1- VAKİİN TARİFİ, RÜKNÜ, SEBEBİ, HÜKMÜ, ŞARTLARI Ve
VAKIFLA İLGİLİ SÖZLER VAKFIN TARİFİ
Kiraya Verilen Ve Rehin Bırakılan Şeylerin Vakfedilmesi
Kendisi İle Vakıf
Tamam Olup Olmayan Lafızlar
2- VAKFEDİLMESİ CAİZ OLAN VEYA OLMAYAN ŞEYLER VE VAKF-I
MÜŞÂ'
Kur'ân-ı Kerîm Ve Diğer Kitapların Vakfı
Altın, Gümüş Ve Paraların Vakfedilmesi
Bu Konu İle İlgili Diğer Bazı Mes'eleler
Vakf-ı Müşâ' (= Taksim Edilmemiş Bir Yerdeki Hissenin
Vakfedilmesi)
3- MESÂRİF-İ VAKIF (VAKIF GELİRİNİN SARFEDİLECEĞİ YERLER)
1- Vakıf Gelirinin Sarfedilmesinin Çâiz Olup Olmadığı
Yerler
2- Kendi Nefsi, Evladı Ve Nesli İçin Vakfetmek
3 - Akrabaya Vakfetmek Akraba Ne Demektir
4- Fakir Olan Akrabalara Vakfetmek
6- Ehl-i Beyt, Âl,
Cins Ve Torunlar Namına Yapılan Vakıflar
7- Köleler, Müdebberler Ve Ümm-ü Veledler Nâmına Yapılan
Vakıflar
Bu Konu İle İlgili Diğer Bazı Mes'eleler
4- VAKFIN BÎR ŞARTA BAĞLANMASI VÂKIFIN, VAKFI KENDİ
ŞAHSINA MEŞRUT KILMASI
Vakfedilen Yerin Değiştirilmesi
Mütevelliye Vekil Tâyin Edilmesi
Vakıf Gelirini, Hak Sahiplerinden Bir Kısmı Kabul Eder,
Bir Kısmı Kabul Etmezse Ne Olur?
Hak Sahiplerinden Bir Kısmı Ölür Bir Kısmı Sağ Kalırsa Ne
Olur?
Bu Konu İle İlgili Diğer Bazı Mes'eleler
7- VAKFİYE İLE İLGİLİ MES'ELELER
8- VAKFI İKRAR VAKFI HABER VERME VE VAKFI KABUL ETME
10- HASTA OLAN KİMSELERİN YAPTIKLARI VAKIFLAR
11- MESCID VE MESCİDLE ÎLGİ MES'ELELER
1- Bir Yerin, Nasıl Mescid Yapılacağına Dâir Hükümler
Mütevelliye Teslim Edilen Mescid:
2- Mescid Nâmına Yapılan Vakıflar Ve Bu Vakıflarda
Kayyımın Ve Diğerlerinin Tasarruf Yetkileri
Kabristan Ve Vakıf Arazilerde Biten Ağaçlar
13- FAYDALANILAMIYAN VAKIFLAR VAKIFLARIN GELİRİNİ BAŞKA
YÖNE HARCAMA
14- VAKIFLA İLGİLİ ÇEŞİTLİ MES'ELELER
İmim Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre vakıf: Bir mülkün ayni, sahibinin mülkü hükmünde kalmak üzere,
bu şeyin menfâatini fakirlere tasadduk etmek veya hayır vecihlerinden biririe:
bırakmak için, bu şeyi tutmak, habsetmek demektir. Vakfın şer'î ta'rifı budur.
KâfPde de böyledir.
Vakıf, ariyet
makamındadır.
Vakıf, vacip değildir.
Sahibi isterse ondan dönebileceği gibi, onu satabilir de. Muzmerât'ta da
böyledir.
Vakıf, şu iki yoldan
birisi ile lâzım olur:
1) Vakfın,
lüzumuna binâen, hâkimin hükmü ile tesis edilmesi.
2) Bir
kimsenin: "Ben, şu evimin menfâatini, vasıyyet ettim.'* demesidir ki, bu
durumda, o evin vakfedilmesi gerekir. Nihâye'de de böyledir. [1]
îmâmeyn'e göre vakıf:
Bir şeyin mülküyeti Allahu Teâlâ'nın mülkü hükmünde olmak üzere, o şeyin
menfâatini, kullara tahsis etmek demektir ki, lâzımdır ve vakıf satılamaz;
bağışlanamaz ve ona vâris de olunamaz. Hidâye'de de böyledir.
Uyun ve Yetime'de: "Fetva, İmâmeyn'in kavline
göredir." denilmiştir. Şeyh Ebû'l-Mekârîm'in Nikâye Şerhi'nde de böyledir.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, vâkıfın (= vakfeden kimsenin) mülkü, ancak, hükümle zail olur.
Bunun yolu: Vâkıfın,
vakfedeceği şeyi, mütevelliye teslim etmesidir.
Vâkıf, sonrada bu mala
muhtaç olur ve hâkim de bunun lüzumuna jhükmederse, mal, tekrar kendisinin
olur.
Vâkıf, vakfının
ibtâlinden korkar ve vakıf tesisi ile ilgili hükmü alması da kolay olmazsa, bu
vâkıf vakıf kitabında (= vakfiyede, vakıf çenedinde) bu durumu zikreder ve:
"Hâkim veya vali, mahall-i vakfı ibtâl edecek olursa; bu mahallin kendisi
ve içinde bulunan şeylerin hepsi, benim vasıyyetimdir. MahalM vakf (=
vakfedilen şey, mevkuf) satılır ve bedeli fakirlere tasadduk edilir." der.
Bu vasıyyet şartlı
olduğu için, ibtâl cihetine de gidilmez. Hulâsada da böyledir.
Şemsü'l-Eimme tmâm
Serahsî, şöyle buyurmuştur: "Zamanımızda
cereyan eden resmî muamelede, vâkıfın
ikrarı yazılıyor ve bir hâkim, bu vakfın lüzumuna hüküm veriyor. Bu bir
şey değildir."
Müteahhirîn âlimleri:
"Vâkıf, vakıf senedinin sonuna, "Gerçekten,bu vakfın sıhhatine ve
lüzumuna hâkimlerden bir hâkim, hüküm verdi."
Üye yazar ve fakat, bu
hâkimin ismini zikretmezse, bu da caizdir. Sahih olan, Şemsü'l-Eimme Serahsî'nin kavlidir, Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Uygun olan, vâkıfın,
vakfı ölümüne ta'hk etmesi ve mahall-i vakfı, mülkünden çıkarmamasıdır.
Böyle yapmazsa,
bi'1-icma', vakfedilen şey, vâkıfın mülkünden-zül-olup, çıkar.
tmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, bu durumda da, vakfedilen şeyin mülkiyeti vâkıfın kendisinin
veya vârislerinin olur.
İmâmeyn'e göre ise, bu
şeyin mülkiyeti, vâkıfın da, vârislerinin de olmaz. Azâd edilen köle ve
vakfedilen mescid gibi... Kifâye'de de böyledir.
Bir kimse, vakfı
ölümüne ta'hk edip (= bu şarta
bağlayıp), meselâ: "Ben öldüğüm zaman, evimi, gerçekten şu şarta göre, vakfettim."
derse; bu şahıs ölünce, o vakıf lâzım ve geçerli ve sahih olur.
Ancak, vakfettiği bu
şeyi, —bütün malının üçte birinden ayırmışsa, ne âlâ.
Aksi takdirde, malının
üçte biri, —bu vakfa— ayrılır ve geri kalanı, başka malı meydana çıkana kadar
veya vârisleri, —bu vakfın tesisine— izin verene kadar bekletilir.
Bu şahsın, başka malı
bulunmaz ve vârisleri de izin vermezse; bu evin menfâati üçe bölünür ve üçte
biri vakıf için, üçte ikisi de vârisler için —ayrılmış— olur,
Ölüm hastalığında
bulunan bir kimse de,(vakfımıölümüne ta'lik jetmiş olsa bile, hüküm aynidir.
Hasta hâlinde caiz
olan vakıf, kişinin ölümüne ta'hk edilmiş ( = bağlanmış) vakıf yerindedir.
Tahâvî'de böyle söylenmiştir. Sahih olan ise, bunun caiz olması, kişinin
sıhhatli iken yaptığı vakfın caiz olması menzilindedir. Bu, tmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre böyledir. Bu|vakıf vakf-ı lâzım[2] 'dır.
tmâmeyn'e göre, bu
durumda, bu şahsın vakfı, malının üçte birinden lâzım gelir. Tebyîn'de de
böyledir.
Vakıf mülk
olunca, tmâm Ebû
Hşntfç_ (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, zail olabilir.
İmam Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre zail olmaz. Etmmei Selâse'nin kavlide budur.
Belhli âlimlerin kavilleri de .budur. Ulemânın ekserisi de böyle
söylemişlerdir. Müny'de: "Fetva, bunun üzerinedir" denilmiştir.
Sîracü'I-Vehhâc'da da böyledir.
Vakfı müşaf, [3] İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre sahihtir; tmâm
Muhammed |(R.A.)'e göre ise, sahih değildir.
Keza, bir vâkıf, kendi
nefsini, vakfa velî yapabilir. Bu, ; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre sahihtir.
Zâhiru'I-mezheb de budur.
Ancak, bu, tmâm
Muhammed (R.A.)'e göre sahih değildir.
Keza, vâkıf, dilerse,
vakfının başka bir arazi ile değiştirilmesini de şart koşabilir. Bu, İmâm Ebû
Yûsuf (R.A.)'a göre böyledir. İstihsân da, ibudur. Hulasa'da da böyledir.
Fetva da, bunun
üzerinedir. Ebû'l-Mekârim'in Nikâye Şerhi'nde de böyledir.
Bu, tmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, vakfedilen şeyin, vâkıfın mülküyetinden çıkması halindedir.
tmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre, bu vakfedilmiş olduğu anda böyledir.
tmâm Muhammed (R.A.)'e
göre, vakfedilip de teslim edildiği zaman böyledir. Muhtar olan da budur.
Fethu'l-Kadîr'de de böyledir. [4]
Vakfın rüknü, vakfa
delâlet eden, husûsî lafızlardır. Bahru'r-Râık'ta da böyledir. [5]
Vakfın sebebi, Allahu
Teâlâ'nın rızâsına yakınlaşmayı taleptir.
İInâye'de de böyledir. [6]
Vakfın hükmü: İmâmeyn'e
göre, mahall-i vakfın (=vakfedilen şeyin), vâkıfın (=vakfeden şahsın) (mülkiyetinden
çıkıp, Allahu Teâlâ'nın mülki yetine girmesidir.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre ise, vakfeden şahsın mülkünün, tutulmasıdır.
Şöyleki, bu mülk,
başkasının mülküne nakli kabul etmez. Vakıf sahih olunca, bu mülkün menfâati
tasadduk edilir.
Bu mülkün sahibi:
"Ben, şu yerimi, dâimi bir sadaka olmak üzere vakfettim." veya
"... ölümümden sonra vasiyyet ediyorum." der.
Böylece, vakfı sahih
olur ve o mülkü kimse satamaz ve ona kimse varis olamaz;
Bakılır, bu vakıf,
vâkıfın malının üçte birinden çıkmışsa, caiz olur. Yâni, Vakfedilen mal,
vâkıfın malının en çok üçte biri kadarsa, caizdir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de
böyledir. [7]
Vakfın şartlan
şunlardır:
l) Akıl
2) Buluğ
Mecnûn ve sabinin (=
delinin ve buluğa ermemiş çocuğun) vakfı' sahih olmaz. Bfi^âi"de de
böyledir.
3) Hürriyet
Vakıfta, islâmiyet
şart değildir.
Bir zimmî vakfetmiş
olsa bile, bu vakfın menfâatinden, müsluman fakirlere vermek caiz olur. Bu,
zimmîlerin fakirlerine de verilebilir.
Vakfeden zimmînin,
vakfının menfâatini özellikle, zimmîlerin fakirlerine tahsis etmiş olursa, bu
da caiz olur.
Vâkıf zimmî, vakfını
bir sınıfa tahsis ederse, diğer sınıflar bundan istifâde edemez.
Meselâ: "Vakıf,
yahudilere mahsustur." derse, mecûsîler ve hıristiyanlar, bundan
ayrılırlar; yani, bu vakıftan yararlanamazlar.
Bu işlerle meşgul olan
şahıs, ( = kayyim) o vakfın menfâatini, başka bir sınıfa verirse, verdiğini
tazmin eder.
Şayet, bu zimmî:
"Bu vakıf, kâfirlere mahsustur." derse, bu durumda, bütün kâfirler,
bir millet olduğundan, bu vakfın menfâati hepsine mahsus olur.
Bu zimmî, evlad ve
nesline vakfeder, sonra da: "Fakirler içindir." derse; evlâdlanndan
müsluman olanlar, bu vakıftan faydalanamazlar. Çünkü, bu durumda bunlar,
mevkufun aleyh (= meşrutun leh = kendisine vakıf ve tahsis edilen şahıs veya
mahal)in dışında kalırlar. Ancak, vakfiyede, —bunların da, yararlanmasını— şart
koşarsa, bu müstesnadır.
