KİTÂBÜ'L-CİNÂYÂT. 2

(CİNAYETLER VE SUÇLAR) 2

1- CİNAYETİN TA'RİFİ, ÇEŞİTLERİ ?VE HÜKÜMLERİ 2

Cinayet Ne Demektir?. 2

Haksız Yere Adam Öldürmenin (= Katlin) Nevileri: 2

1-) Amden Katl 2

Âlât-ı Câriha: 2

2-) Şibh-i Amd: 3

3- Hatâen Katl: 3

4-) Hatâ Mecrasına Câri Kati: 4

5-) Tesebbüben Katl (= Ölüme Sebep Olmak) 4

2- KİSÂSEN ÖLDÜRÜLECEK VE ÖLDÜRMEYECEK OLAN KİMSELER.. 4

3- KISAS HAKKI KİME AİTTİR?. 8

4- KISAS FÎ'L-ETRÂF (= NEFSİN HARİCİNDE, UZUVLARDA KISAS) 10

El Kesmek. 10

Deri Vekil 10

Tokat Vurmak. 10

Gözde Kısas. 11

Kulak Kesmek. 12

Burun Kesmek. 12

Dudak Kesmek. 12

Dil Kesmek. 12

Dişte Kısas. 12

Elde Kısas. 14

Parmaklarda Kısas. 14

Ayaklarda Kısas. 14

5- KATL HAKKINDA ŞEHÂDET VE İKRAR; KATİLİN DAVACI VEYA CİNAYET SAHİBİNİ TASDİKİ YAHUT TEKZİBİ 17

6- KATİLDEN DOLAYI SULH VE AF VE BU HUSUSLARDA ŞEHÂDET. 22

7- ÖLÜM HÂLİNDE NEYE İTİBAR EDİLECEĞİ 25

8- DİYETLER.. 26

Dilin Diyeti 29

Elin Diyeti 30

Baş Yarma. 31

9- CİNAYETİ EMRETMEK VE SABİLERLE İLGİLİ MES'ELELER.. 33

10- CENÎN (= ANA KARNINDAKİ BEBEK) 37

11- YOL ÜZERİNE DUVAR, HELA VE BENZERİ ŞEYLER YAPILMASINDAN DOLAYI MEYDANA GELEN CİNAYETLER.. 38

12- HAYVANLARIN İŞLEDİĞİ VEYA HAYVANLARA KARŞI İŞLENEN CİNAYETLER   52

13- KÖLELERİN CİNAYETLERİ 57

1- Kölenin Cinayeti Ve Efendisinin Onun Fidyesini Verip Vermemekte Muhayyer Olması 57

14- KÖLELERE KARŞI İŞLENEN CİNAYETLER.. 72

15- KASÂME (= YEMİNLEŞME) 75

16- ÂKILELER.. 80

17- CİNAYETLER HUSUSUNDA ÇEŞİTLİ MES'ELELER.. 84


KİTÂBÜ'L-CİNÂYÂT

 

(CİNAYETLER VE SUÇLAR)

 

1- CİNAYETİN TA'RİFİ, ÇEŞİTLERİ ?VE HÜKÜMLERİ

 

Cinayet Ne Demektir?

 

Cinayet: (Aslında, ağaçtan, meyveyi düşürmek manasına gelir.)

Sonradan, cinayet: İnsanların ictisar ve iktisap ettikleri, her hangi bir şerre (= kötülüğe) verilen bir isim olmuştur.

Bu durumda cinayet: Muâhazeyi gerektiren her hangi bir cürm ( = suç) demek olur.

Buna göre, insanların nefislerine, uzuvlarına, kuvvetlerine, malla­rına veya ırzlarına tealluk eden, her hangi memnu (- yasak) bir fiil, bir cinayet'tir.

Ancak, canlı veya cansız mallara tealluk eden cinayetlere, gasb, mehb, sirkat, itlaf gibi isimler verilir.

Fıkıh ıstılahına göre cinayet: İnsanın nefsine veya âzâ veya kuvvet­lerinden birine tealluk eden memnu (= yasaklanmış) bir fiil demektir.

Başka bir tarif ile cinayet: Kısas veya tazminatı gerektirecek bir şe­kilde, bir insanın nefsi veya bedeni hakkında vâki olan teeddî demektir.

Cinayetler, başlıca iki çeşittir:

1-) Gnayet fi'n-nefs: Masum bir kimsenin, nefsi hakkında, haksız yere yapılan ve onun hayatından mahrum kalması neticesini meydana geti­ren cinayettir. Bir insanı, haksız yere öldürmek gibi..

Katil: Bir kimseyi öldürmek; bir hayat sahibini, hayattan mahrum etmek demektir.

Katil: Bir hayat sahibini öldüren kimse demektir.

Maktul: öldürülen kimse demektir.

2-) Cinayet fî'1-etrâf: Bir kimsenin uzuvları ve kuvvetleri ile ilgili ola­rak haksız yere işlenen cinayet demektir.

Azâ ve kuvvetlere tealluk eden cinayetler cerh, şec, kat, tatil şekil­lerinde meydana gelir.

Cerh: Baş ve yüzden başka yerlerde meydana getirilen yara. Şec: Baş veya yüzde vücuda getirilen yara. Kat-i nzuv: İnsanın bir uzvunu kesmek ve onu bedeninden ayırmak. Havas ve kuvayi (= hisleri ve kuvvetleri) tatil ise, bir uzvu âtıl bı­rakmak; onu, hilkatindeki gayeden mahrum etmek; o uzvu faaliyetin­den ayırmak ve sekteye uğratmak demektir.

Cinayetler, iki kısımdır:

1-) Kısas icâbettiren cinayetler;

2-) Kısas icâbettirmeyen cinayetler.

Kısas icâbettiren suç, kasden işlenen cinayettir ve bu kısas da iki şekilde yapılır:

A-) Kısas fTn-nefs

B-) Kısas fî'1-etrâf.

Kısas fî'n-nefs: Katili, maktulün nefsi mukabilinde öldürmek demektir.

Kısas fi'1-etrftf: Mecruh veya maktu' bir uzuv mukabilinde, cârîh ( = yaralayan) veya kâtı'ın (= kesenin), mümasil (= misli ve benzeri olan bir) uzvunu, cerh ve kat' etmektir. (= yaralamak ve kesmektir.) Fetâvlyi Kidlhan'da da böyledir. [1]

 

Haksız Yere Adam Öldürmenin (= Katlin) Nevileri:

 

Cezayı gerektiren katiller, beş nevidir:

1-) Amden kad.

2-) Şibh-i imd.

3-) Hattea kati.

4-) Hata Mecrasına Carî kati.

5-) Tesebblbeo kaü[2]

 

1-) Amden Katl

 

Amden Kati: Öldürülmesi meşru olmayan bîr insanı, âlât-ı câriha veya o hükümde olan bîr şeyle kasden öldürmektir. Bir insanı, kılıçla veya kurşunla öldürmek gibi.; [3]

 

Âlât-ı Câriha:

 

Âlât-ı câriha: Bedenin cüzlerini birbirinden ayıran şey demektir ki, si­lâh manâsına gelir.

Vücudu parçalayan ve delen her şey, gerek demirden, gerekse ba­kır, tunç ve gümüş gibi şeylerden olsun âlât-ı câriha'dır.

Kılıç, kama, süngü mızrak, kurşun balta, keskin taş, keskin ağaç, keskin cam ve ateş gibi şeyler de âlât-ı cârihadandır. Kâfî'de de böyledir.

Amden katl'in cezası kısastır.

Ancak, mecniyyün aleyh'in (= kendisi üzerine cinayet vuku bulan kim­senin) yakınları affeder veya taraflar sulh olurlarsa; bize göre, keffâret lâzım gelmez. Hidâye'de de böyledir.

Şayet katil (= öldüren), maktulün (= öldürülen'in) vârisi ise; o, mirastan mahrum kalır. Ve diğerleri ile rızâlaştıklan zaman, bu kati­lin, onlara, mal vermesi (= diyet) gerekir. Mebsût'ta da böyledir.

Bunda şibh bulunduğundan dolayı, kısas uygulanmaz. [4]

 

2-) Şibh-i Amd:

 

Şibh-i amd: Öldürülmesi caiz olmayan bir insanı, âlet-i câriha'-dan sayılmayan (küçük bir ağaç veya taş parçasıyle yahut bir iki tokat vurulması veya benzeri) bir şeyle kasden öldürmek demektir.

Buna Şibhü'l-hatâ da denir. Çünkü, bu katil kasde mukarin olduğu için amd'e benzer.

Kendisinde katil âleti değil de, te'dip âleti kullanıldığı için de natâ'ya benzer.

İmâm Ebû Hanife (R.A.)'ye göre, âlât-ı cârihadan sayılmayan bir şeyle kasden vurarak öldürmek de şibh-i Amd'dir.

îmameyn'e göre, katil, maktule, büyük bir taş veya büyük bir sopa ile vurmuşsa; bu amden kati olur.

Şibh-i amd, çoğu zaman, onunla öldürmeyi kasdetmeksizin vurmak­tan ibarettir.

Sahih olan, İmâm-ı A'zam Ebü Hanîfe (R.A.)'nin kavlidir. Müzmerât'-ta da böyledir.

Şibh-i amd ile bir kimseyi öldüren kimse günahkar olur. Ona keffâret-i kati gerekir.

Bunun keffareti ise, mü'min bir köleyi azâd etmektir.

Şayet bunu yapamazsa, keffaret olarak, peş peşe iki ay oruç tutacaktır.

Ayrıca, katil, maktulün âkilesine diyet-i mugallaza ödemek mecburi­yetindedir. Kâfî'de de böyledir.

Dıyet-i magallaza: Şibh-i amd suretiyle vuku bulan bir katiden do­layı verilmesi lâzım gelen bir diyettir. Bu diyet, diyetin deve cinsinden ödenmesi taraflarca kabul edildiği zaman söz konusu olur. (Nitekim; "Diyet" bahsinde genişçe anlatılacaktır.

Şib-i amd'de de katil, maktulün vârisi ise, mirastan mahrum ka­lır. Mebsüt Şerhi'nde de böyledir.

Şibh-i amd, nefsin (= canın) hâricinde söz konusu olmaz, Kudûri ise, kitabında: "Şibh-i amd, nefsin haricinde de olur." de­miştir. Muhıyt'te de böyledir. [5]

 

3- Hatâen Katl:

 

Hatâen kati iki nevidir:

1-) Kasıdda Hatâ:

Av zannı ile, bîr insana, —onun insan olduğunu bilmeden— kur­şun sıkmak veya, düşman (= harbi) sanarak bir müslümana ateş etmek gibi..

2-) Fiilde Hata:

Bir kimsenin, başka bir maksatla attığı bir şeyin, bir insana isabet etmesi gibi.. Hidâye'de de böyledir.

Hatâen katl'de katile keffaret gerekir. Ayrıca, maktulün âkilesi­ne diyet ödemesi de gerekir.

Hatâen katl'de de, katil, maktulün vârisi olursa; mirastan mahrum edilir.

Ölen ister müslüman olsun, ister zimmi olsun, diyetin lüzumunda, bunlar müsavidirler.

Bu durumlarda, yani hatâ, ister kasıdda, ister fiilde olsun, katil gü­nahkâr olmaz. Cevheretü'n-Neyyire'de de böyledir.

Müntekâ'da,   İmâm   Muhammed   (R.A.)'in   şöyle   buyurduğu nakledilmiştir:

Bir kimse, başka bir şahsın, bir yerine vurmayı kasdeylediği hâlde, o şey, o şahsın başka bir yerine isabet ederse; —onu kasdetmese bile— bu fiilî kasd olur.

Ancak, attığı şey, başka bir şahsa isabet ederse; bu, hatâ olur.

H i sânı, bunu açıklama makamında, şöyle buyurmuştur.

Bir adam, bir başkasının eline vurmayı kasdettiği hâlde, vuracağı şey, hatâ ile, o adamın boynuna isabet eder ve o adam ölürse; işte bu hâl kasıddır ve bunda kısas vardır.

Şayet, bir adamın eline vurmayıistedi de, o şey, bir başkasının boy­nuna isabet etti ise, işte bu hatâdır. Zehıyre'de de böyledir.

Bakkâü'de şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, diğerinin başına sopasıyla vurmayı kasdettiğinde; sopa, onun gözüne isabet eylese; vurmayı kasdeylediğinden dolayı, ona diyet lâzım gelir.

Bir adam, kısas olarak, diğerinin elini kesmek istediği zaman, kı-lıncını eline vuracağı hâlde, o, onun omuzuna isabet etse; amdi mahd olduğundan, malından tazminat gerekir; onun için kısas yapılmaz. Çünkü onun, el kesme hakkı vardı.

Bir adam, baş giygisini, birinin başına attığın da, o, başka biri­nin başının üzerine düşerse; işte bu bir hatâdır.

Hişâm, İmâm Muhammed (R.A.)'den sormuş:

—Bir' adam, okunu birisine attı; ok, hatâen bir duvara isabet etti; sonra da tekrar dönüp aynı insana değdi ve öldürdü; durum ne olur? İmâm şöyle buyurmuş: —Bu bir hatâdır.

Bir adam, bir elbiseyi iyice bükerek, bir adamın başına vursa ve onun başı, kemiği görülecek şekilde yarılsa; işte bu bir kasid olur.

Fakat, bu adam, o yüzden ölürse; bu, bir hatâ olur.

Bu, Uynn'da da böylece zikredilmiştir. Muhıyt'te de böyledir. [6]

 

4-) Hatâ Mecrasına Câri Kati:

 

Hatâ mecrasına câri kati, gayr-i ihtiyarî bir fiille vukua gelen ölüm hadisesidir.

Uyumakta bulunan bir kimsenin, üzerine düştüğü şahsı öldürmesi veya bir hamalın arkasındaki veya elindeki bir yükün kazara düşerek bir insanı öldürmesi gibi..

Bu gibi ölümlerde, kasid da, hatâ da aranmaz. Kâfî'de de böyledir.

Bir kimsenin, evin üzerinden düşerek birini öldürmesi veya bir şahsın elinde bulunan bir tuğlanın yahut ağacın düşerek, birine isabet edip, onu öldürmesi; veyahut da, bir kimsenin, üzerinde binüi bulun­duğu bir hayvanını, bir şahsa basarak öldürmesi gibi hâller, tamamen, hatâ mecrasında carî katl'dir.Muhıyt'te de böyledir.

Hatâ mecrasına câri katl'in hükmüne gelince? bunda kısas yok­tur. Hatâ gibidir ve diyet'le keffâreî gerekir.

Katil, maktulün vârisi ise, mürastan mahrumiyet de gerekir. Cevheretü'n-Neyyire'de de böyledir. [7]

 

5-) Tesebbüben Katl (= Ölüme Sebep Olmak)

 

Tesebbüben kati, bir insanın ölmesine sebebiyet vermek demektir. Yani, bir şeyde, bir insanın cereyan eden âdet üzere telef olmasına

geçerli bir sebep olacak bir fiili vücûda getirmektir.

Bir kimsenin, ammeye ait olan bir yolun üzerinde, izinsiz olarak kazdığı bir kuyuya veya oraya yığmış olduğu taşların üzerine, bir kim­senin düşüp ölmesi gibi.. Kâfi'de de böyledir.

Bir adam, hayvanını sürmekte veya çekmekte iken, bu hayvan, başka bir şahsı tepeleyerek öldürürse; bu tesebbüben kati (= ölüme se­bep olma) olur. Müzmerât'ta da böyledir.

Tesebbüben kafl'in hükmüne gelince, bu yüzden ölen şahsm âkile-sine diyet gerekir. Bunda keffâret gerekmez. Mirastan mahrumiyet de yoktur.

Bu, bize göre böyledir. Kâfi'de de böyledir. En doğrusunu, ancak Ailahu Teâlâ bilir. [8]

 

2- KİSÂSEN ÖLDÜRÜLECEK VE ÖLDÜRMEYECEK OLAN KİMSELER

 

Hür bir erkek karşılığında, hür bir erkeğe kısas uygulanır. Kenz'-de de böyledir.

Kadın sebebiyle erkeğe erkek sebebiyle de kadına kısas uygula­nır. Hulâsa'da da böyledir.

Köle sebebiyle hür'e ve köle sebebiyle köleye kısas uygulanır. Mn-hıyt'te de böyledir.

Bir müslüman sebebiyle, bir kâfire kısas uygulanır. Fetâvâyi Kâdî-hân'da da böyledir.

Bir zimmî yüzünden, bir müslüman ve bir zimmî yüzünden, bir zimmîye kısas uygulanır,

Bir zimmî, diğer bir zimmiyi öldürdükten sonra, müslüman ol­sa; ihtilafsız olarak, o yüzden ona kısas uygulanır. Muhıyt'te de böyledir.

Dâr-i İslâm'a güvenceli olarak giren bir harbî için, bir müslüman veya bir zimmî'ye kısas uygulanmaz. Tebyîn'de de böyledir.

Zâhirü'r-rivâyeye göre, güvenpeli bir harbî için, diğer bir güven­celi harbîye de kısas uygulanmaz.

Bir müslüman, mürted bir erkeği veya bir kadım öldürürse; o müs-lümana da kısas uygulanmaz.

Keza, bir müslüman, diğer bir müslümanı, güvenceli olaraK git­tikleri dâr-i harbde öldürse; bize göre kısas gerekmez. Şayet bir müslü­man, dar-i harbde esir olmuş bir müslümanı öldürse; bi'1-ittifak, kısas gerekmez.

İmâra EbÛ Hanîfe (R.A)'ye göre, biu durumda diyet de gerekmez.

İmameyn ise: "Diyet gerekir." buyurmuşlardır. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Bir küçüğün katli sebebiyle, büyüğe kısas uygulanır. Kör yüzünden, sağlama kısas uygulanır.

Kötürüm yüzünden de sağlama kısas uygulanır.

Halet-i nezi'de (= can vermekte) olan bir kimseyi Öldüren şahsa da —onun yaşamayacağı bilinse bile— kısas uygulanır. Hulâsa'da da böyledir.

Çocuklar arasında, karşılıklı kısas yoktur. Sabinin kasdı da, hatası da müsavidir.

Malı varsa, kasden öldürünce, ondan diyet verilir. Ona keffâret de yoktur.

Hatâen olursa, bize göre mîrasdan da mahrum edilmez. Bunak ve mecnun da, o hâllerinde adam öldürülerse, sabî gibidir­ler. Mubıyt'de de böyledir.

Uzuvları tamam ve sağlam bir adama; —çolak gibi a'zası nok­san ve hasta bir adama bedel olarak— kısas uygulanır.

Akıllı bir adama; delinin yerine kısas uygulanır; deliye ise, akıl­lının yerine kısas uygulanmmaz. Fetftvftyi Kldbftn'da da böyledir.

Katil bir kimseye karşı, hâkim kısas hükmü verdikten sonra, öl­dürülen kimsenin velîsi, Öldürenin deliliğini kabul ederse; iştihsânen, ona kısas gerekmez ve ona, diyet gerekir. Halân'da da böyledir.

Katil, kısas hükmü verildikten sonra delirirse; o, kısâsen katle­dilir. Frtftvâyi Kltihln'da da böyledir.

Uyun isimli kitapda şöyle zikredilmiştir:

Velisi olan bir adam, bir diğerini öldürür; hâkim de ona kısas hükmünü verince; katil: "Benim hüccetim vardır." der; sonra da bu katil delirirse; İmam Mahammed (R.A.): "Bu deli kıyâsen öldürülür; istihsân-da ise, ondan diyet alınır." buyurmuştur. Tatarhânİyye'de de böyledir.

Fetâvâyi Soğrâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, delirir; sonra da ifâkat bulur ve o durumda bir adam öldürürse; o, sahih (sıhhatli, akıllı) adam gibidir.

Ondan sonra yine delirir ve bu delilik devam ederse; kısas düşer.

Şayet devam etmez ve iyileşirse; kısas uygulanır. HaUsa'da da böyledir.

Münlekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, birini Öldürdükten sonra, bunasa; şahitler de "onun, öl­dürdüğüne dair" şehâdette bulunsalar ve o, o hâlde bunamış olsa; ben, —onun öldürülmesini değil de— diyet vermesini güzel görürüm. Mnmyt'te de böyledir.

Üzerine kısas vacip olan bir kimse ölürse; kısas sakıt olur. Hîdâ-ye'de de böyledir.

Bir oğul, babasını veya anasını yahut baba veya ana tarafından dedesini —her ne kadar yukarı giderse gitsin— Öldürürse; bu katil de kısâsen öldürülür.

Oğlunu öldüren baba, kısâsen öldürülmez. Baba ve ana tarafın­dan, ne kadar yukarı giderse gitsin bu böyledir.

Dede de kısâsen Öldürülmez. Çünkü, dedeler baba menzilindedirler. Baba ve ana tarafından olan büyük analar da, —ister yakın, ister­se uzak olsunlar— kısâsen Öldürülmezler. Kâfi'de de böyledir.

Babalar ve dedelere evladım öldürdükleri için, diyet lâzım olur. Bu diyeti, üç sene içinde, kendi öz mallarından ödeme yaparlar.

Şayet, baba çocuğunu hatâen öldürdü ise, artık diyetin onun âkı-lesine verilmesi gerekir.

Bize göre hatâ ile öldüren üzerine keffâret gerekir. Kasden öldürmede keffâret yoktur.

Eğer çocuk memlûk (= köle) olur ve onu da babası kasden öl­dürmüş bulunursa; bu durumda, ona kısas uygulanmaz. Mebsût Şeriu'nde de böyledir.

Öldürülen, öldürenin vârisi; veya oğlunun oğlu ise; —herne ka­dar aşağı inerse insin— kısas bâtıl olur; diyet gerekir. Fetâvâyi Kâdihân'-da da böyledir.

Bir amca veya dayı, yeğenlerini öldürdüğünde; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.): "Onlara da kısas gerekmez; kendilerinden başka varisleri olmasa bile üç sene içinde diyet vermeleri gerekir." Fetâvâyi KadBıân'da da böyledir.

Bir adama, kendi kölesini veya mükâtebini yahut müdebberini veya oğlunun kölesini veyahut da bir kısmına sahib olduğu bir köleyi öldürdüğü için, kısas gerekmez. -Hidâye'de de böyledir.

Efendisini öldüren bir köle, kısâsen öldürülür. Hnlâsa'da da böyledir.

Vakfedilen bir köleyi Öldüren şahsa da kısas gerekmez.

Baba gibi, ortağı olduğu kimseyi Öldürene de —kâsıd olsun, ha­ta olsun, küçük olsun, büyük olsun— kısas gerekmez. Tatarhânİyye'de ve Tehzîb'de böyledir.

Kendisinden çocuğu bulunan ve ona ortak olduğu bir kadını (=. müşterek cariyeyi) öldüren kimseye de kısas gerekmez. Fetâvâyi KâdihâıT-da da böyledir.

iki kişi, bir adamı öldürdüklerinde; biri demirle, taşla; diğeri de sopa ile vurursa; ikisine de kısas gerekmez. Her ikisinin malından, yan yarıya diyet gerekir. Onların her birisinden, yan diyet alınır; yalnız imiş gibi.. Yarı diyet, demirle vurandan (onun şahsî malından) alınır; yansı da sopa ile vurandan alınır ve öldürülenin âkılesine verilir. Maksûd Şer-hı'nde de böyledir.

Ebediyen katli lâzım olmayan kimseyi öldüren şahsa kısas uygu­lanması —bunu kasden yapmışsa— vacip olur. Hidâye'de de böyledir.

Kısas, sadece kılıç veya benzeri bir âletle yerine getirilir. Kâfi'de de böyledir.

Hatta bir adam, diğerini yaksa veya suda boğsa, bu katil de boy­nuna kılıç vurularak kısâsen öldürülür.

Keza bir kimse, başka bir adamın, bir yerini keser ve adam da, o yüzden ölürse; bu adam, onun kestiği gibi kesilmez; boynu kılıçla vurulur.

Keza, bir kimse, diğerini başını vurup yararak öldürse; o katil de kılıçla kısâsen öldürülür. Serahsî'nin Mnhiyt'nde de böyledir.

Bir adam, diğerinin başını yardığında; yaralanan şahsı yılan so­kar veya aslan parçalarsa; yaralayan şahsa üçte bir diyet gerekir. Klfl'-de de böyledir.

Bir topluluğu bir adam öldürdüğünde; ölenlerin adamları da, top­luca onu öldürseler; onlara bir şey gerekmez.

Şayet onlardan birisi gelir ve o öldürürse; diğerlerinin de hakkı sâ: kıt olur. Hidâye'de de böyledir.

Bir topluluk, kasden, bir adamı öldürseler; o bir adam yüzün­den, o cemaat öldürülür. Kâfî'de de böyledir.

Bir adam, diğerine bir defa vurunca, o adam Ölürse; şayet de­mirle vurmuşsa, bu sebeble, katile kısas uygulanır.

Sopa ile vurmuşsa, diyet gerekir.

İmamı A'zam Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, demirle vurduğu zaman, kesen tarafıyla vurmuşsa; kısas gerekir, İmâmeyn'e göre ise, diğer tara­fıyla vurmuş olsa bile kısas vacip olur.

Bu, İmâm Ebû Hamfc (R.A.)'den de rivayet edilmiştir.

Esahh olanı budur.

Terazi taşıyla (kilo gibi) vurmak da böyledir. Hİdftye'de de böyledir.

Bir adam, diğer bir şahsı yaraladığında; o bu yaradan dolayı bir müddet yattıktan sonra ölürse; kısas gerekir. Kifî'de de böyledir.

Bir adam, diğer bir şahsa, kasden bir iğne veya emsali bir şeyle vu­rur; o adam da ölürse; diyet gerekmez.

Bu mes'elede sahih olan budur.

"Eğer, iğneyi öldürmek için batırdı ise, diyet gerekir; değilse, ge­rekmez.'* buyrulmuştur. Hizânetü'I-Müftîn'de de böyledir.

Bir adam, diğerini ısırınca; ısırılan ölürse; Ecnâs'ta: "Kendisi ile hayvan kesilen bir âletle vâki olan öldürmelerde kısas gerekir; âlet böy­le değilse kısas gerekmez. Yâni ısırmakla ölen için, kısas gerekmez."

denilmiştir.

Bir adam, diğerine, kançı ile ölene kadar vursa; kısas gerekmez. Hulâsa'da da böyledir.

Bir kimse, diğerine küçük bir sopa ile, ölene kadar vursa; bize göre kısas gerekmez. Mebsût Şerhı'nde de böyledir.

Bir adam, diğerine yüz kırbaç vurduğunda; doksanında ölmese de, onunda ölse; bir diyet lâzım olur.

Açık cevap: Yaralamalarda, eser kalmadan ölen için bir şey gerekmez.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) göre, diyet gerekir.

İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, doktor —tabib— ücreti gerekir. İlaç parası gerekir.

Âlimler: "Bu, yaralamadan eser kalmadığı zamana hamledilir. Şa­yet yaradan eser varsa; ölürse; diyet; kalırsa adaletle hükmetmek lâzım­dır." demişlerdir.

En uygun olanı da budur.

Bir adam, diğerine yüz kamçı-kırbaç vurur; o adam yaralanır ve bu yaralar iyileşir; fakat yaradan iz kalırsa; o eser (= iz) için, adaletle hükmetmek gerekir. Kâfi'de de böyledir.

Bir adam, diğerini boğsa da, o adam ölmese; ancak, o adam, ta­nınmış bir boğucu ise ve b aşk asımda boğmuşsa; o siyaseten öldürülür. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Şayet, bundan sonra tevbe eder ve imamın eline düşmeden önce tevbe etmiş olursa; tevbesi kabul edilir.

Eğer, imamın eline düştükten sonra tevbe etmişse, tevbesine bakılmaz. Bu, bir sihirbaza benzer.

Eğer, tevbe ederse; Şeyhn'l-İslâm, Şerhin'de "Bir kimse diğer birini suya gark eylediğinde; eğer su benzeri Öldürmeyecek derecede az olur ve yüzmekle kurtulma ihtimali bulunursa; buna rağmen, o adam ölür­se, işte bu bi'I-icma hatâ olur.

Fakat, su çok büyük olur da, o şahsın, bağlanmadan, yüzmekle kur­tulma imkânı olmaz; o, güzel yüzme bildiği hâlde ölürse; bu da hataen kasd olur. Çünkü, kurtulma imkânı yoktur." demiştir. İmâm Ebû Hanife (R.A.)'ye göre, hatâen kasd için kıs? s yoktur.

İmameyn'e göre, bu özel bir kasittir ve kısas gerekir. Mnhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğer bir adamı yakalayıp, ellerini bağlayarak denize atar ve o şahıs da suya batarak ölür; sonra da, ölüsü suyun yüzüne çı­karsa; bu katile o yüzden kısas uygulamaz. Ancak, ondan en ağır diyet alınır.

Bir kimse, diğerini gemiden denize veya Dicleye atar; oda yüzme bilmediğinden suyun dibine batıp boğulur ve ölürse; İmâm Ebû Han/e (R.A.)'ye göre, o, kısâsen Öldürülmez; ona, diyet lâzım gelir.

Şayet suyun yüzüne çıkıp, bir müddet yüzer; sonra da suya garko-larak ölürse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): Bu durumda kısas da, diyet de lâ­zım olmaz." buyurmuştur.

Keza, bir kimse, iyi yüzme bilen birini suya attığında; o şahıs yü-zemeyip, ölürse; diyet lâzım gelmez.

Suya attığı kimsenin öldüğünü veya çıkıp yaşadığım bilmezse; onun öldüğü bilinene kadar, bir şey gerekmez.

Şayet bir iki defa dalar çıkar ve netice-i hâli bilinmez ise, yine onu, suya atana kısas gerekmez. ZahîriyyeNie de böyledir.

İmâm Mohammed (R.A.), CâmhTs-Sağır'de şöyle buyurmuştur: Bir adam, fırını iyice ısıttıktan sonra, onun içine bir adam atar o adamın da çıkma ihtimali olmayıp, orda yanarsa; kısas gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam diğerini ateşe atsa, sonra çıkarsa bir müddet yaşasa sonrada ölse atan adam onun yanına gelir giderse katledilmez değilse öldürülür.

Bir adam, diğerini bağladıktan sonra, suyu, kazanda ateş gibi ısı­tıp, o âdâmı da kaynar kazana atarak bir müddet bekletse; adamın de­risi yüzülerek hemen ölse; bu durumda, onu atan şahıs da kısâsen öldürülür.

Su sıcak olduğu hâlde, şiddetli kaynar olmaz ve onun içine atıp, orda bir müddet bekletir ve adam sonra ölürse; onu atan, kısâsen öldü­rülür. Adamı önce kazana atıp, sonra da çıkarır; adamın derisi yüzülür ve o gün veya bir kaç gün sonra ölürse; yine onu atan, kısâsen öldürülür.

Adam, biraz iyileşip, yürüyebilir hâle geldikten sonra ölürse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, diyet gerekir.

Bir adam, diğerini, kış gününde, soğuk suya atar ve o adam ölür­se; atana diyet gerekir.

Keza, bir kimse, bir adamın elbisesini soyup, soğuk havada, bir yere bıraktığında; bu adam, soğuktan ölür veya bir şeyle bağlayıp, ka­rın içine bıraktığında, adam ölürse; diyeti gerekir.

Bir kimse bir adamı veya çocuğu bağlayıp güneşin altına bırakır ve o da, güneş çarpmasından ölürse; bağlayana diyet gerekir. Hızânetü'l-Müffîn'de de böyledir.

Bir kimse, başka birini damdan aşağıya atar veya dağdan aşağı­ya yuvarlar yahut bir kuyuya atarsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, bunlar hatâ—i kasddir.

İmameyn'e göre ise, şayet kurtulma imkanı varsa hatâ-i kasddir. Kur­tulma imkanı yoksa, amd-i mahz'dır.

İmameyn'e göre, bu durumda kısas gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kimse, bir adama zehir içirerek öldürse; şayet onu, bir men­faat karşılığı öyle yapmışsa, veya ona zoraki içirerek öldürmüşse; — kısas değil— diyet gerekir.

Şayet içen şahıs zorlamaksızın içmişse, bir şey gerekmez. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adam, diğerine: "Şu yemeği ye; güzeldir." der; o adam da yer ve yemek zehirli olduğundan, yiyen adam ölürse; tazminat gerek­mez. Hulâsaıda da böyledir.

Bir adam, diğerini tutup, bir yere bağlayarak hapseder ve hapse­dilen adam, orda açlıktan ölürse; İmâm Muhammed (R.A.): "Bu durum­da, âkılesine diyet vermek gerekir." buyurmuştur. Fetva ise, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavline göredir.

Bir adamı sağ olarak kabre koyup öldüren kimse, o yüzden, kı-sâsen öldürülür.

Bu, İmâm Muhammed (R.A.)'in kavlidir.

Fetva ise: Âkılesine diyet verilir. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir adam, uyuyan bir kimseyi veya bir sabîyi yahut baygını, bir eve sokar ve ev üzerlerine yıkılırsa; sabî ile baygını tazmin eder. Uyu­yan şahsı tazmin etmesi gerekmez. Hulâsa'da da böyledir.

Münlekâ'nın Kilâbü'l-Cinâyâl'inde, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) İmâmı A'-zam Ebâ Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyurduğunu nakletmiştir: Bir kimse, bir şahsı, bir bezle bağlayıp, vahşi bir hayvanın önüne atar; ve hayvan onu parçalayıp öldürürse; ona ölüm ve diyet gerekmez.

Ancak o şahıs, tevbe edene kadar dövülür ve hapsedilir. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ise: "Ben, o, ölene kadar habsedilir." de­rim buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğer bir şahsı, evine sokup, onun yanına da vahşi bir hayvan girdirip, üzerlerine de kapıyı kitler; vahşi hayvan o adamı öldü­rürse; bu işi böyle yapan şahsa bir şey gerekmez.

Keza onu yılan sokar veya akrep ısırır öldürürse; yılanla akrep is­ter onunla birlikte girdirilsin, isterse daha önce o evde mevcut olsun — hüküm, yine yukarıdaki gibidir.

Şayet, bunu bir sabiye karşı yaparsa; işte o zaman, diyet gerekir. Hızânetü'l-MfiftînMe de böyledir.

Bir adam, diğerinin karnını yarıp bağırsağını dışarı çıkarır; son­ra da onu, boynuna bir kılıç vurarak öldürürse; —ve bunu kasden— yapmış olursa; o zaman, kısâsen katilin boynu kesilir.

Şayet hatâ ile yaptı ise, o takdirde diyet gerekir. Kanuni yaran kim­senin, tam diyetin üçte birini ödemesi gerekir.

Bir kimse, diğerinin karnım bir baştan diğer başa kadar yardı ise, tam diyetin üçte ikisini ödemesi gerekir.

Bu, o şahıs, karnı yarıldıktan sonra yaşarsa böyledir. Şayet yaşa­mazsa; o takdirde, bunu kasden yapan öldürülür, hatâen yapan ise di­yetini verir.

Bir adam, diğer birini hafif ölmeyecek kadar yaralar; bir diğeri de, ağır ölecek şekilde yaralarsa; ölecek şekilde yaralayan katil olur.

Bu, yaralamalar ayrı ayrı zamanda olursa, böyledir. Şayet ikisi birden yaralarlarsa; ikisi de katil olurlar.

Keza, bir adam, diğerini on yerinden yaralar; bir diğeri de, aynı adamı bir yerinden yaralarsa, ikisi de katil olurlar. Hulâsa'da da böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, diğerinin boynunu kesse de, az bir yeri kalsa; adam da­ha canlı iken, bir başkası da gelip onu öldürse; ona diyet gerekmez. Çün­kü, o, ölmüş mesabesindedir.

O hâlde iken, onun oğlu —adamda daha can var iken— ölse; bu durumda adam, oğluna, vâris olur; fakat, oğlu ona vâris olamaz.

Beşr bin Vefd, Müntekâ'da İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un; İbnü Semâı da, İmim Mnhammed (R.A.)'in şöyle buyurduklarım rivayet etmişlerdir:

Bir adam, diğerinin elini kasden kesdikten sonra; eli kesilen adam, elini kesenin oğlunu kaiden öldürse; sonra da, eli kesilen o yüzden Ölse; onun elini kesenin, eli kesilenin yakınlarına diyet vermesi gerekir.

Bu mes'ele, Müntekâ'nın başka bir yerinde İmâm Mohammed (R.A.)'den şöyle nakledilmiştir:

Kıyâsda, eli kesen, kısas edilir; istihsanda ise, malından diyet verilir.

Bir adam, diğerinin oğlunu kasden öldürdükten sonra; oğlu ölen zat, oğlunu öldürenin elini hatâen keser ve o şahıs, bu yüzden ölürse; kısas gerekir, öldürdüğü oğlan için, onun babasının yakınlarına diyet vermesi gerekmez. Mahiyt'te de böyledir.

Bir adam: "Ben, filâna kılıçla vurdum; onu ben öldürdüm." der­se;   İmâm  Ebû  Yûsuf  (R.A.):   "Bu  durumda'*  —kasden  Öldürdüm demedikçe— hatâen öldürmüş sayılır." buyurmuştur. Fetâvâyi Kâdihân'-da da böyledir.

Şayet: "Kılıcımla vurdum; filanı öldürdüm." veya: "Bıçağımı ge­tirdim; filanı öldürdüm." der; sonra da: "Ben, başkasını irâde eylemiş­tim; ona isabet eyledi ve öldü." derse; bu durumda ölüm, hatâen ölüm olur. Mnhıyt'te de böyledir.

Bir adam: "Filan adama, kasden kılıcımla vurdum; Öldü mü bil­miyorum." der; onun velisi de: "Senin vurman sebebiyle öldü." derse; o adam, bu sebebden dolayı öldürülmez.

Şayet katil: "Ondan ölmedi; yılan sokmasından veya başka birisi­nin vurmasından öldü." der; ölenin velîsi de: "Hayır senin vurmandan öldü." derse; bu durumda da, o şahıs —kısâsen— öldürülmez. Katilin sözü geçerli olur ve onun, diyetin yansını ödemesi lâzım olur. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Bir katil, bir yabancıyı öldürdüğünde; eğer kati, kasden olmuş­sa; kısas lâzım olur.

Şayet hata ile olmuşsa; katil, maktulün âkılesine diyet öder.

Bir yabancı öldürdükten sonra, onun velîsi: "Onun öldürülmesini ben emreylemiştim." der; ona dâirde bir beyyinesi olmazsa; onun sö­züne inanılmaz. Muhıyt'te de böyledir.

Müslüman ve müşrik safları birbirine karıştığında, bir müslüman müşrik zanniyle, diğer bir müslümanı öldürse; bu durumda kısas gerek­mez. Katile diyet ve keffâret vacip olur. Sfldra'ş-Sehîd'in Camin's-Sagırin'de de böyledir.

Âlimler, şöyle buyurmuşlardır: Yalnız, diyet gerekir; keffâret gerekmez.

Bu, saflar karışmış oldukları zaman böyledir. Şayet, maktul müşriklerin safı arasında olursa; o zaman ismet sa­kıt olduğu için bir şey gerekmez. Hidâye'de de böyledir.

Bir adam, bir müslimana, onu Öldürmek için kılıç çektiğinde; digeri, onu öldürse; bir şey gerekmez.

Bunun, gece veya gündüz; şehirde veya köyde olmasında bir fark yoktur. Tebyîn'de de böyledir.

Bir adam, şehrin içinde gece; veya şehir haricinde gündüz, sopa­sını çekerek kasden bir adamı öldürmek istediğinde; kendisine sopa çe­kilen şahıs, kasden onu Öldürse; ona bir şey gerekmez.

Şayet, şehirde ve gündüz, kasden öldürürse İmâm Ebâ Hanife (R.A.)'ye göre, kısâsen öldürülür.

İmâmeyn'e göre kısas gerekmez.

Bir deli, birine silahını çeker; kendisine silah çekilen de kasden onu öldürürse; malından diyet lâzım olur. Bu, sabîye ve hayvana karşı yapılırsa yine böyledi. Hidiye'de de böyledir.

Bir kimse, silahını teşhir etse; (= karşısındakini tehdit ederek si­lâhım gösterse); sonra da, ondan vazgeçse; daha sonra da vurulmak is­tenilen şahıs; onu vursa ve öldürse; bu katile kısas gerekir. Bu, önceki, evvel vurur ve sonra da vurmaktan vaz geçerse; o zaman böyledir. Ya­ni, onun o şeyle ikinci defa vurmayı istemediği zaman böyledir. Kâfi'de de böyledir.

Bir adam, şehirde birine silah çeker ve vurur; sonra da vurulan şahıs, onu öldürürse; kısas gerekir. Bunun mânası, önce vuran vaz geç­ti ise böyledir. Zehıyre'de de böyledir.

Bir kimse, geceleyin birinin yanına girer ve âletini çıkararak, ona vurmak isterken, bir hırsız çıkar ve o vurup Öldürürse; öncekine bir şey gerekmez.

Bir mes'elenin te'vili: Eğer, önceki şahıs, öldürmekten vaz geçme­yecek idiyse; o takdirde katledilir. Hidâye'de de böyledir.

Fakat, aralarında anlaşma yaparlar ve aldığını terkedip gider; böy­lece bir şey yapmamış olur ve diğeri onu öldürmüş bulunursa; ona kısas gerekir. Hidâye ŞeAı'nde de böyledir.

En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dır. [9]

 

3- KISAS HAKKI KİME AİTTİR?

 

Öldürülen, küçük bir oğulun kısas hakkını, babası alır. Nefsin haricinde olanı da (diyeti de) baba alır.

Allah'ın ferâiz üzerine mîras hakkına sahip kıldığı kimseler, kısas hakkına da sahiptirler.

Buna, karı ve koca da dâhildirler.

Diyet de böyledir.

Bazı vârisler, kısas hakkından istifâde edemezler. Büyük yaşta ol­dukları hâlde, cem olsalar da, onlar için ve onlardan, biri için kısastan istifade etme ve onu yeme hakkı yoktur. Fetâvlyi KfcUhftn'da da böyledir.

Kısasa, maktul (= öldürülen) hak sahibidir.

Sonra, geride bıraktığı vârisleri hak sahibidir. HMâye'de de böyledir.

Bir adam, kasden birini öldürdüğünde; ölenin bir velisi bulunursa; işte, onun, (yani veliyy-i kısasın) hâkimin hükmü ile, kısâsen katili öl­dürme hakkı vardır. Hâkimin hükmü olmasa da, buna hakkı vardır. Katil, kılıçla öldürülür.

Boynunun haricinden, kıhçsız öldürmekten menedih'r. Şayet öldür­meyi kasdederse, bundan hazer eder. Şayet, Öldürürse, ta'zir olunur. Ancak, ona tazminat gerekmez. Onu öldürmekle, hakkini almış olur. Mıfayt'te de böyledir.

Bir matuh (= bunak) öldürüldüğü zaman; onun babası,kısâsen öldürme hakkına sahihtir. Bu durumda baba, sulh (= anlaşma) da ya­pabilir. Fakat, katili affedemez.

Bir matuhun eli, kasden kesildiği zaman da böyledir. Vasî de, bütün haklar bakımından baba makamındadır. Ancak, vâsi öldüreni, —kısâsen— öldüremez. Sulh (= anlaşma) yapatylir ve uzuvları hakkında kısas talebinde bulunabilir. Sabî de bunak gibidir. Hâkim de, sahih rivayete göre baba yerindedir. Hidâye'de de böyledir.

Kısas hakkında icma vardır. Eğer vârislerin hepsi küçük olurlar ve öldürülen çocuğun büyük bir kardeşi de olursa; o, velayet hakkına sahip olmaz. Mnhıyt'te de böyledir.

Kısas, küçükle büyük arasında olursa; o zaman İmâm Ebû Hanıfe (R.A.)'ye göre, büyüğün kısas isteme hakkı vardır.

İmlmeyn'e göre ise, buna hakkı yoktur. Ancak, babalan birse, o zaman kısas isteye bilir.

Bu ihtilaf: —Büyük ortak bunak olduğu veya mecnun olduğu zaman—; kardeş de olsa böyledir.

Keza, İm&m EbÛ Hanife (R.A.)'ye göre, hükümdarın da kısas isteme hakkı vardır.

İm im ey n, —büyükleri varsa— buna muhâlifdir.

Şayet hepsi de küçük iseler "hükümdar, o hakkı isteyebilir." denilmiştir.

Keza, "Onların hepsi veya birisi buluğa erişene kadar bekletir", diyenler de olmuştur. SerahsTnin Muhıyt'nde de böyledir.

Bir adam öldürülür; onun bir velisi de olmazsa; sultan kısas isteyebilir.

Hâkim de böyledir. Muhtar Şerhi İhtiyar*da da böyledir.

Bir köle, kasden öldürüldüğünde, kısas hakkı efendisinindir. Mü-bedder, müdebbere ve ümm-ü veled de köle yerindedirler. Serahrf'nin Mn-hıyt'nde de böyledir.

Bir adamın iki kölesinden birisi, diğerini kasden öldürse; bu du­rumda efendi, katilden kısas hakkını ister. Mohiyt'te de böyledir.

Mebsût'ta şöyle denilmiştir.

Bir küçükle, bir büyüğün, ortak köleleri öldüriilürse; büyük, kü­çük de buluğa erişine kadar kısas isteyemez.

Bu, bi'1-icrha böyledir. Hidâye Şerhi Aynî'de de böyledir.

tki kişi veya üç kişi, bir köleye ortak bulunduklarında; onun ve­layeti, birine değil, hepsine aittir. Şayet onlardan birisi, katili  afeder-se; o zaman kısas, diyete dönüşür ve o kölenin kıymetine göre —hür hakkında olan diyet gibi— diyet alırlar. Felâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Bir kölenin eli, bir başkası tarafından kesilir; efendisi de onu azâd eder; ve bir köle o yara yüzünden ölür; başka da vârisi bulunmazsa; efen­disi, onun katiline kısas uygulatır.

Şayet, o kölenin, efendisinin haricinde vârisi varsı; o zaman, efen­disinin kısas hakkı yoktur. Bu İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre böyledir. Kâfi'de de böyledir.

Hisara'in Nevadirin'de İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'in şöyle buyurduğu nakledilmiştir.

Bir adam, diğer bir adamı öldürür; bir başka adam da gelerek, "onun, kendi kölesi olduğunu" iddia edip, beyyine ve şahid getirerek, "onun, kendi kölesi olduğunu ve onu azâd eylediğini" isbat ederse; şa­yet onun vârisi varsa ve katil kasden öldürülmüşse kısas hakkı vârisinin olur.

Hatâen öldürülmüşse, diyeti de vârisine hükmedilir.

Şayet vârisi yoksa; —kasıd da olsa, hata da olsa,— efendisine dİ-yet hükmedilir. Diyeti ise, o kölenin kıymetinin karşılığıdır. Muhıyt'te de böyledir.

Bir mükâtep kasden öldürülür; efendisinden başka vârise de bu­lunmaz ve ödenecek borç da bırakırsa; İmâr. Ebû Hıaîfe (R.A.) ile İmâm Ebû Yusuf (R.A.)'a göre, bu durumda kısas hakkı efendisine aittir.

Hem borç, hemde vârisi kalırsa, bu durumda efendiye kısas hakkı yoktur. Eğer, hem vârisi, hem de efendisi bulunur; o kölenin efendisine ödeyecek kitabet borcu da olmazsa; kısas hakkı hür olan vârise aittir. Onun kısas hakki, bi'1-icma vardır.

"Efendinin de kısas hakkı vardır." denilmiştir. Hidâye'de de böyledir.

Muntekâ'da "Bir kısmı azâd edilmiş bir köle öldüriilürse; kısas gerekmez.'* denilmiştir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Bir mükâtep, kölesini öldürse diyet gerekmez. Mükâtebin kölesi öldürülse, onun hakkında da kısas gerekmez. Kasden oğlunu öldüren bir kimseye de kısas gerekmez.

Keza, izinli bir köle,kasden öldürülür; bu kölenin de borcu bulu­nursa; kısas gerekmez.

Keza, onun diyetine alacaklısı ile efendisi ortak olurlar. Seraha'nin Muhıyt'nde de böyledir.

Rehin olan köle öldürülse; —rehin bırakanla bırakılan bir araya gelene kadar— kısas gerekmez. HMâye'de de böyledir.

tkisi birleşince, kısas hakkını rehin bırakan şahıs alır. Fetâvâyi Kâ-«tîhân'da da böyledir.

İcâre olan bir köle öldürülse; kısas hakkı icara verene aittir. CeTheretfi'n-Neyyire'de de böyledir.

Satılmış, fakat teslim edilmemişJöir köle kasden Öldürülmüş olur­sa; müşteri muhayyerdir: îster reddeder; isterse, (—onun kısas bedelini alamaz ancak—) kısas yaptırır.

Ancak müşteri, o kölenin bedelini satıcıya vermişse, o takdirde, di­yetini alır. Muhıyl'te de böyledir.

Şayet müşteri, ahş-verişi bozarsa; kısas hakkı satıcının olur. Bu, İmâm Ebû Htnîfe (R.A.)'ye göre böyledir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre ise; Eğer, müşteri satışa izin verirse bu böyledir. Şayet satışı feshederse, satıcıya kısas değil, diyet gerekir.

İmâm Mahımmed (R.A.) ise: "Her iki hâlde de diyet gerekir." de­miştir. TebyıVde de böyledir.

Satılan bir köle, müşterinin yanında öldürülürse; bu durumda müşteri muhayyerdir: Eğer satıcı parasını teslim almışsa, kısas hakkı onundur; almamış olsa, yine böyledir. Eğer satıcı muhayyer olursa; ka­tili takip eder; ister, Öldürür; isterse, kölenin kıymetini alıp satın alan şahsa verir. ŞerttaFnin Muhıyt'nde de böyledir.

Tazminattan sonra, müşterinin kısas hakkı kalmaz. Fetâvayi Kidl-hân'da da böyledir.

Gasbedilmiş bir köle, gasıbın yanında kasden öldürülünce; asıl sahibi, dilerse, katili kisâsen öldürür; dilerse gâsıba, onu tazmin ettirir. Eğer, onun kıymetini alırsa; sonra da gâsıp katile müracaat ederek, kıy­metini ödetir. Katile kısas yaptıramaz.

Köle hizmetinde bulunan ve kendine vasiyet edilen de böyledir. Hiz­mete verenle, alan bir araya gelirler Ve hizmet sahibi, kısasa razı olmaz­sa; kıymetini tazmin gerekir ve bir köle satın alarak, öncekinin yerine verir. Muhiyt'te de böyledir.

Bir adam, kölesini bir şahsa vasiyet ettiğinde; kendisine vasiyet edilen adam, onu kabÛI edip, almadan önce, bu köle kasden öldürülür; kendisine vasiyet edilen zat da, geride vâris bırakarak ölür; o vârisler de, vasiyet edilen kölenin vasiyetten önce mi yoksa sonra mı, Öldürül­düğünü bilmeseler; bu durumda, hiç birisinin kısas isteme hakkı olmaz.

Şayet ittifak ederler ve: "Vasiyet eden, önce öldü. Sonra da köle öldü." derlerse; yine kısas hakkına sahip olamazlar. Sonra da, kendisi­ne vasiyet edilen şahsın, onu kabul edip etmediğine bakılar. Eğer, ka-bûl etmişse, katil o kölenin kıymetini, kendisine vasiyyet edilen şâhsın vârislerine verir.

Şayet reddeylemişse, o takdirde, katil, o kölenin bedelini vârisleri­ne verir. Fetâviyi Kadfhan'da da böyledir.

îki adam, bir adamı öldürdüklerinde, ölenin velisi, onlardan bi­risini affetse; ikincisini kisâsen öldürebilir.

Şayet, bir adam iki adamı öldürdüğünde; öldürülenlerin birisinin velîsi affetse; diğerinin velîsi onu —kisâsen— Öldürebilir. Fefâviyi Kfcdi-hln'da da böyledir.

En doğrusunu ancak Allahu Teâlâ bilir. [10]

 

4- KISAS FÎ'L-ETRÂF (= NEFSİN HARİCİNDE, UZUVLARDA KISAS)

 

Kısas fi'l-etraf: Mecruh veya maktu (- yaralanmış veya kesilmiş) bir uzvun yerine, cârih veya kâtım (= yaralayan veya kesen şahsın) mü­masil uzvunu cerh veya kat' etmek (= yaralamak veya kesmek) demektir. [11]

 

El Kesmek

 

Sol el için, sağ el kesilmez.

Sağ ele karşılık olarak da sol el kesilmez.

Çolak kolun yerine, sağlam kol (-el-) kesilmez.

Erkeğin eline karşılık, kadının eli kesilmez.

Kadının eli İçin de, erkeğin eli kesilmez.

Kölenin eli yerine hür kimsenin; hür olanın yerine de kölenin eli kesilmez.

Bir kölenin elinin yerine de, diğer bir kölenin eli kesilmez. Çünkü, kölenin elinin kıymeti, kölenin kıymetinin yarısı kadardır. Ve kölelerin kıymetleri de değişiktir; müsavi değildir. Fetfiv&yi Kftdİfcan'da da böyledir.

Müslüman ile kâfir zimmî olan şahıs arasında a'zada kısas gerekir.

Keza müslüman ve hür olan kadınlarla, kitabî olan kadınlar ara­sında da kısas aynen cereyan eder.

Keza iki kitabî (yahûdi ile nasranî) arasında da kısas aynen uygula­nır. Certeret TaNeyyire'de de böyledir. [12]

 

Deri Vekil

 

Kıllar hakkında kısas yoktur. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adamın başının derisinden veya vücudunun derisinden ko­parılan deri için de kısas yoktur.

Keza yanaklardan veya karından bir parça kesilse; onun için de kı­sas yapılmaz. Çeneden koparılan bir parça et için de kısas yoktur. Ma-bıyt'te de böyledir. [13]

 

Tokat Vurmak

 

Bir tokat için veya bir kötü söz için yahut itmek, çekmek, dürt­mek gibi basit şeyler için kısas yoktur. Cevheretü'n-Neyyire'de de böyledir.

Diş hariç —kemik için de kısas yoktur.

Kesilen her mafsal için, —kesilen yerde mafsal varsa— kısas uy­gulanması gerekir. Mafsalsız olan yer için kısas gerekmez. Mebsfif ta da böyledir. [14]

 

Gözde Kısas

 

Bir adam diğerinin gözüne vurunca; gözün görme gücü kaybo­lursa; kısas gerekir. Kâfi'de de böyledir.

Gözün görme gücünün kaybolması hususunda, alimlerimizin çe-şîtli kavilleri vardır:

Mnhammed bin Mnkâtil er-Razi: "Göz açık olarak güneşe karşı tutu­lur; eğer yaş çıkıp damlarsa; o gözde görüş gücünün mevcut olduğu an­laşılır. Şayet yaş çıkıp damlamazsa, gözün görme gücü gitmiş olur.' demiştir.

Tahâvî ise şöyle buyurmuştur:

O şahsın yanına yılan bırakılır. Eğer yılandan kaçarsa; gözün gör­düğü anlaşılır.

İroâm Mahammed (R.A.) ise şöyle buyurmuştur: O şahıs, göz doktoruna gösterilir ve onun söyleyeceği söze itibar edilir. Zahîrriyye'de de böyledir.

Kerhî "Takvîn ve tehassüfde kısas yoktur." demiştir. Mahıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerinin gözüne kasden vurduğunda, onu gözüne gör­meyecek şekilde boz inse; bütün âlimlere göre; bu durumda kısas gerekmez.

Kısas uygulanması gereken yerlerde, ister silahla vurulsun, ister baş­ka şeyle vurulsun (parmakla vurmak gibi..) aralarında fark yoktur; kı­sas yapılır. Zahîriyye'de de böyledir.

İmâm  Ebû  Hanîfe  (R.A.)  ve  İmâm  Muhammed  (R.A.)  şöyle buyurmuşlardır:

"Göz bebeği sökülen bir adam: "Ben kendi rızam ile söktürdüm.*' derse; kısas lâzım gelmez. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerinin sağ gözünü kör ettiğinde; bu cinayet sahibi­nin de sol gözü kör olsa; sağ gözüne kısas yapılır ve o şahıs, tüm kör olarak bırakılır. ZaMrîyye'de de böyledir.

Hasan bin Ziyâd şöyle buyurmuştur:

Bir adam, diğerinin gözünü kör ettiğinde, onun gözü şaşı fakat yi­ne de görüyor olursa; onun için kısas yapılmaz.

Şayet, kasden çıkarırsa, o zaman kısas yapılır.

Eğer göremeyecek derecede şaşı ise, ona hükümeti adi karan verilir.

Kendi gözü ziyade şaşı olan bir kimse, bir başkasının gözünü çıka­rırsa; bu durumda gözü çıkarılan muhayyerdir. İsterse onun gözünü çı­kartır; isterse ondan gözünün diyetim —onun malından, nısıf diyet olarak— alır. Fetâvâyi KâdttıâiTda da böyledir.

Kendisinin sağ gözüne boz inmiş bulunan bir kimse, başka bir şahsın sağlam olan sağ gözünü çıkarırsa; bu durumda gözü çıkarılan muhayyerdir: Dilerse, onun —çok az da görüyor olsa— sağ gözünü çı­karır; dilerse, gözünün diyetini alır.

Şayet çıkarılan göz hiç görmeyen bir göz ise, ona kısas gerekmez.

Şayet gözü çıkarılan şahıs, diyet istemiş olsa ve, bir yabancı da göz çıkaranın gözünü çıkarsa idi, öncekinin hakkı bâtıl olamazdı. Hızânetü'l-Müffin'de de böyledir.

Hişam'ın Nevâdirin'de, İmâm Mutaammed (R.A.)'in şöyle buyurdu­ğu nakledilmiştir:

Sağ gözüne boz inmiş bulunan bir şahıs, bir başkasının sağ gözünü çıkardıktan sonra, bu cinayet işleyen şahsın sağ gözündeki beyazlık kay­bolursa; gözü çıkarılan adam, cinayet işleyenin aynı gözünü çıkarır ve kısasa kısas olur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerinin gözüne vurarak ona boz indirdikten sonra, o beyazlık giderek, göz görür hâle gelse; vuran şahsa bir şey gerekmez.

Bu, göz eski haline döndüğü zaman böyledir. Fakat eskisi kadar göremez ise, o zaman hükümeti adi gerekir. Hızânetül-Müftin'de de böyledir.

Gözüne boz inmiş bulunan bir kimse gören göze karşı bir cina­yet işlediğinde; cinayeti işleyeni** gözü de, onun gözü gibi ise, araların­da kısas yoktur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerinin gözüne bir defa vurunca; onun gözünün bir kısmına boz iner veya yara meydana gelir; yahut göz perdelenir göze benzeri bir zarar isabet eder ve gözün görme gücü eskisinden aşağı dü­şerse kısas gerekmeyip, hükümeti adi gerekir. HızâneuVl-Müftîn'de de böyledir.

Hârûnî isimli kitapda, İmâm Muhammed (R.A)'in şöyle buyurdu­ğu nakledilmiştir:

Bir kadın doğum yaparken, çocuğun başı çıkıp, diğer yeri çıkma­dan, bir adam gelerek, o çocuğun gözünü çıkarsa; kısas değil de diyet gerekir. Başı ile birlikte yarısı çıkmadıkça, bu böyledir.

Şayet yarısı veya daha fazlası çıkmış olursa; kısas gerekmez; hükü­meti adi gerekir. Mnhıyt'te de böyledir.

Bir adam, bir çocuğun. —doğar doğmaz veya birgün içinde ya­hut daha sonra— onun gözünü çıkarır ve: "Ben, onunla görüyor mu, görmüyor mu idi, bilmiyorum." veya "Görmüyordu" derse, hükümeti adi gerekir.

O gözle gördüğünü bilir veya iki şahit: "Görüyordu." derlerse, yarı diyet gerekir.

Şayet kasden yapmışsa kısas gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.

Sağ göz için, sol göz; sol göz için de, sağ göz çıkarılmaz. Gözlerin büyüklüğü küçüklüğü fark etmez; kısasa kısas gerekir. Mu­hıyt'te de böyledir. [15]

 

Kulak Kesmek

 

Bir adam, kasden, birinin kulağını tamamen kesse, bu hususta kısas gerekir.

Şayet bir kısmını keser mafsalını kesmiş olduğunu bilirse yine kı­sas* gerekir.

Bu, İmâm Kerhî'nin kavlidir.

İmâm Ebû Yûsnf (R.A.): "Kulakta mafsallar vardır. Ondan bir şey kesildiği bilinirse, ondan dolayı kısas yapılır." buyurmuştur. Bu işten anlıyanlar, bakınca onun kesilip kesilmediğini bilirler. Onlara müraca­at edilir. Eğer onlar: "Kulakta mafsal vardır; o da kesilmiştir." derler­se kısas gerekir.

Yok, eğer: "Kulakta mafsal yoktur ve kesilmemiştir." derlerse, o şahsın kestiği kadar onun da kulağı kesilir. Zahiriyye'de de böyledir.

Ecnâs'ta şöyle zikredilmiştir:

Şayet, kesilen kulak hilkatte (yaratılışta) küçük; onu kesenin kula­ğı da yaratılış bakımından büyük ise, kulağı kesilen şahıs muhayyerdir: Dilerse, kulağının diyetini alır. (Bu yarı diyettir.) Dilerlerse diğerinin ku­lağını keser. Zahiriyye'de de böyledir.

Şayet kulağı kesilen şahsın kulağı, yarık ve duyma gücü zayıf ise, onun için hükümeti âdl'le hükmedilir. Zehıyre'de de böyledir.

Şayet, daha önceden kulağı koparılmış ve onun şahmesi ayrılmışsa; onun için kısas gerekmez, kesenin malından bir miktar diyet ge­rekir. Serahri'nin Mohiyt'nde de böyledir. [16]

 

Burun Kesmek

 

Bir adam, diğerinin burnunu tamamen kesmişse kısas gerekir. Bir kısmını kesmişse, bi*l-ittifak kısas gerekmez. Zehıyre'de de böyledir.

Şayet burun ucunu kesmişse; sahih olan adlile hükmeylemektir. Hızânetü'l-Maffîn'de de böyledir.

Kulağı kesen şahıs küçükse, kulağı kesilen şahıs muhayyerdir: Di­lerse, onun kulağını keser; dilerse, diyetini alır. Muhıyt'te de böyledir.'

Burun kesen şahsın, burnu koku almaz ise, burnu kesilen mu­hayyerdir: Dilerse onun burnunu keser; dilerse, diyetini alır. Zahîriyye'­de de böyledir.

Burun aslından kesilmişse; ona karşılık kısas yoktur. Çünkü, on­dan kopan bir parça yoktur.

Bir kimse, bir sabînin burnunu keserse ona kısas gerekir. Çocuk ister koku alsın, ister almasın fark etmez. Bu, hata ile olursa diyet gere­kir. Hızânetü'l-Müntn'de de böyledir. [17]

 

Dudak Kesmek

 

Tahâvî Şeriu'nde, İmam Ebû Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: Bir kimsenins alt dudağı veya üst dudağı kesilse; üst du­dağı için, kesenin üst dudağı alt dudağı için de alt dudağı kesilir. Kndûrî'de şöyle zikredilmiştir:

Her dudak için kısas gerekir. Dudağın bir kısmı kesilmişse, kısas gerekmez. Muiııyt'te de böyledir. [18]

 

Dil Kesmek

 

Kasden dil kesene kısas gerekmez. îster tamamım kessin, ister bir kısmın kessin..

Fetva için muhtar olan budur. Hızânetti'l-MiifnVde ve Zahîriyye'de böyledir. [19]

 

Dişte Kısas

 

Dişte kısas gerekir. Cani, hangi dişi kırdı ise, onun karşılığı kırı­lır. Hidâye'de de böyledir.

Fâzla olan dişi kıran şahsa kısas gerekmez. Ona hükümeti adi ile muamele gerekir. Cevhertü'n-Neyyire'de de böyledir.

Diş kıran şahsın, dişininin çokluğuna, azlığına; büyüklüğüne, kü­çüklüğüne bakılmaz; kırdığı kadar dişi kırılır. Yarısını kırdı ise yarısı; üçte ikisinin kırdı ise, üçte ikisi; dörtte birini kırdı ise, dörtte biri kırılır. Kerdeif nin Vedzi'nde de böyledir.

Sağ tarf diş için, sol tarafı, sol taraf içinde sağ taraf kırılmaz. Ön dişler için, ön dişler; büyük diş için, büyük; azı dişi için, azı dişi kısas yapılır. Üst dişler için, alt dişler; alt dişler için de, üst dişler kısas yapılmaz. Cevheretü'n-Neyyire'de de böyledir.

Bir adam, diğerinin dişlerinin yansım veya üçte ikisinin yahut dört­te birini kırdı ise, kırdığı kadar, kendi dişi kırılır.

Eğer kırdığı dişin yerine kendinde öyle bir diş yoksa; onun diyet ödemesi gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir adam, diğerinin dişini sökse, onu yapanın dişi sökülmez. Fa­kat etine varana kadar, dişi iğelenir. Fetâvâyi Suğrâ'da da böyledir.

Bir adam, diğerinin bazı dişlerini kırdığında; diğerleri de kararır veya kızarır yahut yeşillenir veya bir kusur vâki olursa; onlara karşılık kısas gerekmez; ancak diyet gerekir. Hulâsa'd a da böyledir.

