1- KEFALETİN TARİFİ, RÜKÜNLERİ VE ŞARTLARI KEFALETİN
TARİFİ
2- KEFALET LAFIZLARI KEFALETİN KISIMLARI, HÜKÜMLERİ VE
BUNLARLA İLGİLİ KONULAR
2- Nefis (= Can) Ve Mal Kefaleti
3- Kefaletten Berâet (- Kurtulmak)
Kefaletten Berâeti Şarta Bağlamak
4- BİR ŞEYE İKİ KİŞİNİN KEFİL OLMASI
Kefalet Konusu İle İlgili Çeşitli Mes'eleler
Kefalet: Bir şeyin
mutâlebesi hakkında (- istenmesi hususunda) bir zimmeti, diğer bir zimmete
zammetmektir.
Yâni, bir malın veya bir
nefsin mutâlebesi hususunda, bir kimsenin kendi zâtını, başkasının zâtına ilâve
ederek, o başkası hakkında lâzım gelen mütâlebe hakkını (= istenme hakkını)
kendisi de iltizâm ve teahhüt etmektir.
"Kefalet, borçta böyle
yapmaktır." diyenler de olmuştur. Önceki tarif esahhtır. Hidâye'de de
böyledir. [1]
Kefaletin rüknü îcab ve
kabûl'dür.
Bu, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe
(R.A.) ve İmâm Muhammet
(R.A.)'in kavillerine göre
böyledir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un
önceki kavli de budur.
Gerçekten kefalet, sadece
kefil'in bulunması ile tamamı olmaz. Kefilin mala veya nefse (, = cana) kefil
olması da müsâvîdir.
Şayet mekfûlün leh[2] (=
talip = mazmunun leh)'in veya bundan başka bir yabancının, akid meclisinde
kabulü bulunmazsa; sâdece kefilin bulunması ile kefalet işlemi tamam olmaz.
Veya, kefâslet işleminin
tamam olabilmesi için, alacaklının, mekfûlün Ieh'ten başka olan şahsa:
"Benim için, filanın nefsine kefil ol." demesi, o şahsın da:
"Kefil oldum." karşılığını vermesi gerekir.
Veya, bu sözü, bir
yabancının söylemesi gerekir. Şöyleki: "Filanın nefsine (veya malına),
filandan dolayı kefil ol." demesi üzerine, diğerinin de: "Kefil
oldum." demesi gerekir ki kefalet sahih olsun.
Mekfûlün lehinde aynı
mecliste, bu kefalete razı olması beklenir.
Kefilin, hazırda bulunmayan
şahsın rızâsından önce, nefsini kefaletten çıkarma (kefil olmaktan vaz geçme)
hakkı vardır.
Ancak, kefilin:
"Filanın nefsine (veya malına) filandan dolayı kefil oldum.''Demesibulunmadankefaletakdedilmiş
olmaz.
Meselâ: Mekfûlün leh, bir
şahsa, kefil olmasını tebliğ eder; kefil de bunu kabul ederse; bu kefalet sahih
olmaz.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ilk
kavlinden rücû ederek şöyle demiştir:
Kefalet, sadece kefilin
kabulünün bulunması ile tamam olur. Başkasından hitapvekabulbulunsunveyabulunmasın
farketmez. Muhıyt'te de böyledir.
îmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un bu
kavli üzerinde âlimler görüş ayrılığına düştüler.
Bazı âlimler:
"Tevakkuf (= durmak) vasfıyle kefalet caiz olur. Meselâ: Buna talip razı
olursa kefalet geçerli olur; razı olmazsa, bu kefalet bâtıl olur."
demişlerdir.
Bâzıları ise: "Talibin
rızası, îmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre şart değildir; kefilin kabul etmiş olması,
kefalet için yeterlidir." demişlerdir. Esahh olan da budur. Kâfî'de de
böyledir. Zahir olan da budur. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Bezzâ ziyye'de: ' 'Fetva
bunun üzerinedir.'' denilmiştir. Nehru'I-Fâık ve Bahru'r-Râık'ta da böyledir.
Mekfûlün anh[3] ( =
kendisine kefil olunulan) dan bir hitap veya kabul bulunur ve meselâ: O, bir
şahsa: "Benden dolayı, filan adama karşı, nefsime (veya malıma) kefil
ol." demesi veya bir şahsın, onun malı veya nefsi için kefil olması
hâlinde, mekfûlün anh'in kabul etmesi gibi bir hâl olursa; kefaleti istenilen
kimseden hitap ve kabul bulunması hâlinde bile, İmâm Ehû Hanîfe (R.A.) ile İmâm
Muhammed (R.A.)'e göre, bu kefalet sahih olmaz.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un
önceki kavli de böyledir.
Mekfûlün anh'in hitap ve
kabulü yok mesabesindedir.
Matlûb, hastalığı hâlinde,
vârisine karşı hitap eder ve meselâ: Birinin üzerinde bulunan borca kefil olur
ve daha sonra da, bu şahıs, o hastalıktan ölürse; kıyâsen, bu iki imamımıza
göre de, kefaleti sahih olmaz; istihsânen ise, sahih olur.
Ve bu şahıs, o hastalıktan
ölürse; kefalet hükmüne göre, kefalet borcu, —alacaklı şahıs hazırda olmasa
bile— veresesinden alınır. Muhiyt'te de böyledir.
Şayet bu kimse, terekesiz
(= hiç bir mîras bırakmadan ölürse, vârisleri,
bu kefaletborcununödenmesiiçinsorumlu tutulmazlar. Serahsî'nin
Muhıytı'nde de böyledir.
O hasta şahsın, bu sözü,
vârislerine değil de bir yabancıya söylemiş olması hâlinde âlimler ihtilâf
etmişlerdir:
Bazı âlimler: "Bu
kefalet borcunu, bu yabancının ödemesi sahih olmaz. Çünkü, bir yabancıdan,
iltizamsız, borcu-ödemesi istenilmez. Bu hususta hasta ile sağlam
müsavidir." demişlerdir.
Bazıları ise: "Bu
ödeme sahih olur. Çünkü, hasta onu nefsi için kasdederek söylemiştir. Bu
yabancı da, ohastanın emri ile borcu ödeyince; hastanın terekesine (= ölünce
bıraktığı şeylere) başvurur. Ve bu, hasta hakkında sahih olur. Kâfî'de,
Tebyîn'de, Kifâye'de, Nihâye'de ve Aynî'de de böyledir.
Evceh[4] olan
da budur. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Vârislerin, hastaya:
"Senin üzerinde bulunan bütün borçları, biz, alacaklılara
ödeyeceğiz." deseler; alacaklıların hazırda bulunmamalarından
dolayı bu sahih olmaz.
Hasta da, vârislerden bu
talepte bulunamaz.
Ancak, vârisler, bu hasta
öldükten sonra aynı sözü söylerlerse; bu kefaletleri, istihsânen sahih olur.
Fetâvâyi Kâdthân'da da böyledir. [5]
Kefaletin şartları dört
kısımdır:
1) Kefile
râcî şartlar
2) Asîl'e (=
mekfûlün anh'e) râcî şartlar
3) Mekfûlün
leh'e (= taliple, alacaklıya) râcî şartlar
4) Mekfûlün
bih'e (= kefilin ödemeyi veya teslim etmeyi kabul ve teahhüt ettiği şey'e)
râci-şartlar. [6]
Kefile râciişartlar
şunlardır:
l) Akıl
2) Bulûğ
3) Hürriyet
Sabînin (= çocuğun) ve
mecnûnun (= delinin) kefil olmaları vt akdi yapmaları caiz değildir.
Ancak velî, yetimin
nafakası hakkında borçlanır ve ona, ödemesini emrederse, bu sahih olur. Ona kefil
olmasını emretmesi ise sahih olmaz. Bahru'r-Râık'ta da böyledir.
Küçük bir çocuk (= sabi)
bir mala veya nefse kefil olduktan sonra bulûğa erişir ve ona, "o zaman kefilolduğunu" kabul
ederse; bu çocuktan hiç bir şey alınmaz.
Çünkü, bu çocuk, kefaleti
geçersiz olarak ikrar etmiştir.
Şayet, bulûğa ermesinden
sonra, çocuk ile arasında ihilâf çıkar ve alacaklı: "Sen, bulûğa erdikten
sonra kefil oldun." dediği hâlde, çocuk: "Ben, sabi iken kefil
oldum." derse; bu durumda, çocuğun sözü geçerli olur.
Bir kimse, alacaklıya:
"Ben, deli iken (veya bunamışken) kefil oldum." der; alacaklı da,
bunu inkâr ederek: -'Sen, sağlam (= aklı basında) iken kefil oldun."
derse; bu kefilin, ikrarı kabul edilen kimselerden olması hâlinde, onun sözü
geçerli olur; aksi takdirde alacaklının sözü geçerli olur. Muhıyt'te de
böyledir.
Hürriyet de, kefaletin
kefile râci şartlarmdandır.
Kefalet akdinin geçerli
olması için, kefil olan kimsenin hür olması gerekir.
Ticaretten men edilmiş
bulunan kölenin, kefaleti caiz değildir.
Ancak, köle kefalet akdi
yaparsa; azâd edildikten sonra muâhaze olunur.
Beden sıhhatine gelince,
kefaletin sıhhati için, bu şart değildir.
Hasta bir kimsenin
kefaleti, —malının üçte birinden— sahihtir. Bedâi"de de böyledir. [7]
Kefaletin sahih olması
için, asîl'de (= mekfûlün anh'de = kendisine kefil olunanda) da bazı şartların
bulunmasi lâzımdır:
1) Mekfûlün
anhin veya naibinin, mekfûlünbih'i teslim almaya muktedir olması gerekir.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin kavlidir.
Ölünün, veya müflisin, bir
borca kefil olması sahih değildir.
İmâmeyn'e göre ise, bu
sahihtir.
Sahih olan, İmâm-ı A'zam
(R.A.)'ın kavlidir. Zâd'da da böyledir.
Şayet ölen şahıs,
—kefaletten dolayı olan— borcu kadar mal ter-kederse, kefaleti sahih olur.
Serahsî'nin Muhiytı'nde de böyledir.
2) Kefaletin
sıhhatinde, mekfûlün anlrin mâlûmiyeti (= bilinmesi, bilinir olması) şart
olduğu gibi, mekfûlün leh'in mâlûmiyeti de şarttır.
Meselâ: Bir kimse, başka
bir kimseye: "Sana, insanlardan birisine sattığın, bir şey için kefil
oldum." derse; bu kefalet geçersiz olur.
Ancak: "Senin, filân
kimsede olan malına kefil oldum." derse; bu caiz olur.
Mekfûlün anh'in meçhul
oiihom hâlinde kefalet ona izafe edilemediği için, bu durumda, kefil
muhayyerdir. Bu. Zehıyre v< Muhıyt'in Kefalet Bahsi'nden böyle
anlaşılmaktadır.
Nihâye'de ise, kefilin hür,
âkil ve baliğ olması şart koşulmuştur. Bahru'r-Râik'ta da böyledir.
Bir kimse, sabî (= küçük
çocuk> veya mecnûn (= deli) bir kimsede alacağı bulunduğunu iddia eder;
başka bir şahıs da, bunların velisinin izni olmadan, bunlara kefil olursa; bu
kefalet sahih olur.
Bu sabînin ticârete me'zun
olup olmaması da müsavidir. Bulûğa erişip erişmemesi de böyledir.
Kefilin, sabinin hazır
olmasını istemesi hâlinde, kefalet velînin izni ile meydana gelmişse, —sabî,
hazır olması için— cebrolunur.
Şayet, vekâlet velinin ve
sabînin izni ile meydana gelmemişse, bu durumda, sabî cebren huzura getirilmez.
Şayet sabî, kefilden kefil
olmasını istemişse, huzura getirilmesi emredilir mi?
Eğer bu çocuk, ticâret
yapmasına izin verilmiş bir çocuksa, huzura getirilmesi emredilir.
Şayet kefil, bu çocuğun
malına kefil olmuş ve bu kefaletini de yerine getirmişse; ödediğini almak için,
o sabîye müracaat eder.
Şayet bu çocuk, ticârete
izinden men edilmiş bir çocuksa; huzura celbedilmez. Bu durum da kefil de, o
çocuğun yerine ödediği şey için, ona müracaat edemez. Muhıyt'te de böyledir. [8]
Kefaletin sahih olması
için, mekfûlün leh (= Talip, alacaklı) ile: ilgili bazı şartlar da vardır:
1) Mekfûlün
leh'in (= alacaklının) malum olması, (= bilinmesi), kefaletin sıhhatinin
şartlarındandır. Bedâî"de de böyledir.
Bir kimse, iki şahsa hitap
ederek: "Ben, şu şahsın borcu olan, bin , dirheme kefilim*' veya "...
borcuna kefil oldum." derse; kimin için konuştuğu malum olmadığından bu
kefalet geçersizdir. Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse, bir topluluğa:
"Sizin sattığınız şeye kefilim; o benim üzerimedir. (=
borcumdur.) dediği zaman,
kefaleti, muhataplar hakkında
sahih olur; muhatap olmayanlar hakkında ise sahih olmaz. Serahsî'nin
Muhiyti'nde de böyledir.
Şayet bu şahıs, sayılı bir
topluluğa işaret ederek: "Bunlardan kim alış-veriş yaparsa, ben onun
bedeline kefilim." derse; bu kefalet caiz olur. Çünkü
bu durumda, kendisine
kefil olunanlar bellidir. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
2) Kefaletin
şartlarından biri de, mekfûlün leh'in (== kefalet talep eden şahsın) akıllı
olmasıdır.
Mecnûnun ve akıl edemiyecek
kadar küçük olan sabînin, kefaleti kabul etmesi sahih değildir.
Burada, alacaklının hür
olması şart değildir. Bedâi"de de böyledir. [9]
Kefaletin sahih olması
için, mekfûlün"bih'e (= kefilin Ödenmesini veya teslim edilmesini üzerine
aldığı şey'e) de, tealluk eden bazı şartlar vardır:
1) Mazmun (=
mekfûlün bih), teslim edilmesi bakımından, asîl olan şahsın (= mekfûlün anh'ın)
icbar edilmesi gereken bir şey olmalıdır. Zehıyre'de de böyledir.
Satılan şeye, borca,
gasbolunan şeye, kocanın elinde bulunan mehre, kadının yanında bulunan ve
boşanma bedeli olan mala, sulh bedeline ve fâsid olarak satımı yapılan şeyin
teslimine kefalet caizdir. Tebyîn'de de böyledir.
Emânetlere kefalet caiz
değildir. Çünkü bunlar mazmun ( = Ödenmesi lâzım gelen şey, borç) değildir.
Müdarebe ve ortak mallan gibidirler. Zehıyre'de de böyledir.
Rehinler, icâreler ve
ödünçler de böyledir. Yani, bunlara da, kefalet caiz değildir. Kâfî'de de
böyledir.
Emânet bırakılan şeyin
temkini için kefalet caizdir ve sahihtir.
Zehryre'de de böyledir.
Keza, rehin bırakılan
şeyin, sonradan —sahibine— teslimine ve kârın müstecire verilmesine kefalet de
caiz ve sahihtir. Kâfî'de de böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.)'in
Cami* isimli eserinde: "Ödünç alınan
şeyin teslim edilmesine
kefalet, nassan sahihtir." denilmiştir. Zehıyre'de de böyledir.
Füsûlü Imâdiyye'de:
"Şahidi, hâkimin huzuruna getirmek için kefil olmak, caiz değildir."
denilmiştir.
2) Kefaletin
sahih alınması için, mekfûlün bih'i kefilden almaya güç yetirmek de şarttır.
Bir kimse, başka bir
kimsenin bilinen bir evini yapmayı veya bilinen bir arazisini sürmeyi
kabullenip, ona bir kefil verirse; mutlak ameli şart koşmuş olması hâlinde, bu
kefalet caiz olur.
Şayet, iş veren bizzat o
şahsın yapmasını şart koşmuş; kefil de, işin (= amelin) kendisine kefil
olmuşsa; bu durumda kefalet caiz olmaz.
Şayet, nefsini teslim
etmeye kefil olmuşsa, bu kefalet caiz olur.
Keza, bir yerden, başka bir
yere gitmek üzere, bir deve kiralandığında, kiraya veren, kiracıdan, devenin
teslim edileceği hususunda kefil almış olursa; bu kefalet sahih olur. Bu
deveye yük yükletmek sahih olmaz. Zehiyre'de de böyledir.
Keza, bir kimse, hizmet
için bir köle kiraladığı zaman, başka bir şahıs da, o kölenin hizmet edeceğine
kefil olsa; bu kefalet de bâtıl (= geçersiz) olur. Hidâye'de de böyledir.
Keza, kısasa ve hadlere
kefil olmak da bâtıldır.
Yeri bilinmeyen bir şahsa
kefil olmak da böyledir. Yani, bu kefalet de sahih değildir.
3) Kefaletin
sahih olması için gereken şartlardan biri de, borcun sahih olmasıdır.
Kitabet bedeline[10]
kefalet caiz değildir. Nihâye'de de böyledir.
Kazanç bedeli de,' kitabet
bedeli gibidir. Herhangi bir şahsın buna kefil olması sahih olmaz. Çünkü, bu da
kitabet gibidir.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göredir.
İmâmeyn'e göre ise, mükâtep
hür gibidir; borcu ise sahihtir. Kâfî'de de böyledir.
Mekfûlün bih'in miktarının
ma'lûm olması şart değildir. Bahru'r-Râık'ta da böyledir. [11]
Bu banda:
1) Kefalet
Lafızları
2) Nefis (=
can) ve Mal Kefaleti
3)
Kefaletten Kurtulma
4) Kefalette
Müracaat
5) Kefalette
Ta'lik ve Te'cil olmak üzere beş bölüm vardır.
[12]
Kendisi ile kefalet vuku
bulan veya vuku bulmayan lafızlar vardır. Kendisi ile kefalet vâki olan
lafızlar şunlardır: Kefalet, hamâlet, zaman, zeamet, garâmet... ileyye (= bana)
ve aleyye (= benim üzerime) demekle de kefalet vâki olur. Tahâvî Şerhi'nde de
böyledir.
Kefalet lafızlarının tamamı
örf ve âdette, ahidden haber vermek içindir. Tefrîd'den naklen Tatarhâniyye'de
de böyledir.
"Ondan kefil
oldum." demek sahihtir. Nefsi ve bedeni demek gibi... Bunlar hakikatte
bedeninden ibarettir.
Ve, "Onun
ruhu...", "başı" ve "...yüzü..." demek gibidir ki, bu
da örf bakımından, ondan ibarettir.
"Nısfı (= yarısı)...",
"üçte biri...", "parçası..." gibi şüyu bulan lafızlar da, o
şeyin cüz'ünden ibarettir. Kftff'de de böyledir.
Bir kimsenin: "...
eline," veya "... ayağına kefil oldum." demesi yahut bunlara
benzer bir şey. söylemesi hâlinde, bunlara izafet ıtlâkı sahih olmadığından,
kefalet de sahih olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimsenin, başka bir
kimsenin "gözüne kefil olmasını" söylemesi hâlinde durumun ne
olacağı, kitapta .
Fakiyh Ebû Bekir Belhî'nin:
"Bu sözle de kefalet sahih olmaz." dediği hikâye edilmiştir.
Şayet, bu sözü ile o
kimsenin bedenine niyyet etmiş olursa, bu niyyeti sahih olur.
Böyle bir niyyeti olmazsa;
bu söz, tek uzvuna sarfedilmiş olur ki, o da gören gözüdür. Serahsî'nin
Muhıytı'nde de böyledir.
Ferç, kitâbü't-talâk'da
ilgili fasılda zikredilmiştir. Burada ise, zikredilmemiştir.
Âlimler: "Ferç, kadına
izafe edilerek söylendiği zaman kefaletin sahih olması daha uygun olur."
demişlerdir. Muhiyt'te de böyledir.
Parçanın, kefile izafe
edilmesi, meselâ: "Ben sana, yarımı (veya üçte birini) kefil ediyorum.''
denilmesi caiz değildir.
Bu hususu, İmâm Kerhî
zikretmiştir. Sirâcü*I-Vehhâc'da da böyledir.
Şayet kefil: "Onu
ödemek, benim üzerimedir." derse; kefil olmuş olur.
Bu kimse, şayet: "Onun
nefsini (<= kendisini) teslim etmek, benim üzerimedir." derse; yine
kefil olmuş bulunur.
Keza: "Onu sana
ulaştırmak, benim üzerimedir." diyen kimse de, kefil olmuş olur.
"Onu, sana getirmek,
benim üzerimedir." demek de aynıdır. Muhıyt'te de böyledir.
Nâtıff'nin Ecnâs isimli
eserinde şöyle zikredilmiştir:
Bir kimse, başka bir şahsa:
"Bu adam, benim yanımda senindir." veya "Onu, bana bırak."
derse; bu lafızlarla kefalet vâki olur.
Bazı yerlerde gördüğümüze
göre; bir kimse, başka birinden bahsederek: "Yarm, onu ödemezse; o mal
benim yammdadır." der; bahsedilen şahıs da bir gün sonra o şeyi ödemezse,
o şey, bu sözü söyleyen (kefil olan)
şahıstan alınır. Zehıyre'de de böyledir.
Uygun olan "... o
yanımdadır." diyen kimsenin kefil olmuş bulunmasıdır. Çünkü,
ledeyye lafzı
"...yanımda" lafzı
yerindedir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, başka bir
kimsenin nefsine kefil olup, onu talibe verdiği zaman, ondan barî olur. Yani,
kefaletten kurtulmuş bulunur.
Daha sonra tâüp, matlûbu
ilzam eder ve bunun üzerine kefil, talibe: "Bırak onu; ben, kefaletin
üzereyim." veya "Bırak onu, ben, kefaletin gibiyim." der; talip
de bırakırsa; bu durumda, o şahıs, kefile ilzam edilmiş olur. Ve bu kefil
binefsihî kefildir.
Bu şarısiîi kefaleti, o
şahıstan kabul bulduğu için, yeniden kefalettir.
Çünkü, kefil: "Bırak
onu, ben ona kefilim." dedikten sonra, karşı taraf da bırakmış olunca,
ortada, kefaletin geçersiz kalmasını gerektirecek bir şey kalmaz. Zehiyre'de
de böyledir.
Talibin o şeyi bırakmaması
hâlinde, diğerinin kefil olmamış olması
daha uygundur. Çünkü,
bu durumda, talibin
kabulü bulunmadığı için, kefalet
sahih değildir. Fösûlü'I-Imâdiyye'de de böyledir.
Bir kimse, başka bir şahsa:
"Filân adama sattığın şey, benim üzerimedir." derse; bu —kefalet
olarak— caizdir. Çünkü, bu durumda kefaletin vücubunu, bir sebebe izafe etmiş
olmaktadır ki, bu sebep de mubayaadır. (== alış-veriştir)
Malla ilgili bir kefaletin,
gelecek zamana izafe edilmesi, —halk arasındaki teamül (= eskiden beri
yapılageldiği için kanun gibi sağlamlaman bir usûl; alışkanlık) den dolayı caiz
olur. Serahsî'nin Mumyti'nde de böyledir.
Bir kimse, başka bir
kimseden alacaklı olduğunu iddia eder, rnüddeâ aleyh (= ...iddia olunan kişi)
de bunu inkâr eder ve bu arada başka bir şahıs da, iddia eden şahsa:
"Filan şahsın üzerinde olduğunu iddia
ettiğin alacağın—, benim
üzerimedir." derse, bu
şahıs borçlanmış olur ve onu ödemesi gerekir.
Ancak, bu şahıs: "Ne
iddia ediyorsun?" demişse, kendisine bir şey gerekmez, Tatarhâıtiyye'de de
böyledir.
Bir kimseİ başka bir şahsa:
"Filân adama, her gün bir dirhem ver; ben, sana öderim." der; o şahıs
da verir ve hatta, bu şekilde, pek çok alacağı
birikmiş, olursa; âmir:
"Ben bunların tamamını
murat etmedim." dese bile,
bunların tamamını ödemesi
gerekir Hızânetü'l-Müftîn'nde de böyledir.
Şayet, bu kimse:
"...Toplayana, ödeyene veya bırakana kadar, o, benim üzerimedir." derse;
bu şahıs, dediği şeye 'kadar kefildir. Zahîriyye'de de böyledir.
Şayet, bu kimse:
"Toplayana veya bırakana kadar, ben kefilim." derse; ödiyeceğini açıkça söylememiş olduğu için, bu
kefalet sahih olmaz. Ödeyeceği şey nedir? Mal mj, nefis mi? Fetâvâyi Kâdîhân'da
da böyledir.
Fakıyh Ebû Ca'fer: Bir
kimse: "Filânı bilmek benim üzerimedir." derse; kefil olmu?
sayılır." demiş; Fakıyh Ebû'1-Leys ise: "Kefil olmaz.' demiştir.
Fakıyh Ebû Ca'fer'in kavli,
insanlar arasındaki örfe daha yakındır. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Vâkiât'ta: "Fetva,
kefil olur; diyene göredir." denilmiştir. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir kimse; "Filanı
bilirim." veya "O, malumdur." demekle; bahsettiği şahsın nefsine
kefil olmuş olmaz; Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir. .
Fetâvâyi Kübrâ'da da bu
kaville fetva verilmiştir. Tatârhâniyye'de de böyledir.
Bir kimsenin, diğer bir
kimse için: "Onu bilmeyi, ben tazammun ederim." demesi, o şahsa kefil
olmuş olması sayılmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Âlimler, "Filânı
bilmek benim üzerimedir." diyen kimse, ona delâlet etmeye ilzam
olunur." demişlerdir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
"Senin, filânın
üzerinde olan şeyini, ben veririm." demek, kefalet değil, söz vermektir.
Bazı âlimlerimiz ise: *
'Filanın üzerinde bulunan şeyini, ben veririm.'' demek, örf hükmüne göre
kefalettir.'' demişlerdir.
Şeyhu'l-İslâm Zahîru'd-dîn
ise: "Bu, kefalet olmaz." diye fetva vermiştir. Muhıyt'te de böyledir.
Ancak, bu şahıs:
"...Kabul ettim." derse; bu kefalet sahih olur.
Müteâhhirîn, bu kavil
hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Bazıları: "Bu kefalet
değildir." demişlerdir.
Bazıları ise: "O
şahıs, bu sözle kefaleti irâde eylemişse; kefil olur. Şayet, kefaleti irâde
etmemişse; bu sözü va'd olur, kefalet olmaz." demişlerdir.
"Senden, onun üzerine
gelen her şey, benim üzerimedir." demek, kefalet değildir.
"Senin için, filanın
üzerine kırılan her şey, benim üzerimedir." demek de sahih —kefalet—
değildir.
Şayet, bir kimse: "Ben kabû! ettim; onu, yarın sana teslim
ederim." derse; bu söz mutlak kefalet olur. Çünkü, o şahsın böyle
söylemesi, tam bir kefalettir.
Bu durumda, "Onu, sana
yarım teslim ederim-" sözü ise, kefalete dahil değildir.
"Filanın nefsine, yarm
kefil oldum." demek, bunun hilâfınadır.
Mes'eleler, buna göre kıyâs
olunur.
Bir kimse, başkasına:
"Ben kabul ettim. Ne zaman istersen, filân zatı, sana teslim ederim."
derse; bu söz mutlak kefalet olur.
Bu kimse, o zâtı teslim
ettiği zaman, sözünü yerine getirmiş ve kefaletten beri olmuş olur.
Bir kimse, bir başkasına:
"Sen, filancayı her ne zaman istersen, işte, ben onun şahsını tazmin
ederim." dediğinde, bu şahsın, daha önce teslim etmeye kefil olmamış
bulunması uygun olur.
Bu mes'ele, fetvalarda
böyle vâki olmuştur.
Bir kimsenin, diğer bir
kimseye: "Filan adamda olan malın ziyan görürse, onu, ben veririm."
demesi kefalet değildir.
"Şayet, filân şahıs,
filan zamana kadar, senin malım, sana vermezse, işte o zaman, cevabını ben
veririm." veya "Eğer Ödemeye gücü yetmezse; cevabını ben
veririm." demekle, kefalet sahih olmaz. Füsûlü't Imâdiyye'de de böyledir.
Kâdî'1-tmâm Rüknü'l-İslâm Aliyyü's-Sağdî'nin şöyle
dediği rivayet edilmiştir.
Bir kimsenin: "Filân
adamı hazır etmeye gücüm yetmezse; o malın cevabını vermek benim
üzerimedir." demesi de kefalet değildir. Nesefî'nin Fetvâlan'nda şöyle
denilmiştir:
Bir kimse, başka bir
kimseye: "Senin, filanda olan alacağını, sana, ben vereceğim; ben teslim
edeceğim." dediğinde; karşısındaki şahsın kabul ifâde eden: "Ben kabul
ettim."; "Tezammun ettim.", "Benim üzerime..." veya
"Bana ait..." gibi bir sözü olmadıkça, bu söz kefalet olmaz.
Şeyhu'I-İmâm Zahîru'd-Dîn
Hasan bil Ali el-Mürğînânî şöyle demiştir:
Ö şahıs, bu sözleri muallak
olarak söyleyerek, meselâ: "Eğer, filan .şahıs, senin, onun üzerinde olan
malını (alacağını) ödemezse; ben öderim.", "...ben veririm."
derse; kefil olmuş olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, bir topluluğa
hitap ederek: "Sizin filan şahısta bulunan her şeyiniz, benim
üzerimedir." dediğinde, bu sözünden dolayı, ona tazminat gerekmez. Çünkü,
bu söz mücmeldir. Hızânetü'I-Mnftîa'de de böyledir.'
İbnü SemâVnun
Nevâdiri'nde, İmâm Muhammed (R.A.)'in
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Bir kimsenin, başka bir
kimsede malı (alacağı) olduğunda, diğer bir şahıs, bu alacaklıya: "Filanda
bulunan malını, ben, ödemeyi tazammun ediyorum; ben, ondan alır, sana
veririm." derse, bu sözünden dolayı, o malı tazmin etmesi gerekmez.
Ancak, malı karşılıklı
olarak alıp, mal sahibine verirse; bu caiz olur. Bu mânâ, kelâmü'n-nâs (~
insanların = halkın sözü) dır.
