1- CİNAYETİN TA'RİFİ, ÇEŞİTLERİ ?VE HÜKÜMLERİ
Haksız Yere Adam Öldürmenin (= Katlin) Nevileri:
5-) Tesebbüben Katl (= Ölüme Sebep Olmak)
2- KİSÂSEN ÖLDÜRÜLECEK VE ÖLDÜRMEYECEK OLAN KİMSELER
4- KISAS FÎ'L-ETRÂF (= NEFSİN HARİCİNDE, UZUVLARDA KISAS)
5- KATL HAKKINDA ŞEHÂDET VE İKRAR; KATİLİN DAVACI VEYA
CİNAYET SAHİBİNİ TASDİKİ YAHUT TEKZİBİ
6- KATİLDEN DOLAYI SULH VE AF VE BU HUSUSLARDA ŞEHÂDET
7- ÖLÜM HÂLİNDE NEYE İTİBAR EDİLECEĞİ
9- CİNAYETİ EMRETMEK VE SABİLERLE İLGİLİ MES'ELELER
10- CENÎN (= ANA KARNINDAKİ BEBEK)
11- YOL ÜZERİNE DUVAR, HELA VE BENZERİ ŞEYLER
YAPILMASINDAN DOLAYI MEYDANA GELEN CİNAYETLER
12- HAYVANLARIN İŞLEDİĞİ VEYA HAYVANLARA KARŞI İŞLENEN
CİNAYETLER
1- Kölenin Cinayeti Ve Efendisinin Onun Fidyesini Verip
Vermemekte Muhayyer Olması
14- KÖLELERE KARŞI İŞLENEN CİNAYETLER
17- CİNAYETLER HUSUSUNDA ÇEŞİTLİ MES'ELELER
Cinayet: (Aslında,
ağaçtan, meyveyi düşürmek manasına gelir.)
Sonradan, cinayet:
İnsanların ictisar ve iktisap ettikleri, her hangi bir şerre (= kötülüğe)
verilen bir isim olmuştur.
Bu durumda cinayet:
Muâhazeyi gerektiren her hangi bir cürm ( = suç) demek olur.
Buna göre, insanların
nefislerine, uzuvlarına, kuvvetlerine, mallarına veya ırzlarına tealluk eden,
her hangi memnu (- yasak) bir fiil, bir cinayet'tir.
Ancak, canlı veya
cansız mallara tealluk eden cinayetlere, gasb, mehb, sirkat, itlaf gibi isimler
verilir.
Fıkıh ıstılahına göre
cinayet: İnsanın nefsine veya âzâ veya kuvvetlerinden birine tealluk eden
memnu (= yasaklanmış) bir fiil demektir.
Başka bir tarif ile
cinayet: Kısas veya tazminatı gerektirecek bir şekilde, bir insanın nefsi veya
bedeni hakkında vâki olan teeddî demektir.
Cinayetler, başlıca
iki çeşittir:
1-) Gnayet
fi'n-nefs: Masum bir kimsenin, nefsi hakkında, haksız yere yapılan ve onun
hayatından mahrum kalması neticesini meydana getiren cinayettir. Bir insanı,
haksız yere öldürmek gibi..
Katil: Bir kimseyi
öldürmek; bir hayat sahibini, hayattan mahrum etmek demektir.
Katil: Bir hayat
sahibini öldüren kimse demektir.
Maktul: öldürülen
kimse demektir.
2-) Cinayet
fî'1-etrâf: Bir kimsenin uzuvları ve kuvvetleri ile ilgili olarak haksız yere
işlenen cinayet demektir.
Azâ ve kuvvetlere tealluk
eden cinayetler cerh, şec, kat, tatil şekillerinde meydana gelir.
Cerh: Baş ve yüzden
başka yerlerde meydana getirilen yara. Şec: Baş veya yüzde vücuda getirilen
yara. Kat-i nzuv: İnsanın bir uzvunu kesmek ve onu bedeninden ayırmak. Havas ve
kuvayi (= hisleri ve kuvvetleri) tatil ise, bir uzvu âtıl bırakmak; onu,
hilkatindeki gayeden mahrum etmek; o uzvu faaliyetinden ayırmak ve sekteye
uğratmak demektir.
Cinayetler, iki
kısımdır:
1-) Kısas
icâbettiren cinayetler;
2-) Kısas
icâbettirmeyen cinayetler.
Kısas icâbettiren suç,
kasden işlenen cinayettir ve bu kısas da iki şekilde yapılır:
A-) Kısas
fTn-nefs
B-) Kısas
fî'1-etrâf.
Kısas fî'n-nefs:
Katili, maktulün nefsi mukabilinde öldürmek demektir.
Kısas fi'1-etrftf:
Mecruh veya maktu' bir uzuv mukabilinde, cârîh ( = yaralayan) veya kâtı'ın (=
kesenin), mümasil (= misli ve benzeri olan bir) uzvunu, cerh ve kat' etmektir.
(= yaralamak ve kesmektir.) Fetâvlyi Kidlhan'da da böyledir. [1]
Cezayı gerektiren katiller,
beş nevidir:
1-) Amden
kad.
2-) Şibh-i
imd.
3-) Hattea
kati.
4-) Hata
Mecrasına Carî kati.
5-)
Tesebblbeo kaü[2]
Amden Kati:
Öldürülmesi meşru olmayan bîr insanı, âlât-ı câriha veya o hükümde olan bîr
şeyle kasden öldürmektir. Bir insanı, kılıçla veya kurşunla öldürmek gibi.; [3]
Âlât-ı câriha: Bedenin
cüzlerini birbirinden ayıran şey demektir ki, silâh manâsına gelir.
Vücudu parçalayan ve
delen her şey, gerek demirden, gerekse bakır, tunç ve gümüş gibi şeylerden olsun
âlât-ı câriha'dır.
Kılıç, kama, süngü
mızrak, kurşun balta, keskin taş, keskin ağaç, keskin cam ve ateş gibi şeyler
de âlât-ı cârihadandır. Kâfî'de de böyledir.
Amden katl'in cezası
kısastır.
Ancak, mecniyyün
aleyh'in (= kendisi üzerine cinayet vuku bulan kimsenin) yakınları affeder
veya taraflar sulh olurlarsa; bize göre, keffâret lâzım gelmez. Hidâye'de de
böyledir.
Şayet katil (=
öldüren), maktulün (= öldürülen'in) vârisi ise; o, mirastan mahrum kalır. Ve
diğerleri ile rızâlaştıklan zaman, bu katilin, onlara, mal vermesi (= diyet)
gerekir. Mebsût'ta da böyledir.
Bunda şibh
bulunduğundan dolayı, kısas uygulanmaz. [4]
Şibh-i amd:
Öldürülmesi caiz olmayan bir insanı, âlet-i câriha'-dan sayılmayan (küçük bir
ağaç veya taş parçasıyle yahut bir iki tokat vurulması veya benzeri) bir şeyle
kasden öldürmek demektir.
Buna Şibhü'l-hatâ da
denir. Çünkü, bu katil kasde mukarin olduğu için amd'e benzer.
Kendisinde katil âleti
değil de, te'dip âleti kullanıldığı için de natâ'ya benzer.
İmâm Ebû Hanife
(R.A.)'ye göre, âlât-ı cârihadan sayılmayan bir şeyle kasden vurarak öldürmek
de şibh-i Amd'dir.
îmameyn'e göre, katil,
maktule, büyük bir taş veya büyük bir sopa ile vurmuşsa; bu amden kati olur.
Şibh-i amd, çoğu
zaman, onunla öldürmeyi kasdetmeksizin vurmaktan ibarettir.
Sahih olan, İmâm-ı
A'zam Ebü Hanîfe (R.A.)'nin kavlidir. Müzmerât'-ta da böyledir.
Şibh-i amd ile bir
kimseyi öldüren kimse günahkar olur. Ona keffâret-i kati gerekir.
Bunun keffareti ise,
mü'min bir köleyi azâd etmektir.
Şayet bunu yapamazsa,
keffaret olarak, peş peşe iki ay oruç tutacaktır.
Ayrıca, katil,
maktulün âkilesine diyet-i mugallaza ödemek mecburiyetindedir. Kâfî'de de
böyledir.
Dıyet-i magallaza:
Şibh-i amd suretiyle vuku bulan bir katiden dolayı verilmesi lâzım gelen bir
diyettir. Bu diyet, diyetin deve cinsinden ödenmesi taraflarca kabul edildiği
zaman söz konusu olur. (Nitekim; "Diyet" bahsinde genişçe
anlatılacaktır.
Şib-i amd'de de katil,
maktulün vârisi ise, mirastan mahrum kalır. Mebsüt Şerhi'nde de böyledir.
Şibh-i amd, nefsin (=
canın) hâricinde söz konusu olmaz, Kudûri ise, kitabında: "Şibh-i amd,
nefsin haricinde de olur." demiştir. Muhıyt'te de böyledir. [5]
Hatâen kati iki
nevidir:
1-) Kasıdda
Hatâ:
Av zannı ile, bîr
insana, —onun insan olduğunu bilmeden— kurşun sıkmak veya, düşman (= harbi)
sanarak bir müslümana ateş etmek gibi..
2-) Fiilde
Hata:
Bir kimsenin, başka
bir maksatla attığı bir şeyin, bir insana isabet etmesi gibi.. Hidâye'de de
böyledir.
Hatâen katl'de katile
keffaret gerekir. Ayrıca, maktulün âkilesine diyet ödemesi de gerekir.
Hatâen katl'de de,
katil, maktulün vârisi olursa; mirastan mahrum edilir.
Ölen ister müslüman
olsun, ister zimmi olsun, diyetin lüzumunda, bunlar müsavidirler.
Bu durumlarda, yani
hatâ, ister kasıdda, ister fiilde olsun, katil günahkâr olmaz.
Cevheretü'n-Neyyire'de de böyledir.
Müntekâ'da, İmâm
Muhammed (R.A.)'in şöyle
buyurduğu nakledilmiştir:
Bir kimse, başka bir
şahsın, bir yerine vurmayı kasdeylediği hâlde, o şey, o şahsın başka bir yerine
isabet ederse; —onu kasdetmese bile— bu fiilî kasd olur.
Ancak, attığı şey,
başka bir şahsa isabet ederse; bu, hatâ olur.
H i sânı, bunu
açıklama makamında, şöyle buyurmuştur.
Bir adam, bir
başkasının eline vurmayı kasdettiği hâlde, vuracağı şey, hatâ ile, o adamın
boynuna isabet eder ve o adam ölürse; işte bu hâl kasıddır ve bunda kısas
vardır.
Şayet, bir adamın
eline vurmayıistedi de, o şey, bir başkasının boynuna isabet etti ise, işte bu
hatâdır. Zehıyre'de de böyledir.
Bakkâü'de şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam, diğerinin
başına sopasıyla vurmayı kasdettiğinde; sopa, onun gözüne isabet eylese;
vurmayı kasdeylediğinden dolayı, ona diyet lâzım gelir.
Bir adam, kısas
olarak, diğerinin elini kesmek istediği zaman, kı-lıncını eline vuracağı hâlde,
o, onun omuzuna isabet etse; amdi mahd olduğundan, malından tazminat gerekir;
onun için kısas yapılmaz. Çünkü onun, el kesme hakkı vardı.
Bir adam, baş
giygisini, birinin başına attığın da, o, başka birinin başının üzerine
düşerse; işte bu bir hatâdır.
Hişâm, İmâm Muhammed
(R.A.)'den sormuş:
—Bir' adam, okunu
birisine attı; ok, hatâen bir duvara isabet etti; sonra da tekrar dönüp aynı
insana değdi ve öldürdü; durum ne olur? İmâm şöyle buyurmuş: —Bu bir hatâdır.
Bir adam, bir elbiseyi
iyice bükerek, bir adamın başına vursa ve onun başı, kemiği görülecek şekilde
yarılsa; işte bu bir kasid olur.
Fakat, bu adam, o
yüzden ölürse; bu, bir hatâ olur.
Bu, Uynn'da da böylece
zikredilmiştir. Muhıyt'te de böyledir. [6]
Hatâ mecrasına câri
kati, gayr-i ihtiyarî bir fiille vukua gelen ölüm hadisesidir.
Uyumakta bulunan bir
kimsenin, üzerine düştüğü şahsı öldürmesi veya bir hamalın arkasındaki veya
elindeki bir yükün kazara düşerek bir insanı öldürmesi gibi..
Bu gibi ölümlerde,
kasid da, hatâ da aranmaz. Kâfî'de de böyledir.
Bir kimsenin, evin
üzerinden düşerek birini öldürmesi veya bir şahsın elinde bulunan bir tuğlanın
yahut ağacın düşerek, birine isabet edip, onu öldürmesi; veyahut da, bir
kimsenin, üzerinde binüi bulunduğu bir hayvanını, bir şahsa basarak öldürmesi
gibi hâller, tamamen, hatâ mecrasında carî katl'dir.Muhıyt'te de böyledir.
Hatâ mecrasına câri
katl'in hükmüne gelince? bunda kısas yoktur. Hatâ gibidir ve diyet'le keffâreî
gerekir.
Katil, maktulün vârisi
ise, mürastan mahrumiyet de gerekir. Cevheretü'n-Neyyire'de de böyledir. [7]
Tesebbüben kati, bir
insanın ölmesine sebebiyet vermek demektir. Yani, bir şeyde, bir insanın
cereyan eden âdet üzere telef olmasına
geçerli bir sebep
olacak bir fiili vücûda getirmektir.
Bir kimsenin, ammeye
ait olan bir yolun üzerinde, izinsiz olarak kazdığı bir kuyuya veya oraya
yığmış olduğu taşların üzerine, bir kimsenin düşüp ölmesi gibi.. Kâfi'de de
böyledir.
Bir adam, hayvanını
sürmekte veya çekmekte iken, bu hayvan, başka bir şahsı tepeleyerek öldürürse;
bu tesebbüben kati (= ölüme sebep olma) olur. Müzmerât'ta da böyledir.
Tesebbüben kafl'in
hükmüne gelince, bu yüzden ölen şahsm âkile-sine diyet gerekir. Bunda keffâret
gerekmez. Mirastan mahrumiyet de yoktur.
Bu, bize göre
böyledir. Kâfi'de de böyledir. En doğrusunu, ancak Ailahu Teâlâ bilir. [8]
Hür bir erkek
karşılığında, hür bir erkeğe kısas uygulanır. Kenz'-de de böyledir.
Kadın sebebiyle erkeğe
erkek sebebiyle de kadına kısas uygulanır. Hulâsa'da da böyledir.
Köle sebebiyle hür'e
ve köle sebebiyle köleye kısas uygulanır. Mn-hıyt'te de böyledir.
Bir müslüman
sebebiyle, bir kâfire kısas uygulanır. Fetâvâyi Kâdî-hân'da da böyledir.
Bir zimmî yüzünden,
bir müslüman ve bir zimmî yüzünden, bir zimmîye kısas uygulanır,
Bir zimmî, diğer bir
zimmiyi öldürdükten sonra, müslüman olsa; ihtilafsız olarak, o yüzden ona
kısas uygulanır. Muhıyt'te de böyledir.
Dâr-i İslâm'a
güvenceli olarak giren bir harbî için, bir müslüman veya bir zimmî'ye kısas
uygulanmaz. Tebyîn'de de böyledir.
Zâhirü'r-rivâyeye
göre, güvenpeli bir harbî için, diğer bir güvenceli harbîye de kısas
uygulanmaz.
Bir müslüman, mürted
bir erkeği veya bir kadım öldürürse; o müs-lümana da kısas uygulanmaz.
Keza, bir müslüman,
diğer bir müslümanı, güvenceli olaraK gittikleri dâr-i harbde öldürse; bize
göre kısas gerekmez. Şayet bir müslüman, dar-i harbde esir olmuş bir müslümanı
öldürse; bi'1-ittifak, kısas gerekmez.
İmâra EbÛ Hanîfe
(R.A)'ye göre, biu durumda diyet de gerekmez.
İmameyn ise:
"Diyet gerekir." buyurmuşlardır. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Bir küçüğün katli
sebebiyle, büyüğe kısas uygulanır. Kör yüzünden, sağlama kısas uygulanır.
Kötürüm yüzünden de
sağlama kısas uygulanır.
Halet-i nezi'de (= can
vermekte) olan bir kimseyi Öldüren şahsa da —onun yaşamayacağı bilinse bile—
kısas uygulanır. Hulâsa'da da böyledir.
Çocuklar arasında,
karşılıklı kısas yoktur. Sabinin kasdı da, hatası da müsavidir.
Malı varsa, kasden
öldürünce, ondan diyet verilir. Ona keffâret de yoktur.
Hatâen olursa, bize
göre mîrasdan da mahrum edilmez. Bunak ve mecnun da, o hâllerinde adam
öldürülerse, sabî gibidirler. Mubıyt'de de böyledir.
Uzuvları tamam ve
sağlam bir adama; —çolak gibi a'zası noksan ve hasta bir adama bedel olarak—
kısas uygulanır.
Akıllı bir adama;
delinin yerine kısas uygulanır; deliye ise, akıllının yerine kısas
uygulanmmaz. Fetftvftyi Kldbftn'da da böyledir.
Katil bir kimseye
karşı, hâkim kısas hükmü verdikten sonra, öldürülen kimsenin velîsi, Öldürenin
deliliğini kabul ederse; iştihsânen, ona kısas gerekmez ve ona, diyet gerekir.
Halân'da da böyledir.
Katil, kısas hükmü
verildikten sonra delirirse; o, kısâsen katledilir. Frtftvâyi Kltihln'da da
böyledir.
Uyun isimli kitapda
şöyle zikredilmiştir:
Velisi olan bir adam,
bir diğerini öldürür; hâkim de ona kısas hükmünü verince; katil: "Benim
hüccetim vardır." der; sonra da bu katil delirirse; İmam Mahammed (R.A.):
"Bu deli kıyâsen öldürülür; istihsân-da ise, ondan diyet alınır."
buyurmuştur. Tatarhânİyye'de de böyledir.
Fetâvâyi Soğrâ'da
şöyle zikredilmiştir:
Bir adam, delirir;
sonra da ifâkat bulur ve o durumda bir adam öldürürse; o, sahih (sıhhatli,
akıllı) adam gibidir.
Ondan sonra yine
delirir ve bu delilik devam ederse; kısas düşer.
Şayet devam etmez ve
iyileşirse; kısas uygulanır. HaUsa'da da böyledir.
Münlekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam, birini
Öldürdükten sonra, bunasa; şahitler de "onun, öldürdüğüne dair"
şehâdette bulunsalar ve o, o hâlde bunamış olsa; ben, —onun öldürülmesini değil
de— diyet vermesini güzel görürüm. Mnmyt'te de böyledir.
Üzerine kısas vacip
olan bir kimse ölürse; kısas sakıt olur. Hîdâ-ye'de de böyledir.
Bir oğul, babasını
veya anasını yahut baba veya ana tarafından dedesini —her ne kadar yukarı
giderse gitsin— Öldürürse; bu katil de kısâsen öldürülür.
Oğlunu öldüren baba,
kısâsen öldürülmez. Baba ve ana tarafından, ne kadar yukarı giderse gitsin bu
böyledir.
Dede de kısâsen
Öldürülmez. Çünkü, dedeler baba menzilindedirler. Baba ve ana tarafından olan
büyük analar da, —ister yakın, isterse uzak olsunlar— kısâsen Öldürülmezler.
Kâfi'de de böyledir.
Babalar ve dedelere
evladım öldürdükleri için, diyet lâzım olur. Bu diyeti, üç sene içinde, kendi
öz mallarından ödeme yaparlar.
Şayet, baba çocuğunu
hatâen öldürdü ise, artık diyetin onun âkı-lesine verilmesi gerekir.
Bize göre hatâ ile
öldüren üzerine keffâret gerekir. Kasden öldürmede keffâret yoktur.
Eğer çocuk memlûk (=
köle) olur ve onu da babası kasden öldürmüş bulunursa; bu durumda, ona kısas
uygulanmaz. Mebsût Şeriu'nde de böyledir.
Öldürülen, öldürenin
vârisi; veya oğlunun oğlu ise; —herne kadar aşağı inerse insin— kısas bâtıl
olur; diyet gerekir. Fetâvâyi Kâdihân'-da da böyledir.
Bir amca veya dayı,
yeğenlerini öldürdüğünde; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.): "Onlara da kısas gerekmez;
kendilerinden başka varisleri olmasa bile üç sene içinde diyet vermeleri
gerekir." Fetâvâyi KadBıân'da da böyledir.
Bir adama, kendi
kölesini veya mükâtebini yahut müdebberini veya oğlunun kölesini veyahut da bir
kısmına sahib olduğu bir köleyi öldürdüğü için, kısas gerekmez. -Hidâye'de de
böyledir.
Efendisini öldüren bir
köle, kısâsen öldürülür. Hnlâsa'da da böyledir.
Vakfedilen bir köleyi
Öldüren şahsa da kısas gerekmez.
Baba gibi, ortağı
olduğu kimseyi Öldürene de —kâsıd olsun, hata olsun, küçük olsun, büyük olsun—
kısas gerekmez. Tatarhânİyye'de ve Tehzîb'de böyledir.
Kendisinden çocuğu
bulunan ve ona ortak olduğu bir kadını (=. müşterek cariyeyi) öldüren kimseye
de kısas gerekmez. Fetâvâyi KâdihâıT-da da böyledir.
iki kişi, bir adamı
öldürdüklerinde; biri demirle, taşla; diğeri de sopa ile vurursa; ikisine de
kısas gerekmez. Her ikisinin malından, yan yarıya diyet gerekir. Onların her
birisinden, yan diyet alınır; yalnız imiş gibi.. Yarı diyet, demirle vurandan
(onun şahsî malından) alınır; yansı da sopa ile vurandan alınır ve öldürülenin
âkılesine verilir. Maksûd Şer-hı'nde de böyledir.
Ebediyen katli lâzım
olmayan kimseyi öldüren şahsa kısas uygulanması —bunu kasden yapmışsa— vacip
olur. Hidâye'de de böyledir.
Kısas, sadece kılıç
veya benzeri bir âletle yerine getirilir. Kâfi'de de böyledir.
Hatta bir adam,
diğerini yaksa veya suda boğsa, bu katil de boynuna kılıç vurularak kısâsen
öldürülür.
Keza bir kimse, başka
bir adamın, bir yerini keser ve adam da, o yüzden ölürse; bu adam, onun kestiği
gibi kesilmez; boynu kılıçla vurulur.
Keza, bir kimse,
diğerini başını vurup yararak öldürse; o katil de kılıçla kısâsen öldürülür.
Serahsî'nin Mnhiyt'nde de böyledir.
Bir adam, diğerinin
başını yardığında; yaralanan şahsı yılan sokar veya aslan parçalarsa; yaralayan
şahsa üçte bir diyet gerekir. Klfl'-de de böyledir.
Bir topluluğu bir adam
öldürdüğünde; ölenlerin adamları da, topluca onu öldürseler; onlara bir şey
gerekmez.
Şayet onlardan birisi
gelir ve o öldürürse; diğerlerinin de hakkı sâ: kıt olur. Hidâye'de de
böyledir.
Bir topluluk, kasden,
bir adamı öldürseler; o bir adam yüzünden, o cemaat öldürülür. Kâfî'de de
böyledir.
Bir adam, diğerine bir
defa vurunca, o adam Ölürse; şayet demirle vurmuşsa, bu sebeble, katile kısas
uygulanır.
Sopa ile vurmuşsa,
diyet gerekir.
İmamı A'zam Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, demirle vurduğu zaman, kesen tarafıyla vurmuşsa; kısas gerekir,
İmâmeyn'e göre ise, diğer tarafıyla vurmuş olsa bile kısas vacip olur.
Bu, İmâm Ebû Hamfc
(R.A.)'den de rivayet edilmiştir.
Esahh olanı budur.
Terazi taşıyla (kilo
gibi) vurmak da böyledir. Hİdftye'de de böyledir.
Bir adam, diğer bir
şahsı yaraladığında; o bu yaradan dolayı bir müddet yattıktan sonra ölürse;
kısas gerekir. Kifî'de de böyledir.
Bir adam, diğer bir
şahsa, kasden bir iğne veya emsali bir şeyle vurur; o adam da ölürse; diyet
gerekmez.
Bu mes'elede sahih
olan budur.
"Eğer, iğneyi
öldürmek için batırdı ise, diyet gerekir; değilse, gerekmez.'* buyrulmuştur.
Hizânetü'I-Müftîn'de de böyledir.
Bir adam, diğerini
ısırınca; ısırılan ölürse; Ecnâs'ta: "Kendisi ile hayvan kesilen bir
âletle vâki olan öldürmelerde kısas gerekir; âlet böyle değilse kısas
gerekmez. Yâni ısırmakla ölen için, kısas gerekmez."
denilmiştir.
Bir adam, diğerine,
kançı ile ölene kadar vursa; kısas gerekmez. Hulâsa'da da böyledir.
Bir kimse, diğerine
küçük bir sopa ile, ölene kadar vursa; bize göre kısas gerekmez. Mebsût
Şerhı'nde de böyledir.
Bir adam, diğerine yüz
kırbaç vurduğunda; doksanında ölmese de, onunda ölse; bir diyet lâzım olur.
Açık cevap:
Yaralamalarda, eser kalmadan ölen için bir şey gerekmez.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
göre, diyet gerekir.
İmâm Muhammed (R.A.)'e
göre, doktor —tabib— ücreti gerekir. İlaç parası gerekir.
Âlimler: "Bu,
yaralamadan eser kalmadığı zamana hamledilir. Şayet yaradan eser varsa;
ölürse; diyet; kalırsa adaletle hükmetmek lâzımdır." demişlerdir.
En uygun olanı da
budur.
Bir adam, diğerine yüz
kamçı-kırbaç vurur; o adam yaralanır ve bu yaralar iyileşir; fakat yaradan iz
kalırsa; o eser (= iz) için, adaletle hükmetmek gerekir. Kâfi'de de böyledir.
Bir adam, diğerini
boğsa da, o adam ölmese; ancak, o adam, tanınmış bir boğucu ise ve b aşk
asımda boğmuşsa; o siyaseten öldürülür. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Şayet, bundan sonra
tevbe eder ve imamın eline düşmeden önce tevbe etmiş olursa; tevbesi kabul
edilir.
Eğer, imamın eline
düştükten sonra tevbe etmişse, tevbesine bakılmaz. Bu, bir sihirbaza benzer.
Eğer, tevbe ederse;
Şeyhn'l-İslâm, Şerhin'de "Bir kimse diğer birini suya gark eylediğinde;
eğer su benzeri Öldürmeyecek derecede az olur ve yüzmekle kurtulma ihtimali
bulunursa; buna rağmen, o adam ölürse, işte bu bi'I-icma hatâ olur.
Fakat, su çok büyük
olur da, o şahsın, bağlanmadan, yüzmekle kurtulma imkânı olmaz; o, güzel yüzme
bildiği hâlde ölürse; bu da hataen kasd olur. Çünkü, kurtulma imkânı
yoktur." demiştir. İmâm Ebû Hanife (R.A.)'ye göre, hatâen kasd için kıs? s
yoktur.
İmameyn'e göre, bu
özel bir kasittir ve kısas gerekir. Mnhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğer bir
adamı yakalayıp, ellerini bağlayarak denize atar ve o şahıs da suya batarak
ölür; sonra da, ölüsü suyun yüzüne çıkarsa; bu katile o yüzden kısas
uygulamaz. Ancak, ondan en ağır diyet alınır.
Bir kimse, diğerini
gemiden denize veya Dicleye atar; oda yüzme bilmediğinden suyun dibine batıp
boğulur ve ölürse; İmâm Ebû Han/e (R.A.)'ye göre, o, kısâsen Öldürülmez; ona,
diyet lâzım gelir.
Şayet suyun yüzüne
çıkıp, bir müddet yüzer; sonra da suya garko-larak ölürse; İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.): Bu durumda kısas da, diyet de lâzım olmaz." buyurmuştur.
Keza, bir kimse, iyi yüzme
bilen birini suya attığında; o şahıs yü-zemeyip, ölürse; diyet lâzım gelmez.
Suya attığı kimsenin
öldüğünü veya çıkıp yaşadığım bilmezse; onun öldüğü bilinene kadar, bir şey
gerekmez.
Şayet bir iki defa
dalar çıkar ve netice-i hâli bilinmez ise, yine onu, suya atana kısas gerekmez.
ZahîriyyeNie de böyledir.
İmâm Mohammed (R.A.),
CâmhTs-Sağır'de şöyle buyurmuştur: Bir adam, fırını iyice ısıttıktan sonra,
onun içine bir adam atar o adamın da çıkma ihtimali olmayıp, orda yanarsa;
kısas gerekir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam diğerini
ateşe atsa, sonra çıkarsa bir müddet yaşasa sonrada ölse atan adam onun yanına
gelir giderse katledilmez değilse öldürülür.
Bir adam, diğerini
bağladıktan sonra, suyu, kazanda ateş gibi ısıtıp, o âdâmı da kaynar kazana
atarak bir müddet bekletse; adamın derisi yüzülerek hemen ölse; bu durumda,
onu atan şahıs da kısâsen öldürülür.
Su sıcak olduğu hâlde,
şiddetli kaynar olmaz ve onun içine atıp, orda bir müddet bekletir ve adam
sonra ölürse; onu atan, kısâsen öldürülür. Adamı önce kazana atıp, sonra da
çıkarır; adamın derisi yüzülür ve o gün veya bir kaç gün sonra ölürse; yine onu
atan, kısâsen öldürülür.
Adam, biraz iyileşip,
yürüyebilir hâle geldikten sonra ölürse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, diyet
gerekir.
Bir adam, diğerini,
kış gününde, soğuk suya atar ve o adam ölürse; atana diyet gerekir.
Keza, bir kimse, bir
adamın elbisesini soyup, soğuk havada, bir yere bıraktığında; bu adam, soğuktan
ölür veya bir şeyle bağlayıp, karın içine bıraktığında, adam ölürse; diyeti gerekir.
Bir kimse bir adamı
veya çocuğu bağlayıp güneşin altına bırakır ve o da, güneş çarpmasından ölürse;
bağlayana diyet gerekir. Hızânetü'l-Müffîn'de de böyledir.
Bir kimse, başka
birini damdan aşağıya atar veya dağdan aşağıya yuvarlar yahut bir kuyuya
atarsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, bunlar hatâ—i kasddir.
İmameyn'e göre ise,
şayet kurtulma imkanı varsa hatâ-i kasddir. Kurtulma imkanı yoksa, amd-i
mahz'dır.
İmameyn'e göre, bu
durumda kısas gerekir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, bir adama
zehir içirerek öldürse; şayet onu, bir menfaat karşılığı öyle yapmışsa, veya
ona zoraki içirerek öldürmüşse; — kısas değil— diyet gerekir.
Şayet içen şahıs
zorlamaksızın içmişse, bir şey gerekmez. Zehıyre'de de böyledir.
Bir adam, diğerine:
"Şu yemeği ye; güzeldir." der; o adam da yer ve yemek zehirli
olduğundan, yiyen adam ölürse; tazminat gerekmez. Hulâsaıda da böyledir.
Bir adam, diğerini
tutup, bir yere bağlayarak hapseder ve hapsedilen adam, orda açlıktan ölürse;
İmâm Muhammed (R.A.): "Bu durumda, âkılesine diyet vermek gerekir."
buyurmuştur. Fetva ise, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavline göredir.
Bir adamı sağ olarak
kabre koyup öldüren kimse, o yüzden, kı-sâsen öldürülür.
Bu, İmâm Muhammed
(R.A.)'in kavlidir.
Fetva ise: Âkılesine
diyet verilir. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir adam, uyuyan bir
kimseyi veya bir sabîyi yahut baygını, bir eve sokar ve ev üzerlerine
yıkılırsa; sabî ile baygını tazmin eder. Uyuyan şahsı tazmin etmesi gerekmez.
Hulâsa'da da böyledir.
Münlekâ'nın
Kilâbü'l-Cinâyâl'inde, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) İmâmı A'-zam Ebâ Hanîfe (R.A.)'nin
şöyle buyurduğunu nakletmiştir: Bir kimse, bir şahsı, bir bezle bağlayıp, vahşi
bir hayvanın önüne atar; ve hayvan onu parçalayıp öldürürse; ona ölüm ve diyet
gerekmez.
Ancak o şahıs, tevbe
edene kadar dövülür ve hapsedilir. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ise: "Ben, o,
ölene kadar habsedilir." derim buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğer bir
şahsı, evine sokup, onun yanına da vahşi bir hayvan girdirip, üzerlerine de
kapıyı kitler; vahşi hayvan o adamı öldürürse; bu işi böyle yapan şahsa bir
şey gerekmez.
Keza onu yılan sokar
veya akrep ısırır öldürürse; yılanla akrep ister onunla birlikte girdirilsin,
isterse daha önce o evde mevcut olsun — hüküm, yine yukarıdaki gibidir.
Şayet, bunu bir sabiye
karşı yaparsa; işte o zaman, diyet gerekir. Hızânetü'l-MfiftînMe de böyledir.
Bir adam, diğerinin
karnını yarıp bağırsağını dışarı çıkarır; sonra da onu, boynuna bir kılıç
vurarak öldürürse; —ve bunu kasden— yapmış olursa; o zaman, kısâsen katilin
boynu kesilir.
Şayet hatâ ile yaptı
ise, o takdirde diyet gerekir. Kanuni yaran kimsenin, tam diyetin üçte birini
ödemesi gerekir.
Bir kimse, diğerinin
karnım bir baştan diğer başa kadar yardı ise, tam diyetin üçte ikisini ödemesi
gerekir.
Bu, o şahıs, karnı
yarıldıktan sonra yaşarsa böyledir. Şayet yaşamazsa; o takdirde, bunu kasden
yapan öldürülür, hatâen yapan ise diyetini verir.
Bir adam, diğer birini
hafif ölmeyecek kadar yaralar; bir diğeri de, ağır ölecek şekilde yaralarsa;
ölecek şekilde yaralayan katil olur.
Bu, yaralamalar ayrı
ayrı zamanda olursa, böyledir. Şayet ikisi birden yaralarlarsa; ikisi de katil
olurlar.
Keza, bir adam,
diğerini on yerinden yaralar; bir diğeri de, aynı adamı bir yerinden yaralarsa,
ikisi de katil olurlar. Hulâsa'da da böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam, diğerinin
boynunu kesse de, az bir yeri kalsa; adam daha canlı iken, bir başkası da
gelip onu öldürse; ona diyet gerekmez. Çünkü, o, ölmüş mesabesindedir.
O hâlde iken, onun
oğlu —adamda daha can var iken— ölse; bu durumda adam, oğluna, vâris olur;
fakat, oğlu ona vâris olamaz.
Beşr bin Vefd,
Müntekâ'da İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un; İbnü Semâı da, İmim Mnhammed (R.A.)'in
şöyle buyurduklarım rivayet etmişlerdir:
Bir adam, diğerinin
elini kasden kesdikten sonra; eli kesilen adam, elini kesenin oğlunu kaiden
öldürse; sonra da, eli kesilen o yüzden Ölse; onun elini kesenin, eli kesilenin
yakınlarına diyet vermesi gerekir.
Bu mes'ele,
Müntekâ'nın başka bir yerinde İmâm Mohammed (R.A.)'den şöyle nakledilmiştir:
Kıyâsda, eli kesen,
kısas edilir; istihsanda ise, malından diyet verilir.
Bir adam, diğerinin
oğlunu kasden öldürdükten sonra; oğlu ölen zat, oğlunu öldürenin elini hatâen
keser ve o şahıs, bu yüzden ölürse; kısas gerekir, öldürdüğü oğlan için, onun
babasının yakınlarına diyet vermesi gerekmez. Mahiyt'te de böyledir.
Bir adam: "Ben,
filâna kılıçla vurdum; onu ben öldürdüm." derse; İmâm
Ebû Yûsuf (R.A.):
"Bu durumda'* —kasden
Öldürdüm demedikçe— hatâen öldürmüş sayılır." buyurmuştur. Fetâvâyi
Kâdihân'-da da böyledir.
Şayet: "Kılıcımla
vurdum; filanı öldürdüm." veya: "Bıçağımı getirdim; filanı
öldürdüm." der; sonra da: "Ben, başkasını irâde eylemiştim; ona
isabet eyledi ve öldü." derse; bu durumda ölüm, hatâen ölüm olur.
Mnhıyt'te de böyledir.
Bir adam: "Filan
adama, kasden kılıcımla vurdum; Öldü mü bilmiyorum." der; onun velisi de:
"Senin vurman sebebiyle öldü." derse; o adam, bu sebebden dolayı
öldürülmez.
Şayet katil:
"Ondan ölmedi; yılan sokmasından veya başka birisinin vurmasından
öldü." der; ölenin velîsi de: "Hayır senin vurmandan öldü."
derse; bu durumda da, o şahıs —kısâsen— öldürülmez. Katilin sözü geçerli olur
ve onun, diyetin yansını ödemesi lâzım olur. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Bir katil, bir
yabancıyı öldürdüğünde; eğer kati, kasden olmuşsa; kısas lâzım olur.
Şayet hata ile
olmuşsa; katil, maktulün âkılesine diyet öder.
Bir yabancı
öldürdükten sonra, onun velîsi: "Onun öldürülmesini ben
emreylemiştim." der; ona dâirde bir beyyinesi olmazsa; onun sözüne
inanılmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Müslüman ve müşrik
safları birbirine karıştığında, bir müslüman müşrik zanniyle, diğer bir
müslümanı öldürse; bu durumda kısas gerekmez. Katile diyet ve keffâret vacip
olur. Sfldra'ş-Sehîd'in Camin's-Sagırin'de de böyledir.
Âlimler, şöyle
buyurmuşlardır: Yalnız, diyet gerekir; keffâret gerekmez.
Bu, saflar karışmış
oldukları zaman böyledir. Şayet, maktul müşriklerin safı arasında olursa; o
zaman ismet sakıt olduğu için bir şey gerekmez. Hidâye'de de böyledir.
Bir adam, bir
müslimana, onu Öldürmek için kılıç çektiğinde; digeri, onu öldürse; bir şey
gerekmez.
Bunun, gece veya
gündüz; şehirde veya köyde olmasında bir fark yoktur. Tebyîn'de de böyledir.
Bir adam, şehrin
içinde gece; veya şehir haricinde gündüz, sopasını çekerek kasden bir adamı
öldürmek istediğinde; kendisine sopa çekilen şahıs, kasden onu Öldürse; ona
bir şey gerekmez.
Şayet, şehirde ve
gündüz, kasden öldürürse İmâm Ebâ Hanife (R.A.)'ye göre, kısâsen öldürülür.
İmâmeyn'e göre kısas
gerekmez.
Bir deli, birine
silahını çeker; kendisine silah çekilen de kasden onu öldürürse; malından diyet
lâzım olur. Bu, sabîye ve hayvana karşı yapılırsa yine böyledi. Hidiye'de de
böyledir.
Bir kimse, silahını
teşhir etse; (= karşısındakini tehdit ederek silâhım gösterse); sonra da,
ondan vazgeçse; daha sonra da vurulmak istenilen şahıs; onu vursa ve öldürse;
bu katile kısas gerekir. Bu, önceki, evvel vurur ve sonra da vurmaktan vaz
geçerse; o zaman böyledir. Yani, onun o şeyle ikinci defa vurmayı istemediği
zaman böyledir. Kâfi'de de böyledir.
Bir adam, şehirde birine
silah çeker ve vurur; sonra da vurulan şahıs, onu öldürürse; kısas gerekir.
Bunun mânası, önce vuran vaz geçti ise böyledir. Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse, geceleyin
birinin yanına girer ve âletini çıkararak, ona vurmak isterken, bir hırsız çıkar
ve o vurup Öldürürse; öncekine bir şey gerekmez.
Bir mes'elenin
te'vili: Eğer, önceki şahıs, öldürmekten vaz geçmeyecek idiyse; o takdirde
katledilir. Hidâye'de de böyledir.
Fakat, aralarında
anlaşma yaparlar ve aldığını terkedip gider; böylece bir şey yapmamış olur ve
diğeri onu öldürmüş bulunursa; ona kısas gerekir. Hidâye ŞeAı'nde de böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [9]
Öldürülen, küçük bir
oğulun kısas hakkını, babası alır. Nefsin haricinde olanı da (diyeti de) baba
alır.
Allah'ın ferâiz
üzerine mîras hakkına sahip kıldığı kimseler, kısas hakkına da sahiptirler.
Buna, karı ve koca da
dâhildirler.
Diyet de böyledir.
Bazı vârisler, kısas
hakkından istifâde edemezler. Büyük yaşta oldukları hâlde, cem olsalar da,
onlar için ve onlardan, biri için kısastan istifade etme ve onu yeme hakkı
yoktur. Fetâvlyi KfcUhftn'da da böyledir.
Kısasa, maktul (=
öldürülen) hak sahibidir.
Sonra, geride
bıraktığı vârisleri hak sahibidir. HMâye'de de böyledir.
Bir adam, kasden birini
öldürdüğünde; ölenin bir velisi bulunursa; işte, onun, (yani veliyy-i kısasın)
hâkimin hükmü ile, kısâsen katili öldürme hakkı vardır. Hâkimin hükmü olmasa
da, buna hakkı vardır. Katil, kılıçla öldürülür.
Boynunun haricinden,
kıhçsız öldürmekten menedih'r. Şayet öldürmeyi kasdederse, bundan hazer eder.
Şayet, Öldürürse, ta'zir olunur. Ancak, ona tazminat gerekmez. Onu öldürmekle,
hakkini almış olur. Mıfayt'te de böyledir.
Bir matuh (= bunak)
öldürüldüğü zaman; onun babası,kısâsen öldürme hakkına sahihtir. Bu durumda
baba, sulh (= anlaşma) da yapabilir. Fakat, katili affedemez.
Bir matuhun eli,
kasden kesildiği zaman da böyledir. Vasî de, bütün haklar bakımından baba
makamındadır. Ancak, vâsi öldüreni, —kısâsen— öldüremez. Sulh (= anlaşma)
yapatylir ve uzuvları hakkında kısas talebinde bulunabilir. Sabî de bunak
gibidir. Hâkim de, sahih rivayete göre baba yerindedir. Hidâye'de de böyledir.
Kısas hakkında icma
vardır. Eğer vârislerin hepsi küçük olurlar ve öldürülen çocuğun büyük bir
kardeşi de olursa; o, velayet hakkına sahip olmaz. Mnhıyt'te de böyledir.
Kısas, küçükle büyük
arasında olursa; o zaman İmâm Ebû Hanıfe (R.A.)'ye göre, büyüğün kısas isteme
hakkı vardır.
İmlmeyn'e göre ise,
buna hakkı yoktur. Ancak, babalan birse, o zaman kısas isteye bilir.
Bu ihtilaf: —Büyük
ortak bunak olduğu veya mecnun olduğu zaman—; kardeş de olsa böyledir.
Keza, İm&m EbÛ
Hanife (R.A.)'ye göre, hükümdarın da kısas isteme hakkı vardır.
İm im ey n, —büyükleri
varsa— buna muhâlifdir.
Şayet hepsi de küçük
iseler "hükümdar, o hakkı isteyebilir." denilmiştir.
Keza, "Onların
hepsi veya birisi buluğa erişene kadar bekletir", diyenler de olmuştur.
SerahsTnin Muhıyt'nde de böyledir.
Bir adam öldürülür;
onun bir velisi de olmazsa; sultan kısas isteyebilir.
Hâkim de böyledir.
Muhtar Şerhi İhtiyar*da da böyledir.
Bir köle, kasden
öldürüldüğünde, kısas hakkı efendisinindir. Mü-bedder, müdebbere ve ümm-ü veled
de köle yerindedirler. Serahrf'nin Mn-hıyt'nde de böyledir.
Bir adamın iki
kölesinden birisi, diğerini kasden öldürse; bu durumda efendi, katilden kısas
hakkını ister. Mohiyt'te de böyledir.
Mebsût'ta şöyle
denilmiştir.
Bir küçükle, bir
büyüğün, ortak köleleri öldüriilürse; büyük, küçük de buluğa erişine kadar
kısas isteyemez.
Bu, bi'1-icrha
böyledir. Hidâye Şerhi Aynî'de de böyledir.
tki kişi veya üç kişi,
bir köleye ortak bulunduklarında; onun velayeti, birine değil, hepsine aittir.
Şayet onlardan birisi, katili afeder-se;
o zaman kısas, diyete dönüşür ve o kölenin kıymetine göre —hür hakkında olan
diyet gibi— diyet alırlar. Felâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Bir kölenin eli, bir
başkası tarafından kesilir; efendisi de onu azâd eder; ve bir köle o yara
yüzünden ölür; başka da vârisi bulunmazsa; efendisi, onun katiline kısas
uygulatır.
Şayet, o kölenin,
efendisinin haricinde vârisi varsı; o zaman, efendisinin kısas hakkı yoktur.
Bu İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre böyledir. Kâfi'de de
böyledir.
Hisara'in Nevadirin'de
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'in şöyle buyurduğu nakledilmiştir.
Bir adam, diğer bir
adamı öldürür; bir başka adam da gelerek, "onun, kendi kölesi
olduğunu" iddia edip, beyyine ve şahid getirerek, "onun, kendi kölesi
olduğunu ve onu azâd eylediğini" isbat ederse; şayet onun vârisi varsa ve
katil kasden öldürülmüşse kısas hakkı vârisinin olur.
Hatâen öldürülmüşse,
diyeti de vârisine hükmedilir.
Şayet vârisi yoksa;
—kasıd da olsa, hata da olsa,— efendisine dİ-yet hükmedilir. Diyeti ise, o
kölenin kıymetinin karşılığıdır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir mükâtep kasden
öldürülür; efendisinden başka vârise de bulunmaz ve ödenecek borç da
bırakırsa; İmâr. Ebû Hıaîfe (R.A.) ile İmâm Ebû Yusuf (R.A.)'a göre, bu durumda
kısas hakkı efendisine aittir.
Hem borç, hemde vârisi
kalırsa, bu durumda efendiye kısas hakkı yoktur. Eğer, hem vârisi, hem de
efendisi bulunur; o kölenin efendisine ödeyecek kitabet borcu da olmazsa; kısas
hakkı hür olan vârise aittir. Onun kısas hakki, bi'1-icma vardır.
"Efendinin de
kısas hakkı vardır." denilmiştir. Hidâye'de de böyledir.
Muntekâ'da "Bir
kısmı azâd edilmiş bir köle öldüriilürse; kısas gerekmez.'* denilmiştir.
Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Bir mükâtep, kölesini
öldürse diyet gerekmez. Mükâtebin kölesi öldürülse, onun hakkında da kısas
gerekmez. Kasden oğlunu öldüren bir kimseye de kısas gerekmez.
Keza, izinli bir
köle,kasden öldürülür; bu kölenin de borcu bulunursa; kısas gerekmez.
Keza, onun diyetine
alacaklısı ile efendisi ortak olurlar. Seraha'nin Muhıyt'nde de böyledir.
Rehin olan köle
öldürülse; —rehin bırakanla bırakılan bir araya gelene kadar— kısas gerekmez.
HMâye'de de böyledir.
tkisi birleşince,
kısas hakkını rehin bırakan şahıs alır. Fetâvâyi Kâ-«tîhân'da da böyledir.
İcâre olan bir köle
öldürülse; kısas hakkı icara verene aittir. CeTheretfi'n-Neyyire'de de
böyledir.
Satılmış, fakat teslim
edilmemişJöir köle kasden Öldürülmüş olursa; müşteri muhayyerdir: îster
reddeder; isterse, (—onun kısas bedelini alamaz ancak—) kısas yaptırır.
Ancak müşteri, o
kölenin bedelini satıcıya vermişse, o takdirde, diyetini alır. Muhıyl'te de
böyledir.
Şayet müşteri,
ahş-verişi bozarsa; kısas hakkı satıcının olur. Bu, İmâm Ebû Htnîfe (R.A.)'ye
göre böyledir.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre ise; Eğer, müşteri satışa izin verirse bu böyledir. Şayet satışı
feshederse, satıcıya kısas değil, diyet gerekir.
İmâm Mahımmed (R.A.)
ise: "Her iki hâlde de diyet gerekir." demiştir. TebyıVde de
böyledir.
Satılan bir köle,
müşterinin yanında öldürülürse; bu durumda müşteri muhayyerdir: Eğer satıcı
parasını teslim almışsa, kısas hakkı onundur; almamış olsa, yine böyledir. Eğer
satıcı muhayyer olursa; katili takip eder; ister, Öldürür; isterse, kölenin
kıymetini alıp satın alan şahsa verir. ŞerttaFnin Muhıyt'nde de böyledir.
Tazminattan sonra,
müşterinin kısas hakkı kalmaz. Fetâvayi Kidl-hân'da da böyledir.
Gasbedilmiş bir köle,
gasıbın yanında kasden öldürülünce; asıl sahibi, dilerse, katili kisâsen
öldürür; dilerse gâsıba, onu tazmin ettirir. Eğer, onun kıymetini alırsa; sonra
da gâsıp katile müracaat ederek, kıymetini ödetir. Katile kısas yaptıramaz.
Köle hizmetinde
bulunan ve kendine vasiyet edilen de böyledir. Hizmete verenle, alan bir araya
gelirler Ve hizmet sahibi, kısasa razı olmazsa; kıymetini tazmin gerekir ve
bir köle satın alarak, öncekinin yerine verir. Muhiyt'te de böyledir.
Bir adam, kölesini bir
şahsa vasiyet ettiğinde; kendisine vasiyet edilen adam, onu kabÛI edip, almadan
önce, bu köle kasden öldürülür; kendisine vasiyet edilen zat da, geride vâris
bırakarak ölür; o vârisler de, vasiyet edilen kölenin vasiyetten önce mi yoksa
sonra mı, Öldürüldüğünü bilmeseler; bu durumda, hiç birisinin kısas isteme
hakkı olmaz.
Şayet ittifak ederler
ve: "Vasiyet eden, önce öldü. Sonra da köle öldü." derlerse; yine
kısas hakkına sahip olamazlar. Sonra da, kendisine vasiyet edilen şahsın, onu
kabul edip etmediğine bakılar. Eğer, ka-bûl etmişse, katil o kölenin kıymetini,
kendisine vasiyyet edilen şâhsın vârislerine verir.
Şayet reddeylemişse, o
takdirde, katil, o kölenin bedelini vârislerine verir. Fetâviyi Kadfhan'da da
böyledir.
îki adam, bir adamı
öldürdüklerinde, ölenin velisi, onlardan birisini affetse; ikincisini kisâsen
öldürebilir.
Şayet, bir adam iki
adamı öldürdüğünde; öldürülenlerin birisinin velîsi affetse; diğerinin velîsi
onu —kisâsen— Öldürebilir. Fefâviyi Kfcdi-hln'da da böyledir.
En doğrusunu ancak
Allahu Teâlâ bilir. [10]
Kısas fi'l-etraf:
Mecruh veya maktu (- yaralanmış veya kesilmiş) bir uzvun yerine, cârih veya
kâtım (= yaralayan veya kesen şahsın) mümasil uzvunu cerh veya kat' etmek (=
yaralamak veya kesmek) demektir. [11]
Sol el için, sağ el
kesilmez.
Sağ ele karşılık
olarak da sol el kesilmez.
Çolak kolun yerine,
sağlam kol (-el-) kesilmez.
Erkeğin eline
karşılık, kadının eli kesilmez.
Kadının eli İçin de,
erkeğin eli kesilmez.
Kölenin eli yerine hür
kimsenin; hür olanın yerine de kölenin eli kesilmez.
Bir kölenin elinin
yerine de, diğer bir kölenin eli kesilmez. Çünkü, kölenin elinin kıymeti,
kölenin kıymetinin yarısı kadardır. Ve kölelerin kıymetleri de değişiktir;
müsavi değildir. Fetfiv&yi Kftdİfcan'da da böyledir.
Müslüman ile kâfir
zimmî olan şahıs arasında a'zada kısas gerekir.
Keza müslüman ve hür
olan kadınlarla, kitabî olan kadınlar arasında da kısas aynen cereyan eder.
Keza iki kitabî
(yahûdi ile nasranî) arasında da kısas aynen uygulanır. Certeret TaNeyyire'de
de böyledir. [12]
Kıllar hakkında kısas
yoktur. Zehıyre'de de böyledir.
Bir adamın başının
derisinden veya vücudunun derisinden koparılan deri için de kısas yoktur.
Keza yanaklardan veya
karından bir parça kesilse; onun için de kısas yapılmaz. Çeneden koparılan bir
parça et için de kısas yoktur. Ma-bıyt'te de böyledir. [13]
Bir tokat için veya
bir kötü söz için yahut itmek, çekmek, dürtmek gibi basit şeyler için kısas
yoktur. Cevheretü'n-Neyyire'de de böyledir.
Diş hariç —kemik için de
kısas yoktur.
Kesilen her mafsal
için, —kesilen yerde mafsal varsa— kısas uygulanması gerekir. Mafsalsız olan
yer için kısas gerekmez. Mebsfif ta da böyledir. [14]
Bir adam diğerinin
gözüne vurunca; gözün görme gücü kaybolursa; kısas gerekir. Kâfi'de de
böyledir.
Gözün görme gücünün
kaybolması hususunda, alimlerimizin çe-şîtli kavilleri vardır:
Mnhammed bin Mnkâtil
er-Razi: "Göz açık olarak güneşe karşı tutulur; eğer yaş çıkıp damlarsa;
o gözde görüş gücünün mevcut olduğu anlaşılır. Şayet yaş çıkıp damlamazsa,
gözün görme gücü gitmiş olur.' demiştir.
Tahâvî ise şöyle
buyurmuştur:
O şahsın yanına yılan
bırakılır. Eğer yılandan kaçarsa; gözün gördüğü anlaşılır.
İroâm Mahammed (R.A.)
ise şöyle buyurmuştur: O şahıs, göz doktoruna gösterilir ve onun söyleyeceği
söze itibar edilir. Zahîrriyye'de de böyledir.
Kerhî "Takvîn ve
tehassüfde kısas yoktur." demiştir. Mahıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerinin
gözüne kasden vurduğunda, onu gözüne görmeyecek şekilde boz inse; bütün
âlimlere göre; bu durumda kısas gerekmez.
Kısas uygulanması
gereken yerlerde, ister silahla vurulsun, ister başka şeyle vurulsun (parmakla
vurmak gibi..) aralarında fark yoktur; kısas yapılır. Zahîriyye'de de
böyledir.
İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.) ve
İmâm Muhammed (R.A.)
şöyle buyurmuşlardır:
"Göz bebeği
sökülen bir adam: "Ben kendi rızam ile söktürdüm.*' derse; kısas lâzım
gelmez. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerinin
sağ gözünü kör ettiğinde; bu cinayet sahibinin de sol gözü kör olsa; sağ
gözüne kısas yapılır ve o şahıs, tüm kör olarak bırakılır. ZaMrîyye'de de
böyledir.
Hasan bin Ziyâd şöyle
buyurmuştur:
Bir adam, diğerinin
gözünü kör ettiğinde, onun gözü şaşı fakat yine de görüyor olursa; onun için
kısas yapılmaz.
Şayet, kasden
çıkarırsa, o zaman kısas yapılır.
Eğer göremeyecek
derecede şaşı ise, ona hükümeti adi karan verilir.
Kendi gözü ziyade şaşı
olan bir kimse, bir başkasının gözünü çıkarırsa; bu durumda gözü çıkarılan
muhayyerdir. İsterse onun gözünü çıkartır; isterse ondan gözünün diyetim —onun
malından, nısıf diyet olarak— alır. Fetâvâyi KâdttıâiTda da böyledir.
Kendisinin sağ gözüne
boz inmiş bulunan bir kimse, başka bir şahsın sağlam olan sağ gözünü çıkarırsa;
bu durumda gözü çıkarılan muhayyerdir: Dilerse, onun —çok az da görüyor olsa—
sağ gözünü çıkarır; dilerse, gözünün diyetini alır.
Şayet çıkarılan göz
hiç görmeyen bir göz ise, ona kısas gerekmez.
Şayet gözü çıkarılan
şahıs, diyet istemiş olsa ve, bir yabancı da göz çıkaranın gözünü çıkarsa idi,
öncekinin hakkı bâtıl olamazdı. Hızânetü'l-Müffin'de de böyledir.
Hişam'ın Nevâdirin'de,
İmâm Mutaammed (R.A.)'in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
Sağ gözüne boz inmiş
bulunan bir şahıs, bir başkasının sağ gözünü çıkardıktan sonra, bu cinayet
işleyen şahsın sağ gözündeki beyazlık kaybolursa; gözü çıkarılan adam, cinayet
işleyenin aynı gözünü çıkarır ve kısasa kısas olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerinin
gözüne vurarak ona boz indirdikten sonra, o beyazlık giderek, göz görür hâle
gelse; vuran şahsa bir şey gerekmez.
Bu, göz eski haline
döndüğü zaman böyledir. Fakat eskisi kadar göremez ise, o zaman hükümeti adi
gerekir. Hızânetül-Müftin'de de böyledir.
Gözüne boz inmiş
bulunan bir kimse gören göze karşı bir cinayet işlediğinde; cinayeti
işleyeni** gözü de, onun gözü gibi ise, aralarında kısas yoktur. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir adam, diğerinin
gözüne bir defa vurunca; onun gözünün bir kısmına boz iner veya yara meydana
gelir; yahut göz perdelenir göze benzeri bir zarar isabet eder ve gözün görme
gücü eskisinden aşağı düşerse kısas gerekmeyip, hükümeti adi gerekir.
HızâneuVl-Müftîn'de de böyledir.
Hârûnî isimli kitapda,
İmâm Muhammed (R.A)'in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
Bir kadın doğum
yaparken, çocuğun başı çıkıp, diğer yeri çıkmadan, bir adam gelerek, o çocuğun
gözünü çıkarsa; kısas değil de diyet gerekir. Başı ile birlikte yarısı
çıkmadıkça, bu böyledir.
Şayet yarısı veya daha
fazlası çıkmış olursa; kısas gerekmez; hükümeti adi gerekir. Mnhıyt'te de
böyledir.
Bir adam, bir çocuğun.
—doğar doğmaz veya birgün içinde yahut daha sonra— onun gözünü çıkarır ve:
"Ben, onunla görüyor mu, görmüyor mu idi, bilmiyorum." veya
"Görmüyordu" derse, hükümeti adi gerekir.
O gözle gördüğünü
bilir veya iki şahit: "Görüyordu." derlerse, yarı diyet gerekir.
Şayet kasden yapmışsa
kısas gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.
Sağ göz için, sol göz;
sol göz için de, sağ göz çıkarılmaz. Gözlerin büyüklüğü küçüklüğü fark etmez;
kısasa kısas gerekir. Muhıyt'te de böyledir. [15]
Bir adam, kasden,
birinin kulağını tamamen kesse, bu hususta kısas gerekir.
Şayet bir kısmını
keser mafsalını kesmiş olduğunu bilirse yine kısas* gerekir.
Bu, İmâm Kerhî'nin
kavlidir.
İmâm Ebû Yûsnf (R.A.):
"Kulakta mafsallar vardır. Ondan bir şey kesildiği bilinirse, ondan dolayı
kısas yapılır." buyurmuştur. Bu işten anlıyanlar, bakınca onun kesilip
kesilmediğini bilirler. Onlara müracaat edilir. Eğer onlar: "Kulakta
mafsal vardır; o da kesilmiştir." derlerse kısas gerekir.
Yok, eğer:
"Kulakta mafsal yoktur ve kesilmemiştir." derlerse, o şahsın kestiği
kadar onun da kulağı kesilir. Zahiriyye'de de böyledir.
Ecnâs'ta şöyle
zikredilmiştir:
Şayet, kesilen kulak
hilkatte (yaratılışta) küçük; onu kesenin kulağı da yaratılış bakımından büyük
ise, kulağı kesilen şahıs muhayyerdir: Dilerse, kulağının diyetini alır. (Bu
yarı diyettir.) Dilerlerse diğerinin kulağını keser. Zahiriyye'de de böyledir.
Şayet kulağı kesilen
şahsın kulağı, yarık ve duyma gücü zayıf ise, onun için hükümeti âdl'le
hükmedilir. Zehıyre'de de böyledir.
Şayet, daha önceden
kulağı koparılmış ve onun şahmesi ayrılmışsa; onun için kısas gerekmez, kesenin
malından bir miktar diyet gerekir. Serahri'nin Mohiyt'nde de böyledir. [16]
Bir adam, diğerinin
burnunu tamamen kesmişse kısas gerekir. Bir kısmını kesmişse, bi*l-ittifak
kısas gerekmez. Zehıyre'de de böyledir.
Şayet burun ucunu
kesmişse; sahih olan adlile hükmeylemektir. Hızânetü'l-Maffîn'de de böyledir.
Kulağı kesen şahıs
küçükse, kulağı kesilen şahıs muhayyerdir: Dilerse, onun kulağını keser;
dilerse, diyetini alır. Muhıyt'te de böyledir.'
Burun kesen şahsın,
burnu koku almaz ise, burnu kesilen muhayyerdir: Dilerse onun burnunu keser;
dilerse, diyetini alır. Zahîriyye'de de böyledir.
Burun aslından
kesilmişse; ona karşılık kısas yoktur. Çünkü, ondan kopan bir parça yoktur.
Bir kimse, bir sabînin
burnunu keserse ona kısas gerekir. Çocuk ister koku alsın, ister almasın fark
etmez. Bu, hata ile olursa diyet gerekir. Hızânetü'l-Müntn'de de böyledir. [17]
Tahâvî Şeriu'nde, İmam
Ebû Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Bir kimsenins alt dudağı
veya üst dudağı kesilse; üst dudağı için, kesenin üst dudağı alt dudağı için
de alt dudağı kesilir. Kndûrî'de şöyle zikredilmiştir:
Her dudak için kısas
gerekir. Dudağın bir kısmı kesilmişse, kısas gerekmez. Muiııyt'te de böyledir. [18]
Kasden dil kesene
kısas gerekmez. îster tamamım kessin, ister bir kısmın kessin..
Fetva için muhtar olan
budur. Hızânetti'l-MiifnVde ve Zahîriyye'de böyledir. [19]
Dişte kısas gerekir.
Cani, hangi dişi kırdı ise, onun karşılığı kırılır. Hidâye'de de böyledir.
Fâzla olan dişi kıran
şahsa kısas gerekmez. Ona hükümeti adi ile muamele gerekir.
Cevhertü'n-Neyyire'de de böyledir.
Diş kıran şahsın,
dişininin çokluğuna, azlığına; büyüklüğüne, küçüklüğüne bakılmaz; kırdığı
kadar dişi kırılır. Yarısını kırdı ise yarısı; üçte ikisinin kırdı ise, üçte
ikisi; dörtte birini kırdı ise, dörtte biri kırılır. Kerdeif nin Vedzi'nde de
böyledir.
Sağ tarf diş için, sol
tarafı, sol taraf içinde sağ taraf kırılmaz. Ön dişler için, ön dişler; büyük
diş için, büyük; azı dişi için, azı dişi kısas yapılır. Üst dişler için, alt
dişler; alt dişler için de, üst dişler kısas yapılmaz. Cevheretü'n-Neyyire'de
de böyledir.
Bir adam, diğerinin
dişlerinin yansım veya üçte ikisinin yahut dörtte birini kırdı ise, kırdığı
kadar, kendi dişi kırılır.
Eğer kırdığı dişin
yerine kendinde öyle bir diş yoksa; onun diyet ödemesi gerekir. Zahîriyye'de de
böyledir.
Bir adam, diğerinin
dişini sökse, onu yapanın dişi sökülmez. Fakat etine varana kadar, dişi
iğelenir. Fetâvâyi Suğrâ'da da böyledir.
Bir adam, diğerinin
bazı dişlerini kırdığında; diğerleri de kararır veya kızarır yahut yeşillenir
veya bir kusur vâki olursa; onlara karşılık kısas gerekmez; ancak diyet
gerekir. Hulâsa'd a da böyledir.
Şayet, kendisine karşı
cinayet işlenen zat: "Ben, kırılan dişlerin için kısas istiyorum;
diğerleri için bir şey istemiyorum" derse; buna hakkı yoktur. Fetfivâyi
Kâdihan'da da böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir topluluk, bir
adamın dişini kırarsa; dişin etrafına bakılır. Şayet etrafı sağlam ise, —bir
değişiklik yoksa— ona karşı kısas gerekir. Doktor isterse, onu iğe ile düzler
ve ona: "Dişini kim kırdı", diye sorulur. Eğer söylerse, onun dişi
de o hâle getirilir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerinin
bazı dişlerini kırdığında; diğer dişlef de kendiliğinden düşseler; meşhur olan
kavle göre, o düşenler için kısas yapılmaz. HızânehVI- Müftîfl'de de böyledir.
Âdet olduğu veçhile,
oyun yerinde iki kişi kalkıp, bir birine yumruk atar, ve biri, diğerinin
dişini kırarsa; kırana kısas gerekir.
Bu mes'ele fetvada
vâki olmuştur. Fetvalarda, bu hususta görüş birliği vardır.
Şayet, onlardan her
biri, diğerine: "Vur, kır." der ve biri, diğerine vurunca; onun dişi
kırılırsa, sahih rivayete nazaran, bir şey gerekmez. "Elimi kes."
deyip de, elini kesdirene bir şey gerekmediği gibi.. Zahîriy-ye'de de böyledir.
Bir adam, kasden,
diğer bir şahsın ön dişini sökse; onun da ön dişi sökülür. Dişi çıkaran şahsın,
çıkarılan dişinin yerinden, tekrar diş çıksa; artık o yeniden sökülmez. O
ikinci defa bitmiştir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adanı, diğerinin
dişini sökse, dişi sökülen de —kısas olarak— onun dişini söker. Sonra,
Öncekinin dişi tekrar çıkarsa; ikinci söken şahsın, önce dişini sökene beşyüz
dirhem ödemesi gerekir. Şayet diş eğri biterse; hükümeti adi ile hükmedilir.
Diş yarım biterse, diyetin yarısı gerekir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Bir adam, diğerinin
dişine vurduğunda; diş düşerse, bakılır: Dişin yeri iyi olana kadar etrafına
bakılmaz.
Yalnız, Mücerred'in,
şöyle bir rivayeti vardır. Sahih olan ise, öncekidir. Zira buluğa erişmiş
kimsenin dişi tekrar bitmez. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir sabinin (=
çocuğun) dişi çıkartıldığında, acele edilmez; busene beklenir. Sirâciyye'de de
böyledir.
Uygun olan, caniden
tazminat almakdır.
Eğer o dişin yerine
aynısı gelirse, bir şey gerekmez. Şayet, sabinin dişi bitmez ve o, bir sene
olmadan öncede Ölürse, cânîye (= suçluya) bir şey gerekmez.