Şayet, kendisine karşı cinayet işlenen zat: "Ben, kırılan dişlerin için kısas istiyorum; diğerleri için bir şey istemiyorum" derse; buna hakkı yoktur. Fetfivâyi Kâdihan'da da böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir topluluk, bir adamın dişini kırarsa; dişin etrafına bakılır. Şa­yet etrafı sağlam ise, —bir değişiklik yoksa— ona karşı kısas gerekir. Doktor isterse, onu iğe ile düzler ve ona: "Dişini kim kırdı", diye soru­lur. Eğer söylerse, onun dişi de o hâle getirilir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerinin bazı dişlerini kırdığında; diğer dişlef de ken­diliğinden düşseler; meşhur olan kavle göre, o düşenler için kısas yapıl­maz. HızânehVI- Müftîfl'de de böyledir.

Âdet olduğu veçhile, oyun yerinde iki kişi kalkıp, bir birine yum­ruk atar, ve biri, diğerinin dişini kırarsa; kırana kısas gerekir.

Bu mes'ele fetvada vâki olmuştur. Fetvalarda, bu hususta görüş bir­liği vardır.

Şayet, onlardan her biri, diğerine: "Vur, kır." der ve biri, diğerine vurunca; onun dişi kırılırsa, sahih rivayete nazaran, bir şey gerekmez. "Elimi kes." deyip de, elini kesdirene bir şey gerekmediği gibi.. Zahîriy-ye'de de böyledir.

Bir adam, kasden, diğer bir şahsın ön dişini sökse; onun da ön dişi sökülür. Dişi çıkaran şahsın, çıkarılan dişinin yerinden, tekrar diş çıksa; artık o yeniden sökülmez. O ikinci defa bitmiştir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adanı, diğerinin dişini sökse, dişi sökülen de —kısas olarak— onun dişini söker. Sonra, Öncekinin dişi tekrar çıkarsa; ikinci söken şah­sın, önce dişini sökene beşyüz dirhem ödemesi gerekir. Şayet diş eğri biterse; hükümeti adi ile hükmedilir. Diş yarım biterse, diyetin yarısı gerekir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Bir adam, diğerinin dişine vurduğunda; diş düşerse, bakılır: Di­şin yeri iyi olana kadar etrafına bakılmaz.

Yalnız, Mücerred'in, şöyle bir rivayeti vardır. Sahih olan ise, öncekidir. Zira buluğa erişmiş kimsenin dişi tekrar bitmez. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir sabinin (= çocuğun) dişi çıkartıldığında, acele edilmez; bu­sene beklenir. Sirâciyye'de de böyledir.

Uygun olan, caniden tazminat almakdır.

Eğer o dişin yerine aynısı gelirse, bir şey gerekmez. Şayet, sabinin dişi bitmez ve o, bir sene olmadan öncede Ölürse, cânîye (= suçluya) bir şey gerekmez.

İmâm Ebfi Hanîfe (R.A.)'nin kavli budur.

İmâm Ebft Yûsuf (R.A.)'a göre ise, hükümeti adi ile hükmedilir. Za­hîriyye'de de böyledir.

Bir adam diğerinin dişine vurduğunda; diş yerinden oynayıp o yüzden sallanırsa; el-Asl'da: "Bir sene beklenir; ister sabi olsun ister ba­liğ olsun.. Şayet o zamana kadar düşmez ise, vurana bir şey gerekmez. Eğer o vurmadan dolayı düşerse; kasden vurmuşsa, kısas gerekir; hatâ-en vurmuşsa, diyet gerekir" denilmiştir. Muhıyt'te de böyledir.

Hâkim, sallanan dişi tehir eder; vurulan şahıs da, bir seneden önce gelerek, hâkime: "Dişim vurulduğu için düştü," der; vuran da: "Ona, başkası vurdu, o yüzden düştü." derse; bu durumda vurulanın sözü ge­çerli olur.

Şayet bir sene sonra gelir ve böyle söylerse, o zaman vuranın sözü geçerli olur. Zahîriyye'de de böyledir.

Hasan bin Ziyâd, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

Bir adam, diğerinin dişini çıkardığında; onun dişi yarı çıkarsa; ya­rım diyet alır. Ona kısas yapılmaz.

Sökülen dişin yerine beyaz ve tam olarak bir diş çıkar ve onu da bir başkası çıkarırsa; önceki çıkarana kısas gerekmez.

Şayet, o diş küçük biterse, hükümeti adl'le hükmedilir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerinin, bir dişini çıkarır; bu cânînin de o dişin ye­rinde olan dişi siyah (çürümüş) veya sararmış, yeşillenmiş olursa; ken­disine cinayet işlenilen şahıs dilerse, o dişi çıkarır; dilerse, beşyüz dir­hem bedel alır.

Şayet arıza dişi çıkarılan şahsın dişinde ise, hükmeti adi gerekir.

Zahîriyye'de de böyledir.

Kendisine karşı suç işlenen şahıs bir şey arzu etmez; diğerinin si­yah dişi çıkar, yerin de beyaz bir diş biterse; öncekinin hakkı batıl ol­muş olur. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adam, diğerinin dişini söktüğünde, diş söken şahsın dişi dö­külmüş olur ve onu söktükten sonra tekrar çıkarsa; kısas gerekmez; di­şi sökülen şahsa diyet öder. Muhiyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerinin elini ısırır; eli ışınlan elini sallayarak, elini ısıranın dişini sökerse; İmâm Ebû Hatife (R.A.)'ye göre, bu durumda taz­minat gerekmez. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

İmâm Muhammet! (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Bir adam, zulmen senin dişini insanların olmadığı bir yerde sök­mek isterse; senin, onu öldürme hakkın vardır.

Bir adam, zulmen, senin dişini iğe île iğelemek isterse; sen , onu —her ne kadar orda kimse olmasa bile— öldüremezsin. Zahîriyye'de de böyledir. [20]

 

Elde Kısas

 

Bir adam, diğerinin elini kasden mafsalından keserse; bu durum­da, cânînin eli de —kısâsen— kesilir. Her ne kadar, onun eli, kestiği elden büyük olsa bile bu böyledir.

Bu kısas, eli kesilenin eli iyileştikten sonra uygulanır. El iyileşme­den önce kısas yapılmaz. Cevheretü'iı-Neyyire'de de böyledir. [21]

 

Parmaklarda Kısas

 

Parmaklar da mafsallarından kesilince böyledir. Mafsallarından kesilnıezlerse, parmaklarda kısas uygulanmaz.

Hizânetü'l-Müffin'de de böyledir. [22]

 

Ayaklarda Kısas

 

Kasden, ayak mafsalından veya uyluktan kesilmişse; kısas gerekir. Mafsalın haricinden kesilmişse, kısas gerekmez.

Ayak parmaklarında da durum böyledir. Şayet, kasden mafsalla­rından kesilirse, kısas gerekir; mafsalın haricinden kesilirse, kısas ge­rekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Ayağa bedel, el kesilmez.

Ayak parmağına karşılık da el parmağı kesilmez.

Bize göre, bir el için, iki el kesilmez. Mebsât'ta da böyledir.

Sağ baş parmak; ancak, sağ baş parmak yerine kesilir. Sol parmak da aynıdır.

Şehâdet parmağı, baş parmak yerine kesilmediği gibi; orta parmak yerine de kesilemez.

Hulâsa, hiç bir a'za, diğerinin yerine alınmaz (= kesilmez). Kesilme misli misline olacaktır. Mebsât'ta da böyledir.

Sağlam bir el, parmaklan eğri olan bir el için —kısâsen— kesil­mez. SerahsPnin Mahıyt'nde de böyledir.

Bir adam, diğerinin elini kestiğinde; kesilen bu elin parmağı si­yahlanmış veya yaralanmış olsa bile, kısas icabeder.

Her ne kadar, eli kesen şahsın kendi elinde, siyahlanmış parmak olmasa bile bu böyledir.

Bu gibi hâller, kısasa mâni değildir. Böyle basit kusurların varlığı yokluğu müsâvîdir. Hükümet-i adlin kesilecek dediği el, kesilir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adamın, elinde fazla parmak bulunur ve onu da, kendi elin­de de fazla parmak bulunan birisi keserse; kısas gerekmez. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve tmftm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre böyledir. Cevheretâ'n-Neyyire'de de böyledir.

Bir adam birinin elini kestiğinde, o elde fazla bir parmak bulu­nursa; o parmak için ayrı bir kısas yoktur. Serthrf'nin Mohıyt'nde de böyledir.

Bir adam, diğerinin elini koîunun yansından; veya ayağını, ba­cağının yarısından keser ve bunları da kasden yaparsa; aynı şekilde kı­sas gerekmez. Mebıfit'ta da böyledir.

Eli kesilen şahsın eli aslında sağlam; onu kesenin eli ise, çolak veya parmağı noksan olsa; bu durumda, eli kesilen şahıs muhayyerdir: îsterse, o kusurlu eli keser; isterse, elinin tara diyetini alır. Kâfi'de de böyledir.

Sadrn'ş-Şebîd Bürhânbl-Eimme şöyle buyurmuştur:

Bu suretle olup da, eli kesilen şahsın muhayyerliği sabit olur. Çolak olan zat, o elinden fayda te'min ediyor mu, etmiyor mu ona bakılır.

Şayet hiçbir menfaat te'min etmiyorsa, o el, kısas mahalli değildir. Bu durumda, o zat muhayyer de olamaz. Bilakis onun için diyet almak vardır.

Bu, el kesen şahsın elinin bulunmaması gibidir.

Fetva da bunun üzerinedir. Mahıyl'te de böyledir.

Kendisine karşı suç işlenen şahıs muhayyer bırakılmadan önce, kusur zail olur veya onu zulmen keserse; bize göre, suçlunun hakkı bâ­tıl olur.

Haklı olarak onun elinin kesilmesi veya hırsızlıktan dolayı kesil­mesi bunun hilafınadır ki, o takdirde, eli kesilene diyet verilmesi gere­kir. Kâfi'de de böyledir.

Bu, elin kesildiği vakit, noksanlık olduğu halde böyledir. Fakat el kesildikten sonra bu noksanlak meydana gelirse, burdaiki durum vardır:

Şayet o noksanlık bir kimsenin işi olmaksızın meydana gelmişse, (Şöyle ki: Semavi bir afetle noksanlık zuhur etmişse) cevap, yine aynı cevaptır.

Eğer noksanlık bir başkasının fiiliyle olmuşsa, (Meselâ: Bir başka­sı, onun bir parmağını veya parmaklarını zulmen kesmişse yahut ona yapılması gereken yapılarak kesilmişse) bu hususta cevap semavi bir f • 2Üe ölen hakkındaki cevap gibidir.

Şeyta'l-İslfim Hâfcer-zlde de böyle buyurmuştur. ŞeyhH'Mılim Afcmed et-Tıviıl Şerfu'nde şöyle buyurmuştur: O muhayyerlik, fiiliyle kesildiği zaman vardır.

Eğer zulmen veya semavi bir âfetle kesilirse burda muhayyerlik yoktur.

Bir farka işaret ederek şöyle buyurmuştur:

Bir kimse keserse; işte ondan dolayı hesaba çekilir. Sanki, o, on­dan men eylemiştir. O vakit muhayyer katır. Semavi bir âfetten dolayı olursa, muhayyerlik yoktur. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir adamın eli kasden kesilip, kısas vacip olduğunda; eli kesenin eli, haksız yere (zulmen) kesilse; önceki kısas ibtâl olur; diyete dönüşür.

El kesen şahısın eli, kestiği başka bir el için kesilir veya yaptığı yolsuzluktan (hırsızlıktan) dolayı kesilirse; önceki elini kestiği el için kı­sasa; bunun için de diyetine hükmedilir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Bir adam, diğerinin sağ elini keser ve bu şahsın sağ eli olmazsa; bu durumda eli kesilen şahsın hakkı diyettir. Bu diyet, eli kesen şahsın kendi malından verilir.

Bir adamın iki parmağı kesilir; kesenin de, o elinin bir parmağı ol­mazsa; mevcut bir parmak kesilir; diğerinin de diyeti alınır. Cevheretö'n-Neyyire'de de böyledir.

Bir adam, diğerinin elini keser ve onun için kısas da yapılır; son­ra da aynı adam, elini kestiği şahsın kolunu —eli iyileştikten sonra— keserse; tekrar kısas gerekmez. Bunu her hangisi yaparsa yapsın aynısıdır.

İmim Ebn Hınîfe (R.A.) şöyle buyurmuştur: Elleri kesilmiş veya çolak olanlar için misilleme kısas uygulanması

yoktur.

Bu, İmim Ebû Ynsûf (R.A.)'un da kavlidir. Ve bunu Hasao bin Ziyid, ondan rivayet eylemiştir. Sertbrt'nin Mnhıyt'nde de böyledir.

Bir adam, diğerinin sağ ayağının parmağını kestikten sonra, başka bir şahsın daha sağ ayağının parmağını keser veya aynı işi ellerinde ya­par; bundan sonra da, eli veya ayağının parmağı kesilenlerin ikisi de gelirler ve önce, onun parmağını; onun sonraki parmağını kestiği adam keserse; diğeri muhayyerdir: Dilerse, geride kalanını keser; dilerse, di­yetini alır.

Eğer önceki önce keser ve sonra da diğeri gelirse; o, diyetini alır.

Mebsât'ta da böyledir.

Bir adam, diğerinin parmağını yukarı mafsalından kestikten son­ra; bir başkasının parmağını da aşağı mafsalından; bir diğerinin par­mağını İse orta mafsalından keserse; bunların hepsi de, bu işi —kısası bir parmakda yaparlar.

Hepsi de bir araya gelerek, hâkimden haklarını isteseler; bu durumda hâkim, yukarı mafsaldan kestiği parmak karşılığında, onun parmağını yukarı mafsaldan keser.

Orta mafsaladan ve aşağı massaldan parmaklarım kestiği kimseler için, bu şahsın o mafsallarını —her ne kadar o şahısların da hakkı var ise de, kesmez.

Orta mafsalı kesilen şahıs muhayyer olur: "Dilerse, onun orta maf­salını keser; başka bir diyet gerekmez; dilerse, kesmez bir parmak diye­tinin üçte birini alır.

Aşağı mafsalı kesilen şahıs da muhayyerdir: Dilerse, onun parma­ğını aşağı mafsaldan keser; diyet gerekmez; dilerse, parmağı kesmez di­yetin üçte ikisini onun malından ödetir.

O şahıslardan birisi hazır olduğu hâlde ikisi bulunmaz ve eğer huzurda olan, parmağı yukarı mafsaldan kesilen şahıs olursa; işte on­lar muhayyerdirler: Dilerlerse, mafsallarından kestirirler. Eğer kestirir-lerse tazminat kalmaz. Muhıyt'te de böyledir.

Parmak sahibi önce vurup hakkı zahir olur; iki mafsal sahibi hu­zurda bulunmaz; bir mafsal sahibi de hâkimin huzurunda bulunmaz; hâkim parmağın tamamını kesmeyi üçüncü şahsa hükmeder; sonra da bir mafsalı kesilen ile, iki mafsalı kesilen zatlar gelirlerse; hâkim, onla­ra da diyet hükmeder. Ziyâdât Şerhi'nde de böyledir.

Bir adam, diğerinin elini mafsaldan; sonra da elini dirsekten ke­ser; sonra ikisi bir araya gelerek, eli kesilen şahıs, elini kesenin elini ke­serse; bilâhare dilerse, o dirseği kesilen zat, diğerinin dirseğine kadar keser; dilerse, diyetini alır. Mebsât Şerlu'nde de böyledir.

Biri huzurda bulunsa da, diğeri olmasa; eli kesilen şahıs, huzur­da olandan hakkını alır. Möbıyt'te1 de böyledir.

Bir adam, diğerinin parmağını kestikten sonra, parmağı kesilen, diğerinin parmağını mafsaldan kesse; parmağı mafsaldan kesilen şahıs muhayyerdir: Dilerse, kendi parmağının noksanlığı kadarını keser; di­lerse, diyetini alır. Sonraki kesenin bir hakkı kalmaz. Muhıyt'te de böyledir.

İmâm Muhammet! (R.A.), Cami Kitabında şöyle buyurmuştur: Bir adam, kaşden, diğer bir şahsın elini "keser ve kesenin eli de sağ­lam olur; eli kesilen de onun bir parmağını keserse; muhayyerdir: Di­lerse, elini tam keser; dilerse, diyetini alır.

Eğer, eh' kesilen, elini kesenin diğer elinden bir parmağını keserse; muhayyerliği kalkar. Parmağı kesilen şahıs, önce elini kestiği şahsın yan diyetini verir ve diğer elinin kesilen parmağının yerine de, dilerse onun parmağını keser, düerse, bir parmak diyeti alır. Diyeti da te'hirli öder; üçte ikisini birinci senede, üçte birini de ikinci senede öder. Mahıyt'îe de böyledir.

Bir adam, diğerinin sağlam olan elini keser; eli kesilen de, elini kesenin bir parmağını keser; sonra da önceki adam parmağını kesenin diğer elini de keser; eli kesilen de, elini kesen şahsın, o elinden bir par­mağım kestirir; bilâhare de o el kesen şahıs, üçüncü bir adamın da elini keser; o üçüncü adamda, onun bir parmağımı keser; daha sonra da hepsi birden hakime çıkarlarsa; onlardan hiç birisi diyet alma hususunda mu­hayyer değildirler. Onlar için, el kesenin eli kesilir. Önceki eli kesilen şahsa, elinin diyetinin beşte üçü ve bir de beş de birin üçte biri vardı.

İkinci adam için, yarı diyet ve dörtte birin üçte biri vardır. Üçüncü adam için de, diyetin dokuzda dördü vardır. Serahsî'nin Mu-hıyt'nde de böyledir.

Bir adam, birinin sağ elini, diğerinin de sol elini kesse, o yüzden her iki eli de kesilir.

Keza bir kişi, iki kişinin sağ elini kesse; İster ikisini birden kes­sin, isterse arka arkaya kessin, divetlerini onlara borçlanır.

Onlardan birisi, kısas yapılmazdan önce affederse; diğerinin kı­sas kısas hakka baki kalır. Affeden şahsa birşey yoktur.

Onlardan birisi bulunur; diğeri bulunmaz ise, gaibolan beklen­meden, o hazır için kısas yapılır.

Sonradan gaip olan gelirse, o da diyet alır.

Şayet her ikisi de mevcut olurlarsa; onalara kısas ve diyet hükmedilir.

Birisi diyeti aldıktan sonra, diğeri kısası affederse, affı kabul edi­lir. Bu durumda diğerinin kısas isteme hakkı yokdur. Ancak, o, diyetin yarısını alır.

Şayet ikisi de diyet istemezler ve onlardan birisi, hâkimin hükmün­den sonra affederse; İmâm Ebâ Hatifte (R.A.) ve İmim Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, kıyâsda, o biri4kısas isteyebilir.

İmâm Mohammed (R.A.)'e göre, kısas isteyemez. îstihsanen bu böyledir.

ikisi de onun malım almasalar da, bir kefil alsalar; sonra da on­lardan birisi affeylese mes'ele önceki gibi ihtilaflıdır.

Şayet, ikisi de malını rehin olarak alsalar; malını teslim almış olurlar.

Bundan sonra, onlardan birisi affederse, diğeri kısas isteyemez. Bu istihsândır.

Bir adam diğerinin kasden elini kesip; başka birinin elini de, kas-den aynı şekilde kesse; o şahıslardan birisi, onun elini dirsekten kesse; onun el kesilme işi tamam olmuş olur; onun, diğer eli kesilmez. Onun bir el diyeti vermesi gerekir. Onu da elleri kesilen şahıslar, aralarında taksim ederler.

Sonra da eli dirsekten kesilen zat, muhayyerdir: Dilerse, elini dir­sekten kesenin, elini dirsekten keser; dilerse, hükümetin adi ile dirseği­nin karşılığını —üç senede— alır. Üçte ikisini birinci senede; üçte birini de ikinci senede alır.

Şayet diyet daha fazla olursa, o fazlayı da üçüncü senede alır. Muhıyt'te de Şöyledir.

Birladam, diğerinin parmağım, yukarı mafsaldan kasden keser ve o iyileşirse; —aynı parmakta— ikinci mafsalı da kesmedikçe, kısas gerekmez.

Şayet başka parmağın birinci masfalmdan keserse, ikincisinin di­yeti gerekir.

Keza, ikinci parmak da iyileştikten sonra; üçüncü bir parmağı orta mafsaldan kesse; bütün masraflara diyet gerekir. Her biri için, aslı gibi birer defa kısas gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerinin bir parmağının iki mafsalını keser ve o adam sonra kesilen ikinci mafsal yüzünden ölürse; önceki kestiği mafsal için, onun vârislerine diyet öder. Sonra, kesen şahıs yine gelip bir mafsal da­ha keserse, onu kesene birinci mafsal için kısas gerekir; ikinci mafsal yüzünden ölürse vârislerine diyet Öder. Ziyâdat Şerhı'nde de böyledir.

Bir kimse, diğerinin bir mafsalını keser; o iyileşir ve kesen şahıs, bu çlaf'a da, o adamın İkinci mafsalını keserse; kısas gerekir.

Şayet yukarı, mafsalını keser; o iyileşir; kesiciye kısas yapar; sonra da önceki kesen dönüp, ikinci mafsalı keser; o da iyileşirse; yine kısas /âcip olur.

Bir adam, diğerinin mafsalının yansını kesse ve o iyileşse; sonra da mafsaldan noksan kalan yerini kesse ve o da iyileşse, bundan dolayı kısas gerekmez. Mnhıyt'te de böyledir. Şayet aralarında tahallul varsa kısas gerekir.

Bir adam, diğerinin parmaklarını kasden keser ve o iyileşmeden elini de keserse; bu caninin parmakları değil eli kesilir. Serahsî'nin Ma-kiyt'nde de böyledir.

Bir adam, diğerinin bir mafsalını keser; o iyileşmeden, ikinci maf­salının da yarısını keserse; kısas gerekmez.

Şayet önceki kesilişte, kabarma, şişme, olur; sonra da iyileşirse; ön­ceki mafsal için kısas; kalan yer için de diyet gerekir. Attâbî'nin Ziyâdat Şerhı'nde de böyledir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Bir adam, diğerinin parmağına kasden vurur; onun da eli kopar ve önceki vuruş mafsaldan olup; el de mafsaldan kopmuş bulunursa; o takdirde kısas gerekir.

Şayet birinci vuruş mafsaldan olmaz ise, o yüzden kısas yapılmaz. İmâm Ebû Yûsof (R.A.), şöyle buyurmuştur:

Ben, yaranın aslına bakarım. Eğer düşüş mafsaldan ise, kısas gere­kir; değilse gerekmez.

İmâm  Ebö  Hanîfe  (R.A.):   "Bu  durumda  kısas  gerekmez." buyurmuştur.

Fetva da buna göre olmuştur. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir adam, diğerinin parmağını —kasden— mafsalından kestiğin­de; onun avuç içi çolak olursa; o parmak hakkında kısas yapılmaz; âlim­lerimize göre diyet gerekir.

Keza parmak mafsallarından birinin kesilmesi hâlinde; çolak olan el için, kısas değil bi'1-icma diyet gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir adamın bir parmağı kesilince onun yanındaki parmak da işe yaramaz hâle gelip, çolak olursa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.: "İki parmak için diyet gerekir; kısas gerekmez." buyurmuştur.

İmâmeyn ise: "Birinci parmak için kısas; diğeri için de diyet gere­kir." buyurmuşlardır. Zehıyre'de de böyledir.

Nevâdir'de, İbnü Semâa, İmâm Mu ham in ed (R. A.)'in şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmiştir:

Bir adamın parmağı kesildiğinde; bu yüzden, yanındaki parmak da düşerse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, kasas gerekmez. Fakat, her iki parmak için de diyet gerekir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ise: "Birisi için kısas; diğeri için de diyet gerekir, buyurmuştur.

İmâm Muhammed (R.A) ise: "Her iki parmak için de kısas gerekir." demiştir. Zehıyre'de de bövledir.

Bir kimse, diğer bir şahsın parmağını, kasden kesdiğinde, elin­deki bıçak, onun yanındaki parmağıda anzalandırsa; hilafsız olarak, bi­rinci parmak için kısas; ikincisi için diyet gerpkir. Mohıyf te de böyledir.

Müntekâ'da zikredildiğine göre, İmâm Mvhanuned (R.A) şöyle buyurmuştur:

Bir adam, diğerinin şehâdet parmağını mafsalından keser ve onun te'siriyle, orta parmak da düşerse; bu durumda, caninin şehadet par­mağı mafsalından; orta parmak ise tamamen kesilir.

Şehated parmağı çolak kalırsa; orta parmak kesilir. Şehâdet par­mağı için kısas yapılmaz. Zehıyre'de de böyledir.

Şayet bir adam diğerinin elini keser ve ona kısas yapılır; önceki eli kesilen de ölürse; —kısâsen— o ölenin elini kesen öldürülür. Kısâ-sen eli kesilen şahıs ölürse; onun âkılesine diyet ödenir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre bu böyledir.

İmameyn'e göre ise bir şey gerekmez. Tebyîn'de de böyledir.

Bir adam, diğerinin elini kestikten sonra; onu ister kasden, ister­se hatâen öldürürse; o adam yakalanır ve ona tek diyet lâzım olur.

Şayet elini kasden kestikten sonra; ve onun eli iyi olmadan önce kasden onu öldürürse; bu durumda imâm ( = devlet başkam) muhay­yerdir: Dilerse, önce elini kesiniz; sonra da öldürünüz.'* der; dilerse "onu öldürünüz" der.

Bu görüş, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye aittir, İmâmeyn ise: "Eli kesilmeden öldürülür." demişlerdir. Hidâye'de de böyledir.

Bir adam, diğer bir adama karşı iki nevi cinayet işlediğinde; bu cinayetlerin ikisi de bir cinsten olur; (meselâ: tkisj de kasıdla yapılmış veya hatâ ile yapılmış olur) o adam da ölürse; o cinayetlerden birine iti­bar edilir.

Veya, o iki suçun birini kasden, diğerini hatâen yaparsa; cani ister bir kişi olsun, ister iki kişi olsun, onların her birine nefsinin ölümü hük­medilir. Hizânetn'l-Mfiffin'de de böyledir.

Bir adam, diğerinin parmağını veya elini kestikten sonra, bir baş­kası, kalan elini keser Ve o adam ölürse; Ölüm kısası, ikinci adama ya­pılır; Öncekine kısas yapılmaz, öncekinin de ya parmağı veya eli kesi­lir. Seremf nİn Mnhıyt'nde de böyledir.

Ünseyeyni kasden kesmekte kısas var mıdır? Kısas icabeder mi bu hususta, Kitap'ta açık bir hüküm görülmemiştir. Zahîriyye'de de böyledir.

Haşefe (= zekerin başı) kasden kesilirse; burda kısas vardır. Bir kısmı kesilirse, kısas yoktur. Muhıyt'te de böyledir.

Zekerin (= erkeklik uzvunun) bir kısmı kesilirse, kısas yoktur. Tamamı kesilirse, el-Ad kitabında "Kısas yoktur." denilmiş ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'ten rivayetle: "Kısas vardır." denilmiştir. Zahîriyye'de de böyledir.

Sahih olan, zâhirü'r-rivâyedir. Müzmerât'ta da böyledir.

eî-Asl'da şöyle zikredilmiştir:'

Yeni doğan bir çocuğun zekeri kesildiğinde; hareketi varsa, kısas gerekir.

Zeker, hatâ ile haşefesinden kesilirse, tam diyet gerekir.

Burada hareketten murad çocuğun idrarını yapabilmesidir. Muhıyt'te de böyledir.

Eğer hareket edemiyorsa, adi ile hükmedilir. Bu çocuk, tenasül uzvu hareket etmeyen kimse gibidir. Câmiu's-Sapr Şerhı'nde de böyledir.

En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dır. [23]

 

5- KATL HAKKINDA ŞEHÂDET VE İKRAR; KATİLİN DAVACI VEYA CİNAYET SAHİBİNİ TASDİKİ YAHUT TEKZİBİ

 

Eğer, kasd olduğuna iki kişi şahitlik yaparlarsa, cani habsedilir. O şahitlerden sorulur. Eğer şahitlerden, adli olan birisi, şehâdette bulu­nursa; cani habsedilip günlerce bekletilir. Bir başka şahit daha gelir ve o da aynısını söylerse; hapsi devam eder; değilse yolu açılır. Yâni hapis­ten çıkarılır. Bu hususta kasd, hatâ, şibh-i amd müsavidir. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, diğerinin, hatâ ile babasını öldürdüğünü " iddia ede­rek, "şehirde beyyinesinin olduğunu'* söyler; da'vah da beyyinesini ikame için bir kefil talep ederse; işte o zaman hâkim, "üç güne kadar, bir kefil getirmesini" emreder.

Eğer iddiacı: "Şahidim hazırda değildir." der ve şahitlerini getire­ne kadar, ondan da kefil istenirse; hâkim, ondan kefil almaya ihtiyaç görmez.

Şayet, kasden öldürdüğünü iddia eder ve kefil almayı da isterse; hâkim, ona icabet etmez. Bundan, sonra onun beyyinesi kabul edilmez. Ancak, da'vacı beyyinesini ibraz ederse; hakim, caniyi önce hapseder; sonra da âdil şahitlerin şehâdetleriyle katli gerekiyorsa; onu kısâsen kat­leder. Fetâvâyi Kâdih&n'da da böyledir.

Öldürülen bir şahsın iki oğlu olur ve onlardan biri huzurda bu­lunduğu hâlde diğeri bulunmazsa; hazırdan olanın, babasının ölümü hakkındaki beyyinesi kabul edilir; fakat, katil öldürülmez; habsedilir. Di­ğer kardeşi de gelirse, ona da beyyine teklif edilir.

Bu, İmâm Ebu Hanîfe (R.A.)'ye göre böyledir.

İmâmeyn'e göre, eğer ölüm hatâ ile olmuşsa, beyyine iadesine hacet yoktur.

Babalarının, başkasına borcu varsa; bi*l-icma beyyine iadesi gerek­mez; katilin hapsedileceğinde icma vardır. Gaip olan oğlu gelmedikçe, kısas yapılmaz, iki kişinin ortak bulunduğu bir köle, öldürülürse; o da böyledir, ister kasden, ister hatâen öldürülsün gaip olan ortak gelene kadar, katil habsedilir. Kâfi1 de de böyledir.

Vârislerin tamamı hazır olduğu hâlde, babalarının kanını iki ki­şiden iddia ederler ve damalılardan birisi gaip, diğeri huzurda olur; hep­sinin beyyinesi de, kasden öldürüldüğüne dair ise; hazırda olana karşı, beyyineler kabul edilir ve ona kısas cezası verilir. Gaip gelince, o da kı­sas edilir.

Şayet gaip, katli inkâr ederse, vârisler tekrar beyyine getirirler. Ze-hıyrc'de de böyledir.

İki şahit, bir kimse hakkında şehadette bulunar..!.,   gerçekten o, kılıcıyla bir adama yurdu. Adam ölene kadar yataktan kalkamadı.'' derlerse; o adama, kısas uygulanması gerekir. Bu durumda hâkimin şa­hitlere "ölen zat, vurduğundan dolayı mi öldü?" diye sorması, —ister kasd, ister hata olsun— uygun olmaz. Fakat onlar şehadette bulunur­larken: "vurması sebebiyle Öldü." derlerse; bu şehâdetleri caizdir.

Yalnız, "ölene kadar vurdu." derler ve başka ilâve yapmazlarsa, işte bu kasd olur.

Yalnız, hâkim yine de "Kasden mi öldürdü?" diye sorar. Bu da tekid içindir. Keza şahitlerin: "Mızrağım sapladı."; "Süngüsünü sok­tu." demeleri, tamamı kasd olur. Mebsât'ta da böyledir.

Şayet şahitler: "Hata ile kılıcıyla vurdu." derlerse şahitlikleri ka­bul edilir ve adama diyet hükmedilir.

Şayet: "Kasden mi öldürdü; yoksa hatâen mi öldürdü bilemiyoruz." derlerse yine şehâdetleri kabul edilir ve katilin malından diyet hükmedilir.

Bu söylediklerimiz istihsâna göre böyledir. Ve şehâdetleri mâkbûı-dür. Mıkjrt'te de böyledir.

Katilin hatâ ile kati ettiği hususunda bir kişi şehadette bulunur; diğer şâtiit de "katilin, böyle ikrar eylediğine" şahitlik yaparsa; işte bu şehâdet bâtıldır. Şeyhı'l-hUm Htter-z&de, şöyle buyurmuştur:

Diyette aslolan, şahitlerin "bir yerde" veya "iki yerde" demeleri; birinin bir taraftan, diğerinin diğer taraftan görgü şahidi olmaları caizdir.

Şayet, şahitler, zamanında veya mekanında ihtilaf ederlerse; şehâ­detleri kabul edilmez. Manyt'te de böyledir.

Şahitler, yaralama yerinde ihtilâf ederlerse, yine şehâdetleri bâ­tıl olur. MtMt'ta da böyledir.

Şahitlerin birisi: "Kılıçla Vurdu." der; diğeri de: "Taşla vurdu" der ve böylece âlette ihtilaf ederlerse; şehâdetleri kabul edilmez.

Şahitlerden birisi: "Kılıçla öldürdü." der; diğeri de: "Bıçakla öl­dürdü." derse; veya birisi "sopa ile;" diğeri de: "Taş ile öldürdü." derse; şehâdetleri kabul edilmez.

Şayet şahitlerden birisi: "Kılıçla öldürdüğünü, kendisi ikrar ey­ledi." der; diğeri de: "Bıçakla öldürdüğünü, kendisi söyledi." der; id­dia sahibi de onların söylediğini doğrularsa kısas yapılır.

İM Scafa, NevftdMa'de, İmim Mnhammed (R.A.)'in şöyle buyur­duğunu nakletmiştir:

Şahitlerden birisi: "Kılıçla öldürdü." veya "Sopa ile öldürdü." der; diğeri de: "öldürdü; fakat ne ile öldürdüğünü bilmiyorum," derse; bu şehâdet kabul edilmez.

Istihsânda ise: "Bu, şehâdet kabul edilir; fakat, kısas değil de, di­yet cezası verilir." denilmiştir. Mataiyt'te de böyledir.

İki kişi hakkında, şahitlik yapılır ve"Onlardan birisi kılıçla, di­ğeri sopa ile öldürdü. Fakat, sopa kimindi, bilmiyoruz." derlerse; şe­hâdetleri caiz olmaz.

Keza, bir adam hakkında şahitlik yaparlar ve birisi "Bir parmağmı kesti." derken; diğeri *'diğer parmağını kesti." der ve ikisi de "ay­nı elde olduğunu" söylerlerse; şehâdetleri caiz olmaz. Mebsât'ta da böyledir.

İki şâhid, şehâdette bulunduklarında, birisi: "Elini mafsaldan kes­ti.'* der; diğeri de: "Ayağını kesti." der ve her ikisi birlikte: "Yataktan kalkmadan öldü." derler; ölenin velisi de onları tasdik ederse; katile yan diyet vermesine ve onu kendi malından ödemesine hükmederim.

« Keza, bir adama karşı, iki şahit şehâdetlerinde ittifak edemezler ve biri "elini", biri: "ayağını kesti." derlerse; bir şey gerekmez. Fakat, ittifak ederlerse, Öldürene kısasla hükmedilir. Eğer velîsi, elinin ayağı­nın kesilmesini isterse; onda hakkı olmaz. Hâvi'de de böyledir.

İki şâhid, beraberce: "Elini, mafsaldan, kasden kesti. Sonra da kasden öldürdü ve o adam bu yüzden öldü." derlerse; maktulün vâris­leri, katilin önce elini keser; sonra da onu —kısâsen— öldürürler.

Şayet hâkim, vârislere: "öldür onu; elini kesme." derse; bu da güzel olur.

Bu, İmâm Ebft Hsnîfe (R.A.)'nin kavlidir. İmameyn ise: Hâkim, ona öldürmesini emreder; elim K^nıe hakkı yoktur." buyurmuşlardır.

İki cinayetin biri hata ile; diğeri kasden yapılsa; önceki hatâ ise, âkı leşine diyet gerekir ve öldürülür. Şayet Önceki kast, ikinci hata ise, eli kesilir; öldürdüğü için de âkılesinin diyet vermesi gerekir. Metaût Şer-hı'nde de böyledir.

îki şahit, "ölümün hata ile olduğuna" şahitlik yaparlar ve diyet hükmedilir; sonra da ölümüne şahitlik yaptıkları adam çıkıp gelirse; onun âkılesi, diyeti isterlerse, alana ödetirler; isterlerse, şahitlere ödetirler. On­lar da, sonradan velîye müracaat ederler, İn&n EM Harfe (R.A.)'ye gö­re velîye müracâat edemezler. tataeyı'e göre, müracaat ederler.

Bu hatâen olunca böyledir. Kftfl'de de böyledir.

Şehâdet, "katilin ikran üzerine" yapılır; sonra da o şahıs sağ ola­rak gelirse; bu durumda şahitlere tazminat gerekmez. Her iki hâlde develî tazminatta bulunur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, başka bir şahsın, bir yakının başım yardığını ve onun da o yüzden öldüğünü" iddia eder; iki şahit de buna şehâdette bulunur­larsa; bu şehâdetleri kabul edilir ve vurana kısas yapılır.

Keza, şahitler "ayrı şeylerle vurup, başını yardığını" söyleseler; baş yarık oldukça, hüküm farketmez.

Şayet, da'vacı "yaranın iyileştiğini" söylerse; bir şey gerekmez, li-yldat Şerfeı'nde de böyledir.

Baş yarığı çok fazla olmaz ve buna rağmen, adam ölür ve ölen adamın velîsi, iki şahit getirerek "o yüzden öldüğünü" iddia eder; şa­hitlerden birisi, yapılan iddia gibi şahitlik yapar; diğeri de: "o yaradan kurtulmuştu; yarası iyileşmişti." derse; caniye yine diyet cezası verilir. Ve cani, bu diyeti kendi malından öder.

Keza, Ölen adam, bir zâtın kölesi olur; onun efendisi de, "başının kasden ağır şekilde yaralandığını ve o yüzden öldüğünü" iddia ve bunu iki şahitle isbât eder; şahitlerden birisi, iddiayı aynen söyler; diğeri ise: "Yarası iyileştikten sonra öldü." derse; bu durumda hâkim, yaralama diyeti hükmeder. Mahıyt'te de böyledir.

Bir adam, öldürülüp geride iki oğlunu bıraktığında; onlardan bi­risi, "babasını, bir adamın kasden öldürdüğünü" belgeler; diğer kar­deşi de "babasını, iki kişinin öldürdüğünü" isbat ederse; kısas gerek­mez. Birincisi için beyyinesine karşılık olarak nısıf (= yarım) diyet la­zım olur. Hizanetü'l-Mfiftra'de de böyledir.

İmim Mahtmmed (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Bir adam ölür; iki oğlu kalır ve o iki oğlundan birisi "babasını, bir adamın kasden öldürdüğünü" beyyineler; diğer kardeşi de "başka bir adamın hatâ ile öldürdüğünü" iddia ederse; hiç birine kısas lâzım ol­maz. Kasden öldürüldüğünü iddia edene, üç yıl içinde, yarı diyet öde­nir, hata ile öldüğünü iddia edene ise, âkılesi üzerine, üç yıla Kadar, ya­rı diyet ödemeleri hükmedilir. Mahıyt'te de böyledir.

Bir adam ölür ve geride iki oğlu ile, bir de kendisine vasiyet edil­miş bir kimseyi bırakır; oğulanndan birisi: "Filan adam, babamı kasden katleyledi." diye iddiada bulunur; bu hususta beyyinesi de olur; di­ğer kardeşi de başka belirli bir adamın öldürdüğünü iddia eder ve "onun» babasını hatâ ile öldürdüğünü" belgeler; kendisine vasiyet yapılan adam da "hatâ ile öldürüldü." diyeni tasdik ederse; onun hatâ ile öldüğüne hükmedilir. Kendisine vasiyet edilen şahıs, katilin âkı leşin d en, üç yıl için­de, üçte bir diyetini alır. Üçte bir diyet de "kasden öldürdü.'* diyene —katilin kendi maundan— hükmedilir.

—Şayet kendisine vasiyet edilen zat, kasden öldürüldü diyeni tas­dik ederse; "hatfien..." diyene, katilin âkılesi, üç seneye kadar, üçte bir diyet öderler. Katilin malından, üçte ikisi* diyetin yarısının kasden öl­dürüldüğünü iddia edene verilir.

Şayet kendisine vasiyet yapılan zat, her ikisini de yalanlarsa, ken­disine bir şey verilmez.

ikisini de doğrulasa, yine böyledir.

Eğer: "Kasden mi öldürüldü; yoksa hatâen mi öldürüldü; bilmi­yorum." derse; hakkı bâtıl olmaz. Hatta onlardan herhangi birisini tasdik , ederse; —söylediğimi' ^ibi— hakkını alır,

Şayet, kendisine vasiyet edilen şahsın yerinde, üçüncü bir oğlu olsaydı; cevâbın tamamı söylediğimiz gibi olurdu; ancak, bir durumda hüküm değişirdi. O da, üçüncü oğul, kasden öldürüldüğünü söyleyen şahsı tasdik ederse; onların İkisine, diyetin üçte ikisi hükmedilir. Ken­dine vasiyet olunan olsaydı; yarısı hükmedilirdi.

Bundan sonra, onlardan birisi için, katilin âkılesine karşı hük­mediliyor; diğerine, katilin kendi malından hükmediliyor ise, bu gibi du­rumlarda, her biri diğerine isabet eden fazlaya ortak olamaz. Zİyidıt Şer-hı'nde de böyledir.

Bir adam öldürülüp, iki oğlu kaldığında; büyük oğul beyyine-siyle "babasını, küçük oğulun öldürdüğünü" iddia eder; küçük oğul da, beyyinesiyle, "babasını, bir yabancınm Öldürdüğünü" söylerse; büyük oğlan için, —küçük oğlana— yarı diyet hükmedilir. Yabancıya karşı da, küçük oğlan için, yan diyet hükmedilir.

gat k  edilir

kasden olursa, kısas gerekir. Bu İmâm Ebû Hsnîfe (R.A.)'ye göre böyledir.

İmâmeya'e göre ise, eğer hatâ ile oldu ise, büyük oğlanın beyyinesi üzerine, küçük oğlana yarı diyet hükmedilir. Şayet kasden o'muşsa, kı­sas gerekir.

Şayet iki kardeş, babalarının ölümünü, birbirlerinin üzerine belge­liyorlar ise, her birine yarı diyet hükmedilir. Mîrası da yarı yarıya alır­lar. Bu iki mesele de böyledir. Kâfî'de de böyledir.

Şayet, ölenin üç oğlu olur ve Abdullah isimli oğlu, beyyinesiyle, "babasını Zeyd'in Öldürdüğünü" iddia eder; Zeyd isimli oğlu da, bey­yinesiyle "Amr isimli oğlunun öldürdüğünü" söyler; Amrde beyyine­siyle, "Abdullah'ın öldürdüğünü" iddia ederse; işte burada bi'1-ittifak üçünün beyyinesi de kabul edilir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, şayet, kasden öldürmüş oldukları iddia ediliyorsa, malından, her birisi üçte bir, diyet alırlar.

Şayet hatâ ile ise, âküesinden, üçte birer diyet alırlar ve mirası ara­larında üçte birli olarak taksim ederler. İmâmeyn'e göre de aynıdır.

Eğer, Abdullah, beyyinesiyle, "Zeydin ve Amr'in öldürdüğünü id­dia ediyor ve: "İkisi, babalarını kasden (veya hatâen) öldürdüler." di­yor; Zeyd ile Amr de, beyyineleriyle "Abdullah Öldürdü." diyorlar ise, hatâen öldürmüşse; diyet, âkılesine âit oluyor ve mîras, aralarında üçe bölünüyor.

Fakat, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)*ye göre Abdullah'a, onun malından —kasden diyorsa,— yarı diyet veriliyor. Hatâen diyorsa, yarı diyeti âkı­lesine âit oluyor. Zeyd ve Amr'in Abdullah'a karşı yarı diyet haklan oluyor. Eğer kasden diyorlarsa, Abdullah'ın malından alıyorlar. Şayet hatâen diyorlarsa; âküesinden, yan diyet alıyorlar. Mîrasın yansı, Ab­dullah'ın oluyor; yarısı ise Zeyd ile Amr'ın oluyor.

Şayet Amr, Zeyd'e karşı beyyine getirerek, "babasını öldürdü­ğünü.'* iddia ediyor; Zeyd'de, beyyinesiyle "Amr'ın öldürdüğünü" id­dia ediyor; her ikisi de Abdullah'a karşı bir beyyine gösteremiyorlarsa; işte o zaman, Abdullah'a "Sen, buna ne diyorsun" denilir. Bu durum­da, burada üç yön meydana geliyor:

Ya, Abdullah, "onlardan birinin öldürdüğünü" iddia ediyor. Veya, "birinin öldürdüğünü" iddia etmiyor ve: "onlann birisi öl­dürmedi." diyor.

Veyahut, iddiasında: "İkisi öldürdü.'* diyor.

Şayet onlardan belirli birisinin öldürdüğünü iddia ediyor ve "Öl­düren Amr'dir." diyorsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kıyâsına göre, dörtte üçü, Amr'e diyet olarak düşüyor, işte o diyet, Abdullah ile Zeyd'in ara­sında, yarı yarıya taksim ediliyor.

Eğer kati kasden ise, diyet, Amr'in kendi malından almıyor. Eğer hatâen ise, Amr'in âkılesinden almıyor. Amr ile Zeyd'e dörtte bir diyet düşüyor. Ve o ölümde kasd varsa, diyet Zeydin malından alınıyor. Ha­tâ varsa, âkılesinden almıyor.

Mirasına gelince, yarısı Abdullah'ın; yarısı ise Amr ile Zeyd'in oluyor.

Sonra da Abdullah ile Zeyd'e düşen hisseler birleşiyor ve araların­da yarı yarıya taksim ediyorlar.

İmâmeyn'in kavline göre, Abdullah için, Amr'in üzerine eğer kas­den ise diyet gerekiyor. Eğer hatâen ise, âkılesinin üzerine diyet gereki­yor. Ve Zeyd ile Abdullah arasında pay ediliyor.

Mîras da araları"-Jz yarı yarıya taksim ediliyor.

Şayet Abdullah, onlardan hiç biri hakkında*'öldürdü" demiyor ise, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kıyasına göre, Amr'in', Zeyd için dörtte bîr diyet; Zeyd'in de Amr'e dörtte bir diyet ödemesi gerekiyor. Eğer kas­den olmuşsa, diyet kendi mallarından; hatâ ile olmuşsa, âkılelerinden alınıyor. Abdullah'a diyet düşmüyor.

Mîras da aralarında üç hisse olarak pay ediliyor. İmâmeyn'e göre ise, burda diyet de kısas da gerekmiyor. Mîras üçe taksim ediliyor.

Şayet Abdullah, "ikisi öldürdü" diye iddia ediyor ve: "Siz öl­dürdünüz." diyorsa İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kıyâsına göre, Abdul­lah'ın diyet Ödemesi gerekmiyor. Onlardan her birine, dörtte bir diyet gerekiyor.

Mîrasa gelince, yarısını Abdullah alıyor; yarısını ise Zeyd ile Amr alıyorlar.

İmâmeyn'in kavline gelince, her birinin beyyine ibraz etmesi gerekiyor.

Abdullah beyyine ibraz edemez ise, ona diyetten bir şey hükmedilmiyor.

Mîras ise, üçte birli taksim ediliyor. Muhıyt'te de böyledir.

Ölen zat, iki oğul ile bir de kardeş bırakmış ve onlardan her biri­si, diğerini iddia ediyorsa, kardeşin beyyinesi boşunadır. Onun aleyhi­ne hakmedilir.

Eğer, ölen şahıs geride iki oğul bırakmış ve onlardan her birisi, di­ğerini beyyine ile iddia ediyor; kardeş de onlardan birini doğruluyor ise, onun sözüne de iltifat edilmez. Kâfî'de de böyledir.

Şayet, kardeşi, oğullarına karşı beyyine ibraz ederek "onların ba­balarını, öldürmüş olduklarını" söyler ye bunu her kardeş, biri biri hak­kında beyyine ibraz ettikten ve birbirlerini katillikle itham ettikten son­ra, yaparsa, İmâmeyn'e göre, bu durumda kardeşin getirdiği beyyine ge­çerlidir ve mîras onun olur.

Eğer kati kasden olmuş ise, oğullar öldürülürler. Şayet hatâen ol­muş ise, ikisinin de âkılelerinden diyet alınır.

Bu hususta, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavli yoktur. Uygun olanı, ona göre, kardeşinin beyyinesinin kabul edilmemesidir; Ve mirasın, iki kardeş arasında taksim edilmesi ile herbirine, yan diyetin icabetmesidir.

Şayet ölen zat, üç oğul terkeder ve onlardan ikisi, üçüncüye kar­şı, beyyine ibraz ederek "babalarını, onun öldürdüğünü" iddia eder­ler; o oğul da beyyinesiyle, "babasını, bir yabancının öldürdüğünü" söy­lerse; İmâmeyn'e göre, iki oğulun beyyinesi evlâdır; üçüncü oğul —eğer kati kasden olmuşsa— kısas edilir; hatâen olmuşsa, âkılesinin diyet ver­meleri gerekir.

Aleyhine şahitlik yapılan oğul, vâris de olamaz.

Mîras, da'vacı olan iki kardeş arasında, yan yarıya taksim edilir.

Fakat, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, o ikisinin beyyinesi, üçün­cüye tercih edilmez. Eğer kati kasden ise, diyetin üçte ikisini, üçüncü oğulun kendi malından ödemesine hüküm verilir.

Şayet, kati, hatâen olmuşsa; mîras âkilesine aittir. Yabancıya, üç­te bir diyet düşer; mîras aralarında üçe bölünür.

Bir adam, öldürülür ve geride üç oğlunu terk eder; en büyük oğul, ortanca oğlanın "babasını öldürdüğünü'* beyyînesiyle iddia eder; or­tanca oğul da beyyinesiyle, "küçük oğulun, babasını öldürdüğünü" id­dia eder; en küçüğü de "bir yabancının öldürdüğünü" beyyinesiyle söy­lerse; bu durumda, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kıyâsına göre, her beyyi-ne sahibinin, üçte bir diyet Ödemesi gerekir.

Mîras da aralarında üçe bölünür.

Fakat, İmâmeyn'e göre, büyüğe karşı ortanca oğul, yarı diyet öder; ortancaya karşı da, küçük oğul yarı diyet öder.

Küçüğe gelince, o yabancıdan diyet alamaz.

Mîras ise, büyükle ortanca arasında yarı yarıya taksim edilir. Kü­çüğe mîras yoktur. Muhıyt'te de böyledir.

îki kişinin her biri, bir şahıs hakkında ikrarda bulunarak "onu filan öldürdü", derler; velisi de: "Siz öldürdünüz." Der; birinin üzeri­ne, "o öldürdü." diyen şahitler bulunur; başka şahitler de "diğeri öl­dürdü." diye şahitlik ederler; velî de: "îkisi öldürdü." derse; bu du­rumda hepsinin şehâdeti de bâtıl olur. Hidâye'de de böyledir.

Bişr'in Nevâdıri'nde, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

Bir adam, diğerine: "Senin velîni, kasden ben öldürdüm." der; o da, onu doğrular; sonra da başka birisi gelerek: "Onu, kasden ben öl­dürdüm." derse; onu, o öldürmüş olur.

Eğer o öyle söylerken, birinci adam: "Sen, onu yalnız öldürdün.'* der ve sonra bir başkası gelerek, oda: "Hayır, ben onu, yalnız başıma kasden öldürdüm." der; ölenin velîsi de onu doğrularsa; ona diyet ge­rekir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerini hatâ ile öldürdüğünü ikrar eder; ölenin velîsi de, "onu kasden öldürdüğünü" söylerse; istihsanen, onun malından diyet gerekir. Mebsût'ta da böyledir.

Bundan sonra, velî onu doğrular ve katile: "Onu kasden sen öl­dürdün." derse; o katilin diyet Ödemesi gerekir.

Şayet katil, kasden öldürdüğünü ikrar ederken, velî: "Hatâen öldurdun." derse; ölenin vârislerine bir şey gerekmez, tstihsanen böyle­dir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, iki adama karşı, iddiada bulunarak "Bir yakınını, on­ların kasden ve demirle öldürdüğünü" söyler; onlardan birisi de, "onu, kasden kendisinin öldürdüğünü" ikrar eder; iki şahit de "diğerinin, yalnız başına kasen öldürdüğüne" şehâdette bulunurlarsa bu şehâdetleri ka­bul edilmez. O şahsı ikrar eden öldürmüş olur.

Eğer kati, hatâ ise, ikrar eden, yarı diyet öder. Aleyhine şahitlik yapılan şahsa bir şey gerekmez. Ziyâdât Şerhi'nde de böyledir.

Da'vâlüardan birisi,  "kendisinin,  yalnız başına ve kasden öldürdüğünü" ikrar eder; diğeri de katli inkar eder; da'vâcmın da bey-yinesi olmaz ise, onu ikrar eden'öldürmüş olur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, iki adamı da'va ettiğinde; onlardan birisi, "hatâ ile; diğeri de "kasd ile öldürdüklerini" ikrar ederlerse; her ikisine de diyet gerekir. Hizânelü'l-Müfön'de de böyledir.

Ziyidât'ta  İmâm   Ebû  Yüsnf  (R.A.)'un  şöyle   buyurduğu nakledilmiştir:

Bir adam, "iki kişinin bir yakınını kasdi olarak, keskin bir demirle öldürdüklerini" iddia ederse, onlar için kısas gerekir.

Onlardan birisi: 'Doğru söyledin." der de; diğeri: "Ben, hatâ ile, sopamla vurmuştum." derse; bu durumda, ikisinin malından velîye di­yet vermeleri ve bunu üç sene içinde ödemeleri gerekir.

Bu mes'ele istihsânda böylece zikredilmiştir.

Bu durumda veK, "hatâen olduğunu" söyler; onlar da, "bunun doğruluğunu" ikrar ederlerse; bir şeyle hükmedilmezler.

Bu durumda, —sadece— velî, "hatâ olduğuna" iddia ederse, — daha önceki gibi— diyet lâzım olur.

Şayet velî, ikisine karşı da "Hatâen oldu." der de, onlardan birisi "kasden olduğunu"; diğeri de "hatâen olduğunu" ikrar ederlerse; ce­vap, ikisinin de hatâ olduğunu iddia ettikleri zaman verilen cevap gibi­dir. Mnmyt'te de böyledir.

Velî, "ikisinin"de kasden Öldürdüğünü" iddia eder; onlardan bi­risi de: "Ben, kasden öldürdüm.'* der; diğeri ise, kasdı inkâr eder ve "asla öldürmediğini" söylerse; ikrar eden, —kısâsen— öldürülür.

Şayet bu durumda, da'vacı "ölümün hatâ ile olduğunu*' iddia eder­se, bir şey gerekmez. Ziyâdat Şerhı'nde de böyledir.

Şayet bir adam, diğerine: "ben ve filan, senin, yakınını, kasden öldürdük." der; o filan da: "Hataen öldürdük." der; velî ise; ikrar edene: "Sen, kasden öldürdüm." derse; işte bu-takdirde, velînin, onu — kısesen— öldürme hakkı vardır.

Şayet velî, bu durumda da, hatâ olduğunu iddia ediyorsa; bir şey gerekmez. Mubıyt'te de böyledir.

Eğer onlardan birisi: "Ben, onun elini kasden kestim; filan da, ayağını kasden kesti." der ve "o yüzden de öldüğünü söyler; velîsi de: "Hayır, elini de, ayağını da kasden sen kestin." der; diğer adam da or­taklığı kabul etmez ise, bu durumda velî, ikrar eden şahsı —kısâsen— katleder.

Şayet velî: "Elini, kasden sen kestin; fakat ayağını kimkesti bilmi­yorum.** derse: adam öldürmez. Ancak, şüphe giderse, o zaman — kısâsen— öldürülür.

Şöyle ki: "Ben düşündüm; ayağını filan kesti." derse; o zaman ik­rar eden —kısâsen— öldürülür.

Hatta hâkim, ibhama karşı, onun hakkının butlanına karar vermiş olsa; sonra onu düşününce, hakkı geri avdet etmez. (= dönmez). Ziyâ­dat Şerhi'da da böyledir.

Bir adam, iki eli kesik olarak öldürüldüğünde, onun velîsi: "Onun sağ elini, kasden filân kesti; sol elini de kasden filan kesti:*' diye iddia eder ve "o yüzden öldüğünü" söyler; sol elini kesti dediği, adam da: "Ben, sol elini kasden kestim; hasseten ondan öldü.*' derse; diğeri onu inkâr etse bile; o ikrar eden şahıs Öldürülür.

Şayet velî: "Onun sol elini filan kasden kesti; fakat sağ elini ki­min kestiğini bilmiyorum ." der; da'vâlı da: "Sol elini ben kasden kes­tim. Ve o yüzden öldü." derse; ikrar edene bir şey gerekmez.

Eğer velî: "Filan sağ elini kasden kesti; filan da sol elini kasden kesti." der; sol elini kesti diye iddia eylediği adam da: "Ben, sol elini kasden kestim; fakat, sağ elini kimin kestiğini bilmiyorum. Ancak, bil­diğim; onun sağ elinin kesilmesi sebebiyle ölmesidir.*' derse; ona tam değil; yarı diyet gerekir.

Bu istihsânen böyledir. Kıyasda ise, diyet olarak bir şey lâzım ol­maz. Mphıyt'te de böyledir.

En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dır. [24]

 

6- KATİLDEN DOLAYI SULH VE AF VE BU HUSUSLARDA ŞEHÂDET

 

Candan başkası için, baba sulh anlaşması yapabilir. Nefis de (can­da) anlaşma yapıp yapmamasında, rivayet ihtilaf-ı vardır. Fetâvâyi Kâdi-hân'da da böyledir.

Katil ile maktulün velîsi, bir mal üzerine anlaşma yaparlarsa; kı­sas düşer, malın ödenmesi lâzım olur.

Hâlde (= peşin) veya sonra verilecek diye bir şey söylememişlerse; diyet hâli hazırda (= hemen, peşinen) verilecektir, ffidâye*de de böyledir.

Şayet ölüm, hatâ ile olmuş ve velî de, katile: "Bin dinara, senin­le anlaşma yaptık.'* veya "On bin dirheme, seninle sulh olduk." demiş ve bir vakit söylememiş; bu da, hâkimin hükmünden önce ve diyet ne­vilerinden birine karşı, karşılıklı razı olmadan önce olmuşsa; işte bu du­rumda diyet va'deli olur.

Katil hür veya köle olur; hür veya kölenin efendisi de adama (öle­nin velîsine): "Kanma karşılık, bin dirheme anlaşma yapalım" ve öyle­ce de anlaşırlarsa; bin dirhemi hür verir; bin dirhemini de kölenin efen­disi verir. Hidâye'de de böyledir.

Hatâen katilde de taraflar sulh (= anlaşma) yapabilirler. îster diyetin nevilerinin hükmü verilmeden önce olsun, isterse sonra olsun, karşılıklı razı olunca sulh geçerli olur.

Ancak, bu durumda, sulh bedeli diyetten fazla olursa, caiz olmaz. Az olursa, ister peşiri olsun, ister va'deli olsun, câiz'dir.

Şayet cinsin hilafına —onunla hükmedilerek— anlaşma yaparlar ve sulh bedeli hükmedilenden fazla olursa caiz; bu sulh olmaz.

Ancak, dirhemlerle hükmedilir de, onlar, dinarlarla sulh yaparlar; dinarın değeri de hükmedilen dirhemlerin değerinden fazla ve o da pe­şin olursa; bu anlaşma caiz olur. Eğer anlaşma, bir at veya eşek yahut bir köle karşılığında yapılır; o da borç (vadeli) olursa; işte bu caiz olmaz.

Eğer, sulh bedeli ayn olursa; aynı mecliste almasa bile caiz olur.

Şayet hükmedilen miktardan aşağıya anlaşma yaparlar ve hâkim, katillerden birine dinarlar; diğerine dirhemler hükmeder de onu veresi­ye bırakırlarsa; bu caiz olmaz. Eğer belirli olurlarsa; o zaman, ister o meclîste teslim alsın, ister meclis haricinde teslim alsın, bu sulh caiz oolur.

Bu söylediklerimiz hüküm verildikten ve rıza olunduktan sonra, sulh yapıldığı zaman böyledir.

Fakat, hükümden ve rızadan önce olur ve bir mal üzerine anlaşma yapmış bulunurlarsa; o malın ödenmesi gerekir.

Eğer, bu miktar, sulh olunandan fazla olursa, caiz olmaz. Peşin de olsa, bu böyledir.

Eğer sulh, onbin dirhemden veya bin dinardan yahut yüz deveden aza yapılmışsa; peşin de olsa veresiyede olsa caizdir.

Eğer sulh, başka bir cins üzerine yapılmış; diyet de farz kılınma­yan bir diyet ise, onun vadelisi caiz olmaz; fakat peşin olursa caiz olur. Mnhiyt'te de böyledir.

Bir adam, kasden öldürüldüğünde, onun iki velîsi olur ve bun­lardan birisi, katil ile, kanın tam karşılığı olarak, ellibin dinara anlaş­ma yaparsa; bu durumda sulh yapana, iki yüz elli dinar, hisse vardır; diğeri ise, tam diyetin yarısı olan, beşytiz dinarı alır.

İmâm Etoö Henîfe (R.A.)'den gelen bir rivayete nazaran; bedeli, dı-yetteitfazla olan sulh bâtıldır. Onların her birine, nısıf (= yarım) diyet düşer.

Önceki rivayet, meşhurdur. Zahîriyye'de de böyledir.

öldürülen şahsın vârislerinden bir erkek veya bir kadın yahut onun anası veya büyük anası yahut bunlardan başka bir kadın, hakkını affederse; veya öldürülen kimse kadın olurda, onun kocası kısas nakkını affederse; bu durumlarda kısasa yol yoktur. Stacü'I-Veİıhls'da da böyledir.

îki ortaktan birisi, hissesi için bir bedel karşılığı anlaşma yapar veya affederse; diğerlerinin tamamının, kısas hakkı düşer; onlar diyet­ten hisselerini alırlar.

Affeden şahsa, onun malından bir şey verilmez.

Kısas hakkına iki kişi ortak bulunduklarında, onlardan birisi, hak­kını affeylese; diğeri, diyetin yarısmıkâtüin malından, üç yıl içinde alır. Kâfî'de de böyledir.

îki velîden birisi affeder; diğer velî de, bu durumda gerçekten katlin haram olduğunu bildiği hâlde, maktule karşı, katili öldürürse; bu katilin malından yarı diyet icabeder. Şayet haramlığını bilmez ise, onun af olduğunu bilsin veya bilmesin malından icâbeden diyet sakıt olur. Se-rahsî'nin Muhıyt'nde de böyledir.

Bir adam iki kişiyi öldürür; onların velîleri de bir olur ve onlar­dan birisi için, katili affederse; diğeri için, onu öldüremez. Cevheretü'n Neyyire'de de böyledir.

îki velîsi olan maktulün, velilerinden biri, katili affederse; diğeri yarı diyetini alır. SershsTnm Muhıyt'nde de böyledir.

Bir adam, iki adamı öldürür; onlardan herbirinin de birer velîsi olur ve ölen iki kişiden birisinin velîsi, katili affederse; diğer velî onu —kısâsen— öldürebilir. Sırlcfi'l-Vehhk'da da böyledir.

Yaralanan bir şahsın velîsi, yaralanan ölmeden önce, yaralayanı affederse; istihsânen, bu caiz olur. Kıyâsen ise, bu katil, kisasen öldürülür.

Şayet velî, önce katilin elini keser; sonra da onu affederse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, onun elinin diyetini öder.

îmâmeyn'e göre ise (R.A.) ödemez. SeraM'nin Mahjf nde de böyledir.

Bir adam, kasden birini öldürünce, velînin, bu katili Öldürme hük­mü verilir; bu velî de; bir adama "onu öldürmesini" emreder; sonra da, bir adam velîden, bu katilin affını ister; o_da_a£feder: ancak, onun affettiğini bilmeden, velînin emreylediği zat, katili öldürürse; ona diyet gerekir. O da, —ödediği diyeti almak için— âmire müracaat eder. Zahî-riyye '<*e de böyledir.

Bir küçüğün kanını, onun velî veya vasisinin affetmesi caiz değil­dir. Serahtf'nin Mohıyt'nde de böyledir.

Bir adam, birisini kasden öldürdüğünde, ölenin kardeşi, "onun vârisi olduğunu, başka bir vârisinin de olmadığını" belgeler; katil de, "onun, iki oğlunun olduğunu" söylerse; bu takdirde, kadı efendi kar­deşinin beyyinesiyle hükmeylemez; bekler. Katil, "onun, iki oğlunun olduğunu" isbat eder ve bu oğullarla, diyet üzerine anlaşma yaparak veya "o oğlanlardan birinin, kendisini affeylediğini" belgelerse; katilin beyyinesi kabul edilir.

Sonra da oğul gelir ve sulhu da, affı da inkâr ederse; katile beyyi-nesini tekrarlaması teklif edilir.

öldürülen bir kimsenin, iki kardeşi olur ve katil, onlardan biri­siyle,  "beş bin dirheme anlaşma yaptığını ve onun da huzurda olmadığını" beyyinelerse; bu beyyinesi caiz olur.

Gaip olan kardeş gelir ve sulhu inkâr ederse; katile, beyyinesini ia­de eylemesi teklif edilmez.