Bu vâkıf,
vakfiyesinde, "kim, nasrâniliğe dönerse..." veya "kim,
nasrânilikten (= Hıristiyanlıktan) başkasına naklederse..." diye şart
koşarsa; dediği gibi olur. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Ebû'I-Leys'in
Fetvaları'n da şöyle denilmiştir:
Bir hiristiyan, arazisini,
evladlarına, evladlarının evlâdlarına tenasül ettiği (= neslinin devam ettiği)
müddetçe vakfeder ve bunların içinden müsluman olanlar bulunursa, bu vakfın
menfâatinden, bunlar da faydalanırlar. Mnhiyt'te de böyledir.
4) Vakfın
şartlarından biri de, tasarruf zamanı, zâtında bir yakınlığın bulunmasıdır.
Bir müslümanın veya
bir zimmînin klişe veya havraya yahut ehl-i harbin menfâatine bir şey
vakfetmesi sahih olmaz. Nehru'I-Fâik'ta da böyledir.'
Bir zimmînin, evini
hayra, klişe veya ateş evine vakfetmesi de bâtıldır, Muhıyt'te de böyledir.
Keza, bir zimmînin, bu
gibi yerlerin tamirine veya lambalarının gaz yağına masraf edilmek üzere,
vakıfta bulunması da bâtıldır. (= geçersizdir.)
Ancak, "bu
vakıfla, Mescid-i Aksâ'yı aydınlatın" veya "bunu mescid-i Aksâ'nm
ıslahına (= tamirine) sarfedin." derse, bu caiz olur.
Keza, bu zimmî,
"bu vakfın geliri ile, her sene, bir köle satın alınıp, azâd
edilsin." derse, bü da caiz olur. Hâvî'de de böyledir.
Keza, bir zimmî, —bir
havra ile ilgili vakfı için— : "Bu havra harap olursa, onun menfâati,
fakir ve miskinlere ait olacak." derse; dediği gibi olur ve başka bir
havraya sarfedilmez. Muhıyt'te de böyledir.
Bir zimmî,
"iyilik kapılarına" vakfeder ve ona göre de, iyilik kapılan,
havraların veya ateş evlerinin onarımı ve fakirlere tasaddukta bulunmak olursa;
bu şartlardan, sâdece, fakirlere tasadduk etmek caiz olur; diğerleri ise
bâtıldır. (= geçersizdir.) Hâvî'de de böyledir.
Bir zimmî:
"Vakfımın geliri, komşulara olsun; sonu da fakirlere verilsin." der
ve komşuları da, müslüman, hıristiyan, yahudi ve mecûsî karışık olursa, bu
vakıf da caiz olur.
Bu vakfın menfâati,
ayırım yapılmadan komşulara verilir.
Vâkıf zimmî,
mütevelliye: "Vakfın gelirini ölülerin kefenlenmesin e veya mezar
kazdırmaya sarfet." derse, bu vakıf da caiz olur.
Bu vakfın geliri, bu
zimmîlerden fakir olanlarının kefenlenin esine ve mezarlarının kazılmasına
sarfedilir. Muhıyt'te de böyledir.
Evini müslümanlar için
mescid edip, ona göre tanzim eden ve müslümanlann orada namaz kılmasına izin
veren bir zimmî, müslümanlar burada namaz kılmaya başladıktan sonra ölürse; bu
ev mîras olur ve vârisleri
onu alırlar. Bu,
bütün âlimlerimizin kavlidir. Cevâhirü'l-Ahlâtî'de de böyledir.
Evini havra, küse veya
ateş evi yapan bir zimmî ölünce, bu ev de mîras olur.
İmâm Mtıhammed (R.A.),
Ziyâdât'ta böyle zikretmiştir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir harbî, dâr-i
İslama mtiste'nfen olarak girer ve burada bir şey vakfederse, —zimmînin
vakfının caiz olması gibi— bu da caiz olur. Hâvî'de de böyledir.
5) Vakfın
şartlarından birisi de, mahall-i vakfın, vakfedildiği sırada, vâkıfın tam mülkü
bulunmasıdır.
Meselâ: Bir gâsıb, bir
araziyi gasbettikten sonra,(vakfederse; bilâhare, bu araziyi sahibinden satın
alıp arazinin bedelini ödese veya mal mukabili, onunla sulh olsa bile, bu arazi
vakıf olmaz. Bahru'r-Râık'ta da böyledir.
Bir kimse, bir araziyi
bir şahsa vakfettikten sonra, onu geri
alırsa, bu vaksf caiz olmaz.
Bir kimse, başka bir
şahsın vasıyyeti üzerine, bir araziyi vakfettikten sonra, vasıyyet eden şahıs
ölürse, bu vakıf, vakıf olmaz. ,Fetha'l-Kadîr'de de böyledir. ..
Bir kimse, satıcısı
muhayyer olmak üzere, bir yer satın alıp, onu vakfettikten sonra, satıcısı, bu
satışa izin verse, bu vakıf da caiz olmaz. Bahru'r-Râık'ta da böyledir.
Ancak, bir kimse,
muhayyer olmak üzere, bir yer satın aldıktan sonra, muhayyerlik kalkarsa, vakıf
sahih olur.
Kendisine.bir yer
bağışlanan şahıs, bunu teslim almadan önce vakfederse, —sonradan teslim alsa
bile— bu vakıf sahih olmaz. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Kimsenin, fâsid bir
hîbe ile, hibe edilen yeri, teslim aldıktan sonra vakfeden kimsenin, bu vakfı
sahih olur. Ancak, bu durumda, vâkıfın, bu şeyin kıymetini vermesi gerekir.
Bahru'r-Râık'ta da böyledir.
Fâsid bir satışla, bir
ev satm alıp, onu da teslim alan kimse, bunu fakir ve miskinlere vakfederse, bu
vakıf caiz olur.
Bu vakfın menfâati
fakir ve miskinlere aittir. Ancak, vâkıfın, bu evkı bedelini, satan şahsa
vermesi gerekir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Ancak, bu şahıs, evi
teslim almadan önce vakfederse, bu vakıf câk olmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, bir yeri,
caiz bir satın alışla, satın alıp, parasını peşin öder ve bu yeri teslim
almadan önce vakfederse, bu işin üzerinde durulur. Eğer, parasını verip, yeri
teslim almışsa, bu vakıf caizdir.
Bu şahıs, bu yeri
satın alacak mal bırakmadan ölürse, —peşin ödememiş olması hâlinde—bu vakıf
bâtıldır. (= geçersizdir.)
Fakıyh Ebû'1-Leys:
"Biz, bu görüşü alırız." demiştir. Zehıyre'de de böyledir.
Vakfedilen bu yere,
bir başkası sahip çıkarsa, vakıf batıl olur. Satın alan şahıs, bu yeri
vakfettikten sonra, buranın bir şef'îsi ( = aynı para ile bu yeri satm alma hakkına sahip olari bir şahıs)
gelirse, yine bu vakıf bâtıl olur. Nehru'l-Fâık'ta da böyledir.
İmâmın, sahibi âciz
olan bir araziyi vakfetmedi caiz olmaz. Çünkü, o, bu araziye mâlik değildir.
Burada, sahibi âciz
olan arazî (='hûz) şujmânaya gelmektedir: Bir kimse ekip biçmekten âciz olur,
fakat, arazisinin haracını, imâma vermekte bulunursa, böyle araziye, arazî-i
hûz denir. Bahru'r-Râik'ta da böyledir. [8]
Bir mürtedin, riddet
hâlinde iken yaptığı vakıf, sahih olmaz. Bu halde, ölür veya öldürülürse, hüküm
yine böyledir.
Çünkü, mürtedin,
mülkiyeti, mevkuf olarak, onun elinden gitmiştir. Nehru'l-Fâık'ta da böyledir.
Keza, bir mürted,
dâr-i harbe iltihâk eder ve hâkim de bu iltihâkı hükme bağlarsa, bunun da vakfı
bâtıl olur.
Ancak, bir mürted
tekrar müslüman olursa, vakfı sahih olur. Bahru'r-Râık'ta da böyledir.
Hassâf: "Bir şey
vakfetmiş bulunan bir müslüman, bundan sonra irtidâd ederse, önceki bu vakfı bâtıl (= geçersiz) olur." demiştir.
Nehru'l-Fâik'ta c& böyledir.
Bu mürtedin vakfı,
mîras olur.
Bu şahıs, mürted iken
ö^ür veya öldürülür yahut da tekrar müslüman olursa, yine hüküm aynıdır.
Ancak, bu şahıs,
müslüman olduktan sonra, yeniden vakfederse, —Hassâf in, Kitabının sonunda
açıkladığına göre— bu vakfı sahih olur. [9]
İrtidâd eden kadının
vakfı sahihtir. Çünkü, kadın, irtidâd. etmesinden dolayı öldürülmez.
Bahru'r-Râik'ta da böyledir.
Bir kimse, bir şeyi
önce nesline, sonra da fakirlere karşı vakfeder, bilâhare de irtidâd ederse
vakfı bâtıl olur.
Çünkü, bu vakfın
fakirler tarafı, "sonu fakirlerin" demesi ile geçersiz olmuş ve bu
vakıf, çocuklarına sadaka olmuş bulunur. Hâvî'de de böyledir. [10]
Başkasının bir hakkı
bulunmayan, rehin ve icâre gibi şeylerde, vakıf hususunda bir kısıtlama
konulması gerekmez.
Bir araziyi, iki
seneliğine kiraya vermiş olan bir şahıs, vakti tamam olmadan, şartlı olarak bu
araziyi vakfetse, bu vakıf caiz olur.
Bu durumda icarlâma
akdi de geçersiz olmaz.
îcar müddeti tamam
olunca, bu arazi, hangi cihete vakfedilmişse, oraya rücû eder.
Keza, bir kvnse, rehin
bıraktığı bir arazisini, bu rehin çözülmeden vakfetmiş olsa, bu vakıf da sahih
olur. Ve bu arazî, rehin olmaktan da çıkmış olmaz.
Bu şey, senelerce,
mürtehin'in (= rehin bırakılmış olan kimsenin) yanında kaldıktan sonra, rehin
çözülürse, vakfedildiği yöne rücû' eder.
Bu vâkıf, rehin
çözülmeden ölünce, bu rehni çözecek kadar bir mal bırakmış olursa, rehin
çözülür.
Fakat, bir şey
çıkarmadan ölürse, bu arazi satılır ve vakfı bâtıl (-geçersiz) olur.
Arazinin kiraya
verilmiş olması hâlinde, kiraya veren veya kiraya tutan şahıs ölürse, bu
durumda, icâre bâtıl olur; vakıf ise devam eder. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
6) Vakfın
şartlarından biri de, vâkıfın, vakıftan, almakhğı veya borcu sebebi ile men
edilmiş olmamasıdır.
Hassâf böyle
söylemiştir. NehnTl-Fâik'ta da böyledir.
7) Vakfın
şartlarından biri de, vâkıfın câhil olmamasıdır.
Bir kimse, arazisinden
bir yer vakfettiği halde, bunun neresf olduğunu söylemezse, vakfı bâtıl olur.
Bir kimse, bir evdeki
hissesinin tamamını vakfedince, sehim ^nisbetini— söylemezse bile, vakfı,
istihsânen caiz olur.
Fakat, bu kimse:
"Şu yeri veya şu yeri vakfettim." derse, vakfı bâtıl olur. Çünkü,
vakfedilen yerin, neresi olduğu —kesin olarak— belli olmamıştır.
Bahru'r-Râik'ta da böyledir.
Hassâf şöyle demiştir:
Bir kimse: "Şunu,
Allah için..." veya "Akrabalarıma karşı..." "vakfedilmiş,
ebedî bir sadaka kıldım." dese, bu vakıf bâtıl olur.
Çünkü, bu lafızda şek
(= şüphe) vardır.
Bir kimse: "Şunu
Allah için, Zeyd'e ve Amr'e karşı, sonra da, fakirlere, vakfolunmuş, ebedî bir
sadaka kıldım." derse, bu vakıf da, batıl olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, içinde ağaç
bulunan bir araziyi, ağaçlarını istisna ederek, vakfetse, bu vakfı caiz olmaz.
Çünkü, ağaçların
bulunduğu yer, bu vakfın içine girmiş ve mahall-i vakf meçhul olmuş bulunur.
Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
8) Vakfın
şartlarından biri de, vakfın, muallak bir şeye bağlı olmamasıdır.
Bir kimsenin:
"Oğlum gelirse; evim, vakıftır; fakirlere sadakadır." demesi gibi...
Bu kimsenin oğlu
gelince, evi vakıf olmaz. Fethu'I-Kadîr'de de böyledir.
Hassâf,
Kitâbü'I-Vakfında şöyle demiştir:
Bir kimse: "Yarın
olursa, şu arazim vakıftır." dese, bu bâtıldır. (= geçersizdir). Muhıyt'te
de böyledir.
Bir kimse, başkasına:
"Eğer istersen şu arazim vakıftır." veya: "Razı olursan, şu
yerim vakıftır.'* derse, bu bâtıldır. (= geçersizdir.) Serahsî'nin Muhıytf nde
de böyledir.
Bir kimse:
"dilersem... vakıftır." dedikten sonra, "...diledim." dese
bile, bu vakıf bâtıl olur.
