu da
yoktur; da'va ve talebi de yoktur. Hiç bir sebeble, husûmeti de yoktur. Bunu,
filan da tasdik eylemiştir." Ve bu yazı da, böylece tamam olmuştur. [252]
Bir akarın başkasına
ait olduğunu ikrar eden şahıs, onun hududunu da yazdırabilir: Şöyle ki:
Bu akarın hakkı ve
mülkiyeti filanındır. İkrar eden şahsın elinde ariyet olarak bulunuyor.
Kendisi için ikrar da bulunulan şahıs, o yere, en haklı olan insandır. Mülk ve
tasarruf hakkı onundur. İkrar edenin, onda bir hakkı yoktur. Kendisi adına
ikrar olunan şahıs da, bunu böylece doğrulamış ve bu yüz yüze, şifahî olarak
yapılmıştır.
Bu veçhe göre, ikrar
başka bir hududa olursa yine böyledir. .
Şayet bir evi veya bir
araziyi ikrar eder ve onu açıklamayı da murad ederse; şöyle yazılır:
Bu yerin tamamı ve bu
ev filanındır. Ve ona teslimi vacip ve lâzımdır. İkrar eden şahıs, onu filana
bütün hudut ve haklarıyla verip teslim etmek için tanıttı. Onun sahih bir
teslimle, müdafaasız ve münâzaasız teslim edilmesi vaciptir.
Şayet teslim etmezse,
o takdirde tam kıymetini öder. Onun kıymeti hususunda îkrar edicinin sözü
geçerlidir. Kıymetini nasıl beyan ederse, onu teslim etmesi gerekir.
"Tamamının kıymeti şu şu kadardır." der.
İhtiyat ve en doğru
olanı da budur.
Şayet ev elinde değil
ise, onu yazmayı isteyince onun, o evi tes-iim etmesi veya kıymetini ödemesi
gerekir.
Eğer teslimden âciz
olursa, o takdirde "ev elinde" diye yazmaz.
Şayet tazminatta
bulunmuşsa, yazının sonuna: "Filan, filan, filan için, şu hudutlu yerin
tamamını tazmin eylemiştir ve ona teslim etmekle veya kıymetin vermekle
tamamından halâs olmuştur. Ve tamamını filan filana sahih bir tazmin ile
tazmin eylemiş, filan da bu ikrar ve tazminatı tamamen kabul eylemişdir.
Fakat insanların
tamamına ödetmeyi murad ederse, bu hususta Tahâvi, İsa bin Ebân'ın şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: Elimizde olan akarla ibtilâ olunduk. Eğer ikrar
eder ve "o bir adamın" dersek; o bizden tazminat talebinde bulunur.
Muhammed bin Hasan
şöyle buyurmuştur;
Şayet ona icabet eder
ve talebini tazmin ederseniz, bu tazminat bâtıl olur.
Hassaf, bu tazminatı
bütün insanlardan caiz görmüş ve onu yazının sonuna "bütün insanlar
tarafından" diye yazmıştır. Şayet ev, onun elinde bir vedia (= emânet)
ise, şöyle yazılır: "İşte bu, kendisi için ikrar edilen şahıs tarafından,
bunun elinde emânettir. Ona teslim eylemiştir. Ne zaman isterse, onun
vermekten imtina hakkı yoktur.
Eğer akarı, büyük
yaştaki bir çocuğu için ikrar ederse; bunu da yabancı için yazdığı gibi yazar.
Şayet çocuk küçük,
ise, "mülk çocuğundur. O da filan oğlu fi-.landır; şu yaştadır. Mülk onun
hakkıdır. İkrar eden şahsın elinde, bu mülk babalık velayetiyle, onun buluğ
zamanına ve rüşde erene kadar muhafaza etmesi için bulunuyor. Bu husus da yüz
yüze tasdik edilmiştir. Onu, tasdik hakkı olan tasdik eylemiştir." [253]
Böyle bir ikrarda,
"Hududu ve haklan ile" sözünden sonra şöyle yazılır: İçinde bulunan
şeylerin tamamı ile, elbiseden, eşyadan, paradan, ölçülen ve tartılan
şeylerden, yatak, yastık, sergi, ev eşyası, altın, gümüş, tunç ve benzeri
bakır, kalay, cam kablar, köleler ve hayvanlar ve az yahut çok başka ne varsa,
her türlü malın tamamı filanındır." denir. Ve yazı tamam olur. [254]
Ev ve içinde olan
eşyalar gibi bağ, bahçe ve arazi içinde de meyveler ve ziraat vardır.
Çünkü,ziraat ve meyveler arazi ve bağ ikrarına dâhil olmazlar; ev ikrarına,
eşyaların dâhil olmadığı gibi...
Eğer ikrar, arazi ve
bağın aslına ait ise; bu evin aslına olan ikrar gibi yazılır.
Eğer ikrar arazî ve
bağ ve içinde bulunan şeylere ait ise, o zaman ev ve içinde oları şeylerle
ilgili Yapılan ikrar gibi olur ve İçinde olan ziraat ve meyveler de yazılır.
Şayet ikrar, —evin
dışında— sadece evde olan şeylere ait ise, o zaman "şu hudutlu, şu yerde
olan evin içinde olan malların tamamı, elbiseden, paradan, eşyadan, yatak,
yastık, ve sergiden; altın ve gümüşten, köleden, cariyeden, sığır, deve ve
koyundan, tartılan ve ölçülen, yenilecek, içilecek şeylerden ev eşyası, kaplar,
tunç, bakır ve benzeri şeylerden cam ve sair eşyalardan her ne varsa; hepsi
filanın hakkıdır." denir ve öylece yazılır.
Keza, ikrar, bağa ait
değil de, bağda olan şeylere veya araziye değil de, arazide olan şeylere aitse,
o zaman, ziraat yazılır. Şöyle ki: Filan şöyle ikrar eyledi: Ziraatın tamamı,
ve o yerde ne varsa, yazılıp "tamamı, kendesi için ikrar olunan
şahsındır." denir ve yazı böylece tamam olur. O yerin mülkiyeti, bu
ikrardan hâriçtir.
"Şu şu hudutlu
bağda, —bağın ağaçları hariç— bulunan meyveler müstesnadır. Bağın yeri ve
ağaçlan kendisi adına ikrar olunanın mülküdür." denir ve yazı tamam oiur.
En doğrusunu bilen
Yüce Allah'tır. [255]
Mekâna izafe edilmeyen
a'yanı ikrar hakkında yapılan senette, baş tarafa besmele yazıldıktan sonra,
şöyle devam edelir:
Filan şöyle ikrar
eyledi: "Filan oğlu filan, ikrarının caiz, tasar-rufâtının nafiz olduğu
hâlde, isteyerek ve rağbet ederek şöyle ikrar eyledi ve: "Bu a'yanın tamamı,
(Sıfatı, miktarı, eni ve boyunun kaç arşın olduğunu ve kıymetini söyleyerek)
filanın, mülküdür; Hakkıdır ve onun tasarrufatına ikrar edenden de diğer
insanlardan da daha çok hak sahibidir." der ve yazı tamamlanır. [256]
Bir kimsenin bu
husustaki ikrarı şöyle yazılır: Filan şahıs, şöyle ikrar eyledi: Gerçekden şu
hudutlu, şu yerde-. ki yurt da bulunan,
giriş kapısının sol tarafındaki (veya önündeki), bir hududu yurdun sahanlığına
bitişik yazlık ev (veya kışlık ev) ikinci hududu yazlık (veya kışlık) eve
bitişik; üçüncüsü sofaya bitişik; dördüncü hududu da abdesthaneye bitişik olan
şu evin, bütün hu-dûdü ve hakları, yeri ve binası, üstü ve altı, yolu ve
bodrumu, çoğu ve azı ile, —büyük kapıya kadar— filanın mülkü ve hakkıdır."
Bu ikrar yazılır ve yazı tamam olur. [257]
Bu husustaki yazı
şöyle yazılır:
Filan, şöyle ikrar
eyledi: "Kışlık evin üzerinde olan odanın tamamı (veya yazlık evin
üzerinde olan odanın tamamı) şu sokakta, şu hudutta ve girişin sağ tarafında
olan oda, —altı hariç— filanındır." dedi. Bu ikrar aynen yazılır. [258]
Bir kimse, bir eve,
bir başkası ile beraber ortak bulunduğunu ikrar ederse; bu durum da, —yukarıda—
beyan ettiğimiz gibi yazılır:
Şayet o ev, taksimden
sonra ikrar edenin hissesine düşerse; onun tamamını kendisi için ikrar olunana
teslim eder. Şayet diğerinin hissesine düşerse ikrar eden şahıs, nasibi
kadarın kıymetini, tazmin eder. (= öder.) [259]
Bir kimse, kendisine
ait bir yerde, bir başkasının yol hakkı bulunduğunu ikrar ederse, bu durum
şöyle yazılır:
Filan şahıs ikrar
ederek şöyle dedi: "Gerçekden filan şahıs için, şu hudutlu yerde, şu yer
ile şu yer arasında büyük kapıya varana kadar, yol hakkı vardır. Ve bu yol, başlangıçtan
sonuna kadar, şu kadar arşın uzunlukta ve şu.kadar arşın enindedir. Bu yolun
tamamı, bütün hududu ve hakları ile filanındır; onun mülküdür ve onun elindedir.
Bu şahıs, ikrar eden şahıstan ve diğer insanlardan, —oraya— daha çok hak
sahibidir ve elyaktır."
Bu ikrar aynen
yazılır.
Eğer yola ortak
iseler; bu yazıya "yola ortakdırlar." cümlesi ilâve edilerek yazılır. [260]
İkrar edilen duvarın
yeri, uzunluğu, eni ve yüksekliği yazılır. Duvarı, yeriyle, binasıyla birlikte
yazmak gerekir. Biz, duvar hakkında iki rivayetten ihtilafı zikretmiştik. O,
bina ve yer için veya — başka değil— bina için isimdir. [261]
Nehir hakkında, şöyle
yazılır: Filan şahıs şu yerdeki nehir hakkında şöyle ikrar eyledi: Nehrin
başlangıcı şura, nihayeti şura; şu yere akar; çıktığı yerden aktığı yere kadar
uzunluğu şu kadar arşın; eni şu kadar arşındır. Nehrin tamamının toprağı her
tarafından beş arşındır. Bütün hakları ve ondan çıkanın tamamı, kendisi için
ikrar olunan şahsındır." diye bu ikrar aynen yazılır.
Bu yer, nehir değil,de
kanal olursa; onun yeri ve binası da bu yazıya eklenir. [262]
Bir müşteri, bir
şahsın vekilinden bir yer satın alırsa veya müşterinin kendisi vekil olur ve
müvekkili adına bir yer satın alırsa; bu durumlar şöyle yazılır:
İsmi ve kimliği
senette zikredilen şu müşteri, ikrarı sahih, caiz ve diğer tasarrufu nafiz
olduğu halde, isteğiyle şöyle ikrar eyledi: O senette yazılı yerin (veya
senette yazılı evin) tamamını satın almıştır. Hududu da senette yazılıdır.
Zikredilen satıcıdan, belirli bir bedel ile, filan oğlu filan için, onun vekili
olarak ve bedelini de müvekkilinin malından vererek satın almıştır. Ve o,
üzerine sözleşme yapılan yeri, onun için teslim almıştır. O evin (veya o yerin)
tamamı, filanın mülkü ve onun hakkıdır. Senette ismi geçen şahsın ismi
ariyettir ve hak sahibinin vekilinin ismidir. Mülkün aslı filanındır ve onun
hakkıdır. İkrar eden bu şahsın ismi ariyettir. Müvekkili filandır ve o yere
bütün insanlardan daha çok hak sahibidir. O yerin tamamı hakkında ikrar eden
şahsın bir da'vâsi yoktur. Başka bir şeyi de yoktur.
Şayet tamamı veya bir
kısım hakkında iddiada bulunursa; — ister hâli hayatında olsun, ister ölümünden
sonra olsun—' bu da'vâ-sı batıldır. Kendisi adına ikrar olunan şahıs da bunu
tasdik eyledi ve bunların tamamı, şu günde, yüz yüze söylendi. [263]
Filan şöyle ikrar
eyledi: Gerçekten kendisi, şu mevkide, filan adamdan, şu kadar bedele bir ev
satın almıştır. Bu alış senedine önce besmele yazılıdır.
Sonra da söylediğimiz
gibi "filan için satın aldı." diye yazılır. Şayet, satın alman şeyin
yarısını kendi nefsi için, yansını da başkası için yazacaksa, şöyle yazar:
Filan, isteyerek şöyle ikrar eyledi: "Şu yerdeki evi satın alırken, muşa
olarak o evin yarısını kendi nefsi için satın aldı. Yarısını da — müşâ olarak
(= taksim edilmeksizin) filan için— onun vekili olarak— satın aldı. Ve evin
tamamına — bu müşaan satın alış sebebiyle— yarı yarıya ortak oldular. O yer,
ikisinin elindedir. Yarısının parasını, nakden filanın malından, onun emriyle
ödedi. Bunu da kendisi için ikrar da bulunulan şahıs şifahi olarak tasdik
eyledi" diye yazılıp, bu yazı tamamlanır.
[264]
Bir vasî bir yetim
için, bir yer satın aldığını ikrar edince, bu durum şöyle yazılır:
Filanın küçük oğlu
için vasî olan zat, şöyle ikrar eyledi: Filan şahıs, filandan, bedeliyle evin
tamamını, şu yetim için sabit vasî olarak ve vasîlik velâyetiyle satın aldı.
Ve bu hükümle, bedelini de yetimin malından ödedi ve velayeti hasebiyle
satıcıya verdi. Bu ev, yetimin oldu. Bu yetim, o eve bütün insanlardan daha
fazla hak sahibidir ve ev onun hakkıdır. Senetteki isim ariyettir. İkrar eden
şahsın o evin tamamında veya evin bir şeyinde, hiç bir hakkı yoktur. Vasî,
yetim bulûğa erip, rüşde erişene kadar, onun için satın alınan şeyi teslim alıp
korumaktadır.[265]
Bir kimse, diğer bir
şahsın elinde bulunan bir evin, onda âri-yeten bulunduğunu ikrar ederse; bu ikrarı
şöyle yazılır:
Filan, isteyerek şöyle
ikrar eyledi: "Kendisi dünya malından hiç bir şeye sahip değildi?.
Üzerindeki elbiseden başka ne yerin üstünde bir şeyi var, ne de yerin altında
bir şeyi vardır. Elbisesinin kıymeti de şu kadar dirhemdir. Bu şahıs filanın
âlisenin içindedir ve onun evinde durmaktadır. Kendisine, o şahıs infak
etmektedir. Onun, başkasında da bir malı mülkü yoktur; ne canlı, ne cansız ne
de kendisine mal denilen bir şey... Filan da, oturduğu yerin ariyet olduğunu
tasdik eyledi. [266]
Bu ikrar şöyle
yazılır:
Filan, isteyerek şöyle
ikrar eyledi: Filan şahıs rızâsı ile, kasden, şu yerdeki, şu hudutlu evin kendi
aralarında olan satışının tamamını feshetti. (= Bozdu.) Bütün sözleşmeyi nakz
eyledi; sahih bir fesihle fesheyledi. Bu fesih o caizdir ve onda fesad ve
muhayyerlik yoktur. Bunun ibtâline ma'na da yoktur. Evin tamamını, sahih bir
redle geri verdi. Artık, kendisi, için ikrar olunan şahsın üzerinde, yanında,
elinde bir hak, bir ayn ve borç; ve satılan evden bir şey; rehin, vesî-ka veya
bir sözleşme kalmadı. Kendisi için ikrar olunan şahıs da bunu tasdik eyledi.