İmâm Ebfi Hanîfe
(R.A.)'nin kavli budur.
İmâm Ebft Yûsuf
(R.A.)'a göre ise, hükümeti adi ile hükmedilir. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir adam diğerinin
dişine vurduğunda; diş yerinden oynayıp o yüzden sallanırsa; el-Asl'da:
"Bir sene beklenir; ister sabi olsun ister baliğ olsun.. Şayet o zamana
kadar düşmez ise, vurana bir şey gerekmez. Eğer o vurmadan dolayı düşerse;
kasden vurmuşsa, kısas gerekir; hatâ-en vurmuşsa, diyet gerekir"
denilmiştir. Muhıyt'te de böyledir.
Hâkim, sallanan dişi
tehir eder; vurulan şahıs da, bir seneden önce gelerek, hâkime: "Dişim
vurulduğu için düştü," der; vuran da: "Ona, başkası vurdu, o yüzden
düştü." derse; bu durumda vurulanın sözü geçerli olur.
Şayet bir sene sonra
gelir ve böyle söylerse, o zaman vuranın sözü geçerli olur. Zahîriyye'de de
böyledir.
Hasan bin Ziyâd, İmâm
Ebû Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Bir adam, diğerinin
dişini çıkardığında; onun dişi yarı çıkarsa; yarım diyet alır. Ona kısas
yapılmaz.
Sökülen dişin yerine
beyaz ve tam olarak bir diş çıkar ve onu da bir başkası çıkarırsa; önceki
çıkarana kısas gerekmez.
Şayet, o diş küçük
biterse, hükümeti adl'le hükmedilir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerinin,
bir dişini çıkarır; bu cânînin de o dişin yerinde olan dişi siyah (çürümüş)
veya sararmış, yeşillenmiş olursa; kendisine cinayet işlenilen şahıs dilerse,
o dişi çıkarır; dilerse, beşyüz dirhem bedel alır.
Şayet arıza dişi
çıkarılan şahsın dişinde ise, hükmeti adi gerekir.
Zahîriyye'de de
böyledir.
Kendisine karşı suç
işlenen şahıs bir şey arzu etmez; diğerinin siyah dişi çıkar, yerin de beyaz
bir diş biterse; öncekinin hakkı batıl olmuş olur. Zehıyre'de de böyledir.
Bir adam, diğerinin
dişini söktüğünde, diş söken şahsın dişi dökülmüş olur ve onu söktükten sonra
tekrar çıkarsa; kısas gerekmez; dişi sökülen şahsa diyet öder. Muhiyt'te de
böyledir.
Bir adam, diğerinin
elini ısırır; eli ışınlan elini sallayarak, elini ısıranın dişini sökerse; İmâm
Ebû Hatife (R.A.)'ye göre, bu durumda tazminat gerekmez. Fetâvâyi Kâdihân'da
da böyledir.
İmâm Muhammet! (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Bir adam, zulmen senin
dişini insanların olmadığı bir yerde sökmek isterse; senin, onu öldürme hakkın
vardır.
Bir adam, zulmen,
senin dişini iğe île iğelemek isterse; sen , onu —her ne kadar orda kimse
olmasa bile— öldüremezsin. Zahîriyye'de de böyledir. [20]
Bir adam, diğerinin
elini kasden mafsalından keserse; bu durumda, cânînin eli de —kısâsen—
kesilir. Her ne kadar, onun eli, kestiği elden büyük olsa bile bu böyledir.
Bu kısas, eli
kesilenin eli iyileştikten sonra uygulanır. El iyileşmeden önce kısas
yapılmaz. Cevheretü'iı-Neyyire'de de böyledir.
[21]
Parmaklar da
mafsallarından kesilince böyledir. Mafsallarından kesilnıezlerse, parmaklarda
kısas uygulanmaz.
Hizânetü'l-Müffin'de
de böyledir. [22]
Kasden, ayak
mafsalından veya uyluktan kesilmişse; kısas gerekir. Mafsalın haricinden kesilmişse,
kısas gerekmez.
Ayak parmaklarında da
durum böyledir. Şayet, kasden mafsallarından kesilirse, kısas gerekir;
mafsalın haricinden kesilirse, kısas gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.
Ayağa bedel, el
kesilmez.
Ayak parmağına
karşılık da el parmağı kesilmez.
Bize göre, bir el
için, iki el kesilmez. Mebsât'ta da böyledir.
Sağ baş parmak; ancak,
sağ baş parmak yerine kesilir. Sol parmak da aynıdır.
Şehâdet parmağı, baş
parmak yerine kesilmediği gibi; orta parmak yerine de kesilemez.
Hulâsa, hiç bir a'za,
diğerinin yerine alınmaz (= kesilmez). Kesilme misli misline olacaktır.
Mebsât'ta da böyledir.
Sağlam bir el,
parmaklan eğri olan bir el için —kısâsen— kesilmez. SerahsPnin Mahıyt'nde de
böyledir.
Bir adam, diğerinin
elini kestiğinde; kesilen bu elin parmağı siyahlanmış veya yaralanmış olsa
bile, kısas icabeder.
Her ne kadar, eli
kesen şahsın kendi elinde, siyahlanmış parmak olmasa bile bu böyledir.
Bu gibi hâller, kısasa
mâni değildir. Böyle basit kusurların varlığı yokluğu müsâvîdir. Hükümet-i
adlin kesilecek dediği el, kesilir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adamın, elinde
fazla parmak bulunur ve onu da, kendi elinde de fazla parmak bulunan birisi
keserse; kısas gerekmez. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve tmftm Ebû Yûsuf (R.A.)'a
göre böyledir. Cevheretâ'n-Neyyire'de de böyledir.
Bir adam birinin elini
kestiğinde, o elde fazla bir parmak bulunursa; o parmak için ayrı bir kısas
yoktur. Serthrf'nin Mohıyt'nde de böyledir.
Bir adam, diğerinin
elini koîunun yansından; veya ayağını, bacağının yarısından keser ve bunları
da kasden yaparsa; aynı şekilde kısas gerekmez. Mebıfit'ta da böyledir.
Eli kesilen şahsın eli
aslında sağlam; onu kesenin eli ise, çolak veya parmağı noksan olsa; bu
durumda, eli kesilen şahıs muhayyerdir: îsterse, o kusurlu eli keser; isterse,
elinin tara diyetini alır. Kâfi'de de böyledir.
Sadrn'ş-Şebîd
Bürhânbl-Eimme şöyle buyurmuştur:
Bu suretle olup da,
eli kesilen şahsın muhayyerliği sabit olur. Çolak olan zat, o elinden fayda
te'min ediyor mu, etmiyor mu ona bakılır.
Şayet hiçbir menfaat
te'min etmiyorsa, o el, kısas mahalli değildir. Bu durumda, o zat muhayyer de
olamaz. Bilakis onun için diyet almak vardır.
Bu, el kesen şahsın
elinin bulunmaması gibidir.
Fetva da bunun
üzerinedir. Mahıyl'te de böyledir.
Kendisine karşı suç
işlenen şahıs muhayyer bırakılmadan önce, kusur zail olur veya onu zulmen
keserse; bize göre, suçlunun hakkı bâtıl olur.
Haklı olarak onun
elinin kesilmesi veya hırsızlıktan dolayı kesilmesi bunun hilafınadır ki, o
takdirde, eli kesilene diyet verilmesi gerekir. Kâfi'de de böyledir.
Bu, elin kesildiği
vakit, noksanlık olduğu halde böyledir. Fakat el kesildikten sonra bu noksanlak
meydana gelirse, burdaiki durum vardır:
Şayet o noksanlık bir
kimsenin işi olmaksızın meydana gelmişse, (Şöyle ki: Semavi bir afetle
noksanlık zuhur etmişse) cevap, yine aynı cevaptır.
Eğer noksanlık bir
başkasının fiiliyle olmuşsa, (Meselâ: Bir başkası, onun bir parmağını veya
parmaklarını zulmen kesmişse yahut ona yapılması gereken yapılarak kesilmişse)
bu hususta cevap semavi bir f • 2Üe ölen hakkındaki cevap gibidir.
Şeyta'l-İslfim
Hâfcer-zlde de böyle buyurmuştur. ŞeyhH'Mılim Afcmed et-Tıviıl Şerfu'nde şöyle
buyurmuştur: O muhayyerlik, fiiliyle kesildiği zaman vardır.
Eğer zulmen veya
semavi bir âfetle kesilirse burda muhayyerlik yoktur.
Bir farka işaret
ederek şöyle buyurmuştur:
Bir kimse keserse;
işte ondan dolayı hesaba çekilir. Sanki, o, ondan men eylemiştir. O vakit
muhayyer katır. Semavi bir âfetten dolayı olursa, muhayyerlik yoktur.
Zahîriyye'de de böyledir.
Bir adamın eli kasden
kesilip, kısas vacip olduğunda; eli kesenin eli, haksız yere (zulmen) kesilse;
önceki kısas ibtâl olur; diyete dönüşür.
El kesen şahısın eli,
kestiği başka bir el için kesilir veya yaptığı yolsuzluktan (hırsızlıktan)
dolayı kesilirse; önceki elini kestiği el için kısasa; bunun için de diyetine
hükmedilir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Bir adam, diğerinin
sağ elini keser ve bu şahsın sağ eli olmazsa; bu durumda eli kesilen şahsın
hakkı diyettir. Bu diyet, eli kesen şahsın kendi malından verilir.
Bir adamın iki parmağı
kesilir; kesenin de, o elinin bir parmağı olmazsa; mevcut bir parmak kesilir;
diğerinin de diyeti alınır. Cevheretö'n-Neyyire'de de böyledir.
Bir adam, diğerinin
elini keser ve onun için kısas da yapılır; sonra da aynı adam, elini kestiği
şahsın kolunu —eli iyileştikten sonra— keserse; tekrar kısas gerekmez. Bunu her
hangisi yaparsa yapsın aynısıdır.
İmim Ebn Hınîfe (R.A.)
şöyle buyurmuştur: Elleri kesilmiş veya çolak olanlar için misilleme kısas
uygulanması
yoktur.
Bu, İmim Ebû Ynsûf
(R.A.)'un da kavlidir. Ve bunu Hasao bin Ziyid, ondan rivayet eylemiştir.
Sertbrt'nin Mnhıyt'nde de böyledir.
Bir adam, diğerinin
sağ ayağının parmağını kestikten sonra, başka bir şahsın daha sağ ayağının
parmağını keser veya aynı işi ellerinde yapar; bundan sonra da, eli veya
ayağının parmağı kesilenlerin ikisi de gelirler ve önce, onun parmağını; onun
sonraki parmağını kestiği adam keserse; diğeri muhayyerdir: Dilerse, geride
kalanını keser; dilerse, diyetini alır.
Eğer önceki önce keser
ve sonra da diğeri gelirse; o, diyetini alır.
Mebsât'ta da böyledir.
Bir adam, diğerinin
parmağını yukarı mafsalından kestikten sonra; bir başkasının parmağını da
aşağı mafsalından; bir diğerinin parmağını İse orta mafsalından keserse;
bunların hepsi de, bu işi —kısası bir parmakda yaparlar.
Hepsi de bir araya
gelerek, hâkimden haklarını isteseler; bu durumda hâkim, yukarı mafsaldan
kestiği parmak karşılığında, onun parmağını yukarı mafsaldan keser.
Orta mafsaladan ve
aşağı massaldan parmaklarım kestiği kimseler için, bu şahsın o mafsallarını
—her ne kadar o şahısların da hakkı var ise de, kesmez.
Orta mafsalı kesilen
şahıs muhayyer olur: "Dilerse, onun orta mafsalını keser; başka bir diyet
gerekmez; dilerse, kesmez bir parmak diyetinin üçte birini alır.
Aşağı mafsalı kesilen
şahıs da muhayyerdir: Dilerse, onun parmağını aşağı mafsaldan keser; diyet
gerekmez; dilerse, parmağı kesmez diyetin üçte ikisini onun malından ödetir.
O şahıslardan birisi
hazır olduğu hâlde ikisi bulunmaz ve eğer huzurda olan, parmağı yukarı
mafsaldan kesilen şahıs olursa; işte onlar muhayyerdirler: Dilerlerse,
mafsallarından kestirirler. Eğer kestirir-lerse tazminat kalmaz. Muhıyt'te de
böyledir.
Parmak sahibi önce
vurup hakkı zahir olur; iki mafsal sahibi huzurda bulunmaz; bir mafsal sahibi
de hâkimin huzurunda bulunmaz; hâkim parmağın tamamını kesmeyi üçüncü şahsa
hükmeder; sonra da bir mafsalı kesilen ile, iki mafsalı kesilen zatlar
gelirlerse; hâkim, onlara da diyet hükmeder. Ziyâdât Şerhi'nde de böyledir.
Bir adam, diğerinin
elini mafsaldan; sonra da elini dirsekten keser; sonra ikisi bir araya
gelerek, eli kesilen şahıs, elini kesenin elini keserse; bilâhare dilerse, o
dirseği kesilen zat, diğerinin dirseğine kadar keser; dilerse, diyetini alır.
Mebsât Şerlu'nde de böyledir.
Biri huzurda bulunsa da,
diğeri olmasa; eli kesilen şahıs, huzurda olandan hakkını alır. Möbıyt'te1 de
böyledir.
Bir adam, diğerinin
parmağını kestikten sonra, parmağı kesilen, diğerinin parmağını mafsaldan
kesse; parmağı mafsaldan kesilen şahıs muhayyerdir: Dilerse, kendi parmağının
noksanlığı kadarını keser; dilerse, diyetini alır. Sonraki kesenin bir hakkı
kalmaz. Muhıyt'te de böyledir.
İmâm Muhammet! (R.A.),
Cami Kitabında şöyle buyurmuştur: Bir adam, kaşden, diğer bir şahsın elini
"keser ve kesenin eli de sağlam olur; eli kesilen de onun bir parmağını
keserse; muhayyerdir: Dilerse, elini tam keser; dilerse, diyetini alır.
Eğer, eh' kesilen,
elini kesenin diğer elinden bir parmağını keserse; muhayyerliği kalkar. Parmağı
kesilen şahıs, önce elini kestiği şahsın yan diyetini verir ve diğer elinin
kesilen parmağının yerine de, dilerse onun parmağını keser, düerse, bir parmak
diyeti alır. Diyeti da te'hirli öder; üçte ikisini birinci senede, üçte birini
de ikinci senede öder. Mahıyt'îe de böyledir.
Bir adam, diğerinin
sağlam olan elini keser; eli kesilen de, elini kesenin bir parmağını keser;
sonra da önceki adam parmağını kesenin diğer elini de keser; eli kesilen de,
elini kesen şahsın, o elinden bir parmağım kestirir; bilâhare de o el kesen
şahıs, üçüncü bir adamın da elini keser; o üçüncü adamda, onun bir parmağımı
keser; daha sonra da hepsi birden hakime çıkarlarsa; onlardan hiç birisi diyet
alma hususunda muhayyer değildirler. Onlar için, el kesenin eli kesilir.
Önceki eli kesilen şahsa, elinin diyetinin beşte üçü ve bir de beş de birin
üçte biri vardı.
İkinci adam için, yarı
diyet ve dörtte birin üçte biri vardır. Üçüncü adam için de, diyetin dokuzda
dördü vardır. Serahsî'nin Mu-hıyt'nde de böyledir.
Bir adam, birinin sağ
elini, diğerinin de sol elini kesse, o yüzden her iki eli de kesilir.
Keza bir kişi, iki
kişinin sağ elini kesse; İster ikisini birden kessin, isterse arka arkaya
kessin, divetlerini onlara borçlanır.
Onlardan birisi, kısas
yapılmazdan önce affederse; diğerinin kısas kısas hakka baki kalır. Affeden
şahsa birşey yoktur.
Onlardan birisi
bulunur; diğeri bulunmaz ise, gaibolan beklenmeden, o hazır için kısas
yapılır.
Sonradan gaip olan
gelirse, o da diyet alır.
Şayet her ikisi de
mevcut olurlarsa; onalara kısas ve diyet hükmedilir.
Birisi diyeti aldıktan
sonra, diğeri kısası affederse, affı kabul edilir. Bu durumda diğerinin kısas
isteme hakkı yokdur. Ancak, o, diyetin yarısını alır.
Şayet ikisi de diyet
istemezler ve onlardan birisi, hâkimin hükmünden sonra affederse; İmâm Ebâ
Hatifte (R.A.) ve İmim Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, kıyâsda, o biri4kısas
isteyebilir.
İmâm Mohammed (R.A.)'e
göre, kısas isteyemez. îstihsanen bu böyledir.
ikisi de onun malım
almasalar da, bir kefil alsalar; sonra da onlardan birisi affeylese mes'ele
önceki gibi ihtilaflıdır.
Şayet, ikisi de malını
rehin olarak alsalar; malını teslim almış olurlar.
Bundan sonra, onlardan
birisi affederse, diğeri kısas isteyemez. Bu istihsândır.
Bir adam diğerinin
kasden elini kesip; başka birinin elini de, kas-den aynı şekilde kesse; o
şahıslardan birisi, onun elini dirsekten kesse; onun el kesilme işi tamam olmuş
olur; onun, diğer eli kesilmez. Onun bir el diyeti vermesi gerekir. Onu da
elleri kesilen şahıslar, aralarında taksim ederler.
Sonra da eli dirsekten
kesilen zat, muhayyerdir: Dilerse, elini dirsekten kesenin, elini dirsekten
keser; dilerse, hükümetin adi ile dirseğinin karşılığını —üç senede— alır.
Üçte ikisini birinci senede; üçte birini de ikinci senede alır.
Şayet diyet daha fazla
olursa, o fazlayı da üçüncü senede alır. Muhıyt'te de Şöyledir.
Birladam, diğerinin
parmağım, yukarı mafsaldan kasden keser ve o iyileşirse; —aynı parmakta— ikinci
mafsalı da kesmedikçe, kısas gerekmez.
Şayet başka parmağın
birinci masfalmdan keserse, ikincisinin diyeti gerekir.
Keza, ikinci parmak da
iyileştikten sonra; üçüncü bir parmağı orta mafsaldan kesse; bütün masraflara
diyet gerekir. Her biri için, aslı gibi birer defa kısas gerekir. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir adam, diğerinin
bir parmağının iki mafsalını keser ve o adam sonra kesilen ikinci mafsal yüzünden
ölürse; önceki kestiği mafsal için, onun vârislerine diyet öder. Sonra, kesen
şahıs yine gelip bir mafsal daha keserse, onu kesene birinci mafsal için kısas
gerekir; ikinci mafsal yüzünden ölürse vârislerine diyet Öder. Ziyâdat
Şerhı'nde de böyledir.
Bir kimse, diğerinin
bir mafsalını keser; o iyileşir ve kesen şahıs, bu çlaf'a da, o adamın İkinci
mafsalını keserse; kısas gerekir.
Şayet yukarı,
mafsalını keser; o iyileşir; kesiciye kısas yapar; sonra da önceki kesen dönüp,
ikinci mafsalı keser; o da iyileşirse; yine kısas /âcip olur.
Bir adam, diğerinin
mafsalının yansını kesse ve o iyileşse; sonra da mafsaldan noksan kalan yerini
kesse ve o da iyileşse, bundan dolayı kısas gerekmez. Mnhıyt'te de böyledir.
Şayet aralarında tahallul varsa kısas gerekir.
Bir adam, diğerinin
parmaklarını kasden keser ve o iyileşmeden elini de keserse; bu caninin
parmakları değil eli kesilir. Serahsî'nin Ma-kiyt'nde de böyledir.
Bir adam, diğerinin
bir mafsalını keser; o iyileşmeden, ikinci mafsalının da yarısını keserse; kısas
gerekmez.
Şayet önceki
kesilişte, kabarma, şişme, olur; sonra da iyileşirse; önceki mafsal için
kısas; kalan yer için de diyet gerekir. Attâbî'nin Ziyâdat Şerhı'nde de
böyledir.
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Bir adam, diğerinin
parmağına kasden vurur; onun da eli kopar ve önceki vuruş mafsaldan olup; el de
mafsaldan kopmuş bulunursa; o takdirde kısas gerekir.
Şayet birinci vuruş
mafsaldan olmaz ise, o yüzden kısas yapılmaz. İmâm Ebû Yûsof (R.A.), şöyle
buyurmuştur:
Ben, yaranın aslına
bakarım. Eğer düşüş mafsaldan ise, kısas gerekir; değilse gerekmez.
İmâm Ebö
Hanîfe (R.A.): "Bu
durumda kısas gerekmez." buyurmuştur.
Fetva da buna göre
olmuştur. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir adam, diğerinin
parmağını —kasden— mafsalından kestiğinde; onun avuç içi çolak olursa; o
parmak hakkında kısas yapılmaz; âlimlerimize göre diyet gerekir.
Keza parmak
mafsallarından birinin kesilmesi hâlinde; çolak olan el için, kısas değil
bi'1-icma diyet gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir adamın bir parmağı
kesilince onun yanındaki parmak da işe yaramaz hâle gelip, çolak olursa; İmâm
Ebû Hanîfe (R.A.: "İki parmak için diyet gerekir; kısas gerekmez."
buyurmuştur.
İmâmeyn ise:
"Birinci parmak için kısas; diğeri için de diyet gerekir."
buyurmuşlardır. Zehıyre'de de böyledir.
Nevâdir'de, İbnü
Semâa, İmâm Mu ham in ed (R. A.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Bir adamın parmağı
kesildiğinde; bu yüzden, yanındaki parmak da düşerse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye
göre, kasas gerekmez. Fakat, her iki parmak için de diyet gerekir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ise: "Birisi için kısas; diğeri için de diyet gerekir, buyurmuştur.
İmâm Muhammed (R.A)
ise: "Her iki parmak için de kısas gerekir." demiştir. Zehıyre'de de
bövledir.
Bir kimse, diğer bir
şahsın parmağını, kasden kesdiğinde, elindeki bıçak, onun yanındaki parmağıda
anzalandırsa; hilafsız olarak, birinci parmak için kısas; ikincisi için diyet
gerpkir. Mohıyf te de böyledir.
Müntekâ'da
zikredildiğine göre, İmâm Mvhanuned (R.A) şöyle buyurmuştur:
Bir adam, diğerinin
şehâdet parmağını mafsalından keser ve onun te'siriyle, orta parmak da düşerse;
bu durumda, caninin şehadet parmağı mafsalından; orta parmak ise tamamen
kesilir.
Şehated parmağı çolak
kalırsa; orta parmak kesilir. Şehâdet parmağı için kısas yapılmaz. Zehıyre'de
de böyledir.
Şayet bir adam
diğerinin elini keser ve ona kısas yapılır; önceki eli kesilen de ölürse;
—kısâsen— o ölenin elini kesen öldürülür. Kısâ-sen eli kesilen şahıs ölürse;
onun âkılesine diyet ödenir.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre bu böyledir.
İmameyn'e göre ise bir
şey gerekmez. Tebyîn'de de böyledir.
Bir adam, diğerinin
elini kestikten sonra; onu ister kasden, isterse hatâen öldürürse; o adam
yakalanır ve ona tek diyet lâzım olur.
Şayet elini kasden
kestikten sonra; ve onun eli iyi olmadan önce kasden onu öldürürse; bu durumda
imâm ( = devlet başkam) muhayyerdir: Dilerse, önce elini kesiniz; sonra da
öldürünüz.'* der; dilerse "onu öldürünüz" der.
Bu görüş, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'ye aittir, İmâmeyn ise: "Eli kesilmeden öldürülür."
demişlerdir. Hidâye'de de böyledir.
Bir adam, diğer bir
adama karşı iki nevi cinayet işlediğinde; bu cinayetlerin ikisi de bir cinsten
olur; (meselâ: tkisj de kasıdla yapılmış veya hatâ ile yapılmış olur) o adam da
ölürse; o cinayetlerden birine itibar edilir.
Veya, o iki suçun
birini kasden, diğerini hatâen yaparsa; cani ister bir kişi olsun, ister iki
kişi olsun, onların her birine nefsinin ölümü hükmedilir.
Hizânetn'l-Mfiffin'de de böyledir.
Bir adam, diğerinin
parmağını veya elini kestikten sonra, bir başkası, kalan elini keser Ve o adam
ölürse; Ölüm kısası, ikinci adama yapılır; Öncekine kısas yapılmaz, öncekinin
de ya parmağı veya eli kesilir. Seremf nİn Mnhıyt'nde de böyledir.
Ünseyeyni kasden
kesmekte kısas var mıdır? Kısas icabeder mi bu hususta, Kitap'ta açık bir hüküm
görülmemiştir. Zahîriyye'de de böyledir.
Haşefe (= zekerin
başı) kasden kesilirse; burda kısas vardır. Bir kısmı kesilirse, kısas yoktur.
Muhıyt'te de böyledir.
Zekerin (= erkeklik
uzvunun) bir kısmı kesilirse, kısas yoktur. Tamamı kesilirse, el-Ad kitabında
"Kısas yoktur." denilmiş ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'ten rivayetle:
"Kısas vardır." denilmiştir. Zahîriyye'de de böyledir.
Sahih olan,
zâhirü'r-rivâyedir. Müzmerât'ta da böyledir.
eî-Asl'da şöyle
zikredilmiştir:'
Yeni doğan bir çocuğun
zekeri kesildiğinde; hareketi varsa, kısas gerekir.
Zeker, hatâ ile
haşefesinden kesilirse, tam diyet gerekir.
Burada hareketten
murad çocuğun idrarını yapabilmesidir. Muhıyt'te de böyledir.
Eğer hareket
edemiyorsa, adi ile hükmedilir. Bu çocuk, tenasül uzvu hareket etmeyen kimse
gibidir. Câmiu's-Sapr Şerhı'nde de böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [23]
Eğer, kasd olduğuna
iki kişi şahitlik yaparlarsa, cani habsedilir. O şahitlerden sorulur. Eğer
şahitlerden, adli olan birisi, şehâdette bulunursa; cani habsedilip günlerce
bekletilir. Bir başka şahit daha gelir ve o da aynısını söylerse; hapsi devam
eder; değilse yolu açılır. Yâni hapisten çıkarılır. Bu hususta kasd, hatâ,
şibh-i amd müsavidir. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, diğerinin,
hatâ ile babasını öldürdüğünü " iddia ederek, "şehirde beyyinesinin
olduğunu'* söyler; da'vah da beyyinesini ikame için bir kefil talep ederse;
işte o zaman hâkim, "üç güne kadar, bir kefil getirmesini" emreder.
Eğer iddiacı:
"Şahidim hazırda değildir." der ve şahitlerini getirene kadar, ondan
da kefil istenirse; hâkim, ondan kefil almaya ihtiyaç görmez.
Şayet, kasden
öldürdüğünü iddia eder ve kefil almayı da isterse; hâkim, ona icabet etmez.
Bundan, sonra onun beyyinesi kabul edilmez. Ancak, da'vacı beyyinesini ibraz
ederse; hakim, caniyi önce hapseder; sonra da âdil şahitlerin şehâdetleriyle
katli gerekiyorsa; onu kısâsen katleder. Fetâvâyi Kâdih&n'da da böyledir.
Öldürülen bir şahsın
iki oğlu olur ve onlardan biri huzurda bulunduğu hâlde diğeri bulunmazsa;
hazırdan olanın, babasının ölümü hakkındaki beyyinesi kabul edilir; fakat,
katil öldürülmez; habsedilir. Diğer kardeşi de gelirse, ona da beyyine teklif
edilir.
Bu, İmâm Ebu Hanîfe
(R.A.)'ye göre böyledir.
İmâmeyn'e göre, eğer
ölüm hatâ ile olmuşsa, beyyine iadesine hacet yoktur.
Babalarının, başkasına
borcu varsa; bi*l-icma beyyine iadesi gerekmez; katilin hapsedileceğinde icma
vardır. Gaip olan oğlu gelmedikçe, kısas yapılmaz, iki kişinin ortak bulunduğu
bir köle, öldürülürse; o da böyledir, ister kasden, ister hatâen öldürülsün
gaip olan ortak gelene kadar, katil habsedilir. Kâfi1 de de böyledir.
Vârislerin tamamı
hazır olduğu hâlde, babalarının kanını iki kişiden iddia ederler ve
damalılardan birisi gaip, diğeri huzurda olur; hepsinin beyyinesi de, kasden
öldürüldüğüne dair ise; hazırda olana karşı, beyyineler kabul edilir ve ona
kısas cezası verilir. Gaip gelince, o da kısas edilir.
Şayet gaip, katli
inkâr ederse, vârisler tekrar beyyine getirirler. Ze-hıyrc'de de böyledir.
İki şahit, bir kimse
hakkında şehadette bulunar..!.,
gerçekten o, kılıcıyla bir adama yurdu. Adam ölene kadar yataktan
kalkamadı.'' derlerse; o adama, kısas uygulanması gerekir. Bu durumda hâkimin
şahitlere "ölen zat, vurduğundan dolayı mi öldü?" diye sorması,
—ister kasd, ister hata olsun— uygun olmaz. Fakat onlar şehadette bulunurlarken:
"vurması sebebiyle Öldü." derlerse; bu şehâdetleri caizdir.
Yalnız, "ölene
kadar vurdu." derler ve başka ilâve yapmazlarsa, işte bu kasd olur.
Yalnız, hâkim yine de
"Kasden mi öldürdü?" diye sorar. Bu da tekid içindir. Keza
şahitlerin: "Mızrağım sapladı."; "Süngüsünü soktu."
demeleri, tamamı kasd olur. Mebsât'ta da böyledir.
Şayet şahitler:
"Hata ile kılıcıyla vurdu." derlerse şahitlikleri kabul edilir ve
adama diyet hükmedilir.
Şayet: "Kasden mi
öldürdü; yoksa hatâen mi öldürdü bilemiyoruz." derlerse yine şehâdetleri
kabul edilir ve katilin malından diyet hükmedilir.
Bu söylediklerimiz
istihsâna göre böyledir. Ve şehâdetleri mâkbûı-dür. Mıkjrt'te de böyledir.
Katilin hatâ ile kati
ettiği hususunda bir kişi şehadette bulunur; diğer şâtiit de "katilin,
böyle ikrar eylediğine" şahitlik yaparsa; işte bu şehâdet bâtıldır.
Şeyhı'l-hUm Htter-z&de, şöyle buyurmuştur:
Diyette aslolan,
şahitlerin "bir yerde" veya "iki yerde" demeleri; birinin
bir taraftan, diğerinin diğer taraftan görgü şahidi olmaları caizdir.
Şayet, şahitler,
zamanında veya mekanında ihtilaf ederlerse; şehâdetleri kabul edilmez.
Manyt'te de böyledir.
Şahitler, yaralama
yerinde ihtilâf ederlerse, yine şehâdetleri bâtıl olur. MtMt'ta da böyledir.
Şahitlerin birisi:
"Kılıçla Vurdu." der; diğeri de: "Taşla vurdu" der ve
böylece âlette ihtilaf ederlerse; şehâdetleri kabul edilmez.
Şahitlerden birisi:
"Kılıçla öldürdü." der; diğeri de: "Bıçakla öldürdü."
derse; veya birisi "sopa ile;" diğeri de: "Taş ile
öldürdü." derse; şehâdetleri kabul edilmez.
Şayet şahitlerden
birisi: "Kılıçla öldürdüğünü, kendisi ikrar eyledi." der; diğeri de:
"Bıçakla öldürdüğünü, kendisi söyledi." der; iddia sahibi de onların
söylediğini doğrularsa kısas yapılır.
İM Scafa, NevftdMa'de,
İmim Mnhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
Şahitlerden birisi:
"Kılıçla öldürdü." veya "Sopa ile öldürdü." der; diğeri de:
"öldürdü; fakat ne ile öldürdüğünü bilmiyorum," derse; bu şehâdet
kabul edilmez.
Istihsânda ise:
"Bu, şehâdet kabul edilir; fakat, kısas değil de, diyet cezası
verilir." denilmiştir. Mataiyt'te de böyledir.
İki kişi hakkında,
şahitlik yapılır ve"Onlardan birisi kılıçla, diğeri sopa ile öldürdü.
Fakat, sopa kimindi, bilmiyoruz." derlerse; şehâdetleri caiz olmaz.
Keza, bir adam
hakkında şahitlik yaparlar ve birisi "Bir parmağmı kesti." derken;
diğeri *'diğer parmağını kesti." der ve ikisi de "aynı elde
olduğunu" söylerlerse; şehâdetleri caiz olmaz. Mebsât'ta da böyledir.
İki şâhid, şehâdette
bulunduklarında, birisi: "Elini mafsaldan kesti.'* der; diğeri de:
"Ayağını kesti." der ve her ikisi birlikte: "Yataktan kalkmadan
öldü." derler; ölenin velisi de onları tasdik ederse; katile yan diyet
vermesine ve onu kendi malından ödemesine hükmederim.
« Keza, bir adama
karşı, iki şahit şehâdetlerinde ittifak edemezler ve biri "elini",
biri: "ayağını kesti." derlerse; bir şey gerekmez. Fakat, ittifak
ederlerse, Öldürene kısasla hükmedilir. Eğer velîsi, elinin ayağının
kesilmesini isterse; onda hakkı olmaz. Hâvi'de de böyledir.
İki şâhid, beraberce:
"Elini, mafsaldan, kasden kesti. Sonra da kasden öldürdü ve o adam bu
yüzden öldü." derlerse; maktulün vârisleri, katilin önce elini keser;
sonra da onu —kısâsen— öldürürler.
Şayet hâkim,
vârislere: "öldür onu; elini kesme." derse; bu da güzel olur.
Bu, İmâm Ebft Hsnîfe
(R.A.)'nin kavlidir. İmameyn ise: Hâkim, ona öldürmesini emreder; elim K^nıe
hakkı yoktur." buyurmuşlardır.
İki cinayetin biri
hata ile; diğeri kasden yapılsa; önceki hatâ ise, âkı leşine diyet gerekir ve
öldürülür. Şayet Önceki kast, ikinci hata ise, eli kesilir; öldürdüğü için de
âkılesinin diyet vermesi gerekir. Metaût Şer-hı'nde de böyledir.
îki şahit,
"ölümün hata ile olduğuna" şahitlik yaparlar ve diyet hükmedilir;
sonra da ölümüne şahitlik yaptıkları adam çıkıp gelirse; onun âkılesi, diyeti
isterlerse, alana ödetirler; isterlerse, şahitlere ödetirler. Onlar da,
sonradan velîye müracaat ederler, İn&n EM Harfe (R.A.)'ye göre velîye
müracâat edemezler. tataeyı'e göre, müracaat ederler.
Bu hatâen olunca
böyledir. Kftfl'de de böyledir.
Şehâdet, "katilin
ikran üzerine" yapılır; sonra da o şahıs sağ olarak gelirse; bu durumda
şahitlere tazminat gerekmez. Her iki hâlde develî tazminatta bulunur. Muhıyt'te
de böyledir.
Bir adam, başka bir
şahsın, bir yakının başım yardığını ve onun da o yüzden öldüğünü" iddia
eder; iki şahit de buna şehâdette bulunurlarsa; bu şehâdetleri kabul edilir ve
vurana kısas yapılır.
Keza, şahitler
"ayrı şeylerle vurup, başını yardığını" söyleseler; baş yarık
oldukça, hüküm farketmez.
Şayet, da'vacı
"yaranın iyileştiğini" söylerse; bir şey gerekmez, li-yldat
Şerfeı'nde de böyledir.
Baş yarığı çok fazla
olmaz ve buna rağmen, adam ölür ve ölen adamın velîsi, iki şahit getirerek
"o yüzden öldüğünü" iddia eder; şahitlerden birisi, yapılan iddia
gibi şahitlik yapar; diğeri de: "o yaradan kurtulmuştu; yarası
iyileşmişti." derse; caniye yine diyet cezası verilir. Ve cani, bu diyeti
kendi malından öder.
Keza, Ölen adam, bir
zâtın kölesi olur; onun efendisi de, "başının kasden ağır şekilde
yaralandığını ve o yüzden öldüğünü" iddia ve bunu iki şahitle isbât eder;
şahitlerden birisi, iddiayı aynen söyler; diğeri ise: "Yarası iyileştikten
sonra öldü." derse; bu durumda hâkim, yaralama diyeti hükmeder. Mahıyt'te
de böyledir.
Bir adam, öldürülüp
geride iki oğlunu bıraktığında; onlardan birisi, "babasını, bir adamın
kasden öldürdüğünü" belgeler; diğer kardeşi de "babasını, iki
kişinin öldürdüğünü" isbat ederse; kısas gerekmez. Birincisi için
beyyinesine karşılık olarak nısıf (= yarım) diyet lazım olur.
Hizanetü'l-Mfiftra'de de böyledir.
İmim Mahtmmed (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Bir adam ölür; iki
oğlu kalır ve o iki oğlundan birisi "babasını, bir adamın kasden
öldürdüğünü" beyyineler; diğer kardeşi de "başka bir adamın hatâ ile
öldürdüğünü" iddia ederse; hiç birine kısas lâzım olmaz. Kasden
öldürüldüğünü iddia edene, üç yıl içinde, yarı diyet ödenir, hata ile öldüğünü
iddia edene ise, âkılesi üzerine, üç yıla Kadar, yarı diyet ödemeleri
hükmedilir. Mahıyt'te de böyledir.
Bir adam ölür ve
geride iki oğlu ile, bir de kendisine vasiyet edilmiş bir kimseyi bırakır;
oğulanndan birisi: "Filan adam, babamı kasden katleyledi." diye
iddiada bulunur; bu hususta beyyinesi de olur; diğer kardeşi de başka belirli
bir adamın öldürdüğünü iddia eder ve "onun» babasını hatâ ile
öldürdüğünü" belgeler; kendisine vasiyet yapılan adam da "hatâ ile
öldürüldü." diyeni tasdik ederse; onun hatâ ile öldüğüne hükmedilir.
Kendisine vasiyet edilen şahıs, katilin âkı leşin d en, üç yıl içinde, üçte
bir diyetini alır. Üçte bir diyet de "kasden öldürdü.'* diyene —katilin
kendi maundan— hükmedilir.
—Şayet kendisine
vasiyet edilen zat, kasden öldürüldü diyeni tasdik ederse;
"hatfien..." diyene, katilin âkılesi, üç seneye kadar, üçte bir diyet
öderler. Katilin malından, üçte ikisi* diyetin yarısının kasden öldürüldüğünü
iddia edene verilir.
Şayet kendisine
vasiyet yapılan zat, her ikisini de yalanlarsa, kendisine bir şey verilmez.
ikisini de doğrulasa,
yine böyledir.
Eğer: "Kasden mi
öldürüldü; yoksa hatâen mi öldürüldü; bilmiyorum." derse; hakkı bâtıl
olmaz. Hatta onlardan herhangi birisini tasdik , ederse; —söylediğimi' ^ibi—
hakkını alır,
Şayet, kendisine
vasiyet edilen şahsın yerinde, üçüncü bir oğlu olsaydı; cevâbın tamamı
söylediğimiz gibi olurdu; ancak, bir durumda hüküm değişirdi. O da, üçüncü
oğul, kasden öldürüldüğünü söyleyen şahsı tasdik ederse; onların İkisine,
diyetin üçte ikisi hükmedilir. Kendine vasiyet olunan olsaydı; yarısı
hükmedilirdi.
Bundan sonra, onlardan
birisi için, katilin âkılesine karşı hükmediliyor; diğerine, katilin kendi
malından hükmediliyor ise, bu gibi durumlarda, her biri diğerine isabet eden
fazlaya ortak olamaz. Zİyidıt Şer-hı'nde de böyledir.
Bir adam öldürülüp,
iki oğlu kaldığında; büyük oğul beyyine-siyle "babasını, küçük oğulun
öldürdüğünü" iddia eder; küçük oğul da, beyyinesiyle, "babasını, bir
yabancınm Öldürdüğünü" söylerse; büyük oğlan için, —küçük oğlana— yarı
diyet hükmedilir. Yabancıya karşı da, küçük oğlan için, yan diyet hükmedilir.
gat k edilir
kasden olursa, kısas
gerekir. Bu İmâm Ebû Hsnîfe (R.A.)'ye göre böyledir.
İmâmeya'e göre ise,
eğer hatâ ile oldu ise, büyük oğlanın beyyinesi üzerine, küçük oğlana yarı
diyet hükmedilir. Şayet kasden o'muşsa, kısas gerekir.
Şayet iki kardeş,
babalarının ölümünü, birbirlerinin üzerine belgeliyorlar ise, her birine yarı
diyet hükmedilir. Mîrası da yarı yarıya alırlar. Bu iki mesele de böyledir.
Kâfî'de de böyledir.
Şayet, ölenin üç oğlu
olur ve Abdullah isimli oğlu, beyyinesiyle, "babasını Zeyd'in
Öldürdüğünü" iddia eder; Zeyd isimli oğlu da, beyyinesiyle "Amr
isimli oğlunun öldürdüğünü" söyler; Amrde beyyinesiyle, "Abdullah'ın
öldürdüğünü" iddia ederse; işte burada bi'1-ittifak üçünün beyyinesi de
kabul edilir.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, şayet, kasden öldürmüş oldukları iddia ediliyorsa, malından,
her birisi üçte bir, diyet alırlar.
Şayet hatâ ile ise,
âküesinden, üçte birer diyet alırlar ve mirası aralarında üçte birli olarak
taksim ederler. İmâmeyn'e göre de aynıdır.
Eğer, Abdullah,
beyyinesiyle, "Zeydin ve Amr'in öldürdüğünü iddia ediyor ve: "İkisi,
babalarını kasden (veya hatâen) öldürdüler." diyor; Zeyd ile Amr de,
beyyineleriyle "Abdullah Öldürdü." diyorlar ise, hatâen öldürmüşse; diyet,
âkılesine âit oluyor ve mîras, aralarında üçe bölünüyor.
Fakat, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)*ye göre Abdullah'a, onun malından —kasden diyorsa,— yarı diyet
veriliyor. Hatâen diyorsa, yarı diyeti âkılesine âit oluyor. Zeyd ve Amr'in
Abdullah'a karşı yarı diyet haklan oluyor. Eğer kasden diyorlarsa, Abdullah'ın
malından alıyorlar. Şayet hatâen diyorlarsa; âküesinden, yan diyet alıyorlar.
Mîrasın yansı, Abdullah'ın oluyor; yarısı ise Zeyd ile Amr'ın oluyor.
Şayet Amr, Zeyd'e
karşı beyyine getirerek, "babasını öldürdüğünü.'* iddia ediyor; Zeyd'de,
beyyinesiyle "Amr'ın öldürdüğünü" iddia ediyor; her ikisi de
Abdullah'a karşı bir beyyine gösteremiyorlarsa; işte o zaman, Abdullah'a
"Sen, buna ne diyorsun" denilir. Bu durumda, burada üç yön meydana
geliyor:
Ya, Abdullah,
"onlardan birinin öldürdüğünü" iddia ediyor. Veya, "birinin
öldürdüğünü" iddia etmiyor ve: "onlann birisi öldürmedi."
diyor.
Veyahut, iddiasında:
"İkisi öldürdü.'* diyor.
Şayet onlardan belirli
birisinin öldürdüğünü iddia ediyor ve "Öldüren Amr'dir." diyorsa;
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kıyâsına göre, dörtte üçü, Amr'e diyet olarak
düşüyor, işte o diyet, Abdullah ile Zeyd'in arasında, yarı yarıya taksim
ediliyor.
Eğer kati kasden ise,
diyet, Amr'in kendi malından almıyor. Eğer hatâen ise, Amr'in âkılesinden
almıyor. Amr ile Zeyd'e dörtte bir diyet düşüyor. Ve o ölümde kasd varsa, diyet
Zeydin malından alınıyor. Hatâ varsa, âkılesinden almıyor.
Mirasına gelince,
yarısı Abdullah'ın; yarısı ise Amr ile Zeyd'in oluyor.
Sonra da Abdullah ile
Zeyd'e düşen hisseler birleşiyor ve aralarında yarı yarıya taksim ediyorlar.
İmâmeyn'in kavline
göre, Abdullah için, Amr'in üzerine eğer kasden ise diyet gerekiyor. Eğer
hatâen ise, âkılesinin üzerine diyet gerekiyor. Ve Zeyd ile Abdullah arasında
pay ediliyor.
Mîras da
araları"-Jz yarı yarıya taksim ediliyor.
Şayet Abdullah,
onlardan hiç biri hakkında*'öldürdü" demiyor ise, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin kıyasına göre, Amr'in', Zeyd için dörtte bîr diyet; Zeyd'in de Amr'e
dörtte bir diyet ödemesi gerekiyor. Eğer kasden olmuşsa, diyet kendi
mallarından; hatâ ile olmuşsa, âkılelerinden alınıyor. Abdullah'a diyet
düşmüyor.
Mîras da aralarında üç
hisse olarak pay ediliyor. İmâmeyn'e göre ise, burda diyet de kısas da
gerekmiyor. Mîras üçe taksim ediliyor.
Şayet Abdullah,
"ikisi öldürdü" diye iddia ediyor ve: "Siz öldürdünüz."
diyorsa İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kıyâsına göre, Abdullah'ın diyet Ödemesi
gerekmiyor. Onlardan her birine, dörtte bir diyet gerekiyor.
Mîrasa gelince,
yarısını Abdullah alıyor; yarısını ise Zeyd ile Amr alıyorlar.
İmâmeyn'in kavline
gelince, her birinin beyyine ibraz etmesi gerekiyor.
Abdullah beyyine ibraz
edemez ise, ona diyetten bir şey hükmedilmiyor.
Mîras ise, üçte birli
taksim ediliyor. Muhıyt'te de böyledir.
Ölen zat, iki oğul ile
bir de kardeş bırakmış ve onlardan her birisi, diğerini iddia ediyorsa,
kardeşin beyyinesi boşunadır. Onun aleyhine hakmedilir.
Eğer, ölen şahıs
geride iki oğul bırakmış ve onlardan her birisi, diğerini beyyine ile iddia
ediyor; kardeş de onlardan birini doğruluyor ise, onun sözüne de iltifat
edilmez. Kâfî'de de böyledir.
Şayet, kardeşi,
oğullarına karşı beyyine ibraz ederek "onların babalarını, öldürmüş
olduklarını" söyler ye bunu her kardeş, biri biri hakkında beyyine ibraz
ettikten ve birbirlerini katillikle itham ettikten sonra, yaparsa, İmâmeyn'e
göre, bu durumda kardeşin getirdiği beyyine geçerlidir ve mîras onun olur.
Eğer kati kasden olmuş
ise, oğullar öldürülürler. Şayet hatâen olmuş ise, ikisinin de âkılelerinden
diyet alınır.
Bu hususta, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'nin kavli yoktur. Uygun olanı, ona göre, kardeşinin beyyinesinin
kabul edilmemesidir; Ve mirasın, iki kardeş arasında taksim edilmesi ile
herbirine, yan diyetin icabetmesidir.
Şayet ölen zat, üç
oğul terkeder ve onlardan ikisi, üçüncüye karşı, beyyine ibraz ederek
"babalarını, onun öldürdüğünü" iddia ederler; o oğul da
beyyinesiyle, "babasını, bir yabancının öldürdüğünü" söylerse;
İmâmeyn'e göre, iki oğulun beyyinesi evlâdır; üçüncü oğul —eğer kati kasden
olmuşsa— kısas edilir; hatâen olmuşsa, âkılesinin diyet vermeleri gerekir.
Aleyhine şahitlik
yapılan oğul, vâris de olamaz.
Mîras, da'vacı olan
iki kardeş arasında, yan yarıya taksim edilir.
Fakat, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, o ikisinin beyyinesi, üçüncüye tercih edilmez. Eğer kati kasden
ise, diyetin üçte ikisini, üçüncü oğulun kendi malından ödemesine hüküm
verilir.
Şayet, kati, hatâen
olmuşsa; mîras âkilesine aittir. Yabancıya, üçte bir diyet düşer; mîras
aralarında üçe bölünür.
Bir adam, öldürülür ve
geride üç oğlunu terk eder; en büyük oğul, ortanca oğlanın "babasını
öldürdüğünü'* beyyînesiyle iddia eder; ortanca oğul da beyyinesiyle,
"küçük oğulun, babasını öldürdüğünü" iddia eder; en küçüğü de
"bir yabancının öldürdüğünü" beyyinesiyle söylerse; bu durumda, İmâm
Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kıyâsına göre, her beyyi-ne sahibinin, üçte bir diyet
Ödemesi gerekir.
Mîras da aralarında
üçe bölünür.
Fakat, İmâmeyn'e göre,
büyüğe karşı ortanca oğul, yarı diyet öder; ortancaya karşı da, küçük oğul yarı
diyet öder.
Küçüğe gelince, o
yabancıdan diyet alamaz.
Mîras ise, büyükle
ortanca arasında yarı yarıya taksim edilir. Küçüğe mîras yoktur. Muhıyt'te de
böyledir.
îki kişinin her biri,
bir şahıs hakkında ikrarda bulunarak "onu filan öldürdü", derler;
velisi de: "Siz öldürdünüz." Der; birinin üzerine, "o
öldürdü." diyen şahitler bulunur; başka şahitler de "diğeri öldürdü."
diye şahitlik ederler; velî de: "îkisi öldürdü." derse; bu durumda
hepsinin şehâdeti de bâtıl olur. Hidâye'de de böyledir.
Bişr'in Nevâdıri'nde,
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
Bir adam, diğerine:
"Senin velîni, kasden ben öldürdüm." der; o da, onu doğrular; sonra
da başka birisi gelerek: "Onu, kasden ben öldürdüm." derse; onu, o
öldürmüş olur.
Eğer o öyle söylerken,
birinci adam: "Sen, onu yalnız öldürdün.'* der ve sonra bir başkası
gelerek, oda: "Hayır, ben onu, yalnız başıma kasden öldürdüm." der;
ölenin velîsi de onu doğrularsa; ona diyet gerekir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerini
hatâ ile öldürdüğünü ikrar eder; ölenin velîsi de, "onu kasden
öldürdüğünü" söylerse; istihsanen, onun malından diyet gerekir. Mebsût'ta
da böyledir.
Bundan sonra, velî onu
doğrular ve katile: "Onu kasden sen öldürdün." derse; o katilin
diyet Ödemesi gerekir.
Şayet katil, kasden
öldürdüğünü ikrar ederken, velî: "Hatâen öldurdun." derse; ölenin
vârislerine bir şey gerekmez, tstihsanen böyledir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, iki adama
karşı, iddiada bulunarak "Bir yakınını, onların kasden ve demirle
öldürdüğünü" söyler; onlardan birisi de, "onu, kasden kendisinin
öldürdüğünü" ikrar eder; iki şahit de "diğerinin, yalnız başına kasen
öldürdüğüne" şehâdette bulunurlarsa bu şehâdetleri kabul edilmez. O şahsı
ikrar eden öldürmüş olur.
Eğer kati, hatâ ise,
ikrar eden, yarı diyet öder. Aleyhine şahitlik yapılan şahsa bir şey gerekmez.
Ziyâdât Şerhi'nde de böyledir.
Da'vâlüardan
birisi, "kendisinin, yalnız başına ve kasden öldürdüğünü"
ikrar eder; diğeri de katli inkar eder; da'vâcmın da bey-yinesi olmaz ise, onu
ikrar eden'öldürmüş olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, iki adamı
da'va ettiğinde; onlardan birisi, "hatâ ile; diğeri de "kasd ile
öldürdüklerini" ikrar ederlerse; her ikisine de diyet gerekir.
Hizânelü'l-Müfön'de de böyledir.
Ziyidât'ta İmâm
Ebû Yüsnf (R.A.)'un
şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
Bir adam, "iki
kişinin bir yakınını kasdi olarak, keskin bir demirle öldürdüklerini"
iddia ederse, onlar için kısas gerekir.
Onlardan birisi:
'Doğru söyledin." der de; diğeri: "Ben, hatâ ile, sopamla
vurmuştum." derse; bu durumda, ikisinin malından velîye diyet vermeleri
ve bunu üç sene içinde ödemeleri gerekir.
Bu mes'ele istihsânda
böylece zikredilmiştir.
Bu durumda veK,
"hatâen olduğunu" söyler; onlar da, "bunun doğruluğunu"
ikrar ederlerse; bir şeyle hükmedilmezler.
Bu durumda, —sadece—
velî, "hatâ olduğuna" iddia ederse, — daha önceki gibi— diyet lâzım
olur.
Şayet velî, ikisine
karşı da "Hatâen oldu." der de, onlardan birisi "kasden
olduğunu"; diğeri de "hatâen olduğunu" ikrar ederlerse; cevap,
ikisinin de hatâ olduğunu iddia ettikleri zaman verilen cevap gibidir.
Mnmyt'te de böyledir.
Velî,
"ikisinin"de kasden Öldürdüğünü" iddia eder; onlardan birisi
de: "Ben, kasden öldürdüm.'* der; diğeri ise, kasdı inkâr eder ve
"asla öldürmediğini" söylerse; ikrar eden, —kısâsen— öldürülür.
Şayet bu durumda,
da'vacı "ölümün hatâ ile olduğunu*' iddia ederse, bir şey gerekmez.
Ziyâdat Şerhı'nde de böyledir.
Şayet bir adam,
diğerine: "ben ve filan, senin, yakınını, kasden öldürdük." der; o
filan da: "Hataen öldürdük." der; velî ise; ikrar edene: "Sen,
kasden öldürdüm." derse; işte bu-takdirde, velînin, onu — kısesen— öldürme
hakkı vardır.
Şayet velî, bu durumda
da, hatâ olduğunu iddia ediyorsa; bir şey gerekmez. Mubıyt'te de böyledir.
Eğer onlardan birisi:
"Ben, onun elini kasden kestim; filan da, ayağını kasden kesti." der
ve "o yüzden de öldüğünü söyler; velîsi de: "Hayır, elini de, ayağını
da kasden sen kestin." der; diğer adam da ortaklığı kabul etmez ise, bu
durumda velî, ikrar eden şahsı —kısâsen— katleder.
Şayet velî:
"Elini, kasden sen kestin; fakat ayağını kimkesti bilmiyorum.** derse:
adam öldürmez. Ancak, şüphe giderse, o zaman — kısâsen— öldürülür.
Şöyle ki: "Ben
düşündüm; ayağını filan kesti." derse; o zaman ikrar eden —kısâsen—
öldürülür.
Hatta hâkim, ibhama
karşı, onun hakkının butlanına karar vermiş olsa; sonra onu düşününce, hakkı
geri avdet etmez. (= dönmez). Ziyâdat Şerhi'da da böyledir.
Bir adam, iki eli
kesik olarak öldürüldüğünde, onun velîsi: "Onun sağ elini, kasden filân
kesti; sol elini de kasden filan kesti:*' diye iddia eder ve "o yüzden
öldüğünü" söyler; sol elini kesti dediği, adam da: "Ben, sol elini
kasden kestim; hasseten ondan öldü.*' derse; diğeri onu inkâr etse bile; o
ikrar eden şahıs Öldürülür.
Şayet velî: "Onun
sol elini filan kasden kesti; fakat sağ elini kimin kestiğini bilmiyorum
." der; da'vâlı da: "Sol elini ben kasden kestim. Ve o yüzden
öldü." derse; ikrar edene bir şey gerekmez.
Eğer velî: "Filan
sağ elini kasden kesti; filan da sol elini kasden kesti." der; sol elini
kesti diye iddia eylediği adam da: "Ben, sol elini kasden kestim; fakat,
sağ elini kimin kestiğini bilmiyorum. Ancak, bildiğim; onun sağ elinin
kesilmesi sebebiyle ölmesidir.*' derse; ona tam değil; yarı diyet gerekir.
Bu istihsânen
böyledir. Kıyasda ise, diyet olarak bir şey lâzım olmaz. Mphıyt'te de böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [24]
Candan başkası için,
baba sulh anlaşması yapabilir. Nefis de (canda) anlaşma yapıp yapmamasında,
rivayet ihtilaf-ı vardır. Fetâvâyi Kâdi-hân'da da böyledir.
Katil ile maktulün
velîsi, bir mal üzerine anlaşma yaparlarsa; kısas düşer, malın ödenmesi lâzım
olur.
Hâlde (= peşin) veya
sonra verilecek diye bir şey söylememişlerse; diyet hâli hazırda (= hemen,
peşinen) verilecektir, ffidâye*de de böyledir.
Şayet ölüm, hatâ ile
olmuş ve velî de, katile: "Bin dinara, seninle anlaşma yaptık.'* veya
"On bin dirheme, seninle sulh olduk." demiş ve bir vakit söylememiş;
bu da, hâkimin hükmünden önce ve diyet nevilerinden birine karşı, karşılıklı
razı olmadan önce olmuşsa; işte bu durumda diyet va'deli olur.
Katil hür veya köle
olur; hür veya kölenin efendisi de adama (ölenin velîsine): "Kanma
karşılık, bin dirheme anlaşma yapalım" ve öylece de anlaşırlarsa; bin
dirhemi hür verir; bin dirhemini de kölenin efendisi verir. Hidâye'de de
böyledir.
Hatâen katilde de
taraflar sulh (= anlaşma) yapabilirler. îster diyetin nevilerinin hükmü
verilmeden önce olsun, isterse sonra olsun, karşılıklı razı olunca sulh geçerli
olur.
Ancak, bu durumda,
sulh bedeli diyetten fazla olursa, caiz olmaz. Az olursa, ister peşiri olsun,
ister va'deli olsun, câiz'dir.
Şayet cinsin hilafına
—onunla hükmedilerek— anlaşma yaparlar ve sulh bedeli hükmedilenden fazla
olursa caiz; bu sulh olmaz.
Ancak, dirhemlerle
hükmedilir de, onlar, dinarlarla sulh yaparlar; dinarın değeri de hükmedilen
dirhemlerin değerinden fazla ve o da peşin olursa; bu anlaşma caiz olur. Eğer
anlaşma, bir at veya eşek yahut bir köle karşılığında yapılır; o da borç
(vadeli) olursa; işte bu caiz olmaz.
Eğer, sulh bedeli ayn
olursa; aynı mecliste almasa bile caiz olur.
Şayet hükmedilen
miktardan aşağıya anlaşma yaparlar ve hâkim, katillerden birine dinarlar;
diğerine dirhemler hükmeder de onu veresiye bırakırlarsa; bu caiz olmaz. Eğer
belirli olurlarsa; o zaman, ister o meclîste teslim alsın, ister meclis
haricinde teslim alsın, bu sulh caiz oolur.
Bu söylediklerimiz
hüküm verildikten ve rıza olunduktan sonra, sulh yapıldığı zaman böyledir.
Fakat, hükümden ve
rızadan önce olur ve bir mal üzerine anlaşma yapmış bulunurlarsa; o malın ödenmesi
gerekir.
Eğer, bu miktar, sulh
olunandan fazla olursa, caiz olmaz. Peşin de olsa, bu böyledir.
Eğer sulh, onbin
dirhemden veya bin dinardan yahut yüz deveden aza yapılmışsa; peşin de olsa
veresiyede olsa caizdir.
Eğer sulh, başka bir
cins üzerine yapılmış; diyet de farz kılınmayan bir diyet ise, onun vadelisi
caiz olmaz; fakat peşin olursa caiz olur. Mnhiyt'te de böyledir.
Bir adam, kasden
öldürüldüğünde, onun iki velîsi olur ve bunlardan birisi, katil ile, kanın tam
karşılığı olarak, ellibin dinara anlaşma yaparsa; bu durumda sulh yapana, iki
yüz elli dinar, hisse vardır; diğeri ise, tam diyetin yarısı olan, beşytiz
dinarı alır.
İmâm Etoö Henîfe
(R.A.)'den gelen bir rivayete nazaran; bedeli, dı-yetteitfazla olan sulh
bâtıldır. Onların her birine, nısıf (= yarım) diyet düşer.
Önceki rivayet,
meşhurdur. Zahîriyye'de de böyledir.
öldürülen şahsın
vârislerinden bir erkek veya bir kadın yahut onun anası veya büyük anası yahut
bunlardan başka bir kadın, hakkını affederse; veya öldürülen kimse kadın olurda,
onun kocası kısas nakkını affederse; bu durumlarda kısasa yol yoktur.
Stacü'I-Veİıhls'da da böyledir.
îki ortaktan birisi,
hissesi için bir bedel karşılığı anlaşma yapar veya affederse; diğerlerinin
tamamının, kısas hakkı düşer; onlar diyetten hisselerini alırlar.
Affeden şahsa, onun
malından bir şey verilmez.
Kısas hakkına iki kişi
ortak bulunduklarında, onlardan birisi, hakkını affeylese; diğeri, diyetin
yarısmıkâtüin malından, üç yıl içinde alır. Kâfî'de de böyledir.
îki velîden birisi
affeder; diğer velî de, bu durumda gerçekten katlin haram olduğunu bildiği
hâlde, maktule karşı, katili öldürürse; bu katilin malından yarı diyet
icabeder. Şayet haramlığını bilmez ise, onun af olduğunu bilsin veya bilmesin
malından icâbeden diyet sakıt olur. Se-rahsî'nin Muhıyt'nde de böyledir.
Bir adam iki kişiyi
öldürür; onların velîleri de bir olur ve onlardan birisi için, katili
affederse; diğeri için, onu öldüremez. Cevheretü'n Neyyire'de de böyledir.
îki velîsi olan
maktulün, velilerinden biri, katili affederse; diğeri yarı diyetini alır.
SershsTnm Muhıyt'nde de böyledir.
Bir adam, iki adamı
öldürür; onlardan herbirinin de birer velîsi olur ve ölen iki kişiden birisinin
velîsi, katili affederse; diğer velî onu —kısâsen— öldürebilir.
Sırlcfi'l-Vehhk'da da böyledir.
Yaralanan bir şahsın
velîsi, yaralanan ölmeden önce, yaralayanı affederse; istihsânen, bu caiz olur.
Kıyâsen ise, bu katil, kisasen öldürülür.
Şayet velî, önce
katilin elini keser; sonra da onu affederse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre,
onun elinin diyetini öder.
îmâmeyn'e göre ise
(R.A.) ödemez. SeraM'nin Mahjf nde de böyledir.
Bir adam, kasden
birini öldürünce, velînin, bu katili Öldürme hükmü verilir; bu velî de; bir
adama "onu öldürmesini" emreder; sonra da, bir adam velîden, bu
katilin affını ister; o_da_a£feder: ancak, onun affettiğini bilmeden, velînin
emreylediği zat, katili öldürürse; ona diyet gerekir. O da, —ödediği diyeti
almak için— âmire müracaat eder. Zahî-riyye '<*e de böyledir.
Bir küçüğün kanını,
onun velî veya vasisinin affetmesi caiz değildir. Serahtf'nin Mohıyt'nde de
böyledir.
Bir adam, birisini
kasden öldürdüğünde, ölenin kardeşi, "onun vârisi olduğunu, başka bir
vârisinin de olmadığını" belgeler; katil de, "onun, iki oğlunun
olduğunu" söylerse; bu takdirde, kadı efendi kardeşinin beyyinesiyle
hükmeylemez; bekler. Katil, "onun, iki oğlunun olduğunu" isbat eder
ve bu oğullarla, diyet üzerine anlaşma yaparak veya "o oğlanlardan
birinin, kendisini affeylediğini" belgelerse; katilin beyyinesi kabul
edilir.
Sonra da oğul gelir ve
sulhu da, affı da inkâr ederse; katile beyyi-nesini tekrarlaması teklif edilir.
öldürülen bir
kimsenin, iki kardeşi olur ve katil, onlardan birisiyle, "beş bin dirheme anlaşma yaptığını ve
onun da huzurda olmadığını" beyyinelerse; bu beyyinesi caiz olur.
Gaip olan kardeş gelir
ve sulhu inkâr ederse; katile, beyyinesini iade eylemesi teklif edilmez.
Burada beyyine iadesi
teklif edilmeyince, huzurda olana nısıf diyet verilir; diğerine bir şey
verilmez. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Kan için iki veK
bulunur ve biri huzurda olmaz; katil de "o beni affeyledi." diye
iddia edip, bu hususta da beyyine ibraz ederse; ben o beyyineyi kabul ederek,
hazırda^ohnayanın affını caiz görürüm.
Sonradan gaip gelirse,
beyyinesinin iadesi istenilmez.
Gaibin affettiğini
iddia ettiği hâlde, beyyinesi olmaz ve huzurda olandan yemin etmesi
istenilirse; o zaman, huzurda olmayanın gelmesi beklenir. O gelince
"affetmediğine dâir" yemin ederse; kısas yapılır. Meb-sûl'ta da
böyledir.
Katil: "Benim,
şehirde gaip olan şahsın, beni affettiğine dâir, bey-yinem vardır." derse;
uygulama üç gün te'hir edilir; bu durumda hazırda bulunan şahıs, kısas
isteyemez.
Şeyhâl-Msm, Şerhi'nde
böyle buyurmuştur.
Şeyhu'I-İmlm
Şemsü'l-Eimme Haİvânî de şöyle buyurmuştur:
Af da'vasında, kadı
istediği kadar tehir eder.
Kitapda ise, bu
te'hirin üç gün olduğu, zikredilmiştir.
Kıyâsda, huzurda olan
kısas isteyebilir ve da'vâ te'hir edilmez.
îstihsânda ise, kısas
isteyemez. Ancak, kadı şayet onun beyyinesi olduğunu bilirsi; davayı ikâme
eder; tehir etmez ve kısasına hükmeder.
Şayet, kendisine üç
gün izin verilmiş olan katil: "Şahitlerim hazır değildirler." der
veya başlangıçta: "Şahitlerim gaiptirler." derse; kıyâsda kısası
istenir ve te'hir edilmez. îstihsânda ise, kısası istenmez. Ancak, hâkim onun
şahitleri olsaydı, getirirdi diye bilirse; o takdirde te'hir eylemez.
Muhıyt'te de böyledir.
îkî verîden birisi,
"diğerinin, katili affeylediğine" şahitlik yaparsa; işte burda beş
durum vardır:
1-) Ortağı
da, katil de onu doğruîayabilir.
2-) îkisi de
onu yalanlayabilir.
3-) Ortağı
doğrulayıp; katil yalanlayabilir.
4-) Katil
doğruîayıp; ortağı yalanlayabilir.
5-) Her
ikisi de susar.
Bu durumların
tamamında af vâki olur.
Diyete gelince: Her
ikisi de doğrulayınca, şahide yarı diyet düşer.
îkisi de yalanlayınca,
şahide bir şey gerekmez. Susana İse, yan diyet düşer.
Ortağı yalanlarda,
katil doğrularsa; diyeti aralarında ortak olarak tazmin ederler. Serstâ'nin
Mnhiyt'nde de böyledir.