Ancak, bu^şahıs,
sonradan: "Diledim ve o yeri, vakfedilmiş sadaka kıldım." derse;
ilâve ettiği bu sözlerden dolayı, vakıf sahih olur. Fethui-Kadîr'de de böyledir.
Bir kimse: "Şu
arazim, filân adam dilerse, sadakadır." deyince, o adamda:
"dilerim." derse; bu da bâtıldır. (= geçersizdir.)
Bir kimse: "Şu
ev, benim mülküm olursa, o vakfolunmuş sadakadır." derse; bakılır: Eğer,
o ev, bu sözün söylediği anda, kendi mülkü ise, vakıf sahihtir. Çünkü, bu
ta'hkın şartı yerini bulmuş demektir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir malını kaybetmiş
bulunan kimse: "Eğer, onu bulursam, Allah rızâsı için vakfediyorum."
der ve o malı bulursa; kendisine zekât verilmesi caiz olan bir şahsa verir.
Şayet, bu malı,
kendisine zekât verilmesinin caiz olmadığı bir şahsa vermiş olsa bile, nezri
sahih olur.
Ancak, nezri
uhdesindejn çıkmış (= adağı yerine gelmiş) olmaz. Sirâciyye'de de böyledir.
Bir kimse, başkasına:
"Filan şahıs gelirse veya sen, filan şahısla konuşursan, şu arazim
sadakadır." derse; bu lafız yemin ve nezir yerindedir. Bu şart yerini
bulunca, bu arazi tasadduk edilir. Fakat, vakıf olmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse: "Eğer
bu hastalıktan ölürsem, şu arazim vakıftır." derse; ister iyileşsin, ister
ölsün, bu —lafızla— vakıf tesis edilmiş— olmaz.
Ancak: "Ben, bu
hastalıktan ölürsem, şu arazimi vakıf yapınız." derse, bu durumda, vakıf
caiz olur.
Aradaki fark, bu
sözle, vakfın değil, vekilin şarta bağlanmış olmasıdır. Bu durumda da, vakıf
caiz olmaktadır. Cevheretü'n-Neyyire'de de böyledir.
9) Vakfın
şartlarından biri de, Vâkıfın, bu vakfın satılmasını ve gelirinin bedelinin
kendisinin ihtiyacına harcanmasını söylemem esidir.
Şayet, bunları
söylerse,^akıf caiz olmaz.Muhtar'da ve Bezzaziyye'de de böyle söylenmiştir.
Nehru'l-Fâik'ta da böyledir.
10) Vakfın
şartlarından biri de, vakıfta muhayyerlik şartının bulunmamasıdır.
Bir kimse, bir şeyi,
muhayyer olarak vakfederse, bu vakıf sahih olmaz.
Bu, fmâm Muhammed
(R.A.)'e göre böyledir. Muhayyerlik1 zamanının bilinip bilinmemesi de
müsavidir. Bahrırr-Râık'ta da böyledir.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre ise, vâkıfın, üç güne kadar muhayyer obuası
caizdir. Ebû'l-Mekârîm'in Nikâye
Şerhi'nde de böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.)'e
göre, bir kimse: "Muhayyerliğini ibtal ettim, bozdum." derse, vakfa
intikal olmaz, vakıf caiz olur. Zehıyre'de de böyledir.
Nevazil'de şöyle
denilmiştir:
Bir kimse, bir mescid
bina eder, ancak, bunun vakfedilmesi hususunda kendisini muhayyer kılarsa,
mescid caiz, bu şart bâtıl olur. Tatar-hâniyye'de de böyledir.
11) Vakfın
şartlarından biri de, onun daimî olmasıdır.
Bu, bütün âlimlere
göre şarttır. Ancak, tmâmı Ebû Yûsuf (R.A.): "Bu şart değildir."
demiştir. Sahih olan da budur. Kâfi'de de böyledir.
Evini, bir gün, bir ay
veya belirli bir müddet vakfedip, başka bir şey söylemiyen kimsenin vakfı caiz
olur. Ve bu şahsın vakfı da, daimî bir vakıf olmuş bulunur.
Bu kimse: "Şu
arazim, bir ay, sadaka-i mevkûfedir." demiş olsa, bir ay geçince, bu vakıf
bâtıl (= geçersiz) olur.
Hilâl'e göre, bu
vakıf, bu sözün söylendiği anda bâtıl olur.
Çünkü, vakıf, daimî
olmayınca, caiz olmaz.
Dâimîlik şart olunca
da, muvakkatlık bâtıl olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse: "Şu
arazim, ben öldükten bir sene sonra vakıftır." der ve başka bir şey
söylemezse, bu vakfı, fakirlere karşı, daimî olarak caizdir. Çünkü,
bu lafızda vasıyyet mânâsı
vardır. Serahsî'nin Muhıytı'nde
de böyledir.
Bir kimse "Şu
yerim, ben öldükten sonra, bir sene filana karşı,, vakfedilmiş bir
sadakadır." derse, sene geçince, vakıf bâtıl olur.
Sonra, bu vasıyyeti
fakirlere karşı olmuş olur ve menfâati onlara harcanır.
Eğer, bu şahıs:
"Şu arazim, ben öldükten sonra, bir sene, filana karşı vakıftır."
der, başka da bir şey söylemezse; bu arazinin geliri, bir sene, o şahsın;
sonra da, vârislerin olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da i böyledir.
12) Vakfın
şartlarından biri de, onun gelirini, devamlı olarak, bir yere tevcih etmektir.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)'in kavlidir.
Vâkıf, bu "durumu
belirtmezse, bu imamlarımızın ikisine göre de, vakıf sahih olmaz.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre ise, vâkıfın, buhususu söyleyerek belirtmesi, şart değildir.
Söylemezse de, vakfı sahih olur.
Vakıf, bir cihet
belirtmiş olsa bile, bu kesilip, —bu vakfın gelirim sonra yine fakirlerin olur.
Böyle bir şey
belirtmemiş olmaması hâlinde de, zaten kasdı, bu vakfın gelirinin fakirler için
olmasıdır.
Bunu söylememiş olsa
bile, jdelaletenj, bu şart sabit olmuş olur. Bedâi"de de böyledir.
13) Vakfın
şartlarından biri de, vakfedilen akarın vsfa evin, sabit bir yerinin
bulunmasıdır.
Silâh ve bazı şeyler
hâriç, yeri değiştirebilen, bir şeyin vakfı sahih olmaz. Nihâye'de de böyledir. [11]
Bir kimse: "Şu arazim, ben yaşarken ve ölümümden sonra,
muharrer bir sadakadır. veya;
"Şu arazim, ben
yaşarken ve ölümümden sonra, daimî, mahbûse ve mevkûfe bir sadakadır."
veya;
"Şuarazim, ebediyyen
mahbûse bir sadakadır." veya; "... hayatım boyunca ve ölümümden sonra
mahbûsedir. dediği : zaman, o yer mevkuf (^vakfedilmiş,1) olurjve menfâati
fakirlere verilir. Bu, bütün âlimlerimize göre böyledir. Muhıyt'te de böyledir,
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin
kavline göre, bu şahıs, hayatta ; bulunduğu müddetçe, bu sözü, bir nezir olur
ve bu arazinin gelirini tasadduk etmek kendisine aittir.
Bu şahıs,
"vefatımdan sonra.. demiş olduğu için, bu vasiyyetten dönme hakkına
sahiptir.
Vasıyyetinden dönmez
ve-bu vasıyyetinin miktarı da, malının üçte birinden fazla olmazsa, bu vakıf
caiz olur. Zahîriyye*de de böyledir.
Bu kimse: "...
ebedî vakfolunmuş sadakadır." dese, amme-i Ulemâya göre, vakfı caizdir.
Ancak, İmâm Muhammed
((R. A.)*e göre, bunun için vakfettiği şeyi teslim etmesi gerekir-
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye
göre ise, "... sadakadır. demesi ile, bu arazinin geliri nezredilmiş
oluyor ve vakfedejnin mülkü, hâli üzere kalıyor. Bu durumda, vâkıf ölürse, bu
arazi vârislerinin mirası olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse: "Şu
arazim, vakfedilmiş sadakadır.' veya "... habse-dilmiş sadakadır."
yahut "... mahbûsedir." der, ancak ";.. daimî..." lafzını
kullanmazsa, amme-i ulemâya göre, yine, bu arazi vakfedilmiş olur.
Çünkü, "...
sadakadır." lafzı ile ebedîlil? (=!dâimîlikl)|sâbit olmaktadır. Bu
lafzın, feshe ihtimali yoktur.
Hassâf ve Basra
ulemâsı: "Bu durumda vakıf olmaz; çünkü, vakfın caiz olması, dâimîlik
şartına bağlıdır." demişlerdir.
Şayet, vâkıf: "Şu
arazim, fakirlere karşı vakfedilmiş bir sadakadır. vakfı, bi'1-icma' caiz olur.
Çünkü "...fakirlere..." lafzı, ebedîlik ifade etmektedir. Muhıyt'te
de böyledir.
Bir kimse: "Şu
arazim iyilik üzere vakfedilmiş bir sadakadır." veya "... hayra
karşı..." yahut "...hayır ve iyiliğe karşı vakfedilmiş bir
sadakadır.*' dese, bu vakfı caiz olur.
Çünkü, bu şey,
jfakirlerel karşı vakfedilmiş olur. Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavlidir.
Sadru'ş-Şehîd ve
Belhj'li âlimler, buna göre fetva yermişlerdir.
Biz de, örf mekânında,
bununla fetva veririz.
Bu, "fakirlere"
lafzının zikredilmemesi halindedir.
Şayet, vâkıf,
"fakirlere" lafzım zikrederek: "Şu arazim, fakirlere karşı
vakıftır." demiş olursa, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, bu durumda, üç
lafızla da vakfedilmiş olur.
Hilâl'e göre de
böyledir. Çünkü, bu araziyi fakirlere tahsis etmekle, başka ihtimâller zail
olmuş bulunmaktadır. Htalâsa'da da böyledir.
Vâkıf: "Bu,
Allah için, ebediyyen
vakfedilmiştir." deyip,
"sadaka" lafzını zikretmezse, vakıf yine caiz olur ve geliri
fakirlere verilir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Sadece
"vakf" veya "habs ile birlikte vakf" lafzı vakfın meydana
gelmesine kâfidir. Muhtar olan da
budur. Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavlidir. Gıyâsiyyc'de de böyledir.
Bir kimsenin, "şu
arazimi hürmetlendirdim." veya "arazim hürmetlenmiştir." demesi,
Fakiyh Ebû Ca'fer: "Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavline göre, mevkûfedir,
demek gibidir. demiştir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Fetâvâ'da: "...
habsolunmuş, hürmetli mevkûfedir. veya "...hürmetli, hapsolunmuş
mevkûfedir." diyen kimsenin
arazisi, satılmaz, mîras olmaz, hîbe edilmez.
ihtilaf edilen bu gibi
durumların hepsinde, muhtar olan, bizim, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'dan
naklettiğimiz kavillerdir. Cıyâsiyye'de de böyledir.
Vâkıfın "...
habsedilmiş sadakadır.' demesi,
Fakiyh Ebû Ca'fer'e göre,
"... vakfedilmiş sadakadır." demesi yerine geçer. Uygun olan budur.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse: "Şu
arazim, filana karşı mevkûfedir." veya; "... Çocuğuma karşı
mevkûfedir.'' veya;
"... Akrabamın fakirlerine
karşı mevkûfedir. veya; "... Yetimlere karşı mevkûfedir." der; ancak
bunların cinsini İrade etmezse, İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, bu lafızlarla
vakıf —caiz— olmaz. Çünkü, inkıraz bulacak, sonu kesilecek olanlara karşı
vakfetmiş olmaktadır ve dâimîlik yoktur.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’a
göre ise, bu vakıf sahihtir. Çünkü, O'na göre, vakıfta dâimîlik şart değildir.
Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir. "İmâm Ebû
Yûsuf (R.A.)'a göre daîmîlik (= ebedîlik)
şart değildir." demek, "bu lafzı, açıkça söylemek şart
değildir." demektir.
Yoksa, mânâ olarak,
dâimîlik (- ebedîlik), bi'I-icma' şarttır. Nitekim, bu husus, önce de beyan
edilmişti.
Aslında, bu iki
imamımız arasında kendisine vakfolunan kimsenin tayin edilmemesi hâlinde,
vakfın sıhhati hususunda, bir ihtilaf yoktur.
Ebedîlik lafzı, ya
sözde veya mânâda bulunur. "... fakirlere vakfedilmiş bir
sadakadır." denmesi gibi...
Keza, bu imamlarımız
arasında, yalnız "mevkûfedir." demekle veya "Zeyd'e göre
mevkûfedir." gibi ta'yin etmekle de, bu vakfın bâtıl (= geçersiz)
olduğunda ihtilâf yoktur.
ihtilâf, ancak, bir
şey belirtmeden, sadece "mevkûfedir." denilmesi halindedir. Ki, bu
durumda, İmâm Muhammed (R.A.)'e göre vakıf bâtıl, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre
ise, sahihtir.
Düit-ii Muhtar da, bu
şekilde tshkık etmiştir. Muhıyt'ten naklonulan ibareden anlaşılan budur.