Bunun tamamı yüz yüze oldu. [267]
Filan şahıs, kasden (-
isteyerek) şöyle ikrar eyledi: Şu yerdeki şu hudutlu oağ, Dır mal karşılığı
filanın elinde rehin idi. Borçlu, borcunu tamamen ödedi. İkrar eden şahıs da bu
rehni fesh eyledi (= bozdu) ve bağı sabine reddeyledi. (- geri verdi.) Bu
durumda ikrar eden şahsın ikrar olunan şahsa bir borcu kalmadı. İkrar olunanın
da ikrar edende veya başkasında bir hakkı, da'vâsı veya husûmeti de kalmadı.
Her birisi, diğerini doğruladı ve şehâdette bulundular:
En doğrusunu bilen
Allah'dır. [268]
Filân kimse, isteyerek
şöyle ikrar eyledi: O, filandan, şu yerdeki, şu hudutlu evin tamamını satın
almıştı. İki taraf dan da teslim tesellüm vâki olmuştu; müşteri bedelini vermiş
ve evi teslim almış, ev sahibi de, bu evin bedelini, o müşteriden teslim
almıştı. îkrar eden filan şahıstan senedi istedi; o da onu vermekten aciz kaldı
ve: "O kayboldu." dedi. Ve satıcıya bedelin tamamını ödediğini ikrar
eyledi. Satıcı, ondan berî oldu. Ve satışa dâhil olan şeyin tamamını müşteriye
teslim eyledi. îkrar eden şahsın satıcıda hiç bir hakkı kalmadı; ne da'vâ, ne
husûmet ne aslında, ne gelirinde ne bedelinde ve nede kıymetinde... Bağın
tamamı satıcınındır. Ve bu bağda, onun ikrar ediciden daha çok hakkı vardır.
İkrar edici, bundan sonra senedi çıkarırsa, artık o bâtıldır. Yemin talebi de
batıldır."
İkrar olunan zatda
bunu doğruladı ve yazı böylece tamam oldu.
En doğrusunu, %ıncak
Allahu Teâlâ bilir. [269]
Bu husustaki ikrar
şöyle yazılır: Şahitler şöyle şehâdette budundular: Filan oğlu filan, kızı
filâneyi, kendi hâlis malından ihsan ve atıfe olarak teçhiz eyledi. Aralarında
şartlan yerinde sahih nikâhla nikâh cereyan edip kocasının evine zifafa
gönderdi. Yüce Allah hayır ve bereket cemeylesin; kendilerine temiz ve çok zürriyet
ihsan eyleşin. Kocanın yaptığı elbise de sıfatı ve kıymeti ile zikredilir. Kadının
elbisesinin nev'ini, sıfatını tafsilatıyla beyan eder ve ziynet eşyalarını,
incisini, cevherlerini, sıfatları ve kıymetleriyle açıklar. Keza, yatağını, yastığını,
sergisini; bakır, tunç, demir, kalay kaplarını açıklar. Cariyesinin rûmîmi,
yemenli mi olduğunu söyler kıymetini açık-Jar. Kölesinin kıymetini; cariyesinin
nereli olduğunu ve kıymetini; bağının şu köyde olduğunu ve hududunu; çarşıda üç
dükkanının olduğunu ve hududlarıni açıklar. Sonra senede besmele-i şerîfi
yazar.
Sonra da: Filan,
isteyerek ikrar eyledi ki; bu zikredilen şeylerin tamamı, cinsleriyle,
nevîleriyle, sıfatlarıyla, kıymetleriyle kızı filâ-nenin hakkı ve malıdır. Onun
elinde ve tasarrufunda olduğunu; ikrar edicinin onda bir hakkının olmadığını;
başka bir kimsenin de bir hakkının bulunmadığını; ne zaman ondan bir şey iddia
ederse, o iddianın merdûd olduğunu" söyler ve nefsi üzerine şahit edinir
ve yazıda böylece tamam olur.
Bu yazının sonuna
şahitlerin isimleri ve babanın ikrarı ile kocanın ikrarı yazılır. En doğrusunu
ancak Allahu Teâlâ bilir. . [270]
Bir. kızın, çeyizinin
babasına veya anasına ait olduğunu ikrar etmesi çeşitli şekillerde yazılabilir:
1-) Kağıdın
boş tarafına —daha önce beyan eylediğimiz gibi— cihaz (= çeyiz) yazıiır. Sonra
da besmele ile başlanarak: Filan kızı filâne, isteyerek şöyle ikrar eyledi:
Senette — cinsleriyle, nevileriyle, sıfatlarıyla, kıymetleriyle— zikredilen
şeylerin tamamı babası filanındır ve sahih sebeple onun hakkıdır. Bu malların
tamamı, kızın yanında ariyet olarak durmaktadır. Babası bunu yüz yüze doğrular
ve ikisi de buna şahitlik ederler.
2-) Filâne,
isteyerek şöyle ikrar eyledi:
Bilinen ve kendisine
nisbet edilen elbesilerden, eşyalardan, yatak ve sergilerden, ziynet eşyası,
altın gümüş, cevahir ve inciden; bakır, cam, demir, çanak-çömlek gibi
kaplardan, ev eşyası gibi şeylerden az-çok ne varsa; çeyiz olarak şu anda kadının
kocası evinde bulunan şeylerin tamamı sahih sebeble babasının mülküdür.
Kızı böylece ikrar
etmiştir. Babası da, bu durumu yüz yüze tasdik eder ve ikisi de buna şahitlik
yaparlar.
3-) Baba,
kızına teslim zamanı, cehizi yazıp; "onu, ben ariyet yoluyla kızıma teslim
eyledim." der.
Sadru'ş-Şehîd
Husâmu'd-din, şöyle buyurmuştur:
Ehvat olan, babanın
ondan belirli bir bedele satın alması ve sonra da kızın o bedelin tamamından
vaz geçmesidir.
Bize göre ahvat olanı,
önceki yazılandır.
En dorusunu bilen Yüce
Allah'tır. [271]
Kağıdın baş tarafına,
önce hayvanların cinsleri ve sıfatları — beyan ettiğimiz vecih üzere— yazılır.
Veya şöyle yazılır:
"Filan oğlu filan şöyle ikrar eyledi: (diye sonuna kadar yazılır.) O,
filana (vasfını söyleyerek) şu kadar dirheme sattı. Diğeri de onu satın aldı.
Bedelini teslim aldı ve satılan şeyi teslim eylemedi. Ne zaman isterse, o
zaman teslim edecektir." der. Kendisi adına ikrar olunan şahıs da onu
tasdik eder. [272]
Bu husustaki ikrar
şöyle yazılır: Filanın kızı filâne şöyle ikrar eyledi:
O, kocası filandan
nafakasını ve giyeceğinin tamamını almıştır. Şer'i şerifin emsali hakkında
takdir eylediği kadar altı ay için, (başlangıcı şu, bitimi şu gündür.) sahih ve
kâmil bir alışla almıştır. Kocası da onu yüz yüze olarak tasdik eylemiş ve yazı
tamamlanmıştır. [273]
"Filân hindli,
ikrarını caiz olduğu hâlde ve isteyerek şöyle ikrar eyledi: Kendisi filanın
kölesidir. Filan onun rakabesine sahih, caiz ve sabit bîr mülk ile mâliktir. Ve
o köle, onun hizmetindedir. Ona hizmeti ve itaati vaciptir. Hizmetinden
kaçınmak yoktur. Onu satmak ve mülkünden çıkarmak da yoktur. Filan da onun
bütün ikrarına şahittir." diye yazılır. [274]
Rumî ve ya Hintli olan
câriye şöyîe ikrar eyledi: O, filan oğlu filanın ümm-ü veledi ve elinde sahih
ve tam bir mülkle mülküdür. Ve onun tasarrufu altındadır. Ve o câriye, efendisinden
bir oğlan doğurmuştur; ismi filandır. Veya bir kız doğurmuştur; ismi
filânedir. O, efendinin evinde ve odasmdadır. Çocuğun nesebi, efendisinden
sabittir. Bu kadın, bu çocuğu doğurma sebebiyle, onun ümm-ü veledi olmuştur.
Onun efendisine hizmeti ve itaati, onun üzerine vaciptir. Hayatta olduğu
müddetçe, bundan imtina edemez. Efendisi de bunu yüz yüze doğrulamıştır. En
doğrusunu Allahu Teâlâ biîir. [275]
Cariyenin ümm—ü veled
olduğuna dair ikrar, efendi tarafından okırsa; biz onu ümm-ü veledler
bölümünde zikreyledik. Burada tekrar yazmıyoruz. [276]
Eğer ikrar, efendinin
oğlundan bu cariyenin, babasına ait ve onun ümm-ü veledi olduğuna ve bu
cariyenin, babasının ölümüyle azâd edileceğine dâir olursa; bu husus şöyle
yazılır:
Filan oğlu filan,
isteyerek sıhhatli iken, aklı başında, işleri caiz olduğu halde, şöyle ikrar
eyledi:
Filâne Rumî veya
Yemenli yahut hindli câriye, babasının mem-lûkesi ve cariyesi idi. Ve, onun
tasarrufu altında idi. Sahih bir mülkle ona sahibti. Babası, onu hayatta iken
ümm-ü veled edindi. O da babasından nesebi sabit bir oğlan doğurdu; (ismi
filandır.) Ve o oğlanı doğurmak sebebiyle onun ümm-ü veledi oldu. Babası da,
bunu hayatta iken ikrar eyledi; onun, ümm-ü veledi olduğunu doğruladı. Babanın
ölümü sebebiyle de, o malının tamamından azâd edilmiş oldu. Bu ümm-ü veledde
ikrar edicinin bir hakkı yoktur; da'vâ hakkı da yoktur. Velâ yolundan başka,
bir yolu da yoktur. Babasından sonra, velâ hakkı onundur. Câriye de bunu yüz
yüze olarak kabul eylemiştir.
Şayet oğlun ikrarı,
"babası tarafından, kölenin tedbîri hakkında" ise, babasının
ölümüyle, o köle azâd edilmiş olur. Kasd ve rağbetle ikrarının caiz olduğu durumda,
ikrar şöyle yazılır: Gerçekten adı belirli hintli köle, babası filanın mülki
ve hakkı idi; sahih sebeple ona aitti. Ve hakikaten babası, onu, sağlığında
sahih ve mutlak şekilde müdebbere eyledi. Bunu babası ikrar da eyledi. Baba öldü;
bu kölede azâd olmuş oldu. Ve, babanın terekesinin üçte birinden çıkarıldı.
Artık, bu oğlunun, o köleye karşı, velayet yolundan başka bir yolu kalmadı.
Onu, mîras yönünden de da'vâ edemez. Ona karşı, husumeti de yoktur; Köle de,
bunu yüzyüze tasdik eyledi. [277]
Bu ikrar şöyle
yazılır:
Filan, isteyerek şöyle
ikrar eyledi:
Babası filan vefat
eyledi. Onun da, filanda, şu kadar dirhem hak, vacip ve lâzım alacağı vardı.
Babanın ölümüyle, o, oğluna mîras kaldı. Ondan başka da vârisi yoktur. Borçlu,
borcunu tamamen ödedi ve ondan beraat eyledi. Bu ikrarı, filanda yüz yüze
(şifahi olarak) kabul eyledi.
Şayet bu ikrar,
kendisine vasiyet olunan şahıs tarafından yapılmış olsaydı; o da, şöyle
yazılırdı:
Filan şöyle ikrar eyledi:
Filan, hayatta ve aklı başında, ikrarı caiz, tasarrufâtı nafiz iken, ölümünden
sonra bütün terekesini vasiyet eyledi. Onun vârisi yoktur. Akrabası ve ailesi
yani hiç bir vârisi yoktur. Vasî terekeyi, istediği gibi, istediği yerde,
istediği kimseye verebilecektir. Bu meyanda, şer'î hüccetle filan adama, şu
kadar vacip, hak, lâzım borcu olduğu meydana çıktı. Ve alacaklı talepte bulundu.
Vasî o malın tamamını ona verir; ikrar eden de onu ondan tamamen alır. Yazı da
sonuna kadar yazılarak tamamlanır. En doğrusunu, ancak AUahu Teâlâ bilir. [278]
Bu ikrar şöyle
yazılır:
Filan vasî, şöyle
ikrar eyledi: Gerçekten, filan küçüğün malı, vasiyet hükmüyle, kendisinin
yanındadır. Şu kadar dirhem nakid, şu kadar a'yan mallar var. (Onları
vasıflarıyla beyan eder.) "Onları muhafaza ve bulûğa erişince, rüşde
ulaşınca kendisine, hiç itiraz etmeden teslim edeceğini" söyler. Bu
ikrarı da, şer'an tasdik eder ve yazı tamam olur.
En doğrusunu, ancak
Allahu Teâlâ bilir. [279]
Hüküm meclisinde,
yetim, kendi isteğiyle şöyle ikrar eyledi: "Babası tarafından vasî
yapılmış bulunan zatdan,'babasının terekesini tamamen aldı. Menkul, gayr-i
menkûl, akar, arazi, hayvanat, gelirler, nakid, meyveler, bağ, bahçe ve başka
ne varsa, tamamını vasî verdi. Ve bu oğul da caiz bir alışla, teslim aldı.
Vaside, hiç bir şey kalmadı. Da'vâ ve husûmet de kalmadı. İkrar eden şahıs, bundan
sonra her ne zaman vasiyi, bir an veya bir deyn borç için da'va ederse; (ister
hayatında, ister öldükten sonra, ister vekili ister naibi ister vasisi
tarafından olsun) cümlesi bâtıldır; merdûttur." der ve yazı tamamlanır. En
doğrusun Allahu Teâlâ Bilir. [280]
Filân, isteyerek şöyle
ikrar eyledi:
Babası öldü.
Vefatından önce, malının tamamını filana vasiyet eyledi. Borçlarım ödemesini,
vasiyetini yerine getirmesini ve ölümünden sonra vasiyetinin infazını —ondan
dönmemek üzere— istedi. Bir oğlundan başka da vârisi kalmadı. Artık bu vasî,
onun emrini Yerine getirir; borcunu öder. Malının üçte birinden gerekli
yerlere sarfe-der. Bulûğundan önce, vasiyet edenin oğluna ma'ruf şekilde
yedirir, giydirir. Ve şöyle ikrar eyler: Artık çocuk bulûğa erişti; rüşde
ulaştı; babasından kalan mallan alma zamanı geldi. Ve bu oğul, "o malların
babasından tereke olarak kalan şeylerin tamamını vasîden —irs sebebiyle— teslim
aldığını" ikrar eyledi. Babasından Vasî, onları tamamen verdi.
Cinsleriyle, nevileriyle teker teker, hiç bir şey gizli kalmamak üzere,
bilgisi bunları ihata eyledi ve ikrar eden vasî bütün da'vâlardan,
husûmetlerden tamamından berî oldu. Artık, bundan sonra, ne zaman babasının
terekesinden dolayı, az veya çok, eski veya yeni herhangi bir cihetle, da'vâ
edecek olursa, işte o da'vâ bâtıl ve merdûttur. İkâme edeceği bütün belgeler,
göstereceği bütün hüccetler ve isteyeceği yemin bâtıldır; tamamı yalandır.
Vasî, kendisi için
ikrar olunandır ve hepsinden beraat eylemiştir. Dünyada ve âhirette genişlik
ve ruhsat içindedir. Ve vasî, çocuğun bu ikrarım, yüz yüze kabul eymiştir. [281]
Filan yetim isteyerek
şöyle ikrar e- '«îdi: Onun için onsekiz sene tamam oldu. (Yani, on sekiz
yaşını bitirdi.) Ön dokuzuncu seneye girdi. îhtilam oldu ve recüliyete (=
erkekliğe) erişti. Ve emir, nehiy, hitap üzerine teveccüh eyledi.