şahidin şehâdetini,
katil yalanladığı hâlde; aleyhine şahitlik yapılan şahıs doğrularsa; onun şehâdetiyle
af vâki olup, katile diyet vermesi gerekir mi?
Kıyâsda gerekmez.
îstihsânda ise,
şahidin malından yarı diyet gerekir.
Üç imamımızın görüşü
de budur.
Şahidi, her iki
tarafda tasdik etmedikleri gibi yalanlamazlar da; ancak susarlarsa; cevap,
şahidi yalanladıkları zamanki cevap gibidir. tayfte de böyledir.
Bunlardan her biri,
"diğerinin affeylediğini" söylerse; bu durumda ya bereberce affetmiş
veya bir biri arkasından affetmiş olurlar.
Eğer ikisi bir
affetmişler de, katil bunları yalanlıyor ise, her ikisinin de hakkı bâtıl
oluyor.
Keza katil her ikisini
de doğrularsa hakları bâtıl olur.
Arka arkaya tasdik
eylemişlerse; her ikisinin de tam diyet ödemeleri gerekir.
Biri tasdik; diğeri
tekzip eylemişse; tasdik eyleyen nısıf diyet öder.
Bir birinin arkasından
şahitlik yapmışlar da katil onları yalanla-mışsa; sonraki şahidin yan diyet
Ödemesi gerekir.
önceki şahide bir şey
gerekmez.
Keza katil ikisini de
tasdik ederse; öncekine bir şey gerekmez, ikincinin yarı diyet ödemesi
gerekir.-
Katil, onları müteakiben
(peş peşe) tasdik ederse; ikisinin birden kâmil (tam) diyet ödemesi gerekir.
Eğer birini tasdik
eder de, öncekini tasdik, sonrakini ise tekzip ederse; tam diyet ödemesi
gerekir.
Eğer, ikinciyi tasdik;
birinciyi tekzip ederse; ikinciye y?ı ı diyet verir; birinciye bir şey yoktur.
Serahs'nin Muhiyt'nde de böyledir.
Kan bedeline Üç kişi
ortak bulunduklarında; ikisi şahitlik yaparlar ve "üçüncünün
affeylediğini" söylerse; bu mes'elede bir takım durumlar meydan gelir:
1-) Ya,
ikisini de kâtü ve aleyhine şahitlik yapılan şahıs tasdik ederler; bu durumda,
affedenin hakkı bâtıl olur ve iki şahidin hissesi, mala dönüşür.
2-) Şayet,
katil orilan yalanlarsa; o iki şahide bir şey verilmez. Üzerine şâhidlik
yapılanın nasibi, mala dönüşür.
3-) Üzerine
şahitlik yapılan şahıs, yalnız başına onları doğrular-sa;kâtil, diyeti onîann
arasında üçe taksim eder. Mohıyt'te de böyledir.
Hatâ ile yapılan
öldürmede, vârislerin bir kısmı, diğerlerinin diyet haklarını affeylediğine
şahitlik yaparlarsa; bu şehâdetleri caizdir ve onlar diyet hisselerini
almazlar. SerabsPnin Muhıyt'nde de böyledir.
Bir topluluk, kudurmuş
bir köpeği oka tuttuklarında; okun birisi, hatâen bir kız çocuğuna isabet
ederek, onu öldürür; topluluk da, "o okun, filana âit olduğuna"
şahitlik yaparlar; kızın babası da ok sahibi ile, bir bağ karşılığında sulh
yapar; sonra da sulh yapan baba, bağı isterse; eğer sulh yapan şahıs, o kızı
kendisinin okunun yaraladığını biliyor ve kız da o yüzden öldü ise, sulh
caizdir.
Şayet okçu, "oku
attığını, o sırada da kızın babasının, ona bir tokat vurup yere düşürdüğünü ve
öldüğünü;" söyler ve onun vurmasından mı, yoksa kendinin okundan mı
öldüğünü bilmez ve baba, diğer vârisler tarafından izinli olarak sulh yapmış
olursa; bu sulh caizdir; bedel, diğer vârislerin olur. Bu bedel, baba için
miras olmaz.
Şayet vârislerin izni
olmaksızın, anlaşma yapmışsa; o sulh caiz olmaz; bâtıldır. Zahîriyye'de de
böyledir.
Af, ya kasden
öldürmede; veya hatâ ile öldürmede olur. Bunların her birisi de, ya cinayette
veya baş yarmakta olur. Bunlar da, ya yalnız kesmek veya yalnız yaralamak yahut
ikisini birden yapmakdan meydan gelir.
Bunlardan bir kısmı
iyileşir; bir kısmı da iyileşmez.
Şayet cinayet kasden
yapılır ve sonra da bir yeri kesilen şahıs, onu kesene: "Seni suçundan
affeyledim." veya: "Kestiğinden affeyledim." yahut
"Yaraladığından ve ondan meydana gelen arızalardan affeyledim."
derse; o kişi, kesmek ve yaralamak suçlarından kurtulmuş olur.
Şayet: "Yalnız,
kesmenden veya yaralmandan affeyledim:" der de "Ondan meydana gelen
arızalardan affeyledim." demez ise; cânî, o arızalardan affedilmiş olmaz.
Şayet, adam Ölürse;
kıyasen kısas gerekir, îstihsânen ise diyet gerekir.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre böyledir. İmameyn'e göre, onların arızalarından da affedilmiş
olur.
Bunlar hatâen olmuş ve
bir yeri kesilen veya yaralanan da onu affeylemiş; sonra da onların
arızalarıyla ölmüşse, hüküm aynı hilaf üzeredir.
Bir kimse, kesilmeden
ve ondan dolayı meydana gelen arızadan, yahut cinayetten affederse, bunların
tamamı hakkında af sahih olur.
Kasid de olduğu gibi,
hatâen olanda da böyledir. Yalnız, diyette itibar, malın tamamınadır. Hatâda
ise üçte biredir. Bu, âkılesi için vasiyyet ölür. Serahrî'nin Muhıyt'nde de
böyledir.
Bir kadın, bir adamın
elini keser ve ona karşılık olarak da, o adamla nikahlanır ve şayet kesme işi,
kasden olmuş, kestiğine karşılık olarak da nikahlanmış ise, eğer adam
iyileşirse, yaptıkları sözleşme sahih olur. Bi'1-ittifak, mehri, onun diyeti
olmuş olur.
Şayet adam, o kadını
cimadan sonra boşar veya adam o yüzden ölürse; kadın, diyetin tamamını, ona
öder.
Eğer ona yaklaşmadan
önce boşarsa; ona ikibin beşyüz dirhem teslim eder. O da, kocasına
ikibinbeşyüz dirhemi geri verir.
Eğer adam, o yüzden
ölürse bi'1-icma tesmiye (belirlenen miktar) bâtıldır; bu kadına mehr-i misil
verilir, duhûlden önce boşarsa, ona bir miktar yardımda bulunur.
Sonra, kıyasa göre, bu
kadına kısas gerekir. İmâm Ebû Hamfe (R.A.)'nin kavli budur.
îstihsânda ise, kısas
değilde, malından diyet gerekir.
Adam, kadım cinayetine
ve ondan meydana gelecek arızalara karşılık nikahlamış olduğunda; şayet
bunlardan vaz geçerse, kadına mehr-i misil vardır ve kısas, meccânen düşer; bir
şey gerekmez. Eğer cinayet hatâen olmuş ve o adam, kadını, elini kesmesine
karşılık nikâh etmiş; sonra da cinayet diyetinden vaz geçmişse, o diyet kadının
mehri olmuş olur. Adam, bu kadına dâhil olursa veya adam ölürse, âkılesinden diyet
sakıt olur.
Duhûlden önce boşarsa,
onun yarısını verir ki bu iki bin beşyüz dirhemdir. Ve, onun âkılesi, iki bin
beşyüz dirhemi, kocasına öder.
Eğer o yüzden ölürse,
İmam Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, mehir tesmiyesi bâtıl olur ve kadına mehr-i
misil gerekir. Kadının âkılesine de kocasının diyeti gerekir.
İmameyn'e göre ise,
mehir tesmiyesi sahih olur ve onun mehri, Tco-casının diyeti olur.
Bir kimse, bir kadını,
onun, bir uzvunu kesmiş olması veya onun neticesi yahut hatâen cinayet işlemiş
bulunması karşılığında nikâhlar ve koca, ondan vaz geçerse; onun, mehri elinde
olur ve âkılesİnden diyet sakıt olur.
Eğer o yüzden Ölürse;
diyeti, mehri olur.
Keza, âkılesinden
diyet sakıt olur.
Sonra da mehr-i
misline nazar edilir ve diyete bakılır: Eğer mehir, diyetin misli ise, şüphe
yok ki tamamı, ister kesmeden sonra olsun veya fıraştan sonra olsun kadına
teslim edilir.
Eğer mehr-i misli
diyetten az olur ve hâlde de tecevvüç etmiş bulunurlarsa; bulunan ne ise, o
kadına verilir; ve fazlası mütebeni olur. Mehr-İ misline göre sahib-i firaş
hâlinde olmuşsa, o takdikde bakılır: Eğer, Mehr-i mislinden ziyade ise, —diyete
verene kadar— zevcin malının üçte birinden çıkarılır. Şayet âkılesi teberru
ederlerse, o ziyadeye itibar edilir ve mehr-i mislinden âkılesine vasiyet
yapılır.
Şayet mehr-i mislinden
çıkarılmaz İse, diyet tamam olana kadar, malının üçte birinden çıkarılır
ihtiyaç kadar âkılesinden düşülür ve ölenin vasiyetine itibar edilir ve
kocanın vârislerine verilir.
Bu, kocanın ölmeden
kadını boşadığı zaman böyledir.
Hatta onu boşadığı
zaman, ölümünden ve duhulünden evvel, ona beş bin dirhem teslim eder. Eğer
mehri bin dirhem ise.. Ve âkılesinden sakıt olur.
Eğer mehr-i misli beş
yüz dirhemden az ise, bu böyledir.
Şayet «ıehr-i misli,
beş yüz dirhemden çok ise, âkılesinden düşülür.
Eğer mehr-i misli bes
yüz dirhemden az ve mehr-i misline ziyadelik yoksa, âkılesinden diyet
düşürülür; değilse beş yüz dirheme tamamlanır ve malında çıkarılır.
Keza, âkılesinden
çıkarılır. (= düşülür)
Şayet çıkarılmaz ise,
malının üçte birinden mehr-i misli kadarı çıkarılır ve âkılesinden düşülür. Ve
geri kalan kocanın vârislerine verilir. MnEuyt'te de böyledir.
Bir kimse, diğer bir
şahsın ziyâde şekilde yardıktan sonra, yaralanan şahıs, bu yarayı ve ondan
meydana gelecek arızalan affeder; sonra da onlardan dolayı ölürse; yaralayanın
ikrarı olması hâlinde, onu malından diyet lâzım gelir ve af caiz olmaz. Çünkü,
katile vasiyyet eylemiştir.
Eğer, vasiyetine
beyyinesi varsa, âkılesi, diyetin yarısını kaldırmak hakkına —eğer üçte bir
malında çıkarsa— sahiptir.
Eğer yaralayan, iki
kişi olur ve onu da kasden yapmış bulunurlarsa; mes'ele hâli üzerinedir;
caniye bir şey gerekmez. Zira, birini af, diğerini de af etmek olur.
Zahîriyye'de de bvyledir.
Bir kimse diğerinin
başını, —kasden— ağır şekilde yarar, yaralanan şahıs, bu işi ve bundan meydana
gelecek arızaları affettikten sonra, başka biri, o şahsın başını ağır şekilde
yarar; yaralanan, onu affetmezse; bu cânînin üç sene içinde tam diyet ödemesi
gerekir. Eğer adam, her iki yarığın te'siriyle ölürse; ikinci caniye kısas
yapılmaz. Bu durumda af da caiz olmaz. Muhiyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerinin
başını, — kasden— ağır şekilde yarar; yaralanan şahıs da, bu yaradan ölürse;
ikinci caniye kısas gerekir; birinciye birşey gerekmez.
Keza önceki ile diğeri
başım yardıktan sonra anlaşırsa, yine ikinciye kısas gerekir.
Bir adam, diğerinin
başım, kasden ağır şekilde yarar ve bu yara etrafa sıçrar ve taraflar, bu
yaradan dolayı beş yüz dirheme sulh olurlar ve yaralanan onu teslim aldıktan
sonra, bir adam, hatâ ile o şahsı yaralar ve bu adam bu iki yaradan dolayı
ölürse; ilk yaralayan, o beş yüz dirhemi, ölenin akîlesine verir. Önceki de maktulün
malından, beş yüz dirhemine müracaat eder. Muhıyt'te de böyledir.
En dorusunu, ancak
Allahu Teâlâ bilir. [25]
Bir müslüman, bir
mürtede ok attığında, ok ona isabet eder ve hemen ölürse; İmim Ebâ Hanîfe
(R.A.)'ye göre, ok atan şahsın, mürtedin vârislerine diyet Ödemesi gerekir.
İmâmeyo'e göre, bu
durumda oku atan şahsa bir şey gerekmez. Kâ-fl'de de böyledir.
Bir adam, bir mürtede
ok attığında; o mürted, tekrar müslüman olmuş olsa ve sonra da, ok isabet
eylese; bi'1-icma, bu oku atana bir şey gerekmez.
Bir kimse, bir
harbî'ye ok atsa da o da müslüman olmuş olsa, yine oku atana bir şey gerekmez.
Hidâye'de de böyledir.
Bir adam, bir köleye
ok attığında; o köleyi, efendisi azad etmiş bulunsa; sonra da ok ona isabet ederek,
o yüzden ölse; İmâm Ebâ Hanîfe (R.A.)'ye göre, oku atan şahıs, onun kıymetini
efendisine öder. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre de böyledir. KfcVde de böyledir.
Hâkim, bir adamın
recmedilmesine hükmettiğinde; başka bir adam da ona taş atsa; o sırada da şahidin
biri şehâdei inden taş isabet etmeden önce dönse; fakat, taş adama isabet etse
ve ölse; bu taşı atana bir şey gerekmez.
Bir mecûsi, bir ava ok
attıktan sonra, müslüman olur; sonra da, oku ava isabet ederse; o avın eti
yenmez.
Şayet müslüman olarak
ok atsa da —Allah korusun— sonra me-cûsî oluverse, o avın eti yenir. Hidâye'de
de böyledir.
8 îhramlı birisi, ava
ok attıktan sonra, ihramdan çıkıverir; ok da, ava isabet ederse; o muhrim'e
ceza gerekir.
îhramsız hâlinde atsa
da sonra ihrama girse, ona bir şey gerekmez. Kâfî'de de böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [26]
Diyet: Cinayet
sebebiyle, mecniyyün aleyhe ( = kendisine karşı cinayet işlenen şahsa)
veya onun vârislerine, —bir nevi
tazminat mâhiyetinde— ödenmesi icâbeden mal'dir.
Erş: Yaralanan ve
kesilen uzuvlardan dolayı verilmesi lâzım gelen diyettir. Kttt'de de böyledir.
Diyet, hatâen kati ve
şibh-i amd suretiyle kati hallerinde icâbeder. Sabinin (= çocuğun) ve mecnûnun
(= delinin) öldürülmeleri hâlinde, katilin âkılesinin diyet ödemesi gerekir.
Ancak, bir bab kasden,
küçük yaştaki bir oğlunu öldürürse; — âkılesine değil de— kendi malından ve üç
sene içinde, diyetini ödemesi gerekir. Cevheretü'n-Neyyire'de de böyledir.
Şibh-i amd suretiyle
meydana gelen öldürmelerde; diyet, katilin malından verilir.
Üzerinde anlaşmaya
varılan her erş, katilin malından —üç veya dört yıl içinde değil— peşin olarak
ödenir. Hldaye'de de böyledir.
Kati için vacip olan
diyetler, İmim Ebû Hanife (R.A.)'nin kavline göre üç neviden ödenir:
1-) Deveden;
2-)
Altından;
3-)
Gümüşten. TAM Şerhî'nde de böyledir.
fanim Ebû Hınİfe
(R.A.), şöyle buyurmuştur:
Diyet, deveden yüz
adet; altından, bin dinar ve gümüşten on bin dirhemdir.
Katil muhayyerdir:
Diyeti, hangi nev'iden isterse, ondan verir. Se-rahsî'nin Mııhıyt'nde de
böyledir.
İmâmeyn'e göre ise,
diyet; ikiyüz sığır, iki bin koyun ve her biri iki parçadan ibaret olmak üzere,
iki yüz kat elbisedir. Hidâye'de de. böyledir.
Diyet olarak verilecek
develerin, hepsinin aynı yaşta olması gerekmez. Bunlar muhtelif yaşlarda
olacaktır.
Hatâen katl'den dolayı
deve cinsinden verilecek bir diyetin şu beş neviden (her birinden yirmişer
adet) verilmesi gerekir.
1-) îki
yaşına girmiş, yirmi adet dişi deve (= binl-i mehaz)
2-) îki
yaşına grimiş, yirmi adet erkek deve(= ibn-i mehaz)
3-) Üç
yaşına girmiş, yirmi adet dişi deve (= bini-i lebûn)
4-) Dört
yaşına girmiş, yirmi adet dişi deve (= Hıkka)
5-) Beş
yaşma girmiş, yirmi adet dişi deve (= Cezea) Muhıyt'te de böyledir.
Şibh-i amd suretiyle
icâbeden diyetler deve cinsinden verilmek istendiğinde, İmim Ebû Hanîfe (R.A.)
ile İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, şu dört neviden yüz deve verilecektir:
1-) îki
yaşına girmiş, yirmi beş adet dişi deve ( = bint-ı rnahaz)
2-) Üç
yaşına girmiş, yirmi beş adet dişi deve ( = bint-i lebûn)
3-) Dörte
yaşma girmiş, yirmi beş adet dişi deve (== Hıkka)
4-) Beş
yaşına girmiş, yirmi beş adet dişi dev ( = Cezea) Muhıyt'te de böyledir.
Müslümanın, zimmînin
ve güvenceli harbînin diyetleri müsavidir. Kftfl'de de böyledir.
Kadının nefsi diyeti
de, ersi de erkeğin yarısı kadardır.
Şayet, bir cinayet,
mukadder ersi ger ektirmiyor sa; o hususta hükümetin adi gerekir.
Âlimler, bu hususta
ihtilaf eylediler:
Bazıları: "Erşte,
erkek kadın müsavidir." dediler; ba'zıları da: "Kadın, erkeğin yansı
kadar alır." buyurdular. SerahsTnin Mubıyt'nde de böyledir.
Şayet kati, hatâ ile
meydana gelmiş ve o müştereken yapılmışsa; büyük olan, nefsî hissesini, sahib
hükmüyle öder. Küçük ise, velayet hükmüyle Öder.
Eğer ortak, büyük
kardeş veya amca olur ve küçüğün de vasisi bu-. Iunmazsa; büyük, yalnız kendi hissesinden
öder; küçüğün hissesinden ödemez. Muhiyt'te de böyledir.
Bir adamın başının
kılları tıraş edilir ve bir daha da bitmezse; tam diyet gerekir. Kılları tıraş
edilen şahsın erkek, kadın, büyük, küçük olması farketmez. Ancak, tıraş zamanı
diyetiyle muhatap olmaz, bu diyetin uygulanması bir sene ertelenir.
Şayet, bir sene
ertelenir de kendisine cinayet işlenen adam, sene içinde saçıda bitmemiş
olarak, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) göre caniye bir şey gerekmez. İmâm Ebâ Yûsuf
(R.A.)'a göre ise, hükümetin adi gerekir. Ze-hıyre'de de böyledir.
Kaşlar tıraş edilip
veya yolunup, onların bittiği yer bozulduğu vakit, her kaş için nısıf (= yarım)
diyet gerekir. Mebsût'ta da böyledir.
Kipriklerin her biri
için, dörtte bir diyet; bir gözün kirpiği için, yarı diyet gerekir.
Bütün kirpikler için
de diyet-i kâmile (= tam diyet) gerekir. Mu-hıyt'te de böyledir.
Bir erkeğin sakalı
tıraş edilir ve yerinde sabit kalmazsa; tam diyet gerekir. Zehıyre'de de
böyledir.
Başın ve sakalın tıraş
edilmesinde, kasıd da, hatâ da müsavidir.
Sakalın ve başın
yarısının tıraş edilmesi hâlinde, bazı âlimlerimize göre yarı diyet;
bazılarına göre de tam diyet gerekir. Serahsî'nin Mu-hıyl'nde de böyledir.
Şayet sakalın yarısı
tıraş edilir, ve onun yarısının tıraş edildiğini bilirse, yarı diyet gerekir.
Eğer bilmez ise,
hükümetin adi gerektirir.
Fetâvâyi FadB'de şöyle
zikredilmiştir:
Bir erkeğin sakalını
yolan bir caniden, yolunanla kalan hesap edilerek, taksime tabi tutulur ve
gidenin hissesi kadar diyet alınır. Hulâsa'-da da böyledir.
Bir kösenin hakkında
çeşitli kaviller vardır. Bu hususta esahh olan, Ebû Ca'fer el-Hindüvânî'nin şu
tafsilatıdır.
Eğer, o kösenin
çenesinde, sayılacak kadar mahdud kıl varsa; onu tıraş etmekte bir beis yoktur.
Şayet fazla ise, o
müstesna; (diyete tâbidir.) Çene ile, yanakda olan kıllar birdir. Fakat,
muttasıl değil ise, yâni yüzdeki kıllar, çenedeki kıllarla birleşmemişler de
aralarında açıklık varsa; bu hususta hükümeti
ald gerekir.
Şayet muttasıl
(bitişik) ise, tıraş edilmesi hâlinde tam diyet ödenmesi gerekir.
Kösenin, tıraş edilen
sakal kılları biter ve eski hâlini alırsa; bir şey gerekmez. Fakat, kesen şahıs
buna karşılık te'dib edilir. Mebsût'ta da böyledir.
Tıraş edilen sakalın
yerinde, beyaz kıllar biterse; zâhirü'r-rivâyede bu durumun hükmü
söylenmemiştir. Başka rivayetlerde, bu husustaki hüküm zikredilmiştir. İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'nin kavli üzerine eğer hür ise, ona bir şey gerekmez; köle ise,
hükümeti adlı gerekir.
İmâmeyn: "Her iki
durumda da hükümeti adi gerekir.'' buyurmuşlardır. Muhıyt'te de böyledir.
Fakıyh Ebû'1-Leys:
"Fetva İmâmeyiTin kavli üzerinedir." buyurmuştur. Hulâsa'da da
böyledir.
Şemsü'l-Eimme
el-Halvânî, İmameyn'in şöyle buyurduklarını rivayet etmiştir: Bu meselede
hükümeti adi celisi uygulanır. Hür ıslanan sakalını beyaz; köle olanın
sakalını, siyah olarak kıymete tâbi tutar ve aralarındaki noksanlığı tazmin
ettirir. Muf-yt'te de böyledir.
Bir adamın sakalı
tıraş edildiğinde; bir kısmı noksan bitse, bu husustada hükümetiadl uygulanır.
Fetâvâyi Kftdihân'da da böyledir.
NitafTnin Ecnâs isimli
kitabında şöyle zikredilmiştir:
Bir adam, karısının
veya başkasının karısının tırnağını kesse, uygun olan, hâl-i hazırda bir şey
gerekmemesidir.
İbnii Rüslem,
İmâm Mu ham m ed (R.A.)'in
şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
Bir kimse, cariyesinin
saçını tıraş ederse; bu bir noksanlıktır; bir ^ey gerekmez. Fakat, o, te'dib
edilir. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir kimse, bir erkeğin
zekirin kesip, erkekliğini yok eder ve onun sakalı da dökülürse, sakalının döküldüğü
için, tam diyet gerekir. Mu-hıyt'te de böyledir.
Bir adamın bıyığı
tıraş edilir ve o tekrar bitmezse, hükümeti adi gerekir. Fetâvâyi Kâdihân'da da
böyledir.
Esahh olan budur.
SerahsTnîn Mubıyt'nde de böyledir.
Güzelliği giderme
suçlarında; sakal, bıyıkla birlikte tıraş edilse; bıyık, sakalın tazminatına
dahil olmaz. Muluyf te de böyledir.
Hanı nü isimli kitabda
şöyle zikredilmiştir.
Saçı bulunmayan, kel
bir adamın başı, tıraş edilir ve onun çok az yerde saçı olursa; tıraş eden
şahsın tahminine göre diyet gerekir.
Köse alanın sakalı da
böyledir.
Keza, kaşlar ve
kipriklerde de, onu koparana yemin verilir. Aksi takdirde, kendisine karşı bu
cinayet işlenilen şahıs, onların sıhhatli olduğuna dâir beyyine ibraz eder.
Serahs'nin Mutuyt'nde de böyledir.
îki kulak için tam
diyet; birisi için ise, yarı diyet gerekir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adamın kulağına
vurulduğunda, onun duyma gücü kaybolursa diyet gerekir. Kulağının duymadığını
bilmenin yolu; onun haberi yok iken, ona çağırmakdır. Eğer cevap verirse,
kulağının duyma gücü gitmemiştir. Zahîriyye'de de böyledir.
îki göz hakkında
hüküm; hatâ ile, ikisi de çıkarılırsa (= kör edilirse) tam diyet gerekir.
Birisi kör edilirse,
yan diyet gerekir.
Kaza, göz
çikanlmasada, onlar görmez hale getirilse, hüküm yine aynıdır.
Bunlar kulak kesme
yerindedirler. ikisi için tam, birisi için yan diyet gerekir. Zehîre*de de
böyledir.
Gözünün biri kör olan
bir şahsın, ikinci gözü de kör edilirse yarı diyet gerekir. Zthiriyye'de de
böyledir.
Göz kapaklan,
kiprikleriyle birlikte kesilirse; bir diyet lâzım olur. HidiyeJde de böyledir.
Kipriği olmayan göz
kapağı kesilse; hükümeti adi gerekir.
Şayet cinayet işleyen
şahıs, bir göz kapağı ile birlikte, kirpiklerin birini de kesmişse; kirpikler
için tam diyet; göz kapakları için de hükümeti adi gerekir. Mnhıyt'te de
böyledir.
Burun kesmek, nefs
diyetidir.
Keza, burnun kemiğinin
önündekini keserse; tam diyet gerekir. Burun kemiğini kesene de —kısas değil—
diyet cezası verilir. Ve bu tam diyettir. Fetâvftyi KMihln'da da böyledir..
Mfiatekl'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir kimse, Öyle bir
suç işlese ki, kendisine karşı suç işlenen şahıs, nefesini burnundan alamıyor
da, yalnız ağzından alıyor olsa; onun cezası hükümeti adPdir. Zrtryre'de de
böyledir.
Tâhİvî ŞeAÎ'nde şöyle
zikredilmiştir:
Bir kimse, önce burnun
ucundaki eti, sonra da burnu kesse, tek diyet gerekir.
Şayet, önceki
cinayetinden beraat etmişse (Yani sahibi, diyetten vaz geçmişse) hükümeti adi
cezası verilir. Mniuyt'te de böyledir.
d-Ad'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam, diğerinin
burnunu kırsa, ona, hükümeti adi cezası verilir. Zehıyre'de de böyledir.
Bir adamın burnuna
vurulduğunda; o adam, güzel veya fena kokuyu koklayamaz ve koku duyamaz hâle
gelirse; ona hükümeti adi cezası gerekir.
Keza, İbni Rüştem'in
Nevadiri'nde, İmâm Muhammed (R.A.)'in de böyle buyurmuş olduğu nakledilmiştir.
.
Buruna vuran şahıs,
vurduğu şahsın koku alma duygusunu kendisinin giderdiğini ikrar ederse; bunda
da diyet vardır ve bu, kulak duymaması gibidir.
Kudûr'de bö\İe bu\uı
muştur.
I etvâ da bununla
verilir.
O ',yhsin koko
almadığını öğrenmenin yolu; onu, çok fena bir koku ile imtihan etmektir. O, bu
kokunun hiç farkında değilse, burnu ko-itı ahnıvor "demektir.Zahîrivve'dc
de bövledir.
Dudakların ikisi
birden kesilirse; tam diyet; birisi kesilirse yan diyet gerekil.
Dudağın üstü, altı
fark etmez; müsavidir. Mahıyi'te de böyledir.
Kulak veya burun
hilkaten küçük de olsa tam diyet gerekir. Sirâcnl-Vehhâc'da da böyledir.
Her bir diş için, o
şahsın tam diyetinin yirmide birisi kadar diyet Ödenir. Bu yirmi diş şunlardır:
1-) Enyap:
tki Üst, iki de altta olmak üzere, dört sivri diş.
2-) Davahık:
Köpek dişi denilen, parçalayıcı dört diş.
3-) Nevâcid:
Azı dişlerinin arkasındaki dört diş.
4-) Tavahfa:
Ağzın iki tarafında üçeri altta; üçeri üstte olmak üzere, azı dişleri denilen
on iki diş. Mebsût'ta da böyledir.
insanın dişlerinin
diyetinden başka, hiç bir azasının diyet, tam diyetten fazla olmaz.
Hızânetül-Müftîn'de de böyledir.
Hatta, bir adamın
yirmi sekiz dişi olursa; onlara karşılık diyet yekünü ondörtbin dirhem eder.
Şayet otuz dişi olursa, diyet on beşbin dirhem tutar. Zahîriyye'de de böyledir.
Şayet, bir adamın otuz
iki dişi varsa; onların toplam diyetleri, on altı bin dirhem eder. Diyet, üç
sene İçinde, üç taksitte Ödenir.
Bu on altı bin dirhem
üç taksitle ödenir. Birinci senede, altı bin al-tıyüz altmış altı dirhem
ödenir, bu, tam diyetin üçte ikisidir. İkinci senede, altıbin Üçyüz otuz üç
dirhem Ödenir. Üçüncü senede ise, üç bin dirhem ödenir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerinin
dişini söktüğünde, onun yerince, yeni bir diş çıkarsa; erş (diyet) sakıt olur.
Bu İmâm EbÛ Hanîîe
(R.A.)'ye göre böyledir. İmameyn'e göre ise, tam erş (diyet) gerekir.
Cevheretü'fl-Neyyire'de de böyledir.
Şayet yeni biten diş,
siyah olarak çıkmış olursa; diyet, hâli üzre kalır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, başkasının
bir dişini söker ve onu geri sahibine verip, yerine koyar ve onun üzerinde et
çıkarsa; onu sökene, tam diyet gerekir.
Şeyhö'l-İslâm şöyle
buyurmuştur.
Eski hâlini alır ve
menfaatini, güzelliğini kazanırsa; bir şey gerekmez. Bu sökülen dişin yerine,
aynının çıkmış olması gibi olur. Kâfî'de de böyledir.
Bir adamın dişine
vurulup o diş sallandığında; şayet, o yeşilleşir veya kırmızılaşır sa, beşyüz
dirhem, diş diyeti icab eder.
Eğer saranrsa,
ihtilaflıdır. Bu hususta sahih olan kavilh, diyet gerekmemesidir.
Şayet, bu diş
karanrsa, diyet gerekir.
Çiğneme kuvvetini
kaybederse; yine böyledir.
Çiğneme gücünü
kaybetmeyip, dişlerin arasındaki güzelliği kaybetse; yine diyet gerekir.
Bunlardan hiç biri bulunmaz ise; burda iki rivayet vardır. Sahih olan rivayet,
diyetin gerekmemesidir. FetâYâyi Kâdihân'da da böyledir.
Şayet vuran adam:
"O siyahlık ben vurduktan sonra meydana geldi." der; vurulan da onu
yalanlarsa; kendisine vurulan kimsenin yeminli olarak söylediği söz geçerli
olur.
Ancak, vuran adamın
beyyinesi olursa, o müstesnadır. Mebsût'ta da böyledir.
Bir kölenin dişi
sararsa, hükümeti adi icab eder. İmâm Ebû HanSfe (R.A)'in kavlu budur.
İmameyn ise:
"İster hür, isterse köle olsun, vurulan şahsın dişi sa-rarırsa; hükümeti
adi gerekir." buyurmuşlardır.
Bir adamın dişine
vurulduğunda; o diş bu vurulma sebebiyle siyahlanır; sonra da başka birisi
gelerek, onu sökerse; birinci caniye, tam diyet; ikinci caniye ise, hükümeti
adi gerekir. Muhıyt'te de böyledir. [27]
Bir adam, diğerinin
dilini keser ve onun konuşmasının mâni olursa; tam diyet ödemesi gerekir.
"Dili, bazı
harfleri teaffuz edecek kadar keserse; diyet harflerin sayısına taksim
edilir." denilmiştir.
"Diliyle
konuşabildiği harflerin sayısına taksim edilir." denilmiştir.
Eğer, harflerin çoğunu
söyleyebiliyor ise, hükümeti adi gerekir." denilmiştir.
"Şayet harflerin,
çoğunu söyleyemiyorsa, tam diyet gerekir." denilmiştir.
Âlimler: En sahih
olanı, en öncekidir." buyurmuşlardır. Muhıyt'te de böyledir. Sahih olanı
öncekidir. Serahâ'nin Muhıyf nde de böyledir.
Kendisine karşı
cinayet işlenilen şahıs, konuşma gücünün gittiğini iddia ederse; konuşup
konuşmadığı duyulsun veya duyulmasın, iddiası kabul edilir.
Ahras'ın dili kesilse,
hükümeti adi gerekir.
Bir sabinin dili,
şayet konuşamaz iken kesildi ise hükümeti adi gerekir. Konuşuyorken kesildi
ise, tam diyet gerekir. Câmiu's-Sağir'de de böyledir.
iki lıhye (= sakal)
hakkında tam diyet gerekir. Birisi hakkında
, ise, yarı diyet gerekir. Muhıyt'te de böyledir.
tki el, hatâen
kesilse, tam diyet gerekir. Birisi kesilse, yarı diyet gerekir.
Sağ el, sol el ayırımı
yapılmaz. Her ne kadar sağ el daha üstün ise de, hüküm böyledir. Zehiyre'de de
böyledir.
Azada aslolan,
menfaatin tamamen gitmesi veya yüzün güzelliğinin gitmesidir. Bu durumlarda
tam diyet gerekir. Hidâye'de de böyledir.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.'ye göre, hünsânın eli, kadın eli gibidir. İmâmeys'e göre ise, yansı
erkek, yansı kadın gibi hesap edilir. Sirâcü'i-
Vehhâe'da da böyledir.
tki elin ve iki ayağın
parmaklarının diyeti, insan diyetinin onda biridir. Parmaklara! tamamı aynı
seviyededirler. Her parmakda üç mafsal vardır. Ve her birinde üçte bir diyet
vardır. îki mafsalı olan parmakta ise, bir parmağın diyetinin yarısr ödenir.
Hidâye'de de böyledir.
Fazla olan parmakda
hükümeti adi vardır. Ce?heretö'n-Neyyire'de de böyledir.
Çolak el için,
hükümeti adi vardır. Muhıyt'te de böyledir.
Avuç içi, bazı
parmaklarla veya bütün parmaklarlarla birlikte kesilirse; avuç parmaklara
tabidir.
Hatta, parmaklan için
erş (diyet) gerekir de avuç içi için, —bi'l-icma— gerekmez.
Şayet avuç, dört
parmakla birlikte kesilmişse, üç bin dirhem erş (diyet) gerekir. Veya, üç yüz
dinar gerekir. Kef (= avuç içi) için bir şey gerekmez.
Şayet, avuç içi, iki
parmakla veya bir parmakla birlikte kesilmişse veya bir parmaktan bir mafsalla
kesilmişse, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre avuç içi ona tâbidir.
Sahih olan da İmâm Ebû
Hanîfe (R.A)'nin kavlidir. Zehiyre'de de böyledir.
Bir adam diğerinin
eline vurur ve el çolak olursa; tam diyet gerekir. Huânetö'l-Müffîn'de de
böyledir.
Bir adam, diğerinin
bir parmağını üst mafsalından kestiğinde; diğer parmaklar da çolak kalsalar;
ona tam diyet gerekir. Bundan dolayı kısas yapılmaz.
Uygun olanı, onun üst
mafsalının diyetini almaktır. Diğerleri için hükümeti adi gerekir.
Şayet kol kırılırsa,
hükümeti adi gerekir.
Ziyâdât'ta da böyle
denilmiştir, Zehiyre'de de böyledir. [28]
El, kolun yansından
kesildiği zaman elin diyeti ve avuç içiyle kol arasında kalan yer için hükümeti
adi gerekir.
Şayet dirseğe kadar
kesilmişse bu böyledir. Zira, kol hakkında, elin haricinde, hükümeti adi daha
fazla olacakdır. Bu İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavlidir.
imâm Mubammed (R.A.),
Cami isimli kitabında şöyle buyurmuştur: Bir kişi, iki adamın sağ elini keser;
eli kesilen şahıslardan biri de, onun baş parmağını keser; yabancı bir şahıs
da, geride kalan parmaklarını keser; sonra da, eli kesilen diğer adam, o
parmakla* Kesilen avcu-nu —parmaksız olarak— keser ve bu şahıslar, daha sonra
kadı efendinin yanına varıp toplanırlarsa; bu durumda kadı efendi, iki el
kesen şahsa, bir diyet; (= beşbin dirhem) hükmeder. Bu diyet ellerini kestiği
iki kişiye, verilir.
Elleri kesenin, dört
parmağını kesen şahıs, ona dört bin dirhem borçlanır.
Şayet ile kesilen, iki
kişi, avcu kesenle bir araya gelerek el diyetini alırlar ve aralarında diyet
paralarını taksim ederlerse; beşte üç sehmini, baş parmağı kesilmeyen şahıs
olur. Beşte ikisini de, baş parmağı kesilen şahıs ahr.
Eğer yabancı, önce,
parmaklarından birini kesti; sonra da; eli kesilenin birisi, iki el kesenin
parmaklarından birini kesti; sonra da o yabancı dönüp, elleri kesen şahsın,
parmaklarını kesti; daha sonra da, eli kesilen diğer şahıs, elini kesenin
avcunu kesti ise; bu durumda kadı efendi iki el kesen şahsın bir diyet
ödemesine hükmeder. Onun dörtte biri, avcunu kesene; dörtte üçü de parmağını
kesene âit olur. Şayet iki kısas sahibi (yani elleri kesilenler) avcunu iki
parmağı ile kesenle bir araya gelrlerse; alınan diyet, aralarında sekizde üçü
parmak kesene; sekizde beşi de diğerine verilerek taksim edilir. Mnhıyt'te de
böyledir.
Parmak uçları
hakkında, hükümeti adi vardır. Eğer, kesilen ucun üzerinde tırnak biterse,
birşey gerekmez. Şayet, tırnak çıkmazsa, hükümeti adi vardır.
Eğer tırnak ayıplı
çıkarsa; yine hükümeti adi vardır. Hızânetü'l-Müftin'de de böyledir.
Ayaklar hakkında
kısas, hatâ olursa, tam diyettir. Bir ayak için, yarı diyet gerekir. Muhıyt'te
de böyledir.
Ayağının küçük parmağı
için hükümetin adi vardır. Yürüyemediği, oturamadığı ve onları hareket
ettiremediği zaman, ikisi için tam diyet vardır. Sırâcü'l-Vehhâc'da da
böyledir.
Aksak bir ayak
kesildiği zaman hükümeti adi gerekir. Fetâvâyi Kâ-dihân'da da böyledir.
Bir kimse, hatâ ile,
bir kimsenin ayağını bacaktan keserse; ayak için diyet; kalan yer için,
hükümeti adi gerekir. Zehiyre'de de böyledir.
Bir adam, diğerinin
uyluk kemiğini kırar; o da tekrar tutup eski halini gelirse; bir şey gerekmez.
Bu İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin kavlidir.
İmâmeyn ise,
*'Hükümeti adi gerekir." buyurmuşlardır.
İmâm Süleyman, İmam
Mubammed (R.A.)'in şöyle buyııruduğımu Hac kitabında rivayet etmiştir.
İmâm Ebû Hanife
(R.A.)'ye göre bir kimse; bir adamın el, ayak ve başka yerinden bir kemik
kırar; o da kavuşup eski haline dönerse; diyet gerekmez.
Eğer, sargı sonunda
bir noksanlık meydana gelirse; o noksanlık hesaba alınır. Muhıyt*te de
böyledir.
Kaburga kemiği
hakkında, erş (= diyet) hükümeti adl'dir. Zehiyre'de de böyledir.
Erkek memesi ve meme
başı için, hükümeti adi gerekir. Zahıriy-ye'de de böyledir.
Erkeğin bir memesi,
yarı erştir; hükümeti adi gerekir. Mnhıyt'te de böyledir.
Kadının memesi
hakkında diyet gerekir. Memenin başı için de, memenin diyetinin yarısı vardır.
Tek meme için de yan diyet vardır.
Zâhiru'r rivlyede,
kadının memesi için
kısas olup olmadığı bulunamamıştır.
Kadının memesi ister
küçük olsun, isterse büyük olsun farketmez. Zahîriyye'de de böyledir.
Hünsânm mememsi, İmâm
Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, kadın memesi gibidir.
İmâmeyn'e göre ise,
kadınla erkek memesinin toplamının yansı kadardır. Sirâcü'I-Vehhâe'da da
böyledir.
Bir adam, diğerinin
sırtına vurduğunda, o şahıs cima yapamaz veya kambur olursa; tam diyet gerekir.
Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Cimadan geri
Jcalmayıp, kambur da olmadığı hâlde sırtındajd yara devamlı olarak kalsa,
hükümeti adi gereekir. Mohıyfte de böyledir.
Darb (= vurma) eseri
kalmazsa; bir şey gerekmez. İmâmeyn: "Doktor ücretini o verir."
buyurmuşlardır. Hızânetü'l-Mnftîn'de de böyledir.
Kadının göğüs kemiği
kırılsa ve sütü kesilse, o zaman diyet gerekir. Zehıyre'de de böyledir.
Husyenin ve zekerin
tam diyeti; hükümeti adl'dir. Cima için hareketi olsun veya olmasın, bize göre
müsavidir.
Bunun hükmü, cimadan
aciz bir mîn'in hükmü gibidir. Yaşlı bir adamın zekerinde de, cimaya gücü
yetmiyorsa, cevap ininin cevabı gibidir. Zehıyre'de de böyledir.
Zekerin haşefesi
kesilirse, tam diyet gerekir.
Geride kalan kısmında
böyle bir başmeydana gelir ve onu da keserse; yine diyet gerekir.
tik kesişte, yarası
iyileşmeden ve böyle bir baş maydana gelmeden tekrar keserse; tek diyetle hükümeti
adi gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.
Husyelerin diyeti de
tam diyettir. Muhıyt'te de böyledir.
Sağlam bir adamın
zekeri ve husyeleri hatâen kesildiğinde, eğer önce zeker kesilmişse; iki diyet
gerekir.
Şayet, önce husyeler
kesilmiş; sonra da zeker kesilmişse; husyeler için, tam diyet; zeker için,
hükümeti adlı gerekir.
Eğer uyluk tarafından
ikisi birden kesilmişse, kesene iki diyet gerekir. Zehıyre'de de böyledir.
Husyelerden birisi
kesilince, suyu kesilirse diyet gerekir. Hizânetü'l-MiifuVde de böyledir.
Kaba etler, sağ ve sol
butlar hatâen kesilirse; ikisine tam diyet; birisine yarı diyet gerekir.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerinin
karnına süngü saplar ve içerde yemek durmaz hâle gelirse; diyet gerekir.
Hiîlâsa'da da böyledir.
Bir adam, süngü veya
başka bir şeyi, diğerinin dübüründen dürter ve içerde yemek durmaz hâle
gelirse; diyet gerekir.
Keza bir adam,
diğerine vurduğunda; onu idrannı tutamaz hâle getirse; diyet gerekir. Fetâvâyi
Kâdihân'da da böyledir.
Bir kadının ferci
kesilir de, idrarını tutamaz hâle gelirse; diyet gerekir. Hulâsa'da da
böyledir.
Bir kadının ferci
kesilip cima yapamaz hâle gelirse; diyet gerekir. Hızanetü'I-MüfuVde de
böyledir.
Bir kadına
vurulduğunda, o kadından devamlı kan gelse; bir sene beklenir; iyileşirse, bir
şey gerekmez. Aksi takdirde diyet gerekir.
Bevlini (idrarını)
tutamayan da böyledir; bir sene beklenir. Kanna vurmak bunun hilâfınadır.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir kadının, dübürü
ile ferci arasındak zan parçalayıp, bu kadının bevlini tutamamasına sebep
olmak diyeti gerektirir.
Şayet bevlini tutar
da, o kadın câife olursa, üçte bir diyet gerekir. Feiâvâyi KâdihâıTda da
böyledir.
Bir adam, benzeri cima
edilmeyen bir kız çocuğuna cima eder ve o ölürse; şayet o yabancı ise, onun
âkılesine tam diyet verilir. Şayet kendi nikâhlısı ise, mehri kocasına; diyeti
ölenin âkılesine aittir. Hulâ-sâ'da da böyledir.
İbnii Rüsletn,
İmâm Mu ha m m e d (R.A.)
şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
Bir adam, benzerine
cima edilen kendi karısına cima ettiğinde, bu kadın ölürse; kocasına bir şey
gerekmez.
İmim Ebû Yûsuf (R.A.)
şöyle buyurmuştur.
Bir adam, karısına
cima ettiğinde, o kadının bir gözü görmez olur veya iki menfezi arasındaki zarı
parçalanır ve kadın ölürse; işte o adam, diyetini tazmin cJ^. imâm Mnhammed (R.A.)'de
bunların hepsinde tazminatta bulunurdu; ancak, zar parçalama hâlinde,
tazminatta bulunmazdı. Ve, bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavlidir."
buyururdu.
Bu hususta, Hişâm,
İmâm Muhammed (R.A.)'in kavli gibi, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'tan da bir kavil rivayet
etmiştir. Zehıyre'de de böyledir.
Fakıyh Ebu Nâsr
ed-Debbûsî şöyle buyurmuştur:
Yabancı bir kadın
itilip düşürülür ve onun bikri giderse; onu iten şahsa mehr-i misil ve tazir
vardır.
Ebû Hafs'da şöyle
buyurmuştur: Bu şahsın, o kadına kendi malından mehir vermesi gerekir.
Zahîriyye'de de böyledir.
Bir adam, daha cima
eylemediği karısını itince onun bikri bozul-sa; sonra da onu boşasa, yarım
mehir gerekir.
Şayet başka bir kadını
iter ve onun bikri bozulur; sonra da o kadını nikâhının altına alır ve ona
cima yaparsa, o adamın iki mehir vermesi gerekir. Mubiyt'te de böyledir. [29]
Başta ve yüzde meydana
gelen yaraya şec veya şecce denir. Çeneye kadar olan yüz ve çenenin altı, baş
yarma mahalli değildir.
Hızânetü'l-Müftîo'de
de böyledir.
tki lıhye (- sakal ve
bıyık) bize göre yüzdendir. Hidlye'de de böyledir.
Şec veya şecce denilen
yaraların çeşitleri şunlardır:
1-) Hansa:
Bu, başın derisinin yırtılıp, kan çıkmaması hâiİdir.
2-) Dâmia:
Bu, yarılan başda, gözyaşı kadar kan görünüp, onun dışarı çıkmadığı hâldir.
3-) Dâmiye:
Bu, yarılan başdan kanın akması hâlidir.
4-) Bâzıa:
Bu baş derisinin ve altındaki etin yarılarak, yaranın baş kemiğinin ince zarına
kadar varması hâlidir.
5-) Mûdiha:
Bu, yarığın, başm kemiğinin görünmesi hâline kadar varmasıdır.
6-) Hâşime:
Bu, baş kemiğininde kırılma meydana gelecek kadar, başta açılan yaradır.
7-)
Münakkile: Bu, kırıldıktan sonra kemiğin, baştan ayrılma hâlidir.
8-) Âmme:
Bu, baş yarığının tâ beyne kadar ulaşması hâlidir.
9-) Câife:
Bu, yarığın bevin zarına kadar ulaşıp, başın parçalanması hâlidir.
10-)
Mütelâhime: Bu da, yarığın başın kemik zarına kadar ulaşması ve deri ile
birlikte etin kesilmesi hâlidir. SerâfcsFnin Muhıyt'nde de böyledir.
Hasan bin Ziyâd, İmâm
Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyuruduğunu rivayet etmiştir:
Bunların içinden
mûdiha denilenden başkaları için, kısas gerekmez. Zahirü'r-rivâyede ise,
mûdihamn haricinde kalanlarda da kısas vardır.
İmâm Muhammed (R.A.),
bunu, el-Asl'da böyle söylemiştir. Esahh olan da budur. Tebyîn'de de böyledir.
Bütün âlimler bunu
kabul eylemişlerdir. Muhıyt'te de böyledir.
Siçac'ın yukarısında
olanlara, ister kasden olsun, ister hataân olsun, kısas gerekmez. Kasden olana
ne gerekiyorsa; hatâ ile olana da, o gerekir. Mnhıyl'te de böyledir.
Müdiha da, eğer hatâ
ile oldu ise, diyetin yirmide birisi gerekir. Hâşimede ise, onda biri gerekir.
Münakkile'de, diyetin
onda biri ile yirmide biri gerekir. Âmme'de, diyetin üçte birisi gerekir.
Câfide de diyetin üçte birisi gerekir.
îki câife olursa,
diyetin üçte ikisi gerekir. Hidâye'de de böyledir.
Bunların tamamında,
şayet yara iyileşir hiç bir eseri kalmaz ise; Hiç bir şey gerekmez.
Ancak İmâm Mahammed
(R.A.): "Bu yaralar iyileşene kadar, yaralayanın yaradan dolayı nafaka
vermesi gerekir." buyurmuştur. Şeyhu'l-İslâm'da böyle buyurmuştur.
ZehıyreMe de böyledir.
Bir adam, diğerinin
başını münakkale olarak yarar ve o da iyileşir; iyileştikten sonra da bir
eser, (iz) baki kalır ve bu az bir şey olursa; yine de onun ersi (diyeti)
verilir. Çünkü, erş gerektiği takdirde, her yönüyle gerekçesi yok olmadıkça,
sakıt olmaz. (= düşmez) Mutaıyt'te de böyledir.
Fetva bununla
verilmiştir. ZahîriyyeMe de böyledir.
Mûdiha'dan önceki altı
yaralamanın her hangi birisi, hatâ ile olursa, hükümeti adi gerekir. Muhıyt'te
de böyledir.
Hükümeti adl'de ihtilaf
edilmiştir: Tahâvi şöyle buyurmuştur:
Bunda yol eğer başı
yanlan köle olur ve o iz olmaksızın ne kıymete sahipse, o eser oluncaki kıymeti
ile aralarındaki kıymet farkına bakılır. Eğer o fark, kıymetinin onda birinin
yarısı kadarsa, diyetin onda birinin yarısının verilmesi gerekir. Şayet onda
birin dörtte biri kadarsa, o zaman da diyetinin onda birinin dörtte birisi
verilir.
Fetva da bunun
üzerinedir. Kafî'de de böyledir.
Âmme, başka yerde
değil, yalnız başta ve yüzde olur ve bu yaralamadan, beyin selâmette bulunur.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerinin
kulağına vursa ve vurduğu şey kulağından çıksa, İmâm Muhamnıed (R.A.):
"Hükümeti âdi gerekir." buyurmuştur.
Eğer ağzına vurduğu
şey, dimağına kadar nüfuz ederse (geçerse) yine İmâm Mahammed (R.A.):
"Hükümeti adi gerekir." buyurmuştur.
Bir adam, diğerinin
gözüne süngü veya ok atar ve o, şahsın kafasına kadar nüfuz ederse; gözü için,
yarı diyet gerekir; ilerisi için de, hükümeti adi gerekir. Dimağa isabat
ederse; gözü için, yan diyet; dimağa isabeti için de, hükümeti adi gerekir.
Serahs'nin Muhiyt'nde de böyledir.
Başm haricindeki
yaralamalarda, yüzde olan yara hakkında, hükümeti adi gerekir.
Şayet yaralanma
sonunda, kemik kırılıp, iyileşir, ancak eseri baki kalırsa; bu böyledir.
Eğer yaralamanın bir
eseri kalmaz ise, İmâm Ebû Hanife (R.Â.) ile İmâm Ebû Yûsaf (R.A.)'a göre,
yaralayan şahsa bir şey gerekmez.
İmâm Muhammet!
(R.A.)'e göre ise, iyileşene kadar o yaranm masrafını, yaralayan öder.
Serahsî'nrn Muhıyt'nde de böyledir.
Cevfe kadar nüfuz eden
yaralara câife denir. Göğüste, arkada ve karında açılan yaralar gibi., câife
olur, fakat ellerde, ayaklarda, uyluk-da, ağızda olmaz.
Ellerde, ayaklarda ve
boyunda meydana gelen ve cevfe nüfuz etmeyen yaralara ise, gayr-î câife denir.
Zekerle husyeler arasında
meydana gelen ve cevfe nüfuz eden yaralara da câife denir. Sirâcü'l-Vehhac'da
da böyledir.
Yaralama kısasında,
yaranın kapladığı alanın, enine veya uzununa olması fark etmez.
Bu yaranın, başın ön
kısmında veya arka kısmında yahut ortasında veya iki tarafında olmasında da
bir fark yoktur.
Yaralanan kimse,
dilerse kendisini yaralayanın açtığı yaranın bir benzerini yaralayan şahsın
başına istediği taraftan açar; dilerse, diyetini alır. Muhiyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerini
yirmi yerinden yaralar ve bu yaraların iyileşeceği tahayyül edilmezse; üç yıl
içinde tam diyet öder.
Şayet, yaraların
iyileşeceği tehayyül edilebilirse; bir yıl içinde (kâ-mit) tam diyet öder.
Kâfî'de de böyledir.
Bir adam, diğerini
yaraladığında; yaralanan adamın aklı veya şuuru, başından tamamen gider veya
onun başında hiç saç bitmezse; bu da diyete dâhil olur.
Şayet aklı başına
gelir; başının da saçı —önceden olduğu gibi— çıkarsa; yaralayan şahsa bir şey
gerekmez. Cevheretü'n-Neyyire'de de böyledir.
Bir adam, diğerinin kaşını
hatâen yaralar ve orada bir daha kaş bitmezse; yarı diyet ile yaralama ersi
gerekir. Sırâcü'l-Nehhâc'da da böyledir,
Şayet yaralanan
kimsenin duyma, görme veya konuşma duygusu kaybolursa; ona karşı hem diyet,
hem de yaralama ersi verilir.
Âlimlerimiz: Bu, İmâm
Ebû Harfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'in kavlidir." buyurmuşlardır.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ise: "Yaralama ersi, diyetin içine dâhildir." buyurmuş ve:
"Yalnız, görme gücünün kaybolması, göz diyetine dahil olmaz."
demiştir. Hidâye'de de böyledir.
Bir adam, diğerini
kasden yaraladığında; yaralanan şahsın, iki gözü de kör olsa; İmâm Ebû Hanife
(R.A.)'ye göre, kısas gerekmez.
İmameyn'e göre ise,
ikisi için de diyet gerekir. , Gözle ilgili yaralama ve diyet hususunda İbnü
Semâ'a, İmâm Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğunu nakletmîştir.
Hem yaralama, hem de
iki göz için diyet gerekir. Kâfî'de de böyledir.
Bir adam, başının
tepesinde ve önünde saç olmayan bir keli kasden yaralarsa; ona kısas değil de
İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, diyet (erş) gerekir.
Yaralayan şahıs:
"Onun da, bana yara açmasına razıyım." dese bile, buna itibar
edilmez.
Şayet yaralayanda
yaralanan gibi kel ise, o takdirde kısas yapılır. Muhıyt'te de böyledir.
Nâtifî'nin Vâkıâün'de
şöyle zikredilmiştir.
Kel bir kimseyi
yaralayan şahsa kısas yapılır; diyet de uygulanır. Hâşime denilen yaralama da
böyledir.
Münteka'da şöyle
zikredilmiştir: Bir adam, hatâen, kel bir adamı yaraladığında; ona yaralayanın
malında erş verilir.
Hâşime'de, yaralayan
kimsenin aknesinin diyet ödemesi gerekir. Muhıyt'te de böyledir.
En doğrusunu, ancak
Allahu Teâlâ bilir. [30]
Bir adam, bir
başkasına, "kılıç ile onu öldürmesini" emreder; o da öldürürse; o
hususda kısas gerekmez. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'den gelen iki rivayete göre bu
böyledir.
Esahh olan, bu durumda
diyet de lâzım olmaz. Bu, İmâmeyn'in de kavlidir.
Şayet ona, "elini
kesmeyi" veya "gözünü çıkarmayı*' emrederse; o da, hemen onu
yapıverirse; iki durumda da tazminat yokdur. Zahîriy-ye'de de böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam, başkasına:
"Elimi şu elbiseyi sana vermeme karşılık kes" veya "Şu
dirhemlere karşılık, elimi kes." der; o adam da öyle yaparsa, ona kısas
yoktur; beşyüz dirhem de yoktur. Muhıyt*te de böyledir.
Bir adam, diğerine:
"Kanuni, sana para karşılığı sattım." der; o da, onu öldürürse; kısas
gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir adam, diğerine:
"Oğlumu öldür." veya "Onun iki elini kes" der ve oğlu da
çocuk olursa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavline göre, ona kısas uygulanması
gerekir. Güzel olanı, onun diyet vermesidir.
Şayet bir adam,
diğerine: "Kölemi öldür." veya: "Elini kes." der; o da öyle
yaparsa; bir şey gerekmez. Vâkıât-ı Husamiyye'de de böyledir.
Şayet bir adam,
diğerine: "Kardeşimi öldür." der; o da öldürür ve emreden de onun
vârisi olursa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): "Bu katilden, diyet almak güzel
olur." buyurmuştur.
Eğer: "Başını
yar." der; o da yararsa; onu yapana bir şey gerekmez.
Şayet, o yaradan
ölürse, öldürene diyet gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir adam, diğerine:
"Babamı öldür." der; o da öldürürse; katilin, oğluna diyet ödemesi
gerekir.
Şayet: "Babamın
elini kes." der; o da keserse; kısas gerekir. Hüsâm'ın Vâkiâtı'nda da
böyledir.
Bir adam, başkasının
kölesine: "Nefsini öldür." der; o da öldürürse; bu durumda,
emreden şahsın, o kölenin
kıymetini Ödemesi gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam, diğerine:
"Bana karşı VJir suç işle." der; o adam da ona bir taş atıp onu
benzeri ile yaşanabilen bir yara ile yaralarsa; bu şahsa cani denir; katil
denilmez. Sonra da o adam, bu yüzden ölürse; bucâniye bir şey gerekmez.
Şayet onu, emsali ile
yaşanmayacak bir şekilde yaraladı ise, işte o zaman, ona katil denilir ve
üzerine diyet gerekir.
Eğer: "Bana karşı
bir suç işle" der; diğeri de, onu kılıcıyla öldürürse; ona kısas
yapılmaz; malından diyet öder. Muhıyt'te de böyledir.
Bir sabi diğer bir
sabiye bir insanı öldürmeyi söylese, o da hemen öldürse, öldürenin âkılesi
üzerine diyet düşer ve o âkile söyleyenin âkile-sine müracaat edemezler.
Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Şayet emr olunan köle
ise, onun efendisi, emreden şahsa müracaat eder. Attâbî'nin Ziyâdât Şerhi'nde
de böyledir.
Bir adam, bir sabîye,
"bir adamı öldürmesini" emreder; o-sabî de, o adamı Öldürürse; diyet,
öldüren sabînin âkılesine âit olur. Ve o âkile, emreden şahsın
âkilesine müracaat eder.
Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Şayet, kendisine
emredilen kimse ticaretten men edilmiş bir köle ise, (ister küçük olsun isterse
büyük olsun) onun efendisi muhayyerdir:
ister, köleyi verir;
isterse, fidyesini verir. Sonra da, verdiğini emredenin malından geri alır.
Attabî*nin Ziyâdat Şerhî'nde de böyledir,
Bir baliğ, diğer bir
baliğe böyle bir şey emrederse; tazminat katile âit olur; emredene ait olmaz.
Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Bir adam, bir sabiye
"diğer birinin malını öldürmesini" veya "elbisesini
yakmasını" yahut "yemeğini yemesini" emreder; sabî de emredileni
yaparsa; tazminat, o sabînin malından yapılır. O da emredene müracaat eder.
Şayet, bir sabî, böyle
bir şeyi bulûğa ermiş bir şahsa söyler ve o da, onu yaparsa;
sabîye tazminat gerekmez;
tazminatı baliğ yapar. Serahsî'nin Mohıyt'inde de böyledir.
İzinli bir köle, kör
sabîye, "bir adamın elbisesini yırtmasını" emreder veya sabîyi, bir
ihtiyaç için gönderince, o sabî suç işlerse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): "Bu
durumda, emreden şahıs tazminatta bulunur. Şayet, o adam, öldürmesini emretmiş
olsaydı ve o da onu öldürseydi, âmire tazminat gerekmezdi." buyurmuştur.
Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Şayet, emreden izinsiz
bir köle emredilen de onun gibi ise, katilin efendisi muhayyerdir: İster,
köleyi verir; ister» fidyesini verir. Hâl-i hazırda da, emredilenin efendisine
müracaat edemez. Fakat, köle azledildikten sonra, ona tazmin ettirir.
Eğer, emreyleyen küçük
ise, işte o zaman, azâd edildikten sonra da ona müracaat edemez. Attâbî'nin
Ziyâdat Şerhî'nde de böyledir.
Mükâtep, —büyük olsun
küçük olsun— izinli veya is^nsiz bir köleye —küçük veya büyük olsun— "bir
adamı öldürmesini" emreder; o da, onu öldürürse; öldürenin efendisi, ister
köleyi, isterse fidyesini verir.
Sonra da kıymeti için,
mükâtebe müracaat eder.
Ancak, kölenin kıymeti
on bin dirhemden fazla ise, o takdirde, on bin dirhem için müracaat eder.
Ancak, kölenin kıymeti
on bin dirhemden fazla ise, o takdirde, on bin dirhem için müracaat eder.
Şayet mükâtep, âciz
ise, katilin efendisi, onun efendisine, müracaat, ederek, onun satılmasını
ister.
Eğer acz halinden
sonra veya önce o mükâtep, azledilirse; katil kölenin efendisi, ona takip
ederek verdiği kölenin kıymetini veya azledilen mükâtebin kıymetini alır.
Muhıyt'te de böyledir.
Emreden —küçük veya
büyük— mükâtep olur me'murda hür olursa; diyet, öldürenin âkılesine âit olur. O
âkile de mükâtebin kıymetine
müracaat eder. Çünkü,
bu cinayet mükâtebin
cinayetidir. Attâbî'nin Ziyâdat Şerhı'nde de böyledir.
Şayet mükâtep âciz
olup, hâkim hükmünü vermeden önce, köleliğe dönerse; bu mükatebten, katilin
âkılesinin hakkı bâtıl olur.
Fakat, bu hâkimin
hükmünden sonra olur; âkile de henüz diyeti ödememiş bulunursa; İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, hâli hazırda yine haklan bâtıl olur. Âzad edildikten sonra, ona
müracaat ederler.
tmâmeyn'in kavline
göre ise, haklan batıl olmaz ve onun hâli hazırda olan malını alırlar.
Muhiyt'te de böyledir.
Hükümden sonra âciz ve
katilin âkılesine bir şeyler de ödemiş bulunursa; onlar teslim edilirler;
ödenmeyen bâtıl olur.tmâm Ebû Hani-fe (R.A.)'ye göre, bâtıl olmaz.
İmâmeyn'e göre, geride
kalan borcu için o satılır. Çünkü, efendisi onu Ödememiştir. Attâbî'nin Ziyâdat
Şerhı'nde de böyledir.
Aczinden sonra,
efendisi onu —hakim hükmünü verdikten sonra— azâd ederse; katilin
âkılesi muhayyerdir: İsterlerse, onun efendisine tazmin ettirirler ve geride
kalan için de azâd olmuş bulunan mü-kâtebe müracaat ederler; isterlerse, tamamını
ö âzad olunmuş adama ödetirler.
Bu, tmâmeyn'in
kavlidir.
İmâm Ebû Hanife (R.A.)
ise şöyle buyurmuştur:
Onlar efendiye
tazminat yaptıramazlar. Hâli hazırda, köleye de yaptıramazlar.
Şayet köle, âciz olmaz
ve kitabet bedelini öder; hakimin hükmünden önce de azad edilir veya hükümden
sonra azad edilirse; artık, katilin âkılesi, ona müracaat ederler. Ancak,
ödedikleri kadar alırlar ve onlar, üç senede üçte bir diyet ödemişlerdir.
Kendileri de o adama, onu üç senede —üçte bir, üçte, bir, üçte bir almak üzere—
ödetirler. Muhıyt'te de böyledir.
Âmir de, me'mur da
mükâtep iseler; tazminat katile ait olur. O, âmirede müracaat edemez.
Attâbî'nin Ziyâdat Şerhı'nde de böyledir.
Bir adam, diğerine,
"kölesini kırbaçlamasını" emreder, o da, ona kırbaç vurup yaralar; veya
elini keser ve o adam ölürse; bu cinayetin yarısı bâtıl olur; yarısını cânî
tazmin eder. Camii Kebîr Muhtasar'in da da böyledir.
Bir adamın
kölesi olur ve bir başkasma, "onu bir defa kamçılamasını"
emreder; o da iki defa vurur; bir kamçı da efendisi vurur; sonra da ona, bir
yabancı bir kamçı vurur ve bu köle ölürse; ikinci kamçıyı vuran me'murun
âkılesinden, kölenin kıymetinin altıda biri alınır; yabancının âkılesinden ise
kıymetinin üçte biri ahnır; bundan başkası £âtıl olur.
Kendisine emredilen
şahıs üç kırbaç vursaydı, mes'ele yine bu hâl üzere olurdu. Serahsî'nin
Muhıyt'ınde de böyledir.
İki kişinin ortak bir
köleleri olduğunda; onlardan birisi, ortağına: "Ona bir kırbaç vur"
diye emreder; o da, ona bir kırbaç vurduktan sonra, iki kırbaç daha vurur ve
daha sonra da, kırbaç vuran şahıs, o köleyi azâd eder; bilâhare de, diğer
efendisi, o köleye bir kırbaç vurur; köle de bu kırbaçların tesiriyle ölürse;
bu ortaklar, vurdukları kırbaçlar nisbetinde diyet öderler.
Şayet fakir iseler,
tazminat gerekmez.
Eğer zengin iseler,
önceki vuran kıymetinin yan diyetini, ikinci vuran şahsa öder. tkinci vuran da,
yan diyetini —varsa— bu kölenin varislerine; yoksa, âkılesine öder. Muhtasar
Camii Kebîr'de de böyledir.