Burada beyyine iadesi teklif edilmeyince, huzurda olana nısıf diyet verilir; diğerine bir şey verilmez. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Kan için iki veK bulunur ve biri huzurda olmaz; katil de "o beni affeyledi." diye iddia edip, bu hususta da beyyine ibraz ederse; ben o beyyineyi kabul ederek, hazırda^ohnayanın affını caiz görürüm.

Sonradan gaip gelirse, beyyinesinin iadesi istenilmez.

Gaibin affettiğini iddia ettiği hâlde, beyyinesi olmaz ve huzurda olan­dan yemin etmesi istenilirse; o zaman, huzurda olmayanın gelmesi bek­lenir. O gelince "affetmediğine dâir" yemin ederse; kısas yapılır. Meb-sûl'ta da böyledir.

Katil: "Benim, şehirde gaip olan şahsın, beni affettiğine dâir, bey-yinem vardır." derse; uygulama üç gün te'hir edilir; bu durumda hazır­da bulunan şahıs, kısas isteyemez.

Şeyhâl-Msm, Şerhi'nde böyle buyurmuştur.

Şeyhu'I-İmlm Şemsü'l-Eimme Haİvânî de şöyle buyurmuştur:

Af da'vasında, kadı istediği kadar tehir eder.

Kitapda ise, bu te'hirin üç gün olduğu, zikredilmiştir.

Kıyâsda, huzurda olan kısas isteyebilir ve da'vâ te'hir edilmez.

îstihsânda ise, kısas isteyemez. Ancak, kadı şayet onun beyyinesi olduğunu bilirsi; davayı ikâme eder; tehir etmez ve kısasına hükmeder.

Şayet, kendisine üç gün izin verilmiş olan katil: "Şahitlerim hazır değildirler." der veya başlangıçta: "Şahitlerim gaiptirler." derse; kıyâsda kısası istenir ve te'hir edilmez. îstihsânda ise, kısası istenmez. Ancak, hâkim onun şahitleri olsaydı, getirirdi diye bilirse; o takdirde te'hir ey­lemez. Muhıyt'te de böyledir.

îkî verîden birisi, "diğerinin, katili affeylediğine" şahitlik yaparsa; işte burda beş durum vardır:

1-) Ortağı da, katil de onu doğruîayabilir.

2-) îkisi de onu yalanlayabilir.

3-) Ortağı doğrulayıp; katil yalanlayabilir.

4-) Katil doğruîayıp; ortağı yalanlayabilir.

5-) Her ikisi de susar.

Bu durumların tamamında af vâki olur.

Diyete gelince: Her ikisi de doğrulayınca, şahide yarı diyet düşer.

îkisi de yalanlayınca, şahide bir şey gerekmez. Susana İse, yan di­yet düşer.

Ortağı yalanlarda, katil doğrularsa; diyeti aralarında ortak olarak tazmin ederler. Serstâ'nin Mnhiyt'nde de böyledir.

şahidin şehâdetini, katil yalanladığı hâlde; aleyhine şahitlik ya­pılan şahıs doğrularsa; onun şehâdetiyle af vâki olup, katile diyet ver­mesi gerekir mi?

Kıyâsda gerekmez.

îstihsânda ise, şahidin malından yarı diyet gerekir.

Üç imamımızın görüşü de budur.

Şahidi, her iki tarafda tasdik etmedikleri gibi yalanlamazlar da; an­cak susarlarsa; cevap, şahidi yalanladıkları zamanki cevap gibidir. tayfte de böyledir.

Bunlardan her biri, "diğerinin affeylediğini" söylerse; bu durum­da ya bereberce affetmiş veya bir biri arkasından affetmiş olurlar.

Eğer ikisi bir affetmişler de, katil bunları yalanlıyor ise, her ikisi­nin de hakkı bâtıl oluyor.

Keza katil her ikisini de doğrularsa hakları bâtıl olur.

Arka arkaya tasdik eylemişlerse; her ikisinin de tam diyet ödeme­leri gerekir.

Biri tasdik; diğeri tekzip eylemişse; tasdik eyleyen nısıf diyet öder.

Bir birinin arkasından şahitlik yapmışlar da katil onları yalanla-mışsa; sonraki şahidin yan diyet Ödemesi gerekir.

önceki şahide bir şey gerekmez.

Keza katil ikisini de tasdik ederse; öncekine bir şey gerekmez, ikin­cinin yarı diyet ödemesi gerekir.-

Katil, onları müteakiben (peş peşe) tasdik ederse; ikisinin birden kâmil (tam) diyet ödemesi gerekir.

Eğer birini tasdik eder de, öncekini tasdik, sonrakini ise tekzip eder­se; tam diyet ödemesi gerekir.

Eğer, ikinciyi tasdik; birinciyi tekzip ederse; ikinciye y?ı ı diyet ve­rir; birinciye bir şey yoktur. Serahs'nin Muhiyt'nde de böyledir.

Kan bedeline Üç kişi ortak bulunduklarında; ikisi şahitlik yapar­lar ve "üçüncünün affeylediğini" söylerse; bu mes'elede bir takım du­rumlar meydan gelir:

1-) Ya, ikisini de kâtü ve aleyhine şahitlik yapılan şahıs tasdik eder­ler; bu durumda, affedenin hakkı bâtıl olur ve iki şahidin hissesi, mala dönüşür.

2-) Şayet, katil orilan yalanlarsa; o iki şahide bir şey verilmez. Üze­rine şâhidlik yapılanın nasibi, mala dönüşür.

3-) Üzerine şahitlik yapılan şahıs, yalnız başına onları doğrular-sa;kâtil, diyeti onîann arasında üçe taksim eder. Mohıyt'te de böyledir.

Hatâ ile yapılan öldürmede, vârislerin bir kısmı, diğerlerinin di­yet haklarını affeylediğine şahitlik yaparlarsa; bu şehâdetleri caizdir ve onlar diyet hisselerini almazlar. SerabsPnin Muhıyt'nde de böyledir.

Bir topluluk, kudurmuş bir köpeği oka tuttuklarında; okun biri­si, hatâen bir kız çocuğuna isabet ederek, onu öldürür; topluluk da, "o okun, filana âit olduğuna" şahitlik yaparlar; kızın babası da ok sahibi ile, bir bağ karşılığında sulh yapar; sonra da sulh yapan baba, bağı is­terse; eğer sulh yapan şahıs, o kızı kendisinin okunun yaraladığını bili­yor ve kız da o yüzden öldü ise, sulh caizdir.

Şayet okçu, "oku attığını, o sırada da kızın babasının, ona bir to­kat vurup yere düşürdüğünü ve öldüğünü;" söyler ve onun vurmasın­dan mı, yoksa kendinin okundan mı öldüğünü bilmez ve baba, diğer vârisler tarafından izinli olarak sulh yapmış olursa; bu sulh caizdir; be­del, diğer vârislerin olur. Bu bedel, baba için miras olmaz.

Şayet vârislerin izni olmaksızın, anlaşma yapmışsa; o sulh caiz ol­maz; bâtıldır. Zahîriyye'de de böyledir.

Af, ya kasden öldürmede; veya hatâ ile öldürmede olur. Bunların her birisi de, ya cinayette veya baş yarmakta olur. Bunlar da, ya yalnız kesmek veya yalnız yaralamak yahut ikisini birden yapmakdan meydan gelir.

Bunlardan bir kısmı iyileşir; bir kısmı da iyileşmez.

Şayet cinayet kasden yapılır ve sonra da bir yeri kesilen şahıs, onu kesene: "Seni suçundan affeyledim." veya: "Kestiğinden affeyledim." yahut "Yaraladığından ve ondan meydana gelen arızalardan affeyledim." derse; o kişi, kesmek ve yaralamak suçlarından kurtulmuş olur.

Şayet: "Yalnız, kesmenden veya yaralmandan affeyledim:" der de "Ondan meydana gelen arızalardan affeyledim." demez ise; cânî, o arı­zalardan affedilmiş olmaz.

Şayet, adam Ölürse; kıyasen kısas gerekir, îstihsânen ise diyet gerekir.

Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre böyledir. İmameyn'e göre, onların arızalarından da affedilmiş olur.

Bunlar hatâen olmuş ve bir yeri kesilen veya yaralanan da onu affeylemiş; sonra da onların arızalarıyla ölmüşse, hüküm aynı hilaf üzeredir.

Bir kimse, kesilmeden ve ondan dolayı meydana gelen arızadan, yahut cinayetten affederse, bunların tamamı hakkında af sahih olur.

Kasid de olduğu gibi, hatâen olanda da böyledir. Yalnız, diyette itibar, malın tamamınadır. Hatâda ise üçte biredir. Bu, âkılesi için vasiyyet ölür. Serahrî'nin Muhıyt'nde de böyledir.

Bir kadın, bir adamın elini keser ve ona karşılık olarak da, o adamla nikahlanır ve şayet kesme işi, kasden olmuş, kestiğine karşılık olarak da nikahlanmış ise, eğer adam iyileşirse, yaptıkları sözleşme sa­hih olur. Bi'1-ittifak, mehri, onun diyeti olmuş olur.

Şayet adam, o kadını cimadan sonra boşar veya adam o yüzden ölürse; kadın, diyetin tamamını, ona öder.

Eğer ona yaklaşmadan önce boşarsa; ona ikibin beşyüz dirhem tes­lim eder. O da, kocasına ikibinbeşyüz dirhemi geri verir.

Eğer adam, o yüzden ölürse bi'1-icma tesmiye (belirlenen miktar) bâtıldır; bu kadına mehr-i misil verilir, duhûlden önce boşarsa, ona bir miktar yardımda bulunur.

Sonra, kıyasa göre, bu kadına kısas gerekir. İmâm Ebû Hamfe (R.A.)'nin kavli budur.

îstihsânda ise, kısas değilde, malından diyet gerekir.

Adam, kadım cinayetine ve ondan meydana gelecek arızalara kar­şılık nikahlamış olduğunda; şayet bunlardan vaz geçerse, kadına mehr-i misil vardır ve kısas, meccânen düşer; bir şey gerekmez. Eğer cinayet hatâen olmuş ve o adam, kadını, elini kesmesine karşılık nikâh etmiş; sonra da cinayet diyetinden vaz geçmişse, o diyet kadının mehri olmuş olur. Adam, bu kadına dâhil olursa veya adam ölürse, âkılesinden di­yet sakıt olur.

Duhûlden önce boşarsa, onun yarısını verir ki bu iki bin beşyüz dir­hemdir. Ve, onun âkılesi, iki bin beşyüz dirhemi, kocasına öder.

Eğer o yüzden ölürse, İmam Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, mehir tesmi­yesi bâtıl olur ve kadına mehr-i misil gerekir. Kadının âkılesine de ko­casının diyeti gerekir.

İmameyn'e göre ise, mehir tesmiyesi sahih olur ve onun mehri, Tco-casının diyeti olur.

Bir kimse, bir kadını, onun, bir uzvunu kesmiş olması veya onun neticesi yahut hatâen cinayet işlemiş bulunması karşılığında nikâhlar ve koca, ondan vaz geçerse; onun, mehri elinde olur ve âkılesİnden diyet sakıt olur.

Eğer o yüzden Ölürse; diyeti, mehri olur.

Keza, âkılesinden diyet sakıt olur.

Sonra da mehr-i misline nazar edilir ve diyete bakılır: Eğer mehir, diyetin misli ise, şüphe yok ki tamamı, ister kesmeden sonra olsun veya fıraştan sonra olsun kadına teslim edilir.

Eğer mehr-i misli diyetten az olur ve hâlde de tecevvüç etmiş bulu­nurlarsa; bulunan ne ise, o kadına verilir; ve fazlası mütebeni olur. Mehr-İ misline göre sahib-i firaş hâlinde olmuşsa, o takdikde bakılır: Eğer, Mehr-i mislinden ziyade ise, —diyete verene kadar— zevcin malının üçte birinden çıkarılır. Şayet âkılesi teberru ederlerse, o ziyadeye itibar edi­lir ve mehr-i mislinden âkılesine vasiyet yapılır.

Şayet mehr-i mislinden çıkarılmaz İse, diyet tamam olana kadar, malının üçte birinden çıkarılır ihtiyaç kadar âkılesinden düşülür ve öle­nin vasiyetine itibar edilir ve kocanın vârislerine verilir.

Bu, kocanın ölmeden kadını boşadığı zaman böyledir.

Hatta onu boşadığı zaman, ölümünden ve duhulünden evvel, ona beş bin dirhem teslim eder. Eğer mehri bin dirhem ise.. Ve âkılesinden sakıt olur.

Eğer mehr-i misli beş yüz dirhemden az ise, bu böyledir.

Şayet «ıehr-i misli, beş yüz dirhemden çok ise, âkılesinden düşülür.

Eğer mehr-i misli bes yüz dirhemden az ve mehr-i misline ziyadelik yoksa, âkılesinden diyet düşürülür; değilse beş yüz dirheme tamamla­nır ve malında çıkarılır.

Keza, âkılesinden çıkarılır. (= düşülür)

Şayet çıkarılmaz ise, malının üçte birinden mehr-i misli kadarı çı­karılır ve âkılesinden düşülür. Ve geri kalan kocanın vârislerine verilir. MnEuyt'te de böyledir.

Bir kimse, diğer bir şahsın ziyâde şekilde yardıktan sonra, yara­lanan şahıs, bu yarayı ve ondan meydana gelecek arızalan affeder; sonra da onlardan dolayı ölürse; yaralayanın ikrarı olması hâlinde, onu ma­lından diyet lâzım gelir ve af caiz olmaz. Çünkü, katile vasiyyet eylemiştir.

Eğer, vasiyetine beyyinesi varsa, âkılesi, diyetin yarısını kaldırmak hakkına —eğer üçte bir malında çıkarsa— sahiptir.

Eğer yaralayan, iki kişi olur ve onu da kasden yapmış bulunurlar­sa; mes'ele hâli üzerinedir; caniye bir şey gerekmez. Zira, birini af, di­ğerini de af etmek olur. Zahîriyye'de de bvyledir.

Bir kimse diğerinin başını, —kasden— ağır şekilde yarar, yara­lanan şahıs, bu işi ve bundan meydana gelecek arızaları affettikten son­ra, başka biri, o şahsın başını ağır şekilde yarar; yaralanan, onu affet­mezse; bu cânînin üç sene içinde tam diyet ödemesi gerekir. Eğer adam, her iki yarığın te'siriyle ölürse; ikinci caniye kısas yapılmaz. Bu durum­da af da caiz olmaz. Muhiyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerinin başını, — kasden— ağır şekilde yarar; yara­lanan şahıs da, bu yaradan ölürse; ikinci caniye kısas gerekir; birinciye birşey gerekmez.

Keza önceki ile diğeri başım yardıktan sonra anlaşırsa, yine ikin­ciye kısas gerekir.

Bir adam, diğerinin başım, kasden ağır şekilde yarar ve bu yara etrafa sıçrar ve taraflar, bu yaradan dolayı beş yüz dirheme sulh olurlar ve yaralanan onu teslim aldıktan sonra, bir adam, hatâ ile o şahsı yara­lar ve bu adam bu iki yaradan dolayı ölürse; ilk yaralayan, o beş yüz dirhemi, ölenin akîlesine verir. Önceki de maktulün malından, beş yüz dirhemine müracaat eder. Muhıyt'te de böyledir.

En dorusunu, ancak Allahu Teâlâ bilir. [25]

 

7- ÖLÜM HÂLİNDE NEYE İTİBAR EDİLECEĞİ

 

Bir müslüman, bir mürtede ok attığında, ok ona isabet eder ve hemen ölürse; İmim Ebâ Hanîfe (R.A.)'ye göre, ok atan şahsın, mürtedin vârislerine diyet Ödemesi gerekir.

İmâmeyo'e göre, bu durumda oku atan şahsa bir şey gerekmez. Kâ-fl'de de böyledir.

Bir adam, bir mürtede ok attığında; o mürted, tekrar müslüman olmuş olsa ve sonra da, ok isabet eylese; bi'1-icma, bu oku atana bir şey gerekmez.

Bir kimse, bir harbî'ye ok atsa da o da müslüman olmuş olsa, yine oku atana bir şey gerekmez. Hidâye'de de böyledir.

Bir adam, bir köleye ok attığında; o köleyi, efendisi azad etmiş bulunsa; sonra da ok ona isabet ederek, o yüzden ölse; İmâm Ebâ Hanîfe (R.A.)'ye göre, oku atan şahıs, onun kıymetini efendisine öder. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre de böyledir. KfcVde de böyledir.

Hâkim, bir adamın recmedilmesine hükmettiğinde; başka bir adam da ona taş atsa; o sırada da şahidin biri şehâdei inden taş isabet etmeden önce dönse; fakat, taş adama isabet etse ve ölse; bu taşı atana bir şey gerekmez.

Bir mecûsi, bir ava ok attıktan sonra, müslüman olur; sonra da, oku ava isabet ederse; o avın eti yenmez.

Şayet müslüman olarak ok atsa da —Allah korusun— sonra me-cûsî oluverse, o avın eti yenir. Hidâye'de de böyledir.

8 îhramlı birisi, ava ok attıktan sonra, ihramdan çıkıverir; ok da, ava isabet ederse; o muhrim'e ceza gerekir.

îhramsız hâlinde atsa da sonra ihrama girse, ona bir şey gerekmez. Kâfî'de de böyledir.

En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dır. [26]

 

8- DİYETLER

 

Diyet: Cinayet sebebiyle, mecniyyün aleyhe ( = kendisine karşı ci­nayet işlenen  şahsa)  veya onun vârislerine,  —bir nevi tazminat mâhiyetinde— ödenmesi icâbeden mal'dir.

Erş: Yaralanan ve kesilen uzuvlardan dolayı verilmesi lâzım gelen diyettir. Kttt'de de böyledir.

Diyet, hatâen kati ve şibh-i amd suretiyle kati hallerinde icâbeder. Sabinin (= çocuğun) ve mecnûnun (= delinin) öldürülmeleri hâ­linde, katilin âkılesinin diyet ödemesi gerekir.

Ancak, bir bab kasden, küçük yaştaki bir oğlunu öldürürse; — âkılesine değil de— kendi malından ve üç sene içinde, diyetini ödemesi gerekir. Cevheretü'n-Neyyire'de de böyledir.

Şibh-i amd suretiyle meydana gelen öldürmelerde; diyet, katilin malından verilir.

Üzerinde anlaşmaya varılan her erş, katilin malından —üç veya dört yıl içinde değil— peşin olarak ödenir. Hldaye'de de böyledir.

Kati için vacip olan diyetler, İmim Ebû Hanife (R.A.)'nin kavline göre üç neviden ödenir:

1-) Deveden;

2-) Altından;

3-) Gümüşten. TAM Şerhî'nde de böyledir.

fanim Ebû Hınİfe (R.A.), şöyle buyurmuştur:

Diyet, deveden yüz adet; altından, bin dinar ve gümüşten on bin dirhemdir.

Katil muhayyerdir: Diyeti, hangi nev'iden isterse, ondan verir. Se-rahsî'nin Mııhıyt'nde de böyledir.

İmâmeyn'e göre ise, diyet; ikiyüz sığır, iki bin koyun ve her biri iki parçadan ibaret olmak üzere, iki yüz kat elbisedir. Hidâye'de de. böyledir.

Diyet olarak verilecek develerin, hepsinin aynı yaşta olması ge­rekmez. Bunlar muhtelif yaşlarda olacaktır.

Hatâen katl'den dolayı deve cinsinden verilecek bir diyetin şu beş neviden (her birinden yirmişer adet) verilmesi gerekir.

1-) îki yaşına girmiş, yirmi adet dişi deve (= binl-i mehaz)

2-) îki yaşına grimiş, yirmi adet erkek deve(= ibn-i mehaz)

3-) Üç yaşına girmiş, yirmi adet dişi deve (= bini-i lebûn)

4-) Dört yaşına girmiş, yirmi adet dişi deve (= Hıkka)

5-) Beş yaşma girmiş, yirmi adet dişi deve (= Cezea) Muhıyt'te de böyledir.

Şibh-i amd suretiyle icâbeden diyetler deve cinsinden verilmek istendiğinde, İmim Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, şu dört neviden yüz deve verilecektir:

1-) îki yaşına girmiş, yirmi beş adet dişi deve ( = bint-ı rnahaz)

2-) Üç yaşına girmiş, yirmi beş adet dişi deve ( = bint-i lebûn)

3-) Dörte yaşma girmiş, yirmi beş adet dişi deve (== Hıkka)

4-) Beş yaşına girmiş, yirmi beş adet dişi dev ( = Cezea) Muhıyt'te de böyledir.

Müslümanın, zimmînin ve güvenceli harbînin diyetleri müsavi­dir. Kftfl'de de böyledir.

Kadının nefsi diyeti de, ersi de erkeğin yarısı kadardır.

Şayet, bir cinayet, mukadder ersi ger ektirmiyor sa; o hususta hü­kümetin adi gerekir.

Âlimler, bu hususta ihtilaf eylediler:

Bazıları: "Erşte, erkek kadın müsavidir." dediler; ba'zıları da: "Ka­dın, erkeğin yansı kadar alır." buyurdular. SerahsTnin Mubıyt'nde de böyledir.

Şayet kati, hatâ ile meydana gelmiş ve o müştereken yapılmışsa; büyük olan, nefsî hissesini, sahib hükmüyle öder. Küçük ise, velayet hük­müyle Öder.

Eğer ortak, büyük kardeş veya amca olur ve küçüğün de vasisi bu-.    Iunmazsa; büyük, yalnız kendi hissesinden öder; küçüğün hissesinden ödemez. Muhiyt'te de böyledir.

Bir adamın başının kılları tıraş edilir ve bir daha da bitmezse; tam diyet gerekir. Kılları tıraş edilen şahsın erkek, kadın, büyük, kü­çük olması farketmez. Ancak, tıraş zamanı diyetiyle muhatap olmaz, bu diyetin uygulanması bir sene ertelenir.

Şayet, bir sene ertelenir de kendisine cinayet işlenen adam, sene için­de saçıda bitmemiş olarak, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) göre caniye bir şey gerekmez. İmâm Ebâ Yûsuf (R.A.)'a göre ise, hükümetin adi gerekir. Ze-hıyre'de de böyledir.

Kaşlar tıraş edilip veya yolunup, onların bittiği yer bozulduğu vakit, her kaş için nısıf (= yarım) diyet gerekir. Mebsût'ta da böyledir.

Kipriklerin her biri için, dörtte bir diyet; bir gözün kirpiği için, yarı diyet gerekir.

Bütün kirpikler için de diyet-i kâmile (= tam diyet) gerekir. Mu-hıyt'te de böyledir.

Bir erkeğin sakalı tıraş edilir ve yerinde sabit kalmazsa; tam di­yet gerekir. Zehıyre'de de böyledir.

Başın ve sakalın tıraş edilmesinde, kasıd da, hatâ da müsavidir.

Sakalın ve başın yarısının tıraş edilmesi hâlinde, bazı âlimlerimi­ze göre yarı diyet; bazılarına göre de tam diyet gerekir. Serahsî'nin Mu-hıyl'nde de böyledir.

Şayet sakalın yarısı tıraş edilir, ve onun yarısının tıraş edildiğini bilirse, yarı diyet gerekir.

Eğer bilmez ise, hükümetin adi gerektirir.

Fetâvâyi FadB'de şöyle zikredilmiştir:

Bir erkeğin sakalını yolan bir caniden, yolunanla kalan hesap edi­lerek, taksime tabi tutulur ve gidenin hissesi kadar diyet alınır. Hulâsa'-da da böyledir.

Bir kösenin hakkında çeşitli kaviller vardır. Bu hususta esahh olan, Ebû Ca'fer el-Hindüvânî'nin şu tafsilatıdır.

Eğer, o kösenin çenesinde, sayılacak kadar mahdud kıl varsa; onu tıraş etmekte bir beis yoktur.

Şayet fazla ise, o müstesna; (diyete tâbidir.) Çene ile, yanakda olan kıllar birdir. Fakat, muttasıl değil ise, yâni yüzdeki kıllar, çenedeki kıl­larla birleşmemişler de aralarında açıklık varsa; bu hususta hükümeti

ald gerekir.

Şayet muttasıl (bitişik) ise, tıraş edilmesi hâlinde tam diyet öden­mesi gerekir.

Kösenin, tıraş edilen sakal kılları biter ve eski hâlini alırsa; bir şey gerekmez. Fakat, kesen şahıs buna karşılık te'dib edilir. Mebsût'ta da böyledir.

Tıraş edilen sakalın yerinde, beyaz kıllar biterse; zâhirü'r-rivâyede bu durumun hükmü söylenmemiştir. Başka rivayetlerde, bu husustaki hüküm zikredilmiştir. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavli üzerine eğer hür ise, ona bir şey gerekmez; köle ise, hükümeti adlı gerekir.

İmâmeyn: "Her iki durumda da hükümeti adi gerekir.'' buyurmuş­lardır. Muhıyt'te de böyledir.

Fakıyh Ebû'1-Leys: "Fetva İmâmeyiTin kavli üzerinedir." buyurmuş­tur. Hulâsa'da da böyledir.

Şemsü'l-Eimme el-Halvânî, İmameyn'in şöyle buyurduklarını rivayet etmiştir: Bu meselede hükümeti adi celisi uygulanır. Hür ıslanan sakalı­nı beyaz; köle olanın sakalını, siyah olarak kıymete tâbi tutar ve arala­rındaki noksanlığı tazmin ettirir. Muf-yt'te de böyledir.

Bir adamın sakalı tıraş edildiğinde; bir kısmı noksan bitse, bu husustada hükümetiadl uygulanır. Fetâvâyi Kftdihân'da da böyledir.

NitafTnin Ecnâs isimli kitabında şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, karısının veya başkasının karısının tırnağını kesse, uy­gun olan, hâl-i hazırda bir şey gerekmemesidir.

İbnii   Rüslem,   İmâm   Mu ham m ed   (R.A.)'in  şöyle  buyurduğunu nakletmiştir:

Bir kimse, cariyesinin saçını tıraş ederse; bu bir noksanlıktır; bir ^ey gerekmez. Fakat, o, te'dib edilir. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir kimse, bir erkeğin zekirin kesip, erkekliğini yok eder ve onun sakalı da dökülürse, sakalının döküldüğü için, tam diyet gerekir. Mu-hıyt'te de böyledir.

Bir adamın bıyığı tıraş edilir ve o tekrar bitmezse, hükümeti adi gerekir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Esahh olan budur. SerahsTnîn Mubıyt'nde de böyledir.

Güzelliği giderme suçlarında; sakal, bıyıkla birlikte tıraş edilse; bıyık, sakalın tazminatına dahil olmaz. Muluyf te de böyledir.

Hanı nü isimli kitabda şöyle zikredilmiştir.

Saçı bulunmayan, kel bir adamın başı, tıraş edilir ve onun çok az yerde saçı olursa; tıraş eden şahsın tahminine göre diyet gerekir.

Köse alanın sakalı da böyledir.

Keza, kaşlar ve kipriklerde de, onu koparana yemin verilir. Aksi takdirde, kendisine karşı bu cinayet işlenilen şahıs, onların sıh­hatli olduğuna dâir beyyine ibraz eder. Serahs'nin Mutuyt'nde de böyledir.

îki kulak için tam diyet; birisi için ise, yarı diyet gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adamın kulağına vurulduğunda, onun duyma gücü kaybo­lursa diyet gerekir. Kulağının duymadığını bilmenin yolu; onun haberi yok iken, ona çağırmakdır. Eğer cevap verirse, kulağının duyma gücü gitmemiştir. Zahîriyye'de de böyledir.

îki göz hakkında hüküm; hatâ ile, ikisi de çıkarılırsa (= kör edi­lirse) tam diyet gerekir.

Birisi kör edilirse, yan diyet gerekir.

Kaza, göz çikanlmasada, onlar görmez hale getirilse, hüküm yine aynıdır.

Bunlar kulak kesme yerindedirler. ikisi için tam, birisi için yan di­yet gerekir. Zehîre*de de böyledir.

Gözünün biri kör olan bir şahsın, ikinci gözü de kör edilirse yarı diyet gerekir. Zthiriyye'de de böyledir.

Göz kapaklan, kiprikleriyle birlikte kesilirse; bir diyet lâzım olur. HidiyeJde de böyledir.

Kipriği olmayan göz kapağı kesilse; hükümeti adi gerekir.

Şayet cinayet işleyen şahıs, bir göz kapağı ile birlikte, kirpiklerin birini de kesmişse; kirpikler için tam diyet; göz kapakları için de hükü­meti adi gerekir. Mnhıyt'te de böyledir.

Burun kesmek, nefs diyetidir.

Keza, burnun kemiğinin önündekini keserse; tam diyet gerekir. Burun kemiğini kesene de —kısas değil— diyet cezası verilir. Ve bu tam diyettir. Fetâvftyi KMihln'da da böyledir..

Mfiatekl'da şöyle zikredilmiştir:

Bir kimse, Öyle bir suç işlese ki, kendisine karşı suç işlenen şahıs, nefesini burnundan alamıyor da, yalnız ağzından alıyor olsa; onun ce­zası hükümeti adPdir. Zrtryre'de de böyledir.

Tâhİvî ŞeAÎ'nde şöyle zikredilmiştir:

Bir kimse, önce burnun ucundaki eti, sonra da burnu kesse, tek diyet gerekir.

Şayet, önceki cinayetinden beraat etmişse (Yani sahibi, diyetten vaz geçmişse) hükümeti adi cezası verilir. Mniuyt'te de böyledir.

d-Ad'da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, diğerinin burnunu kırsa, ona, hükümeti adi cezası veri­lir. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adamın burnuna vurulduğunda; o adam, güzel veya fena ko­kuyu koklayamaz ve koku duyamaz hâle gelirse; ona hükümeti adi ce­zası gerekir.

Keza, İbni Rüştem'in Nevadiri'nde, İmâm Muhammed (R.A.)'in de böy­le buyurmuş olduğu nakledilmiştir. .

Buruna vuran şahıs, vurduğu şahsın koku alma duygusunu kendi­sinin giderdiğini ikrar ederse; bunda da diyet vardır ve bu, kulak duy­maması gibidir.

Kudûr'de bö\İe bu\uı muştur.

I etvâ da bununla verilir.

O ',yhsin koko almadığını öğrenmenin yolu; onu, çok fena bir ko­ku ile imtihan etmektir. O, bu kokunun hiç farkında değilse, burnu ko-itı ahnıvor "demektir.Zahîrivve'dc de bövledir.

Dudakların ikisi birden kesilirse; tam diyet; birisi kesilirse yan diyet gerekil.

Dudağın üstü, altı fark etmez; müsavidir. Mahıyi'te de böyledir.

Kulak veya burun hilkaten küçük de olsa tam diyet gerekir. Sirâcnl-Vehhâc'da da böyledir.

Her bir diş için, o şahsın tam diyetinin yirmide birisi kadar diyet Ödenir. Bu yirmi diş şunlardır:

1-) Enyap: tki Üst, iki de altta olmak üzere, dört sivri diş.

2-) Davahık: Köpek dişi denilen, parçalayıcı dört diş.

3-) Nevâcid: Azı dişlerinin arkasındaki dört diş.

4-) Tavahfa: Ağzın iki tarafında üçeri altta; üçeri üstte olmak üze­re, azı dişleri denilen on iki diş. Mebsût'ta da böyledir.

insanın dişlerinin diyetinden başka, hiç bir azasının diyet, tam diyetten fazla olmaz. Hızânetül-Müftîn'de de böyledir.

Hatta, bir adamın yirmi sekiz dişi olursa; onlara karşılık diyet yekünü ondörtbin dirhem eder. Şayet otuz dişi olursa, diyet on beşbin dirhem tutar. Zahîriyye'de de böyledir.

Şayet, bir adamın otuz iki dişi varsa; onların toplam diyetleri, on altı bin dirhem eder. Diyet, üç sene İçinde, üç taksitte Ödenir.

Bu on altı bin dirhem üç taksitle ödenir. Birinci senede, altı bin al-tıyüz altmış altı dirhem ödenir, bu, tam diyetin üçte ikisidir. İkinci se­nede, altıbin Üçyüz otuz üç dirhem Ödenir. Üçüncü senede ise, üç bin dirhem ödenir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerinin dişini söktüğünde, onun yerince, yeni bir diş çıkarsa; erş (diyet) sakıt olur.

Bu İmâm EbÛ Hanîîe (R.A.)'ye göre böyledir. İmameyn'e göre ise, tam erş (diyet) gerekir. Cevheretü'fl-Neyyire'de de böyledir.

Şayet yeni biten diş, siyah olarak çıkmış olursa; diyet, hâli üzre kalır. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, başkasının bir dişini söker ve onu geri sahibine verip, yerine koyar ve onun üzerinde et çıkarsa; onu sökene, tam diyet gerekir.

Şeyhö'l-İslâm şöyle buyurmuştur.

Eski hâlini alır ve menfaatini, güzelliğini kazanırsa; bir şey gerek­mez. Bu sökülen dişin yerine, aynının çıkmış olması gibi olur. Kâfî'de de böyledir.

Bir adamın dişine vurulup o diş sallandığında; şayet, o yeşilleşir veya kırmızılaşır sa, beşyüz dirhem, diş diyeti icab eder.

Eğer saranrsa, ihtilaflıdır. Bu hususta sahih olan kavilh, diyet gerekmemesidir.

Şayet, bu diş karanrsa, diyet gerekir.

Çiğneme kuvvetini kaybederse; yine böyledir.

Çiğneme gücünü kaybetmeyip, dişlerin arasındaki güzelliği kaybetse; yine diyet gerekir. Bunlardan hiç biri bulunmaz ise; burda iki rivayet vardır. Sahih olan rivayet, diyetin gerekmemesidir. FetâYâyi Kâdihân'da da böyledir.

Şayet vuran adam: "O siyahlık ben vurduktan sonra meydana geldi." der; vurulan da onu yalanlarsa; kendisine vurulan kimsenin ye­minli olarak söylediği söz geçerli olur.

Ancak, vuran adamın beyyinesi olursa, o müstesnadır. Mebsût'ta da böyledir.

Bir kölenin dişi sararsa, hükümeti adi icab eder. İmâm Ebû HanSfe (R.A)'in kavlu budur.

İmameyn ise: "İster hür, isterse köle olsun, vurulan şahsın dişi sa-rarırsa; hükümeti adi gerekir." buyurmuşlardır.

Bir adamın dişine vurulduğunda; o diş bu vurulma sebebiyle si­yahlanır; sonra da başka birisi gelerek, onu sökerse; birinci caniye, tam diyet; ikinci caniye ise, hükümeti adi gerekir. Muhıyt'te de böyledir. [27]

 

Dilin Diyeti

 

Bir adam, diğerinin dilini keser ve onun konuşmasının mâni olur­sa; tam diyet ödemesi gerekir.

"Dili, bazı harfleri teaffuz edecek kadar keserse; diyet harflerin sa­yısına taksim edilir." denilmiştir.

"Diliyle konuşabildiği harflerin sayısına taksim edilir." denilmiştir.

Eğer, harflerin çoğunu söyleyebiliyor ise, hükümeti adi gerekir." denilmiştir.

"Şayet harflerin, çoğunu söyleyemiyorsa, tam diyet gerekir." denilmiştir.

Âlimler: En sahih olanı, en öncekidir." buyurmuşlardır. Muhıyt'te de böyledir. Sahih olanı öncekidir. Serahâ'nin Muhıyf nde de böyledir.

Kendisine karşı cinayet işlenilen şahıs, konuşma gücünün gitti­ğini iddia ederse; konuşup konuşmadığı duyulsun veya duyulmasın, id­diası kabul edilir.

Ahras'ın dili kesilse, hükümeti adi gerekir.

Bir sabinin dili, şayet konuşamaz iken kesildi ise hükümeti adi gerekir. Konuşuyorken kesildi ise, tam diyet gerekir. Câmiu's-Sağir'de de böyledir.

iki lıhye (= sakal) hakkında tam diyet gerekir. Birisi hakkında   , ise, yarı diyet gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

tki el, hatâen kesilse, tam diyet gerekir. Birisi kesilse, yarı diyet gerekir.

Sağ el, sol el ayırımı yapılmaz. Her ne kadar sağ el daha üstün ise de, hüküm böyledir. Zehiyre'de de böyledir.

Azada aslolan, menfaatin tamamen gitmesi veya yüzün güzelli­ğinin gitmesidir. Bu durumlarda tam diyet gerekir. Hidâye'de de böyledir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.'ye göre, hünsânın eli, kadın eli gibidir. İmâmeys'e göre ise, yansı erkek, yansı kadın gibi hesap edilir. Sirâcü'i-

Vehhâe'da da böyledir.

tki elin ve iki ayağın parmaklarının diyeti, insan diyetinin onda biridir. Parmaklara! tamamı aynı seviyededirler. Her parmakda üç mafsal vardır. Ve her birinde üçte bir diyet vardır. îki mafsalı olan parmakta ise, bir parmağın diyetinin yarısr ödenir. Hidâye'de de böyledir.

Fazla olan parmakda hükümeti adi vardır. Ce?heretö'n-Neyyire'de de böyledir.

Çolak el için, hükümeti adi vardır. Muhıyt'te de böyledir.

Avuç içi, bazı parmaklarla veya bütün parmaklarlarla birlikte ke­silirse; avuç parmaklara tabidir.

Hatta, parmaklan için erş (diyet) gerekir de avuç içi için, —bi'l-icma— gerekmez.

Şayet avuç, dört parmakla birlikte kesilmişse, üç bin dirhem erş (di­yet) gerekir. Veya, üç yüz dinar gerekir. Kef (= avuç içi) için bir şey gerekmez.

Şayet, avuç içi, iki parmakla veya bir parmakla birlikte kesilmişse veya bir parmaktan bir mafsalla kesilmişse, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre avuç içi ona tâbidir.

Sahih olan da İmâm Ebû Hanîfe (R.A)'nin kavlidir. Zehiyre'de de böyledir.

Bir adam diğerinin eline vurur ve el çolak olursa; tam diyet gere­kir. Huânetö'l-Müffîn'de de böyledir.

Bir adam, diğerinin bir parmağını üst mafsalından kestiğinde; diğer parmaklar da çolak kalsalar; ona tam diyet gerekir. Bundan dola­yı kısas yapılmaz.

Uygun olanı, onun üst mafsalının diyetini almaktır. Diğerleri için hükümeti adi gerekir.

Şayet kol kırılırsa, hükümeti adi gerekir.

Ziyâdât'ta da böyle denilmiştir, Zehiyre'de de böyledir. [28]

 

Elin Diyeti

 

El, kolun yansından kesildiği zaman elin diyeti ve avuç içiyle kol arasında kalan yer için hükümeti adi gerekir.

Şayet dirseğe kadar kesilmişse bu böyledir. Zira, kol hakkında, elin haricinde, hükümeti adi daha fazla olacakdır. Bu İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavlidir.

imâm Mubammed (R.A.), Cami isimli kitabında şöyle buyurmuştur: Bir kişi, iki adamın sağ elini keser; eli kesilen şahıslardan biri de, onun baş parmağını keser; yabancı bir şahıs da, geride kalan parmakla­rını keser; sonra da, eli kesilen diğer adam, o parmakla* Kesilen avcu-nu —parmaksız olarak— keser ve bu şahıslar, daha sonra kadı efendi­nin yanına varıp toplanırlarsa; bu durumda kadı efendi, iki el kesen şahsa, bir diyet; (= beşbin dirhem) hükmeder. Bu diyet ellerini kestiği iki kişi­ye, verilir.

Elleri kesenin, dört parmağını kesen şahıs, ona dört bin dirhem borçlanır.

Şayet ile kesilen, iki kişi, avcu kesenle bir araya gelerek el diyetini alırlar ve aralarında diyet paralarını taksim ederlerse; beşte üç sehmini, baş parmağı kesilmeyen şahıs olur. Beşte ikisini de, baş parmağı kesilen şahıs ahr.

Eğer yabancı, önce, parmaklarından birini kesti; sonra da; eli ke­silenin birisi, iki el kesenin parmaklarından birini kesti; sonra da o ya­bancı dönüp, elleri kesen şahsın, parmaklarını kesti; daha sonra da, eli kesilen diğer şahıs, elini kesenin avcunu kesti ise; bu durumda kadı efendi iki el kesen şahsın bir diyet ödemesine hükmeder. Onun dörtte biri, avcunu kesene; dörtte üçü de parmağını kesene âit olur. Şayet iki kısas sahibi (yani elleri kesilenler) avcunu iki parmağı ile kesenle bir araya gelrlerse; alınan diyet, aralarında sekizde üçü parmak kesene; sekizde beşi de diğerine verilerek taksim edilir. Mnhıyt'te de böyledir.

Parmak uçları hakkında, hükümeti adi vardır. Eğer, kesilen ucun üzerinde tırnak biterse, birşey gerekmez. Şayet, tırnak çıkmazsa, hükü­meti adi vardır.

Eğer tırnak ayıplı çıkarsa; yine hükümeti adi vardır. Hızânetü'l-Müftin'de de böyledir.

Ayaklar hakkında kısas, hatâ olursa, tam diyettir. Bir ayak için, yarı diyet gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Ayağının küçük parmağı için hükümetin adi vardır. Yürüyemediği, oturamadığı ve onları hareket ettiremediği zaman, ikisi için tam diyet vardır. Sırâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Aksak bir ayak kesildiği zaman hükümeti adi gerekir. Fetâvâyi Kâ-dihân'da da böyledir.

Bir kimse, hatâ ile, bir kimsenin ayağını bacaktan keserse; ayak için diyet; kalan yer için, hükümeti adi gerekir. Zehiyre'de de böyledir.

Bir adam, diğerinin uyluk kemiğini kırar; o da tekrar tutup eski halini gelirse; bir şey gerekmez.

Bu İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavlidir.

İmâmeyn ise, *'Hükümeti adi gerekir." buyurmuşlardır.

İmâm Süleyman, İmam Mubammed (R.A.)'in şöyle buyııruduğımu Hac kitabında rivayet etmiştir.

İmâm Ebû Hanife (R.A.)'ye göre bir kimse; bir adamın el, ayak ve başka yerinden bir kemik kırar; o da kavuşup eski haline dönerse; diyet gerekmez.

Eğer, sargı sonunda bir noksanlık meydana gelirse; o noksanlık he­saba alınır. Muhıyt*te de böyledir.

Kaburga kemiği hakkında, erş (= diyet) hükümeti adl'dir. Ze­hiyre'de de böyledir.

Erkek memesi ve meme başı için, hükümeti adi gerekir. Zahıriy-ye'de de böyledir.

Erkeğin bir memesi, yarı erştir; hükümeti adi gerekir. Mnhıyt'te de böyledir.

Kadının memesi hakkında diyet gerekir. Memenin başı için de, memenin diyetinin yarısı vardır. Tek meme için de yan diyet vardır.

Zâhiru'r  rivlyede,   kadının  memesi  için  kısas  olup  olmadığı bulunamamıştır.

Kadının memesi ister küçük olsun, isterse büyük olsun farketmez. Zahîriyye'de de böyledir.

Hünsânm mememsi, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, kadın me­mesi gibidir.

İmâmeyn'e göre ise, kadınla erkek memesinin toplamının yansı ka­dardır. Sirâcü'I-Vehhâe'da da böyledir.

Bir adam, diğerinin sırtına vurduğunda, o şahıs cima yapamaz veya kambur olursa; tam diyet gerekir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Cimadan geri Jcalmayıp, kambur da olmadığı hâlde sırtındajd yara devamlı olarak kalsa, hükümeti adi gereekir. Mohıyfte de böyledir.

Darb (= vurma) eseri kalmazsa; bir şey gerekmez. İmâmeyn: "Doktor ücretini o verir." buyurmuşlardır. Hızânetü'l-Mnftîn'de de böyledir.

Kadının göğüs kemiği kırılsa ve sütü kesilse, o zaman diyet gere­kir. Zehıyre'de de böyledir.

Husyenin ve zekerin tam diyeti; hükümeti adl'dir. Cima için ha­reketi olsun veya olmasın, bize göre müsavidir.

Bunun hükmü, cimadan aciz bir mîn'in hükmü gibidir. Yaşlı bir adamın zekerinde de, cimaya gücü yetmiyorsa, cevap ini­nin cevabı gibidir. Zehıyre'de de böyledir.

Zekerin haşefesi kesilirse, tam diyet gerekir.

Geride kalan kısmında böyle bir başmeydana gelir ve onu da ke­serse; yine diyet gerekir.

tik kesişte, yarası iyileşmeden ve böyle bir baş maydana gelmeden tekrar keserse; tek diyetle hükümeti adi gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.

Husyelerin diyeti de tam diyettir. Muhıyt'te de böyledir.

Sağlam bir adamın zekeri ve husyeleri hatâen kesildiğinde, eğer önce zeker kesilmişse; iki diyet gerekir.

Şayet, önce husyeler kesilmiş; sonra da zeker kesilmişse; husyeler için, tam diyet; zeker için, hükümeti adlı gerekir.

Eğer uyluk tarafından ikisi birden kesilmişse, kesene iki diyet gere­kir. Zehıyre'de de böyledir.

Husyelerden birisi kesilince, suyu kesilirse diyet gerekir. Hizânetü'l-MiifuVde de böyledir.

Kaba etler, sağ ve sol butlar hatâen kesilirse; ikisine tam diyet; birisine yarı diyet gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerinin karnına süngü saplar ve içerde yemek dur­maz hâle gelirse; diyet gerekir. Hiîlâsa'da da böyledir.

Bir adam, süngü veya başka bir şeyi, diğerinin dübüründen dür­ter ve içerde yemek durmaz hâle gelirse; diyet gerekir.

Keza bir adam, diğerine vurduğunda; onu idrannı tutamaz hâle getirse; diyet gerekir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Bir kadının ferci kesilir de, idrarını tutamaz hâle gelirse; diyet gerekir. Hulâsa'da da böyledir.

Bir kadının ferci kesilip cima yapamaz hâle gelirse; diyet gere­kir. Hızanetü'I-MüfuVde de böyledir.

Bir kadına vurulduğunda, o kadından devamlı kan gelse; bir se­ne beklenir; iyileşirse, bir şey gerekmez. Aksi takdirde diyet gerekir.

Bevlini (idrarını) tutamayan da böyledir; bir sene beklenir. Kanna vurmak bunun hilâfınadır. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kadının, dübürü ile ferci arasındak zan parçalayıp, bu kadı­nın bevlini tutamamasına sebep olmak diyeti gerektirir.

Şayet bevlini tutar da, o kadın câife olursa, üçte bir diyet gerekir. Feiâvâyi KâdihâıTda da böyledir.

Bir adam, benzeri cima edilmeyen bir kız çocuğuna cima eder ve o ölürse; şayet o yabancı ise, onun âkılesine tam diyet verilir. Şayet kendi nikâhlısı ise, mehri kocasına; diyeti ölenin âkılesine aittir. Hulâ-sâ'da da böyledir.

İbnii   Rüsletn,   İmâm   Mu ha m m e d   (R.A.)   şöyle   buyurduğunu nakletmiştir:

Bir adam, benzerine cima edilen kendi karısına cima ettiğinde, bu kadın ölürse; kocasına bir şey gerekmez.

İmim Ebû Yûsuf (R.A.) şöyle buyurmuştur.

Bir adam, karısına cima ettiğinde, o kadının bir gözü görmez olur veya iki menfezi arasındaki zarı parçalanır ve kadın ölürse; işte o adam, diyetini tazmin cJ^. imâm Mnhammed (R.A.)'de bunların hepsinde taz­minatta bulunurdu; ancak, zar parçalama hâlinde, tazminatta bulun­mazdı. Ve, bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavlidir." buyururdu.

Bu hususta, Hişâm, İmâm Muhammed (R.A.)'in kavli gibi, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'tan da bir kavil rivayet etmiştir. Zehıyre'de de böyledir.

Fakıyh Ebu Nâsr ed-Debbûsî şöyle buyurmuştur:

Yabancı bir kadın itilip düşürülür ve onun bikri giderse; onu iten şahsa mehr-i misil ve tazir vardır.

Ebû Hafs'da şöyle buyurmuştur: Bu şahsın, o kadına kendi malın­dan mehir vermesi gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir adam, daha cima eylemediği karısını itince onun bikri bozul-sa; sonra da onu boşasa, yarım mehir gerekir.

Şayet başka bir kadını iter ve onun bikri bozulur; sonra da o kadı­nı nikâhının altına alır ve ona cima yaparsa, o adamın iki mehir verme­si gerekir. Mubiyt'te de böyledir. [29]

 

Baş Yarma

 

Başta ve yüzde meydana gelen yaraya şec veya şecce denir. Çeneye kadar olan yüz ve çenenin altı, baş yarma mahalli değildir.

Hızânetü'l-Müftîo'de de böyledir.

tki lıhye (- sakal ve bıyık) bize göre yüzdendir. Hidlye'de de böyledir.

Şec veya şecce denilen yaraların çeşitleri şunlardır:

1-) Hansa: Bu, başın derisinin yırtılıp, kan çıkmaması hâiİdir.

2-) Dâmia: Bu, yarılan başda, gözyaşı kadar kan görünüp, onun dışarı çıkmadığı hâldir.

3-) Dâmiye: Bu, yarılan başdan kanın akması hâlidir.

4-) Bâzıa: Bu baş derisinin ve altındaki etin yarılarak, yaranın baş kemiğinin ince zarına kadar varması hâlidir.

5-) Mûdiha: Bu, yarığın, başm kemiğinin görünmesi hâline kadar varmasıdır.

6-) Hâşime: Bu, baş kemiğininde kırılma meydana gelecek kadar, başta açılan yaradır.

7-) Münakkile: Bu, kırıldıktan sonra kemiğin, baştan ayrılma hâlidir.

8-) Âmme: Bu, baş yarığının tâ beyne kadar ulaşması hâlidir.

9-) Câife: Bu, yarığın bevin zarına kadar ulaşıp, başın parçalan­ması hâlidir.

10-) Mütelâhime: Bu da, yarığın başın kemik zarına kadar ulaşma­sı ve deri ile birlikte etin kesilmesi hâlidir. SerâfcsFnin Muhıyt'nde de böyledir.

Hasan bin Ziyâd, İmâm Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyuruduğunu ri­vayet etmiştir:

Bunların içinden mûdiha denilenden başkaları için, kısas gerekmez. Zahirü'r-rivâyede ise, mûdihamn haricinde kalanlarda da kısas vardır.

İmâm Muhammed (R.A.), bunu, el-Asl'da böyle söylemiştir. Esahh olan da budur. Tebyîn'de de böyledir.

Bütün âlimler bunu kabul eylemişlerdir. Muhıyt'te de böyledir.

Siçac'ın yukarısında olanlara, ister kasden olsun, ister hataân ol­sun, kısas gerekmez. Kasden olana ne gerekiyorsa; hatâ ile olana da, o gerekir. Mnhıyl'te de böyledir.

Müdiha da, eğer hatâ ile oldu ise, diyetin yirmide birisi gerekir. Hâşimede ise, onda biri gerekir.

Münakkile'de, diyetin onda biri ile yirmide biri gerekir. Âmme'de, diyetin üçte birisi gerekir. Câfide de diyetin üçte birisi gerekir.

îki câife olursa, diyetin üçte ikisi gerekir. Hidâye'de de böyledir.

Bunların tamamında, şayet yara iyileşir hiç bir eseri kalmaz ise; Hiç bir şey gerekmez.

Ancak İmâm Mahammed (R.A.): "Bu yaralar iyileşene kadar, yara­layanın yaradan dolayı nafaka vermesi gerekir." buyurmuştur. Şeyhu'l-İslâm'da böyle buyurmuştur. ZehıyreMe de böyledir.

Bir adam, diğerinin başını münakkale olarak yarar ve o da iyile­şir; iyileştikten sonra da bir eser, (iz) baki kalır ve bu az bir şey olursa; yine de onun ersi (diyeti) verilir. Çünkü, erş gerektiği takdirde, her yö­nüyle gerekçesi yok olmadıkça, sakıt olmaz. (= düşmez) Mutaıyt'te de böyledir.

Fetva bununla verilmiştir. ZahîriyyeMe de böyledir.

Mûdiha'dan önceki altı yaralamanın her hangi birisi, hatâ ile olur­sa, hükümeti adi gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Hükümeti adl'de ihtilaf edilmiştir: Tahâvi şöyle buyurmuştur:

Bunda yol eğer başı yanlan köle olur ve o iz olmaksızın ne kıymete sahipse, o eser oluncaki kıymeti ile aralarındaki kıymet farkına bakılır. Eğer o fark, kıymetinin onda birinin yarısı kadarsa, diyetin onda biri­nin yarısının verilmesi gerekir. Şayet onda birin dörtte biri kadarsa, o zaman da diyetinin onda birinin dörtte birisi verilir.

Fetva da bunun üzerinedir. Kafî'de de böyledir.

Âmme, başka yerde değil, yalnız başta ve yüzde olur ve bu yara­lamadan, beyin selâmette bulunur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerinin kulağına vursa ve vurduğu şey kulağından çıksa, İmâm Muhamnıed (R.A.): "Hükümeti âdi gerekir." buyurmuştur.

Eğer ağzına vurduğu şey, dimağına kadar nüfuz ederse (geçerse) yine İmâm Mahammed (R.A.): "Hükümeti adi gerekir." buyurmuştur.

Bir adam, diğerinin gözüne süngü veya ok atar ve o, şahsın ka­fasına kadar nüfuz ederse; gözü için, yarı diyet gerekir; ilerisi için de, hükümeti adi gerekir. Dimağa isabat ederse; gözü için, yan diyet; di­mağa isabeti için de, hükümeti adi gerekir. Serahs'nin Muhiyt'nde de böyledir.

Başm haricindeki yaralamalarda, yüzde olan yara hakkında, hü­kümeti adi gerekir.

Şayet yaralanma sonunda, kemik kırılıp, iyileşir, ancak eseri baki kalırsa; bu böyledir.

Eğer yaralamanın bir eseri kalmaz ise, İmâm Ebû Hanife (R.Â.) ile İmâm Ebû Yûsaf (R.A.)'a göre, yaralayan şahsa bir şey gerekmez.

İmâm Muhammet! (R.A.)'e göre ise, iyileşene kadar o yaranm mas­rafını, yaralayan öder. Serahsî'nrn Muhıyt'nde de böyledir.

Cevfe kadar nüfuz eden yaralara câife denir. Göğüste, arkada ve karında açılan yaralar gibi., câife olur, fakat ellerde, ayaklarda, uyluk-da, ağızda olmaz.

Ellerde, ayaklarda ve boyunda meydana gelen ve cevfe nüfuz et­meyen yaralara ise, gayr-î câife denir.

Zekerle husyeler arasında meydana gelen ve cevfe nüfuz eden ya­ralara da câife denir. Sirâcü'l-Vehhac'da da böyledir.

Yaralama kısasında, yaranın kapladığı alanın, enine veya uzu­nuna olması fark etmez.

Bu yaranın, başın ön kısmında veya arka kısmında yahut ortasın­da veya iki tarafında olmasında da bir fark yoktur.

Yaralanan kimse, dilerse kendisini yaralayanın açtığı yaranın bir benzerini yaralayan şahsın başına istediği taraftan açar; dilerse, diyeti­ni alır. Muhiyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerini yirmi yerinden yaralar ve bu yaraların iyileşe­ceği tahayyül edilmezse; üç yıl içinde tam diyet öder.

Şayet, yaraların iyileşeceği tehayyül edilebilirse; bir yıl içinde (kâ-mit) tam diyet öder. Kâfî'de de böyledir.

Bir adam, diğerini yaraladığında; yaralanan adamın aklı veya şu­uru, başından tamamen gider veya onun başında hiç saç bitmezse; bu da diyete dâhil olur.

Şayet aklı başına gelir; başının da saçı —önceden olduğu gibi— çı­karsa; yaralayan şahsa bir şey gerekmez. Cevheretü'n-Neyyire'de de böyledir.

Bir adam, diğerinin kaşını hatâen yaralar ve orada bir daha kaş bitmezse; yarı diyet ile yaralama ersi gerekir. Sırâcü'l-Nehhâc'da da böyledir,

Şayet yaralanan kimsenin duyma, görme veya konuşma duygu­su kaybolursa; ona karşı hem diyet, hem de yaralama ersi verilir.

Âlimlerimiz: Bu, İmâm Ebû Harfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'in kavlidir." buyurmuşlardır.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ise: "Yaralama ersi, diyetin içine dâhildir." buyurmuş ve: "Yalnız, görme gücünün kaybolması, göz diyetine dahil olmaz." demiştir. Hidâye'de de böyledir.

Bir adam, diğerini kasden yaraladığında; yaralanan şahsın, iki gözü de kör olsa; İmâm Ebû Hanife (R.A.)'ye göre, kısas gerekmez.

İmameyn'e göre ise, ikisi için de diyet gerekir. , Gözle ilgili yaralama ve diyet hususunda İbnü Semâ'a, İmâm Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğunu nakletmîştir.

Hem yaralama, hem de iki göz için diyet gerekir. Kâfî'de de böyledir.

Bir adam, başının tepesinde ve önünde saç olmayan bir keli kas­den yaralarsa; ona kısas değil de İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, diyet (erş) gerekir.

Yaralayan şahıs: "Onun da, bana yara açmasına razıyım." dese bile, buna itibar edilmez.

Şayet yaralayanda yaralanan gibi kel ise, o takdirde kısas yapılır. Muhıyt'te de böyledir.

Nâtifî'nin Vâkıâün'de şöyle zikredilmiştir.

Kel bir kimseyi yaralayan şahsa kısas yapılır; diyet de uygulanır. Hâşime denilen yaralama da böyledir.

Münteka'da şöyle zikredilmiştir: Bir adam, hatâen, kel bir adamı yaraladığında; ona yaralayanın malında erş verilir.

Hâşime'de, yaralayan kimsenin aknesinin diyet ödemesi gerekir. Mu­hıyt'te de böyledir.

En doğrusunu, ancak Allahu Teâlâ bilir. [30]

 

9- CİNAYETİ EMRETMEK VE SABİLERLE İLGİLİ MES'ELELER

 

Bir adam, bir başkasına, "kılıç ile onu öldürmesini" emreder; o da öldürürse; o hususda kısas gerekmez. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'den gelen iki rivayete göre bu böyledir.

Esahh olan, bu durumda diyet de lâzım olmaz. Bu, İmâmeyn'in de kavlidir.

Şayet ona, "elini kesmeyi" veya "gözünü çıkarmayı*' emrederse; o da, hemen onu yapıverirse; iki durumda da tazminat yokdur. Zahîriy-ye'de de böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, başkasına: "Elimi şu elbiseyi sana vermeme karşılık kes" veya "Şu dirhemlere karşılık, elimi kes." der; o adam da öyle yaparsa, ona kısas yoktur; beşyüz dirhem de yoktur. Muhıyt*te de böyledir.

Bir adam, diğerine: "Kanuni, sana para karşılığı sattım." der; o da, onu öldürürse; kısas gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir adam, diğerine: "Oğlumu öldür." veya "Onun iki elini kes" der ve oğlu da çocuk olursa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavline göre, ona kısas uygulanması gerekir. Güzel olanı, onun diyet vermesidir.

Şayet bir adam, diğerine: "Kölemi öldür." veya: "Elini kes." der; o da öyle yaparsa; bir şey gerekmez. Vâkıât-ı Husamiyye'de de böyledir.

Şayet bir adam, diğerine: "Kardeşimi öldür." der; o da öldürür ve emreden de onun vârisi olursa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): "Bu katilden, diyet almak güzel olur." buyurmuştur.

Eğer: "Başını yar." der; o da yararsa; onu yapana bir şey gerekmez.

Şayet, o yaradan ölürse, öldürene diyet gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir adam, diğerine: "Babamı öldür." der; o da öldürürse; katilin, oğluna diyet ödemesi gerekir.

Şayet: "Babamın elini kes." der; o da keserse; kısas gerekir. Hüsâm'ın Vâkiâtı'nda da böyledir.

Bir adam, başkasının kölesine: "Nefsini öldür." der; o da öldü­rürse;  bu durumda,  emreden şahsın,  o kölenin kıymetini Ödemesi gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, diğerine: "Bana karşı VJir suç işle." der; o adam da ona bir taş atıp onu benzeri ile yaşanabilen bir yara ile yaralarsa; bu şahsa cani denir; katil denilmez. Sonra da o adam, bu yüzden ölürse; bucâniye bir şey gerekmez.

Şayet onu, emsali ile yaşanmayacak bir şekilde yaraladı ise, işte o zaman, ona katil denilir ve üzerine diyet gerekir.

Eğer: "Bana karşı bir suç işle" der; diğeri de, onu kılıcıyla öldü­rürse; ona kısas yapılmaz; malından diyet öder. Muhıyt'te de böyledir.

Bir sabi diğer bir sabiye bir insanı öldürmeyi söylese, o da hemen öldürse, öldürenin âkılesi üzerine diyet düşer ve o âkile söyleyenin âkile-sine müracaat edemezler. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Şayet emr olunan köle ise, onun efendisi, emreden şahsa müracaat eder. Attâbî'nin Ziyâdât Şerhi'nde de böyledir.

Bir adam, bir sabîye, "bir adamı öldürmesini" emreder; o-sabî de, o adamı Öldürürse; diyet, öldüren sabînin âkılesine âit olur. Ve o âkile, emreden  şahsın  âkilesine  müracaat  eder.   Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Şayet, kendisine emredilen kimse ticaretten men edilmiş bir köle ise, (ister küçük olsun isterse büyük olsun) onun efendisi muhayyerdir:

ister, köleyi verir; isterse, fidyesini verir. Sonra da, verdiğini emredenin malından geri alır. Attabî*nin Ziyâdat Şerhî'nde de böyledir,

Bir baliğ, diğer bir baliğe böyle bir şey emrederse; tazminat katile âit olur; emredene ait olmaz. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Bir adam, bir sabiye "diğer birinin malını öldürmesini" veya "elbisesini yakmasını" yahut "yemeğini yemesini" emreder; sabî de emredileni yaparsa; tazminat, o sabînin malından yapılır. O da emre­dene müracaat eder.

Şayet, bir sabî, böyle bir şeyi bulûğa ermiş bir şahsa söyler ve o da, onu  yaparsa;   sabîye   tazminat   gerekmez;   tazminatı   baliğ   yapar. Serahsî'nin Mohıyt'inde de böyledir.

İzinli bir köle, kör sabîye, "bir adamın elbisesini yırtmasını" emreder veya sabîyi, bir ihtiyaç için gönderince, o sabî suç işlerse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): "Bu durumda, emreden şahıs tazminatta bulunur. Şayet, o adam, öldürmesini emretmiş olsaydı ve o da onu öldürseydi, âmire tazminat gerekmezdi." buyurmuştur. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Şayet, emreden izinsiz bir köle emredilen de onun gibi ise, katilin efendisi muhayyerdir: İster, köleyi verir; ister» fidyesini verir. Hâl-i hazırda da, emredilenin efendisine müracaat edemez. Fakat, köle azle­dildikten sonra, ona tazmin ettirir.

Eğer, emreyleyen küçük ise, işte o zaman, azâd edildikten sonra da ona müracaat edemez. Attâbî'nin Ziyâdat Şerhî'nde de böyledir.

Mükâtep, —büyük olsun küçük olsun— izinli veya is^nsiz bir köleye —küçük veya büyük olsun— "bir adamı öldürmesini" emreder; o da, onu öldürürse; öldürenin efendisi, ister köleyi, isterse fidyesini verir.

Sonra da kıymeti için, mükâtebe müracaat eder.

Ancak, kölenin kıymeti on bin dirhemden fazla ise, o takdirde, on bin dirhem için müracaat eder.

Ancak, kölenin kıymeti on bin dirhemden fazla ise, o takdirde, on bin dirhem için müracaat eder.

Şayet mükâtep, âciz ise, katilin efendisi, onun efendisine, müracaat, ederek, onun satılmasını ister.

Eğer acz halinden sonra veya önce o mükâtep, azledilirse; katil kölenin efendisi, ona takip ederek verdiği kölenin kıymetini veya azle­dilen mükâtebin kıymetini alır. Muhıyt'te de böyledir.

Emreden —küçük veya büyük— mükâtep olur me'murda hür olursa; diyet, öldürenin âkılesine âit olur. O âkile de mükâtebin kıyme­tine   müracaat   eder.   Çünkü,   bu   cinayet   mükâtebin   cinayetidir. Attâbî'nin Ziyâdat Şerhı'nde de böyledir.

Şayet mükâtep âciz olup, hâkim hükmünü vermeden önce, köleliğe dönerse; bu mükatebten, katilin âkılesinin hakkı bâtıl olur.

Fakat, bu hâkimin hükmünden sonra olur; âkile de henüz diyeti ödememiş bulunursa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, hâli hazırda yine haklan bâtıl olur. Âzad edildikten sonra, ona müracaat ederler.

tmâmeyn'in kavline göre ise, haklan batıl olmaz ve onun hâli hazırda olan malını alırlar. Muhiyt'te de böyledir.

Hükümden sonra âciz ve katilin âkılesine bir şeyler de ödemiş bulunursa; onlar teslim edilirler; ödenmeyen bâtıl olur.tmâm Ebû Hani-fe (R.A.)'ye göre, bâtıl olmaz.

İmâmeyn'e göre, geride kalan borcu için o satılır. Çünkü, efendisi onu Ödememiştir. Attâbî'nin Ziyâdat Şerhı'nde de böyledir.

Aczinden  sonra,  efendisi onu —hakim hükmünü verdikten sonra— azâd ederse; katilin âkılesi muhayyerdir: İsterlerse, onun efen­disine tazmin ettirirler ve geride kalan için de azâd olmuş bulunan mü-kâtebe müracaat ederler; isterlerse, tamamını ö âzad olunmuş adama ödetirler.