Ve bu yetim, filan
vasiye şöyle emretti: Babasının terekesini ve malının tamamını vasinin
üzerinde, yanında, elinde babasının mîra-sından her ne varsa hepsini alıp
anasına versin. (O, filanın kızı filâ-nedir.) Vasî de, ne var, ne yok tamamını
anasına teslim eyledi. Vasî-nin yanında, babasının terekesinden hiç bir şey
kalmadı. îkrar edicinin anası da.bunu tasdik edip, "malın tamamım almış
olduğunu' doğruladı. [282]
Ziraî ortaklık ikrarı
şöyle yazılır:
Önce, kağıdın baş
tarafına, onlardan birinin adı ile baba ve dedesinin adını yazar. Sonra ikincisinide
öylece yazar.
Sonra da kendi ismini
yazar ve: "Bu buğday ve arpa bendendir." der. Veya benzerini yazar.
Sonra da üçüncünün,
dördüncünün, beşincinin —bu veçhile— isimlerini yazar.
Sonra nüshanın akabine
besmele yazar devamla şöyle der:
İsimleri ve kimlikleri
yazılı bu şahıslar, şöyle ikrar eylediler: Filan oğlu filan (ki ismi ve nesebi
yazılıdır.) buğday, arpa veya darıyı, (tamâmı vasfedilmiş olduğu hâlde) sahih
borç sebiyle, hak, lâzım ve vacip bir borç olarak verdi. Bu şahıslar da, ondan,
onu borç olarak ve şu köydeki araziye, tohum olarak ekmek üzere, onu teslim
aldılar. Bu durumu da yüz yüze tasdik eylediler.
Yazının sonuna târihi
de konulur.
En doğrusunu Allahu
Teâlâ bilir. [283]
Filan usta, kendi
isteğiyle ve ikrarının caiz olduğu hâlde şöyle ikrar eyledi:
Filan şahıs, küçük
çocuğu filanı, —babalık velâyetiyle— arka arkaya üç sene (başlangıcı şu senenin
şu ayının başı, sonu şu senenin şu ayının başı) olmak üzere, şu işi yapmaya, şu
kadar dirhem ücretle, bu çocuğu, o işde gücü nisbetinde, gündüzleri çalışmak,
(geceler cum'alar ve bayramlar hariç) üzere ve ustası onu, vakitleri dahilinde
namaz kılmaktan men etmemek şartıyla, birinci sene her aylığına şu kadar dirhem
ücret; ikinci sene, her aylığına şu kadar dirhem artırmak üzere; üçüncü sene
mehâreti ve işgüzarlığı sebebiyle şu kadar ücret ile, icarladı. Bu icar
şahindir. Ve onu, küçüğün babasj tasdik eyledi. Bunun tamamı, şifahî (yüz yüze)
olarak cereyan eyledi. Sonra, babanın ikrarı yazılır:
Baba, ustaya, "bu
çocuğun ücretinden, kifayet miktarı, onun ekmeği, katığı, elbisesi ve diğer
ihtiyaçları için ma'ruf veçhile, israf-sız, tefritsiz olarak, birinci senede
harcaması için" izin verdi.
İkinci senede, birinci
sene gibi ekmeğine, katığına, elbisesine ve dîğeL ihtiyaçlarına masraf yapılsın
ve fazlası babasına verilsin.
Keza, üçüncü sene de
birinci sene gibi ekmeğine, katığına, elbise ve diğer ihtiyaçlarına masraf
yapılsın ve artanı babasına verilsin. Usta müstecir de bunu (yani baba
tarafından, küçük için verilen bu izni) kabul eder. Baba da küçüğü teslim eder
ve sözleşme meclisinden, kavlen ve bedenen ayrılırlar. En doğrusunu bilen Yüce
Allah'dır. [284]
Filan, isteyerek şöyle
ikrar eyledi: O, filana evin tamamını (müştemilatı ile, şu hudut üzerinde)
Bağış yaptı.
Yani, bu evi ona,
hudûdü ile, haklarının tamamı ile, sahih, caiz, nafiz, cevazının şartları
tamam, fesaddan ve muhayyerlikten fariğ, karşılık şartı olmaksızın ve dönüş
yapılmaksazın bağışladı.
Kendisine bağış
yapılan da bunu sahih bir kabul ile hibe meclisinde kabûleyledi. Ve o evi,
şahitlerin gözü önünde, sahih bir alışla teslim aldı. Bağışlayan da, sahih bir
teslimle mâniden ve münazaadan fariğ olarak teslim eyledi. Sonra da
birbirinden ayrıldılar.
En doğrusunu bilen,
Yüce Allah'dır. [285]
Bir maldan (borçtan)
beraat yazısına, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve onun ashabı ile Semtf ve Hilâl
er-Râzî şöyle başlarlardı:
Bu yazı, filan oğlu
filan oğlu filan içindir. O üzerinde filan oğlu filan oğlu filana borç bulunan
bir kimsedir.
Semti ve Hilâl bu
yazıda "onu filan için yazdı." İbaresini ilâve ederlerdi.
Ebû Yead eş-Şürûlî de,
yazının Sonuna, "şahitler, şöyle şehâdette bulundular: Filan oğlu filan
(yâni borçlu olan) onların (şahitlerin) yanında "filane borcunun
olduğunu," ikrar eyledi.
Bazı şürût ehli de
şöyle yazarlardı:
Bu, filan oğlu filan
için berâattir.
Müteahhirûn bunu
ihtiyar eylediler. Onun, ona karşı şu kadar dirhem borcu vardı. Onun tamamını
kaza edip, ödedi. O da tamamen sahih bir alışla aldı ve borcundan beri oldu.
Ve ona karşı, bu sebebden dolayı bir da'vası kalmadı. Bundan sonra, her ne
zaman ve herhangi bir sebeble, bir da'vâda bulunursa, işte o da'vâ bâtıldır;
merdûddur. Beyyinesi de dinlenmez. Yemin de veremez. Hasım da olamaz. Bunların
tamamından beridir. O, dünyada da, âhîrette de bir genişlik içindedir. Ve bu
husus senede yazılmıştır.
Kaybolan senet ne
zaman ele geçerse, oda geçersizdir. Onun için hüccet olamaz. Kendisi için ikrar
olunan şahıs, bunların tamamını kabul eyledi ve bunlar yüz yüze şifahi yapıldı,
tkisi de bunun üzerine şahit edindiler. Ve bu yazı sonuna kadar yazılır. Mehir
borcu da buna göredir. [286]
Filan ile filan
arasında muamelat cereyan ederdi; birbirlerine alır, verir, satar, satın
alırlardı. Havaleler, kefaletler, icâreler, emânet bırakmalar, müdârabeler,
armağanlar senedü—senedsiz borçlar, rehinli—rehinsiz alacaklar, tazminatlar,
emânetler, muhtelif yönlerden eşyalar alıp—verirler; hak ve doğru olarak hesap
yaparlar ve alması icâbeden şeylerin tamamını sahih bir alışla, tam vâfi
olarak alır; diğeri de noksansız olarak verir ve tamamen beri olur.
Bundan sonra, birinin,
diğerinde hiç bir şeyi kalmaz. Ne yanında, Ne elinde, ne beraber, ne da'vâ, ne
talep, ne husûmet, ne de herhangi bir sebeble onu takip etmek... gibi bir
hakkı kalmaz.
Artık bundan sonra,
herhangi bir cihetle da'vâ ederse, işte o batıl ve merdûddur.
Şayet beraat
almaksızın olursa, almak yazılmaz, hakkıyla muhasebe yaptılar da yazılmaz.
Artık sahih, caiz, tam, vâfi berâatle beraat etti; da'vâ da kalmadı husûmet
de... gizli bir şey kalmadı, ye bu ibradan sonra hiç bir hak kalmadı. Yukarıda
geçtiği üzere yazıda tamamlandı.
Şayet bir şey kalırsa
o da şöyle yazılır: "Onun yanında, üzerinde, beraberinde hiç bir şey
kalmadı; ancak, üzerinde şu ayn veya şu borç kaldı." denir ve o şey beyan
edilir. [287]
Filan oğlu filan,
filan oğlu filanı, bütün husûmetlerinden ibra eyledi. Onun üzerinde olan her
şeyenden vaz geçti. Sahih tam bir ibra ile bu ibradan sonra husûmetlerin tamamı
kesildi. Sonra —bir da'-vâ ve bir husûmet kalmadı. Ne az, ne çok, ne eski, ne
yeni, ne canlı, ne cansız, ne hudutlu, ne hudutsuz, ne menkûl, ne gayr—i
menkûl, ne ölçülen, ne tartılan, ne sergi, ne kap... Adına mal, mülk denilen
hiç bir şey kalmadı. Sahih ikrar ile ve yüz yüze olarak ikrar eyledi ve kendisi
için ikrar olunan şahıs da bunları tasdik edip doğruladı. Ve yazı tamamlandı. [288]
Şöyle yazılır:
Filanın oğulları
filan, filan, filan ikrarlarının caiz ve nafiz olduğu bir durumda ve isteyerek
şöyle ikrar eylediler:
Filan oğlu filanı
bütün daVâ ve husûmetlerden ibra eylediler. Daha önce, ona karşı babalarının
diyet da'vâsı vardı. Onlar iddia edip, şöyle dediler: Filân adamın, babalarını
kasden yumrukla vurarak öldürdüğünü ve onun üzerine, diyetin vacip olduğunu;
onun da kendilerine mîras kaldığını; karşıdaki adamın ise, onu inkâr eylediğini;
bu durumda davalarının ve husûmetlerinin tamamından sahih bir ibra ile vaz
geçtiklerini" söylediklerini ve diğerinin de bunu sahih bir kabul ile
kabul eylediğini yazarak, yazı tamamlanılır. Bu durumda şöyle yazılır:
Filan oğlu filan,
ikrarının caiz ve nafiz olduğu durumda, isteyerek şöyle ikrar eyledi:
Filanın oğulları ibra
eylediler. Onlar filan, filan ve filandırlar. Onlar, haksız olarak, mücerred
da'vâları sebebiyle, şu kadar mal aldılar. Onlar, o adama karşı şöyle iddia
eylediler: O, babalarına kasden yumruk vurmuş; onu haksız olarak öldürmüş; bu
sebebten, ona diyet vacip olmuş, oda, onlara mîras kalmış... Bu daVâları hakkında
tutarlı bir delilleri de yoktur. Sultanın adamları sebebiyle çok dirhem
almışlardır.
Artık o adam, onlara,
bu da'vâdan sahih bir ibra ile ibra eylemiştir. Onlar da bunu sahih bir
kabulle kabul eylemişlerdir. Yazıda böyece tamamlanmıştır. [289]
Filan şahsın, filan
üzerinde şu kadar alacağı vardı. Bu adam öldü. Geride vârisleri filan, filan ve
filan kaldı. Onlardan başka bir vârisi de yoktur. Şayet vâris, beşyüz dirhem
üzerine anlaşma yapar; borç da bin dirhem olursa; artık alacaklı terekeye
müracaat edemezi ancak, beşyüz dirhem için mürâcat eder.
Eğer kıymeti beşyüz
dirhem olan bir araziye karşı anlaşma yaparlarsa; bin dirheme müracaat eder.
Bin dirheme müracaatı şart koşulmuşsa; ister fazla ödeme yapsın, ister bir şey
söylemesin fark etmez. "O teberrûdur." sözü doğrulanmaz. [290]
Şayet alacakı,
alacağını vasiden almış; vasî de onu terekeden ödenmişse* mes'ele önceki
bölümde yazıldığı gibi yazılır. [291]
Bir kimse, şöyle iddia
ediyor: Filan kasden ve zulmen oğlunu demirle öldürdü ve ona kısas vacip oldu.
Babasından başka da vârisi yoktur. O da, onu affeyledi. Oğlunun kanından ibra
eyleyip onu öldürmesi sebebiyle lâzım olanın tamamından vaz geçti. Artık hiç
bir sebeble, onda daVâ ve talep hakki yoktur. Artık her ne zaman da'vâ edecek
olursa, o da'va bâtıldır.
Öldürme hata ile
olursa, o da şöyle yazdır:
Onu hatâ ile öldürdü;
kasden öldürmedi. Ona ve âkilesine diyet vacip oldu. Ölenin babasından Başka
vârisi yoktur. Babası da, katili ve âkilesini affeyledi ve ibra eyledi. Mesele
—önceki gibi— sonuna kadar yazılır.
El kesme, yaralama,
göz çıkarma gibi, nefsin dûnunda olur ve bundan dolayı diyet lâzım gelirse yine
vacip olandan ibra eder.
Hırsızlıktan dolayı el
kesme cezası hakkında af söylenmez. Fakat, ona karşı "sakladığı yerden şu
kadar dirhemini çaldığını" iddia eder ve ona el kesme vacip olur. Sonra da
"onun eve girmesine izin verdiğini" söyleyince, el kesme lâzım olmaz
ve şöyle yazılır: Onun ikrarı müttehemdir. Bu sebeble bâtıldır. O, ondan bir
şey çalmamış-tır. Onun iddiasından berîdir. Bundan sonra, ne zaman iddia edecek
olsa, o bâtıldır. [292]
Filan, Önceden filanı
bütün arazi ve müştemilatından da'vâ ederdi. O arazinin yerini ve hududunu
açıklar; sonra da bütün hu-dûduyla, haklarıyla mülkü ve hakkı olduğunu söyleyip
elinde bulunduğunu; başka bir kimsenin onda hakkı olmadığını belirttikten sonra,
"o yer hakkındaki da'vânın tamamından ibra etmiş olduğunu söylerse; bu
ibradan sonra orda, da'vâ ve husûmet gibi hiç bir hakkı kalmaz.
Şayet kendisi veya
makamına gelen birisi da'vâ edecek olursa, işte "o da'vâ bâtıl ve
merduttur." der ve yazı tamam olur. En doğrusunu bilen Yüce Allah'dır.
Zehıyre'de de böyledir. [293]
Filan şahıs, ikrarının
caiz, nafiz, sahih, aklı yerinde, işleri caiz ve ikrarına mâni hiç bir illet
olmadığı hâlde, şöyle ikrar eyledi: Filân şahsın, kendi zimmetinde şu kadar
dirhem ödüncü var. (veya parası var.) Ondan satın almış veya gasbeylemiş yahut
emâneti helak eylemiş; veya filanın havalesi yahut filanın kefaletidir. O, bu
borç sebebiyle, şu mevkideki, şu hudutlu yerin tamamını, sahih bir rehinle,
had ve haklarıyla rehin koymuş ve ona vermiştir. O da tamamını haklarıyla,
mürâfıkıyla teslim almıştır. Ve o yeri, alacağı sebebiyle elinde tutmaktadır
.Artık rehin bırakanın rehni çözene kadar onun için bjr yolu yoktur. Kendisi
için ikrar edilen şahıs da bunu doğrulamıştır. Bunların tamamı yüz yüze
söylenmiştir. Şayet bu hususta bir vekil veya bir emin ta'yirı ederse, satışı
hakkında o da yazılır.
Eğer rehin bırakan
şahıs, rehin alanın malını vermezse; artık, rehin alan isterse, o rehini
sattırıp, bedelini —alacağı kadarsa— alacağının yerine alır.
Rehnin bedeli,
alacağından fazla ise, alacağından artan kısmı rehin verene iade eder.
Şayet noksan olursa;
rehin bırakan şahısta kalan, yine eski hâlinde alacaktır; onu ister ve alır.
Şayet rehini, rehin
alan satmaz da, başkası satarsa; o da şöyle yazılır:
Filan oğlu filan,
rehini satmak için vekildir. (Veya onun emînf-dir.) Şu vakitte satacaktır.
Artık onu, dilediği zaman satar ve ondan alacaklı oian zat, alacağını alır.
Eğer fazla olursa,
artanı geri verir. Noksan olursa, alacağından kalanı ister ve alır.
Eğer rehinin âdil bir
kişinin yanında olmasını şart koşarlarsa, o da şöyle yazılır:
Sahih bir şekilde
rehini veren ve alanın karşılıklı rızaları ile, rehini filan oğlu filanın
—âdil olduğundan dolayı— yanına koydular. Gerçekten rehin koyan şahıs, rehni bu
âdil kişinin yanına koydu. O da, onu her türlü mâni ve münazaadan fariğ olarak
teslim aldı.