Kerderî'nin Vecîzi'nde de böyledir.
Bir kimse: "Şu
'arazim (veya evim), filana karşı
vakfedilmiş bir sadakadır." Veya "... filanın çocuklarına karşı
vakfedilmiş bir sadakadır." dese ve devamla "... onlar sağ oldukça bu
arazinin geliri onlarındır; Onlar öldükten sonra, bu gelir, fakirlere
harcanacaktır." derse, bu sözü caiz olur ve yerine getirilir. Kerderî'nîn
Vecîzi'nde de böyledir. : Bir kimse: "Şu yerim, Allah için,
sadakadır." veya "... Allah için 'mevkûfedir." yahut "Allah
için, sadaka-i mevkûfedir." dediği halde; "ebediyyen" lafzını
söylemezse, vakfı yine caiz olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Keza, bu kimse:
"Allahu Teâlâ'nın rızâsı için vakfolunmuştur." veya "Allahu
Teâlâ*nm sevabını istemek için vakfolunmuştur." dese, yine vakıf sahih
olur. Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse:
Şu yerim, hayır
ve iyilik olmak üzere vakfolunmuştur. dese; —vakfı—caiz olur.
Çünkü, bu "... vakfedilmiş sadakadır." demek gibidir. Zahîriyye'de de
böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerim, sebil içindir." der ve bu sözün, o beldede "bu vakıftır,"
gibi bir anlama geldiği bilinirse, o yer, vakfedilmiş olur.
Şayet, o beldede, bu
lafız, o mânâda bilinmiyorsa; söyleyen şahsa: "İrâden nedir? Neyi
kasdettin?" diye sorulur. "İrâdem vakıftır." karşılığım verirse,
o yer vakıf olur. "Sadaka" olarak söyleyip söylememesi arasında da
bir fark yoktur.
Şayet, bu şahıs, vakıf
değil de, sadaka olarak niyyet etmişse veya hiç bir niyyette bulunmamışsa, bu
durumda, o şey nezir (= iajdak) olmuş olur. Ya bizzat o yeri, veya oranın
gelirin tasadduk eder.
Keza, bir kimse:
"Ben, onu, fakirlere mahsus kıldım." der ve bu lafız, o beldede
"vakıf yerine geçmekte bulunursa, sözüne bir açıklık getirmese bile, vakıf
niyyeti ile söylemişse, vakfı —caiz— olur.
Ancak, bu kimse de,
sadakaya niyyet etmiş veya hiç bir şeye niyyet etmemiş bulunursa, o şey, sadaka
olarak nezredilmiş olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
"Şu akarım
sebildir." diyen kimsenin akarı vakıf olmaz. Ancak, o akarın yerini, o muhitin
halkı bilmekte ise, bu durumda, o akar vakıf olur. Ancak, ebedîlik şartının da
bulunması gerekir. Sirâ-ciyye'de de böyledir.
Bir kimse: "Şu
evimi, mescidin imamına sebil eyledim." dese; evi vakıf olmuş olur.
Bahru'r-Râik'ta da böyledir.
"Şu evim, Ölümümden
sonra, mescide sebil edilmiştir." diyen kimsenin vakfı sahih olur.
Ancak, bu ev, o şahsın
malının üçte birinden çıkmış bulunmalı ve —ölümünde— o mescid duruyor
bulunmalıdır. Aksi takdirde, bu ev vakıf olmaz. Gunye'de de böyledir.
"Şu odamı,
mescidin aydınlatılması masrafına tahsis ettim." diyen kimsenin durumu
hakkında Fakıyh Ebû Ca'fer: "O oda, mütevelliye teslim edildiği zaman,
mescide karşı vakıf olur." demiştir. Fetva da buna göredir. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse, hasta iken:
"Şu evimin gelirinden, her ay on dirhemlik ev satın alınız ve fakirlere
dağıtınız." dese, o ev vakfedilmiş olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de
böyledir.
Nevâzil'de şöyle
zikredilmiştir:
Bir kimse:
"bağımın yerini vakfettim." derse, içinde üzüm olsun, olmasın; o yer
vakfedilmiş olur.
Keza, bu şahıs:
"... gelirini vakfettim," demiş olsa bile netice aynıdır.
Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Bu kimse:
"ölümümden sonra vakfeyledim." veya "Vakfedil-mesini vasıyyet
ediyorum." dese sahih olur ve üçte biri vakfedilmiş bulunur. Tehzîb'de de
böyledir.
ÎHiIâl'in Vakıf isimli
kitabında şöyle zikredilmiştir:
Bir kimse, yerinin
üçte birini vasıyyet edip: "Ölümümden sonra, Allah rızâsı için ebedî
vakfımdır." derse; bu vakıf vasıyyeti, fakirlere karşı yapılmış olur.
Muhıyt'te de böyledir.
"Malımın üçte
biri vakıftır." deyip başka bir şey söylemeyen şahsın durumu hakkında, Ebû
Nasr şöyle demiştir:
Eğer, malı nakid ise,
bu vakfı bâtıldır. (= geçersizdir.)
Şayet, malı akar veya
arazi ise, bu vakfı caizdir. Gelirleri fakirlere verilir.
Fetvalarda ise:
"Sarf yerini açıklamadıkça, bu vakıf caiz değildir." denilmiştir.
Vecîz'de de böyledir.
Fetvalarda şöyle
denilmiştir: Bir kimse: "Şu yerim sadakadır." derse, o yer
nezredilmiş olur ve tasadduk edilir.
Bu yerin bizzat
kendisini tasadduk etmek caiz olduğu gibi, gelirini tasadduk etmek de caizdir.
Hulâsa'da da böyledir.
Bir kimse:
"Şu yerimi, fakirlere
karşı tasadduk eyledim." demekle, o yeri vakfetmiş
olmaz.
Bu durumda, bu yer
nezredilmiş olur. Ya bizzat bu yeri veya —satıp— bedelini fakirlere tasadduk
etmek gerekir.
Bu şahıs, böyle
yaparsa, nezri uhtesinden çıkmış (= adağı yerine gelmiş) olur. Böyle yapmazsa,
bu yer bu şahsın vârislerine miras olur. FethıTI-Kadîr'de de böyledir.
Bu şahsı, hâkim
tasadduka mecbur edemez. Çünkü, onun sözü, nezir (- adak) menzilindedir.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
"Şu yerim, hayır
hasenat yollarında sadakadır." diyen kimsenin yeri de vakfedilmiş olmaz.
Nezredilmiş olur. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir kimse: "Şu
evimin gelirini, fakirlere ait kıldım." derse; o evin geliri, fakirlere
nezredilmiş olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse: "Şu
evimi» fakirlere ait kıldım." derse, bu ev fakirlere tasadduk edilir ve bu
bir nezirdir. Bu, örfen böyledir. Fetâvâyi Suğra'da da böyledir.
"Evim sadakadır;
satılmaz." diyen kimsenin evi de vakıf olmaz.
Bu ev nezredilmiş olur
ve tasadduk edilir.
Şayet, bu şahıs,
önceki sözüne ilâve olarak: "... bağışlanamaz ve mîras olunamaz."
demiş olsaydı, bu durumda fakirlere karşı vakıf olurdu. Bahru'r-Râık'ta da
böyledir. [12]
Arazi ev ve han gibi
akarların (- gelir getiren şeylerin) vakfedil-mesi caizdir. Hâvî'de de
böyledir.
Keza, mevkufa (=
vakfedilen şeye) tâbi olan her menkûl şeyin vakfedilmesi de caizdir.
Bir yeri, işçileri ve
köleleri ile vakfetmiş olan kimsenin, o yerin ekme, biçme, sürüp savurma ve
diğer zirâat âletlerini de vakfetmesinin caiz olması gibi... Serahsî'nin
Muhıytı'nde de böyledir.
Hassâf, şöyle
demiştir:
Bir kimse arazisini,
köleleri ile birlikte vakfettiği zaman, uygun olan, o kölelerin adlarını ve
sayısını söylemesidir.
Keza, orada, zirâatte
kullanılan öküz, inek gibi şeylerin sayıları ve vasıflarının da beyan etmesi
uygun olur.
Vâkıf, bu kölelerin ve
hayvanların nafakalarının, bu yerin gelirinden karşılanmasını da şart
koşmalıdır. Bu şartı koşmasa bile, bunların nafakaları vakfedilen bu yerin
gelirinden karşılanır. Zehıyre'de de böyledir.
ts'âf isimli kitapta
şöyle zikredilmiştir:
Vâkıf, bu kölelerin ve
hayvanların nafakalarının, mahall-i vakıftan karşılanmasını şart koştuktan
sonra, bunlardan bir kısmı, hastalanıp, bakıma muhtaç bir hâle gelirse;
bakılır: Şayet, vâkıf, "sağ olduğu müddetçe, dâima, nafakasının buradan
karşılanmasını" şart koşmuşsa, gerekli bakım, buranın gelirinden yapılır.
Şayet, "çalıştığı
müddetçe...*' demişse, çalışmayana, bu yerin gelirinden masraf yapılmaz.
Bahru'r-Râık'ta da böyledir.
Bu durumlarda,
çalışamaz hâle gelen köle satılır. Ve bedeli ile genç bir köle satın alınır.
Şayet, satılan kölenin
parası az olur ve onunla genç bir köle alınamazsa, vakfın gelirinden ilâve
edilerek, genç bir köle alınır.
Bu hüküm, hayvanlar ve
zirâat âletleri için de geçerlidir. Zehıyre'de de böyledir.
Öldürülmüş bulunan bir
kölenin diyeti alınırsa, kayyim (= vakfın işlerini yürüten kimse; mütevellî)
olan zat, bu diyetle, başka bir köle satın alır. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
İs'âf'da şöyle
zikredilmiştir:
Bu kölelerden birisi,
bir cinayet işlerse; mütevellî, bu köleyi, cinayet yerine verir. Şayet kâfî
gelmezse, diyet için gereken fazlalık, vakfın gelirinden ödenir.
Şayet, vakfın sahibi,
bu cinayetin diyetini, kendisi —özel malından— öderse; bu köle, işinin başında
kalır. Bahru'r-Râık'ta da böyledir. [13]
At ve silâh gibi
menkûl şeylerin vakfedilmesi caizdir.
Bize göre, elbise ve
hayvan gibi, —örfte vakfedildiğî görülmeyen— şeylerin vakfedilmeleri caiz
değildir.
Ancak, örfde bulunan;
balta; cenaze havlusu, cenaze örtüsü, cenaze için lâzım olan kap, kazan, kova,
tas gibi şeylerle, okumak için Kur'ân-ı Kerîm'in vakfedilmesi İmâm Muhammed
(R.A.)'e göre caizdir.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre ise, bunların vakfedilmeleri caiz
değildir.
Bu hususta, amme-i
ulema (= âlimlerin ekserisi) İmâm Muhammed (R.A.)'e tâbi olmuşlardır. Bunlardan
biri de, İmâm Serahsî'dir. Hulâsa' da da böyledir.
Muhtar olan= seçilip
beğenilen) görüş de budur. Fetva da, İmâm Muhammed (R.A.)'in bu kavline
göredir.
Şemsü 'I-Eimme Halvânî
de, böyle söylemiştir. Muhtaru'l-Fetâvâ'da da böyledir.
Bir kimse, bir yere,
cenaze evi —ki buna farsçada Havz-ı mesîn denir— yapıp, vakfettikten sonra, bu
mahallin insanları ölür ve kimse kalmazsa, bu ev vârislere verilmez. Oraya en
yakın olan bir yere nakledilir. Hulasa'da da böyledir. [14]
Bir kimse, ehl-i
mescid (= cemâat) okusun diye Kur'an-ı Kerîm vakfederse; cami görevlilerinin
bunu koruyabilmeleri şartı ile, bu vakıf caiz olur.
Bu şahıs, Kur'an-ı
Kerîmi, mescide vakfetmişse bu da caizdir. Ve-bu Kur'ân-ı Kerîm, bu mescidde
okunur.
Bazı yerlerde ise:
"Bu Kur'ân-ı Kerîm, sadece bu mescide tahsis edilmez; diğer mescidlerde de
okunabilir." diye yazılmıştır. Ancak, bunun için, bu Kur*ân-i Kerîm'in, o
mescidde korunmasının mümkün olmaması gerekir. Kerderî'nin Vecîzi'nde de
böyledir.
Diğer kitapların
vakfedilip edilemiyeceği hususunda
ihtilâf edilmiştir.
Fa kıy h Ebû'l-Leys,
bunu da caiz görmüştür. Fetva da, buna göredir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Âlimlerimize göre, bir
hayvanın sırtını veya bir kölenin kazancını vakfetmek caiz olmaz. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir kimse, bir ineğin
sütünü, yağını, peynirini vakfederse, bunlar, fakir çocuklara verilir.
Şayet, o beldede örf
ise, bunun vakf-ı —suyu vakfetmek gibi— caizdir. Zahîriyye'de de böyledir.
Sığırın veya başka
hayvanların erkeğini vakfetmek caiz olmaz. Künye'de de böyledir.
Vâkıât'ta, Hilâl-i
Basrî'nin şöyle dediği zikredilmiştir: "Aslında vakıf olamıyacak şeyi
vakfetmek caiz değildir." Sahih olan da budur.