Bu, tmâmeyn'in kavlidir.

İmâm Ebû Hanife (R.A.) ise şöyle buyurmuştur:

Onlar efendiye tazminat yaptıramazlar. Hâli hazırda, köleye de yaptıramazlar.

Şayet köle, âciz olmaz ve kitabet bedelini öder; hakimin hük­münden önce de azad edilir veya hükümden sonra azad edilirse; artık, katilin âkılesi, ona müracaat ederler. Ancak, ödedikleri kadar alırlar ve onlar, üç senede üçte bir diyet ödemişlerdir. Kendileri de o adama, onu üç senede —üçte bir, üçte, bir, üçte bir almak üzere— ödetirler. Muhıyt'te de böyledir.

Âmir de, me'mur da mükâtep iseler; tazminat katile ait olur. O, âmirede müracaat edemez. Attâbî'nin Ziyâdat Şerhı'nde de böyledir.

Bir adam, diğerine, "kölesini kırbaçlamasını" emreder, o da, ona kırbaç vurup yaralar; veya elini keser ve o adam ölürse; bu cinayetin yarısı bâtıl olur; yarısını cânî tazmin eder. Camii Kebîr Muhtasar'in da da böyledir.

Bir  adamın  kölesi  olur  ve bir başkasma,   "onu bir defa kamçılamasını" emreder; o da iki defa vurur; bir kamçı da efendisi vurur; sonra da ona, bir yabancı bir kamçı vurur ve bu köle ölürse; ikinci kamçıyı vuran me'murun âkılesinden, kölenin kıymetinin altıda biri alınır; yabancının âkılesinden ise kıymetinin üçte biri ahnır; bundan başkası £âtıl olur.

Kendisine emredilen şahıs üç kırbaç vursaydı, mes'ele yine bu hâl üzere olurdu. Serahsî'nin Muhıyt'ınde de böyledir.

İki kişinin ortak bir köleleri olduğunda; onlardan birisi, ortağına: "Ona bir kırbaç vur" diye emreder; o da, ona bir kırbaç vurduktan sonra, iki kırbaç daha vurur ve daha sonra da, kırbaç vuran şahıs, o köleyi azâd eder; bilâhare de, diğer efendisi, o köleye bir kırbaç vurur; köle de bu kırbaçların tesiriyle ölürse; bu ortaklar, vurdukları kırbaçlar nisbetinde diyet öderler.

Şayet fakir iseler, tazminat gerekmez.

Eğer zengin iseler, önceki vuran kıymetinin yan diyetini, ikinci vuran şahsa öder. tkinci vuran da, yan diyetini —varsa— bu kölenin varislerine; yoksa, âkılesine öder. Muhtasar Camii Kebîr'de de böyledir.

Uyûn'da şöyle zikredilmiştir.

Bir adam, iki kişiye: "Şu köleme, yüz kamçı vurunuz." derse; onlardan birisinin, yüz kamçı vurmak hakkı yoktur.

Eğer, birisi doksan dokuz kırbaç vurur; diğeri de bir kırbaç vurursa; kıyasda, doksan dokuz kamçı vuran onu tazmin eder.

îstihsandS ise, tazminat yoktur. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir adam, bir sabîye, bir silah vererek: "Şunu tutu." der; sabî de o silah sebebiyle helak olursa; silahı ona verenin, o sabînin âkılesine diyet vermesi gerekir.

Şayet: "Bunu, benim için tut." demedi ise böyledir. Muhtar olan, öyle demiş olsa da yine diyet gerekir.

Bir kimse, bir sabîye bir silah verir ve o sabî, bu silâhla kendisini veya başkasını  öldürürse,  bi'1-icma silahı veren  şahsın tazminatta bulunması gerekmez. Hulâsa'da da böyledir.

Silahı sabîye veren şahıs, onun helak olmasını istemediği hâlde, sabî kendi kendini Öldürür veya silah elinden düşerek ölümüne sebep olursa; ona silah veren şahsa tazminat gerekmez. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir adam, ticâret yapmasına izin verilmemiş bir sabîye: "Şu ağaca çıkda, bana meyvesinden topla." der; sabî de ağaçtan düşerek ölürse; emredenin âkılesinin, sabînin diyetini vermesi icabeder.

Sabîye bir şey taşımasını veya ağaç kesmesini emrederse; hüküm yine böyledir.

Şayet, o sabîye: "Şu ağaca çıkda meyve topla." deyip "Benim için topla." demese; sabîde öyle yaparken düşüp ölse; âlimler burda ihtilaf eylediler.  Sahih ölen  kavil,  ister  "benim için topla."  desin; ister demesin, her hâlinde de tazminat gerekir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Câmiu's-Sağır'de şöyle zikredilmiştir*

Bîr adam, diğerinin kölesine: "Şu ağaca çık ve yemen için meyve topla." der; o da ağaca çıkar ve düşüp ölürse; tazminat gerekmez. Muhiyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerinin kölesine odun kırmasını veya başka bir iş yapmasını emreder; o yüzden de bu köle Ölürse; tazminat gerekir. Hulâsa'da da böyledir.

Bir adam, bir sabîyi, bir hayvana bindirip ona: "Bunu, benim için tut." der; bu sabî de, o hayvandan düşüp ölürse; onu bindiren şahsın âkılesinin diyet vermeleri icabeder. Sabînin buna benzer bir hayvana binebilmesi ile binememesi müsavidir.

Şayet, bir sabî, hayvanı sürer; o da birisini tepeleyerek öldürür ve bu durumda, sabî de hayvanın üzerinde olursa; ölenin diyetini; sabînin âkılesi tazmin eder. Onu, bu hayvana bindirenin âkılesine bir şey gerekmez.

Eğer sabî, hayvanı sürecek durumda değilse, küçüklüğünden dolayı, hayvanın basıp öldürdüğü adamın kanı heder olmuştur (= boşa gitmiştir).

Eğer üzerindeki çocuk da düşmüş ve o da ölmüşse; ister hayvan dururken düşsün, ister giderken düşsün, çocuğun diyeti, onu hayvana bindirenin âkılesi üzerinedir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Bir hayvana, sabî ile birlikte, bir adam da bindiğinde; o hayvan, bir adamı tepeleyip öldürse; diyeti hasseten o binen adamın âkılesinin üzerine olur. Kendisine de keffaret gerekir.

Şayet, hayvana sabî vurur ve hayvan o yüzden yürürse; işte bu durumda, hayvanın tepeleyip Öldürdüğü adamın diyetin, hem çocuğun, hem de yanındaki adamın âkileleri öderler.

Sonra da çocuğun âkileleri, büyüğün âkılelerine müracaat ederler. Serahsi'nin Muhiyt'ınde de böyledir.

Bir köle, hür bir çocuğu, bir hayvana bindirir; ve o çocuk, bu hayvandan düşüp Ölürse; onun diyeti, köleye aittir. O kölenin efendisi, ya o köleyi veya fidyesini, çocuğun sahibine verir.

Şayet köle, sabî ile birlikte hayvanın üzerinde olur ve birlikte giderken, hayvan bir adama basarak öldürmüş bulunursa; diyetin yarısı, sabînin âkilesinin boynuna, yarısı da köleyedir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Yaşlı bir hür, küçük bir köleyi, bir hayvanın üzerine bindirdiğinde o çocuk da emsali hayvana binip sürebilmekte olan bir çocuk olur sonra da, ona, "hayvanı sürmesini" emreder; o hayvan da, bir adamı tepeleyip Öldürürse, işte bu hâlde, mes'uliyet köleye aittir. Onun efendisi, ya onu verir veya diyetini öder.

Sonra da, onun efendisi, onun kıymetinden en azım gasıptan alır.

Bir çocuğu hayvanın üzerine kor; o da hayvana vurmaz ve onu tutmaz, hayvan kendi başına gider ve bir adamı tepeleyip öldürürse; o adamın kanı heder olmuştur.

Bir adam, bir sabîyi, bir duvar üzerinde veya ağaç üzerinde görüp, onu çağırır vey ona: "Düşme" der; çocuk da düşüp; ona öyle söyleyen şahsa bir şey gerekmez. Mebsûl Şerhî'nde de böyledir.

Babasının yanında olan bir çocuğu, bir başkası, babasının elinden çeker; babası da çocuğu tutar ve bu çocuk ölürse; diyet, çocuğu çeken şahsa ait olur. Babası da ona vâris olur.

Şayet çocuğu birlikte çekseler (yani, bir taraftan cani; diğer taraftan baba çekse) ve bu çocuk ölse; diyeti, ikisinin arasında olur. Bu baba, çocuğa vâris de olamaz. Vâkıât'ta da böyledir.

Bir çocuk, suda boğulup ölse, veya duvardan düşüp ölse; şayet nefsini muhafaza edecek kadar indi ise,  ana ve babasına bir şey gerekmez.

Şayet çocuk nefsini koruyacak durumda değilse, eğer bu evlerinde oldu ise her ikisine de keffâret gerekir.

Eğer her hangi birisinin hücresinde (odasında) oldu ise, yalnız ona keffâret gerekir.

Fakıyh Ebûl Kasım, ana baba hakkında şöyle buyurmuştur: Şayet onlar, sabiyi takip etmezler de, o sabî damın üzerinden düşer

ve ölürse veya yanarsa; onlara, tevbe istiğfardan başka bir şey gerekmez. Fakıyh Ebû'l-Leys'de bunu ihtiyar ederek: "İkisine veya birisine kef­fâret gerekmez." buyurdu. Ancak, elinden düşürürse o müstesnadır. .    Fetva da Ebû'l-Leys'in ihtiyarı üzerinedir. Zahîriyye'de de böyledir.

Sahih olan da budur. Fetâvlyi Kâdihân'da da böyledir.

Bir ana, çocuğunu babasının yanma bırakıp gider; sabî da, bir başka kadının memesini kabul eder; fakat, babası süt anası tutmaz ve çocuk açlıktan ölürse; işte bu dununda, baba hem günahkârdır; hem de keffâret orucu tutması gerekir. Tevbe etmesi de elzemdir.

Şayet sabî, başka kadının memesini kabul etmiyor; anası da bunu bilmiyorsa, günâh anasına aittir. Çünkü, onun ölümüne sebeb olmuştur ve keffâret gerekir.

Bu mes'ele  de,  önceki mes'ele  gibi ihtilaflıdır.  Mubıyt'te de böyledir.

Altı yaşındaki bir kız çocuğu, âteşin yanına otururken, baba çıkıp gittikten sonra; ana da çıkıp komşuya gitse ve bu kız çocuğu yanarak ölse; bu durumda anneye diyet gerekmez. Şayet malı varsa, bu anne inanmış bir kadını azâd eder. Değilse, arka arkaya iki ay oruç tutar. Üzüntü, nedamet ve istiğfarda bulunur. Umulur ki, Allahu Teâlâ onu bağışlar.   Bu  müstehap  olandır.  Netice  ise,  keffâretler  kısmında geçmiştir. Zahıriyye'de de böyledir.

el-Asl kitabında şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, hür bir sabîyi gasbedip* götürür; bu sabî de ölürse; burda iki durum vardır.

Korunması, kaçınılması imkânı olmayan bir iş sebebiyle Ölmüş olabilir.

Şöyle ki: Bu Çocuğa humma hastalığı isabet eylemiş olabilir. Bu durumda, bi'1-icma gasıbın tazminatta bulunması gerekmez.

Veya  kaçınılması  ve  korumılması  mümkün  olan  bir  şeyden ölmüştür.

Başkası tarafından öldürülmesi; ona bir taş değmesi veya üzerine duvar yıküması yahut yıldırım düşüp, ona isabet ederek öldürmesi veya yılan sokması yahut vahşî bir hayvanın parçalaması veya duvardan atılması, dağdan yuvarlanması gibi durumlarda gâsıp, çocuğun diyetini, tazmin eder.

Üç imamımızın görüş de budur.

Keza,  sabî,  kendi nefsini katlederse bİ'1-icma gâsıba tazminat gerekmez.

Köle hakkmda ise, kaçınması mümkün olan hallarde, aksi halde de böyledir. Yani her halde tazminat gerekir. Mahıyt'te de böyledir.

Bir adam, bir sabiyi gasbeder ve onu Öldürücü olan bir yerin yakınma bırakır ve o helak oiursa (ölürse) —o hür ise— tazminat gerekir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Bir adam, bir sabîyi, bir köleye emânet eder; o köle de, onu öldü­rürse; âkılesinin, onun kıymetini tazmin etmesi gerekir.

Şayet, bir köleye, bir yiyecek emânet edilir; o da, onu yerse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Muhammet! (R.A.)'e göre, tazminat gerekmez.

Fakat, îmâm Ebû Yûsuf (R.A.) "İki durumda da tazmin eder." buyurmuştur.

Bundan dolayı, mahcur bir kölenin yanına, bir mal, emânet olarak bırakıldığında, o mal orda zayi olursa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, tazminat gerekmez. O, azâd edil­dikten sonra sorumlu tutulur.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre ise; hali hazırda sorumlu tutulur.

Buna göre, borç vermek, ariyet bırakmak, satış ve teslim gibi şeylerde köle ve sabî hakkında (sabî akıttı olursa) tazminat gerekir.

Sabî akıllı olmaz ise, bi'1-icma tazminat gerekmez. Eğer emânet edilmeyen bir malı zayi ederse, tazmin eder. Kâfî'de de böyledir.

Bir baba, terbiyesi için çocuğunu döğduğünde veya bir vasî ter­biyesi için yetimi döğünce, çocuk ölürse, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre tazminat gerekir.

Şayet, dersi için, muallimi, babanın veya vasînin izni olmadan döğerse; bu durumda tazminat gerekmez.

Bir koca, karısını terbiye etmek için, döver ve kadın ölürse; taz­minat gerekir.

Terbiyesi için dövdüğü çocuk ölürse, babaya, —diyet değilde— keffâret gerekir.

Onun haricinde bir sebeple dövüp öldürürse, hem keffâret, hem de diyet gerekir.

Karısını öldürene hem diyet, hem de keffâret gerekir. Hüsâm'ın Vâkıâtı'nda da böyledir.

Bir kadın (ana) küçük çocuğu, terbiye için döverse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, ona tazminat gerekir.

İmâraeyn'in, bu husustaki kavillerinde âlimler ihtilaf eylediler: Bir kısmı: "Onlara göre tazminat gerekir." bir kısmı da "gerekmez" buyurdular. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, Kur'an öğretmek için, çocuğunu döverse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): Çocuk Ölürse» baba diyetini öder ve ona vâris olamaz." buyurmuştur.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ise; bu durumda baba, hem vâris olur; hem de diyet ödemez" buyurmuştur. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Hacamatçı, kan alan, neşter vuran veya sünnetçi bir kimse, çocukların sahiplerinin izniyle, sanatlarını ifa ederler ve bu yüzden çocuk ölürse; onlara tazminat gerekmez. Sirâciyye'de de böyledir.

Sanatkârlar, efendisinin izniyle, bunları, bir köleye yapsalar yine tazminat gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

İbnü Semâa, İmâm Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

Bir sünnetçi, babasının izniyle, bir çocuğu sünnet ederken, bıçak çocuğun haşefini kesse ve o çocuk ölse; sünnetçinin âküesi, yarı diyet öder.

Eğer   sabî  yaşarsa,   sünnetçinin   âkılesine   tam   diyet   gerekir.

Serahsfnin Muhıyt'ınde de böyledir.

Bu söylediğimiz "haşefesi kesilip de Ölene yarı diyet" sözü, İmâm Muhammed (R.A.)'den rivayet edilmiştir.

Bu rivayet, Mecmûu'n-Nevâzil'de yazılıdır. el-Asi kitabında ise: "Bir şey gerekmez." buyrulmuştur. Bu,   cinayetü'1-Itak  bahsinde  de  zikredilmiştir.   Zehıyre'de  de böyledir. [31]

 

10- CENÎN (= ANA KARNINDAKİ BEBEK)

 

Müslüman olsun, kâfir olsun, hamile bir kadının karnına vurulur da, çocuk ölü olarak düşer ve o hür olursa; (ister erkek olsun, ister kız olsun) vuranın âkilesinin gurre (= beş yüz dirhem) ödemeleri gerekir.

Bu gurre, vârislere ferâiz usûlüne uyularak taksim edilir.

Şayet, vuran şahıs vâris ise, ona miras düşmez. Bunda, keffâret de yokdur. Sirâciyye'de de böyledir.

Düşen cenin, iki ölü çocuk olursa, o zaman iki gurre lâzım olur. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Cenin: Henüz ana karnında bulunan çocuk demektir. Saç yerinde olursa, Ahkâmın —hükümlerin— tamamına sahibdir.

Yaratılışı tebeyyün etmiş ve azası belirmiş olan cenin, ahkâmın tamamına sahiptir. Kâfi1 de de böyledir.

Cenin, şayet vurma neticesinde sağ olarak düşer de sonra ölürse; işte onun hakkında —gurre değilde— tam diyet ve bir de keffâret gerekir. Mebsût'îa da böyledir.

Eğer cenin, ölü olarak düşer ve sonradan, o yüzden anası ölürse; ananın ölümü için tam diyet; cenin için de gurre gerekir.

Şayet, vurma yüzünden, önce ana ölür; sonra cenin düşer ve o sağ çıkar da, sonra ölürse; bir diyet anası için, bir diyet de cenin için olmak üzere, iki diyet lâzım olur.

Şayet, ana ölür; cenin de ölü çıkarsa; o cenin için bir şey gerekmez. Anası için ise, bir diyet gerekir. Hidâye'de de böyledir.

Çocuğun başı çıkar ve ağlar; bir adanı da gelerek onu boğazlarsa, ona gurre gerekir. Çünkü cenindir. HızAnetü'l-Müftln'de de böyledir.

Bir adam, bir kadının karnına vurduğunda iki cenin düşer ve bun­ların birisi Ölü olur; diğeri de düştükten sonra Ölürse; vuran şahsa, onlardan ölü doğan için, gurre; sağ doğan için de tam diyet gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir kimse, kendi karısının karnıma vurunca, bir sağ çocuk düşer; sonra da o çocuk ölür; arkasından bir de ölü cenin düşer; bilâhare de anaları ölür; o adamın, başka karısından oğulları da olur; fakat, o ölen kadından, başka çocuğu olmaz; bu katimin» ana baba bir kız kardeşi bulunursa; o babanın âkiîesi sağ doğan çocuk için, tam bir diyetin altıda birine anası vâris olur. Geride kalanına» diğer baba bir kardeşleri vâris ölürler.

Bu baba iki de keffâret gerekir; birisi sağ doğan çocuk için; diğeri de onun anası için. Ölü düşen çocuk için de bu babanın âkilesinin beş yüz dirhem gurre Ödemesi gerekir. Ana ondan da südüs (= altıda bir) hisse alır.

Sağ düşen çocuk içinde, gurreden südüs (- altıda bir) hisse alır.

Ölen kadının bütün hisseleri, o öz bacısının olur. Mebsût'ta da böyledir. • Şayet, karnındaki iki cenin olur ve onlardan biri ölmeden önce çıkar; diğeri de öldükten sonra çıkar ve sağ çıkan da Ölürse; onun için gurre vardır; diğeri için yoktur.

Anası öldükten sonra, Ölü çıkan için diyet hakkı yoktur. Anasının ondan dolayı mîras hakkı vardır/

Şayet anasının ölümünden sonra, sağ doğmuş olsa da sonradan ölseydi, anasına vâris olurdu. Anasının, onun kardeşinden dolayı vâris olduğu gurreye de vâris olurdu. Baba bir kardeşi olmasaydı, kardeşinin de mirasına vâris olurdu. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, bir cariyenin karnına vurur ve b ir Ölü cenin düşer; anası da sağ olursa; duruma bakılır: Eğer hami o cariyenin efendisinden ise, gurresi ona ait olur.

Eğer, cenin, köle ise, zahirim'r-rivayede: ";İlimlerimizin rivayetlerine göre tam teşekküllü düşmüşse, kıymetine bakılır. Erkek ise, kıyme­tinin onda birinin yarısı; kız ise, kıymetinin onda biri gerekir." denilmiştir. Muhıyt'te de böyledir.

Cenin'in anası cariye ise, Hasan bin Ziyâd'm rivayetine göre, vuranın malından, o anda gurresi alınır.

Anası hür ise, o zaman, gurresi vuranın âkılesinden bir seneye kadar alınır. Tahâvî Şerhı'nde de böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, bir cariyenin karnına vurunca, bir ölü cenin düşer ve bu câriye de Ölürse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): "Vuran adam üç sene içinde, o cariyenin kıymetini öder." buyurmuştur. Zehıyre'de de böyledir.

Karnına vurulan bir câriye ile onun karnındakini efendisi azâd eder; sonra da o câriye, sağ olarak bir cenin düşürür ve bu cenin son­radan ölürse, diyet değil, onun kıymeti tazmin edilir. Azâd edildikten sonra da olsa, diyet gerekmez. Kâfî'de de böyledir.

Vurduktan sonra cariyeyi satar; o da Ölü bir cenin düşürürse; gurresi satıcıya aittir.

Eğer vurulduğu zaman ceninin babası köle olduğu hâlde, sonradan efendisi onu azâd eyledi ve daha sonra da câriye, cenin düşürdü ise, baba için bir şey yoktur. İtibar, vurulduğu zamanıdır. Muhıyt'te de böyledir.

tbnü Semâa'nın Nevâdiri'nde, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.

Bir adam, hâmile olan cariyesine: "Karnında olan iki çocuktan birisi hür'dür." dedikten sonra bu adam ölür ve bir adam da o cariyenin karnına vurunca, biri erkek, biri kız olan iki cenin, Ölü olarak düşerse; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.): "Cânî, erkek için yarı gurre verir. Bu da beşyüz dirhemin yarısıdır. Aynı zamanda, erkeğin kıymetinin onda birinin dörtte birini verir. Şayet sağ düşseydi, o takdirde cani beşyüzün yarısı ile kıymetinin onda birinin yarısını verecekti." buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kadın, kendi karnına vursa veya kasden çocuğu düşürmen için ilaç içse yahut fercine ilaç koysa da çocuk düşse, onun gurresini âkılesi tazmin eder.

Eğer bunu, kocasının izni olmadan yaparsa, böyledir.

Şayet, kocasının izniyle yaparsa kadına bir şey gerekmez. Kâfi'de de böyledir..

Bir kadaın, çocuk zayi etmek için değil de, bir derdi için ilaç içtiğinde, çocuk düşerse, o kadına bir şey gerekmez. Zahîriyye'de de böyledir.

Fetâvâyi Nesefî'de şöyle zikredilmiştir:

Bir kadın, iddetini bitirmek maksadı ile çocuk zayi etse; eğer bunu kendi isteğiyle yaptı ise, gurre gerekir ve o kocasının olur. Muhıyt'te de; böyledir.

Bir adam, bin dirheme bir câriye satın alıp, ona cima' eder; o câriye hâmile kalır; sonra da efendisi, onun karnına kasden vurur veya çocuğu zayi etmesi için, ona ilaç içirir; bu câriye de ölü bir cenin düşürür; sonra da, o cariyeye bir hak sahibi çıkıp, hâkim de, cariyeyi ve onun mehrini ona hükmederse; müşteri, satıcıya baş vurup, parasını İster. Sonra da hak sahibine:  "Gerçekten senin cariyen, çocuğunu Öldürdü. O da hür idi. Çünkü, o aldatılanın çocuğudur ve çocuk hürdür." denilir. Müşteriye de: "Gurre veya çocuğun kıymeti, sana teslim edildi mi? Eğer sağ idiyse, kıymetinin tamamını haksahibine vereceksin. Eğer gurre ise (= beş yüz dirhemdir) onu ödeyeceksin." denilir.

Hür veledin kıymeti, eğer oğlan ise on bin dirhemdir. Şayet kız ise, beş bin dirhemdir.

Hak sahibi, bu durumda ister, satıcıya müracaat eder; isterse, müşteriye müracaat eder.

Satıcıya müracaat edince, o da müşteriye müracaat eder.

Müşteriye müracaat edince, o da satıcıya müracaat edemez.

Ancak, çocuğun kıymetinden dolayı, —kendisini aldattığı için— müracaat eder. Ziyâdat Şerhı'nde de böyledir.

Bir adam, hamile olan bir cariyeyi satın aldığında; onu karnındaki azad edilene kadar teslim almaz; sonra da, o cariyenin karnına birisi vurur ve bu câriye ölü bir cenin düştirürse; müşteri muhayyerdir: ister, parasının tamamıyla, cariyeyi teslim alır ve düşen çocuğun gurresini caniden hür olarak talep eder ve bu fazlalık müşteri için halaldır; dilerse, satışı fesheder.

Şayet, çocuğun babası hür birisi ise veya efendisinden Önce başka bir vârisi varsa, erş (diyet) için, iki durumda da müşteri için bir hak yoktur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, hâmile bir kadının karnına bıçak vurduğunda; bıçak anasının kanundaki çocuğun eline isabet edip, onu keser ve sonra da kadın, onu sağ olarak doğurursa; bu hatâen olduğu için, vuran şahsın âkılesinin nısıf (= yarım) diyet Ödemesi gerekir. [32]

 

11- YOL ÜZERİNE DUVAR, HELA VE BENZERİ ŞEYLER YAPILMASINDAN DOLAYI MEYDANA GELEN CİNAYETLER

 

Bir kimse, önceden, yıkılacağını bilerek bir duvar yapar ve o duvar, bir şahsın üzerine yıkılarak onu öldürür veya bir malın telef olmasına sebep olursa; bu durumda, duvar sahibi, onu tazmin eder. Kendisinin, o duvarı yıkmaya gelip gelmemesi arasında da bir fark yoktur.

Duvar, yıkılacak şekilde eğri yapılmadığı hâlde zaman geçtikçe yıkılmaya meyleder; sonra da bir adamın üzerine yıkılır, veya bir malın üzerine düşer ve onu telef ederse; bu duvarın sahibi, onu tazmin eder mi?

Şayet, kendisi yıkmaya daha gelmeden önce yıkılırsa, duvar sahi­bine üç imamımıza göre de tazminat gerekmez.

Fakat, onu yıkmaya geldiği hâlde yıkmazsa; kıyâsda yine tazminat gerekmezse de istihsanda, gerekir. (Zehıyre'de de böyledir.)

Bundan sonra, o yüzden nefisler telef olursa, ölen içn âkilesine, kalandan tazminatta bulunur. Tebyîn'de de böyledir.

Bir adama,' 'yıkılmaya meyletmiş olan duvarını yıkması" söylenir ve o gelmeden bu duvar, birinin üzerine yıkılıp, onu öldürürse; bu duvar sahibinin diyet ödemesi gerekir.

Bu, İmâm Muhammed (R.A.)'in kavlidir.

Emâlî sahihleri şöyle buyurmuşlar:

İmâm Ebü Yûsuf (R.A.)'a göre, bu duvar sahibine tazminat gerekmez.

Sahih olanı, İmâm Muhammed (R.A.)'in görüşüdür. Zehıyre'de de böyledir.

Bir duvar, bir adamın üzerine yıkılarak onu öldürür veya bir adam, onu yıkmak için ona dayanınca, duvar yıkılmadan o adam ölü-verir; sonra da bir başka şahıs, o duvarı ölenin üzerine iterek yıkarsa; bu durumlarda duvar sahibinin âkilesinin üzerine tazminat gerekmez. Muhiyt'te de böyledir.

Hükümdar veya bir başkası tarafından duvar sahibine tekaddüm sahihdir.

Tekaddüm: Duvar sahibine: Kendisi yıkılıp bir şeyin telef olma­masını sağlamasından önce "Duvarın, yıkılmak üzre meyletmiştir. Yıkılacağından korkuluyor. Onu yık" demekdir. Muhıyt'te de böyledir.

Şayet, bir adama: "Duvarın yıkılmaya yüz tutmuş; onu yıksan uygun olur." denilirse; bu, bir talep değil, meşveret olur. Fetâvâyi Kâdî-hân'da da böyledir.

Duvarın yıkılmasını talep etmek ve bu hususta şahit tutmak, tekaddüm için şart değildir.

Hatta, bir adam, duvar sahibinden, -şahit edinmeden- fariğ olmasını diler; o da imkânı olduğu hâlde fariğ olmaz ve duvar yıkılıp, o yüzden bir şey telef olur; o adam da dileğini ikrar ederse; telef olan şeyi, duvar sahibi tazmin eder.

Ancak şahit edinmenin faydası vardır. Şahit edinmekle duvar sahi­binin inkârını red ve kendi talebini isbat imkânı olur. Kâfl'de de böyledir.

Bir adamın talebine iki erkek şahit; veya bir erkek, iki kadın şahit bulunursa; mutâlebe (= talep etmiş olma) sabit olur.

Keza bir hâkimin, diğer hâkime yazması da bir isbattir.

İki köle veya iki kâfir, yahut iki sabî, bir duvarın yıkılacağı hususunda şâhid olurlar, sonra da o iki köle azâd edilir veya o iki kâfir, müs-lüman olur, yahut iki çocuk bulûğa erişirler; bundan sonra da eğrilmiş olan duvar yıkılarak bir insana isabet eder ve onu öldürürse; onu, duvar sahibi tazmin eder.

Keza, eğrilmiş bir duvar köleler azâd olmadan veya kâfirler, müs-lüman olmadan, yahut sabiler, bulûğa erişmeden Önce yıkılır, bunlar da sonra şahitlik yaparlarsa; bu şahitlikleri caiz olur. Çünkü bunlar da edâ ehlidirler. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Talebin sıhhatından şartlarından biri de tefriğ (= orayı yıkıp boşaltma) velayetine sahip olana söylemektir.

Hatta bir adam, bir evde kira ile veya ödünç olarak oturana söyler ve o da evi yıkmaz, bu ev de bir şahsın üzerine yıkılarak ölümüne sebep olursa; icarcıya veya icâreciye tazminat gerekmez. Zefuyre'de de böyledir.

Yıkım zamanına kadar da, velayetin, sahih olması için o yerin, sahibinin elinde kalması şarttır.

Hatta, sahibi satışla mülkünden çıksa ve şâhidler de buna şehâdet etseler; bu durumda satan şahsa tazminat gerekmez. Tebytn'de de böyledir.

Bu durumda, eğer, satın almadam önce yıkıldığını isbat ederse, müşteriye de tazminat gerekmez.

Şayet, "müşteri satın aldıktan sonra yıkıldı." derlerse; o zaman, tazminat gerekir. Kâfi'de de böyledir.

Şayet, şahit edindikten sonra, tecennün eder veya irtidat ederek dâr-i harbe gider ve onun dâr-i harbe girdiğine hükmedilir; sonra da deliliğe geçer veya mürtetlikden, tekrar müslümanlığa döner; bilâhere de duvarı yıkılır ve birşey telef olursa; o, heder olmuş olur.

Keza üzerine şâhid edindikten sonra evi satar; sonra da, bir kusuru sebebiyle veya görme yahut şart muhayyerliği ile, bu ev geri verilir;  bilâhare de duvarı  yıkılarak  bir  şey telef olursa tazminat gerekmez.

Ancak geri aldıktan sonra şahit edinilirse, o müstesnadır.

Bir duvarın yıkılacağı, onu satın alacak müşteriye söylendiği hâlde, o, bu duvarı üç günlük muhayye'rlikle satın alır, sonra da onu geri verir'se; bu durumda şahit tutmak bâtıl blur.

Şayet satış devam ederse; o zaman jşâhid edinmek bâtıl olmaz.

Şayet satıcı için şahit tutulursa; bu durumda, müşteriye tazminat gerekmez.

Muhayyerlik hakkı satıcıda olur ve ona ''duvarı yıkması'' söylenir; bu satış da bozulursa; sehâdet sahih olur!,

Bu durumda müşteriye söylenirse; o söyleme bâtıl olur. Mebsût'ta da böyledir.                                           

Hak sahibinden, duvarım yıkmasiî talep edildiğinde; bu duvar ammenin yolu üzerinde olursa; o umumdan bir kişinin talebi kâfi gelir. Zehıyre'de de böyledir.                           

Bu talebin, bir müslüman veya bir; zimmî tarafından yapılması arasında bir fark yoktur.                           

Tahâvî Şerhi'nde şöyle zikredilmiştir:

Şayet duvar, umumun yolu üzerine meyi etmiş ise, bu durumda dava etmek, her insan için bir haktır. İster müslüman olsun, isterse zimmî olsun... Hür, baliğ, izinli sabî, efendisi izin vermiş köle... cümlesi dava edebilirler. Kifâye'de de böyledir.

"Bu duvar, bir mahallede ise, o mahalleden bir kişinin talebi kâfi gelir.

Bu duvar bir evde ise, o evde oturanın talebi kâfi gelir. Zehıyre'de de böyledir.

Cami' kitabında şöyle denilmiştir: Duvar mes'elesi hakkında bir adamın aleyhine şahit tutulur ve bir adam,  "yıkılmak üzere olan duvarını, yıkmasını" duvar sahibine söylemiş olur; duvar sahibi de iki gün müddetle ertelenmesini ister; hâkim de, iki veya üç gün te'cil eder; sonra da bu duvar yıkılıp bir şey telef olursa; sahibine tazminat vacip olur. Muhıyt'te de böyledir.

Yer sahibi te'cil eder (= geri bırakır) veya vaz geçer; yahut buna benzer bir şey yapar ve duvar da yıkılarak telefiyata sebep olursa; o evde oturana tazminat gerekmez. Kâfî'de de böyledir.

Yıkılması için verilen müddet geçtikten sonra, duvar yıkılırsa; onun vereceği zarar tazmin edilir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir yol üzerinde bulunan, yıkılmaya yüztutmuş bir duvarın yıkımını hâkimin te'cil etmesi bâtıl olur.  Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Keza, hâkim tehir etmez de, üzerine şahitlik yapılan zat te'hir ederse; bu kendi nefsi için de, başkası için de sahih olmaz. Muhıyt'te de böyledir.

Duvar rehin olur ve rehin alana da haber verilmiş olursa; rehin alan da, veren de tazminatta bulunmaz.

Eğer rehin verene söylendi ise, o, yıkılan duvarın zararını tazmin eder. Mebsût Şerhi'nde de böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, "diğerinin elinde bulunan bir evin, kendisine ait olduğunu" iddia ettiğinde, o evde de yıkılacak bir duvar bulunur ve onun yıkılacağına dair şahitler şehâdette bulunurlar; bu duvarı da hakkı olmayan şahıs yıkarsa; onu tazmin eder. Muhıyt'te de böyledir.

Şayet ev, bir küçüğün olur ve onun babası veya vasisi, duvarın yıkılmasına şahit olurlarsa; bu şehâdetleri sahih olur. Şayet, bu duvar yıkılırsa; tazminat küçüğe ait olur. Fetâvâyi Kâdlhân'da da böyledir.

Bir cariyeye karşı şehâdet de böylece sahih olur. Kâfî'de de böyledir.

Şayet duvar yıkılmaz da, sonradan, sabî bulûğa eriştikten sonra yıkılır ve bir adam ölürse; onun kanı heder olur.

Keza, bir baba, veya vasî ölüp, küçük çocuk kalır; duvar da bir insanın üzerine yıkılarak, onun ölümüne sebep olursa; diyetini, âkile-sinin ödemesi lâzım olur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir mescidin duvarı yıkılmaya yüz tutarsa; ve onu yaptırana karşı "duvarı onarması için" şahit tutulur. Muhıyt'te de böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, bir yerini fakirlere vakfederek, onu bir vekile verip, "gelirini, fakirlere vermesini" söyler; vekil de o yerin duvarının yıkılacağına şâhidler edinir ve bu duvar, bir insanın üzerine yıkılarak onun Ölümüne sebep olursa; onun diyeti, onu vakfedenin üzerine olur. Kendilerine vakfedilenlere tazminat gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Yıkılacak bir duvarın yıkılması işi bir köleye havale edilir ve o yıkmaz; bu duvar da yıkılıp, bir adamın ölümüne sebep olursa, onun diyeti, bu kölenin efendisinin âkilesi üzerine olur. Köle, ister borçlu olsun, isterse borçlu olmasın farketmez.

Şayet bu duvar, bir mala zarar verirse, mal ziyanı köleye âit olur ve o yüzden köle satılır. Efendisine karşı yapılan şahitlik de sahilidir. Feta-vâyı Kâdîhân'da da böyledir.

Bir kısım vârisler, "yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarın yıkılmak üzere  olduğunu  haber  verip,  yıktırılmasını  isteseler; kıyâsa  göre, onlardan hiç birine tazminat gerekmez. Fakat biz, kendilerine haber verilenlerin hisselerinden, tazminat ödemelerini güzel görüyoruz. Meb-sût'ta da böyledir.

Beş kişinin, müştereken ortak oldukları bir duvar, yıkılmaya yüz tutar ve durum, o ortaklardan birine verilir; o duvar da yıkılır ve bir adam ölürse; haberi olan ortak, duvarın beşte birinin hissesine karşılık, diyetin beşte birini tazmin eder ve onu âkilesi öder.

Uç kişinin yurdunda, bunlardan birinin kuyusu olur veya oraya birisi bir bina yapar; diğerlerinin de bundan haberleri olmaz ve o yüzden bir adam Ölürse; diyetinin üçte ikisini; o tazmin eder.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.): "Her iki mes'elede de yarım diyet gereldr." buyurmuşlardır. Hüsâmüddîn'in Câmiu's-Sağîr Şerhi'nde böyledir.

Eğer kuyu ve bina, diğerlerinin de izni ile yapıldı İse, bu bir cinayet olmaz. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam ölür ve bir oğlu ile bir de evi kalır; kendisi de borçlu olur; yol üzerinde de yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı bulunur; o oğlundan başka da hiç bir vârisi olmaz ve o duvarı yıkması da oğula haber verildiği hâlde, onun imkânı olmaz ve bu haberden sonra, o duvar yıkılırsa; diyet, oğuhın âkilesine değil de, babasının âkilesine âit olur. Muhıyt'te de böyledir.

tmftm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Bir mükâteb'e, "yıkılmaya yüz tutmuş duvarı" haber verilir ve bu duvar, eğer kitabet bedelini ödemeden ve o duvara tam sahip olmadan yıkılırsa; tazminat gerekmez.

Şayet, duvara sahip olduktan sonra, o yıkılırsa; tazminat gerekir.

Bu, istihsandır. Bu durumda mükâtep, ölenin velîsine, diyetten kıymetinin azmi öder.

Şayet, bu duvar, mükâtep azâd edildikten sonra yıkılırsa; kendisi aciz ise, âkilesi diyet Öderler.

Şayet bu mükâtep tekrar köleliğe dönerse; kendisine de, efendisine de tazminat gerekmez.

Keza, sahibi duvarı sattıktan sonra o duvar yıkılırsa; tazminat gerekmez.

Şayet satmamış olur ve duvar yıkılıp, bir adam ölürse; efendisi muhayyerdir: İsterse, diyet yerine onu verir; isterse, fidyesini verir.

Şayet, o duvarı, ölenin Üzerine bir başkası yıkmış olursa; duvar sahibine tazminat gerekmez. Attabî'nin Ziyâdât Şerhi'nde de böyledir.

Bir mükâlep, bir hela veya benzeri bir şey yapar ve kendisi de kitabet bedelini Ödeyemeyip, tekrar köleliğe avdet eder; yaptığı şey de yıkılıp birisini öldürürse; efendisi muhayyerdir: Dilerse, kendisini diyet olarak verir; dilerse, fidyesini verir.

Şayet, o helayı bir başkası yıkarsa; bu durumda tazminat, yıkana aittir. KfifPde de böyledir.

Bir adamın anası, bir başka şahsın azadlısı; babası da köle olur ve ona karşı, "yıkılmak üzere olan bir duvar hakkında" şehâdette bulu­nurlar; o da, onu, babası azâd olana kadar yıkmazsa sonra da babası azâd edilir; bundan sonra da, o duvar yıkılır ve bir adam ölürse; onun diyeti, babasının âkilesine âit olur.

Eğer babası azâd olmadan Önce yıkılırsa; diyet, anasının âkilesi üzerine olur.

Meselâ: Bir kimse, bir hela yapmaya başladıktan sonra, babası azâd edilir; daha sonra da bu hela yıkılarak bir adamın ölümüne sebep olursa; diyet anasının âkilesine âit olur. Çünkü, onun hela azâd edilmiş anasının yanında bir cinayettir, Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, yıkılmaya mahkûm olan veya yıkılmaya yüz tutmamış bulunan bir duvarın üzerinde iken, bu duvar, o yüzden ve onun, kendi sun'u olmaksızın yıkılırsa; yıkılmaya mahkum duvarın öldürdüğünü duvar sahibi tazmin eder.

Eğer, daha önce duvar sahibine, o duvarın yıkılacağı haber verildi ise bu böyledir. Böyle bir haber verilmedi ise, tazmin eylemez.

Bir kimsenin üzerinde bulunduğu duvar yıkılmadan, kendisi düşer ve bir adamın ölümüne sebep olursa; onu tazmin eder.

Eğer düşen şahıs birine çarparak ölürse; o takdirde, duruma u ak il ir: pğer yol, bu duvarın altından gidiyor; adam da yürüyorsa, tazminat gerekmez.

Şayet orada ayakta duruyor veya oturuyor yahut uyuyorsa, İşte o zaman, üzerine düştüğü kimsenin diyetini öder.

Eğer, bu duvarın altı kendi mülkü ise, ödeme yapmaz.

Keza, gafletinden dolayı veya uyur da dönerken düşerse; aşağıda olanın diyetini öder. Bu durumda keffaret de gerekir.

Keza, bir kimse, dağdan bir adamın üzerine atlasa ve .o adam da ölse; tazminat gerekir; ister o yer kendi mülki olsun, isterse başkasının mülkü olsun fark etmez.

Keza, bir kimse, kendi mülkünde kazılan bir kuyuya, içinde insan var iken düşüp onu Öldürse, diyetini tazmin eder.

Şayet kuyu yolda ise tazminat kuyu sahibine aittir. Düşenin de üze­rine düşülenin de tazminatı, kuyu sahibinin üzerinedir. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, duvarın Üzerine bir cerre (= toprak kap, saksı, kiremit) bırakır; o da aşağı düşüp, bir adamı telef ederse; tazminat gerekmez. Çünkü, onu, duvarın   üzerine   bırakmakla, kendi fiilinin te'siri kesilmiştir.

Ancak,   bu   koyu§,   telefe   sebep   olmak   için   olmamalıdır.

Fâsfilü'l-İmâdiyye'de de böyledir.

Bir adam, duvarın üzerine bir şey koyduğunda; o şey bir insanın üzerine düşerek, onun ölümüne sebeb olursa; şayet onu uzunlamasına koymuşsa, tazminat gerekmez.

Fakat enine koymuş ve onun bir tarafını yolun üzerine çıkarmişsa ve o şeyin çıkmış tarafı düşerek, birine isabet etmişse; tazminat gerekir. Şayet, diğer tarafı isabet etmişse; tazminat gerekmez.

Eğer duvar yıkılmak üzere olur ve onun üzerine uzunlamasına bir ağaç bırakır ve onun hiç bir yeri, yol tarafına çıkmamış olur; sonra da o ağaç düşerek, bir adamı öldürürse; ağaç sahibi tazminatta bulunmaz.

Bu hususta âlimlerimizden ba'zıları: "Bu duvarın meylinin çok az olduğu zaman böyledir. Fakat, fazla eğilmiş hâlde ise her ne kadar, ona "o  ağacı  kaldırması" söylenmese  bile   tazminat  gerekir." buyurmuşlardır.

Bazı âlimlerimiz de, İmâm Muhammed (R.A.)'in ded ği gibi: "Duvarın yıkılması, söylenilmeden önce olursa, her iki hâlde de taz­minat gerekmez. Fakat, duvarın yıkılacağı söylenildikten sonra koydu ve o da bininin üzerine düşüp, onun ölümüne sebep oldu ise, tazminatta bulunur.'* demişlerdir. Zehiyre'de de böyledir.

Yıkılacak bir duvarın üzerine, sahibi veya bir başkası tarafından bir testi konulunca, bu duvar yıkılır ve o testi birine isabet edip, öldü­rürse, tazminat, duvar sahibine aittir.

Şayet o testiyi bir başakası iter veya duvarı bir başkası uçrur da testi bir diğerinin ölümüne sebep olur ve o testi de duvar sahibinin olmazsa onu, tazmin etmez.

Eğer, testi duvar sahibinin ise, tazminat ona aittir. Kâfî'de de böyledir.

Müntekâ'da, İmâm Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğu nak­ledilmiştir:

Yıkılacak bir duvarın durumu sahibine haber verildiği hâlde, sahibi onu yıkmaz ve o rüzgârla yıkılıp bir başkasının Ölümüne sebep olursa; o takdirde duvar sahibine tazminat gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adamın duvarının yıkılacağı hususunda şahitler olduğu hâlde, o adam, bu duvarını yıkmaz; bu duvar da bir adamın üzerine düşerek onun Ölümüne sebep olur; duvar sahibinin âkilesi de "o duvarın, o adama âit olduğunu" inkar ederler, veya: "Biz bu duvarın kime ait olduğunu bilmiyoruz." derlerse; onlara bir şey gerekmez.

Hatta, o evde bulunan bir şahıs, beyyine ibraz ederek "o duvarın, evin sahibine âit olduğunu" söylerse; yine, kıyâsen tazminat gerekmez. Istihsanen ise, tazminat şahitlerin akrabalarının üzerine âit olur.

Bir adama âit olan bir duvarın yıkılacağı, sahibine haber verildiği hâlde;   o,   duvarını  yıkmaz  ve  bu  duvar  kendiliğinden  yıkılarak, komşusuna zarar verirse;  komşusunun yjkılan duvarını veya diğer zararını, duvarın sahibi tazmin eder. Komşu ise muhayyerdir: Dilerse, duvarının kıymetini alır; dilerse, noksanım tazmin ettirir.

Duvarını yaptırması hususunda zorlamaya hakkı yoktur.

Eğer bir adam gelir de önceki duvarı yıkarsa; tazminatı, önce duvarın yıkılmasını söyleyene aittir.

Bu, İmâra Muhammed (R.A.)'in kavlidir.

Şayet, duvar sahibi tamiratı yapmadan bir adam gelir de o duvarı yıkarsa; hiç birine tazminat gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

îkinci duvarın sahibi, duvarını, birinci duvar sahibinin mülküne yapmışsa, o takdirde tazminat ikinci yıkan şahsa âit olur .Fetâvâyi Kftdı-hân'da da böyledir.

Duvarların ikisi de yıkılmaya yüz tutmuş olurlar ve bu hususta ikisinin üzerine de şahitler bulunur ve birincisi, ikincinin üzerine yıkılır; ikisinin yıkılmasından dolayı da bir kimse ölürse; duvarı önce yıkılana tazminat gerekir; ikincinin sebebiyle Ölen heder olmuştur. Kâfi'de de böyledir.

Birinci duvarın yeri, yolun kenarında olur ve daha önce, kendisine duvarını yıkmasını söyledikleri yıkılmaya yüz tutmuş duvar, o duvarın üzerine yıkılır; o duvar da bir adamın üzerine yıkılarak onu öldürür veya onu bir başkası yıkarsa; bunların tazminatı, yolun üzerine duvar yapana aittir. Mnhıyt'te de böyledir.

Bir adamın duvarının bir kısmı yola doğru; bir kısmı da bir toplumun yerine doğru meylettiğinde; o hususta o yer halkı, duvar sahibine, durumu izah ederler; yani duvarını yıkmasını haber verirler ve bu duvarın yola meyleden tarafı yıkılırsa; bu durumda duvar sahibi tazminatta bulunur.

Keza, önce yol ehli haber vermiş olsalar ve duvar da o topluluğun yerine yıkılsaydı; duvar sahibi tazminat yapardı. Mebsût'ta da böyledir.

Uzun bir duvarın bir kısmı yıkılmaya yüz tutmuş olur, bir kısmı ise sağlam bulunur ve o çürük kısım, bir adamın üzerine yıkılarak, onun ölümüne sebep olursa; o yerin (o kısmın) sahibine tazminat gerekir. Diğer kısmın sahibine tazminat gerekmez.

Şayet duvar, kısa olursa; tamamına tazminat gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir  adamın  duvarı  meyillenir ve  hâkim,  ona,   "bu  duvarı yıkmasını" söylerse; bu durumda, duvar kendi tarafına eğilmi, bulunan şahsın, onu izinli veya izinsiz yıkması caiz olur. Muhıyt'te de böyledir.

"Bir adamın duvarının yıkılmak üzre olduğunu" iki kişi görür, bu duvar, onlardan birinin veya onun babasının yahut kölesinin veya mü-kâtebinin üzerine yıkılır ve duvar sahibine karşı, onlardan başka da şahit olmazsa; bu durumlarda kendi menfaatine şahitlik yapanın şehâdeti caiz olmaz. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adama,  "duvarının yıkılmak üzere olduğu" haber verildiğinde, o şahıs, bu duvarın yol tarafına yıkılacağından korkmaz, fakat sağlam olan duvarının yıkılacağından korkar; o sağlam duvar da yola yıkılırsa; -eğilmiş olan yer yıkılmamış olunca- yıkılan yer, bir adamın ölümüne sebep olursa; onun kam heder olur.

Buluntu bir adamın, yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı olur ve o duvar bir adamın üzerine yıkılarak, onu öldürürse; bu durumda ölenin diyeti beytü'l-mâlden ödenir. Bir kâfir müslüman olduğunda onun bir mevâlisi bulunmazsa; o da buluntu adam gibidir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir duvarın, üst tarafı bir adamın; alt tarafı da başka bir adamın olur ve bu duvarın yıkılmak üzere olduğu" onlardan birisine haber veri­lirse; bu duvarın tamamı yıkılınca, kendisine haber verilen şahıs, yarı diyet öder.

Bu duvarın üst tarafı yıkılır; bu yer de kendisine haber verilen şahsın olursa; bu durumda diyetin tamamım o öder.

Aşağı kısmın sahibine bir şey gerekmez. Serahsî'nin Muhiyti'nde de böyledir.

Bir adam, bir topluluğu, bir duvarı yıktırmak için icarlar; onların duvar yıkmasından dolayı da bir adam ölürse; bu, ister çalışanlardan birisi olsun, isterse bir başkası olsun; tazminat yıkanlara aittir, Keffâret de onlara aittir; duvar sahibine ait değildir. Mebsui'ta da böyledir.

Bir adamın duvarı, şahitlerin yıkılacağını söylemelerinden önce yıkilıverir;   sonra   da   kendisine   söylendiği   hâlde,   duvarını   yıkıp kaldırmadığı ve o duvarı bir adamın veya bir hayvanın iterek yıktığı ve bu sebeple bir adamın Öldüğü meydana çıkarsa; bu duvarın sahibi, onu tazmin eder. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, helasının duvarını yola doğru çıkarır; oda yıkılıp, bir adamı öldürürse; tazminat gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adama, "ana cadde üzerinde bulunan duvarının yıkılacağı" haber verildiğinde; o adam da onu satmaya mübaşeret eder ve bu duvar yıkılırsa; tazminat satıcıya aittir. Mebsût'ta da böyledir.

Bir duvarın  alt tarafı,  bir adamın;  üst tarafı da diğerinin olduğunda; ikisi de yıkılacağından korkarlar ve ikisine de yıkılacağı haber verildiği hâlde; ikisi de yıkmazlar ve bu duvarın alt tarafı bir adamın üzerine yıkılıp, ölümüne sebep olursa; onun diyeti, duvarın alt tarafına sahip olanın âkilesine âit olur.

Eğer, bu duvarı bir başkası yıktıysa, diyeti o öder.

Keza, bu duvarın yukarı kısmını, birisi itip yıkarsa; bu durumda, ikisine de tazminat gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Bir duvarın alt tarafı bir şahsın, üst tarafı da başka bir şahsın olduğunda; ikisine karşı da şahit bulunur; sonra da üst taraf yıkılır ve bir adam ölürse; tazminat üst tarafın sahibine aittir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Cimta's-Sagir'de şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, helasını veya oluğunu yola çıkarır yahut yol üzerine bir dükkan veya çardak yaparsa; bunların tamamı» insanların haklarına tecâvüz olduğundan dolayı, -imâmdan izinsiz yapmış olması hâlinde-hatka zararlı olsa da, olmasa da yıktırılır. Bu hakta, müslüman veya kâfir; erkek veya kadın müsavidir.

Yalnız, kölenin yol üzerine yapılmış olan şeyi yıkma hakkı yoktur. Hottu'da da böyledir.

Bunlar, önceden yapılmış iseler; kimsenin kaldırma hakkı yoktur. Şayet ne zaman yapıldığı bilinmiyor ise, onu kaldırmak, ancak, imâmın hakkıdır.

Bu durum; umuma âit bir yolun üzerine, şahsfbina yaptığı zaman böyledir.

Şayet, ammenin faydasına, -mescit veya benzeri şeyler gibi bir bina yaptırır ve o da halka zarar vermezse; o yıkılmaz.

İmftm Mnhammed (R.A.)'de böyle buyurmuştur. Nihâye'de de böyledir.

Bir kimse, herkesin gelip geçmediği, özel bir yol üzerine, şahsî bir bina yaptırır ve orası bir çıkmaz sokak olur ve mahalle halkı onun altından geçecek bulunursa; onların bu binayı yıkıp kaldırma haklan vardır.

Onun altından geçmeyenlerin, bu hakkı bulunmaz.

Şayet, bu bina eskiden yapılmış ise, kimsenin onu kaldırma hakkı olmaz.

Ne zaman yapıldığı bilinmiyorsa yine böyledir.  Muhtyt'te de böyledir.

Bir adam, ammenin yolu üzerine, kimseye zarar vermeyecek, bir gölgelik yapmak isterse; sahih olan, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kav­line göre, onu her müslümanın men ve tarh etme (= yîkma) hakkı vardır.

Bir kimse çıkmaz sokağı bulunan bir mahallede, bir gölgelik yaptırmak isterse; onun zarar verip vermediğine bakılmaz; sokak ehlinin izninin bulunup bulunmadığına itibar edilir.

Umûmun yolu üzerine gölgelik yaptırmak mübâh mıdır? Tahâvî şöyle buyurmuştur:

Kimse dava açmamışsa, bu mübâh olur; bir günâhı yoktur. Ancak da'vâ varsa, mübâh olmaz. Ancak, yaptıran günahkâr olur ve onu terketmesi uygun olur. Füsûlü'l-İmâdâyye'de de böyledir.

Çıkmaz bir sokakta, bir kimsenin, diğerlerinin yolu üzerine hela yaptırması ve oluklarını uzatması doğru olmaz.

Ancak, bütün sokak ehli izin vermişlerse, o zaman yapabilir.

el-Asi'da, İmâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Bir adam, yol üzerine bir taş kor veya oraya bina yapar ve onun ağacını yolun üzerine çıkarır; yahut heîâ yapmak ister veya oluğunu uzatır yahut gölgelik yapmak ister veya yol üzerine bir ağaç uzatır ve bunlar vasıtasıyla bir telefiyata sebep olursa; onu tazmin etmesi gerekir.

Şayet, telef olan insan olursa; onun âkilesine diyet öder.

Eğer, bir insanın yaralanmasına sebep olmuş bulunur ve o yara da bir erş miktarı olursa; onu da âkilesine tazmin eder. Erş miktarından az ise malından bir şey vermesi gerekir. Fakat keffâret gerekmez.

Şayet, bu durumda Ölen, murisi ise, onun mirasından mahrum olmaz.

Şayet, bir mala isabet eder ve onu telef ederse; onu, kendi malından tazmin eder. Bu mes'eie, el-Asi'da tafsilatlı olarak yazılmıştır.

Eğer, onu imâmın (= devlet başkanının) izni olmaksızın yapmış ise, tazminat gerekir; izni ile yapmışsa, tazminat gerekmez.

Âlimlerimiz şöyle buyurmuşlardır:

imâmın izin vermesi -şayet ammeye zararı yoksa- caizdir.

Şöyle ki: Yol gayet geniş olduğu hâlde, ammeye -yolun dar olması gibi- zarar veriyorsa; o takdirde izin vermesi mubah olmaz.

el-Asl'da şöyle cevap verilmiştir:

Şayet büyük bir yol üzerine veya gelinip geçilen bir sokak üzerine yapıyorsa mubah değildir.

Fakat, böyle bir şeyi, dar bir yola yapmış ve o da bir insanın ölü­müne sebeb olmuşsa, o takdirde, duruma bakılır: Orda oturanların his­sesi kadarını tazmin eder; kendi hissesine düşen kadarı tazminattan hariç kalır.

Bu, kıyâsda böyledir,

tstihsânda ise bir tazminatta bulunmaz. Zehıyre'de de böyledir.

Mümekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Borçlu veya borçsuz olan bir tüccar, kendi yerine bir hela yaptır­maya başlar; o yüzden de birisi ölürse; onun bir köle azâd etmesi gerkir.

Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavli ve İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kıyasıdır. Eğer, bunu, efendisinin izniyle, köle yapmışsa tazminat efendisinin âkilesine aittir.

Şayet kendi kendine yapmışsa, tazminat o köleye aittir.

Bir köle, efendisinin izniyle veya ondan izinsiz efendisinin yur­duna, bir kuyu kazar ve bir bina yapar ve o yüzden de bir adam ölürse; bir şey gerekmez. Efendisi, köleden habersiz yaparsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kıyasında, tazminat gerekmez.

İmâm Ebû Yusuf (R.A.) ise: "Tazminat gerekir." buyurmuştur. Fakat, ben de tazminat yaptırmam. Rehin veren bir kimse de, rehin verdiği yere, -rehin alanın izni olmadan- bir kuyu kazar veya bir bina yaparsa; yine bir şey tazmin eylemez. Muhıyt'te de böyledir.

Bir ev sahibi, ücretle bir şahıs çalıştırıp, yol üzerine bir şey çıkartır; işçiler işten ayrılmadan da bir, zayiat yaparlarsa; onlar, onu tazmin ederler. Ev sahibi karışmaz ve onlara diyet gerektiği gibi, keffâret de gerekir. Mirastan mahrumiyet de vardır.

Bu zayiat, onlar işi bırakıp gittikten sonra olursa; tazminat ev sahi­bine âit olur.

Bu, istihsânda böyledir.

Kıyâs    ise    öncekidir.     Mebsût'ta,     Sirâcü'l-Vehhâc'da    ve Cevheretü'n-Neyyire'de böyledir.

Şayet, ücretle çalışanların elinden bir tuğla veya bir taş, yahut bir ağaç düşer ve bir adama dokunup, onu öldürürse; elinden düşenin âki-lesinin   diyet   vermeleri   gerekir.   Kendisine   de   keffâret   gerekir. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Bir adamın, yola doğru uzatmış olduğu oluk, yola düşerek, bir adama isabet edip onu öldürdüğünde; duvardan tarafta olan kısmın dokunmasıyla ölmüş olduğu bilinirse; o takdirde, adama tazminat gerekmez.

Şayet yola doğru uzanmış olan tarafının dokunmasıyla ölmüşse; tazminat gerekir.

Eğer tamamının dokunmasıyla ölmüş işe, yarı diyet gerekir; yansı heder olur.

Eğer  neresinin  dokunduğu  bilinmiyorsa,  istihsânen  yarı  diyet gerekir ve yarısı heder olur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, yola açılan bir kapı kanadı yapar ve o yüzden de bir adam ölür; veya yola bir ağaç koyduktan sonra, o ağacı satar; müşteri de onu orda bırakır ve o yüzden de bir adam ölürse; tazminat satıcıya âit olur; müşteriye bir şey gerekmez. Kâfî'de de böyledir.

Bir kimse, yol üzerine bir odun koyduğunda; başka bir adam da ona takılıp Ölse; bu durumda o odunun sahibi tazminatta bulunur.

Yoldan geçen bir şahıs oduna basıp düşer ve ölürse; yine odunu koyan şahsa tazminat gerekir. İmâm: "Bu, odun büyük olduğu zaman böyledir. Eğer, odun küçük ise, onu koyana tazminat gerekmez." buyurmuştur. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, yolu süpürüp, o süprüntüyü yola yığar; bir başkası da, ona takılır ve yıkılıp ölürse; yolu süpüren şahsa tazminat gerekmez.

Fakat, çok fazla yığıntı yaparsa; o zaman tazminat gerekir. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adam, yola su serper veya yolda abdest alırsa; tazminat gerekir.

Âlimlerimiz: Su, gece serpilir veya geçen adam kör olur ve ayağı kayarak, o yüzden Ölürse; tazminat gerekir. Fakat, oradan geçen, oraya su döküldüğünü bilirse; tazminat gerekmez." buyurmuşlardır.

Keza, yoldan geçen şahıs, kasden taşın veya odunun üzerinden geçip, yıkılır ve ölürse; o şeyi koyan şahsa tazminat gerekmez.

Bazı âlimlerimiz de: "Yolun tamamına su döküldüğü veya odun konulduğu zaman tazminat gerekir; değilse gerekmez." buyurmuşlardır. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.

Böyle bir yola bir hayvan uğrar ve helak olursa; o şeyleri koyan şahıs her hâlde o hayvanı tazmin eder. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir kimse» dükkan sahibinin izniyle, bir dükkana su serper; bir adamın ayağı kayarak, yıkılıp ölürse, kıyâsda, tazminat, suyu serpene aittir.

îstihsânda  ise,   sulamasını  emreden  dükkan  sahibi  tazminatta bulunur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam yola su döker; başka bir adam da birini eli ile çektiği, diğeri de onun arkasından gelmekte olan iki eşeği ile gelir ve arkadan gelen eşeğin ayağı kayıp, kırıîırsa; eğer eşek sahibi onları sürüyor ise, ikisine de tazminat yoktur. Eğer sürmüyor idiyse, su serpene tazminat gerekir. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.

İmâm Muhammed (R. A.)'e sorulmuş:

  Bir adam yola su döker ve o buz tutar; bir adam da oradan kayarak yıkılırsa ne gerekir? İmâm şöyle buyurmuş:

— Su dökene tazminat gerekir.

Bundan sonra, o buz erir ve yine bir insanın ayağı kayarsa; taz­minat gerekir.

Keza, bir kimse yola buz atınca, o erişe su olsa hüküm aynıdır.

İmâm Ebû Hanîfe (R. A.) şöyle buyurmuştur:

Gayri nafiz olan bir yola, herkes odun koyar ve ona hayvanını bağlar: orda abdestini alır ve bir adam, orada o yüzden ölürse; tazminat gerekmez.

O yolun içine bina yapılır veya kuyu kazılır ve o yüzden de birisi ölürse; tazminat gerekir.

Her yer sahibinin, evinin çevresinde, çamurunu atacak, odununu koyacak, hayvanını bağlayacak dükkanını yapacak fırınını koyacak selâmet bir yer edinme hakkı vardır. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Şayet, birinin kar atması sebebiyle, bir kimse veya bir hayvan k,ayarsa; îmânı Muhammed (R.A.): "Duruma bakılır, eğer cinayete sebep olan sokak, çıkmaz bir sokaksa; kar'ı atana tazminat yokdur.

Eğer bu sokak normal bir sokaksa, kar'ı atanın tazminatta bulun­ması gerekir.

Fakıyn übu'l-Leys: "Bu, kıyâsın cevabıdır. Biz de: "Onlara taz­minat gerekir." deriz." buyurmuştur.

Biz de, bunu güzel görür ve: "Bu sokak ister normal sokak, isterse çıkmaz sokak olsun, onların üzerine tazminat gerekmez." deriz.

Uyun kitabında da selâmet şart koşulmuştur.

Zamanımızın bazı bilir kişileri şöyle demişlerdir:

Eğer, bu işleri imâmın emriyle veya sokak halkının isteğiyle yapmış ve kar atmak, buz atmak umûmi bir şey ise, Ebû'I-Leys'in cevabı doğrudur; değilse, cevab, -söylediğimiz gibi- İmâm Muhammed (R.A.)'in cevabıdır.

Fakıyh Ebû'I-Kasim'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Belde halkından   sorup   Öğrendiğime  göre,   onların   hepsi, çoğu zaman, çamuruna evinin fınastna (-yakınma) atmışlardır ve o yüzden insan­ların düştüğü de olmuştur.

Bunu, İmâmdan izin alarak yapmak iyi olur. Şayet izinsiz olursa, kıyâsa göre, tazminat gerekir. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adam, koyduğu bir taşın üzerine bir taş daha koysa; o da düşerek bir adamı öldürse; tazminat gerekir. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adamın yola koyduğu bir şeye, başka birisi dolaşır ve diğer bir şahsın üzerine yıkılarak, onun ölümüne sebep olursa; bu durumda taz­minat, -düşüp öldürene değil de- yola o şeyi koyana aittir.

Bir adamın yola koyduğu şeyi, bir başka *ahıs alıp, diğer bir yere kor ve o şeye birisi dolaşarak, yıkılıp ölürse; tazminat, ikinci adama gerekir; birinciye gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir adam, kılıcım yola koyduğunda; bir başkası da ona dolaşarak ölür ve kılıç da, kırılırsa; bu durumda ölenin diyetini kılıç sahibi öder. Dolaşanın âkilesi de kılıcın bedelini öder.

Önce kılıca dolaştığı hâlde, kılıç sonradan kırılsa; bu durumda Ölenin diyetini, kılıcı yola bırakan şahıs öder. Fakat kılıç sahibi ödemez. Hızânetü'l-Mnftîn'de de böyledir.

Bir kimse, yırtıcı bir hayvanı, yola bırakmış ve o da bir adamı öldürmüşse; tazminat onu bırakana aittir.

Eğer, o hayvan bağlı olur ve bu bağı çözülmeden bir adamı Öldü­rürse, bu böyledir.

Şayet   bağı   çözülmüş,   hayvan   yerinden   ayrılmışsa;   tazminat gerekmez.