Uyûn'da şöyle
zikredilmiştir.
Bir adam, iki kişiye:
"Şu köleme, yüz kamçı vurunuz." derse; onlardan birisinin, yüz kamçı
vurmak hakkı yoktur.
Eğer, birisi doksan
dokuz kırbaç vurur; diğeri de bir kırbaç vurursa; kıyasda, doksan dokuz kamçı
vuran onu tazmin eder.
îstihsandS ise,
tazminat yoktur. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir adam, bir sabîye,
bir silah vererek: "Şunu tutu." der; sabî de o silah sebebiyle helak
olursa; silahı ona verenin, o sabînin âkılesine diyet vermesi gerekir.
Şayet: "Bunu,
benim için tut." demedi ise böyledir. Muhtar olan, öyle demiş olsa da yine
diyet gerekir.
Bir kimse, bir sabîye
bir silah verir ve o sabî, bu silâhla kendisini veya başkasını öldürürse,
bi'1-icma silahı veren şahsın
tazminatta bulunması gerekmez. Hulâsa'da da böyledir.
Silahı sabîye veren
şahıs, onun helak olmasını istemediği hâlde, sabî kendi kendini Öldürür veya
silah elinden düşerek ölümüne sebep olursa; ona silah veren şahsa tazminat
gerekmez. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir adam, ticâret
yapmasına izin verilmemiş bir sabîye: "Şu ağaca çıkda, bana meyvesinden
topla." der; sabî de ağaçtan düşerek ölürse; emredenin âkılesinin, sabînin
diyetini vermesi icabeder.
Sabîye bir şey
taşımasını veya ağaç kesmesini emrederse; hüküm yine böyledir.
Şayet, o sabîye:
"Şu ağaca çıkda meyve topla." deyip "Benim için topla."
demese; sabîde öyle yaparken düşüp ölse; âlimler burda ihtilaf eylediler. Sahih ölen
kavil, ister "benim için topla." desin; ister demesin, her hâlinde de tazminat
gerekir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Câmiu's-Sağır'de şöyle
zikredilmiştir*
Bîr adam, diğerinin
kölesine: "Şu ağaca çık ve yemen için meyve topla." der; o da ağaca
çıkar ve düşüp ölürse; tazminat gerekmez. Muhiyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerinin
kölesine odun kırmasını veya başka bir iş yapmasını emreder; o yüzden de bu
köle Ölürse; tazminat gerekir. Hulâsa'da da böyledir.
Bir adam, bir sabîyi,
bir hayvana bindirip ona: "Bunu, benim için tut." der; bu sabî de, o
hayvandan düşüp ölürse; onu bindiren şahsın âkılesinin diyet vermeleri
icabeder. Sabînin buna benzer bir hayvana binebilmesi ile binememesi müsavidir.
Şayet, bir sabî,
hayvanı sürer; o da birisini tepeleyerek öldürür ve bu durumda, sabî de
hayvanın üzerinde olursa; ölenin diyetini; sabînin âkılesi tazmin eder. Onu, bu
hayvana bindirenin âkılesine bir şey gerekmez.
Eğer sabî, hayvanı
sürecek durumda değilse, küçüklüğünden dolayı, hayvanın basıp öldürdüğü adamın
kanı heder olmuştur (= boşa gitmiştir).
Eğer üzerindeki çocuk
da düşmüş ve o da ölmüşse; ister hayvan dururken düşsün, ister giderken düşsün,
çocuğun diyeti, onu hayvana bindirenin âkılesi üzerinedir. Fetâvâyi Kâdihân'da
da böyledir.
Bir hayvana, sabî ile
birlikte, bir adam da bindiğinde; o hayvan, bir adamı tepeleyip öldürse; diyeti
hasseten o binen adamın âkılesinin üzerine olur. Kendisine de keffaret gerekir.
Şayet, hayvana sabî
vurur ve hayvan o yüzden yürürse; işte bu durumda, hayvanın tepeleyip Öldürdüğü
adamın diyetin, hem çocuğun, hem de yanındaki adamın âkileleri öderler.
Sonra da çocuğun
âkileleri, büyüğün âkılelerine müracaat ederler. Serahsi'nin Muhiyt'ınde de böyledir.
Bir köle, hür bir
çocuğu, bir hayvana bindirir; ve o çocuk, bu hayvandan düşüp Ölürse; onun
diyeti, köleye aittir. O kölenin efendisi, ya o köleyi veya fidyesini, çocuğun
sahibine verir.
Şayet köle, sabî ile
birlikte hayvanın üzerinde olur ve birlikte giderken, hayvan bir adama basarak
öldürmüş bulunursa; diyetin yarısı, sabînin âkilesinin boynuna, yarısı da
köleyedir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Yaşlı bir hür, küçük
bir köleyi, bir hayvanın üzerine bindirdiğinde o çocuk da emsali hayvana binip
sürebilmekte olan bir çocuk olur sonra da, ona, "hayvanı sürmesini"
emreder; o hayvan da, bir adamı tepeleyip Öldürürse, işte bu hâlde, mes'uliyet
köleye aittir. Onun efendisi, ya onu verir veya diyetini öder.
Sonra da, onun
efendisi, onun kıymetinden en azım gasıptan alır.
Bir çocuğu hayvanın
üzerine kor; o da hayvana vurmaz ve onu tutmaz, hayvan kendi başına gider ve
bir adamı tepeleyip öldürürse; o adamın kanı heder olmuştur.
Bir adam, bir sabîyi,
bir duvar üzerinde veya ağaç üzerinde görüp, onu çağırır vey ona:
"Düşme" der; çocuk da düşüp; ona öyle söyleyen şahsa bir şey
gerekmez. Mebsûl Şerhî'nde de böyledir.
Babasının yanında olan
bir çocuğu, bir başkası, babasının elinden çeker; babası da çocuğu tutar ve bu
çocuk ölürse; diyet, çocuğu çeken şahsa ait olur. Babası da ona vâris olur.
Şayet çocuğu birlikte
çekseler (yani, bir taraftan cani; diğer taraftan baba çekse) ve bu çocuk ölse;
diyeti, ikisinin arasında olur. Bu baba, çocuğa vâris de olamaz. Vâkıât'ta da
böyledir.
Bir çocuk, suda
boğulup ölse, veya duvardan düşüp ölse; şayet nefsini muhafaza edecek kadar
indi ise, ana ve babasına bir şey
gerekmez.
Şayet çocuk nefsini
koruyacak durumda değilse, eğer bu evlerinde oldu ise her ikisine de keffâret
gerekir.
Eğer her hangi
birisinin hücresinde (odasında) oldu ise, yalnız ona keffâret gerekir.
Fakıyh Ebûl Kasım, ana
baba hakkında şöyle buyurmuştur: Şayet onlar, sabiyi takip etmezler de, o sabî
damın üzerinden düşer
ve ölürse veya
yanarsa; onlara, tevbe istiğfardan başka bir şey gerekmez. Fakıyh Ebû'l-Leys'de
bunu ihtiyar ederek: "İkisine veya birisine keffâret gerekmez."
buyurdu. Ancak, elinden düşürürse o müstesnadır. . Fetva da Ebû'l-Leys'in ihtiyarı üzerinedir.
Zahîriyye'de de böyledir.
Sahih olan da budur.
Fetâvlyi Kâdihân'da da böyledir.
Bir ana, çocuğunu
babasının yanma bırakıp gider; sabî da, bir başka kadının memesini kabul eder;
fakat, babası süt anası tutmaz ve çocuk açlıktan ölürse; işte bu dununda, baba
hem günahkârdır; hem de keffâret orucu tutması gerekir. Tevbe etmesi de
elzemdir.
Şayet sabî, başka
kadının memesini kabul etmiyor; anası da bunu bilmiyorsa, günâh anasına aittir.
Çünkü, onun ölümüne sebeb olmuştur ve keffâret gerekir.
Bu mes'ele de,
önceki mes'ele gibi
ihtilaflıdır. Mubıyt'te de böyledir.
Altı yaşındaki bir kız
çocuğu, âteşin yanına otururken, baba çıkıp gittikten sonra; ana da çıkıp
komşuya gitse ve bu kız çocuğu yanarak ölse; bu durumda anneye diyet gerekmez.
Şayet malı varsa, bu anne inanmış bir kadını azâd eder. Değilse, arka arkaya
iki ay oruç tutar. Üzüntü, nedamet ve istiğfarda bulunur. Umulur ki, Allahu
Teâlâ onu bağışlar. Bu müstehap
olandır. Netice ise,
keffâretler kısmında geçmiştir.
Zahıriyye'de de böyledir.
el-Asl kitabında şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam, hür bir
sabîyi gasbedip* götürür; bu sabî de ölürse; burda iki durum vardır.
Korunması, kaçınılması
imkânı olmayan bir iş sebebiyle Ölmüş olabilir.
Şöyle ki: Bu Çocuğa
humma hastalığı isabet eylemiş olabilir. Bu durumda, bi'1-icma gasıbın
tazminatta bulunması gerekmez.
Veya kaçınılması
ve korumılması mümkün
olan bir şeyden ölmüştür.
Başkası tarafından
öldürülmesi; ona bir taş değmesi veya üzerine duvar yıküması yahut yıldırım
düşüp, ona isabet ederek öldürmesi veya yılan sokması yahut vahşî bir hayvanın
parçalaması veya duvardan atılması, dağdan yuvarlanması gibi durumlarda gâsıp,
çocuğun diyetini, tazmin eder.
Üç imamımızın görüş de
budur.
Keza, sabî,
kendi nefsini katlederse bİ'1-icma gâsıba tazminat gerekmez.
Köle hakkmda ise,
kaçınması mümkün olan hallarde, aksi halde de böyledir. Yani her halde tazminat
gerekir. Mahıyt'te de böyledir.
Bir adam, bir sabiyi
gasbeder ve onu Öldürücü olan bir yerin yakınma bırakır ve o helak oiursa
(ölürse) —o hür ise— tazminat gerekir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Bir adam, bir sabîyi,
bir köleye emânet eder; o köle de, onu öldürürse; âkılesinin, onun kıymetini
tazmin etmesi gerekir.
Şayet, bir köleye, bir
yiyecek emânet edilir; o da, onu yerse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm
Muhammet! (R.A.)'e göre, tazminat gerekmez.
Fakat, îmâm Ebû Yûsuf
(R.A.) "İki durumda da tazmin eder." buyurmuştur.
Bundan dolayı, mahcur
bir kölenin yanına, bir mal, emânet olarak bırakıldığında, o mal orda zayi
olursa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, tazminat
gerekmez. O, azâd edildikten sonra sorumlu tutulur.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre ise; hali hazırda sorumlu tutulur.
Buna göre, borç
vermek, ariyet bırakmak, satış ve teslim gibi şeylerde köle ve sabî hakkında
(sabî akıttı olursa) tazminat gerekir.
Sabî akıllı olmaz ise,
bi'1-icma tazminat gerekmez. Eğer emânet edilmeyen bir malı zayi ederse, tazmin
eder. Kâfî'de de böyledir.
Bir baba, terbiyesi
için çocuğunu döğduğünde veya bir vasî terbiyesi için yetimi döğünce, çocuk
ölürse, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre tazminat gerekir.
Şayet, dersi için,
muallimi, babanın veya vasînin izni olmadan döğerse; bu durumda tazminat
gerekmez.
Bir koca, karısını
terbiye etmek için, döver ve kadın ölürse; tazminat gerekir.
Terbiyesi için dövdüğü
çocuk ölürse, babaya, —diyet değilde— keffâret gerekir.
Onun haricinde bir
sebeple dövüp öldürürse, hem keffâret, hem de diyet gerekir.
Karısını öldürene hem
diyet, hem de keffâret gerekir. Hüsâm'ın Vâkıâtı'nda da böyledir.
Bir kadın (ana) küçük
çocuğu, terbiye için döverse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, ona tazminat
gerekir.
İmâraeyn'in, bu
husustaki kavillerinde âlimler ihtilaf eylediler: Bir kısmı: "Onlara göre
tazminat gerekir." bir kısmı da "gerekmez" buyurdular. Muhıyt'te
de böyledir.
Bir adam, Kur'an
öğretmek için, çocuğunu döverse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): Çocuk Ölürse» baba diyetini
öder ve ona vâris olamaz." buyurmuştur.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ise; bu durumda baba, hem vâris olur; hem de diyet ödemez" buyurmuştur.
Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Hacamatçı, kan alan,
neşter vuran veya sünnetçi bir kimse, çocukların sahiplerinin izniyle,
sanatlarını ifa ederler ve bu yüzden çocuk ölürse; onlara tazminat gerekmez.
Sirâciyye'de de böyledir.
Sanatkârlar,
efendisinin izniyle, bunları, bir köleye yapsalar yine tazminat gerekmez.
Muhıyt'te de böyledir.
İbnü Semâa, İmâm
Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Bir sünnetçi,
babasının izniyle, bir çocuğu sünnet ederken, bıçak çocuğun haşefini kesse ve o
çocuk ölse; sünnetçinin âküesi, yarı diyet öder.
Eğer sabî
yaşarsa, sünnetçinin âkılesine
tam diyet gerekir.
Serahsfnin Muhıyt'ınde
de böyledir.
Bu söylediğimiz
"haşefesi kesilip de Ölene yarı diyet" sözü, İmâm Muhammed (R.A.)'den
rivayet edilmiştir.
Bu rivayet,
Mecmûu'n-Nevâzil'de yazılıdır. el-Asi kitabında ise: "Bir şey
gerekmez." buyrulmuştur. Bu,
cinayetü'1-Itak bahsinde de
zikredilmiştir. Zehıyre'de de böyledir.
[31]
Müslüman olsun, kâfir
olsun, hamile bir kadının karnına vurulur da, çocuk ölü olarak düşer ve o hür
olursa; (ister erkek olsun, ister kız olsun) vuranın âkilesinin gurre (= beş
yüz dirhem) ödemeleri gerekir.
Bu gurre, vârislere
ferâiz usûlüne uyularak taksim edilir.
Şayet, vuran şahıs
vâris ise, ona miras düşmez. Bunda, keffâret de yokdur. Sirâciyye'de de
böyledir.
Düşen cenin, iki ölü
çocuk olursa, o zaman iki gurre lâzım olur. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Cenin: Henüz ana
karnında bulunan çocuk demektir. Saç yerinde olursa, Ahkâmın —hükümlerin—
tamamına sahibdir.
Yaratılışı tebeyyün
etmiş ve azası belirmiş olan cenin, ahkâmın tamamına sahiptir. Kâfi1 de de
böyledir.
Cenin, şayet vurma
neticesinde sağ olarak düşer de sonra ölürse; işte onun hakkında —gurre
değilde— tam diyet ve bir de keffâret gerekir. Mebsût'îa da böyledir.
Eğer cenin, ölü olarak
düşer ve sonradan, o yüzden anası ölürse; ananın ölümü için tam diyet; cenin
için de gurre gerekir.
Şayet, vurma yüzünden,
önce ana ölür; sonra cenin düşer ve o sağ çıkar da, sonra ölürse; bir diyet
anası için, bir diyet de cenin için olmak üzere, iki diyet lâzım olur.
Şayet, ana ölür; cenin
de ölü çıkarsa; o cenin için bir şey gerekmez. Anası için ise, bir diyet
gerekir. Hidâye'de de böyledir.
Çocuğun başı çıkar ve
ağlar; bir adanı da gelerek onu boğazlarsa, ona gurre gerekir. Çünkü cenindir.
HızAnetü'l-Müftln'de de böyledir.
Bir adam, bir kadının
karnına vurduğunda iki cenin düşer ve bunların birisi Ölü olur; diğeri de
düştükten sonra Ölürse; vuran şahsa, onlardan ölü doğan için, gurre; sağ doğan
için de tam diyet gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir kimse, kendi
karısının karnıma vurunca, bir sağ çocuk düşer; sonra da o çocuk ölür;
arkasından bir de ölü cenin düşer; bilâhare de anaları ölür; o adamın, başka
karısından oğulları da olur; fakat, o ölen kadından, başka çocuğu olmaz; bu
katimin» ana baba bir kız kardeşi bulunursa; o babanın âkiîesi sağ doğan çocuk
için, tam bir diyetin altıda birine anası vâris olur. Geride kalanına» diğer
baba bir kardeşleri vâris ölürler.
Bu baba iki de
keffâret gerekir; birisi sağ doğan çocuk için; diğeri de onun anası için. Ölü
düşen çocuk için de bu babanın âkilesinin beş yüz dirhem gurre Ödemesi gerekir.
Ana ondan da südüs (= altıda bir) hisse alır.
Sağ düşen çocuk
içinde, gurreden südüs (- altıda bir) hisse alır.
Ölen kadının bütün
hisseleri, o öz bacısının olur. Mebsût'ta da böyledir. • Şayet, karnındaki iki
cenin olur ve onlardan biri ölmeden önce çıkar; diğeri de öldükten sonra çıkar
ve sağ çıkan da Ölürse; onun için gurre vardır; diğeri için yoktur.
Anası öldükten sonra,
Ölü çıkan için diyet hakkı yoktur. Anasının ondan dolayı mîras hakkı vardır/
Şayet anasının
ölümünden sonra, sağ doğmuş olsa da sonradan ölseydi, anasına vâris olurdu.
Anasının, onun kardeşinden dolayı vâris olduğu gurreye de vâris olurdu. Baba
bir kardeşi olmasaydı, kardeşinin de mirasına vâris olurdu. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, bir
cariyenin karnına vurur ve b ir Ölü cenin düşer; anası da sağ olursa; duruma
bakılır: Eğer hami o cariyenin efendisinden ise, gurresi ona ait olur.
Eğer, cenin, köle ise,
zahirim'r-rivayede: ";İlimlerimizin rivayetlerine göre tam teşekküllü
düşmüşse, kıymetine bakılır. Erkek ise, kıymetinin onda birinin yarısı; kız
ise, kıymetinin onda biri gerekir." denilmiştir. Muhıyt'te de böyledir.
Cenin'in anası cariye
ise, Hasan bin Ziyâd'm rivayetine göre, vuranın malından, o anda gurresi
alınır.
Anası hür ise, o
zaman, gurresi vuranın âkılesinden bir seneye kadar alınır. Tahâvî Şerhı'nde de
böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam, bir
cariyenin karnına vurunca, bir ölü cenin düşer ve bu câriye de Ölürse; İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.): "Vuran adam üç sene içinde, o cariyenin kıymetini
öder." buyurmuştur. Zehıyre'de de böyledir.
Karnına vurulan bir
câriye ile onun karnındakini efendisi azâd eder; sonra da o câriye, sağ olarak
bir cenin düşürür ve bu cenin sonradan ölürse, diyet değil, onun kıymeti
tazmin edilir. Azâd edildikten sonra da olsa, diyet gerekmez. Kâfî'de de
böyledir.
Vurduktan sonra
cariyeyi satar; o da Ölü bir cenin düşürürse; gurresi satıcıya aittir.
Eğer vurulduğu zaman
ceninin babası köle olduğu hâlde, sonradan efendisi onu azâd eyledi ve daha
sonra da câriye, cenin düşürdü ise, baba için bir şey yoktur. İtibar, vurulduğu
zamanıdır. Muhıyt'te de böyledir.
tbnü Semâa'nın
Nevâdiri'nde, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.
Bir adam, hâmile olan
cariyesine: "Karnında olan iki çocuktan birisi hür'dür." dedikten
sonra bu adam ölür ve bir adam da o cariyenin karnına vurunca, biri erkek, biri
kız olan iki cenin, Ölü olarak düşerse; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.): "Cânî,
erkek için yarı gurre verir. Bu da beşyüz dirhemin yarısıdır. Aynı zamanda,
erkeğin kıymetinin onda birinin dörtte birini verir. Şayet sağ düşseydi, o
takdirde cani beşyüzün yarısı ile kıymetinin onda birinin yarısını
verecekti." buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kadın, kendi
karnına vursa veya kasden çocuğu düşürmen için ilaç içse yahut fercine ilaç
koysa da çocuk düşse, onun gurresini âkılesi tazmin eder.
Eğer bunu, kocasının
izni olmadan yaparsa, böyledir.
Şayet, kocasının
izniyle yaparsa kadına bir şey gerekmez. Kâfi'de de böyledir..
Bir kadaın, çocuk zayi
etmek için değil de, bir derdi için ilaç içtiğinde, çocuk düşerse, o kadına bir
şey gerekmez. Zahîriyye'de de böyledir.
Fetâvâyi Nesefî'de
şöyle zikredilmiştir:
Bir kadın, iddetini
bitirmek maksadı ile çocuk zayi etse; eğer bunu kendi isteğiyle yaptı ise,
gurre gerekir ve o kocasının olur. Muhıyt'te de; böyledir.
Bir adam, bin dirheme
bir câriye satın alıp, ona cima' eder; o câriye hâmile kalır; sonra da
efendisi, onun karnına kasden vurur veya çocuğu zayi etmesi için, ona ilaç
içirir; bu câriye de ölü bir cenin düşürür; sonra da, o cariyeye bir hak sahibi
çıkıp, hâkim de, cariyeyi ve onun mehrini ona hükmederse; müşteri, satıcıya baş
vurup, parasını İster. Sonra da hak sahibine:
"Gerçekten senin cariyen, çocuğunu Öldürdü. O da hür idi. Çünkü, o
aldatılanın çocuğudur ve çocuk hürdür." denilir. Müşteriye de: "Gurre
veya çocuğun kıymeti, sana teslim edildi mi? Eğer sağ idiyse, kıymetinin
tamamını haksahibine vereceksin. Eğer gurre ise (= beş yüz dirhemdir) onu
ödeyeceksin." denilir.
Hür veledin kıymeti, eğer
oğlan ise on bin dirhemdir. Şayet kız ise, beş bin dirhemdir.
Hak sahibi, bu durumda
ister, satıcıya müracaat eder; isterse, müşteriye müracaat eder.
Satıcıya müracaat
edince, o da müşteriye müracaat eder.
Müşteriye müracaat
edince, o da satıcıya müracaat edemez.
Ancak, çocuğun
kıymetinden dolayı, —kendisini aldattığı için— müracaat eder. Ziyâdat Şerhı'nde
de böyledir.
Bir adam, hamile olan
bir cariyeyi satın aldığında; onu karnındaki azad edilene kadar teslim almaz;
sonra da, o cariyenin karnına birisi vurur ve bu câriye ölü bir cenin
düştirürse; müşteri muhayyerdir: ister, parasının tamamıyla, cariyeyi teslim
alır ve düşen çocuğun gurresini caniden hür olarak talep eder ve bu fazlalık
müşteri için halaldır; dilerse, satışı fesheder.
Şayet, çocuğun babası
hür birisi ise veya efendisinden Önce başka bir vârisi varsa, erş (diyet) için,
iki durumda da müşteri için bir hak yoktur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, hâmile bir
kadının karnına bıçak vurduğunda; bıçak anasının kanundaki çocuğun eline isabet
edip, onu keser ve sonra da kadın, onu sağ olarak doğurursa; bu hatâen olduğu
için, vuran şahsın âkılesinin nısıf (= yarım) diyet Ödemesi gerekir. [32]
Bir kimse, önceden,
yıkılacağını bilerek bir duvar yapar ve o duvar, bir şahsın üzerine yıkılarak
onu öldürür veya bir malın telef olmasına sebep olursa; bu durumda, duvar
sahibi, onu tazmin eder. Kendisinin, o duvarı yıkmaya gelip gelmemesi arasında
da bir fark yoktur.
Duvar, yıkılacak
şekilde eğri yapılmadığı hâlde zaman geçtikçe yıkılmaya meyleder; sonra da bir
adamın üzerine yıkılır, veya bir malın üzerine düşer ve onu telef ederse; bu
duvarın sahibi, onu tazmin eder mi?
Şayet, kendisi yıkmaya
daha gelmeden önce yıkılırsa, duvar sahibine üç imamımıza göre de tazminat
gerekmez.
Fakat, onu yıkmaya
geldiği hâlde yıkmazsa; kıyâsda yine tazminat gerekmezse de istihsanda,
gerekir. (Zehıyre'de de böyledir.)
Bundan sonra, o yüzden
nefisler telef olursa, ölen içn âkilesine, kalandan tazminatta bulunur.
Tebyîn'de de böyledir.
Bir adama,' 'yıkılmaya
meyletmiş olan duvarını yıkması" söylenir ve o gelmeden bu duvar, birinin
üzerine yıkılıp, onu öldürürse; bu duvar sahibinin diyet ödemesi gerekir.
Bu, İmâm Muhammed
(R.A.)'in kavlidir.
Emâlî sahihleri şöyle
buyurmuşlar:
İmâm Ebü Yûsuf
(R.A.)'a göre, bu duvar sahibine tazminat gerekmez.
Sahih olanı, İmâm
Muhammed (R.A.)'in görüşüdür. Zehıyre'de de böyledir.
Bir duvar, bir adamın
üzerine yıkılarak onu öldürür veya bir adam, onu yıkmak için ona dayanınca,
duvar yıkılmadan o adam ölü-verir; sonra da bir başka şahıs, o duvarı ölenin
üzerine iterek yıkarsa; bu durumlarda duvar sahibinin âkilesinin üzerine
tazminat gerekmez. Muhiyt'te de böyledir.
Hükümdar veya bir
başkası tarafından duvar sahibine tekaddüm sahihdir.
Tekaddüm: Duvar
sahibine: Kendisi yıkılıp bir şeyin telef olmamasını sağlamasından önce
"Duvarın, yıkılmak üzre meyletmiştir. Yıkılacağından korkuluyor. Onu
yık" demekdir. Muhıyt'te de böyledir.
Şayet, bir adama:
"Duvarın yıkılmaya yüz tutmuş; onu yıksan uygun olur." denilirse; bu,
bir talep değil, meşveret olur. Fetâvâyi Kâdî-hân'da da böyledir.
Duvarın yıkılmasını
talep etmek ve bu hususta şahit tutmak, tekaddüm için şart değildir.
Hatta, bir adam, duvar
sahibinden, -şahit edinmeden- fariğ olmasını diler; o da imkânı olduğu hâlde
fariğ olmaz ve duvar yıkılıp, o yüzden bir şey telef olur; o adam da dileğini
ikrar ederse; telef olan şeyi, duvar sahibi tazmin eder.
Ancak şahit edinmenin
faydası vardır. Şahit edinmekle duvar sahibinin inkârını red ve kendi talebini
isbat imkânı olur. Kâfl'de de böyledir.
Bir adamın talebine
iki erkek şahit; veya bir erkek, iki kadın şahit bulunursa; mutâlebe (= talep
etmiş olma) sabit olur.
Keza bir hâkimin,
diğer hâkime yazması da bir isbattir.
İki köle veya iki
kâfir, yahut iki sabî, bir duvarın yıkılacağı hususunda şâhid olurlar, sonra da
o iki köle azâd edilir veya o iki kâfir, müs-lüman olur, yahut iki çocuk bulûğa
erişirler; bundan sonra da eğrilmiş olan duvar yıkılarak bir insana isabet eder
ve onu öldürürse; onu, duvar sahibi tazmin eder.
Keza, eğrilmiş bir
duvar köleler azâd olmadan veya kâfirler, müs-lüman olmadan, yahut sabiler,
bulûğa erişmeden Önce yıkılır, bunlar da sonra şahitlik yaparlarsa; bu
şahitlikleri caiz olur. Çünkü bunlar da edâ ehlidirler. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Talebin sıhhatından
şartlarından biri de tefriğ (= orayı yıkıp boşaltma) velayetine sahip olana
söylemektir.
Hatta bir adam, bir
evde kira ile veya ödünç olarak oturana söyler ve o da evi yıkmaz, bu ev de bir
şahsın üzerine yıkılarak ölümüne sebep olursa; icarcıya veya icâreciye tazminat
gerekmez. Zefuyre'de de böyledir.
Yıkım zamanına kadar
da, velayetin, sahih olması için o yerin, sahibinin elinde kalması şarttır.
Hatta, sahibi satışla
mülkünden çıksa ve şâhidler de buna şehâdet etseler; bu durumda satan şahsa
tazminat gerekmez. Tebytn'de de böyledir.
Bu durumda, eğer,
satın almadam önce yıkıldığını isbat ederse, müşteriye de tazminat gerekmez.
Şayet, "müşteri
satın aldıktan sonra yıkıldı." derlerse; o zaman, tazminat gerekir.
Kâfi'de de böyledir.
Şayet, şahit
edindikten sonra, tecennün eder veya irtidat ederek dâr-i harbe gider ve onun
dâr-i harbe girdiğine hükmedilir; sonra da deliliğe geçer veya mürtetlikden,
tekrar müslümanlığa döner; bilâhere de duvarı yıkılır ve birşey telef olursa;
o, heder olmuş olur.
Keza üzerine şâhid
edindikten sonra evi satar; sonra da, bir kusuru sebebiyle veya görme yahut
şart muhayyerliği ile, bu ev geri verilir;
bilâhare de duvarı yıkılarak bir
şey telef olursa tazminat gerekmez.
Ancak geri aldıktan
sonra şahit edinilirse, o müstesnadır.
Bir duvarın
yıkılacağı, onu satın alacak müşteriye söylendiği hâlde, o, bu duvarı üç günlük
muhayye'rlikle satın alır, sonra da onu geri verir'se; bu durumda şahit tutmak
bâtıl blur.
Şayet satış devam
ederse; o zaman jşâhid edinmek bâtıl olmaz.
Şayet satıcı için
şahit tutulursa; bu durumda, müşteriye tazminat gerekmez.
Muhayyerlik hakkı
satıcıda olur ve ona ''duvarı yıkması'' söylenir; bu satış da bozulursa;
sehâdet sahih olur!,
Bu durumda müşteriye
söylenirse; o söyleme bâtıl olur. Mebsût'ta da böyledir.
Hak sahibinden,
duvarım yıkmasiî talep edildiğinde; bu duvar ammenin yolu üzerinde olursa; o
umumdan bir kişinin talebi kâfi gelir. Zehıyre'de de böyledir.
Bu talebin, bir
müslüman veya bir; zimmî tarafından yapılması arasında bir fark yoktur.
Tahâvî Şerhi'nde şöyle
zikredilmiştir:
Şayet duvar, umumun
yolu üzerine meyi etmiş ise, bu durumda dava etmek, her insan için bir haktır.
İster müslüman olsun, isterse zimmî olsun... Hür, baliğ, izinli sabî, efendisi
izin vermiş köle... cümlesi dava edebilirler. Kifâye'de de böyledir.
"Bu duvar, bir
mahallede ise, o mahalleden bir kişinin talebi kâfi gelir.
Bu duvar bir evde ise,
o evde oturanın talebi kâfi gelir. Zehıyre'de de böyledir.
Cami' kitabında şöyle
denilmiştir: Duvar mes'elesi hakkında bir adamın aleyhine şahit tutulur ve bir
adam, "yıkılmak üzere olan
duvarını, yıkmasını" duvar sahibine söylemiş olur; duvar sahibi de iki gün
müddetle ertelenmesini ister; hâkim de, iki veya üç gün te'cil eder; sonra da
bu duvar yıkılıp bir şey telef olursa; sahibine tazminat vacip olur. Muhıyt'te
de böyledir.
Yer sahibi te'cil eder
(= geri bırakır) veya vaz geçer; yahut buna benzer bir şey yapar ve duvar da
yıkılarak telefiyata sebep olursa; o evde oturana tazminat gerekmez. Kâfî'de de
böyledir.
Yıkılması için verilen
müddet geçtikten sonra, duvar yıkılırsa; onun vereceği zarar tazmin edilir.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir yol üzerinde
bulunan, yıkılmaya yüztutmuş bir duvarın yıkımını hâkimin te'cil etmesi bâtıl
olur. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Keza, hâkim tehir
etmez de, üzerine şahitlik yapılan zat te'hir ederse; bu kendi nefsi için de,
başkası için de sahih olmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Duvar rehin olur ve
rehin alana da haber verilmiş olursa; rehin alan da, veren de tazminatta
bulunmaz.
Eğer rehin verene
söylendi ise, o, yıkılan duvarın zararını tazmin eder. Mebsût Şerhi'nde de
böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam,
"diğerinin elinde bulunan bir evin, kendisine ait olduğunu" iddia
ettiğinde, o evde de yıkılacak bir duvar bulunur ve onun yıkılacağına dair
şahitler şehâdette bulunurlar; bu duvarı da hakkı olmayan şahıs yıkarsa; onu
tazmin eder. Muhıyt'te de böyledir.
Şayet ev, bir küçüğün
olur ve onun babası veya vasisi, duvarın yıkılmasına şahit olurlarsa; bu
şehâdetleri sahih olur. Şayet, bu duvar yıkılırsa; tazminat küçüğe ait olur.
Fetâvâyi Kâdlhân'da da böyledir.
Bir cariyeye karşı
şehâdet de böylece sahih olur. Kâfî'de de böyledir.
Şayet duvar yıkılmaz
da, sonradan, sabî bulûğa eriştikten sonra yıkılır ve bir adam ölürse; onun
kanı heder olur.
Keza, bir baba, veya
vasî ölüp, küçük çocuk kalır; duvar da bir insanın üzerine yıkılarak, onun
ölümüne sebep olursa; diyetini, âkile-sinin ödemesi lâzım olur. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir mescidin duvarı
yıkılmaya yüz tutarsa; ve onu yaptırana karşı "duvarı onarması için"
şahit tutulur. Muhıyt'te de böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam, bir yerini fakirlere
vakfederek, onu bir vekile verip, "gelirini, fakirlere vermesini"
söyler; vekil de o yerin duvarının yıkılacağına şâhidler edinir ve bu duvar,
bir insanın üzerine yıkılarak onun Ölümüne sebep olursa; onun diyeti, onu
vakfedenin üzerine olur. Kendilerine vakfedilenlere tazminat gerekmez.
Muhıyt'te de böyledir.
Yıkılacak bir duvarın
yıkılması işi bir köleye havale edilir ve o yıkmaz; bu duvar da yıkılıp, bir
adamın ölümüne sebep olursa, onun diyeti, bu kölenin efendisinin âkilesi
üzerine olur. Köle, ister borçlu olsun, isterse borçlu olmasın farketmez.
Şayet bu duvar, bir
mala zarar verirse, mal ziyanı köleye âit olur ve o yüzden köle satılır.
Efendisine karşı yapılan şahitlik de sahilidir. Feta-vâyı Kâdîhân'da da
böyledir.
Bir kısım vârisler,
"yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarın yıkılmak üzere olduğunu
haber verip, yıktırılmasını isteseler; kıyâsa göre, onlardan hiç birine tazminat gerekmez.
Fakat biz, kendilerine haber verilenlerin hisselerinden, tazminat ödemelerini
güzel görüyoruz. Meb-sût'ta da böyledir.
Beş kişinin,
müştereken ortak oldukları bir duvar, yıkılmaya yüz tutar ve durum, o
ortaklardan birine verilir; o duvar da yıkılır ve bir adam ölürse; haberi olan
ortak, duvarın beşte birinin hissesine karşılık, diyetin beşte birini tazmin
eder ve onu âkilesi öder.
Uç kişinin yurdunda,
bunlardan birinin kuyusu olur veya oraya birisi bir bina yapar; diğerlerinin de
bundan haberleri olmaz ve o yüzden bir adam Ölürse; diyetinin üçte ikisini; o
tazmin eder.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ve İmâm Muhammed (R.A.): "Her iki mes'elede de yarım diyet gereldr."
buyurmuşlardır. Hüsâmüddîn'in Câmiu's-Sağîr Şerhi'nde böyledir.
Eğer kuyu ve bina,
diğerlerinin de izni ile yapıldı İse, bu bir cinayet olmaz. Sirâcü'l-Vehhâc'da
da böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam ölür ve bir
oğlu ile bir de evi kalır; kendisi de borçlu olur; yol üzerinde de yıkılmaya
yüz tutmuş bir duvarı bulunur; o oğlundan başka da hiç bir vârisi olmaz ve o
duvarı yıkması da oğula haber verildiği hâlde, onun imkânı olmaz ve bu haberden
sonra, o duvar yıkılırsa; diyet, oğuhın âkilesine değil de, babasının âkilesine
âit olur. Muhıyt'te de böyledir.
tmftm Muhammed (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Bir mükâteb'e,
"yıkılmaya yüz tutmuş duvarı" haber verilir ve bu duvar, eğer kitabet
bedelini ödemeden ve o duvara tam sahip olmadan yıkılırsa; tazminat gerekmez.
Şayet, duvara sahip
olduktan sonra, o yıkılırsa; tazminat gerekir.
Bu, istihsandır. Bu
durumda mükâtep, ölenin velîsine, diyetten kıymetinin azmi öder.
Şayet, bu duvar,
mükâtep azâd edildikten sonra yıkılırsa; kendisi aciz ise, âkilesi diyet
Öderler.
Şayet bu mükâtep
tekrar köleliğe dönerse; kendisine de, efendisine de tazminat gerekmez.
Keza, sahibi duvarı
sattıktan sonra o duvar yıkılırsa; tazminat gerekmez.
Şayet satmamış olur ve
duvar yıkılıp, bir adam ölürse; efendisi muhayyerdir: İsterse, diyet yerine onu
verir; isterse, fidyesini verir.
Şayet, o duvarı,
ölenin Üzerine bir başkası yıkmış olursa; duvar sahibine tazminat gerekmez.
Attabî'nin Ziyâdât Şerhi'nde de böyledir.
Bir mükâlep, bir hela
veya benzeri bir şey yapar ve kendisi de kitabet bedelini Ödeyemeyip, tekrar
köleliğe avdet eder; yaptığı şey de yıkılıp birisini öldürürse; efendisi
muhayyerdir: Dilerse, kendisini diyet olarak verir; dilerse, fidyesini verir.
Şayet, o helayı bir
başkası yıkarsa; bu durumda tazminat, yıkana aittir. KfifPde de böyledir.
Bir adamın anası, bir
başka şahsın azadlısı; babası da köle olur ve ona karşı, "yıkılmak üzere
olan bir duvar hakkında" şehâdette bulunurlar; o da, onu, babası azâd
olana kadar yıkmazsa sonra da babası azâd edilir; bundan sonra da, o duvar
yıkılır ve bir adam ölürse; onun diyeti, babasının âkilesine âit olur.
Eğer babası azâd
olmadan Önce yıkılırsa; diyet, anasının âkilesi üzerine olur.
Meselâ: Bir kimse, bir
hela yapmaya başladıktan sonra, babası azâd edilir; daha sonra da bu hela
yıkılarak bir adamın ölümüne sebep olursa; diyet anasının âkilesine âit olur.
Çünkü, onun hela azâd edilmiş anasının yanında bir cinayettir, Muhıyt'te de
böyledir.
Bir adam, yıkılmaya
mahkûm olan veya yıkılmaya yüz tutmamış bulunan bir duvarın üzerinde iken, bu
duvar, o yüzden ve onun, kendi sun'u olmaksızın yıkılırsa; yıkılmaya mahkum
duvarın öldürdüğünü duvar sahibi tazmin eder.
Eğer, daha önce duvar
sahibine, o duvarın yıkılacağı haber verildi ise bu böyledir. Böyle bir haber
verilmedi ise, tazmin eylemez.
Bir kimsenin üzerinde
bulunduğu duvar yıkılmadan, kendisi düşer ve bir adamın ölümüne sebep olursa;
onu tazmin eder.
Eğer düşen şahıs
birine çarparak ölürse; o takdirde, duruma u ak il ir: pğer yol, bu duvarın altından
gidiyor; adam da yürüyorsa, tazminat gerekmez.
Şayet orada ayakta
duruyor veya oturuyor yahut uyuyorsa, İşte o zaman, üzerine düştüğü kimsenin
diyetini öder.
Eğer, bu duvarın altı
kendi mülkü ise, ödeme yapmaz.
Keza, gafletinden
dolayı veya uyur da dönerken düşerse; aşağıda olanın diyetini öder. Bu durumda
keffaret de gerekir.
Keza, bir kimse,
dağdan bir adamın üzerine atlasa ve .o adam da ölse; tazminat gerekir; ister o
yer kendi mülki olsun, isterse başkasının mülkü olsun fark etmez.
Keza, bir kimse, kendi
mülkünde kazılan bir kuyuya, içinde insan var iken düşüp onu Öldürse, diyetini
tazmin eder.
Şayet kuyu yolda ise
tazminat kuyu sahibine aittir. Düşenin de üzerine düşülenin de tazminatı, kuyu
sahibinin üzerinedir. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, duvarın
Üzerine bir cerre (= toprak kap, saksı, kiremit) bırakır; o da aşağı düşüp, bir
adamı telef ederse; tazminat gerekmez. Çünkü, onu, duvarın üzerine
bırakmakla, kendi fiilinin te'siri kesilmiştir.
Ancak, bu
koyu§, telefe sebep
olmak için olmamalıdır.
Fâsfilü'l-İmâdiyye'de
de böyledir.
Bir adam, duvarın
üzerine bir şey koyduğunda; o şey bir insanın üzerine düşerek, onun ölümüne
sebeb olursa; şayet onu uzunlamasına koymuşsa, tazminat gerekmez.
Fakat enine koymuş ve
onun bir tarafını yolun üzerine çıkarmişsa ve o şeyin çıkmış tarafı düşerek,
birine isabet etmişse; tazminat gerekir. Şayet, diğer tarafı isabet etmişse;
tazminat gerekmez.
Eğer duvar yıkılmak
üzere olur ve onun üzerine uzunlamasına bir ağaç bırakır ve onun hiç bir yeri,
yol tarafına çıkmamış olur; sonra da o ağaç düşerek, bir adamı öldürürse; ağaç
sahibi tazminatta bulunmaz.
Bu hususta
âlimlerimizden ba'zıları: "Bu duvarın meylinin çok az olduğu zaman
böyledir. Fakat, fazla eğilmiş hâlde ise her ne kadar, ona "o ağacı
kaldırması" söylenmese
bile tazminat gerekir." buyurmuşlardır.
Bazı âlimlerimiz de,
İmâm Muhammed (R.A.)'in ded ği gibi: "Duvarın yıkılması, söylenilmeden
önce olursa, her iki hâlde de tazminat gerekmez. Fakat, duvarın yıkılacağı
söylenildikten sonra koydu ve o da bininin üzerine düşüp, onun ölümüne sebep
oldu ise, tazminatta bulunur.'* demişlerdir. Zehiyre'de de böyledir.
Yıkılacak bir duvarın
üzerine, sahibi veya bir başkası tarafından bir testi konulunca, bu duvar
yıkılır ve o testi birine isabet edip, öldürürse, tazminat, duvar sahibine
aittir.
Şayet o testiyi bir
başakası iter veya duvarı bir başkası uçrur da testi bir diğerinin ölümüne
sebep olur ve o testi de duvar sahibinin olmazsa onu, tazmin etmez.
Eğer, testi duvar
sahibinin ise, tazminat ona aittir. Kâfî'de de böyledir.
Müntekâ'da, İmâm
Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
Yıkılacak bir duvarın
durumu sahibine haber verildiği hâlde, sahibi onu yıkmaz ve o rüzgârla yıkılıp
bir başkasının Ölümüne sebep olursa; o takdirde duvar sahibine tazminat
gerekir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adamın duvarının
yıkılacağı hususunda şahitler olduğu hâlde, o adam, bu duvarını yıkmaz; bu
duvar da bir adamın üzerine düşerek onun Ölümüne sebep olur; duvar sahibinin
âkilesi de "o duvarın, o adama âit olduğunu" inkar ederler, veya:
"Biz bu duvarın kime ait olduğunu bilmiyoruz." derlerse; onlara bir
şey gerekmez.
Hatta, o evde bulunan
bir şahıs, beyyine ibraz ederek "o duvarın, evin sahibine âit
olduğunu" söylerse; yine, kıyâsen tazminat gerekmez. Istihsanen ise,
tazminat şahitlerin akrabalarının üzerine âit olur.
Bir adama âit olan bir
duvarın yıkılacağı, sahibine haber verildiği hâlde; o,
duvarını yıkmaz ve
bu duvar kendiliğinden
yıkılarak, komşusuna zarar verirse;
komşusunun yjkılan duvarını veya diğer zararını, duvarın sahibi tazmin
eder. Komşu ise muhayyerdir: Dilerse, duvarının kıymetini alır; dilerse,
noksanım tazmin ettirir.
Duvarını yaptırması
hususunda zorlamaya hakkı yoktur.
Eğer bir adam gelir de
önceki duvarı yıkarsa; tazminatı, önce duvarın yıkılmasını söyleyene aittir.
Bu, İmâra Muhammed
(R.A.)'in kavlidir.
Şayet, duvar sahibi
tamiratı yapmadan bir adam gelir de o duvarı yıkarsa; hiç birine tazminat
gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.
îkinci duvarın sahibi,
duvarını, birinci duvar sahibinin mülküne yapmışsa, o takdirde tazminat ikinci
yıkan şahsa âit olur .Fetâvâyi Kftdı-hân'da da böyledir.
Duvarların ikisi de
yıkılmaya yüz tutmuş olurlar ve bu hususta ikisinin üzerine de şahitler bulunur
ve birincisi, ikincinin üzerine yıkılır; ikisinin yıkılmasından dolayı da bir
kimse ölürse; duvarı önce yıkılana tazminat gerekir; ikincinin sebebiyle Ölen
heder olmuştur. Kâfi'de de böyledir.
Birinci duvarın yeri,
yolun kenarında olur ve daha önce, kendisine duvarını yıkmasını söyledikleri
yıkılmaya yüz tutmuş duvar, o duvarın üzerine yıkılır; o duvar da bir adamın
üzerine yıkılarak onu öldürür veya onu bir başkası yıkarsa; bunların tazminatı,
yolun üzerine duvar yapana aittir. Mnhıyt'te de böyledir.
Bir adamın duvarının
bir kısmı yola doğru; bir kısmı da bir toplumun yerine doğru meylettiğinde; o
hususta o yer halkı, duvar sahibine, durumu izah ederler; yani duvarını
yıkmasını haber verirler ve bu duvarın yola meyleden tarafı yıkılırsa; bu
durumda duvar sahibi tazminatta bulunur.
Keza, önce yol ehli
haber vermiş olsalar ve duvar da o topluluğun yerine yıkılsaydı; duvar sahibi
tazminat yapardı. Mebsût'ta da böyledir.
Uzun bir duvarın bir
kısmı yıkılmaya yüz tutmuş olur, bir kısmı ise sağlam bulunur ve o çürük kısım,
bir adamın üzerine yıkılarak, onun ölümüne sebep olursa; o yerin (o kısmın)
sahibine tazminat gerekir. Diğer kısmın sahibine tazminat gerekmez.
Şayet duvar, kısa
olursa; tamamına tazminat gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir adamın
duvarı meyillenir ve hâkim,
ona, "bu duvarı yıkmasını" söylerse; bu durumda,
duvar kendi tarafına eğilmi, bulunan şahsın, onu izinli veya izinsiz yıkması
caiz olur. Muhıyt'te de böyledir.
"Bir adamın
duvarının yıkılmak üzre olduğunu" iki kişi görür, bu duvar, onlardan
birinin veya onun babasının yahut kölesinin veya mü-kâtebinin üzerine yıkılır
ve duvar sahibine karşı, onlardan başka da şahit olmazsa; bu durumlarda kendi
menfaatine şahitlik yapanın şehâdeti caiz olmaz. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adama, "duvarının yıkılmak üzere olduğu"
haber verildiğinde, o şahıs, bu duvarın yol tarafına yıkılacağından korkmaz,
fakat sağlam olan duvarının yıkılacağından korkar; o sağlam duvar da yola
yıkılırsa; -eğilmiş olan yer yıkılmamış olunca- yıkılan yer, bir adamın ölümüne
sebep olursa; onun kam heder olur.
Buluntu bir adamın,
yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı olur ve o duvar bir adamın üzerine yıkılarak,
onu öldürürse; bu durumda ölenin diyeti beytü'l-mâlden ödenir. Bir kâfir
müslüman olduğunda onun bir mevâlisi bulunmazsa; o da buluntu adam gibidir.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir duvarın, üst
tarafı bir adamın; alt tarafı da başka bir adamın olur ve bu duvarın yıkılmak
üzere olduğu" onlardan birisine haber verilirse; bu duvarın tamamı
yıkılınca, kendisine haber verilen şahıs, yarı diyet öder.
Bu duvarın üst tarafı
yıkılır; bu yer de kendisine haber verilen şahsın olursa; bu durumda diyetin
tamamım o öder.
Aşağı kısmın sahibine
bir şey gerekmez. Serahsî'nin Muhiyti'nde de böyledir.
Bir adam, bir
topluluğu, bir duvarı yıktırmak için icarlar; onların duvar yıkmasından dolayı
da bir adam ölürse; bu, ister çalışanlardan birisi olsun, isterse bir başkası
olsun; tazminat yıkanlara aittir, Keffâret de onlara aittir; duvar sahibine ait
değildir. Mebsui'ta da böyledir.
Bir adamın duvarı,
şahitlerin yıkılacağını söylemelerinden önce yıkilıverir; sonra
da kendisine söylendiği
hâlde, duvarını yıkıp kaldırmadığı ve o duvarı bir adamın
veya bir hayvanın iterek yıktığı ve bu sebeple bir adamın Öldüğü meydana
çıkarsa; bu duvarın sahibi, onu tazmin eder. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam, helasının
duvarını yola doğru çıkarır; oda yıkılıp, bir adamı öldürürse; tazminat
gerekir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adama, "ana
cadde üzerinde bulunan duvarının yıkılacağı" haber verildiğinde; o adam da
onu satmaya mübaşeret eder ve bu duvar yıkılırsa; tazminat satıcıya aittir.
Mebsût'ta da böyledir.
Bir duvarın alt tarafı,
bir adamın; üst tarafı da
diğerinin olduğunda; ikisi de yıkılacağından korkarlar ve ikisine de yıkılacağı
haber verildiği hâlde; ikisi de yıkmazlar ve bu duvarın alt tarafı bir adamın
üzerine yıkılıp, ölümüne sebep olursa; onun diyeti, duvarın alt tarafına sahip
olanın âkilesine âit olur.
Eğer, bu duvarı bir
başkası yıktıysa, diyeti o öder.
Keza, bu duvarın
yukarı kısmını, birisi itip yıkarsa; bu durumda, ikisine de tazminat gerekmez.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir duvarın alt tarafı
bir şahsın, üst tarafı da başka bir şahsın olduğunda; ikisine karşı da şahit
bulunur; sonra da üst taraf yıkılır ve bir adam ölürse; tazminat üst tarafın
sahibine aittir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Cimta's-Sagir'de şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam, helasını
veya oluğunu yola çıkarır yahut yol üzerine bir dükkan veya çardak yaparsa;
bunların tamamı» insanların haklarına tecâvüz olduğundan dolayı, -imâmdan
izinsiz yapmış olması hâlinde-hatka zararlı olsa da, olmasa da yıktırılır. Bu
hakta, müslüman veya kâfir; erkek veya kadın müsavidir.
Yalnız, kölenin yol
üzerine yapılmış olan şeyi yıkma hakkı yoktur. Hottu'da da böyledir.
Bunlar, önceden
yapılmış iseler; kimsenin kaldırma hakkı yoktur. Şayet ne zaman yapıldığı
bilinmiyor ise, onu kaldırmak, ancak, imâmın hakkıdır.
Bu durum; umuma âit
bir yolun üzerine, şahsfbina yaptığı zaman böyledir.
Şayet, ammenin
faydasına, -mescit veya benzeri şeyler gibi bir bina yaptırır ve o da halka
zarar vermezse; o yıkılmaz.
İmftm Mnhammed
(R.A.)'de böyle buyurmuştur. Nihâye'de de böyledir.
Bir kimse, herkesin
gelip geçmediği, özel bir yol üzerine, şahsî bir bina yaptırır ve orası bir
çıkmaz sokak olur ve mahalle halkı onun altından geçecek bulunursa; onların bu
binayı yıkıp kaldırma haklan vardır.
Onun altından
geçmeyenlerin, bu hakkı bulunmaz.
Şayet, bu bina eskiden
yapılmış ise, kimsenin onu kaldırma hakkı olmaz.
Ne zaman yapıldığı
bilinmiyorsa yine böyledir. Muhtyt'te de
böyledir.
Bir adam, ammenin yolu
üzerine, kimseye zarar vermeyecek, bir gölgelik yapmak isterse; sahih olan,
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavline göre, onu her müslümanın men ve tarh etme
(= yîkma) hakkı vardır.
Bir kimse çıkmaz
sokağı bulunan bir mahallede, bir gölgelik yaptırmak isterse; onun zarar verip
vermediğine bakılmaz; sokak ehlinin izninin bulunup bulunmadığına itibar
edilir.
Umûmun yolu üzerine
gölgelik yaptırmak mübâh mıdır? Tahâvî şöyle buyurmuştur:
Kimse dava açmamışsa,
bu mübâh olur; bir günâhı yoktur. Ancak da'vâ varsa, mübâh olmaz. Ancak,
yaptıran günahkâr olur ve onu terketmesi uygun olur. Füsûlü'l-İmâdâyye'de de
böyledir.
Çıkmaz bir sokakta,
bir kimsenin, diğerlerinin yolu üzerine hela yaptırması ve oluklarını uzatması
doğru olmaz.
Ancak, bütün sokak
ehli izin vermişlerse, o zaman yapabilir.
el-Asi'da, İmâm
Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur:
Bir adam, yol üzerine
bir taş kor veya oraya bina yapar ve onun ağacını yolun üzerine çıkarır; yahut
heîâ yapmak ister veya oluğunu uzatır yahut gölgelik yapmak ister veya yol
üzerine bir ağaç uzatır ve bunlar vasıtasıyla bir telefiyata sebep olursa; onu
tazmin etmesi gerekir.
Şayet, telef olan
insan olursa; onun âkilesine diyet öder.
Eğer, bir insanın
yaralanmasına sebep olmuş bulunur ve o yara da bir erş miktarı olursa; onu da
âkilesine tazmin eder. Erş miktarından az ise malından bir şey vermesi gerekir.
Fakat keffâret gerekmez.
Şayet, bu durumda
Ölen, murisi ise, onun mirasından mahrum olmaz.
Şayet, bir mala isabet
eder ve onu telef ederse; onu, kendi malından tazmin eder. Bu mes'eie,
el-Asi'da tafsilatlı olarak yazılmıştır.
Eğer, onu imâmın (=
devlet başkanının) izni olmaksızın yapmış ise, tazminat gerekir; izni ile
yapmışsa, tazminat gerekmez.
Âlimlerimiz şöyle
buyurmuşlardır:
imâmın izin vermesi
-şayet ammeye zararı yoksa- caizdir.
Şöyle ki: Yol gayet
geniş olduğu hâlde, ammeye -yolun dar olması gibi- zarar veriyorsa; o takdirde
izin vermesi mubah olmaz.
el-Asl'da şöyle cevap
verilmiştir:
Şayet büyük bir yol
üzerine veya gelinip geçilen bir sokak üzerine yapıyorsa mubah değildir.
Fakat, böyle bir şeyi,
dar bir yola yapmış ve o da bir insanın ölümüne sebeb olmuşsa, o takdirde,
duruma bakılır: Orda oturanların hissesi kadarını tazmin eder; kendi hissesine
düşen kadarı tazminattan hariç kalır.
Bu, kıyâsda böyledir,
tstihsânda ise bir
tazminatta bulunmaz. Zehıyre'de de böyledir.
Mümekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Borçlu veya borçsuz
olan bir tüccar, kendi yerine bir hela yaptırmaya başlar; o yüzden de birisi
ölürse; onun bir köle azâd etmesi gerkir.
Bu, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un kavli ve İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kıyasıdır. Eğer, bunu,
efendisinin izniyle, köle yapmışsa tazminat efendisinin âkilesine aittir.
Şayet kendi kendine
yapmışsa, tazminat o köleye aittir.
Bir köle, efendisinin
izniyle veya ondan izinsiz efendisinin yurduna, bir kuyu kazar ve bir bina
yapar ve o yüzden de bir adam ölürse; bir şey gerekmez. Efendisi, köleden
habersiz yaparsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kıyasında, tazminat gerekmez.
İmâm Ebû Yusuf (R.A.)
ise: "Tazminat gerekir." buyurmuştur. Fakat, ben de tazminat
yaptırmam. Rehin veren bir kimse de, rehin verdiği yere, -rehin alanın izni
olmadan- bir kuyu kazar veya bir bina yaparsa; yine bir şey tazmin eylemez.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir ev sahibi, ücretle
bir şahıs çalıştırıp, yol üzerine bir şey çıkartır; işçiler işten ayrılmadan da
bir, zayiat yaparlarsa; onlar, onu tazmin ederler. Ev sahibi karışmaz ve onlara
diyet gerektiği gibi, keffâret de gerekir. Mirastan mahrumiyet de vardır.
Bu zayiat, onlar işi
bırakıp gittikten sonra olursa; tazminat ev sahibine âit olur.
Bu, istihsânda
böyledir.
Kıyâs ise
öncekidir. Mebsût'ta, Sirâcü'l-Vehhâc'da ve Cevheretü'n-Neyyire'de böyledir.
Şayet, ücretle
çalışanların elinden bir tuğla veya bir taş, yahut bir ağaç düşer ve bir adama
dokunup, onu öldürürse; elinden düşenin âki-lesinin diyet
vermeleri gerekir. Kendisine
de keffâret gerekir. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Bir adamın, yola doğru
uzatmış olduğu oluk, yola düşerek, bir adama isabet edip onu öldürdüğünde; duvardan
tarafta olan kısmın dokunmasıyla ölmüş olduğu bilinirse; o takdirde, adama
tazminat gerekmez.
Şayet yola doğru
uzanmış olan tarafının dokunmasıyla ölmüşse; tazminat gerekir.
Eğer tamamının
dokunmasıyla ölmüş işe, yarı diyet gerekir; yansı heder olur.
Eğer neresinin
dokunduğu bilinmiyorsa, istihsânen
yarı diyet gerekir ve yarısı
heder olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, yola açılan
bir kapı kanadı yapar ve o yüzden de bir adam ölür; veya yola bir ağaç
koyduktan sonra, o ağacı satar; müşteri de onu orda bırakır ve o yüzden de bir
adam ölürse; tazminat satıcıya âit olur; müşteriye bir şey gerekmez. Kâfî'de de
böyledir.
Bir kimse, yol üzerine
bir odun koyduğunda; başka bir adam da ona takılıp Ölse; bu durumda o odunun
sahibi tazminatta bulunur.
Yoldan geçen bir şahıs
oduna basıp düşer ve ölürse; yine odunu koyan şahsa tazminat gerekir. İmâm:
"Bu, odun büyük olduğu zaman böyledir. Eğer, odun küçük ise, onu koyana
tazminat gerekmez." buyurmuştur. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, yolu
süpürüp, o süprüntüyü yola yığar; bir başkası da, ona takılır ve yıkılıp
ölürse; yolu süpüren şahsa tazminat gerekmez.
Fakat, çok fazla
yığıntı yaparsa; o zaman tazminat gerekir. Zehıyre'de de böyledir.
Bir adam, yola su
serper veya yolda abdest alırsa; tazminat gerekir.
Âlimlerimiz: Su, gece
serpilir veya geçen adam kör olur ve ayağı kayarak, o yüzden Ölürse; tazminat
gerekir. Fakat, oradan geçen, oraya su döküldüğünü bilirse; tazminat
gerekmez." buyurmuşlardır.
Keza, yoldan geçen
şahıs, kasden taşın veya odunun üzerinden geçip, yıkılır ve ölürse; o şeyi
koyan şahsa tazminat gerekmez.
Bazı âlimlerimiz de:
"Yolun tamamına su döküldüğü veya odun konulduğu zaman tazminat gerekir;
değilse gerekmez." buyurmuşlardır. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.
Böyle bir yola bir
hayvan uğrar ve helak olursa; o şeyleri koyan şahıs her hâlde o hayvanı tazmin
eder. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse» dükkan
sahibinin izniyle, bir dükkana su serper; bir adamın ayağı kayarak, yıkılıp
ölürse, kıyâsda, tazminat, suyu serpene aittir.
îstihsânda ise,
sulamasını emreden dükkan
sahibi tazminatta bulunur.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam yola su
döker; başka bir adam da birini eli ile çektiği, diğeri de onun arkasından
gelmekte olan iki eşeği ile gelir ve arkadan gelen eşeğin ayağı kayıp,
kırıîırsa; eğer eşek sahibi onları sürüyor ise, ikisine de tazminat yoktur.
Eğer sürmüyor idiyse, su serpene tazminat gerekir. Serahsî'nin Muhıyti'nde de
böyledir.
İmâm Muhammed (R.
A.)'e sorulmuş:
— Bir adam yola su döker ve o buz tutar; bir
adam da oradan kayarak yıkılırsa ne gerekir? İmâm şöyle buyurmuş:
— Su dökene tazminat
gerekir.
Bundan sonra, o buz
erir ve yine bir insanın ayağı kayarsa; tazminat gerekir.
Keza, bir kimse yola
buz atınca, o erişe su olsa hüküm aynıdır.
İmâm Ebû Hanîfe (R.
A.) şöyle buyurmuştur:
Gayri nafiz olan bir
yola, herkes odun koyar ve ona hayvanını bağlar: orda abdestini alır ve bir
adam, orada o yüzden ölürse; tazminat gerekmez.
O yolun içine bina
yapılır veya kuyu kazılır ve o yüzden de birisi ölürse; tazminat gerekir.
Her yer sahibinin,
evinin çevresinde, çamurunu atacak, odununu koyacak, hayvanını bağlayacak
dükkanını yapacak fırınını koyacak selâmet bir yer edinme hakkı vardır.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Şayet, birinin kar
atması sebebiyle, bir kimse veya bir hayvan k,ayarsa; îmânı Muhammed (R.A.):
"Duruma bakılır, eğer cinayete sebep olan sokak, çıkmaz bir sokaksa; kar'ı
atana tazminat yokdur.
Eğer bu sokak normal
bir sokaksa, kar'ı atanın tazminatta bulunması gerekir.
Fakıyn übu'l-Leys:
"Bu, kıyâsın cevabıdır. Biz de: "Onlara tazminat gerekir."
deriz." buyurmuştur.
Biz de, bunu güzel
görür ve: "Bu sokak ister normal sokak, isterse çıkmaz sokak olsun,
onların üzerine tazminat gerekmez." deriz.
Uyun kitabında da
selâmet şart koşulmuştur.
Zamanımızın bazı bilir
kişileri şöyle demişlerdir:
Eğer, bu işleri imâmın
emriyle veya sokak halkının isteğiyle yapmış ve kar atmak, buz atmak umûmi bir
şey ise, Ebû'I-Leys'in cevabı doğrudur; değilse, cevab, -söylediğimiz gibi-
İmâm Muhammed (R.A.)'in cevabıdır.
Fakıyh Ebû'I-Kasim'in
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Belde halkından sorup
Öğrendiğime göre, onların
hepsi, çoğu zaman, çamuruna evinin fınastna (-yakınma) atmışlardır ve o
yüzden insanların düştüğü de olmuştur.
Bunu, İmâmdan izin
alarak yapmak iyi olur. Şayet izinsiz olursa, kıyâsa göre, tazminat gerekir.
Zehıyre'de de böyledir.
Bir adam, koyduğu bir
taşın üzerine bir taş daha koysa; o da düşerek bir adamı öldürse; tazminat
gerekir. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adamın yola
koyduğu bir şeye, başka birisi dolaşır ve diğer bir şahsın üzerine yıkılarak,
onun ölümüne sebep olursa; bu durumda tazminat, -düşüp öldürene değil de- yola
o şeyi koyana aittir.
Bir adamın yola
koyduğu şeyi, bir başka *ahıs alıp, diğer bir yere kor ve o şeye birisi
dolaşarak, yıkılıp ölürse; tazminat, ikinci adama gerekir; birinciye gerekmez.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir adam, kılıcım yola
koyduğunda; bir başkası da ona dolaşarak ölür ve kılıç da, kırılırsa; bu
durumda ölenin diyetini kılıç sahibi öder. Dolaşanın âkilesi de kılıcın bedelini
öder.
Önce kılıca dolaştığı
hâlde, kılıç sonradan kırılsa; bu durumda Ölenin diyetini, kılıcı yola bırakan
şahıs öder. Fakat kılıç sahibi ödemez. Hızânetü'l-Mnftîn'de de böyledir.
Bir kimse, yırtıcı bir
hayvanı, yola bırakmış ve o da bir adamı öldürmüşse; tazminat onu bırakana
aittir.
Eğer, o hayvan bağlı
olur ve bu bağı çözülmeden bir adamı Öldürürse, bu böyledir.
Şayet bağı
çözülmüş, hayvan yerinden
ayrılmışsa; tazminat gerekmez.
Keza bir kimse vahşî
bir hayvanı yola bırakır veya kuduz bir köpeği yola salar ve o bir adamı
öldürürse; tazminat gerekir. Serahsî'nin Muluytı'nde de böyledir.
Bir adam, yola bir
ateş parçası kor ve o yüzden de yangın çıkıp, bir şey yanarsa; tazminat ateşi
koyana aittir.
Şayet, o ateşi rüzgar
alıp, bir başka yere götürür ve orda bir şey yakarsa bu durumda ateşi koyana
tazminat yoktur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bazı âlimlerimiz,
şöyle buyurdular:
Bu, ateşi yerinden
hareket ettirip götürdüğü zaman böyledir. Fakat, ateşi değil de, alevini
götürür ve o yüzden bir şey yanarsa; tazminat, ateşi koyana ait olur
Şeyhül-Eimme Seransî,
şöyle buyurmuştur:
Eğer rüzgarlı havada
böyle yapmışsa, tazminat gerekir. Şeyhü'î-Eimme el-Halvânî de: "Bu durum
hakkında, tafsilatsız bir şey söylenmez." demiştir. Zemyre'de de böyledir.
nir demirci, demirini
körükten çıkarıp, örsün üzerine koymuş ve çekicine vururken, ammenin yoluna
ateş sıçrayıp bir adamı öldürür veya gözünü çıkarırsa; onun diyeti, demircinin
âkilesinin üzerinedir.
Eğer elbisesini yaktı
ise, kıymetini kendi malından tazmin eder.
Şayet, çekiçle
vurmadığı hâlde, rüzgar ateşi savurdu ve o, birine isabet etti ise, artık o
heder olmuştur; demirciye tazminat gerekmez. Hulâsada da böyledir.
Şayet, demirci,
dükkanının yoldan tarafına,
çıngıları yola saçılacak şekilde ateş koymuş ve yangına sebep olmuşsa
tazminat gerekir. Zchıyre'de de böyledir.
Bir adam,
kendi mülkünden veya
başkasının mülkünden geçerken,
ateş taşıyor olsa; bu ateşten bir parça düşerek, bir adamın elbisesini yaksa;
Nevâdir'de "Tazmin etmesi gerekir." denilmiştir.