Bir kimsede, başka bir
şahıstan gasbetmiş olduğu bin dirhem bulunduğunda, mağsûbün minh {~ kendisinden
gasbedilmiş bulunulan kişi) de, gâsib'la malının mislini almak için kavga
ettiği sırada diğer bir şahıs: "Kavga
etmeyin. Ben tazammun ediyorum. Senin malını,
o adamdan alıp sana teslim ederim." derse; dediğini yapması
gerekir.
Gâsıp (= malı gasbetmiş,
zorla almış bulunan şahıs), mağsûbu (~ gasbettiği şeyi) zayi etmişse (=
tüketmişse, harcamışsa, helak etmişse), bu borç olur. Üçüncü şahsın bunu
tazammun etmesi ise, bu durumda bâtıl (~geçersiz, hükümsüz) olur.
İmâm Muhammed (R.A.)'in
şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Bir kimse, kölesini, başka bir şahsın
gasbettiğini iddia edince, diğer bir şahıs: "Gasbedildiğini iddia ettiğin
köleyi, ben öderim." derse; böyle
söyleyen şahıs borçlanmış
olur.
Bir kimse, kölesinin
gasbedildiğini ve bu kölenin de Ölmüş olduğunu iddia edince; diğer bir şahıs:
"Onu boş ver; ben köleni öderim." derse; bunu söyleyen şahıs, o
saatten itibaren, o kölenin kıymetini tazmin eder. Beyyine ile isbat etmesine
ihtiyaç kalmaz. Hulâsada da böyledir. [13]
Nefse (= ferde, cana)
kefalet caizdir. Çünkü, bir yolunu bulup, onu teslim etmeye güç yetirilebilir.
Talip, bu nefsin yerini
biliyorsa, kefil olan şahısla, matlûbun arasını serbest bırakır, Hidâye'de de
böyledir.
Yahut, iddia edildiği veya
onun, hâkimin huzuruna çıkmasını hoş karşılamadığı zaman, muvafakat eder.
Onu yakalamaya gücü
yetmezse, hâkimin yardımını talep eder.
Tebyîn'de de böyledir.
Bir şahıs, bir nefis için,
birini kefil aldıktan sonra, gidip başka bir şahsı daha kefil alırsa; bu iki
şahıs da kefil olurlar. Hidâye'de de böyledir.
Kefil olan şahsın, kefil
olduğu kimseyi, hazır etmesi gerekir. Kefalette, bu kefilin de hazır olmasışartkoşulmuşsa,
istenilen vakitte, bizzat gelip hazır olması gerekiT.
Böyle yapıp, verdiği sözü
yerine getirirse ne âlâ... Sözünü yerine getirmemesi hâlinde, hâkim, bu kefili
hapseder. Kâfî'de de böyledir.
Bu durum, kefilin aczinin
zahir olmaması hâlinde böyledir.
Fakat, bu kefilin, sözünü
yerine getirmekten âcizolduğuaçıklık:kazanmışsa,ozamanhabsedilmez;hapsedilmesinde
bir mana yoktur. Ancak, bu durumda da,
bu kefille, kefili olduğu şahsın arası serbestbırakılmaz; kefil, yine de, kefil
olduğu şahsı elde etmek için aramaya devam eder. Tebyîn'de de böyledir.
Kefil, sözünü yerine
getirmeyince hemen hapsedilmez.
Kefil, kefaletini Kabul
etmesi hâlinde ve kefaletini iki veya üç uef'a yerine getirmeyince, hâkim
tarafından hapsedilir.
Ancak kefil, kefaleti
inkâr eder ve bu hususta da beyyine getirirse; yahut, hâkim, kendisine yemin
teklif ettiği hâlde, kefil yemin etmekten kaçınırsa; bu durumda ilk defada
hapsedilir. Zahîriyye'de de böyledir.
Zâhiru'r-rivâye budur.
Nehrû'I-Fâık'ta da böyledir.
Bu hüküm, buraya has
bir hüküm değildir; bi'1-akis, bütün haklar için geçerli bir hükümdür.
Zahîriyye'de de böyledir.
Bizzat, kendisine
kefil olunan şahıs gâib olunca hâkim, kefile, o şahsın gidip gelmesine kadar
mühlet verir. Uzun müddet geçmesine rağmen, kefil olunan bu şahıs dönmez ve
kefil de onu getirmezse; bu durumda, kefi) hapsedilir. Hidâye'de de böyledir.
Kendisine kefil olunan
şahıs gâib olur ve yeri de bilinmezse; kefi Ünden teslim etmesi istenilmez.
Şayet kefil alan
şahısla, kefil olan şahıs arasında ihtilâf çıkar ve kefil olan şahıs:
"Ben, onun yerini bilmiyorum." dediği hâlde, kefil alan şahıs:
"Biliyorsun." derse; duruma bakılır: Şayet, ticâret için, her zaman
gittiği yere gitmiş olursa; bu durumda talibin sözü geçerli olur. Ve kefile,
onun gittiği yere gitmesi (ve onu getirmesi) emredilir. Ancak, nereye gittiği
bilinmiyorsa; bu durumda ise, kefilin sözü geçerli olur.
Şayet talip,
"kefil olunan şahıs, filan yerdedir." diye beyyine getirirse; bu
durumda, kefile "oraya gidip, kefil olduğu şahsı getirmesi"
emredilir. Tebyîn'de de böyledir.
Kefil olunan şahsın
irtidâd edip (= islâmdan çıkıp) dâr-i harbe gitmiş olması hâlinde, duruma
bakılır: Şayet kefil, gidip onu getirme gücüne sahipse, gidip-gelmesi için ona
mühlet verilir. Kefil de, gidip getirir.
Kefilin, bu şahsı,
gidip getirmeye gücünün yetmemesi halinde ise, kefil sorumlu tutulmaz.
Zehıyre'de de böyledir.
Söylediğimiz
"bu yerlerin hepsinde, yani, kefilin gitmesinin
emredildiği yerlerde, talibin, —diğeri gâib olunca, hakkının zayi olmaması
için— başka bir kefil isteme hakkı vardır. Tebyîn'de de böyledir.
Bir nefis hakkında,
kısas için kefil olmak caizdir.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, namuslu bir kadına zina iftirasında bulunan kişiye uygulanan
hadd-i kazif'te; hırsızlık yapan kimseye uygulanacak olan hadd-i sirkat'te de
kefil olmak caiz olur. Ancak, bu hususta icbar edilmez; bi'1-akis müsamaha
edilir; kefil veren kimsenin nefsi tîb olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de
böyledir.
Fakat, içki, zina,
hırsızlık gibi Allah için olan hadlerde, bazı âlimlere göre,
kefalet caiz olmaz. Nefsi
güzel olsa bile, bu böyledir.
Kifâye'de de böyledir.
Kefil vermeye
cebredilmediği takdirde, iddiada bulunan şahsın, kadı. efendiye beyyine ile
gelmesi lâzımdır. Aksi takdirde yolu açık bırakılır. Muhıyt'te de böyledir.
Şemsü'I-Eimme Serahsî,
Edebü'l-Kâdî'de şöyle buyurmuştur: Hatâen yaralama davasında, hatâen öldürme
davasında, kısası olmayan yaralamalarda,
ta'zir icabeden şeylerde, matlûba, kefil vermesi cebredilir.
Bu, davaların mal
davası olması halinde de aynıdır. Nihâye'de de böyledir.
Kısas hadlerinde,
hapsetme yoktur.
îki şâhid veya hakimin
tanıdığı âdil bîr şâhid şehâdette bulunursa; hüküm verilir. Kâfi'de de
böyledir.
Mal bilinse de,
bilinmese de; borçlunun da izni olsun veya olmasın, mal'a kefil olmak caizdir.
Kefil olması halinde,
alacaklı, talep etmesi hâlinde, isterse, borçludan; isterse kefilden alacağını
alabilir; borçludan veya kefilinden alması arasında bir fark yoktur.
Sirâdyye'de de böyledir.
Bunlardan birisinin,
"alacaklıdan, alacağını diğerinden istemesini" talep etmesi hâlinde
de, alacaklı alacağını dilediğinden istiyebilir. Hidâye'de de böyledir. [14]
Âlimlerimiz: "Bir
nefse kefaletin caiz olduğu hallerde, bu kefaletten berâct de (= kurtulmak da)
sahih olur." demişlerdir.
Ancak, bu
kefaletten kurtulmak için,
şu üç şeyden
birisinin bulunması gerekir:
1) Kefil,
kefil olduğu şeyi, talibe teslim edince, kefaletinden berâet etmiş (=
kefilliğinden kurtulmuş) olur.
2) Alacaklı
şahsın, alacağından vaz geçmesi ile de, kefil kefaletinden beraet etmiş olur.
3) Kefil
olmanın ölmesi ile de, kefil, kefaletten berâet etmiş olur. Mulııyt'te de
böyledir.
Bir kefil, kefili
olduğu şahsı getirip, alacaklının gücünün yeteceği, şehir gibi bir yerde,
muhakeme olmaları için, teslim ederse; bu durumda da kefil kefaletten berâet
etmiş olur. Kâfî'de de böyledir.
Alacaklının bunu
kabul edip etmemesi de müsavidir. Feifeu'l-Kadîr'de de
böyledir.
"Ancak kefil, kefil
oîduğu şahsı, alacaklısın, sahrada veya karanlık bir yçrde teslim ederse;
kefaletten Kurtulmuş olmaz. Kâfî'de de böyledir.
imâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, bir kimse, kefil olduğu şahsı, alacaklısına, kefil olduğu
şehirde değil de, bir başka şehirde teslim ederse; kefaletten kurtulmuş olur.
tmâmeyn'e göre ise, bu
şahıs kefaletten kurtulmuş olmaz. Hidâye'de de böyledir.
Âlimlerimiz, bu
hususta ihtilaf etmişlerdir. Eyceh (- daha uygun) olan, İmâmeyn'in kavlidir.
Fethu'S-Kadîr'de de böyledir.
Bu ihtilâf,
"kefil olunan şeyin, bu şehirde teslim edilmesinin şart koşulmamış
olması" halindedir.
"Bu şehirde
teslim edilmesi" şart köşulmuşsa; tmâmeyn'e göre de, başka şehirde teslim,
etmesi hâlinde, bu kefil, kefaletten kurtulmuş olmaz. Kifâye'de de böyledir
Şayet kefil,
hâkimin huzurunda teslim
etmeye kefil olmuş bulunmasına rağmen, çarşıda teslim
etmiş olsa bile, kefaletten berî olur., Kâfi'de de böyledir.
İmâm Serahsî şöyle
buyurmuştur: Âlimlerimizden müteahhirîn ulemâsı şöyle buyurmuşlardır: "Bu
husus, o zamanın âdeti üzeredir. Bizim zamanımızda, hâkimin huzurunda teslim
etmeye kefil olan zat, başka bir yerde
teslim etmekle, kefaletten
kurtulmuş olmaz."
Gâyctü'i-Beyân'da da böyledir.
Kübrâ isimli kitapta:
"Fetva, buna göredir." denilmiştir. Tatar-hâniyye'de de böyledir.
Bir kefile,
"kefil olduğu şahsı, emîrin ( =
mülkî âmirin veya komutanın) yanında teslim etmesi" şart koşulduğu
hâlde, o, kadı'nın (= hâkimin) yanında teslim ederse veya "kadı'nın
yanında teslim edilmesi" şart koşulduğu1 hâlde, emirin yanında teslim
ederse; veyahud da, "filân kadı'nın yanında teslim etmesi" şart
koşulduğu hâlde, başka bir kadı'nın yanında teslim ederse; kefil, bu
kefaletlerin hepsinde de, Jcefâletten kurtulmuş olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Ebû Hâmid'den sordum:
— Başka bir kimseye
kefil olan şahıs, kefil olduğu şahsı, yakınları ile birlikte evinde oturmakta
olan alacaklısına götürüp, o cemaatin huzurunda teslim eder ve ona: "İşte
senin alacaklı benim de kefil olduğum zât." der ve bu kefil oturmadan
çıkıp giderse; bu kadarcık işle, teslim yerini bulur mu?
İmâm, bana şu cevabı
verdi:
— Evet, yerini bulur.
Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahsın nefsine kefil olur ve: "Şayet, filan vakte kadar, alacaklının malını ödemezse, kendisinin ödeyeceğini" söyler ve bu
kefile, kefalette büyük mescidde ödemesi şart koşulur, o da, o yerde ödemek
için geldiği hâlde, alacaklıyı orada bulamazca; bu kefil, nefis ve malla ilgili
kefaletten kurtulmuş olur.
Keza, kefaleti sadece
nefs için olmuş bulunsaydı, hüküm yine böyle olacaktı.
Bir kinişe, borçlu,
yarına kadar, mescidde ödemediği takdirde, borcu, kendisi ödemek üzere, başka
bir kimseye kefil olur ve alacaklının yarın mescid-i a'zamda hazır bulunmasını
şart koşup, kefili olduğu şahıstan alınacak olan şeyi alsa, o şahıs, borcundan
kurtulmuş olur.
Bahsedilen yarından
sonra kefil, alacaklı ile karşılaşır ve ona: "Sen dün kayboldun."
der; alacaklı da: "Ben, sözümü yerine getirdim." karşılığını verir;
ikisi de birbirlerine inanmazlarsa; kefilin kefaleti baki olur. Ve bu malı
(borcu) kefilin ödemesi gerekir.
Şayet, her ikisi de,
mescide geldiklerine dâir beyyine getirirler, ancak buna şahid gösteremezlerse;
bu durumda da kefil, kefili olduğu malı öder; nefse ait kefaleti de hâli üzere
kalır.
Şayet kefil, mescide
vardığını isbat ettiği hâlde, talip bu hususta beyyine ibraz edemezse; bu kefil
hem mal, hem de nefis kefaletinden kurtulmuş olur. Ve bu durumda, o
alacaklının mescid'e varmış bulunduğu sözü doğru kabul edilmez.
Bir kimsenin nefsine
kefil olan bir şahıs, mekfûlün bih'in ( = kendisine kefil olunan şahsın)
hâkimin huzurunda (onun emri ile) hapsedilmiş olması hâlinde, onu, alacaklıya,
hapishanede teslim etmekle, kefaletten kurtulmuş olur.
Bir kimse, hapsedilmiş
bir şahsın nefsine kefil olur; bu şahıs da hapishaneden çıkarılıp tekrar
hapsedilir ve kefil de, bu durumda, onu talibe —hapishanede— teslim ederse;
âlimlerimiz: "Bu şahsın, ikinci hapsi, ticaret veya benzeri bir şey
sebebiyle olmuşsa, kefilin, onu, talibe bu şekilde teslim etmesi sahih olur ve
bu kefil kefaletten kurtulmuş bulunur. Şayet ikinci hapsi hükümdar tarafından
yapılmışsa; bu durumda, kefil, kefaletten berî olmaz." demişlerdir.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Mekfûl, (= kendisine
kefil olunan şahıs), bir borç sebebiyle veya başka bir
sebepten dolayı, hapsedilmiş
bulunursa, borçtan, kefil sorumlu tutulur. el-Asl'da da böyle
söylenmiştir.
Âlimler: "Bu
hüküm, mekfûî'ün başka bir şehirde hapsedilmiş olması hâlinde böyledir.
Ancak, mekfûl,
kefaletin aktedildiği şehirde ve davaya bakan hs âmin hükmü ile hapsedilmiş
olursa; kefil olan şahıstan, onu teslim el nesi talep edilmez.
Bu durumda hakim,
mekfûlü hapishaneden çıkarıp, davacı şahsa g jsterir; sonra tekrar hapseder.
Fakat mekfûl, kefalet
akdinin yapıldığı şehirde başka bir hâkimin hükmü ile hapdedilirse; (ki, bir
şehirde birden çok hâkim bulunabilir veya bu şahsı vali hapsetmiş olabilir)
kıyâsen kefil olan şahsın, bu şahsı teslim etmekle sorumlu tutulur.
İstihsân'da ise,
kefil, bu durumda da sorumlu tutulmaz. Sanki, bu mekfûlün hapsedilmesi ile
ilgili hüküm, o borçtan dolayı verilmiş bir hüküm; hapishane de, davaya bakan
hakimin hapishanesi —gibi olmuş— olur. Zehıyre'de de böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Mekfûlün bi'n-nefs (=
Nefsine kefil olunmuş bulunulan şahıs), başka bir hakimin hapishanesinde
hapsedilmiş bulunur; iddia sahibi de, aynı şehirde başka bir hakime dava açmış
olursa; bu durumda, bu hakim, mekfûlün bi'n-nefs'i talep eden bu davacıya
"Diğer hakime gidip, davasını onda açmasını" söyler. Muhıyt'te de
böyledir.
Mekfûlün bi'n-nefs (=
Nefsine kefil olunmuş bulunulan şahıs) hapsedildiği zaman, kefili, bu şahsı,
talibe, hapishanede teslim ederse; bu durumda da, kefaletten berî (= kurtulmuş)
olmaz.
Âlimlerimiz: "Bu
hüküm, bu mekfûlün bi'n-nefs'in başka bii hâkimin hapishanesinde bulunmakta
olması halinde geçerlidir." demişlerdir.
Bu mekfûlün
bi'n-nefs'in davasına bakan hakimin hapishanesinde bulunması halinde hükmün ne
olacağı hususunda ise, alimlerimiz ihtilaf etmişlerdir.
Bâzı alimler:
"Kefil, bu durumda, kefaletten berî (= kurtulmuş) olur."; bâzıları
ise: "... berî olmaz." demişlerdir. Esahh olan kavil ise, bu kefilin
kefaletten berî (= kurtulmuş) olmasıdır.
Bu mes'elede kıyâsa
uygun olan hüküm şudur: Bu mekfûlün bi'n-nefs, kefaletin akdedildiği şehirde
hapsedilmiş bulunursa, istih-sânen, ister başka bir hakimin, isterse valinin
hapisânesinde hapsedilmiş bulunsun, kefil kefaletten berî (= kurtulmuş) olur.
Keza âlimlerimiz:
"Bu hüküm, bu mekfûlün bi'n-nefs'in tâlip'den dolayı değil de, başka bir
şahıstan dolayı hapsedilmiş olması hâlinde geçerlidir. Şayet, talipden dolayı
(yani talibin açtığı davadan dolayı) hapsedilmiş olursa; bu durumların hepsinde
de, kefil, kefaletten beri ( = kurtulmuş) olur. Zehryre'de de böyledir.
Bir kimse, hapishanede
olmayan bir şahsın nefsine kefil olduktan sonra, bu mekfûlün bi'n-nefs
hapsedilir; hak sahibi olan şahıs da bu durumda kefili dava eder; kefil ise,
hakime: "Ben ona kefil oldum; ancak, sen, onu başkasının alacağından
dolayı hapsettin." derse; İmâm Muhammed (R.A.): "Bu durumda hâkim,
matlûb olan (= istenilen) şahsın, —kefilin, talibe teslim edebilmesi için—
getirilmesini emreder. Sonra da, bu şahıs geri hapsedilir." buyurmuştur.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir hâkim, borcu
yüzünden hapsedilmiş bulunan bir mekfûlün bih'i, talibin davası için hapishaneden çıkardığında; kefil, talibe, hâkimin
huzurunda: "İşte, sana veriyorum." derse, kefaletten berî ( =
kurtulmuş) olur.
Kefil, bu sözü,
hakimin bulunmadığı bir mecliste söylediği zaman, kefaletten berâet etmiş (=
kurtulmuş) olmaz. İmâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur:
Bir kimse, başka bir
şahsın nefsine kefil olduğunda, kendisine kefil . olunan bu şahsı, başka bir
şahıs, hapishaneden çıkarıp hâkimin huzuruna getirince, kefil talibe, teslim
ederse; bu durumda kefaletten berî olmuş (= kurtulmuş) olmaz.
Bir kefil, kefaleti
sebebiyle; mekfûlün bih (= kendisine kefil olduğu şahıs) da dem (= kan)
sebebiyle hapsedilmiş bulunursa; kefilin, mekfûlün bih'in nefsini teslim etme
imkânı yoktur.
Şayet kefil, kefaleti
sebebiyle hapsedildikten sonra, mekfûlün bih'in bir şehirde saklanmakta
olduğunu anlarsa; bu durumda hâkim, talibe "ondan kefil almasını"
emreder ve kefili hapishaneden çıkarır ki,, kefil olduğu şahsı getirsin.
Keza, mekfûlün bih (=
kendisine kefil olunan şahıs) bir borcu yüzünden hapsedildiğinde, sual
karşılığında, "malının o şehirde değil de, Horasan'da olduğunu"
söylerse; bu durumda hapisten çıkarılır ve kendisinden nefsi için bir kefil
alınır. Bu mekfûlün bih de, Horasan'a gidip malını satarak borcunu öder.
Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir başka şahsın
nefsine kefil olan kimse, talibe: "Onu, sana teslim ettiğim zaman, ben
kefaletten berîyim." demese bile, kefü odîuğu şahsı talibe teslim edince
kefaletten berî ( = kefillikten kurtulmuş) olur. Hîdâye'de de böyledir.
Bir kefil, mekfûlün
bih'i ya talip talep etmeden önce veya talip talep ettikten sonra teslim etmiş
olabilir.
Şayet kefil, mekfûlün
bih'i, talibin talebinden önce teslim etmiş olursa; "kefaletin hükmünü
yerine getirdim." dememiş olsa bile, kefaletten berî (= kefillikten
kurtulmuş) olur.
Ancak kefil, mekfûlün
bih'i, talip talep etmeden önce, ona teslim ederse; "Kefalet yönünden
teslim ediyorum.!* demedikçe, kefaletten berî olmaz. Serahsî'nin Muhıytı'nde de
böyledir.
Bir kefil,
mekfûlün bi'n-nefs'i (=
kendisine kefil olmuş bulunduğu şahsı), talibe teslim ettiği
halde, talip kabul etmek istemezse; kabul etmesi için cebredilir. Tebyîn'de de
böyledir.
Bir kimse, bir ay
sonra teslim etmek üzere Kefil olduğu bir şansı, bir ay dolmadan önce teslim
ederse; —alacaklı kabul etmese bile— kefaletten berî (= kefillikten kurtulmuş)
olur» Hulâsa'da da böyledir.
Matlûbun (= istenilen
şahsın) kendi nefsini teslim etmesi halinde de, kefil kefaletten kurtulmuş
olur.
Mekfûlün bih'i kefilin
vekilin veya elçisinin teslim etmesi halinde de, kefil kefaletten kurtulmuş
olur. Kenz 'de de böyledir.
Ancak, bu durumlarda,
kefilin kefaletten kurtulması için vekil veya elçinin: "Kefaletin hükmünü,
sana teslim ettim." demeleri şarttır. Tebyîn'de de böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.),
bu mes'eiede vekil veya elçinin: "... filanın kefaletinden..."
demelerini de şart koşmuştur.
Şeyhu'I-lslâm
Hâher-zâde şöyle buyurmuştur:
Âlimlerimiz,
kefalette, teslimi yerine getirilmesi lâzım bir şart kılmışlardır.
Teslimin şartı da,
"Filanın kefaletinden dolayı teslim ediyorum." demektir.
Bu şart, bir kimsenin,
iki kişiye kefil olmuş bulunması hâlinde geçerlidir.
Bir şahıs, bir kimseye
kefil olmuşsa; bu durumda "... filanın kefaleti..." demeye ihtiyaç
yoktur. Muhıyt'te de böyledir.
Mekfûlün bi'n-nefs'i
(= Kendisine kefil olunan bir şahsı), talibe, —kefil, vekili veya elçisi değil
de— yabancı bir kimse, "... kefilin yerine teslim ediyorum." diyerek
teslim eder; talip de, bunu kabul ederse; kefil, kefaletten berî (= kefillikten
kurtulmuş) oîur.
Ancak, bu durumda tâüp
susar ve "kabul ettim." demezse; kefil, kefaletten berâet etmiş (= kurtulmuş)
olmaz.
Şayet hâkim veya
hakimin vekili, müddea aleyh'den (- borçlu olduğu.iddia olunan şahıstan), nefse
kefil aldığında, —müddeî'nin ( = alacaklı olduğunu iddia eden şahsın) talebi
olsun veya olmasın—, kefil, onu hâkime teslim ederse; kefaletten berî olur.
Ancak, bu durumda
kefil; o şeyi, talibe teslim ederse; kefaletten berî (= kefillikten kurtulmuş)
olmaz. . .
Bu hüküm, hâkim veya
onun naibinin, kefaleti, sahibine izafe etmemeleri hâlinde böyledir.
Şayet hâkim veya onun
emîni, müddeâ aleyh'e: "Müddeâ, (= iddia eden şahıs) senden kefil
istiyor." derler; o da bunu kabul ettikten sonra, mekfûl'ü hâkime veya
onun eminine telim ederse; bu durumda, kefaletten berî' (= kurtulmuş) olamaz.
Ancak, mekfûl'ü talibe
teslim ederse; bu durumda kefaletten berî olmuş olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Bir kimse,
"matlûb'tan, kendi nefsi için kefil alması maksadiyle" l>aşka bir
şahsı vekil tâyin ederse; bu durumda iki vecih vardır:
1) Vekil, o
kefili, kendi nefsine izafe edebilir. Bu vecihte, kefilden, mekfûlün bih'i
isteme hakkı bu vekile âit olur.
2) Vekil, o
kefili, müvekkiline (- kendisini vekil tâyin eden kimseye) izafe edebilir. Bu
durumda ise, talep etme hakkı müvekkilindir.
Şayet kefil,matlûbu
müvekkile teslim ederse; istihsânen, her iki durumda da, kefaletten berî olur.
ZefuyreMe de böyledir.
Fakat, kefil, matlûbu
vekile teslim ederse; vekilin, kefaleti kendi nefsine izafe etmiş olması
hâlinde, kefaletten berî (= kurtulmuş) olur.
Vekilin, kefaleti
müvekkile izafe etmiş olması hâlinde ise, kefil, matlûbu vekile teslim etmesi
ile, kefaletten berî (= kefillikten kurtulmuş) olmaz. Tatarhâniyye'de de
böyledir.
Bir topluluğun, bir
nefs için kefil olması hâlinde, bu cemâatten birisi, toptan kefil oldukları
zâti getirince, cemâatin tamamı kefaletten berî olurlar.
Ancak, bu
cemâattekilerin her biri, ayrı ayrı kefil olmuşlarsa; teslim edenin dışında
kalanlar, kefaletten berî olamazlar. Bedâi"de de böyledir.
Mekfûlün bih (=
kendisine kefil olunan şahıs) öldüğü zaman* nefse kefil olmuş bulunan şahıs,
kefaletten berî olur. Hidâye'de de böyledir.
Mekfûlün bih'in hür
veya köle olması arasında bir fark yoktur. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Keza, kefilin ölmesi
hâlinde de, kefalet sona erer. Hidâye'de de böyledir.
Bir nefse kefil olan
kimse, talibe, başka bir kefil daha verirse; mekfûlün anh (= asîl = teslim
edilmesi gereken.şahıs) ölünce; bu kefillerin ikisi de, kefaletten berî
olurlar.
Keza, böyle bir
durumda, birinci kefil ölünce, ikinci kefilden <te kefalet mecburiyeti
kalkmış olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahsın nefsine kefil olduğunda, talibin ölmesi hâlinde de, nefse kefalet devam
eder.
Kefil, bundan sonra,
matlûbu vasîye teslim ederse; kefaletten berî (= kefillikten kurtulmuş) olur.
Bu durumda, tereke hakkında borç olup olmaması da müsavidir.
Kefilin, matlûbu
vârislere teslim etmesi hâlinde, terekede borç varsa; kefil kefaletten berî
olamaz. Bu durumda da, borcun dağınık veya toplu olması müsavidir.
Şayet, terekede borç
yoksa, kefil, sadece, ödenenin hissesinden berî (= kurtulmuş) olur.
Şayet malda fazlalık
varsa ve ölen de, malın üçte birini vasıyyet etmişse; kefil, kefil olduğu malı,
vârislere veya vasîye yahut borçluya verirse, kefaletten berî olamaz.
Şayet kefil, malı
bunların üçüne birden teslim ederse, kefaletten berî olur mu?
Şemsü'l-Eimme Şerahsî:
Bize göre, sahih olan kefaletten berî olmamasıdır." buyurmuştur.
Zahîriyye'de de böyledir.
Vârislerin borcu
ve vasıyyeti ödemeleri
hâlinde, caiz olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahıs için, bin dirheme kefil olduktan sonra, tâlib ölse; bu kefil, ölen şahsın
varisi ise, kefaletten berî olur. Mal ise, mekfûlün bih'de (= kendisine kefil
olunan şahısda) hâli üzere kalır.
Bu kefalet, izinsiz
vâki olmuşsa, matlub da berî olur. Zira, tâlib ölünce, mal vârisin oîur.
Şayet kefil, talibin
sağlığında bu mala hâkimin hükmü veya hîbe yolu ile sahip olursa; kefaletin
borçlunun emri ile vâki olmuş bulunması hâlinde, kefil, bu borçluya müracaat
eder; onun emri ile kefil olmamışsa, ona müracaat edemez.
Kefilin irsiyet yolu
ile mala sahip olması hâlinde de hüküm böyledir.
Bu hâl, talibin
ölmesi, kefilin ise, ona vâris olması hâlinde vâki olur.
Şayet talip (=
alacaklı) ölür, mekfûlün bih (= kendisine kefil olunan şahıs) da, (~ borçlu da)
ölenin vârisi olursa, bu durumda kefil, kefaletten berî olur. Çünkü, bu durumda
borçlu, zimmetinde bulunan şeyin mâlikidir. (= sahibidir.) Ve asilin beraatı (=
borçtan kurtulması), kefilin berâati (= kefillikten kurtulması) olur.
Şayet talibin ikinci
bir oğlu daha varsa, bu durumda, borçlu ile birlikte kefil, diğer oğulun
hissesi kadar olan borçtan berâet eder. (= kurtulur.) Diğer oğlunu hissesine
isabet eden malın kefaleti ise, kefilin üzerinde baki kalır. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Mekfûlün anh'in
(= asîl'in =
borçlunun) borcunu ödemesi hâlinde, kefil, kefaletten kurtulmuş olur.