Keza bir kimse vahşî bir hayvanı yola bırakır veya kuduz bir köpeği yola salar ve o bir adamı öldürürse; tazminat gerekir. Serahsî'nin Muluytı'nde de böyledir.

Bir adam, yola bir ateş parçası kor ve o yüzden de yangın çıkıp, bir şey yanarsa; tazminat ateşi koyana aittir.

Şayet, o ateşi rüzgar alıp, bir başka yere götürür ve orda bir şey yakarsa bu durumda ateşi koyana tazminat yoktur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bazı âlimlerimiz, şöyle buyurdular:

Bu, ateşi yerinden hareket ettirip götürdüğü zaman böyledir. Fakat, ateşi değil de, alevini götürür ve o yüzden bir şey yanarsa; tazminat, ateşi koyana ait olur

Şeyhül-Eimme Seransî, şöyle buyurmuştur:

Eğer rüzgarlı havada böyle yapmışsa, tazminat gerekir. Şeyhü'î-Eimme el-Halvânî de: "Bu durum hakkında, tafsilatsız bir şey söylenmez." demiştir. Zemyre'de de böyledir.

nir demirci, demirini körükten çıkarıp, örsün üzerine koymuş ve çekicine vururken, ammenin yoluna ateş sıçrayıp bir adamı öldürür veya gözünü çıkarırsa; onun diyeti, demircinin âkilesinin üzerinedir.

Eğer elbisesini yaktı ise, kıymetini kendi malından tazmin eder.

Şayet, çekiçle vurmadığı hâlde, rüzgar ateşi savurdu ve o, birine isabet etti ise, artık o heder olmuştur; demirciye tazminat gerekmez. Hulâsada da böyledir.

Şayet,  demirci,  dükkanının yoldan tarafına,  çıngıları yola saçılacak şekilde ateş koymuş ve yangına sebep olmuşsa tazminat gerekir. Zchıyre'de de böyledir.

Bir  adam,   kendi  mülkünden  veya  başkasının  mülkünden geçerken, ateş taşıyor olsa; bu ateşten bir parça düşerek, bir adamın elbisesini yaksa; Nevâdir'de "Tazmin etmesi gerekir." denilmiştir.

Şayet, o ateşten bir parçayı rüzgar savurmuş ve o bir adamın elbise­sine isabet etmişse, tazminat gerekmez. Fetâvâyi Kftdtbân'da da böyledir.

Bazı âlimlerimiz şöyle buyurmuşlardır:

Eğer, bir adam, kendisinin geçme hakkı bulunan yerden geçiyordu da, ateş, başka bir adamın mülküne düştü veya onu rüzgâr attı ise, taz­minat gerekmez.

Fakat, hakkı olmayan bir yerden giderken, böyle oldu ve ateş elinden düştü ise, tazminat gerekir.

Ancak, bu durumda da rüzgâr atarsa, tazminat gerekmez. En açık fetva budur. Hızânetü't-Müftîn'de de böyledir.

Bir adam, satış yapmak için yolun üzerine oturduğunda; eğer oraya, izinle oturtmuşsa, ona dolaşıp yıkılan kimse için tazminatta bulunması gerekmez; değilse gerekir. Siracü'l-Vehhfic'da da böyledir.

Bir adam, uyuyan birine uğradığında; ayağı ona dolaşıp, üzerine yıkılır ve o adamın gözünü çıkarır; sonra da düşen adam ölürse; bu şahıs onun gözünün diyetini Öder; uyuyan da düşüp ölenin diyetini öder.

Şayet her ikisi de ölürlerse; uyuyana, düşenin tam diyeti; düşene de uyuyanın yarı diyeti gerekir. Hızftnetü'l Maftîn'de de böyledir.

Bakkâff'de şöyle zikredilmiştir:

Yolda yatan bir şahsa, yürüyen bir adam dolaştığında; hem kendinin, hem de uyuyanın parmağı kırılır; sonra da ikisi de ölürlerse; her birinin âkilesi, diğerine isabet eden diyeti öderler.

Şayet, birisi ölürse; sağ kalanın âkilesi, onun diyetini Öder.

Yürüyen adam, uyuyana takılıp, onun yüzünün Üzerine düşer ve başı onun başına dokunur; ikisinin de başı yarılıp, birer parmakları da kınhrsa; uyuyan şahıs, diğerinin hem be, yangım, hem parmak kırığını öder. Yıkılan ise, yalnız parmak kırığını öder; baş yarığını ödemez.

Şayet, her ikisi de Ölürlerse; uyuyanın âkilesi, tam diyet öder; düşenin âkilesi ise, uyuyanın yarı diyetini öder. Zataîriyye'de de böyledir.

Şayet, bir adam yolda giderken, cinâyetsiz olarak düşüp ölür ve bu yüzden bir başkası da Ölürse; ölene de ölüye de tazminat gerekmez. Yâni, bunların âkileleri diyet ödemezler. Zehıyre'de de böyledir.

Yolda yürüyen bir adam, hastalanıp baygın olarak yola düşer veya zayıfladığı için yürüme imkânı kalmaz ve bir insanın üzerine düşerek, onu öldürür, veya o adam, yere sağ olarak düştükten sonra ölür; daha sonra da, ona birisi dokunursa; âkilesine diyet vacip olur.

Eğer birinin üzerine düşer ve onu öldürürse; keffâret gerekir. Eğer ölen muris ise, öldüren ona vâris olamaz.

Şayet, yere düşer ve başka birisi; ona ayağı takılarak düşerse; o düşene keffâret gerekmez. Mirasdan da mahrum olmaz.

Bu, tmâmeyn'in kavlidir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir köle, yola oturur veya orda uyur ve o hâlde iken de azâd edilir; ona bir adam dolaşır ve köle onun ölümüne sebep olursa; bu durumda kölenin âkilesi, ölenin diyetini verirler.

Eğer, o adamın ayağı kırılıp yürüyemez hâle gelir; sonra da o köleyi efendisi azâd ederse; bilâhare de bu köleye birisi takılır ve köle ölürse; onun kıymetini efendisi öder.

Keza, köle hayvanı ile birlikte yolda durur; sonra da efendisi onu azâd eder; bundan sonra da ona biri dolaşır ve bu köle ölürse, onun kıymetini efendisi öder. Kâft'de de böyledir.

Bir adam, diğer birinin kölesinin elini ayağım bağlayıp, onu yola attıktan sonra, o köleyi efendisi azâd eder; sonra da buvköleye birisi dolaşarak yıkılıp ölürse; diyeti, onu bağlayıp yola atana ait olur.

Şayet o bağ ile, kölenin gitme imkanı olduğu hâlde, o gitmese ve sonra da onu efendisi azâd eylese idi, ona dolaşıp Ölenin diyeti, o kölenin efendisine ait olurdu.

Şayet köleyi bağlamadan yola oturttuktan sonra, onu efendisi daha o yerinden kalkmadan önce azâd etmiş olsa ve ona birisi doku­narak bir zarar görse idi; onun diyeti efendisine ait olurdu. Muhıyt'te de böyledir.

Yolda yük taşıyan bir adamın yükü, bir başkasının üzerine düşüp, onu öldürürse; yük sahibi onu tazmin eder.

Düşen bu yüke birisi takılıp da bir zarar görürse; onun diyeti de, yük sahibine ait olur. Fetâvâyi Kâdîhânda da böyledir.

Bir adam, üzerinde herkesin üzerine giydiği bir şeyle yolda giderken o yüzden birini öldürür; veya bir adamın üzerine düşer, yahut adamın kendisi yola düşer bir başkasıda ona dokununca yıkılıp ölürse; bu durumlarda, o adama bir tazminat gerekmez.

Şayet başkalarının giydiğinin hâricinde bir şey giyer; -üzerinde yük taşıyan kimse gibi- ve o yüzden ölen olursa; tazminat gerekir.

Yolda hayvan süren veya hayvan çeken yahut, bir hayvanın üze­rine binmiş olan bir kimsenin hayvanının eğer, gem veya benzeri bir şey düşerek bir adamı öldürür; yahut, hayvan veya ba'zı eşyaları yola düşer de ona biri takılıp ölürse; süren, çeken veya binen şahıs onu tazmin eder. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, yola bir cerre (= testi) koyduğunda; başka bir adam da, oraya bir cerre kor ve bunlardan biri yuvarlanıp diğerini kırarsa; cerresi yuvarlanıp, diğerinin cerresini kıran şahsa, bir şey gerekmez.

Şayet yuvarlanan cerre kırıhrsa, diğeri onu tazmin eder.

Keza bir adam hayvanım yolda durdurur; diğer bir adam da aynısını yapar ve hayvanlardan birisi kaçıp, diğerine dokunarak onu öldürürse; kaçan hayvanın sahibi, Öteni tazmin eylemez. Şayet kaçan hayvanı, diğer hayvan öldürürse; duranın sahibi tazminatta bulunur. FetâYâyi Kâdîhânda da böyledir.

Bir adam, içinde zeytinyağı bulunan veya boş olan destisini yola bırakır, keza bir başkası da kendi testisini, o yola kor ve onlardan birisi yuvarlanıp, diğerine dokununca, ikisi de kırıhrsa; tmâm: Duran cerrenin (= testinin) sahibi, yuvarlanan testinin içindeki zeytin yağını da öder.

Fakat, testisi yuvarlanan bir şey ödemez.

Şayet ikisi de yuvarlanır veya onlardan birisi eğiterek, -sahibinin koyduğu yerden ayrılmadan- diğerine değerse; yuvarlanmalarından veya o meyileden, diğeri kırılır veya yerinde duran kırılsa; onlardan her biri, diğerinin testisini öder. Muhıyf te de böyledir.

Bir adam, testisini büyük bir havuzdan doldurup onu, o havuzun kenarına koyduktan sonra, başka bir adam gelerek, o da aynı şeyi yapar ve bu ikinci testi yuvarlanarak, birinciye dokunur ve onu kırdığı gibi kendisi de kırıhrsa; bu durumda ikinci testinin sahibi, birincinin testi­sinin kıymetini öder.

Bazı âlimler de: "Her biri, diğerininkini öder." demişlerdir. Hızânetü'I-Müftîn'de de böyledir.

"Bir kısım âlimler de: "Her hâlinde, testisi yerinde duran şahıs ödemeyapar." buyurmuşlardır. Zemyre'de de böyledir.

Bir adam, yol üzerine bir şey koyduğunda; bir hayvan, ondan ürker,ve sahibi düşüp ölürse; o şeyi oraya koyan şahsa eğer o şey dokunmadı ise-tazminat gerekmez.

Keza, yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarın sahibine, bu durum haber verilir ve o duvar da yola yıkılır; bir hayvan da ondan ürkerek kaçarken, kendi   sahibini   öldürürse;   bu   durumda   duvar   sahibine   tazminat

gerekmez.

Ancak, duvarı yola yıkılan veya yola bir şey koyan şahsm bir şeyi isabet eder ve onu Öldürürse; o zaman tazminat gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

el-Asi'da, tmâm Muhammed (R. A.) şöyle buyurmuştur: Mescid ehli, mescidin içinde bir su kuyusu açarlar, veya mescide kandiller koyarlar, yahut, içine, küpler koyarak onlara su doldursalar veya hasır koysalar yahut kamışdan yapılmış sergi serseler;bu sebep­lerden ölene karşı, hiç birinin tazminatta bulunması gerekmez.

Fakat, bunları, o mahallenin haricindeki insanlar yaparlar ve o yüzden de birisi Ölürse; eğer bunları mahalle halkının izniyle yapmışlarsa; yine tazminat gerekmez.

Şayet mahalle halkından izinsiz yapmışlarsa; (Meselâ: Bir bina yaparlar veya kuyu kazarlar ve onun içinde de birisi ölürse) bil-icmâ onlar hep birlikte tazminatta bulunurlar.

Fakat, suyu içilsin diye küp koyarlar veya hasır sererler yahut kandil asarlar ve bunları da mahalle halkının izni olmadan yaparlar; bunlar sebebiyle de birisi ölürse; (Meselâ: Kandil düşerek, birinin elbi­sesini yakar veya onu fesada verirse) İmâm EbÛ Hanîfe (R.A.)*ye göre, onlar, onu tazmin ederler.

İmameyn'e göre ise, tazminat gerekmez.

Şemsü'l-Eimme Halvânî ve ekseri âlimler, İmameyn'in kavlini almışlardır.

Fetva da bunun üzerinedir. Zehıyre'de de böyledir.

Bir kimse, mescidde otururken, başka bir adam da ona dolaşarak düşüp ölse; eğer namazda değil ise, tazminat gerekir.

Eğer namazda ise tazminat gerekmez. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavlidir. İmâmeyn ise: Her halinde tazminat gerekmez." buyurmuşlardır. Kâfî'de de böyledir.

Sadru'l-lslâm şöyle buyurmuştur: En açığı, İmameyn'in kavlidir.

Bir adam namaz vaktini beklemek üzere, veya ders okumak için yahut fıkıh Öğrenmek için veya itikâf için otursa veyahut Allahu Teâlâ'yı zikretmek için, veya*teşbih çekmek için yahut Kur'an okumak için mes­cidde otururken; başka bir adam ona takılıp ölürse; tazminat gerekir mi?

İmâm-i A'zâm Ebû Hanîfe (R.A.)'den bu hususta bir rivayet'yoktur. Müteahhirîn âlimleri de bu hususta ihtilaf eylemişlerdir: Bir kısmı: "İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre tazminat gerekir." demişlerdir. Ebû Bekir er-Râzi bu görüştedir. Bazıları da: "Tazminat gerekmez." buyurmuşlardır.

Ebû Abdullah el-Cürcânî de bu görüşe katılmıştır. Muhıytte de böyledir.

Şemsü'l-Eimme: "Sahih olan, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kav­lidir. Namazın vaktini beklemek için oturan tazminatta bulunmaz. İhtilaf   mescide,   tahsis   edilmeyen   ibâdetler   hakkındadır.   Kur'an okumak, fıkıh ve hadis dersi okumak gibi..." buyurmuştur.

Fakıyh   Ebû   Cafer,   Keşfü'l-Gavâmiz   isimli   kitabda   şöyle buyurmuştur:

Ben, Fakıyh Ebû Bekir'in şöyle söylediğini duydum: Şayet, Kur'an okumak veya i'tikaf için oturmuşsa, bi'1-icma taz­minat gerekmez.

Fahru'l-tslam Sadru'ş-Şehîd'de şöyle buyurmuştur: Eğer   konuşmak   için   oturmuşsa,   bi'1-icma   tazminat  gerekir. Tebytn'de de böyledir.

Bir adam, mescidin içinde yürürken, bir adama basar; (tepeler) veya mescidde uyurken, başka birinin üzerine dönerse; ona tazminatın gerektiğinde ihtilaf yoktur. Mebsût Şerhi'ndede böyledir.

İmâm Muhammet! (R. A.), Câmiu's-Sağîr'de şöyle buyun   ıştur: Bir adam, imâmdan izin almadan, bir nehrin üzerine bir köprü yapar; başka bir adam da ordan geçerken düşüp ölürse, tazminat gerekmez. Burdames'eleler vardır.

Bu mes'elede iki durum vardır:

Eğer, kanal, adamın şahsî malı ise, tazminat gerekmez.

Eğer kendi malı değilse ve bu kanal bir topluluğun malı ise ve onun üzerinden geçmek âdet ise, yine tazminat gerekmez.

Eğer âdet değilse, o zaman tazminat gerekir.

Su dökme mes'elesine kıyasla uygun olanı, geçmek için başka yol bulamazsa veya kanalsız yerden giden bir yol yoksa ve onun üzerinden kasden geçti ise tazminat gerekir.

Eğer kanal, bütün müslümanlara âit olduğu hâlde, o şahıs imâmdan izinsiz olarak köprü yaptı ise, cevap husûsi olan kanal üzerine yapılanın köprüdeki cevabın aynısıdır.

Zâhirü'r-rivâyede de böyle söylenmiştir. Muhiyt'te de böyledir.

Bir adam, yola bir kuyu kazar; başka bir adam da gelerek, kendi isteğiyle, o kuyuya kendisini atarsa; bu durumda o kuyuyu kazan şahsa tazminat gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir adam, müsiümanlarm yoluna kenarına değil- bir kuyu kazar; başka bir adam da o kuyuya düşerek ölürse; bi'1-icma, kuyuyu kazanın âkilesi üzerine diyet gerekir. Keffâret gerekmez.

Bize göre, mîrasdan da mahrum kalmaz.

Bir kimse, iki evin arasına kuyu kazar ve bu kuyu, diğer yer sahi­binin mülkünde olursa; tazminat gerekir.

Şayet kendi mülkünde kazmışsa veya önceden kazma hakkı varsa, tazminat gerekmez.

Kendi mülkü olmaz; fakat, müslümanîarın mülkü olursa veya ortaklaşa bir mülk olursa (çıkmaz, bir sokak gibi) işte bu takdirde de tazminat gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, yola bir kuyu kazdığında başka bir adam da gelerek bu kuyunun içine düşüp açlıktan veya susuzluktan yahut kederinden ölürse; o kuyuyu kazan şahsa, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre tazminat gerekmez. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir adam, bir yabana, (yol olmayan, gelip geçilmeyen boş bir yere)

imamdan izin almadan bir kuyu kazar ve tesadüfen bir adam düşüp ölürse; bu kuyuyu kazan şahsa tazminat gerekmez.

Keza, bir adam tenha bir yere oturur veya oraya bir çadır kurar; birisi de gelerek ona dolaşıp yıkılır ve ölürse; oturan veya çadır kurana tazminat gerekmez.

Şayet bu bir yolda olursa; o takdirde tazminat gerekir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.

Bir adam, yola bir kuyu kazdıktan sonra; onun alt tarafına da bir başkası bir kuyu kazar ve ona bir adam düşerek ölürse; önceki kuyuyu kazan tazminatta bulunur.

İmâm Muhammed (R.A.) böyle buyurmuştur. Biz, bunu kabul ederiz. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.

Şayet bir adam gelerek, kazılmış bir kuyunun ağzını genişletir ve onun içine bir adam düşerek ölürse; tazminat yarı yarıya olur.

Fakiyh Ebû Ca'fer el-Hindüvânî, şöyle buyurmuştur: Ben, bu cevabı, şöyle tafsilatlandırırım:

Eğer ikinci adam, bir ayak boyu genişletmişse; yarı yarıya tazmi­natta bulunurlar.

Fakat, belli olmayacak kadar, az bir şey genişletmişse; tazminat birinci adama aittir; ikinciye tazminat yoktur.

Şayet ikinci, genişletmiş olmasaydı, birincinin kazdığına düşül­meyecek durumda idiyse; tazminatın tamamı, ikinciye ait olur.

Şayet, her ikisinin kazdığıda düşülecek genişlikte ise, her ikisi ortak tazminatta bulunurlar. Şeyhû'1-İmâm Ahmed et-Tavasî şöyle buyurmuştur:

Şayet ikinci adam, bir ayak basacak kadar genişletmedi ise bir adam da gelerek, ayağını o kuyunun ortasına koyup düşerse; gerçekten taz­minat birinci adama aittir.

Eğer ayağını kuyunun kenarına korsa, tazminat ikisine âit ol.

Eğer ikinci adam, bir ayak basacak kadar genişletmiş, sc radan gelen de, ayağını kuyunun ortasına koymuşsa, tazminat öncekine aittir.

Ayağını kuyunun yanına koymuşsa, tazminat -hasseten- ikinciye aittir.

Şayet, kimin ne kadar kazdığı bilinmiyor ise, tazminata ortaktırlar. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, yolda bir kuyu kazdıktan sonra, onu, yer cinsinden olan toprak, kireç ve benzeri şeylerle geri doldurur; sonra da birisi gelip tekrar onlan boşaltır; daha sonra da o kuyuya bir adam düşüp ölürse; bu durumda, ikinci adam tazminatta bulunur.

Şayet kuyuyu önce kazan adam, o kuyuyu, yemekle ve yer cin­sinden olmayan bir şeyle doldurur; sonra da birisi gelip, onu boşaltır; bundan sonra da bir adam ona düşerek ölürse; önceki adam tazminatta bulunur.

Yine böyle, yola bir kuyu kazsa ağzımda kapatsa, sonrada bir adam gelip ağzını açsada, sonrada bir adam düşüp ölse yine önceki tazmin eyler. (Fetâvâyi Kadthan'da da böyledir.

Bir adam, bir taşa takılarak kuyuya düşse; kuyuyu kazan değil de, o taşı oraya koyan tazminatta bulunur.

Şayet taşı oraya kimse koymamışsa; o zaman kuyu sahibi tazmi­natta bulunur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Bir adam, kuyunun içine taş veya demir kor; bu kuyuya düsen şahıs da, o taş veya demir sebebiyle ölürse; bu durumda tazminat, kuyuyu kazana ait olur. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, yolun kenarına kuyu kazar; bir. adam da gelip; başka birinin yola serptiği sudan ayağı kayarak, o kuyuya düşerse; tazminat, o suyu oraya serpene aittir.

Şayet yer, yağmur suyu ile ıslanmış ve adamın ayağı ondan kayıp düşmüşse, tazminat, kuyu sahibine aittir. Zehiyre'de de böyledir.

Bir adam, diğer bir adama, kendi mülkünde veya bir yolda olan kuyuyu verirse; tazminat kuyuyu verene aittir. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, yolda olan bir kuyuya düşüp öldüğünde, o kuyuyu kazan  şahıs:   "Kuyuya  düşen,  kendi  kendini  attı.  Bana tazminat gerekmez.'* der; düşen adamın vârisleri de:  "O, kuyuya kendisini atmadı. Kendi kasdi olmaksızın düştü: Sana tazminat gerekir." derlerse; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.): "Bu durumda, kuyuya düşenin vârislerinin sözü geçerli olur ve kuyuyu kazan tazminatım Öder. Bu, bir kıyâstır." buyurmuştur.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) sonradan bu kavlinden vaz geçip: "Kuyu sahibinin sözü geçerlidir. Ve tazminat gerekmez. Bu istihsandır." buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, yolun kenarına bir kuyu kazdığında; ona bîr adam düşer fakat sapasağlam olur ve oradan çıkarmak için bir ipe asılır; yan­sına kadar gelince tekrar düşer ve ölürse; bu durumda tazminat yoktur.

Hatta kuyunun içinde gezerken, ayağı bir taşa takılsada düşüp ölse, yine tazminat yoktur.

Eğer kuyu sahibi, bu kuyunun bir yanından sökmeye çalışırken, kuyunun kenarı çöker ve adam ölürse; tazminat kuyu sahibine aittir. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, başka birinin mülküne kuyu kazdığında; bu kuyuya bir adam düşer; o yerin sahibi de: "Kuyunun kazılmasını ben söylemiştim." dediği hâlde, yakınları bunu inkâr ederse; kıyâsa göre yer sahibi tasdik

edilmez.

îstihsânda ise o tasdik edilir. Zehıyrede de böyledir.

Bir adam, yolda kazılmış bir kuyuya düşer; başka bir adam da, "o kuyuyu, kendisinin kazdığını*' ikrar eder; fakat bunu âkileleri kabul etmezlerse; bu durumda diyet, üç sene içinde, kendisinin malından Ödenir. Zemyre'de de böyledir.

Bir adam, yola bir kuyu kazar veya o yolda durur, yahut bir ev yapar  veya bunları  hükümdarın izniyle  çarşıda yaparsa;  tazminat gerekmez. Serahsî'nin Muhıyü'nde de böyledir.

Bir adam, kendi mülküne bir kuyu kazdıktan sonra, onun içine düşer veya bir adam veya bir hayvan o kuyunun içinde olduğu hâlde düşen şahıs, öncekim Öldürürse; onu tazmin eder.

Eğer kuyu yolda olmuş olsaydı, kuyuyu kazana tazminat gerekirdi. Ve, öleni de öldüreni de o öderdi. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.), şöyle buyurmuştur: Sahibinin izni olmaksızın, bir adam, menfaat temini için, birinin yerinde bir kuyu kazar ve bu kuyuya bir eşek düşüp Ölürse; tazminat, kuyuyu kazana aittir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Bir adam, yola bir kuyu kazar ve onun içine bir adam düşerek kolu kırılır; sonra da ordan çıkınca, iki kişi başını yarar ve bu adam has­talanıp ölürse; diyeti üçe bölünür. Kuyu sahibi ile başını yaralayan iki kişi diyetini öderler. Mebsût'ta da böyledir.

Bir kuyuya^üç kişi düşüp biri birine taalluk etseler ve düşmeleri sebebiyle de ölseler; birbirinede dokunmuş olmasalar; birinci düşenin diyeti, kuyuyu kazana aittir.

İkincinin diyeti, önce düşene aittir. Üçüncünün diyeti ise, ikinciye aittir.

Düşmeleri sebebiyle ölürler ve bir kısmı diğerinin üzerine düşmüş olursa; onların sağ çıkarılmaları mümkün olsa da, bir birinin hâlinden haber verseler ve sonra ölseler; önceki Ölen, şu yedi durumdan hâli değildir.

1) Başka değil- sırf düşmesi sebebiyle ölmüş olabilir. Bu durumda diyeti, kuyuyu kazana aittir.

2) İkinci düşen adamın sebebiyle ölmüş olabilir. Bu durumda kanı heder olmuştur.

3) Üçüncü adamın, onun üzerine düşmesiyle ölmüş olabilir. Bu durumda, diyeti ikinci adama aittir.

4) Bu şahıs kendisi ikinci adamın Üzerine düşmüş olması sebebiyle ölmüş olabilir.

Bu durumda diyetinin yarısı kuyuyu kazana aittir. Diğer yarısı ise heder olmuştur.

5) Bu şahsın kendisi üçüncü adamın üzerine düşmesi sebebiyle ölmüş olabilir.

Bu durumda, diyetinin yarısı kuyuyu kazana; yarısı da ikinci düşene aittir.

6) Kendisinin düşmesinden dolayı, üzerine ikincinin ve üçüncünün düşmesi sebebiyle ölmüş olabilir.  Bu durumda, diyetinin üçte biri kuyuyu kazana, üçte biri de ikinci düşene aittir. Diyetinin üçte biri ise heder olmuştur.

7) İkinci adamın üzerine düşmesiyle ve üçüncü adamın üzerine düşmesiyle ölmüşse; diyetinin yarısı ikinci adama aittir. Yansı da heder olmuştur.

İkinci düşen adam için şu üç durum söz konusu olabilir:

1) Eğer düşmesi sebebiyle Ölmüşse, diyeti birinci düşene aittir.

2) Üçüncü adamın, kendi üzerine düşmesi sebebiyle ölmüşse, kanı heder olmuştur.

3) Şayet kendi düşmesiyle ve üzerine üçüncü adamın düşmesiyle ölmüşse, diyetinin yarısı Önceki adama aittir. Yarısı ise heder olmuştur.

Üçüncü düşene gelince, onun için sadece bir durum vardır: O da, fidyesinin ikinci düşen şahsa ait olmasıdır.

ölüm halleri bilinmiyor ise, kıyasa göre, önceki düşenin diyeti, kuyuyu kazana aittir.

İkinci düşenin diyeti de, birinci düşene aittir.

Üçüncü düşenin diyeti ise, ikinci düşene aittir.

Yâni bunların âkilelerine aittir.

Bu, İmâm Muhammed (R.A.)'in kavlidir.

Istihsana göre ise, birinci düşenin diyetinin Üçte biri kuyu sahibine; üçte biri de ikinci düşene aittir. Diyetinin üçte biri ise heder olmuştur.

İkincinin diyetinin yarısı heder olmuştur. Yarısı ise, önceki düşene aittir.

Üçüncü düşenin diyeti ise, ikinci düşene aittir.

İmim Muhammed (R.A.), ist ihsana göre bir açıklamada bulun­mamıştır. Âlimlerimiz: "Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)*un kavlidir." buyurmuşlardır. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Bir adam, kuyu kazmak için adam icarlar; o da kazar ve bu kuyunun içine bir adam düşüp Ölürse; ammenin bildiği, gelip geçtiği bir yola kazmışsa; her birine birer diyet gerekir. İcarlayan ister bildirsin, isterse bildirmesin farketmez.

Keza, bir kimse, meşhur olmayan bir yol üzerine kuyu kazar; müste'cir de "bu yolun bütün müslümaniara âit olduğunu" bildirirse; ikisinin de diyet ödemesi gerekir.

Fakat, bu durumu bildirmez ise, tazminat yalnız emredene âit olur.

Bu, şunun hilâfınadır: Bir adam, bir koyun kesmek için, bir adamı icarlasa, adam da koyunu kestikten sonra, o koyunun başkasına âit olduğunu öğrenirse; bu durumda, eğer müste'cir "koyunun başkasına âit olduğunu'* bildirmişse; o takdirde tazminat, onu boğazlayana aittir.

Eğer kuyu kazılan yer, müste'cire âit olur ve ücretle çalışan şahsa: "Bu yer benimdir. Tâ öteden beri benim hakkımdır. Benim evimin har imidir." derse; istihsânda tazminat müste'cire aittir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kimse, dört kişiyi icarlayarak, "kendisine bir kuyu kazma­larını" emreder; onlar da kazarken, bu kuyu yıkılır ve biri ölür; diğerleri sağ kalırlarsa; çalışanlardan her birinin dörtte bir diyet ödemesi gerekir ve diyetin dörtte biri de sakıt olur.

Bunlar, birbirlerine yardımlaşmadan çalışıyorlarsa, birisinin, kuyu kazarken, üzerine toprak yıkılarak ölmesi hâlinde kanı heder olur. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, kölesine "yolda bir kuyu kazmasını" emrettiğinde; eğer o yotun kenarı (boş yeri) var da bu kuyu orda ise, tazminat, efendinin âkilesine aittir.

Şayet yolun kenarı yoksa, tazminat köleye aittir. Köle, bunu bilsin veya bilmesin böyledir. Tecrîd'de de böyledir.

Bir adam, kendi mülküne bir kanal kazdırır ve ona bir insan veya hayvan   düşerse;   tazminat   yoktur.   Mülkünün   haricine   bir   kanal kazdırırsa; bu kuyu gibidir ve tazminatı gerektirir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir adam, başkasının mülkünde bir kanal açar; bu kanal da çatlar ve o yeri su basar veya yanını su altında bırakırsa; onu tazmin eder.

Şayet kendi mülkünde kazmış olsaydı, tazminat gerekmezdi. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, kendi yerini suladığında; su başkasının yerine akıp onun mahsûlünü ifsad eder veya ziraatını yahut bağım ifsâd ederse; onları tazmin etmesi gerekmez.

Keza, bir kimse, kendi arazisinin firezini (= sapını) yaktığında, ateş başkasının bir şeyini de yakarsa; zâmin olmaz.

"Bu, rüzgar sakin olduğu (yani, rüzgâr esmediği) zaman böyledir. Fakat rüzgârlı günde yakar ve ateşin komşuya da sıçrayabileceğim bilirse; istihsanen tazminat gerekir." denilmiştir.

Bu, aynen bir oluk gibidir; oluğun altında fesada gidecek şey var iken, ordan su akıtılması hâlinde tazminat gerekir.

Bir adam, evinde veya tennûrunda (= fırınında, tandırında) ateş yaksa; onun yaktığı şeyi tazmin eylemez.

Keza, bir adam, kendi yerinde bir kanal veya bir kuyu kazdığında; o etrafında olan komşuya taşarsa; tazminat gerekmez.

Onu başka yere nakletmesi için de hüküm verilmez. Netice, kendisi ile Allahu Teâlâ arasındadır. Ancak,  başkasına  zarar vermekten  a'zami  derecede  kaçınmak gerekir. Felâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Âlimler şöyle buyurmuşlardır:

Örf ve âdette olduğu veçhile, su yarma yapar ve komşunun arsasına girerse; bu böyledir. Yoksa, ihtimal harici olursa, tazminat gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kimse, kendi mülküne su akıttığında; bu su, komşunun mül­künden çıkar ve onun bazı şeylerini ifsad ederse; bu.durumda kıyâsda tazminat yoktur.

Bazı âlimlerimiz: "Bu durumda, o şahıs, suyun başkasına zarar vereceğini bilirse, o takdirde tazminat gerekir." buyurmuşlardır. Fetâ­vâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir kişi, kendi yerini sularken; su tecâvüz edip, komşusunun arsasına geçer ve onu önleyebileceği hâlde önlemez ise, tazminat gerekir.

Kendi yeri yukarda ve komşusunun yeri de aşağıda (enginde) olur ve suyun komşusunun yerine tecâvüz edeceğini bilirse; o takdirde tazminat gerekir. Ve su yolunu sağlamlaştırmakla emrolunur.

Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Şayet, kendi yerinde delik yarık olur da, onları kapatmaz ve komşusuna zarar verirse; tazminatta bulunur.

Eğer bunları bilmez ise tazminat gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir adam, umuma âit bir nehirle, bir yerini sular ve o nehrin etrafında da açılmış küçük küçük arklar bulunur; bu nehir taşarak o arklara girip, o halkın arazisini fesada verirse, tazminat gerekir. Hızâ-netü'l-Müftîn'de de böyledir.

s "ir köle, yola bir kuyu açar ve onun içine bir insan düşerek Ölürse; efendisi, o köleyi fidye olarak verir.

Sonra, bir adam daha düşse; tmâm Ebû Hanıfe (R.A.): "Bu durumda efendisi ya o köleyi veya fidyesini verir, "buyurmuştur. Zahi-riyye*de de böyledir.

Müslümanların yoluna, bir köle, bir kuyu kazar; onun içine de bir adam düşer ve efendisi: "Bunu ben söyledim.*' der; onun âkilesi de beyyinesiz, onu doğrulanmazlarsa; onun diyeti, kendi malından verilir. Mebsût'ta da böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir köle, bir yolun kenarına, bir kuyu kazar; bir adamda gelerek, bu kuyunun içine düşer ve velisi de köleyi affeder; sonra da bir şahıs, o kuyuya düşerse; artık onun efendisi, ya köleyi veya diyetini öder.

İmânı Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavli budur.

İmâmeyn ise: Yarısını verir. Zira, düşenlerden birisi onu affetmiştir." buyurdular. Mahıyt'te de böyledir.

Bir köle, efendisinden izinsiz olarak, bir yola, bir kuyu kazdıktan sonra, efendisi onu azâd eylese; daha sonra da, o kuyuya bir adamın düştüğünü öğrense; o takdirde, bu efendi, kölenin kıymetini kuyuya düşüp de ölen şahsın velisine öder.

Sonra, birisi daha düşerse; bu kölenin kıymetine iki taraf ortak olurlar.

Sonra da bir köle daha düşüp ölürse; onun vârisleri de, o kölenin kıymetine ortak olur.

Muhammet! bin Hasan (R.A.): "Onun kam heder olur." demiştir.

Bu mes'elenin aslı: "Bir köle, yola bir kuyu kazdı. Sonra da efendisi onu azâd eyledi. Daha sonra da o kuyuya bir köle düşüp öldü. îşte onun kam hederdir.

tmâm Muhammedi (R.A.)'in kavli budur.

Zâhirü'r-rivayede ise, efendisi, kölenin kıymetini, düşen kölenin vârislerine tazmin eder. Mebsût'ta da böyledir.

Şayet, önce efendisi onu azâd eylemiş olur; sonra da bu köle kendi basma yola kuyu kazar ve ona da birisi düşerse, hilafsız olarak efendiye bir şey gerekmez. MuhıyCte de böyledir.

Eğer, bu kuyuya adam düştükten sonra, efendisi, o köleyi -kuyuya adam düştüğünü bilmeden- azâd ederse; yine o kölenin kıymeti kadar tazminatta bulunur.

Şayet, adamın düştüğünü biliyor idiyse; o zaman, üzerine diyet vermesi gerekir.

Sonradan, biri daha düşer ve ölürse; o diyet sahibi ile önceki kölenin kıymetini bölüşürler, tmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavli budur.

İmâmeyn ise: "Önceki karışmaz; ikinci düşenin velîsine, efendi o kölenin kıymetinin yansını verir.*' buyurmuşlardır. Mebsût'ta da böyledir.

Bir köle, efendisinden izinsiz olarak, bir yola kuyu kazdığında, oraya hatâ ile birisi düşüp ölürse; bu efendi ölenin velîsine, o köleyi verir.

Sonra da bir insan daha düşüp Ölürse, önceki ölenin velîsi muhayyerdir: Dilerse, kölenin yarısını verir; dilerse, diyetinin yarısını verir. Hâvî'de de böyledir.

Şayet, kuyuya düşenin velîsi affederse; efendiye bir şey için mü­racaat edilmez.

Bu hususta önceki düşenin velîsi ile, efendinin arasında dava yokdur.

Ancak da'vâ, ikinci düşenle, kölenin arasındadır. Mebsût'ta da böyledir.

Şayet, köle, o kuyuyu efendisinin izni ile kazarsa; diyanetçe, tazminat efendisinin âkilesine aittir.

Eğer diyanet olmazsa, tazminat kölenin boynunadır. îster bilsin, isterse bilmesin farketmez. Hâvî'de de böyledir.

Şayet kuyuya bir adam düşüp ölür; sonra da biri daha düşer ve onun da gözü çıkar; o kölede durmakta olursa; efendisi, ikisine o köleyi verir. Ve onu üç hisse yaparlar. Herkes hakkı kadarını alır.

Eğer, her ikisi de fidyelerini isterlerse; onbeşbin dirhemin on bin dirhemi, ölenin velîsine; beşbin dirhemi de gözü çıkanın velîsine verilir.

Şayet, bunları bilmeden, efendi, o köleyi azâd etmiş olaydı, kölenin kıymetini onların arasında üçe taksim ederek, verirdi.

Efendi adamın öldüğünü bilip; diğerinin gözünü çıktığını bilme-seydi, onbin dirhemi, ölenin yerine verirdi.

Göz sahibinin diyeti de üzerine olurdu.

Efendisi; onlardan hiç biri kuyuya düşmeden, o köleyi satmış olsa; sonra da, bir adam, o kuyuya düşüp ölseydi; satıcının, o kölenin kıyme­tini vermesi gerekirdi.

Şayet bir köle, kendini kuyuya atarsa; zâhirü'r-rivayeye göre, bu durumda, bu kölenin bedelini, satan şahıs müşteriye öder.

fmâm Muhammed (R.A.)'e göre ise, bu kölenin kanı heder olmuştur. Nitekim, bunu azâd bahsinde açıkladık. Mebsût'ta da böyledir.

Bir müdebber, bir kuyu kazdıktan sonra, efendisi onu azâd eder veya efendisi öldüğü için, bu köle azâd olmuş bulunur; sonra da mü­debber kendisini kuyuya atıp ölürse; vârisleri onun kıymetini, efendi­sinin terekesinden alırlar. Muhıyt'te de böyledir.

Bir müdebber, bir kuyu kazar ve o kuyuya da efendisi veya onun bir vârisi düşerse; kanı heder olur.

Şayet, efendinin mükâtebi düşerse; onun düştüğü günkü kıymeti müdebberin, bu kuyuyu kazdığı günkü kıymetinden alınır. Serahsî'nin Mııhıyfr nde de böyledir.

Bir müdebber veya bir ümm-ü veled bir kuyu kazar ve kendi kıymeti de bin dirhem olur; o kuyuya da bir adam düşerek ölürse; efen­disi onun kıymetini tanzim eder.

Birisi düştükten sonra, başka birisi daha düşüp, o da ölürse; bu iki­sinin arasında da kuyu kazanın kıymetinde bir değişiklik olup, kıymet, artar veya eksilirse; efendi, ancak bin dirhem üzerinden tazminat yapar. Ve, bu bin dirhemi aralarında eşit olaralc taksim eder.

Şayet müdebber, o kuyuya bir insan düşmeden önce kendisi ölür veya efendisi onu azâd eder yahut kitabete bağlar veya bunlara benzer bir şey yapar; sonra da o kuyuya birisi düşüp ölürse; onun kıymetini, efendisi ödüyor. Mebsût'ta da böyledir.

İbnii Semâ a'nın nevâdirî'nde, îmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

Bir mükatep yola bir kuyu kazdıktan sonra, bir adam öldürür ve kıymeti ona hükmedilir; daha sonra da kazdığı kuyuya bir adam düşüp ölürse; tmâm: "Düşenin velîsi, onun kıymetine ortak olur." buyurmuştur.

Keza, müdebberin kazdığı kuyuya düşenin velîsi gelip, kuyu hakkında,   o  müdebberin  kıymetini  efendisinden  almak  isterse;  o kıymetin alınmasına husûmet yoktur; beyyine de kabul edilmez. Ancak müdebberin efendisinin beyyinesi varsa; o, kıymetinin yarısını alır. Muhıyt'te de böyledir.

Bir müdebber, bir kuyu kazdığında onun içinde bir adam ölürse; efendisi bin dirhemi kaza yoluyla öder.

Sonra da cinayetin velisi ölüp, o bin dirhemi terk eder ve iki adama, iki bin dirhem borcu bulunur; o kuyuya da başka birisi düşüp ölürse; öncekinin terekesi olan bindirhem, alacaklılar arasında taksim edilir. Beşte dördünü, önceki alacaklılar alır. Beşte birini de sonraki velî alır.

Eğer hâkimin hükmüyle alırlar ve sonra da o kuyuya bir başkası daha düşerse; işte onun velîsi ikinci cinayet sahibinin aldığının yarısını ahr. Diğer alacaklılar da Ölenin malının bin dirhemden dörtte birini alırlar. SerahsS'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Şayet efendi, hâkimin hükmü olmaksızın, beşyüz dirhem vermiş olur; sonra da velî, onu efendiye bağışlayıp geride kalanı almaz; daha sonra da oraya bir başkası düşerse; ikinci velî, "yarısını efendiye ödet­mekle, dörtte birini diğer velîye Ödetmek arasında" muhayyerdir.

Eğer efendi, hükümle vermişse; efendi dörtte bire, velî de dörtte bire muhayyer olmaksızın uyarlar. Kâfî'de de böyledir.

Bir adam, izinsiz bir köle ile hür bir kimseyi icarlayarak, ikisine birden bir kuyu kazdırır; bu kuyu da onların üzerlerine yıkılıp, ikisi de Ölürse; müste'cir, kölenin efendisine, onun bedelini öder.

Sonra o bedel, -yarım diyetten az ise- hür olan kimsenin vârislerinin olur.

Sonra da bu efendi, müste'cire müracaat eder. Müste'cir tazminatı sebebiyle onu yapmış olur. Hür olanın kıymetinin yansını da onun âki-lesine tazmin eder.

Eğer köle çalışmaya izinli olmuş olaydı, müste'cirin bir şey tazmin etmesi gerekmezdi.

Hür için de, âkilesine, kölenin kıymetinin yansım vârislerinin ver­meleri gerekir. Mefesût'ta da böyledir.

Bir adam, bir hür ile bir izinsiz köle ve bir de mükâtebi ücretle kiralayarak, bir kuyu kazdırırken; bu kuyu onların üzerine yıkılıp, hep­sini de öldürse; hür hakkında, müste'cire bir şey gerekmez. Mükâtep hakkında da bir şey gerekmez. Yalnız kölenin kıymetini, onun efendisine öder.

O kıymeti efendiye verince efendide onu hür olanın vârislerine ve mükâtebin veresesine verir.

Hür olan şahsın vârisleri onun kıymetini, diyetin Üçte biriyle çarpar. Mükâtebin vârisleri de öyle yapar.

Sonra kölenin sahibi, bir daha o kölenin kıymeti için müste'cire müracaat eder. Ve ona, bu kıymet teslim edilir. Müste'cir de mükâtebin vârislerine; o mükâtebin kıymetinin üçte biri için, -onun âkîlesine- mü­racaat eder. Mükâtebin yakınları da hür şahsın âkîlesinden, mükâtebin kıymetinin üçte birini isterler.

Sonra da, mükâtebin terekesinden kıymeti kadarı alınıp, hür şahsın vârisleri ile müste'cire; bu kıymet kölenin kıymetinin üçte biri ile hür şahsın diyetinin üçte birine darb edilerek verilir. Hâvt'de de böyledir.

Bu, Tecrfd'den naklen, Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir adam, biri müdebber, biri mtikâtep, biri köle ve biride hür olan dört kişiyi, kendisi için, bir yola, bir kazmaları için icarlar ve kazdıkları kuyu da üzerlerine yıkılarak, hepsini öldürür ve bu durumda, müdebber ile köleye izin verilmemiş ve çalışmaları müsâdesiz olmuş olursa; biz: "Bunlardan her biri kendi fiili ve arkadaşlarının fiili sebebiyle öldüler; nefislerinin dörtte biri heder oldu.'* deriz. Ve arkadaşlarının cinayetine itibar edilerek, dörtte üçe hareket edilir.

Bundan sonra, müste'cir, müdebber ile kölenin kıymetlerini, onların efendilerine verir.

Sonra, hür olanın vârisleri, o adamların her birinden dörtte bir diyet isterler. Mükâtebin efendisi de, onların her birinden dörtte bir diyet talep eder.

Bu iki kıymet, hür olanın vârisler ile, mükâtebin vârisler için, yarımşar diyet olur. Ve böylece taksim ederler.

Bundan sonra, iki efendi müste'cire müracaat ederler. Müstecir de hür olanın âkilesine müracaat ederek, o ikisinden her biri için, kıymetle­rinin dörtte birini ister. Mükâtebin vârislerine de aynısını yapar. Mebsût'ta da böyledir.

En doğrusunu, ancak Allahu Teâlâ bilir. [33]

 

12- HAYVANLARIN İŞLEDİĞİ VEYA HAYVANLARA KARŞI İŞLENEN CİNAYETLER

 

Hayvanın cinayetini (- suçunu) bilmek için; onun, şu üç durumdan hâli olmadığını bilmek gerekir:

1) Hayvan, sahibinin mülkünde suç işlemiş olabilir.

2) Hayvan başkasının mülkünde suç işleyebilir.

3) Hayvan, müslümanların yolunda suç işleyebilir.

Şayet hayvan, sahibinin mülkünde ve sahibi yanında yokken suç işlediyse; onun sahibi tazminatta bulunmaz.

Hayvan, ister orda duruyor olsun; isterse gitmiş olsun, farketmez.

Bu hayvan, orada bulunan bir şahsı, ister ayaklarıyla tepelemiş; ister ayaklarıyla, ona vurmuş; ister kuyruğu ile vurmuş, isterse ısırmış olsun farketmez.

Şayet, sahibi yanında olup, onu sürüyor veya çekiyorsa; bu durumların hiç birinde, sahibine tazminat gerekmez.

Şayet hayvan sahibi, hayvanına binmiş ve hayvan giderken orada birisinin eline veya ayağına basmış; o da ölmüşse, hayvan sahibi âkile-sine diyet öder. Kendisine de keffaret lâzım olur ve mîrasından mahrum olur.

Eğer hayvan ısırmış, veya tepmiş yahut kuyruğuyla vurmuşsa; tazminat gerekmez.

Şayet, hayvanın suçu -sahibinin mülkünde değil de- başkasının mülkünde olmuş ve hayvan oraya, sahibi girdirmeksizin, kendiliğinden girmişse; sahibine tazminat gerekmez.

Eğer sahibi, kendisi oraya girdirdi ise bütün hâllerde, sahibi tazmi­natta bulunur. İster hayvan orda dursun, ister çıkıp gitsin farketmez. İster, sahibi sürüyor olsun; ister çekiyor olsun; isterse binili olsun aynıdır. Zehıyre'de de böyledir.

Şayet, mülk sahibinin izniyle girmişse; o takdirde durum, mal sahibinin kendi mülkünde olduğunun aynısıdır. Tebyîn'de de böyledir.

Müslümanların yolunda olduğu zaman,  eğer hayvan yolda duruyor   ve   onu   sahibi   durduruyorsa;   bütün   suçlarından   sahibi mes'ûldür. Tazminatı sahibine aittir.

Şayet durmuyor da yürüyorsa; sahibi de yanında yoksa ve onu, sahibi o yola sürmüşse; o takdirde, yine, sahibi tazminatta bulunur. Zehıyre'de de böyledir.

Ondan başka yol yoksa, tazminat sürücüye aittir. Başka yol varsa; tazminat yoktur.

Eğer, bu hayvan,,yolda önce durur; sonra yürürse; süren şahıs tazminattan kurtulur.

Bu hayvanı, birisi geri dönderirse; yine tazminat sürücüye aittir.

Eğer, bu hayvan durur, sonra yürürse; hiç birine tazminat gerekmez.

Eğer geri döndürülür ve hayvan da durmaz ise, tazminat döndürene aittir. Serahsî'nin Muhıyü'nde de böyledir.

Hayvan bağından kurtulmuş ve kendiliğinden gidiyor ve onu sahibi   sürmüyor   ise,   bütün   hâllerde   sahibine   tazminat   yoktur. Zehıyre'de de böyledir.

Binici, hayvanın tepelediği şeyi tazmin eder, ister birinin eline, ister ayağına, isterse başına bassın; ister ısırsın; isterse tepsin; isterse çarpsın binen şahıs, bunların tamamından sorumludur. Hidâye'de de böyledir.

Şayet, kuyruğu ile vurursa; tazminat gerekmez.

Süren şahsa gelince; sürdüğü hayvanın tepmesi halinde ihtilaf vardır:

Ba'zılan: "Tazminat gerekir." buyurmuşlardır. Şeyh Ebû'l-Hasan el-Kadûrî, bu yola gitmiştir. İrak cemâati de bu yoldadır.

Ba'zılarıda: "Tazminatgerekmez." buyurmuşlardır. Bizim âlimlerimiz de bu yoldadırlar. Zehıyre'de de böyledir.

Sahih olan görüş, sürücünün, sürdüğü hayvanın tepmesinden dolayı tazminatta bulunmamasıdır. KÂft'de de böyledir.

Süren veya çeken şahsa değil de binen şahsa hayvan birine tekme­leyip öldürdüğünde keffâret de gerekir. Keza, binen şahıs, mirastan da mahrum olur.

Vasıyyetten de mahrum olur.

Çeken veya süren ise böyle değildir. Tebytn'de de böyledir.

Mirateka'da şöyle zikredilmiştir:

"Birisi binici, birisi de çekici olsa; hayvanın tepelediğinden çekici mes'ul değildir.*' denilmiş; "her ikisine de tazminat gerekir." diyenler de olmuştur. Nihâye'de de böyledir.

Bir adam, bindiği hayvanı sürerken, terkisinde de birisi olur ve bir de, bu hayvanın arkasından süren bir şahıs bulunup, önünden de birisi çekmekte olur; bu hayvan da bir inşam tepelerse; bu durumda diyet dörde bölünür. Üzerinde olan kimselere keffâret de gerekir. Mnhıyt'te de böyledir.

Bir hayvan, yola az miktarda pislik yapar veya işer ve o yüzden de birisi ölürse; tazminat gerekmez. Hayvanı durdursa yine böyledir. Sirâcü'I-Vehhâc'da da böyledir.

Keza, pisliğini yapsın veya işesin diye durdurur veya salyası akar ve o yüzden (yâni bunlara basarak ayağı kayıp) düşen ve ölen olursa, tazminat gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Bunlardan başka bir maksatla durdurur; hayvan da pislik yapar veya  işer; birisi de bu yüzden Ölürse;  tazminat    gerekir. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Bir hayvanın ayaklarından sıçrayan çakıl, çekirdek, toz, toprak, kum veya taş, bir adamın gözüne isabet ederek, onu kör eder veya elbi­sesini ifsad ederse; tazminat gerekmez. Bu hususta, o hayvana binen, terkisinde olan,,süren, çeken hepsi aynıdır. Kâfî'de de böyledir.

Bir adam, hayvanının üzerinde yolda giderken, o hayvanın ayağı kayar veya bir taşa dokunur ve o adam düşüp öldüğünde; o taşı, oraya bir başkası koymuş olur; veya yola bir dükkan yapmış bulunur yahut yola su dökmüş olur ve o da bir adamın üzerine düşüp, adamın ölümüne sebeb olursa; tazminat, yola o işleri yapanlara aittir.

Âlimler, şöyle buyurmuşlardır:

Bu, binicinin, yola bunu kimin yaptığım bilmediği zaman böyledir. Eğer, bunu bilir ve hayvanı, oraya kasden kendisi sürerse; tazminat kendi üzerinedir. Mebsûfta da böyledir.

Kudûrf'de şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, hayvanını büyük bir mescidin önünde durdurur ve o ayağı ile tepip bir adamı öldürürse; o takdirde tazminat gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Şayet, imâm, mescidin önüne, hayvanların duracağı bir yer yapmış ise, orda meydana gelecek hâdiseden dolayı tazminat gerekmez. Tebytn'de de böyledir.

Bir adam, hayvanların sevk mahalline, hayvanını bırakır; o da orda tekme ile birini öldürürse; sahibine tazminat gerekmez. Bundan dolayı; bir kimse geminin bir tarafına hayvanını bağladığında; bu hayvan, orda tekme ile birini öldürse; sahibine tazminat gerekmez. Mııhıyt'te de böyledir.

Müntekâ'da, İmâm Muhamraed (R.A.)'in şöyle buyurduğu nak­ledilmiştir.

Bir adam, hayvanını hükümdarın kapısında durdurursa; sorumlu olur. Hâvfde de böyledir.

Bir adam, hayvanını sahrada durdurursa; tazminat gerekmez. Ancak, caddede durdurursa; tazminat gerekir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir adam hayvanını bir yerde veya başka birisiyle ortak olduğu bir yerde durdurduktan sonra; onun vasıtasıyla bir suç işlenirse, kıyâsen tazminat gerekir. îstihsanen ise, gerekmez.

Bazı âlimlerimiz: "Bu, başka hayvanların da durduğu bir yerde böyledir. Yoksa, başka hayvanların durdurulmadığı yerde durdurursa; o hayvan vasıtasıyla zâ yi olan şeyin kıymeti tazmin edilir.' * buyurmuşlardır.

Bu, kıyâsen de istihsânen de böyledir. Zehiyre'de de böyledir.

Bir adam, hayvanını yola bırakıp, bir yere bağlamaz; o hayvan da, o yerden giderek bir şeyi telef ederse; bu adama tazminat gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir adam, hayvanını, bağlı olduğu hâlde yola bırakınca, bağı çözülüp, bir şeye dokunur ve eğer, bağı çözüldükten sonra, yerinden ayrılmış gitmiş olursa; sahibine tazminat gerekmez. Bağı, olduğu gibi durduğu hâlde, bir cinayet işlemiş ve bunu durduğu mekanda yapmışsa, tazminat gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, bir merkep kiraladığında, bir meclisin bulunduğu yerde ve yolda, bu merkebi durdurup, o insanlara selâm verdikten sonra, sahibi ona vurur veya sürer; o da tekme atarak, bir zarara sebep olursa; tazminat gerekir. Sürücü de olduğu gibi... Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir hayvan giderken, üzerinde bir adam bulunur ve o hayvana birisi vurur da binen şahıs düşer ve vuran zat, onun emriyle vurmuş olursa; bu durumda vuran şahsa bir şey gerekmez.

Şayet kendiliğinden vurdu ise, tam diyet gerekir. Eğer hayvan, kendisine vuran şahsa vurursa, onun kanı heder olmuş olur.

Eğer hayvanın kuyruğu veya ayağı, isabet ederse; tazminat izinsiz vurana aittir. Eğer izinli vurdu ise, tazminata ortak olurlar. Hulâsa'da da böyledir.

Muhıyt ve Fetevâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Ancak, binici kendi mülkünün haricinde durur; bir adama da, "hayvana vurmasını" söyler; o da hayvana vurunca, hayvan tekme atıp, bir adamı öldürürse; tazminat vuranla, vurdurana âit olur.

Şayet vuran şahıs, izinsiz vurdu ise, tazminatın tamamı ona âit olur. Keffâret gerekmez. Hulâsa1 da da böyledir.

Bu hüküm, tepmenin, vurmanın akabinde ve fasılasız olması hâlinde böyledir. Fakat, fevrî olmazsa, vurana tazminat gerekmez.

Bir adam, bir hayvanı çekerken, başka bir adam, o hayvana vurur ve hayvan, çekenin elinden kurtulup, fevrî olarak birine çarpıp, öldürse; tazminat vuran şahsa aittir.

Süren şahıs içinde bu böyledir. Hidâye'de de böyledir.

Bir hayvanı, hem çeken, hem de süren olur; bir adam da, onların hiçbiri izin vermeden, bu hayvana vurur; o da tekme atarak, bir adamı öldürürse; bu durumda tazminat, vuran şahsa ait olur.

Şayet, vuran şahıs, onlardan birisinin söylemesiyle vurmuşsa; hiç birine tazminat gerekmezdi. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bu hayvana vuran bir köle olursa; o hayvanın cinayeti, onun boynunadır.

Vuran bir sabî ise, o da, bu durumda bir adam gibidir. Hâvl'de de böyledir.

Bir adam, bindiği hayvanı sürerken, bir köleye "ona vurmasını" söyler; o da vurur ve o hayvan bir cinayet işlerse; her ikisine de tazminat gerekmez.

Şayet vurulduğu için, fevrî olarak bir adamı tepeleyip, onu öldü­rürse; tazminata ortak olurlar. Diyetin yarısını, binicinin âkilesi; yansını da o kölenin efendisi öder ve o, ya bu köleyi verir veya fidyesini verir.

Sonra da, bu kölenin efendisi, biniciye müracaat edip, kölenin kıymetini alır.

Eğer kölenin kıymeti, diyetin yarısından noksan ise ve o köle ken­disine vurması emredilmiş, izinsiz bir köle ise, bu böyledir. Şayet, bu köle izinli ise, o takdirde kölenin efendisi biniciye tazminattan hakkı için müracaat edemez.

Hayvanı çekme de ve sürmede de cevap aynıdır.

Eğer, binen şahıs köle olsa ve başka bir köleye de onu sürmesini söylese de, bu hayvan bir adam tepeleseydi; bu köleler ticâret hususunda izinli iseler, tazminat ikisinin boynunadır ve onu yan yarıya öderler. Veya, efendileri fidyelerini verirler. Me'mur kölenin efendisi, âmir kölenin efendisine müracaat edemez ve bir şey isteyemez.

Eğer emredilen köle, izinsiz; emreden izinli ise; tazminat yine ikisine aittir.

Bu durumda, me'mur kölenin efendisi, kölesi için diyetin yarısını ödeyince, izinli ve âmir kölenin efendisine müracaat eder.

Bu kölelerin her ikiside izinsiz iseler, tazminat kendilerine aittir; müştereken ödeme yaparlar.

Şayet me'mur kölenin efendisi, onun diyetini verirse; âmir olan izinsiz kölenin efendisine müracaat edemez. Ve bir şey alamaz. Köle azad edilince, o zaman kendi kölesinin kıymeti kadar, onu takip eder.

Şayet, emreden köle izinsiz de, emredilen köle izinli ise, tazminat yine ikisinin arasındadır. Me'mur kölenin efendisi, onun fidyesini verirse; o hâlde de, köle azad edildikten sonra da, kimseye müracaat edemez. Muhıyt'te de böyledir.

Bir hayvan, yola konmuş bir şeye uğrayıp ona vurur; o da bir başkasına dokunarak, onu öldürürse; tazminat o şeyi yola bırakana aittir. Hâvî'de de böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, yolda hayvanının Üzerinde dururken; başka bir adama, "hayvanına vurmasını'* söyler; o da vurunca, hayvan tekme atıp, bir adamı öldürür; âmir de düşerse; ölen adamın diyetini, emreden ile vuran şahıs birlikte Öderler.

Şayet, o hayvan yerinden ayrılır; sonra da vurulması sebebiyle tekme atarsa; tazminat -biniciye değil- yalnız vurana ait olur.

Eğer yürümez de, tekmesiyle hem vuranı, hem de bir başkasını öldürürse; yabancının diyeti, vurana ve biniciye âit olur. Vuran şahsın yan diyeti de biniciye âit olur.

Şayet binici yolda durmaz, fakat hayvan kendiliğinden ytirümeyip durur ve onun yürümesi için, sahibi veya bir başkası ona vurur; o da tekme atıp, bir adamı Öldürürse; ikisine de bir şey gerekmez.

Bir adam, bir başkasının hayvanına biner ve onu, hayvan sahibi, yolda durdurur; o da tekme atıp, birisini öldürürse; tazminat hayvan sahibine ve biniciye âit olur; ikisi müşterek tazmin ederler.

Bir adam, başka birinin hayvanını yolda durdurup onu bağlar; kendisi de kaybolur; bu durumda hayvan sahibi, bir adama söyleyince, o, o hayvana vurur; hayvan da tekme ile başka bir adamı veya emredeni öldürürse; diyet, vurana âit olur.

Şayet emreden kendisi hayvanı yolda durdurur; sonra da bir adama, **ona vurmasını" söyler; o da vurunca hayvan çifte savurup bir adamı Öldürürse; tazminat, emredenle vurana müşterek olarak gerekir. Onu, yarı yarıya tazmin ederler. Muhıyfte de böyledir.

Bir adamın yola koymuş olduğu taştan, bir hayvan ürkse de başka bir adamı tepelese, tazminat, o taşı oraya koyana aittir. O, hayvana vuran şahıs gibidir. Serahsî'nin Muhıyü'nde de böyledir.

Bir adam, eşeğim başı boş salıverir; o da birisinin ekinine girip, zarar verirse; eğer kendisi o yere sürdü ise, tazminat gerekir. Kendisi sürmedi de o eşek, kendiliğinden girdi ise, tazminat gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Şeyhu'1-tmâm Ebû Bekir Muhammeö bin Fadl el-Buhârî şöyle buyurmuştur:

Bir adam, öküzünü köyden kendi arazisine sürer ve o da başkasının ekinine girerek, onu yerse; eğer başka yol varsa, tazminat gerekmez. Şayet onun için başka yol yoksa, tazminatta bulunur.

Fakat, hayvan bağlı bulunduğu yerden çıkar ve bir adamın ekili yerine zarar verirse, veya mer'aya bırakır da o da gidip birinin ekili yerine zarar verirse; sahibine tazminat gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, bir hayvanı sürerken; bu hayvan aniden bir adama, veya bir şeye çarparsa; tazminat gerekir.

Şayet, bir kimse, bir kuşu gönderir; o da, aniden bir şeye çarparsa; gönderen şahıs onu tazmin etmez. Sirâcü'I-Vehhâc'da da böyledir.

Bir adam, bir köpeği bir koyuna sevk ettiğinde; eğer köpek durur da sonra gider ve koyunu öldürürse tazminat gerekmez.

Şayet, gönderir göndermez (= fevrî olarak) gider ve konun öldü­rürse; CâmiuVSağîrde: "Kendiside arkasından gitmez ise, tazminat gerekmez." denilmiştir.

Kudûri'de de böyledir.

tmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, bu durumda tazminat gerekir.

Âlimler bu görüşü kabul etmişlerdir.

Fakiyh Ebû'1-Leys, Câmiu's-Sağir Şerhi'nde şöyle buyurmuştur: Bir adam, köpeğini birden bire (= fevrî olarak) gönderir; o da, bir adamın elbisesini parçalarsa; onu gönderene tazminat gerekir.

Nâtifî, şöyle buyurmuştur:

Bir adam, köpeğini, başka bir adama kışkırtıp, ona sevk eder; o da, onu ısırır veya elbisesini yırtarsa; tmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, tazminat gerekmez.

tmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre ise, tazminat gerekir.

Muhtar olan fetva da budur. Fetâvâyi Kâdîhânda da böyledir.

Bir adamın kuduz bir köpeği olur ve gelene geçene saldırırsa; onu, o belde ahâlisi öldürür. Eğer bir zarar verirse, sahibinin tazmin etmesi -teleften önce söylenmişse- gerekir; değilse, birşey gerekmez.

Bu, yıkılacak olan duvar gibidir. TebyîıTde de böyledir.

Bir adam, köpeğini ava gönderdiğinde; o, bir insana isabet ederse; zahirüU-rivâyete nazaran, tazminat gerekmez. İtimad da onadır. Fetâ­vâyi Kâfffliân'da da böyledir.    -

Bir adam, devesini birinin develiğine girdirir; o da birinin üzerine düşerek, onu'öldürürse; âlimler burda ihtilaf eylediler. Bazıları: "İzinsiz girdirdi ise, tazminat gerekir." dediler. Bazıları da: "Gerkmez" dediler.

Eğer izinli girdirdi ise tazminat gerekmez.

Fakıyh Ebû'1-Leys: "Fetva bunun üzerinedir." buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.

Deve katarını çeken ve süren şahıslar zâmin olurlar. Eğer, bu katarın ortasında bir kişi daha varsa; vuku bulacak cinayete, her biri üçte biri nisbetinde diyet öderler. Bunlardan birinin şevki, tamamının şevki gibidir. Çünkü, katardaki develer bir birlerine bağlıdırlar.

Şayet, ortada giden şahıs, bir devenin yularını tuttuğunda, hassaten onun arkasındakine bir zarar isabet ederse; onun tazminatı da, hassaten ona âit olur.

O devenin arkasındakine bir ziyan isabet ederse; tazminat ikisine mahsustur.

Öndekine isabet ederse; bu defa da öndekiyle müşterektir. Yani, her hangi birine isabet edecek ziyana ortaktırlar ve yarı yarıya tazmi­natta bulunurlar. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Deve  katarının ortasında bulunan  şahıs,  develerden birinin yularını tutup, onu çekiyorsa, birini çekiyor, birini sürüyor demek olur. ve arka tarafdakine isabet edecek zarara, öndeki iştirak etmez. Ârkada-kine isabet edene de öndeki karışmaz. Çünkü, arkadakini sürmekte değildir. Muhtyt'te de böyledir.