Şayet, o ateşten bir
parçayı rüzgar savurmuş ve o bir adamın elbisesine isabet etmişse, tazminat
gerekmez. Fetâvâyi Kftdtbân'da da böyledir.
Bazı âlimlerimiz şöyle
buyurmuşlardır:
Eğer, bir adam,
kendisinin geçme hakkı bulunan yerden geçiyordu da, ateş, başka bir adamın
mülküne düştü veya onu rüzgâr attı ise, tazminat gerekmez.
Fakat, hakkı olmayan
bir yerden giderken, böyle oldu ve ateş elinden düştü ise, tazminat gerekir.
Ancak, bu durumda da
rüzgâr atarsa, tazminat gerekmez. En açık fetva budur. Hızânetü't-Müftîn'de de
böyledir.
Bir adam, satış yapmak
için yolun üzerine oturduğunda; eğer oraya, izinle oturtmuşsa, ona dolaşıp
yıkılan kimse için tazminatta bulunması gerekmez; değilse gerekir.
Siracü'l-Vehhfic'da da böyledir.
Bir adam, uyuyan
birine uğradığında; ayağı ona dolaşıp, üzerine yıkılır ve o adamın gözünü
çıkarır; sonra da düşen adam ölürse; bu şahıs onun gözünün diyetini Öder;
uyuyan da düşüp ölenin diyetini öder.
Şayet her ikisi de
ölürlerse; uyuyana, düşenin tam diyeti; düşene de uyuyanın yarı diyeti gerekir.
Hızftnetü'l Maftîn'de de böyledir.
Bakkâff'de şöyle
zikredilmiştir:
Yolda yatan bir şahsa,
yürüyen bir adam dolaştığında; hem kendinin, hem de uyuyanın parmağı kırılır;
sonra da ikisi de ölürlerse; her birinin âkilesi, diğerine isabet eden diyeti
öderler.
Şayet, birisi ölürse;
sağ kalanın âkilesi, onun diyetini Öder.
Yürüyen adam, uyuyana
takılıp, onun yüzünün Üzerine düşer ve başı onun başına dokunur; ikisinin de
başı yarılıp, birer parmakları da kınhrsa; uyuyan şahıs, diğerinin hem be,
yangım, hem parmak kırığını öder. Yıkılan ise, yalnız parmak kırığını öder; baş
yarığını ödemez.
Şayet, her ikisi de
Ölürlerse; uyuyanın âkilesi, tam diyet öder; düşenin âkilesi ise, uyuyanın yarı
diyetini öder. Zataîriyye'de de böyledir.
Şayet, bir adam yolda
giderken, cinâyetsiz olarak düşüp ölür ve bu yüzden bir başkası da Ölürse;
ölene de ölüye de tazminat gerekmez. Yâni, bunların âkileleri diyet ödemezler.
Zehıyre'de de böyledir.
Yolda yürüyen bir
adam, hastalanıp baygın olarak yola düşer veya zayıfladığı için yürüme imkânı
kalmaz ve bir insanın üzerine düşerek, onu öldürür, veya o adam, yere sağ
olarak düştükten sonra ölür; daha sonra da, ona birisi dokunursa; âkilesine
diyet vacip olur.
Eğer birinin üzerine
düşer ve onu öldürürse; keffâret gerekir. Eğer ölen muris ise, öldüren ona
vâris olamaz.
Şayet, yere düşer ve
başka birisi; ona ayağı takılarak düşerse; o düşene keffâret gerekmez. Mirasdan
da mahrum olmaz.
Bu, tmâmeyn'in
kavlidir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir köle, yola oturur
veya orda uyur ve o hâlde iken de azâd edilir; ona bir adam dolaşır ve köle
onun ölümüne sebep olursa; bu durumda kölenin âkilesi, ölenin diyetini
verirler.
Eğer, o adamın ayağı
kırılıp yürüyemez hâle gelir; sonra da o köleyi efendisi azâd ederse; bilâhare
de bu köleye birisi takılır ve köle ölürse; onun kıymetini efendisi öder.
Keza, köle hayvanı ile
birlikte yolda durur; sonra da efendisi onu azâd eder; bundan sonra da ona biri
dolaşır ve bu köle ölürse, onun kıymetini efendisi öder. Kâft'de de böyledir.
Bir adam, diğer
birinin kölesinin elini ayağım bağlayıp, onu yola attıktan sonra, o köleyi
efendisi azâd eder; sonra da buvköleye birisi dolaşarak yıkılıp ölürse; diyeti,
onu bağlayıp yola atana ait olur.
Şayet o bağ ile,
kölenin gitme imkanı olduğu hâlde, o gitmese ve sonra da onu efendisi azâd
eylese idi, ona dolaşıp Ölenin diyeti, o kölenin efendisine ait olurdu.
Şayet köleyi
bağlamadan yola oturttuktan sonra, onu efendisi daha o yerinden kalkmadan önce
azâd etmiş olsa ve ona birisi dokunarak bir zarar görse idi; onun diyeti
efendisine ait olurdu. Muhıyt'te de böyledir.
Yolda yük taşıyan bir
adamın yükü, bir başkasının üzerine düşüp, onu öldürürse; yük sahibi onu tazmin
eder.
Düşen bu yüke birisi
takılıp da bir zarar görürse; onun diyeti de, yük sahibine ait olur. Fetâvâyi
Kâdîhânda da böyledir.
Bir adam, üzerinde
herkesin üzerine giydiği bir şeyle yolda giderken o yüzden birini öldürür; veya
bir adamın üzerine düşer, yahut adamın kendisi yola düşer bir başkasıda ona
dokununca yıkılıp ölürse; bu durumlarda, o adama bir tazminat gerekmez.
Şayet başkalarının
giydiğinin hâricinde bir şey giyer; -üzerinde yük taşıyan kimse gibi- ve o
yüzden ölen olursa; tazminat gerekir.
Yolda hayvan süren
veya hayvan çeken yahut, bir hayvanın üzerine binmiş olan bir kimsenin
hayvanının eğer, gem veya benzeri bir şey düşerek bir adamı öldürür; yahut,
hayvan veya ba'zı eşyaları yola düşer de ona biri takılıp ölürse; süren, çeken
veya binen şahıs onu tazmin eder. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, yola bir
cerre (= testi) koyduğunda; başka bir adam da, oraya bir cerre kor ve bunlardan
biri yuvarlanıp diğerini kırarsa; cerresi yuvarlanıp, diğerinin cerresini kıran
şahsa, bir şey gerekmez.
Şayet yuvarlanan cerre
kırıhrsa, diğeri onu tazmin eder.
Keza bir adam hayvanım
yolda durdurur; diğer bir adam da aynısını yapar ve hayvanlardan birisi kaçıp,
diğerine dokunarak onu öldürürse; kaçan hayvanın sahibi, Öteni tazmin eylemez.
Şayet kaçan hayvanı, diğer hayvan öldürürse; duranın sahibi tazminatta bulunur.
FetâYâyi Kâdîhânda da böyledir.
Bir adam, içinde
zeytinyağı bulunan veya boş olan destisini yola bırakır, keza bir başkası da
kendi testisini, o yola kor ve onlardan birisi yuvarlanıp, diğerine dokununca,
ikisi de kırıhrsa; tmâm: Duran cerrenin (= testinin) sahibi, yuvarlanan
testinin içindeki zeytin yağını da öder.
Fakat, testisi
yuvarlanan bir şey ödemez.
Şayet ikisi de
yuvarlanır veya onlardan birisi eğiterek, -sahibinin koyduğu yerden ayrılmadan-
diğerine değerse; yuvarlanmalarından veya o meyileden, diğeri kırılır veya
yerinde duran kırılsa; onlardan her biri, diğerinin testisini öder. Muhıyf te
de böyledir.
Bir adam, testisini
büyük bir havuzdan doldurup onu, o havuzun kenarına koyduktan sonra, başka bir
adam gelerek, o da aynı şeyi yapar ve bu ikinci testi yuvarlanarak, birinciye
dokunur ve onu kırdığı gibi kendisi de kırıhrsa; bu durumda ikinci testinin
sahibi, birincinin testisinin kıymetini öder.
Bazı âlimler de:
"Her biri, diğerininkini öder." demişlerdir. Hızânetü'I-Müftîn'de de
böyledir.
"Bir kısım
âlimler de: "Her hâlinde, testisi yerinde duran şahıs ödemeyapar."
buyurmuşlardır. Zemyre'de de böyledir.
Bir adam, yol üzerine
bir şey koyduğunda; bir hayvan, ondan ürker,ve sahibi düşüp ölürse; o şeyi
oraya koyan şahsa eğer o şey dokunmadı ise-tazminat gerekmez.
Keza, yıkılmaya yüz
tutmuş bir duvarın sahibine, bu durum haber verilir ve o duvar da yola yıkılır;
bir hayvan da ondan ürkerek kaçarken, kendi
sahibini öldürürse; bu
durumda duvar sahibine
tazminat
gerekmez.
Ancak, duvarı yola
yıkılan veya yola bir şey koyan şahsm bir şeyi isabet eder ve onu Öldürürse; o
zaman tazminat gerekir. Muhıyt'te de böyledir.
el-Asi'da, tmâm
Muhammed (R. A.) şöyle buyurmuştur: Mescid ehli, mescidin içinde bir su kuyusu
açarlar, veya mescide kandiller koyarlar, yahut, içine, küpler koyarak onlara
su doldursalar veya hasır koysalar yahut kamışdan yapılmış sergi serseler;bu
sebeplerden ölene karşı, hiç birinin tazminatta bulunması gerekmez.
Fakat, bunları, o
mahallenin haricindeki insanlar yaparlar ve o yüzden de birisi Ölürse; eğer bunları
mahalle halkının izniyle yapmışlarsa; yine tazminat gerekmez.
Şayet mahalle
halkından izinsiz yapmışlarsa; (Meselâ: Bir bina yaparlar veya kuyu kazarlar ve
onun içinde de birisi ölürse) bil-icmâ onlar hep birlikte tazminatta
bulunurlar.
Fakat, suyu içilsin
diye küp koyarlar veya hasır sererler yahut kandil asarlar ve bunları da
mahalle halkının izni olmadan yaparlar; bunlar sebebiyle de birisi ölürse;
(Meselâ: Kandil düşerek, birinin elbisesini yakar veya onu fesada verirse)
İmâm EbÛ Hanîfe (R.A.)*ye göre, onlar, onu tazmin ederler.
İmameyn'e göre ise,
tazminat gerekmez.
Şemsü'l-Eimme Halvânî
ve ekseri âlimler, İmameyn'in kavlini almışlardır.
Fetva da bunun
üzerinedir. Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse, mescidde
otururken, başka bir adam da ona dolaşarak düşüp ölse; eğer namazda değil ise,
tazminat gerekir.
Eğer namazda ise
tazminat gerekmez. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavlidir. İmâmeyn ise: Her
halinde tazminat gerekmez." buyurmuşlardır. Kâfî'de de böyledir.
Sadru'l-lslâm şöyle
buyurmuştur: En açığı, İmameyn'in kavlidir.
Bir adam namaz vaktini
beklemek üzere, veya ders okumak için yahut fıkıh Öğrenmek için veya itikâf
için otursa veyahut Allahu Teâlâ'yı zikretmek için, veya*teşbih çekmek için
yahut Kur'an okumak için mescidde otururken; başka bir adam ona takılıp
ölürse; tazminat gerekir mi?
İmâm-i A'zâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'den bu hususta bir rivayet'yoktur. Müteahhirîn âlimleri de bu
hususta ihtilaf eylemişlerdir: Bir kısmı: "İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre
tazminat gerekir." demişlerdir. Ebû Bekir er-Râzi bu görüştedir. Bazıları
da: "Tazminat gerekmez." buyurmuşlardır.
Ebû Abdullah
el-Cürcânî de bu görüşe katılmıştır. Muhıytte de böyledir.
Şemsü'l-Eimme:
"Sahih olan, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavlidir. Namazın vaktini
beklemek için oturan tazminatta bulunmaz. İhtilaf mescide,
tahsis edilmeyen ibâdetler
hakkındadır. Kur'an okumak,
fıkıh ve hadis dersi okumak gibi..." buyurmuştur.
Fakıyh Ebû
Cafer, Keşfü'l-Gavâmiz isimli
kitabda şöyle buyurmuştur:
Ben, Fakıyh Ebû
Bekir'in şöyle söylediğini duydum: Şayet, Kur'an okumak veya i'tikaf için
oturmuşsa, bi'1-icma tazminat gerekmez.
Fahru'l-tslam
Sadru'ş-Şehîd'de şöyle buyurmuştur: Eğer
konuşmak için oturmuşsa,
bi'1-icma tazminat gerekir. Tebytn'de de böyledir.
Bir adam, mescidin
içinde yürürken, bir adama basar; (tepeler) veya mescidde uyurken, başka
birinin üzerine dönerse; ona tazminatın gerektiğinde ihtilaf yoktur. Mebsût
Şerhi'ndede böyledir.
İmâm Muhammet! (R.
A.), Câmiu's-Sağîr'de şöyle buyun
ıştur: Bir adam, imâmdan izin almadan, bir nehrin üzerine bir köprü yapar;
başka bir adam da ordan geçerken düşüp ölürse, tazminat gerekmez.
Burdames'eleler vardır.
Bu mes'elede iki durum
vardır:
Eğer, kanal, adamın
şahsî malı ise, tazminat gerekmez.
Eğer kendi malı
değilse ve bu kanal bir topluluğun malı ise ve onun üzerinden geçmek âdet ise,
yine tazminat gerekmez.
Eğer âdet değilse, o
zaman tazminat gerekir.
Su dökme mes'elesine
kıyasla uygun olanı, geçmek için başka yol bulamazsa veya kanalsız yerden giden
bir yol yoksa ve onun üzerinden kasden geçti ise tazminat gerekir.
Eğer kanal, bütün
müslümanlara âit olduğu hâlde, o şahıs imâmdan izinsiz olarak köprü yaptı ise,
cevap husûsi olan kanal üzerine yapılanın köprüdeki cevabın aynısıdır.
Zâhirü'r-rivâyede de
böyle söylenmiştir. Muhiyt'te de böyledir.
Bir adam, yola bir
kuyu kazar; başka bir adam da gelerek, kendi isteğiyle, o kuyuya kendisini
atarsa; bu durumda o kuyuyu kazan şahsa tazminat gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da
da böyledir.
Bir adam, müsiümanlarm
yoluna kenarına değil- bir kuyu kazar; başka bir adam da o kuyuya düşerek
ölürse; bi'1-icma, kuyuyu kazanın âkilesi üzerine diyet gerekir. Keffâret
gerekmez.
Bize göre, mîrasdan da
mahrum kalmaz.
Bir kimse, iki evin
arasına kuyu kazar ve bu kuyu, diğer yer sahibinin mülkünde olursa; tazminat
gerekir.
Şayet kendi mülkünde
kazmışsa veya önceden kazma hakkı varsa, tazminat gerekmez.
Kendi mülkü olmaz;
fakat, müslümanîarın mülkü olursa veya ortaklaşa bir mülk olursa (çıkmaz, bir
sokak gibi) işte bu takdirde de tazminat gerekir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, yola bir
kuyu kazdığında başka bir adam da gelerek bu kuyunun içine düşüp açlıktan veya
susuzluktan yahut kederinden ölürse; o kuyuyu kazan şahsa, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre tazminat gerekmez. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir adam, bir yabana,
(yol olmayan, gelip geçilmeyen boş bir yere)
imamdan izin almadan
bir kuyu kazar ve tesadüfen bir adam düşüp ölürse; bu kuyuyu kazan şahsa
tazminat gerekmez.
Keza, bir adam tenha
bir yere oturur veya oraya bir çadır kurar; birisi de gelerek ona dolaşıp
yıkılır ve ölürse; oturan veya çadır kurana tazminat gerekmez.
Şayet bu bir yolda
olursa; o takdirde tazminat gerekir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Bir adam, yola bir
kuyu kazdıktan sonra; onun alt tarafına da bir başkası bir kuyu kazar ve ona
bir adam düşerek ölürse; önceki kuyuyu kazan tazminatta bulunur.
İmâm Muhammed (R.A.)
böyle buyurmuştur. Biz, bunu kabul ederiz. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.
Şayet bir adam
gelerek, kazılmış bir kuyunun ağzını genişletir ve onun içine bir adam düşerek
ölürse; tazminat yarı yarıya olur.
Fakiyh Ebû Ca'fer
el-Hindüvânî, şöyle buyurmuştur: Ben, bu cevabı, şöyle tafsilatlandırırım:
Eğer ikinci adam, bir
ayak boyu genişletmişse; yarı yarıya tazminatta bulunurlar.
Fakat, belli olmayacak
kadar, az bir şey genişletmişse; tazminat birinci adama aittir; ikinciye
tazminat yoktur.
Şayet ikinci,
genişletmiş olmasaydı, birincinin kazdığına düşülmeyecek durumda idiyse;
tazminatın tamamı, ikinciye ait olur.
Şayet, her ikisinin
kazdığıda düşülecek genişlikte ise, her ikisi ortak tazminatta bulunurlar.
Şeyhû'1-İmâm Ahmed et-Tavasî şöyle buyurmuştur:
Şayet ikinci adam, bir
ayak basacak kadar genişletmedi ise bir adam da gelerek, ayağını o kuyunun
ortasına koyup düşerse; gerçekten tazminat birinci adama aittir.
Eğer ayağını kuyunun
kenarına korsa, tazminat ikisine âit ol.
Eğer ikinci adam, bir
ayak basacak kadar genişletmiş, sc radan gelen de, ayağını kuyunun ortasına
koymuşsa, tazminat öncekine aittir.
Ayağını kuyunun yanına
koymuşsa, tazminat -hasseten- ikinciye aittir.
Şayet, kimin ne kadar
kazdığı bilinmiyor ise, tazminata ortaktırlar. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, yolda bir
kuyu kazdıktan sonra, onu, yer cinsinden olan toprak, kireç ve benzeri şeylerle
geri doldurur; sonra da birisi gelip tekrar onlan boşaltır; daha sonra da o
kuyuya bir adam düşüp ölürse; bu durumda, ikinci adam tazminatta bulunur.
Şayet kuyuyu önce
kazan adam, o kuyuyu, yemekle ve yer cinsinden olmayan bir şeyle doldurur;
sonra da birisi gelip, onu boşaltır; bundan sonra da bir adam ona düşerek
ölürse; önceki adam tazminatta bulunur.
Yine böyle, yola bir
kuyu kazsa ağzımda kapatsa, sonrada bir adam gelip ağzını açsada, sonrada bir
adam düşüp ölse yine önceki tazmin eyler. (Fetâvâyi Kadthan'da da böyledir.
Bir adam, bir taşa
takılarak kuyuya düşse; kuyuyu kazan değil de, o taşı oraya koyan tazminatta
bulunur.
Şayet taşı oraya kimse
koymamışsa; o zaman kuyu sahibi tazminatta bulunur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de
böyledir.
Bir adam, kuyunun
içine taş veya demir kor; bu kuyuya düsen şahıs da, o taş veya demir sebebiyle
ölürse; bu durumda tazminat, kuyuyu kazana ait olur. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, yolun
kenarına kuyu kazar; bir. adam da gelip; başka birinin yola serptiği sudan
ayağı kayarak, o kuyuya düşerse; tazminat, o suyu oraya serpene aittir.
Şayet yer, yağmur suyu
ile ıslanmış ve adamın ayağı ondan kayıp düşmüşse, tazminat, kuyu sahibine
aittir. Zehiyre'de de böyledir.
Bir adam, diğer bir
adama, kendi mülkünde veya bir yolda olan kuyuyu verirse; tazminat kuyuyu
verene aittir. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, yolda olan
bir kuyuya düşüp öldüğünde, o kuyuyu kazan
şahıs: "Kuyuya düşen,
kendi kendini attı.
Bana tazminat gerekmez.'* der; düşen adamın vârisleri de: "O, kuyuya kendisini atmadı. Kendi kasdi
olmaksızın düştü: Sana tazminat gerekir." derlerse; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.):
"Bu durumda, kuyuya düşenin vârislerinin sözü geçerli olur ve kuyuyu kazan
tazminatım Öder. Bu, bir kıyâstır." buyurmuştur.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
sonradan bu kavlinden vaz geçip: "Kuyu sahibinin sözü geçerlidir. Ve
tazminat gerekmez. Bu istihsandır." buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, yolun
kenarına bir kuyu kazdığında; ona bîr adam düşer fakat sapasağlam olur ve
oradan çıkarmak için bir ipe asılır; yansına kadar gelince tekrar düşer ve
ölürse; bu durumda tazminat yoktur.
Hatta kuyunun içinde
gezerken, ayağı bir taşa takılsada düşüp ölse, yine tazminat yoktur.
Eğer kuyu sahibi, bu
kuyunun bir yanından sökmeye çalışırken, kuyunun kenarı çöker ve adam ölürse;
tazminat kuyu sahibine aittir. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, başka
birinin mülküne kuyu kazdığında; bu kuyuya bir adam düşer; o yerin sahibi de:
"Kuyunun kazılmasını ben söylemiştim." dediği hâlde, yakınları bunu
inkâr ederse; kıyâsa göre yer sahibi tasdik
edilmez.
îstihsânda ise o
tasdik edilir. Zehıyrede de böyledir.
Bir adam, yolda
kazılmış bir kuyuya düşer; başka bir adam da, "o kuyuyu, kendisinin
kazdığını*' ikrar eder; fakat bunu âkileleri kabul etmezlerse; bu durumda
diyet, üç sene içinde, kendisinin malından Ödenir. Zemyre'de de böyledir.
Bir adam, yola bir
kuyu kazar veya o yolda durur, yahut bir ev yapar veya bunları
hükümdarın izniyle çarşıda
yaparsa; tazminat gerekmez. Serahsî'nin
Muhıyü'nde de böyledir.
Bir adam, kendi
mülküne bir kuyu kazdıktan sonra, onun içine düşer veya bir adam veya bir
hayvan o kuyunun içinde olduğu hâlde düşen şahıs, öncekim Öldürürse; onu tazmin
eder.
Eğer kuyu yolda olmuş
olsaydı, kuyuyu kazana tazminat gerekirdi. Ve, öleni de öldüreni de o öderdi.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.),
şöyle buyurmuştur: Sahibinin izni olmaksızın, bir adam, menfaat temini için,
birinin yerinde bir kuyu kazar ve bu kuyuya bir eşek düşüp Ölürse; tazminat,
kuyuyu kazana aittir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir adam, yola bir
kuyu kazar ve onun içine bir adam düşerek kolu kırılır; sonra da ordan çıkınca,
iki kişi başını yarar ve bu adam hastalanıp ölürse; diyeti üçe bölünür. Kuyu
sahibi ile başını yaralayan iki kişi diyetini öderler. Mebsût'ta da böyledir.
Bir kuyuya^üç kişi
düşüp biri birine taalluk etseler ve düşmeleri sebebiyle de ölseler;
birbirinede dokunmuş olmasalar; birinci düşenin diyeti, kuyuyu kazana aittir.
İkincinin diyeti, önce
düşene aittir. Üçüncünün diyeti ise, ikinciye aittir.
Düşmeleri sebebiyle
ölürler ve bir kısmı diğerinin üzerine düşmüş olursa; onların sağ çıkarılmaları
mümkün olsa da, bir birinin hâlinden haber verseler ve sonra ölseler; önceki
Ölen, şu yedi durumdan hâli değildir.
1) Başka
değil- sırf düşmesi sebebiyle ölmüş olabilir. Bu durumda diyeti, kuyuyu kazana
aittir.
2) İkinci
düşen adamın sebebiyle ölmüş olabilir. Bu durumda kanı heder olmuştur.
3) Üçüncü
adamın, onun üzerine düşmesiyle ölmüş olabilir. Bu durumda, diyeti ikinci adama
aittir.
4) Bu şahıs
kendisi ikinci adamın Üzerine düşmüş olması sebebiyle ölmüş olabilir.
Bu durumda diyetinin
yarısı kuyuyu kazana aittir. Diğer yarısı ise heder olmuştur.
5) Bu şahsın
kendisi üçüncü adamın üzerine düşmesi sebebiyle ölmüş olabilir.
Bu durumda, diyetinin
yarısı kuyuyu kazana; yarısı da ikinci düşene aittir.
6)
Kendisinin düşmesinden dolayı, üzerine ikincinin ve üçüncünün düşmesi sebebiyle
ölmüş olabilir. Bu durumda, diyetinin
üçte biri kuyuyu kazana, üçte biri de ikinci düşene aittir. Diyetinin üçte biri
ise heder olmuştur.
7) İkinci
adamın üzerine düşmesiyle ve üçüncü adamın üzerine düşmesiyle ölmüşse;
diyetinin yarısı ikinci adama aittir. Yansı da heder olmuştur.
İkinci düşen adam için
şu üç durum söz konusu olabilir:
1) Eğer
düşmesi sebebiyle Ölmüşse, diyeti birinci düşene aittir.
2) Üçüncü
adamın, kendi üzerine düşmesi sebebiyle ölmüşse, kanı heder olmuştur.
3) Şayet
kendi düşmesiyle ve üzerine üçüncü adamın düşmesiyle ölmüşse, diyetinin yarısı
Önceki adama aittir. Yarısı ise heder olmuştur.
Üçüncü düşene gelince,
onun için sadece bir durum vardır: O da, fidyesinin ikinci düşen şahsa ait
olmasıdır.
ölüm halleri
bilinmiyor ise, kıyasa göre, önceki düşenin diyeti, kuyuyu kazana aittir.
İkinci düşenin diyeti
de, birinci düşene aittir.
Üçüncü düşenin diyeti
ise, ikinci düşene aittir.
Yâni bunların
âkilelerine aittir.
Bu, İmâm Muhammed
(R.A.)'in kavlidir.
Istihsana göre ise,
birinci düşenin diyetinin Üçte biri kuyu sahibine; üçte biri de ikinci düşene
aittir. Diyetinin üçte biri ise heder olmuştur.
İkincinin diyetinin
yarısı heder olmuştur. Yarısı ise, önceki düşene aittir.
Üçüncü düşenin diyeti
ise, ikinci düşene aittir.
İmim Muhammed (R.A.),
ist ihsana göre bir açıklamada bulunmamıştır. Âlimlerimiz: "Bu, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)*un kavlidir." buyurmuşlardır.
Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir adam, kuyu kazmak
için adam icarlar; o da kazar ve bu kuyunun içine bir adam düşüp Ölürse;
ammenin bildiği, gelip geçtiği bir yola kazmışsa; her birine birer diyet
gerekir. İcarlayan ister bildirsin, isterse bildirmesin farketmez.
Keza, bir kimse,
meşhur olmayan bir yol üzerine kuyu kazar; müste'cir de "bu yolun bütün
müslümaniara âit olduğunu" bildirirse; ikisinin de diyet ödemesi gerekir.
Fakat, bu durumu
bildirmez ise, tazminat yalnız emredene âit olur.
Bu, şunun hilâfınadır:
Bir adam, bir koyun kesmek için, bir adamı icarlasa, adam da koyunu kestikten
sonra, o koyunun başkasına âit olduğunu öğrenirse; bu durumda, eğer müste'cir
"koyunun başkasına âit olduğunu'* bildirmişse; o takdirde tazminat, onu
boğazlayana aittir.
Eğer kuyu kazılan yer,
müste'cire âit olur ve ücretle çalışan şahsa: "Bu yer benimdir. Tâ öteden
beri benim hakkımdır. Benim evimin har imidir." derse; istihsânda tazminat
müste'cire aittir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, dört kişiyi
icarlayarak, "kendisine bir kuyu kazmalarını" emreder; onlar da kazarken,
bu kuyu yıkılır ve biri ölür; diğerleri sağ kalırlarsa; çalışanlardan her
birinin dörtte bir diyet ödemesi gerekir ve diyetin dörtte biri de sakıt olur.
Bunlar, birbirlerine
yardımlaşmadan çalışıyorlarsa, birisinin, kuyu kazarken, üzerine toprak yıkılarak
ölmesi hâlinde kanı heder olur. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, kölesine
"yolda bir kuyu kazmasını" emrettiğinde; eğer o yotun kenarı (boş
yeri) var da bu kuyu orda ise, tazminat, efendinin âkilesine aittir.
Şayet yolun kenarı
yoksa, tazminat köleye aittir. Köle, bunu bilsin veya bilmesin böyledir.
Tecrîd'de de böyledir.
Bir adam, kendi
mülküne bir kanal kazdırır ve ona bir insan veya hayvan düşerse;
tazminat yoktur. Mülkünün
haricine bir kanal kazdırırsa; bu kuyu gibidir ve tazminatı
gerektirir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir adam, başkasının
mülkünde bir kanal açar; bu kanal da çatlar ve o yeri su basar veya yanını su
altında bırakırsa; onu tazmin eder.
Şayet kendi mülkünde
kazmış olsaydı, tazminat gerekmezdi. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, kendi yerini
suladığında; su başkasının yerine akıp onun mahsûlünü ifsad eder veya ziraatını
yahut bağım ifsâd ederse; onları tazmin etmesi gerekmez.
Keza, bir kimse, kendi
arazisinin firezini (= sapını) yaktığında, ateş başkasının bir şeyini de
yakarsa; zâmin olmaz.
"Bu, rüzgar sakin
olduğu (yani, rüzgâr esmediği) zaman böyledir. Fakat rüzgârlı günde yakar ve
ateşin komşuya da sıçrayabileceğim bilirse; istihsanen tazminat gerekir."
denilmiştir.
Bu, aynen bir oluk
gibidir; oluğun altında fesada gidecek şey var iken, ordan su akıtılması
hâlinde tazminat gerekir.
Bir adam, evinde veya
tennûrunda (= fırınında, tandırında) ateş yaksa; onun yaktığı şeyi tazmin
eylemez.
Keza, bir adam, kendi
yerinde bir kanal veya bir kuyu kazdığında; o etrafında olan komşuya taşarsa;
tazminat gerekmez.
Onu başka yere
nakletmesi için de hüküm verilmez. Netice, kendisi ile Allahu Teâlâ
arasındadır. Ancak, başkasına zarar vermekten a'zami
derecede kaçınmak gerekir.
Felâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Âlimler şöyle
buyurmuşlardır:
Örf ve âdette olduğu
veçhile, su yarma yapar ve komşunun arsasına girerse; bu böyledir. Yoksa,
ihtimal harici olursa, tazminat gerekir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, kendi
mülküne su akıttığında; bu su, komşunun mülkünden çıkar ve onun bazı şeylerini
ifsad ederse; bu.durumda kıyâsda tazminat yoktur.
Bazı âlimlerimiz:
"Bu durumda, o şahıs, suyun başkasına zarar vereceğini bilirse, o takdirde
tazminat gerekir." buyurmuşlardır. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kişi, kendi yerini
sularken; su tecâvüz edip, komşusunun arsasına geçer ve onu önleyebileceği
hâlde önlemez ise, tazminat gerekir.
Kendi yeri yukarda ve
komşusunun yeri de aşağıda (enginde) olur ve suyun komşusunun yerine tecâvüz
edeceğini bilirse; o takdirde tazminat gerekir. Ve su yolunu sağlamlaştırmakla
emrolunur.
Hızânetü'l-Müftîn'de
de böyledir.
Şayet, kendi yerinde
delik yarık olur da, onları kapatmaz ve komşusuna zarar verirse; tazminatta
bulunur.
Eğer bunları bilmez
ise tazminat gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir adam, umuma âit
bir nehirle, bir yerini sular ve o nehrin etrafında da açılmış küçük küçük
arklar bulunur; bu nehir taşarak o arklara girip, o halkın arazisini fesada
verirse, tazminat gerekir. Hızâ-netü'l-Müftîn'de de böyledir.
s "ir köle, yola
bir kuyu açar ve onun içine bir insan düşerek Ölürse; efendisi, o köleyi fidye
olarak verir.
Sonra, bir adam daha
düşse; tmâm Ebû Hanıfe (R.A.): "Bu durumda efendisi ya o köleyi veya
fidyesini verir, "buyurmuştur. Zahi-riyye*de de böyledir.
Müslümanların yoluna,
bir köle, bir kuyu kazar; onun içine de bir adam düşer ve efendisi: "Bunu
ben söyledim.*' der; onun âkilesi de beyyinesiz, onu doğrulanmazlarsa; onun
diyeti, kendi malından verilir. Mebsût'ta da böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir köle, bir yolun
kenarına, bir kuyu kazar; bir adamda gelerek, bu kuyunun içine düşer ve velisi
de köleyi affeder; sonra da bir şahıs, o kuyuya düşerse; artık onun efendisi,
ya köleyi veya diyetini öder.
İmânı Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin kavli budur.
İmâmeyn ise: Yarısını
verir. Zira, düşenlerden birisi onu affetmiştir." buyurdular. Mahıyt'te de
böyledir.
Bir köle, efendisinden
izinsiz olarak, bir yola, bir kuyu kazdıktan sonra, efendisi onu azâd eylese;
daha sonra da, o kuyuya bir adamın düştüğünü öğrense; o takdirde, bu efendi,
kölenin kıymetini kuyuya düşüp de ölen şahsın velisine öder.
Sonra, birisi daha
düşerse; bu kölenin kıymetine iki taraf ortak olurlar.
Sonra da bir köle daha
düşüp ölürse; onun vârisleri de, o kölenin kıymetine ortak olur.
Muhammet! bin Hasan
(R.A.): "Onun kam heder olur." demiştir.
Bu mes'elenin aslı:
"Bir köle, yola bir kuyu kazdı. Sonra da efendisi onu azâd eyledi. Daha
sonra da o kuyuya bir köle düşüp öldü. îşte onun kam hederdir.
tmâm Muhammedi
(R.A.)'in kavli budur.
Zâhirü'r-rivayede ise,
efendisi, kölenin kıymetini, düşen kölenin vârislerine tazmin eder. Mebsût'ta
da böyledir.
Şayet, önce efendisi
onu azâd eylemiş olur; sonra da bu köle kendi basma yola kuyu kazar ve ona da
birisi düşerse, hilafsız olarak efendiye bir şey gerekmez. MuhıyCte de böyledir.
Eğer, bu kuyuya adam
düştükten sonra, efendisi, o köleyi -kuyuya adam düştüğünü bilmeden- azâd
ederse; yine o kölenin kıymeti kadar tazminatta bulunur.
Şayet, adamın
düştüğünü biliyor idiyse; o zaman, üzerine diyet vermesi gerekir.
Sonradan, biri daha
düşer ve ölürse; o diyet sahibi ile önceki kölenin kıymetini bölüşürler, tmâm
Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavli budur.
İmâmeyn ise:
"Önceki karışmaz; ikinci düşenin velîsine, efendi o kölenin kıymetinin
yansını verir.*' buyurmuşlardır. Mebsût'ta da böyledir.
Bir köle, efendisinden
izinsiz olarak, bir yola kuyu kazdığında, oraya hatâ ile birisi düşüp ölürse;
bu efendi ölenin velîsine, o köleyi verir.
Sonra da bir insan
daha düşüp Ölürse, önceki ölenin velîsi muhayyerdir: Dilerse, kölenin yarısını
verir; dilerse, diyetinin yarısını verir. Hâvî'de de böyledir.
Şayet, kuyuya düşenin
velîsi affederse; efendiye bir şey için müracaat edilmez.
Bu hususta önceki
düşenin velîsi ile, efendinin arasında dava yokdur.
Ancak da'vâ, ikinci
düşenle, kölenin arasındadır. Mebsût'ta da böyledir.
Şayet, köle, o kuyuyu
efendisinin izni ile kazarsa; diyanetçe, tazminat efendisinin âkilesine aittir.
Eğer diyanet olmazsa,
tazminat kölenin boynunadır. îster bilsin, isterse bilmesin farketmez. Hâvî'de
de böyledir.
Şayet kuyuya bir adam düşüp
ölür; sonra da biri daha düşer ve onun da gözü çıkar; o kölede durmakta olursa;
efendisi, ikisine o köleyi verir. Ve onu üç hisse yaparlar. Herkes hakkı
kadarını alır.
Eğer, her ikisi de
fidyelerini isterlerse; onbeşbin dirhemin on bin dirhemi, ölenin velîsine;
beşbin dirhemi de gözü çıkanın velîsine verilir.
Şayet, bunları
bilmeden, efendi, o köleyi azâd etmiş olaydı, kölenin kıymetini onların
arasında üçe taksim ederek, verirdi.
Efendi adamın öldüğünü
bilip; diğerinin gözünü çıktığını bilme-seydi, onbin dirhemi, ölenin yerine
verirdi.
Göz sahibinin diyeti
de üzerine olurdu.
Efendisi; onlardan hiç
biri kuyuya düşmeden, o köleyi satmış olsa; sonra da, bir adam, o kuyuya düşüp
ölseydi; satıcının, o kölenin kıymetini vermesi gerekirdi.
Şayet bir köle, kendini
kuyuya atarsa; zâhirü'r-rivayeye göre, bu durumda, bu kölenin bedelini, satan
şahıs müşteriye öder.
fmâm Muhammed (R.A.)'e
göre ise, bu kölenin kanı heder olmuştur. Nitekim, bunu azâd bahsinde
açıkladık. Mebsût'ta da böyledir.
Bir müdebber, bir kuyu
kazdıktan sonra, efendisi onu azâd eder veya efendisi öldüğü için, bu köle azâd
olmuş bulunur; sonra da müdebber kendisini kuyuya atıp ölürse; vârisleri onun
kıymetini, efendisinin terekesinden alırlar. Muhıyt'te de böyledir.
Bir müdebber, bir kuyu
kazar ve o kuyuya da efendisi veya onun bir vârisi düşerse; kanı heder olur.
Şayet, efendinin
mükâtebi düşerse; onun düştüğü günkü kıymeti müdebberin, bu kuyuyu kazdığı
günkü kıymetinden alınır. Serahsî'nin Mııhıyfr nde de böyledir.
Bir müdebber veya bir
ümm-ü veled bir kuyu kazar ve kendi kıymeti de bin dirhem olur; o kuyuya da bir
adam düşerek ölürse; efendisi onun kıymetini tanzim eder.
Birisi düştükten
sonra, başka birisi daha düşüp, o da ölürse; bu ikisinin arasında da kuyu
kazanın kıymetinde bir değişiklik olup, kıymet, artar veya eksilirse; efendi,
ancak bin dirhem üzerinden tazminat yapar. Ve, bu bin dirhemi aralarında eşit
olaralc taksim eder.
Şayet müdebber, o
kuyuya bir insan düşmeden önce kendisi ölür veya efendisi onu azâd eder yahut
kitabete bağlar veya bunlara benzer bir şey yapar; sonra da o kuyuya birisi
düşüp ölürse; onun kıymetini, efendisi ödüyor. Mebsût'ta da böyledir.
İbnii Semâ a'nın
nevâdirî'nde, îmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
Bir mükatep yola bir
kuyu kazdıktan sonra, bir adam öldürür ve kıymeti ona hükmedilir; daha sonra da
kazdığı kuyuya bir adam düşüp ölürse; tmâm: "Düşenin velîsi, onun
kıymetine ortak olur." buyurmuştur.
Keza, müdebberin
kazdığı kuyuya düşenin velîsi gelip, kuyu hakkında, o
müdebberin kıymetini efendisinden
almak isterse; o kıymetin alınmasına husûmet yoktur; beyyine
de kabul edilmez. Ancak müdebberin efendisinin beyyinesi varsa; o, kıymetinin
yarısını alır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir müdebber, bir kuyu
kazdığında onun içinde bir adam ölürse; efendisi bin dirhemi kaza yoluyla öder.
Sonra da cinayetin
velisi ölüp, o bin dirhemi terk eder ve iki adama, iki bin dirhem borcu
bulunur; o kuyuya da başka birisi düşüp ölürse; öncekinin terekesi olan
bindirhem, alacaklılar arasında taksim edilir. Beşte dördünü, önceki
alacaklılar alır. Beşte birini de sonraki velî alır.
Eğer hâkimin hükmüyle
alırlar ve sonra da o kuyuya bir başkası daha düşerse; işte onun velîsi ikinci
cinayet sahibinin aldığının yarısını ahr. Diğer alacaklılar da Ölenin malının
bin dirhemden dörtte birini alırlar. SerahsS'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Şayet efendi, hâkimin
hükmü olmaksızın, beşyüz dirhem vermiş olur; sonra da velî, onu efendiye
bağışlayıp geride kalanı almaz; daha sonra da oraya bir başkası düşerse; ikinci
velî, "yarısını efendiye ödetmekle, dörtte birini diğer velîye Ödetmek
arasında" muhayyerdir.
Eğer efendi, hükümle
vermişse; efendi dörtte bire, velî de dörtte bire muhayyer olmaksızın uyarlar.
Kâfî'de de böyledir.
Bir adam, izinsiz bir
köle ile hür bir kimseyi icarlayarak, ikisine birden bir kuyu kazdırır; bu kuyu
da onların üzerlerine yıkılıp, ikisi de Ölürse; müste'cir, kölenin efendisine,
onun bedelini öder.
Sonra o bedel, -yarım
diyetten az ise- hür olan kimsenin vârislerinin olur.
Sonra da bu efendi,
müste'cire müracaat eder. Müste'cir tazminatı sebebiyle onu yapmış olur. Hür
olanın kıymetinin yansını da onun âki-lesine tazmin eder.
Eğer köle çalışmaya
izinli olmuş olaydı, müste'cirin bir şey tazmin etmesi gerekmezdi.
Hür için de,
âkilesine, kölenin kıymetinin yansım vârislerinin vermeleri gerekir.
Mefesût'ta da böyledir.
Bir adam, bir hür ile
bir izinsiz köle ve bir de mükâtebi ücretle kiralayarak, bir kuyu kazdırırken;
bu kuyu onların üzerine yıkılıp, hepsini de öldürse; hür hakkında, müste'cire
bir şey gerekmez. Mükâtep hakkında da bir şey gerekmez. Yalnız kölenin
kıymetini, onun efendisine öder.
O kıymeti efendiye
verince efendide onu hür olanın vârislerine ve mükâtebin veresesine verir.
Hür olan şahsın
vârisleri onun kıymetini, diyetin Üçte biriyle çarpar. Mükâtebin vârisleri de
öyle yapar.
Sonra kölenin sahibi,
bir daha o kölenin kıymeti için müste'cire müracaat eder. Ve ona, bu kıymet
teslim edilir. Müste'cir de mükâtebin vârislerine; o mükâtebin kıymetinin üçte
biri için, -onun âkîlesine- müracaat eder. Mükâtebin yakınları da hür şahsın
âkîlesinden, mükâtebin kıymetinin üçte birini isterler.
Sonra da, mükâtebin
terekesinden kıymeti kadarı alınıp, hür şahsın vârisleri ile müste'cire; bu
kıymet kölenin kıymetinin üçte biri ile hür şahsın diyetinin üçte birine darb
edilerek verilir. Hâvt'de de böyledir.
Bu, Tecrfd'den naklen,
Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir adam, biri
müdebber, biri mtikâtep, biri köle ve biride hür olan dört kişiyi, kendisi
için, bir yola, bir kazmaları için icarlar ve kazdıkları kuyu da üzerlerine
yıkılarak, hepsini öldürür ve bu durumda, müdebber ile köleye izin verilmemiş
ve çalışmaları müsâdesiz olmuş olursa; biz: "Bunlardan her biri kendi
fiili ve arkadaşlarının fiili sebebiyle öldüler; nefislerinin dörtte biri heder
oldu.'* deriz. Ve arkadaşlarının cinayetine itibar edilerek, dörtte üçe hareket
edilir.
Bundan sonra,
müste'cir, müdebber ile kölenin kıymetlerini, onların efendilerine verir.
Sonra, hür olanın
vârisleri, o adamların her birinden dörtte bir diyet isterler. Mükâtebin efendisi
de, onların her birinden dörtte bir diyet talep eder.
Bu iki kıymet, hür
olanın vârisler ile, mükâtebin vârisler için, yarımşar diyet olur. Ve böylece
taksim ederler.
Bundan sonra, iki
efendi müste'cire müracaat ederler. Müstecir de hür olanın âkilesine müracaat
ederek, o ikisinden her biri için, kıymetlerinin dörtte birini ister.
Mükâtebin vârislerine de aynısını yapar. Mebsût'ta da böyledir.
En doğrusunu, ancak
Allahu Teâlâ bilir. [33]
Hayvanın cinayetini (-
suçunu) bilmek için; onun, şu üç durumdan hâli olmadığını bilmek gerekir:
1) Hayvan,
sahibinin mülkünde suç işlemiş olabilir.
2) Hayvan
başkasının mülkünde suç işleyebilir.
3) Hayvan,
müslümanların yolunda suç işleyebilir.
Şayet hayvan,
sahibinin mülkünde ve sahibi yanında yokken suç işlediyse; onun sahibi
tazminatta bulunmaz.
Hayvan, ister orda
duruyor olsun; isterse gitmiş olsun, farketmez.
Bu hayvan, orada
bulunan bir şahsı, ister ayaklarıyla tepelemiş; ister ayaklarıyla, ona vurmuş;
ister kuyruğu ile vurmuş, isterse ısırmış olsun farketmez.
Şayet, sahibi yanında
olup, onu sürüyor veya çekiyorsa; bu durumların hiç birinde, sahibine tazminat
gerekmez.
Şayet hayvan sahibi,
hayvanına binmiş ve hayvan giderken orada birisinin eline veya ayağına basmış;
o da ölmüşse, hayvan sahibi âkile-sine diyet öder. Kendisine de keffaret lâzım
olur ve mîrasından mahrum olur.
Eğer hayvan ısırmış,
veya tepmiş yahut kuyruğuyla vurmuşsa; tazminat gerekmez.
Şayet, hayvanın suçu
-sahibinin mülkünde değil de- başkasının mülkünde olmuş ve hayvan oraya, sahibi
girdirmeksizin, kendiliğinden girmişse; sahibine tazminat gerekmez.
Eğer sahibi, kendisi
oraya girdirdi ise bütün hâllerde, sahibi tazminatta bulunur. İster hayvan
orda dursun, ister çıkıp gitsin farketmez. İster, sahibi sürüyor olsun; ister
çekiyor olsun; isterse binili olsun aynıdır. Zehıyre'de de böyledir.
Şayet, mülk sahibinin
izniyle girmişse; o takdirde durum, mal sahibinin kendi mülkünde olduğunun
aynısıdır. Tebyîn'de de böyledir.
Müslümanların yolunda
olduğu zaman, eğer hayvan yolda
duruyor ve onu
sahibi durduruyorsa; bütün
suçlarından sahibi mes'ûldür.
Tazminatı sahibine aittir.
Şayet durmuyor da
yürüyorsa; sahibi de yanında yoksa ve onu, sahibi o yola sürmüşse; o takdirde,
yine, sahibi tazminatta bulunur. Zehıyre'de de böyledir.
Ondan başka yol yoksa,
tazminat sürücüye aittir. Başka yol varsa; tazminat yoktur.
Eğer, bu hayvan,,yolda
önce durur; sonra yürürse; süren şahıs tazminattan kurtulur.
Bu hayvanı, birisi
geri dönderirse; yine tazminat sürücüye aittir.
Eğer, bu hayvan durur,
sonra yürürse; hiç birine tazminat gerekmez.
Eğer geri döndürülür
ve hayvan da durmaz ise, tazminat döndürene aittir. Serahsî'nin Muhıyü'nde de
böyledir.
Hayvan bağından
kurtulmuş ve kendiliğinden gidiyor ve onu sahibi sürmüyor
ise, bütün hâllerde
sahibine tazminat yoktur. Zehıyre'de de böyledir.
Binici, hayvanın
tepelediği şeyi tazmin eder, ister birinin eline, ister ayağına, isterse başına
bassın; ister ısırsın; isterse tepsin; isterse çarpsın binen şahıs, bunların
tamamından sorumludur. Hidâye'de de böyledir.
Şayet, kuyruğu ile
vurursa; tazminat gerekmez.
Süren şahsa gelince;
sürdüğü hayvanın tepmesi halinde ihtilaf vardır:
Ba'zılan:
"Tazminat gerekir." buyurmuşlardır. Şeyh Ebû'l-Hasan el-Kadûrî, bu
yola gitmiştir. İrak cemâati de bu yoldadır.
Ba'zılarıda:
"Tazminatgerekmez." buyurmuşlardır. Bizim âlimlerimiz de bu
yoldadırlar. Zehıyre'de de böyledir.
Sahih olan görüş,
sürücünün, sürdüğü hayvanın tepmesinden dolayı tazminatta bulunmamasıdır.
KÂft'de de böyledir.
Süren veya çeken şahsa
değil de binen şahsa hayvan birine tekmeleyip öldürdüğünde keffâret de
gerekir. Keza, binen şahıs, mirastan da mahrum olur.
Vasıyyetten de mahrum
olur.
Çeken veya süren ise
böyle değildir. Tebytn'de de böyledir.
Mirateka'da şöyle
zikredilmiştir:
"Birisi binici,
birisi de çekici olsa; hayvanın tepelediğinden çekici mes'ul değildir.*'
denilmiş; "her ikisine de tazminat gerekir." diyenler de olmuştur.
Nihâye'de de böyledir.
Bir adam, bindiği
hayvanı sürerken, terkisinde de birisi olur ve bir de, bu hayvanın arkasından
süren bir şahıs bulunup, önünden de birisi çekmekte olur; bu hayvan da bir inşam
tepelerse; bu durumda diyet dörde bölünür. Üzerinde olan kimselere keffâret de
gerekir. Mnhıyt'te de böyledir.
Bir hayvan, yola az
miktarda pislik yapar veya işer ve o yüzden de birisi ölürse; tazminat
gerekmez. Hayvanı durdursa yine böyledir. Sirâcü'I-Vehhâc'da da böyledir.
Keza, pisliğini yapsın
veya işesin diye durdurur veya salyası akar ve o yüzden (yâni bunlara basarak
ayağı kayıp) düşen ve ölen olursa, tazminat gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.
Bunlardan başka bir
maksatla durdurur; hayvan da pislik yapar veya
işer; birisi de bu yüzden Ölürse;
tazminat gerekir.
Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Bir hayvanın ayaklarından
sıçrayan çakıl, çekirdek, toz, toprak, kum veya taş, bir adamın gözüne isabet
ederek, onu kör eder veya elbisesini ifsad ederse; tazminat gerekmez. Bu
hususta, o hayvana binen, terkisinde olan,,süren, çeken hepsi aynıdır. Kâfî'de
de böyledir.
Bir adam, hayvanının
üzerinde yolda giderken, o hayvanın ayağı kayar veya bir taşa dokunur ve o adam
düşüp öldüğünde; o taşı, oraya bir başkası koymuş olur; veya yola bir dükkan
yapmış bulunur yahut yola su dökmüş olur ve o da bir adamın üzerine düşüp,
adamın ölümüne sebeb olursa; tazminat, yola o işleri yapanlara aittir.
Âlimler, şöyle
buyurmuşlardır:
Bu, binicinin, yola
bunu kimin yaptığım bilmediği zaman böyledir. Eğer, bunu bilir ve hayvanı,
oraya kasden kendisi sürerse; tazminat kendi üzerinedir. Mebsûfta da böyledir.
Kudûrf'de şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam, hayvanını
büyük bir mescidin önünde durdurur ve o ayağı ile tepip bir adamı öldürürse; o
takdirde tazminat gerekir. Muhıyt'te de böyledir.
Şayet, imâm, mescidin
önüne, hayvanların duracağı bir yer yapmış ise, orda meydana gelecek hâdiseden
dolayı tazminat gerekmez. Tebytn'de de böyledir.
Bir adam, hayvanların
sevk mahalline, hayvanını bırakır; o da orda tekme ile birini öldürürse;
sahibine tazminat gerekmez. Bundan dolayı; bir kimse geminin bir tarafına hayvanını
bağladığında; bu hayvan, orda tekme ile birini öldürse; sahibine tazminat
gerekmez. Mııhıyt'te de böyledir.
Müntekâ'da, İmâm
Muhamraed (R.A.)'in şöyle buyurduğu nakledilmiştir.
Bir adam, hayvanını
hükümdarın kapısında durdurursa; sorumlu olur. Hâvfde de böyledir.
Bir adam, hayvanını
sahrada durdurursa; tazminat gerekmez. Ancak, caddede durdurursa; tazminat
gerekir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir adam hayvanını bir
yerde veya başka birisiyle ortak olduğu bir yerde durdurduktan sonra; onun
vasıtasıyla bir suç işlenirse, kıyâsen tazminat gerekir. îstihsanen ise,
gerekmez.
Bazı âlimlerimiz:
"Bu, başka hayvanların da durduğu bir yerde böyledir. Yoksa, başka
hayvanların durdurulmadığı yerde durdurursa; o hayvan vasıtasıyla zâ yi olan
şeyin kıymeti tazmin edilir.' * buyurmuşlardır.
Bu, kıyâsen de
istihsânen de böyledir. Zehiyre'de de böyledir.
Bir adam, hayvanını
yola bırakıp, bir yere bağlamaz; o hayvan da, o yerden giderek bir şeyi telef
ederse; bu adama tazminat gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir adam, hayvanını,
bağlı olduğu hâlde yola bırakınca, bağı çözülüp, bir şeye dokunur ve eğer, bağı
çözüldükten sonra, yerinden ayrılmış gitmiş olursa; sahibine tazminat gerekmez.
Bağı, olduğu gibi durduğu hâlde, bir cinayet işlemiş ve bunu durduğu mekanda
yapmışsa, tazminat gerekir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, bir merkep
kiraladığında, bir meclisin bulunduğu yerde ve yolda, bu merkebi durdurup, o
insanlara selâm verdikten sonra, sahibi ona vurur veya sürer; o da tekme
atarak, bir zarara sebep olursa; tazminat gerekir. Sürücü de olduğu gibi...
Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Bir hayvan giderken,
üzerinde bir adam bulunur ve o hayvana birisi vurur da binen şahıs düşer ve
vuran zat, onun emriyle vurmuş olursa; bu durumda vuran şahsa bir şey gerekmez.
Şayet kendiliğinden
vurdu ise, tam diyet gerekir. Eğer hayvan, kendisine vuran şahsa vurursa, onun
kanı heder olmuş olur.
Eğer hayvanın kuyruğu
veya ayağı, isabet ederse; tazminat izinsiz vurana aittir. Eğer izinli vurdu
ise, tazminata ortak olurlar. Hulâsa'da da böyledir.
Muhıyt ve Fetevâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Ancak, binici kendi
mülkünün haricinde durur; bir adama da, "hayvana vurmasını" söyler; o
da hayvana vurunca, hayvan tekme atıp, bir adamı öldürürse; tazminat vuranla,
vurdurana âit olur.
Şayet vuran şahıs,
izinsiz vurdu ise, tazminatın tamamı ona âit olur. Keffâret gerekmez. Hulâsa1
da da böyledir.
Bu hüküm, tepmenin,
vurmanın akabinde ve fasılasız olması hâlinde böyledir. Fakat, fevrî olmazsa,
vurana tazminat gerekmez.
Bir adam, bir hayvanı
çekerken, başka bir adam, o hayvana vurur ve hayvan, çekenin elinden kurtulup,
fevrî olarak birine çarpıp, öldürse; tazminat vuran şahsa aittir.
Süren şahıs içinde bu
böyledir. Hidâye'de de böyledir.
Bir hayvanı, hem
çeken, hem de süren olur; bir adam da, onların hiçbiri izin vermeden, bu
hayvana vurur; o da tekme atarak, bir adamı öldürürse; bu durumda tazminat,
vuran şahsa ait olur.
Şayet, vuran şahıs,
onlardan birisinin söylemesiyle vurmuşsa; hiç birine tazminat gerekmezdi.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bu hayvana vuran bir
köle olursa; o hayvanın cinayeti, onun boynunadır.
Vuran bir sabî ise, o
da, bu durumda bir adam gibidir. Hâvl'de de böyledir.
Bir adam, bindiği
hayvanı sürerken, bir köleye "ona vurmasını" söyler; o da vurur ve o
hayvan bir cinayet işlerse; her ikisine de tazminat gerekmez.
Şayet vurulduğu için,
fevrî olarak bir adamı tepeleyip, onu öldürürse; tazminata ortak olurlar.
Diyetin yarısını, binicinin âkilesi; yansını da o kölenin efendisi öder ve o,
ya bu köleyi verir veya fidyesini verir.
Sonra da, bu kölenin
efendisi, biniciye müracaat edip, kölenin kıymetini alır.
Eğer kölenin kıymeti,
diyetin yarısından noksan ise ve o köle kendisine vurması emredilmiş, izinsiz
bir köle ise, bu böyledir. Şayet, bu köle izinli ise, o takdirde kölenin
efendisi biniciye tazminattan hakkı için müracaat edemez.
Hayvanı çekme de ve
sürmede de cevap aynıdır.
Eğer, binen şahıs köle
olsa ve başka bir köleye de onu sürmesini söylese de, bu hayvan bir adam
tepeleseydi; bu köleler ticâret hususunda izinli iseler, tazminat ikisinin
boynunadır ve onu yan yarıya öderler. Veya, efendileri fidyelerini verirler.
Me'mur kölenin efendisi, âmir kölenin efendisine müracaat edemez ve bir şey
isteyemez.
Eğer emredilen köle,
izinsiz; emreden izinli ise; tazminat yine ikisine aittir.
Bu durumda, me'mur
kölenin efendisi, kölesi için diyetin yarısını ödeyince, izinli ve âmir kölenin
efendisine müracaat eder.
Bu kölelerin her
ikiside izinsiz iseler, tazminat kendilerine aittir; müştereken ödeme yaparlar.
Şayet me'mur kölenin
efendisi, onun diyetini verirse; âmir olan izinsiz kölenin efendisine müracaat
edemez. Ve bir şey alamaz. Köle azad edilince, o zaman kendi kölesinin kıymeti
kadar, onu takip eder.
Şayet, emreden köle
izinsiz de, emredilen köle izinli ise, tazminat yine ikisinin arasındadır.
Me'mur kölenin efendisi, onun fidyesini verirse; o hâlde de, köle azad
edildikten sonra da, kimseye müracaat edemez. Muhıyt'te de böyledir.
Bir hayvan, yola
konmuş bir şeye uğrayıp ona vurur; o da bir başkasına dokunarak, onu öldürürse;
tazminat o şeyi yola bırakana aittir. Hâvî'de de böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam, yolda
hayvanının Üzerinde dururken; başka bir adama, "hayvanına vurmasını'*
söyler; o da vurunca, hayvan tekme atıp, bir adamı öldürür; âmir de düşerse;
ölen adamın diyetini, emreden ile vuran şahıs birlikte Öderler.
Şayet, o hayvan
yerinden ayrılır; sonra da vurulması sebebiyle tekme atarsa; tazminat -biniciye
değil- yalnız vurana ait olur.
Eğer yürümez de,
tekmesiyle hem vuranı, hem de bir başkasını öldürürse; yabancının diyeti,
vurana ve biniciye âit olur. Vuran şahsın yan diyeti de biniciye âit olur.
Şayet binici yolda
durmaz, fakat hayvan kendiliğinden ytirümeyip durur ve onun yürümesi için,
sahibi veya bir başkası ona vurur; o da tekme atıp, bir adamı Öldürürse;
ikisine de bir şey gerekmez.
Bir adam, bir
başkasının hayvanına biner ve onu, hayvan sahibi, yolda durdurur; o da tekme
atıp, birisini öldürürse; tazminat hayvan sahibine ve biniciye âit olur; ikisi
müşterek tazmin ederler.
Bir adam, başka
birinin hayvanını yolda durdurup onu bağlar; kendisi de kaybolur; bu durumda
hayvan sahibi, bir adama söyleyince, o, o hayvana vurur; hayvan da tekme ile
başka bir adamı veya emredeni öldürürse; diyet, vurana âit olur.
Şayet emreden kendisi
hayvanı yolda durdurur; sonra da bir adama, **ona vurmasını" söyler; o da
vurunca hayvan çifte savurup bir adamı Öldürürse; tazminat, emredenle vurana
müşterek olarak gerekir. Onu, yarı yarıya tazmin ederler. Muhıyfte de böyledir.
Bir adamın yola koymuş
olduğu taştan, bir hayvan ürkse de başka bir adamı tepelese, tazminat, o taşı
oraya koyana aittir. O, hayvana vuran şahıs gibidir. Serahsî'nin Muhıyü'nde de
böyledir.
Bir adam, eşeğim başı
boş salıverir; o da birisinin ekinine girip, zarar verirse; eğer kendisi o yere
sürdü ise, tazminat gerekir. Kendisi sürmedi de o eşek, kendiliğinden girdi
ise, tazminat gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Şeyhu'1-tmâm Ebû Bekir
Muhammeö bin Fadl el-Buhârî şöyle buyurmuştur:
Bir adam, öküzünü
köyden kendi arazisine sürer ve o da başkasının ekinine girerek, onu yerse;
eğer başka yol varsa, tazminat gerekmez. Şayet onun için başka yol yoksa,
tazminatta bulunur.
Fakat, hayvan bağlı
bulunduğu yerden çıkar ve bir adamın ekili yerine zarar verirse, veya mer'aya
bırakır da o da gidip birinin ekili yerine zarar verirse; sahibine tazminat
gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, bir hayvanı
sürerken; bu hayvan aniden bir adama, veya bir şeye çarparsa; tazminat gerekir.
Şayet, bir kimse, bir
kuşu gönderir; o da, aniden bir şeye çarparsa; gönderen şahıs onu tazmin etmez.
Sirâcü'I-Vehhâc'da da böyledir.
Bir adam, bir köpeği
bir koyuna sevk ettiğinde; eğer köpek durur da sonra gider ve koyunu öldürürse
tazminat gerekmez.
Şayet, gönderir
göndermez (= fevrî olarak) gider ve konun öldürürse; CâmiuVSağîrde:
"Kendiside arkasından gitmez ise, tazminat gerekmez." denilmiştir.
Kudûri'de de böyledir.
tmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre, bu durumda tazminat gerekir.
Âlimler bu görüşü
kabul etmişlerdir.
Fakiyh Ebû'1-Leys,
Câmiu's-Sağir Şerhi'nde şöyle buyurmuştur: Bir adam, köpeğini birden bire (=
fevrî olarak) gönderir; o da, bir adamın elbisesini parçalarsa; onu gönderene
tazminat gerekir.
Nâtifî, şöyle
buyurmuştur:
Bir adam, köpeğini,
başka bir adama kışkırtıp, ona sevk eder; o da, onu ısırır veya elbisesini
yırtarsa; tmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, tazminat gerekmez.
tmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre ise, tazminat gerekir.
Muhtar olan fetva da
budur. Fetâvâyi Kâdîhânda da böyledir.
Bir adamın kuduz bir
köpeği olur ve gelene geçene saldırırsa; onu, o belde ahâlisi öldürür. Eğer bir
zarar verirse, sahibinin tazmin etmesi -teleften önce söylenmişse- gerekir;
değilse, birşey gerekmez.
Bu, yıkılacak olan
duvar gibidir. TebyîıTde de böyledir.
Bir adam, köpeğini ava
gönderdiğinde; o, bir insana isabet ederse; zahirüU-rivâyete nazaran, tazminat
gerekmez. İtimad da onadır. Fetâvâyi Kâfffliân'da da böyledir. -
Bir adam, devesini
birinin develiğine girdirir; o da birinin üzerine düşerek, onu'öldürürse;
âlimler burda ihtilaf eylediler. Bazıları: "İzinsiz girdirdi ise, tazminat
gerekir." dediler. Bazıları da: "Gerkmez" dediler.
Eğer izinli girdirdi
ise tazminat gerekmez.
Fakıyh Ebû'1-Leys:
"Fetva bunun üzerinedir." buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.
Deve katarını çeken ve
süren şahıslar zâmin olurlar. Eğer, bu katarın ortasında bir kişi daha varsa;
vuku bulacak cinayete, her biri üçte biri nisbetinde diyet öderler. Bunlardan
birinin şevki, tamamının şevki gibidir. Çünkü, katardaki develer bir birlerine
bağlıdırlar.
Şayet, ortada giden
şahıs, bir devenin yularını tuttuğunda, hassaten onun arkasındakine bir zarar
isabet ederse; onun tazminatı da, hassaten ona âit olur.
O devenin
arkasındakine bir ziyan isabet ederse; tazminat ikisine mahsustur.
Öndekine isabet
ederse; bu defa da öndekiyle müşterektir. Yani, her hangi birine isabet edecek ziyana
ortaktırlar ve yarı yarıya tazminatta bulunurlar. Hızânetü'l-Müftîn'de de
böyledir.
Deve katarının ortasında bulunan şahıs,
develerden birinin yularını tutup, onu çekiyorsa, birini çekiyor, birini
sürüyor demek olur. ve arka tarafdakine isabet edecek zarara, öndeki iştirak
etmez. Ârkada-kine isabet edene de öndeki karışmaz. Çünkü, arkadakini sürmekte
değildir. Muhtyt'te de böyledir.
Şayet, ortada giden
deveye binmiş olursa; onlardan hiç birini sürüyor sayılmaz. Deveye isabet
edecek zarara da karışmaz ve kendisine tazminat gerekmez. Yalnız bindiği deve
ile, onun arkasındakinden
sorumlu olur.
Bazı müteahhirîn
âlimleri: "Eğer arkadaki devenin yuları elinde ise, bu böyledir. Fakat,
devenin üzerinde uyuyor ise, ondan da mes'ul olmaz." buyurmuşlardır. Mebsût'ta
da böyledir.
Müntekâ'da, İmâm şöyle
buyurmuştur:
Bir adam, deve
katarını çekiyor, bir başkası da arkadan sürüyor olur ve öndeki, bir deveye
binmiş bulunur; bunun devesi de bir adam tepelerse; onu diyeti, üçte birlidir.
Onun arkasındaki tepelerse, yine
böyledir.
Eğer binicinin
önündeki deve tepelerse; çekici ile sürücü tazminata ortakdjrlar. Biniciye
tazminat yoktur. Muhıyt'te de böyledir.
Şayet deve katarını
birisi çekiyor; bir adam da çekenin devesine bağlı bulunuyor ve çeken şahıs
bunu bilmiyor; bu durumda, o deve bir adamı tepeleyip öldürüyorsa; onun diyeti,
deveyi çekenin âkilesine aittir. Sonradan, bu âkile, o bağlı olan şahsın
âkilesine müracaat ederler.
Eğer, çeken şahıs
durumu biliyorsa; onun âkilesi, bağlı olarım âkilesine müracaat edemezler.