Asîl'in (=mekfûlün
anh'in = borçlunun), talip tarafından berâet ettirilmesiyle de, kefil,
kefaletten kurtulur. Kâfî'de de böyledir.
Bu durumda, asîl'in (-
borçlunun = mekfûlün ahn'in) teberrüu kabul etmesi şarttır.
Borçlu (mekfûlün anh =
asîl), alacaklının (= mekfûlün leh'in = alacaklının) teberrûunu reddederse; bu
durumda, alacaklının alacağı, hâli üzere kalır.
Âlimlerimiz, bu
borcun, kefile avdet edip etmiyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları:
"Avdet eder."; bazıları ise: "Avdet etmez." demişlerdir.
Tahâvî Şerhı'nde de böyledir.
Tâlib (= Alacaklı - mekfûlün leh), borçluya (= mekfûlün anh'e) bağış yaptıktan sonra; borçlu
bunu reddetmeden önce, alacaklı ölürse; bu durumda borçlu borcundan berâet
etmiş olur.
Borçlu, borcunu ödemez
ve hîbeyi de reddederse; bu reddedişi sahih olur. Mal ise, matlûbun (= asilin =
borçlunun = mekfûlün anh'in) üzerinde bulunur. Yani, borçlu yine borçlu ve
kefil de, yine kefildir. Muhiyt'te de böyledir.
îbrâ etme (= borçtan
vaz geçme) veya hîbe (= borcu bağışlama), borçlunun (= mekfûlün anh'in =
asil'in) ölümünden sonra olursa; bunu, vârislerin kabul etmesi sahih
olur-
Şayet varisler, bağışı
reddederlerse; bu ibra (— alacaklının alacağından vaz geçmesi) bâtıl (=
geçersiz, hükümsüz) olur. Bu, İmâm Ebû Yftsuf (R.A.)'un kavlidir.
Çünkü, ölümden sonra,
ibra yetkisi vârislere aittir.
İmâm Muhammed (R.A.)
ise: "Onların reddetmeleri ile, ibra reddedilmiş olmaz. Şayet, hayatta
iken ibra edilse de, onu kabûletmeden ölmüş olsaydık bu red'le; red vâki olmuş
bulunurdu." buyurmuştur. Tahâvî Şerhı'nde de böyledir.
Kefile ibra yapılmış
olması hâlinde, —kefil bunu kabul etse de, etmese de— bu ibra sahih olur.
Asîle' (= mekfûlün anh'e - borçluya) müracaat edilemez.
Ancak, alacağın
borçluya (~ mekfûlün anh'e = asîl'e) bağışlanması veya ona tasadduk edilmesi
hâlinde, onun kabul etmesine ihtiyaç vardır. Hidâye Şerhı'nde de böyledir.
Kefil hakkında, ibrâ'm
ve hibenin hükümleri ayrı ayrıdır. İbra' hakkında, kabule ihtiyaç yoktur.
Hîbe ve tasadduk hakkında
ise, kabule ihtiyaç vardır.
AsîPde (= mekfûlün
anh'de) ise, ibra, hîbe ve tasadduk'un hükümleri aynıdır; hepsinde de kabule
ihtiyaç vardır. Tahâvî Şerhı'nde de böyledir.
Hasta bir kimse, nefse
kefil olmuş bulunan vârisini ibra etmesi (= kefaletten berî kılması,
kurtarması) caizdir. Çünkü, borçlunun ve vârislerin hakların tealluk etmeyen durumlarda, maraz-ı mevt [15]sıhhat
yerindedir.
Nefse kefalet de,
borçlunun ve vârislerin hakkına tealluk etmez; çünkü o, mâl değildir. Bunun
içindir ki, nefse kefil olan şahıs, yabancı biri olursa; hastanın ibrası,
malının üçte birinde muteber değildir.
Keza, nefse kefil olan
şahıs vârislerden biri olmaz ve hastanın üzerinde de borç bulunursa, hüküm
yine böyledir.
Ancak, bunu kefile
ibra eder; sonra da bu hastalıktan ölürse; böyle yapması caiz olur. Serahsî'nin
Muhıytı'nde de böyledir.
Şayet talip, kefili
ibra ederse; o kefaletten beri (= kurtulmuş) olur; asîl ise, hâli üzere kalır.
Bir kefil, kefaletini
gerektiren şey hakkında, talip ile sulh olursa; bu durumda asîl berâet
edemez."Kâfî 'de de böyledir.
Kefil veya asî!, talip
ile; bin dirhem olan alacağının yerine beş yüz dirhem'e yaparlar ve bu
anlaşmanın akdi esnasına her ikisinin de berâeti söyîenmişse; bu durumda,
borçlu da, kefil de berâet etmiş olur.
Bu sulh anlaşmasının
akdedilişî sırasında, sadece asilin berâeti şart koşulmuş olsa bile, yine hem
asıl, hem kefil berâet etmiş bulunur. Böyle bir şart koşulmamış olsa bile,
hüküm böyledir.
Bu anlaşmanın yapılışı
sırasında, sadece kefilin berâeti şart koşulmuş olursa; bu durumda, sadece
kefil, beşyüz dirhemden berâet eder; bin dirhem borç ise, asilin üzeinde baki
kalır. Tebyîn'de de böyledir.
Bu durumda, alacaklı
muhayyerdir: Dilerse, alacağının tamamını asîlden alır; dilerse, beşyüzünü
asilden, beş yüzünü kefilden alır. Kefil ise, verdiği beş yüz dirhem için,
asîl'e (= mekfûlün anh'e = borçluya) müracaat eder.
Bu durumda, anlaşmanın
asîîin emri ile veya onun emri olmadan yapılmış olması halleri de müsavidir.
Tahâvî Şerbı'nde de böyledir.
Şayet kefil,
alacaklıyı, başka bir şahsa havale eder; alacaklı da, kendisine havale olunan
şahisda bunu kabul ederlerse, bu durumda, kefil de, borçlu da
borçtan berî (= kurtulmuş)
olurlar. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahsın nefsine kefil olduktan sonra; talip ( = mekfûlün leh), mekfûlün
bi'n-nefs'de (= nefsine kefil olunmuş bulunulan şahısda) bîr hakkının
bulunmadığını ve onda başkası yönünden de, ana-babası yönünden de, vasıyyet ve
vekâlet yönlerinden de bir hakkının olmadığını söylerse; bu durumda kefil,
kefaletten berî ( = kefillikten kurtulmuş) olur. Hulâsa'da da böyledir.
Talip (= mekfûlün leh): "Onda, (mekfûlün bi'n-nefs'de) bir
hakkım yoktur." derse;
yine kefil, kefaletten
berâet etmiş ( = kurtulmuş) olur. Bu şekildeki bir ikrarla, bütün haklar sakıt
olur. Zehıyre'de de böyledir.
Asîl (= mekfûlün anh), borcunu talibe (= mekfûlün leh'e) Ödemeden önce, kefili,
kefaletten berî kılar veyaona bağışta bulunursa, bu caiz olur.
Hatta, kefil, bundan
sonra, talibe asîlin borcunu öderse; —ödediğini almak için— asîFe müracaat
edemez. İmâm Kadîhan ve İmâm Mahbûbî'de böyle söylemişlerdir.
İmâm Muhammed (R.A.),
el-Asl'da şöyle buyurmuştur:
Nefse kefil olan bir
kimse, kefil olduğu kimsenin borcunu öderse. binefsihî kefaletten kurtulur. Muhıyt'te
de böyledir.
Borçlu olan şahıs,
alacaklının alacağını ödese bile; talip, borçluda, başka hakkının da
bulunduğunu iddia ettiği müddetçe, borçlunun nefsine kefil olmuş bulunan
şahıs, kefaletten berî olamaz. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Nefse kefil olmuş bulunan
bir kimse, mal vererek kefaletten düşmek için anlaşma yaptığında, ondan bunun
için mal almak sahih olmaz.
Bu şahıs, nefse kefil
olmaktan berâet eder mi? Bu hususta iki rivayet vardır. Bu rivayetlerden birine
göFe, kefaletten berî 'olur. Füsûlü'l-Üsteruşniyye'de de böyledir.
Fetva bununla verilir.
Zehıyre'de de böyledir.
Bu şahıs, hem nefse,
hem de mala kefil olmuş ve nefse kefaletten kurtulmak için sulh yapmış
bulunursa, bu durumda, nefse kefaletten berî olmuş (= kurtulmuş) olur.
Füsûlü'l-Üsterûşniyye'de de böyledir.
Mekfûlün leh (= Talip
~ alacaklı), kefile: "Sen, bana karşı, maldan berî oldun." derse; bu,
"borçlunun o malı ödediğini" alacaklının ikrar etmesi olur. Bu
durumda kefil, asîl'e (- mekfûlün anh'e = borçluya), —onun emri ile kefil
olmuşsa— müracaat eder.
Şayet alacaklı,
kefile: "Seni ibra ettim." derse, bu bir ibradır. Ve bu,
"alacaklının, kefilden bir şey aldığının ikrarı" değildir. Bu durumda
kefil, asîl'e mal için, müracaat edemez.
Eğer alacaklı, kefile:
"Sen beri oldun." der; ancak "...bana..." dememiş olursa;
bu,- İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, "Malı almış olduğunu" ikrardır.
İmâm Muhammed (R.A.)'e göre ise, ibradır. Kâfi'de de böyledir.
Bu mes'elede İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe (R.A.)'de, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'la beraberdir.
Bu konuda, Hidâye Sâhibi'de
bu kavli ihtiyar etmiştir.
İki ihtimalden,
doğruya en yakın olan budur. el-İhtiyâr Serhu'I-Muhtâr'da da böyledir.
Aslında, bu kaviller
arasında muhalefet yoktur.
Alacaklı, bir yere:
"Kefil, kefil olduğu dirhemlerden berî oldu. ( = onlara kefil olmaktan
kurtuldu.)" diye yazarsa; bu da, "alacaklının, bu dirhemleri
aldığını'' ikrar etmesi olur. Nehru'l-Fâık'ta da böyledir.
raıavayı ttindiyyt
Şayet alacaklı (=
talip = mekfülün leh) kefile: "Sen, maldan çözüldün." derse; buda
"...berîoldun. ( = kurtuldun.)" demek gibidir. Bu imamlarımızın
hepsine göre de böyledir. Çünkü,' "çözülmek" sözü, ibra ve berâet
için kullanılır.
Mahbûbîde, böyle
zikretmiştir. Mi'râcü'd-Dirâye'de-de böyledir. « Bir kimse, satılan bir şeye
kefil olur ve bu şeye de başka bir hak sahibi çıkara; kefil, kefaletten berî (=
kurtulmuş) ölür.
Keza, satılan bu şey,
bir hâkimin hükmü ile, kusurundan dolayı veya hakimin karan olmadan yahut görme
muhayyerliği sebebiyle geri verilirse; bu durumlarda da kefil, kefaletten berî
olur.
Bir müşteri, kendisine
satılan şeyin satıcısına, ondan alacaklı olan şahsa, bu şeyin bedeli
karşılığında kefil olur; daha sonra da satılan bu şeye bir hak sahibi çıkarsa;
bu kefil, kefaletten berî olur.
Ancak bu şeyin, bir
aybı sebebiyle, hâkimin hükmü ile veya bir hüküm olmadan geri verilmesi
hâlinde, kefil, kefaletten berî olamaz. Bahrû'r-Râık'ta da böyledir. [16]
Bir kimse, bir kadını
nikahladığı zaman, başka bir kimse de, kad nın —kocası tarafından— mehrine
kefil olur; sonra da, duhûl vaki olrradan, bu kan-kocanın birbirlerinden
ayrılmaları sebebiyle mehir sâkît olur veya talâk sebebiyle, mehrin yarısı
sakıt olursa; birinci hâlde kefil, kefaletin (mehrin) tamamından; ikinci halde
ise, —zevcin berâe-tinden dolayı kefaletin (mehrin) yarısından berî (= kurtulmuş)
olur.
Kendi, nefsini, bin
dirhem mehirle, bir erkeğe nikahlayan kadın, kocasına söyîiyerek, bu bin
dirhemi, kendisinden alacaklı olan şahsa ödettikten veya kocası buna kefil
olduktan yahut onu kocasına havale ettikten sonra ve fakat duhûlden önce, kendi
yönünden kocası ile aralan açıldığından, mehrin tamamı sakıt olsa; bu durumda
koca,, kefaletten berî olamaz. Bu kefalet baki kalır ve koca ödeme yapınca,
ödediği niktar için, bu kadına müracaat eder.
Keza, kocası bu
kadını, duhûlden önce boşarsa; bu durumda da, ıehrin mislini, —kefaletine— öder
ve fakat yansı için kadına müracaat ier. Muhıyt'te de böyledir. [17]
Kefaletten berâti, bir
şarta ta'lik etmek (= bağlamak) caiz olmaz.
Hidâye'de de böyledir.
Zahir olan da budur.
Gâyetü'I-Beyân'da da böyledir.
Bu^ kavlin, sahih
olduğu rivayet olunmuştur. Hidâye'de de böyledir.
Evceh (= en uygun)
olan da budur. Fethû'l-Kadîr'de de böyledir.
Bu hususta, birbirine
muhalif iki rivayet vardır. Ve bu rivayetlerde şöyle denilmiştir.
Burada ortaya atılan
şart, talibin menfâati bulunmayan, mahzâ bir. şart ise ve "yarın olduğu
zaman..." demek gibi, halk arasında bilinen bir şey değilse; bu durumda,
.berâeti bir şarta ta'lik etmek caiz olmaz.
Ancak, bu durumda
ileri sürülen şart'ta talip (- alacaklı) için bir menfaat bulunur ve buda halk
arasında bilinen bir şey olursa, berâeti bu şart ta'lik etmek sahih olur.
Inâye'de de böyledir.
Asîl'in, berâeti, bir
şarta ta'lik etmesi caiz değildir.
Şayet alacaklı,
borçluya: "Yarın gelince, sen borçtan kurtuldun." dese; bu caiz
olmaz. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.
Başka bir şahısta
alacağı bulunan bir şahıs, alacaklı olduğu bu şahsa: "Sende olan malımı,
eğer sen ölene kadar ödemezsen; artık, çözülmüşsün." der; sonra da borçlu
ölürse; bu berâet bâtıl (= geçersiz, hükümsüz) olur.
Fakat bu alacaklı:
"...ben ölürsem, sen çözülmüşsün." derse, bu caiz olur. Çünkü, bu bir
vasıyyettir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Şayet bir alacaklı (=
talip), borçluya (= matlûba): "Filân şahıs zindandan çıktığı zaman (veya
yolculuğundan döndüğü zaman) sen, borcundan berisin." derse, işte bu
bâtıldır.
Ancak, bu borçlu,
zindanda bulunan bir kimsenin, bin dirhemine kefil olmuşsa; bu durumda, ibra
caiz olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.,
Bir kimse, başka bir
şahsın malına kefil olur ve bu kefil, mekfûlün leh'e: "Eğer, onun nefsini
yarın sana verirsem, ben maldan beriyim." derse; bu caiz olur. \^e
bulunduğu beldenin teamülü (adeti) dolayısıyle, bu maldan beri olur. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Hişam, fmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.
Bir kimse, oğlunun
karısının mehrini, oğlunun veya karısının bina'dan önce ölmeleri halinde,
üzerine alır ve oğlu veya karısı bina'dan önce ölürse; bu durumda şart bâtıl (=
geçersiz) olur. Füsûlü'l-Imâdiyye' de de böyledir.
Nefse kefil olmuş
bulunan bir kimse: "Ben borçluyu, alacaklısına gösterdiğim veya ona
kavuşturduğum zaman, kefaletten beriyim." derse; bu şart caiz
olur. Ancak, bunun için, kefilini borçluyu, talibe gösterdiği veya ona kavuşturduğu
yerde, talibin hakkını istemeye gücü-nünyetmesi gerekir. Serahsî'nin
Muhıytı'ndede böyledii
Mücerred'de İmâm Ebû H
anî t e CR.A.)'nin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Bir kimse, diğer
şahsa: "Bu gün, senin için, şu adama kefil oldum. Bu gün geçince,
kefaletten beriyim." dese; o gün geçince, gerçekten kefaletten beri olur.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahısta bulunan borca kefil olduğu zaman, borçluyu tutup, alacaklıya teslim
ederse, bu mala kefaletten beri (-kurtulmuş) olur.
Şayet alacaklı şahıs,
—kefil, kendisine borçluya getirip teslim etmeden önce— kefilden malını alır;
sonra da, kefil matlûbu alıp getirir ve alacaklıya teslim ederse; bu kefil,
alacaklıya müracaat ederek önceden vermiş bulunduğu malım geri alır. Zehıyre'de
de böyledir.
Alacaklı şahsın, nefse
kefil olmuş bulunan kimsenin kefaletten berâetini şarta bağlaması hâlind üç
vecih vardır:
1) Berâet
caiz, şart bâtıldır.
Meselâ: Bir kimse,
başka bir kimsenin nefsine kefil olur; alacaklı da, bu kefili, on dirhem
vermesi şartıyle, kefaletten ibra ederse, işte bu berâet caiz, şart ise
bâtıldır.
Şayet kefil,
kefaletten kurtulmak için, alacaklı ile, mal karşılığında anlaşma yaparlarsa,
bu sulh da sahih olmaz. Bu durumda kefilin, alacaklıya mal vermesi îcâbetmez.
Ve bu kefil, kefaletten de berâet etmiş olamaz.
Vahidî 'nin Câmii'nde
Havale ve Kefâle Rivyetleri'nde böyledir.
Başka bir rivayette
ise, kefil bu durumda, kefaletten berî olur.
2) Berâet
de, şart da caiz olabilir. Bunun şekli ise şöyledir:
Bir kimse, başka bir
şahsın nefsine de, üzerinde —alacak olarak— bulunan mala da kefil olur;
alacaklı şahıs, bu kefile, "Malı, kendisine verdiği takdirde, nefsin
kefaletinden kurtulacağını" şart koşarsa; bu durumda berâet de, şart da
caiz olur.
3) Kefalet
de, şart da caiz olmaz. Bunun şekli de şöyledir:
Bir kimsenin, başka
bir şahsın, hassaten nefsine kefil olması hâlinde, alacaklının, kefile,
"kendisine mal vermesini ve sonra da borçluya müracaat etmesini" şart
koşarsa; bu bâtıl olur. Fetâvâyi Kâdî'hân'da da böyledir.[18]
Bir kimse, başka bir
kimseye: "Filan adama, benden dolayı, bin dirheme kefil ol." veya
"Benden dolayı, filan şahsa, bin dirhem öde."; "Benden dolayı,
bin dirhemi tazmin eyle."; "Onun, benim üzerimde olan malını ver.";
"Benim yerime sen öde."; "Onun, benim üzerimde olan, bin
dirhemini öde."; Benden dolayı, ona, bin dirhem ver."; "Benden
dolayı, ifâ eyle."; "Onun,
benim üzerimde bulunan bin dirhemini, ona ver."; "Benden
dolayı, ona, bin dirhem def eyle." der; emredilen şahıs da, onun bu sözünü
yerine getirirse; bu zât, emredene müracaat eder. Yani, —onun adına— verdiğini,
âmirden (= vermesini emreden şahıstan) geri ister.
Bu mes'eleler,
el-Asl'dadır. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kefil, kefil
olduğu şeyi kendisinin ödediği ve kefaletinin sahih olduğu her yerde, kefili
olduğu şahsa başvurur.
Ancak kefil, kendisi
ödemeden, asıl borçluya müracaat edemez.
Bir kefil, kendi
yanında bulunan maldan ödeme yaptığı zaman, asıl borçluya, kefil olduğu malı
almak için müracaat eder; yoksa, kendi ödediği malı almak için müracaat edemez.
Meselâ: Kendisi
katkıntılı dirhemleri ödediği hâlde; kefil olduğu mal, saf dirhemler olsa; bu
kefil, katkmtısız dirhemler almak üzere müracaat eder ve alır.
Bu kefil, şayet
dinarlar yerine dirhemler veya tartılan bir şeye yahut Ölçülen bir şeye kefil
olduğu halde, alacaklıyla anlaşmak suretiyle, kefilolduğu şeyin yerine, aynı
cinsten olmayan başka bir şey öderse; bu durumlarda da, neye kefil olmuşsa, asıl borçludan onu ister ve
alır.
Muhıyt'te de böyledir.
Amire müracaat, ancak,
âmirin üzerinde bulunan borcu kabul ve ikrar ettiği, borç ikrarının da caiz
bulunduğu zaman olur.
Meselâ: Mekfûîün anh
(= asıl - kendisine kefil olunulan borçlu), mahcur ( = malîni kullanmaktan men
edilmiş; ticâret yapması yasaklanmış) bir sabî olur ve bu sabî, bir şahsa,
"kendisine kefil olmasını" söyler; o şahıs da kefil olup, kefil
olduğu şeyi de öderse; mekfûîün anh olan mahcur çocuğa müracaat edemez.
Keza, ticâretten men
edilmiş bulunan bir köle, başka bir şahsa, "kendisine kefil olmasını"
söyler; o da kefil olur ve bu kölenin borcunu öderse; köleye müracaat edip,
kefil olduğu şeyi isteyemez.
Ancak bu şahıs, köle
azâd edildikten sonra, ona müracaat edebilir.
Bir kimse, kendisinden
kefil olmasını isteyen, ticâret yapmaya izinli bir sabiye kefil olur ve onun
borcunu öderse; kefil olduğu şey için, bu sabiye müracaat eder. Inâye'de de
böyledir.
Bir kimse, diğerine:
"Ver veya tazmin et. (^ Öde veya kefil ol." dediği halde
"...benden dolayı..." veya "benim üzerimde olanı..."
demezse; bu durumda, kefil olan şahıs, kefil eden'şahsın ortağı ve dostu
ise, emredene müracaat
edebilir. Aksi takdirde müracaat edemez. Serahsî'nin Muhıytı'nde-de böyledir.
el-Asl'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir kimse, alış-veriş
yaptığı bir sarrafa "filan şahsa, borç yerine, bin dirhem vermesini"
söyler veya "...bin dirhem vermesini söylediği hâlde, "borç
yerine..." demezse; bu emri yerine getiren sarraf, emredene müracaat
ederek, bin dirhemini ister ve alır.
Bu, îmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin kavlidir.
Şayet emredilen şahıs,
âmirin alış-veriş yaptığı bir kimse olmadığı gibi aynı san1 atı yapan
meslekdaşı da değilse; âmir: "Ona,
benden dolayı ver." demedikçe; emredilen şahsın, müracaat etme hakkı
olamaz.
Yine el-Asi'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir kimse, kendi
ortağı olmayan bir şahsa: "Filan adama, bin dirhem ver." der; o şahıs
da verirse; bu şâhıs, âmire müracaat edemez. Fakat bu şahıs, bin dirhemi
verdiği şahsa, müracaat eder. Çünkü, bu şahıs, —kefaleti— caiz olacak şekilde
vermemiştir. Fetâvâyî KâdîEsân'da da böyledir.
Bir kimse,
hazırda bulunan bir şahıstan
dolayı, onun emri olmadan, bin
dirheme kefil olur; mekfûîün anh (=
kendisine kefil olunan kimse) de: "Gerçekten, kefaletine razı
oldum." der ve bu hâl alacaklının kabul etmesinden önce vâki olursa; bu
kefil, ödediği şey için, mekfûîün anh'e müracaat eder. Kefaletten Önce
emreylemiş olsaydı, yine böyle olurdu.
Şayet mekfûîün anh'in
rızâsı, alacaklının kabulünden sonra vuku bulmuşsa; bu durumda kefil; ödediği şeyden
dolayı, mekfûîün anh'e (- kendisine kefil olduğu kimseye ~ asıl borçluya)
müracaat edemez. Bu durumda, onun rızâsına itibar edilmez. Zehıyre'de de
böyledir.
Bir köle, efendisi
nâmına kefil olur; efendisi, bu köleyi azâd eder ve köle de, kefaletinden
dolayı ödeme yaparsa veya bir efendi, kölesi nâmına, onun isteği üzerine kefil
olur ve onu azâd ettikten sonra da, kefaletinden dolayı ödeme yaparsa;.bu
durumlarda, bu şahıslardan biri,. diğerine müracaat edemez. Kâfi'de de
böyledir.
Nikahlanan bir kadının
kocasının evinde, —kiracı olarak— başka bir kadın oturmakta oİur; nikahlanan
kadın da, o eve iner ve kiracı kadın nâmına, onun kirasını tazmin ederse; bu
durumda —ister onun emri ile olsun, ister emirsiz olsun— bu kadın, kiracı
kadına müracaat i edemez.
Bu, şuna
benzemektedir: Bir baba, küçük oğlunun mehir bedelini Tazmin edip ödese; oğluna
müracaat edip, verdiğini ondan alamaz, "azmin veya ödeme vakti şart
koşulursa, bu rivayet baba hakkında mahfuzdur.
Baba, oğluna müracaat
etmek şartıyle ödem yaparsa, o zaman, oğluna başvurarak, verdiği mehrin
bedelini ondan alır.
Kadın hakkında da
cevap budur. Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse, bir
satıcının alacağına kefil olduğunda, bu satıcı, alacağını, kefile hîbe eder;
kefil ise, bu alacağı müşteriden tahsil etmiş bulunur; sonra da müşteri, aldığı
bu şeyde kusur bulursa; satıcıya müracaat ederek, verdiği bedeli ondan alır.
Bu durumda, her
ikisinin de, kefile müracaat etme hakları yoktur. gerahsî'nin Muhıytı'nde de
böyledir.
Şayet kefil, elbiseyi
selem yolu ile satmışsa; kıymeti için borçluya müracaat eder.
Şayet veresiye
verirken, şehirde teslim etmeyi, selem sahibinin rızâsı ile, şart koşmuş olur;
kefil de, şehrin hâricinde teslimde bulunursa; müslemün ileyh'e (= Malı
sonradan verecek olan satıcıya) şehirde müracaat edebilir. Tatarhâniyye'de de
böyledir,
İbnüSemâ'a'nin
Nevâdiri'nde, İmâm Ebû Vûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
Bir kimse, başka bir
kimseden bin dirhem alacaklı olduğunu iddia eder; müddeâ aleyh'in emriyle,
başka bir şahıs da, o bin dirhemi ödedikten sonra da, müddet (= iddiada
bulunan) ile müddeâ aleyh ( = kendisi hakkında iddiada bulunulan kimse)
birbirlerinde alacak ve vereceklerinin olmadığını doğrularlar ve müddeî,
aldığı şeyi, müddeâ aleyh'e verirse; ilk tazmin eden şahıs, müddeâ aleyh'e
müracaat eder.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir şahsın, başka bir
şahısta bin dirhem alacağı olduğunda; alacaklı, borçluya "hâl-i hazırda
(= hemen) veya vadeli olarak, bu bin dirhemi, başka bir şahsa ödemesini"
söylerse; İmâm Ebû Yûsfu (R.A.): "Eğer, o bin dirhem, hemen alacaklıya
ödenecek olduğu hâlde, me'mur bunu vadeli olarak öderse; bu durumda âmir, bin
dirhemi için borçluya müracaat eder.
Âmirin bin dirhemi
vadeli olur; me'mur da bu bin dirhemi, aynı şekilde vadeli öderse, bu durumda,
emredenin borçluya müracaat etme hakkı olmaz.
Keza, yanında bir
emânet bulunur ve âmir de, "alacaklısına, bin dirhem vermesini"
isterse; bu bin dirhemi verenin, o emâneti alma hakkı yoktur. Mumyt'te de
böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.),
el-AsPda şöyle buyurmuştur: Emânet bırakan kimse, o emânetin geri alınmasını
temin maksa-diyle bir kefil alırsa veya malı gasbedilmiş bulunan bir kimse,
gasbedilmiş bu malını almak için bir kefil alsa; bundan sonra da kefil olan
şahıs, kefil olduğu malı, sahibinin yanına getirse, kefil ariyet bırakılan veya
gasbedilmiş olan mala müracaat ederek, —taşımış olmasından dolayı ecr-i mislini
alır. Bu istihsândır.
Burada, kefalet yerine
vekâlet olsa; şöyle ki: Ödünç alan şahıs veya gâsıb, emânet alınan veya
gasbedilmiş olan bu malı muîr (= ödünç olarak veren) veya mağsûbün minh'in (=
kendisinden gasbedilmiş kimsenin) evine vermek üzere bir vekil tutulmuş olsa,
bu da caizdir.
Ancak vekil, bu şeyi
nakletmeye zorlanamaz. Kefil ise, nakle zorlanır. Zehıyre'de de böyledir.
Ebû Süleyman, İmâm Ebû
Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
Bir kimse, diğerinin
emriyle, bin dirheme kefil olduktan sonra, mekfûlün anh (= kendisine kefil
olunmuş bulunulan asıl borçlu), bu kefilin huzurunda borcunu ödese; daha sonra
da, alacaklı bunu inkâr ederek, bu hususta yemin de etse; bu durumda alacaklı
kefilden, alacağını alır. Kefil ise, mekfûlün ahn olan borçluya müracaat eder.
Şayet kefîl, mekfûlün
anh'in (= asıl borçlunun) huzurunda, ödeme yaptıktan sonra, alacaklı aldığını
inkâr ve bu hususta yemin ederse; bu durumda kefil, asıl borçluya müracaat edip
bir şey alamaz. Muhıyt'te de böyledir.
Bir vasi; ölenin
borcunu ödemiş olursa; onun terekesine müracaat ederek, verdiğini ondan alır.
Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bin dirheme bir köle
satan şahıs, bu bin dirhemi müşteriden alması hususunda, bir başka şahsı kefil
aldığında, bu kefil, o kölenin bedelini, satıcıya nakten öder, müşteri de
teslim alır; bilâhare de, kefil, müşteriye müracaat etmeden gâib olur; bundan
sonra da, bir hak sahibi gelerek, müşterini elinden bu köleyi alırsa, bu
durumda müşterinin, —kefil gelene kadar— kölenin bedelini almak için satıcısına
müracaat etme hakkı yoktur.
Kefil ise, geldiği
zaman muhayyerdir: Dilerse, ödeme yaptığı satıcıya; dilerse, müşteriye
müracaat eder. Ödediğini, bunlardan birisine tazmin ettirince, diğerine tazmin
ettiremez.