Keza, örfte
uygulanmayan, menkûl şeylerin vakfedilmeleri de caiz olmaz. Muhıyt'te de
böyledir.
Ariyet veya icâre olan
bir evi vakfetmek de caiz olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Hassâf söylememiştir:
Bir kimse, vakfedilmiş
bir yerin üzerine, bir bina yapıp, bunu da aynı cihete vakfetse, bu hilafsız
olarak caiz olur.
Yaptığı binayı, başka
bir cihete vakfetmesinin caiz olup olmadığında ise ihtilâf vardır. Esahh olan
kavil ise, bunu caiz olmamasıdır. Gıyasiyye'de de böyledir.
Bir vakıf arazisinin
üzerine, ağaç dikip, onu da vakfetmek, —yere tâbi olarak— caiz ve sahihtir.
Ancak, bu ağaçların
da, aynı cihete vakfedilmesi gerekir. Aslının dışında bir cihete vakfetmek ise,
caiz olmaz. Zahîriyye'de de böyledir.
Askerlere yardımcı
olmaları için, köle ve câriye vakfetmek caiz olur.
Hâkimin bu cariyeyi
evlendirmesi de caizdir.
Ancak, hâkimin bu
köleyi evlendirmesi caiz olmaz. Çünkü, onun mehir vermesi gerekir.
Vakfedilmiş köle ile
vakfedilmiş cariyeyi birbirleri ile evlendirmek de caiz değildir. Kerderî'nin
Vecîzi'nde de böyledir. [15]
Kendisini yok
etmeyince menfâati —hâsıl— olmayan, altın, gümüş ve yiyecek, içecek
maddelerinin vakfedilmesi, amme-i ulemâya göre, caiz değildir.
Burada, altın ve
gümüşten murad, dinarlar ve dirhemlerdir; zînet eşyası değildir.
Dirhemleri, ölçülen
şeyleri veya elbiseleri vakfetmek caiz olmaz. Ancak, "Örf olan yerlerde,
—bunları da— vakfetmek caizdir." diyenler de vardır. Ve bunlar tarafından,
bu gibi şeylerin vakfedilme-sinin caiz olduğu hususunda fetva verilmiştir. (Bu
vakıflar, şu şekilde olur:) [16]
Dirhemler, fakirlere,
borç olarak, ödünç verilir. Sbnra geri almır.
Veya, sermaye olarak
verilir; bundan elde edilen kâr tasadduk edilir. [17]
Buğday da, fakirlere
ödünç olarak verilir. O, bu buğdayı ekip biçer; sonra, ondan geri alınır. [18]
Elbiseler de, ihtiyaç
zamanında fakirlere giydirilir ve sonra geri alınır. Fetâvâyi Itâbıyye'de de
böyledir. [19]
Deva olan şeyleri,
vakfetmek sahih olmaz. Ancak, bu vakıf,, fakirler için olursa, caiz olur.
Fakirlere tâbi olarak,
zenginler için de, bunların vakfedilmesi caiz olur. Mi*râcü'd-Dirâ|ye'de de böyledir.
Nâtıfî: Mescidlerin
tamiri için, bir mal vakfetmek caizdir. Ancak, köprü yapımında, yol-tamirinde,
kabir kazımında; çeşme, kuyu gibi su işlerinde, kefen satın alımında, vakıf
caiz olmaz." demişse de, fetvalar da, bunlara da "caizdir."
denilmiştir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir. [20]
Hassâf, şöyle
demiştir:
Bir kimse,
bağlığında,bina, hurmalık, ağaçlık veya bunlara benzer bir yeri, bir cihete
vakfettikten sonra, bu vakfı, fakirlere tahsis ederse; o şey vakfedilmiş olur.
Muhıyt'te de böyledir.
Yine, Hassâf:
"Meyve, ağaç vakfına dâhil değildir." demiştir. Alimlerin ekserisi
de, bu görüştedir. Sahih olan da budur. Gıyâsiyye'de de böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerimi, bütün haklan ve içinde bulunan şeylerin tamamı ile, vakfedilmiş bir
sadaka kıldım." der ve bu esnada, içinde meyve bulunursa, Hilâl,
İstihsân'da: "Bu meyveleri, fakir ve miskinlere taşadduk etmek lâzım
gelir. Bu tasadduk, vakıf cihetinden değil, nezir cihetindendir."
demiştir.
Bu yer vakfedildikten
sonra meydana gelen meyvelerden ise bahsetmemiştir.
Bunlar da, vakıf adı
altında tasarruf edilir. (= harcanır.) Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerim, vefatımdan sonra, vakfedilmiş bir sadakadır. Allahu Teâlâ'mn verdiği
geliri de, Abdullah'a aittir." dedikten sonra, bu vâkıf ölür ve vakfedilen
yerin için de de meyve bulunursa, o meyveler
Abdullah'ın olmaz.
Çünkü, bu vakıf,
—ancak— vâkıfın öldüğü anda lâzım gelmiş (tahakkuk etmiş) ve, sanki vâkıf, bu
yeri meyvesi ile birlikte vakfetmiş gibi olur.
Hazır bulunan bu
meyveler, vâkıfın vasıyyetine dâhil olmaz.
Sonra, aynı kitap
sahibi: "Bu meyveler, kıyâsen, vâkıfın vârislerinin olur. Istihsânda ise,
bu meyveler, fakirlere tasadduk edilir." demiştir.
Biz, —burada—
istihsânı alırız.
Fakıyh Ebû Ca'fer:
"Eğer vâkıfın sözü, —sâdece— bu kadarsa, —kıyâsen de, istihsanen de— uygun
olan, bu meyvelerin, vâkıfın vârislerinin olmasıdır." demiştir.
Zahîriyye'de de böyledir.
Bir kimse, ekili bir
yeri vakfederse, buranın —o andaki— ekini de, —aynı ile veya kıymeti ile— vakfa
dâhil olmaz. Muzmarât'ta da böyledir.
Fakıyh Ebû'1-Leys:
"Biz, bu görüşü alırız." demiştir. Zehıyre'de de böyledir.
Hassaf şöyle demiştir:
Vakfedilen yerde
bulunan bakliyat veya sebze de, vakfa dâhil1 olmaz.
Şeker kamışı, buğday
veya bunlar gibi her sene biçilip hasad edilen şeyler de, vakfa dâhil olmazlar.
Ancak, iki senede veya
üç senede bir biçilen, toplanan (hasad edilen) şeyler varsa; bunla? vakfa dâhil
olur.
Keza, ileride meyve
verecek şeyler de, vakfa dâhil olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Yoncaya gelince,
kendiliğinden bitip yükselmiş bulunan yonca, vâkıfa aittir. Asıl olan (yani
biçildikten sonra yerinde kalan) yonca ise, vakfa dâhildir.
Patlıcan ve pamuk da
böyledir.
Nergis soğanı ve
za'feran vakfa dâhildir.
Şeker kamışı, vakfa
dâhil değildir.
Gül ağacı ve yasemen
de, vakfa dâhildir. Zehiyre'de de böyledir.
Gül, kına ve yasemen
yaprakları da vâkıfa aittir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Vakfedilen yerdeki su
değirmeni, el değirmeni ve su dolapları vakfa dâhildir. Muhıyt'te de
böyledir.
Vakfedilen bir
hamamın, kazanları, külü ve gübresi, vakfa dâhil olur. Başkasının yerine veya
yola akan suyu ise, vakfa dâhil olmaz. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Bir kimse: "Şu yerim,,
fakirlere vakfedilmiş bir sadakadır." der ve oranın yolundan, suyundan
bahsetmezse; bu durumda, oranın yolu da, suyu da vakfa dâhil olur.
Bu, istihsanen
böyledir.
Çünkü, bir arazi,
ancak, gelir temin etsin diye vakfedilir; yolsuz ve susuz yerden ise, gelir
sağlanamaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bîr evi vakfeden
kimse, "bu evin hakları da, az veya çok ne varsa, vakıftır."
dememişse bu durumda, evde bulunan şeyler, vâkıfa ait olur.
Bu evin satılması
hâlinde, eve dâhil olacak şeyler, vakfa da dâhil olur.
Dükkanların
vakfedilmesi hâlinde de, satıldığı takdirde, dükkana dâhil olacak şeyler vakfa
dâhil olurlar.
Pekmezcinin kapları,
debbağın kazanları vakfa dâhil olmaz. Bunların, dükkanın içinde bulunup
bulunmaması da müsavidir. Zchıyre'de de böyledir.
Nasr'dan soruldu:
— Bir kimse, evini
vakfeder ve burada da, bazen gidip bazen gelen güvercinler bulunursa, bunların
durumu ne olur?
İmâm şu cevabı verdi:
— Ehlî olan
güvercinler, vakfa dâhil olurlar. Ebû'l-Leys'in Fetvâ-lân'nda da böyledir.
Bir kimsenin, —güvercinlerini ve—
güvercinliğini vakfetmesinin caiz olacağı ümid edilir.
Çünkü, her ne kadar,
güvercinler menkûlâttan (= nakledilebilen, taşınabilen şeylerden) isede, eve (=
güvercinliğe) tâbi olarak, onlar da, vakfedilmiş olurlar. Bir kimsenin, bir araziyi
vakfetmesi hâlinde, bu vakfa, oradaki kölelerin ve zirâat âletlerinin de dâhil
olması gibi...
Keza, bir kimse,
içinde arı kovanları bulunan evini (yerini) vakfederse; buraya tabî olarak,
buradaki arısı da, balı da vakfedilmiş olur.
— Görüldüğü gibi—
güvercinliği ve arılığı vakfetmek, kölesi ve ziraî âletleri ile bir araziyi
vakfetmek gibi te'vil olunmuştur. Muhıyt'te de böyledir. [21]
Bir kimsenin,
başkasiylejmüştereken'mâlîk bulundukları bir yerdeki, taksim edilmesi ihtimâli
bulunmayan şayi hissesini vakfetmesi, hilâfsız olarak caizdir. Ve bu durum,
vakfın sıhhatine mâni değildir.
Görülmüyor mu ki,
taksim edilemese bile, bîr hamamın yarısının vakfedilmesi caiz oluyor.
Zahîriyye'de de böyledir.
Taksim edilme ihtimâli
bulunan bir yeri, taksim edilmeden önce. vakfetmek, İmâm Muhammed (R.A.)'e göre
caiz olmaz.
Bu görüşü, Buhara
âlimleri de kabul etmişlerdir. Fetva da buna. göredir. Sirâdyye'c-e do
böyledir.
Müteahhırîn, İmâm Ebû
Yüsuf(R.A.)'un "Bu vakıf caizdir." şeklindeki kavli ile fetva
vermişlerdir.
Muhtar olan da budur.
Hızânefü'l-Müffîn'de de böyledir.
Bu imamlarımızın ikisi
de, taksim ihtimâli olsun veya olmasın, böyle bir yerin mescid ve kabristan
yapılmamasında görüş birliği içindedirler.
Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Bir hâkim, taksim
edilemeyen bir yerin vakfının sıhhatine hüküm verirse, bu hükmü geçerli olur.
Bu hususta ittifak vardır.
Bu vakfı da, diğer
vakıflar gibi olur. Ebû'l-Mekârim'in Nikâye ŞerhTnde de böyledir.
Bir hâkim, taksim
edilme ihtimâli bulunan bir yerin vakfının sıhhatine hükmeder, bu yerin
sahiplerinden bazıları da, buranın taksim edilmesini talep ederlerse; İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'ye göre, burası taksim edilmez.
İmâmeyiTe göre ise,
taksim edilir. Hulâsa'da da böyledir.
Vakfedilmiş, bu
şekildeki bir yeri, —müşterek sahipleri— taksim etmek isteseler, bu taksim caiz
olmaz.
Bir kimse, müşterek
bir akardan, kendi hissesini vakfederse; bu durumda, ortağı bunu taksim eder.
Ölümünden sonra da, —bu geliri— vârisine verir.
Bir kimse, akarının
yarısını vakfettikten sonra, hâkim bunu taksim eder veya kalan yarısı satılır
ve satın alan şahıs onu taksim ederse; bu vakıf caiz olur- Hidâye'de de
böyledir.
îki kişinin müşterek
bir yeri olur ve bunlardan her biri, kendi hissesini, belli birer topluluğa
vakfederlerse; bu vakıf da caizdir.
Bunlar, bu yeri taksim
edip, her biri vakfettiği topluluğa ifraz ederler. Zahîriyye'de de böyledir.
Tamamı vakfedilen bir
yerin, bir kısmına, sonradan bir hak sahibi çıkarsa, İmâm Muhammed (R.A.)'e
göre, geri kalan da bâtıl ( = geçersiz) olmuştur. Çünkü, şüyû'a mükârin
olmuştur.
Şayet, bu şahıs
ayrılmış ve bilinmekte olan bir yere sahip çıkarsa, geri kalan yerin vakfı
bâtıl olmaz. Hidâye'de de böyledir.
Bir kimsenin, tamamını
vakfetmiş bulunduğu bir yerin yarısına, sonradan bir hak sahibi çıkar ve hakim
de, bu yarıyı, o şahsa hükmedip, jyerin yarısı kalırsa, burası, hâli üzere,
vakıf olarak kalır.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre, bu vâkıf, —hâkime ihtiyaç jkalmadan— bu yerin yarısını|bölüp,|o
hak sahibine verebilir. Muhıyt'te de böyledir.