Eğer, o âdil şahsın
satması şart koşulmuşsa; o da şöyle yazılır:
Rehin koyan ve rehin
alan (= râhin ve mürtehin) "şu ayın başında satılmak üzere" onu emin
kıldılar.
Borçda vâde varsa, o
da şöyle yazılır:
Zamanı gelince rehin
satılır ve alacaklı onun bedelini alır.
Fazlası olursa, vekile
iade eder.
Noksan olursa, borç
hâli üzerine kalır; rehin alan, o arta kalan alacağını borçlusundan alır.
En doğrusunu Yüce
Allah bilir. [294]
"Filan, filana,
şu yerdeki, şu hudutlu evin tamamını şu kadar dirheme karşılık olarak rehin
bıraktı. Mürtehinin, rehin bırakan şahıs üzerinde, hak, vacip ve lâzım olan
sahih bir sebeble alacağı vardır. O da sahih, caiz ve nafiz, fesaddan ve muhayyerlikten
uzak olarak rehin bıraktı." denir. Ve teslim alma ile şahit edinme de
zikredilir.
En doğrusunu bilen
Yüce Allah'tır. [295]
"Mürtehinin,
rehin veren şahsın üzerinde, şu şu kadar dirhem alacağı vardı. O da, sahih,
caiz ve nafiz olarak rehin bıraktı." denilip sonuna kadar yazılır.
Şayet rehinin intifama
izin verirse o da şöyle yazılır: "Gerçekten rehin bırakan zat, bu
mürtehîne, bizatihi bu evde oturmasına, dilediğinide oturtmasına —şartsız
olarak— izin verdi."
Bu durumda, o rehinden
intifa (= faydalanma) mubah olur.
Artık bundan sonra,'
yasaklasa bile, o mürtehin —önceki izinden dolayı— rehin bırakan, rehnini
alana kadar izinlidir. Mürtehin de bunu yüz yüze kabul eder ve yazı böylece
tamamlanır. [296]
Filan, isteyerek,
kasden şöyle ikrar eyledi: O, kölesi filanı (Kölenin ismini, sıfatını,
kıymetini, söyler.) üzerinde olan şu kadar dirhem borca karşılık rehin
bıraktı.
Mürtehin, bizatihi o
rehni muhafaza eder ve onu alacağı sebebiyle elinde tutar; elinden çıkarmaz.
Onu zayi etmez.- Şayet zayi ederse veya ondan bir şey zayi olursa, onu tazmin
eder ve o mikdarı alacağından düşer. Artık mürtehin, bunu kabul edince, sahih
bir tasdikle tasdik eder ve yazı da tamamlanmış olur. Zehıyre'de de böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [297]
Bir müslüman, evini,
müslümanlar için mescid ittihaz edince, o mescidi mütevelliye teslim edip,
insanların girmesine ve orda namaz kılmasına izin verir de içinde insanlar
cemaatle namaz kılarlarsa; o takdirde, o yer, âlimlerimizin ittifakı ile
mescid olur.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'niri kavli diğer vakıflarda, bunun hilafı-nadır ve o da teslim ve
kabzdır. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Mb-hammed (R.A.)'e göre, mescid olması
için teslim şarttır. İmâm Eba ¥!-saf (R.A.)'a göre, teslim şart değildir. Kabz
müstesna...
İmâmeyn'e göre, iki
yol vardır: Birincisi: mütevelliye teslim; İkincisi: îçinde namaz kılmak...
Zahiri mezhebde, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): "Vakfeden, içinde namaz kılar
veya başkası cemaatla veya cemaat-sız namaz kılarsa, o ev Mescid olur."
buyurmuştur.
İmâm Muhammed (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
İçinde cemaatle namaz
kıhnmadıkca, o ev mescid olmaz İmâm Ebt Yâstıf (R.A.)'a göre ise, o ev mescit
şekline çevirince, mescid ohir; başka şeye ihtiyaç yoktur.
Ba'zı âlimler de,
şerhlerde böyle söylediler.
Şeyhu'l-İraâra
Necmüd-din en-Nese6 (R.A.), Şürûtu'nda şöyle demiştir;
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.): "Mescidin mütevelliye tesliminin şart olduğunu"
zikreylemiştir ve "içinde cemaatla namaz kılınacağını" söylemiştir.
İmâmeyn'e göre ise, Mescid şekline getirince mescid olur. buyurmuştur. Bir evin
mescid hâline getirildiğini yazmak murad edilince nasıl yazılır?
İmâm Munammeö (R.A.)
bu hususu zikretmemiştir.
Tahâvî ve Hassâf, bu
hususu şöyle yazarlardı:
Filan oğlu filan, aklı
yerinde, sıhhati yerinde, işleri caiz olduğu hâlde, isteyerek ve rağbet ederek
kendi mülkü olan ve elinde bulunan bu evin tamamını mescid eylemiştir.
Ebû Yezid eş-ŞurâtFde
şöyle yazardı:
"Şahitler, Şöyle
şehâdette bulundular..." diye başlar ve durumu sonuna kadar yazardı.
Bazı müteahhirîn
âlimleri şöyle buyurmuşlardır:
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)
ve ashabının kıyâsına göre, en uygun olanı: "Bu yazı, filandandır.
Çünkü o, yerini mescid
eylemiştir. Bu, o yer için bir hürriyettir. Kölenin azâd olması gibi... Kölenin
azâd olmasında söylediğimiz gibi, üç imamımız da, "bu yazı
filandandır." diye yazarlardı. Burada da böyledir.
Müteahhirîn
âlimlerinin çoğunluğu, Ebû Yezid'in yazdığı gibi yazarlardı. O,
"şahitler, şöyle şehâdette bulundular..." diye başlayıp, konuyu
sonuna kadar yazardı.
Gerçekten filan,
onların yanında ikrar eyledi ve onlar da ikrarına şahit oldular. Bedeni
sıhhatli, aklı başında, işleri caiz olduğu ve hiçbir illet ikrarına mâni
olmayacak birhâlde, arzının (yerinin) veya kendi mülkü olan ve elinde bulunan
ve tasarrufunun altında olan evinin tamamını, heyetiyle, (köyde, şu mahallede,
şu sokakta, şu dört hudut içinde) mescid eyledi. Allah rızâsı için, onun
sevabını umarak ve elim azabından kaçarak mescid eyledi. Ve onu mülkünden çıkardi.
Allah için beyt (= ev) kıldı. Kulları namaz kılsınlar, diye mescid eyledi.
İçinde farz, nafile namazlar kılınsın; Yüce Allah'ın adı gece— gündüz anılsın;
içinde ittikâfa girilsin; Kur'an okunsun; ilim öğrenilsin; ders yapılsın;
insanlara kapısı kitlenmesin; Diye mescid kıldı. Ve bunların tamamına izin
verdi. Bu izinden sonra, cemaat ona girdiler ve farz namazı cemaatla kıldılar.
Şahitlerin gözü önünde, ezan okundu; kamet yapıldı. Ve buranın tamamı, Allah
için ev; kullar için namazgah oldu. Burayı "mescid kıldığını" ikrar
eden şahsın o yerde hakkı kalmadı. Aslında, binasında, yolunda ve hududunda;
kendinin veya vârislerinin onu bozma veya değiştirme gibi hiç bir şeyde hakkı
kalmadı. Bu ikrarına da bir topluluk şahit oldular ve isimleri tesbit edildi.
Şu ayın şu gününde tarihi konuldu.
Şayet, bu yazıda
"cemaatla namaz kılındı." diye yazılmadı da "içinde namaz
kılındı." diye yazıldı ise, ona yine kimsenin bir.yolu olmaz. [298]
Bize göre İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'nin açık mezhebi, başka vakıflar gibi, bundan da rücûun caiz
olmamasıdır.
İmâmeyn'e göre, rücû
caizdir. Bunu yazmak isterse; şöyle yazar: "Vakfeyledi." veya
"Tasadduk eyledi."
Yahut şöyle yazar:
"Bu yazıda vakf ve tasadduk zikredilmiştir.
Veya: Şahitler şöyle
şehâdette bulundular..." denilerek sonuna kadar şöylece yazılır: Gerçekten
filan şu yerdeki bu evleri, ve bu odaları, bu şufayı, sahih, nafiz ve caiz
olarak Yüce Allah'a yakınlık ve Onun rızasını kazanmak maksadıyla, müştemilatı
ile birlikte, vakfeyledi. Onda fesad yoktur. Ondan dönüş de yoktur. Onda ikrah
da yoktur. Bu ev satılmaz; bağış yapılmaz; miras bırakılmaz ve ona hiç bir
yönden ona sahip olunmaz; hiç bir veçhile telef edilmez. Onun ve bütün varlığın
hakiki vârisi Yüce Allah'dır. Ve O, vârislerin en hayırhsıdır. Yolculardan
gelip geçenler orda yatıp kalkacaklar; iskân edeceklerdir. Yolcular dâimi
olarak, heran her zaman oraya inip kalkarlar.
Şayet vakfedici şart
koşarak "müslümanlar müsâfir olurlar; kâfirler olamazlar." demişse;
o da yazılır ve şöyle denilir: Müslümanlar misafir olurlar; kâfirlerin misafir
olması mümkün değildir.
Eğer şart,"
yalnız şart ilim ehlinin —başkassmın değ;ı— misafir olması" ise; o zaman
ad şöyle yazılır: Sükkânı (ya'ni burda kalacak olanlar) ilim ehli, muallimler,
müteallimlerdir; başkası değildir.
Şayet, Kur'an ehlinin
veya kıraat ehlinin misafir olmasını şart koşarsa; o da bu kıyas üzere yazılır.
Şayet vâkıf (=
vakfeden) misafirhanenin tamiri için, başka bir vakıf yapmışsa; o icara
verilir. İcarı ile, misafirhane tamir edilir. Vakıf yoksa, oradan bir kısım yer
icara verilerek, oranın icarı ile, diğer yerler imar edilir. İmâr bitince de,
icara verilen o yerler, icardan alınarak, eski hâlinde bırakılır.
Eğer vakıf, bir şart
koşmamışsa, onun îman, içinde oturanlara âit olur.
Sonra şöyle yazılır:
Vâkıf, vakfedilen o yeri, kendi mülkünden çıkardı ve mütevelliye teslim eyledi.
Mütevelli onu her türlü mânilerden uzak olarak, teslim alır. Artık, o yeri,
vali, hâkim, kayyım veya sultan tağyir ve tebdil edemez. Her kim değiştirip
tebdil ederse, günahkâr olur ve Yüce Allah'ın gazabına maruz kalır. Allah ona
yeter ve cezasını verir.
Vâkıf için onun
niyetine göre ecir vardır.
Âdil hâkim hükmü
müslümanlar arasında geçerli olan zat, bu hayrın cevazına ve lüzumuna hükmeder
ve onun üzerine âdil bir cemâati şahit kılar. Ve onların isimlerini, yazının
sonuna tesbit eder. Yazının yazıldığı günün târihini de yazar. [299]
Bize göre, İmânı Ebo
Hairife (R.A.) açık mezhebinde rücû caiz olmaz.
Hasan bin Ziyad, şöyle
buyurmuştur:
Ölünün defnedildiği
yerden, dönüş yapılmaz da, boş olan yerden rücû edilebilir.
Hâkim Ebâ Nasr
eJ-MehrevTnin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Nevâdir'de gördüğüme
göre, İmâm Ebû Hamfe (R.A.): "Makbere-yi vakfetmek caizdir."
buyurmuştur. İmâmeyn'e göre, Makbereyi vakfetmek caizdir.
Bunda teslim şartı,
—mescid mes'elesinde geçtiği gibi— ihtilaflıdır. Mescidi mütevelliye teslim
ile mevtayı defin kıyâs edilmiştir.
Bu durum yazılmak
istenirse şöyle yazılır:
Filan şahıs» yerini (=
arazisini) —mevkiini ve hududunu söyleyerek— sahih ve caiz olarak vakfeyledi.
Ve onu, makbere ( = mezarlık) kıldı. Müslümanlar oraya, her zaman ve devamlı
olarak ölülerini defnederler. Onlar, hiç bir zaman meri edilmezler. Aralan da
açılmaz.
Gerçekten o zat
(vakfeden şahıs) insanların Ölülerini oraya defnetmelerine izin verdi. Ve bir
topluluk, müslüman ölülerini oraya defneylediler. İşte orası, müslümanlar için
mezarlık oldu.
Şayet
"müslümanlardan bir taife oraya mevtalarını defneylediler." denmese
idi; bu yine de yazılırdı. [300]
Zahir-i mezhebde, bu
vakıftan dönülüp dönülemiyeceği hilaf üzeredir.
Hâkim Ebû Nasr'ın İmâm
Ebn Hanîfe (R.A.)'den rivayet ettiğine göre, gerçekten O, muvafakat üzeredir.
Bu vakıf şöyle yazılır:
Filan şahıs,
arazisini, umûmi insanlara yol olsun diye vakfeyledi.
Yoldan gelip geçme
hususunda kâfir de müslüman gibidir.
Bu durumda yol,
misafirhane gibidir.
Mezarlık bunun
hilâfınadır. Çünkü mezarlıkta kâfir ile müslüman cem olmaz.
Bu yazı, sonunda
hakimin hükmüne ilhak olunur. Muhıyt'te de böyledir. [301]
Yazılış şekli:
Şahitler şöyle şehâdette bulundular: Gerçekten filah şahıs, nehrin üzerine bir
köprü bina eyledi. Nehir umûmi ise, sultanın iznini de yazar.
Nehir bir kavme mahsus
ise, "filanın ve filanın izniyle..." der.
Nehir, belirli bir
şahsın ise, "filanın izniyle..." der. Köprünün ağaçtan mı tuğladan
mı, yapılacağını ve bir kemer üzerine mi, iki kemer üzerine mi, üç
kemer'üzerine mi inşa edileceğini beyan eder.
"Bütün insanların
gelip geçmesi için..." diyerek; bu yazıyı sonuna kadar yazar.
En doğrusunu Yüce
Allah bilir. Zetayre'de de böyledir. [302]
Bu husustaki vakfiye
şöyle yazılır:
"Filan şahıs,
bütün atlarını (ki onlar şu şu atlardır.) bütün silâhım (ki onlar da şu şu
silâhlardır.) ebediyyen caiz ve kâim olduğu hâlde, Allah yolunda cihad için
vakfeyledi. Fîsebüillâh cihad ehli, bunları her vakit, her zaman
kullanacaklardır. Vermede ve almada serbestirler. Sevdiklerinden alırlar;
ma'ruf üzere ve cihad için istedikleri gibi kullanırlar. Daha elverişli olanla
değiştirebilirler. İhtiyacı olduğu zamanda nefsi için habsedebilir."
denir ve bunun üzerine yazı tamam olur.
Keza, bir kimse;
kölelerini böylece sebîl yapsa; bunların tamk-mı caizdir. Ehl-i cihad, onları
hizmette kullanırlar. İmâm Muhammed (R.A.)'e göre bunlar caizdir.
Bu durum da, yukarda
olduğu gibi yazılır. "Su içirme" hususundaki vakıfta da "Ehl-i
cihada su içirdi." diye yazılır.
Köleler hakkında da
"cihad ehline hizmet edecekler." diye yazılır. Ve sonu, hâkimin
hükmüne ilhak olur.
Bir kimse,
hayvanlardan dişi koyunları sebil yaparsa; onların sütlerini, yavrularını,
yünlerini tasadduk eder.
Hakim Ahmet
es-Semarkandî Şürûl isimli kitabında şöyle buyurmuştur:
Ehl-i ilim için vakfı
hakkındaki sözü dinlenmez. Siyer-i Kebîr'de şöyle zikredilmiştir:
Bir adam, koyunlarının
karnındakini veya yünlerini yahut sütlerini vasiyet eyîese; bu vasiyeti
batıldır. Bu şeylerde vasiyet olmaz. Bunlar, bostanın geliri, ağaçların
meyveleri gibi değildir...