Eğer, develer durmakta
iken bir adam, develeri çekenin devesini bağlar; o da, bunu biliyor olursa; o
zaman, tazminat deveyi çeken şahsın âkilesine ait olur ve onlar, bağlayan
şahsın âkilesine müracaat edemezler. Fetâvâyi Kâdfhân'da da böyledir.
Şayet, bir deve
boşanıp, bir mala veya bir cana zarar verirse; gece olsun gündüz olsun,
sahibine tazminat gerekmez. Hidaye'de de böyledir.
Nevftzü'de şöyle
zikredilmiştir:
Hayvan sahibine, bir
adam: "Senin hayvanın, benim ekili verimdedir. Onu çıkar." der; o da,
onu çıkarırken ekime zarar verirse; eğer zirâat sahibi söylememiş olsaydı,
hayvan sahibi tazminatta bulunurdu. Söylediği için, tazminat gerekmez. Fakıyh
Ebû'1-Leys ve Ebû Nasr: "Her iki hâlde de tazminat gerekir."
buyurmuşlardır. Zehıyre'de de böyledir.
Bir adam, geceleyin
ziraatında iki öküz bulur ve onları köyün öküzleri sandığı hâlde; onlar, başka
bir köyün öküzleri olur ve onları bağlı bulunan yere getirmek istediğinde,
onlardan birini getirince, diğeri kaçar ve onu yakalayamaz, öküz sahibi gelip,
ondan tazminat isterse; Şeyhu'1-tmâm Ebû Bekir Muhammed bin Fadl: "Eğer
öküzleri alırken, niyeti, onları sahibine vermemek idiyse; tazminatta bulunur.
Eğer niyeti, öküzleri sahibine teslim etmek
idiyse, şahidi de
yoksa, tazminat gerekmez.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Yine ŞeyhıTI-İmâm'a
soruldu:
— Eğer gündüz ise ne
dersiniz? Şu cevabı verdi:
— Eğer Öküzler başka
köyün öküzleri ise, onun hükmü buluntunun hükmü gibidir. Eğer, onları kendi
ahırına alıp, sahibine teslim edeceğini isbat edemez ise, tazminat gerekir.
Eğer şâhid bulamazsa; bu bir Özürdür. Şayet öküzler kendi köyünün öküzleri
olur ve onları ekili yerinden çıkarıp, başka bir şey yapmazsa; -öküzler zayi
olsa bile- tazminat gerekmez. Şayet onları ekininden çıkarınca, uzak yere
sürmüşse; tazminat gerekir. Zehıyre'de de böyledir.
Bir adam, mezruatında
bir adamın hayvanım bulup, onu ordan çıkarır; bir kurt da gelerek onu yerse;
âlimler; bu hususta ihtilaf eylediler. Bazıları: "Bu durumda tazminat
gerekir.' Bazıları da: "Eğer çıkarınca, onu başka yere sünnediyse,
tazminat gerekmez. Eğer uzağa sürdüyse; işte o zaman, tazminat gerekir."
demişlerdir.
Şeyhu'ltmâm Ebû Bekir
Muhammed bin Fadl ve Kftdı İmâm Ali es-SağdTde böyle fetva verdiler.
Fakıyh EbÛ Nasr
ed-Debbûsî: Eğer, ziraatından çıkarınca, emin bir yere sürdüyse; tazminat
gerekmez. Eğer daha uzağa sürdü ise, tazminat gerekir." buyurdu.
Fetva, Fadtt'nin kavli
üzerinedir. Mutayt'te de böyledir.
Şayet, sahibine red
için sürdü; onun da yolda ayağı kırıldı veya Öldü ise, tazminat gerekir.
Fetâvâyi Kftdlhan'da da böyledir.
Çoban, sığır sürüsünde
bir öküz bulur ve yabancı bir sığır, onu çıkarıp* dışarı sürerse; tazminat
gerekmez. Muhiyt'te de böyledir.
Âdet olduğu veçhile,
bir ziraatçı koyun otlatan çobandan koyunları, tarlasında yatırmasını"
ister; çoban da öle yapınca; koyunlar, gece gidip komşunun ekinini yayılırsa;
hiç birine tazminat gerekmez. Kinye'de de böyledir.
Bir adam, bağında veya
mezruatında bir hayvan bulur ve o hayvan bir hayli zarar vermiş olursa; bağ
veya ziraat sahibi, o hayvanı hapsedince; o ölürse; bağ ve ziraat sahibine
tazminat gerekir; o hayvanın kıymetini öder. Muhıyt'te de böyledir,
Bir hayvan, habersiz
birinin evine girer; ev sahibi de onu evinden çıkarır ve bu hayvan Ölürse;
tazminat gerekmez.
Bir adam, diğerinin
izni olmaksızın, onun evine elbise bırakır; ev sahibi de onu çıkarıp atar ve o
kaybolursa; atana tazminat gerekir. Onun bedelini öder. Zehıyre'de de böyledir.
Bir adam, odun taşıyan
eşeğini yola sürer; önünde de bir adam gitmekte olur ve eşek sahibi:
"Dikkat, dikkat!" der; o adam da duymaz ve bu adamın elbisesini,
odunlar yırtarsa; hayvan sahibi, onu tazmin eder.
Hatta adam duyduğu
hâlde kaçmaya zaman bulamadam gelip dokunsa ve elbisesini parçalasa, yine
böyledir.
Sağır da böyledir.
Fakat, kaçınmak imkânı
var iken kaçınmadı ise, tazminat gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
FadK'nin Fetvâlan'nda
şöyle zikredilmiştir:
Bir adam, diğerinin
hayvanının ayağını kestiğinde, eğer o, eti yenmeyen bir hayvan ise, cinayet
sahibi, onun tam kıymetini öder. Onun sahibi, hayvan; yanında tutmaz.
Eğer eti yenilen
hayvan ise (koyun, sığır, deve gibi...) yine böyledir.
Zâhirii'r-rivâyede
böyledir.
Fetva da bunun
üzerinedir. Zehıyre'de de böyledir.
Bir adam, kafesin
kapağını açar ve içindeki kuş uçar veya bir ahırın kapısını açar ve hayvanlar
çıkıp kaybolurlarsa; kapıyı açan şahıs tazminatta bulunmaz.
İmâm Muhajtimed
(R.A.): "Tazmin eder." demiştir. Kâfi'de de böyledir.
Münteka'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam, eğer
hayvanının üzerine binmezse; bir gözü hakkında dörtte bir kıymet öder.
Zehiyre'de de böyledir.
îmâm Ebû Hanîfe
(R.A.), şöyle buyurmuştur:
Yük taşıyan deve, eşek
veya katırın bir gözü için, dörtte bir kıymeti tazmin edilir.
Keza, sığırın gözü
veya yavrusunun gözü, deve yavrusunun gözü, sıpanın gözü, koyunun gözü,
devekuşu, köpek veya kedinin gözü için de kıymetinin noksanlığını Öder.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre ise bütün hayvanatın kıymetinin noksanlığım tazmin eder. Fetâvâyi
Kâdfcân'da da böyledir. En doğrusunu, ancak Allahu Teâla bilir. [34]
İmâm Muhammed (R. A.),
el-Asi'da şöyle buyurmuştur:
Bir köle, bir adama
karşı malı gerektiren bir cinayet işlerse; o takdirde efendisi muhayyerdir.
İster, o köleyi verir; İsterse, diyetini (~ ersini) verir.
Bu bizim yolumuzdur.
Aslında onu vermek
gerekir; fidye veya erş ile de onu kurtarmış olur. Bu muhayyerlik, hâlde olur;
te*cil edilince olmaz.
Kendisine karşı suç
işlenen kimse, vazgeçerse; kölenin -can hariş-kasden veya hatâen yapması
müsavidir. Her iki hâlde de mal gerekir. Muhiyfte de böyledir. -
Şayet bir şeyi seçmez
ve köle de ölürse; kendisine karşı suç işlenilenin hakkı bâtıl olur. Kâfi'de
de böyledir.
Köle ölmez, fakat
efendisi ölürse; o takdirde, kendisine karşı suç işlenilen zat, ersi seçer.
Şayet köleyi,
efendisi, öldürmemiş de bir başkası kasden Öldürmüşse, cinayet bâtıl olur ve
kölenin efendisi, kısas ister.
Eğer, kasden değil de,
hatâ ile öldürmüşse; o zaman da kıymetini alır. Sonra da, o aldığı kıymeti,
kölenin işlediği suça karşılık verir. Suçlunun sahibi için muhayyerlik yoktur.
O kıymeti tasarruf eder. Erş için, muhtar olmaz. Tahâvî Şerhi'nde de böyledir.
Efendi, fidyeyi
ihtiyar ettikten sonra, kölenin öldürmesinden vaz geçilmez. Kâfî'de de
böyledir.
Bir köle, hatâ ile cinayet işleyince, kendisine karşı cinayet işlenenin efendisi
fidyeyi intihap eder; efendinin yanında
da fidye verecek bir şeyi olmazsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): "Hâlde yapılan
intihap maziye karışmıştır ve kendisine karşı cinayet işlenilenin efendisi
intihabını değiştiremez ve kölenin rakabesine dönemez. Bu köle satılır ve
diyeti Ödenir. Onun, diyet bedelinden kalan olursa; borç olarak kölenin
üzerinde kalır. Şayet köle kendisi satmazsa; hâkim de satmaz ve onu kendi
nefsini satana kadar, veya onun emriyle bir başkası satana kadar
hapseder." buyurmuştur.
İmâmeyn'iri kavline
göre ise, eğer fidyeyi secmişse, isteği, hâlde geçmiştir; fidyeden âciz olunca;
cinayetin velileri dilerlerse, ihtiyarlarını kölede olan haklarına dönene
kadar- bozarlar; dilerlerse bozmazlar ve hâkimden kölenin rızâsı olmasa da, onu
satmasını -parasından diyetin verilmesi ve kalanın borç olarak kalması için-
talep ederler. Mubıyt'te de böyledir.
Fidyesi verildikten
sonra, köle bir cinayet daha yaparsa; cinayet yapılanın efendisi, köle ile
fidye arasında -Önceki cinayette olduğu gibi-muhayy erdir.
Keza, her fidyesi
verildikten sonra, cinayet işlerse; ya köle veya fidyesi emredilir.
Önceki cinayet sahibi,
henüz bir şeyi ihtiyar etmeden veya iki cinayeti bir anda yaptığı zaman yahut
bir kaç suç işlediği zaman o kölenin efendisine: "Sen köleyi mi
vereceksin, yoksa ayrı ayrı fidyeleri mi vereceksin? *' denilir.
Efendi köleyi onlara
teslim edince herkes hakkı kadarım alacaktır. Ve her birinin hakkı, suçlara
göredir. Tebyîn'de de böyledir.
Köle, bir adamı
öldürür; başka birinin de gözünü çıkarırsa; onu üç hisse yaparlar. İkisini
öldürülenin velîsi; bir hissesini de gözünü çıkardığının yakınları alırlar.
Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Keza, köle, bir defada,
ayrı ayrı üç yaralama suçu işlerse; bu köle, onlara verilir. Ve onlar,
aralarında cinayetler nisbetinde taksimini yaparlar. Serahsî'nin Muhıylı'nde de
böyledir.
Köle cinayet
işleyince, onun efendisi muhayyerdir: Dilerse, o köleyi verir; dilerse, fidyesini
verir.
Yarısını fidye,
yarısını da kölenin yansı olarak vermeyi intihap ederse; işte burda vücühlar
vardır:
1) Cinayet
sahibi bir olabilir.
Şöyle ki: Bir adamın
babasını, hatâ ile, köle öldürür veya köle, hür bir adamın elini keserse; bu
hâllerde, efendisi dilerse; yarısını verir; yansınında fidyesini verir;
isterse, köleyi tam verir. Bu, bi'1-ittifak rivayettir.
2) Ölen iki
kişi olabilir.
Şöyleki: Köle, hatâ
ile, iki adam öldürmüş bulunur ve her ikisinin de birer oğlu olur ve kölenin
efendisi, birisine fidyesini veya köleyi verirse; diğerinin muhayyerlik hakkı
kalır. Bu da bil-ittifak rivayetlerdir.
3) Ölen bir
kişi, velîsi ise iki kişi olduğunda, onlardan birisine, efendi fidye vermek
isterse bu olur mu?
Bütün rivayetler,
muhtardır. Tek rivayette Dürr kitabında: "Muhtar olamaz."
denilmiştir." Zehyre'de de böyledir.
Bir köleye karşı çok
cinayet işlenir; birisi onu gasbeder veya eli kesilir ve o yüzden de ölürse; bu
durumda cinayet sahipleri tarafından, kıymeti taksim edilir. Efendisi için
muhayyerlik yoktur. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.
Bir câriye, hatâ ile
bir cinayet işledikten sonra, doğum yapar; doğan çocuk da birinin elini
keserse; efendisi muhayyerdir: Dilerse anasını verir ve cinayetin yarı
kıymetini öder; dilerse, hem anasını hem de çocuğunu verir; dilerse, ikisini de
yanında bırakıp, diyetlerini verir. Diyet ister kıymetinin yarısı kadar olsun;
isterse danada az olsun farketmez, Mebsût'ta da böyledir.
Bir câriye, birinin
elini kestikten sonra," doğum yapar ve o da anasını öldürürse; efendi
muhayyerdir: Dilerse, çocuğu verir, dilerse, kesilen elin diyetini verir.
Serahsî'nin Muhiytı'nde de böyledir.
Şayet bir köle hatâ
ile bir adamı Öldürse sonrada efendinin cariyesi hata ile o köleyi öldürse
efendiye o cariyeyi ver denilir veya kölenin kıymetini ver denir.
Bir köle, bir kimseyi
hatâ ile öldürür; bir câriye de, hatâ ile bir adamı öldürür ve bunların ikisi
de bir adamın olurlar; sonra da o köle, o cariyeyi hatâ ile öldürürse; bu
durumda efendi, köleyi verm :1e, fidye
vermek arasında muhayyerdir.
Şayet köleyi verirse,
onun hakkında, hür ölenin velileri ile cariyenin cinayetinin velileri arasında
taksim yapılır.
Eğer, efendi fidye
vermeyi murad ederse; cariyenin kıymetini, onun cinayeti için verir. Hür şahsın
diyetini de, kölenin kıymeti kadar verir.
Câriye, hatâ ile bir
adam öldürdükten sonra, bir kız doğurur; daha sonra da hatâ ile, o kız bir adam
öldürür; bilâhare de o kız, o cariyeyi (yâni anasını) Öldürürse; efendisi
muhtardır: Dilerse, cariyenin Öldürdüğü adamın velisine, o cariyenin kıymetini
Öder. Kızın Öldürdüğüne de diyetini verir; dilerse, kızı onlara verir ve anası
ile, kendisinin öldürdüklerinin arasında taksim edilir. Mebsût'ta da böyledir.
Şayet, kız anasının
gözünü çıkarmış olsaydı da, onu öldürmüş olmasaydı; işte burda dört durum hasıl
olurdu.
1)
Efendilerinin, ikisini de vermesi.
2) İkisinin
de fidyelerini vermesi
3) Anasının
fidyesini, kızın kendisinin vermesi,
4) Kızın
fidyesini verip, anasının kendisini vermesi.
Şayet her ikisini de
vermeyi seçerse; anayı, öldürdüğü adamın velisine; kızı ise, anasının
öldürdüğünün velîsi ile, kızın öldürdüğü adamın velîsine verir.
Anasının öldürdüğü
adamın velîsi (vârisi) ananın yarı diyetini alır; kızın Öldürdüğü adamın,
vârisleri ise tam diyet alır,
Şayet, efendileri
fidyelerini verirse; her birine tam diyet öder. Kızın, anasına karşı işlediği
suçun bedelini iskat eder (= düşürür).
Ananın kendisini ve
kızının da fidyesini vermeyi seçmişse; anayı, öldürdüğü kimsenin adamlarına
verir.
Kızın öldürdüğü
adamın, adamlarına da onun diyetini öder. Ananın öldürdüğü adamın adamlarına,
Ananın kıymetinin yansını da verir.
Şayet kızın
kendisini, anasının da fidyesini
verecekse; kızı öldürdüğü adamın yerine
verir.
Ananın öldürdüğü
adamın adamlarına da, onun fidyesini verir. Hâvî'de de böyledir.
Eğer anası, kızın
gözünü, -kızı, kendinin gözünü çıkardıktan sonra- çıkarır; sonra da,
efendileri, ikisini de def etmek (= vermek) isterse; onları, öldürdükleri
adamların yerlerine verir.
Şayet dilerse,
ikisinin maktullerinin de, tam diyetlerini Öder ve ikisini de yanında bırakır.
Mebsût'ta da böyledir.
Suçlu köle, bir adamın
da kölesini öldürürse, ikinci ölen kölenin efendisi, kölenin
verilmesi ile fidyesinin
verilmesi hususunda
muhayyerdir.
Eğer efendi, kölenin
fidyesini verirse; her iki maktulün efendileri, onu aralarında taksim ederler.
Şayet, ikinci efendi,
kölenin, birinci efendiye verilmesini isterse; köleyi alan efendi, muhayyerdir.
Dilerse, ikinci efendiye köleyi verir; dilerse, fidyesini verir. Hâvî'de de
böyledir.
Katil olan köleyi, başka
bir köle öldürür ve o da öldürdüğünün yerine verilir; onuda efendisi azad eder
veya satarsa; hür, diyeti almaya muhtardır. Muhıyt'te de böyledir.
Cinayet işleyen bir
cariyeye karşı, cinayet işlenir; efendisi de diyetini alırsa; o diyetle
birlikte, cariyeyi önceki işlemiş olduğu cinayete karşılık olarak verir.
Şayet, bu cariyeye
cinayet, kendisi cinayet işlemeden önce işlenirse; o takdirde, efendisi önceki
ersi vermez,
Cariyenin cinayetinden
sonra, erş (= uzuv diyeti) vâcib olup, efendisi de o cariyeyi yanında tutup,
onun fidyesini verirse; o diyetten de faydalanır; fidyesine onu da ilâve
edebilir.
Fidye vermeyi istemez,
erş'de telef olur veya onu bağış yaparsa; bu durumda başka yapacağı bir şey
yoktur. Hem cariyeyi verecek ve hem de ersi borçlanacaktır.
Bir caniye karşı,
cinayet işlenir; o cinayetin de caninin suçundan önce mi, sonra mı işlendiği
bilinmez ve iki taraf da cinayetin suçtan önce işlediğini doğrul arsa; hüküm
doğruladıkları gibi olur.
İkisi de: "önce
mi, sonra mı olduğunu bilmiyoruz." derler ve şayet efendi, köleyi vermek
isterse; erş ne olur? Âlimlerimiz şöyle buyurmuşlardır: Vekâlet Kitabı'mn ba'zı
nüshalarında "O erş, efendi ile kendisine karşı cinayet işlenen şahıs
arasında, yan yarıya taksim edilir." denilmiştir.
Eğer aralarında ihtilaf
çıkar da, kendisine karşı suç işlenilen şahıs: "Erş, cinayetten sonradır
ve benim hakkımdır." der; efendi de: "Hayır, bu erş, cinayetten
öncedir ve benim hakkımdır.'* derse; bu durumda, ' -yeminle birlikte- efendinin
sözü geçerlidir ve erş, onun olur.
Ancak kendisine karşı
suç işlenilen şahıs, beyyinesiyle, "ersin, cinayetten sonra olduğunu'*
söyler ve isbat ederse; o takdirde erş ( = diyet) onun olur. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir köle, hatâ ile bir
adam öldürdükten sonra, başka bir kimse, o kölenin gözünü çıkarır; daha sonra
da, o köle hatâ ile birisini daha öldürür bundan sonra da, kölenin efendisi,
önceki öldürdüğü adamın yerine, o köleyi vermek isterse; bu durumda, onu ersi
ile birlikte verir.
Sonrada, bu köleye
ikisi ortak olarak sonraki suçunun diyetini öderler.
Şöyle ki: Kölenin
kıymeti bin dirhem olsa; gözün diyeti beşyüz dirhemdir, İşte bu durumda köle,
aralarında otuz dokuz senim olarak taksim edilir.
Keza, köle, birinin
gözünü çıkarır ve bu köle ona verilirse; önceki velisi, onun, gözünün diyetinden
fazla olan kıymetine hak sahibidir. Mebsût'ta da böyledir.
Cinayet işleyen köle
para kazanır veya cariyesi doğum yapar; efendisi de onu cinayet bedeli olarak
verecek olursa; onun kârını ve çocuğunu vermez. HâvTde de böyledir.
Bir köle, cinayet
işledikten sonra; ona semavî bir kusur isabet eder; ve efendisi, cinayetine
bedel olarak, o köleyi verirse; ona, bu kusurundan dolayı hiç bir şey
söylenmez.
Keza, efendisi, bir
ihtiyaç için onu bir yere gönderince, o da orda ölür veya gittiği yerden
gelmezse, bu durumlarda efendiye tazminat gerekmez.
Şayet, cinayetten
sonra, ona efendisi ticaret izni verir; köle de borca batarsa; bu durumda
efendisi, onun -erş'i hâriç- kıymetini tazmin eder. Mebsût'ta da böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.),
CamiuVSagıf'de şöyle buyurmuştur: Bir köleye ticaret izni verilir; o da bin
dirhem borçlandıktan sonra, hatâ ile bir cinayet işler; bundan sonra da
efendisi, onu, "onun borcunun (= ersinin) olduğunu ve kıymetinin
alacaklılarına âit bulunduğunu bilerek azâd ederse; o efendinin; birisi alacaklılarına,
birisi de suçunun sahiplerine olmak üzere iki kıvmet ödemesi gerekir. Muhıyt'te
de böyledir.
Şayet, böyle bir
köleyi, bir yabancı hatâ ile öldürürse; efendisine yalnız bir kıymet borçlanır.
Onu da efendisi, kölenin alacaklılarına verir. Kâfî'de de böyledir.
İzinli bir köle,
cinayet işlerse; efendisi, köleyi vermekle, fidyesini vermek arasında
muhayyerdir.
Şayet, cinayeti
sebebiyle köleyi verirse, bu köle borçlan sebebiyle satılır.
Eğer borcu ödendikten
sonra bir şey kalırsa, işte o cinayet sahiplerinin olur. Zahîrîyye'de de
böyledir.
Şayet, o kölenin
parası, borcuna yetişmedi ise, alacaklıların efendisine de, başka birine de
diyecekleri yoktur.
Ancak beklerler ve ne
zaman azâd olursa; o zaman alacaklarını ondan isterler.
Âlimler şöyle buyurmuşlardır:
Eğer efendisi, hâkimin
hükmü olmadan, cinayet sahiplerine verdi ise, kıyâsda, alacaklıların alacağını
da öder. İstihsânda ise ödemez.
Efendi, kölesini
borçlan sebebiyle alacaklılarına bilerek verirse; bunda, onun cinayet
işlediğini bilsin veya bilmesin muhayyerdir.
Beyyine gereğince,
hâkim borcu sebebiyle o köleyi satar ve onun cinayet işlemiş olduğunu da
bilmez; sonra da cinayet sahipleri, hâkime müracaat ederler ve bu kölenin
bedeli de borcundan fazla olmazsa; cinayet velîlerinin hakkı sakıt olur (=
düşer). Hâvî'de de böyledir.
Rehin bırakılmış bir
köle, bir adamı hatâ ile öldürür; kendi kıymeti de rehin alanın alacağı kadar
olursa; mürtehin, onu kimseye vermeyebilir.
Eğer mürtehin:
"Ben istemem." derse; rehin bırakan, onu cinayeti sebebiyle suç işlenenlere
verir.
Şayet efendisi, onu
azâd ederse; kıymetini ödemede muhtardır.
Muhıyt'te deböyledir.
Şayet efendisi,
cinayet işlemiş olan bir köleyi satar veya azâd eder yahut müdebber veya
mükâtep eder; onun cinayet işlemiş olduğunu da iyice bilmekte olursa; işte o
muhtardır.
Eğer bilmiyorsa,
muhtar değildir. Onun
cinayetten suçunun karşılığını
tazmin eder. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Cariyenin çocuk
doğurması ve bağış yapılması da bu iki durumdadır.
Bir câriye, bîr
cinayet işler; efendisi de: "Ben, onu cinayetten Önce azâd eyledim (veya
müdebbere eyledim, yahut o, benim ümmü veledim oldu." der; bu da cinayet
ehli tarafından doğrulanmazsa; bu durumlarda, efendisi muhayyerdir: Dilerse
fidyesini verir.
Bu, bunu cinayeti
bildikten sonra söylerse, böyledir. Şayet cinayeti bilmeden önce söylerse, onun
kıymetini öder. Mebsût'ta da böyledir.
Şayet efendi cinayet
işlemiş bir köleyi, satışa arz eder veya icara verir yahut rehin bırakırsa,
fidyesi için muhayyer olamaz.
Şayet, fâsid bir
satışla satış yaparsa; teslim edene kadar ısrar edemez.
Eğer, fâsid
kitabetle mükâteb yapmışsa;
işte o binefsihî sözleşmekte muhtardır. Kâfî'de de
böyledir.
Cinayeti öğrendikten
sonra, o köleyi satar; müşteri de bir aybı sebebiyle, onu geri iade ederse; o takdirde,
diyetini ihtiyar eder.
Şayet köleyi satacak
olur da, müşteri muhayyer kalırsa, yine böyledir.
Fakat, muhayyerlik
hakkı satıcının olursa, satış bozulur. O bilsin veya bilmesin, muhayyer olmaz.
Ona: "Ya köleyi ver veya fidyesini ver." denilir. Sirâcü'l-Vehhâc'da
da böyledir.
İmlâ'da şöyle
zikretmiştir:
tmftm Muhammed (R. A.)
şöyle buyurmuştur: Cinayetten sonra köleyi satmak muhayyerliği yoktur. Bu
durumda, müşteriye: "Ya feda et; ya ver." denilir.
Bu, İmameyn'in
kavlidir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir köle, iki cinayet
işlese de, efendisinin birisinden haberi olup, diğerinden haberi olmaz ve onu
satar Veya azad eder yahut benzeri bir sey yaparsa; bildiği için fidye
muhayyerliği vardır; bilmediği için de, hakkı
zayi olmasın diye,
kıymetinin hissesini verir.
Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Cinayet işleyen,
câriye olur ve efendisi ona cima ederse fidyesi için muhayyer olmaz. Hamile
veya kız olursa, o zaman müstesnadır. Hızâ-netü'l-Müftîn'de de böyledir.
el-As! kitabında:
Evlilik, muhayyerliği gerektirmez.*' denilmiştir. Hâvî'de de böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir kimse, kölesinin
cinayetini bildiği hâlde, onu bağış yapar veya bilmeden bağış yapar ve onu
cinayet kendisine karşı yapılan şahsa bağışlamış olursa; bu durumlarda, efendiye
bir şey gerekmez.
Şayet, ona satarsa,
-ayrıca- diyet öder. İster cinayetini bilerek satsın, ister bilmeyerek satsın,
bu efendi kölesinin cinayet diyetini Öder. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, kölesinin
cinayetini bilerek, onu mükatep yaptıktan sonra, bu köle, aciz kalıp; kitabet
bedelini ödeyemez ve aciz kalmadan, cinayeti
hakkında diyet için
dava açılmış, hâkim
de diyeti hükmeylemişse; bu
hüküm bozulmaz.
Şayet, da'vadan önce
âciz kalmışsa; efendisi, ya onu, veya fidyesini verir. Zahîriyye'de de
böyledir.
îki köle bir, adamı
öldürdüklerinde; efendileri onlardan birisini azâd ederse;
diyet muhtariyetinde ısrarda
bulunulmaz. Tamamı hakkında değil de, yarısının diyeti hakkında muhtar
olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir köle, hatâ ile bir
adamı öldürür; ve efendisi, cinayetini bilmeden, onu satar; sonra tekrar satın
alır ve bu defa da cinayetini bilerek satarsa; Önceki kıymetini tazmin eder.
İkinci satışından dolayı bir şey gerekmez.
Satılan köle aybı
sebebiyle -hakimin hükmüyle- geri verildikten sonra, onun cani olduğunu
bilerek, satarsa; üzerine diyeti seçmiş olur.
Efendisi, cinayetini
bilmeyerek, mükâteb yaptıktan sonra; o âcİ2 kalır ve onu bu defa onun
cinayetini bilerek satarsa; üzerine diyet gerekir.
Keza, bilmeyerek bağış
yapar ve bağışlanan onu teslim aldıktan sonra; efendisi, bu bağıştan dönerek,
köleyi geri alsa ve cinayetini bilerek satsa; diyet lazım gelir. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir adamın, bir kölesi
olur ve o bir cinayet işler; cinayetin velisi de: "Bu, senin
kolendir." der; adam da: "Bu, benim yanımda, filan adamın emânetidir
(veya ariyetidir yahut icâresidir veya rehinidir)." der; diğeri de, ona
karşı beyyine ibraz eder; gaip olan da gelir ve kendisine karşı söyleneni isbat
edemez ise, köle yanında olana: "Ya köleyi veya diyetini vermesi"
emredilir.
Şayet efendisi, o
köleyi cinayete bedel olarak verir; sonra da, gaip gelip, kölesini alırsa;
efendiye bir şey gerekmez.
Şayet köleyi verirse,
artık o zaman, gaip muhayyerdir: Dilerse, vazgeçer ve öyle kalır; dilerse,
köleyi alıp, onun diyetini öder.
Şayet bir şey yapmaz
ise, bidayette verenin muhayyerliği gibi olmuş . olur.
Eğer alırsa, kölenin
diyetini ihtiyar etmiş olur. Şayet gaip, "kölenin kendisinin
olduğunu" inkâr ederse; Önceki herne yapmışsa, o caiz olmuştur. Mebsfit'ta
da böyledir.
Eğer, efendi,
"kölenin başkasına âit olduğunu" ikrar ederse burada iki durum vardır:
Ya, önce cinayetini;
sonra da, o kölenin başkasına âit olduğunu söyler;
Veya bunun tersine,
önce kölenin başkasına âit olduğunu; sonra da cinayet işlediğini söyler.
tki durumda da, o
kölenin, o efendinin yanında kaldığı; ya bilinir veya bilinmez.
Önce cinayetini
söyledi; sonra da o kölenin bir başkasının olduğunu ikrar eyledi ise, kölenin
de yanında kaldığı biliniyor ve ikrar eden de, cinayet ehli de bunu
doğruluyorlarsa; ikrar edene: "Köleyi ver veya bedel olarak ver."
denir.
Eğer yalanlarlarsa, o
takdirde, ikrar eden şahıs muhtar olamaz; köleyi bedel olarak veremez.
Şayet, köle yanında
olan şahıs, ikrar eder; fakat, cinayet sahipleri inanmazsa; bu durumda, ikrar
eden, muhtardır; bedel olarak verebilir.
Şayet, ikrar eden,
önce başkasının mülkü olduğunu söyledi de, sonra da cinayetini söyledi ve her
iki taraf da bunu doğruladı ise; kendisi için ikrar edilen şahıs dava edilir.
Şayet yalanladılar
ise, yalnız ikrar eden da'vâ edilir.
Eğer mülkünü ikrar
eder de, cinayetini inkâr ederse; cinayet heder olur.
Eğer kölenin ikrar
edenin mi, yoksa ikrar olunanın mı olduğu bilinmiyor ve önce cinayeti ikrar
etmiş; sonra da: "Başkasının mülküdür." demişse; veya önce
"başkasının mülkü" demiş de sonra da cinayetini söylemişse; yine
böyledir. Serahsî'nin MuhıytTnde de böyledir.
Bir adamm yanında bir
köle olur; fakat, o kölenin kime âit olduğu bilinmez; bu
köle yanında olan
şahıs da, "onun, kendisine âit olduğunu" söylemediği gibi, o
köleden de "yanında olduğu adamın kölesi olduğu" duyulmamış olur ve
bu köle bir cinayet işlemiş bulunur ve bu beyyin ile sabit olur veya köle
yanında bulunan şahıs, bunu ikrar etmiş sonra da, köle yanında olan zat,
"onun, bir başkasının kölesi" olduğunu söyler; kendisinin
olduğu söylenen adam da daha önce sabitleşmiş olan cinayeti inkâr
ederse; kölenin kendisine âit olduğu ikrar olunan şahsa: "Ya köleyi ver
veya diyetini öde." denilir»
Şayet cinayet, yalnız
köle yanında olanın ikrarı ile sabit olmuşsa; ikrar olunan zat, kölesini alır
ve cinayet de bâtıl olur. Ve, köle kendisine ikrar olunan şahsa bir şey
yapılmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Bir köle, bir cinayet
işler; efendisi de: "Ben, onu cinayetinden önce, filan adama sattım."
der; o filan adam da bunu kabul ederse; işte o zaman, o filana: "Ya köleyi
veya bedelini ver" denilir.
Şayet, o filan
yalanlarsa; o takdirde, bu kölenin efendisine, bu sözler söylenir. Mebsût'ta da
böyledir.
Şayet efendi, cinayet
sahibine. Bu köleyi, azâd eyle." der; o da azad ederse; eğer efendi cinayeti biliyorsa, muhtardır.
Kâfi'de de böyledir.
tbnü Semâa'nm
Nevâdiri'nde şöyle zikredilmiştir:
Şayet, cinayet
işlenenin emriyle, kölenin efendisi, onu azâd ederse; işte o muhtardır. Diyet,
köleye aittir. Muhıyt'te de böyledir.
Şayet cinayet işleyen
bir köleyi, efendisi kasden veya hatâen öldürürse; onun da cinayet işlemiş
olduğunu bilmezse; işte o takdirde, kendi malından, kölenin cinayet bedelini
öder. Hâvî'de de böyledir.
Efendisi, bir köleye,
izi kalacak şekilde vurur ve bunu da cinayetini bilerek yaparsa; işte bu
takdirde de muhtardır.
Şayet cinayetini
bilmeyerek vurursa kıymetini ve cinayet ersini öder.
Ancak, cinayet sahibi,
öylece kabul ederse, o da olur. Ve bu durumda efendinin erş ödemesi gerekmez.
Şayet bu efendi,
kölenin gözüne vurmuş ve ona boz (perde) inmiş; sonra da bu perde kaybolmuşsa;
ve bu da da'vadan önce olmuşsa; efendi isterse köleyi; isterse bedelini verir.
Eğer mahkemede, hâ kim
efendi: ' 'O gözü n ersini de, hükmeylemiş" sonra da göz iyileşmişse;
hüküm reddedilmez. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir câriye, bir adamı
kasden öldürür ve ölenin de iki velîsi olur ve onlardan birisi, cariyenin
çocuğuna karşılık sulh olursa, efendisi, diğer veli hakkında muhtardır:
İsterse, yan diyetini verir.
Diirr kitabında ise:
"Fidye vermede muhtar değildir." denilmiştir.
Şayet onlardan birisi,
cariyenin üçte birine sulh olursa; geride kalana, efendisi muhayyerdir.
Dilerse, cariyeyi verir; dilerse bedelini verir.
Câmi'de ve Dürr'de:
"Muhayyer değildir." denilmiştir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de
böyledir.
İmlâ da şöyle
zikredilmiştir:
îki kişinin ortak
olduğu, iki köle cinayet işlediklerinde; bu efendilerden birisi, "köleyi
azâd eylediğini" söylerse; şehâdeti caiz olmaz. Ve, üzerine yarı diyet
gerekir; diğerine de yarı diyet gerekir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir köle, cinayet
işleyip, onu kimseye söylemez; efendisi de onu, cinayetini bilip, yaranın
iyileştiğini de bilerek azâd ettikten sonra, yara azıp bozulur ve adam ölürse;
efendiye diyet gerekir.
Bir köle, bir adamı
yaralayınca; efendi mahkemeye düşer; köle de yara bedelini verir; sonra da adam
o yaradan ölürse; istihsânda, efendi muhayyerdir.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'nın önceki kavli budur.
İmâm Muhammed
(R.A.)'in kavli de budur.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.),
sonradan, kıyâsa avdet eylemiştir.
İmâm Muhammed (R. A.)
ise, istihsânda karar eylemiştir.
Ancak aralarında bir
fark vardır: O da, aralarında hâkimin hükmü olmadan, verip vermemektir.
Şayet, hâkimin
hükmüyle yara bedelini vermiş ve o adam da, sonradan ölmüşse; müstakbel için
muhayyerdir. İşte bu hâkim hüküm vermeden önce verilen erse muhaliftir. Burda
tam diyet vardır. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, kölesine:
"Eğer sen, filânı öldürürsen veya onu atarsan yahut yaralarsan; o zaman,
sen hürsün." der; o köle de denilenleri yaparsa; bu takdirde, efendi
muhayyerdir: Dilerse, kölenin bedelim verir.
Şayet, bu kölenin
cinayeti kısası gerektiriyorsa; (Şöyle ki: Efendisi» kölesine: "Eğer sen,
ona kılıçla vurursan, hürsün." derse) efendiye hiç bir şey gerekmez. O,
kıymet de, diyet de ödemez. Muhıyt'te de böyledir.
Bir köle, bir cinayet
işlemiş olur; efendisi de ölür ve onun oğlu, o köleyi hür sanırsa; bu oğulun
diyet ödemesi gerekir. Aynı zamanda, o köleye vâris olur. Hızânetü'l-Müftfn'de
de böyledir.
Hâmile olan câriye, bir
cinayet işler; efendisi de, bu cariyenin karnındakini; -cinayetini bilerek-
azâd ederse; o takdirde muhtardır: İsterse, fidyesini verir. Talip, ister çocuk
doğmadan önce gelsin, isterse sonra gelsin farketmez.
Şayet onun cinayet
işlediğini bilmiyorsa," talib.de doğumdan Önce gelmişse yine efendi
muhayyerdir: Dilerse, tazminatım verir; dilerse, hamile halindeki kıymetini verir.
Çocuk dâ hür olur.
Şayet, talip doğumdan
sonra geldiyse, efendisi yine muhayyerdir: Dilerse, cariyeyi verir; dilerse,
bedelini verir. Onun, çocuk için yapacağı bir şey yoktur. Zahîriyye'de de
böyiedir.
tbni Ebî Süleyman'ın
Nevâdiri'nde, tmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Bir adam, cariyesinin
karnında olanı azâd ettiketn sonra, o cariye bir cinayet işlerse; cinayeti
sebebiyle o cariyeyi teslim etmesi caizdir. Muhiyt'te de böyledir.
Cariyeyi satar ve o
müşterinin yanında -altı aydan noksan bir zaman içinde- doğum yapar; o çocuk da
bir cinayet işler; sonra da cinayet ehli, satıcı hakkında "bilerek
sattı" diye iddia ederse; cinayet ehlinin diyeti, satıcının üzerinedir.
Hizânetü'I-Müftîn'de de böyledir.
İki kişinin ortak
bulunduğu bir câriye, bir çocuk doğurur; o çocuk da bir cinayet işler; ve
ortaklardan birisi, onun cinayet işlemiş olduğunu bilirse; İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.): "Diyet, ona aittir. Eğer bilmiyorsa, kıymeti ona aittir."
buyurmuştur. Zahîriyye'de de böyledir.
Efendileri, iki köleye
karşı: "Biriniz hürsünüz." dedikten sonra; onlardan birisi, hatâ ile
bir cinayet, işler; sonra da cinayet işleyenin, azâd olmuş olan kimse olduğu
meydana çıkarsa; fidye vermede muhayyerdir.
Şayet, diğerinin hür
olduğu meydana çıkarsa; efendi yine muhayyerdir. îsterse, cinayet işleyeni
bedel olarak verir; isterse, onun diyetini verir. Kâfî'de de böyledir.
Şayet, onlardan her
biri, cinayet işlerler ve adam: Biriniz hürsünüz."* dedikten sonra da,
birinin hürlüğü meydana çıkarsa; diyette, kıymetinin en azından vermesi
gerekir.
İkinciye gelince,
efendisine: "Ya köleyi ver veya fidyesini ver" denilir. Burda fidye
için, beyânda muhtar değildir.
Keza, birisi bir el
kesme cinayeti işler; diğeri de bir adam öldürürse, cevapta ihtilaf yoktur.
Hizânetü'I-Müftîn'de de böyledir.
Bu kölelerin, her
ikisinin de kıymetleri bin dirhem iken: "Biriniz jhürsünüz." der;
sonra da, onlardan birisi, hatâ ile ve kimin hür olduğu açıklanmadam önce, bir
adam öldürürse; kendisine karşı suç işlenen taraf, cânînin kıymetini,
efendisinin malından alır.
Eğer kıymeti,
diyetinden az ise, malının tamamına itibar edilir. Efendi köleyi vermeye muhtar
değildir.
Her iki köle, birlikte
hatâ ile bir adamı öldürürlerse, mes'ele hâli üzerinedir; her birinden
kıymetinin yarısı alınır.
Kölesi öldürülen
kimse, kölesinin tam kıymetini efendiden alır. Efendi fidyede İsrar edemez.
« Kölelerden birisi,
hatâ ile bir adam öldürdükten sonra, efendisi, sağlığında: "Biriniz
hürsünüz." der ve kendisi de cinayeti'bilmekte olur; sonra da bu efendi,
hangisinin hür olduğunu açıklamadan önce ölürse; her birinin yarı kıymetine
ruhsat vardır ve efendi cinayeti işleyeni verebilir.
Şayet, kıymeti
verilirse; malının üçte birine itibar edilir.
Bir köle cinayet
işler; efendisi de, hastalığında -cinayetini bilerek-azâd edilmesini vasiyet
ederse; onun vâsisi veya vârisi; bu köleyi azad ederler.
Onun kıymetinin,
hastanın malının tamamından yerilmesi gerekir.
Artanı ise, üçte
birinden verilir.
Şayet onun cinayetini
bilmiyor idi ise, onun kıymeti, ölenin malından verilir.
Bu, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un -son- kavlidir. Ve, tmâm Züfer (R.A.)'in kavlidir.
Fakıyb Ebû'1-Leys,
Uyun kitabında böyle buyurmuştur. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.
Bir efendi, cinayetten
önce, kölesinin azad edilmesini vasiyet eder; o köle de cinayeti efendisi
öldükten sonra işler; vasi de, onun cinayet işlediğini bilerek onu azâd ederse;
işte o vâsi, cinayeti tazmin eder.
Şayet bilmeseydi;
kölenin kıymetini tazmin ederdi. Ve vârislere de müracaat edemezdi. Muhıyfte de
böyledir.
Bir adam, kölesinin
azad edilmesini vasiyet eder; o köle de bir cinayet işlerse; onun ersi dirhem
cinsinden olur.
Vasiyet edenin
vârisleri: "Biz fidye vermeyiz." derlerse; buna hakları vardır.
Onlar, cinayet
fidyesini terkederlerse; vasiyyet bâtıl olur. Ancak, köle, kendi kazancından
ödeme yapar.
Şöyle ki: Bir insana:
"Bana bir dirhem ver." der; o da verirse; bu sahih olur ve o dirhem,
kölenin üzerinde borç olur. Azâd edildiği zaman borcunu öder.
Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Bir adam, diğer bir
şahsı "bir köleyi azâd eylemeye" vekil ettikten sonra, o köle, bir
cinayet işler; daha sonra da, vekil onu azad eder ve onun cinayet işlemiş
olduğunu biliyor olursa; efendisi, o kölenin bedelini tazmin eder.
Cinayet işlediğini
bilmese de böyledir. Muhiyt'te de böyledir.
Bir adam, diğer bir
şahsı, "kölesini mükâtep eylemeye" vekil ettikten sonra, o köle, hatâ
ile bir adam, öldürür; daha sonra da, o vekil, bu köleyi kitabete bağlarsa;
-ister onun cinayetini bilsin, isterse bilmesin-efendisinin, -diyetin
dışında- kıymetini tazmin
etmesi gerekir. Serahsî'nin
Muhıytı'nde de böyledir.
Bir köle, bir cinayet
işler; cinayetin işlendiği velî, bunu kölenin efendisine haber verir; efendi de
onu hemen azâd eder ve: "Ben, onun söylediğine inanmadım." derse;
işte o, fidye vermekde muhtardır.
Keza, cinayetin
velîsinin -fâsık veya âdil olan- bir elçisi, bu cinayeti haber verirse; mes'ele
yukarıdaki gibidir.
Fakat, yabancı bir
adam söyler; efendi de onu doğrular; sonra da köleyi azad ederse; -yine böyle-
efendi, fidye vermekde muhayyerdir.
Şayet efendi,
haberciye inanmaz veya onu yalanlar ve köleyi azâd ederse; cevap aynısıdır.
Şayet haberci fasık
ise, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavline göre -fidyesi değil de, onu zayi
ettiğinden dolayı- kıymetini ödemesi gerekir.
İmameyn'e göre ise,
fidye de muhayyerdir.
Eğer iki fasık haber
verirse; bunda iki rivayet vardır.
Rivayetin birine göre,
o fidye vermekde muhtardır. Mebsût Şerhî'nde de böyledir.
Cinayeti kendi kölesi
haber verir; onu da efendisi azâd eder ve: "Ben, ona inanmadım."
derse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, hür ve âdil bir adam, haber vermedikçe,
tazminat gerekmez.
İmâmeyn'e göre ise,
diyetini tazmin eder. Her ne kadar, haber veren şahıs, fasık ve kâfir ve köle
olsa bile, bu böyledir. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.
İbnü Semâa, Rûkiyyât
isimli kitabta şöyle buyurmuştur: Muhammed bin Hasan (R.A.)'a, şöyle yazıldı:
"Bir köle, bir
adamı öldürür; ölen zatın da iki velisi bulunur ve onlardan birisi mevcut
olmazsa; hazır olan da'va açabilir. Bu durumda, kölenin de durumu efendisine
söylemesi hâlinde hâkime uygun olanı nedir? İmâm, şu cevabı yazdı:
"Hangi vâris
huzurunda olursa, işte o da'va açar. Efendi, her neyi ihtiyar ederse; onun
tamamı hakkında, da'vâ cereyan eder." Muhiyt'te de böyledir.
Bir köle, hatâ ile bir
adamı öldürür; ölenin de iki velîsi olur; efendisi de -hâkimin hükmüyle-
birisine ödeme yapar; sonra da diğeri, kendisinin yanında bir adam öldürür;
daha sonra da onun Öldürdüğü adamın velîsi, diğer suç ortağı ile birlikte
gelirlerse; önceki verilene: "sana verilenin yarısını buna ver veya, yarı
diyetini ver." denir. Eğer verirse, diyetten berî olur. Ve geride kalan
yarı diyet için, efendisine müracaat edilir.
Sonra da efendisine:
"Beş bin dirhem buna, beş bin dirhem de öncekine ver." denilir.
Mebsût Şerhî'nde de böyledir.
Öncekinin öldürmesinin
hatâen olduğuna beyyine olur; ikinciyi de. efendisi ikrar ederse; bu durumda
efendi, her ikisi için de nısıf (= yarım) kıymet tazmin eder.
Şayet efendisi, üçüncü
cinayetini de ikrar ederse; üç hisse olarak verir; üçte ikisini, birinci
cinayeti için; altıda birini de ikinci için verir. Hızânetü'l-Müftîn'de de
böyledir.
Bir adamın, bir kölesi
olur; bir adam da, "onu, efendisnin azâd eylediğini" zanneder ve o
köle de hatâ ile, o adamın velîsini öldürürse; ona bir şey gerekmez. Hidâye'de
de böyledir.
Bir köle, bir cinayet
işler; kendisine cinayet işlenenin velîsi de onun hakkında: "O köle
hürdür." diye ikrar ederse; bu mes'elede üç durum söz konusu olur:
1) Cinayetin
velîsi, onun "aslen hür olduğunu" söyleyebilir.
2) Onun, hür
olduğunu ikrar edebilir.
3)
Efendisinin, onu azâd eylediğini ikrar edebilir.
Şayet, aslen hür
olduğunu söylerse; cinayetin velîsi için tazminat yoktur. O köle için de
tazminat yokdur. Onun efendisi için de, tazminat yoktur.
Keza, onun hür
olduğunu ikrar ederse, cevap yine böyledir. Fakat, efendisinin onu azâd eylediğini -cinayetten
Önce- ikrar ederse; cevap yine aynıdır. Aslen hür olan kimsede olduğu gibi...
Şayet, cinayetten
sonra söylerse; kölenin berâatini söylemiş olur ve efendisine karşı, fidye
iddiasında bulunur.
Eğer cinayetini
bildiği hâlde, onun azad edilmiş olduğunu iddia ederse; bu böyledir.
Şayet cinayetim
bilmeden, iddia eder ve efendinin, kıymetini tazmin etmesini ister; efendi de
bu iddiaların hepsini inkâr ederse; yeminle birlikte, efendinin sözü geçerli
olur. Cinayetin velîsinin beyyine ibraz etmesi gerekir.
Bu cinayet velîsinin
kendisine verilmeden iddiası hâlinde böyledir. Fakat, cinayet velîsine, köle
verildikten sonra, bu iddiayı yaparsa ve "aslen hürdür." der veya
"onun hürlüğünü" ikrar ederse; bu durumda, onun efendiye karşı bir
yolu yoktur. Köleye karşı da yoktur.
Ancak, köle hür olur;
onun bir velâsa da olmaz ve şayet cinayetten önce, efendisinin azad eylediğini
ikrar ederse; onun hür olduğuna hükmedilir ve velâsı mevkuf tutulur. Muhıyt'te
de böyledir.
Kölenin, cinayet
ikrarı caiz değildir. îster izinli köle olsun, isterse izinsiz köle olsun
farketmez. Azâd edildikten sonra da takip ve tabi olunmazlar. Hâvî'de de
böyledir.
Bir adam, kölesini
azâd ettikten sonra; o köle, "köle iken, cinayet işlediğini" ikrar
ederse; -ister kasden, ister hatâen olsun- bu köle bir şeyle ilzam olunmaz.
Ancak nefs hakkında,
kısas icra edilir. Mebsût'ta da böyledir.
Bir köle, hatâ ile
birinin elini keser; bu yara iyileşir ve efendisi ona bedel, köleyi yaralanana
verir; sonra da bu yara tazelenir ve adam, o yüzden ölürse; kölede mevcud ise,
o köle, kendisine cinayet işlenilenlerin olur.
Şayet efendisi, bir el
diyeti olan beşbin dirhemi vermiş; sonra da köleyi azâd eylemiş; daha sonra da
yara tazelenip, o yüzden adam ölmüşse; efendi kölenin tam kıymetini tazmin
eder.
Şayet kölenin kıymeti
yüz dirhem ise, onu verir ve beş bin dirhemini geri alır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir köle, azâd
edildikten sonra, bir adama: "Ben köle iken, hatâ üe senin kardeşini
öldürdüm." der; o adam da: "Hayır, sen hür iken öldürdün."
derse; bu durumda, bil-icma, kölenin sözü geçerli olur.
Şayet, efendisi azâd
ettikten sonra, efendisine: "Ben, senin kölen iken; malını aldım."
veya "Elini kestim." der; efendisi de: "Hayır, sen, azâd
edildikten sonra kestin." derse; bi'1-icma kölenin sözü geçerli olur.
Kâfi'de de böyledir.
Bir adam, bir cariyeyi
azad ettikten sonra, ona: "Ben, senin elini cariyem iken kestim."
der; câriye de: "Sen, benim elimi hür iken kestin." derse; bu durumda
cariyenin sözü geçerli olur.
Keza; -cima hariç-
bütün alınan; gelirler İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, istihsânen kadından
alınır. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) da böyle söylemiştir. İmâm Muhammed (R.A.)
ise: "Biaynihî bir şey ödemez. Ona reddedilmesi emredilir."
buyurmuştur. Hidâye'de de böyledir.
Bir adam, bir köle
satın alıp onu teslimde alsa; başka bir adam da, ona: "Sen, onun elini,
satın almadan önce kestin." der; müşteri de: "Satın aldıktan sonra
kestim." derse; bu durumda müşterinin sözü geçerli olur. Kâfi'de de
böyledir.
Bir köle, bir adam,
öldürür; ölenin de iki velisi olur ve birisi, hakkını affederse; bu durumda,
onun efendisine: "Ya susana yarı diyetini ver; veya kölenin, yarısını
ver." denilir. Affedene birşey yoktur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir köle, kasden iki
adam öldürür; onların her birinin de, ikişer velisi bulunur ve onlardan bireri
affederlerse; bu durumda, efendisi, ya yarısını bir adama verir veya onbin dirhem
verir; onlar aralarında taksim ederler.
Şayet, birini kasden;
diğerini hatâen öldürür; kasden öldürdüğünün velîsi de onu affederse; efendisi
de on bin dirhem olarak fidyesini verirse; beş bin dirhemini, affedenden
düşülür.
Şayet efendisi,
kölenin kendisini verirse; onu üç hisse olarak verir. Onun, üçte ikisini,hatâ
ile öldürdüğü adamın iki velîsi alır; üçte birini de kasden öldürdüğü adamın
affetmeyen velisinin olur. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre böyledir.
Bu avl yoluyla böyle
yapılır.
îmâmeyn'e gelince,
münazaa yoluyla, dört bölük olur; dörtte üçü, hatâ ile öldürdüğü adamın
velisinin olur; dörtte biri de kasden öldürdüğü adamın velisinin olur. Kâfide
de böyledir.
Şayet, bir köle hatâ
île, iki adamı öldürür ve onlardan birisinin velisi affederse; kölenin yarısı
diğerine verilir. Veya diyeti ödenir.
Eğer, köle, birinin
elini kesmiş olur ve kendisinin kıymeti de bin dirhem olur; sonra da efendisi,
o köleyi onlara teslim ederse; hisseleri nisbetinde, haklarını alırlar.
Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Bir köle bir adamı
öldürüp, diğerinin de gözünü kasden veya hatâen
çıkarırsa; kasden yapmış olması hâlinde, onun
efendisine: "İstersen, bu köleyi, gözünü çıkardığı adama ver;
istersen, fidyesini ver." denilir.
Şayet, efendisi fidye
vermeyi kabul eder; ölenin velîsi de gelip, köleyi öldürürse; bundan sonra,
gözü çıkarılan şahsın, efendiye karşı yapacağı bir şey yoktur.
Şayet, öldürme hatâ
ile olmuşsa, o takdirde efendi köleyi vermekle, fidyesini vermek arasında
muhayyerdir.
Fidyeyi ihtiyar
edince, köleye on beş bin dirhem verir.
Onun, on bin dirhemini
öldürdüğü adamın diyeti olarak, onun velisine verir.
Beş bin dirhemini de,
gözünü çıkardığı adama verir.
Eğer efendi, köleyi
verirse; onu, aralarında üç hisse yaparlar; iki hissesi, öldürdüğünün velisinin,
bir hissesi de gözünü çıkardığı adamın olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir köle, hatâ île
diğer bir köleyi Öldürdükten sonra, hatâ ile efendisinin kardeşini de öldürür
ve ondan başka vârisi de olmazsa; efendisi, o kölenin yansını, önceki öldürdüğü
adamın velîsine verir veya fidyesini verir. Kalan yarısı da, efendisinin plur.
Şayet, önce
efendisinin kardeşini öldürmüş olsaydı, tamamını sonraki öldürdüğünün yerine
vermesi gerekirdi. Veya, ona fidyesinin tamamını verirdi.
Eğer, önce efendisinin
kardeşini öldürse ve onun da bir kızı bulunsaydı, dörtte üçü diğer öldürdüğü
adamın velîsine; dörtte biri de o kıza irilirdi.
Şayet köle, onun
ikisini bir arada öldürse ve efendisinin de kardeşinin kızı olmamış olsaydı,
yarı yarıya ona yarı yarıya ortak olurlardı. Hızânetü'l Müftîn'de de böyledir.
İki kişinin ortak
olduğu bir köle, onlardan birisinin bir yakınını kasden Öldürür; onlardan
birisi de onu affederse; kan batıl olur. Bu tmftm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre
böyledir. İmâm şöyle buyurmuştur:
Affeden, ya nasibinin
yarısını veya diyetin dörtte birisini öder. Bazı nüshalarda, İmâm Muhammed
(R.A.)'in de böyle söylediği yazılmıştır.
Meşhur olanı, İmâm Ebû
Yûsuf (R.A.)'la birlikte söylediğidir.
Bir köle, kasden
efendisini öldürür; onun da iki oğlu olur ve onlardan birisi, köleyi affederse;
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmârı Muhammed (R.A.)'e göre, kan bâtıl olur.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un bu hususta kavli de aynıdır. Kâfî'de de böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir köle, kasden bir
adamı öldürdükten sonra, o köleyi efendisi azâd eder; daha sonra da, o kölenin
ödürdüğü adamın velîlerinden birisi, onu affederse; bu köle, affetmeyen diğer
veliye yarı kıymetini öder; efendiye bir şey gerekmez. Muhıyt'de de böyledir.
Bir kimse, bir kölenin
elini kestikten sonra, o köleyi, bir adam gasbeder ve bu köle, eli sebebiyle
ölürse; onun elini kesenin, bu kölenin kıymetini ödemesi gerekir. Şayet, onun
elini gâsıbın yanında efendisi keser ve bu köle ölürse; gasbedene bir şey
gerekmez. Hîdâye'de de böyledir.
İmâm, Câmi-i Kebîr'de
şöyle buyurmuştur:
Bir adam kölesini
yaraladıktan sonra, onu bin dirhem karşılığında rehin bırakır; yaralı kölenin
kıymeti de bin dirhem olur; ve bu köle, mürtehinin yanında, o yara yüzünden
ölürse; borçlu, yine borcu üzerinedir (borçludur).
Cinayet rehin bırakıldıktan
sonra olmuş olsaydı, o da efendisi tarafından yapılsaydı; ve bu köle mürtehinîn
yanında ölseydi, yine borç olduğu gibi kalırdı.
Keza, cinayet bir
yabancı tarafından yapılırsa; cinayetin rehin konulmadan önce yapılması ile,
sonra yapılması arasında, rehnin ibtâli bakımından fark bulunur.
Bir adam, diğerinin
kölesini yaralar; bu köle hasta olur ve onu birisi gasbeder ve bu köle yarası
sebebiyle, gâsıbın yanında ölürse; o kölenin
efendisi muhayyerdir: Dilerse,
cinayet sahibinin âkilesine,
kölenin kıymetini tazmin ettirir ve sağlam hâlindeki kıymetini, üç sene içinde
ödetir. Sonra da o âkile gâsıba müracaat ederek yaralı hâlinin kıymetini tazmin
ettirir. Bu efendi, dilerse gâsıba, gasbettiği hâldeki kıymetini tazmin
ettirir. Ve, onun malından alır. Cani de yaralama diyetini gâsıba öder. Aradaki
farkı da efendiye tazmin eder.
Böylece, caninin
cinayet karşılığı kendi malından tam olarak ödenmiş olur.
Şayet gâsıp, efendiye
tazminat yaptıktan sonra; caniye veya onun âkilesine tazminatını ödemelerini
istemeye hakkı yoktur. O köleyi gâsıp gasbetmese de, efendisi, onu birisine
-cinayetten sonra- satmış, olsaydı;
En uygun olanı ise:
Caninin gasp zamanı olan noksan değerini tazmin etmesidir. Her ne kadar, bu
mes'ele kitapta zikredilmemişse de böylesi uygundur. Bu gasp mes'elesi üzerine
hamledilir.
Şayet kesmek kasden
olmuşsa, diğer mes'eleler hâli üzeredir. İste bu durumda, biz: "Dilerse,
katili öldürür. O zaman, efendinin, gâsıba ve cânînin vârislerine yapacağı
birşey kalmaz. Şayet isterse, önce gâsıp kesilmiş, olarak kıymetini tazmin
eder. O zaman, efendi el keseni kısas yapamaz. Fakat, onun malından, elinin
diyetini alır.'* deriz. Muhit'te de böyledir.
Bir şahsın elini
kesmiş bulunan bir köleyi, başka birisi gasbet-tikten sonra, reddeyler ve o,
bir cinayet daha işlerse; işte o zaman, kölenin efendisi, o köleyi, cinayet
işlediği iki kişiye teslim eyler.
Sonra da kıymetinin
yarısı için, gasbeden şahsa müracaat eder.
Ve onu birinci cinayet
sahibine verir.
İmâm Ebû Kanîfe (R.A.)
ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'uit kavilleri budur.
İmâm Muhammed (R.A.)
ise: "Kıymetinin yansı için, -ona teslim etmek için- müracaat eder.
Şayet, efendisinin
yanında cinayet işledikten sonra, onu birisi gas-beyledi; onun yanında da,
başka bir cinayet işledi ve efendisi, onu, yarı yarı cinayet işlediği şahıslara
verdi ise; kıymetinin yarısı için gâsıba müracaat eder ve onu, önceki cinayet
işlenene verir. Başka müracaat yoktur. Hidâye'de de böyledir.
Bir adam, bir köleyi
gasbeder; o köle de, onun yanında iken bir adam Öldürür; sonra da kendisi gâsıbm
yanında ölürse; bu gâsıp, onun kıymetim tazmin eder.
Sonra da, bu kıymeti,
o kölenin efendisi, kölenin öldürdüğü adamın velîsine verir.
Daha sonra da, efendi,
onun kıymeti için gâsıba müracaat eder.
Şayet, köle ölmez;
fakat, gözü kör olur ve öylecede kendisine geri verilir; o hâlde iken de bir
adamı öldürür sonra da, cinayet işledikleri toplanıp, efendisine gelirlerse; bu
durumda efendi, onu iki cinayeti için, onlara teslim eder.
Gözü sebebiyle de
gâsıptan yarı diyet alır. Onu da önceki öldürdüğü adamın velîsine verir.
Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, diğerinin
kölesini gasbeder; o köle de, onun yanında hatâ ile bir adam öldürür; sonra da
öldürülen adamın velîsi ile, efendi bir araya gelirler; köle de efendisine geri
verilmiş olursa; bu efendiye: "Köleyi mi verirsin, fidyesini mi
verirsin?" denilir. Efendisi ister köleyi versin, ister fidyesini versin,
kölenin kıymeti için gâsıba müracaat eder.
Eğer, bu köle, gasıbın
yanında iken değeri artmışsa; o fazlalığı vermekte muhtardır. İster, o artış,
cinayetten önce olsun, isterse sonra olsun farketmez. Efendi o fazlalık için
gâsıba müracaat edemez. Her ne kadar, kendi kölesi artım yapmış olsa da, bu
böyledir.
Bir adam, birinin
kölesini gasbeder ve o köle, hatâ ile, efendisini öldürür veya hatâ ile,
efendisinin başka bir kölesini öldürür ve öldürdüğü o kölenin kıymeti de kendi
kıymetinden fazla olursa; veya efendisinin malını telef ederse; gâsıp, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'ye göre, öldürülen kölenin kıymetini, efendiye öder. Gasbedilen
cinayeti, gasbe-denin cinayeti olur. Ve, onun malından ödenir; o mal heder (=
boşa gitmiş) olur.
Bu görüş, İmâmeyn'e
göre de muteberdir. Kendisinin kölesi gasbo-lunan şahsa; -gâsıp sağ ise-:
"Onu gâsıba yer" denilir. Veya: "Vârislerine ver."
denilir.
Eğer, bu köle,
gasbedeni öldürmüşse; kölenin efendisine: "Onun kıymetini ver."
denilir. Veya, malını telef etmişse; aynısı söylenir. Hâvî'de de böyledir.
Bir kimse; bir köleyi
ve bir cariyeyi gasbettiğinde; bunların ikisi de, o gasıbın yanında, birer adam
öldürürler; sonra da, köle, cariyeyi öldürür; daha sonra da o köleyi, gâsıp,
efendisine iade ederse; bu durumda efendi muhayyerdir: Onu, öldürdüğü adamın
velîsine verir. Cariyenin öldürdüğü adamın velîsine de, o cariyenin kıymetini
verir.
Sonra da gâsıba
müracaat ederek, kölenin ve cariyenin kıymetlerini ister, ikisinin kıymetini de
alınca, cariyenin kıymetini, cariyenin Öldürdüğü kimsenin ehline verir.
Sonra efendi, gâsıba
bir daha müracaat eder. Kölenin kıymetini alıp, onun öldürdüğü kimsenin
velîsine verir.
Bir müdebber, iki
adamın, birini kasden, diğerim de hatâen öldürürse; onun efendisi, onun
kıymetini hatâ ile öldürdüğüne verir.
Şayet kasden öldürdüğü
kimsenin velîlerinden birisi affederse, müdebberin kıymeti dörde bölünür.
Bu îmâmeyn'e göre
böyledir.
Fakat, İmâm Ebû Hanife
(R.A.)'nin kıyâsına göre o aralarında üçe bölünür. Hâvî'de de böyledir.
Müdebberin kıymeti
hususunda, cinayeti işlediği zamana itibar edilir. Kendisinin müdebber olduğu
gündeki kıymetine itibar edilmez.
Bir müdebber, bir
adamı hatâen öldürür ve öldürdüğü zaman kendi kıymeti bin dirhem olur; sonra da
kıymeti artıp bin beş yüz dirheme çıkar; daha sonra da bir adam daha Öldürürse;
bu ikinci cinayetin sahibi, o iki kıymetten artmış olan beşyüz dirhemi alır.
Sonra, bin dirhem,
otuz dokuz parçaya bölünür ve her birine beş yüz dirhem hisse verilir.
Öncekinin hissesi, yirmi senim; ikincinin hissesi ise, on dokuz sehim olur.
Böylece bin dirhem taksim edilmiş olur. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Kıymeti bin dirhem
olan bir müdebber, bir adam öldürür; sonra da bir adam, bu müdebberin bir
gözünü çıkarır ve ona beş bin verir; daha sonra da, bu müdebber, bir adam daha
öldürürse; onun gözünün ersini (= diyetini) efendisi alır; onda, cinayet
sahiplerinin hakkı yoktur.
Efendi, beşbin
dirhemini Önceki cinayet sahibine beş binini de son^ raki cinayet ehline verir.
Mebsût'ta da böyledir.
Bir müdebber, bir
adamı, -kasden değil de- hatâen öldürür ve kendi kıymeti de bin dirhem olur; ve
sonradan kıymeti iki bin dirhemi bulur ve daha sonra, hatâ ile bir adam daha
öldürür ve bilâhare de kıymeti beş yüz dirheme düşer ve bir adam daha
öldürürse; efendisi, ikibin dirhem kıymet üzerinden tazminat yapar. Bunun bin
dirhemim birinci cinayetin velîsi alır; geride kalan bin dirhemin beş yüz
dirhemini de ikinci; beş yüz dirhemini ise üçüncü cinayetin velileri alırlar.
Birinci ile ikincinin
hakkı cem olursa; birincinin hakkı, on bin dirhem; ikincinin ise dokuz bin
dirhem; beş yüz dirhemde aralarında pay edilince; on dokuz sehim olur. On
sehmini önceki cinayet ehli; dokuz sehmini de ikinci cinayet sahibi alırlar.