Satıcı ödeme yaparsa,
müşteriye müracaat edemez.
Şayet kefil, daha önce
müşteriye ödetmişse, müşteri de, satıcıya müracaat ederek, ona ödetir.
Şayet, kefil peşin
ödediği zaman, müşteriye müracaat etmiş sonradan gâib olmuş, bilâhare de, bir
hak sahibi meydana çıkmışsa; bu durumda müşteri, satıcıya müracaat eder ve
ödediği bedeli ondan alır.
Keza, bu köleye bir
hak sahibi çıkmaz fakat, bu kölenin hür olduğu
meydana çıkarsa veya
mükâtep veya müdebber olduğu anlaşılırsa; yahut,
satılanın câriye olması hâlinde, onun ümm-ü veled olduğu meydana çıkarsa, cevap
yukarıdakinin aynıdır.
İmâm Muhammed (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Bir kimse, başka bir
kimseden, bin dirheme bir köle satın aldığında, bu müşterinin emri, ile bir
kimse, bu kölenin bedeline kefil olur ve bu kefil bedeli peşinmen ödedikten
sonra gâib olur; bu köle de, henüz satıcının elinde iken —yani müşteriye teslim
edilmeden önce— ölürse; bu müşteri, kölenin bedeli için, satıcıya müracaat
eder.
Bu durumda, kefilin
müşteriye müracaat edip etmemesinde de bir fark yoktur.
Köle ölmez, ancak
müşteri onda bir Kusur bulur ve —ister hakimin hükmü ile, ister hükümsüz
olarak— geri verirse yahut hıyâr-ı rü'yet ( = görme muhayyerliği) sebebiyle,
veya şart sebebiyle geri verirse; bu durumalrda müşteri, ödediği bedeli almak
için, satıcıya müracaat eder. Kefilin ise, ona müracaat etme hakkı yoktur.
Şayet bir şahıs, diğer
bir şahıstan, bin dirheme, bir köle satın alır; başka bir şahıs da, müşterinin
emri ile, o kölenin bedeline kefil olduktan sonra, bu kefil, satıcı ile, elli
dinara anlaşma yaparsa (= sulh olursa), bu durumda kefil, müşteriye dirhemler
olarak müracaat eder; dinarlar' olarak müracaat edemez.
Bu köleye bir hak
sahibi çıkar, kefil de hazırda bulunmazsa; bu durumda müşteri, satıcıya baş vuramaz.
Kefilin hazır
bulunması hâlinde ise, satıcıya dinar olarak başvurur.
Şayet kefil, müşteriye
müracaat etmek isterse; buna hakkı olmaz.
Ancak, bu hüküm, şunun
hilâfınadır: Kefil, dirhemler olarak ödeme yaparsa, o zaman, müşteriye müracaat
eder..
Şayet sulh (= anlaşma)
yerine, alış-veriş yapılmış olsaydı, yani kefil, elii dinarı satıcıya, bin
dirheme satmış bulunsa, sonra da, bu köleye bir hak sahibi çıkmış bulunsaydı,
bu alış-veriş de, sulh gibi olurdu.
İmâm Muhammed (R.A.),
sulh ile alış-verişin müsâvî olmasından şunu murad, etmiştir: Hak sahibi,
satıcı ile müşteri birbirlerinden ayrıldıktan sonra meydana çıkarsa; bu
durumda, alış-veriş bâtıl ( = geçersiz, hükümsüz) olur. Nitekim, bu durumda
sulh da bâtıl olmaktadır.
Fakat, dirhemlere,
alış-verişten sonra ve taraflar birbirlerinden ayrılmadan önce, bir hak sahibi
çıksaydı; bu durumda, bu alış-veriş bâtıl olmazdı; sulh ise bâtıl olurdu.
Bu köleye, bir hak
sahibi çıkmaz ancak, köle satıcının elinde iken, —müşteriye tesiim etmeden önce
ölür; kefil de, elli dinarı, satıcıya, bin dirheme satar ve bu satıcı,
dinarları teslim alırsa; bu durumda müşteri, dirhemler için satıcıya müracaat
eder. Kefilin ise, satıcıya müracaat etme hakkı olmaz..
Bu durumda, alış-veriş
yerinde sulh işlemi yapılmış olsaydı (şöyîeki; '^Cefil, satıcı ile bin dirhemi,
elii dinara anlaşmış bulunsa, sonra da, bu köle müşteriye teslim edilmeden
önce, satıcının elinde iken ölseydi) işte bu durum, alış-veriş mes'elesine
benzerdi.
Ancak, sulh ile
alış-veriş arasında şu fark vardır:
Sulhta, köleyi satan
şahıs için muhayyerlik vardır: Dilerse, elli dinarı, kefile geri verir;
dilerse, bin dirhemi, müşteriye öder.
Alış-verişte ise
muhayyerlik yoktur. Köleyi satan şahıs, bin dirhemi iade eder.
Sulh mes'elesinde,
satıcı dinarı ihtiyar ederse; bu durumda kefil, satıcıdan dinarlarını geri
alır.
Satıcı, dirhemleri
ihtiyar eaerse; müşteri, bu dirhemleri satıcıdan geri alır.
Şayet kefil, müşteri
tarafından satıcıya, kölenin bedelini vermekle görevlendirilmiş bir me'mur olur
ve bu me'mur da, satıcıya elli dinar vermiş veya elli dinara sulh olmuş
bulunursa; bu caiz olur.
Şayet kefil,
müşterinin emri ile kefil olmuş biri olmaz ve bu kefil, satıcıya elli dinar
vererek sulh olmuş bulunursa, bu alış-veriş caiz oimaz.
Sulh, satıcının,
müşteri üzerinde olan alacağı için yapılmışsa; bu sulh da bâtıl (= hükümsüz,
geçersiz) olur.
Şayet sulh, müşterinin
berâeti için yapılmışsa, bu sulh caiz olur.
Şayet sulh, bir şart
bulunmadan, mutlak olarak yapılmışsa; bu sulh da sahih olur.
Bu köle, müşteriye
teslim edilmeden önce ölür veya ona bir hak sahibi çıkar ve sulh da mutlak
olarak, —bir şart söylenmeden— yapılmış bulunursa; bu durumda müşterinin,
satıcıya müracaat etme hakkı yoktur. Fakat kefil, satıcıya müracaat edebilir.
Bu durumda ise satıcı
muhayyerdir: İsterse dinarları, isterse dirhemleri verir. Zehıyre'de de
böyledir.
Şayet borçlunun emriyle,
onun naibi ödeme yapmış olursa;
borçluya müracaat eder. Nitekim, müracaat etmesi şart koşulmamış olsa bile,
başkasının borcunun ödenmesi de böyledir. Mi'râcü'd-Dirâye'de de böyledir.
Şemsü'l-Eimme şöyle
buyurmuştur:
Yukarıdaki hüküm, bu
işin emirle yapılmış olması hâline göredir. İkrah 'la (= zorlanarak, tehditle)
yapılmış olması hâlinde böyle değildir.
Şayet, emirde ikrah
varsa, onun müracaat emrine itibar edilmez. İnâye'de de böyledir.
Müslim'in Siyeri'nde
şöyle zikredilmiştir:
Harbîlerin elinde
bulunan bir esîri, bunlardan birisi, esirin emri olmadan satın alırsa, bu
tatavvu' olur ve satın alan şahıs, —bedeli için— esire müracaat edemez. Ve bu
esirin yolu açıktır.
Şayet, bu kimse, o
esîri,.kendisinin emri ile satın almışsa; kıyâs'a göre me'mur (satın alan),
âmire (bu esire) müracaat edemez, İstihsân'da ise, müracaat edebilir. Ve bu
durumda, esirin, onun müracaat, etmesini emretmesi ile emretmemesi de
müsâvîdir.
Bu mes'ele, şuna
benzemektedir: Bir kimse, başka bir kimseye: "Malından, benim ev halkıma
harcama yap." veya "... Evimin yapılmasına harcamada bulun."
der; bu şahıs da harcama yaparsa; me'mur (harcama yapan şahıs), âmire (harcama
yapmasını emreden şahsa), yaptığı harcama için müracaat ederek, onu ister ve
alır.
Keza, bir esir, bir
şahsa emrederek, fidyesini vermesini söyler ve ondan alırsa; bu durum da,
satiri almayı emretme menzilindedir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse, devesini
kiraya verir ve bir de kefil alır; sonra da, deveyi kiraya tutan şahıs gâib
olur ve kefil onunla yük taşırsa; ecr-i misliKefalet için, devesini kiraya
veren şahsa müracaat eder.
Dikiş dikmekteki
kefalet de böyledir.
Kefil, hak sahibini,
alacağı sebebiyle, başka bir şahsa havale ederse; hak sahibi beri olur; kefil
de, borçluya müracaat eder.
Bu, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un kavlidir.
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)
ile İmâm Züfer (R.A.)'e göre, bu kefilin borçluya müracaat etme hakkı olmaz.
Bir kimsenin, başka
bir kimsede, bin dirhem alacağı olduğunda, borçlu, başka bir şahsa, "kefil
olmasını" söyledikten sonra, diğer bir şahsa da "bu kefilin nefsine
kefil olmasını" söyler; o da bunu kabul ettiği zaman, alacaklı ilk kefilin
nefsini yakalarsa; bu doğru olmaz. Çünkü bu kefil, bi-nefsihî kefil olmamıştır.
Şayet bir kimse, başka
bir kimseden, "kefile kefil olmasını" ister; bu ikinci şahıs da, ilk
kefilin borcuna kefil olur ve alacaklı, bu ikinci kefilden alacağını alırsa; bu
durumda, borcu ödeyen bu şahıs, kendisine kefil olmasını söyleyen ilk kefile
müracaat eder.
Bu mes'ele, Müntekâ'da
zikredilmiştir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, başka bir
kimseye: "Benim adıma, filan şahsa, bin dirhem hîbe et (= bağışla)"
der; me'mur da, bu isteği yerine getirirse; bu bin dirhem, âmir tarafından hîbe
edilmiş olur.
Bu durumda me'mur
âmire de, —bu hibeyi— alana da müracaat edemez.
Ancak âmir, hîbe'ye
müracaat edebilir.
Bu durumda, bin
dirhemi veren şahıs, onu teberru' etmiş olur.
Şayet bu âmir:
"Filan şahsa, benim adıma bin dirhem hîbe et; ben onu, gerçekten sana
öderim." der, me'mur da, denildiği gibi, bu bin dirhemi hîbe ederse; bu
hîbe caiz olur. Ve âmir, bu bin dirhemi, olduğu gibi, me'mura Öder. Âmirin,
hîbeye müracaat etme hakkı da vardır. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Şayet âmir:
"Benden için..." veya "Benim nâmıma borç ver." der ve
me'mur da verirse; bu me'mur, verdiğini almak için, amire müracaat eder. .
Bu âmir:
"...benim üzerimedir."; "...ben öderim." demiş olsaydı,
hüküm yine böyle olurdu.
Ancak me'mur âmirin emrettiği şahsa değil de, başka bir
kimseye verirse; bu durumda, âmire müracaat edemez.
Tatarhâniyye'de de böyledir.
Şayet âmir, me'mura:
"Filan şahsa, bin dirhem borç ver." der ve me'mur da verirse; bu
durumda, âmirin me'mura, bir şey ödemesi gerekmez. Bu mes'elede, âmirle me'murun
ortak olup olmamaları da müsavidir.
Bir kimse, başka bir
şahsa mal hîbe ettikten sonra, mevhûbün leh (=
kendisine hibe edilen şahıs), başka bir şahsa, "o şahsın kendi malından, mevhûbün leh'e
karşılıkta bulunmasını" söyler, o da söylenileni yaparsa; âmire müracaat
edemez.
Ancak âmir, ona:
"... Bana müracaat edip, verdiğini benden alırsın." derse; bu durumda
me'mur, âmire müracaat edebilir.
Keza bir kimse, başka
bir şahsa: "Benim yeminime keffâret olarak, yemek yedir.";
"...Kendi malından, benim malımın zekâtım ver."; "Bana bedel
olarak, bir şahsa hacc yaptır." veya "Benim zıharımdan dolayı, bir
köle-azâd eyle." derse; bu durumların hepsinde de, me'mur, âmire müracaat
edebilir. Fetâvâyi Kâdshân'da da böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahsa: "Bana, bin dirhem bağışla; filan şahıs onu, öder." der; bahsi
geçen şahıs da huzurda bulunur ve:
"Evet, öderim." derse; me'murun bu bin dirhemi hîbe etmesi
hâlinde, bu hîbe, ödemeyi kabul eden şatiıs adına yapılmış olur. Bu durumda
hîbe bu hîbe için verilen malı, ödemeyi kabul eden şahıs borçlanmış olur.
Zehiyre'de de böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.),
Câmi"de şöyle buyurmuştur:
Bir şahsa bin dirhem
borcu olan bir kimse, başka bir şâhsa, "kendi malından, borçlu olduğu
şahsa, bin dirhem ödemesini" söyler; me'mur da: "Borcunu ödedim; sana
müracaat ediyorum." der; borçlu da, bunu kabul ve tasdik ettiği hâlde,
alacaklı: "Hayır, bana bir şey ödemedi." derse; bu durumda,
alacaklının yemin ederek söylediği şöz geçerli olur.
Bu takdirde me'mur hiç
bir şey —almak—' için amire müracaat edemez. Âmir, me'mura inanmış olsa bile
hüküm böyledir.
Keza bir kimse,
borçlunun isteği ile bir mal için kefil olduktan bir müddet sonra: "Mal
sahibinin malını ödedim." der; borçlu da buna inanır, ancak alacaklı bunu
yalanlarsa;, yemin etmesi hâlinde, alacaklı, borçludan malını alır.
Bu durumda kefil,
borçluya müracaat edemez.
Şayet âmir, me'murun
ödediğine inanmaz, ancak me'mur ödemiş olduğuna beyyine getirirse; hu durumda
me'mur âmire başvurarak verdiği malın mislini ister ve betyinesi de kabul edilir.
Fakat, alacaklı gâib
olur (j= huzurda bulunmaz) ve âmir, me'mura: "Filan şahsın, benim üzerimde
bin dirhem alacağı var; sen, köleni, —benim alacağım karşılığında— ona
sat." derse; bu caiz olur.
Me'mur kölesini, o
alacaklıya sattıktan sonra, aralarında ihtilaf çıkar; alacaklı: "O, köleyi
bana sattı;'fakat ben teslim almadan önce, köle öldü." dediği hâlde, âmir
ve köleyi satan (me'mur): "Hayır, sen onu teslim aldın." derlerse; bu
durumda, yemin etmesi hâlinde, alacaklının sözü geçerli olur.
Bu alacaklı yemin
edince, bu kölenin tesüm alınmadan önce ölmüş olduğu sabit olur. Ve bu durumda
da, akid bozulmuş olacağından, alacaklı, alacağı için asıl borçluya müracaat
eder.
Bu durumda me'mur ise,
âmire müracaat edemez.
Şayet âmir, borçlu
olduğu şahıstan, o malı aldığını inkâr eder, kefil ise, bunu isbât ederse;
beyyinesi kabul edilir. Bu, gaibe yapılan ödeme olur.
Şayet âmir, me'mura:
"Filan adamın, bende bulunan bin dirhem alacağı karşılığında, ona köleni
vererek sulh (= anlaşma) yap." der sulh yaparlar ve sonrada, alacaklı:
"Ben almadım." derse; bu mes'ele yukarıdaki mes'elenin aynısı,
gibidir. Ancak, kölenin sahibi, kölenin bedeli için, âmire müracaat eder.
Aiış-veriş faslında ise, alacağı sebebiyle, âmire müracaat eder. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir kimse, "bir
başka şahsın alacağından dolayı, bir şahsa, borcunu yarın ödememesi
hâlinde", nefsine kefil olur ve buna iki şahit tutar; bu şahitlerin
şehiideti üzerine, alacaklı kefile, "—borcu— ödemesini" söyleyince
de,; borçlu ve kefil, bu borcu inkâr eder ve iş mahkemeye düşer; hâkim de,
şâhidlerin şehâdetlerine dayanarak, "kefilin, malı —birgün geçtiği halde—
ödemediğine" hükmedip bu malı, kefilden alır, alacaklıya verirse; kefil,
asıl borçluya müracaat eder. Kefil, asıl borçluya müracaat edemiyeceğini zannetmekte
olsa bile, —bu durumda,— müracaat edebilir.
Keza, bunların
aralarında kefalet bulunmaz, ancak, hâkim onu yalanlarsa, yine kefil, asıl
borçluya müracaat edebilir. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir kimse, başka bir
kimseye, bin dirhem veya bir köleyi emânet bıraktığında; emânet bırakan şahıs,
"enaânet olarak bıraktığı şeyi, borcunun yerine ödemesi" hususunda,
emâneti bıraktığı şahsa izin verir veya alacaklısı ile bu köle karşılığında
sulh (.= anlaşma) yapmasına izin verir; o şahıs da: "Öyle yaptım."
dediği hâlde, alacaklısı bu şahsı yalanlar ve esas borçludan alacağını alırsa;
bu durumda, borçlu, kendisine emânet edilmiş bulunulan şeyi, tazmin eder. (=
öder.)
Fakat, kölenin sahibi,
borçluya "köleyi, borcunun yerine satmasını' söyleyip, buna izin verir; o
da: "Sattım ve teslim ettim." der; alacaklı ise, onu yalanlar ve bu
hususta yemin de ederse; emânet bırakan şahıs, borçluya müracaat edemez.
Kâfî'de de böyledir.
Bir kimsenin, başka
bir kimsede, bin dirhem alacağı olduğunda, borçlu şahıs, başka bir adama: "Bu şahsın, bende alacağı olan bin
dirhemi sen ver; ben, sana öderim."
der; me'mur da: "Verdim."
deyince, âmir ona inanır, alacaklı ise yalanlarsa; alacaklının sözü geçerli
olur.Bu durumda me'mür,âmire müracaat edip, bin dirhemini ister.
Şayet, borçlu olan şahıs,
bu me'mura: "Filan adama, bin dirhem öde; onun, bende bin dirhem alacağı
var; ben, onu sana öderim." der; me'mur da: "Verdim." deyince,
âmir bunu tasdik ettiği halde alacaklı yalanlar ve bu hususta yemin ederse;
alacağını almaya müracaat etmesi hâlinde, me'mur, âmire müracaat edemez.
Şayet âmir de,
alacaklı da, me'murun vermiş olduğunu iddia ettik? leri halde, me'mur verip
ödediğine dâir beyyine ibraz ederse, bu durumda me'mur âmir'e müracaat eder.
Alacaklı da, âmire müracaat eder. Önceki mes'elede de, sonraki mes'elede de
borçlu, alacaklının alacağından berî olur. Muhiyt'te de böyledir. [19]
Kefaleti şartlara
ta'Iik etmek (= bağlamak) sahih olur.
Meselâ: "Bir
kimsenin, diğerine: "Filan şahsa sattığın benim üzerimedir.";
"Senin için, onun üzerinde eriyen, benim üzerimedir.": "Filanın,
senden zoraki aldığı, benim üzerimedir." demesi gibi...
Şart;
a) Hakkın
vücûbu ( — yerini getirilmesi) için olursa; meselâ: "Satılan şeye, hak
sahibi olduğu zamarj..." demek gibi...
b)
Ödeme imkanı için
olursa; mesela: "Zeyd
gelirse, işte o borçludur." demek gibi...
c) Ödemekten
özür beyânriçin olursa; meselâ: "Bu beldeden gâib olursa..." demek
gibi, kefaletle ilgili olursa; bu şartlar sahih olur.
Ancak, kefaletin:
"Rüzgar eserse..."; "Yağmur yağarsa..." veya "Zeyd eve
gelirse..." gibi bir şart ta'Iik edilmesi (= bağlanması) sahih olmaz.
Şarta bağlanması sahih
olan kefalet, fâsid şartla bâtıl ( = . geçersiz, hükümsüz) olmaz. Talâk ve ıtâk
gibi... Kâfî'de de böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahsa: "Filan adama bir şey satarsan, işte o benim üzerimedir." der;
o şahıs ona bir şey sattıktan sonra, yine aynı şahsa başka bir şey daha
satarsa; bu kefilin, —sadece— önce satılan şeyin bedelini ödemesi gerekir;
sonradan satılan şeyin bedelini ödemez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimsenin, başka
bir kimseye: "Filan adama sat; sattığın her şeyin bedelini ödemek benim
üzerimedir." demesi, istjhsânen caizdir.
Bu durumda, hangi
cinsten ve ne miktarda olursa olsun, me'murun o şahsa sattığı her şeyin
bedelini, ödemek, kefile ait olur.
Kefil, "Bir şey
satmadım." diyerek, me'murun, o şahsa mal sattığını inkâr eder; alacaklı
ise: "Ona, bin dirhemlik eşya sattım ve o teslim aldı." der; borçlu
da, satıcıyı tasdik ederse; kefilin, bu bin dirhemi ödemesi gerekir mi?
Bu mes'elede iki vecih
vardır:
1) îddia
edilen eşya, satıcının veya müşterinin elinde durmakta olabilir.
Bu durumda, kıyâsen,
bp kefile bir şey lâzım gelmez. Bu kavli, Esed bin Amr, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'den rivayet etmiştir.
Istihsân'da ise,
hakkını tesbit edip, ödemesi gerekir.
2) Satılan
eşya helak olmuş olabilir.
Bu durumda, alacaklı
beyyine getirmedikçe, kefile bir şey gerekmez. Bu hüküm, kıyâsen de, istihsânen
de böyledir.
Ancak, kefil satıcıya:
"Sen, beş yüz dirhemlik eşya sattın." dediği halde; talib ise: "Ben, bin dirhemlik eşya sattım."
der; borçlu da, satıcıyı tasdik ederse; bu durumda kefilden bin dirhem alınır.
Bu istihsânen
böyledir.
Şayet kefil olan
şahıs, satıcıya: "Bu gün sattığın eşyanın bedelini ödemek banadır"
derse; bu satıcının, o'ğün sattığı bütün eşyanın bedelini kefil öder.
Keza, kefil satıcıya:
"Her ne zaman satarsan, ben öderim." derse; bunları kefil öder.
Şayet bir kimse
(kefil)', satıcıya: "Ona eşya satarsan..." veya "Ona eşya sattığın
zaman, ben, onun bedelini tazmin ederim. ( = öderim.)" der; satıcı da,
eşyasını iki parça edip, bir parçasını, diğerinden önce, beş yüz dirheme
satarsa, kefil, bunlardan, önce satılanı öder; ikinci satılanı ödemez.
Bir kimse, saticıya:
"Filan kimseye, zayıf kumaş satarsan, işte onun bedeli bana aittir."
dediği haide, satıcı, ona kıymetli bir kumaşı veya bir yığın buğdayı satarsa;
bu durumda kefilin bir şey ödemesi gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, diğer bir
kimseye: "Filan adama sat; sana isabet edecek zarar, baha aittir."
veya: "...bu, senin yanında zayi (= helak) olursa, ben, onu öderim."
derse, bu kefâiet sahih olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse: "Kim,
bu gün filan şahsa, bir şey satarsa, işte o bana aittir." dediği zaman,
satıcı, o şahsa değil de, başka bir şahsa, bir şey satarsa; kefile bir şey
gerekmez.
Bişr, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un^öyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Bir kimse, başka bir
kimseye: "Şu hizmetçini, filan şahsa, bin dirheme sat; o bin dirhemi ben
öderim." dediği halde; satıcı, onu ikibin dirheme satarsa; kefil olan
şahıs, bu iki ban dirhemin, bin dirhemini öder; —bin dirhemini ise, ödemez.—
Satıcı, onu beş yüz
dirheme satarsa; kefil olan şahıs, bu durumda beş yüz dirhem öder.
Satıcının, onun
yansını beş yüz dirhem satması hâlinde de, kefil olan şahıs, bu beş yüz dirhemi
öder. Muhıyfte de böyledir.
Fetâvâyi Attâbiyye'de
şöjjle zikredilmiştir:
Bir kimse, başka
şahsa: '»'Sen, o şahsa borç verdiğin zaman, o benim üzerime borçtur ve
satıştır." der ve satıştan önce, sözünden rücû' eder veya onu satıştan men
ederse, ödeme yapmaz. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir kimse, başka bir
kimseye: "Bu gün, filan şahsa borç verirsen; işte o, benim
üzerimedir." dediği halde,- muhatabı o şahs bir şey satsa; bu durumda
kefile bir şey gerekmez; yani müşterinin sattığı şeyin bedelini kefil ödemez.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, başka bir
kimseye: "Filan şahsın üzerinde olana, senin için kefil oldum."
dediğinde, alacaklı beyyine getirerek, o şahsın üzerinde bin dirheminin
olduğunu söylerse, kefil olan şahıs, bu bin dirhemi Öder.
Alacaklıma beyyine
getirememesi hâlinde, kefilin yemin ederek söylemiş olduğu söz ve bu sözü ile
kabul ettiği miktar geçerli olur.
Şayet borçlu olan
şahıs, miktarın daha fazla olduğunu ikrar ederse; bu ikrarı kefili hakkında
kabul edilmez; kendisi hakkında ise geçerli olur. Kâfî'de de böyledir.
Bir kimse, sıhhatli
bulunduğu sırada: "Filan şahsın, filan şahısta olduğunu söylediği
alacağını Ödemek bana
aittir.'' diyerek kefil olduktan sonra, bu kefil hastalanır ve
kendi üzerinde olan borcuna, malı kâfi gelmez; kefil olduğu borçlu da
"filan şahsa bin dirhem borçlu olduğunu" ikrar ederse; bu durumda,
hastanın bütün malı ile borcunu ödemesi lâzım gelir.
Keza borçlu, bu
borcynu, kefil öldükten sonra ikrar ederse; yine borç kefile ilzam olunur. Vfe
alacaklı, kefilin alacaklıları ile muhakeme edilir. Fetâvâyi Kâdîhân'da cia
böyledir.
Bir kimse, başka b^r
kimseye: "filanın üzerinde olan..." veya "Filanda olduğu sabit
olan..." yahut "Filanın üzerine hükmolunan alacağın, benim
iizerimedii1." der; borçlu da, bir mal ikrar ederse; bunu kefilin ödemesi
gerekir.
Ancak üzerine
hükmolunanı ödemesi için, bu hükmü hâkimin vermiş olması gerekir..
Bir kefil, borçluya:
"Dün senin üzerine ikrar olunanı,
ben öderim." dediğimde, borçlu: "Dün benim üzerime, bin dirhem
ikrar olundu." derse; bu kefile ilzam edilmez'.
Ancak bu kefil:
"Hali hazırda kajbûl edileni öderim." derse, ilzam edilir; yani, o
borcu kefil öder.
Bu durumda kefil,
"borcun, kefaletten önce ikrar edildiğini" belgelerse; yine borcu
ödemez. Çünkü bu kefil, "sana ikrar edileni öderim." dememiştir.
Borçlunun, bu durumda
yemin etmekten kaçınması hâlinde, hâkim, borcu kefile değil borçluya ilzam
eder. Gâyetü'l-Beyân Şerhu'I-Hidâye'de de böyledir. .
Bir kimse diğerine: "Senin, filan şahısta eriyen malın bana
aittir." der; alacaklıda, buna razı olur ve borçlu alacaklıya:
"Bende, bin dirhemin vardır." deyince, alacaklı da: "Onda bin
dirhemim vardır." der; kefil
ise: "Alacaklının, borçluda hiç bir
şeyi yoktur." derse; AsıFda:
"Bu durumda borçlunun sözü geçerlidir. Ve kefilin bin dirhem ödemesi
gerekir." denilmiştir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse, başka' bir
kimsenin bin dirhem alacağı hususunda, —borçlunun emri ile ve borçlunun filan
köleyi rehin vermesi şartıyle— kefil olur; alacaklıya karşı bir şart koşulmaz
ve sonradan bu borçlu, o köleyi rehin vermekten kaçınırsa; bu durumda kefil,
kefaletten vaz geçme veya devam ettirme hususunda muhayyer olamaz.
Çünkü, bu şart, kefil
ile borçlu arasında cereyan etmiştir; kefil ile alacaklı arasında cereyan
etmemiştir.
Şayet şart, kefil ile
alacaklı arasında olmuş bulunsaydı, hüküm, bunun hilâfına olurdu. Şöyle ki:
Kefil, talibe:
"Ben senin malına, borçlunun şu kölesini bana rehin vermesi karşılığında
kefil oluyorum." depiği halde, borçlu, o köleyi kefile rehin olarak
vermezse; bu durumdk kefil .muhayyerdir: İsterse, kefaletine devam eder;
isterse, bu kefaletini bozar.
Çünkü, bu durumda
muhayyerlik, alacaklı tarafından sabit olmuştur.
Keza '/efil, talibe:
"Borçlunun, şu kölesini bana rehin vermesine karşılık, senin, onda bulunan
alacağına kefil oluyorum. Şayet rehin vermezse, ben de, sana mal vermekten
berîyim." der ve bu şartla kefil
olur; borçlu ise, o
köleyi rehin vermekten kaçınırsa; bu durumda da kefil, kefaletten berî
olur.
Kefil olan zat,
borçluya:\"Bana kefil vermene karşılık, senin üzerinde olan mala ben
kefil olurum." dediğinde, kefil olan-bu şahıs, kefalete devam etmekle,
onu bozmak arasında muhayyer olamaz.
Şayet alacaklıya karşı
şaft koşarak: "Eğer, —borçlu— bana, mal için kefil vermezse, ben
kefaletten berîyim." der; alacaklı da kefil vermezse, bu durumda kefil,
kefaletten berî olur. Muhiyt'te de böyledir.
İmâm Muhammet! (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Bir kimse, diğerine
"borçlunun, kendisine muhafaza edilmek üzere, bir emânet bırakması
şartıyle, ona kefil olacağını" söylerse, bu tazminat caiz olur ve borçlu,
o emâneti bırakması hususunda cebredilir.
Bu istihsândır.
Bu emânetin zayi
olması hâlinde, tazminat gerekmez. Zehıyre'de de böyledir.
Keza, emânet sahibi,
emânetini tazmin ettirmek ister, borçlu da, bu emâneti, borcunu ödemek için,
alacaklıya vermiş olursa; bu da caiz olur.