Bu mes'ele,
"koyunların sütlerini, yünlerini ve yavrularını vakfetmenin caiz
olmadıği"nın delilidir.
Ebûl-Leys
es-Semerkandî'nin Fetvâlan'nda şöyle zikredilmiştir: Bir adam, bir
misafirhaneye, ineğin memesinden çıkan sütü, yağı, misafirlerin çocuğuna
vakfeylese; ba'zı âlimler; "Eğer o yerde vakıflar hakkında bu hâl galebe
çalarsa, da, caiz olması umulur." buyurmuşlar; ba'zıları da;
"Mutlaka caiz olur. Çünkü bu, müslüman-ların beldelerinde örf
olmuştur." demişlerdir.
Bu vakfın yazılış
şekli: "Filan şahıs, şu şu kaaar deve veya şu şu kadar sığır yahut şu şu
kadar koyun vakfeylemiştir; vakıf câizdir; nafizdir; onda fesad yoktur; donüşde
yoktur. Bu vakıf satılmaz; bağış da yapılmaz." denilir. Ve vakfiye sonuna
kadar yazılır. Ve onlardan hâsıl olan sütler, yünler ve yavrular,
misafirhanede kalan çocuklara sarfedilirler. Ve o çocuklardan, istenilene
verilir. Sonra da kalanı filan mütevelliye teslim edilir, bu da sonuda hâkimin
hükmüne ilhak olunur. [303]
Akarları vakfetmenin
bir çok şekli vardır: [304]
İmâm Muhammed (R.A.)
"Bir kemsenin, sağlığında, evini miskinlere vakfetmesi" konusu ile
başlamış ve Vakf Babi'nda şöyle buyurmuştur:
Bir adam, sağlığında
evini miskinlere sadaka etmek istese, bu caiz olur mu?
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.), bu hususta:
"Ev elinde iken
ölürse, o ev, vârislerine mîras olur." dedi de 'caiz olmaz." demedi;
"Gerçeken caiz olur." da demedi. Çünkü, İmâm Ebû Hanîfe (RA.)'ye
göre, vakıf, aslında, vâkıfın mülkü üzerine habsdir. Vakfedilen yerin gelirini
ve meyvesini tasadduk; evin ve arazinin de menfaatini tasadduk ariyet gibidir.
Ariyet ise caizdir.
Ariyet bırakan ölünce,
o ariyet vârislere mîras olur. İmam'in kavline göre, vakıf da böyledir.
Ben:
— "Buna bir çâre
yok mu ki, bu sadaka caiz olsun ve onu hiç bir kimse bozamasm?" diye
sordum İmâm, şöyle buyurdu:
—Sultan veya vâris
bunu bozabilir. O şey üçte birden vasiyet edilmiş olunca, satılır ve tasadduk
edilir, işte böylece siyânet hasıl olur. Çünkü o, ibtâlini murad eylemiştir. Ve
biliyorki, ibtâl ile istifâde olmaz da, onun için ibtâl eylemez.
Sonra, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.), bu husustaki çâreyi öğretmek hususunda, şöyle buyurdu:
—Üçte birden vasiyet
edilince, o satılır ve bedeli fakirlere ta-sadduk edilir. Ölümümden sonra
"vakıfdır sadakadır." demez.
Şayet vakıf, ölümden
sonraya izafe edilirse, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'yegöre bu caizdir ve lâzımdır.
Ölenin malının üçte birinden çıkınca; vakıf ölümden sonraya muzaf olur.
Vasiyyetin ma'nası da böyledir.
İbnü Ebi Leylâ'nın
mezhebine göre, geliri ve meyveyi vasiyet etmek caiz olmaz. Çok kerre hâkime
çıkılır.
Görülüyor ki, İbnü Ebi
Leylâ'ya göre, bu bâtıldır. Onun kavlinden taharruz (= kaçınmak) gerekir. Buna
göre, bu durum nasıl yazılır?" diye sordum İmâm-ı A'zan (R.A.) şöyle
buyurdu:
—"Filan şahıs
sağlığında, "evfnrn sadaka (= vakıf) olduğu hususunda" söz verdi. Bu
ev Allah için vakıftır." diye yazılır.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nın arkadaşları ile Tahâvî ve Hassaf şöyle yazarlardı: "Bunu, filan
oğlu filan tasadduk eyledi.
Ebû Yezîd eş-Şürûli
de: "Şahitler şöyle şehâdet eylediler..." diye yazardı. Ve devamla:
"filan şahıs, evinin tamamını tasadduk eyledi." derdi.
Ba'zı müteahhirîn
âlimleri de: "Bu yazı filandandır..." şeklinde yazarlardı.
Müteahhirîn âlimlerinin çoğu da: "Bu (ev), filanın vakf ve tasadduk
eylediğidir." diye yazarlardı.
Bunların tamamı caiz
ve güzeldir.
İmâm Muhammed, evi
—fariğ olduğundan dolayı— vasıflamadi.
Tahâvî ve Hassâf ise:
"Bu fariğ olmuş evdir." diye yazarlardı. Hakikaten bu da güzeldir.
Çünkü evin meşguliyeti, sadakanın cevazına mânidir. Bu, mütevelliye teslim
edilmesini şart görenlere göre böyledir. Bu ziyâdeye (ilâveye) mutlaka ihtiyaç
vardır. Böylece Tahâvî ve Hassaf'a muhalefet edilmemiş olur.
Sonra da: "Alan
için vakfedilmiş sadakadır." dedi. Gerçekten böyle söylemekle, o vakfı,
mukayyed sadakadan- ayırmış oldu.
Tahâvî ve Hassâf
"sadakatün mevkûfetün lillâhi azze ve celle mü-ebbedetün muharremetün
muhtesebetün betletün bettetün" derler ve devamla şöyle yazarlardı:
"Bu vakıf) bağış yapılmız; miras bırakılmaz; hiç bir veçhile mülk olmaz;
hiç bir hâlde telef edilmez; aslının üzerine kâim, şartları üzerine mahfûze;
Allah yolunda (vakfedilmiştir.) Vârisi Allah'tır. Ve Allah, yerlerin, göklerin
gerçek vârisidir. Ö, vârislerin en hayirlısıdır."
Sonra da
"...icara verilir." derlerdi. Çünkü, vâkıf, gelerîni tasadduk etmeyi
vasiyet eyledi. Gelerini tasadduk da ancak onu icara vermekle mümkün olur.
Gerçekten İmâm
Muhammed (R.A.), "icâre-i mutlaka" diye söyledi; —tasadduk eden
şahıs, icara verme hususunda açıklık murad ederse— bu ıtlak doğrudur.
Fakat, bir sene icara
vermeyi murad ederse; senette "bir sene" diye zikreder. Bundan fazla
vermez. Sene tamam olunca, bir sene daha verir.
Sonra da,
"buranın geliri fakirlere tasadduk edilir." diye söyler. Nereye sarf
edileceği iyice belli olsun diye "Elbette, geliri fakirlere tasadduk
edilecek..."'diye yazılır.Çünkü ebed, — İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavline
göre vakfın sıhhatinin şartlarındandır.
"Geliri fakirlere
tasadduk edilecek." diye yazümasa bile, umûmun kavline göre caizdir.
Yûsuf bin Hâlid'in
kavline göre caiz değildir. Çünkü sadaka lafzı, buna delâlet etmez.
Vakfeden "bütün
fakirleri murad eder." ve bu vakfın geliri bir fakire tasadduk edilecek
olursa; bu caiz olur.
Şayet bir fakire vakfederse;
bu caiz olmaz. Çünkü, onda ebedîlik yoktur. Görmüyor musun; "malım
sadakadır." sözüyle, "malım fakirlere sadakadır." sözü arasında
bir fark yoktur.
Meselede hilaf olunca,
"miskinler" diye açıklamak gerekir. Böylece ihtilaf konusu aradan
çıkmış olur.
Şayet tasadduk eden
zat, gelirini, müslümanlafın fukara ve miskinlerine, tasadduk etmeyi
istiyorsa; vakıf senedine şöyie yazılır: "Geliri, fukara ve miskinlerle
ihtiyaç ehli olanlara, dâimi tasadduk olacaktır.
İmâm Muhammed (R.A.)
bu yazıda, "önce geliri tahsil edilip imar ve ıslahına sarf edilir ve
bütün ihtiyaçlarına harcanır; sonra da artan fakirlere harcanır." demedi.
Halbuki, şurût ehlinin
tamamı yazıya öyle başladılar. İmâm Muhammed (R.A.), bunu söylemedi. Çünkü, bu
hususta nas vardır ve bu bir hakikattir ki, fukaraya tasadduk; imardan sonra
olur. İmarsız tanıirsiz, o yerin gelir getirmesi mümkün değildir. Şürût
ehlinden olan müteahhirin âlimleri, arazi ve bağda "haracının ve
vergisinin verilmesini" de yazarlardı. Çünkü, onlar olmadan olmaz.
Evlerde ve dükkanlarda
da vergisi, bekçi parası ve benzen şeyler yazılır.
Sonra da şöyle
yazılır: Allah ve âhirete inanan hiç bir ferde, bu adakadan dönmek yoktur.
Tahâvî ve Hassâf,
te'kid olsun diye, bu yazıyı biraz daha artırırlar ve "Allah ve âhirete
inanan hiç bir ferde (bu kişi, ister hükümdar, İster hâkim, olsun) bu sadakadan
dönmek, onu bozmak ve değiştirmek, onu tebdil ve ibtal etmek helâl olmaz. Kim
böyle yaparsa, gerçekten o, büyük günah işlemiş olur. Tasadduk edenin ecri,
niyetine göredir. Hisabı Allah'tandır."
Bazı âlimler şöyle
buyurmuşlardır:
"Allah'a ve
âhirete inanana sadakadan dönmek helâl olmaz." diye yazılmaz. Çünkü, İmâm
Ebû Hanîfe (R.A.)'ya göre, bu sadakayı bozmak caizdir. Şayet bozarsa, o
sahibinin mülküne avdet eder. ( = döner.) Bu durumda da adam günahkâr olmaz. O
takdirde, bu söz yalan olur. Vakfettiği sırada bunu şart koşmuşsa, o vakıf
bâtıl olur.
Sonra şöyle yazılır:
Filan şahıs, bu evi, sadaka (vakf) ettikten sonra, filana (mütevelliye) teslim
eyledi. O filan da evi teslim aldı.
"Teslim"
sözü elbette söylenecektir. Çünkü, mütevelliye teslim İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve
İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, vakfın yanlarındandır.
İmâm Muhammed (R.A.),
bu yazının sonuna: "Bu mütevelli, başkasını mütevelli ve vekil
yapar." diye yazmazdı.
Uygun olanı ise, bunu
yazmaktır. Çünkü, "vasi ve mütevelli, başkasını vekil yapamaz." diyen
âlimler vardır. Ancak, kendisine böyle yapması söylenirse, o zaman yapar.
Azli de böyledir.
Ancak, kendine yetki verilirse, azleder.
Sonra da şöyle yazar:
Eğer hükümdar veya
başka biri reddeder yahut onda bir kimsenin ta'nı ( = tenkidi, kınaması)
bulunursa; işte o takdirde bu şey üçle birden vasiyettir ve o satılıp bedeli
fakir fukaraya tasadduk edilir. Bu, " vakıf, nakzdan ( = bozulmaktan)
korunmuş olsun diye yazılır.
Bu yazının sonuna da,
hâkimin hükmü —vakfın sıhhati kuvvetlensin diye— ilâve edilir. [305]
Bu, günahında müsrif
kulun, sadakası ve vakfıdır. Onun hüsnü zannı Rabbin afvıdır. Filan, Yüce
Allah'ın rızasını istiyor ve sevabını talep ediyor. O'nun rızasını arıyor ve
elem verici azabından, şiddetli ikabından kaçıyor. Yüce Allah'ın kendi üzerinde
olan sonsuz nimetlerini görüyor; yanındaki nimetlere bakıyor ve görüyor ki,
emsalinden yakınlarından hiç bir kimseye verilmemiş nimetleri, kendisine
vermiş. Yarattığı cinsler içinde, şan ve şeref içinde yaratmış; refah ve
genişlik içinde yaşatıyor. Zikrini yükseltmiş ve sağlam eylemiş; kadrini
yüceltmiş, şerefli kılmış.
Sonra nefsine bakıyor
ki, hassaları noksanlaşmış, kuvveti gitmiş, sinirleri bozulmuş, arzusu
azalmış, şekvası çoğalmış, saçı sakalı ağarmış, beli bükülmüş, zevali
yaklaşmış, irtihal üzre ve âhireti için dünyasından almayı seviyor. Önceki
hayatından, sonraki hayatı için azık tedârik etmeye çalışıyor. Bu günden,
yarın için, elinde olanın en güzelinden takdim etmek istiyor. Ölümü ve fakri
için, ihtiyaç vaktine azık tedârik ediyor.
Yüce Allah:
= Siz,
sevdikelirinizden infak etmedikçe, elbette iyiliğe nail olup erişemezsiniz.)
buyurmuş...
Eserlerden ulaştı ve
haberlerde nakledildi ki; cennetin kapusu üzerinde üç satır yazı vardır:
Birinci satırda: Lâ ilahe illallah Mu-hammedün ResûluIIah (Allah'tan başka ilâh
yoktur; Muhammed Allah'ın resulüdür.) .yazılı.
ikinci satırda: (=
Ümmet günahkardır; halbuki Rab gafurdur. (= ziyadesiyle bağışlayıcıdır.)
yazılıdır.
Üçüncü satırda ise: (=
Yaptıklarımızı, tamamen bulduk. Önceden gönderdiğimiz şeyler bize kazanç
sağladı. Geride bıraktığımız bize zarar verdi) yazılıdır.
Ebû Hüreyre (R.A.),
peygamber (S.A.V.) Efendimizin şöyle buyurmuş olduğunu rivayet etmiştir:
(= Âdem oğlu:
"Malım, malım." der. Senin malın, ancak senin yeyip ifna eylediğin
veya giyip eskittiğin yahut tasadduk edip alıkoyduğundan ibarettir."
Ukba bin Âmir
el-Cühenî, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Kıyamet gününde mü'mine, sadakası gölge olur.)
Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz şöyle buyurmuştur: Sadaka Rabbın gazabını söndürür.)
Artık sen, Yüce
Allah'ın sana verdiği rızıktan, onun rızası uğrunda, O'nun sana ilerde vereceğini
umarak acilen harca...
Bu hususta
peygamber (S.A.V.)'in şu
va'dına rağbet et.
Bir kimsenin ölümünden
sonra geride bıraktığı şeylerin en hayırlısı, şu üç seyir:
1-) Hayır
dua eden iyi bir çocuk.
2-) Sevabı
kendisine ulaşan carî bir sadaka;
3-)
Ölümünden sonra kendisi ile amel edilen faydalı bir ilim.
Artık, bu kimse eceli
yaklaşınca, amelinin kesilmemesini isteyerek, malının hâlis ve en temizinden,
kazancının en değerlisinden, vakıf ve tasaddukta bulunur.
En doğrusunu Yüce
Allah bilir. [306]
Büyük hükümdar,
hükümdarların efendisi muzaffer şah, adli müeyyed, imâdu'd-devlet,
tâeü'l-millet, İshak'ın babası, Yüce Allah'ın halifesi, Nasru Seyfin oğlu
İbrahim, mü'minlerin emiri (Yüce Allah emrini yükseltsin ve yardımını aziz
eylesin). Celil olan yüce Allah'a yakın olmak; O'nun bol sevabını ummak;
azabından, tenkilinden kaçmak; güzel va'dine ulaşmak ümidi ile, Kur'ân-ı
Kerîm'-de buyurduğu üzere: Nefisleriniz için gönderdiğiniz hayırdan, Allah
indinde, ecir yönünden daha hayırlı ve daha büyüğünü bulursunuz.)