İmâm Muhammed (R.A.)’e
göre:
İki kişi, ortak
bulundukları bir yeri, fakirlere veya kendisine vakıfta bulunmanın caiz olduğu
bir hayır müessesesine vakıf olarak tasadduk edip, bir mütevelliye teslim
ederlerse, bu caiz olur.
Çünkü, İmâm Muhammed
(R.A.)'e göre, vakfın cevazına mâni olan şüyu', vakfı teslim alırken bulunan
şüyu'dur. Sözleşme zamanındaki şüyu', vakfın sıhhatine mani değildir.
Burada, akd (=
sözleşme) zamanında, şüyu' yoktur. Çünkü, bu şahıslardan ikisi de, o yerin
tamamını, teslim zamanında vakfetmediler; daha önce vakfettiler ve tamamını da
teslim ettiler. Fetâvayi Kâdîhân'da da böyledir.
Keza, bu iki kişiden
her biri, kendi hissesini, fakirlere vakfedilmiş bir sadaka kılıp, bir de
kayyim tayin etseler ve bu kayyım de, bunların hisselerinin tamamını birlikte veya ayrı ayrı teslim alsa, bu
vakıf da, caiz ve sahihtir. Seran sî'nin Muhıytf ncle de böyledir.
Bu şahısların, iki
kişiyi mütevelli kılmaları da caizdir. Kereleri'nin Vecîzi'nde de böyledir.
Bu iki kişi, ayrı ayrı
cihetlere vakıfta bulunsalar, meselâ: Birisi, evlâdına, evlâdının evlâdına,
—nesli devam ettiği müddetçe—, nesli kesilince de fakirlere vakfettiği halde;
diğeri ise, "vakfın gelirinden, her sene, bir kişi hacca gönderilecek'
diye vakfedip, bir şahsa teslim etse, bu da caizdir.
Vakfeden bir kişi
olduğu halde, yerinin yarısını fakirlere, diğer yarısını da başka bir yere
vakfetse, bu da caiz olur. Fetâvayi Kâdîhân'da da böyledir.
Mütevellî, bu iki
hisseden birini alır, diğerini almazsa, bu vakıf sahih olmaz. Aldığı hisse geri
alınıp satılır. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
İki kişiden her biri,
taksim olunmayan yerin yansını, vakfo-lunmuş sadaka olarak tasadduk edip, her
biri kendi vakfına bir de mü-tevelîî tayin ederse; akid vaktinde şüyu bulunduğu
iÇÛı, bu vakıf caiz olmaz.
Şayet, bu şahıslardan
her biri, mütevellî tayin ettiği kimseye: "Benim hissemi de, arkadaşımın
hissesi ile birlikte al." (ferse; bu durumda, bu vakıf caiz olur.
Bu kaviller, İmâm
Muhammed (R.A.)'in kavilleridir.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre ise, bu hallerin hepsinde de, vakıf caizdir. Çünkü, O'na göre,
vakıf; teslim işlemi olmasa da caizdir. Fetâvayi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimsenin, evinden
veya arsasından bin arşın muraba (= kare) vakfetmesi caizdir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a
göre, bu durumda, o arsa veya ev ölçülür. Eğer, bin arşın kare veya daha az
gelirse, tamamı; iki bin arşın kare gelirse, yarısı vakıf olur.
Şayet, burası, beşyüz
arşın kare gelirse, üçte ikisi vakıf olur.
Bu yerin bir kısmında
hurma ağacı bulunur, bir kısmında ise bulunmazsa, vakıf, hurma ağacı bulunan
yerinden olur.Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, arazisinden
bir cerîb* yer vakfettikten sonra, bu arazi taksim edilince vakfedilen yer, bir
dönümden az gelir ve —vakfedenin tarafından olsun olmasın,— taksim eden cemaat
onu tamamlarsa, bu vakıf caiz olur. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir kimse: "Şu
evdeki hissem vakıftır. der; bu hisse de, evin tamamının üçte biri bulunursa,
bu hisse, evin neresinde olursa olsun, tamamı vakıf olur. Fetâvayi Kâdîhân'da
da böyledir.
Bir başkası ile
ortaklaşa, bir evi ile bir arazisi bulunan bir kimse, kendi hissesini
vakfettikten sonra, ortağı bunların taksimini isterse; vakfedilen bu evin ve bu
yerin, bir araya (eve veya araziye) toplanması, kıyâsen caizdir. Bu, İmâm Ebû
Yûsuf (R.A.) ve Hilâl'in kavlidir.Zahîriyye'de de böyledir.
İki kişinin ortak
oldukları bir yerin yarısını, bu ortaklardan birisi vakfederse, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre, bu vakıf caiz olur.
Vâkıf, bu yeri, ortağı
ile taksim edince, hissesine bir miktar, dirhem isabet ettirseler, bu vâkıf o
dirhemleri alırsa, vakfı caiz olmaz.
Çünkü, vâkıf, vakıftan
bir parça satmış olur. Bu ise, bâtıldır. ( = geçersizdir.)
Ancak, vâkıf, bu
dirhemleri, vakfa verirse, böyle yapması —ile vakıf— caiz olur. Fetâvayi
Kâdîhân'da da böyledir.
Vâkıfın hissesinde,
fazla dirhem bulunur, meselâ: İki parça yerin yarısı taze, yansı ise eski olur
ve o yeni yere, fark olarak fazladan dirhemler konursa; vâkfın, bu dirilmeleri alması caiz olmaz. Ancak,
ortağı alırsa, vakfı caiz olur. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Bir dükkana ortak
bulunan iki kişiden birisi, kendi hissesini vakfedip, kapısının üzerine, vakıf
levhasını asmak isterse, diğer ortağı ona mâni olabilir.
Ancak, bu hususta,
hâkim bir hüküm verirse, o zaman, vakıf levhası asılır.
Bu mes'ele, İmâm Ebû
Yûsuf (R.A.)'a göredir. Belh âlimleri de, bu görüşü almışlardır. Muzmarât'tada
böyledir.
Cerib: Eni ve boyu
altmışar zira' olan bir yer. Ziraatçiler, buna dönüm derler.
Bir köy halkından bir
kısmı, köyün müşterek arazisinin bir bölümünü vakfeder; diğer bir kısmı da, bu
arazinin diğer bir bölümünü, mülkiyetine geçirir; bu durumda da, vakfedenlerin
yerini kabristan yapmak isterlerse, bu caiz olmaz.
Ancak, hepsi birden,
kabristan yapmak isterlerse, bu caiz olur. Vecîz'de de böyledir. [22]
Bu babda;
1) Vakıf
Gelirinin Sarfedilmesinin Caiz Olup Olmadığı Yerler.
2) Kendi
Nefsi, Evlâdı ve Nesli İçin Vakfetmek.
3) Akrabaya
Vakfetmek
4) Fakir
Akrabaya Vakfetmek
5) Komşulara
Vakfetmek
6) Ev Halkına,
Evlâd ve Torunlara Vakfetmek
7) Kölelere
Vakfetmek
8) Fakirlere
Vakfeden Şahsın veya Evlâdının) Muhtaç Duruma) Düşnıesi olmak üzere, sekiz bölüm vardır. [23]
Vakıf geliri,
öncelikle, vâkıfın şart koştuğu yere harcanır.
Sonra, her hangi bir yerin imareti, mescidin imamının maslahatı, medrese
müderrisinin ihtiyacı gibi yerlere kâfi gelecek miktarda sarfedilir.
Sonra da, mescidin
aydınlatılmasına, sergisine ve diğer ihtiyaçlarına harcanır.
Ancak, bunun için,
mescidin, başka yardım edicisinin bulunmaması; vakfın da, muayyen —yani gelirinin harcanacağı yerin belirlenmiş— olmaması
gerekir. Şayet, vakfın nerelere sarfedileceği belirli ise, —binanın imaretinden
(= yapılmasından, tamirinden sonra)— oralara sarfedilir. Hâvi'İ-Kudsî'de de
böyledir.
Vâkıf (= vakfeden
şahıs): "Ben bu vakfın gelirini, bir (veya iki) sene, filan şahsa; sonra
da, fukaraya tahsis ettim. Ve, —mevkufun (= vakfedilen şeyin)— tâmiratı da,
kendi gelirinden yapılsın." diye şart koşarsa; bu durumda tamir geriye
bırakılır. Önce, hak sahiplerinin hak-r larını almaları gerekir.
Ancak, bu te'hirden,
mevkuf zarar görecek olursa, bu durumda, tamir öne alınır. Hâvî'de de böyledir.
Vakfın cihetlerinden
birisi, te'hirden dolayı açıkça zarar göre-cekse, vakfın şartında dâhil
bulunması hâlinde, öne alınır.
Bu durumda, bu cihet,
iki hak sahibinden birisi gibidir.
Tâmirattan dolayı,
cihetlerden birinin hakkı kesilirse —ödenmezse—, bunun çalışması gerekir.
—Vakıfta çalışırsa—ücretini alır; aksi takdirde, hiç bir şey alamaz.
Vakıf, fakirlere
tahsis edilmişse, vakfın gelirini, onlara sarfetmek gerekir.
Bir mal, bir şahsa
veya —belli— bir çok şahıslara vakfedilmiş, sonu da fakirlere tahsis edilmişse,
vâkıf, sağlığında serbesttir. Vakfın gelirini —bunlardan— dilediğine sarfeder.
Vâkıf ölünce, bu
vakfın gelirleri, hak sahiplerine sarfedilir.
Vakfın geliri fazla
olduğu zaman, bazı âlimlere göre, fakirlere, her zaman aldıklarından daha fazla
verilmez.
Sahih olan budur.
Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Bir kimse, evini,'
oturması için, oğluna vakfetmiş olursa, bu evin tamiri, orada oturana aittir.
Şayet, oturan —oğul—
bundan kaçınır veya fakir olursa, bu durumda, hâkim bu evi kiraya verir ve kira
parası ile onu tamir ettirir.
Bu ev tamir edildikten
sonra, hâkim, onu, oturana geri teslim eder.
Tâmirattan kaçınan
şahıs zorlanamıyacağı gibi, ondan kira almak da sahih olmaz. Hidâye'de de
böyledir.
Şayet, bu evde oturan
şahıs, onun tamiri için, şahsî malından harcama yapmış, yaptığı masraf da aynen
durmakta ise, bu şahsın ölümünden sonra, vârisleri, o şeyi,vakfa zarar
vermemek şartıyla alabilirler. Hâvî'de de böyledir.
Bu vârislere:
"Binanızı (= yaptığınız şeyi)
kaldırın." denilir. Kaldırırlarsa ne âlâ. Aksi takdirde, cebredilir.
Şayet, kendisine
vakfedilen şahıs, —yapılan bu şeyi bedeli ile satın almaya mâlik olursa, karşı
tarafın rızâları ile bu da caiz olur.
Bu durumda, iki
taraftan biri razı olmazsa, ona cebredilmez. Muhıyt'te de böyledir.
Yapılan tamirattan,
ayakta duran bir şey yoksa, bu durumda, vârislere bir şey verilmez. Hâvî'de de
böyledir.
Vakıf binada oturan
kimse, onun duvarını sıvatmış, badana ettirmiş; kiremidini yenilemiş; içine
direk dikmiş ve sonra ölmüşse; bunlardan hiç birini, binaya zarar vermeden,
yerinden ayırmak mümkün olmayacağından dolayı, vârisler —bunların karşılığında—
hiç bir şey alamazlar.
Ancak, bu evde
oturması şarta bağlanmış bulunan kimseye: "Bu ölünün vârislerine, masrafı
tazmin et. (- öde.)" denilir.
O şahıs, bundan
kaçınırsa, bu ev, vârislerin haklan ödenene kadar, kiraya verilir.
Şayet, oturması şarta
bağlanmış bulunan şahıs, bu masrafı öderse; ev tekrar kendisine iade edilir.
Ev sahibinin
(vâkıfın), bu evi sökmek ve yıkmak hakkı yoktur. Zahîriyye'de de böyledir.
Yıkılan vakıf
binalarının enkazını, hâkim ihtiyaç duyarsa, başka, vakıf binalarında
kullanılır.
İhtiyaç, yoksa, hâkim,
ihtiyaç zuhur edene kadar, bunları bekletir.
Şayet, zaruret varsa,
hakim bunları satar ve vakfın ıslâhı (tamiri) için, bedellerini sarfeder.
Bunu, vakfa hak sahibi
olanlara sarfetmek, caiz olmaz. Hidâye'de de böyledir.
Vakıf olan bir
binanın, tavanından bazı ağaçlar düşer veya duvarı yıkılır; vakıf erbabı da
bunlardan faydalanmak isterlerse; buna hakları olmaz.
Ancak, bu binanın
ta'mirinden ümid kesilir ve vakıf erbabı da ( = kendilerine vakfedilmiş bulunan
kimseler de).muhtaç durumda olurlarsa, faydalanmaları söylenir.
Bu, îmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un kavline kıyâsendir.
"Bunlar, vâkıfın
vârislerine verilir." diyenler de vardır.
Bu da, İmâm Muhammed
(R.A.)'in kavline kıyâsendir. Tehzîb'de de böyledir.