Bu mes'ele ile bundan
önceki mes'ele aynıdır.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Şayet, tazmin eçien
şahıs, kendisine emânet bırakılan şahsın dirhemlerini geri verir veya sahibi
onu geri alırsa, bu durumda mal, tazmin eden şahsa ait olur. Muhıyt'te de
böyledir.
Şayet kefil "şu
evin parasından olmak üzere, bin dirhem ödemeyi tazammun eder, ev ise
satılmazsa, bu durumda kefil için tazminat yoktur. Zehıyre'de de böyledir.
Kefil: "Şu evin
parasından ödeme yaparım." der ve bu evi bir köle karşılığında satarsa,
onun bir mal ödemesi gerekmediği gibi, köleyi satması hususunda da cebredilmez.
Şayet bu şahıs,
sonradan bu köleyi satarsa, —bundan elde ettiği— dirhemleri, istihsânen
kefaletinin yerine vermesi gerekir. Muhıyt'te de böyledir,
Bir1 kimse, başka bir
şahsa: "Şu kölenin parasından öderim." diyerek, —kefâleten— borçlanır
ve, bu şahsın o kölesi de ölürse; bu kefilden tazminat ibtâl edilir. (=
Hükümsüz olur.)
Ancak, bu şahıs, o
köleyi yüz dirheme satar; borç ise, bin dirhem olursa, bu durumda, o şahıs, bu
kölenin bedelini— borca verir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Bir kimse: "Şu
kölenin bedelini borçlanıyorum." dediği halde, bu, şahsın kölesi
bulunmazsa; bu borç bâtıl ('-- geçersiz, hükümsüz) olur.
Ancak, bu şahıs
"kölenin parasından ödemeyi borçlanırsa"; bu durumda, kendisinin
kölesi olmasa bil& o borcu ödemesi gerekir. Zehiyre'de de böyledir.
Bir kimse, diğer bir şahsa: Yarısını burada yarısını da Rey Şehri'nde
vermek üzere" bin dirhem borçlanır ve bu borcu ne zaman ödeyeceği
hususunda bir vakit (= vade) tayin etmezse, alacaklı şahıs, bu alacağını,
nerede isterse, orada alır.
Ancak, bunun için,
borcun menkûl (= taşınır) bir mal olması gerekir. Yani, borç alınan şey, menkûl
bir mal olursa, alacaklı, bunu dilediği yerde alabilir. Durum böyle değilse,
alacaklı, bu alacağını, şart koşulan yerde alır.
Bir kimse, diğerine:
"Sana, sana vermemek üzere, bin dirhem borçlandım." derse, bu
—borçlanma— bâtıl (= hükümsüz, geçersiz) olur.
Ancak, borçlanan bu
kimse: "...Sağlığında, sana vermemek üzere..." derse; bu caiz olur.
Bu borç, borçlanan
şahsın ölümünden sonra, terekesinden alınır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, "başka
bir şahsın nefsine, Küfe Kadısı'nın hükmettiği şeyi (miktarı) borçlanır, ancak,
onun borçlanmasına başka bir kadı hüküm verirse; bu şahsın, o borcu da ödemesi
gerekir.
Ancak, kefâleten
borçlanan şahıs: "Filanjdmsenin hükmüyle, sana verilmesi gereken şeyi, ben
öderim." dediği halde, ona bir başkası hüküm verirse, bu kefilin o borcu
ödemesi gerekmez.
Bu hüküm, her iki
hâkimin de hanefi mezhebinde olması halind egeçerlidir.
Fakat, bu hâkimlerden
biri hanefî olarak hükmeder; diğeri ise, şâfî-yü'1-mezbep olarak hükmederse; bu
kabul edilmez.
Bu durumda, birinin
ta'yini (= belirlenmesi) îcabeder ve hüküm —ancak— böylece sahih olur.
Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir-
Bir kimse, diğer bir
şahsa karşı, "kendisinin, o şahsın, elbisesini gasbettiğini" iddia
eder; müddeâ aleyh de (= iddia olunan şahıs da), bu şahsın nefsi için bir kefil
alır ve bu kefile: "Eğer yarma kadar, onu bana teslim etmezsen,, gasbettiği
o elbisenin kıymeti senin üzerinedir ve bu kıymet, on dirhemdir." der
kefil ise: "Hayır, —o elbisenin kıymeti— yirmi dirhemdir."
karşılığını verir ve bu durumda alacaklı şahıs sükût ederse; İmâm Muhammed
(R.A.): "Bu —kefil olan— şahsın, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'m'n kıyâsında ve
bizim kavilimizde, yirmi dirhem değil, on dirhem ödemesi
gerekir."buyurmuştur. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Bir şahsın, diğer bir
şahısta, yüz dirhem alacağı olur; başka bir şahıs da gelerek, "yüz dirhem
borcu bulunan şahsın nefsine, yüz dirhemi yarın ödemek üzere" kefil
olursa; bu durumda, bu kefaletlerin ikisi de sahih (- sıhhatli geçerli) ölür.
Bu şahıs, yüz dirheme
kefil olduğu hâlde, bunu, bir gün sonra ödemezse; bu kefilin diğer şahsa olan
kefaleti, hâli üzere kalır.
Kefil, bundan sonra
yüz dirhemi ödese bile, kabul etmiş bulunduğu, o şahsın nefsine ait kefaletten
berî (= kurtulmuş) olamaz. Hızântü'l-Müftîn'de de böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahsın nefsine kefil olduğu zaman, başka bir şahıs da gelerek, "kefil olan
şahsın nefsine, filan vakte kadar" alacaklının malının, borçlunun
üzerinde bulunması şartıyle" kefil olursa; bu kefillerin ikisinin
kefaletleri de, hilâfsız olarak sahilidir; geçerlidir.
Bir kimse, diğer-bir
şahsın nefsine, "eğer yarın, alacaklının, kendisinde bulunan bin
dirhemini vermezse, —kefilin— kendisinin vermesi üzerine" kefil olur ve
alacaklı da, borçlu da, borcun —bin— dirhem değil, yüz dinar olduğunu iddia
ederlerse; borçlunun, bir gün sonra, bu borcunu ödememesi hâlinde, kefilin hiç
bir şey ödemesi gerekmez. Zehiyre'de de böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir kimse, diğer bir
kimsenin nefsine "şayet borçlu gâib olursa, onun üzerinde bulunan borcu,
kendisinin ödeyeceği şartıyle" kefil olur; borçlu da çekip Kûfe'ye gider,
sonra da, bu borçlu oradan dönünce, kefil onu, alacaklıya teslim ederse; bu
durumda kefilin, borçlunun borcu olan malı da, alacaklıya ödemesi gerekir.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahsın nefsine kefil olarak "Şayet, borçlu olan bu şahıs, yarın, talibin
(= alacaklının), iddia ettiği malı ödemezse, o bana aittir." dediği hâlde,
borçlu, bir gün sonra, alacaklıya bir şey ödemez ve alacaklı da, "o
şahısta, bin dirhem alacağının olduğunu" iddia ederse; borçlu bunu kabul
etse bile, kefilin bu durumu inkâr etmesi hâlinde, onun (kefilin) yamin ederek
söylediği söz geçerli olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Şayet alacaklı, bin
dirhem alacağı olduğu hususunda beyyine getirir veya kefil bu durumda yemin
etmekten kaçınırsa, kefilin bu bin dirhemi ödemesi gerekir. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir kimse, borçlu bir
şahsın nefsine, "yarın ödememesi hâlinde, borçlunun kabul «edeceği malı,
kendisinin ödeyeceği hususunda kefil olur; borçlu ise borcunu, bir gün sonra
ödemez ve "üzerinde bin dirhem borç bulunduğunu" ikrar ederse; borçlunun
ikrar ettiği bu miktarı, kefili olan şahsın ödemesi gerekir. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
İkrara kefalet ile
davaya kefalet arasında şu fark vardır:
İkrara kefalette, her
vecihten, gerekli sebepler izafe edilmektedir ki, bu caizdir.
Örf ve adet de böyledir.
Teamül de budur.
Davaya kefalet ise,
gereken sebepler, biri hâriç, gereken sebebe izafe ediliyor. Çünkü dava, müddeî
(= iddia eden) hakkında, gereken sebep oluyor. Müddeâ aleyh (= iddiada
bulunulan şahıs) hakkında ise, gereken sebep olmuyor. Bu, teamül de (= insanlar
arasında Öteden beri, yapılagelen bir alışkanlık da) değildir. Bu, kıyâsla da
reddedilmektedir.
Bu vecihte sebebi,
kefalete izafe edilemediğinden, bu şekildeki bir kefaletin sıhhati de, (=
geçerli olması da) mümkün olmamaktadır.
Şayet, sadece dava
izafe edilir ve alacaklı şahıs, bunu bir hüccet ile tesbit ettiğinden, vücûp
için sebep, her yönden vâki olursa; bu şekildeki bir izafe asla boşa gitmez.
Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahsın nefsine "bu şahıs, yarın üzerinde bulunan borcu ödemezse, bu borcu
kendi üzerine almak üzere" kefil olduktan sonra, bu kefil alacaklı ile
karşılaşır ve alacaklı, o günün sonuna kadar, lüzumlu görüp, borçlu şahsı dava
ederse; bu durumda, borcu, bu kefilin ödemesi gerekir. Çünkü kefil, —kefil olduğu
sırada—bir ödemede bulunmamıştır.
Şayet borçlu şahıs,
alacaklıya: "Ben, filan şahsın kefaletinden dolayı, sana, nefsini (=
kendimi) teslim ettim." derse; bu durumda kefil, borçtan berî (=
kurtulmuş) olur.
Bu durumda nefse
kefaletin, borçlunun emri ile olması ile onun emri olmadan olması arasında bir
fark yoktur. Bedâi"de de böyledir.
Bir kimse, başka bir
kimseye kefil olduğu zaman, alacaklıya: "Eğer, onu, sana, yarın ödemezse;
onun üzerinde bulunan malın, bana aittir." denilerek, bu şart ortaya konulunca,
malın miktarı söylenmemiş olursa; bu durumda da, ikinci kefalet sahih (=
geçerli) olur.
Borçlu, bir gün sonra
borcunu ödememiş olursa, borcun miktarı belli olsa da, belli olmasa da, kefil
bu borcu öder.
Borcun miktarı
hususunda, bizzat borçlu ile kefil arasında ihtilâf çıkarsa; bu durumda, fazla
olan miktarı inkâr etme bakımından, kefilin sözü geçerli olur.
Bir başkasının nefsine
kefil olan şahıs, alacaklıya: "Eğer, onu, yarın sana teslim etmezsem,
benim üzerime yüz dirhem borç olsun." der, ancak, "onun üzerinde olan
yüz dirhem..." demezse; bir gün sonra, kefilin, borçlu şahsı, alacaklıya
teslim etmemesi halinde, bakılır: Şayet kefil, o şahsın yüz dirhem borçlu
olduğunu ikrar eder've ona kefil olduğunu söylerse; kefil olmuş bulunur. Zahir
olan budur.
Şayet bu kefil:
"Alacaklının, bu şahıs üzerinde, hiç bir şeyi yoktur." derse; bu
—bize göre— alacaklı için bir ikrardır.
Bu durumda alacaklı
"Benim, o şahısta, yüz dirhemim var. Sen, ona kefil oldun ve "o
vermediği takdirde, ben öderim" diye şart koştun." derse, kıyâsen, bu
kefile, bir şey gerekmez. Ve, kefilin bu husustaki sözü geçerli olur.
Bunu İmâm
Muhammen" (R.A.) kabul etmiştir. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un önceki kavli de
budur.
İstihsânda ise, kefil
olan şahsın, bu malı ödemesi gerekir.
Bu da, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin kavlidir. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un sonraki kavli de budur. Muhıyt'te
de böyledir.
Bir kimse, alacaklıya:
"Eğer ben, onu sana teslim etmezsem, istediğin zaman, onun üzerinde
bulunan bin dirhemin, bana aittir." dedikten sonra, alacaklı onu ister ve
kefil de, onun yerine ödeme yaparsa; o bu maldan (borçtan) berî (= kurtulmuş)
olur.
Şemsü'l-Eîmme Scrnhsî
şöyle buyurmuştur:
"Ona
verirse" sözünün manası, "istediği mecliste ona teslim ederse"
demektir.
Şeyhu'l-İslâm ise
şöyle buyurmuştur:
O sözün manası,
"alacaklının isteği gibi veren kadar, onu temin için, meşgul
olması"dır. Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse, diğerine:
"Eğer filan şahıs, senin malını vermezse, o benim üzerimedir." der ve
alacaklı da, borçluyu sıkıştırınca, o, o saatte borcunu ödemezse; bu durumda,
alacaklının kefili sıkıştırması hâlinde, kefil, istihsânen bu borcu öder.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse,
alacaklısına: "Eğer, onu, yarın sana ödemezsem, bu yüz dirheminden başka,
sana yüz dirhem daha vermek, bana aittir." der ve onu da bir gun sonra
ödemezse; bu mes'ele, İmâm Muhammed (R.A.)'nin kavli üzerine caiz olmaz. Ancak,
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavli üzerine ise, caiz
olur.
Âlimler, bu iki
imamımızın kavilleri hususunda ihtilâf etmişlerdir: Bâzıları: "Diğerinin
borçlusundan kefil olmaz. Ve o kefilin, asla mal ödemesi gerekmez."
demişler; bazıları ise: "Borçludan da kefil olur." demişlerdir.
Muhiyt'te de böyledir.
Bir kimse,
alacaklısına: "Eğer onu, yarın sana ödemezsen, filan adamın üzerinde bulunan
yüz dirhem alacağın, benim üzerime olsun." derse; bu ikinci kefalet,
bi'1-ittifak caiz olur.
Bu şahıs, o borç
-hususunda, borçlunun ortağı ise, şöyleki: Borcu ödemek, herhangi bir sebepten
dolayi, ikisinin üzerine de vacip olmuşsa; bu durumda, bu şahıslardan her biri,
diğerine kefil olabilir.
Şayet kefil olan
şahıs, borçlu olan şahsa yabancı ise, ikinci kefalet, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre caiz olur. Hatta, borçlu, bir gün sonra borcunu
ödemezse; o borcu ödemek, kefile ait olur.
İmâm Muhammed (R.
A.)'e göre ise, ikinci kefalet bâtıl (= geçersiz, hükümsüz) olur.
Bir kimse,
alacaklısına: "Eğer yarın, onu, sana ödemezsem, senin filan şahsın
üzerinde bulunan alacağın, benim üzerime olsun."-der ve bunu söylerken de,
o —filan— şahıs da hazır bulunur ve bunu kabul ederse; bu caiz olur.
Bu borçlu şahıs,
alacaklısına: "Eğer yarın, onu, sana ödemezsem, onun üzerinde bulunan,
senin yüz dirhemin, benim üzerime olsun." dediğinde, alacaklı, "yüz
dirhem değil de, yüz dinar alacağı olduğunu" iddia eder ve kefil de
borcunu ödemezse, hilâfsız olarak, bu durumda, kefilin, bir şey ödemesi
gerekmez. Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse,
alacaklısına: "Eğer, yarın, onu, sana ödemezsem, filan şahsın, filan
şahısta bulunan atacağı, benim üzerime olsun." derse, bu durumda, ikinci
kefalet, hilafsız olaıak, caiz olmaz.
Bu, Şeyhu'l-İmâm ve
Şeyhu'l-İstâm'ıii kavilleridir.
Bir kimse, alacaklıya:
"Eğer onu, yarın ödemezsem, o zaman, ben filan şahsın nefsine
kefilim." der ve başka bir şahsın adını söyler ve talibin de, o şahısta
alacağı bulunursa, bu ikinci kefalet caiz olur.
Bu durumda borçlu,
borcunu bir gün sonra ödemezse, ikinci şahsın nefsine kefil olmuş olur.
Mühıyt'te de böyledir.
Bir kimse, "eğer, filan zamana, onda bulunan
alacağını ödemezse, o, benim üzerimedir." diyerek, başka bir şahsın
nefsine kefil olduğunda; alacaklı şahıs, o yerden gâib olur; kefil de, onu
aradığı hâlde, bulamaz ve bu alacaklıya, borcu ödeyenıezse; bu durumda şahit
tutmuş olsa bile, yine de, o borcu, kefilin ödemesi gerekir.
Keza alacaklı, kefile
karşı, bir yeri şart koşar; kefil de, kefili olduğu malı, alacaklıya vermek
üzere, o yere getirip, alacaklıyı arar ve bulamazsa; bu durumda da, kefilin o
malı ödemesi gerekir.
Müteâhhirîn'in kavli,
bunun üzerinedir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.
A.)'un kavli.de budur.
Bu gibi mes'elelerde,
alacaklı gâib olunca, kefil durumu kadı'ya bildirir. Ve kadı, kefilin, borcu
teslim edebilmesi için, alacaklıya bir vekil tâyin eder. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Câmiü's-Sağîr'de şöyle
zikredilmiştir:
Bir kimse, diğer bir
kimsede, "yüz dinarının olduğunu..." veya "... yüz dinarının
değil de, mutlak bir malının bulunduğunu..."'veya "... mutlak
dinarının olduğunu...", "... iddia eder;" ve fakat bunun miktarını
açıklamaz; bir başkası da, bu iddia sahibine: "Sen, onu bırak; ben onun
nefsine kefilim. Eğer onu, yarın sana teslim etmezsem, yüz dinar benim üzerime
olsun." der; alacaklı da bua razı olur; ancak borçlu, bir gün sonra, bu
borcunu Ödemezse; kefilin iki vecihten, bu yüz dinarı ödemesi gerekir.
Bu, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre böyledir.
Hak sahibinin, yüz
dinar alacaklı olduğunu iddia etmesi hâlinde, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin görüşü
de budur. Zehiyre'de de böyledir.
Bir kimse,
"Alacaklının, onun üzerinde bulunan malını, yarın vermezse, o, benim
üzerime olsun." diyerek, başka bir kimsenin nefsine kefil olur; kefil
olunan mal da, yarın olmadan ölürse; yarın diye işaret edilen günün geçmesi
hâlinde, kefil, bu malı öder.
Şayet, yarın gelmeden,
kefil olan şahıs ölür; kefilin vârisleri ise, yarın (diye işaret edilen gün)
geçmeden, kefil olunan bu malı alacaklıya öderlerse; bu durumda kefil, bu mal
ile ilzam olunmaz. Zahîriyye'de de böyledir.
Vârislerin, zaman
geçene kadar, bu malı ödememiş olmaları hâlinde, yine kefil, bu mal ile ilzam
olunur. Zehiyre'de de böyledir.
Bir kimse,
"alacaklının istediği zaman teslim etmek üzere", başka bir kimsenin
nefsine kefil olarak: "Eğer teslim etmezsem, onun üzerinde bulunan borç,
benim üzerime olsun." der; mekfûlün anh de (= kendisine kefil olunan
şahıs yani asıl borçlu da) ölür ve alacaklının, onun teslim edilmesini istemesi
hâlinde, kefil bundan âciz kalırsa, bu kefilin, o şahsın borcunu ödemesi
gerekir mi?
Bu hususta,
Radiyallahu anh şöyle buyurdu:
— Babam: "Bu
hususta bir rivyet yoktur. Uygun olan ise, bu kefilin o borcu ödemesinin lâzım
gelmemesidir. Çünkü, mekfûlün anh'in ölümünden sonra, bu malın kefilden
istenilmesi sahih değildir. Şart bulunmayınca da, mala kefalet infaz edilmez.
Zahîriyye'de de böyledir.
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Bir kimse, başka bir
şahsa: "Eğer seni, filan şahıs öldürürse, ben, senin diyetini
öderim." dediğinde, o şahıs da: "Ben buna razıyım." derse, bu
caiz olur.
Şayet bu şahıs:
"...seni yaralarsa..." veya "...elini keserse...";
"... köleni öldürürse..." yahut "seni gasbederse...",
"...ben, onun kıymetini öderim." der, o şahıs da, buna razı olursa;
bu da caiz olur.
Ancak bu şahıs, eğer:
"İnsanlardan her kim seni öldürürse..." veya
"...gasbederse...", "...ben senin diyetini öderim." derse,
bu batıl ( =geçersiz, hükümsüz) olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir kimse, başka bir
kimsenin nefsine kefil olur ve: "O adam, yarın borcunu ödemezse; işte,
zayi olan bu malına kefil ve dâvasına vekil olacağım." der; borçlu da,
buna razı olursa; bu vekâlet de, kefalet de câzi olur.
Borçlu şahıs, bir gün
sonra, bu borcunu öderse, kefil olan şahıs, hem vekâletten hem de kefaletten
berî (== kurtulmuş) olur. Bir gün geçtiği hâlde, borçlu borcunu ödemezse, bu
şahıs, onun malına kefil, dâvasına da vekil olur.
Bundan sonra, bu
şahıs, kefili olduğu malı teslim ederse, nefse olan kefaletinden berî olmuş
olur.
Bu durumd#, bu şahıs,
dâvaya vekâletten de berî (= kurtulmuş) olur mu?
Bu şahsın, malın
kefaletinden berî olmuş bulunduğunda şek yoktur.
Hem kefaletten, hem de
vekâletten kurtulmayı şart koşmamış olması hâlinde, borcunu ödediği zaman,
kefaletten berî olur; ancak vekâletten berî olamaz.
Her ikisinden de
berâeti şart koşmuş olsa bile, yine mala kefaletten beri olur; fakat, dâvaya
vekâletten berâet edemez. (= kurtulamaz.)
Bir kimse, yarın
borcunu ödememesi hâlinde, başka bir kimsenin nefsine kefil, davasına vekil
olduğunda, borçlu şahıs, borcunu ödemez ve taraflar bu borcu kefil olan şahsın
ödemesine razı olurlarsa, bu da caiz olur. Çünkü, alacaklı da, borçlu da iki kefalette
birleşmiş, olmaktadırlar.
Ancak kefil, bu
hususta ihtilaf etse bile bu mâni değildir.
Bir kimse, başka
birinin nefsine kefil olur ve "yarın ödemezse, dâvasına da vekil
olacağını" söyler ve alacaklı da buna razı olursa; bu borçlunun, bir gün
sonra borcunu ödememesi halinde, bu şahıs, o borçlunun davasına vekil olur.
Bu borçlunun, borcunu
ödemesi hâlinde ise, bu şahsa bir şey gerekmez.
Şayet alacaklının
hakkını kefil ödediği halde, alacaklı bunu kabul etmezse, o bu borcu ödemekten
berî olmuş olur. Alacaklı, kefilin ödemesini kabul ettiği zaman, kefil,
borçluya müracaat edemez.
Bir kimse, başka bir
kimseye, belirli bir müddete kadar kefil olur ve: "Eğer, o şahıs, borcunu,
o zamana kadar ödemezse, ben ödeyeceğim ve dâvasına da vekil olacağım."
der, alacaklı da buna razı olursa, belirlenen vakit gelmeden, alacaklının,
kefilden kefalet istemeye hakkı olmaz.
Zâhiru'r-rivâye budur.
Belirlenen vakit
gelmeden, bu alacaklının dâva açma hakkı da yoktur.
Bir kimse, başka bir
şahsın nefsine kefil olur, borçluyu da, dava için vekil eder; kefil ise,
alacaklının alacağını ödemeye razı olduktan sonra bu kefil ölürse, alacaklı ile
bu kefilin varisleri arasında dava yoktur.
.Şayet alacaklı şahıs,
alacaklı olduğu şahsı bulursa, hâkime dava açar. Hakim hüküm verince de, alacaklı
alacağım, kefilin malından alır.
Ancak bu durumda,
alacaklı şahsın, borçluyu dava edebilmesi için, haklı olduğunu isbat etmesi
gerekir.
Bu durumda hâkim,
hükmünü verince, alacaklı muhayyerdir: Alacağını, isterse, borçlunun malından;
isterse, kefilin malından alır.
Şayet bu alacaklı,
alacağını borçludan ister, o da öderse, bu durumda alacaklı, başka hiç bir
kimseye müracaat edemez.
Bu alacaklı, alacağını
kefilin terekesinden ister, onun varisleri de ödeme yaparlarsa, ödedikleri şey
için borçluya müracaat ederler ve verdiklerini ondan alırlar. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir kimse, diğerine:
"Eğer, borçlu ödemeden aciz ise, o zaman, o alacağın benim üzerime
olsun." dediğinde, borçlu olan şahsın aczi, onun hapsedilmesi ile meydana
gelir.
Yani, borçlu şahıs hapsedildiğinden
dolayı borcunu ödemezse, bu durumda kefil ilzam edilir. Yani, bu borçlunun
borcu, kefilden alınır. Füsûlü'l-İmâdiyye'de de böyledir.
Bir borçlu,
alacaklıya: "Eğer, yarın nefsimi sana teslim etmezsem, senin iddia ettiğin
mal benim üzerime olsun." der ve bir gün sonra da nefsini ona teslim
etmezse; bu durumda bir şey gerekmez.
Şeyhu'l-İslâm,
Câmiu's-Sağîr Şerhı'nin Kitâbü's-Sulh'unda, şöyle buyurmuştur:
Bir kimse, diğer bir
kimseye: "Şu yoldan git; eğer maiın alınırsa, o zaman, o malı ben tazmin
ederim. (= öderim.)" der; o şahıs da, söylenilen yoldan gider ve malı
alınırsa, tazminat sahih olur. Bu durumda, ödenecek şeyin meçhul olmasına
rağmen, tazminat caizdir.
Ancak, bir, kimse,
diğerine: "Eğer oğlunu, arslan yerse veya yırtıcı bir hayvan malını telef
ederse, onu, ben öderim dese; bu sahih olmaz. Füsûlü'l-Üstürûşnîyye'de de
böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahsın borcundan dolayı: *'- Filan, filan maldan, şuna ve şuna kefil olmak
üzere- ben kefilim." der; diğerleri ise, bundan kaçınırsa; Fakıyh Ebû
Bekir el-Bettıî: "Bu durumda, birinci kefalet lâzımdır;
bu şahsın kefaleti
terketmeye ihtiyarı yoktur." buyurmuştur. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Bir alacaklı, borçluya: "Senin
üzerinde bulunan malımı (alacağımı), filan şahsa havale
et." der; borçlu da, denileni yaparsa; bu. caiz olur.
Bu durumda, alacaklı
muhayyerdir: Alacağını dilediğinden alır.
Bu işlem, kefalet
menzilindedir. Ve asıl, borçtan beri olmuş ( = kurtulmuş) sayılmaz. Çünkü, bu
havale, ödeme şartıyle yapılmıştır. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir kimse, diğerine:
"Filanın üzerinde bulunan alacağını, filan şahsa havale edersen, ben, onu
tazmin ederim." der, alacaklı da buna razı olursa; ödeyecek olan şahsın, bunu diğer şahsa havale
etmesi hâlinde, bu caiz olur.
Kendisine havale
edilen şahıs, bunu kabul etmezse; borçlu, hâli üzere, yine borçludur.
Alacaklı olan şah'ıs,
alacağını ister kefilden, isterse asıl borçludan alır. [20]
Borcu, belirli bir
müddete kadar te'hir etmek caizdir. Bunda, az bir bilgisizlik de muhtemeldir.
Tebyîn'de de böyledir.
Bu hususta,
müddetlerin tamamı müsavidir.
Bir kimse, başka bir
şahsın nefsine, "alacaklısı seferden dönene kadar kefil olursa; bu
caizdir. Bu kefil olunan vâdenin hululünün tevehhüm edilip edilememesi de
müsavidir.
Bu vâdenin hululü, hâl
için (yanı o anda) asla tevehhüm olunmazsa
(meselâ: Kefil olan şahıs, hasad zamanına kadar veya bağ bozumuna kadar
yahut ekini, davara tepeletme zamanına kadar kefil olursa) bu da caiz olur. Ve
söylenen bu müddet de sabitleşir.
Ancak, söylenilen
vadenin hal için (o anda) hululü, tevehhüm edilebilirse (meselâ: Kefil olan
şahsın, rüzgar esene kadar veya yağmur yağana kadar kefil olması halinde) bu
müddet sabit olmaz. Zahîriyye'de de böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
Bir kimsenin, diğer
bir kimseye, "bir aya kadar", "üç aya kadar", "'üç
güne kadar" veya bunlar benzer bir tarzda kefil olması caizdir.
Bu kefaletin sahih
olması hâlinde, bahsedilen vâde girince, alacaklı, alacağını kefilden ister. O
müddet içinde, alacaklının alacağını isteme hakkı yoktur.
Âlimlerimiz, zahir
u'r-rivây ede böyle söylemişlerdir. Muhıyt'te de böyledir.
Sirâciyye'de:
"Sahih olan budur." denilmiştir.
Fetâvâyi Suğrâ'da da,
bununla fetva verilmiştir. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir kimse: "Bu
saatten itibaren, filan şahsı nefsine, bir aya kadar kefilim." derse, bu
bir ay geçince, kefalet sona erer. Bunda hilaf yoktur.
"Filanın nefsine,
bir ay (veya üç gün) kefil oldum." diyen şahsın, —kefalet— durumu
hakkında, İmâm Muhammed (R.A.), kitapta bir şey zikretmemiştir.
Bu hususta,
âlimlerinizi arasında ihtilaf vâki olmuştur. Bazıları: "Bu söz, bir aya
kadar (veya üç güne kadar) sözü ile müsavidir." demişler; bazıları ise:
"Bu şekilde kefil olan kimseden, alacaklı, bu müddet içinde, alacağını
ister. Bu müddet geçince, kefil, kefaletten Derî olur. (= kurtulur)"
demişlerdir.
Şeyh Abdülvehhap
eş-Şeybânî de, bu kavle meyletmiştir. Zahîriyye'de ve Muhıyt'te de böyledir.
İmâm Muhammed (R.
A.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Bir kimse, başka bir kimseye:
"Senin filan şahıstan olan alacağına, ne zaman istersen, işte kefil oldum;
—ancak— benim için, bir ay mühlet vardır." yani "Senin, filan şahısta
bulunan alacağına, istediğin zaman kefil oldum. Ancak, bu borcu, istediğin
andan itibaren, bir ay mühlet içinde öderim." derse; işte bu kefalet de
caiz olur.
Alacaklı, bu alacağını
istediği zamandan itibaren, kefil, bir ay içinde, bu borcu öder.