Şayet, ortada giden deveye binmiş olursa; onlardan hiç birini sü­rüyor sayılmaz. Deveye isabet edecek zarara da karışmaz ve kendisine tazminat gerekmez. Yalnız bindiği deve ile, onun arkasındakinden

sorumlu olur.

Bazı müteahhirîn âlimleri: "Eğer arkadaki devenin yuları elinde ise, bu böyledir. Fakat, devenin üzerinde uyuyor ise, ondan da mes'ul olmaz." buyurmuşlardır. Mebsût'ta da böyledir.

Müntekâ'da, İmâm şöyle buyurmuştur:

Bir adam, deve katarını çekiyor, bir başkası da arkadan sürüyor olur ve öndeki, bir deveye binmiş bulunur; bunun devesi de bir adam tepelerse; onu diyeti, üçte birlidir. Onun arkasındaki tepelerse, yine

böyledir.

Eğer binicinin önündeki deve tepelerse; çekici ile sürücü tazminata ortakdjrlar. Biniciye tazminat yoktur. Muhıyt'te de böyledir.

Şayet deve katarını birisi çekiyor; bir adam da çekenin devesine bağlı bulunuyor ve çeken şahıs bunu bilmiyor; bu durumda, o deve bir adamı tepeleyip öldürüyorsa; onun diyeti, deveyi çekenin âkilesine aittir. Sonradan, bu âkile, o bağlı olan şahsın âkilesine müracaat ederler.

Eğer, çeken şahıs durumu biliyorsa; onun âkilesi, bağlı olarım âki­lesine müracaat edemezler.

Eğer, develer durmakta iken bir adam, develeri çekenin devesini bağlar; o da, bunu biliyor olursa; o zaman, tazminat deveyi çeken şahsın âkilesine ait olur ve onlar, bağlayan şahsın âkilesine müracaat ede­mezler. Fetâvâyi Kâdfhân'da da böyledir.

Şayet, bir deve boşanıp, bir mala veya bir cana zarar verirse; gece olsun gündüz olsun, sahibine tazminat gerekmez. Hidaye'de de böyledir.

Nevftzü'de şöyle zikredilmiştir:

Hayvan sahibine, bir adam: "Senin hayvanın, benim ekili verim­dedir. Onu çıkar." der; o da, onu çıkarırken ekime zarar verirse; eğer zirâat sahibi söylememiş olsaydı, hayvan sahibi tazminatta bulunurdu. Söylediği için, tazminat gerekmez. Fakıyh Ebû'1-Leys ve Ebû Nasr: "Her iki hâlde de tazminat gerekir." buyurmuşlardır. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adam, geceleyin ziraatında iki öküz bulur ve onları köyün öküzleri sandığı hâlde; onlar, başka bir köyün öküzleri olur ve onları bağlı bulunan yere getirmek istediğinde, onlardan birini getirince, diğeri kaçar ve onu yakalayamaz, öküz sahibi gelip, ondan tazminat isterse; Şeyhu'1-tmâm Ebû Bekir Muhammed bin Fadl: "Eğer öküzleri alırken, niyeti, onları sahibine vermemek idiyse; tazminatta bulunur. Eğer niyeti, öküzleri  sahibine teslim  etmek  idiyse,  şahidi  de  yoksa,  tazminat gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Yine ŞeyhıTI-İmâm'a soruldu:

— Eğer gündüz ise ne dersiniz? Şu cevabı verdi:

— Eğer Öküzler başka köyün öküzleri ise, onun hükmü buluntunun hükmü gibidir. Eğer, onları kendi ahırına alıp, sahibine teslim edeceğini isbat edemez ise, tazminat gerekir. Eğer şâhid bulamazsa; bu bir Özür­dür. Şayet öküzler kendi köyünün öküzleri olur ve onları ekili yerinden çıkarıp, başka bir şey yapmazsa; -öküzler zayi olsa bile- tazminat gerekmez. Şayet onları ekininden çıkarınca, uzak yere sürmüşse; taz­minat gerekir. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adam, mezruatında bir adamın hayvanım bulup, onu ordan çıkarır; bir kurt da gelerek onu yerse; âlimler; bu hususta ihtilaf eyle­diler. Bazıları: "Bu durumda tazminat gerekir.' Bazıları da: "Eğer çıkarınca, onu başka yere sünnediyse, tazminat gerekmez. Eğer uzağa sürdüyse; işte o zaman, tazminat gerekir." demişlerdir.

Şeyhu'ltmâm Ebû Bekir Muhammed bin Fadl ve Kftdı İmâm Ali es-SağdTde böyle fetva verdiler.

Fakıyh EbÛ Nasr ed-Debbûsî: Eğer, ziraatından çıkarınca, emin bir yere sürdüyse; tazminat gerekmez. Eğer daha uzağa sürdü ise, tazminat gerekir." buyurdu.

Fetva, Fadtt'nin kavli üzerinedir. Mutayt'te de böyledir.

Şayet, sahibine red için sürdü; onun da yolda ayağı kırıldı veya Öldü ise, tazminat gerekir. Fetâvâyi Kftdlhan'da da böyledir.

Çoban, sığır sürüsünde bir öküz bulur ve yabancı bir sığır, onu çıkarıp* dışarı sürerse; tazminat gerekmez. Muhiyt'te de böyledir.

Âdet olduğu veçhile, bir ziraatçı koyun otlatan çobandan koyun­ları, tarlasında yatırmasını" ister; çoban da öle yapınca; koyunlar, gece gidip komşunun ekinini yayılırsa; hiç birine tazminat gerekmez. Kinye'de de böyledir.

Bir adam, bağında veya mezruatında bir hayvan bulur ve o hayvan bir hayli zarar vermiş olursa; bağ veya ziraat sahibi, o hayvanı hapsedince; o ölürse; bağ ve ziraat sahibine tazminat gerekir; o hayvanın kıymetini öder. Muhıyt'te de böyledir,

Bir hayvan, habersiz birinin evine girer; ev sahibi de onu evinden çıkarır ve bu hayvan Ölürse; tazminat gerekmez.

Bir adam, diğerinin izni olmaksızın, onun evine elbise bırakır; ev sahibi de onu çıkarıp atar ve o kaybolursa; atana tazminat gerekir. Onun bedelini öder. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adam, odun taşıyan eşeğini yola sürer; önünde de bir adam gitmekte olur ve eşek sahibi: "Dikkat, dikkat!" der; o adam da duymaz ve bu adamın elbisesini, odunlar yırtarsa; hayvan sahibi, onu tazmin eder.

Hatta adam duyduğu hâlde kaçmaya zaman bulamadam gelip dokunsa ve elbisesini parçalasa, yine böyledir.

Sağır da böyledir.

Fakat, kaçınmak imkânı var iken kaçınmadı ise, tazminat gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

FadK'nin Fetvâlan'nda şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, diğerinin hayvanının ayağını kestiğinde, eğer o, eti yen­meyen bir hayvan ise, cinayet sahibi, onun tam kıymetini öder. Onun sahibi, hayvan; yanında tutmaz.

Eğer eti yenilen hayvan ise (koyun, sığır, deve gibi...) yine böyledir.

Zâhirii'r-rivâyede böyledir.

Fetva da bunun üzerinedir. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adam, kafesin kapağını açar ve içindeki kuş uçar veya bir ahırın kapısını açar ve hayvanlar çıkıp kaybolurlarsa; kapıyı açan şahıs tazminatta bulunmaz.

İmâm Muhajtimed (R.A.): "Tazmin eder." demiştir. Kâfi'de de böyledir.

Münteka'da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, eğer hayvanının üzerine binmezse; bir gözü hakkında dörtte bir kıymet öder. Zehiyre'de de böyledir.

îmâm Ebû Hanîfe (R.A.), şöyle buyurmuştur:

Yük taşıyan deve, eşek veya katırın bir gözü için, dörtte bir kıymeti tazmin edilir.

Keza, sığırın gözü veya yavrusunun gözü, deve yavrusunun gözü, sıpanın gözü, koyunun gözü, devekuşu, köpek veya kedinin gözü için de kıymetinin noksanlığını Öder.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre ise bütün hayvanatın kıymetinin noksanlığım tazmin eder. Fetâvâyi Kâdfcân'da da böyledir. En doğrusunu, ancak Allahu Teâla bilir. [34]

 

13- KÖLELERİN CİNAYETLERİ

 

1- Kölenin Cinayeti Ve Efendisinin Onun Fidyesini Verip Vermemekte Muhayyer Olması

 

İmâm Muhammed (R. A.), el-Asi'da şöyle buyurmuştur:

Bir köle, bir adama karşı malı gerektiren bir cinayet işlerse; o tak­dirde efendisi muhayyerdir. İster, o köleyi verir; İsterse, diyetini (~ ersini) verir.

Bu bizim yolumuzdur.

Aslında onu vermek gerekir; fidye veya erş ile de onu kurtarmış olur. Bu muhayyerlik, hâlde olur; te*cil edilince olmaz.

Kendisine karşı suç işlenen kimse, vazgeçerse; kölenin -can hariş-kasden veya hatâen yapması müsavidir. Her iki hâlde de mal gerekir. Muhiyfte de böyledir.                                      -

Şayet bir şeyi seçmez ve köle de ölürse; kendisine karşı suç işleni­lenin hakkı bâtıl olur. Kâfi'de de böyledir.

Köle ölmez, fakat efendisi ölürse; o takdirde, kendisine karşı suç işlenilen zat, ersi seçer.

Şayet köleyi, efendisi, öldürmemiş de bir başkası kasden Öldürmüşse, cinayet bâtıl olur ve kölenin efendisi, kısas ister.

Eğer, kasden değil de, hatâ ile öldürmüşse; o zaman da kıymetini alır. Sonra da, o aldığı kıymeti, kölenin işlediği suça karşılık verir. Suçlunun sahibi için muhayyerlik yoktur. O kıymeti tasarruf eder. Erş için, muhtar olmaz. Tahâvî Şerhi'nde de böyledir.

Efendi, fidyeyi ihtiyar ettikten sonra, kölenin öldürmesinden vaz geçilmez. Kâfî'de de böyledir.

Bir köle,  hatâ ile cinayet işleyince,  kendisine karşı cinayet işlenenin efendisi fidyeyi intihap eder;  efendinin yanında da fidye verecek bir şeyi olmazsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.): "Hâlde yapılan intihap maziye karışmıştır ve kendisine karşı cinayet işlenilenin efendisi intihabını değiştiremez ve kölenin rakabesine dönemez. Bu köle satılır ve diyeti Ödenir. Onun, diyet bedelinden kalan olursa; borç olarak kölenin üzerinde kalır. Şayet köle kendisi satmazsa; hâkim de satmaz ve onu kendi nefsini satana kadar, veya onun emriyle bir başkası satana kadar hapseder." buyurmuştur.

İmâmeyn'iri kavline göre ise, eğer fidyeyi secmişse, isteği, hâlde geçmiştir; fidyeden âciz olunca; cinayetin velileri dilerlerse, ihtiyarlarını kölede olan haklarına dönene kadar- bozarlar; dilerlerse bozmazlar ve hâkimden kölenin rızâsı olmasa da, onu satmasını -parasından diyetin verilmesi ve kalanın borç olarak kalması için- talep ederler. Mubıyt'te de böyledir.

Fidyesi verildikten sonra, köle bir cinayet daha yaparsa; cinayet yapılanın efendisi, köle ile fidye arasında -Önceki cinayette olduğu gibi-muhayy erdir.

Keza, her fidyesi verildikten sonra, cinayet işlerse; ya köle veya fidyesi emredilir.

Önceki cinayet sahibi, henüz bir şeyi ihtiyar etmeden veya iki cinayeti bir anda yaptığı zaman yahut bir kaç suç işlediği zaman o kölenin efendisine: "Sen köleyi mi vereceksin, yoksa ayrı ayrı fidyeleri mi vereceksin? *' denilir.

Efendi köleyi onlara teslim edince herkes hakkı kadarım alacaktır. Ve her birinin hakkı, suçlara göredir. Tebyîn'de de böyledir.

Köle, bir adamı öldürür; başka birinin de gözünü çıkarırsa; onu üç hisse yaparlar. İkisini öldürülenin velîsi; bir hissesini de gözünü çıkardığının yakınları alırlar. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Keza, köle, bir defada, ayrı ayrı üç yaralama suçu işlerse; bu köle, onlara verilir. Ve onlar, aralarında cinayetler nisbetinde taksimini yaparlar. Serahsî'nin Muhıylı'nde de böyledir.

Köle cinayet işleyince, onun efendisi muhayyerdir: Dilerse, o köleyi verir; dilerse, fidyesini verir.

Yarısını fidye, yarısını da kölenin yansı olarak vermeyi intihap ederse; işte burda vücühlar vardır:

1) Cinayet sahibi bir olabilir.

Şöyle ki: Bir adamın babasını, hatâ ile, köle öldürür veya köle, hür bir adamın elini keserse; bu hâllerde, efendisi dilerse; yarısını verir; yansınında fidyesini verir; isterse, köleyi tam verir. Bu, bi'1-ittifak rivayettir.

2) Ölen iki kişi olabilir.

Şöyleki: Köle, hatâ ile, iki adam öldürmüş bulunur ve her ikisinin de birer oğlu olur ve kölenin efendisi, birisine fidyesini veya köleyi verirse; diğerinin muhayyerlik hakkı kalır. Bu da bil-ittifak rivayetlerdir.

3) Ölen bir kişi, velîsi ise iki kişi olduğunda, onlardan birisine, efendi fidye vermek isterse bu olur mu?

Bütün rivayetler, muhtardır. Tek rivayette Dürr kitabında: "Muhtar olamaz." denilmiştir." Zehyre'de de böyledir.

Bir köleye karşı çok cinayet işlenir; birisi onu gasbeder veya eli kesilir ve o yüzden de ölürse; bu durumda cinayet sahipleri tarafından, kıymeti taksim edilir. Efendisi için muhayyerlik yoktur. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.

Bir câriye, hatâ ile bir cinayet işledikten sonra, doğum yapar; doğan çocuk da birinin elini keserse; efendisi muhayyerdir: Dilerse anasını verir ve cinayetin yarı kıymetini öder; dilerse, hem anasını hem de çocuğunu verir; dilerse, ikisini de yanında bırakıp, diyetlerini verir. Diyet ister kıymetinin yarısı kadar olsun; isterse danada az olsun farketmez, Mebsût'ta da böyledir.

Bir câriye, birinin elini kestikten sonra," doğum yapar ve o da anasını öldürürse; efendi muhayyerdir: Dilerse, çocuğu verir, dilerse, kesilen elin diyetini verir. Serahsî'nin Muhiytı'nde de böyledir.

Şayet bir köle hatâ ile bir adamı Öldürse sonrada efendinin cariyesi hata ile o köleyi öldürse efendiye o cariyeyi ver denilir veya kölenin kıymetini ver denir.

Bir köle, bir kimseyi hatâ ile öldürür; bir câriye de, hatâ ile bir adamı öldürür ve bunların ikisi de bir adamın olurlar; sonra da o köle, o cariyeyi hatâ ile öldürürse; bu durumda efendi, köleyi verm  :1e, fidye vermek arasında muhayyerdir.

Şayet köleyi verirse, onun hakkında, hür ölenin velileri ile cariyenin cinayetinin velileri arasında taksim yapılır.

Eğer, efendi fidye vermeyi murad ederse; cariyenin kıymetini, onun cinayeti için verir. Hür şahsın diyetini de, kölenin kıymeti kadar verir.

Câriye, hatâ ile bir adam öldürdükten sonra, bir kız doğurur; daha sonra da hatâ ile, o kız bir adam öldürür; bilâhare de o kız, o cariyeyi (yâni anasını) Öldürürse; efendisi muhtardır: Dilerse, cariyenin Öldürdüğü adamın velisine, o cariyenin kıymetini Öder. Kızın Öldürdüğüne de diyetini verir; dilerse, kızı onlara verir ve anası ile, ken­disinin öldürdüklerinin arasında taksim edilir. Mebsût'ta da böyledir.

Şayet, kız anasının gözünü çıkarmış olsaydı da, onu öldürmüş olmasaydı; işte burda dört durum hasıl olurdu.

1) Efendilerinin, ikisini de vermesi.

2) İkisinin de fidyelerini vermesi

3) Anasının fidyesini, kızın kendisinin vermesi,

4) Kızın fidyesini verip, anasının kendisini vermesi.

Şayet her ikisini de vermeyi seçerse; anayı, öldürdüğü adamın velisine; kızı ise, anasının öldürdüğünün velîsi ile, kızın öldürdüğü adamın velîsine verir.

Anasının öldürdüğü adamın velîsi (vârisi) ananın yarı diyetini alır; kızın Öldürdüğü adamın, vârisleri ise tam diyet alır,

Şayet, efendileri fidyelerini verirse; her birine tam diyet öder. Kızın, anasına karşı işlediği suçun bedelini iskat eder (= düşürür).

Ananın kendisini ve kızının da fidyesini vermeyi seçmişse; anayı, öldürdüğü kimsenin adamlarına verir.

Kızın öldürdüğü adamın, adamlarına da onun diyetini öder. Ananın öldürdüğü adamın adamlarına, Ananın kıymetinin yansını da verir.

Şayet  kızın  kendisini,  anasının da fidyesini verecekse;  kızı öldürdüğü adamın yerine verir.

Ananın öldürdüğü adamın adamlarına da, onun fidyesini verir. Hâvî'de de böyledir.

Eğer anası, kızın gözünü, -kızı, kendinin gözünü çıkardıktan sonra- çıkarır; sonra da, efendileri, ikisini de def etmek (= vermek) isterse; onları, öldürdükleri adamların yerlerine verir.

Şayet dilerse, ikisinin maktullerinin de, tam diyetlerini Öder ve iki­sini de yanında bırakır. Mebsût'ta da böyledir.

Suçlu köle, bir adamın da kölesini öldürürse, ikinci ölen kölenin efendisi,    kölenin    verilmesi    ile    fidyesinin   verilmesi    hususunda muhayyerdir.

Eğer efendi, kölenin fidyesini verirse; her iki maktulün efendileri, onu aralarında taksim ederler.

Şayet, ikinci efendi, kölenin, birinci efendiye verilmesini isterse; köleyi alan efendi, muhayyerdir. Dilerse, ikinci efendiye köleyi verir; dilerse, fidyesini verir. Hâvî'de de böyledir.

Katil olan köleyi, başka bir köle öldürür ve o da öldürdüğünün yerine verilir; onuda efendisi azad eder veya satarsa; hür, diyeti almaya muhtardır. Muhıyt'te de böyledir.

Cinayet işleyen bir cariyeye karşı, cinayet işlenir; efendisi de diye­tini alırsa; o diyetle birlikte, cariyeyi önceki işlemiş olduğu cinayete karşılık olarak verir.

Şayet, bu cariyeye cinayet, kendisi cinayet işlemeden önce işlenirse; o takdirde, efendisi önceki ersi vermez,

Cariyenin cinayetinden sonra, erş (= uzuv diyeti) vâcib olup, efendisi de o cariyeyi yanında tutup, onun fidyesini verirse; o diyetten de faydalanır; fidyesine onu da ilâve edebilir.

Fidye vermeyi istemez, erş'de telef olur veya onu bağış yaparsa; bu durumda başka yapacağı bir şey yoktur. Hem cariyeyi verecek ve hem de ersi borçlanacaktır.

Bir caniye karşı, cinayet işlenir; o cinayetin de caninin suçundan önce mi, sonra mı işlendiği bilinmez ve iki taraf da cinayetin suçtan önce işlediğini doğrul arsa; hüküm doğruladıkları gibi olur.

İkisi de: "önce mi, sonra mı olduğunu bilmiyoruz." derler ve şayet efendi, köleyi vermek isterse; erş ne olur? Âlimlerimiz şöyle buyurmuşlardır: Vekâlet Kitabı'mn ba'zı nüshalarında "O erş, efendi ile kendisine karşı cinayet işlenen şahıs arasında, yan yarıya taksim edilir." denilmiştir.

Eğer aralarında ihtilaf çıkar da, kendisine karşı suç işlenilen şahıs: "Erş, cinayetten sonradır ve benim hakkımdır." der; efendi de: "Hayır, bu erş, cinayetten öncedir ve benim hakkımdır.'* derse; bu durumda, ' -yeminle birlikte- efendinin sözü geçerlidir ve erş, onun olur.

Ancak kendisine karşı suç işlenilen şahıs, beyyinesiyle, "ersin, cinayetten sonra olduğunu'* söyler ve isbat ederse; o takdirde erş ( = diyet) onun olur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir köle, hatâ ile bir adam öldürdükten sonra, başka bir kimse, o kölenin gözünü çıkarır; daha sonra da, o köle hatâ ile birisini daha öldürür bundan sonra da, kölenin efendisi, önceki öldürdüğü adamın yerine, o köleyi vermek isterse; bu durumda, onu ersi ile birlikte verir.

Sonrada, bu köleye ikisi ortak olarak sonraki suçunun diyetini öderler.

Şöyle ki: Kölenin kıymeti bin dirhem olsa; gözün diyeti beşyüz dirhemdir, İşte bu durumda köle, aralarında otuz dokuz senim olarak taksim edilir.

Keza, köle, birinin gözünü çıkarır ve bu köle ona verilirse; önceki velisi, onun, gözünün diyetinden fazla olan kıymetine hak sahibidir. Mebsût'ta da böyledir.

Cinayet işleyen köle para kazanır veya cariyesi doğum yapar; efendisi de onu cinayet bedeli olarak verecek olursa; onun kârını ve çocuğunu vermez. HâvTde de böyledir.

Bir köle, cinayet işledikten sonra; ona semavî bir kusur isabet eder; ve efendisi, cinayetine bedel olarak, o köleyi verirse; ona, bu kusurundan dolayı hiç bir şey söylenmez.

Keza, efendisi, bir ihtiyaç için onu bir yere gönderince, o da orda ölür veya gittiği yerden gelmezse, bu durumlarda efendiye tazminat gerekmez.

Şayet, cinayetten sonra, ona efendisi ticaret izni verir; köle de borca batarsa; bu durumda efendisi, onun -erş'i hâriç- kıymetini tazmin eder. Mebsût'ta da böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.), CamiuVSagıf'de şöyle buyurmuştur: Bir köleye ticaret izni verilir; o da bin dirhem borçlandıktan sonra, hatâ ile bir cinayet işler; bundan sonra da efendisi, onu, "onun bor­cunun (= ersinin) olduğunu ve kıymetinin alacaklılarına âit bulunduğunu bilerek azâd ederse; o efendinin; birisi alacaklılarına, birisi de suçunun sahiplerine olmak üzere iki kıvmet ödemesi gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Şayet, böyle bir köleyi, bir yabancı hatâ ile öldürürse; efendisine yalnız bir kıymet borçlanır. Onu da efendisi, kölenin alacaklılarına verir. Kâfî'de de böyledir.

İzinli bir köle, cinayet işlerse; efendisi, köleyi vermekle, fidyesini vermek arasında muhayyerdir.

Şayet, cinayeti sebebiyle köleyi verirse, bu köle borçlan sebebiyle satılır.

Eğer borcu ödendikten sonra bir şey kalırsa, işte o cinayet sahiple­rinin olur. Zahîrîyye'de de böyledir.

Şayet, o kölenin parası, borcuna yetişmedi ise, alacaklıların efen­disine de, başka birine de diyecekleri yoktur.

Ancak beklerler ve ne zaman azâd olursa; o zaman alacaklarını ondan isterler.

Âlimler şöyle buyurmuşlardır:

Eğer efendisi, hâkimin hükmü olmadan, cinayet sahiplerine verdi ise, kıyâsda, alacaklıların alacağını da öder. İstihsânda ise ödemez.

Efendi, kölesini borçlan sebebiyle alacaklılarına bilerek verirse; bunda, onun cinayet işlediğini bilsin veya bilmesin muhayyerdir.

Beyyine gereğince, hâkim borcu sebebiyle o köleyi satar ve onun cinayet işlemiş olduğunu da bilmez; sonra da cinayet sahipleri, hâkime müracaat ederler ve bu kölenin bedeli de borcundan fazla olmazsa; cinayet velîlerinin hakkı sakıt olur (= düşer). Hâvî'de de böyledir.

Rehin bırakılmış bir köle, bir adamı hatâ ile öldürür; kendi kıymeti de rehin alanın alacağı kadar olursa; mürtehin, onu kimseye vermeyebilir.

Eğer mürtehin: "Ben istemem." derse; rehin bırakan, onu cinayeti sebebiyle suç işlenenlere verir.

Şayet efendisi, onu azâd ederse; kıymetini ödemede muhtardır.

Muhıyt'te deböyledir.

Şayet efendisi, cinayet işlemiş olan bir köleyi satar veya azâd eder yahut müdebber veya mükâtep eder; onun cinayet işlemiş olduğunu da iyice bilmekte olursa; işte o muhtardır.

Eğer  bilmiyorsa,  muhtar  değildir.  Onun  cinayetten  suçunun karşılığını tazmin eder. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Cariyenin çocuk doğurması ve bağış yapılması da bu iki durum­dadır.

Bir câriye, bîr cinayet işler; efendisi de: "Ben, onu cinayetten Önce azâd eyledim (veya müdebbere eyledim, yahut o, benim ümmü veledim oldu." der; bu da cinayet ehli tarafından doğrulanmazsa; bu durum­larda, efendisi muhayyerdir: Dilerse fidyesini verir.

Bu, bunu cinayeti bildikten sonra söylerse, böyledir. Şayet cinayeti bilmeden önce söylerse, onun kıymetini öder. Mebsût'ta da böyledir.

Şayet efendi cinayet işlemiş bir köleyi, satışa arz eder veya icara verir yahut rehin bırakırsa, fidyesi için muhayyer olamaz.

Şayet, fâsid bir satışla satış yaparsa; teslim edene kadar ısrar edemez.

Eğer,   fâsid   kitabetle  mükâteb   yapmışsa;   işte   o   binefsihî sözleşmekte muhtardır. Kâfî'de de böyledir.

Cinayeti öğrendikten sonra, o köleyi satar; müşteri de bir aybı sebebiyle, onu geri iade ederse; o takdirde, diyetini ihtiyar eder.

Şayet köleyi satacak olur da, müşteri muhayyer kalırsa, yine böyledir.

Fakat, muhayyerlik hakkı satıcının olursa, satış bozulur. O bilsin veya bilmesin, muhayyer olmaz. Ona: "Ya köleyi ver veya fidyesini ver." denilir. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

İmlâ'da şöyle zikretmiştir:

tmftm Muhammed (R. A.) şöyle buyurmuştur: Cinayetten sonra köleyi satmak muhayyerliği yoktur. Bu durumda, müşteriye: "Ya feda et; ya ver." denilir.

Bu, İmameyn'in kavlidir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir köle, iki cinayet işlese de, efendisinin birisinden haberi olup, diğerinden haberi olmaz ve onu satar Veya azad eder yahut benzeri bir sey yaparsa; bildiği için fidye muhayyerliği vardır; bilmediği için de, hakkı   zayi   olmasın   diye,   kıymetinin   hissesini   verir.   Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Cinayet işleyen, câriye olur ve efendisi ona cima ederse fidyesi için muhayyer olmaz. Hamile veya kız olursa, o zaman müstesnadır. Hızâ-netü'l-Müftîn'de de böyledir.

el-As! kitabında: Evlilik, muhayyerliği gerektirmez.*' denilmiştir. Hâvî'de de böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir kimse, kölesinin cinayetini bildiği hâlde, onu bağış yapar veya bilmeden bağış yapar ve onu cinayet kendisine karşı yapılan şahsa bağışlamış olursa; bu durumlarda, efendiye bir şey gerekmez.

Şayet, ona satarsa, -ayrıca- diyet öder. İster cinayetini bilerek satsın, ister bilmeyerek satsın, bu efendi kölesinin cinayet diyetini Öder. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, kölesinin cinayetini bilerek, onu mükatep yaptıktan sonra, bu köle, aciz kalıp; kitabet bedelini ödeyemez ve aciz kalmadan, cinayeti   hakkında  diyet   için   dava   açılmış,   hâkim   de   diyeti hükmeylemişse; bu hüküm bozulmaz.

Şayet, da'vadan önce âciz kalmışsa; efendisi, ya onu, veya fidyesini verir. Zahîriyye'de de böyledir.

îki köle bir, adamı öldürdüklerinde; efendileri onlardan birisini azâd   ederse;   diyet   muhtariyetinde   ısrarda   bulunulmaz. Tamamı hakkında değil de, yarısının diyeti hakkında muhtar olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Bir köle, hatâ ile bir adamı öldürür; ve efendisi, cinayetini bil­meden, onu satar; sonra tekrar satın alır ve bu defa da cinayetini bilerek satarsa; Önceki kıymetini tazmin eder. İkinci satışından dolayı bir şey gerekmez.

Satılan köle aybı sebebiyle -hakimin hükmüyle- geri verildikten sonra, onun cani olduğunu bilerek, satarsa; üzerine diyeti seçmiş olur.

Efendisi, cinayetini bilmeyerek, mükâteb yaptıktan sonra; o âcİ2 kalır ve onu bu defa onun cinayetini bilerek satarsa; üzerine diyet gerekir.

Keza, bilmeyerek bağış yapar ve bağışlanan onu teslim aldıktan sonra; efendisi, bu bağıştan dönerek, köleyi geri alsa ve cinayetini bilerek satsa; diyet lazım gelir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adamın, bir kölesi olur ve o bir cinayet işler; cinayetin velisi de: "Bu, senin kolendir." der; adam da: "Bu, benim yanımda, filan adamın emânetidir (veya ariyetidir yahut icâresidir veya rehinidir)." der; diğeri de, ona karşı beyyine ibraz eder; gaip olan da gelir ve kendisine karşı söyleneni isbat edemez ise, köle yanında olana: "Ya köleyi veya diyetini vermesi" emredilir.

Şayet efendisi, o köleyi cinayete bedel olarak verir; sonra da, gaip gelip, kölesini alırsa; efendiye bir şey gerekmez.

Şayet köleyi verirse, artık o zaman, gaip muhayyerdir: Dilerse, vazgeçer ve öyle kalır; dilerse, köleyi alıp, onun diyetini öder.

Şayet bir şey yapmaz ise, bidayette verenin muhayyerliği gibi olmuş .  olur.

Eğer alırsa, kölenin diyetini ihtiyar etmiş olur. Şayet gaip, "kölenin kendisinin olduğunu" inkâr ederse; Önceki herne yapmışsa, o caiz olmuştur. Mebsfit'ta da böyledir.

Eğer, efendi, "kölenin başkasına âit olduğunu" ikrar ederse burada iki durum vardır:

Ya, önce cinayetini; sonra da, o kölenin başkasına âit olduğunu söyler;

Veya bunun tersine, önce kölenin başkasına âit olduğunu; sonra da cinayet işlediğini söyler.

tki durumda da, o kölenin, o efendinin yanında kaldığı; ya bilinir veya bilinmez.

Önce cinayetini söyledi; sonra da o kölenin bir başkasının olduğunu ikrar eyledi ise, kölenin de yanında kaldığı biliniyor ve ikrar eden de, cinayet ehli de bunu doğruluyorlarsa; ikrar edene: "Köleyi ver veya bedel olarak ver." denir.

Eğer yalanlarlarsa, o takdirde, ikrar eden şahıs muhtar olamaz; köleyi bedel olarak veremez.

Şayet, köle yanında olan şahıs, ikrar eder; fakat, cinayet sahipleri inanmazsa; bu durumda, ikrar eden, muhtardır; bedel olarak verebilir.

Şayet, ikrar eden, önce başkasının mülkü olduğunu söyledi de, sonra da cinayetini söyledi ve her iki taraf da bunu doğruladı ise; kendisi için ikrar edilen şahıs dava edilir.

Şayet yalanladılar ise, yalnız ikrar eden da'vâ edilir.

Eğer mülkünü ikrar eder de, cinayetini inkâr ederse; cinayet heder olur.

Eğer kölenin ikrar edenin mi, yoksa ikrar olunanın mı olduğu bilinmiyor ve önce cinayeti ikrar etmiş; sonra da: "Başkasının mülkü­dür." demişse; veya önce "başkasının mülkü" demiş de sonra da cinayetini söylemişse; yine böyledir. Serahsî'nin MuhıytTnde de böyledir.

Bir adamm yanında bir köle olur; fakat, o kölenin kime âit olduğu bilinmez;   bu   köle  yanında  olan  şahıs  da,   "onun, kendisine  âit olduğunu" söylemediği gibi, o köleden de "yanında olduğu adamın kölesi olduğu" duyulmamış olur ve bu köle bir cinayet işlemiş bulunur ve bu beyyin ile sabit olur veya köle yanında bulunan şahıs, bunu ikrar etmiş sonra da, köle yanında olan zat, "onun, bir başkasının kölesi" olduğunu söyler;  kendisinin  olduğu söylenen adam da daha önce sabitleşmiş olan cinayeti inkâr ederse; kölenin kendisine âit olduğu ikrar olunan şahsa: "Ya köleyi ver veya diyetini öde." denilir»

Şayet cinayet, yalnız köle yanında olanın ikrarı ile sabit olmuşsa; ikrar olunan zat, kölesini alır ve cinayet de bâtıl olur. Ve, köle kendisine ikrar olunan şahsa bir şey yapılmaz. Muhıyt'te de böyledir.

Bir köle, bir cinayet işler; efendisi de: "Ben, onu cinayetinden önce, filan adama sattım." der; o filan adam da bunu kabul ederse; işte o zaman, o filana: "Ya köleyi veya bedelini ver" denilir.

Şayet, o filan yalanlarsa; o takdirde, bu kölenin efendisine, bu sözler söylenir. Mebsût'ta da böyledir.

Şayet efendi, cinayet sahibine. Bu köleyi, azâd eyle." der; o da azad ederse;  eğer efendi cinayeti biliyorsa,  muhtardır.  Kâfi'de de böyledir.

tbnü Semâa'nm Nevâdiri'nde şöyle zikredilmiştir:

Şayet, cinayet işlenenin emriyle, kölenin efendisi, onu azâd ederse; işte o muhtardır. Diyet, köleye aittir. Muhıyt'te de böyledir.

Şayet cinayet işleyen bir köleyi, efendisi kasden veya hatâen öldü­rürse; onun da cinayet işlemiş olduğunu bilmezse; işte o takdirde, kendi malından, kölenin cinayet bedelini öder. Hâvî'de de böyledir.

Efendisi, bir köleye, izi kalacak şekilde vurur ve bunu da cinaye­tini bilerek yaparsa; işte bu takdirde de muhtardır.

Şayet cinayetini bilmeyerek vurursa kıymetini ve cinayet ersini öder.

Ancak, cinayet sahibi, öylece kabul ederse, o da olur. Ve bu durumda efendinin erş ödemesi gerekmez.

Şayet bu efendi, kölenin gözüne vurmuş ve ona boz (perde) inmiş; sonra da bu perde kaybolmuşsa; ve bu da da'vadan önce olmuşsa; efendi isterse köleyi; isterse bedelini verir.

Eğer mahkemede, hâ kim efendi: ' 'O gözü n ersini de, hükmeylemiş" sonra da göz iyileşmişse; hüküm reddedilmez. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir câriye, bir adamı kasden öldürür ve ölenin de iki velîsi olur ve onlardan birisi, cariyenin çocuğuna karşılık sulh olursa, efendisi, diğer veli hakkında muhtardır: İsterse, yan diyetini verir.

Diirr kitabında ise: "Fidye vermede muhtar değildir." denilmiştir.

Şayet onlardan birisi, cariyenin üçte birine sulh olursa; geride kalana, efendisi muhayyerdir. Dilerse, cariyeyi verir; dilerse bedelini verir.

Câmi'de ve Dürr'de: "Muhayyer değildir." denilmiştir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

İmlâ da şöyle zikredilmiştir:

îki kişinin ortak olduğu, iki köle cinayet işlediklerinde; bu efendi­lerden birisi, "köleyi azâd eylediğini" söylerse; şehâdeti caiz olmaz. Ve, üzerine yarı diyet gerekir; diğerine de yarı diyet gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir köle, cinayet işleyip, onu kimseye söylemez; efendisi de onu, cinayetini bilip, yaranın iyileştiğini de bilerek azâd ettikten sonra, yara azıp bozulur ve adam ölürse; efendiye diyet gerekir.

Bir köle, bir adamı yaralayınca; efendi mahkemeye düşer; köle de yara bedelini verir; sonra da adam o yaradan ölürse; istihsânda, efendi muhayyerdir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'nın önceki kavli budur.

İmâm Muhammed (R.A.)'in kavli de budur.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.), sonradan, kıyâsa avdet eylemiştir.

İmâm Muhammed (R. A.) ise, istihsânda karar eylemiştir.

Ancak aralarında bir fark vardır: O da, aralarında hâkimin hükmü olmadan, verip vermemektir.

Şayet, hâkimin hükmüyle yara bedelini vermiş ve o adam da, son­radan ölmüşse; müstakbel için muhayyerdir. İşte bu hâkim hüküm vermeden önce verilen erse muhaliftir. Burda tam diyet vardır. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, kölesine: "Eğer sen, filânı öldürürsen veya onu atarsan yahut yaralarsan; o zaman, sen hürsün." der; o köle de denilenleri yaparsa; bu takdirde, efendi muhayyerdir: Dilerse, kölenin bedelim verir.

Şayet, bu kölenin cinayeti kısası gerektiriyorsa; (Şöyle ki: Efendisi» kölesine: "Eğer sen, ona kılıçla vurursan, hürsün." derse) efendiye hiç bir şey gerekmez. O, kıymet de, diyet de ödemez. Muhıyt'te de böyledir.

Bir köle, bir cinayet işlemiş olur; efendisi de ölür ve onun oğlu, o köleyi hür sanırsa; bu oğulun diyet ödemesi gerekir. Aynı zamanda, o köleye vâris olur. Hızânetü'l-Müftfn'de de böyledir.

Hâmile olan câriye, bir cinayet işler; efendisi de, bu cariyenin karnındakini; -cinayetini bilerek- azâd ederse; o takdirde muhtardır: İsterse, fidyesini verir. Talip, ister çocuk doğmadan önce gelsin, isterse sonra gelsin farketmez.

Şayet onun cinayet işlediğini bilmiyorsa," talib.de doğumdan Önce gelmişse yine efendi muhayyerdir: Dilerse, tazminatım verir; dilerse, hamile halindeki kıymetini verir. Çocuk dâ hür olur.

Şayet, talip doğumdan sonra geldiyse, efendisi yine muhayyerdir: Dilerse, cariyeyi verir; dilerse, bedelini verir. Onun, çocuk için yapacağı bir şey yoktur. Zahîriyye'de de böyiedir.

tbni Ebî Süleyman'ın Nevâdiri'nde, tmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

Bir adam, cariyesinin karnında olanı azâd ettiketn sonra, o cariye bir cinayet işlerse; cinayeti sebebiyle o cariyeyi teslim etmesi caizdir. Muhiyt'te de böyledir.

Cariyeyi satar ve o müşterinin yanında -altı aydan noksan bir zaman içinde- doğum yapar; o çocuk da bir cinayet işler; sonra da cinayet ehli, satıcı hakkında "bilerek sattı" diye iddia ederse; cinayet ehlinin diyeti, satıcının üzerinedir. Hizânetü'I-Müftîn'de de böyledir.

İki kişinin ortak bulunduğu bir câriye, bir çocuk doğurur; o çocuk da bir cinayet işler; ve ortaklardan birisi, onun cinayet işlemiş olduğunu bilirse; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.): "Diyet, ona aittir. Eğer bilmiyorsa, kıymeti ona aittir." buyurmuştur. Zahîriyye'de de böyledir.

Efendileri, iki köleye karşı: "Biriniz hürsünüz." dedikten sonra; onlardan birisi, hatâ ile bir cinayet, işler; sonra da cinayet işleyenin, azâd olmuş olan kimse olduğu meydana çıkarsa; fidye vermede muhayyerdir.

Şayet, diğerinin hür olduğu meydana çıkarsa; efendi yine muhayyerdir. îsterse, cinayet işleyeni bedel olarak verir; isterse, onun diyetini verir. Kâfî'de de böyledir.

Şayet, onlardan her biri, cinayet işlerler ve adam: Biriniz hürsü­nüz."* dedikten sonra da, birinin hürlüğü meydana çıkarsa; diyette, kıymetinin en azından vermesi gerekir.

İkinciye gelince, efendisine: "Ya köleyi ver veya fidyesini ver" denilir. Burda fidye için, beyânda muhtar değildir.

Keza, birisi bir el kesme cinayeti işler; diğeri de bir adam öldü­rürse, cevapta ihtilaf yoktur. Hizânetü'I-Müftîn'de de böyledir.

Bu kölelerin, her ikisinin de kıymetleri bin dirhem iken: "Biriniz jhürsünüz." der; sonra da, onlardan birisi, hatâ ile ve kimin hür olduğu açıklanmadam önce, bir adam öldürürse; kendisine karşı suç işlenen taraf, cânînin kıymetini, efendisinin malından alır.

Eğer kıymeti, diyetinden az ise, malının tamamına itibar edilir. Efendi köleyi vermeye muhtar değildir.

Her iki köle, birlikte hatâ ile bir adamı öldürürlerse, mes'ele hâli üzerinedir; her birinden kıymetinin yarısı alınır.

Kölesi öldürülen kimse, kölesinin tam kıymetini efendiden alır. Efendi fidyede İsrar edemez.

« Kölelerden birisi, hatâ ile bir adam öldürdükten sonra, efendisi, sağlığında: "Biriniz hürsünüz." der ve kendisi de cinayeti'bilmekte olur; sonra da bu efendi, hangisinin hür olduğunu açıklamadan önce ölürse; her birinin yarı kıymetine ruhsat vardır ve efendi cinayeti işleyeni vere­bilir.

Şayet, kıymeti verilirse; malının üçte birine itibar edilir.

Bir köle cinayet işler; efendisi de, hastalığında -cinayetini bilerek-azâd edilmesini vasiyet ederse; onun vâsisi veya vârisi; bu köleyi azad ederler.

Onun kıymetinin, hastanın malının tamamından yerilmesi gerekir.

Artanı ise, üçte birinden verilir.

Şayet onun cinayetini bilmiyor idi ise, onun kıymeti, ölenin malından verilir.

Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un -son- kavlidir. Ve, tmâm Züfer (R.A.)'in kavlidir.

Fakıyb Ebû'1-Leys, Uyun kitabında böyle buyurmuştur. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.

Bir efendi, cinayetten önce, kölesinin azad edilmesini vasiyet eder; o köle de cinayeti efendisi öldükten sonra işler; vasi de, onun cinayet işlediğini bilerek onu azâd ederse; işte o vâsi, cinayeti tazmin eder.

Şayet bilmeseydi; kölenin kıymetini tazmin ederdi. Ve vârislere de müracaat edemezdi. Muhıyfte de böyledir.

Bir adam, kölesinin azad edilmesini vasiyet eder; o köle de bir cinayet işlerse; onun ersi dirhem cinsinden olur.

Vasiyet edenin vârisleri: "Biz fidye vermeyiz." derlerse; buna hak­ları vardır.

Onlar, cinayet fidyesini terkederlerse; vasiyyet bâtıl olur. Ancak, köle, kendi kazancından ödeme yapar.

Şöyle ki: Bir insana: "Bana bir dirhem ver." der; o da verirse; bu sahih olur ve o dirhem, kölenin üzerinde borç olur. Azâd edildiği zaman borcunu öder. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir adam, diğer bir şahsı "bir köleyi azâd eylemeye" vekil ettikten sonra, o köle, bir cinayet işler; daha sonra da, vekil onu azad eder ve onun cinayet işlemiş olduğunu biliyor olursa; efendisi, o kölenin bedelini tazmin eder.

Cinayet işlediğini bilmese de böyledir. Muhiyt'te de böyledir.

Bir adam, diğer bir şahsı, "kölesini mükâtep eylemeye" vekil ettikten sonra, o köle, hatâ ile bir adam, öldürür; daha sonra da, o vekil, bu köleyi kitabete bağlarsa; -ister onun cinayetini bilsin, isterse bilmesin-efendisinin,    -diyetin   dışında-   kıymetini   tazmin   etmesi   gerekir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Bir köle, bir cinayet işler; cinayetin işlendiği velî, bunu kölenin efendisine haber verir; efendi de onu hemen azâd eder ve: "Ben, onun söylediğine inanmadım." derse; işte o, fidye vermekde muhtardır.

Keza, cinayetin velîsinin -fâsık veya âdil olan- bir elçisi, bu cinayeti haber verirse; mes'ele yukarıdaki gibidir.

Fakat, yabancı bir adam söyler; efendi de onu doğrular; sonra da köleyi azad ederse; -yine böyle- efendi, fidye vermekde muhayyerdir.

Şayet efendi, haberciye inanmaz veya onu yalanlar ve köleyi azâd ederse; cevap aynısıdır.

Şayet haberci fasık ise, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavline göre -fidyesi değil de, onu zayi ettiğinden dolayı- kıymetini ödemesi gerekir.

İmameyn'e göre ise, fidye de muhayyerdir.

Eğer iki fasık haber verirse; bunda iki rivayet vardır.

Rivayetin birine göre, o fidye vermekde muhtardır. Mebsût Şerhî'nde de böyledir.

Cinayeti kendi kölesi haber verir; onu da efendisi azâd eder ve: "Ben, ona inanmadım." derse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, hür ve âdil bir adam, haber vermedikçe, tazminat gerekmez.

İmâmeyn'e göre ise, diyetini tazmin eder. Her ne kadar, haber veren şahıs, fasık ve kâfir ve köle olsa bile, bu böyledir. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.

İbnü Semâa, Rûkiyyât isimli kitabta şöyle buyurmuştur: Muhammed bin Hasan (R.A.)'a, şöyle yazıldı:

"Bir köle, bir adamı öldürür; ölen zatın da iki velisi bulunur ve onlardan birisi mevcut olmazsa; hazır olan da'va açabilir. Bu durumda, kölenin de durumu efendisine söylemesi hâlinde hâkime uygun olanı nedir? İmâm, şu cevabı yazdı:

"Hangi vâris huzurunda olursa, işte o da'va açar. Efendi, her neyi ihtiyar ederse; onun tamamı hakkında, da'vâ cereyan eder." Muhiyt'te de böyledir.

Bir köle, hatâ ile bir adamı öldürür; ölenin de iki velîsi olur; efendisi de -hâkimin hükmüyle- birisine ödeme yapar; sonra da diğeri, kendisinin yanında bir adam öldürür; daha sonra da onun Öldürdüğü adamın velîsi, diğer suç ortağı ile birlikte gelirlerse; önceki verilene: "sana verilenin yarısını buna ver veya, yarı diyetini ver." denir. Eğer verirse, diyetten berî olur. Ve geride kalan yarı diyet için, efendisine müracaat edilir.

Sonra da efendisine: "Beş bin dirhem buna, beş bin dirhem de öncekine ver." denilir. Mebsût Şerhî'nde de böyledir.

Öncekinin öldürmesinin hatâen olduğuna beyyine olur; ikinciyi de. efendisi ikrar ederse; bu durumda efendi, her ikisi için de nısıf (= yarım) kıymet tazmin eder.

Şayet efendisi, üçüncü cinayetini de ikrar ederse; üç hisse olarak verir; üçte ikisini, birinci cinayeti için; altıda birini de ikinci için verir. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir adamın, bir kölesi olur; bir adam da, "onu, efendisnin azâd eylediğini" zanneder ve o köle de hatâ ile, o adamın velîsini öldürürse; ona bir şey gerekmez. Hidâye'de de böyledir.

Bir köle, bir cinayet işler; kendisine cinayet işlenenin velîsi de onun hakkında: "O köle hürdür." diye ikrar ederse; bu mes'elede üç durum söz konusu olur:

1) Cinayetin velîsi, onun "aslen hür olduğunu" söyleyebilir.

2) Onun, hür olduğunu ikrar edebilir.

3) Efendisinin, onu azâd eylediğini ikrar edebilir.

Şayet, aslen hür olduğunu söylerse; cinayetin velîsi için tazminat yoktur. O köle için de tazminat yokdur. Onun efendisi için de, tazminat yoktur.

Keza, onun hür olduğunu ikrar ederse, cevap yine böyledir. Fakat,  efendisinin onu azâd eylediğini -cinayetten Önce- ikrar ederse; cevap yine aynıdır. Aslen hür olan kimsede olduğu gibi...

Şayet, cinayetten sonra söylerse; kölenin berâatini söylemiş olur ve efendisine karşı, fidye iddiasında bulunur.

Eğer cinayetini bildiği hâlde, onun azad edilmiş olduğunu iddia ederse; bu böyledir.

Şayet cinayetim bilmeden, iddia eder ve efendinin, kıymetini tazmin etmesini ister; efendi de bu iddiaların hepsini inkâr ederse; yeminle bir­likte, efendinin sözü geçerli olur. Cinayetin velîsinin beyyine ibraz etmesi gerekir.

Bu cinayet velîsinin kendisine verilmeden iddiası hâlinde böyledir. Fakat, cinayet velîsine, köle verildikten sonra, bu iddiayı yaparsa ve "aslen hürdür." der veya "onun hürlüğünü" ikrar ederse; bu durumda, onun efendiye karşı bir yolu yoktur. Köleye karşı da yoktur.

Ancak, köle hür olur; onun bir velâsa da olmaz ve şayet cinayetten önce, efendisinin azad eylediğini ikrar ederse; onun hür olduğuna hük­medilir ve velâsı mevkuf tutulur. Muhıyt'te de böyledir.

Kölenin, cinayet ikrarı caiz değildir. îster izinli köle olsun, isterse izinsiz köle olsun farketmez. Azâd edildikten sonra da takip ve tabi olunmazlar. Hâvî'de de böyledir.

Bir adam, kölesini azâd ettikten sonra; o köle, "köle iken, cinayet işlediğini" ikrar ederse; -ister kasden, ister hatâen olsun- bu köle bir şeyle ilzam olunmaz.

Ancak nefs hakkında, kısas icra edilir. Mebsût'ta da böyledir.

Bir köle, hatâ ile birinin elini keser; bu yara iyileşir ve efendisi ona bedel, köleyi yaralanana verir; sonra da bu yara tazelenir ve adam, o yüzden ölürse; kölede mevcud ise, o köle, kendisine cinayet işlenilenlerin olur.

Şayet efendisi, bir el diyeti olan beşbin dirhemi vermiş; sonra da köleyi azâd eylemiş; daha sonra da yara tazelenip, o yüzden adam ölmüşse; efendi kölenin tam kıymetini tazmin eder.

Şayet kölenin kıymeti yüz dirhem ise, onu verir ve beş bin dirhemini geri alır. Muhıyt'te de böyledir.

Bir köle, azâd edildikten sonra, bir adama: "Ben köle iken, hatâ üe senin kardeşini öldürdüm." der; o adam da: "Hayır, sen hür iken öldürdün." derse; bu durumda, bil-icma, kölenin sözü geçerli olur.

Şayet, efendisi azâd ettikten sonra, efendisine: "Ben, senin kölen iken; malını aldım." veya "Elini kestim." der; efendisi de: "Hayır, sen, azâd edildikten sonra kestin." derse; bi'1-icma kölenin sözü geçerli olur. Kâfi'de de böyledir.

Bir adam, bir cariyeyi azad ettikten sonra, ona: "Ben, senin elini cariyem iken kestim." der; câriye de: "Sen, benim elimi hür iken kestin." derse; bu durumda cariyenin sözü geçerli olur.

Keza; -cima hariç- bütün alınan; gelirler İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, istihsânen kadından alınır. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) da böyle söylemiştir. İmâm Muhammed (R.A.) ise:  "Biaynihî bir şey ödemez.  Ona reddedilmesi emredilir." buyurmuştur.  Hidâye'de de böyledir.

Bir adam, bir köle satın alıp onu teslimde alsa; başka bir adam da, ona: "Sen, onun elini, satın almadan önce kestin." der; müşteri de: "Satın aldıktan sonra kestim." derse; bu durumda müşterinin sözü geçerli olur. Kâfi'de de böyledir.

Bir köle, bir adam, öldürür; ölenin de iki velisi olur ve birisi, hakkını affederse; bu durumda, onun efendisine: "Ya susana yarı diyetini ver; veya kölenin, yarısını ver." denilir. Affedene birşey yoktur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir köle, kasden iki adam öldürür; onların her birinin de, ikişer velisi bulunur ve onlardan bireri affederlerse; bu durumda, efendisi, ya yarısını bir adama verir veya onbin dirhem verir; onlar aralarında taksim ederler.

Şayet, birini kasden; diğerini hatâen öldürür; kasden öldürdüğünün velîsi de onu affederse; efendisi de on bin dirhem olarak fidyesini verirse; beş bin dirhemini, affedenden düşülür.

Şayet efendisi, kölenin kendisini verirse; onu üç hisse olarak verir. Onun, üçte ikisini,hatâ ile öldürdüğü adamın iki velîsi alır; üçte birini de kasden öldürdüğü adamın affetmeyen velisinin olur. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre böyledir.

Bu avl yoluyla böyle yapılır.

îmâmeyn'e gelince, münazaa yoluyla, dört bölük olur; dörtte üçü, hatâ ile öldürdüğü adamın velisinin olur; dörtte biri de kasden öldürdüğü adamın velisinin olur. Kâfide de böyledir.

Şayet, bir köle hatâ île, iki adamı öldürür ve onlardan birisinin velisi affederse; kölenin yarısı diğerine verilir. Veya diyeti ödenir.

Eğer, köle, birinin elini kesmiş olur ve kendisinin kıymeti de bin dirhem olur; sonra da efendisi, o köleyi onlara teslim ederse; hisseleri nisbetinde, haklarını alırlar. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir köle bir adamı öldürüp, diğerinin de gözünü kasden veya hatâen  çıkarırsa;  kasden yapmış  olması hâlinde,  onun  efendisine: "İstersen, bu köleyi, gözünü çıkardığı adama ver; istersen, fidyesini ver." denilir.

Şayet, efendisi fidye vermeyi kabul eder; ölenin velîsi de gelip, köleyi öldürürse; bundan sonra, gözü çıkarılan şahsın, efendiye karşı yapacağı bir şey yoktur.

Şayet, öldürme hatâ ile olmuşsa, o takdirde efendi köleyi vermekle, fidyesini vermek arasında muhayyerdir.

Fidyeyi ihtiyar edince, köleye on beş bin dirhem verir.

Onun, on bin dirhemini öldürdüğü adamın diyeti olarak, onun velisine verir.

Beş bin dirhemini de, gözünü çıkardığı adama verir.

Eğer efendi, köleyi verirse; onu, aralarında üç hisse yaparlar; iki hissesi, öldürdüğünün velisinin, bir hissesi de gözünü çıkardığı adamın olur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir köle, hatâ île diğer bir köleyi Öldürdükten sonra, hatâ ile efendisinin kardeşini de öldürür ve ondan başka vârisi de olmazsa; efendisi, o kölenin yansını, önceki öldürdüğü adamın velîsine verir veya fidyesini verir. Kalan yarısı da, efendisinin plur.

Şayet, önce efendisinin kardeşini öldürmüş olsaydı, tamamını son­raki öldürdüğünün yerine vermesi gerekirdi. Veya, ona fidyesinin tamamını verirdi.

Eğer, önce efendisinin kardeşini öldürse ve onun da bir kızı bulun­saydı, dörtte üçü diğer öldürdüğü adamın velîsine; dörtte biri de o kıza irilirdi.

Şayet köle, onun ikisini bir arada öldürse ve efendisinin de kardeşinin kızı olmamış olsaydı, yarı yarıya ona yarı yarıya ortak olur­lardı. Hızânetü'l Müftîn'de de böyledir.

İki kişinin ortak olduğu bir köle, onlardan birisinin bir yakınını kasden Öldürür; onlardan birisi de onu affederse; kan batıl olur. Bu tmftm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre böyledir. İmâm şöyle buyurmuştur:

Affeden, ya nasibinin yarısını veya diyetin dörtte birisini öder. Bazı nüshalarda, İmâm Muhammed (R.A.)'in de böyle söylediği yazılmıştır.

Meşhur olanı, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'la birlikte söylediğidir.

Bir köle, kasden efendisini öldürür; onun da iki oğlu olur ve onlardan birisi, köleyi affederse; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmârı Muhammed (R.A.)'e göre, kan bâtıl olur.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un bu hususta kavli de aynıdır. Kâfî'de de böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir köle, kasden bir adamı öldürdükten sonra, o köleyi efendisi azâd eder; daha sonra da, o kölenin ödürdüğü adamın velîlerinden birisi, onu affederse; bu köle, affetmeyen diğer veliye yarı kıymetini öder; efendiye bir şey gerekmez. Muhıyt'de de böyledir.

Bir kimse, bir kölenin elini kestikten sonra, o köleyi, bir adam gasbeder ve bu köle, eli sebebiyle ölürse; onun elini kesenin, bu kölenin kıymetini ödemesi gerekir. Şayet, onun elini gâsıbın yanında efendisi keser ve bu köle ölürse; gasbedene bir şey gerekmez. Hîdâye'de de böyledir.

İmâm, Câmi-i Kebîr'de şöyle buyurmuştur:

Bir adam kölesini yaraladıktan sonra, onu bin dirhem karşılığında rehin bırakır; yaralı kölenin kıymeti de bin dirhem olur; ve bu köle, mürtehinin yanında, o yara yüzünden ölürse; borçlu, yine borcu üzeri­nedir (borçludur).

Cinayet rehin bırakıldıktan sonra olmuş olsaydı, o da efendisi tarafından yapılsaydı; ve bu köle mürtehinîn yanında ölseydi, yine borç olduğu gibi kalırdı.

Keza, cinayet bir yabancı tarafından yapılırsa; cinayetin rehin konulmadan önce yapılması ile, sonra yapılması arasında, rehnin ibtâli bakımından fark bulunur.

Bir adam, diğerinin kölesini yaralar; bu köle hasta olur ve onu birisi gasbeder ve bu köle yarası sebebiyle, gâsıbın yanında ölürse; o kölenin  efendisi  muhayyerdir:  Dilerse,  cinayet sahibinin  âkilesine, kölenin kıymetini tazmin ettirir ve sağlam hâlindeki kıymetini, üç sene içinde ödetir. Sonra da o âkile gâsıba müracaat ederek yaralı hâlinin kıymetini tazmin ettirir. Bu efendi, dilerse gâsıba, gasbettiği hâldeki kıymetini tazmin ettirir. Ve, onun malından alır. Cani de yaralama diyetini gâsıba öder. Aradaki farkı da efendiye tazmin eder.

Böylece, caninin cinayet karşılığı kendi malından tam olarak ödenmiş olur.

Şayet gâsıp, efendiye tazminat yaptıktan sonra; caniye veya onun âkilesine tazminatını ödemelerini istemeye hakkı yoktur. O köleyi gâsıp gasbetmese de, efendisi, onu birisine -cinayetten sonra- satmış, olsaydı;

En uygun olanı ise: Caninin gasp zamanı olan noksan değerini tazmin etmesidir. Her ne kadar, bu mes'ele kitapta zikredilmemişse de böylesi uygundur. Bu gasp mes'elesi üzerine hamledilir.

Şayet kesmek kasden olmuşsa, diğer mes'eleler hâli üzeredir. İste bu durumda, biz: "Dilerse, katili öldürür. O zaman, efendinin, gâsıba ve cânînin vârislerine yapacağı birşey kalmaz. Şayet isterse, önce gâsıp kesilmiş, olarak kıymetini tazmin eder. O zaman, efendi el keseni kısas yapamaz. Fakat, onun malından, elinin diyetini alır.'* deriz. Muhit'te de böyledir.

Bir şahsın elini kesmiş bulunan bir köleyi, başka birisi gasbet-tikten sonra, reddeyler ve o, bir cinayet daha işlerse; işte o zaman, kölenin efendisi, o köleyi, cinayet işlediği iki kişiye teslim eyler.

Sonra da kıymetinin yarısı için, gasbeden şahsa müracaat eder.

Ve onu birinci cinayet sahibine verir.

İmâm Ebû Kanîfe (R.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'uit kavilleri budur.

İmâm Muhammed (R.A.) ise: "Kıymetinin yansı için, -ona teslim etmek için- müracaat eder.

Şayet, efendisinin yanında cinayet işledikten sonra, onu birisi gas-beyledi; onun yanında da, başka bir cinayet işledi ve efendisi, onu, yarı yarı cinayet işlediği şahıslara verdi ise; kıymetinin yarısı için gâsıba mü­racaat eder ve onu, önceki cinayet işlenene verir. Başka müracaat yoktur. Hidâye'de de böyledir.

Bir adam, bir köleyi gasbeder; o köle de, onun yanında iken bir adam Öldürür; sonra da kendisi gâsıbm yanında ölürse; bu gâsıp, onun kıymetim tazmin eder.

Sonra da, bu kıymeti, o kölenin efendisi, kölenin öldürdüğü adamın velîsine verir.

Daha sonra da, efendi, onun kıymeti için gâsıba müracaat eder.

Şayet, köle ölmez; fakat, gözü kör olur ve öylecede kendisine geri verilir; o hâlde iken de bir adamı öldürür sonra da, cinayet işledikleri toplanıp, efendisine gelirlerse; bu durumda efendi, onu iki cinayeti için, onlara teslim eder.

Gözü sebebiyle de gâsıptan yarı diyet alır. Onu da önceki öldürdüğü adamın velîsine verir. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, diğerinin kölesini gasbeder; o köle de, onun yanında hatâ ile bir adam öldürür; sonra da öldürülen adamın velîsi ile, efendi bir araya gelirler; köle de efendisine geri verilmiş olursa; bu efendiye: "Köleyi mi verirsin, fidyesini mi verirsin?" denilir. Efendisi ister köleyi versin, ister fidyesini versin, kölenin kıymeti için gâsıba müracaat eder.

Eğer, bu köle, gasıbın yanında iken değeri artmışsa; o fazlalığı vermekte muhtardır. İster, o artış, cinayetten önce olsun, isterse sonra olsun farketmez. Efendi o fazlalık için gâsıba müracaat edemez. Her ne kadar, kendi kölesi artım yapmış olsa da, bu böyledir.

Bir adam, birinin kölesini gasbeder ve o köle, hatâ ile, efendisini öldürür veya hatâ ile, efendisinin başka bir kölesini öldürür ve öldürdüğü o kölenin kıymeti de kendi kıymetinden fazla olursa; veya efendisinin malını telef ederse; gâsıp, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, öldürülen kölenin kıymetini, efendiye öder. Gasbedilen cinayeti, gasbe-denin cinayeti olur. Ve, onun malından ödenir; o mal heder (= boşa gitmiş) olur.

Bu görüş, İmâmeyn'e göre de muteberdir. Kendisinin kölesi gasbo-lunan şahsa; -gâsıp sağ ise-: "Onu gâsıba yer" denilir. Veya: "Vârisle­rine ver." denilir.

Eğer, bu köle, gasbedeni öldürmüşse; kölenin efendisine: "Onun kıymetini ver." denilir. Veya, malını telef etmişse; aynısı söylenir. Hâvî'de de böyledir.

Bir kimse; bir köleyi ve bir cariyeyi gasbettiğinde; bunların ikisi de, o gasıbın yanında, birer adam öldürürler; sonra da, köle, cariyeyi öldürür; daha sonra da o köleyi, gâsıp, efendisine iade ederse; bu durumda efendi muhayyerdir: Onu, öldürdüğü adamın velîsine verir. Cariyenin öldürdüğü adamın velîsine de, o cariyenin kıymetini verir.

Sonra da gâsıba müracaat ederek, kölenin ve cariyenin kıymetlerini ister, ikisinin kıymetini de alınca, cariyenin kıymetini, cariyenin Öldürdüğü kimsenin ehline verir.

Sonra efendi, gâsıba bir daha müracaat eder. Kölenin kıymetini alıp, onun öldürdüğü kimsenin velîsine verir.

Bir müdebber, iki adamın, birini kasden, diğerim de hatâen öldü­rürse; onun efendisi, onun kıymetini hatâ ile öldürdüğüne verir.

Şayet kasden öldürdüğü kimsenin velîlerinden birisi affederse, mü­debberin kıymeti dörde bölünür.

Bu îmâmeyn'e göre böyledir.

Fakat, İmâm Ebû Hanife (R.A.)'nin kıyâsına göre o aralarında üçe bölünür. Hâvî'de de böyledir.

Müdebberin kıymeti hususunda, cinayeti işlediği zamana itibar edilir. Kendisinin müdebber olduğu gündeki kıymetine itibar edilmez.

Bir müdebber, bir adamı hatâen öldürür ve öldürdüğü zaman kendi kıymeti bin dirhem olur; sonra da kıymeti artıp bin beş yüz dirheme çıkar; daha sonra da bir adam daha Öldürürse; bu ikinci cinayetin sahibi, o iki kıymetten artmış olan beşyüz dirhemi alır.

Sonra, bin dirhem, otuz dokuz parçaya bölünür ve her birine beş yüz dirhem hisse verilir. Öncekinin hissesi, yirmi senim; ikincinin hissesi ise, on dokuz sehim olur. Böylece bin dirhem taksim edilmiş olur. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Kıymeti bin dirhem olan bir müdebber, bir adam öldürür; sonra da bir adam, bu müdebberin bir gözünü çıkarır ve ona beş bin verir; daha sonra da, bu müdebber, bir adam daha öldürürse; onun gözünün ersini (= diyetini) efendisi alır; onda, cinayet sahiplerinin hakkı yoktur.

Efendi, beşbin dirhemini Önceki cinayet sahibine beş binini de son^ raki cinayet ehline verir. Mebsût'ta da böyledir.