Bir sınır karakolunun
önünde, büyükçe bir taş köprü bulunur, bu köprüyü geçmedikçe de, o karakoldan
faydalanma imkânı olmaz ve köprünün de, bir geliri bulunrnazsa, bu karakolun
gelirini, o köprüye sarfetmek, —vakıf yapan şart koşmuşsa— caiz olur. Aksi
takdirde, caiz olmaz.
Ancak, bu vakfın
—karakolun— getrinin, o köprünün tamirine harcanmaması hâlinde, karakol harap
olacaksa, bu durumda, istih-sânen, köprüyü tamir etmek caiz olur. Serahsî'nin
Muhiytı'nde de böyledir.
Muhtasâru'l-Fetâvâ'da:
"Peygamber (S.A.V.) Efendimizin akrabalarına bir şey vakfetmek
caizdir." denilmiştir.
Seyyidü'1-İmâm
Ebû'l-Kâsım da, bununla fetva vermiştir. Sirâ-ciyye'de de böyledir.
Muhtar olan, onlara
bir şey vakfetmenin caiz olduğudur. Gıyâ-siyye'de de böyledir.
Sadece zenginler
nâmına —onların istifadesi için- fakıf yapmak caiz olmaz.
Zenginler namına vakıf
yapılmış; onlar da, bu vakfı muhafaza edip, sonra da fakir olanlara bıraksalar,
bu caiz olur. Bu durumda hak önce zenginlerin, sonra da fakirlerin olur.
Serahsî'nin Muhıyü'nde de böyledir.
Yolcular için vakıf
yapmak caizdir. Ancak, bundan, zengin yolcular değil, fakir olan yolcular
faydalanır. Hulâsa'da da böyledir.
Bir kimse: "Bu
vakfın geliri ile, her sene, benim yerime hacca bedel gönderilsin veya umre
yaptırılsın, yahut borcum ödensin." derse; bu da caiz olur.
Malını, hayır işleri
için vakfeden kimsenin: "Bu vakfın geliri ile, yetimleri teçhiz edin veya
fakirleri giydirin veya onu,her sene günâhlarıma bedel olarak tasadduk
edin." demesi de caizdir. Ancak,: bu durumda, vakfın sonunu, fakirler için
daimî kılmış olması gerekir.
Bir kimse, her sene,
kendisi için, beş bin dirhem harcıyarak, hacca gidilmesi şartı ile, bir yerini
vakfettiği halde; hac masrafı, binekli olarak, —ancak— bin dirheme ulaşırsa; bu
bin dirhem, hac için sarfedilir; kalan dört bin dirhem de,1 fakirlere verilir.
Hâvî'de de böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerim, savaş, çıplaklar ve ölülerin kefeni için vakfedilmiş bir
sadakadır." veya "... kabir kazılması" işleri veya buna benzer
başka şeyler için vakıftır." derse; bu da caiz olur. Zehıyre'de de
böyledir.
Hassâf, kitabının
"Vakıf Babı"nda şöyle zikretmiştir:
Bir kimse: "Şu
yerim, Allahu Teâlâ'nın rızâsı için, insanlar için, ebediyyen vakfedilmiş bir
sadakadır." dese, vakfı bâtıl (= geçersiz) olur.
Keza, bu şahıs:
"... Âdem oğullan için (veya Bağdat'tılar için) vakıftır. Onlar yok olunca
da fakirlere aittir." dese; bu vakıf da bâtıldır.
Keza, bu şahıs:
"... kötürüm ve körler için vakıftır." dese; bu vakıf da bâtıl olur.
Hassâf, bir başka
yerde, kör ve kötürümler mes'elesi hakkında şöyle demiştir:
Vâkıf: "Bu vakfın
gailesi (= geliri), fakirlerindir." dese, bu gaile, körlere ve kötürümlere
ait olmaz.
Bu kimse: "Bu
vakfın gailesi (= geliri), Kur'an okuyanlar ve âlimler içindir." derse,
yine vakfı bâtıl olur.
Hilâl, Vakıf Kitâbı'nda:
"Gerçekten kötürümler ve eli ayağı kesik olanlar için, vakıfta bulunmak
sahihtir.'* diye zikretmiş ve "Ancak vakfın gailesi, bunların zenginlerine
değil, fakirlerine verilir." demiştir.
Bazı âlimlerimiz:
"Mescidde, çocuklara —bir şeyler okutup— öğreten, o mescidin muallimine (=
öğretmenine) vakıfta bulunmak caiz olur." demişlerdir.
Şeyhu'1-İmâm
Şemsü'l-Eimme Halvânî: "Üsdâd Kâdî'1-İmâm Nesefî: "îlim tahsil
edenler için, —her ne kadar, onların fakir olanları şart koşulmamış olsa bile—
vakfetmek caizdir." dedi." demiştir.
Şeyhu'1-tmâm
Şemsü'l-Eimme Serahsî'de, KitâbiH-Vakf Şerhi'nde şöyle demiştir:
Hasılı: Bu gibi
mes'elelerde, vakfın sarf yerinin, fakirler ve muhtaçlar olarak gösterilmesi
hâlinde, bu vakıf sahih olur.
Vakfın sarf yeri
belirtilirken, fakirle zengin müsâvî tutulmuşsa, bu durumda, gaile zenginlere
değil, fakirlere ait olur. Zahîriyye'de de böyledir. .
Bir kimse, malım
ashâb-ı hadîs'e (= hadîs ilmi ile iştigal eden kimselere) vakfetse, bu vakıf,
Şafiî mezhebine göre, hadis talebinde bulunmadıkça, vakıf hükmünde olmaz.
Hanefî mezhebinde ise, hadis talebinde bulunduğu zaman, vakfa dâhil olur.
Hulâsa'da da böyledir.
Bir yerini veya evini,
bir mescide tahsis ederek, o mescidin müezzinlerine ve
imamlarına vakfeden kimsenin
durumu hakkında Şeyhu'1-İm âm
İsmail ez-Zâhıd:"Bu vakıf, müezzin fakir olsa bile— caiz olmaz."
demiştir.
Bunun çaresi şudur:
Vâkıf, vakıf defterine: "Bu yer, ezan okuyan, fakir müezzinlere, bu
mescidde bulundukları müddetçe vakfedilmiştir.
Mescid harap olur ve
cemâati kalmazsa, bundan sonra, vakfın geliri fakir ve muhtaç müslümanlara
sarfedilir." diye yazdırırsa, bu vakıf caiz olur.
Bu kimse: "... Fakir olan her müezzine
vakfettim." derse; bu meçhul olduğu için, —vakıf— caiz olmaz. Zahîriyye'de
de böyledir.
Bir kimse, bir akarını
mezarının başına Kur'ân okuyan kimseye vakfetse, bu vakıf caiz olmaz. Gunye'de
de böyledir.
Ebû Bekir'den soruldu:
O, şu cevabı verdi:
— ' 'bu vakıf bâtıl (=
geçersiz) olur. Zehiyre'de de böyledir.
"Sûfîlere (=
tasavvuf ehline) bir şey vakfetmek caiz değildir." denilmişse de, "Bu
caizdir." diyenler de vardır. Bu vakfın geliri, sûf-ılerin fakirlerine
sarfedilir. Esahh olan da budur. Kunye'de de böyledir.
En iyi bilen Allahu
Teâlâdır. [24]
Bir kimse: "Şu
yerim, kendi nefsime karşı vakfedilmiş bir sadakadır." dese, muhtar
olan kavle göre, bu vakıf sahihtir. Hizânetü'l-Müftin'de de böyledir.
Bu şahıs:
"Nefsime vakfettim." dedikten sonra: "Benden sonra, filana;
ondan sonra da fakirlere vakfettim." derse; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre,
bu vakıf, —ancak,— bu durumda caiz olur. Hâvî'de de böyledir.
Muhtar olan kavle
göre, "şu yerim, filana, sonra da, bana vakıftır." veya
"... bana ve filana vakıftır."; "... köleme ve filana
vakıftır." diyen kimsenin vakfı da sahihtir. Gıyasiyye'de de böyledir.
Bir kimse, bir yerini
çocuğuna, sonra da fakirlere vakfetse, bu vakfı sahih olur.
Bu vakfa, o şahsın
mevcut çocukları dâhil olurlar.
Hilâl'e göre, bu
çocuklar, —vakıf akdedildiği sırada bulunsun bulunmasın,— vakfın geliri
zamanında ve bundan sonra bulunurlarsa, vakfa dâhil olurlar.
Belh âlimleri de, bunu
kabul etmişlerdir. Muhıyt'te de böyledir.
Bu kimse: "...
Çocuklarıma ve benden meydana geleceklere; sonra, bunlardan kimse kalmayınca da
fakirlere vakfettim." dese,.bu vakfı caiz olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerim,benden olacak çocuklarıma vakıftır." der de, çocuğu olmazsa; vakfı
sahihtir.
Bu vakfın gailesi,
fakirlere dağıtılır.
Bu gelir tevzi
edildikten sonra, o şahsın bir çocuğu doğarsa; bu çocuk hayatta olduğu
müddetçe, bundan sonraki gelirler, ona verilir.
Bu çocuk ölünce, bu
vakfın gelirini yine fakirler alırlar. Felâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse:
"Evlâdlanma vakfettim." derse; bu vakfa, erkek, ki/ ve hünsâ, bütün
çocukları dâhil olur.
"Oğullarıma
vakfettim." veya "Kızlarıma vakfettim." derse; bu durumlarda,
hünsâ, vakfa dâhil oJmaz. Çünkü, hünsânın oğlan mı, kız mı olduğu belli
değildir.
Bu kimse:
"Oğullanma ve kızlarıma vakfettim." derse; bu durumda, hünsâ, vakfa
dâhil olur. Sîrâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Evladlar için
vakfedilen bir yerin, her tarafında, vâkıfın evlad-larmdan her birinin hakkı
sabit olur.
Ancak, bu hakka,
nesebi bilinen evladlar dâhil olur. Nesebi bilinmeyenler dâhil olmazlar.
Neseb ise, ancak,
vâkıfın sözü ile bilinir. Bir çocuk» başka bir yolla, bu vakfın gelirine, hak
sahibi olamaz.
Meselâ: "Bir
kimse: "Şu yerimi, çocuklarıma vakfettim." dedikten sonra, bir câriye
gelerek, vakfın gelir zamanında altı aylıktan küçük olan bir bebek getirir ve
vâkıf: "bu bebek benimdir." diye iddia ederse, onun nesebi sahih
olur.
Ancak, bu durumda, bu
gelirden, o bebeğe hisse verilmez.
Fakat, bu câriye veya
ümm-ü veled, vâkıfın kendisine âit bulunur ve bebek de altı aylıktan küçük
olursa, bu vakfın gelirinden ona da hisse verilir.
Yukarda bahsedilen
câriye, vâkıfa ait bir câriye değildi. Bunun için: de, o bebeğe hisse
verilmemişti. Hâvî'de de böyledir.
Şayet, çocuk, altı
aylık veya daha fazla iken getirilirse; bu durumda, o, diğer çocuklara ortak
olamaz. Muhıyt'te de böyledir.
Bu vâkıf ölür; vakfın
gelir zamanında, vâkıfın karısı, —adamın ölümü ile o an arasındaki —iki sene
içinde, bir çocuk ile gelirse, bu çocuk da, diğerleri gibi, o gelire ortak
olur.
Keza, bu vâkıfın ölüm
zamanında, karısı bâin bir talâkla boşanmış olsa, çocuğu aynı hakka sahiptir.
Kadın, ric'î talâkla
boşanmış olursa, bu durumda verilecek cevap, nikâhlı için verilecek cevâbın
aynıdır. Zahîriyye'de de böyledir.
Bu vâkıf, vakfın gelir
zamanında, ona erişebilecek bir durumda yaşamakta olduğu halde, bundan sonra
ölür; karısı ise, iki sene zarfında, bir bebek ile gelirse; gelirin mevcut
olması hâlinde, bu çocuk da, o .gelire karışıp hissesini alır.
Ancak, gelir meydana
gelmeden, doğum altı aydan az bir zamanda olmuşsa, doğan bu çocuk o gelire
ortak olur.
Bu vâkıf, gelirin
meydana gelmesinden, bir veya iki gün önce ölür ve karısı, onun ölümünü takip
eden iki sene içinde, bir bebek getirirse, bu da, vakfın gelirine ortak olur.
Fetâvâyî Kâdîhân'da da böyledir.
Gelire hak sahibi
olmanın gününün bilinmesi hususunda da, âlimlerimizin kavilleri vardır:
Hilâl» şöyle demiştir:
"Vakıf gelirine
hak sahibi olunduğu gün, vakfa gelir olarak bir kıymetin geldiği gündür. Bunun
fazla olması da şart kılınmamıştır."
Bazıları ise:
"Vakıf gelirine hak sahibi olunabilinen gün, vakfın gelirinin, verilmesi
gerekli olan borçtan fazla olduğu gündür." demişlerdir. Serahsî'nin
Muhıytı'nde de böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerim, bir gözü ve iki gözü kor olan çocuklarıma vakıftır." derse; bu
vakfın geliri, bu
çocuklarına ait olur;'diğer çocuklarına verilmez.