Bu bir ay geçtiği
halde, kefil, borcunu ödememiş olursa, alacaklı, bu alacağını, önceki
borçlusundan talep eder.
Ancak kefilin, bu
şartı kefaletten sonra koşması hâlinde, bu şart bâtıl (= geçersiz, hükümsüz)
olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Müntekâ'da$öyle
zikredilmiştir:
Bir kimse, diğer bir
şahsın nefsine "alacaklının, alacağını istediği zaman, bir ay müddetle,
onu ödemek üzere" kefil olursa; bu kefaletin alacaklının alacağım istediği
zamandan itibaren, bir ay müddeti vardır.
Bu bir ay geçince,
alacaklı, alacağını istediği zaman alır. Bu şahsa, ikinci defa, bir aylık
mühlet yoktur.
Bu kefil, borcu öderken:
"Artık, borçtan berî oldum." derse, bu şahıs., istikbâlde, o
kefaletten berî (= kurtulmuş) o!ur.
Şayet bu kefil, borcu
verdiği hâlde "ondan berî oldum." demezse; alacaklı, ondan alacağını
bir daha isteyebilir; söylemeden vermesi hâlinde, bu kefil, kefaletten beraat
etmiş (= kefillikten kurtulmuş) olmaz.
Hatta, bu kefil,
"borçtan beri oldum." demeden, o borcu bir daha vermiş olsa bile,
alacaklı, onu yeniden isteyebilir. Bu durumda kefil için, bir ay müddet vardır.
Zehıyre'de de böyledir. [21]
Bir kimse, kendisine
vadeli borcu bulunan şahıstan, bir kefil aldığı zaman; bu vâde, kefil üzerine
de sabit olur.
Bir kimsenin,
hâl-ijıazırda ödenecek bir borcu olur; başka bir kimse de, bu borca vadeli
olarak kefil olursa; bu borç, asıl borçlu için de, te'hir edilmiş olur.
Ancak alacaklı şahıs,
kefaletin akdedildiğ; esnada, hassaten ( = özellikle, sadece) kefil için müddet
tanırsa; bu borç, asıl için te'hir edilmiş olmaz. Hizânetü'l-Müftîn'de de
böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahsın, bin dirhem borcuna vadeli olarak kefil olduktan sonra, bu kefil ölürse,
tekeffül ettiği bin dirhem terekesinden hâl-i hazırda (= hemen) alınır.
Ve bu kefilin
vârisleri, vâde tamam olmadan, asıl borçluya müracaat edemezler.
Şayet bu durumda, asîl
(esas borçlu) ölürse, onun hakkındaki borç çözülür; kefil hakkında ise vadeli
olarak baki kalır.
Bu durumda alacaklı,
asîl'in vârislerine değil de, kefile mütâbaat ederse; bu vâde dolana kadar
bekletilir. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Bir şahsın, başka bir
şahısta, sattığı bir malın bedeli olarak, bin dirhem alacağı olur; başka bir
şahıs da, ona, bir seneye kadar kefil olursa; bunda iki vecih vardır:
1) Eğer
kefil, müddeti nefsine izafe ederek: "Buna müddet ver." demişse,
müddet sadece kefil hakkında sabit olur.
2) Şayet kefil,
müddeti nefsine izafe etmemiş ve bunu mutlak olarak zikretmiş; alacaklı da,
buna razı olmuşsa; bu durumda müddet, hem kefil, hem de asîl (= asıl borçlu =
mekfûlün anh) hakkında sabit olur.
Bir kimsenin, başka
bir kimsede, müddetli (vadeli) bin dirhem alacağı olur; diğer bir şahıs da, ona
aynı vadede, veya daha kısa yahut daha uzun bir vâdede ödemek üzere kefil
olursa; bu —kefalet— caiz olur.
Bu mal, (yani borç
olan bin dirhem), kefilin tâyin ettiği müddette ödenir.
Şayet, bu borç hâl-i
hazırda (hemen) ödenmesi gereken bir borç olduğu hâlde, kefil bunu, borçludan
te'hir ettirmişse; bu te'hir, borçlu hakkında da sahih olur. Alacaklı hakkında
sahih değildir.
Şayet bu borcu,
alacaklı ve borçlu sonraya te'hir etmişlerse; bu te'hir hepsi hakkında da sahih
olur.
Şayet kefil, borcu
belirli bir müddete kadar te'hir ettirmişse, bu te'hir, sadece kefil hakkında
sahih olur. Muhıyt'te de böyledir.
Te'hiri reddeden
kefil reddedilir. Hızânetü'I-Müftîn'de de böyledir.
Kefil borcu ödeyeceği
hâîde, alacaklı, vâde tamam olmadan hassaten (- Özellikle, sadece) kefili
te'hir ederse; vâde tamam olmadan, bu alacaklı, mekfûlün anh'e (= asîle = asıl
borçluya) müracaat edemez. Muhıyt'te de böyledir.
Mebsût'ta şöyle
zikredilmiştir:
Alacak olarak bir
başkasının üzerinde bulunan mal, satılmış bulunan bir malın bedeli veya
gasbedilmiş bulunan bir mal oiduğu zaman, alacaklı asîle bir sene vade tanır
(alacağını bir yılte'hir eder), o da bunu kabul etmezse; bu borcu ödemek asîle
(= mekfûlün anh'e = asıl borçluya) ait olur; bu durumda, kefilin kefaleti ise,
hâli üzere kalır. Nihâye'de de böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahsın malına (alacağına) kefil olduğu zaman, diğer bir şahıs da, bu kefile
kefil olur; sonra da alacaklı, asîlden malı (alacağını) almayı te'hir ederse;
bu-te'hir, ikinci kefil hakkında da geçerli olur.
Bu alacaklının,
birinci kefilden (alacağını) te'hir etmesi halinde, bu te'hir de, ikinci kefil
için geçerli olur.
Mal (borç) asîl
üzerinde, hâli üzre kalır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, başka bir
kimsenin bin dirhem alacağına, bir seneye kadar kefil olduktan sonra, o müddet
gelmeden, bu kefil, alıcıya bir köle satıp, onu teslim ettikten sonra da, bu
köleye bir hak sahibi çıkarsa, o mal, vade tamam oluncaya kadar, kefilin
üzerinde kalır.
Keza, müşterinin almış
bulunduğu malı, hakimin hükmü ile geri verirse; bu geri veriş hükümsüz bir geri
veriş gibi olur.
Bu alış-veriş akdi,
ikâle edilirse (= tarafların rızası ile bozulursa) yine müddet avdet etmez.
Şayet bu kefil, o
köleyi satmaz; borcunu acil olarak öder; ancak, alacaklı, verilen bu dirhemleri
karışık bulduğundan geri verirse, bu durumda mal (alacak),-belirlenen müddete
kadar, kefilin üzerinde kalır.
Keza, bu alacaklının,
ödenen dirhemleri noksan veya kalp bulmasından dolayı, hâkimin hükmü ile veya
böyle bir hüküm olmadan iade etmesi hâlinde de, hüküm böyledir.
Ancak alacaklının, bu
dirhemlerin verildiği esnada, onların züyûf akçe olduğunu bilerek alması
hâlinde, bu caiz olur. Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahsa kefil olduğunda, mekfûlün anh ( = asîl = asıl borçlu) alacaklıya bir mal
satar; sattığı mal da köle olur ve onu da teslim ederse; bu durumda kefil,
kefaletten hükmen berî olmuş bulunur.
Asaletin, beraatı (=
borçtan kurtulması), kefaletin de beraatı ( = kefaletten kurtulması) olur.
Alacaklının elinde
iken, köleye bir hak sahibi çıkar veya bir kusurundan dolayı alacaklı, bunu
hâkimin hükmü ile geri verirse; bu mal (alacak) tekrar kefile avdet eder.
Ancak alacaklı, bir
hâkimin hükmü olmadan, bu köleyi geri verirse; mal (borç) kefile avdet etmez. Muhıyt'te
de böyledir.
" Bir kimsenin,
bir borca-müddetli (vadeli) kefil olması halinde, bu kefalet caiz olur.
Bu mal (alacak)
belirlenen müddete kadar, kefilin üzerinde (alacak olarak) kalır; asîl (=
mekfûlün anh - asıl borçlu) ise, onu hâli hazırda ödemelidir. Zelııyre'de de
böyledir.
Bir asîl ve kefil,
—borcu— bir ay le'hir ettikten sonra, onu bir sene daha te'hir ederlerse;
müddetlerin toplanması halinde —sadece— bir müddet geçmiş gibi olur. Muhıyt'te
de böyledir.
İmâm Muhamnıed (R.A.),
"Kefalette Muhayyerlik, Borçta İkrar Babı"nda, "sahih kefâletde
muhayyerlik1'i şöyle zikretmiştir:
Bir kimse, "—Üç
güne kadar muhayyer olmak üzere— başka bir şahsın bin dirhemine kefil
olduğunu" ikrar ettiğinde, alacaklı da bunu kabul ederse; bu durumda
muhayyerlik sabit olur.
Ancak, alacaklı bunu
inkar ederse; kefil bu ikrarına beyyine getirmedikçe, muhayyerliği sabit olmaz.
Zehıyre'de de böyledir. [22]
Bir kimse, başka bir şahsın, bin dirhem
—borcuna— kefil olduktan sonra,
bu bin dirhemin kumar veya şarap parası yahut benzerleri gibi, edası vacip
olmayan bir şey olduğunu iddia ederse, bu sözü kabul edilmez.
Bu kefil, alacaklıya
karşı, böylece bir beyyine ikâme eder; alacaklı ise, bunu inkâr ederse; kefilin
bu beyyinesi de kabul edilmez.
Bu durumda kefil,
alacaklının yemin etmesini talep etse; bu talebine de iltifat edilmez. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Alacaklının ikrarı
üzerine beyyine ikâme eden kefilin beyyinesi dinlenmez. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kefil, malı
(borcu) alacaklıya ödemiş olur ve borçluya müracaat etmek ister; bu esnada
alacaklı da huzurda bulunmaz, borçlu ise: "Bu mal (borç), kumar parası
(veya lâşe parası) idi," der veya buna benzer bir şey söyleyip, kefile
karşı, bu hususta beyyine ikâme etmeye kalkarsa; bu borçlunun beyyinesi de
kabul edilmez.
Ve bu durumda, bu
borçluya, o malı, kefile ödemesi emredilir. Ve bu borçluya: "Hasmını (=
dâva edeceğin şahsı = alacaklıyı) ara ve onunla muhâsemeye tutuş. (Onu dâva
et.)" denilir.
Şayet alacaklı şahıs,
kefilden malı almadan önce gelir ve hâkimin huzurunda "bu malın (alacağın)
şarap parası veya buna benzer bir şey olduğunu" söylerse; bu durumda hem
asîl (= mekfûlün anh), hem de kefil, bu malı ödemekten ve kefaletten berî ( =
kurtulmuş) olurlar.
Bir hâkim, kefili,
kefaletten berî kıldıktan sonra, borçlu gelerek "bu malın borç
olduğunu" söyler; alacaklı da, bunu doğrularsa; bu durumda malı (borcu)
ödemek, borçluya aittir. Kefil hakkında, ikisinin sözüne de inanılmaz.
Bu durumda, havale de
kefalet gibidir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Birbirine ortak
bulunmayan üç kişinin, birbirlerinde biner dirhem. alacakları bulunur ve bu üç
kişiden ikisi, "üçüncünün, borçluya kefil olduğuna" şahitlik etseler;
borcun bu iki kişinin müşterek borcu olması hâlinde, ikisinin de şehâdetleri kabul
edilmez. Kâfi'de de böyledir.
Bir kimse, diğer bir
kimseye karşı, "onun nefse ve mala kefil olduğunu iddia edip, bu hususta
iki de şahit getirdiğinde; bu şahitler, kefalettin zamanında ve mekânında
ihtilaf ederlerse; hâkim, bunların şehâdetini kabul eder.
Bu şahitler, kefaletin
akdedildiği zaman ve mekânda ittifak ettikleri hâlde, müddetinde (vâdesinde)
ihtilaf ederlerse; dâva da mala kefalet hususunda olur ve şahitlerden birisi:
"...Bir aya kadar kefil oldu.*', dediği halde, diğeri: "...İki aya
kadar kefil oldu." derse; iddia sahibinin, bu iki müddetten en yakın
olanını iddia etmekte olması hâlinde, hâkim, bu şahitlerden ikisinin
şahitliğini de kabul eder.
İddia sahibinin bu iki
müddetten uzak olanını iddia etmesi hâlinde ise, hâkim, bu şahitlerin ikisinin
şehâdetini kabul etmez. Muhıyt'te de böyledir.
İki kişi, bir şahıs
hakkında, "bir adamın bin dirhemine kefil oldu." diye şahitlik
yaparlar; bu şahitlerden birisi: "Bir seneye kadar kefil oldu."
dediği hâlde, diğeri ise: "Hâl-i hazırda (alacaklı istediği zaman vermek
üzere) kefil oldu.' der; alacaklı da, "hâl-i hazırda kefili oldu."
diye iddia eder; kefil ise, kefaletini inkâr eder veya bunu ikrar (kabul)
ettiği halde, müddetin bir sene olduğunu
iddia ederse; bu durumlarda mal (borç)
kefilin üzerinedir;
Hızânetü'I-Müftîn'de de böyledir.
Şayet dâva, nefsin
kefaleti hakkında olur ve şahitlerden birisi: "Bir ay..." diğeri de:
"İki ay müddetle kefil oldu." diye şahitlik yaparlarsa;
Şcyhu'I-İslârn, bu mes'eleyi şerhederken, tafsilâtlı olarak şöyle uyurrnuştur:
Şayet Mdia sahibi,
şahitlerin söylediği bu iki müddeten, yakın olanını iddia ediyorsa; şehâdet
kabul edilir.
İddia sahibinin, bu
iki müddetten uzakta olanını iddia etmesi hâlinde, şehâdet kabul edilmez.
Şemsü'l-Eimme Serahsî
ise, Şerhı'nde, tafsilâtsız olarak: ((Bu şehâdet makbuldür." buyurmuştur.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir şahit,
"kefalet üzerine"; diğer şahit de "Bu kefilin kefaleti
üzerine" şahitlik yaparlarsa; bu şahitlerin ikisinin.de şahitlikleri kabul
edilir.
Bu şahitlerden ikisi
de, "o şahsın, bin dirheme kefil olduğuna" şahitlik yapsalar; ancak,
sözde ihtilâf edip, biri: "Ona kefil oldu." dediği halde, diğeri:
"Ona tazammun etti." veya biri: "O bana aittir dedi."
dediği halde, diğeri: "O benim üzerimedir; dedi." derse, ikisinin de
şehâdetleri caiz olur. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir kimse, başka bîr
şahısta, "kefaletinden dolayı, belirli bir mal (alacağı olduğu) iddiasında
bulunduğu halde, borçlu olan şahsın nesebini (soyunu, kimliğini) belirtemese;
bu şekildeki bir dava sahih olur mu?
Şemsü'l-Eimme
el-Ezvecendî'nin fetvasına göre, "bu dava sahih değildir."
Zahîru'd-dîn
el-Murğînânî de, böyle fetva vermiştir.
tmâm Muhammed
(R.A.), Kefalette Şehâdet
Bâbı'nda şöyle buyurmuştur:
Şayet iki şahit:
"Bu şahıs, şu adamın nefsine kefil oldu; fakat biz, o adamın ismini
bilmiyoruz; ancak, onu yüzünden tanıyoruz." diye şehâ-dette bulunurlarsa,
bu şehâdet caiz olur.
Keza, bu şahitlerden
birisi: "Ben, o adamı yüzünden de tanımam." dese bile, kefil yine de
kefildir.
Bu durumda kefile:
"Nesebini (soyunu, kimliğini) açıkla." denilir.
Şayet kefil, bir adam
getirir; mefkûlün leh (= talip = alacaklı = kefilden malın teslim edilmesini
istemeye ve da'vâ etmeye hakkı olan kimse) de: "Borçlu, işte budur."
deyince, alacaklı da, bunu tasdik ederse; ne âla!.. Bu durumda, yemine hacet
kalmaz.
Ancak, alacaklının
talibi yalanla:'aası hâlinde davaya itibar olunur.
bu mes'elede inkâr,
kefalet davasında delildir ki, borçlunun kim olduğunu söylemesi şart değildir;
bu durumda borçlu sadece.nesebini söyler.
"Bu mes'elede delil
şahindir." de denilmiştir. Doğru olan ise, bunun sahih olmamasıdır. Bu
mes'elenin mâba'di (= devamı, sonu),
mâkablini(= öncesini,
başlangıcını)ifsâdettiği (= bozduğu)gibi...
Gerçekte kefalet,
belirli şahıslar hakkında vâki olur; ancak, şahitler, onu
tanıyamazlarsa, nesebini sormazlar; bu durumda kefalet, belirli şahsın
nefsinden vâki olur.
Şemsü'l-Eimme'nin
şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: Gerçekten, iddia sahibi: "Evet, şu
şahıs, şu adamdaıi dolayı kefil oldu." dediği halde; "kefil
oldu." dediği şahıs, meçhul bir şahıs olursa; bu kefalet sahih olmaz.
Zehıyre'de de böyledir.
İki şahit, "bir
şahsın, bir nefse kefil olduklarına" şahitlik ettikleri zaman, bu
şahitlerden birisi: "Borçlu Zeyd'dir." dediği hâlde, diğeri:
"Borçlu Amr'di*." derse; bunların şahitlikleri kabul olunmaz.
Bir kimse, diğerinden
önce, "bir nefse, iki kişinin kefil olduklarım" iddia edip, iki de
şahit getirir; bu şahitler de "o iki adamdan birinin kefil olduğunu"
söylerler, diğerinde ise ihtilâf ederler ve birisi "o şahsın kefil olduğunu"
söylediği halde, diğer şahit, şüphe eder ve: "Ben bilmiyorum; kefil bu
mudur; başkası mıdır."derse; bu durumda şahitlerden ikisinin
de "kefil" dediği
şahıs yakalanır; diğerinin
kefil olduğuna hükmedilmez.
îki kişi, "bir
şahsın, kendi babalarına kefil olduğuna; filanın da, filan şahsın nefsine kefil
olduğuna" şahitlik ederlerse, bu şehâdetleri geçersiz olur.
Çünkü, ikisi de bir
lafızla şahitlik yapmışlardır ki, bu durumda, babaları hakkındaki şahitlikleri
geçersiz olduğu için, diğer şahıs hakkındaki şahitlikleri de bâtıldır. (=
geçersizdir; hükümsüzdür.)
İki kişi, bir şahıs
üzerine şahitlik yaparak: "filan şahıs, filan şahsa, "yarın borcunu
ödemezse, bin dirhem olan borcunu, o ödeyecektir." diyerek kefil oldu.''
deseler; bu şehâdet caiz olur.
Bu iki kişi,
"şahitliklerini bu gün yerine getireceklerini" söyleseler; o gün
geçince, kefaletten berî olurlar.
Şayet bu şahitler,
malda ihtilâf ederler ve biri: "...bin dirhem..." dediği halde,
diğeri: "...beş yüz dirhem..." diye şahitlik yaparlar; bu arada da,
"bir nefse kefalette" görüş birliği yaparlarsa, bu durumda hâkim,
nefse ait olan kefalete hükmeder.
Çünkü, şahitlerin bu
hususta ittifakları Vardır. İhtilâfları ise, mal hususundadır.
Bu şehâdetleri, İmâm
Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre kabul edilmez.
Alacaklının, bu iki
maldan azını veya çoğunu iddia etmesi arasında da bir fark yoktui.
Bu iki şahit,
mal hususunda ihtilaf
ederler; birisi "borcun dirhemler olduğunu"
söylediği halde, diğeri "...dinarlar olduğunu" iddia ederse;
alacaklı, bunlardan hangisini iddia ederse etsin, bu şahitlerin şehâdetleri
kabul edilmez.
Bu şahitler mal
hususunda ittifak ederek: "O, bin dirhemdir." derler; ancak, ihtilaf
ederek, birisi: "Bu, bir borçtur." dediği halde, diğeri:
"Satılan bir malın karşılığıdır." der; alacaklı ise, "onun,
satılan bir m-aiın bedeli" olduğunu iddia ederse, bu durumda, hiç bir
şeyle hükmedilmez.
Bu hüküm, alacaklının
iki sınıftan birisini iddia ettiği zaman geçerlidir. Şayet alacaklı, iki sınıfı
da iddia ederse;'şahitlerin şehâdetleri kabul edilir ve bin dirhem olarak
hükmedilir.
Bu iki şahit, az olan
mala kefil olmuş olurlarsa, şehâdetleri kabul edilmez. Muhıyt'te de böyledir.
Nişanı, İmâm Muhammed
(R.A.)'ın şöyle buyurduğunu naklediyor:
Bir kimse, "bir
şahsın, başka bir şahsın nefsine kefil olduğunu, iddia ettiği hâlde; o şahısda
kefil olmadığını iddia eder ve iddia sahibi, "kefilin, kefil
olduğuna" beyyine ibraz ederse; bu durumda onun kefaleti ilzam olunur.
Bundan sonra, kefil,
"Onun emri ile kefil olduğunu" belgelese bile, bu durumda onun
beyyinesi kabul edilmez. Zahîriyye'de de böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.)\
Camimde şöyle buyurmuştur:
Bir kimse, başka bir
şahsa, hakimin hükmü ile sabit olmuş bir borç için kefil olduktan sonra,
mekfûlün anh (= borçlu) kaybolur ve bunu takiben de, alacaklı gâib olan
şahısta, bin dirhem alacağının bulunduğuna beyyine getirirse; bu durumda bu
borca hükmedilmez. Bu borç, kefile de, asîle de hükmedilmez.
Çünkü, kefalet iddiası
lazım değildir. Onun lüzumu, asîl üzerine, hükümle sabit olur.
Hatta alacaklı: ''ben,
borçluyu filân hakime götürdüm ve onda bin dirhem alacağımın olduğunu isbat
ettim; hâkim de, bu şekilde hüküm verdi." der; kefil ise, bunu inkar
ettiği halde, alacaklı bunu isbât ederse; hakim, "Bu alacaklının, bin
dirhem olan alacağını, kefilin ödemesine" -hükmeder. Zehıyre'de de
böyeldir.
Bir kimse, gâib olmuş
bir şahısta, bin dirhem alacağının bulunduğuna beyyine getirir ve: "Bu
adam, onun nâmına kefil oldu." derse,, hâkim, borçludan bedel olarak,
kefilin bin dirhemi ödemesine hükmeder.
Bu kefil de, asîle
müracaat ederek, verdiğinin mislini ondan ister ve alır.
Eğer alacaklı,
kefaletin, borçlunun emri olmaksızın yapıldığını iddia ederse; hâkim, asîle
değil de, kefile bin dirhemi hükmeder.
Eğer alacaklı, kefile:
"Sen, benim, filan şahısta bulunan bütün malıma (alacağıma) kefil
oldun." der; onun da "bin dirhem olduğunu" söyler ve hem bu
alacağa, hem de kefalete burhan (= delil, isbat) getirirse; bu durumda hâkim,
hem kefile, hem de asîle, bu bin dirhemi hükmeder.
Bu durumda, âmirin
iddia edip etmemesi de değişmez.
Ancak kefil, borçlunun
emriyle kefil olmuşsa, verdiği için, ona müracaat eder; aksi takdirde müracaat
edemez. Kflfî'de de böyledir.
İki şahit, diğer iki
şahidin kefaletlerine şehâdette bulunarak: "Biz, kefili de, mekfûlün anhi
de (= asıl borçluyu da) bilmiyoruz; ancak, filan ve filanın şahitliklerine
şehâdet ediyoruz; filan oğlu filan, bu adamın nefsine kefil oldu; filan oğlu
filan da kefil oldu." derlerse, bunların şehâdetleri kabul edilir.
Bundan sonra, iddia
olunan şahıs, filan oğlu filanın kefaletini kabul ederse; o kefil yakalanıp,
borç ondan alınır.
İddia olunan şahıs,
bunu inkâr ederse; iddia eden şahsın şahitlerine ihtiyaç hasıl olur. Muhıyt'te
de böyledir. [23]
Bir kişinin, iki şahıs
üzerinde, ona verdiği (sattığı) bir eşyanın bedeli veya
verdiği borcun karşılığı
olarak, bin dirhem alacağı
olduğunda, bu iki kişi birbirlerine kefil olsalar, bunlardan birinin borcunu
ödememesi halinde, diğer borçlu, bu borcun yarıdan fazlasını ödemedikçe,
ortağına müracaat edemez.
Borcu ödeyen ortak, bu
borcun yandan fazlasını öderse, ödediği bu fazla miktar için, ödemeyen ortağına
müracaat eder. Kâfi'de de böyledir.
Ödemede bulunan
ortak: "bu ödediğim, arkadaşıma kefil olduğum miktar yerinedir. dese bile,
ödediği miktar kendi hissesine düşen borcun miktarını geçmedikçe, bu sözü kabul
edilmez. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimsenin, bin
dirhem miktarındaki borcunun tamamına, bir şahıs kefil olduktan sonra, başka
bir şahıs da gelip yine bu borcun tamamına kefil olur; bunu takiben, diğer bir
şahıs daha gelerek, önceki iki kefilin her birine, bu bin dirhemin tamamına
kefil olur ve önceki kefillerden biri borcu öderse; arkadaşının hissesine düşen
miktar için, ona müracaat eder.
Ödeyen şahıs, diğer
kefilden beş yüz dirhemi ister ve alır. Nafî* Şerbı'nde de böyledir.
Daha sonra da, her iki
kefil, asîl'e (- mekfûlün anh'e = asıl borçluya) müracaat ederek, ödediklerini
ondan alırlar.
Bin dirhemi, ilk
olarak ödeyen şahıs isterse, bu bin dirhemin tamamını, borçludan isteyip alır.
Alacaklı alacağını
alıp kurtulunca, kefillerden diğeri de, borçludan, borcunun tamamını alabilir.
Hidâye'de de böyledir.
İki kişi,
alış-verişten dolayı, bir başka şahsa bin dirhem borçlu oldukları zaman, bu
şahıslardan biri diğerine kefil olduğu halde, bu şahıs, kefil olan ortağına
kefil olmaz ve kefil olan şhis, bir
şeyler öderken: "Bu, benim kefil olduğum miktara karşılıktır." dese,
bu sözü kabul edilir.
Keza. iki kişi, bir
şahıstan, bin dirheme bir köle satın alırlar ve bu iki kişiden her biri
diğerine kefil olurlar, sonra da, satıcı şahıs, bu iki müşteriden hassaten O
özellikle) birinin hissesini te'hir eder; bilâhere de, hissesi te'hir olunan
müşteri, borcun yansını öder ve: "Bu, benim arkadaşıma kefil olduğum
miktarın yerinedir." dese, bu sözü kabul edilir.
Bir kimsenin, başka
bir kimsede, ona verdiği borçtan dolayı veya ona sattığı bir malın bedeli
olarak, bin dirhem alacağı olduğunda, bunun yarısına bir şahıs, diğer yarısına
da, başka bir şahıs kefil olur; asıl borçlu da, borcunun beş yüz dirhemini,
alacaklısına, bir şey söylemeden öderse; bu durumda, kefillerin ikisine bedel
olarak ödemiş olur.
Ancak bu borçlu, ödeme
esnasında: "Bu, filanın kefil olduğunun yerinedir." derse; bu durumda
da, borçlunun söylediği gibi olur.
Mekfûlün anh'in (=
asîlin = asıl borçlunun) borcu, çeşitli olur. (Meselâ: İki ayrı borç; iki ayrı
şeyin satış bedeli gibi...) veya iki ayrı sebeple ödemesi gereken iki mal olur.
(Meselâ: Birisi borç parası, diğeri satış bedeli olması gibi...) ve bu durumda,
iki kefilden birisi, bu malların ikisine, diğeri de, sadece birine kefil olur;
asıl borçlu ise, borcunun beş yüz dirhemini öder ve: "Bu, filan ve filanın
yerinedir." derse, borçlunun dediği gibi olur.
İki beş yüz dirhemden
birisi kaldığında, asıl borçlu, bunu öderken: "...kefaletten
dolayıdır." derse, bu sözü de kabul edilir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir ahş-verişten
dolayı, bir şahsın diğerine bin dirhem ödemesi gerektiğinde, alacaklı,
alacağını bir seneye kadar ödenmek üzere, iki takside bağlar ve bu taksitlerden
birinin hal-i hazırda (hemen) ödenmesi gerekir, diğer taksit ise, oir yıl
vadeli olur; bu borcun her kısmına da ayrı ayrı birer kefil bulunur ve sonradan
da, asıl borçlu bu taksitlerden birini, hiç bir şey söylemeden öderse; bu
taksit, hâl-i hazırda ödenecek miktara kefil olan kimsenin yerine ödenmiş olur.
Zehıyre'de de böyledir.
Ancak, borçlu Öderken:
"Bu, vadeli olarak ödenecek miktara kefil olanın yerine bedeldir."
derse, bu sözü kabul edilir. Muhıyt'te de böyledir.
İki kişi, bir şahsın
bin dirhem alacağına kefil olurlar; ayrıca bunlardan her biri diğerine de
kefil olur ye alacak, bunlardan birinden bir1 seneye, diğerinden ise, iki
seneye kadar alınacak olursa; bu caiz olur.
Bu bir sene geçince,
—bir seneliğine— kefil olan şahıs, borcunu öder ve mekfûlün anh'e (= asıl
borçluya) müracaat eder; diğer kefile müracaat edemez. Muhıyt'te de böyledir.
Bir müfâveda
ortaklığında, ortaklar birbirlerinden ayrıldıktan sonra, bu ortaklıktan alacağı
olanlar, alacaklarını, bu —eski— ortaklardan hangisinden dilerlerse, ondan
alırlar.
Bu ortaklardan birisi,
borcun yarısından fazlasını ödemedikçe, diğer ortağına müracaat edemez. Ancak,
yarıdan fazlasını ödemiş olursa, bu fazlalık için ortağına müracaat eder.
Kıyâsa göre, iki
mükâtep kölenin birbirlerine kefil olması caiz olmaz.
Ancak, iki mükâtep
birbirine kefil olduktan sonra, bunlardrl birisi, —borca mahsuben— bir şey
öderse, ödediğinin yarısı için, diğerine müracaat eder.