Beş yüz dirhem baki kalır. O da üçüncünün olur. Tamamının hakkı birleşirse,
hakları nisbetinde taksime tabi tutulurlar. Muhıyt'te de böyledir.
Şayet, bir kölenin
efendisi; o kölenin cinayet işlediği kimseye, kölenin kıymetini tazmin ettikten
sonra, bir kusuru meydana gelmez; daha sonra da hata ile bir adam daha
öldürürse; eğer, efendi, birinciye, hâkimin hükmüyle vermişse; ikincinin,
efendiye bir yolu yoktur. Fakat, o, birinciye müracaat ederek, yarı diyetini
kendisi alır.
Şayet efendi,
birinciye hâkimin hükmü olmadan vermişse; İmâmeyn'e göre cevap yine aynıdır.
İmâm Ebû Hanife
(R.A.)'ye göre ise, ikincisi muhayyerdir: İsterse, öncekini takip eder ve
kölenin kıymetinin yarısını alır; isterse; efendisine müracaat eder ve ondan
alır.
Şayet efendiden alırsa,
o da birinciye müracaat eder. Mebsût'ta da böyledir.
Buna göre, bir
müdebber umuma âit bir yolda, bir kuyu kazar; o kuyudan da efendinin haberi
olmaz; bir adam da o kuyuya düşerek ölür; efendisi de, hâkimin hükmü
olmaksızın, ölenin yerine, müdebberin kıymetini verir; sonra da bir adam daha
düşerse; ikinci cinayetin sahibi, efendiye müracaat edebilir mi?
Bu mes'ele
ihtilaflıdır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir müdebber, yola
veya sokağa bir taş kor veya insanların yahut hayvanların geçtiği bir yola su
dökerse; durum, kuyunun durumu gibidir. Serahsî'nin Mumytı'nde de böyledir.
Bir müdebber, hatâ ile
bir cinayet işler; efendisi de hükümsüz olarak onun bedelini verir; sonra da
onu mükâtep eder ve o bir cinayet daha işler ve onun kıymeti hükmedilir;
efendisi onu vermeden, bir cinayet daha işledikten sonra da, bu mükâtep yüz
dirhemle ölürse; o yüz dirhem, ikinci cinayet ehlinin olur.
Üçüncüsü muhayyerdir:
Dilerse Öncekine ortak olur; dilerse; efendisine başvurur. Kâfî'de de
böyledir.
Bir müdebber, kendi
kıymeti bin dirhem iken, bir adam öldürür; bulunmaz; o, müdebber de bir cinayet
işlerse; kıymetinin en azını ödemeye gayret eder.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, kıymetinin üçe ikisini öder. Mebsût'ta da böyledir.
İmânı ey ne göre, hür
ve borçlu olursa, âkilesi öder.
Eğer yaralama yaparsa,
bi'1-ittifak âkilesi Öder.
Keza, bir adam
hastalığında, kölesini azad ederse; müsâvîdir. Ancak, cinayet hakkında
ayrılırlarsa; o takdirde müdebber, efendisini hatâen öldürdüğü için sa'yetmez.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, mükâtep olsa bile, cinayet işlerse; hatâen öldürdüğü efendisi
içinde sa'yeder.
Şayet, sa'yden önce
ölür ve mâl da bırakırsa; malının sülüsünden (= üçte birinden) esri (= diyeti)
çıkarılmaz.
Şayet bir evlat
bırakmışsa, -vârislerin hakkı olan- cinayet bedelim, ödemeye gayret gösterir.
Şayet, gayret
gösterdiği hâlde, cinayetin hissesini ödemeye gücü yetmez ve o hâlde de ölürse;
bir de oğul bırakırsa; o oğula bir şey" gerekmez.
Şayet, bir kimse,
kölesinin azad olmasını vasiyet ettikten sonra ölür; daha sonra da o köle, bir
suç işlerse; âlimlerimiz: "Varisler muhayyerdir. İsterlerse, onu cinayet
bedeli olarak verirler ve azad edilme işi bâtıl olur ve eğer dilerlerse;
bedelini tatavvu' (= nafile) olarak öderler." demişlerdir.
Bu vârisler, o köleyi
bundan sonra azâd ederlerse; ölenin malının üçte ikisinden çıkarılır ve kendisi
de kıymetinin üçte ikisini ödemeye gayret gösterir.
Şayet, vârisler üçte
birden çkarmazlar; ölen de vermeden önce, onu azâd eylemiş olur veya bedelini
vermiş bulunursa; (fmâm Muhammed (R.A.), bunu zikretmemiştir.) Ebû'l-Câ'fere
göre eğer, onun cinayet işlemiş olduğunu biliyorlarsa; muhayyerdirler:
İsterlerse kıymetini öderler. Biliniyorlarsa cinayetten az olan kıymetini
tazmin ederler. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir müdebbere, bir
çocuk doğurur; onun kıymeti de üç yüz dirhem olur; câriye de bir cinayet işler
ve efendisi ölür; o ikisinden başka da mal bırakmazsa; her ikisi de cinayet
işlediğinin kıymetini tazmine gayret ederler. Vârisler için, çocuğun kıymeti
olan iki yüz dirhem vardır. Cariyeyi cinayet bedeli olarak verirler.
Bir müdebber, bir
adamı hatâ ile öldürür veya bir adamın malım zayi ederse; efendisinin, onun
kıymetini vermesi gerekir, Müdebber, zayi eylediği malı, ölenin velîlerine
müşterek olarak ödemeye çalışır.
Eğer, efendi ödeme
yapılmadan önce ölür ve başka malı da bulunmazsa; bu durumda müdebber, kendi
kıymetini ödemeye gayret eder.
Eğer borcu varsa,
alacaklılar daha haklıdırlar.
Eğer borcu kıymetinden
çoksa; o fazlalığı da ödemeye gayret eder. Eğer, borcu az ise, fazla olan kısım
cinayet sahiblerinin olur. Ondan başka bir şeye hakları da olmaz.
Keza, hâkim,
müdebbere'karşı, efendisine siâye hükmünü Ölümünden önce, borcu için vermiş
olursa; o da gayret edip borcunu öder.
Fakat, timm-ü velede
cinayet için böyle bir hüküm verilmez. Mebsût'ta da böyledir.
Bir müdebber, iki kişinin malını zâyî ettiğinde; birisi
için, ortağının da malını ödemesi hükmedilir; o da Ödeyemeden ölürse, hüküm
bâtıl olur. Ona, bir mal bağışlanırsa; o,efendisinden önce alacaklıların hakkı
olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir müdebber, birinin
bin dirhemini zayi ettiğinde; efendisi de, onu azad ederse; bu durumda efendi
birşey ödemez.
Şayet, azâd etmemiş
olsaydı ve bu müdebber bir adamı' öldürmüş bulunsaydı, efendisi, onun kıymetini
borçlanırdı.
Müdebber bir cinayet
işledikten sonra, ölür ve sahibinin ondan başka malı da olmazsa; alacak
sahihleri, cinayet sahiblerinden daha haklıdırlar. Mebsût Şerhi'nde de
böyledir.
Bir adam, bir
müdebberi gasbettiğinde, o müdebber, bir cinayet işlerse; efendisi, onun
bedelini veya ersinin ekall-i kıymetini öder. Sonra da onun için, gâsıba müracaat eder. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Efendisi de gâsıba
karşı bir şey yapamaz.
Şayet gâsıbın yanında,
efendisine dönmeden önce Ölmüş olsaydı; o takdirde, kıymetini efendisi alır ve
alacaklılarına verirdi.
Sonra, bir daha gâsıba
müracaat ederdi.
Eğer, bu müdebber,
öldürme işini, efendisinin yanında yapsaydı, alacak sahipleri, onun kıymetini
efendisinden alırlardı. O da, gâsıba müracaat ederdi.
Müdebber, efendisinin
yanında bir cinayet işledikten sonra; onu birisi gasbeder ve bu müdebber,
gâsıbın yanında, yola bir kuyu kazar; sonra da tekrar efendisinin yanına döner;
onu da birisi hatâ ile öldürürse; onun kıymetini, efendisine borçlanır. Ve onu
da önceki cinayetinin sahihleri alırlar.
Sonra da o kazdığı
kuyuya bir adam düşüp ölür; onun da kıymetini efendisi öderse; daha sonra
gasbeden şahsa müracaat eder. Mebsût'ta da böyledir.
Bir müdebber, gâsıbı
öldürür veya onun bir kölesini öldürür yahut onun bir vârisini öldürürse; onun
kam heder olmuşdur. Serahsî'nin Muhiyü'nde de böyledir.
Zimmî olan müdebber
de, aynen zimmî olmayan gibidir. Cinayeti, efendisinin üzerinedir.
Ancak, müslüman olana
kadar, bir genişlik verilir. O zaman, hükmü mükâtebin hükmü gibi olur.
Güvenceli müdebber,
dâr-i İslam'da olursa; o da böyledir.
Yalnız dâr-i harbe
gider ve orda esir edilip ve azad edilirse; esir edildikten sonra işlediği
cinayetten, efendisi sorumlu değildir. Serahsî'nin Muhiyü'nde de böyledir.
Bir ümm-ü veled kasden
efendisini öldürdüğünde; şayet, ondan bir çocuğu yoksa; kısas yapılır. Onun,
azâd edilmesine ruhsat yoktur.
Eğer çocuğu varsa,
kısas yapılmaz. Kıymetinin tamamına ruhsat vardır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir ümm-ü veled kasden
efendisini öldürür ve kendisi de hâmile olur ve başka çocuğu da bulunmazsa;
yine kısas yapılmaz.
Eğer çocuğu sağ olarak
doğurursa, onun şahsî, kıymeti varislerin hakkıdır.
Eğer ölü doğurursa,
üzerine kısas tatbik edilir.
Şayet birisi kanuna
vurur ve çocuk ölü olarak düşerse, onun gur-resi, vârislerin olur. Kadın da o
gurreden hissesini alır. Çünkü efendisinden dolayı, onda hakkı vardır.
Vârisler de, o müdebbereyi haklı olarak öldürdüklerinden mîrasdan mahrum
olmazlar. Mebsût'ta da böyledir.
Ümm-ü veled, hem
efendisini, hem de başka bir adamı kasden öldürür ve onun efendisinden çocuğu
da olmaz ve onu, efendisinin velilerinden birisi ile, diğer adamın
velîlerinden birisi affederlerse; ümm-ü veled* kısas edilmez. Onun kıymeti, iki
tarafın geride kalan hak sahiplerine, -efendisinin malının dışından olmak
üzere- yarı yarıya verilir.
Bir ümm-ü veled»
efendisini öldürür ve ondan çocuğu da olmuş olur; bir de yabancıyı öldürür;
onun da iki velîsi bulunur ve onlardan birisi affederse; ümm-ü veledin
kıymetinin üçte ikisi, efendisinin vârislerinin; Üçte biride, diğer yabancının
velîsinin olur.
Bu, İmfim Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre böyledir.
İmâmeyn'e göre ise,
dörtte üçü, efendisinin vârislerinindir.
Şayet, vârisler afdan
önce almışlarsa, yabancının velîsi onları takip eder; ümm-ü veledi takip etmez.
Çünkü o hakkını vermiştir.
Bu, İmâmeyne göre,
hükümsüz alındığı zaman böyledir.
İmam Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre ise, diğerinin affından sonra almışlarsa muhayyerlik vardır.
Sahih olan, hükümlü
olsun, hükümsüz olsun, İmâm Ebû Harlfe (R.A.)'nin görüşüdür. Serahsî'nin
Muhıytı'nde de böyledir.
Ümm-ü veled, müdebber,
köle ve mükâtep, hepsi bir araya gelerek, bir adamı öldürseler; her birinin
nefislerinin dörtte biri itlaf edilir.
Bu kölenin efendisine:
"Ya köleyi ver veya diyetin dörtte biri olarak, fidyesini ver." denir.
Diyetin dörtte biri
için, mükâtebe ruhsat verilir. Müdebber ve ümm-ü veledin efendilerine de:
"Diyetin dörtte birini ermeleri" söylenir. Mebsût'ta da böyledir.
meden önce ve anlaşma
yapmadan önce yapmışsa; bu durumda, efendisine: "Ya, onu veya fidyesini
vermesi" emredilir.
Şayet hükümden veya
sulhdan sonra ise, bu mükâtep, o hususta satılır. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve
İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, köle verilmez. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un son kavli
de budur. Muhıyt'te de böyledir.
Hâkim, mal ile
hükmeylediği zaman artık, bu, onun üzerine bir borç olur ve rakabesinden düşer.
Hükümden önce ise, rakabesinde olur. Hâvî'de de böyledir.
Bir mükâtep, fazlaca
cinayet işledikten sonra, onu efendisi azad ederse; kıymetinin azı üzerinde
diyet olarak kalır. Zamanla onları Öder.
Şayet hâkim, o
cinayetlerden ba'zısuıa hüküm vermişse; hükmeylediği kimseler, ona ortak
olamazlar.
Şayet, hüküm vermemiş
ve kendisi de aciz kalmış da; efendisi onu cinayetini bilerek azâd etmişse,
buna muhtardır; eğer bilmiyorsa, raka-besini zayi etmiş ölür ve kıymetini öder.
Mebsût'ta da böyledir.
Mükâtep bir adam
öldürür, ona hükmedilmez, kendisi de kitabet bedelini Ödemeden âciz kalır;
üzerinde de borç bulunursa; bu mükâtep, cinayeti sebebiyle verilir; borcu
sebebiyle de satılır.
Eğer cinayet bedelini
efendisi öderse; borcu sebebiyle onu satar. Serahsî'nin Muhıytı'nde de
böyledir.
Mükâtep, hatâ ile
ikinci bir cinayet daha işler; hâkim de ikinci cinayetten Önce, birincisi için,
ekall-i kıymeti ile hükmederse; o takdirde, ikinci cinayeti için de aynı
şekilde ödeme yapar. Zehıyre'de de böyledir.
Keza, her işlediği
cinayetin cezası, ilk işlediği cinayetin cezası gibidir. Mebsût'ta da böyledir.
Şayet hâkim, ilk
cinayeti için bir hüküm vermedi ve o, ikinci bir cinayet işledi ise; iki
cinayetin diyeti için de kendisinin kıymetinin azını Ödeme ruhsatı vardır. Ö
kıymet ikisinin arasında yarı yarıya taksim edilir.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'in kavilleri ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un son
kavlidir. Zehıyre'de de böyledir.
Her cinayette mükâtebin
kıymetine bakılır ve cinayeti işlediği güne itibar edilir.
Cinayetten sonra artan
kıymetine itibar edilmez.
Bir mükâtep, hatâ ile
bir cinayet işler veya yola bir kuyu kazar yahut yola bir şey yapar da, o
kuyuya bir adam düşüp ölür; hâkim de kuyuya düşen için, mükâtebin kıymetini
hükmeder; sonra da yola koyduğu başka bir şey sebebiyle, birisi daha ölürse;
her ikisi de onun kıymetine ortak olurlar.
Keza, mükâtebin
kazdığı kuyuya biri düşüp ölür ve kendi kıymeti, ona karşı hükmedildikten
sonra, başka bir yola, bir kuyu daha kazar; hâkim de önceki için kıymetini
hükmeylemiş olur; sonra da diğer kuyuya düşen de ölürse; hâkim ona da başka
hükmeder.
Şayet, önceden o
kuyuya bir at düşmüş ve ölmüş olursa; onun bedelini borçlanır. O atın, bedeli
kendi bedeline eşitse; diğerleri, ona ortak olamazlar. Mebsût'ta da böyledir.
Bir mükâtep, hatâen
bir adam öldürse, kendi kıymeti de o zamanda bin dirhem olur; kendisine bir
şeyle hükmedilmeden önce, hatâ ile, bir adam daha öldürür ve o zaman da kıymeti
ikibin dirhem olmuş olur; sonra da da'vâ hâkime çıkarılırsa; bu durumda, hâkim
mükâtebe karşı, "iki bin dirhem kıymetini, ikinci cinayetine karşılık, bin
dirhem de birinci cinayete karşılık" hükmeder. Bu durumda, ölen iki
kişinin velileri, haklan kadar almış olurlar. İkinci ölenin velîsinin hakkı,
dokuz bin dirhemdir. Zira, ona önceki cinayetin bin dirhemi de ilâve edilir. Ve
ortak oldukları bin dirhem, on dokuz sehme ayrılır; on sehmini önceki alır;
dokuz sehmini de ikinci alır. Muhıyt'te de böyledir.
Kıymeti iki bin dirhem
olan bir mükâtep, bir adamı hatâ ile öldürdükten sonra, kendisinin bir gözü
çıkar; daha sonra da kıymeti bin dirhem olduğu hâlde, bir adam daha öldürürse;
ona karşı, iki bin dirhem üzerinden hükmedilir. Bin dirhem, öncekine verilir;
geri de bin dirhem kalır; o da hakları kadar, aralarında taksim edilir.
Öncekinin hakkı dokuz bin idi; ikincinin hakkı, on bin idi. O bin dirhem,
ondokuz sehme ayrılır. Dokuz sehim, öncekine, on sehim de ikinciye verilir.
Serahsî'nin Muhıyü'nde de böyledir.
Bir mükâtep, hatâ ile
bir adam öldürür; arkasından yine hatâ ile bir adam daha Öldürür ve kendisine
karşı bu iki cinayetten biri için hükmedildikten sonra; hatâ ile üçüncü bir
adamı daha öldürürse; üçüncü adama, hasseten kölenin kıymetinin yarısı
hükmedilir. Kendisi için hükmedilmeyen zat için de, onunla üçüncü arasında olan
miktar üçe bölünür; üçte ikisi ortanca adama, üçte biri de üçüncü adama hükmedilir.
Bu duruma göre, bu
mükâtebin kıymetinin yarısı birinci cinayet sahibine; yarının üçte ikisi,
ortancaya; bu yarının üçte biri de üçüncüye âit olur.
Misâl: Bu mükâtebin
değeri üç bin dirhem ise; bin beş yüz dirhemi, birinciye; bin dirhemi, iMnciye;
beş yüz dirhemi de üçüncüye hükmedilmiş olur. Mebsût'ta da böyledir.
Bir mükâtep, hatâ ile
iki adamı öldürüp, kıymetinin yarısı birine hükmedilir ve diğer adamın velîsi
hazırda olmaz; sonra da bir adam daha öldürür ve bilâhare kitabet bedelini
ödemekden âciz kalıp, tekrar köleliğe dönerse;
efendisi, onu vermekle fidyesini vermek arasında muhayyerdir.
Eğer köleyi verirse;
yarısı üçüncü öldürdüğünün velisinin olur. Sonra satılıp, kıymetinin yarısı,
birinci suçu için, geri kalan yarısı da ikinci ile üçüncü arasında, haklarına
göre; (üçte ikisi, ikinciye; üçte biri de üçüncüye) verilir.
Şayet, efendisi
fidyesini verecekse; ikinciye de, üçüncüye de onbin dirheme karşılık ödeme
yapar. İkinci ve üçüncü adamdan selâmete çıkınca, birincinin yarı kıymeti olan
hakkı kalır. O zaman da efendiye: "Borcunu mu ödersin, yoksa, köle
satılsın mı?" denilir.
Şayet efendi borcu
vermezse; kölenin satılması gerekir. Âlimler: "Köle, -yarı değil de- tam
borcu için satılır" demişlerdir. Muhıyt'te de böyledir.
Mükâtep, cinayet
işledikten sonra, ölür; bir şey de terk etmezse, -hükmedilsin veya edilmesin-
kan heder olmuştur.
Mükâtep, hatâ ile, bir
adam öldürür; onun da iki vârisi olur ve hâkim, onlardan birisine,
"mükâtebin yarı kıymetini" hükmeyleyip, diğerine bir şey hükmeylemez;
daha sonra da, bir adam daha öldürür; onun sahipleri de hâkime dava açarlar;
hâkim, ona dörtte üç hükmeder; bundan sonra da, o mükâtep aciz kalıp, tekrar
köleliğe döner, orta sırada öldürdüğünün velisi de gelirse, o kölenin dörtte
biri, ona verilir ve efendisi nısıf diyet öder. Serahsî'nîn Muhıyti'nde de
böyledir.
Bir mükâtep, cinayet
işler ve sonra da cinayet hükmü verilmeden, âciz olarak ölür; yüz dirhem de
terekesi kalmış bulunur; kitabet borcu da ondan daha fazla olursa; cinayeti
bâtıl olur. O yüz dirhem efendisinin olur.
Eğer hüküm verildikten
sonra öldü ve bir şey bırakmadı ise, yine cinayeti bâtıl (= geçersiz) olmuştur.
Bu, mükâtebin üzerinde
borç bulunmadığı zaman böyledir.
Fakat cinayetle
birlikte mükâtebin başka borcu da; terekesi de varsa; bu tereke borcuna,
cinayetine ve kitabetine karşılık verilir.
Şayet, mükâtep,
hâkimin hükmünden sonra ölür; üzerinde de cinayet borcu bulunursa; terekeyi,
önce cinayetin velisi, cinayet bedeli olarak alır. Diğer alacaklılar, onun
üzerine tekaddüm edemezler.
Kitabet borcu, diğer
borçlardan sonraya bırakılır.
Daha sonra da artan
malı olursa; o da vârisleri arasında, pay edilir.
Şayet hâkim, cinayet
hükmü vermemiş ve bu mükâtep ölmüşse; o takdirde, diğer alacaklar, cinayetin
üzerine takdim edilirler.
Bu söylediklerimizin
tamamı, mükâtebin, kifayet miktarı tereke bırakmış olması hâlinde geçerlidir.
Terekesi kâfi
gelmeyecek olur ve ancak kitabetine yetecek kadar bulunur ve diğer borçlar ile
cinayet karşılığına yetmezse; cinayet ibtâl olur mu?
Eğer hâkim, mükâtep
Ölmeden önce, hükmeyledi ise, cinayet bâtıl olmaz. Kazancından, borçlan ve
cinayet karşılıkları ödenir.
Eğer hâkimin hükmü
yoksa yani cinayet hükmü vermemişse; o zaman cinayetler batıl olmuş olur. Bu
mükâtebin kazancından, diğer borçlar Ödenir.
Eğer cinayetten
hükümlü değilse cinayeti bâtıl olur ve diğer borçlan ödenir. Mnhıyt'te de
böyledir.
Şayet, mükâteb Ölüp,
bir çocuk bırakır ve o da, mükâtebin cariyesinden olur; bu mükâtebin üzerinde
borç ve cinayet bedeli de olursa -ona hükmedilsin veya hükmedilmesin- çocuk
için genişlik vardır. O çocuğa, her hangi birisini ödemeye başlaması hususunda
cebredilmez.
Şayet çocuk aciz kalır
ve cinayet hükmü verildikten sonra da aczinden dolayı köleliğe dönerse; satılır
ve borçlarının yerine verilir; cinayet ehli hisselerini alırlar.
Eğer hükümden evvel
âciz kalırsa, cinayet bâtıl olur ve bu çocuk diğer borçları için satılır.
Eğer, ümm-Ü veled,
mükâtebin öldüğü zaman sağ idi ve mükâtebin üzerinde de borç bulunmayıp
kendisine de cinayetle hükmedilmiş veya edilmemiş idiyse; bu durumda, ümm-ü
velede, mükâtebin az kıymetine karşı, mükâtebin kıymetinden, kitabet bedeli ile
yaralama ersi almak vardır. Eğer her ikisi de hükmedildi veya edilmediyse bu
böyledir.
Hatta, onlardan biri
hatâ ile, bir adam öldürür ve Ölenin velîsine karşı, kıymetine mukabil diyet
hükmedilse ve onlar da âciz kalsalar; -hasseten-bu cinayetleri sebebiyle
satılırlar.
Şayet paralarından
artan olursa, o, cinayetin velîsine âit olur. Mebsüt'ta da böyledir.
Mükâtebe bir cinayet
işlese sonra da doğum yapsa, kitabet bedelini ödemektende âciz kalsa yalnız o
cinayete karşılık verilir, şayet üzerine hükmedilse de sonra doğum yapsa o
takdirde satılır, bedeli cinayeti karşılarsa ne a'lâ değilse çocuğuda satılır.
Serahsî'nin Muhiytı'nde de böyledir.
Bir mükâtebe ölmüş,
geride yüz dirhem bırakmış ve bir de efendisinden çocuk doğurmuş olsa;
üzerinde de borç bulunsa; bir adamı da hatâen öldürüp; kendine de hüküm verilse
veya verilmese; o çocuğa karşı, mükâtebede ve cinayette genişlik verilir.
Sonra da o yüz dirhem,
cinayet ehli ile, onun arasında paylaştırılır. Eğer kitabet bedelinden âciz
kalırsa; o, hem borcu, hem de cinayeti İçin satılır.
Eğer, kıymetinde bir
artış olursa; ona,-anasının borcu ve cinayeti için, bu hususta genişlik vardır.
Şayet efendisinin
borcu hususi ise, bu böyledir.
Eğer borçluya hâkim
tarafından verilmişse; sonradan, yüz dirhem, hisselerine göre, cinayeti ve
borcu için verilir. Oğlan borçlanıp bir de cinayet işlerse; o da onun üzerine
hükmedilir. Anasının borcu ile beraber, cinayetleri hisselerine göredir.
Cinayet üzerine
hükmedilmeden önce, âciz kalırsa; ya efendisi, onu, alacaklılarına verir; veya
fidyelerini öder.
Şayet kendisini verirse,
hasseten borcu takib edilir. Ve o, kendisinin ve anasının cinayetlerinden önce,
borcu için satılır.
Şayet parasından
birşey artarsa, ona, -anasının değil de- kendi cinayetinin alacaklısı haklı
olur.
Eğer efendisi diyetini
öderse; cinayetini -onu satması sebebiyle-öder.
Eğer bir fazlalık
kalırsa; anasının cinayetine verilir ve borcu Ödenir. Mehsût'ta da böyledir.
Bir mükâtep, hatâ ile
üç kişiyi öldürür; onların biri de hissesini hîbe eder; sonra da kendisi âciz
kalırsa; üçte biri, efendisine teslim edilir. Geride kalan üçte ikiyi ya
efendisi öder veya köleyi verir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir mükâtep, bir
adamı, kasden öldürür ve onun iki velîsi bulunup, onlardan
birisi affederse; diğerine,
yarı kıymeti kalır. Mebsûfta da böyledir.
tki kişinin ortak
bulunduğu bir kölede, ortaklardan birisi, hissesini mükâtep yapar; ortağının
da bundan haberi olmaz; sonra da o bir cinayet işlerse; ortağı yarısından azını
tazmin eder. Kendisi de yan diyetini verir. Her ne kadar kitabet bedeli ödememiş
olsa bile, bu böyledir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
îki adamın ortak
bulunduğu bir köleyi, diğerinin izni olmadan, birisi mükâtep ettikten sonra; bu
mükâtep bir cinayet işler; sonra da kitabet borcunu verip azâd olursa;
efendisi, onun yarı kıymeti ile cinayet diyetini öder.
Sonra da, onu mükâtep
yapmayan ortağından yarı kıymetini alır. Onu azâd etmeyen muhayyerdir: İsterse,
onu azâd eder; isterse, köleliğinde tutar; isterse, ortağına kıymetinin
yarısını öder.
Eğer, onun izni ile
mükâlep yapmış olsaydı, o takdirde İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, tazminat
gerekmezdi.
Şayet azad etmeden
önce, mükâtep cinayet hakkında ve onun kitabet hissesi hakkında, da'vâ etseydi;
diğerine: "Cinayet bedelindeki hisseni ver veya diyetinin yarısını
öde." denirdi. Hâvî'de de böyledir.
Ortaklardan birisi,
köledeki hissesini kitabete bağladıktan sonra; bu mükâtep, bir köle satın alır;
o da bir cinayet işler; sonra da bu mükâtep, kitabet bedelini ödeyip hür
olursa; bu durumda mükâtep de, diğer kitabete bağlamayan da muhayyerdirler.
İsterlerse, o cinayet işleyen köleyi; cinayeti mukabili verirleri isterlerse,
fidyesini öderler.
Şayet o köle mükâtebin
yanındaki cariyesinden doğmuş oğlu ise, o takdirde, cani, cinayetinin en az
kısmını tazmin eder.
Eğer o cinayet işleyen
köle, mükâtebin babası olur ve sonra da, baba, cinayet bedelini öderse; azâd
olunmuş olur. Yan cinayetini, yan da köleliğini Öder. Mükâtebin ona karşı
yapacağı bir şey olmaz.
Şayet, köle olarak
alınan oğul, babasına karşı bir cinayet işler; sonra da, baba, kitabet bedelini
öder de hür olursa; mükâtep için tazminat gerekmez.
Ana, buna muhaliftir,
O takdirde, mükâtep, onun yan kıymetini, diğer ortağına Öder. Mebsûfta da
böyledir.
Müşterek bir câriye,
ortaklardan birinin izni olmadan, mükâtebe edilir ve o da bir çocuk doğurur;
diğer ortak da, o çocukdaki hissesini kitabete bağlar; sonra da, o çocuk,
anasına karşı bir cinayet işler; veya anası ona karşı bir cinayet işlerse; her
birerlerine, öldürdüklerinin kıymetinin dörtte üçü gerekir.
Bu, îmân* Ebü Hanîfe
(R.A.)'ye göre böyledir. Muhiyt'te de böyledir.
Bir cariyeye iki kişi
ortak bulunduklarında; onlardan birisi, hissesini mükâtebe yapar; sonra da o
câriye, bir çocuk doğurur; daha sonra da değeri yükselir veya kusuru sebebiyle
eksilir ve sonra yine artar; kendisi de azâd edilirse; ortağı azâd edildiği
günkü kıymetinin yarısı ile, çocuğun kıymetinin yarısı hususunda muhayyerdir.
Onlardan birisi,
cariyedeki hissesini kitabete bağladıktan sonra, bu câriye, bir çocuk doğurur;
diğeri de, o çocuktaki hissesini kitabete bağlar; sonra da o çocuk anasına
karşı veya anası, o çocuğa karşı bir cinayette bulunur; o da nefsinin
kıymetinde olmaz; sonra da, bu câriye, kitabet bedelini ödeyerek hür olur;
efendileri de zengin olurlarsa; o çocuğu kitabete bağlayan ortak, anasına, onun
yan bedelini tazmin ettirirse; isterse, ona bir genişlik verir; isterse onu
azâd eder. Anasına ortak olduğu zata da o çocuk hakkında- zatminat gerekmez.
Mebsût'ta da böyledir.
Bir köleye, iki kişi
ortak bulunduğunda, onlardan birisi, gözünün birini kör ettiği hâlde, onu
kitabete bağlar; sonra da o, bir cinayet daha işler; köle de o yaradan dolayı
ölürse; mükâtep, onun, kıymetinin yarısını ödemesi; diyetinin de dörtte birini
vermesi hususunda -yarısını mükâteb etmeyene karşı- genişlik verir. Onun yarı
kıymeti de vârislerin hakkı olur.
Ancak, diğeri onu azâd
etmiş olursa; kıymetin de susan ortak, ya yarı kıymetini alır veya ona bir
genişlik verir.
îki kişinin ortak
bulunduğu bir köleye karşı, onlardan birisi bir suç işleyip, bir gözünü çıkarır
veya bir elini keser; sonra da, diğeri hissesini ortağına satar ve o, onun
cinayet işlediğini bilmekte olur; sonra da köle, ona karşı bir cinayet işler;
daha sonra da onu satan, dörtte birini geri satın alır; sonra da kendisine
cinayet işlenen şahıs, hissesini kitabete bağlar; bundan sonra da ona karşı bir
suç daha işler ve bilâhare de kitabet bedelini ödeyerek hür olur; sonra da
işlenen cinayet yüzünden efendisi ölürse; o dörtte birini kitabete bağlıyan
şahsın, dörtte bir diyet vermesi gerekir. Mebsût'ta da böyledir,
Zeyd'in ve Zerr'in
ortak oldukları bir köle, Zerr'e bir cinayet işlediğinde; Zerr de onu bildiği
hâlde, o köleyi cinayetiyle birlikte, kitabete bağlar ve bu köle bir daha
cinayet işler; sonra, onu, Zeyd'de kitabete bağlar; bu köle ona karşı da bir cinayet
daha işler ve bu cinayetlerden, Zeyd'de Zerr de ölürlerse; biz: Bu köle, telef
eylediği nefisler için, her birine nısıf tazminat yapacaktır. Onun üç cinayeti
hakikaten, iki cinayeti de hükmen mevcuttur. Kitabetten önce cinayet işlediği
zata, sonraki işlediği iki
cinayet hederdir. Onlardan
birine, -ekall-i kıymetinden-
tazminat gerekir. Ve dörtte bir diyet gerekir.
Fakat, kendisine
cinayet işlemediği ortağın, kitabetten önce, iki cinayet işlediğine, yarı
kıymet ve dörtte bir diyet gerekir. Mükâtebi kölesi gibi...
Bu köle, yabancıya
karşı bir cinayet işledikten sonra, ortaklardan birisi, onu, -cinayetini
bildiği halde- mükâtep eder; sonra da ona karşı bir cinayet daha işler;
ikincisi de bunu bildiği hâlde onu kitabete bağlar; ona karşı da bir cinayet
işler ve o ölürse; önceki nısıf; üç cinayet sebebiyle telef olmuştur ve onun
için dörtte bir diyet hakkı ile yarı kıymeti vardır. Diğerine de yarı kıymeti
ve dörtte bir diyeti vardır. Kâfide de böyledir.
Bir adam, cariyesinin
yarısını kitabete bağladıktan sonra, o câriye bir çocuk doğurur ve bu çocuk bir
cinayet işlerse; bu durumda o câriye, bu cinayetin yarısını tazminata
ruhsatlıdır; yarısını da efendisi tazmin edecektir. Çünkü kitabeti sebebiyle,
cinayete bedel olarak,, o câriye verilemez. O, kıymetinin yarısını öder.
Çocuğu cinayet
işledikten sonra, onun anasını, efendisi azâd ederse; çocuğunda yarısı azâd
olmuş olur. Bu çocuk, kıymetinin yarısı ile cinayetinin yarısını ödemeye
çalışır. Bu, cinayet hükmüdür.
Şayet, efendi, çocuk
cinayeti işlemeden önce, anasını, azâd ederse; çocuğun da yansı azâd olmuş
olur. Çocuk, kıymetinin yarısını efendisine; yarısını da cinayet işlediği
yabancıya borçludur. Cinayet hükmü böyledir.
Şayet, efendisi çocuğu
azâd ederse; o takdirde, çocuğa ruhsat yoktur.
Şayet hiç birini azâd
etmez; onlar da yabancıya karşı cinayet işlemezler; fakat, birisi diğerine
karşı cinayet işlerse; her birine, cinayetinin cezası gerekir. Cinayetin
yarısı, kıymetinin en azından alınır. Kitabet zamanındaki kıymetine itibar
edilir.
Sonra da yan cinayet
bedeli, efendiye âıt olur. Çünkü onun köle-sidir. Kitabet sebebiyle ziyan
eylemiştir. Yarısını da, cânî efendiye efendisinin kölesine cinayet işlediği
için- verecektir. Böylece bazısı bazısına misilleme olur.
Ana cinayet işledikten
sonra ve üzerine hükmedilmeden Önce ölür; çocuğundan başka bir şey de terk
etmezse; onun cocuğu.onun makamına kâimdir. Fakat, o çocuğa,cinayet bedelini
ve kitabet bedelini ödemesi için, -cinayet için hüküm verilsin veya verilmesin-
genişlik vardır.
Bundan sonra, o çocuk
bir cinayet işler; sonra da âciz kalır; anası için de cinayet hükmü verilmiş
olursa; o, anasının cinayet bedelini öder. Onun yansını borçlanır. Efendisinin
de onun cinayet bedelini vermesi gerekir.
Bu durumda efendi,
cinayet bedelini öder. Dilerse çocuğa verir. Eğer, onu verirse; bu çocuğun
yarısı anasının borcuna karşılık olarak satılır. Eğer onu verebilirse, kendisi
satılmaz. Mebsût Şerhı'nde de böyledir.
Mükâtep, kasden veya
hatâen, bir cinayet işlediğini ikrar ederse; şayet üzerine hükmolunmuşsa, onun
ödemesi gerekir.
Şayet âciz kalırsa,
kan heder olur.
Bu İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre böyledir.
Bundan dolayı, şayet
mükâtep, malı gerektiren bir cinayet işlemiş de, onu da ikrar ediyorsa; İmâm
Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre mal için muâhaze olmuyor, önce üzerine borç oluyor.
tmameyn'e göre, onun
için sorumlu oluyor. Ve üzerinde hükmedilmiş borç varsa, o hususta satılıyor.
Şayet azad edilirse,
önce kıymetin yarısını tazmin eder. Seran sî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Mükâteb âciz kalmaz
fakat azad olursa üzerinde borç olabilir.
Bir mükâtep kasden bir
adam öldürdükten sonra, cana karşı mal ile anlaşma yaparsa; işte bu caizdir. Bu
durumda, onun -âciz kalmadığı müddetçe, mal vermesi gerekir.
Şayet, malı Ödemeden
önce âciz kalırsa, tmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavline göre, mal anlaşması bâtıî
olur.
İmâmeyn'e göre ise,
onun o yüzden satılması gerekir. Mebsût'ta da böyledir.
Şayet bir mükâtebe,
kendi çocuğuna karşı bir suç işlerse; bir şey gerekmez. İster azâd olsun; ister
âciz kalsın, böyledir.
Eğer ölür de, geride
borcunu Ödeyecek malı kalırsa, borcu Ödenir.
Eğer oğlu, anasına
karşı cinayet ikrarında bulunursa; bu sabit olmaz.
Şayet, ana ölürse;
onun borç ve kitabet bedelini oğlu öder. Şayet, âciz kalırsa; bir şey lâzım
gelmez. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Mükâtebin oğlu hatâ
ile bir adam Öldürdükten sonra, o mükâtep, köle olan oğlunu hata ile öldürür ve
bir başkasını daha öldürse; sonraki öldürdüğünün kıymetini tazmin eder. Oğlunun
öldürdüğünün velilerine, onun kıymetini borçlanır. Mebsût'ta da böyledir.
Mükâtebin cinayeti,
efendisine karşı olursa; bu, hatâen olması hâlinde, yabancıya karşı olmuş gibi
olur.
Fakat, efendi mükatebi
Öldürürse; bu efendiye kısas gerekmez; kıymeti gerekir.
Şayet, mükâtep,
efendisini kasden Öldürürse ona kısas gerekir.
Efendinin, kölesi olan
mükâtebe veya malına karşı cinayeti ile; mükâtebin efendisinin kölesine veya
malına karşı cinayeti; bir yabancıya yapılanın aynısıdır. Hâvî'de de böyledir.
Mükâtebin, mükâtebe
karşı cinayeti de aynısıdır. Yalnız, genişlik hakkı tanınır.
Keza, kendisinden
çocuğu doğmuş bulunan ümm-ü veledine karşı yapılan cinayet de suçtur. Mebsût'ta
da böyledir.
Mükâtebin kölesinin
cinayeti de hür olan kimsenin kölesinin cinayeti gibidir.
Ancak, fidyesi
verildiği zaman, çok fark yaparsa; veya köle verilince çok fazla olursa; İmâm
Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, bu sahih olduğu hâlde; tmameyn'e göre sahih
değildir. Serahsî'nin Muhıyü'nde de böyledir.
Bir mükâtep borçlu
olarak ölür ve ticarete izinli bir kölesi kalır; onunda başkasına borcu olursa;
bu köle, -hasseten- kendi borcu için satılır.
Şayet borcundan fazla
bir şey kalırsa; o da efendisinin borcuna verilir.
Bu kölenin borcu
olmaz; fakat, bir cinayet işlemiş bulunursa; mükâtebin de ondan başka hiç bir
malı yoksa; efendi muhayyerdir: Dilerse, onun bütün borçlan için, bu köleyi
verir; kendi borcu kalır.
Şayet, cinayet ehlinin
velisine, diğer alacaklıların rızası ile verirse; bu durumda, onların bir yolu
kalmaz. Dilerse, efendisi ehli cinayetin diyetini verir; sonra da köle, diğer
alacaklıları için satılır.
Önceden zikredildiği gibi, kölenin borcu olursa;
efendisi muhayyerdir: Dilerse, köleyi alacaklılarına teslim eder; o satılır,
her alacaklı alacağını alır. Efendisinin borcu varsa, o öylece kalır.
Şayet artan bir şey
olursa, o da efendisinin borcuna verilir. Mebsût'ta da böyledir.
Bir köle, hür bir
adamın başım yaraladıktan sonra, efendisi o köleyi müdebber eder; sonra da aynı
köle bir başka adamı daha yaralar; bundan sonra da efendisi, onu kitabete
bağlar; sonra da bir adamı daha yaralar; daha sonra da kitabet bedelini ödeyip,
hür olur; sonra da bir adam daha yaralayıp, kendisi de ölür; efendisi ise, onun
bütün cinayetlerini bilmekte olursa; yabancının velîsine, yarı diyet vermesi
gerekir; yan diyet de diğer dördüne îcâb eder.
Bunların hükümleri
muhteliftir.
Birincinin hükmü, ya
köleyi veya fidyesini vermektir.
İkincinin hükmü,
kıymetin efendisinin üzerine olmasıdır.
Üçüncünün hükmü ise,
kıymetin mükâtebe âit olmasıdır.
Dördüncünün hükmü ise,
kıymetin, onun âkilesine âit olmasıdır.
Böyle olunca, yarı
kıymeti dört sehim olacak, böylece o sekiz senim olacak; dört sehmi yaraladığı
yabancıya; dört sehmi telef eylediğine verÜecek. Önceki yaraladığı ise,
efendisine aittir. O diyetinin sekizde birini Öder.
İkincinin sehmi,
kıymetinin sekizde biridir. Mükâtebden alacaklı olan üçüncü kişi, sekizde bir
diyetini; dördüncü alacaklı (ki ona karşı cinayeti, htt- olarak işlemişti.) nın
alacağı âkilesine aittir. Âkilenin vereceği, nısıf diyettir; diğer nısıf ise,
üç cinayete telef edilmiş; o nısıf, üç sehim olmuştur; tamamı ise altı sehim
olur: Üç sehmi yabancıya verilir. Efendiye birinci alacaklı için, altıda bir
diyet; mükâtebe de kıymetinin altıda biri gerekir. Altıda bir diyette mükâtebin
âkilesine aittir. Kâfi'de de böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [35]
Bir adam, hatâ ile
kölesini öldürürse; onun kıymetini öder. Şayet kıymeti, on bin dirhem veya daha
fazla olursa; o on bin dirhemdir. Ve bu da âkilesine aittir. Üç sene içinde
ödenir.
İmâm EbÛ Hanîfe (R.A.)
ve İmâm Mnhammed (R.A.) böyle buyurmuşlardır.
Cariyenin kıymeti beş
bin dirhemden fazla bile olsa; diyeti beş bin dirhemdir.
Bu,
zâhirü'r-rivâyedir. Sİrâcü'J-Vehhâc'da da böyledir.
Bir adam, kıymeti
yirmi bin dirhem olan bir köleyi gasbeder ve bu köle elinde zayi olursa; bi'l-icma,
kıymetinin tamamını tazmin etmesi gerekir. Hİdâye'de de böyledir.
Efendisi, hatâ ile,
izinli bir köleyi katlederse; ancak, kıymetinin karşılığı gerekir. Sonra da o
kıymeti efendisi kölenin alacaklılarına verir. Kâfî'de de böyledir.
İbnü Semâa'nm Nevâdiri'nde
şöyle zikredilmiştir:
Bir adam, diğer bir
adamın kölesinin üzerine biner; başka birisi de ikisinin üstüne yüklenir;
bunların hepside efendisinin izni olmadan bu işi yaparlar ve bu yüzden Üçüde
ölürse; üçüncüye, kıymetinin üçte birisi; diğer ikisine Üçte ikisi icabeder.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin kavli budur. Muhıyt'te de böyledir.
Kölenin azalarını
telefe gelince:
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.), şöyle buyurmuştur:
Hür olanın kıymeti ne
ise, köle olanınki de aynısıdır.
Hür olanda, yan diyet
gerektiren; köle de de yarı diyet gerektirir.
Ancak, kıymeti on
binden veya beşbinden fazla olursa işte o, on bin veya beş bin olarak kabul
edilir.
İmâmeyn'e göre ise,
fazla noksan, iki kıymet arası kabul edilir. Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un, İmâm
Ebû Hanîfe (R.A.)*den rivayetidir.
Bu hâl, menfaat zayi
olduğu zaman böyledir. Göz gibi, el gibi... Fakat, güzelliğini gideren bir
cinayet olursa; (kulak, kaş ve benzeri gibi...) ona bir diyet takdir edilmez;
noksanlığının karşılığı verilir. Muhıyt'te de böyledir.
Kölenin eli, beş bin
dirhemi geçmemek üzere- kıymetinin yarısıdır. Hİdâye'de de böyledir.
Bu, zâhirü'r-rivâyeye
muhalifdir.
Mebsnt'da: "Tam
kıymetinin yarısıdır." denilmiştir.
Sahih olan cevap da
budur. Kifâye, Nihâye ve Kâfî'de de böyledir.
Hür hakkında erş
(=diyet) gerekmeyen hallerde, köle hakkında da gerekmez. Kıymetinin noksanlığı tazmin edilir. Sirâdyye'de de böyledir.
Hişâm, şöyle demiştir:
Ben, İmâm Muharamed
(R.A.)'den sordum:
— Kölesinin göz kapağının uçlarını yaran bir
kimseye ne gerekir? Bana haber ver."
İmâm şöyle buyurdu:
— İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin kavline göre, kölenin göz kapağı ve kulağında olan cinayetler için,
noksanlığının karşılığını tazmin atmek gerekir. Bu, benim ve İmâm Ebû Yûsuf (R.
A.)'un da kavlimizdir.
Ve, İmâm şöyle
buyurdu:
— Sakal hakkında, İmâm
Ebû Hanîfe (R.A.)'den bir şey muhafaza edemedim. Fakat,
başmın saçı hakkında,
muhafaza eyledim ( = hatırımda tuttum). Onun efendisi, dilerse onu cânîye teslim
edip, kölenin kıymetini alır; dilerse, köleyi vermez; noksanını alır.
d-Ad'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir kölenin, saçı ve
sakalı hükümeti adi gerektirir. Bu, imâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin son kavlidir,
Kudûrî, Hasan bin
Ziyad'dan, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
Bir kölenin kulağı,
burnu ve sakalı hakkında, bunlar yeniden çıkmazlarsa; ekall-i kıymeti vardır.
İmâm Muhammed
(R.A.)'de böyle buyurmuştur.
Bu durumlarda ihtilaf
vardır.
İmâmeyn'e göre,
kıymetinin noksanı karşılığında erş vardır.
Keza, İmâm Muhammed
(R.A.), (İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) île birlikte Mücerred'de böyle buyurmuşlardır.
Fetva da bunun
üzerinedir. Zetaıyre'de de böyledir.
Bir adam, diğerinin
kölesinin kıvırcık saçını tıraş eder; onun yerinde de beyaz saçlar biterse;
noksanlığını tazmin etmesi gerekir. Bu durumda, onun nosanlığım bilmenin bir yolu
yoktur. Duruma bakılır: Köle saçlı iken, kıymeti nedir? Saçsız iken kıymeti
nedir? Ancak bunun yolu, saçı beyaz olmayanla, beyaz olanın kıymeti arasında
olan fark ne ise, işte odur. Zahtriyye'de de böyledir.
Bir adam, diğerinin
iki gözünü kör ederse; eğer efendisi onu verirse, tam kıymetini alır.
Eğer yanında tutarsa;
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, noksan karşılığı almak yoktur. İmâmeyn ise:
"Dilerse kör köleyi yanında bırakıp, noksanını alır; dilerse, köleyi verip
kıymetini alır." demişlerdir. Hidâye'de de böyledir.
İmâm EbÛ Hanîfe
(R.A.), şöyle buyurmuştur:
Bir adam, birisinin
kölesinin gözünü çıkarır; köle de -o yüzden değil de- başka bir sebebden dolayı
ölürse; bir şey gerekmez. Serahsî'nin Muhıyü'nde de böyledir.
Bir adam, bir kölenin
iki gözünü de kör ettikten sonra, biri gelip, elini keserse; gözünü kör edene,
noksanlığı vardır; elini kesene de; iki gözü kör olanın, elini kesme karşılığı
vardır.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.):
"Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavline göre, istihsandir."
buyurmuştur. Zehıyre'de de böyledir.
Semerkant Ehlinin
fetvalarında şöyle denilmiştir:
iki adam birlikte, bir
kölenin, birisi sağ elini; diğeri ise sol elini keserse; onlardan herbirinin, o
kölenin yan kıymetini tazmin etmeleri gerekir.
Bu mes'ele, başka
mes'eleye de hüccettir.
Bir adam, bir köleye
ok atar; o ok isabet etmeden önce de, onu birisi öldürüverirse; katilin, o
kölenin kıymetini tazmin etmesi gerekir. Muhıyt'te de böyledir.
Eli kesilmiş bir
köleyi bir adam aynı taraftan ayağını keserse; eli kesilmiş kölenin kıymetinin
noksanını tazmin eder.
Şayet, diğer taraftan
ayağını keserse; eli kesik kölenin kıymetinin yarısını öder.
Buna göre, satıcı
kölenin elini keserse, parasından yarısını düşer.
Eğer, o köle, eli
kesik birisi olmuş olaydı da, aynı eli biraz daha yukardan keseydi; müşteriden
noksanı kadarını düşerdi. Hatta üçte bir kıymeti noksan oluyorsa; üçte bir
parasından düşer. El kesme yerinde, göz olsa; o da aynıdır. Timurtâşî'de de
böyledir.
Eli kesik bir kölenin,
diğer elini de birisi keserse; ikinci kesen şahıs, kölenin noksanının
karşılığını öder. Zahîriyye'de de böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.), şöyle buyurmuştur:
Bir adam, birisinin
kölesinin sağ elini keser; ikinci bir adam da sol elini keser; o köle de, o
yüzden ölürse; önceki kesenin, kölenin yarı kıymetini tazmin etmesi gerekir.
Sonraki kesenin ise,
noksanı nisbetinde tazminat etmesi gerekir.
Geride kalanı müşterek
tazmin ederler.
Bu, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un da kavlidir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, kıymeti bin
dirhem olan bir kölenin elini kestikten sonra, eli iyileşmeden, kıymeti iki bin
dirheme çıkar; sonra da birisi -ters taraftan-aynı kölenin» ayağım keser; daha
sonra da, köle bu yüzden Ölürse; önceki elini kesen, altı yüz yirmi beş dirhem
öder; diğeri de yedi yüz elli dirhem öder. Şayet, her iki hâlde de kıymeti iki
bin dirhem olmuş olsaydı, ayağını kesene bin beş yüz dirhem; elini kesene de
altı yüz yirmi beş dirhem tazminat gerekirdi. Serahsî'nin Mumytı'nde de
böyledir.
Reşidin Nevadiri'nde
şöyle zikredilmiştir;
Bir adam, bir kölenin
elini keser; aradan bir yıl geçer ve kesen ile, efendi araşma kölenin elin
kesildiği günkü kıymeti hususunda ihtilâf çıkar ve kesen: "O gün, kıymeti
bin dirhem idi ve benim beş yüz dirhem vermem gerekir." der; kölenin
efendisi de: "O gün, kıymeti iki bin dirhem idi." derse, eli kesenin
sözü geçerli olur. Onu, ister borçlanmış olsun, isterse borçlanmamış olsun
farketmez.
Kölenin yaralanmasının
ersi (= diyeti) onun, değerinin osds
birinin yarısıdır. Ancak, bu, hür şahsın ersinden, yarım dirhem de olsa, fazla
veya noksan olmaz. Müzmerât'ta da böyledir.
tbnü Semâa'nın
Nevadiri'nde, İmâm Muhsmsneâ (R.A.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Bir adam, diğerinin
kölesinin elini keser veya onu yaralar; sonra ete, o köleyi, efendisi satar;
bilâhare de kusuru sebebiyle ve hâkimin hükmüyle geri çevrilir yahut bu
köleyi, sahibi bir adama hîbe eder; sonra da bu bağışından hükümlü veya
hükümsüz, geri döner; kölede o yara sebebiyle ölürse; işte bu durumda, kölenin
efendisi, onun tam kıymeti için yaralayana müracaat eder.
Bişr'in Nevâdiri'nde»
îmâm Ebû Yûsuf (R. A.) şöyle buyurmuştur: Bir cariyenin hatâ ile eli kesilir;
ve onu efendisi, kendisi muhayyer olma şartıyle veya müşteri muhayyer olma
şartıyle satar; sonra da bu satış bozulup, o câriye, geri efendisinin yanına
gelir ve elinin kesilmesi sebebiyle de Ölürse; onun elini kesen şahıs, tam
kıymetini tazmin eder.
Şayet, el kesimi
kasden olmuş olursa; istihsânen, kısas yapılır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, iki kölesine
hitaben: "Biriniz hürsünüz." dedikten sonra; o ikisi yaralanırlar;
sonra da efendileri, hangisini azâd eylediğini açıklarsa; o ikisi yaralandıktan
sonra, onların ersi, efendileri içindir. Yaralanmaları hakkında, her ikisi de
köledirler.
Şayet ayni vakitte
onları bir adam öldürürse; hürrün diyeti ve diğerinin de kıymetini tazmin
etmesi gerekir.
Her ikisi de,
efendileri ile, vârisleri arasında yan yarıya olurlar. Eğer kıymetlerinde
ihtilaf çıkarsa; her ikisinin de diyeti ile kıymeti birleşir ve aralarında yan
yanya taksim ederler. Önceki gibi...
Şayet onlar arka
arkaya öîdürülürlerse; önce öldürülenin efendisi için, kıymeti; sonraki
öldürülenin de vereseleri için, diyeti icâbeder.
Onların ikisini, bir
adam, bir anda öldürürse; her iki kölenin de kıymetleri icâbeder. Yarısını
efendileri, yarısını vârisleri alırlar. Arka arkaya öldürülürlerse; öncekini
öldüren, efendisine, kıymetini tazmin eder. İkinciyi öldüren, vârislere diyet
verir.
Hangisinin önce
öldürüldüğü bilinmiyorsa; her birinin kıymeti alınır. Onlardan herbirinin
yarısı, efendinin olur. Tebyîn'de de böyledir.
Bir adam, bir kölenin
iki gözünü çıkarır; diğer birisi de elini veya ayağını keser; o da iyileşir
veya cinayeti, bir köleye, birlikte yaparlarsa; onun kıymetini üçte birli
tazmin ederler. Köleyi de alarak, ona ortak olurlar.
Müşterek yaralamalar
hep böyle olur.
Müdebbere karşı, hür
şahsın cinayeti, köleye karşı olan cinayet gibidir.
Bir hür, bir müdebberi
öldürse; âkilesi, onun kıymetini öderler.
Şayet elini keserse;
kıymetinin yansını öder.
Ancak, bunlar bir
haslette ayrılırlar: Bir hür, bir müdebberin elini veya ayağını keser veya
gözünü çıkarırsa; köle hakkında da tam diyet icâbeder. SerahsPnin Muiuytı'nde
de böyledir.
Bir adam, bir
müdebberin elini keser; onun da kıymeti bin dirhem olur; eli iyileşir ve
kıymeti de artar ve hatta kıymeti iki bin dirheme çıkar; sonra da bir başkası,
onun bir gözünü kör eder ve kıymeti eksilir; gözü de iyileşir bundan sonra da
ölür ve bu müdebber iki kişinin ortak malı olur; onlardan birisi, elini ve
ondan meydana geleni affederse; gözünü çıkaranın âkilesi, yedi yüz elli dirhem
diyeti Öderler. Eğer, hatâ ile, çıkardı ise, kendi malından ödenir.
Gözünü çıkaran
affederse; elini kesenin, kendi malından, üç yüz on iki buçuk dirhem; kasden
ise, kendi malından ödenir. Hatâ ise, âkilesi tarafından, ersi verilir.
Mebsftt'ta da böyledir.
Bir adam, diğerinin
kölesinin başını yarar veya yaralar; efendisi de onu müdebber eder; sonra,
önceki yaralayan, bîr daha yaralar; sonra da efendisi, onu mükatep yapar;
yaralayıcı bir daha yaralar; bilâhare o kitabet bedelini ödeyerek, azâd olur;
bu defa da bir başkası yaralar; yaralanan zat da, bu yaraların tamamının
te'siriyle ölürse; onda birinin yarısını (= yirmide birini) önceki yaralayan
-noksamyla- borçlanır. Onda birinin yansını da ikinci defa yaraladığı için
borçlanır. Onda birinin yarısını da üçüncü defa yaraladığı için borçlanır ve
kıymetinin üçte birisini zimmetine geçirmiş olur.
Dördüncü yaralayan da
diyetin üçte birini tazmin eder. Azadından sonra, yaralayan erş'in ekalli ile
borçlanmaz. Kâfî'de de böyledir.
Bunun aslı, cinayetten
sonra tedbir (= müdebber etmek) sirayeti heder etmez. Taksim, canilerin
zımmında kalır.
Azâd ve kitabet,
cinayetten sonra olursa, paylaşmayı heder eder. Hatta, caniye taksim tazminatı
gerekmez. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
En doğrusunu ancak
Allahu Teâlâ bilir. [36]
Bu yeminler,
aralarında bir Ölü bulunan mahalle ehline kar: verilir. KâfTde de böyledir.
Yeminleşmenin sebebi:
Bir mahallede veya o ma'nâda bîr yurtti yahut, ses duyulacak kadar yakın bir
yerde bir ölü bulunmasıdır. Nihâye'dedeböyledir.
Bir toplumun
mahallesinde, bir ölü bulunur; Ölenin velîsi de "mahalle halkının tamamım,
kasden veya hatâen öldürdüler" diye da'vâ eder; mahalle ehli de, onu inkâr
ederlerse; o, onlardan elli kişiye Allah adına "Ben, onu öldürmedim;
öldüreni de bilmiyorum." diye yemin verir. "Biz öldürmedik."
diye yemin etmezler. Eğer elli kişiden çok iseler, yemin edecekleri seçmek,
ölenin velisine aittir.
Şayet, elli kişiden az
iseler; yemini elliye tamamlamak için, ba'zılanna tekrar yemin ettirir.
Eğer yemin ederlerse;
hepsi birden diyetini borçlanırlar.
Şayet yeminden
kaçınırlarsa, yemin edene kadar hepside hapsedilirler.
Müddet, mahalle
ehline, "velîsinden başkası için, öldürdüler" diye yemin vermez.
Müddet için açık
şahitler de olsa (Meselâ: Maktul ile, mahalle halkı arasında, açık bir
düşmanlık olsa) veya müddeî'nin şahidi olmasa (Şöyle ki: Öldürülen ile mahalle
halkı arasında açık bir düşmanlık olmasa) mahalle halkının âkilesine, o ölen
için, üç sene içinde diyet Öderler.
Şayet, da'vacı mahalle
halkının -tamamını değil de- bir kısmını da'vâ eyliyorsa; cevap, mahalle
halkının tamamına yemin vemek ve onlardan diyet almaktır. Bu, istihsânen
böyledir.
Şayet, mahalle
halkının haricinde, bir adamdan iddia ediyorsa; o mahalle ehline, yemin ve
diyet yoktur.
O zaman, da'vacıya:
İddiana karşı belgen var mı?" diye sorulur. Şayet:' 'Evet vardır.s' derse;
iddiası beyyinesiyle sabit olur. Eğer beyyinesi yoksa, da'vacı ona, bir defa
yemin verir; elli defa vermez.
öldürülenin velileri,
mahalle ehli ile anlaşma yapabilirler. Şayet, ölen, mahallede veya bir aşiret
arasında ölmüşse; anlaşma istihsândır.
Şayet, o mahallede
sulahâdan (= iyi kişilerden) elli kimse yoksa." öldürülenin velîsi, mevcut
olan kişilere yemini -yemin adedi elliye tamam oluncaya kadar- tekrarlatır.
Müddet salih kişilerin
yanısıra, fasıklarada yemin verir mi?
îmânı Muhammed (R.A.),
el-Asıl'd a bunları yazmamıştır. Usûlün haricinde gelen rivayette; velî için,
fâsika yemin ettirme yoktur. Yine de dilerse, onîarada -yemin adedinin elliye
çıkması için- yemin verir. Muhitte de böyledir.
Da'vacı muhayyerdir ve
mahalle halkından genç, yaşlı, salih, fasık elli kişiye yemin ettirir. Kâfî'de
de böyledir.
Muhayyerlik ölenin
velisine aittir, hükümdara âit değildir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Yemin etmeye sabîler,
deliler, körler, kazf (- iftira) cezasından suçlular ve kâfirler dâhil
değildir. Sirâcü'l-Vehhfic'da da böyledir.
Yemin etmeye,
kadınlar, köleler, bir kısmı azâd edilmiş köleler ve mükâtebler dâhil
değildirler.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin kavli budur. Mebsût'ta da böyledir.
Öldürülen, kendisinde
kati eseri bulunan kimsedir. Ölen ise, kendisinde kat! eseri bulunmayandır.
Zehıyre'de de böyledir.
Eğer, ölü olarak
bulunan şahıs da, kati eseri yoksa; yemine ve diyete ihtiyaç yoktur.
Şöyle ki: Yarası yok,
darb (= vurma) eseri yok, boğma eseri yok, gözünden kulağından her hangi bir
yerinden kan çıkmamış ise bu şahıs, kati edilmiş değil, ölmüşdür.
Hızânetü'i-Müftîn'de de böyledir.
Şayet ağzından
kan gelmiş ve
bu karnından çıkmış
ise, öldürülmüş; başından inmiş ise, ölmüştür. Mııhıyt'te de böyledir.
Eğer, kan döbüründen
veya zekerinden çıkmış ise, o öldürülmüş değildir. İhtSyâr'da da böyledir.
Öldürülenin tam bedeni
veya çoğu yahut yansı başıyla birlikte bir mahallede, bulunmuşsa; bu durumda o
mahalle halkına yemin ve diyet gerekir.
Şayet, öldürülen
şahıs, uzunluğuna yarılmış olarak, yansı bulunur veya başı ile birlikte
bedeninin yarısı bulunur yahut yalnız elleri ve başı bulunursa; bu hususta
mahalle halkına bir şey gerekmez. Mebsût'ta da böyledir.
Bir mahallede bir
cenîn veya bir düşük bulunursa; -şayet» vurma eseri yoksa bir şey gerekmez.
Eğer vurma eseri var
ve cenin de tam hilkat sahibi ise, mahalle halkına yemin ve diyet gerekir.
Eğer hi^cati tamam
değilse; bir şey gerekmez. Kâfî'de de böyledir.
Bir mahallede,
öldürülmüş bir köle veya mükâteb yahut niü-
debber veya ümm-ü
veled bulunursa; o mahalle halkının yemin etmesi ve Üç sene içinde, ölenin
kıymetini tazmin etmesi gerekir. Bu tazminat da onların âkilelerine aittir.
Mnlnyt'te de böyledir.
Bir mahallede
Öldürülmüş bir hayvan (sığır, deve, koyun ve emsali gibi...) bulunacak olursa;
bir şey gerekmez. Fetâvâyi KâdShân'da da böyledir.
Yemine, o mahallede
me'mur olarak oturanlar karışmazlar. İmâm
Ebû Hanîfe (R.A.)
Imfim Muhammed (R.A),
böyle buyurmuşlardır. Tebyîn'de de böyledir.
Öldürülen şahıs,
kimsenin bulunmadığı bir harabede bulunur; o harabenin yakının da bir mahalle
olur ve orda insanlar bulunurlarsa o mahalle halkına, yemin ve diyet düşer.
Serahsî'nin Mnhıytı'nde de böyledir.
İki topluluk,
kılıçlarıyla karşılaşırlar; sonra da vaz geçseler ve o. mahallede bir kişi
öldürülmüş olarak bulunursa; mahalle halkına, ölenin velileri, onu öldüreni
isbat etmedikçe bir şey gerekmez. KâfTde de
böyledir.
Bir adamın evinde,
öldürülmüş bir adam bulunursa; diyeti âkile-sine aittir. Evde olanlara ise,
yemin verilir.
Şayet evde, yalnız ev
sahibi varsa; ona yemin verilir. Bu görüş, İmâm Ebû Hanîfe ve İmâm Muhamraed
(R.A.)'e aittir. Hidâye'de de böyledir.
Bir müşterinin satın
aldığı evde, öldürülmüş bir adam bulunursa; yemin ve diyet müşteriye aittir.
Mahallede olduğu gibi, diyetini âkilesi öder. Öldürülen şahıs, kimin evinde
bulunursa, yemin ona âit; diyet âki-lesine aittir. Muhıyt'te de böyledir.
Şayet öldürülenin
velîsi, mahalle ehlinden bir kişiyi da'vâ ederse; o mahalleden de iki kişi onun
üzerine şehâdette bulunurlarsa; bi'1-icma şehâdetleri kabul edilmez.
Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Bir mahallede,
Öldürülmüş bir adam bulunursa; öldürülenin velisi; "onu, mahalle
halkından başka birisinin öldürdüğünü" iddia eder ve buna, o mahalleden
olmayan iki şahit de dinletirse; şehâdetleri kabÛI edilir. Ve mahalle halkı
yeminden de, diyetten de kurtulurlar.
Şayet, şahitler aynı
mahalleden olmuş olsalardı; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, şehâdetleri kabul
edilmezdi.
Yalnız o mahalle
halkına yemin ve diyet gerekmezdi.
tmâmeyn'e göre ise,
şehâdetleri kabul edilir ve da'vâlıya hükmedilir. Zehıyre'de de böyledir.
Bundan sonra, İmâm EbÛ
Yûsuf (R.A.), şöyle buyurmuştur: Şayet velî, o iki şahide, Önce, "
kendilerinin öldürmediklerine dâir" yemin verirse; onlar, Allah adına
yemin ederler ve: "Onu biz öldürmedik.
Filandan başkasının da
öldürdüğünü
bilmiyoruz." derler.
KftfTde de böyledir.
Nevâdir'de şöyle
zikredilmiştir:
Bir mahallede, öldürülmüş
bir adam bulunur ve mahalle halkı, "onu, bir adamın öldürdüğünü"
zannederler; öldürülenin velîsi de böyle bir iddiada bulunmazsa; o mahalle
halkının yemin etmesi ve diyet vermesi gerekir.
Bundan sonra nasıl
yemin edeceklerdir?
İmân* Ebû Hanîfe (R.A.)
ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, Allah adına yemin ederek: "Biz öldürmedik
ve filandan başkasının öldürdüğünü de bilmiyoruz." derler. En ihtiyatlı
olanı budur.