Ve Nebiyyi'l-Muhtar'ın
buyurduğu gibi: (= Âdem oğlu öldüğü
zaman, ameli kesilir; ancak üç kimseninki müstesna (yani bunların amelinin
yazılması kesilmez.) Bunlar da: Ölümünden sonra
1-) Hayır
dua eden bir çocuk Dirakan;
2-) Sadakayı
câriye bırakan;
3-)
İnsanların amel eylediği hayırlı bir ilim bırakan; kimselerdir..
Bu şahıs, (Muzaffer
Şah) amelinin kesilmemesini sevdi ve nefsi için Yüce Allah katında, kıyamet
günü azık olsun diye, hayır takdim etmek istedi. Nida günü için, devamlı
kalıcı bir zahire arzu eyledi. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
(= O günde bütün
nefisler hayırdan yaptığının tamamını hazır bulur.)
Bunun üzerine, o, ilim
ve din ehlinin toplanması için "bir medrese yapılmasını emretti."
Şehitliğe muttasıl
mescidi, ilim öğrenecek yerleri, kütüphanesi, Kur'an öğrenmek için okutucuların
oturması ve insanları terbiye edicilerin oturması için yerler; yüz numaralar,
abdest alacak, banyo yapacak yerler; geniş bir saha ve bahçe; bütün
müştemilatı ile yapılıp, tamam oldu.
Semerkant Şehri'nde
Bâbu'l-Cedid diye tanınan yerde, bir hududu ana caddeye bitişik; ikinci
hududu, Turhan Bey'in kızı Melike Hâtûna âit sahaya bitişik; üçüncü hududu ilim
talebelerine vakfedilen binaya bitişik ve Mukassas Ahmed'in evine bitişik ve
kasımın babası, Ata'nın oğlunun evine bitişik ve Melike Hâtûna nisbet edilen
hana muttasıldır. Dördüncü hududu ise Hayletâşînin avlusuna mensup yere
bitişik ve Emir Nizâmuddevle'ye mensub hânegâha bitişik ve Melike Türkan Hatuna
ait eve bitişiktir.
Sonra hükümdar, bu
hayrın devamını ve, seneler boyu böyle devamını istedi ve hayır yolu üzerine,
sahih bir vakıfla, bu medresenin tamamını, bütün müştemilâtı muttasılâtı ile
birlikte tasadduk eyledi. İyi amelinin ikamesi (ayakta kalması) için, hanı
ile, hamamı ile, ahırları, samanlıkları ile, hücreleri (odaları) ile, dört adet
dükkanı ile (ki üçü giriş kapusun sol tarafında, birisi sağ tarafındadır); bir
başka meşhur han (ki buna nimbilaş derler ve Sa'di Semerkant sokağında,
Zergûban mahallesinde Bagüçe Müflis denilen yerdedir.) bütün müştemilâtı ile
(beş adet tuvalet, üç adet hücre, üç adet oda, beş adet ev, üç adet dükkan)
Sa'di Semerkant sokağına bitişik Şîr Feruşan diye tanınan sokakta ayrıca bir
halis han (ki müştemilatında sekiz hela ve büyük abdest hane; onbeş gurfe;
onbeş ehvâ evi; iki yüz numara; dört dükkan) Sa'di Semerkant sokağına bitişik
ve hân-i Sâmânî diye meşhur yer.(ki sa'di semerkant çarşısındadır.) Bu handa
da, beş hücre üst katta; beş hücre de orta katta vardır.
Keza Erkek Hamamı diye
ma'ruf, Sa'di Semerkant çarşısında, Köprü Başı Mahallesinde Hammad Sokağında
bulunan hamam.
Keza, kira evleri,
dokuma evleri, bağ evleri. Cermad köyünde tarlalar... (Bu köy^ Semerkant
köylerinden bir köydür.) Bütün arazisiyle Anbarker köyü... (Ki bu köy de
Semerkant köylerinden bir köydür.
Bu senet de yazılı
olanların tamamı vakfeden şahsın hayatında ve ölümünden sonra, bütün
hudutlarıyla, haklarıyla, mürafıklany-la, yoluyla, arazisiyle, hanlarıyla,
dükkanlarıyla, ehvâ evleriyle, yüz-numaralarıyla, abdest alma yerleriyle,
hücreleriyle, gurfeleriyle, binalarıyla, ağaçlarıyla, duvarıyla, altıyla,
üstüyle, tavanıyla, odunuyla, üstüvanesiyle, kapılarıyla, tuğlasıyla,
kiremidiyle, hamamın yeriyle, evleriyle, sakıfleriyle, odunuyla, ocağıyla,
suyu ile, külü ve külhanı ile, çöplüğü ile, su yolu ile, havzı ile,
arazileriyle, bağ evleriyle, ağaçlarıyla, akarlarıyla, üzüm çubuklarıyla,
nehirleriyle, kanallarıyla, sulamaları ve bütün haklarıyla, harman yeri ve
haklarıyla, su yolları ve haklarıyla, az ve çok bütün haklarıyla,
dâhilde-harîçte ne varsa, bütünüyle; sahih, nafiz, vacip, müebbed, sırf Aziz
ve Celil olan Allah rızası için, dönüş yapmamak, satılmamak, bağış yapılmamak,
rehin bırakılmamak, temmellük edilmemek ve hiç bir şekilde telef edilmemek
üzere, aslı üzerine kalmak şartıyla, tasadduk edilmiştir. Vârislerin en
hayırlısı Yüce Allah'dır.
Bu vasıflarla
vasıflanmış sadakanın gelirinin tamamı, her senenin, her ayında Yüce Allah'ın
vereceği nzıkdan, önce vakfiyelerin imârına, yeni yeni ağaçların dikimine,
mezkur medresenin bütün intiyaçlarma, aynı medresede tahsil yapan fakirlere (ki
hanefî Mezhebine göre tedrisat yapılmaktadır.) Her sene, onlara vakfın gelirinden
üçbin altıyüz dirhem sarfedilir. Ve her ayın masrafı, üçyüz dirhemdir.
Keza mezkur medresede,
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin ashabından olan talebelere, her sene vakfın
gelirinden on sekiz bin dirhem harcanır.
Bu harcamadan, senenin
her ayma binbeşyüz dirhem tevzî edilir. Bunu, müderris o talebelere eşit bir
halde veya bazısına daha fazla olmak üzere taksim eder ve herbirine ayda otuz
dirhemden fazla vermez.
Keza, vakfın bu
gelirinden ilim talihlerine her sene altıyüz dirhem (senenin her ayında elli
dirhem) Sarfedilir.
Keza, aynı medresede
halka edeb ve terbiye öğretenlere, bin iki yüz dirhem (Her ay yüz dirhem)
sarfiyat yapılır.
Keza, aynı medresede
hocalık yapanlara ve Kur'an okutanlara, her sene bin ikiyüz dirhem (Her ay yüz
dirhem) sarfiyat yapılır.
Keza, kıraat ve
rivâyat âlimlerine ve aynı medresede halka Kur'an okutanlara, her sene, bu
vakfın gelirinden binbeşyüz dirhem, (Her ay yüz yirmi beş dirhem) verilir.
Keza, şehitlikte
devamlı Kur'an okuyan dört okuyucuya, bu vakfın gelirinden, her sene üçbin
dirhem, (Her birine senede yediyüz elli dirhem) verilir.
Keza, bu medresede ve
şehitlikde talebelerin abdest aldığı yerde, yüz numaralarda yanan lamba
kandillerin yağları için, her sene, bu vakfm gelirinden yedi yüz dirhem
sarfedilir.
Keza, aynı medresenin
suyunu soğutmak için, buz parası olarak, yaz aylarında dörtyüz dirhem, bu
vakfın gelirinden harcanır.
Keza, ekmek, et;
medresedeki misafirlere ziyafet için; ramazan gecelerinde iftar sofrası için;
bu vakfın gelirinden, üçbin üçyüz elli dirhem sarfedilir.
Keza, aynı medresede,
ramazan gecelerinde, yakılan mum ve kokut ulan buhar için, bu vakfm gelirinden,
elli dirhem sarfedilir. Keza, her sene, kurban bayramında kesilen kurban için,
bu vakfm gelirinden bin dirhem ayrılır ve onun beşyüz dirhemine, kurban olması
caiz olan bir sığır satın alınıp, bu vakfı yapan zâtın niyetine kurban kesilir
ve eti fukaraya tasadduk edilir. Kalan beşyüz dirhemine de kurban olacak
vasıfta koyun satın alınıp, bu vakfı yapanın ana ve babası niyetine kurban
kesilir ve etleri fakirlere tasadduk edilir. Keza, her âşûre gününde, bu vakfın
gelirinden, elli fakire, elli kat elbise giydirilir ve âşûre gününün ziyafeti
için satın alınan ekmek, et ve diğer şeylere bu vakfın gelirinden bin dirhem
sarf edilir. Keza, medrese ve şehitliğin hizmetine bakan, kapısını kitleyip,
açan iki kapıcıya (Her birine altı yüzer dirhem olmak üzere) bin iki yüz dirhem
verilir. Bunlar temizlik işlerine bakarlar; süpürürler, hasırları ve sergileri
sererler; yüz numaraları temizlerler; lambaları yakarlar ve diğer işleri
görürler.
Keza, medrese ve
şehitliğin umûmi işlerine bakan âlim bir kişiye bu vakfın gelirinden bin
ikiyüz dirhem (Her ay yüz dirhem), verilir. Keza, aynı medresenin, birisi
kütüphaneye diğeri ise başka işlere bakan ve medresede yatıp kalkan iki
elemanına bin iki yüz dirhem verilir. Bunlar mütevellidirler.
Böylece, bu medresenin
yıllık masrafı (toplam olarak) yirmi iki bin beş yüz dirhem olur.
/erin, göğün ve bütün
varlığının hakiki vârisi Yüce Allah'tır. Hayru'İ-vârisîn olan da O'dur.
Şayet, günlerden bir
gün, bu medrese ihtiyaçtan uzak kalırsa, o günün masrafı, muhtaç olanlara sarf
edilir: elde tutulmaz. Bu sarfiyat da Semerkant'ta ilim talebesi olan ve Ebû
Haiafe (R.A.)'nin mezhebinde bulunan kimselere yapılır. Eğer bu vasıfta ilim
talebesi bulunmaz ise, o takdirde müsîüman fakirlere harcanır.
Gerçekden bu
mutasaddık, bu vakfın tamamını, Ebn Tâhir Ab-durrahman bin Hasan el-GazzaK'yi
bunun umuruna memur kılmış ve ona Allah korkusuyla emâneti edâ etmesini ve
vakıf şartlarını yerine getirilmesini emreylemiş; şartlardan hiç birinin tebdil
ve tağyir edilmemesini istemiştir. O zat da bu vakfı sahih ve mânilerden fariğ
olarak teslim almıştır. Şahitler de buna şehâdette bulunmuşlardır. Bu yazı
sonuna kadar yazılarak, tamamlanır. [307]
Bir adam, evlâdına vakf
yapmak isterse; bunda bazı vücuhlar vardır:
Birincisi: "Bu
arazim, çocuğuma vakfedilmiş bir sadakadır." der.
Bu durumda, bu
vakıf,birinci batına ait olur. Vâkıf, bu sözü ile sulbünden geleni murad
eylemiştir; ikinci batın ona ortak olamaz. İkinci batından murad, oğlun
oğludur. Vakfın geliri oğluna aittir. O olmayınca, bu gelir, fukaranın olur;
ikinci batnın olmaz. Her ne kadar, birinci batından kimse kalmasa bile, bu
gelir ikinci batından olana verilmez.
Şayet, birinci
batından hiç kimse olmazsa; o takdirde, bu vakfın geliri, ikinci batından
olanın olur. Ondan aşağıda olan batınlar, ona ortak olamazlar.
Eğer birinci ve ikinci
batından kimse bulunmaz; üçüncü, dördüncü ve beşinci batından bulunursa;
üçüncü batın ve aşağıdakiler (ne kadar çok olurlarsa olsunlar) Bu vakfın
gelirine ortak olurlar. İkinci vecih: Vâkıfın: "Bu arazim, çocuğuma ve
çocuğumun çocuğuna vakfedilmiş sadakadır." demesidir.
Bu durumda bu vakfın
geliri, çocuğuna ve çocuğunun çocuğuna aittir. Batn-ı sâni ile murad, oğlunun
oğludur; bunlara üçüncü batın ortak olamaz.
Üçüncü vecih: Vâkıfın:
"Bu arazim, oğluma, oğlumun oğluna, oğlumun oğlunun oğluna vakfedilmiş
bir sadakadır." demesidir.
Bu durumda, kıyasa
göre^bu vakfın geliri o üç Batma tahsis edilir.
İstihsan da ise, her
ne kadar aşağıda olursa olsun, o gelire bütün batınlar ortaktırlar.
Dördüncü vecih:
Vâkıfın: "Bu yerim, veledime vakfedilmiş bir sadakadır." demesidir.
Bu durumda vâkıfın
kendi sulbünden çocuğu olmaz da; oğlunun oğlu olursa, bu vakfın geliri,
oğlunun oğluna verilir.
Sonradan kendinin bir
oğlu dünyaya gelirse; bundan sonra, o vakfın gelirinin tamamı ona verilir.
Beşinci vecih:
Vâkıfın: "Bu yerimi, evlâdıma, evlâdımın evlâdına, evlâdımın evlâdının
evlâdına ve ebeden onların nesline vakfedilmiş bir sadaka kıldım" demesidir
Bu durumda, bu vakfın
altına, vakfeytediği günden itibaren doğacak olan ve daha önce doğmuş bulunan
bütün evlâdı dâhil olur ve bunlar, bu vakfın gelirine ortak olurlar. Bu vakfın
geliri meydana çıkmadan ölen evlad, hisseden mahrum olur. Gelir meydana geldikten
sonra ölen ise, ona hak sahibi olur ve ölenin vârisleri onun hissesini alırlar.
Bu durumda yukarıda
olan batınla aşağıda olan batın müsavidir.
Ancak, vâkıf
(vakfeden): "Önce yukardaki batın, sonrada onu takip eden batın
alsın." derse; dediği gibi olur.
Eğer: "Yukarı
batında kimse var iken; aşağı batında olana bir şey yok." demiş olursa;
öyle olur.
Bu cins mes'eleler
çoktur. Ve Vakıf Kitabı’nda yazılmıştır.
Bir kimse, bir yerini,
evlâdına ve evlâdının evlâdına vakfetmek isterse; onu yazmak uygun olmaz ve o
yeri, evlâdına ve evlâdının evlâdına, —ölümünden sonra— ebediyyen vakfeder.
Bu surette kendi
çocuğu için vakıf eâiz olmaz. Çünkü o, başkası için vasiyet menzilindedir.
Vârisâçin vasiyet de caiz olmaz; ancak, bu, diğer vârislerin izniyle caiz olur.
Oğlunun oğluna
gelince, ona vakfetmek caizdir. Çünkü o, babasının sağlığında vâris olamaz.
Fakat oğlun oğluna vakf caizdir. Ölümden sonraya izafe etmeden ve ona vasiyet
etmeksizin, kendi sulbünden olana vakfetmeyi caiz görenler de olmuştur.
Bu, İmâmeyn'in
kavlidir.
Bu durumda,kendi
sulbünden olanevlâdı,vakfedicinin sağlığında, bu vakfın gelirine hak
sahibidir.
Onun ölümü ile de bu
vakıf batıl olmaz.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye gelince, ölümünden sonra izafe edilmedikçe, vakıf sahih olmaz,
Biz: "bir adam,
çocuğuna veya çocuğunun çocuğuna sağlığında vakfettiğinde, sulbî olan oğlu
oldukça; bu vakfın gelirinin tamamı, oğlunun oğluna verilmez." dedik.