Bir müdebber, bir adamı, -kasden değil de- hatâen öldürür ve kendi kıymeti de bin dirhem olur; ve sonradan kıymeti iki bin dirhemi bulur ve daha sonra, hatâ ile bir adam daha öldürür ve bilâhare de kıymeti beş yüz dirheme düşer ve bir adam daha öldürürse; efendisi, ikibin dirhem kıymet üzerinden tazminat yapar. Bunun bin dirhemim birinci cinayetin velîsi alır; geride kalan bin dirhemin beş yüz dirhemini de ikinci; beş yüz dirhemini ise üçüncü cinayetin velileri alırlar.

Birinci ile ikincinin hakkı cem olursa; birincinin hakkı, on bin dirhem; ikincinin ise dokuz bin dirhem; beş yüz dirhemde aralarında pay edilince; on dokuz sehim olur. On sehmini önceki cinayet ehli; dokuz sehmini de ikinci cinayet sahibi alırlar. Beş yüz dirhem baki kalır. O da üçüncünün olur. Tamamının hakkı birleşirse, hakları nisbetinde taksime tabi tutulurlar. Muhıyt'te de böyledir.

Şayet, bir kölenin efendisi; o kölenin cinayet işlediği kimseye, kölenin kıymetini tazmin ettikten sonra, bir kusuru meydana gelmez; daha sonra da hata ile bir adam daha öldürürse; eğer, efendi, birinciye, hâkimin hükmüyle vermişse; ikincinin, efendiye bir yolu yoktur. Fakat, o, birinciye müracaat ederek, yarı diyetini kendisi alır.

Şayet efendi, birinciye hâkimin hükmü olmadan vermişse; İmâmeyn'e göre cevap yine aynıdır.

İmâm Ebû Hanife (R.A.)'ye göre ise, ikincisi muhayyerdir: İsterse, öncekini takip eder ve kölenin kıymetinin yarısını alır; isterse; efendisine müracaat eder ve ondan alır.

Şayet efendiden alırsa, o da birinciye müracaat eder. Mebsût'ta da böyledir.

Buna göre, bir müdebber umuma âit bir yolda, bir kuyu kazar; o kuyudan da efendinin haberi olmaz; bir adam da o kuyuya düşerek ölür; efendisi de, hâkimin hükmü olmaksızın, ölenin yerine, müdebberin kıymetini verir; sonra da bir adam daha düşerse; ikinci cinayetin sahibi, efendiye müracaat edebilir mi?

Bu mes'ele ihtilaflıdır. Muhıyt'te de böyledir.

Bir müdebber, yola veya sokağa bir taş kor veya insanların yahut hayvanların geçtiği bir yola su dökerse; durum, kuyunun durumu gibidir. Serahsî'nin Mumytı'nde de böyledir.

Bir müdebber, hatâ ile bir cinayet işler; efendisi de hükümsüz olarak onun bedelini verir; sonra da onu mükâtep eder ve o bir cinayet daha işler ve onun kıymeti hükmedilir; efendisi onu vermeden, bir cinayet daha işledikten sonra da, bu mükâtep yüz dirhemle ölürse; o yüz dirhem, ikinci cinayet ehlinin olur.

Üçüncüsü muhayyerdir: Dilerse Öncekine ortak olur; dilerse; efen­disine başvurur. Kâfî'de de böyledir.

Bir müdebber, kendi kıymeti bin dirhem iken, bir adam öldürür; bulunmaz; o, müdebber de bir cinayet işlerse; kıymetinin en azını ödemeye gayret eder.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, kıymetinin üçe ikisini öder. Mebsût'ta da böyledir.

İmânı ey ne göre, hür ve borçlu olursa, âkilesi öder.

Eğer yaralama yaparsa, bi'1-ittifak âkilesi Öder.

Keza, bir adam hastalığında, kölesini azad ederse; müsâvîdir. Ancak, cinayet hakkında ayrılırlarsa; o takdirde müdebber, efendisini hatâen öldürdüğü için sa'yetmez.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, mükâtep olsa bile, cinayet işlerse; hatâen öldürdüğü efendisi içinde sa'yeder.

Şayet, sa'yden önce ölür ve mâl da bırakırsa; malının sülüsünden (= üçte birinden) esri (= diyeti) çıkarılmaz.

Şayet bir evlat bırakmışsa, -vârislerin hakkı olan- cinayet bedelim, ödemeye gayret gösterir.

Şayet, gayret gösterdiği hâlde, cinayetin hissesini ödemeye gücü yetmez ve o hâlde de ölürse; bir de oğul bırakırsa; o oğula bir şey" gerekmez.

Şayet, bir kimse, kölesinin azad olmasını vasiyet ettikten sonra ölür; daha sonra da o köle, bir suç işlerse; âlimlerimiz: "Varisler muhayyerdir. İsterlerse, onu cinayet bedeli olarak verirler ve azad edilme işi bâtıl olur ve eğer dilerlerse; bedelini tatavvu' (= nafile) olarak öderler." demişlerdir.

Bu vârisler, o köleyi bundan sonra azâd ederlerse; ölenin malının üçte ikisinden çıkarılır ve kendisi de kıymetinin üçte ikisini ödemeye gayret gösterir.

Şayet, vârisler üçte birden çkarmazlar; ölen de vermeden önce, onu azâd eylemiş olur veya bedelini vermiş bulunursa; (fmâm Muhammed (R.A.), bunu zikretmemiştir.) Ebû'l-Câ'fere göre eğer, onun cinayet işlemiş olduğunu biliyorlarsa; muhayyerdirler: İsterlerse kıymetini öderler. Biliniyorlarsa cinayetten az olan kıymetini tazmin ederler. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Bir müdebbere, bir çocuk doğurur; onun kıymeti de üç yüz dirhem olur; câriye de bir cinayet işler ve efendisi ölür; o ikisinden başka da mal bırakmazsa; her ikisi de cinayet işlediğinin kıymetini tazmine gayret ederler. Vârisler için, çocuğun kıymeti olan iki yüz dirhem vardır. Cariyeyi cinayet bedeli olarak verirler.

Bir müdebber, bir adamı hatâ ile öldürür veya bir adamın malım zayi ederse; efendisinin, onun kıymetini vermesi gerekir, Müdebber, zayi eylediği malı, ölenin velîlerine müşterek olarak ödemeye çalışır.

Eğer, efendi ödeme yapılmadan önce ölür ve başka malı da bulun­mazsa; bu durumda müdebber, kendi kıymetini ödemeye gayret eder.

Eğer borcu varsa, alacaklılar daha haklıdırlar.

Eğer borcu kıymetinden çoksa; o fazlalığı da ödemeye gayret eder. Eğer, borcu az ise, fazla olan kısım cinayet sahiblerinin olur. Ondan başka bir şeye hakları da olmaz.

Keza, hâkim, müdebbere'karşı, efendisine siâye hükmünü Ölü­münden önce, borcu için vermiş olursa; o da gayret edip borcunu öder.

Fakat, timm-ü velede cinayet için böyle bir hüküm verilmez. Meb­sût'ta da böyledir.

Bir müdebber,  iki kişinin malını zâyî ettiğinde; birisi için, ortağının da malını ödemesi hükmedilir; o da Ödeyemeden ölürse, hü­küm bâtıl olur. Ona, bir mal bağışlanırsa; o,efendisinden önce alacaklı­ların hakkı olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Bir müdebber, birinin bin dirhemini zayi ettiğinde; efendisi de, onu azad ederse; bu durumda efendi birşey ödemez.

Şayet, azâd etmemiş olsaydı ve bu müdebber bir adamı' öldürmüş bulunsaydı, efendisi, onun kıymetini borçlanırdı.

Müdebber bir cinayet işledikten sonra, ölür ve sahibinin ondan başka malı da olmazsa; alacak sahihleri, cinayet sahiblerinden daha haklıdırlar. Mebsût Şerhi'nde de böyledir.

Bir adam, bir müdebberi gasbettiğinde, o müdebber, bir cinayet işlerse; efendisi, onun bedelini veya ersinin ekall-i kıymetini öder. Sonra da onun için,   gâsıba müracaat eder.   Serahsî'nin    Muhıytı'nde de böyledir.

Efendisi de gâsıba karşı bir şey yapamaz.

Şayet gâsıbın yanında, efendisine dönmeden önce Ölmüş olsaydı; o takdirde, kıymetini efendisi alır ve alacaklılarına verirdi.

Sonra, bir daha gâsıba müracaat ederdi.

Eğer, bu müdebber, öldürme işini, efendisinin yanında yapsaydı, alacak sahipleri, onun kıymetini efendisinden alırlardı. O da, gâsıba mü­racaat ederdi.

Müdebber, efendisinin yanında bir cinayet işledikten sonra; onu birisi gasbeder ve bu müdebber, gâsıbın yanında, yola bir kuyu kazar; sonra da tekrar efendisinin yanına döner; onu da birisi hatâ ile öldü­rürse; onun kıymetini, efendisine borçlanır. Ve onu da önceki cinaye­tinin sahihleri alırlar.

Sonra da o kazdığı kuyuya bir adam düşüp ölür; onun da kıymetini efendisi öderse; daha sonra gasbeden şahsa müracaat eder. Mebsût'ta da böyledir.

Bir müdebber, gâsıbı öldürür veya onun bir kölesini öldürür yahut onun bir vârisini öldürürse; onun kam heder olmuşdur. Serahsî'nin Muhiyü'nde de böyledir.

Zimmî olan müdebber de, aynen zimmî olmayan gibidir. Cinayeti, efendisinin üzerinedir.

Ancak, müslüman olana kadar, bir genişlik verilir. O zaman, hükmü mükâtebin hükmü gibi olur.

Güvenceli müdebber, dâr-i İslam'da olursa; o da böyledir.

Yalnız dâr-i harbe gider ve orda esir edilip ve azad edilirse; esir edildikten sonra işlediği cinayetten, efendisi sorumlu değildir. Serahsî'nin Muhiyü'nde de böyledir.

Bir ümm-ü veled kasden efendisini öldürdüğünde; şayet, ondan bir çocuğu yoksa; kısas yapılır. Onun, azâd edilmesine ruhsat yoktur.

Eğer çocuğu varsa, kısas yapılmaz. Kıymetinin tamamına ruhsat vardır. Muhıyt'te de böyledir.

Bir ümm-ü veled kasden efendisini öldürür ve kendisi de hâmile olur ve başka çocuğu da bulunmazsa; yine kısas yapılmaz.

Eğer çocuğu sağ olarak doğurursa, onun şahsî, kıymeti varislerin hakkıdır.

Eğer ölü doğurursa, üzerine kısas tatbik edilir.

Şayet birisi kanuna vurur ve çocuk ölü olarak düşerse, onun gur-resi, vârislerin olur. Kadın da o gurreden hissesini alır. Çünkü efendi­sinden dolayı, onda hakkı vardır. Vârisler de, o müdebbereyi haklı olarak öldürdüklerinden mîrasdan mahrum olmazlar. Mebsût'ta da böyledir.

Ümm-ü veled, hem efendisini, hem de başka bir adamı kasden öldürür ve onun efendisinden çocuğu da olmaz ve onu, efendisinin vel­ilerinden birisi ile, diğer adamın velîlerinden birisi affederlerse; ümm-ü veled* kısas edilmez. Onun kıymeti, iki tarafın geride kalan hak sahiple­rine, -efendisinin malının dışından olmak üzere- yarı yarıya verilir.

Bir ümm-ü veled» efendisini öldürür ve ondan çocuğu da olmuş olur; bir de yabancıyı öldürür; onun da iki velîsi bulunur ve onlardan birisi affederse; ümm-ü veledin kıymetinin üçte ikisi, efendisinin vâris­lerinin; Üçte biride, diğer yabancının velîsinin olur.

Bu, İmfim Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre böyledir.

İmâmeyn'e göre ise, dörtte üçü, efendisinin vârislerinindir.

Şayet, vârisler afdan önce almışlarsa, yabancının velîsi onları takip eder; ümm-ü veledi takip etmez. Çünkü o hakkını vermiştir.

Bu, İmâmeyne göre, hükümsüz alındığı zaman böyledir.

İmam Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre ise, diğerinin affından sonra almışlarsa muhayyerlik vardır.

Sahih olan, hükümlü olsun, hükümsüz olsun, İmâm Ebû Harlfe (R.A.)'nin görüşüdür. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Ümm-ü veled, müdebber, köle ve mükâtep, hepsi bir araya gelerek, bir adamı öldürseler; her birinin nefislerinin dörtte biri itlaf edilir.

Bu kölenin efendisine: "Ya köleyi ver veya diyetin dörtte biri olarak, fidyesini ver." denir.

Diyetin dörtte biri için, mükâtebe ruhsat verilir. Müdebber ve ümm-ü veledin efendilerine de: "Diyetin dörtte birini ermeleri" söylenir. Mebsût'ta da böyledir.

meden önce ve anlaşma yapmadan önce yapmışsa; bu durumda, efendi­sine: "Ya, onu veya fidyesini vermesi" emredilir.

Şayet hükümden veya sulhdan sonra ise, bu mükâtep, o hususta satılır. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, köle verilmez. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un son kavli de budur. Muhıyt'te de böyledir.

Hâkim, mal ile hükmeylediği zaman artık, bu, onun üzerine bir borç olur ve rakabesinden düşer. Hükümden önce ise, rakabesinde olur. Hâvî'de de böyledir.

Bir mükâtep, fazlaca cinayet işledikten sonra, onu efendisi azad ederse; kıymetinin azı üzerinde diyet olarak kalır. Zamanla onları Öder.

Şayet hâkim, o cinayetlerden ba'zısuıa hüküm vermişse; hükmeylediği kimseler, ona ortak olamazlar.

Şayet, hüküm vermemiş ve kendisi de aciz kalmış da; efendisi onu cinayetini bilerek azâd etmişse, buna muhtardır; eğer bilmiyorsa, raka-besini zayi etmiş ölür ve kıymetini öder. Mebsût'ta da böyledir.

Mükâtep bir adam öldürür, ona hükmedilmez, kendisi de kitabet bedelini Ödemeden âciz kalır; üzerinde de borç bulunursa; bu mükâtep, cinayeti sebebiyle verilir; borcu sebebiyle de satılır.

Eğer cinayet bedelini efendisi öderse; borcu sebebiyle onu satar. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Mükâtep, hatâ ile ikinci bir cinayet daha işler; hâkim de ikinci cinayetten Önce, birincisi için, ekall-i kıymeti ile hükmederse; o takdirde, ikinci cinayeti için de aynı şekilde ödeme yapar. Zehıyre'de de böyledir.

Keza, her işlediği cinayetin cezası, ilk işlediği cinayetin cezası gibidir. Mebsût'ta da böyledir.

Şayet hâkim, ilk cinayeti için bir hüküm vermedi ve o, ikinci bir cinayet işledi ise; iki cinayetin diyeti için de kendisinin kıymetinin azını Ödeme ruhsatı vardır. Ö kıymet ikisinin arasında yarı yarıya taksim edilir.

Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'in kavilleri ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un son kavlidir. Zehıyre'de de böyledir.

Her cinayette mükâtebin kıymetine bakılır ve cinayeti işlediği güne itibar edilir.

Cinayetten sonra artan kıymetine itibar edilmez.

Bir mükâtep, hatâ ile bir cinayet işler veya yola bir kuyu kazar yahut yola bir şey yapar da, o kuyuya bir adam düşüp ölür; hâkim de kuyuya düşen için, mükâtebin kıymetini hükmeder; sonra da yola koyduğu başka bir şey sebebiyle, birisi daha ölürse; her ikisi de onun kıymetine ortak olurlar.

Keza, mükâtebin kazdığı kuyuya biri düşüp ölür ve kendi kıymeti, ona karşı hükmedildikten sonra, başka bir yola, bir kuyu daha kazar; hâkim de önceki için kıymetini hükmeylemiş olur; sonra da diğer kuyuya düşen de ölürse; hâkim ona da başka hükmeder.

Şayet, önceden o kuyuya bir at düşmüş ve ölmüş olursa; onun bedelini borçlanır. O atın, bedeli kendi bedeline eşitse; diğerleri, ona ortak olamazlar. Mebsût'ta da böyledir.

Bir mükâtep, hatâen bir adam öldürse, kendi kıymeti de o zamanda bin dirhem olur; kendisine bir şeyle hükmedilmeden önce, hatâ ile, bir adam daha öldürür ve o zaman da kıymeti ikibin dirhem olmuş olur; sonra da da'vâ hâkime çıkarılırsa; bu durumda, hâkim mükâtebe karşı, "iki bin dirhem kıymetini, ikinci cinayetine karşılık, bin dirhem de birinci cinayete karşılık" hükmeder. Bu durumda, ölen iki kişinin veli­leri, haklan kadar almış olurlar. İkinci ölenin velîsinin hakkı, dokuz bin dirhemdir. Zira, ona önceki cinayetin bin dirhemi de ilâve edilir. Ve ortak oldukları bin dirhem, on dokuz sehme ayrılır; on sehmini önceki alır; dokuz sehmini de ikinci alır. Muhıyt'te de böyledir.

Kıymeti iki bin dirhem olan bir mükâtep, bir adamı hatâ ile öldürdükten sonra, kendisinin bir gözü çıkar; daha sonra da kıymeti bin dirhem olduğu hâlde, bir adam daha öldürürse; ona karşı, iki bin dirhem üzerinden hükmedilir. Bin dirhem, öncekine verilir; geri de bin dirhem kalır; o da hakları kadar, aralarında taksim edilir. Öncekinin hakkı dokuz bin idi; ikincinin hakkı, on bin idi. O bin dirhem, ondokuz sehme ayrılır. Dokuz sehim, öncekine, on sehim de ikinciye verilir. Serahsî'nin Muhıyü'nde de böyledir.

Bir mükâtep, hatâ ile bir adam öldürür; arkasından yine hatâ ile bir adam daha Öldürür ve kendisine karşı bu iki cinayetten biri için hükmedildikten sonra; hatâ ile üçüncü bir adamı daha öldürürse; üçüncü adama, hasseten kölenin kıymetinin yarısı hükmedilir. Kendisi için hükmedilmeyen zat için de, onunla üçüncü arasında olan miktar üçe bölünür; üçte ikisi ortanca adama, üçte biri de üçüncü adama hükme­dilir.

Bu duruma göre, bu mükâtebin kıymetinin yarısı birinci cinayet sahibine; yarının üçte ikisi, ortancaya; bu yarının üçte biri de üçüncüye âit olur.

Misâl: Bu mükâtebin değeri üç bin dirhem ise; bin beş yüz dirhemi, birinciye; bin dirhemi, iMnciye; beş yüz dirhemi de üçüncüye hükme­dilmiş olur. Mebsût'ta da böyledir.

Bir mükâtep, hatâ ile iki adamı öldürüp, kıymetinin yarısı birine hükmedilir ve diğer adamın velîsi hazırda olmaz; sonra da bir adam daha öldürür ve bilâhare kitabet bedelini ödemekden âciz kalıp, tekrar köleliğe dönerse;  efendisi, onu vermekle fidyesini vermek arasında muhayyerdir.

Eğer köleyi verirse; yarısı üçüncü öldürdüğünün velisinin olur. Sonra satılıp, kıymetinin yarısı, birinci suçu için, geri kalan yarısı da ikinci ile üçüncü arasında, haklarına göre; (üçte ikisi, ikinciye; üçte biri de üçüncüye) verilir.

Şayet, efendisi fidyesini verecekse; ikinciye de, üçüncüye de onbin dirheme karşılık ödeme yapar. İkinci ve üçüncü adamdan selâmete çıkınca, birincinin yarı kıymeti olan hakkı kalır. O zaman da efendiye: "Borcunu mu ödersin, yoksa, köle satılsın mı?" denilir.

Şayet efendi borcu vermezse; kölenin satılması gerekir. Âlimler: "Köle, -yarı değil de- tam borcu için satılır" demişlerdir. Muhıyt'te de böyledir.

Mükâtep, cinayet işledikten sonra, ölür; bir şey de terk etmezse, -hükmedilsin veya edilmesin- kan heder olmuştur.

Mükâtep, hatâ ile, bir adam öldürür; onun da iki vârisi olur ve hâkim, onlardan birisine, "mükâtebin yarı kıymetini" hükmeyleyip, diğerine bir şey hükmeylemez; daha sonra da, bir adam daha öldürür; onun sahipleri de hâkime dava açarlar; hâkim, ona dörtte üç hükmeder; bundan sonra da, o mükâtep aciz kalıp, tekrar köleliğe döner, orta sırada öldürdüğünün velisi de gelirse, o kölenin dörtte biri, ona verilir ve efendisi nısıf diyet öder. Serahsî'nîn Muhıyti'nde de böyledir.

Bir mükâtep, cinayet işler ve sonra da cinayet hükmü verilmeden, âciz olarak ölür; yüz dirhem de terekesi kalmış bulunur; kitabet borcu da ondan daha fazla olursa; cinayeti bâtıl olur. O yüz dirhem efendisinin olur.

Eğer hüküm verildikten sonra öldü ve bir şey bırakmadı ise, yine cinayeti bâtıl (= geçersiz) olmuştur.

Bu, mükâtebin üzerinde borç bulunmadığı zaman böyledir.

Fakat cinayetle birlikte mükâtebin başka borcu da; terekesi de varsa; bu tereke borcuna, cinayetine ve kitabetine karşılık verilir.

Şayet, mükâtep, hâkimin hükmünden sonra ölür; üzerinde de cinayet borcu bulunursa; terekeyi, önce cinayetin velisi, cinayet bedeli olarak alır. Diğer alacaklılar, onun üzerine tekaddüm edemezler.

Kitabet borcu, diğer borçlardan sonraya bırakılır.

Daha sonra da artan malı olursa; o da vârisleri arasında, pay edilir.

Şayet hâkim, cinayet hükmü vermemiş ve bu mükâtep ölmüşse; o takdirde, diğer alacaklar, cinayetin üzerine takdim edilirler.

Bu söylediklerimizin tamamı, mükâtebin, kifayet miktarı tereke bırakmış olması hâlinde geçerlidir.

Terekesi kâfi gelmeyecek olur ve ancak kitabetine yetecek kadar bulunur ve diğer borçlar ile cinayet karşılığına yetmezse; cinayet ibtâl olur mu?

Eğer hâkim, mükâtep Ölmeden önce, hükmeyledi ise, cinayet bâtıl olmaz. Kazancından, borçlan ve cinayet karşılıkları ödenir.

Eğer hâkimin hükmü yoksa yani cinayet hükmü vermemişse; o zaman cinayetler batıl olmuş olur. Bu mükâtebin kazancından, diğer borçlar Ödenir.

Eğer cinayetten hükümlü değilse cinayeti bâtıl olur ve diğer borçlan ödenir. Mnhıyt'te de böyledir.

Şayet, mükâteb Ölüp, bir çocuk bırakır ve o da, mükâtebin cariyesinden olur; bu mükâtebin üzerinde borç ve cinayet bedeli de olursa -ona hükmedilsin veya hükmedilmesin- çocuk için genişlik vardır. O çocuğa, her hangi birisini ödemeye başlaması hususunda cebredilmez.

Şayet çocuk aciz kalır ve cinayet hükmü verildikten sonra da aczinden dolayı köleliğe dönerse; satılır ve borçlarının yerine verilir; cinayet ehli hisselerini alırlar.

Eğer hükümden evvel âciz kalırsa, cinayet bâtıl olur ve bu çocuk diğer borçları için satılır.

Eğer, ümm-Ü veled, mükâtebin öldüğü zaman sağ idi ve mükâ­tebin üzerinde de borç bulunmayıp kendisine de cinayetle hükmedilmiş veya edilmemiş idiyse; bu durumda, ümm-ü velede, mükâtebin az kıymetine karşı, mükâtebin kıymetinden, kitabet bedeli ile yaralama ersi almak vardır. Eğer her ikisi de hükmedildi veya edilmediyse bu böyledir.

Hatta, onlardan biri hatâ ile, bir adam öldürür ve Ölenin velîsine karşı, kıymetine mukabil diyet hükmedilse ve onlar da âciz kalsalar; -hasseten-bu cinayetleri sebebiyle satılırlar.

Şayet paralarından artan olursa, o, cinayetin velîsine âit olur. Mebsüt'ta da böyledir.

Mükâtebe bir cinayet işlese sonra da doğum yapsa, kitabet bede­lini ödemektende âciz kalsa yalnız o cinayete karşılık verilir, şayet üze­rine hükmedilse de sonra doğum yapsa o takdirde satılır, bedeli cinayeti karşılarsa ne a'lâ değilse çocuğuda satılır. Serahsî'nin Muhiytı'nde de böyledir.

Bir mükâtebe ölmüş, geride yüz dirhem bırakmış ve bir de efendi­sinden çocuk doğurmuş olsa; üzerinde de borç bulunsa; bir adamı da hatâen öldürüp; kendine de hüküm verilse veya verilmese; o çocuğa karşı, mükâtebede ve cinayette genişlik verilir.

Sonra da o yüz dirhem, cinayet ehli ile, onun arasında paylaştırılır. Eğer kitabet bedelinden âciz kalırsa; o, hem borcu, hem de cinayeti İçin satılır.

Eğer, kıymetinde bir artış olursa; ona,-anasının borcu ve cinayeti için, bu hususta genişlik vardır.

Şayet efendisinin borcu hususi ise, bu böyledir.

Eğer borçluya hâkim tarafından verilmişse; sonradan, yüz dirhem, hisselerine göre, cinayeti ve borcu için verilir. Oğlan borçlanıp bir de cinayet işlerse; o da onun üzerine hükmedilir. Anasının borcu ile beraber, cinayetleri hisselerine göredir.

Cinayet üzerine hükmedilmeden önce, âciz kalırsa; ya efendisi, onu, alacaklılarına verir; veya fidyelerini öder.

Şayet kendisini verirse, hasseten borcu takib edilir. Ve o, kendisinin ve anasının cinayetlerinden önce, borcu için satılır.

Şayet parasından birşey artarsa, ona, -anasının değil de- kendi cinayetinin alacaklısı haklı olur.

Eğer efendisi diyetini öderse; cinayetini -onu satması sebebiyle-öder.

Eğer bir fazlalık kalırsa; anasının cinayetine verilir ve borcu Ödenir. Mehsût'ta da böyledir.

Bir mükâtep, hatâ ile üç kişiyi öldürür; onların biri de hissesini hîbe eder; sonra da kendisi âciz kalırsa; üçte biri, efendisine teslim edilir. Geride kalan üçte ikiyi ya efendisi öder veya köleyi verir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Bir mükâtep, bir adamı, kasden öldürür ve onun iki velîsi bulunup,   onlardan   birisi   affederse;   diğerine,   yarı   kıymeti   kalır. Mebsûfta da böyledir.

tki kişinin ortak bulunduğu bir kölede, ortaklardan birisi, hisse­sini mükâtep yapar; ortağının da bundan haberi olmaz; sonra da o bir cinayet işlerse; ortağı yarısından azını tazmin eder. Kendisi de yan diye­tini verir. Her ne kadar kitabet bedeli ödememiş olsa bile, bu böyledir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

îki adamın ortak bulunduğu bir köleyi, diğerinin izni olmadan, birisi mükâtep ettikten sonra; bu mükâtep bir cinayet işler; sonra da kitabet borcunu verip azâd olursa; efendisi, onun yarı kıymeti ile cinayet diyetini öder.

Sonra da, onu mükâtep yapmayan ortağından yarı kıymetini alır. Onu azâd etmeyen muhayyerdir: İsterse, onu azâd eder; isterse, köleliğinde tutar; isterse, ortağına kıymetinin yarısını öder.

Eğer, onun izni ile mükâlep yapmış olsaydı, o takdirde İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, tazminat gerekmezdi.

Şayet azad etmeden önce, mükâtep cinayet hakkında ve onun kitabet hissesi hakkında, da'vâ etseydi; diğerine: "Cinayet bedelindeki hisseni ver veya diyetinin yarısını öde." denirdi. Hâvî'de de böyledir.

Ortaklardan birisi, köledeki hissesini kitabete bağladıktan sonra; bu mükâtep, bir köle satın alır; o da bir cinayet işler; sonra da bu mü­kâtep, kitabet bedelini ödeyip hür olursa; bu durumda mükâtep de, diğer kitabete bağlamayan da muhayyerdirler. İsterlerse, o cinayet işleyen köleyi; cinayeti mukabili verirleri isterlerse, fidyesini öderler.

Şayet o köle mükâtebin yanındaki cariyesinden doğmuş oğlu ise, o takdirde, cani, cinayetinin en az kısmını tazmin eder.

Eğer o cinayet işleyen köle, mükâtebin babası olur ve sonra da, baba, cinayet bedelini öderse; azâd olunmuş olur. Yan cinayetini, yan da köleliğini Öder. Mükâtebin ona karşı yapacağı bir şey olmaz.

Şayet, köle olarak alınan oğul, babasına karşı bir cinayet işler; sonra da, baba, kitabet bedelini öder de hür olursa; mükâtep için taz­minat gerekmez.

Ana, buna muhaliftir, O takdirde, mükâtep, onun yan kıymetini, diğer ortağına Öder. Mebsûfta da böyledir.

Müşterek bir câriye, ortaklardan birinin izni olmadan, mükâtebe edilir ve o da bir çocuk doğurur; diğer ortak da, o çocukdaki hissesini kitabete bağlar; sonra da, o çocuk, anasına karşı bir cinayet işler; veya anası ona karşı bir cinayet işlerse; her birerlerine, öldürdüklerinin kıymetinin dörtte üçü gerekir.

Bu, îmân* Ebü Hanîfe (R.A.)'ye göre böyledir. Muhiyt'te de böyledir.

Bir cariyeye iki kişi ortak bulunduklarında; onlardan birisi, hisse­sini mükâtebe yapar; sonra da o câriye, bir çocuk doğurur; daha sonra da değeri yükselir veya kusuru sebebiyle eksilir ve sonra yine artar; ken­disi de azâd edilirse; ortağı azâd edildiği günkü kıymetinin yarısı ile, çocuğun kıymetinin yarısı hususunda muhayyerdir.

Onlardan birisi, cariyedeki hissesini kitabete bağladıktan sonra, bu câriye, bir çocuk doğurur; diğeri de, o çocuktaki hissesini kitabete bağlar; sonra da o çocuk anasına karşı veya anası, o çocuğa karşı bir cinayette bulunur; o da nefsinin kıymetinde olmaz; sonra da, bu câriye, kitabet bedelini ödeyerek hür olur; efendileri de zengin olurlarsa; o çocuğu kitabete bağlayan ortak, anasına, onun yan bedelini tazmin etti­rirse; isterse, ona bir genişlik verir; isterse onu azâd eder. Anasına ortak olduğu zata da o çocuk hakkında- zatminat gerekmez. Mebsût'ta da böyledir.

Bir köleye, iki kişi ortak bulunduğunda, onlardan birisi, gözünün birini kör ettiği hâlde, onu kitabete bağlar; sonra da o, bir cinayet daha işler; köle de o yaradan dolayı ölürse; mükâtep, onun, kıymetinin yarısını ödemesi; diyetinin de dörtte birini vermesi hususunda -yarısını mükâteb etmeyene karşı- genişlik verir. Onun yarı kıymeti de vârislerin hakkı olur.

Ancak, diğeri onu azâd etmiş olursa; kıymetin de susan ortak, ya yarı kıymetini alır veya ona bir genişlik verir.

îki kişinin ortak bulunduğu bir köleye karşı, onlardan birisi bir suç işleyip, bir gözünü çıkarır veya bir elini keser; sonra da, diğeri hisse­sini ortağına satar ve o, onun cinayet işlediğini bilmekte olur; sonra da köle, ona karşı bir cinayet işler; daha sonra da onu satan, dörtte birini geri satın alır; sonra da kendisine cinayet işlenen şahıs, hissesini kitabete bağlar; bundan sonra da ona karşı bir suç daha işler ve bilâhare de kitabet bedelini ödeyerek hür olur; sonra da işlenen cinayet yüzünden efendisi ölürse; o dörtte birini kitabete bağlıyan şahsın, dörtte bir diyet vermesi gerekir. Mebsût'ta da böyledir,

Zeyd'in ve Zerr'in ortak oldukları bir köle, Zerr'e bir cinayet işlediğinde; Zerr de onu bildiği hâlde, o köleyi cinayetiyle birlikte, kita­bete bağlar ve bu köle bir daha cinayet işler; sonra, onu, Zeyd'de kita­bete bağlar; bu köle ona karşı da bir cinayet daha işler ve bu cinayet­lerden, Zeyd'de Zerr de ölürlerse; biz: Bu köle, telef eylediği nefisler için, her birine nısıf tazminat yapacaktır. Onun üç cinayeti hakikaten, iki cinayeti de hükmen mevcuttur. Kitabetten önce cinayet işlediği zata, sonraki   işlediği   iki   cinayet   hederdir.   Onlardan   birine,   -ekall-i kıymetinden- tazminat gerekir. Ve dörtte bir diyet gerekir.

Fakat, kendisine cinayet işlemediği ortağın, kitabetten önce, iki cinayet işlediğine, yarı kıymet ve dörtte bir diyet gerekir. Mükâtebi kölesi gibi...

Bu köle, yabancıya karşı bir cinayet işledikten sonra, ortaklardan birisi, onu, -cinayetini bildiği halde- mükâtep eder; sonra da ona karşı bir cinayet daha işler; ikincisi de bunu bildiği hâlde onu kitabete bağlar; ona karşı da bir cinayet işler ve o ölürse; önceki nısıf; üç cinayet sebe­biyle telef olmuştur ve onun için dörtte bir diyet hakkı ile yarı kıymeti vardır. Diğerine de yarı kıymeti ve dörtte bir diyeti vardır. Kâfide de böyledir.

Bir adam, cariyesinin yarısını kitabete bağladıktan sonra, o câriye bir çocuk doğurur ve bu çocuk bir cinayet işlerse; bu durumda o câriye, bu cinayetin yarısını tazminata ruhsatlıdır; yarısını da efendisi tazmin edecektir. Çünkü kitabeti sebebiyle, cinayete bedel olarak,, o câriye veri­lemez. O, kıymetinin yarısını öder.

Çocuğu cinayet işledikten sonra, onun anasını, efendisi azâd ederse; çocuğunda yarısı azâd olmuş olur. Bu çocuk, kıymetinin yarısı ile cinayetinin yarısını ödemeye çalışır. Bu, cinayet hükmüdür.

Şayet, efendi, çocuk cinayeti işlemeden önce, anasını, azâd ederse; çocuğun da yansı azâd olmuş olur. Çocuk, kıymetinin yarısını efendi­sine; yarısını da cinayet işlediği yabancıya borçludur. Cinayet hükmü böyledir.

Şayet, efendisi çocuğu azâd ederse; o takdirde, çocuğa ruhsat yoktur.

Şayet hiç birini azâd etmez; onlar da yabancıya karşı cinayet işlemezler; fakat, birisi diğerine karşı cinayet işlerse; her birine, cinaye­tinin cezası gerekir. Cinayetin yarısı, kıymetinin en azından alınır. Kitabet zamanındaki kıymetine itibar edilir.

Sonra da yan cinayet bedeli, efendiye âıt olur. Çünkü onun köle-sidir. Kitabet sebebiyle ziyan eylemiştir. Yarısını da, cânî efendiye efendisinin kölesine cinayet işlediği için- verecektir. Böylece bazısı bazısına misilleme olur.

Ana cinayet işledikten sonra ve üzerine hükmedilmeden Önce ölür; çocuğundan başka bir şey de terk etmezse; onun cocuğu.onun makamı­na kâimdir. Fakat, o çocuğa,cinayet bedelini ve kitabet bedelini ödemesi için, -cinayet için hüküm verilsin veya verilmesin- genişlik vardır.

Bundan sonra, o çocuk bir cinayet işler; sonra da âciz kalır; anası için de cinayet hükmü verilmiş olursa; o, anasının cinayet bedelini öder. Onun yansını borçlanır. Efendisinin de onun cinayet bedelini vermesi gerekir.

Bu durumda efendi, cinayet bedelini öder. Dilerse çocuğa verir. Eğer, onu verirse; bu çocuğun yarısı anasının borcuna karşılık olarak satılır. Eğer onu verebilirse, kendisi satılmaz. Mebsût Şerhı'nde de böyledir.

Mükâtep, kasden veya hatâen, bir cinayet işlediğini ikrar ederse; şayet üzerine hükmolunmuşsa, onun ödemesi gerekir.

Şayet âciz kalırsa, kan heder olur.

Bu İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre böyledir.

Bundan dolayı, şayet mükâtep, malı gerektiren bir cinayet işlemiş de, onu da ikrar ediyorsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre mal için muâhaze olmuyor, önce üzerine borç oluyor.

tmameyn'e göre, onun için sorumlu oluyor. Ve üzerinde hükme­dilmiş borç varsa, o hususta satılıyor.

Şayet azad edilirse, önce kıymetin yarısını tazmin eder. Seran sî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Mükâteb âciz kalmaz fakat azad olursa üzerinde borç olabilir.

Bir mükâtep kasden bir adam öldürdükten sonra, cana karşı mal ile anlaşma yaparsa; işte bu caizdir. Bu durumda, onun -âciz kalmadığı müddetçe, mal vermesi gerekir.

Şayet, malı Ödemeden önce âciz kalırsa, tmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavline göre, mal anlaşması bâtıî olur.

İmâmeyn'e göre ise, onun o yüzden satılması gerekir. Mebsût'ta da böyledir.

Şayet bir mükâtebe, kendi çocuğuna karşı bir suç işlerse; bir şey gerekmez. İster azâd olsun; ister âciz kalsın, böyledir.

Eğer ölür de, geride borcunu Ödeyecek malı kalırsa, borcu Ödenir.

Eğer oğlu, anasına karşı cinayet ikrarında bulunursa; bu sabit olmaz.

Şayet, ana ölürse; onun borç ve kitabet bedelini oğlu öder. Şayet, âciz kalırsa; bir şey lâzım gelmez. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Mükâtebin oğlu hatâ ile bir adam Öldürdükten sonra, o mükâtep, köle olan oğlunu hata ile öldürür ve bir başkasını daha öldürse; sonraki öldürdüğünün kıymetini tazmin eder. Oğlunun öldürdüğünün velilerine, onun kıymetini borçlanır. Mebsût'ta da böyledir.

Mükâtebin cinayeti, efendisine karşı olursa; bu, hatâen olması hâlinde, yabancıya karşı olmuş gibi olur.

Fakat, efendi mükatebi Öldürürse; bu efendiye kısas gerekmez; kıymeti gerekir.

Şayet, mükâtep, efendisini kasden Öldürürse ona kısas gerekir.

Efendinin, kölesi olan mükâtebe veya malına karşı cinayeti ile; mükâtebin efendisinin kölesine veya malına karşı cinayeti; bir yabancıya yapılanın aynısıdır. Hâvî'de de böyledir.

Mükâtebin, mükâtebe karşı cinayeti de aynısıdır. Yalnız, genişlik hakkı tanınır.

Keza, kendisinden çocuğu doğmuş bulunan ümm-ü veledine karşı yapılan cinayet de suçtur. Mebsût'ta da böyledir.

Mükâtebin kölesinin cinayeti de hür olan kimsenin kölesinin cinayeti gibidir.

Ancak, fidyesi verildiği zaman, çok fark yaparsa; veya köle veri­lince çok fazla olursa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, bu sahih olduğu hâlde; tmameyn'e göre sahih değildir. Serahsî'nin Muhıyü'nde de böyledir.

Bir mükâtep borçlu olarak ölür ve ticarete izinli bir kölesi kalır; onunda başkasına borcu olursa; bu köle, -hasseten- kendi borcu için satılır.

Şayet borcundan fazla bir şey kalırsa; o da efendisinin borcuna verilir.

Bu kölenin borcu olmaz; fakat, bir cinayet işlemiş bulunursa; mükâtebin de ondan başka hiç bir malı yoksa; efendi muhayyerdir: Dilerse, onun bütün borçlan için, bu köleyi verir; kendi borcu kalır.

Şayet, cinayet ehlinin velisine, diğer alacaklıların rızası ile verirse; bu durumda, onların bir yolu kalmaz. Dilerse, efendisi ehli cinayetin diyetini verir; sonra da köle, diğer alacaklıları için satılır.

Önceden  zikredildiği gibi, kölenin borcu olursa; efendisi muhayyerdir: Dilerse, köleyi alacaklılarına teslim eder; o satılır, her alacaklı alacağını alır. Efendisinin borcu varsa, o öylece kalır.

Şayet artan bir şey olursa, o da efendisinin borcuna verilir. Mebsût'ta da böyledir.

Bir köle, hür bir adamın başım yaraladıktan sonra, efendisi o köleyi müdebber eder; sonra da aynı köle bir başka adamı daha yaralar; bundan sonra da efendisi, onu kitabete bağlar; sonra da bir adamı daha yaralar; daha sonra da kitabet bedelini ödeyip, hür olur; sonra da bir adam daha yaralayıp, kendisi de ölür; efendisi ise, onun bütün cinayet­lerini bilmekte olursa; yabancının velîsine, yarı diyet vermesi gerekir; yan diyet de diğer dördüne îcâb eder.

Bunların hükümleri muhteliftir.

Birincinin hükmü, ya köleyi veya fidyesini vermektir.

İkincinin hükmü, kıymetin efendisinin üzerine olmasıdır.

Üçüncünün hükmü ise, kıymetin mükâtebe âit olmasıdır.

Dördüncünün hükmü ise, kıymetin, onun âkilesine âit olmasıdır.

Böyle olunca, yarı kıymeti dört sehim olacak, böylece o sekiz senim olacak; dört sehmi yaraladığı yabancıya; dört sehmi telef eylediğine verÜecek. Önceki yaraladığı ise, efendisine aittir. O diyetinin sekizde birini Öder.

İkincinin sehmi, kıymetinin sekizde biridir. Mükâtebden alacaklı olan üçüncü kişi, sekizde bir diyetini; dördüncü alacaklı (ki ona karşı cinayeti, htt- olarak işlemişti.) nın alacağı âkilesine aittir. Âkilenin vereceği, nısıf diyettir; diğer nısıf ise, üç cinayete telef edilmiş; o nısıf, üç sehim olmuştur; tamamı ise altı sehim olur: Üç sehmi yabancıya verilir. Efendiye birinci alacaklı için, altıda bir diyet; mükâtebe de kıymetinin altıda biri gerekir. Altıda bir diyette mükâtebin âkilesine aittir. Kâfi'de de böyledir.

En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dır. [35]

 

14- KÖLELERE KARŞI İŞLENEN CİNAYETLER

 

Bir adam, hatâ ile kölesini öldürürse; onun kıymetini öder. Şayet kıymeti, on bin dirhem veya daha fazla olursa; o on bin dirhemdir. Ve bu da âkilesine aittir. Üç sene içinde ödenir.

İmâm EbÛ Hanîfe (R.A.) ve İmâm Mnhammed (R.A.) böyle buyurmuşlardır.

Cariyenin kıymeti beş bin dirhemden fazla bile olsa; diyeti beş bin dirhemdir.

Bu, zâhirü'r-rivâyedir. Sİrâcü'J-Vehhâc'da da böyledir.

Bir adam, kıymeti yirmi bin dirhem olan bir köleyi gasbeder ve bu köle elinde zayi olursa; bi'l-icma, kıymetinin tamamını tazmin etmesi gerekir. Hİdâye'de de böyledir.

Efendisi, hatâ ile, izinli bir köleyi katlederse; ancak, kıymetinin karşılığı gerekir. Sonra da o kıymeti efendisi kölenin alacaklılarına verir. Kâfî'de de böyledir.

İbnü Semâa'nm Nevâdiri'nde şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, diğer bir adamın kölesinin üzerine biner; başka birisi de ikisinin üstüne yüklenir; bunların hepside efendisinin izni olmadan bu işi yaparlar ve bu yüzden Üçüde ölürse; üçüncüye, kıymetinin üçte birisi; diğer ikisine Üçte ikisi icabeder.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavli budur. Muhıyt'te de böyledir.

Kölenin azalarını telefe gelince:

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.), şöyle buyurmuştur:

Hür olanın kıymeti ne ise, köle olanınki de aynısıdır.

Hür olanda, yan diyet gerektiren; köle de de yarı diyet gerektirir.

Ancak, kıymeti on binden veya beşbinden fazla olursa işte o, on bin veya beş bin olarak kabul edilir.

İmâmeyn'e göre ise, fazla noksan, iki kıymet arası kabul edilir. Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)*den rivayetidir.

Bu hâl, menfaat zayi olduğu zaman böyledir. Göz gibi, el gibi... Fakat, güzelliğini gideren bir cinayet olursa; (kulak, kaş ve benzeri gibi...) ona bir diyet takdir edilmez; noksanlığının karşılığı verilir. Muhıyt'te de böyledir.

Kölenin eli, beş bin dirhemi geçmemek üzere- kıymetinin yarısıdır. Hİdâye'de de böyledir.

Bu, zâhirü'r-rivâyeye muhalifdir.

Mebsnt'da: "Tam kıymetinin yarısıdır." denilmiştir.

Sahih olan cevap da budur. Kifâye, Nihâye ve Kâfî'de de böyledir.

Hür hakkında erş (=diyet) gerekmeyen hallerde, köle hakkında da gerekmez.  Kıymetinin noksanlığı tazmin edilir.  Sirâdyye'de de böyledir.

Hişâm, şöyle demiştir:

Ben, İmâm Muharamed (R.A.)'den sordum:

  Kölesinin göz kapağının uçlarını yaran bir kimseye ne gerekir? Bana haber ver."

İmâm şöyle buyurdu:

— İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavline göre, kölenin göz kapağı ve kulağında olan cinayetler için, noksanlığının karşılığını tazmin atmek gerekir. Bu, benim ve İmâm Ebû Yûsuf (R. A.)'un da kavlimizdir.

Ve, İmâm şöyle buyurdu:

— Sakal hakkında, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'den bir şey muhafaza edemedim.   Fakat,   başmın  saçı  hakkında,   muhafaza  eyledim  ( = hatırımda tuttum).  Onun efendisi, dilerse onu cânîye teslim edip, kölenin kıymetini alır; dilerse, köleyi vermez; noksanını alır.

d-Ad'da şöyle zikredilmiştir:

Bir kölenin, saçı ve sakalı hükümeti adi gerektirir. Bu, imâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin son kavlidir,

Kudûrî, Hasan bin Ziyad'dan, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

Bir kölenin kulağı, burnu ve sakalı hakkında, bunlar yeniden çıkmazlarsa; ekall-i kıymeti vardır.

İmâm Muhammed (R.A.)'de böyle buyurmuştur.

Bu durumlarda ihtilaf vardır.

İmâmeyn'e göre, kıymetinin noksanı karşılığında erş vardır.

Keza, İmâm Muhammed (R.A.), (İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) île bir­likte Mücerred'de böyle buyurmuşlardır.

Fetva da bunun üzerinedir. Zetaıyre'de de böyledir.

Bir adam, diğerinin kölesinin kıvırcık saçını tıraş eder; onun yerinde de beyaz saçlar biterse; noksanlığını tazmin etmesi gerekir. Bu durumda, onun nosanlığım bilmenin bir yolu yoktur. Duruma bakılır: Köle saçlı iken, kıymeti nedir? Saçsız iken kıymeti nedir? Ancak bunun yolu, saçı beyaz olmayanla, beyaz olanın kıymeti arasında olan fark ne ise, işte odur. Zahtriyye'de de böyledir.

Bir adam, diğerinin iki gözünü kör ederse; eğer efendisi onu verirse, tam kıymetini alır.

Eğer yanında tutarsa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, noksan karşılığı almak yoktur. İmâmeyn ise: "Dilerse kör köleyi yanında bırakıp, noksanını alır; dilerse, köleyi verip kıymetini alır." demişlerdir. Hidâye'de de böyledir.

İmâm EbÛ Hanîfe (R.A.), şöyle buyurmuştur:

Bir adam, birisinin kölesinin gözünü çıkarır; köle de -o yüzden değil de- başka bir sebebden dolayı ölürse; bir şey gerekmez. Serahsî'nin Muhıyü'nde de böyledir.

Bir adam, bir kölenin iki gözünü de kör ettikten sonra, biri gelip, elini keserse; gözünü kör edene, noksanlığı vardır; elini kesene de; iki gözü kör olanın, elini kesme karşılığı vardır.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.): "Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kav­line göre, istihsandir." buyurmuştur. Zehıyre'de de böyledir.

Semerkant Ehlinin fetvalarında şöyle denilmiştir:

iki adam birlikte, bir kölenin, birisi sağ elini; diğeri ise sol elini keserse; onlardan herbirinin, o kölenin yan kıymetini tazmin etmeleri gerekir.

Bu mes'ele, başka mes'eleye de hüccettir.

Bir adam, bir köleye ok atar; o ok isabet etmeden önce de, onu birisi öldürüverirse; katilin, o kölenin kıymetini tazmin etmesi gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Eli kesilmiş bir köleyi bir adam aynı taraftan ayağını keserse; eli kesilmiş kölenin kıymetinin noksanını tazmin eder.

Şayet, diğer taraftan ayağını keserse; eli kesik kölenin kıymetinin yarısını öder.

Buna göre, satıcı kölenin elini keserse, parasından yarısını düşer.

Eğer, o köle, eli kesik birisi olmuş olaydı da, aynı eli biraz daha yukardan keseydi; müşteriden noksanı kadarını düşerdi. Hatta üçte bir kıymeti noksan oluyorsa; üçte bir parasından düşer. El kesme yerinde, göz olsa; o da aynıdır. Timurtâşî'de de böyledir.

Eli kesik bir kölenin, diğer elini de birisi keserse; ikinci kesen şahıs, kölenin noksanının karşılığını öder. Zahîriyye'de de böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.), şöyle buyurmuştur:

Bir adam, birisinin kölesinin sağ elini keser; ikinci bir adam da sol elini keser; o köle de, o yüzden ölürse; önceki kesenin, kölenin yarı kıymetini tazmin etmesi gerekir.

Sonraki kesenin ise, noksanı nisbetinde tazminat etmesi gerekir.

Geride kalanı müşterek tazmin ederler.

Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un da kavlidir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, kıymeti bin dirhem olan bir kölenin elini kestikten sonra, eli iyileşmeden, kıymeti iki bin dirheme çıkar; sonra da birisi -ters taraftan-aynı kölenin» ayağım keser; daha sonra da, köle bu yüzden Ölürse; önceki elini kesen, altı yüz yirmi beş dirhem öder; diğeri de yedi yüz elli dirhem öder. Şayet, her iki hâlde de kıymeti iki bin dirhem olmuş olsaydı, ayağını kesene bin beş yüz dirhem; elini kesene de altı yüz yirmi beş dirhem tazminat gerekirdi. Serahsî'nin Mumytı'nde de böyledir.

Reşidin Nevadiri'nde şöyle zikredilmiştir;

Bir adam, bir kölenin elini keser; aradan bir yıl geçer ve kesen ile, efendi araşma kölenin elin kesildiği günkü kıymeti hususunda ihtilâf çıkar ve kesen: "O gün, kıymeti bin dirhem idi ve benim beş yüz dirhem vermem gerekir." der; kölenin efendisi de: "O gün, kıymeti iki bin dirhem idi." derse, eli kesenin sözü geçerli olur. Onu, ister borçlanmış olsun, isterse borçlanmamış olsun farketmez.

Kölenin yaralanmasının ersi (=  diyeti) onun, değerinin osds birinin yarısıdır. Ancak, bu, hür şahsın ersinden, yarım dirhem de olsa, fazla veya noksan olmaz. Müzmerât'ta da böyledir.

tbnü Semâa'nın Nevadiri'nde, İmâm Muhsmsneâ (R.A.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

Bir adam, diğerinin kölesinin elini keser veya onu yaralar; sonra ete, o köleyi, efendisi satar; bilâhare de kusuru sebebiyle ve hâkimin hük­müyle geri çevrilir yahut bu köleyi, sahibi bir adama hîbe eder; sonra da bu bağışından hükümlü veya hükümsüz, geri döner; kölede o yara sebebiyle ölürse; işte bu durumda, kölenin efendisi, onun tam kıymeti için yaralayana müracaat eder.

Bişr'in Nevâdiri'nde» îmâm Ebû Yûsuf (R. A.) şöyle buyurmuştur: Bir cariyenin hatâ ile eli kesilir; ve onu efendisi, kendisi muhayyer olma şartıyle veya müşteri muhayyer olma şartıyle satar; sonra da bu satış bozulup, o câriye, geri efendisinin yanına gelir ve elinin kesilmesi sebebiyle de Ölürse; onun elini kesen şahıs, tam kıymetini tazmin eder.

Şayet, el kesimi kasden olmuş olursa; istihsânen, kısas yapılır. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, iki kölesine hitaben: "Biriniz hürsünüz." dedikten sonra; o ikisi yaralanırlar; sonra da efendileri, hangisini azâd eylediğini açıklarsa; o ikisi yaralandıktan sonra, onların ersi, efendileri içindir. Yaralanmaları hakkında, her ikisi de köledirler.

Şayet ayni vakitte onları bir adam öldürürse; hürrün diyeti ve diğerinin de kıymetini tazmin etmesi gerekir.

Her ikisi de, efendileri ile, vârisleri arasında yan yarıya olurlar. Eğer kıymetlerinde ihtilaf çıkarsa; her ikisinin de diyeti ile kıymeti birleşir ve aralarında yan yanya taksim ederler. Önceki gibi...

Şayet onlar arka arkaya öîdürülürlerse; önce öldürülenin efendisi için, kıymeti; sonraki öldürülenin de vereseleri için, diyeti icâbeder.

Onların ikisini, bir adam, bir anda öldürürse; her iki kölenin de kıymetleri icâbeder. Yarısını efendileri, yarısını vârisleri alırlar. Arka arkaya öldürülürlerse; öncekini öldüren, efendisine, kıymetini tazmin eder. İkinciyi öldüren, vârislere diyet verir.

Hangisinin önce öldürüldüğü bilinmiyorsa; her birinin kıymeti alınır. Onlardan herbirinin yarısı, efendinin olur. Tebyîn'de de böyledir.

Bir adam, bir kölenin iki gözünü çıkarır; diğer birisi de elini veya ayağını keser; o da iyileşir veya cinayeti, bir köleye, birlikte yaparlarsa; onun kıymetini üçte birli tazmin ederler. Köleyi de alarak, ona ortak olurlar.

Müşterek yaralamalar hep böyle olur.

Müdebbere karşı, hür şahsın cinayeti, köleye karşı olan cinayet gibidir.

Bir hür, bir müdebberi öldürse; âkilesi, onun kıymetini öderler.

Şayet elini keserse; kıymetinin yansını öder.

Ancak, bunlar bir haslette ayrılırlar: Bir hür, bir müdebberin elini veya ayağını keser veya gözünü çıkarırsa; köle hakkında da tam diyet icâbeder. SerahsPnin Muiuytı'nde de böyledir.

Bir adam, bir müdebberin elini keser; onun da kıymeti bin dirhem olur; eli iyileşir ve kıymeti de artar ve hatta kıymeti iki bin dirheme çıkar; sonra da bir başkası, onun bir gözünü kör eder ve kıymeti eksilir; gözü de iyileşir bundan sonra da ölür ve bu müdebber iki kişinin ortak malı olur; onlardan birisi, elini ve ondan meydana geleni affederse; gözünü çıkaranın âkilesi, yedi yüz elli dirhem diyeti Öderler. Eğer, hatâ ile, çıkardı ise, kendi malından ödenir.

Gözünü çıkaran affederse; elini kesenin, kendi malından, üç yüz on iki buçuk dirhem; kasden ise, kendi malından ödenir. Hatâ ise, âkilesi tarafından, ersi verilir. Mebsftt'ta da böyledir.

Bir adam, diğerinin kölesinin başını yarar veya yaralar; efendisi de onu müdebber eder; sonra, önceki yaralayan, bîr daha yaralar; sonra da efendisi, onu mükatep yapar; yaralayıcı bir daha yaralar; bilâhare o kitabet bedelini ödeyerek, azâd olur; bu defa da bir başkası yaralar; yaralanan zat da, bu yaraların tamamının te'siriyle ölürse; onda birinin yarısını (= yirmide birini) önceki yaralayan -noksamyla- borçlanır. Onda birinin yansını da ikinci defa yaraladığı için borçlanır. Onda birinin yarısını da üçüncü defa yaraladığı için borçlanır ve kıymetinin üçte birisini zimmetine geçirmiş olur.

Dördüncü yaralayan da diyetin üçte birini tazmin eder. Azadından sonra, yaralayan erş'in ekalli ile borçlanmaz. Kâfî'de de böyledir.

Bunun aslı, cinayetten sonra tedbir (= müdebber etmek) sirayeti heder etmez. Taksim, canilerin zımmında kalır.

Azâd ve kitabet, cinayetten sonra olursa, paylaşmayı heder eder. Hatta, caniye taksim tazminatı gerekmez. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

En doğrusunu ancak Allahu Teâlâ bilir. [36]

 

15- KASÂME (= YEMİNLEŞME)

 

Bu yeminler, aralarında bir Ölü bulunan mahalle ehline kar: verilir. KâfTde de böyledir.

Yeminleşmenin sebebi: Bir mahallede veya o ma'nâda bîr yurtti yahut, ses duyulacak kadar yakın bir yerde bir ölü bulunmasıdır. Nihâye'dedeböyledir.

Bir toplumun mahallesinde, bir ölü bulunur; Ölenin velîsi de "mahalle halkının tamamım, kasden veya hatâen öldürdüler" diye da'vâ eder; mahalle ehli de, onu inkâr ederlerse; o, onlardan elli kişiye Allah adına "Ben, onu öldürmedim; öldüreni de bilmiyorum." diye yemin verir. "Biz öldürmedik." diye yemin etmezler. Eğer elli kişiden çok iseler, yemin edecekleri seçmek, ölenin velisine aittir.

Şayet, elli kişiden az iseler; yemini elliye tamamlamak için, ba'zılanna tekrar yemin ettirir.

Eğer yemin ederlerse; hepsi birden diyetini borçlanırlar.

Şayet yeminden kaçınırlarsa, yemin edene kadar hepside hapsedi­lirler.

Müddet, mahalle ehline, "velîsinden başkası için, öldürdüler" diye yemin vermez.

Müddet için açık şahitler de olsa (Meselâ: Maktul ile, mahalle halkı arasında, açık bir düşmanlık olsa) veya müddeî'nin şahidi olmasa (Şöyle ki: Öldürülen ile mahalle halkı arasında açık bir düşmanlık olmasa) mahalle halkının âkilesine, o ölen için, üç sene içinde diyet Öderler.

Şayet, da'vacı mahalle halkının -tamamını değil de- bir kısmını da'vâ eyliyorsa; cevap, mahalle halkının tamamına yemin vemek ve onlardan diyet almaktır. Bu, istihsânen böyledir.

Şayet, mahalle halkının haricinde, bir adamdan iddia ediyorsa; o mahalle ehline, yemin ve diyet yoktur.

O zaman, da'vacıya: İddiana karşı belgen var mı?" diye sorulur. Şayet:' 'Evet vardır.s' derse; iddiası beyyinesiyle sabit olur. Eğer beyyinesi yoksa, da'vacı ona, bir defa yemin verir; elli defa vermez.

öldürülenin velileri, mahalle ehli ile anlaşma yapabilirler. Şayet, ölen, mahallede veya bir aşiret arasında ölmüşse; anlaşma istihsândır.

Şayet, o mahallede sulahâdan (= iyi kişilerden) elli kimse yoksa." öldürülenin velîsi, mevcut olan kişilere yemini -yemin adedi elliye tamam oluncaya kadar- tekrarlatır.

Müddet salih kişilerin yanısıra, fasıklarada yemin verir mi?

îmânı Muhammed (R.A.), el-Asıl'd a bunları yazmamıştır. Usûlün haricinde gelen rivayette; velî için, fâsika yemin ettirme yoktur. Yine de dilerse, onîarada -yemin adedinin elliye çıkması için- yemin verir. Muhitte de böyledir.

Da'vacı muhayyerdir ve mahalle halkından genç, yaşlı, salih, fasık elli kişiye yemin ettirir. Kâfî'de de böyledir.

Muhayyerlik ölenin velisine aittir, hükümdara âit değildir. Fetâ­vâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Yemin etmeye sabîler, deliler, körler, kazf (- iftira) cezasından suçlular ve kâfirler dâhil değildir. Sirâcü'l-Vehhfic'da da böyledir.

Yemin etmeye, kadınlar, köleler, bir kısmı azâd edilmiş köleler ve mükâtebler dâhil değildirler.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavli budur. Mebsût'ta da böyledir.

Öldürülen, kendisinde kati eseri bulunan kimsedir. Ölen ise, ken­disinde kat! eseri bulunmayandır. Zehıyre'de de böyledir.

Eğer, ölü olarak bulunan şahıs da, kati eseri yoksa; yemine ve diyete ihtiyaç yoktur.

Şöyle ki: Yarası yok, darb (= vurma) eseri yok, boğma eseri yok, gözünden kulağından her hangi bir yerinden kan çıkmamış ise bu şahıs, kati edilmiş değil, ölmüşdür. Hızânetü'i-Müftîn'de de böyledir.

Şayet  ağzından  kan  gelmiş  ve  bu  karnından   çıkmış  ise, öldürülmüş; başından inmiş ise, ölmüştür. Mııhıyt'te de böyledir.

Eğer, kan döbüründen veya zekerinden çıkmış ise, o öldürülmüş değildir. İhtSyâr'da da böyledir.

Öldürülenin tam bedeni veya çoğu yahut yansı başıyla birlikte bir mahallede, bulunmuşsa; bu durumda o mahalle halkına yemin ve diyet gerekir.

Şayet, öldürülen şahıs, uzunluğuna yarılmış olarak, yansı bulunur veya başı ile birlikte bedeninin yarısı bulunur yahut yalnız elleri ve başı bulunursa; bu hususta mahalle halkına bir şey gerekmez. Mebsût'ta da böyledir.

Bir mahallede bir cenîn veya bir düşük bulunursa; -şayet» vurma eseri yoksa bir şey gerekmez.

Eğer vurma eseri var ve cenin de tam hilkat sahibi ise, mahalle halkına yemin ve diyet gerekir.

Eğer hi^cati tamam değilse; bir şey gerekmez. Kâfî'de de böyledir.

Bir mahallede, öldürülmüş bir köle veya mükâteb yahut niü-

debber veya ümm-ü veled bulunursa; o mahalle halkının yemin etmesi ve Üç sene içinde, ölenin kıymetini tazmin etmesi gerekir. Bu tazminat da onların âkilelerine aittir. Mnlnyt'te de böyledir.

Bir mahallede Öldürülmüş bir hayvan (sığır, deve, koyun ve emsali gibi...) bulunacak olursa; bir şey gerekmez. Fetâvâyi KâdShân'da da böyledir.

Yemine, o mahallede me'mur olarak oturanlar karışmazlar. İmâm   Ebû   Hanîfe   (R.A.)   Imfim   Muhammed   (R.A),   böyle buyurmuşlardır. Tebyîn'de de böyledir.

Öldürülen şahıs, kimsenin bulunmadığı bir harabede bulunur; o harabenin yakının da bir mahalle olur ve orda insanlar bulunurlarsa o mahalle halkına, yemin ve diyet düşer. Serahsî'nin Mnhıytı'nde de böyledir.

İki topluluk, kılıçlarıyla karşılaşırlar; sonra da vaz geçseler ve o. mahallede bir kişi öldürülmüş olarak bulunursa; mahalle halkına, ölenin velileri, onu öldüreni isbat etmedikçe bir şey gerekmez. KâfTde de

böyledir.

Bir adamın evinde, öldürülmüş bir adam bulunursa; diyeti âkile-sine aittir. Evde olanlara ise, yemin verilir.

Şayet evde, yalnız ev sahibi varsa; ona yemin verilir. Bu görüş, İmâm Ebû Hanîfe ve İmâm Muhamraed (R.A.)'e aittir. Hidâye'de de böyledir.

Bir müşterinin satın aldığı evde, öldürülmüş bir adam bulunursa; yemin ve diyet müşteriye aittir. Mahallede olduğu gibi, diyetini âkilesi öder. Öldürülen şahıs, kimin evinde bulunursa, yemin ona âit; diyet âki-lesine aittir. Muhıyt'te de böyledir.

Şayet öldürülenin velîsi, mahalle ehlinden bir kişiyi da'vâ ederse; o mahalleden de iki kişi onun üzerine şehâdette bulunurlarsa; bi'1-icma şehâdetleri kabul edilmez. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Bir mahallede, Öldürülmüş bir adam bulunursa; öldürülenin vel­isi; "onu, mahalle halkından başka birisinin öldürdüğünü" iddia eder ve buna, o mahalleden olmayan iki şahit de dinletirse; şehâdetleri kabÛI edilir. Ve mahalle halkı yeminden de, diyetten de kurtulurlar.

Şayet, şahitler aynı mahalleden olmuş olsalardı; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, şehâdetleri kabul edilmezdi.

Yalnız o mahalle halkına yemin ve diyet gerekmezdi.

tmâmeyn'e göre ise, şehâdetleri kabul edilir ve da'vâlıya hükme­dilir. Zehıyre'de de böyledir.

Bundan sonra, İmâm EbÛ Yûsuf (R.A.), şöyle buyurmuştur: Şayet velî, o iki şahide, Önce, " kendilerinin öldürmediklerine dâir" yemin verirse; onlar, Allah adına yemin ederler ve: "Onu biz öldürmedik.   Filandan  başkasının  da  öldürdüğünü  bilmiyoruz."   derler. KftfTde de böyledir.