Fetva da bunun
üzerinedir. Serahsî'nin MHhıytı'nde de böyledir.
Bir mahallede,
öldürülmüş bir adam bulunur ve mahalle halkı: "Onu, kendilerinin
haricinde, falan öldürdü." iddiasında bulunurlar ve bu hususta beyyine de
ibraz ederlerse; şehâdetleri caiz olur; yeminden ve diyetten kurtulurlar.
Öldürülenin velîsi iddia etsin veya etmesin fark etmez. Zehıyre'de de böyledir.
Hişftm'm Nevâdiri'nde
şöyle zikredilmiştir:
Ben, İmâm Muhammed
(R.A.)'in şöyle buyurduğunu duydum: Bir mahallede öldürülmüş bir adam bulunur
ve onun velîleri de, o mahalle halkını da'vâ ederler; mahalle halkı da
-beyyineleriyle- "onu, kendi mahallerinden olmayan bir adamın öldürdüğünü
veya yaralayıp da kendi mahallerine, yaralı gelip Öldüğünü" söylerlerse;
diyetten kurtulurlar.
Öldürülen şahsın
velîleri, onun kanma belirli bir adamdan iddia ederek, ona karşı beyyineleri de
olur; da'vâlı da beyyinesiyle, "onu, başka birinin öldürdüğünü" iddia
ederse; onun beyyinesi kabul edilmez. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kabile halkı,
birisini yaralayıp, onu ehline gönderir ve o adam, o yaradan dolayı, yataktan
hiç kalkmadan ölmüş olursa; o kabileye yemin ve diyet gerekir.
Eğer, sahibü'l-firâş
olmadı ise (yani devamlı yatmadı ise) onlara, o kabileye tazminat ve diyet
lâzım olmaz.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
İki durumda yemin ve
tazminat gerekmez. Buna göre bir adam, diğer birisini sırtında eve görürürken,
o orda, bir gün veya iki gün içinde, -hiç yataktan çıkmayarak- ölürse; onun
diyeti, onu yaralayana aittir. Sırtında iken, ölmüş gibi sayılır.
Şayet bir müddet
iyileşir, gelir gider duruma gelirse; taşıyıcıya bir şey gerekmez. Kâfi'de de böyledir.
Bir adam, bir topluluk
arasında veya bir mahallede yaralanır ve onu, yaralı olarak birisi taşırken,
diğer bir mahallede ölür; Ölümü de önceki yara sebebiyle olursa; yemin ve diyet
-öldüğü mahallede değil de-yaralandığı mahallede yapılır. Serabsî'nin
Muhrytı'nde de böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.)»
Câmî'de şöyle buyurmuştur:
Üç kabile bir yerde
veya bir mescidde toplanırlar; birincisi Vâil Oğlu Bekir Kabilesi olur ve onlar
yirmi kişi olurlar; ikincisi Kays Oğullan olur; onlar da otuz kişi olurlar; üçüncüsü
ise, Temim Oğulları olur ve onlar da elli kişi olurlar ve onların arasında, bir
ölü bulunursa; her kabileye, ölen.zatın üçte bir diyeti gerekir.
Keza, kabilelerden
birisinden tek kişi de bulunsa hüküm aynıdır. O zatın (yani tek kişinin)
âkilesi üçte bir diyet öderler. Diğer iki kabile de üçte birer diyet öderler.
Şayet, tek adam, iki
kabilenin haricinde bir kişi ise, ancak o, o kabilelerden birinin yardımcısı
ise, diyet iki kabileye taksim olunur. Diyeti yan yarıya pay ederler ve o tek
kişinin bağlı olduğu kabileye bir şey gerekmez.
Keza, Câmi'de şöyle
denilmiştir:
Bir yere üç kabile
katışıp, oraya bir mescid yapsalar; o kabilelerden, birinin hissesini, bir adam
devren satın alsa; ve satsa kabileden tek kişi orada kalmasa; sonra da, o mahal
veya mescidde öldürülmüş bir adam bulunsa; diyet üçe bölünür. Üçte biri, o
satın alan şahsın âkilesine âit olur. Üçte ikisi ise, diğer iki kabileye âit
olur.
Şayet devralan adam, o
iki kabilenin birinden ise, diyet iki kabileye taksim edilir. Yarısını bir
kabile, diğer yarısını da diğer kabile tazmin ederler.
Şayet o kabilelerin
haricinden, bu bir adam, bu iki kabilenin hissesini satın alırsa; mes'ele hali
üzeredir; diyet, ikiye taksim edilip, yarısını, iki kabilenin hissesini satın
alan öder; yarısını da diğer kabile tazmin eder.
Bu tazminatları da
âkileleri yaparlar.
Şayet, o üç kabilenin
haricinden bir adam, o yerin tamamını» üç kabileden satın aldıktan sonra, o
kabilelerden birine satarsa; -o yerin bir kısmı kendisinin olduğu müddetçe-
diyet önce satmış olan -bu yeni-müşteriye aittir.
Eğer, o yerin
tamamını, kabilelerden birine satar ve o yer onların olursa veya aybı
sebebiyle, hâkimin hükmü ile geri verirse; bu müşterinin âkilesine yarı diyet
lâzım olur. Yarısı da, kendilerine geri verilenlere âit olur. Muhiyt'te de
böyledir.
Bir sokakda veya bir
mescidde, insanlar olduğunda; o sokak umumun veya sultanın olursa; diyet,
beytü'İ male âit olur.
Eğers orası bir
topluluğun mah ise, yemin ve diyet onlara âit olur.
Mescid umumun olunca,
onun sokağı da umumun olur. Eğer bir mahalle mescidi ise, diyet de, o mahalle
ehlinin olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Büyük bir yolda,
öldürülmüş bir adam bulunursa; onun için, hiç kimseye yemin verilmez. Onun
diyetini beytü'1-mâl öder. Kafi'de de böyledir.
Mescidi'I-Haram'da -orada
izdiham yokken- Öldürülmüş bir adam bulunur, veya Arafat'ta yahut başka bir
yerde bir ölü bulunursa; onun diyeti, beytü'İ-mâl'e aittir. Yemin vermek de
yoktur. Muhıyt'te de böyledir.
Vakfedilmiş bir yerde,
öldürülmüş bir adam bulunur ve o yerin sahibleri belirli olursa; onlara yemin
yerilir ve diyet ödetilir.
Eğer, bir mescide
vakfedilmişse; mescid ehline diyet ve yemin gerektiği gibi, o yerin ehline de
yemin ve diyet gerekir. Serahsî'nin Mahıytt'nde de böyledir.
Bir köyde, öldürülmüş
bir adam bulunur; o topluluk da karışık olup, müslümanlar da, kâfirler de
bulunursa; hepsine yemin ettirilir. Diyetleri de âkilelerinden alınır.
Kâfirlerden alınan fey olur. Mebsût'ta da böyledir,
Müslümanların
bulunduğu bir mahallede, zimmîlerde olur; orda da öldürülmüş bir adam bulunursa; zimmîlere
yemin verilmez. Serahsî'nin
Muhıytı'nde de böyledir.
İki köy veya iki sokak
arasında, Öldürülmüş bir adam bulunursa; öldürülene en yakın olan köylüye veya
mahalleliye yemin ettirilir.
Bu, ses duyulacak
kadar yakın olursa böyledir. Şayet, ses duyulmayacak kadar uzaklıkta ise, her
iki köylülere de yemin gerekmez. Diyet de gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
İki köy arasında,
öldürülmüş bir adam bulunursa; maktulün bulunduğu tarla veya kanal satılır ve
onlara adam başı taksim edilir.
Bu, İmâm Muhammed
(R.A.)'in görüşüdür.
Bir köyün arazisinde,
bir maktul bulunur; o yerin etrafında da başkalarının evleri olursa; eğer o yerin
bir sahibi varsa; maktul ona aittir.
Şayet, o yerin sahibi
yoksa, o, en yakın köye aittir. , Keza,
İmâm Muhammed (R.A.)'den soruldu:
— İki köy arasında
bulunan ve o köylerden birinin evleri, maktule daha yakın olan bir şekilde, bir
maktulün durumu nedir?
İmâm, şöyle buyurdu:
— O şahıs, kimin
arâzisinda öldürülmüşse; ona aittir. Zehıyre'de de böyledir.
İki köy arasında
bulunan bir maktul, her iki köye de aynı derecede yakın ise, köyün birinde beş
yüz, diğerinde bin kişi bulunursa; diyetini yarı yarıya öderler. Bunda ihtilaf
yoktur.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.),
şöyle buyurmuştur: Üç evin arasında bir maktul
bulunur; o yerlerden
biri Temîmî'nin olur;
ikisi de Hindüvânî'nin olur ve
üçünün yakınlığı da aynı bulunursa; diyet yan yarıya düşer. İtibar kabileyedir.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, bir ev satın
alıp, onu da henüz teslim almadan, o evde bir maktul bulunursa; şayet o satışta
muhayyerlik yoksa, diyet evi satanın âkilesine âit olur.
Şayet satışta
muhayyerlik varsa, diyet, ev elinde olanın âkilesine aittir. Bu, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'ye göre böyledir.
İmâmeyn'e göre ise,
müşteriye muhayyerlik varsa; diyet, müşterinin âkilesine âit olur.
Her ikisi de
muhayyerse, diyet, ev elinde bulunanın âklesine aittir. Kâfi'de de böyledir.
Bir adamın elinde bir
ev bulunur; ordada bir maktul bulunursa; onu âkilesi değil de hane sahibi, kendisi tazmin eder. Hızânetü'l-Müftin'de de
böyledir.
Bir adamın evinde bir
maktul bulunur ve o evde de köleler, hürler ve gençler olursa; yemin ve diyet,
ev sahibine aittir; diğerlerine bir şey yoktur. Tatarhânlyye'de de böyledir.
Müşterek bir raülkde,
bir maktul bulunursa; ortaklara yemin verilir. Diyetini de onların âkileleri
mülk sahiplerinin adedi muşlarına göre öderler. Hatta, o yerin üçte ikisi, bir
adamın, üçte biri de diğer ortağının olsa; hisselerine göre değil de, yine adam
başı olarak yarı yarıya öderler.
Keza, müşterek bir
kanalda öldürülmüş bir adam bulunursa; diyet,
o kanala ortak olan şahısların sayısına göre taksim edilir. Zehıyre'de
de böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.),
Cami'de şöyle buyurmuştur:
On bir kişinin bir
yurdu olur; bunların on kişisi Vâil bin Bekir Oğullarından; birisi de Kays
Oğullarından olur ve orada bir maktul bulunursa; diyeti, onbir parça olur; on
parçasını, Vâil bin Bekir Oğullarının âkileleri öder; bir parçasını da Kays
Oğullarından olası adamın âkilesi öder.
Keza, bir Bekirî ile
iki Kaysî'nin ortak bulunduğu bir yer, üç sehirn olur ve orda bir maktul
bulunursa; diyeti üçe taksim edilir.
Bu, İmâm Muhammed
(R.A.)'e göre böyledir. Ve bunu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'den rivayet eylemiştir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ise, bunun hilafım buyurmuş ve: "Bir Temimî ile iki Hemedânî arasında
müşterek olan bir yerde, bir maktul bulunursa yarı diyet Temimî olana, yarısı
da Hemedânî olanlara taksim edilir." demiştir.
İmâm, şöyle
buyurmuştur:
Kabileler arasında
bulunan maktul, köyler arasında bulunan maktul gibidir. Sayılarına bakılmaz.
Diyet ikiye taksim edilir.
Keza, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.), şöyle buyurmuştur: Bir yurt, bir Temîmî ile dört Hemedânî arasında müşterek
olur; orada da bir maktul bulunursa, maktulün diyeti ikiye taksim edilir.
İmâm Muhammed (R.A.)
ise: "Diyetin beşe taksimi icab eder." buyurmuştur. Muhıyt'te de
böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir: "İki adam, bir evde olurlar ve o evde başka kimse bulunmaz
ve o adamlardan birisi, evde Öldürülmüş olarak bulunursa; İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre, diğer adam, diyetini öder.
İmâm Muhammed (R.A.)'e
göre ise, o şahıs kendi kendini öldürmüş olabileceğinden, diğerine diyet
gerekmez. Hulâsa'da da böyledir.
Üç adamın evinin
arasında bulunan bir maktul için, üçüne de yemin verilir ve diyeti üçe taksim
edilerek, akiklerinden alınır.
Öldürülen adamın
diyeti onlardan herhangi birisinin âkilelerinden, tek taraflı alınamaz.
Muhiyt'te de böyledir,
Bir adam, kendi evinde
öldürülmüş olarak bulunursa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, âkilesi,
vârislerine onun diyetini öder.
İmâmeyn'e göre ise,
bir şey gerekmez. Yemin verme hususunda ise, âlimler ihtilâf eylediler.
Şemsü'I-Eimme: "Burada yemine ihtiyaç yoktur." görüşüne meyletmiştir.
Kâfî'de de böyledir.
Mükâtep, kendi evinde
ölmüş olarak bulunursa; bi'1-icma kanı heder olmuştur. Sirâcü'l-Vehhâc'da da
böyledir.
Şayet, bir mükâtep,
efendisinin, evinde öldürülmüş olarak bulunursa; efendisi, onun diyetini üç
sene içinde taksitle öder. Kitabet bedelinin haricinde kalan, öldürülen zatın
veresesine verilir. Fetâvâyi Kâdı-hân'da da böyledir.
Mükâtebin evinde,
öldürülmüş bir adam bulunursa; mükâtep üç sene içinde onun diyetini öder.<O
diyet,âkilesine de yükletilmez. Zahııiyye'de de böyledir.
Mükâtebe yemin vermek
gerekir mi? Bu el-Asıî'da zikr edilmemiştir.
Ancak İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, yemin verilir.
Fakat, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'dan gelen rivayetler ihtilaflıdır. Bazı âlimler: "Ona göre yemin
vermek gerekir." Bazıları ise: "... gerekmez." buyurmuşlardır.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir mükâtebin evinde,
efendisi öldürülmüş olarak bulunulsa; o, efendisinin diyetini tazmin eder.
Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Efendisinin evinde
öldürülmüş olarak bulunan bir köle için Mr şey gerekmez.
Âlimler şöyle
buyurmuşlardır: Bu, kölenin üzerinde borç olmadığı zaman böyledir. Fakat, borcu
varsa, efendisi onun az olan kıymetini tazmin eder. Muhıyt'te de böyledir.
Keza, bir köle, bir
cinayet işledikten sonra, efendisinin evinde öldürülmüş olarak bulunsa, mes'ele
yukardakinin aynıdır. Zahîriyye'de de böyledir.
Ticarete izin verilmiş
bir kölenin evinde, öldürülmüş bir adam bulunsa; Şeyhu'I-İsIâm, Şerhi'nde:
"Eğer, köle borçlu değilse, efendisine yemin,verilir. Kıyâsen de, istihsânen
de âkilesi diyeti öderler. Kğer köle borçlu ise, İmâmeyn e göre cevap aynıdır.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre de bu istihsandır. Zehıyre'de de böyledir.
Bir adam, kendisinin
izinli kölesinin evinde öldürülmüş olarak bulunursa; yemin ve diyet kölenin
âkilesine aittir. Köle, isterse izinli olmasın, yine böyledir. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Rehin bırakılmış bir
köle, rehin verenin veya rehin alanın evinde öldürülmüş olarak bulunursa; onun
kıymetini, ölü olarak bulunduğu evin
sahibi, kendi malından
öder; âkilesine bir şey gerekmez.
Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Maktul, şehâdeti kabul
edilmeyen bîr kimsenin evinde bulunur veya bir kadın, kocasının evinde
öldürülmüş olarak bulunursa; burada yemin vermek de, diyet de vardır. Verasetten
de mahrum olunmaz. Serahsî'nin Muhiytı'nde de böyledir.
Şehirde, bir adam, bir
kadının evinde öldürülmüş olarak bulunur, o kadının, orda aşiretinden kimse
olmazsa; bu kadına elli defa yemin verilir. Sonra da, onun diyeti, kadının
yakın akrabasına taksim edilir.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin kavlidir.
İmâmeyn'in son
kavilleri de budur. Mebsûl Şerhi'nde de böyledir.
Şayet, orda aşireti
varsa; onlara kadın da dahil olmak üzere yemin verilir. Kifâye'de de böyledir.
Öldürülmüş adam,
kadının köyünde bulunursa;İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Muhammedi (R.A.)'e
göre, yemin tekerrüren kadına âit olur. Diyet ise âkilesine âit olur. Âkilesi
de neseben en yakını olanıdır. Müteehhirîn âlimlerimiz: "O kadın da
âkilenin içine dâhil olur." buyurmuşlardır. Kâfî'de de böyledir.
Bi'1-icma, bir sabînin
evinde, öldürülmüş olarak bulunan kimse için, sabîye yemin ettirmek yoktur.
Diyanet ve yemin onun âkilesine aittir.
Yine bi'1-icma,
mecnûnun evinde bulunan maktul için de, mecnuna yemin ettirilmez. Onun
âkilesine yemin ettirilir. Diyeti de onlar öderler. Zehıyre'de de böyledir.
Bir köyde veya
yetimler yurdunda, bir maktul bulunduğunda; eğer onların içinde büyük olanı
varsa; ona yemin ettirilir. Diyet ise, onların âkilesine aittir.
Şayet, büyük kimse
yoksa, yemin de diyet de akiklerine aittir. Serahsî'nîn Muhıytı'nde de
böyledir.
Bir zimmînin evinde
bulunan maktul için, elli defa yemin ettirilir. Eğer yemin ederse ve âkilesi
varsa, diyetini onlar Öderler; yoksa, kendi malından ödenir. Zehiyre'de de
böyledir.
Maktul, bir adamın oğlu
ile kızının evinde bulunursa; onlar diyetini yarı yarıya öderler.
Şayet, onlardan her
birisi iddia ederek, "diğerinin öldürdüğünü" söylerlerse; oğlanın,
üçte bir diyeti, kızın âkilesine vermesi gerekir. O kızın da diyetin üçte
birini, oğlanın âkilesine veçmesi gerekir. Kiz için, kardeşinin âkilesine,
altıda bir düşer.
Şayet, oğlan,
"onu, bacısının kocasının öldürdüğünü" iddia ederse; ona bir şey
gerkmez. Hızânetü'l-Müftin'de de böyledir.
Mecmûu'n-Nevâzil'de
şöyle zikredilmiştir:
Bir kimse, oğlunun
evinde bir maktul bulur ve o maktul, ölmeden yaralı iken: "Beni filan
öldürdü." derse; o oğlanın âkilesi, diyetten beri olur (= kurtulur).
Bir müsafir, müsâfir
oîduğu evde öldürülmüş olarak bulunursa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, ev
sahibi diyetim tazmin eder.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ise: "Eğer, müsâfir, yalnız başına o eve inmişse; ev sahibine yemin de,
diyet de yoktur. Şayet karışık olarak gir-dilerse, yemin de, diyet de
gerekir." buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, başka vârisi
olmadığı hâlde, bir tek olan vârisinin evinde öldürülmüş olarak bulunsa onun
âkilesi için yapacak şey yoktur. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Bir adam, akan suda
öldürülmüş bir adam bulur ve ş£yet nehir, Fırat Nehri gibi büyük bir nehir olur
ve o dâr-i harbden geliyorsa; adamın kam heder olmuştur.
Şayet dâr-i İslam'dan
geliyorsa, diyetini beytü9l-mâl öder. Eğer, su az olurda, onu götüremezse;
bulunduğu yere sesi duyulacak kadar yakın bir köy varsa; diyeti onlara âit
olur; değilse, beytü'l-mâldan ödenir.
Şayet, ölünün bulunduğu
yer, bir kanalsa; o kanalın sahiplerine yemin ettirilir ve diyetini de onlar
(yâni âkileleri) öderler. Zehıyre'de de böyledir.
Küçük kanalla, büyük
nehir arasındaki fark şüf*asından anlaşılır. Her kanal, bir şüf'aya sahiptir.
Şayet, kanal küçük
olursa, onun şüfası bulunur. Şüf ası olmayan nehir ise, büyük nehir sayılır.
Fırat, Seyhun ve benzerleri gibi... Fetâvâyi Kâdîhânda da böyledir.
Bir gemide, bir maktul
bulunursa; o gemide kim varsa (sahibi olsun, kaptanı olsun, yolcusu olsun,
personeli olsun, kim olursa olsun) cümlesine yemin ettirilir ve diyeti onlara
ödettirilir. Hidftye'de de böyledir.
Bir hayvanın üzerinde,
öldürülmüş birisi olur ve o hayvanı süren veya çeken yahut o hayvana binmiş bir
kimse daha bulunursa; o maktulün diyeti, -mahalle ehline değil- o adama
aittir.
Süren, binen ve çeken
üçü de beraber bulunurlarsa; maktulün diyeti, üçüne âit olur; hayvan sahibine
âit olmaz.
Bu eve benzemez.
Şayet, o hayvanın
yanında hiç kimse bulunmazsa; o takdirde diyet hayvanın bulunduğu mahalle
halkına âit olur. Tebyîn'de de böyledir.
Eğer, bu hayvan,
üzerinde öldürülmüş adam olduğu hâlde, iki köyün arasında gidiyorsa; o hayvana
en yakm olan köy halkına yemin verilir ve diyeti onlardan alınır.
Bazıları: "Şayet,
olduğu yerden köye sesi duyulursa; bu böyledir; değilse, köylülere bir şey
gerekmez.'' demişlerdir. Kâfi'de de böyledir.
Tenha bir yerde
öldürülmüş bir adam bulunur ve oranın da sahipleri olursa; onlara yemin
ettirilir ve diyeti alınır.
Şayet, o yere sahip
çıkan yoksa, sesinin duyulacağı bir şehir varsa, diyeti onlara aittir; onlara,
yemin de ettirilir.
Sesi duyulacak gibi
değilse; o yerden de müslümanlar odun kesme ot biçme gibi faydalanıyorlarsa,
diyetini beytü'1-mâl öder.
Şayet, o yer
müslümanların hiçbir fayda temin etmedikleri bir yerse; o maktulün kanı heder
olmuştur.
Çölde öldürülmüş olan
da böyledir. Serahst'nin Muhıyü'nde de böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir köprü üzerinde,
bir adam öldürülmüş olarak bulunursa; onun diyeti beytü'1-mâle aittir.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir haymede veya
çadırda bulunan öldürülmüş bir zatın diyeti, orda sakin olanlara aittir. Onlara
yemin de ettirilir.
Şayet öldürülen şahıs,
haymede, çadırda değil de hariçte ise, oraya da muhtelif kabileler gelip
gidiyorlarsa; ölenin bulunduğu zaman, orda olan kabileye yemin ettirilerek,
diyeti ödetilir.
İki kabile arasında
ise, en yakınında olanlar mes'ûldürler.
Eğer her ikisi de
müsavi uzaklıkta iseler; diyeti ikisi müştereken öderler. Tebyîn'de de
böyledir.
Kabileler karışık
şekilde konaklarlar ve onların birinin çadırında da, öldürülmüş bir kimse
bulunursa; o çadır sahibi diyetini öder.
Şayet, çadırın
haricinde bulunursa; onların tamamı tazminatta bulunurlar. Muhıyt'te de
böyledir.
Şayet, asker olan bir
adamın yerinde olurlarsa; onlara yemin Verilir. Ve diyetini öderler.
Seratasî'nin Muhrytı'nde de böyledir.
Askerler, düşmanlarla
karşılaşırlar ve aralarında birisi ölü olarak bulunur ve katili belli olmazsa;
yemin vermek ve diyet gerekmez.
Keza, iki müslüman
topluluk karşılaşır; fakat, onlardan bir bağilerden, âsilerden; ikincisi ise
âdillerden meydana gelmiş olurlar ve adi ehlinin arasında, katili meçhul birisi
bulunursa; diğerlerine yemin ve diyet gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.
Zindanda bir maktul
bulunsa; diyeti beytülmâle aittir.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre ise, onun diyeti, zindan ehline aittir. Onlara yemin de
ettirilir. Hidâye'de de böyledir.
Kitlenmiş ve boş bir
evde, öldürülmüş bir adam bulunursa; o evin âkilesine yemin verilir ve diyet
gerekir.
Bu, üç İmamımızın da
kavlidir. Muhıyt'te de böyledir. En doğrusunu Allahu Teâlâ bilir. [37]
Muâkale kelimesi,
ma*kûlenin cem'idir ve
diyet, karşılık demektir.
Hidâye'de de böyledir.
Âkile diye, diyeti
verene derler. Diyete,
akl diye de isim verilmiştir.
Çünkü, o akan kanların bedeli - karşılığıdır. Kâfî'de de böyledir.
Erkeğin âkilesi
(= diyet vericisi) bize göre, erkeğin baba yönünden acsabesidir. Muhıyt'te
de böyledir.
Dîvan ehli, isimlerini
askerlik defterine yazdıran askerlerdir. Hidâye'de de böyledir.
Eğer katil, divan ehli
bir gazi ise ve askerlikten rızıkiamyorsa; diyeti âkilesi ne aittir.
Eğer yazıcı ise ve
onunda askerlikten rıziklandığı varsa; onun âkilesi de divandan rızıkiamyorsa;
bir birlerine yardımlaşırlar.
Eğer divanı yoksa,
onun âkilesi, onun yardımcılarıdırlar.
Şayet yardımı, hudud
kapısında ise, o da üzerlerine hamledilir. Eğer yardım köy ehlinden ise, onun
yardımı da onların Üzerine hamledilir. Muhıyt'te de böyledir.
Hulâsa: Bazısının
emriyle, bazısına yardımlaşmaya itibar edilir.
Şayet mahalle ehli
veya sokak ehli yahut köy ehli veya aşiret ehli olanlardan birine, bir musibet
dokunursa; onun ihtiyacını, hep birlikte karşılarlar.
Onlar, o adamın
âkilesi olmuş olurlar.
Ancak, onun divan
ehlinden, aşiretinden, mahallesinden, sokağından yardımcıları varsa; divan ehli
olanlar yardıma en evlâ olanlardır.
Şayet divan ehlinden
yardımcıları yoksa, aşireti evlâdır.
Sonra mahalle ehli;
sonra da. sokak ehli olanlar evlâdır. Zehıyre'de de böyledir.
Eğer ba'zılan
ba'zılanna yardım etmezlerse; onun âkilesi, baba tarafından olan yakınlarıdır.
Muhıyt'te de böyledir.
Diyet, onlara üç
senede ödemek üzere taksim edilir.
Onların her birinden,
her senede bir dirhem; veya bir dirhem + (birde) dirhemin üçte birisi alınır.
Bunlara, üç senede, üç dirhemden fazlası veya dört dirhemden fazlası ödetilmez.
Şayet kabilesi az
olup, onların hisselerine fazla düşecek olursa; -neseben- diğer, kabileler de
ilâve edilir; yakını, yakınının yakını, kardeşlik asabâtı, sonra oğulluk
asabeleri, sonra amca asabeleri, sonra amca oğullan ilâve edilirler... Babalar
ve oğullara gelince, bazıları: "Bunlar da ilâve edilir." dediler;
bazı âlimler de: "Bunlar dahil olmaz." buyurdular. Kâfî'de de
böyledir.
Koca, karısının
âkilesi değildir.
Keza, karısı da,
kocasının âkilesi değildir. Oğul ananın âkilesi değildir.
Ancak, kadının kocası,
babası cihetinden yakmı olursa; (amcasının oğlu olması gibi) o takdirde,
âkilesi olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bundan sonra, katil
âkileden birisi olursa; bize göre, ona da diyetten diğerleri gibi hisse isabet
eder. Mebsût'ta da böyledir.
Kadınlar ve çocuklar
için, maktulün yerine diyet verme görevi yoktur. Kâfî'de de böyledir.
Kölelerden,
cariyelerden ve mecnunlardan da, bu diyet alınmaz. Muhıyt'te de böyledir,
Şayet, âkile:
"Hissemize dört dirhemden fazla isabet etti." derse; o fazlalık dîğer
yakınlarına havale edilir. Serahsî'nin MuhiytTnde de böyledir.
Bâdiye ehlinden
birisi, bir şehre iner ve onun, orda misafir olacağı bir yeri bulunmadığı gibi,
aşireti ve yardımcısı da olmazsa; İmâm Ebû Hanife (R.A.): "Cinayetinin karşılığı,
onun malından alınır.'* buyurmuştur.
Aşireti ve divanı
olmayanlar böyledirler. Zahirü'r-rivayede ise, beytü'1-mâl, bunların diyetim
öder. Fetva da bunun üzerinedir.
el-Asi'da şöyle
buyurulmuştur:
Beytü'1-mâl, vârisi
olmayan kimsenin mirasını alır. Katili bilinmeyenin de, diyetini öder.
Sahih olan da budur.
Nihâye'de de böyledir.
Şemsirl-Eimme
el-Halvânl, şöyle buyurmuştur: Mütaahhirûn âlimleri ihtilaf eylediler:
Bazıları: "Acem için âkile
yoktur."
buyurdular; bu, Fakiyh EbÛ Bekir ve Ebû Ca'fer el-Hİndüvanî'nin kavilleridir.
Zira acem, ensâbını muhafaza edemez. Ve onlar, aralarında yardımlaşma
yapmazlar.
Bazı âlimler de:
(tAcem için de, -bir kısmı diğerlerine yardım eylediği için- âkile
vardır." buyurmuşlar ve: "Hatâen, birisi bir cinayet işlerse; katilin
mahallesinin veya sokağının, onun diyetini ödemesi gerekir. *' demişlerdir...
Bu da, Şemsü'l-Eimme
el-Halvânî'nin ve birçok âlimlerin kavlidir.
Şeyhu'1-îmâm
Zahfrüddln'in üstadı, Fakiyh Ebû Ca'fer'in kavlini -birbirlerine yardımlaş
tıkları, ilim talebinde bulundukları ve emsali gibi şeylerden dolayı almıştır.
Yardımlaşma olmayınca,
başkasından da yardım talebi gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir şehir halkı, -her
şehrin kendi divânı varsa- diğer şehir halkına âkile olmazlar.
Şayet, evleri
birbirine yakınsa, o şehir halkı, diğerinden daha evlâ olur. Hidâye'de de
böyledir.
Ana-baba bir
olan iki kardeşin
birinin divanı Basra'da; diğerininki Küfe1 de olsa, bunlar
birbirinin âkilesi olamazlar. Ancak, divanları bir yerde olursa, o zaman âkile
olurlar. Mebsût'ta da böyledir.
Bir adam, hatâ ile
öldürülür ve bu durum mahkemeye intikal etmeden seneler geçer; sonra mahkemeye
düşer ve hâkim katile diyet hükmü verirse; o, bu hükümden itibaren, üç sene
içinde ödeme yapar.
Bir adamın âkilesi,
rızık sahibi olursa; onun erzakına diyet hükmedilir.
Hüküm verilmeden bir
ay önce rızkı elinden çıkıp bir şey kalmazsa;
ondan diyet alınmaz.
Hüküm verildikten bir
ay sonra rızkı elinden çıkarsa; -hissesi kadar-ondan diyet alınır. Ve duruma
bakılır: Eğer nzıklan her ay çıkıyorsa, her ay üçte bir diyetin, altıda birinin
yansı (= on ikide biri) alınır. Muhıyt'te de böyledir.
Şayet, hâkimin
hükmünden bir gün veya bir kaç gün sonra çıkarsa; hissesi her ay alınır.
Eğer nzıklan aydan aya
çıkıyorsa; atıyyelerini, -rızıklannın haricinde- senelik diyet olarak öderler.
Kâfî'de de böyledir.
Rızık ile atâ
arasındaki fark:
Rızık: İnsanlar için,
beytü'l-malden Verilen hisseye derler (ki bu herkesin ihtiyacı ve kifayet
miktarı her ay ve her günlük olarak taksim edilir.).
Atâ ise, senelik
olarak takdir edilir, thtiyaç ve kifayet için olmaz.: Din hususunda yardım için
olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Katil, Kûfe'li olur ve
onun için atâ da bulunur ve bir sene geçene kadar, onun âkilesi borcunu -onun
divanı Basra'ya havale edilsin diye-ödemezse; işte o zaman, Basra ahalisinden
olan âkilesi; onun diyetini öderler. Mebsût'ta da böyledir.
Diyetin, Kûfe'deki
âkilesine, üç seneye kadar ödemesine hükmedilip, diyetinin üçte biri de alınır
veya alınmaz; sonra, onun ismi Basra'nın divanına havale edilirse; onun
borcunu, yine de Kûfe'deki divana göre, âkilesi Kûfe'de Öderler. Ancak
Basra'dan bir ata' alırsa; ondan hissesi kadar alınır. Muhıyt'te de böyledir.
Katilin meskeni
Kûfe'de olur ve onun için, atâ bulunmaz ve hatâen öldürdüğü adam için de -Basra'da
mekan tutana kadar- hüküm verilmezse; o zaman, diyeti Basra'daki âkilesine âit
olur.
Şayet, Kûfe'de
hükmedilmiş olsaydı; onlardan Basra'ya intikal etmezdi.
Keza, katilden sonra,
hükümden evvel; divanı Basra'ya lâhık olursa; divan ehline hükmedilir.
Eğer bâdiye âkidesinin
üzerine, hükümden sonra olursa; onlar da tahavvül eylemez. Kâfî'de de böyledir.
Bir bedevi, yerli
insanlardan birini hatâen öldürürse; o bedevinin, diyet olarak yüz deve vermesi
gerekir. Kavmi kabilesi toplanır ve onlara Öldürülenin velîsine yüz deve
vermeleri emredilir. Noksan kalırsa, beldeleri onu tamamlar. Muhıyt'te de
böyledir.
Bâdiye ehlinden bir
adam,' bir cinayet işlediğinde, onun hükmü; imâm onu ve kavmini tiakledip,
ehl-i ata* kılana kadar verilmesi ve onların atıyyeleri de dinarlar olur ve
sonra da bu da'vâ hâkime çıkarılırsa; hâkim diyeti dinarlar olarak hükmeder;
deve olarak hükmetmez. Zabîriyye'de de böyledir.
Şayet, hâkim ona yüz
deve hükmeylemiş olsaydı da, sonra, onu imâm atıyyeye çevirseydi; kavmini de
aynı şekilde ehli ata' yapsaydı; o, dinarlarla develeri alırdı. Daha Önce
verdikleri varsa, onu, yüz deveye tamamlardı.
Şayet, deve
verememişse; atıyyelerinden, diyeti dinarlar olarak verirler. Develerin kıymeti
ister az olsun, ister çok olsun farketmez. Mebsût Şerhi'nde de böyledir.
Şayet, atâ ehli,
Kûfe'de olmuş olur; bir adam da cinayet işler hâkim de onun âkilesine hükmeder;
sonra da onun kavmi, bâdiye ehlinden bir kavme ilhak eder veya şehir halkma
ilhak ederse; onlar, bunlarla birlikte âkile olmazlar. îster hüküm verilmiş
olsun, isterse olmasın farketmez. Zabîriyye'de de böyledir.
Bir adam, "hatâ
ile adam öldürdüğünü" ikrar eder ve bu hâkime haber verilmeyip, tender
sonra söylenirse; hâkim, onun kendi malından olmak üzere, üç sene içinde diyet
vermesine hükmeder. Şayet katil, cinayet sahibini doğrular; "hâkimin,
filan yerde, Kûfe'deki âkilesine hükmeylediğini" de beyyineler; âkilesi de
bunları yalanlar; onun da ata'dan başka malı olmaz ve ancak onlarla birlikte
atıyyesi olursa; o takdirde, hissesi kadariyle hükmedilir. Kâfî'de de böyledir.
Kati hususunda âkileye
karşı beyyine getirmek, kendisine diyet gereken
şahsa aittir. Âkilenin yokluğunda, onun
beyyinesi kabul edilmez.
Zabîriyye'de de böyledir.
Bir adam,
hâkimin huzurunda "filan
adamı, hatâ, ile,
öldürdüğünü" ikrar eder;
öldürülenin velîsi de beyyinesiyle, onu doğrularsa; bu şehâdet kabul edilir ve
âkile üzerine diyet hükmedilir.
Kendisine karşı kati
iddia olunan ikrarı, beyyinenin kabulüne mâni olmaz.
Zira beyyine,
da'valımn ikrarından daha sağlamdır.
Ve, bunun benzeri
çoktur, fetâvâyi KâdShan'da da böyledir.
Şayet Öldürülen şahsın
velîsi, ikrardan sonra: "Ben, bir beyyine bilmiyorum" ve, hâkime:
"Bana, onun malından hükmeyle." derse: o zaman, hâkim ikrar edicinin
kendi malından hükmeder.
Sonra da cinayetin
velîsi beyyine temin eder ve âkilesine havaleyi murad ederse; bu doğru olmaz. ~
Şayet, velî, hâkime:
"Hükümde acele etmeyiniz. Ben, beyyine getirebilirim." derse; hâkim,
hükmü te'hir eder.
Sonra da velî beyyine
ibraz edersem hâkim o zaman âkilesine karsı hükmeder. Mebsût'ta da böyledir.
Azâd olunan şahsın âkilesi, efendisinin kabilesidir.
Mevle'l-müvâlat ve kabilesi, onun âkilesidir. Kâfî'de de böyledir.
Hür bir kadın, Temim
Oğullarının mevlâtı olur; kendisi de Hemedanlı bir adamın nikâhı altında
bulunur ve bir oğlu olursa; o çocuğun âkilesi anasırım âkilesidir.
Şayet, bu çocuk bir
cinayet işlerse; hâkim, babası azâd edilinceye kadar, anasının âkilesine
hükmeylemez.
Hâkim, babası tarafı
olan efendilerine hükmeder.
Şayet, anası, bir
cinayet işlerse; hâkim, onun âkilesi tarafına, tahvil eder (= çevirir).
Kocasının âkilesi tarafına havale eylemez.
Keza, çocuk, babası
azâd edilmeden önce, bir kuyu kazar; sonra da oraya bir adam düşüp ölür; bu
ölüm de babanın azad edilişinden sonra meydana gelirse; bu durumda da'vâcı,
cinayet işleyen baliğ ise ananın âkilesini da'vâ eder. Eğer sabî ise, o
takdirde, âkilesi babasıdır. Mebsût'ta da böyledir.
Bir harbî müslüman
olduğunda, dar-i islam'da iki müslüman ona vâlî olurlar; sonra da o adam, bir
cinayet işlerse; ona vâlî olanların âkilesi, onun da âkilesi olurlar.
Cinayetten sonra da velâlannı tahvil ettiremezler. Hatta o adamın babası esir
edilir; oğlu da onu satın alıp, azad ederse; bu durumda o, oğlunun velâsını
çeker.
Sonra da babasının
mevâlisine bir şeyle müracaat edilmez. Mebsût'ta da böyledir.
Bir zimmî müslüman
olur ve ona hiç kimse vali olmaz ve o hatâen bîr adam öldürür ve bir adam ona
vali olana kadar, hükmedilmezse; o vali de temim oğullarından olur; bu şahıs
sonra bir cinayet daha işlerse; her iki cinayetin diyetini de beytü'1-mâl öder.
Ve müvâlât bâtıl olur. Zahîriyye'de de böyledir.
Şayet, o adam, bir
kuyu kazar; sonra da bir adam ona velî olur; bilâhare de, o kuyuya birisi
düşerse; diyet, o valinin malından ödenir. Bu durumda beytü'1-mâl, onun âkilesi
olmaz (diyetini ödemez).
Bu, şu mes'eleye
muhaliftir: Hatâ ile bir ok veya bir taş atsa; o isabet etmeden Önce de bir
adamla akidleşse; sonra da attığı şey, atılana dokunup, onu öldürse; işte onun
diyetini, beytü*I-mâl tazmin eder. Serahsî'nın Muhiytı'nde de böyledir.
Müslüman bir kadının
efendisi, Temim Oğulları olur; bu kadın da bir cinayet işler veya bir kuyu
kazar ve cinayeti için hüküm verilmeden önce de, o kadın, irtidad ederek, dâr-i
harbe gider; sonra da esir edilir ve Hemedanlı bir zat onu azâd eder; daha
sonra da o kuyuya bir adam düşüp ölürse; o cinayet, Temim Oğullarına
hükmedilir. Mebsût'ta da böyledir.
Şayet, bâdiye ehlinden
bir adam, yola bir kuyu kazdıktan sonra, hükümdar, onu bâdiyeden şehre nakleder
ve badiye ehlini, ayrı ayrı şehirlere iskân eder ve onlara atıyyeler verir;
bilâhare de, o kuyuya bir adam düşüp ölürse; bu durumda diyet, kuyuyu kazan
şahsın, o adamın kuyuya düştüğü zamandaki âkilesine aittir. Zahîriyye'de de
böyledir.
Atıyye ehli iken
kuyuyu kazmış, sonra da hükümdar, atıyyeyi bâtıl (= geçersiz) etmiş olur (yâni
vermez) ve o adamı, uzun zaman onlar, onun âkilesi olan nesep sahiplerine geri
yollar; daha sonra da bir adam, o kuyuya düşerek ölürse; diyet onun, kendisine
vacip olduğu günkü âkilesine âit olur. Mebsût'ta da böyledir.
Lâ'netleşme çocuğunun
âkilesi, anasının âkilesidir. Sonra da, babası onu iddia ederse; bu defa da
hâkimin, o çocuğa babaya hükmetmesinden itibaren üç yıl içinde âkilesi babası
tarafına dönüşür.
Keza, bir mükâtep,
kitabet bedelini öderken Ölür ve bunun hür bir oğlu olur; oğlu da hür olan bir
kadından doğmuş; o kadının mevlâsı da Temim Oğulları olur; bu mükâtep de
Hemedanlı olursa; çocuğun âkilesi, anasının âkilesidir. Sonradan, babası
kitabet bedelini öderse; o zaman, çocuğun âkilesi baba tarafına geçer.
Keza, bir adam, bir
sabîye "bir adamı öldürmesini" emreder; oda, onu öldürürse; bu
çocuğun âkilesi, diyeti tazmin ederler.
Sonra da, -bu işin
böyle olduğu beyyine ile sabit olursa- emredenin âkilesine müracaat ederler.
Eğer bu iş, ikrar ile sabit olursa; o takdirde, tazminatta bulunanlar, -hâkimin
hüküm verdiği günden itibaren- üç sene içinde, o şahsın kendi malına veya
âkilesine müracaat ederler. Kâfî'de de böyledir.
îşin başlangıcında
toplanırlar ve hâkim, çocuğun âkilesine hükmeder ve onun âkilesi de emredenin
âkilesi olursa; cinayet sahibi çocuğun âkilesinden aldığı zaman, sabinin
âkilesi de, emredenin âkile-sinden alırlar.
Şayet, lâ'netleşme
sonunda doğan bir oğul, hatâ ile bir adamı öldürür; hâkim de hükmünü, anasının
âkilesinin üzerine verir; onlar da üçte birini öderler; sonra da çocuğun
babası, o çocuğu iddia eder ve hâkim, çocuğu babasına hükmederse; bundan sonra,
geride kalan üçte iki diyeti, baba tarafının
âkilesi öder. Ana
tarafının ödediğini ödemezler.
Onlar da müracaatta bulunamazlar. Mebsût'ta da böyledir,
Müslüman, kâfire âkile
olamaz. Kâfir de müslümanın âkilesi olamaz.
Kâfirler, -her ne
kadar milletleri muhtelif olsa bile- kendi aralarında birbirlerinin âkilesi
olurlar. Muhıyt'te de böyledir.
Âlimler şöyle buyurmuşlardır:
Bu, aralarında açık
bir düşmanlık olmadığı zaman böyledir. Aksi takdirde, aralarında düşmanlık
bulunan yahûdî ve hiristiyanlar birbirinin âkilesi olamazlar.
Bu kavil İmâm Ebû
Yûsuf (R.A.)'dan rivayet edilmiştir. Kâfî'de de böyledir.
Hiç bir dine bağlı
olmayan bir kimse; cinayet işlerse diyet kendi malından ödenir. Şayet dini var
da, âkilesi yoksa; diyet onun da kendi malından ödenir. Beytü'l-mâlden ödenmesi
gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.
Hata ile adam öldüren
bir şahsın âkilesi yoksa; diyet, kendi malından ödenir.
Kasden öldürdüğü zaman
da diyet gerekiyorsa; kendi nefsî malından ödenir. Nefis (can) ve hatânın
haricinde olan cinayetleri, âkilesi öder.
Nefis hususunda,
şibh-i amd yoluyla işlenen cinayetin diyetini de; katilin âkilesi öder.
Bunun dışında olanlar,
tam diyete ulaşıyor ise, caniye aittir. Hulâsa'da da böyledir.
Âkileler onda birin
yarısından az olan diyetleri ödemezler. Çoğu zaman onda birin yarısını öderler.
Kâfî'de de böyledir.
İkrar ile olur veya
mal mukabili anlaşma yapılırsa; -ister, yaralama olsun; ister öldürme olsun-
diyetini cânî kendisi öder. Âkilesi ödemez.
Kölenin diyet borcunu ise
efendisi öder. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.
Efendinin âkilesi,
onun kölesinin, müdebberinin, ümm-ü veledinin diyet borcunu, ödemezler. Efendi,
kendisi öder. Mebsût'ta da böyledir.
Sadece cânînin
itirafı ile, âkile
diyet Ödemez; ancak
onu doğrularlarsa; o zaman öderler. Hidâye'de de böyledir.
Hükümeti adl'e
gelince: Eğer suç, yaralamadan dolayı gereken diyetten aşağı ise veya âkilenin
taşıyamıyacağı kadarsa; o zaman lâzım gelen karşılıktır.
Bundan fazla olursa,
bu hususta âlimlerimizden bir rivayet yoktur. Müteahhirîn âlimleri bu hususta
ihtilaf eylemişlerdir. Şeyhu'l-îslâm, şöyle buyurmuştur: Sahih olan; âkilenin
taşıyamıyacağı kadar ağır olursa, hükümeti adi gerekir.
Mufassal isimli
kitabda ise: "Âkilenin taşıyamayacağı kadar olursa, bunda ihtilaf
yokdur." denilmiştir. Muhıyt'te de böyledir.
Hangi diyet olursa
olsun, hatâ ile, şibh-i amd veya kasden ölüm ise, diyeti üç sene içinde ve her
sene üçte biri ödenir.
Keza, bir adam, ikrar
ederek: "Hatâ ile adam öldürdüpnü" söylüyorsa; diyeti kendi malından
olmak üzere, üç senede ödenir.
Şayet, anlaşma
yaparlarsa peşin de ödenebilir; vadelide ödenir.
Kudûrf, şöyle
buyurmuştur:
Âkileye vacip olan
diyet veya cânînin malından ödenecek diyet parçaları, üçte bir olarak, her sene
Ödenir. Ve üç senede tamamlanır,
On kişi, hatâ ile bir
adamı öldürseler; âkileleri onda bir diyeti, üç senede öderler.
Keza, kasden
öldürseler de, öldürenin birisi, öldürülenin babası olsa, her birine kendi
mallarında, -onda birir- üç senede öderler. Zehiyre'de de böyledir.
Diyetin üçte biri veya
daha azını icabettiren işlerde, bir senede; üçte birden fazla olursa, -üçte
ikiye kadar- iki senede; tam diyet olursa, üç senede ödenir. Hidâye'de de
böyledir.
En doğrusunu bilen
Allahu Teâlâ'dır. [38]
Hişâm'm Nevâdiri'İnde
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Bir adam, öldürülür;
diğer bir adam da gelerek, "onun, kendi kölesi olduğunu" iddia eder
ve beyyinesi de olur; şahitler, şehâdette de bulunsalar ve: "Bu, bunun
kölesidir ve onu azad eylemiştir. O, bu gün için hürdür." derlerse; şayet
öldürülen adamın vârisleri olur ve o kasden öldürülmüş bulunursa, kısasla;
hataen öldürülmüşse, diyetle hükmedilir.
Şayet vârisi yoksa,
efendisi, kasden de olsa, hatâen de olsa, kıymetini diyet olarak alır.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerini
kasden yaraladıktan sonra, yaralı kendi nefsi üzerine şâhid tutarak,
"kendisini filânın yaraladığını" söyler; sonra da o yaradan Ölürse;
bu şehâdet sahih olur mu?
Âlimler şöyle
demişlerdir:
Burada, iki vecih
vardır:
Onun yaraladığı
insanlar tarafından bilindiği gibi, bunu hâkim de biliyor olabilir.
Veya, bu durum
bilinmiyor olabilir.
Şayet biliniyorsa,
yaralının şahitlerine itibar edilmez. Ve bu sahih değildir.
Durum bunun aksine
ise, o takdirde, onun şahitlerinin şehâdeti şahindir.
Bundan sonra,
vârisler, "filan yaraladı.' diye beyyine ibraz etseler bile bu beyyineleri
kabul edilmez. Zehıyre'de de böyledir.
Bir adam, yaralanınca:
"Beni filan öldürdü." der; sonra da ölür; vârisleri de, başka birinin
yaraladığını isbât ederlerse; onların beyyinesi kabul edilmez.
Bir adam, yaralanınca:
"Beni filân öldürdü." der; sonra da ölür; oğlu da, "ona,
yanlışlıkla diğer oğlunun yaraladığını" beyyinelerse; bu beyyinesi kabul
edilir. Zahîriyye'de de böyledir.
İki süvari bir biri
ile çarpışıp; ikisi de ölür ve bu hatâ ile olursa; ikisi de hür kimselerse; her
birinin diğerine diyet vermesi gerekir ve, bu diyetleri, âkilden, bir birine
verirler.
Bu istihsandır.
Şayet, bunların
ikiside köle iseler; efendilerine karşı bir şey yapmak gerekmez.
Eğer biri hür, diğeri
köle ise, işte bu durumda, hür olarak ölenin âkilesi, kölenin kıymetini
öderler.
Hür olarak Ölenin, bu
kölenin kıymetinden fazla olan hakkı bâtıl olur.
Eğer, sadme kasden
yapılır ve ikisi de hür iseler; her birinin âkilesi, diğerinin âkilesine, yarı
diyet öderler.
Şayet, ikisi de köle
ise, kanları heder olmuştur. Birisi hür, diğeri köle ise; hür olanın âkilesi,
kölenin yarı kıymetini tazmin ederler. Kölenin boynunda da, hür kişinin yarı
diyeti vardır. .
Binici arkadan gelip;
önden gidene çarpsa da bu cani kendisi ölse; önden gidene tazminat gerekmez.
Şayet, Önden giden
Ölürse; tazminat arkadan gelene aittir.
îki gemide de durum
aynıdır. Fetâvâyi Kâdîhânda da böyledir.
îki atlıdan biri
duruyor; diğeri yürüyor iken, bunlar çarpışınca keza, iki yaya böyle
çarpışınca; durana tazminat gerekmez. Her iki hâlde de yürüyene tazminat
gerekir. Mîras da düşer (yâni, çarpışanlar, birbirine vâris iseler, mîras
alabilirler. Suçlu sayılan, mîrasdan mahrum edilmez). SerahsTnin Muhıyü'nde de
böyledir.
iki gemi, biribiri ile
çarpışsa; -tazminat, çarpılana değil de çarpanın kaptanına âit olur.
Hızânetü'I-Müftîn'de de böyledir.
îki adam, bir ipi
çektiklerinde, bu ip kopar ve ikisi de düşüp ölürlerse; İmâm "Her ikisi
de başlarının üzerine düşüp ölmüşlerse, her ikisinin de kanı heder olmuştur.
Şayet, yüz üzerine düşmüş ve ölmüşlerse, her ikisinin de âkilesi, diğerinin
âkilesine diyet öderler.
Şayet, biri kafasının
üzerine; diğeri de yüzü üzerine düşmüşse; kafası üzerine düşenin kam heder
olmuş olur. Yüzü üzerine düşenin diyetini ise, karşı tarafın âkilesi öder.
Bir yabancı gelip ipi
keser ve ikisi de düşüp Ölürlerse; onların her ikisinin diyetini de ipi
koparanın âkileleri öderler. Zahîriyye'de de böyledir.
tbnü Semâa, İmâm
Mutaammed (R.A.)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
Hür bir kimsenin
yanında kılıç bulunur; bir kölenin yanında da asası olur ve ikisi birbirine vurunca;
ikisi de ölür; hangisinin önce vurduğu da bilinmezse; hür olanın vârislerine
de, kölenin efendisine de bir şey gerekmez.
Şayet, kılıç kölenin
elinde, sopa hür olanın elinde olmuş olsaydı, hür şahsın âkilesi, kölenin
kıymetinin yarısını öderlerdi. Hür olanın vârislerine karşı ise, efendiye bir
şey gerekmezdi.
Eğer her ikisininde
elinde sopa olmuş olaydı ve her biri diğerine vurup başını yarsa; sonra da her
ikiside ölmüş olsa da, hangisinin daha önce vurduğu bilinmeseydi; hür kimsenin
âkilesi, kölenin kıymetini, efendisine öderlerdi ve sonra da bu efendiye:
"Bu kıymeti, geri -hür olanın âkilelerine-ver." denirdi.
Bu istihsândır.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerinin
elini tutup çeker ve el kırılırsa; şayet musâfaha için tutmuşsa, erş gerekmez.
Eğer sıkmış da
kırmışsa; elin diyeti gerekir. Zahiriyye'de de böyledir.
Şayet bir adam, diğer
adamın elini tutar; diğeri de elini çeker ve çeken düşüp ölürse; duruma
bakılır: Eğer müsafaha yapmak için tutmuşsa;
bir şey gerekmez.
Şayet eziyet olması
için sıkmak maksadıyla tutmuş; diğeri de elini çekmiş ve bir zarar görmüşse
tazminat gerekir.
Eğer eli tutanın eli
kınlırsa; elini çekene tazminat gerekmez. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Bir adam, diğer bir
adamı tutup diğer biri, onu öldürene kadar bırakmazsa; bu durumda -kısasen-
öldüren, öldürülür. Tutan da zindana atılıp cezası verilir. Zahîriyye'de de
böyledir.
Bir adam, başka bir
adamı tutar; diğer birisi de gelip, onun dirhemlerini alırsa; bize göre
tazminat, dirhemleri alana aittir; tutana âit değildir. Muhîyt'te de böyledir.
Bir adam, birisinin
elbisesinin üzerine oturur; o adam da bunu bilmeden kalkınca, elbisesi
parçalanırsa; oturan adam, onun yarı bedelini öder. Hızânetü'l-Müftîn'4e de
böyledir.
Bir adam, birinin yanına girer; o adam da yanına gelenin "yastığın
üzerine oturmasına" izin verir; o da oturur ve yanında içinde yağ bulunan
bir şişe olur; oraya oturan da onu bilmeyerek şişeye dokunur ve yağ dökülürse;
oturan zat, onu öder.
Şayet şişe, minderin
altında olsa da, gelen adam, izinli olarak onun üzerine otursa; o takdirde,
kınlan şişeyi ve dökülen yağı, oturan şahıs ödemez,
Şayet, gelen adamın
evin üzerine oturmasına izin verse de, o da oradan, bir kölenin üzerine düşse;
bu defa izin veren tazminatta bulunur.
Fakiyh Ebû'1-Leys
şöyle demiştir:
Bazı âlimler:
"Yastığın üzerine oturan için de tazminat yoktur." demişlerdir. Bu
kıyâsa daha yakındır ve biz bu görüşü alırız. Zehıyre'de de böyledir.
Kudûrî'nin, İcârât
kitabında, şöyle zikredilmiştir:
Bir adam, bir
topluluğu ziyafete çağırdığında; onlar, onun yaygısını tepeleyip, yastıklarının
üzerine otururlar ve onlar yırtilırsa; tazminat gerekmez. Muhıyt'te de
böyledir.
Ebû Ca'fer'in
Müteferrikâtı'nda şöyle zikredilmiştir:
Bir adama misafir
geldiğinde; ev sahibi, ona "yastığın üzerine oturmasını" söyler; o da
oturur ve onun altında da ev sahibinin çocuğu yatıyor olur da; onun oturması
sebebiyle, bu çocuk ölürse; o takdirde, misafir, onun diyetini tazmin eder.
Şayet o yastığın
altında köle bir çocuk olmuş olsaydı, onu tazmin eylemezdi.
Keza, yastığın altında,
bir başkasının camı olsa da, o kırılsaydı, cevap sabinin cevabı gibi olurdu.
Zehiyre'de de böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam: "Ben
filanı öldürdüm." dese de; kasden veya hatâen olduğunu söylemese; onun
malından diyet alınması güzel olur. Zehiyre'de de böyledir.
Fetvalarda şöyle
zikredilmiştir: Halef şöyle söylemiştir:
Esed bin Amr'dan
sordum:
— Bir adam, diğerine eliyle veya ayağıyla
vurur; vurulan da o yüzden ölürse; ne olur?
îmâm şöyle buyurdu:
— Bu, şibh-i amd olur.
Hasan da aynısını söyledi.
Bu, o adam ölene kadar
vurulmuş olması hâlinde böyledir. Fakat, ölümüne sebep olacak şekilde değil de,
yavaş yavaş vurur ve o adam ölürse; işte bu hata olur.
Ebû'1-Leys: "Esed'in sözü
bana sevimli geldi."
buyurmuştur. Muhiyt'te de böyledir.
Müntekâ'da îmânı
Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurmuş olduğu rivayet edilmiştir:
Bir adam, diğerine
kılıçla vurmayf kasdeder; vurulmak istenen de kılıcı tutar; kılıcın sahibi de
onu diğerinin elinden çeker ve adamın parmaklarını keserse; eğer mafsallarının
dışından kesmişse, çekene diyet gerekir. Eğer mafsallarından kesmişse, kısas
gerekir. Zehiyre'de de böyledir.
Bir adam, diğerinin
kölesini kasden öldürür; efendisi de ona:
"Seni, köleden
dolayı berî kıldım." derse; o adam, diyetten beri olamaz ve onun kölenin
kıymetini tazmin etmesi gerekir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, diğerine,
-ağrıdığı için- "dişini çekmesini" söyler; söylenilen adam da, başka
bir dişini çeker; sonra da, aralarında ihtilaf çıkarsa; dişinin çekilmesini
söyleyenin sözü geçerlidir.
Şayet, yemin etse
bile, çekenin malından diyet gerekir. Zira, bu kasden olmuş olur. Şübhe olduğu
için de, diyet yerine, kısas gerekmez; kısas düşer. Gunye'de de böyledir.
Bir adamın,
kendi mükâtebine karşı olan cinayeti, caninin malından karşılanır; âkilesine âit
değildir. Bu cinayet, ister nefs (= can) olsun; ister, onun haricinde bir
cinayet olsun farketmez.
Cinayet başkasının
mükâtebine karşı işlenmişse; nefse karşı olduğu zaman diyeti âkilesine
aittir. Nefsin haricinde, kendi malından diyet ödenir. Muhıyt'te de böyledir.
İki kişi, hatâ ile bir
adamın bir dişini kırarlarsa; mallarından diyetini öderler.
Çünkü herbirinin
hissesine yaralama diyetinin haricinde, bir diyet (yâni ondan aşağı bir diyet)
düşer. Gmye'de de böyledir.
Bir adam, başkasının
mükâtebine karşı bir cinayet işledikten sonra,
o mükâtep, kitabet bedelini
ödeyerek, azâd edilmiş olursa; cinayet heder olmaz. Cani,
onun kıymetini öder -diyetini değil-. Her ne kadar hür olarak ölse bile, bu
böyledir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, evinde ateş
yakar ve o yüzden de komşusunun evi yanarsa; tazminat gerekmez.
Şayet, normal bir
yakışla yaktı ise bu böyledir. Şeyhu'l-İslâm da, böyle buyurmuştur.
Şemsü'l-Eimme Serahsî
ise: "Mutlaka tazminat gerekmez." demiştir. Fûsûlü'I-îmâdiyye'de de
böyledir.
Semerkant ehlinin
fetvalarında şöyle zikredilmiştir:
Bir adam tennur'a (=
fırına) tahammülünden fazla odun atar; oda hem kendi evini hem de komşusunun
evini yakarsa; tazminat gerekir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, oğluna
"kendi tarlasında ateş yakmasını" emreder; o da yakar ve ateş
komşusunun tarlasına sıçrayıp orayı yakarsa; baba, onu tazmin eder. Zira, onun
oğluna emir vermesi sahihdir. Ve oğlunun fiili kendisine geçmiştir. Bu
ise, babası başlamış gibidir.
Gınye'de de böyledir.
Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:
iki şahit: "Şu
adamın oğlu, filânı öldürdü." diye şehâdette bulunurlar; başka iki şahit
de: "Bu adamın oğlu öldürdü." diye şahitlik yaparlar ve onun başka
oğlunun ismini söylerler; önceki şahitlerin söylediği ismi söylemezlerse;
istihsânen, ikinci oğlun diyet ödemesi gerekir. Muhıyt'te de böyledir.
Kenzü'r-Rüûs'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam diğerinin
kapısından içeriye bakar; ev sahibi de onun gözünü çıkarırsa; tazminat
gerekmez,
Şayet başını içeri
sokarak bakar; ev sahibi de bir şey atarak gözünü çıkarırsa; bi'I-icma tazminat
gerekmez. Gınye'de de böyledir.
Müntekâ'da, Hasan bin
Ebî Mâlik, tmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ve tmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin şöyle
buyurduklarını rivayet etmiştir:
Baba bir, iki
kardeşten birisi, "bir adamın, filan sene, kurban bayramında Mekke'de
babasını öldürdüğünü;" idda ediyor; diğeri ise, aynı günlerde "başka
bir adamın, Küfe'de, Öldürdüğünü" iddia ediyor ve her ikisinin de
beyyineleri varsa; hâkim iddia olunanlara, nısıf diyet hükmeder. Onlardan her
biri yarı diyet öderler. Muhıyt'te de böyledir.
Dört kişi bir adama
yumruk atarlar ve o yüzden adamın bir dişi düşer; biri de kırılır; en son vuran şahıs da
bilinirse, ona diyet gerekir, değilse, onlara birşey gerekmez. Gınye'de de
böyledir.
Müntekâ'da, îmâm Ebû
Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
Bir câriye, bir adamın
oğlunu kasden öldürür; bu cariyenin efendisi de onu, ölen adamın babasına
verir; Ölenin babası da ona cima eder de, câriye bir çocuk doğurur; sonra da,
cariyenin efendisi, o adama: "Ben, onu sana öldüresin diye verdim."
der; ölenin babası da: "Hayır, seninle kan bedeli olarak seninle anlaşma
yaptık." derse; bu durumda, câriye efendisine geri verilir. Onun mehri de
verilir ve o çocuk da köle olur. Ölenin babasının, bu durumda cariyeye karşı
yapacağı bir şey kalmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Bir adam, bir
elbisesini dürüp büker ve bir adamın başına vurup onu yaralarsa; kısas gerekir.
Şayet, vurulan şahıs,
o yüzden ölürse, kısas gerekmez. Bu kısasın gerekmemesi, -müsebbibinin
haricinde- ölümün sebebi ile ilgilidir.
Bunun aksine kısas
gerekmemesi, müsebbibin de sebebinin bulunduğu içindir.
Demir ile vurup
kırınca, kısas gerekmez.
Şayet ölürse kısas
gerekir. Yani, bu yukardaki mes'elenin tam aksinedir.
Büyük bir odunla da
yaralayınca, ölürse yine kısas gerekmez. Bu hâllerde diyet gerekir.
Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Akıllı bir sabî, köpeğini bir başkasının koyununun üzerine
kışkırtır; koyun da firar edip gider ve nereye gittiği de bilinmezse; bu sabiye
tazminat gerekmez. Gınye'de de böyledir.
İki kişi, bir ağacı
çektiklerinde; bu ağaç ikisinin üzerine düşerek, ikisini de öldürse; herbirinin
âkilesine yarı diyet düşer.
Şayet, onlardan birisi
ölürse; diğerinin âkilesi, yan diyet öder. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir adamın hayvanı,
bir başkasının zirâatına girip zarar verirse; o zararı hayvan sahibi tazmin
eder.
Şayet, çıkarmak
istediği hayvan, başkasına aitse; onun zararını çıkaran şahıs tazmin etmez.
Çıkarılan bu hayvan helak olsa bile, yine tazminat gerekmez,
Bir adam, eşeğinin bir
başkasının buğdayını yediğini gördüğü hâlde, ona mâni olmasa; onun yediği
buğdayı, tazmin edip etmemesi hususu ihtilaflıdır.
Sahih olanı, onu
tazmin etmesi (= ödemesi)dir. Gınye'de de böyledir.
Bir adam, başka
birinin kölesini, efendisinin izni olmaksızın, kendi ihtiyacı için bir yere
gönderdikten sonra, o köle, çocukların oynadığını görür ve onların yanlarına
kadar gider ve bir evin üzerinden, o kölenin üzerine, bir şey düşerek, köleyi
öldürürse; tazminat onu gönderene aittir. Zira o köleyi gasbetmiş
mesabesindedir. Hizânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Bir kimse, diğerinin
husyelerine vurduğunda, onların biri veya her ikisi şişerse; hükümeti adi
gerekir. Ginye'de de böyledir.
Câmiu'I-Asgâr'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir kimse, bir şey
bağlamaya yarayan bir ipi gasbedip, onunla hayvanını bağlar; ipin sahibi de, o
hayvanı çözünce, hayvan zayi olursa; onu tazmin eder.
Uyûn'da, İmâm-i A'zam
Ebû Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Bir kimse, başka bir
şahsın eşeğinin veya katırının ayağını yahut kuyruğunu keserse; hayvan sahibi
muhayyerdir: Dilerse, o hayvanı, ona bırakıp, bedelini alır; dilerse, hayvanı
kendisine bırakır. Bu durumda tazminat gerekmez.
Fetva da buna göredir.
Füsûlü'I-frnâdiyye'de de böyledir.
En doğrusunu, her
türlü noksanlıklardan münezzeh olan Allahu Teâlâ bilir. [39]
[1] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/457-458.
[2] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/458.
[3] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/459.
[4] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/459.
[5] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/459-460.
[6] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/460-462.
[7] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/462.
[8] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/462-463.
[9] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/464-475.
[10] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/476-480.
[11] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/481.
[12] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/481.
[13] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/482.
[14] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/482.
[15] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/482-485.
[16] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/485.
[17] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/486.
[18] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
12/486.
[19] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/486.
[20] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/487-490.
[21] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/490.
[22] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/490.
[23] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/490-500.
[24] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/501-513.
[25] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/514-523.
[26] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/524-525.
[27] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/526-534.
[28] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/534-536.
[29] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/536-540.
[30] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 12/541-545.
[31] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/5-15.
[32] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/16-20.
[33] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/21-59.
[34] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/60-73.
[35] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/74-125.
[36] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/126-132.
[37] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/133-147.
[38] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/148-157.
[39] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 13/158-166.