Çünkü, vakfedici, bu gelirin tamamını, kendi öz oğlu var iken, oğlunun oğluna
vermez. Bu gelir, her sene oğlu ve oğlunun oğullarına —adam başı— taksim
edilir, bu hisseler, oğlunun oğullarına vakıf yönünden isabet eyler; kendi oğluna
ise, veraset yoluyla isabet eder. Hatta, karı, koca ve diğerleri, bu gelire
ortak olurlar.. Çünkü, mîras, —ba'zısının haricinde— vârisleri bir kısmına
tahsis edilmez.
Şayet kendi oğlu
ölürse, işte o zaman, bu vakfın gelirinin tamamı, —vakıf hükmü ile— oğulunun
oğullarının olur.
Hilâl: "Bu
mes'ele bu vecih üzeredir." demiştir.
Âlimler de: "Bu
cevap doğrudur." demişlerdir.
Hatta bir adam önce
kendi kendine; kendisinden sonra da fakirlere vakfeylese; bu caizdir.
Uygun olanı, öz
oğlunun ölümünden sonra, oğlunun oğluna vakıf etmesidir. Çünkü sağlığında
oğluna isabet eden vakıf değildir; ancak oğlunun oğlu için vakıf ölümünden
sonradır.
Oğluna, sağlığında ve
ölmünden sonra vakfederse; bu vakıf, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre veledine
karşı sahih olmaz. Bu zahirdir.
"Hâli
hayatı" sözü, lâğivdir, boştur. Çünkü İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre,
sağlığında vakfetmek sahih değildir; çünkü bu, vârise vasiyet olmuş olur.
İmâm ey rf e gelince
onların kavli hususunda âlimler ihtilaf eylediler: Bazıları; "Caiz olmaz.
Çünkü, vakıf ölümden sonra, vasiyet olur." demişlerdir.
Bazıları ise: "Bu
vakıf caiz olur. Çünkü, "ölümünden sonra" sözü, boş bir sözdür."
demişlerdir. Bunun açıklaması: İmâmeyiı'e göre, vakıf, hâli hayatında sahih ve
lâzım olur. Vakfeden şahsın ölümüy-lede batıl olmaz. —Bu husus önce geçmiştir.
Ba'de mevtihi (= ölümünden sonra) sözü, te'kiddir, Bu durumda vakıf, Ve, bu
sabit olmuştur. Vakfın butlanı gerekmez. En doğrusunu bilen Yüce Allah'tır. [308]
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un kavline göre, bu vakıf caizdir.
İmâm Mubammed (R.A.)'e
göre ise caiz değildir Bir adam, bir yerinin tamamının veya bir Kısmının, sağ
olduğu müddetçe, kendi nefsine vakfedihnesini; sonra da gelirinin fakirlere
olmasını şart koşsa, bu vakıf İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, bâtıldır, (=
geçersizdir.)
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ise: "Bu vakıf sahihtir." buyurmuştur.
Bu vecih hakkında çok
yerde ihtilaf mevcuttur:
Fatayh Ebu Ca'fer,
şöyle buyurmuştur:
Eğer gelirinden yemeyi
şart koşarsa, İmâm Muhammed (R.A.)'e göre caizdir. Ve şöyle yazılır:
"Bu vakıf,
yaşadığı müddetçe nefsine aittir."
Bu mes'ele hâkime
ulaşınca, o; eğer vakfın mütevellinin olmasını murad ederse; şöyle yazılır:
Bu vakıf, yaşadığı
müddetçe mütevellinindir.
Bu vakfın gelirini,
mütevelli, Allah yolunda, hayır yolunda, iyilik yönünde, dilediği gibi harcar.
O yer, vakfedilmiş bir sadakadır. Öldüğü zaman, işte bu sadaka Allah Yolunda
nafizdir.
Sonu hâkimin hükmüne
ilhak olunur. Şayet, hâkimin re'yi, o vakfı veya onun bir kısmını satmak
olursa; maslahat gereği, onun krymetiyle vakıf için daha faydalı olanı satın
alır. Ve bu durumu şöyle yazar:
Vâkıf (= vakfeden
şahıs), bu vakfı satmayı murad eyledi veya ondan bir kısmını maslahat icabı
sattı ve parasıyla da bu vakıf için daha elverişli olan bir şey satın alıp,
onun yerine koydu.
Şayet, hâkimin reyi
onu bozmak, tebdil etmek şeklinde ise oda şöyle yazılır:
Vâkıf, bu vakfın
yerine daha sevimli ve faydalısını koymak istedi ve onu daha faydalı bir şekle
çevirdi.
Vâkıf bundan sonra
ölürse; bu vakıf tebdil ve tağyir edilmez; artırılmaz ve eksiltilmez ve ona hiç
bir kimse giremez ve çıkamaz. Bu vakıf hâli üzere kalır; hiç bir kimse, onu
tağyir edemez
Şayet vâkıf, bu vakfı
değiştirdikten sonra ölmüşse; bu durumda, bu vakıf, vâkıf öldüğü zaman ne hal
üzere ise, öyle kalır. [309]
Vakıf senedinin arka
tarafına, besmeleden sonra şöyle yazılır:
Şehirde ve havâlisinde
hükmü geçerli, imzası ve inâbesi nafiz, (Yüce Allah tevfîkini devamlı eylesin)
evkaf, ahkâm ve kaza işlerinin mütevellisi filan hâkim şöyle buyururdu:
"Ben, bu vakfın sıhhatine hükmeyledim. Bu vaîcif, senette (vakfiyede)
vasfedilmiş ve açıklanmıştır; caizdir, geçerlidir, lâzımdır; yerleri ve hududu
yazılıdır.
Senette yazılı olan
dükkanlar, misafirhane, han, hamam ve diğerleri ile onların müştemilâtı olan
binalar ve onların üstünde — altında olan odalar, menziller sahanlık, mezkûr
şartlar üzerine tescil edilerek, üzerine âdil kişilerden şahitler edinilir ve
tarihi yazılarak, bu yazı tamam olur.
En doğrusunu bilen
Yüce Allah'tır. Muhıyt'te de böyledir. [310]
Allahu Teâlâ'nın tevfik
ve inâyetiyle bize göre, hâkimlerin yazısına, önce kitâbü'l-menâşir'den
başlanır. İsmail bin Ubbad, bir insan, bir iş konuştuğu vakit, ona beyaz bir
kağıt atar ve ona: "Bu işe âit vasiyetini yaz." derdi.
Semerkant hâkimi de
şöyle buyurdu: Eğer, kitabeti'1-menşûru irâde edersen, şöyle yazarsın: Filan,
filana, onun ilmini, diyanetini, nezâhatini, sıyânetini bilerek vasiyet eyledi
ve ona hükümleri tanımasını haber verdi ve onun, hayırlıların, iyilerin yoluna
gitmekte olduğunu gördü. Onun için bir zelle tanımadı. Onda bir halel görmedi
ve ona itimat eyledi, güvendi. Ve ona, şu beldenin hükümet işlerini havale
eyledi. Ve ona: Aziz ve Celil olan Yüce Allah'tan gizlide ve aşikarda
korkmasını ve ondan sakınmasını" söyledi. O, takaddüm edilenlerin en hayırlısı,
en faydalısıdır: Ve hazırlananların en güzelidir.
Cenab-ı Hak şöyle
buyurmuştur:
Gerçekten Yüce Allah,
sakınanlar ve muhsinler ile beraberdir."
Ve ona, "Kuran'ı
düşünerek okuması, onun hüccet-i zahiresini tefekkür edip, edille-i bâhiresini
teemmül etmesi" söylenir.
Kur'an hakkın
direğidir; sidkın yoludur, sevabın müjdeleyicisi, ikâbın korkuducusudur. Kur'an
gizlileri açıklayıcı karanlıkları aydınlatıcıdır.
Allahu Teâlâ şöyle
buyuruyor: (= Ona, bâtıl, ne önünden ne ardından (hiç bir suretle) yaklaşamaz. O,
hamid (= herkes tarafından öğülen); hakîm (= hikmet sahibi) olan Allah'dan
indirilmiştir.
Ve ona, "Allah
resulü (S.A.V.)'in sünnetlerini ve eserlerini öğrenmesi" söylenir. Ve
peygamberin hadislerini ve haberlerini te-ahhüd etmeyi; hükmüne ve vasiyetlerine
onu müntehi kılmayı" söyler. Gerçekten O, hidâyete çağmadır. Ve O,
nevasından hiç bir şey konuşmaz. Kim, onun emirleriyle emrederse zengin olur.
Kim yasaklarından, kaçınırsa, selâmet bulur. Gerçekten Allahu Teâlâ kendi
taâtı ile, O'nun taâtını yan yana kıldı. Kitâb-ı Muhkeminde, "onun sözüyle
amel etmeyi kendi hitabiyle amel etme gibi" kıldı.
Ona "din ve ilim
ehliyle oturması" söylenir.
"Fıkıh ve fehm
ehli ile müdarese yapması ve onlarla gücü yettiği kadar müşâveret etmesi"
söylenir. Çünkü sehiv ve galattan berî olamaz; zelel ve sakatdan da emin
olamaz. Meşveret akıllıların yoludur. Mübâhase doğruyu buldurur.
Gerçekten Aziz ve
Celil olan Allahu Teâlâ, Kerîm olan Resulüne, Hakîm olan kitabında şöyle buyurmuştur:
(= İş hususunda
onlarla istişare eyle. —İstişareden sonra da — Bir şeyi yapmaya karar verdin
mi, artık Allah'a güven ve dayan. Gerçekten Allah tevekkül edenleri sever.)
Keza, ona, kapıyı
açmasını ve perdeyi kaldırmasını söyler. Böylece da'vâlı ve davacı ona
ulaşabilirler.
Hâkime "mahkeme
olanlara müsavi şekilde bakması" söylenir. "Hüküm zamanı, adaletle
hükmetmesi" söylenir. "Hiç bir şekilde, hasmi kavlile ve fiil ile,
diğerine üstün tutmaması" söylenir.
Allahu Teâlâ hükmü,
almada ve yaymada, doğru ve âdil bir terazi kıldı ve orada, şerif ile deniyi
müsavi eyledi. Allahu Teâlâ'nın şu kavli ile zayıf için kuvvetliyi tuttu:
seni yeryüzünde halife
kıldık. O halde, insanlar arasında
adaletle hükmet)
Ve hâkime şöyle
söylenir: İki kişi muhakemelerine getirdikleri zaman, aralarında Kitabın nassı
ile hükmeder. Şayet orada bulamaz ise, Allah Resulünün kuvvetli sünnetinden ve
sahih selim eserlerinden talep eder; orda da bulamaz ise, icmâ-i müslimînde
arar; icma-da da bulamaz ise, bütün vüs'at ve taharrisinden sonra, kendi re'yi
ile hükmeder. Muhakkak ki kitabı tutan hidâyete ermiştir. Sünnete tâbi olan
kurtulmuştur. İcmaya sarılan hatâdan salim olmuştur. İc-tihadeden ise, Allahu
Teâlâ şöyle buyurmuştur: (~ Bize itaat uğrunda mücâhede edenlere (iç ve dış
düşmanlarla savaşanlara) gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz.)
Ve hâkime "hududu
tesbit etmesi" söylenir.
Şahitlerinin, âdil
olmalarını ister.
Hâkimin suçluya
acımaması gerekir.
Allahu Teâlâ şöyle
buyurmuştur
(Kim Yüce Allah'ın
hududunu çiğnerse, işte o zâlimin tâ kendisidir.)
Hâkime-şöyle denir:
"Kim yanında şahitlik yaparsa, insanlar arasında temiz olanların sîreti
meşhur, iffetli temiz, tama'dan salim olanların şehâdetini kabul edersin."
Ve hâkime: "Dulları, yetimleri —velileri olmazsa— küfüvleri (= denkleri)
ile evlendirmesi" söylenir. Hâkime, "âlim, da'vâ ve kaza ilmine
muttali, tesecili bilen, şu-rût ve ahidleri muhafaza eden, sözleşme yazılarını
tanıyan bir kâtip seçmesi" söylenir.
Bu kâtibe de,
"hüküm defterini ve onda sabit olan vesikaları, sicilleri, vekâlet
yazılarını, hapislerin isimlerini alması" söylenir.
Hak mefruzdur. Bâtıl
metruktür. Hamd cennet meyvesidir. Şükür ni'meti bağlamakdır. Tama'
nedamettir. Öfke aklı giderir. [311]
Hâkim, karısı için,
kocaya nafaka takdir etmeyi irâde ederse; o kocayı huzuruna alır ve ona
"karısı ve çocuğu için nafaka vermesini" emreder.
Eğer hâkim, kocanın,
bu kadına nafaka vermeyeceğini bilirse; o takdirde, kocasına karşı, onun için
her ay ihtiyacı kadar nafaka hükmedip, un, katık, yağ ve emsali ihtiyaçları
veya bunların bedeli olan dirhemleri her ay verilmek üzere takdir eder.
Bu durumunda yazılması
istenirse, şöyle yazılır:
Filan oğlu filan hâkim
şöyle buyurdu:
Ben, filânın karısı
filâne için, onun huzurunda, şu kadar dirhem nafaka hükmeyledim. Ona,
muntazaman her ay, "kadına borcunu ödemesini; emrettim ve bu yazının
yazılmasını da —hüccet olsun diye— emrettim." der ve yazının tarihi de
yazılır.
Şayet koca huzurda
yokken kadın gelip nafaka talebinde bulunur ve "kocasının gaip
olduğunu" söyleyip "kendisine nafaka bırakmadığını da"
anlatarak beyyine de ibraz eder ve "filan oğlu filan kızı filâne, filan
oğlu filanın karışıdır. Ve kocası gaiptir." derse; bu durumda, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.): "Ben, gaibe karşı hükmeyle-mem." buyurmuştur. İmâm Ebû
Yûsuf (R.A.)-ise: "Gaibe karşı nafaka hükmedilir. Ve ne zaman gelir de
onu ikrar ederse, o zaman nafakası alınır." buyurmuştur.
İmâm Ebû Yûsof
(R.A.)'a göre nafaka hükmedilince, o, kadın için bir alacak olur. Bununda
yazılması istenince, şöyle yazılır: Filan oğlu filan hâkim, —söylediğimiz
gibi— nafaka takdir eyledi ve onu imzaladı. [312]
Filan oğlu filan
hâkim, şöyle buyurdu: "Filan şahsa ait vakfın hâli bana getirildi. Vakıf
muztaribdir,, işleri dağınıktır; ona görüp gözetici birisi gerektir. Güvenilir
bir cemaat, bunu bana söyledi.
Filan oğlu filan, iyi
hâli ile doğruluğu ile vasfedildi. Ben de onu, o vakfı muhafaza, onun meyve ve
gelirini artırması; gelirini, şartlarına uygun sarfetmesi için nasbeyledim ve
ona Yüce Allah'dan korkmasını söyledim." der ve bu yazı tamamlanır. [313]
Hâkim şöyle der: Filan
oğlu filan, bana şöyle haber verdi: Filan oğlu filan şu vakfın kayyumudur.
(veya filan zatın terekesinin vasisidir.) Bu tereke, bir murakıba muhtaçtır.
Ben, bu işi doğru bir haber olarak buldum. Hakikaten bu kayyum (veya vasî) onun
hâlini murakabe edecek bir murakıba muhtaçtır. Bende, filâna karşı, — Onun
fetâneti, zekâsı, doğruluğu, güvenilir oluşu— sebebiyle bir ihtiyar meydana
geldi ve onu ihtiyar ederek, o kayyum (veya vasiye). Karşı bu şahsı murakıp
nasbeyledim. Ve, o vasî (veya kayyıma) şöyle emreyledim: "Tereke
hususunda kendi başına bir iş yapma. Ancak, bu murakıba danıştıktan sonra
yap." Ve bununda yazılmasını, hüccet olsun diye emreyledim. "Ve Allah
korkusuyla emreyledim." der. Zahîriyye'de de böyledir. [314]
Söylediğimiz şeyden
bir şey yazmak istersen, elbette târihini yazarsın ve tarihi iltibas ve
iştibahı kessin diye yazının sonuna yazarsın.