Bu mükâteplerden hiç
biri ödemede bulunmaz ve efendileri bunlardan birini azâd ederse; bu durumda,
bu ıtk (= azâd ediş) caiz olur. Azâd edilen mükâtep, ödeyeceği şeyin yarısından
da, berâet etmiş olur. Bu durumda, efendisi,- azaa ettiği mükâtebin hissesini,
azâd edilmeyen mükâtebden alır. Bunu azâd edilenden alması halinde ise, azâd
edilen mükâtep, diğer mükâtebe müracaat eder.
Şayet efendi, azâd
etmediği mükâtepten almış olursa, o, her hangi bir şey —almak— için, müracaat
edemez. Sadru'ş-Şehîd Hüsamü'd-dîn' in Câmiu's-Sağîr Şerhı'nde de böyledir.
Üç kişi, bir şahsın,
bin dirhemine kefil olduklarında, bu kefillerden birisi ödemede bulunursa,
diğerlerine müracaat edemez.
Şayet bu kefilller,
—ayrıca— birbirlerine de kefil olmuşlarsa, bunlardan birinin ödemede bulunmuş
olması hâlinde, ödeme yapan, bin dirhemin üçte ikisi için, diğerlerine müracaat
eder.
Alacaklı ise, bunların
her birinden, bin dirhemini isteyebilir. Bu hüküm, kefillerden ikisinin,
kefaletten berî olmuş olmaları hâlinde geçerlidir. Berî olan bu kefillerden
birisi zafer bulursa, ona yansı için müracaat olunur.
Sonra da, ikisi,
üçüncüye, üçte bir için müracaat ederler.
Şayet ikisi, gâib
olana-zafer bulurlarsa her birisi, altıda bir için müracaat ederler.
Bu kefillerden birisi
zafer bulursa (kefaletten kurtulursa), alacaklı diğer kefillerden her birine
alacağının yarısı için müracaat edebilir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
şöyle buyurmuştur:
İki şahıs, bir
kimsenin, bin dirhem alacağına, ''alacaklının, kimden isterse, ondan alması
şartıyle" kefil olmaları; borçlunun emri ile, iki kefilden her birinin
diğerine kefil olması menzilindedir. Serâhsî'nin-Muhıytı'nde de böyledir. [24]
Bir kölenİH,
efendisinin izni olmadan, bir mala veya nefse kef olması caiz değildir.
3una rağmen, bir köle,
bir şeye kefil olmuş bulunursa; kefil olduğ mal, bu köle azâd edildikten sonra,
kendisinden alınır. Serahsî'nir Muhıytı'nde de böyledir.
Bir köleye, ticaret
için verilen izin, kefalet için geçerli olma; Zehıyre'de de böyledir.
Bir köleye, efendisi
kefalet için izin verirse, bu kölenin efendisin veya bir yabancıya mal için
kefil olması sahih olur.
Bu köle ister tacir,
ister ticâretten men edilmiş olsun, üzerinde bor bulunmadıkça, kefaleti geçerli
olur.
Câriye, müdebere ve
ümm-ü veled hakkındaki hüküm de böyledii Muhıyt'te de böyledir.
Bir borca kefil olmuş
bulunan köle, bu borçtan dolayı satılabilir. Ancak, bu kölenin kefil olduğu
borcu, efendisi öderse, o zamat
köle satılmaz. Bedâi'de
de böyledir.
Üzerinde borç bulunan
bir köle, efendisinin izni ile —bile olsa— efendisine veya bir yabancıya kefil
olduğu zaman, köle olduğu müd detce, üzerine bir şey terettüp etmez.
Bu köle, azâd
edilirse, o zaman kefil olduğu şeyi öder. Muhıyt'te de böyledir.
Bir efendinin,
kölesine kefil olması sahihtir.
Bu kefaletin mala veya
cana (nefse) olması ile kölenin borçlu vey; borçsuz bulunması
halleri de, bu
hüküm bakımından müsavidir
Nihâye'de de böyledir.
Bir mükâtebin,
başkasına (yabancı birine) kefaleti caiz olmaz.
Bu hükümde de,
mükâteb'e, efendisinin izin vermiş veya izin vermemiş olması halleri
müsavidir.
Fakat, bir mükateple,
kefalet hususunda sözleşme yapılmışsa, ıtk (= azâd) edildikten sonra, ondan,
borcu istenir.
Ancak, bir mükâtebin,
efendisine kefil olması caizdir. Bedâi"de de böyledir.
Bir köleye kefaletten
dolayı borç ödeyen herhangi bir şahıs, ödediği bu şeyi, o köle azâd edildikten
sonra, ondan alabilir
Bu köle, "o malın
helak olduğunu" söylediği hâlde, efendisi onu yatanlar veya efendisi bu
köleyi satar yahut borca verirse, bu durumlarda bu köle mahcur olur. Zaman
belidensin veya belirlenmesin, hâl-i " hazırda (hemen) kefil alınır.
Kâfî'de de böyledir.
Keza, bir köle,
kendisine emânet edilen bir şeyi zayi eder veya bir köle, bir kadına,
efendisinin izni olmadan, şüphe ile cima' ederse, bu köleden, hâl-i hazırda (o
anda) hiç bir şey alınmaz.
Bir kimse, hâl
(istenildiği zaman) veya başka zaman —alırım— diye bir açıklama yapmadan, başka
bir kimseye bir şey verirse; bunun —ödeme— vakti, kefile karşı, hâl
(istenildiği zaman) olur.
Bir kölenin yerine,
bir şey ödemiş bulunan bîr şahıs, bu ödemeyi, kölenin isteği ile yapmış olursa,
azâd»edildikten sonra, o köleye müracaat eder.
Bu şahıs,
ödemeyi-kölenin isteği olmadan yapmışsa, azâd edildikten sonra da, ona müracaat
edemez. Tebyîn'nde de böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.),
Câmiü's-Sağîr'de şöyle buyurmuştur: Bir kimse, bir kölede, bin dirhem
alacağının olduğunu iddia eder,
başka bir kimse de, bu
kölenin nefsine kefil olur; bilâhare de bu köle ölürse, ona kefil olan şahıs,
kefaletten berî (= kurtulmuş) olur. Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahsın elinde bulunan bir kölenin, kendisine ait olduğunu iddia eder, diğer bir
şahıs da, bu kölenin nefsine kefil olur, bilâhare de, bu köle ölür ve iddia
sahibi o kölenin kendisine ait olduğunu isbât ederse; kefil olan şahıs, bu
kölenin kıymetini, —iddia eden şahsa— tazmin eder. (= öder.)
Bu kölenin, iddiada
bulunan şahsın mülkü olduğu, köle elinde bulunan şahsın ikrarı veya yemin
etmekten kaçınması ile sabit olur; bu köle de, köle yanında bulunan şahsın
yanında ölürse; bu köienin kıymetini, köle yanında bulunan şahıs öder. Bu
durumda, kefile birşey gerekmez.
Ancak, kefil de,
asilin kabul ettiğini kabul ederse, tmâm Timurtâşî: "Köjenin öldüğünü
söyleyen şahsın, bu sözüne inanılmaz. Bu şahıs da, kefil de hapsedilir. Hapis
müddeti uzarsa, o, kölenin kıymetini tazmin eder." buyurmuştur. Nihâye'de
de böyledir. [25]
Ehl-i zimmet (~ zimmî) ile ehl-i İslam'ın (= müslüman'ın), kefalet hükmünde müsavi (=
eşit) olduğunu bilmek gerekir.
Ancak müslüman ile
zimmî, şarap ve hınzıra (— domuza) kefalet bakımından müsâvî olmazlar.
Bir zimmînin, diğer
bir zimmîde alacağı şarap olur veya onda gasbedilmiş şarabı bulunur; başka bir
zimmî de, o şahsa kefil olursa, bu kefalet caiz olur.
Bu şahıslardan birinin
müslüman olması hâlinde, bu mes'elede bazı verililer meydana gelir.
1) Alacaklı
müslüman olmuş olabilir. Bu durumda kefil, şarap kefaletinden berî (=
kurtulmuş) olur. Bütün âlimlerimize
göre, bu durumda kefil,
şarabın kıymetini ödemekten de
beri olur.
2) Borçlu
müsiüman olmuş olabilir.
Bu durumda borçlu,
şaraptan da, kıymetinden de berî (= kurtulmuş) olur.
Kefil de, kefaletten
berî olur.
Bu, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un kavlidir.
Bu kavil, ayrıca İmâm
Ebû Hanîfe (R. A.)'den de rivayet edilmiştir.
İmâm Züfer, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Bu borçlu, şarabın
kıymetini alacaklıya öder; kefil de, kefaleti üzere devam etmektedir.
İmâm Muhainmed
(R.A.)'in kavli de budur,
3) Hassaten
( — özellikle) kefilin kefaletine gelince;
Borçlunun nıüslüman
olması hâlinde, şarap kefilden aslı ile sakıt olur. (Yani, kefil şarabın aslını
ödemez.) Bedelini ödemekten ise berî olamaz. (= kurtulamaz.)
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin son kavlidir.
İmâmEbû Yûsuf (R.
A.)'un kavli de budur.
İmâm Muhammed (R.A.)
ise: "Bu durumda satıcı muhayyerdir: İsterse, kefile müracaat ederek,
şarabın bedelini talep eder; isterse, asıl borçluya müracaat ederek, şarabın
aynını (kendisini) alır,
4) Bu
şahısların hepsi birden müslüman olmuş olabilir: Bu durumda, şarabın aslı sakıt
olur; bedeli ise kalır.
5) Alacaklı
ve kefil müslüman olabilir.
6) Alacaklı
ve asıl borçlu müslüman olabilir.
Bu durumların ikisinde
de, şarabın aslı sâkıt.olur; bedeli ise kalır.
7) Kefil ve
asıl müslüman olabilir.
Bu durumda da, şarap
sakıt olur; bedeli kalır. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nın son kavlidir. İmâm Ebû
Yûsuf (R.A.)'un kavli de budur.
İmâm Muhammed (R.A.)'e
göre ise, bu durumda alacaklı, hangisini isterse, onu alır.
8) Bu şarap
bir malın bedeli (karşılığı) olur ve alacaklı da, borçlu da müslüman olmuş
bulunabilir.
Bu durumda kefil,
şaraptan da, bunun bedelinden de, bi'1-ittifak berî olur.
9) Bu
durumda kefil müslüman olmuş olabilir.
Böyle bir hâlde,
alacaklı, borçludan şarabın kendisini talep eder. Kefil ise, hem şaraptan, hem
de, bedelinden berî olur.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin son kavlidir.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un kavli de budur.
İmâm Muhammed (R.A.)'e
göre ise, bu alacak şarap kıymetine dönüşür ve kefil onu öder. Alacaklı da
şarabın kıymetini talep eder.
10) Şarabın
verilmesi, bey-i selem'den dolayı icabetmekte olur ve alacaklı ile borçlu
müslüman olmuş bulunabilir.
Bu durumda bey-i selem
bâtıl (= geçersiz) olur. Bey-i selem bâtıl olunca da, asîl de, —bu borçtan—
berî olur.
Asilin (= mekfülün
anh'in = asıl borçlunun) berâeti ise, kefilin de, o borçtan kurtulmasını
gerektirir.
11) Böyle
bir durumda, kefil müslüman olabilir.
Bu durumda kefil,
hilafsız olarak, kefaletten berî olur.
Borçlu hâli üzerine
kaldıkça, şarap, alacaklı hakkında baki kahr. Muhıyt'te de böyledir.
Bu hususta asıl olan:
Alacaklı müslüman
olduğu zaman, şarap aslen iptal (= geçersiz) oiur.
Çünkü, şarabın teslim
edilmesinin mümkün olmayışı, alacaklının ve borçlunun müslüman olmalarından
gelmektedir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a
göre, şarabın teslimi, özründen dolayıdır.
İmâm Muhammed (R.A.)'e
göre, şarabın teslimi bâtıl olmaz; bilakis, hak sahibi tarafından geldiği için,
kıymetine döndürülür.
Bir hıristiyan erkek,
iki hıristiyan kadınla, şarap karşılığında hulû'laşır (= kadınların
vereceği şarap karşılığında, erkek onların nikâhlarını verir.) ve bu kadınlardan
her biri diğerine kefil olduktan sonra, müslüman olurlarsa, bu kadınlar
kefaletten berî olurlar. Bunların üzerindeki şarap kefaleti, şarabın bedeline
dönüşür. Bu kefalet, müslüman olmayanın üzerinde, şarap olarak baki kalır.
Şayet müslüman olan
kadıa, şarabın bedelini öderse, arkadaşına hiç bir şey için müracaat edemez.
Eğer kâfir olan kadın,
şarabın tamamım öderse, müslüman olan kadına müracaat ederek, şarabın kıymetini
alır.
Şayet kadınların ikisi
de müslüman olurlar, kocaları ise müsîüman olmazsa, bu kadınların her birine
kefil oldukları şarapla asıl borçlu bulundukları şarabın kıymetini ödemeleri
gerekir.
Bu kadınlardan her
hangi biri, bu kıymetin tamamını öderse; diğerine müracaat ederek hiç bir şey
alamaz.
Şayet ikinci olarak
müslüman olan kadın ödeme yaparsa, onun nâmına yaptığı Ödemeden dolayı, ona
müracaat eder.
Şayet birinci olarak
müsîüman olan kadın ödeme yaparsa, arkadaşına müracaat edemez.
Eğer önce,
bukadınlardan biri, sonra kocaları, daha sonra da diğer kadın müslüman olursa,
önce müslüman olan kadının üzerinde bulunan şarabın tamamı, kıymetine dönüşür.
Ve bu kadın, arkadaşına müracaatta bulunamaz.
Diğer kadının üzerinde
bulunmanın kıymeti asalete dönüşür ve kocanın, kefalet yönünden, onun üzerinde
bulunan hakkı bâtıl (-geçersiz) ölür.
Hıristiyan bir erkek,
iki hıristiyan kadınla, kan bedeli olarak, şarap ile anlaşma yaparlar ve bu iki
kadın da, birbirlerine kefil olurlarsa, bu mes'ele de hulû' mes'elesi gibidir;
bir değişiklik yoktur. Kâfî'de de böyledir.
Bir zimmî,diğer
bir zimmî de şarap
veya domuz —alacağı olduğunu— iddia eder; müddeâ aleyhe
de bir müslüman kefil olur; bu şahıs, davası için de, o müslümanı vekil ederse,
bu kefalet caiz, fakat mekruh olur.
Borçlunun üzerine,
şarap veya domuz beyyinelerle hükmolunursa, bu durumda, bunları kefilin ödemesi
gerekir mi? Burada iki vecih vardır:
1) Eğer
kefil, ona, domuz veya şarabın zayi olmasından önce kefil olmuşsa, bu durumda
kefile hiç bir şey lâzım gelmez.
2) Kefil,
şayet şarabın veya domuzun zayi olmasından sonra kefil olmuşsa, bu durumda
şarap hakkında bir şey gerekmez.
Domuz hakkında ise,
eğer kadı efendi onun, —dirhemler veya dinarlar olarak— kıymetiyle hükmederse,
bu durumda kefilin hükmedilen bu şeyi ödemesi gerekir.
Fakat, kadı efendi
onun kıyemti ile hükmetmezse, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, bu durumda kefile
hiç bir şey gerekmez.
Çünkü hak, ancak kadı
efendinin hükmü ile ayından kıymete nakleder; başka şekilde nakletmez. Bu
durumda, kefilin —domuza kefil olmasından dolayı— domuz ödemesi gerekir.
İmâmeyn'e göre, helak
sebebiyle hak, ayın'dan kıymetine nakleder. Buna göre,, kefilin o şeyin
kıymetini vermesi caiz olur. Muhıyt'te de böyledir. [26]
Mürtedin kefaleti de,
başka şahısların kefaleti gibidir. Mürtedin tasarrufu durdurulmuştur.
İrtidâd eden kadının
kefaleti de, diğer insanların kefaleti gibi caizdir. Bunların tasarrufları da,
diğer insanlartın tasarrufları gibidir.
Şayet irtidad eden
şahıs, dâr-i harbe gider, orada da esir edilirse, kefaletinin nefse ait olması
hâlinde, işte o bâtıl (= geçersiz) olur.
Şayet, kefaleti mala
ise, o mal, kendisi için mala intikal eder; yani, o malı öder.
Bir harbî, bir mala
veya bir nefse kefil olduktan sonra, dâr-i harbe kavuşur, bilâhare de, emân ile
geri dönerse, kefaletini yerine getirir.
Bir müslüman, bir
mürtedin nefsine veya malına kefil olduktan sonra, bu mürted dâr-i harbe gitse;
bu müslüman, kefaletinden dolayı o mürtedin malına vâris olur.
Eğer bu mürted geri
döner ve verâset| hâkimin hükmü ile geri verilirse, bu durumda kefil,
kefaletten berî ölür. Durum böyle olmazsa, alacaklı, kefili yakalar. Serahsî'nin
Muhıyti'nde de böyledir. [27]
Kefâlet-i bi'd-derek
caizdir.
Kefâlet-i bi'd-derek:
Satılan bir şeyin, istihkak yolu ile (başka bir şahsın, o şey hak sahibi
çıkması sebebiyle) müşterinin elinden alındığı takdirde, bu müşterinin vermiş
olduğu semeni (= bedeli, karşılığı) kendisine edâ ve teslim etmeye veya o şeyi
satan kimsenin şahsını, müşteriye teslim etmeye kefil olmak demektir.
Bir kimse, bu şekilde
bir şeye kefil olduktan sonra, satılan şeye bir hak sahibi çıkarsa, bu şekilde,
satıcısına hükmedilene kadar, kefil sorumlu olmaz. Serahsî'nin Muhıyti'nde de
böyledir.
Kefâlet-i bi'd-derek
yoluyla, satıcının nefsine kefalet caizdir. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Uhde'yi tazammun (=
uhde'ye kefil olma)
bâtıldır. ( = eçersizdir,
hükümsüzdür.)
Zâhiru'r-rivâye budur. Gâyetü'l-Beyan Şerhu'l-Hidâye'de de öyledir.
Bu, şu şekilde olur:
Bir kimse, başka bir şahıstan bir köle satın ldıfında, diğer bir şahıs da,
müştepnin uhde'sini tazammun ederse, erçekten bu caiz olmaz.
Çünkü, uhde kelimesi
müşterek (bir çok mana ifade eden) bir simdir. Bazen, "eski kağıt"a;
bazen akde (= sözleşmeye;) bazen akid ukukuna; bazen derek üzerine ve bazen de
muhayyerlik şartı üzerine ;lâk olunur.
Bundan dolayıdır ki,
uhde ile amel etmek güç olur.
Onun ne anlama
geldiğinin açıklanmasından önce, ne olduğuna ehâlet galip olduğu için tazammunu
bâtıl olur. Tebyîn'de de böyledir.
Halâs'ı tazammun da
bâtıldır. (= geçersizdir, hükümsüzdür.) Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin
kavlidir.
Çünkü, İmâm-ı A'zam
(R.A.)'a göre, halâs: Satılan bir şeyi, hak ahibinden kurtarıp müşteriye teslim
etmek demektir. Buna mahal oktur ve bu bâtıldır.
Zira, halâs'ı
tazammun, bir şahsın, vefasına (yerine getirmeye) gü-ünün yetmiyeceği bir şeyi
borçlanması demektir.
Ancak, bu şahıs,
satılan şeyi borçlanır veya onun bedelini verirse, u tazammun sahih olur.
Çünkü, bu durumda o
kimse, ödemeye gücünün yettiği bir şeyi azammun etmiş olur. Bu da, hak
sahibinin izin vermesi halinde, satılan eyi, onun izin vermemesi halinde ise
parasını teslim etmektir. Kâfî'de de öyledir.
Meselâ: Bir kimse, bir
ev sattığı zaman, başka bir şahit», satıcıdan olayı, müşteriye
kefil olsa, bu
şahsın kefaleti, satıian
şeyi (evi) iüşteriye teslim etmek
ve onu ikrar husûsundadir.
O şahıs, böyle yapmaya
hak sahibi değildir. Hatta bu şahıs: "Bu ev enimdir." diye iddia etse
veya "şüf a" vahut "kira" iddia etse, davası inlenilmez.
Tebyın'ae de böyledir.
Bîr kimse,
hazır bulunduğu halde kefil
olmazsa, bu teslim lyılmaz. Durum, dava
üzere kalır. Hidâye'de de böyledir.
Âlimlerimiz,
zikredilen bu hususun
cevabında şöyle buyurmuşlardır:
Bu, şunun üzerine
hamledilir.
Bir kisme, yazdığı
zaman, "ahm-satıma filan şahittir." veya "ahm-satım, benim
huzurumda cereyan etti." yahut "benim yanımda, ahm-satım
kararlaştırıldı." diye yazsa; şehadet hakkında yazılan bu şeyden dolayı
alım-satımın sıhhatli olması gerekmez. Yazılan şeyin geçerli olması, ahm-satım.
yazılırken: "Filan, şu kadar (mal) sattı. O şahıs, sattığı şeye sahipdi.
Filan da şahit idi." diye yazılması gerekir. Bundan sonra dava sahih
olmaz. Nihâye'de de böyledir.
Müstehak olarak elde
edilen bir malı, kefil, rehin alırsa, bu rehin bâtıldır. Buna tazminat
gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.
« Bir kimse, birisinin
emriyle, bin dirheme kefil olduğunda, asıl borçlu olan şahıs bu kefile,
"bir ipeği, beyYl-ayne ile satmasını" emreder, o da, öyle yaparsa, bu
alış-veriş de bundan elde edilen kârda kefilin olur.
BeyYl-ayne[28] ile
emretmenin manasi şudur: Kefil, bir tüccardan, on dirhem borç almak ister. O da
vermekten kaçınır ve o kefile, on dirhemlik bir elbiseyi veresiye olarak onbeş
dirheme satar: borç alan da, onu on dirheme, geri satar; işte bu, mekruhdur.
Kâfî'de de böyledir.
Bir kimse, diğerinin
emriyle bin dirheme kefil olduğunda asıl borçlu, onu kefile ödese, şundan hâli
kalmazlar: Ya iktiza yönü üzere öder. Şöylekı: Malı kefile verir ve: "Ben,
talib olan alacaklının senden hakkını alacağına inanmıyorum; O istemeden önce,
bunu al." der; o da onu alır.
Veya gönderme vechi
üzere verir ki: O da, asıl borçlu, kefile: "Şu malı al ve alacaklıya
gönder." der.
Asil, bu iki durumda
da verdiğini geri alamaz.
Kefil, eğer iktiza
yönüyle almışsa, tasarrufa yetkilidir. Bu durumda elde edeceği kâr kendisine
aiddir. Bu kârı tasadduk etmesi deicab etmez. Ancak, bundan bir nevi çirkinlik
vardır.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin kavline göre, eğer borcu asıl öderse, Fetâvâyi Hindiyye bu böyledir.
Fakat, borcu kefil
öderse, bütün imamlarımıza göre, bunda bir çirkinlik yoktur.
Mektup yoluyla alırsa,
ondan kâr istenmez.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre böyledir. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre
ise kâr talep edilir. Ancak kefalet, bir yığın buğday gibi belirli bir şeye
yapılır ve kefil onu, asîlden alacaklıya vermeden önce alır, tasarruf ederse,
hükümde, yaptığı kâr kefilin olur. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) şöyle buyurmuştur: Bu
durumda bana göre, sevgili olan, o kârı asıl borçluya vermektir. Esahh olan da
budur.
Eğer kefil fakir ise,
bu kâr kendisine güzel ve temiz olur.
Kefil zengin ise, bu
durumda iki rivayet vardır.
Fahru'I-İsIâm el-İmâm,
şöyle buyurmuştur: "Güzel olan, bu kârın kefilin olmasıdır. Bu kavil,
iktiza yönüyle aldığı zaman geçerlidir.. Mektup yönüyle almışsa, önce geçtiği
gibi ihtilaf vardır. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre bu
kâr, ona tîb ( = temiz, güzel) olmaz. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre ise, bu kâr,
ona tîb. olur. Inâye'de de böyledir.
Bir insan, bir insanın
nefsine kefil olmak istediği halde, asla kefil olmamış olursa, işte bunun
zâhirü'r-Rivaye de yolu şudur: Kefil, kefaletini söylediği esnada: "Bu
aydan sonra kefil olmamak üzere, filanın nefsine bir aya kadar kefil
oldum." der, böylece de, bu şahıs asla kefil olmuş olmaz. Çünkü, .bu aydan
sonra kefil olmayışı, bu ayı takip eden ayıda nefy eder ve zahiri rivâyeye
göre, o anda da kefil olmaz. Zira o, bir aya kadar kefil olursa; aydan
sonrayada kefil olur. Bu aydan sonra kefil olmamak üzere bir aya kadar kefil
olunca, asla kefil olmuş olmaz. Fusûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.
Mecmûu'n-NevâzH'de
şöyle zikredilmiştir:
Bir kimsenin, başka
birisinde bin dirhem alacağı bulunduğunda, buna başka bir şahıs kefil olur; ve
borçlu, alacaklıya: "Gerçekten filan adam, bu bin dirheme beden dolayı
sana kefil oldu; artık, beni ondan berî kıl; ben aradan çıkayım; da'van kefil
ile olsun." der; alacaklı da, onu borçtan berî kılarsa, kefil beraat eder.
Çünkü, asilin beraatı
kefilin de beraatıdır. Bu, çarelerden birisidir.
İnsanın bunu böylece
öğrenmesi ve hakkını ibtâl ettirmemesi gereklidir.
Bir kimse, diğerine,
onun isteğiyle bir mala kefil olur; borçlu da, onu rehin bırakırsa, bu rehin
caiz olur.
Eğer bu rehin, kefilin
yanında helak olursa; helak sebebiyle, —borçluya karşı, kendisine gerekeni—
ödemiş olur. Bu husustaki cevap, hakikatan ödenmesi halinde olan cevap gibidir.
Bir kimsenin,
birisinin nefsine, "bin dirhem olan borcunu, bir seneye kadar ödemezse,
kendisi ödemek üzere" kefil olduktan sonra, borçlu bir seneye kadar, ona
bir malını rehin bıraksa, bu durumda, o rehin bâtıl olur. Çünkü, bundan sonra,
asîlin üzerine, kefil için bir mal icâbetmez.
Keza kefil, kefaleti
hakkında, alacaklıya: "Eğer, filan adam ölürde, senin malını vermezse,
işte o, benim üzerimedir." dedikten sonra, asil borçla kefile rehin verse,
bu caiz olmaz.
Alacaklının, o malı,
kefilden ibra etmesi de caiz olmaz. Ancak, asîle karşı yaptığı ibra, caiz olur.
Rehin yoluyla caiz olmayan hakların tamamı, ibra ile de caiz olmaz. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse, müvekkilin
nefsine filan adamı kefil vermek üzere vekil olursa, onun üzerinde olanı zâmin
(= borçlu) olur. Bu vekil, alacaklının malım, müvekkiline öderse, alacaklı, onu
kefilden alır. Kefil ise, bunun vekilden alamaz. Çünkü alacaklı, ona onu
kefilden Kefil ise, bunu vekilden alamaz. Çünkü burada vekil, elçi menzilindedir.
Zira, onda akdin (— sözleşmenin) gereği olmadığı gibi onun kabulü de yoktur.
Ancak, ondan borçlu tarafında kefaletine, mücerred bir emir vardır. Akde
emreden şahıs, akdin hukuku ile sorumlu olmaz.
Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir kimse, diğer bir
kimseye, "borcunu, kendi malından ödemesini" söyler; me'mur da, ona
razı olmasa, cebredilemez. Zira, me'murun sözü bir va'ddır. Va'd ise, lâzım (=
yerine getirilmesi mutlaka gereken bir şey) değildir. Ancak, kabul ederse ve
kefil olursa; o zaman ödemekle cebredilir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Müntekâ'da
zikredildiğine göre, İbrahim, İmâm Muhammed ÎR.A.)'in şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:
Bir kimse: "Bu
mektupda yazılı olanı, filan adamdan dolayı, filan şahıs için tazmin
edeceğim." der veya "Bu Kadı efendinin kitabında.olanı..." dese,
bu bâtıldır. Şayet: "Bu kitapda yazılı, filandan dolayı, filanın üzerinde
olanı, tazmin edeceğim." derse, işte bu caiz olur.
Bir kimse, başka bir
şahsa, elbise sattığında, alan şahıs bu elbisenin bedelini borçlanırsa veya
mudarabe ortaklığı ile eşyanın bedelini borçlanırsa, bu
borçlanma bâtıldır. Çünkü, kefalet
karşılıklı verip almayı gerektirir. Bu da kefil ile alacaklıya aittir.
Bunlardan herbirisi, kendi nefsffçin borçlu olur.
Keza, iki adam bir
köleyi tek satışla sattıklarında, bu şahıslardan birisi, diğerinin hissesini
tazammun ederse, bu bâtıl olur. Hidâye'de de böyledir.
Eğer, bu iki kişi, o
köleyi, iki ayrı satışla satarlarsa, şöyle ki: Bu şahıslardan her birisi, bu
kölenin yarısını, ayrı ayrı satarlar, sonra da onlardan birisi; arkadaşının
parasına kefil olursa; bu kefalet sahih olur.
Nikaha vekil olan
şahsın, kadının mehrine kefil olması da sahih olur.
Alış-veriş hususunda
elçi olan şahısda, satar ve müşteri namına kefil olursa; bu kefalet de sahih
olur. Kâfî'de de böyledir.
Bir kimse, bir
kadının, kocası tarafından her ay verilmesi lâzım gelen nafakasına kefil olması
caiz olur. Kefil olan bu zat, ay başında bu kefaletten dönemez.
Şayet bu şahıs icar
hakkında, her ay İçin kefil olmuş olaydı, ay başında, kefaletten rücü edebilirdi.
Aradaki fark: Nafaka,
her ay başında yemlenmez; bütün aylarda, tek sebeble vâcib olur. İcarda ise,
her ay icar yemlenir.
Bundan dolayı da
kefil, yeni ayın kefaletinden rücû edebilir. el-Ihti-yâr Şerhu'l-Muhtar'da da
böyledir.