Nevâdir'de şöyle zikredilmiştir:

Bir mahallede, öldürülmüş bir adam bulunur ve mahalle halkı, "onu, bir adamın öldürdüğünü" zannederler; öldürülenin velîsi de böyle bir iddiada bulunmazsa; o mahalle halkının yemin etmesi ve diyet ver­mesi gerekir.

Bundan sonra nasıl yemin edeceklerdir?

İmân* Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, Allah adına yemin ederek: "Biz öldürmedik ve filandan başkasının öldürdüğünü de bilmiyoruz." derler. En ihtiyatlı olanı budur.

Fetva da bunun üzerinedir. Serahsî'nin MHhıytı'nde de böyledir.

Bir mahallede, öldürülmüş bir adam bulunur ve mahalle halkı: "Onu, kendilerinin haricinde, falan öldürdü." iddiasında bulunurlar ve bu hususta beyyine de ibraz ederlerse; şehâdetleri caiz olur; yeminden ve diyetten kurtulurlar. Öldürülenin velîsi iddia etsin veya etmesin fark etmez. Zehıyre'de de böyledir.

Hişftm'm Nevâdiri'nde şöyle zikredilmiştir:

Ben, İmâm Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğunu duydum: Bir mahallede öldürülmüş bir adam bulunur ve onun velîleri de, o mahalle halkını da'vâ ederler; mahalle halkı da -beyyineleriyle- "onu, kendi mahallerinden olmayan bir adamın öldürdüğünü veya yaralayıp da kendi mahallerine, yaralı gelip Öldüğünü" söylerlerse; diyetten kur­tulurlar.

Öldürülen şahsın velîleri, onun kanma belirli bir adamdan iddia ederek, ona karşı beyyineleri de olur; da'vâlı da beyyinesiyle, "onu, başka birinin öldürdüğünü" iddia ederse; onun beyyinesi kabul edilmez. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kabile halkı, birisini yaralayıp, onu ehline gönderir ve o adam, o yaradan dolayı, yataktan hiç kalkmadan ölmüş olursa; o kabileye yemin ve diyet gerekir.

Eğer, sahibü'l-firâş olmadı ise (yani devamlı yatmadı ise) onlara, o kabileye tazminat ve diyet lâzım olmaz.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) şöyle buyurmuştur:

İki durumda yemin ve tazminat gerekmez. Buna göre bir adam, diğer birisini sırtında eve görürürken, o orda, bir gün veya iki gün içinde, -hiç yataktan çıkmayarak- ölürse; onun diyeti, onu yaralayana aittir. Sırtında iken, ölmüş gibi sayılır.

Şayet bir müddet iyileşir, gelir gider duruma gelirse; taşıyıcıya bir şey gerekmez. Kâfi'de de böyledir.

Bir adam, bir topluluk arasında veya bir mahallede yaralanır ve onu, yaralı olarak birisi taşırken, diğer bir mahallede ölür; Ölümü de önceki yara sebebiyle olursa; yemin ve diyet -öldüğü mahallede değil de-yaralandığı mahallede yapılır. Serabsî'nin Muhrytı'nde de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.)» Câmî'de şöyle buyurmuştur:

Üç kabile bir yerde veya bir mescidde toplanırlar; birincisi Vâil Oğlu Bekir Kabilesi olur ve onlar yirmi kişi olurlar; ikincisi Kays Oğullan olur; onlar da otuz kişi olurlar; üçüncüsü ise, Temim Oğulları olur ve onlar da elli kişi olurlar ve onların arasında, bir ölü bulunursa; her kabi­leye, ölen.zatın üçte bir diyeti gerekir.

Keza, kabilelerden birisinden tek kişi de bulunsa hüküm aynıdır. O zatın (yani tek kişinin) âkilesi üçte bir diyet öderler. Diğer iki kabile de üçte birer diyet öderler.

Şayet, tek adam, iki kabilenin haricinde bir kişi ise, ancak o, o kabilelerden birinin yardımcısı ise, diyet iki kabileye taksim olunur. Diyeti yan yarıya pay ederler ve o tek kişinin bağlı olduğu kabileye bir şey gerekmez.

Keza, Câmi'de şöyle denilmiştir:

Bir yere üç kabile katışıp, oraya bir mescid yapsalar; o kabilelerden, birinin hissesini, bir adam devren satın alsa; ve satsa kabileden tek kişi orada kalmasa; sonra da, o mahal veya mescidde öldürülmüş bir adam bulunsa; diyet üçe bölünür. Üçte biri, o satın alan şahsın âkilesine âit olur. Üçte ikisi ise, diğer iki kabileye âit olur.

Şayet devralan adam, o iki kabilenin birinden ise, diyet iki kabileye taksim edilir. Yarısını bir kabile, diğer yarısını da diğer kabile tazmin ederler.

Şayet o kabilelerin haricinden, bu bir adam, bu iki kabilenin his­sesini satın alırsa; mes'ele hali üzeredir; diyet, ikiye taksim edilip, yarısını, iki kabilenin hissesini satın alan öder; yarısını da diğer kabile tazmin eder.

Bu tazminatları da âkileleri yaparlar.

Şayet, o üç kabilenin haricinden bir adam, o yerin tamamını» üç kabileden satın aldıktan sonra, o kabilelerden birine satarsa; -o yerin bir kısmı kendisinin olduğu müddetçe- diyet önce satmış olan -bu yeni-müşteriye aittir.

Eğer, o yerin tamamını, kabilelerden birine satar ve o yer onların olursa veya aybı sebebiyle, hâkimin hükmü ile geri verirse; bu müşterinin âkilesine yarı diyet lâzım olur. Yarısı da, kendilerine geri verilenlere âit olur. Muhiyt'te de böyledir.

Bir sokakda veya bir mescidde, insanlar olduğunda; o sokak umumun veya sultanın olursa; diyet, beytü'İ male âit olur.

Eğers orası bir topluluğun mah ise, yemin ve diyet onlara âit olur.

Mescid umumun olunca, onun sokağı da umumun olur. Eğer bir mahalle mescidi ise, diyet de, o mahalle ehlinin olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Büyük bir yolda, öldürülmüş bir adam bulunursa; onun için, hiç kimseye yemin verilmez. Onun diyetini beytü'1-mâl öder. Kafi'de de böyledir.

Mescidi'I-Haram'da -orada izdiham yokken- Öldürülmüş bir adam bulunur, veya Arafat'ta yahut başka bir yerde bir ölü bulunursa; onun diyeti, beytü'İ-mâl'e aittir. Yemin vermek de yoktur. Muhıyt'te de böyledir.                                                                  

Vakfedilmiş bir yerde, öldürülmüş bir adam bulunur ve o yerin sahibleri belirli olursa; onlara yemin yerilir ve diyet ödetilir.

Eğer, bir mescide vakfedilmişse; mescid ehline diyet ve yemin gerektiği gibi, o yerin ehline de yemin ve diyet gerekir. Serahsî'nin Mahıytt'nde de böyledir.

Bir köyde, öldürülmüş bir adam bulunur; o topluluk da karışık olup, müslümanlar da, kâfirler de bulunursa; hepsine yemin ettirilir. Diyetleri de âkilelerinden alınır. Kâfirlerden alınan fey olur. Mebsût'ta da böyledir,

Müslümanların bulunduğu bir mahallede, zimmîlerde olur; orda da   öldürülmüş bir adam bulunursa;   zimmîlere   yemin   verilmez. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

İki köy veya iki sokak arasında, Öldürülmüş bir adam bulunursa; öldürülene en yakın olan köylüye veya mahalleliye yemin ettirilir.

Bu, ses duyulacak kadar yakın olursa böyledir. Şayet, ses duyulmayacak kadar uzaklıkta ise, her iki köylülere de yemin gerekmez. Diyet de gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

İki köy arasında, öldürülmüş bir adam bulunursa; maktulün bulunduğu tarla veya kanal satılır ve onlara adam başı taksim edilir.

Bu, İmâm Muhammed (R.A.)'in görüşüdür.

Bir köyün arazisinde, bir maktul bulunur; o yerin etrafında da başkalarının evleri olursa; eğer o yerin bir sahibi varsa; maktul ona aittir.

Şayet, o yerin sahibi yoksa, o, en yakın köye aittir. ,   Keza, İmâm Muhammed (R.A.)'den soruldu:

— İki köy arasında bulunan ve o köylerden birinin evleri, maktule daha yakın olan bir şekilde, bir maktulün durumu nedir?

İmâm, şöyle buyurdu:

— O şahıs, kimin arâzisinda öldürülmüşse; ona aittir. Zehıyre'de de böyledir.

İki köy arasında bulunan bir maktul, her iki köye de aynı derecede yakın ise, köyün birinde beş yüz, diğerinde bin kişi bulunursa; diyetini yarı yarıya öderler. Bunda ihtilaf yoktur.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.), şöyle buyurmuştur: Üç evin arasında bir maktul   bulunur;   o   yerlerden   biri   Temîmî'nin   olur;   ikisi   de Hindüvânî'nin olur ve üçünün yakınlığı da aynı bulunursa; diyet yan yarıya düşer. İtibar kabileyedir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, bir ev satın alıp, onu da henüz teslim almadan, o evde bir maktul bulunursa; şayet o satışta muhayyerlik yoksa, diyet evi satanın âkilesine âit olur.

Şayet satışta muhayyerlik varsa, diyet, ev elinde olanın âkilesine aittir. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre böyledir.

İmâmeyn'e göre ise, müşteriye muhayyerlik varsa; diyet, müşterinin âkilesine âit olur.

Her ikisi de muhayyerse, diyet, ev elinde bulunanın âklesine aittir. Kâfi'de de böyledir.

Bir adamın elinde bir ev bulunur; ordada bir maktul bulunursa; onu âkilesi  değil de hane sahibi, kendisi    tazmin eder. Hızânetü'l-Müftin'de de böyledir.

Bir adamın evinde bir maktul bulunur ve o evde de köleler, hürler ve gençler olursa; yemin ve diyet, ev sahibine aittir; diğerlerine bir şey yoktur. Tatarhânlyye'de de böyledir.

Müşterek bir raülkde, bir maktul bulunursa; ortaklara yemin verilir. Diyetini de onların âkileleri mülk sahiplerinin adedi muşlarına göre öderler. Hatta, o yerin üçte ikisi, bir adamın, üçte biri de diğer ortağının olsa; hisselerine göre değil de, yine adam başı olarak yarı yar­ıya öderler.

Keza, müşterek bir kanalda öldürülmüş bir adam bulunursa; diyet,  o kanala ortak olan şahısların sayısına göre taksim edilir. Zehıyre'de de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.), Cami'de şöyle buyurmuştur:

On bir kişinin bir yurdu olur; bunların on kişisi Vâil bin Bekir Oğullarından; birisi de Kays Oğullarından olur ve orada bir maktul bulunursa; diyeti, onbir parça olur; on parçasını, Vâil bin Bekir Oğullarının âkileleri öder; bir parçasını da Kays Oğullarından olası adamın âkilesi öder.

Keza, bir Bekirî ile iki Kaysî'nin ortak bulunduğu bir yer, üç sehirn olur ve orda bir maktul bulunursa; diyeti üçe taksim edilir.

Bu, İmâm Muhammed (R.A.)'e göre böyledir. Ve bunu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'den rivayet eylemiştir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ise, bunun hilafım buyurmuş ve: "Bir Temimî ile iki Hemedânî arasında müşterek olan bir yerde, bir maktul bulunursa yarı diyet Temimî olana, yarısı da Hemedânî olanlara taksim edilir." demiştir.

İmâm, şöyle buyurmuştur:

Kabileler arasında bulunan maktul, köyler arasında bulunan maktul gibidir. Sayılarına bakılmaz. Diyet ikiye taksim edilir.

Keza, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.), şöyle buyurmuştur: Bir yurt, bir Temîmî ile dört Hemedânî arasında müşterek olur; orada da bir maktul bulunursa, maktulün diyeti ikiye taksim edilir.

İmâm Muhammed (R.A.) ise: "Diyetin beşe taksimi icab eder." buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir: "İki adam, bir evde olurlar ve o evde başka kimse bulunmaz ve o adamlardan birisi, evde Öldürülmüş olarak bulunursa; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, diğer adam, diyetini öder.

İmâm Muhammed (R.A.)'e göre ise, o şahıs kendi kendini öldür­müş olabileceğinden, diğerine diyet gerekmez. Hulâsa'da da böyledir.

Üç adamın evinin arasında bulunan bir maktul için, üçüne de yemin verilir ve diyeti üçe taksim edilerek, akiklerinden alınır.

Öldürülen adamın diyeti onlardan herhangi birisinin âkilelerinden, tek taraflı alınamaz. Muhiyt'te de böyledir,

Bir adam, kendi evinde öldürülmüş olarak bulunursa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, âkilesi, vârislerine onun diyetini öder.

İmâmeyn'e göre ise, bir şey gerekmez. Yemin verme hususunda ise, âlimler ihtilâf eylediler. Şemsü'I-Eimme: "Burada yemine ihtiyaç yoktur." görüşüne mey­letmiştir. Kâfî'de de böyledir.

Mükâtep, kendi evinde ölmüş olarak bulunursa; bi'1-icma kanı heder olmuştur. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Şayet, bir mükâtep, efendisinin, evinde öldürülmüş olarak bulu­nursa; efendisi, onun diyetini üç sene içinde taksitle öder. Kitabet bede­linin haricinde kalan, öldürülen zatın veresesine verilir. Fetâvâyi Kâdı-hân'da da böyledir.

Mükâtebin evinde, öldürülmüş bir adam bulunursa; mükâtep üç sene içinde onun diyetini öder.<O diyet,âkilesine de yükletilmez. Zahııiyye'de de böyledir.

Mükâtebe yemin vermek gerekir mi? Bu el-Asıî'da zikr edilmemiştir.

Ancak İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, yemin verilir.

Fakat, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'dan gelen rivayetler ihtilaflıdır. Bazı âlimler: "Ona göre yemin vermek gerekir." Bazıları ise: "... gerekmez." buyurmuşlardır. Muhıyt'te de böyledir.

Bir mükâtebin evinde, efendisi öldürülmüş olarak bulunulsa; o, efendisinin diyetini tazmin eder. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Efendisinin evinde öldürülmüş olarak bulunan bir köle için Mr şey gerekmez.

Âlimler şöyle buyurmuşlardır: Bu, kölenin üzerinde borç olmadığı zaman böyledir. Fakat, borcu varsa, efendisi onun az olan kıymetini tazmin eder. Muhıyt'te de böyledir.

Keza, bir köle, bir cinayet işledikten sonra, efendisinin evinde öldürülmüş olarak bulunsa, mes'ele yukardakinin aynıdır. Zahîriyye'de de böyledir.

Ticarete izin verilmiş bir kölenin evinde, öldürülmüş bir adam bulunsa; Şeyhu'I-İsIâm, Şerhi'nde: "Eğer, köle borçlu değilse, efendi­sine yemin,verilir. Kıyâsen de, istihsânen de âkilesi diyeti öderler. Kğer köle borçlu ise, İmâmeyn e göre cevap aynıdır.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre de bu istihsandır. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adam, kendisinin izinli kölesinin evinde öldürülmüş olarak bulunursa; yemin ve diyet kölenin âkilesine aittir. Köle, isterse izinli olmasın, yine böyledir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Rehin bırakılmış bir köle, rehin verenin veya rehin alanın evinde öldürülmüş olarak bulunursa; onun kıymetini, ölü olarak bulunduğu evin  sahibi,  kendi   malından   öder;   âkilesine bir  şey  gerekmez. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Maktul, şehâdeti kabul edilmeyen bîr kimsenin evinde bulunur veya bir kadın, kocasının evinde öldürülmüş olarak bulunursa; burada yemin vermek de, diyet de vardır. Verasetten de mahrum olunmaz. Serahsî'nin Muhiytı'nde de böyledir.

Şehirde, bir adam, bir kadının evinde öldürülmüş olarak bulunur, o kadının, orda aşiretinden kimse olmazsa; bu kadına elli defa yemin verilir. Sonra da, onun diyeti, kadının yakın akrabasına taksim edilir.

Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavlidir.

İmâmeyn'in son kavilleri de budur. Mebsûl Şerhi'nde de böyledir.

Şayet, orda aşireti varsa; onlara kadın da dahil olmak üzere yemin verilir. Kifâye'de de böyledir.

Öldürülmüş adam, kadının köyünde bulunursa;İmâm Ebû Hanî­fe (R.A.) ile İmâm Muhammedi (R.A.)'e göre, yemin tekerrüren kadına âit olur. Diyet ise âkilesine âit olur. Âkilesi de neseben en yakını olanıdır. Müteehhirîn âlimlerimiz: "O kadın da âkilenin içine dâhil olur." buyurmuşlardır. Kâfî'de de böyledir.

Bi'1-icma, bir sabînin evinde, öldürülmüş olarak bulunan kimse için, sabîye yemin ettirmek yoktur. Diyanet ve yemin onun âkilesine aittir.

Yine bi'1-icma, mecnûnun evinde bulunan maktul için de, mecnuna yemin ettirilmez. Onun âkilesine yemin ettirilir. Diyeti de onlar öderler. Zehıyre'de de böyledir.

Bir köyde veya yetimler yurdunda, bir maktul bulunduğunda; eğer onların içinde büyük olanı varsa; ona yemin ettirilir. Diyet ise, onların âkilesine aittir.

Şayet, büyük kimse yoksa, yemin de diyet de akiklerine aittir. Serahsî'nîn Muhıytı'nde de böyledir.

Bir zimmînin evinde bulunan maktul için, elli defa yemin ettirilir. Eğer yemin ederse ve âkilesi varsa, diyetini onlar Öderler; yoksa, kendi malından ödenir. Zehiyre'de de böyledir.

Maktul, bir adamın oğlu ile kızının evinde bulunursa; onlar diye­tini yarı yarıya öderler.

Şayet, onlardan her birisi iddia ederek, "diğerinin öldürdüğünü" söylerlerse; oğlanın, üçte bir diyeti, kızın âkilesine vermesi gerekir. O kızın da diyetin üçte birini, oğlanın âkilesine veçmesi gerekir. Kiz için, kardeşinin âkilesine, altıda bir düşer.

Şayet, oğlan, "onu, bacısının kocasının öldürdüğünü" iddia ederse; ona bir şey gerkmez. Hızânetü'l-Müftin'de de böyledir.

Mecmûu'n-Nevâzil'de şöyle zikredilmiştir:

Bir kimse, oğlunun evinde bir maktul bulur ve o maktul, ölmeden yaralı iken: "Beni filan öldürdü." derse; o oğlanın âkilesi, diyetten beri olur (= kurtulur).

Bir müsafir, müsâfir oîduğu evde öldürülmüş olarak bulunursa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, ev sahibi diyetim tazmin eder.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ise: "Eğer, müsâfir, yalnız başına o eve inmişse; ev sahibine yemin de, diyet de yoktur. Şayet karışık olarak gir-dilerse, yemin de, diyet de gerekir." buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, başka vârisi olmadığı hâlde, bir tek olan vârisinin evinde öldürülmüş olarak bulunsa onun âkilesi için yapacak şey yoktur. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir adam, akan suda öldürülmüş bir adam bulur ve ş£yet nehir, Fırat Nehri gibi büyük bir nehir olur ve o dâr-i harbden geliyorsa; adamın kam heder olmuştur.

Şayet dâr-i İslam'dan geliyorsa, diyetini beytü9l-mâl öder. Eğer, su az olurda, onu götüremezse; bulunduğu yere sesi duyulacak kadar yakın bir köy varsa; diyeti onlara âit olur; değilse, beytü'l-mâldan ödenir.

Şayet, ölünün bulunduğu yer, bir kanalsa; o kanalın sahiplerine yemin ettirilir ve diyetini de onlar (yâni âkileleri) öderler. Zehıyre'de de böyledir.

Küçük kanalla, büyük nehir arasındaki fark şüf*asından anlaşılır. Her kanal, bir şüf'aya sahiptir.

Şayet, kanal küçük olursa, onun şüfası bulunur. Şüf ası olmayan nehir ise, büyük nehir sayılır. Fırat, Seyhun ve benzerleri gibi... Fetâvâyi Kâdîhânda da böyledir.

Bir gemide, bir maktul bulunursa; o gemide kim varsa (sahibi olsun, kaptanı olsun, yolcusu olsun, personeli olsun, kim olursa olsun) cümlesine yemin ettirilir ve diyeti onlara ödettirilir.  Hidftye'de de böyledir.

Bir hayvanın üzerinde, öldürülmüş birisi olur ve o hayvanı süren veya çeken yahut o hayvana binmiş bir kimse daha bulunursa; o maktu­lün diyeti, -mahalle ehline değil- o adama aittir.

Süren, binen ve çeken üçü de beraber bulunurlarsa; maktulün diyeti, üçüne âit olur; hayvan sahibine âit olmaz.

Bu eve benzemez.

Şayet, o hayvanın yanında hiç kimse bulunmazsa; o takdirde diyet hayvanın bulunduğu mahalle halkına âit olur. Tebyîn'de de böyledir.

Eğer, bu hayvan, üzerinde öldürülmüş adam olduğu hâlde, iki köyün arasında gidiyorsa; o hayvana en yakm olan köy halkına yemin verilir ve diyeti onlardan alınır.

Bazıları: "Şayet, olduğu yerden köye sesi duyulursa; bu böyledir; değilse, köylülere bir şey gerekmez.'' demişlerdir. Kâfi'de de böyledir.

Tenha bir yerde öldürülmüş bir adam bulunur ve oranın da sahi­pleri olursa; onlara yemin ettirilir ve diyeti alınır.

Şayet, o yere sahip çıkan yoksa, sesinin duyulacağı bir şehir varsa, diyeti onlara aittir; onlara, yemin de ettirilir.

Sesi duyulacak gibi değilse; o yerden de müslümanlar odun kesme ot biçme gibi faydalanıyorlarsa, diyetini beytü'1-mâl öder.

Şayet, o yer müslümanların hiçbir fayda temin etmedikleri bir yerse; o maktulün kanı heder olmuştur.

Çölde öldürülmüş olan da böyledir. Serahst'nin Muhıyü'nde de böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir köprü üzerinde, bir adam öldürülmüş olarak bulunursa; onun diyeti beytü'1-mâle aittir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir haymede veya çadırda bulunan öldürülmüş bir zatın diyeti, orda sakin olanlara aittir. Onlara yemin de ettirilir.

Şayet öldürülen şahıs, haymede, çadırda değil de hariçte ise, oraya da muhtelif kabileler gelip gidiyorlarsa; ölenin bulunduğu zaman, orda olan kabileye yemin ettirilerek, diyeti ödetilir.

İki kabile arasında ise, en yakınında olanlar mes'ûldürler.

Eğer her ikisi de müsavi uzaklıkta iseler; diyeti ikisi müştereken öderler. Tebyîn'de de böyledir.

Kabileler karışık şekilde konaklarlar ve onların birinin çadırında da, öldürülmüş bir kimse bulunursa; o çadır sahibi diyetini öder.

Şayet, çadırın haricinde bulunursa; onların tamamı tazminatta bulunurlar. Muhıyt'te de böyledir.

Şayet, asker olan bir adamın yerinde olurlarsa; onlara yemin Verilir. Ve diyetini öderler. Seratasî'nin Muhrytı'nde de böyledir.

Askerler, düşmanlarla karşılaşırlar ve aralarında birisi ölü olarak bulunur ve katili belli olmazsa; yemin vermek ve diyet gerekmez.

Keza, iki müslüman topluluk karşılaşır; fakat, onlardan bir bağilerden, âsilerden; ikincisi ise âdillerden meydana gelmiş olurlar ve adi ehlinin arasında, katili meçhul birisi bulunursa; diğerlerine yemin ve diyet gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Zindanda bir maktul bulunsa; diyeti beytülmâle aittir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre ise, onun diyeti, zindan ehline aittir. Onlara yemin de ettirilir. Hidâye'de de böyledir.

Kitlenmiş ve boş bir evde, öldürülmüş bir adam bulunursa; o evin âkilesine yemin verilir ve diyet gerekir.

Bu, üç İmamımızın da kavlidir. Muhıyt'te de böyledir. En doğrusunu Allahu Teâlâ bilir. [37]

 

16- ÂKILELER

 

Muâkale   kelimesi,   ma*kûlenin   cem'idir   ve   diyet,   karşılık demektir. Hidâye'de de böyledir.

Âkile diye,  diyeti  verene  derler.  Diyete,  akl  diye de isim verilmiştir. Çünkü, o akan kanların bedeli - karşılığıdır. Kâfî'de de böyledir.

Erkeğin âkilesi (=   diyet vericisi) bize göre,  erkeğin baba yönünden acsabesidir. Muhıyt'te de böyledir.

Dîvan ehli, isimlerini askerlik defterine yazdıran askerlerdir. Hidâye'de de böyledir.

Eğer katil, divan ehli bir gazi ise ve askerlikten rızıkiamyorsa; diyeti âkilesi ne aittir.

Eğer yazıcı ise ve onunda askerlikten rıziklandığı varsa; onun âkilesi de divandan rızıkiamyorsa; bir birlerine yardımlaşırlar.

Eğer divanı yoksa, onun âkilesi, onun yardımcılarıdırlar.

Şayet yardımı, hudud kapısında ise, o da üzerlerine hamledilir. Eğer yardım köy ehlinden ise, onun yardımı da onların Üzerine hamledilir. Muhıyt'te de böyledir.

Hulâsa: Bazısının emriyle, bazısına yardımlaşmaya itibar edilir.

Şayet mahalle ehli veya sokak ehli yahut köy ehli veya aşiret ehli olanlardan birine, bir musibet dokunursa; onun ihtiyacını, hep birlikte karşılarlar.

Onlar, o adamın âkilesi olmuş olurlar.

Ancak, onun divan ehlinden, aşiretinden, mahallesinden, sokağından yardımcıları varsa; divan ehli olanlar yardıma en evlâ olan­lardır.

Şayet divan ehlinden yardımcıları yoksa, aşireti evlâdır.

Sonra mahalle ehli; sonra da. sokak ehli olanlar evlâdır. Zehıyre'de de böyledir.

Eğer ba'zılan ba'zılanna yardım etmezlerse; onun âkilesi, baba tarafından olan yakınlarıdır. Muhıyt'te de böyledir.

Diyet, onlara üç senede ödemek üzere taksim edilir.

Onların her birinden, her senede bir dirhem; veya bir dirhem + (birde) dirhemin üçte birisi alınır. Bunlara, üç senede, üç dirhemden fazlası veya dört dirhemden fazlası ödetilmez.

Şayet kabilesi az olup, onların hisselerine fazla düşecek olursa; -neseben- diğer, kabileler de ilâve edilir; yakını, yakınının yakını, kardeşlik asabâtı, sonra oğulluk asabeleri, sonra amca asabeleri, sonra amca oğullan ilâve edilirler... Babalar ve oğullara gelince, bazıları: "Bunlar da ilâve edilir." dediler; bazı âlimler de: "Bunlar dahil olmaz." buyurdular. Kâfî'de de böyledir.

Koca, karısının âkilesi değildir.

Keza, karısı da, kocasının âkilesi değildir. Oğul ananın âkilesi değildir.

Ancak, kadının kocası, babası cihetinden yakmı olursa; (amcasının oğlu olması gibi) o takdirde, âkilesi olur. Muhıyt'te de böyledir.

Bundan sonra, katil âkileden birisi olursa; bize göre, ona da diyetten diğerleri gibi hisse isabet eder. Mebsût'ta da böyledir.

Kadınlar ve çocuklar için, maktulün yerine diyet verme görevi yoktur. Kâfî'de de böyledir.

Kölelerden, cariyelerden ve mecnunlardan da, bu diyet alınmaz. Muhıyt'te de böyledir,

Şayet, âkile: "Hissemize dört dirhemden fazla isabet etti." derse; o fazlalık dîğer yakınlarına havale edilir. Serahsî'nin MuhiytTnde de böyledir.

Bâdiye ehlinden birisi, bir şehre iner ve onun, orda misafir olacağı bir yeri bulunmadığı gibi, aşireti ve yardımcısı da olmazsa; İmâm Ebû Hanife  (R.A.): "Cinayetinin karşılığı, onun   malından   alınır.'* buyurmuştur.

Aşireti ve divanı olmayanlar böyledirler. Zahirü'r-rivayede ise, beytü'1-mâl, bunların diyetim öder. Fetva da bunun üzerinedir.

el-Asi'da şöyle buyurulmuştur:

Beytü'1-mâl, vârisi olmayan kimsenin mirasını alır. Katili bilin­meyenin de, diyetini öder.

Sahih olan da budur. Nihâye'de de böyledir.

Şemsirl-Eimme el-Halvânl, şöyle buyurmuştur: Mütaahhirûn âlimleri ihtilaf eylediler: Bazıları: "Acem için âkile

yoktur." buyurdular; bu, Fakiyh EbÛ Bekir ve Ebû Ca'fer el-Hİndüvanî'nin kavilleridir. Zira acem, ensâbını muhafaza edemez. Ve onlar, aralarında yardımlaşma yapmazlar.

Bazı âlimler de: (tAcem için de, -bir kısmı diğerlerine yardım eylediği için- âkile vardır." buyurmuşlar ve: "Hatâen, birisi bir cinayet işlerse; katilin mahallesinin veya sokağının, onun diyetini ödemesi gerekir. *' demişlerdir...

Bu da, Şemsü'l-Eimme el-Halvânî'nin ve birçok âlimlerin kavlidir.

Şeyhu'1-îmâm Zahfrüddln'in üstadı, Fakiyh Ebû Ca'fer'in kavlini -birbirlerine yardımlaş tıkları, ilim talebinde bulundukları ve emsali gibi şeylerden dolayı almıştır.

Yardımlaşma olmayınca, başkasından da yardım talebi gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir şehir halkı, -her şehrin kendi divânı varsa- diğer şehir halkına âkile olmazlar.

Şayet, evleri birbirine yakınsa, o şehir halkı, diğerinden daha evlâ olur. Hidâye'de de böyledir.

Ana-baba  bir  olan   iki   kardeşin  birinin   divanı   Basra'da; diğerininki Küfe1 de olsa, bunlar birbirinin âkilesi olamazlar. Ancak, divanları bir yerde olursa, o zaman âkile olurlar. Mebsût'ta da böyledir.

Bir adam, hatâ ile öldürülür ve bu durum mahkemeye intikal etmeden seneler geçer; sonra mahkemeye düşer ve hâkim katile diyet hükmü verirse; o, bu hükümden itibaren, üç sene içinde ödeme yapar.

Bir adamın âkilesi, rızık sahibi olursa; onun erzakına diyet hük­medilir.

Hüküm verilmeden bir ay önce rızkı elinden çıkıp bir şey kalmazsa;  ondan diyet alınmaz.

Hüküm verildikten bir ay sonra rızkı elinden çıkarsa; -hissesi kadar-ondan diyet alınır. Ve duruma bakılır: Eğer nzıklan her ay çıkıyorsa, her ay üçte bir diyetin, altıda birinin yansı (= on ikide biri) alınır. Muhıyt'te de böyledir.

Şayet, hâkimin hükmünden bir gün veya bir kaç gün sonra çıkarsa; hissesi her ay alınır.

Eğer nzıklan aydan aya çıkıyorsa; atıyyelerini, -rızıklannın haricinde- senelik diyet olarak öderler. Kâfî'de de böyledir.

Rızık ile atâ arasındaki fark:

Rızık: İnsanlar için, beytü'l-malden Verilen hisseye derler (ki bu herkesin ihtiyacı ve kifayet miktarı her ay ve her günlük olarak taksim edilir.).

Atâ ise, senelik olarak takdir edilir, thtiyaç ve kifayet için olmaz.: Din hususunda yardım için olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Katil, Kûfe'li olur ve onun için atâ da bulunur ve bir sene geçene kadar, onun âkilesi borcunu -onun divanı Basra'ya havale edilsin diye-ödemezse; işte o zaman, Basra ahalisinden olan âkilesi; onun diyetini öderler. Mebsût'ta da böyledir.

Diyetin, Kûfe'deki âkilesine, üç seneye kadar ödemesine hükme­dilip, diyetinin üçte biri de alınır veya alınmaz; sonra, onun ismi Basra'nın divanına havale edilirse; onun borcunu, yine de Kûfe'deki divana göre, âkilesi Kûfe'de Öderler. Ancak Basra'dan bir ata' alırsa; ondan hissesi kadar alınır. Muhıyt'te de böyledir.

Katilin meskeni Kûfe'de olur ve onun için, atâ bulunmaz ve hatâen öldürdüğü adam için de -Basra'da mekan tutana kadar- hüküm verilmezse; o zaman, diyeti Basra'daki âkilesine âit olur.

Şayet, Kûfe'de hükmedilmiş olsaydı; onlardan Basra'ya intikal etmezdi.

Keza, katilden sonra, hükümden evvel; divanı Basra'ya lâhık olursa; divan ehline hükmedilir.

Eğer bâdiye âkidesinin üzerine, hükümden sonra olursa; onlar da tahavvül eylemez. Kâfî'de de böyledir.

Bir bedevi, yerli insanlardan birini hatâen öldürürse; o bedevinin, diyet olarak yüz deve vermesi gerekir. Kavmi kabilesi toplanır ve onlara Öldürülenin velîsine yüz deve vermeleri emredilir. Noksan kalırsa, bel­deleri onu tamamlar. Muhıyt'te de böyledir.

Bâdiye ehlinden bir adam,' bir cinayet işlediğinde, onun hükmü; imâm onu ve kavmini tiakledip, ehl-i ata* kılana kadar verilmesi ve onların atıyyeleri de dinarlar olur ve sonra da bu da'vâ hâkime çıkarılırsa; hâkim diyeti dinarlar olarak hükmeder; deve olarak hük­metmez. Zabîriyye'de de böyledir.

Şayet, hâkim ona yüz deve hükmeylemiş olsaydı da, sonra, onu imâm atıyyeye çevirseydi; kavmini de aynı şekilde ehli ata' yapsaydı; o, dinarlarla develeri alırdı. Daha Önce verdikleri varsa, onu, yüz deveye tamamlardı.

Şayet, deve verememişse; atıyyelerinden, diyeti dinarlar olarak verirler. Develerin kıymeti ister az olsun, ister çok olsun farketmez. Mebsût Şerhi'nde de böyledir.

Şayet, atâ ehli, Kûfe'de olmuş olur; bir adam da cinayet işler hâkim de onun âkilesine hükmeder; sonra da onun kavmi, bâdiye ehlinden bir kavme ilhak eder veya şehir halkma ilhak ederse; onlar, bunlarla birlikte âkile olmazlar. îster hüküm verilmiş olsun, isterse olmasın farketmez. Zabîriyye'de de böyledir.

Bir adam, "hatâ ile adam öldürdüğünü" ikrar eder ve bu hâkime haber verilmeyip, tender sonra söylenirse; hâkim, onun kendi malından olmak üzere, üç sene içinde diyet vermesine hükmeder. Şayet katil, cinayet sahibini doğrular; "hâkimin, filan yerde, Kûfe'deki âkilesine hükmeylediğini" de beyyineler; âkilesi de bunları yalanlar; onun da ata'dan başka malı olmaz ve ancak onlarla birlikte atıyyesi olursa; o takdirde, hissesi kadariyle hükmedilir. Kâfî'de de böyledir.

Kati hususunda âkileye karşı beyyine getirmek, kendisine diyet gereken  şahsa  aittir.   Âkilenin yokluğunda,  onun  beyyinesi  kabul edilmez. Zabîriyye'de de böyledir.

Bir   adam,   hâkimin   huzurunda   "filan   adamı,   hatâ, ile, öldürdüğünü"  ikrar  eder;  öldürülenin  velîsi  de beyyinesiyle,  onu doğrularsa; bu şehâdet kabul edilir ve âkile üzerine diyet hükmedilir.

Kendisine karşı kati iddia olunan ikrarı, beyyinenin kabulüne mâni olmaz.

Zira beyyine, da'valımn ikrarından daha sağlamdır.

Ve, bunun benzeri çoktur, fetâvâyi KâdShan'da da böyledir.

Şayet Öldürülen şahsın velîsi, ikrardan sonra: "Ben, bir beyyine bilmiyorum" ve, hâkime: "Bana, onun malından hükmeyle." derse: o zaman, hâkim ikrar edicinin kendi malından hükmeder.

Sonra da cinayetin velîsi beyyine temin eder ve âkilesine havaleyi murad ederse; bu doğru olmaz. ~

Şayet, velî, hâkime: "Hükümde acele etmeyiniz. Ben, beyyine geti­rebilirim." derse; hâkim, hükmü te'hir eder.

Sonra da velî beyyine ibraz edersem hâkim o zaman âkilesine karsı hükmeder. Mebsût'ta da böyledir.

Azâd olunan  şahsın âkilesi, efendisinin kabilesidir. Mevle'l-müvâlat ve kabilesi, onun âkilesidir. Kâfî'de de böyledir.

Hür bir kadın, Temim Oğullarının mevlâtı olur; kendisi de Hemedanlı bir adamın nikâhı altında bulunur ve bir oğlu olursa; o çocuğun âkilesi anasırım âkilesidir.

Şayet, bu çocuk bir cinayet işlerse; hâkim, babası azâd edilinceye kadar, anasının âkilesine hükmeylemez.

Hâkim, babası tarafı olan efendilerine hükmeder.

Şayet, anası, bir cinayet işlerse; hâkim, onun âkilesi tarafına, tahvil eder (= çevirir). Kocasının âkilesi tarafına havale eylemez.

Keza, çocuk, babası azâd edilmeden önce, bir kuyu kazar; sonra da oraya bir adam düşüp ölür; bu ölüm de babanın azad edilişinden sonra meydana gelirse; bu durumda da'vâcı, cinayet işleyen baliğ ise ananın âkilesini da'vâ eder. Eğer sabî ise, o takdirde, âkilesi babasıdır. Mebsût'ta da böyledir.

Bir harbî müslüman olduğunda, dar-i islam'da iki müslüman ona vâlî olurlar; sonra da o adam, bir cinayet işlerse; ona vâlî olanların âki­lesi, onun da âkilesi olurlar. Cinayetten sonra da velâlannı tahvil etti­remezler. Hatta o adamın babası esir edilir; oğlu da onu satın alıp, azad ederse; bu durumda o, oğlunun velâsını çeker.

Sonra da babasının mevâlisine bir şeyle müracaat edilmez. Mebsût'ta da böyledir.

Bir zimmî müslüman olur ve ona hiç kimse vali olmaz ve o hatâen bîr adam öldürür ve bir adam ona vali olana kadar, hükmedilmezse; o vali de temim oğullarından olur; bu şahıs sonra bir cinayet daha işlerse; her iki cinayetin diyetini de beytü'1-mâl öder. Ve müvâlât bâtıl olur. Zahîriyye'de de böyledir.

Şayet, o adam, bir kuyu kazar; sonra da bir adam ona velî olur; bilâhare de, o kuyuya birisi düşerse; diyet, o valinin malından ödenir. Bu durumda beytü'1-mâl, onun âkilesi olmaz (diyetini ödemez).

Bu, şu mes'eleye muhaliftir: Hatâ ile bir ok veya bir taş atsa; o isabet etmeden Önce de bir adamla akidleşse; sonra da attığı şey, atılana dokunup, onu öldürse; işte onun diyetini, beytü*I-mâl tazmin eder. Serahsî'nın Muhiytı'nde de böyledir.

Müslüman bir kadının efendisi, Temim Oğulları olur; bu kadın da bir cinayet işler veya bir kuyu kazar ve cinayeti için hüküm verilmeden önce de, o kadın, irtidad ederek, dâr-i harbe gider; sonra da esir edilir ve Hemedanlı bir zat onu azâd eder; daha sonra da o kuyuya bir adam düşüp ölürse; o cinayet, Temim Oğullarına hükmedilir. Mebsût'ta da böyledir.

Şayet, bâdiye ehlinden bir adam, yola bir kuyu kazdıktan sonra, hükümdar, onu bâdiyeden şehre nakleder ve badiye ehlini, ayrı ayrı şehirlere iskân eder ve onlara atıyyeler verir; bilâhare de, o kuyuya bir adam düşüp ölürse; bu durumda diyet, kuyuyu kazan şahsın, o adamın kuyuya düştüğü zamandaki âkilesine aittir. Zahîriyye'de de böyledir.

Atıyye ehli iken kuyuyu kazmış, sonra da hükümdar, atıyyeyi bâtıl (= geçersiz) etmiş olur (yâni vermez) ve o adamı, uzun zaman onlar, onun âkilesi olan nesep sahiplerine geri yollar; daha sonra da bir adam, o kuyuya düşerek ölürse; diyet onun, kendisine vacip olduğu günkü âkilesine âit olur. Mebsût'ta da böyledir.

Lâ'netleşme çocuğunun âkilesi, anasının âkilesidir. Sonra da, babası onu iddia ederse; bu defa da hâkimin, o çocuğa babaya hük­metmesinden itibaren üç yıl içinde âkilesi babası tarafına dönüşür.

Keza, bir mükâtep, kitabet bedelini öderken Ölür ve bunun hür bir oğlu olur; oğlu da hür olan bir kadından doğmuş; o kadının mevlâsı da Temim Oğulları olur; bu mükâtep de Hemedanlı olursa; çocuğun âkilesi, anasının âkilesidir. Sonradan, babası kitabet bedelini öderse; o zaman, çocuğun âkilesi baba tarafına geçer.

Keza, bir adam, bir sabîye "bir adamı öldürmesini" emreder; oda, onu öldürürse; bu çocuğun âkilesi, diyeti tazmin ederler.

Sonra da, -bu işin böyle olduğu beyyine ile sabit olursa- emredenin âkilesine müracaat ederler. Eğer bu iş, ikrar ile sabit olursa; o takdirde, tazminatta bulunanlar, -hâkimin hüküm verdiği günden itibaren- üç sene içinde, o şahsın kendi malına veya âkilesine müracaat ederler. Kâfî'de de böyledir.

îşin başlangıcında toplanırlar ve hâkim, çocuğun âkilesine hük­meder ve onun âkilesi de emredenin âkilesi olursa; cinayet sahibi çocuğun âkilesinden aldığı zaman, sabinin âkilesi de, emredenin âkile-sinden alırlar.

Şayet, lâ'netleşme sonunda doğan bir oğul, hatâ ile bir adamı öldürür; hâkim de hükmünü, anasının âkilesinin üzerine verir; onlar da üçte birini öderler; sonra da çocuğun babası, o çocuğu iddia eder ve hâkim, çocuğu babasına hükmederse; bundan sonra, geride kalan üçte iki diyeti,   baba   tarafının   âkilesi   öder.   Ana   tarafının   ödediğini ödemezler. Onlar da müracaatta bulunamazlar. Mebsût'ta da böyledir,

Müslüman, kâfire âkile olamaz. Kâfir de müslümanın âkilesi olamaz.

Kâfirler, -her ne kadar milletleri muhtelif olsa bile- kendi ara­larında birbirlerinin âkilesi olurlar. Muhıyt'te de böyledir.

Âlimler şöyle buyurmuşlardır:

Bu, aralarında açık bir düşmanlık olmadığı zaman böyledir. Aksi takdirde, aralarında düşmanlık bulunan yahûdî ve hiristiyanlar birbi­rinin âkilesi olamazlar.

Bu kavil İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'dan rivayet edilmiştir. Kâfî'de de böyledir.

Hiç bir dine bağlı olmayan bir kimse; cinayet işlerse diyet kendi malından ödenir. Şayet dini var da, âkilesi yoksa; diyet onun da kendi malından ödenir. Beytü'l-mâlden ödenmesi gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Hata ile adam öldüren bir şahsın âkilesi yoksa; diyet, kendi malından ödenir.

Kasden öldürdüğü zaman da diyet gerekiyorsa; kendi nefsî malından ödenir. Nefis (can) ve hatânın haricinde olan cinayetleri, âki­lesi öder.

Nefis hususunda, şibh-i amd yoluyla işlenen cinayetin diyetini de; katilin âkilesi öder.

Bunun dışında olanlar, tam diyete ulaşıyor ise, caniye aittir. Hulâsa'da da böyledir.

Âkileler onda birin yarısından az olan diyetleri ödemezler. Çoğu zaman onda birin yarısını öderler. Kâfî'de de böyledir.

İkrar ile olur veya mal mukabili anlaşma yapılırsa; -ister, yara­lama olsun; ister öldürme olsun- diyetini cânî kendisi öder. Âkilesi ödemez.  Kölenin diyet  borcunu  ise  efendisi   öder.  Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.

Efendinin âkilesi, onun kölesinin, müdebberinin, ümm-ü veledinin diyet borcunu, ödemezler. Efendi, kendisi öder. Mebsût'ta da böyledir.

Sadece  cânînin  itirafı  ile,  âkile  diyet  Ödemez;   ancak  onu doğrularlarsa; o zaman öderler. Hidâye'de de böyledir.

Hükümeti adl'e gelince: Eğer suç, yaralamadan dolayı gereken diyetten aşağı ise veya âkilenin taşıyamıyacağı kadarsa; o zaman lâzım gelen karşılıktır.

Bundan fazla olursa, bu hususta âlimlerimizden bir rivayet yoktur. Müteahhirîn âlimleri bu hususta ihtilaf eylemişlerdir. Şeyhu'l-îslâm, şöyle buyurmuştur: Sahih olan; âkilenin taşıyamıyacağı kadar ağır olursa, hükümeti adi gerekir.

Mufassal isimli kitabda ise: "Âkilenin taşıyamayacağı kadar olursa, bunda ihtilaf yokdur." denilmiştir. Muhıyt'te de böyledir.

Hangi diyet olursa olsun, hatâ ile, şibh-i amd veya kasden ölüm ise, diyeti üç sene içinde ve her sene üçte biri ödenir.

Keza, bir adam, ikrar ederek: "Hatâ ile adam öldürdüpnü" söylüyorsa; diyeti kendi malından olmak üzere, üç senede ödenir.

Şayet, anlaşma yaparlarsa peşin de ödenebilir; vadelide ödenir.

Kudûrf, şöyle buyurmuştur:

Âkileye vacip olan diyet veya cânînin malından ödenecek diyet parçaları, üçte bir olarak, her sene Ödenir. Ve üç senede tamamlanır,

On kişi, hatâ ile bir adamı öldürseler; âkileleri onda bir diyeti, üç senede öderler.

Keza, kasden öldürseler de, öldürenin birisi, öldürülenin babası olsa, her birine kendi mallarında, -onda birir- üç senede öderler. Zehiyre'de de böyledir.

Diyetin üçte biri veya daha azını icabettiren işlerde, bir senede; üçte birden fazla olursa, -üçte ikiye kadar- iki senede; tam diyet olursa, üç senede ödenir. Hidâye'de de böyledir.

En doğrusunu bilen Allahu Teâlâ'dır. [38]

 

17- CİNAYETLER HUSUSUNDA ÇEŞİTLİ MES'ELELER

 

Hişâm'm Nevâdiri'İnde İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

Bir adam, öldürülür; diğer bir adam da gelerek, "onun, kendi kölesi olduğunu" iddia eder ve beyyinesi de olur; şahitler, şehâdette de bulunsalar ve: "Bu, bunun kölesidir ve onu azad eylemiştir. O, bu gün için hürdür." derlerse; şayet öldürülen adamın vârisleri olur ve o kasden öldürülmüş bulunursa, kısasla; hataen öldürülmüşse, diyetle hükme­dilir.

Şayet vârisi yoksa, efendisi, kasden de olsa, hatâen de olsa, kıyme­tini diyet olarak alır. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerini kasden yaraladıktan sonra, yaralı kendi nefsi üzerine şâhid tutarak, "kendisini filânın yaraladığını" söyler; sonra da o yaradan Ölürse; bu şehâdet sahih olur mu?

Âlimler şöyle demişlerdir:

Burada, iki vecih vardır:

Onun yaraladığı insanlar tarafından bilindiği gibi, bunu hâkim de biliyor olabilir.

Veya, bu durum bilinmiyor olabilir.

Şayet biliniyorsa, yaralının şahitlerine itibar edilmez. Ve bu sahih değildir.

Durum bunun aksine ise, o takdirde, onun şahitlerinin şehâdeti şahindir.

Bundan sonra, vârisler, "filan yaraladı.' diye beyyine ibraz etseler bile bu beyyineleri kabul edilmez. Zehıyre'de de böyledir.

Bir adam, yaralanınca: "Beni filan öldürdü." der; sonra da ölür; vârisleri de, başka birinin yaraladığını isbât ederlerse; onların beyyinesi kabul edilmez.

Bir adam, yaralanınca: "Beni filân öldürdü." der; sonra da ölür; oğlu da, "ona, yanlışlıkla diğer oğlunun yaraladığını" beyyinelerse; bu beyyinesi kabul edilir. Zahîriyye'de de böyledir.

İki süvari bir biri ile çarpışıp; ikisi de ölür ve bu hatâ ile olursa; ikisi de hür kimselerse; her birinin diğerine diyet vermesi gerekir ve, bu diyetleri, âkilden, bir birine verirler.

Bu istihsandır.

Şayet, bunların ikiside köle iseler; efendilerine karşı bir şey yapmak gerekmez.

Eğer biri hür, diğeri köle ise, işte bu durumda, hür olarak ölenin âkilesi, kölenin kıymetini öderler.

Hür olarak Ölenin, bu kölenin kıymetinden fazla olan hakkı bâtıl olur.

Eğer, sadme kasden yapılır ve ikisi de hür iseler; her birinin âki­lesi, diğerinin âkilesine, yarı diyet öderler.

Şayet, ikisi de köle ise, kanları heder olmuştur. Birisi hür, diğeri köle ise; hür olanın âkilesi, kölenin yarı kıymetini tazmin ederler. Kölenin boynunda da, hür kişinin yarı diyeti vardır.   .

Binici arkadan gelip; önden gidene çarpsa da bu cani kendisi ölse; önden gidene tazminat gerekmez.

Şayet, Önden giden Ölürse; tazminat arkadan gelene aittir.

îki gemide de durum aynıdır. Fetâvâyi Kâdîhânda da böyledir.

îki atlıdan biri duruyor; diğeri yürüyor iken, bunlar çarpışınca keza, iki yaya böyle çarpışınca; durana tazminat gerekmez. Her iki hâlde de yürüyene tazminat gerekir. Mîras da düşer (yâni, çarpışanlar, birbi­rine vâris iseler, mîras alabilirler. Suçlu sayılan, mîrasdan mahrum edilmez). SerahsTnin Muhıyü'nde de böyledir.

iki gemi, biribiri ile çarpışsa; -tazminat, çarpılana değil de çarpanın kaptanına âit olur. Hızânetü'I-Müftîn'de de böyledir.

îki adam, bir ipi çektiklerinde, bu ip kopar ve ikisi de düşüp ölür­lerse; İmâm "Her ikisi de başlarının üzerine düşüp ölmüşlerse, her iki­sinin de kanı heder olmuştur. Şayet, yüz üzerine düşmüş ve ölmüşlerse, her ikisinin de âkilesi, diğerinin âkilesine diyet öderler.

Şayet, biri kafasının üzerine; diğeri de yüzü üzerine düşmüşse; kafası üzerine düşenin kam heder olmuş olur. Yüzü üzerine düşenin diyetini ise, karşı tarafın âkilesi öder.

Bir yabancı gelip ipi keser ve ikisi de düşüp Ölürlerse; onların her ikisinin diyetini de ipi koparanın âkileleri öderler. Zahîriyye'de de böyledir.

tbnü Semâa, İmâm Mutaammed (R.A.)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

Hür bir kimsenin yanında kılıç bulunur; bir kölenin yanında da asası olur ve ikisi birbirine vurunca; ikisi de ölür; hangisinin önce vurduğu da bilinmezse; hür olanın vârislerine de, kölenin efendisine de bir şey gerekmez.

Şayet, kılıç kölenin elinde, sopa hür olanın elinde olmuş olsaydı, hür şahsın âkilesi, kölenin kıymetinin yarısını öderlerdi. Hür olanın vârislerine karşı ise, efendiye bir şey gerekmezdi.

Eğer her ikisininde elinde sopa olmuş olaydı ve her biri diğerine vurup başını yarsa; sonra da her ikiside ölmüş olsa da, hangisinin daha önce vurduğu bilinmeseydi; hür kimsenin âkilesi, kölenin kıymetini, efendisine öderlerdi ve sonra da bu efendiye: "Bu kıymeti, geri -hür olanın âkilelerine-ver." denirdi.

Bu istihsândır. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerinin elini tutup çeker ve el kırılırsa; şayet musâfaha için tutmuşsa, erş gerekmez.

Eğer sıkmış da kırmışsa; elin diyeti gerekir. Zahiriyye'de de böyledir.

Şayet bir adam, diğer adamın elini tutar; diğeri de elini çeker ve çeken düşüp ölürse; duruma bakılır:  Eğer müsafaha yapmak için tutmuşsa; bir şey gerekmez.

Şayet eziyet olması için sıkmak maksadıyla tutmuş; diğeri de elini çekmiş ve bir zarar görmüşse tazminat gerekir.

Eğer eli tutanın eli kınlırsa; elini çekene tazminat gerekmez. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Bir adam, diğer bir adamı tutup diğer biri, onu öldürene kadar bırakmazsa; bu durumda -kısasen- öldüren, öldürülür. Tutan da zin­dana atılıp cezası verilir. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir adam, başka bir adamı tutar; diğer birisi de gelip, onun dirhemlerini alırsa; bize göre tazminat, dirhemleri alana aittir; tutana âit değildir. Muhîyt'te de böyledir.

Bir adam, birisinin elbisesinin üzerine oturur; o adam da bunu bilmeden kalkınca, elbisesi parçalanırsa; oturan adam, onun yarı bede­lini öder. Hızânetü'l-Müftîn'4e de böyledir.

Bir adam,  birinin yanına girer;  o adam da yanına gelenin "yastığın üzerine oturmasına" izin verir; o da oturur ve yanında içinde yağ bulunan bir şişe olur; oraya oturan da onu bilmeyerek şişeye dokunur ve yağ dökülürse; oturan zat, onu öder.

Şayet şişe, minderin altında olsa da, gelen adam, izinli olarak onun üzerine otursa; o takdirde, kınlan şişeyi ve dökülen yağı, oturan şahıs ödemez,

Şayet, gelen adamın evin üzerine oturmasına izin verse de, o da oradan, bir kölenin üzerine düşse; bu defa izin veren tazminatta bulunur.

Fakiyh Ebû'1-Leys şöyle demiştir:

Bazı âlimler: "Yastığın üzerine oturan için de tazminat yoktur." demişlerdir. Bu kıyâsa daha yakındır ve biz bu görüşü alırız. Zehıyre'de de böyledir.

Kudûrî'nin, İcârât kitabında, şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, bir topluluğu ziyafete çağırdığında; onlar, onun yaygısını tepeleyip, yastıklarının üzerine otururlar ve onlar yırtilırsa; tazminat gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Ebû Ca'fer'in Müteferrikâtı'nda şöyle zikredilmiştir:

Bir adama misafir geldiğinde; ev sahibi, ona "yastığın üzerine oturmasını" söyler; o da oturur ve onun altında da ev sahibinin çocuğu yatıyor olur da; onun oturması sebebiyle, bu çocuk ölürse; o takdirde, misafir, onun diyetini tazmin eder.

Şayet o yastığın altında köle bir çocuk olmuş olsaydı, onu tazmin eylemezdi.

Keza, yastığın altında, bir başkasının camı olsa da, o kırılsaydı, cevap sabinin cevabı gibi olurdu. Zehiyre'de de böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam: "Ben filanı öldürdüm." dese de; kasden veya hatâen olduğunu söylemese; onun malından diyet alınması güzel olur. Zehiyre'de de böyledir.

Fetvalarda şöyle zikredilmiştir: Halef şöyle söylemiştir:

Esed bin Amr'dan sordum:

  Bir adam, diğerine eliyle veya ayağıyla vurur; vurulan da o yüzden ölürse; ne olur?

îmâm şöyle buyurdu:

— Bu, şibh-i amd olur. Hasan da aynısını söyledi.

Bu, o adam ölene kadar vurulmuş olması hâlinde böyledir. Fakat, ölümüne sebep olacak şekilde değil de, yavaş yavaş vurur ve o adam ölürse; işte bu hata olur.

Ebû'1-Leys:   "Esed'in  sözü  bana  sevimli  geldi."  buyurmuştur. Muhiyt'te de böyledir.

Müntekâ'da îmânı Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurmuş olduğu rivayet edilmiştir:

Bir adam, diğerine kılıçla vurmayf kasdeder; vurulmak istenen de kılıcı tutar; kılıcın sahibi de onu diğerinin elinden çeker ve adamın par­maklarını keserse; eğer mafsallarının dışından kesmişse, çekene diyet gerekir. Eğer mafsallarından kesmişse, kısas gerekir. Zehiyre'de de böyledir.

Bir adam, diğerinin kölesini kasden öldürür; efendisi de ona:

"Seni, köleden dolayı berî kıldım." derse; o adam, diyetten beri olamaz ve onun kölenin kıymetini tazmin etmesi gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerine, -ağrıdığı için- "dişini çekmesini" söyler; söylenilen adam da, başka bir dişini çeker; sonra da, aralarında ihtilaf çıkarsa; dişinin çekilmesini söyleyenin sözü geçerlidir.

Şayet, yemin etse bile, çekenin malından diyet gerekir. Zira, bu kasden olmuş olur. Şübhe olduğu için de, diyet yerine, kısas gerekmez; kısas düşer. Gunye'de de böyledir.

Bir  adamın,  kendi  mükâtebine karşı  olan cinayeti,  caninin malından karşılanır; âkilesine âit değildir. Bu cinayet, ister nefs (= can) olsun; ister, onun haricinde bir cinayet olsun farketmez.

Cinayet başkasının mükâtebine karşı  işlenmişse;  nefse karşı olduğu zaman diyeti âkilesine aittir. Nefsin haricinde, kendi malından diyet ödenir. Muhıyt'te de böyledir.

İki kişi, hatâ ile bir adamın bir dişini kırarlarsa; mallarından diyetini öderler.

Çünkü herbirinin hissesine yaralama diyetinin haricinde, bir diyet (yâni ondan aşağı bir diyet) düşer. Gmye'de de böyledir.

Bir adam, başkasının mükâtebine karşı bir cinayet işledikten sonra,  o mükâtep,  kitabet bedelini ödeyerek,  azâd  edilmiş olursa; cinayet heder olmaz. Cani, onun kıymetini öder -diyetini değil-. Her ne kadar hür olarak ölse bile, bu böyledir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, evinde ateş yakar ve o yüzden de komşusunun evi yanarsa; tazminat gerekmez.

Şayet, normal bir yakışla yaktı ise bu böyledir. Şeyhu'l-İslâm da, böyle buyurmuştur.

Şemsü'l-Eimme Serahsî ise: "Mutlaka tazminat gerekmez." demiştir. Fûsûlü'I-îmâdiyye'de de böyledir.

Semerkant ehlinin fetvalarında şöyle zikredilmiştir:

Bir adam tennur'a (= fırına) tahammülünden fazla odun atar; oda hem kendi evini hem de komşusunun evini yakarsa; tazminat gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, oğluna "kendi tarlasında ateş yakmasını" emreder; o da yakar ve ateş komşusunun tarlasına sıçrayıp orayı yakarsa; baba, onu tazmin eder. Zira, onun oğluna emir vermesi sahihdir. Ve oğlunun fiili kendisine geçmiştir.  Bu  ise,  babası başlamış  gibidir.  Gınye'de de böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

iki şahit: "Şu adamın oğlu, filânı öldürdü." diye şehâdette bulu­nurlar; başka iki şahit de: "Bu adamın oğlu öldürdü." diye şahitlik yaparlar ve onun başka oğlunun ismini söylerler; önceki şahitlerin söylediği ismi söylemezlerse; istihsânen, ikinci oğlun diyet ödemesi gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Kenzü'r-Rüûs'da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam diğerinin kapısından içeriye bakar; ev sahibi de onun gözünü çıkarırsa; tazminat gerekmez,

Şayet başını içeri sokarak bakar; ev sahibi de bir şey atarak gözünü çıkarırsa; bi'I-icma tazminat gerekmez. Gınye'de de böyledir.

Müntekâ'da, Hasan bin Ebî Mâlik, tmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ve tmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyurduklarını rivayet etmiştir:

Baba bir, iki kardeşten birisi, "bir adamın, filan sene, kurban bay­ramında Mekke'de babasını öldürdüğünü;" idda ediyor; diğeri ise, aynı günlerde "başka bir adamın, Küfe'de, Öldürdüğünü" iddia ediyor ve her ikisinin de beyyineleri varsa; hâkim iddia olunanlara, nısıf diyet hük­meder. Onlardan her biri yarı diyet öderler. Muhıyt'te de böyledir.

Dört kişi bir adama yumruk atarlar ve o yüzden adamın bir dişi düşer;  biri de kırılır; en son vuran şahıs da bilinirse, ona diyet gerekir, değilse, onlara birşey gerekmez. Gınye'de de böyledir.

Müntekâ'da, îmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu nak­ledilmiştir:

Bir câriye, bir adamın oğlunu kasden öldürür; bu cariyenin efendisi de onu, ölen adamın babasına verir; Ölenin babası da ona cima eder de, câriye bir çocuk doğurur; sonra da, cariyenin efendisi, o adama: "Ben, onu sana öldüresin diye verdim." der; ölenin babası da: "Hayır, seninle kan bedeli olarak seninle anlaşma yaptık." derse; bu durumda, câriye efendisine geri verilir. Onun mehri de verilir ve o çocuk da köle olur. Ölenin babasının, bu durumda cariyeye karşı yapacağı bir şey kalmaz. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, bir elbisesini dürüp büker ve bir adamın başına vurup onu yaralarsa; kısas gerekir.

Şayet, vurulan şahıs, o yüzden ölürse, kısas gerekmez. Bu kısasın gerekmemesi, -müsebbibinin haricinde- ölümün sebebi ile ilgilidir.

Bunun aksine kısas gerekmemesi, müsebbibin de sebebinin bulunduğu içindir.

Demir ile vurup kırınca, kısas gerekmez.

Şayet ölürse kısas gerekir. Yani, bu yukardaki mes'elenin tam aksinedir.

Büyük bir odunla da yaralayınca, ölürse yine kısas gerekmez. Bu hâllerde diyet gerekir. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Akıllı bir sabî,  köpeğini bir başkasının koyununun üzerine kışkırtır; koyun da firar edip gider ve nereye gittiği de bilinmezse; bu sabiye tazminat gerekmez. Gınye'de de böyledir.

İki kişi, bir ağacı çektiklerinde; bu ağaç ikisinin üzerine düşerek, ikisini de öldürse; herbirinin âkilesine yarı diyet düşer.

Şayet, onlardan birisi ölürse; diğerinin âkilesi, yan diyet öder. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir adamın hayvanı, bir başkasının zirâatına girip zarar verirse; o zararı hayvan sahibi tazmin eder.

Şayet, çıkarmak istediği hayvan, başkasına aitse; onun zararını çıkaran şahıs tazmin etmez. Çıkarılan bu hayvan helak olsa bile, yine tazminat gerekmez,

Bir adam, eşeğinin bir başkasının buğdayını yediğini gördüğü hâlde, ona mâni olmasa; onun yediği buğdayı, tazmin edip etmemesi hususu ihtilaflıdır.

Sahih olanı, onu tazmin etmesi (= ödemesi)dir. Gınye'de de böyledir.

Bir adam, başka birinin kölesini, efendisinin izni olmaksızın, kendi ihtiyacı için bir yere gönderdikten sonra, o köle, çocukların oynadığını görür ve onların yanlarına kadar gider ve bir evin üzerinden, o kölenin üzerine, bir şey düşerek, köleyi öldürürse; tazminat onu gönderene aittir. Zira o köleyi gasbetmiş mesabesindedir. Hizânetü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir kimse, diğerinin husyelerine vurduğunda, onların biri veya her ikisi şişerse; hükümeti adi gerekir. Ginye'de de böyledir.

Câmiu'I-Asgâr'da şöyle zikredilmiştir:

Bir kimse, bir şey bağlamaya yarayan bir ipi gasbedip, onunla hay­vanını bağlar; ipin sahibi de, o hayvanı çözünce, hayvan zayi olursa; onu tazmin eder.

Uyûn'da, İmâm-i A'zam Ebû Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

Bir kimse, başka bir şahsın eşeğinin veya katırının ayağını yahut kuyruğunu keserse; hayvan sahibi muhayyerdir: Dilerse, o hayvanı, ona bırakıp, bedelini alır; dilerse, hayvanı kendisine bırakır. Bu durumda tazminat gerekmez.

Fetva da buna göredir. Füsûlü'I-frnâdiyye'de de böyledir.

En doğrusunu, her türlü noksanlıklardan münezzeh olan Allahu Teâlâ bilir. [39]



[1] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/457-458.

[2] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/458.

[3] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/459.

[4] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/459.

[5] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/459-460.

[6] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/460-462.

[7] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/462.

[8] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/462-463.

[9] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/464-475.

[10] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/476-480.

[11] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/481.

[12] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/481.

[13] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/482.

[14] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/482.

[15] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/482-485.

[16] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/485.

[17] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/486.

[18] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/486.

[19] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/486.

[20] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/487-490.

[21] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/490.

[22] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/490.

[23] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/490-500.

[24] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/501-513.

[25] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/514-523.

[26] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/524-525.

[27] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/526-534.

[28] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/534-536.

[29] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/536-540.

[30] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 12/541-545.

[31] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 13/5-15.

[32] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 13/16-20.

[33] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 13/21-59.

[34] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 13/60-73.

[35] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 13/74-125.

[36] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 13/126-132.

[37] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 13/133-147.

[38] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 13/148-157.

[39] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 13/158-166.