Her memleketin ve her
millet ehlinin bir târihi vardır. Olayları onunla tarihlendirirler ve vakıfları
onunla bilirler. Rumlar için tarih, Zülkarneyn'in ölümünden itibaren başlar.
Fersler (Acemler),
İranlılar için târih âdil hükümdarları olan Yez-decürd'ün ölümüdür ki, bu,
onların son hükümdarlarıdır.
Arablann tarihi önce
İsmail (A.S.)'ın çocuklarının Mekke'den çıkışları; sonra meşhur Fil Vakası
senesi, sonra da Ömer ibni Hattab (R.A.)'dan itibaren hicrî senedir.
Hz. Ömer (R.A.), önce Nebî
(S.A.V.)'in bisetini, tarih başlangıcı irâde eyledi; sonra, vefatını tarih
başlangıcı olsun istedi.
Sonra da:
"Hicretten başlasın." dedi. Çünkü, hicret İslâm'da gelişme vaktidir.
Önce ramazan ayın; sonra da^muharrem ayının ib-tidâsı (başı) yıl başı olarak,
tarih başlangıcı oldu.
Arablann senesi,
kameridir; diğerlerinin senesi ise şemsîdir. [315]
Vakıf senedinin
(vakfiyenin) çeşitli yazılma şekilleri vardır. Bir örneğini aşağıya yazıyoruz.
Filan oğlu filan,
Rabbine, yaratıcısına yaklaşmak; ilâhına, rı-
zık vericisine
tevessül etmek, haşr ve neşr gününe azık hazırlamak için, tasadduk ve vakf
eyledi. O gün, öyle büyük bir gündür ki, o günde, mal ve evlad fayda vermez.
Ancak, Rabbin huzuruna selim bir kalb ile gelmek fayda verir. Bu şahıs,
(vâkıf), uzun yolculuk için azık edindi... Dünyada gelip geçici bir yolcu gibi
idi; hazırlık yapmaya gayret gösterdi... Ve cidden çalıştı... Ve kendi
öldükten sonra, amelinin kesilmemesini sevdi..., Beşerin Efendisi ve En
büyüğü, mahşerde Livanın sahibi olan Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: "İnsan
ölünce, ameli kesilir..." hadisini buyurmuştur... Bu şahıs (vakıf),
genişlik vaktinde Rabbımn belâların definde, kendine yardımcı olmasını ve
cennetlere girmeye vesile olmasını diler... Hâlid bin Maldan, Peygamber
(S.A.V.) Efendimizin şöyle buyurduğnu rivayet etmiştir:
( = İyilik ve kötülük,
kıyamet gününde iki varlık olarak gelir. İyilik, iyilik yapanları cennete
götürür. Kötülük de, kötülük ehlini cehenneme götürür. Dünyada iyilik ehli
olanlar, âhirette de iyilik ehlidirler. Dünyada kötülük ehli olanlar da,
âhirette kötülük ehlidirler.)
"İşte bu şahıs,
bu vakfın tamamını, hâlis niyetle, safi maksatla tasadduk eylemiştir."
denilir ve vakfiye sonuna kadar —vasiyet ve vakf yazısında söylediğimiz gibi—
yazılır. Yalnız, biz burda —yazı daha sağlam olsun diye— bir takım şeyler daha
söyleriz: Vâkıf vakfını evlâdına karşı yapacak olunca, bizim yazdığımız gibi,
şöyle yazar: Bu vakfın gelirinin fazlasından, vakfeden şahsın evladı olan filan
ve filan ile filâneye devamlı olarak, —doğup tenasül edip, bir batından sonra
diğer batın, bir nesilden sonra diğer nesil oldukça— sarf edilir. Ancak,
yukarda bir batn var iken, aşağıdaki batından birine nasip (hisse) verilmez.
Bu vakfın gelirinden,
o şahsın evladının erkeklerine iki; kızlarına bir hisse verilir.
Şayet vakfeden şahıs,
erkek kadın müsavi almalarını şart koşmuş ve: "Erkek-kadın, istihkakda
müsavidirler; erkekler kadınlara üstün tutulmazlar." demişse; öyle olur;
fakat, doğruya en yakını öncekidir. O, daha çok sevap getiren şekildir.
Bundan sonra şöyle
yazılır:
Onlar inkıraza uğrayıp
yok olurlar ve onlardan hiç kimse kalmazsa; o zaman, vakfın geliri fakirlere,
muhtaçlara sarfedilir.
Vakfeden bu şahıs, bu
vakfı elinden çıkardı; diğer emlâkinden ayırdı ve onu, sahih bir teslimle
mütevelliye teslim eyledi. Bundan 1 sonra o vakfın umuru, (işlerinin
yürütülmesi) mütevelliye aittir. Mütevelli de o vakfı sahih bir teslim alışla
teslim aldı. Şayet yazıya ilâve et de "zengin olan evlâd vakfın gelirinden
almayacak; şayet fâkirle-şirse, alacak." derse; buda güzel olur.
Eğer evlâdına
vakfetmez de, "fazlasını nefsine şart kılarsa" önce söylediğimiz gibi
olur.
Şayet ölümünden sonra,
salih bir kişinin, kendinden bedel (kendi yerine) hac yapmasını irâde ederse;
oraya sarf edilir. Gidiş—geliş kifayet miktarı, —önceklikle— hac masrafına
ayrılır. Ondan sonra, bu vakfın gelirinden âdem oğullarının en büyüğü.
Âlemlerin Rabbı-nın Resulü Muhammed (S.A.V.)'den bedel bir kurban kesilir. İkinci
bir kurban da vakfı yapanın babasından bedel; bir kurban da anasından bedel,
(filan kızı filâne için); dördüncü kurban da vakfedenden bedel kesilir.
Bunların tamamı her
sene kurban günlerinde kesilir. Bunlar, bu adamın ölümünden sonra, Yüce Allah'a
teberrük ve ona vesile için, böyle yapılır. Vakfın gelirinden bu kurbanları
kesip derisini yüzene ücret verilir. Bu kurbanların etleri, yağları,
kuyrukları, başları, ayakları, derileri, fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine
verilir.
Vakfın gelirinin
fazlasından âşûre günü için, zağferan satm alınıp, helva yapılır.
Bundan da fazla
olursa; kalan kısım, kazaya kalan namazı, veremediği zekatı, nezir borçları ve
kefaretleri için fakirlere sarfedilir. Mütevellinin bunlardan yemesinde de bir
günâh yoktur. Hem yer, hem de dilediğine yedirir.
Keza, vakfın gelirinin
fazlasından, mahallenin su ihtiyaçları görülür; buz alınır; buz yapılır ve
saka ücreti verilir; böylece yaz günlerinde insanlara soğuk su dağıtılır.
Yüce Allah'a ve âhiret
gününe inanmış olan, —valilerden, kadılardan, hâkimlerden— hiç bir kimseye, bu
vakfın şartlarını değiştirmek, tebdil etmek, helâl olmaz.
Kim işittikten sonra
tebdil eder, değiştirirse; işte onun günâhı, onu tebdil edenin üze rinedir.
Allah'ın, melleklerin ve bütün insanların laneti onun üze rine olsun.)
En ihtiyatlı olanı,
vakıfta, müslümanların hâkiminden birinin hükmünün bulunmasıdır. Böylece
ihtilaf zâü olur. .
Vakfın sıhhati için,
bu hükmün cereyan tarzı şöyledir: Senedin arka tarafına, vakıf için şöyle
yazılır: Hâkim, filan oğlu filan mütevellidir. Kaza, ahkâm ve evkaf işlerine bakar;
şu şehrin ve_çevresinin hükmü nafiz, imzası geçerli hâkimidir. Ve O, şöyle der:
Ben, senette vasfı
yazılı bu vakfın lüzumuna, cevazına, sıhhatine hükmeyledim. Tamamı hakkında,
şu mevkide, şu hudutlu yer içinde dükkanları, misafirhaneleri, hanları,
hamamları ve diğer bütün müştemilatı ve binalarıyla, altında —üstünde ne varsa,
(odalar, sahanlıklar, mezilier her ne varsa,) mezkur şartlar ve vücuhlar üzerine,
bu vakfın sıhhatine hükmeyledim. Ve bu sadakanın cevazına hükmeyledim.
Selef bilginlerinden
ve din âlimlerinden açıklanmış şartlarıyla, yollarıyla sıhhatine hükmeyledim ve
vakfediciye bu hudutlar içinde olan vakfiyenin tamamından elini çekmesini
teklif eyledim ve bu hu-susda belirli olan kayyuma teslimini emreyledim ve
taarruzu terketmeşini, vakfın cevaz ve sıhhatine muhalif hareket yapmamasını
söyledim. Bu vakıf ve sadakanın tamamı, hüküm meclisimde gizli kapaklı
olmaksızın, alenî ve apaçık bir şekilde cereyan eyledi. Ve ben, tescile
yazılmasını hüccet olsun diye huzurumda olanlardan güvenilir, doğru kişileri
şahit ederek tarihininde emreyledim." Zahîriyye'de de böyledir. [316]
[1] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/531.
[2] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/531-532.
[3] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/532-534.
[4] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/534-536.
[5] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/536-537.
[6] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/537.
[7] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/537-538.
[8] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/538-539.
[9] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/540-541.
[10] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/541-543.
[11] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/543.
[12] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/543.
[13] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/543-544.
[14] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/544.
[15] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/544-545.
[16] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/7.
[17] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
14/8-9.
[18] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/9.
[19] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/9-10.
[20] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/10-13.
[21] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/13-14.
[22] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/14-15.
[23] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/15.
[24] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/15-16.
[25] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/16.
[26] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/16-17.
[27] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/17.
[28] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
14/17.
[29] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/17-18
[30] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/18.
[31] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/18.
[32] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/19-21.
[33] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/21.
[34] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/22.
[35] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/22-24.
[36] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/24-26.
[37] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/26.
[38] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/26-27.
[39] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/27.
[40] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/28-29.
[41] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/30-31.
[42] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/31.
[43] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/32.
[44] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/33-34.
[45] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/34-38.
[46] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/38-39.
[47] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/39-40.
[48] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/40-42.
[49] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/43-44.
[50] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/44-45.
[51] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/45-46.
[52] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/47-67.
[53] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/68.
[54] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/68-72.
[55] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/72.
[56] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/73.
[57] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/73-74.
[58] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/74-75.
[59] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/75-76.
[60] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/77.
[61] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
14/77-79.
[62] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/79.
[63] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/79.
[64] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/80.
[65] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/80.
[66] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/80-81.
[67] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/81-82.
[68] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/82-83.
[69] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/83-84.
[70] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/84.
[71] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/84-86.
[72] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/86.
[73] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/86-87.
[74] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/87.
[75] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/87.
[76] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/87-88.
[77] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/88.
[78] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/88-89.
[79] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/89.
[80] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/89-90.
[81] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/90.
[82] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/90.
[83] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/90-91.
[84] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/91.
[85] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/91.
[86] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/91.
[87] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/92.
[88] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/92.
[89] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/93.
[90] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/93.
[91] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/93.
[92] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/93-94.
[93] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/94-95.
[94] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/95.
[95] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/95-96.
[96] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/96-97.
[97] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/97.
[98] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
14/97.
[99] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/98.
[100] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/98.
[101] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/98-99.
[102] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/99-100.
[103] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/100-101.
[104] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/101.
[105] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/102.
[106] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/103-107.
[107] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/107-108.
[108] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/109-110.
[109] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/110-113.
[110] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/114.
[111] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/114-115.
[112] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/115-116.
[113] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/116-117.
[114] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/117-118.
[115] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/118.
[116] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
14/118.
[117] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/119.
[118] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/119.
[119] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/120.
[120] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/120-121.
[121] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/121-122.
[122] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/122.
[123] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/122-123.
[124] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/123.
[125] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/123-124.
[126] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/124-125.
[127] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/125.
[128] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/125-127.
[129] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/127-128.
[130] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/128.
[131] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/128-129.
[132] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/129-131.
[133] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/131.
[134] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/132.
[135] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/133-134.
[136] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/134.
[137] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/134-135.
[138] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/135-1337.
[139] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/138.
[140] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/138-140.
[141] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/140.
[142] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/140-141.
[143] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/141.
[144] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/141.
[145] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/142.
[146] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/142.
[147] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/143.
[148] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/143.
[149] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/144.
[150] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/144.
[151] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/144-145.
[152] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/145.
[153] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/145-146.
[154] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/146.
[155] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/146.
[156] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/146-147.
[157] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/147.
[158] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/147.
[159] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/148.
[160] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/148.
[161] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/149.
[162] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/149.
[163] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/149-150.
[164] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/151.
[165] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/151-152.
[166] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/152.
[167] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/153-154.
[168] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/154.
[169] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/155.
[170] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/155-156.
[171] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/156-157.
[172] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/157.
[173] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/158.
[174] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/158-159.
[175] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/159-160.
[176] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/160-161.
[177] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/161.
[178] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/161.
[179] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/162-163.
[180] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/163.
[181] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/164-165.
[182] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/165.
[183] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/165-166.
[184] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/166.
[185] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/166.
[186] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/167.
[187] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/167-168.
[188] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/168.
[189] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/168-169.
[190] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/169.
[191] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/169-170.
[192] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/170.
[193] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/170-171.
[194] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/171.
[195] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/171-172.
[196] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/173-174.
[197] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/174-175.
[198] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/175-176.
[199] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/176.
[200] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/176-177.
[201] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/177-178.
[202] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/178.
[203] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/179-180.
[204] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/180.
[205] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/181.
[206] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/181.
[207] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/182.
[208] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/182-183.
[209] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/183.
[210] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/183-184.
[211] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/184-185.
[212] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/185-186.
[213] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/186.
[214] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/187-188.
[215] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/188-193.
[216] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/193.
[217] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/193-194.
[218] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/194.
[219] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/194-195.
[220] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/195.
[221] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/195-196.
[222] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/196.
[223] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/196.
[224] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/196-197.
[225] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/197.
[226] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/197-199.
[227] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/199.
[228] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/199-200.
[229] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/201-203.
[230] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/203.
[231] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/204.
[232] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/205.
[233] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/206.
[234] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/206.
[235] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/207.
[236] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/207-208.
[237] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/208.
[238] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/208.
[239] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/208.
[240] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/208.
[241] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/209.
[242] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/209.
[243] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/209-210.
[244] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/210.
[245] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/211.
[246] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/211.
[247] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/212.
[248] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/212-213.
[249] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/213-214.
[250] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
14/214.
[251] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/215.
[252] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/216.
[253] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/216-217.
[254] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/218.
[255] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/218-219.
[256] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/219.
[257] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/219-220.
[258] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/220.
[259] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/220.
[260] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/220-221.
[261] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/221.
[262] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/221.
[263] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/222.
[264] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/222-223.
[265] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/223.
[266] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/223-224.
[267] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/224.
[268] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/224-225.
[269] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/225.
[270] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/225-226.
[271] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/226-227.
[272] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/227.
[273] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/227-228.
[274] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/228.
[275] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/228.
[276] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/229.
[277] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/229-230.
[278] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/230.
[279] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/231.
[280] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/231.
[281] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/232.
[282] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/232-233.
[283] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/233.
[284] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/234.
[285] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/235.
[286] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/236-237.
[287] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/237.
[288] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/237-238.
[289] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/238-239.
[290] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
14/239.
[291] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/239.
[292] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/239-240.
[293] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/240.
[294] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/241-242.
[295] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/242.
[296] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/243.
[297] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/243.
[298] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/244-246.
[299] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/246-247.
[300] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/248.
[301] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/248-249.
[302] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/249.
[303] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/249-251.
[304] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/251.
[305] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/251-255.
[306] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/255-257.
[307] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/257-262.
[308] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
14/262-265.
[309] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/265-266.
[310] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/266.
[311] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/267-269.
[312] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/270.
[313] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/270-271.
[314] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/271.
[315] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/272.
[316] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 14/272-276.