Bu kefil ölür; sonra
da, icarcı olduğu yerde kalırsa; müste'cire bir şey lâzım gelmez. Kefilin
terekesinden, icar bedeli alınır.
Ölümle, kefalet
geçersiz olmaz. Kefaletü'd-derek de böyeldir. Nefis kefaleti ise, bunun
hilâfinadır. Yani kefilin ölmesiyle, kefalet sona erer. Hizânetü'l-Müftîn'de
de.böyledir.
Kefil için ücret
yoktur. îcarcıdan ücret alamaz. Fakat kçfîl, icarı, icarcıdan önce öderse, onu
almak üzre icarcıya müracaat eder. Ancak, bunun için onu istemesiyle kefil
olmuş olması gerekir.
Bir kimse, ticaretten
men edilmiş bir sabiye, on dirhem vererek:
"Bunu, nefsine
harca," dediğinde, bir başkası da gelip, onu veren için, on dirheme kefil
olsa, bu kefalet sahih olmaz. Çünkü, sabiye verilen şey, kefaleti gerektiren
bir şey değildir.
Şayet bu şahıs, o şeye
sabiye verilmeden önce, kefil olmuş olsaydı ve: "Bu sabiye on dirhem ver;
ondan dolayı, o on dirhemi ben tazmin ederim." deseydi, işte bu kefalet
sahih olurdu. Kefil olan şahıs da, onu verene emrettiği için, borçlu, sabi ise,
ona nâib olurdu.
Keza, mahcur bir sabi,
bir şey satıp parasını alınca, başka bir şahıs gelerek, derek olma sebebiyle,
müşteriye kefil olsa; sabi parasını aldıktan sonra kefil olması halinde
kefaleti sahih olmaz. Eğer, bundan önce
kefil olmuşsa, kefaleti
sahih olur. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Bir ahras {- dilsiz)
aklederek yazıp, bir adamı nefsine veya malına kefil eder; veya bir adam onun
birşeyine kefil olur ve bu kefaleti, yazılan şahıs da kabul ederse; işte
bu.caiz olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, yaş bir
şeye kefil olunca, onun bedelini aslına öder. Kefilin üzerinde, o yas şey
kalır. Bozulmadığı için de, değişmez. O kıymet, asîl borçludan alınınca, kefil
kefaletten berî olur. Eğer kefil, alacaklıya o yaş olan şeyi verirse, kıymetini
almak için, asîle müracaat eder. Kâft'de de böyledir.
Ölüm hastalığında
(= maraz-ı mevt'te) yatan bir hasta, bir
adamın malından dolayı kefil olduğunda, eğer bu hastanın malı, üzerinde olan
borcuna yetmiyorsa; onun, kefaleti bi'I-külliye batıldır.
Eğer, bu hastanın
üzerinde borç yoksa, malının üçte biri nisbetinde, kefaleti caizdir.
Şayet bir vâris için
veya vâristen dolayı kefil olmuşsa, bu asla sahih olmaz.
Bir hasta, bir adamın
bir dirhemine kefii olur, üzerinde de borç bulunmadığı halde sonradan bîr
yabancıya bütün malını kuşatacak miktarda borçlu olduğunu ikrar ederse; bu
kefilin ölmesi hâlinde, terekesine, borçlu olduğunu ikrar ettiği kimse, kefil
olduğu şahıstan, daha çok hak sahibidir.
Şayet, terekesi, kabul
eylediği borçtan daha fazla ise, bakılır: Borcu çıktıktan sonra, kalan maldan
üçte biri, kefaletine yetiyorsa, bu kefaletin tamamı sahih olur. Eğer borcun
tamamı baki kalanın üçte birinden çıkarılmaz ise, üçte biri kadarı sahih olur.
Mulııyt'te de böyledir.
İcâre malına kefil
olmaktan, sonra da onu fesh edip, yeniden sözleşme yapılmaktan soruldu; İmam şu
cevabı verdi: "Bu kefalet baki kalmaz." Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir kimsenin,
diğerinde vadeli bin dirhem alacağı olduğunda, alacaklı borçludan kefil
isterse; zahiri rivâyeye göre, kadı, borçluyu kefil vermeye mecbur eylemez.
Müntekâ'da
zikredildiğine göre, âlimlerimz şöyle buyurmuşlardır:
Eğer, borç vadeli ise,
alacaklı, borçludan kefil vermesini ister.
Bundan sonra şöyle
denilmiştir: "Bundan sonra şöyle denilmiştir:
Hâkim, vadeli borç
için, bir yere gitmek isteyen kefil alırsa, deliller geçerli olur. Ancak, bu,
kadın için geçerli olmaz.
Kocası sefere çıkmak
isteyen bir kadın nafakası için kefil talep ederse, kadı, kocadan, kadının bir
aylık nafakası için, kefil alır.
Bu, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göredir ve istihsanen de böyledir. İnsanlara rıfkan, böyle yapılır.
Sadru'ş .-Şehîd, Vâkıâlı'nda: "Nafaka mes'elesinde, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'ın kavline göre, insanlara merhameten böyle yapılır." buyurmuştur.
Diğer borçlar hakkında
da, müftî, böyle fetva verirse, —insanlara acımak bakımından— güzel olur.
Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse, başka bir
kimsenin üzerinde bulunan mala (alacağı) kefil olduktan sonra, bu kefil,
mekfûlün anlı (= asıl borçlu) ve alacaklı ihtilâf eyleseler; kefil, borcun yüz
dirhem olduğunu kabul ettiği hâlde, alacaklı,
"yirmi dinar olduğunu"
iddia etse, borçlu ise: "Bir
kürr buğdaydır." dese, bu durumda borçluya ve kefile bir şey gerekmez.
Onlardan herbirisi,
böylece yemin ederlerse, da'vadanda kurtulurlar.
Eğer birisi yemin
eder, diğeri etmezse; yemin etmeyen borcu öder; yemin eden ise, borçtan
kujtulur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, diğerine:
"Ben, senin için, filanın
üzerinde olan alacağına,
bir aya kadar
kefil oldum; artık,
ben alım-.verimden
beriyim." alacaklı ise: "Belki de sen, bir aydan sonra, bir aya kadar
alım-verim olmamak üzre kefiloldun. Bir aydan sonra ben alacağımı
istiyorum." derse, alacaklının
sözü geçerlidir; kefilin
sözü kabul edilmez.
Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir kimse, başkasına:
"Filânın nefsi için, sana kefil oldum." dediği zaman, mekfûlün leh (=
alacaklı), borçludan bir sey iddia eyle-mezse, kefalet caiz olur.
Bir kimse, diğerinden,
"kendi nefsî malından borcunu ödemesini" istese, me'mur onu kabul
etmeye cebredilmez. Ancak, kabul ederse ve kefil olursa o zaman ödemeye
cebredilir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bİr kimse, diğer
şahsa, bir kese içinde, bin dirhem ödediğinde kendisine ödenen şahıs, bunun
bin dirhemden noksan olmasından korkar; başka bir şahıs da "bin dirhemden
noksan olanını ödemeye" kefil olur; bin dirhemi alan şahıs da, onu tamam
bulduğu hâlde, bu dirhemler katkmlılı olursa, kıyâsda, bu kefİie bir şey
gerekmez.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin kavlidir.
Bu dirhemleri teslim
alan şahıs, harcamada bulunursa, hiç bir şeyle İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'e göre
veren şahıs veren şahsa müracaat edemez. Bin yeni dirhem ödeyip, katkıntılı
dirhemleri borçluya verir.
Borca, iki kişi ortak
bulunduğunda, bunlardan birisi ortağının hissesine kefil olursa, bu kefalet
bâtıldır.
Bir kadının, kocasında
mehir olarak, bin dirhem alacağı olur, başka bir şahıs da, kocasından dolayı,
bu kadına kefil olur,.sonra da bu kadın ölürse, kocası ve kardeşi, ona varis
olurlar.
Kefil de, bu bin
dirhemin yarısından kurtulur. Kardeşine isabet eden yarısı, kefilin üzerinde
kalır; o da, kocadan alıp, kardeşe verir.
Bir müslüman, diğer bir
müslümanda malının (alacağının) olduğunu iddia ettiğinde, diğeri
bunu inkar eder; alacaklı da" onun emriyle, malına, bir zimminin kefil
olduğunu" söyler; kefil olduğunu söylediği zimmi ve kefaleti inkâr ederse;
alacaklının iki şahit dinletmesi hâlinde, onların şahitlikleri, kefil olan
zimmi üzerine caiz olur; müslüman üzerine ise, caiz değildir. Hatta, kefil bu
durumda mal iddia etse bile, asîle, bir mal için müracaat edemez. Bu husus
aslın kefaletinin rivayetlerinde, ammeten zikrolunmuştur.
Bazı rivayetlerde ise:
"Bu şehadetler, asla caiz olmaz." denilmiştir. Muhıyt'te de böyledir.
Nefse veya
mala kefil olan bir zat, kendi
nefsini kefalet sözleşmesinden
çıkardığı zaman, alacaklı ve borçlu hazır bulunurlarsa, nefsini kefaletten
çıkaramaz; kefilliği baki kalır.
Vekile gelince,
müvekkilinin huzurunda, nefsini vekâietten çıkarırsa, işte o vekâletten çıkmış
olur.
Kitâb-ı Hıyel'de buna
işaret olunmuştur.
Kefilin, kefaletten
nefsini çıkarmaya hakkı vardır.
Bir adamın, başka bir
adamla, va'deli alacağı olduğunda, bir başkası da alacaklıya: Eğer, alacağını
fülan adamdan kaldırır, açarsan; işte ben, onun nefsine sana, kefil
olurum" dedikten sonra, liu kefil, mal hulul etmeden nefsini kefaletten
çıkarmak istese, bunu yapamaz. Burada mesele, "mal hulul etmeden"
diye şarta bağlanmıştır ve bu bir işarettir. Şayet, mal halledilirse, bu kefil
de, kefaletten çıkabilir. Zehıyre'de de böyledir.
Harâc'ta, kefalet ve
rehin caizdir. Hidâye'de de böyledir.
"Bundan maksat
Muvazzaf haracdır." denilmiştir. Kifâye'de de böyledir.
Nevâibe gelince, eğer
onunla murad, müşterek (= umuma ait) nehir kirası, mahalle bekçisinin ücreti,
orduya teçhiz eden muvazzafın ücreti, esirlerin fidye hakkı veya beytü'1-mâl
ile ilgili olmazsa, buna kefalet bi'1-icma' caiz olur. Şayet onunla,
—zamanımızda olduğu gibi— hükümdar için dikici, boyayıcı ve başkaları gibi
haksız olarak çalışanlar murad edilirse-ki işte bu zulümdür bundaki kefalet
hususunda âlimler ihtilâf ettiler. Fethu'l Kadîri'de de böyledir.
Fetva ise kefaletin
sahih olduğu üzeredir. Vikâye'de de böyledir.
Bunun sahih olduğuna
meyi edenlerden birisi, Şeyhu'î-İmâm Aliyyü'l-Bezdevî'dir. Hidâye'de böyledir.
Nesefi, Şemsü'I-Eimme ve Kâdîhân'm kavilleri de; Fahru'l-İslâm'ın kavli
gibidir. "Mutâlebenin teveccüh hakkı, diğer alacaklardan daha
üstündür."
Mutâlebe için, kefalet
babında ibret vardır. Çünkü, onun iltizamına şürû edilir. Bunun için, biz deriz
ki: "Kim bu nâiblerin hakkını adaletle dağıtmaya kalkarsa, önada ücret
verilir. Her ne kadar, alıcısı zulmen almış olsa bile böyledir.
Mi'racü'd-Dirâye'de de böyledir.
Kendisinde kefalet
şart kılınan akidler üç kısımdır.
1) Eğer
kefil, kefaletten önce huzurda olmaz veya kefaleti kabul etmezse yahut hazır
olduğu halde kabul etmezse, bu durumda kefalet akdi, kıyâsen ve istihsânen
bozuktur.
Şayet kefil, hazır
olur ve kefaleti kabul ederse, bu istihsânen sahih olur. Bu şekildeki her
sözleşme, fâsid şartlan ibtâl eder. ( = geçersiz kılar.) İster ahş-verişte,
ister icârede, ister selem (= parayı peşin alıp, malı veresiye satmak) de
olsun, bu böyledir.
2) Kefalet
şartının bozulmadığı Akidler: İster, kefil hazır olsun; i ister hazır olmasın.
İster kefaleti kabul etsin, isterse etmesin değişmez.
Bu öyle bir akiddir
ki, fâsid şartlar, bunu ibtâl etmez (Borç gibi, mal karşılığı köleyi azat etmek
gibi, nikâh ve kasden öldürme sulhu gibi...).
Ancak kefil kefaleti
kabul etmezse; kefalet sabit olmaz. Kabule derse sabit olur. Ancak, bu hallerin
hiç birinde akid, kefaletin şartlarıyla bozulmaz.
3) Kefilden
önce, kefaletin şartları bulunursa, kefil hazır olsun veya olmasın, bu kefalet
sahih olur.
Ancak, kefil, kefaleti
kabuletmezse, o zaman kefalet sahih olmaz.
Bir kimsenin, diğerinde,
sattığı bir sevin parası olarak,
hâli hazırda ödemesi gereken bin dirhem alacağı veya veresiye yoluyla bin
dirhem alacağı olduğunda alacaklı, borçludan kefil ister, borçlu da, kefil de
bunu kabûlederse, bu borcu te'hir etmek sahih olur. Kefilin hazırda bulunup
bulunmasıda fark etmez.
Ancak kefil, kefaleti
kabul etmezse, bu durumda kefalet sahih olmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Gemide bulunan iki
kişiden birisi suyu az bir yere vardıklarında arkadaşına: "Eşyalarını suya
at; benim eşyalarım seninle benim aram-dadır." derse, bu fâsiddir.
Şayet, arkadaşı eşyasını
atarsa bunu teklif eden şahıs, eşyasının yarısının kıymetini öder. Serâhsî'nin
Muhıyti'nde de böyledir.
Teklif sahibi,
dediğini yapabilmek için, denize atılan eşyaya, kendi eşyasının yarısı ile
müşteri olur. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir kimse, diğer bir
şahsa karşı, "gerçekten, senin bana sermâye olarak verdiğin köleye,
"Eğer efendiyin sermayesine hıyanette bulunursan, ben onu öderim."
diye söz verdin. Ve bu köle, gerçekten benim malıma, şu kadar hıyanette
bulundu. Onu ödemek sana, düşer." dese, bu dâva sahih olur.
Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.
iddia sahibi, müddeâ
aleyhin, iddia olan şey üzerine kefil getirmeşini taleb ettiğinde, bu iddia
olan şey, menkul (= taşınır mal) veya akar (= gelir getiren mal) veya borç
olursa duruma bakılır: Eğer menkul olursa (ölçülen, tartılan şeyler gibi...)
borçlunun kefil vermesi cebredilmez. Çünkü, onun hüküm meclisine getirilmesi
gerekmez.
Şayet, misli de
olmazsa, (köle, hayvan ve elbise gibi...) kefil vermesi cebredilir.
Eğer iddia olan şey,
akar veya borç olursa, ondan kefil alınmaz. Serahsî'nin Muhıytı'nde de
böyledir.
İbnü Semâ'a,
Nevâdiri'nde, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Bir kimse, diğeri için
bir koyun kestiğinde, o şahıs, koyunu yer; bir başkası da, ona kefil olursa; ona
koyunu koyun olarak ödemek gerekmez. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.), böyle buyurmuştur.
Çünkü, onun üzerine, koyun ödeme mecburiyeti yoktur.
Ancak, koyunun
bedelini (— parasını) öder.
Bir adam, diğerine bir
koyunu borç verdiğinde, alan şahıs, onu zayi eder; bir başkası da, ona kefil
olursa, tazminat gerekmez. Çünkü, onun üzerine koyun yoktur.
Keza, insanların kendi
aralarında, birbirlerine ivaz (= karşılık, bedel) olarak vermedikleri hiç bir
şeyde tazminat gerekmez.
Gasbedilen bir şey de,
helak olduğu zaman, aynı değil kıymeti tazmin edilir.
Sulhu'I-Asi1 da İmâm
Ebû Hanîfe (R.A.)'nin şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
Helak olan ayn
hakkında, sulh, kıymetinin ekserisi üzerine yapılırsa, bu caiz olur.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.):
"Bir adam, başkasının koyununu gas-bedip boğazlasa, bir başkası da, ona
kefil olsa, ben ona tazmin eyletirim. Bu, hayvanların tamamında böyledir/'
buyurmuştur.
Keza, bir kimse, bir
köleyi gasbettiğinde, bu köle yanında ölür, bir başkası da, ona kefil olmuş
olursa, onu tazmin eyler.
Görmüyor musun ki, bir
adam kölesinden kefili berî ederse, işte o kıymetinden berî olmuş olur.
Bu mes'eleler, İmâm
Ebû Yûsuf (R.A.)'dan nasdır ki, gasb olunan zayi olursa, kıymeti değil, ayn'i
tazmin olunur. Zehıyre'de de böyledir.
el-Asl'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir adam, birisinin
kölesini, cariyesini, bir malını veya parasını gasben (= zoraki) aldığında, bir
başkası ona kefil olursa, onun kefaleti sahih olur. Bu kefil, gasbolunan bizzat
duruyorsa, onu aynen öder. Eğer zayi olmuşsa, kıymetini öder. Asıl borçlu
daicab ettiği gibi...
Bu şeyin kıymetinin
miktarı hakkında alacaklı ile kefil arasında ihtilaf olduğu zaman, kefilin sözü
geçerli olur.
Şayet gâsıb, kefilin kabul eylediği kıymetten fazlasını
kabın ederse; bu fazlalık, ona ilzam edilir; kefile ilzam edilmez.
Kıymetin fazlalığına
beyyinesi olması hâlinde kefil, o fazlalığı alır. Bu kitapta zikredümemiştir.
Asîl borçlu, yemin ederse, bu böyledir; yeminden kaçınması hâlinde, ziyâdeyi
ödemek ona ait olur.
Bu mes'ele şöyle:
Kefil: "Onun kıymeti, beşyüz dirhemdir." dediği hâlde, mah gasbolunan
şahıs: "Hayır, kıymeti bin dirhemdir." derse; bu durumda, borçludan
yemin etmesi istenilir. Eğer, yemin etmekten kaçınırsa, kefilin bin dirhem
ödemesi gerekmez.
Şayet, bunun hilâfına
ikrarı sebkat olursa; şöyleki: Malı zoraki alınan şahıs onun kıymetinin bin
dirhem olduğunu söylediğinde, kefil duyar ve sükût eder, kendisine yemin
verilince de, ondan kaçınırsa; işte o zaman, kefilin bin dirhem ödemesi
gerekir. Muhıyt'te de böyledir.
Kadı, müddeâ aleyh'den
kefil talep olunursa, sika (=, İnanılır, güvenilir) bir kefil alır. Ve bana:
"Üç güne kadar beyyine hazırla." der. Çünkü onlar, her üç günde bir,
hüküm için meclis kurarlar.
Şayet, müddeâ aleyh
kefil vermekten kaçınırsa; hâkim, onun borcu ödemesini emreder; fakat, onu
habseylemez. Hulâsa'da da böyledir.
Burada Sika, evi veya
dükkânı belli olup, nefsini gizlemesi mümkün olmayan kimse demektir.
Bundan başka, kefilin
tacir veya benzeri olmasına, hâkim iltifat etmez.
Bir odada, tek başına
oturan kimse de, sika olamaz.
Şayet dava olunan:
"Ben, sika olan bir kefil bulamadım." derse, onun sözü geçerli olur.
Bu durumda iddia edenin, —alacaklının borçludan aldıpı gibi hareket ederek
—alması emredilir. Muhıyt'te de böyledir.
Şayet iddia sahibi:
"Beyyinem kayboldu." der veya bir tek şahit gösterir ve:
"Diğeri, hazırda yoktur." derse, kefil alamaz. Hulâsa'da da böyledir.
Bu, borçlu, şehirde
oturuyorsa böyledir. Borçlu misafir ise, kefü vermekte cebredilmez; hüküm
meclisine gelene kadar müsâde edilir.
Eğer iddia eden zat,
beyyine getirirse bu böyledir; değilse yolu açık bırakılır. Serahsi'nin
Mııhıytı'nde de böyledir.
Müddeâ aleyh,
"misafir olduğunu" söyler, iddia eden de, bunun inkâr ederse bu
durumda iddia edenin sözü geçerli olur. Çünkü şehirlerde, asıl olan ikâmettir.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Şayet "Ben, yarın
(veya üç güne kadar) çıkarırım." der ve üç güne kadar da kefil ederse,
talip ( — alacaklı) da üç güne kadar çıktığını inkâr ederse, bakılır ve
arkadaşlarına sorulur; eğer onlar:
"Evet, bizimle beraber çıkmak için hazırladı" derlerse; onu
çıkma zamanına kadar kefil eder.
Sefer (= yolculuk)
sebebiyle icarı bozmakda böyledir. Hulâsa'da da böyledir.
Kadı'dan bu şekilde
kefil istemenin, kitapdaki şartı hakkında âlimler şöyle buyurdular: "Bu
hüküm, o şahıs âlime olduğu zaman böyledir. Eğer adam cahil ise, kadı iddia
olunan kimseye emrederek, "kefil vermesini" söyler. îddia eden, kefil
istemese bile, bu böyledir. Muhiyt'te de böyledir.
Bu kimse nefsi için
kefilverdiği zaman, vekilden imtina eder. ( = kaçınır.) Bu durumda, kadı, onu
cebredemediği gibi, mülâzemetini de emredemez.
Şayet, dava için vekil
verirde, kefil vermekten kaçınırsa, bu durumda kefil vermeye zorlanır, (yâni
cebredilir.) Hulâsa'da da böyledir.
Bir kimsenin üzerinde
borç bulunur; önada rehni ve kefili olur ve bu borçlunun izniyle bir kefil daha
olur, o da alacaklının alacağını öder sonra da,
alacaklının elinde rehin
helak olursa, Nevâzipde "Bu durumda, kefil, kefil olduğu şey
için asîle müracaat eyler." denilmiştir.
Bunun numunesi şudur:
Bir kimse, bir şey sattığında, müşterinin emriyle bir de kefil alsa ve kefil
parayı verdiğini iddia ettikten sonra da satılan şey satıcının yanında, helak
olsa, bu durumda kefil satıcıyı dava edemez. Parası için de, ona müracaat
edemez. Ancak, müşteri dava edebilir. Sonra da, müşteri, —kefilden dolayı- ona
müracaat eder.
Bir kimsenin, başka
bir kimseye borcu olur ve buna kefili de bulunur ve alacaklısı hem kefilden,
hem de asilden rehin alır ve her birisi bu borç» bedel olmak üzere aldığı bu
iki rehinden birisi rehin alan şahsın yanında zayi olursa, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.^: "Eğer, ikinci defa aldığı rehin helak olduğu halde, rehin veren,
önce ki alınan rehnin helak olduğunu biliyorsa, bu durumda, ikinci rehin,
borcun yansına bedel olarak helak olmuş olur.
Burada bilmek ve
bilmemekten bahsedilmemiştir. Sahih olan ise. zikredilmiş olmasıdır. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Eğer böyle bilmiyorsa
bu, borcun tamamına karşılık olarak helak olmuş olur." buyurmuştur.
Rehin Kitabı'nda şöyle
zikrolunmuştur:
İkinci defa alınan
rehin, borcun yarısına bedel olur.
Rehin Kitabı'nda:
"Nasrâni olan iki köle, bir kitabet ile, ikisi birden bedellerine
şarap vermek üzere,
mükatep olduktan sonra, onlardan birisi
müslüman olursa, şarabın tamamı bedele dönüşür; kitabet ise, baki kalır.
Keza, bu kölelerden
birisi ölse de, onun vârislerinden birisi müslüman olsa, borç olan şarap
bedele döndürülür. Kâfî'de de böyledir.
Yol korkusundan emin
olmak için, tüccarlara borç yoluyla verilen paralar mekrûhdur. Allah Resulü
menfaat çeken (- menfaat getiren, sağlayan bir biçimde) borç vermekten men
eylemiştir.
Bunun şekli şudur: Bir
kimse, bir dostuna vermesi için, bir tüccara on dirhemi, — enrânet yoluyla
değil— borç yoluyla verir, böylece de, bu dirhemlerin yolda
uğrayacağı zarardan kurtulup,
kendisine fayda; sağlamış olur.
Ancak menfaat şart
koşulmaz ve örf de böyle olmazsa, bunda bir beis olmaz. Kâfî'de de böyledir.
Bîr kimsenin,
diğerine:"Filah yere kadar, yol emniyetine dâir, bana bir yazı yaz; sana
bir miktar para vereceğim." demesinde hayır yoktur. Zehıyre'de de
böyledir.
Bir kimse, ortağından
veya bir dostundan bir şahsa süftece (=poliçe)[29] tarzında, bir mektup getirip verince, o, bu
mektubu okuduktan sonra, ona: "Benimle sana yazdı." veya "Bana
onu öde." yahut "Bunu, sana yazdı" dese, işte bu bâtıldır.
Zehıyre'de de böyledir.
Mektup gelen adam,
dilerse, ona malı verir; dilerse vermez. Tahâvî şöyle buyurmuştur:
Kendisine mektup
verilen zat, süftece mektubunu kabul eder ve içindekini önceki itimad üzere
okursa, bu mektupta yazılmış olan malı verir. Veya mektubu yazan şahıs:
"Bunu, sana yazdım; vereceğin şeye ben kefilim." der. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Fetva ise, önceki
kavle göredir. Yâni, o ne yazarsa yazsın, isterse verir, isterse, vermez.
Zehıyre'de de böyledir.
Şeyhu'1-İmâm Ebû
Bekir Muhammed bin
Fadl'ın şöyle buyurduğu
nakledilmiştir:
Bir adam, çırağını
şehirlerden birisine yolladıktan sonra o çırak şehirden çıkınca, diğer bir
çırağını da, öncekine, bir miktar ma! ile yollar, bilahare de ona bir süftece
mektup yazarak bir adamın isminden bahsedip, "ona bir miktar mal
verilmesini" ister; süftece mektubu çırağa varınca, o da, onu kabul edip
verilmesi istenilen yere, mal verdikten sonra, ustasından, bu çırağa bir
mektup daha gelir ve: "İsminden bahseylemiş olduğum kimseye, süfteceyi
kabul etme." der ve devamında da: "Eğer kabul eder, ona mal verirsen;
onu sana ödemem." derse; bu çırağa.imtinâ etmek hakkı var mıdır?
İmam şu cevabı
vermiştir:
Eğer, yazılan mektup,
süftecenin sahibi ise malda mektup yazılana verildi ise çırağın ona kefil
olması ve ödemesi sahih olur. Çırağın geride" kalan malı, vermeme hakkı
olmaz.
Fakat süftece sahibi
malı katibe verirse, çırağın onu ödemesi'sahih olmaz. Ve bu durumda çırak, kalan malı vermeme hakkına sahiptir.
Bu çırağın, önceki
verdiğini geri isteme hakkı da yokdur. Bu, çirak süftece sahibinin malına kefil
olduğu zaman geçerlidir. Fakat, kefil olmazsa; bu çırak süftece sahibine, malı,
iki yönden vermez. Ancak, diliyle kabul eder veya "filan için, mal benim
üzerimedir." diye mektup yazar ve bunun üzerine de şahit tutarsa; o zaman
verir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir başkasından, bir
kısım tacirlere süftece olduğunda, o, maldan bir kısmını verir, bir kısmı ise,
baki kalırsa, malın, mektupdan önce verilmiş, sonra da, mektup sahibine,
"malı ver." diye yazılmış; o da, mektupta yazılanı kabul etmiş olması
hâlinde, gerçekten o mal, onun üzerine borçtur. Ve, o ödemeye cebrolunur.
Eğer kabul etmezse,
cebredilmez.
Eğer mektup yazanın
malı yoksa, mektup yazılana, mal vermesi için cebredilemez. Yalnız malı tazmin,
mektup sahibine ait olur. Zehıyre'de de böyledir.
En doğrusun, noksan
sıfatlardan münezzeh, her türlü kemâl sıfatları ile muttasıf olan. Allah-u
Teâlâ bilir. [30]
[1] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/87.
[2] Mekfûliin leh: Bir malın edasını veya bir şahsın
teslimini kefilinden talepefmeycvebu hususu dava etmeye hakkı olan kimse.
Kefaletin menfaati bu şahsa ait bulunur.
[3] Mekfûlim anlı: Borcunun ödenmesi veya şahsının teslim
olması hususunda, kendisine kefil olunmuş bulunulan kimsedir ki, buna asil de
denilir.
[4] Evceh: En münâsebetli, en uygun.
[5] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/87-89.
[6] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
6/90.
[7] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/90-91.
[8] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/91-92.
[9] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/92-93.
[10] Kitabet bedeli: Köle ile efendisi arasında; kölenin
hürriyetine kavuşabilmesi için, yapılmış bulunan anlaşmada, hürrivet için
tesbit edilmiş olan hedel.
[11] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/93-94.
[12] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/94.
[13] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/95-101.
[14] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/101-103.
[15] Maraz-ı mevt: Ölüm hastalığı. Ölüm korkusu hastalığı.
Erkeği evin dışında, kadını ise evin içinde iş görmekten men eden ve başladığı
tarihten itibaren en az bir yıl içinde ölümle neticelenen hastalık.
[16] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/103-116.
[17] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/116.
[18] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/117-119.
[19] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/119-130.
[20] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/130-145.
[21] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/145-147.
[22] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/147-150.
[23] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/151-156.
[24] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/157-160.
[25] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/161-163.
[26] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/163-166.
[27] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/167.
[28] Beyıl-ayne: Bir kimsenin, bir malı, bir şahsa, bir
bedel ile veresiye olarak satip, o malı, aynı mecliste, o şahıstan, o.bedelden
noksan bir bedelle, peşin olarak satın alması demektir.
Ayrıe, faiz
muâmelesindeki, —faiz olarak ödenen— fazla miktar manasına da gelir.
[29] Süftece (=
Poliçe): Belirli bir vadenin sonunda, parayı kendisi veya başkası adına
ödenmek üzere, borçluya, alacaklı satışın
verdiği yazılı emir.
[30] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 6/167-183.