Burada körlüğe itibar,
vakfın akdedildiği günedir. Vakfın gelir zamanındaki körlüğe itibar edilmez.
Bir kimse: "Şu
yerim, çocuklarımdan küçük olanlara vakfediimiştir." dediği zaman da,
vakfın akdedildiği sırada küçük olanlara itibar edilir. Vakfın gelir
zamanındaki duruma itibar edilmez.Zahîriyye'de de böyledir.
Bir kimse:
"Şu yerim, Basra'da oturan
çocuklarıma vakfediimiştir." derse; bu vakfın gailesi (= geliri), vâkıfın, sadece Basra'da oturan
çocuklarına verilir. Başka yerde olanlara verilmez.
Bu durumda ise, vakfın
gelirinin meydana geldiğinde Basra'da olanlara itibar edilir. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Velhâsıl: Bu gibi
vakıflarda, gerçekten, sıfat sabit olduğu zaman, hak sahibi olunabilir. Bu
sıfat ise, zail olup gitmeyen veya gittiği zaman, sonradan geri gelmiyen
sıfattır.
Bu durumda, vakfın
akdedildiği sırada, o sıfatın durduğu zamana itibar edilir.
Hak, giden ve
gittikten sonra geri gelen bir sıfatla sabit olduğu zaman; o sıfatın, vakfın
geliri zamanında, bulunması hâline itibar edilir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de
böyledir.
Bir kisme, bir yerini
erkek çocuklarına vakfettiği zaman, bu vakfa kız çocukları dâhil olmaz.
Çünkü, çocuğun bu
vasfı, zail olucu (= gidici) değildir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Keza, bir kimse:
"Bu vakfım, erkek çocuklarıma ve onların da erkek çocuklarına
mahsustur." derse; bu vakıf, vakıf akdi esnasında bulunan ve bu vasfı
taşıyanlara ait olur. Hâvî'de de böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerimi, çocuklarımdan müslüman olanlara veya evlenenlere vakfettim." derse;
vakfın akdedilmesinden sonra müslüman olanlara ve evlenenlere vakfetmiş olur.
Vakıf akdi sırasında
müslüman veya evli bulunan çocukları, bu vakfa dâhil olmaz. Serahsî'nin
Muhıytı'nde de böyledir.
Bir kimse:
"—Şu yerim— çocularımdan fakir
olanlara —vakfediîmiştir.—" der de, başka bir şey ilâve etmezse;
vakfın gelir zamanı fakir olanlar!, bu
vakfa dâhil olurlar. Hâvî'de de böyledir.
Vâkıf: "...
çocuklarımdan, fakir düşenlere aittir." derse; İmâm Muhammed (R.A.)'e
göre, bu vakfın geliri, Önce zengin iken, sonradan fakir düşenlere verilir.
Diğer imamlarımız ise:
"Vâkıfın, vakfın gelir zamanında fakir olan her evlâdına verilir. Bu ise,
ister önceden zengin olduğu halde fakir düşmüş bulunsun; ister, baştan beri
—hiç zengin olmadan— fakir bulunsun müsavidir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bu kimse:
"Vakfımın geliri, çocuklarımdan ihtiyaç sahiplerine aittir." derse;
bu durumda gaile (= gelir), gelir zamanında, muhtaç bulunan çocuklarına
verilir. Hâvî'de de böyledir.
Bir kimse, vakfının
gailesini (= gelirini), fakıyh (= fıkıh âlimi) olan evladına ve bunların da,
yine fakıyh olan evladlarına şart koşar; evladiarı da fakıyh olur ve bunlardan
birinin küçük çocuğu senelerce, fıkıh tahsil etmesine rağmen, fukahadan olmak
vasfını ibraz etmeden önce ölürse; bu çocuk bu vakfın gelirinden, —istenilen
sıfatı hasıi olmadığı için—, hisse alamaz. Gunye'de de böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerim, çocuklarıma vakfedilmiş bir sadakadır." derse; bu yerin gelirine,
vâkıfın sulbünden gelen, erkek, kız, hünsâ, bütün çocukları dâhildirler.
Bu vakfın cevazı devam
ettiği müddetçe, kendi sulbünden gelen, tek bir çocuk bulunsa bile, gelir onun
olur; başkalarına verilmez.
Batn-i evvelden (=
vâkıfın kendi çocukarmdan) kimse kalmayınca, bu vakfın geliri fakirlere
verilir.
Bu durumda da,
çocuklarının çocuklarına bir şey verilmez.
Bu kimse, bû vakfı
akdettiği zaman, —hayatta— sulbünden çocuğu olmadığı halde, oğlunım çocuğu
bulunursa, bu durumda vakfın geliri, onun olur.
Çünkü, oğlun evlâdı,
sülbî evlât yerindedir. Buna kız çocuğun : evlâdı dâhil değildir.
Zahiru'r-rivâye'de de böyledir. Hilâl de
bu görüşü kabul etmiştir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bu şahıs, o akarını
vakfettikten sonra, sulbünden bir çocuk .dünyaya gelirse, bu vakfın önceki geliri de, bu çocuğa sarfedilir. Zehıyre'de de böyledir.
—Vakfının gelirini,
nesli devam ettiği müddetçe, evlâdına ve 'evladının evlâdına
(= torunlarına) tahsis eden bir kimsenin evladından— birinci ve
ikinci batından kimse kalmadığı halde, üçüncü ve_ dördüncü batından torunları
bulunsa, bu durumda, üçüncü batından olanlar, —sayılan ne kadar çok olursa
olsun— bu vakfın gelirine ortak olurlar. Dördüncü batından olanlara bir şey
verilmez. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimsenin, kendi
çocuklarına vakıfta bulunması hâlinde cevap ine ise, filânın çocuklarına
vakıfta bulunması hâlinde de cevap odur. Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerim, evlâdıma ve evladımın evlâdına ( = gocuklarıma ve çocuklarımın
çocuklarına) vakfedilmiş bir sadakadır." derse; bu vakfın gelirine,
vâkıfın kendi sulbünden olan çocukları ile vakfın akdedildiği günde bulunan çocukarının çocukları
ve sonra {doğacak çocukları, —iki
batın— ortak olurlar.Bu vakfın gelirine, iki batından aşağısı dâhil olmaz.
Vâkıfın kızlarının çocukları da, bu vakfa dâhil . olmaz. Zahiru'r-rivâye|böyledir.
Fetva da
buna göredir. Serahsî'nin îMuhiytı'nde de böyledir.
Bu vâkıf:
"...Çocuklarıma, çocuklarımın çocuklarına ve gocuklarımın çocuklarının
çocuklarına, vakıftır." derse; üçüncü batnı jda söylemiş olur. '
Bu durumda ise, bu
vakfın geliri, onların nesli devam ettiği müddetçe, ebedî olarak onlara
sarfedilir. Fakirlere verilmez. Bu evladlar arasında da yakınlık veya uzaklık
farkına bakılmaz.
Ancak vâkıf,
vakfettiği sırada: "... el-akrebü fe'1-akreb..." veya "...
çocuklarıma, onlardan sonra onların çocuklarına..." yahut "... batnen
ba'de batnin (=|bir batından sonra diğer batına...) demiş olsaydı, bu durumda,
bu vakfın geliri, önce birinci sıradakine sonra da diğerlerine sırası ile
verilirdi. Fetâvâyi Kâdîhâü'da da böyledir.
Bir vâkıf: "Şu
yerim, evlâdlanma vakfedilmiş bir sadakadır." derse, -^evlâdjkelimesi
umûmî bir isim olduğu için— bütün batınlar, bu vakfın gelirine ortak olurlar,
Ancak, bu durumda,
birinci batından olanlar, bu vakfm gelirinden hisse alamazlar.
Ne zaman, birinci
batından kimse kalmazsa, ikinci batından olanlar; ikinci batından kimse
kaimayıeea da, üçüncü batından olanlar, bu vakfın gelirinden hisse alırlar.
Dördüncü, beşinci ve
ilânihaye- batınlar, bu tertip üzere, bu vakfın gelirinden hisse alırlar.
Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
.
Vâkıf: "...evlâdlarıma vakfettim." dediği
halde, sâdece bir çocuğu olursa; bu vakfın gelirinin yarısını, bu çocuk alır;
yarısı ise fakirlere verilir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Vâkıf: "Şu yerim
çocuğuma vakıftır." der ve sadece bir çocuğu bulunursa; bu vakfın gelir
inin|tamarm|, bu çocuğun olur.
Keza, vakfedenin çok
sayıda çocuğu olduğu halde, hepsi ölü, sadece bîri kalırsa, bu vakfın gelirinin
tamamı yine bu çocuğun olur. Hâvî'de de böyledir.
Bir kimse, bir yerini,
yalnız sadaka lafzı ile, iki çocuğuna ve onlar ölünce de ikisinin evlâdJarına
ve nesli devam ettiği müddetçe, evlad-larının evladlarına vakfetse ve o iki
çocuktan biri ölüp diğeri kalsa, bu vakfın geKrinin yarısı, kalan bu çocuğa,
diğer yarısı da fakirlere verilir.
Bu şahsm ikinci çocuğu
da ölünce, bu vakfın gelirinin tamamı, vâkıfın iki çocuğunun çocuklarına ve
onların çocuklarına taksim edilir. Vâkifitfi'l-HBsâniyye'de de böyledir.
Vâkıf: "Şu yerim,
muhtaç olan çocuklarıma vakfedilmiş bir sadakadır." der; çocuklarından da
sadece birisi muhtaç bulunursa, bu vakfın gelirinin yarısı muhtaç olan bu
çocuğa, diğer yarısı ise, fakirlere verilir. Hızânetü'l-Müftin'de de böyledir.
Vâkıf: "Şu yerim,
oğullarıma vakfedilmiş bir sadakadır." der ve bu vakıfın da iki veya daha
fazla oğlu bulunursa; bu vakfın geliri, bu oğullarına verilir.
Fetâvâyi Hindiyye
Şayet, bu vâkıfın tek
oğlu olursa, bu vakfın gelirinin yarısı bu oğula, diğer yarısı da fakirlere verilir.
Bu şahsın, hem
oğulları, hem de kızları bulunursa, Hilâl: "Bu durumda, bu vakfın
gelirleri, ^hepsinin— aralarında eşit olarak taksim edilir." demiştir.
Sahih olan da budur.
Bu, "Şu yerim,
kardeşlerime vakıftır." diyen ve kendisinin de kız ve erkek kardeşleri
bulunan bir kimsenin vakfının gelirine —kız, erkek— bütün kardeşlerinin ortak
olması gibidir. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerim, filan şahsın oğullarına vakıftır." der; o şahsın da hem oğullan,
hem de kızları bulunursa; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) bu hususta, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Bu vakfın geliri, —kızlar
hariç— oğlanların olur.
Diğer bir rivayete
göre ise, bu vakfın gelirine, —oğlanlar ve kızlar— hepsi ortak olurlar.
Şayet, "filan
adamın oğullan" sayılamayacak kadar çok bir kabîle iseler, bu vakfın
gelirine, oğul-kız hepsi ortak olurlar. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Vâkıf:
"Vakfıjm.joğullanma mahsustur." dediği halde, onun oğullan olmasa;
kızlan olsa bile, bu vakfın geliri fakirlerin oluf;
Keza, bir vâkıf:
^Vakfım kızlanma|mahsustur."|dediği halde, onun da kızları olmasa; oğullan
olsa bile, vakfının geliri yine fakirlere verilir. Oğullarına bir şey verilmez.
Vecîz'de de böyledir. :
Bir kimse, bir yerini,
oğluna ve oğlunun oğullarına ve nesli devam ettiği müddetçe onların da
oğûllanna vakfederse; bu vakfın geliri, oğlunun çocuklarına eşit şekilde taksim
edilir.
Kızının çocukları da,
bu vakfın gelirine dâhil edilirler. NevâzH'den naklen Hızânetü'l-Müftîn'de de
böyledir.
Bir vâkıf, mevkufu (=
vakvettiği şeyi), nesline ve zürriyetine vakfetmişse, bu vakfın gelirine,
oğullarının çocukları da, kızlarının çocukları da dâhil olurlar. Bunların,
vâkıfa —batın itibariyle— yakın Veya uzak olması da, bir şeyi değiştirmez.
Kişi, ıtret'irie karşı
vakıfta bulunmuşsa; İbnü'-A'rabf ve Sa'lebî: "Itret, zürri^t
demektir." demişlerdir. Aynî ise: "Itret, aşirettir." demiştir.
Kişi, kendisine nisbet
olunanlara vakıfta bulunursa, bu durumda, bu vakfın gelirine, vâkıfın
kızlarının çocukları dahil olamaz. Siracü'l-Vehhac'da da böyledir.
Bir kimse; "Şu yerim, çocuğuma ve neslime
vakfedilmiş bir sadakadır." derse, bu vakfı sahih olur.
Bu vakfın gelirine,
vâkıfın» erkek ve kız çocukları ve bunların da çocukları dahil olur.
Bu çocukların, yakın
veya uzak olmalan ile hür veya köle olmaları da müsavidir.
Kölelerin hisseleri,
efendilerinin olur.
Vâkıfın: "Neslime
ve zürriyetime vakıftır." demesi de, —yukarıdaki gibi— caizdir.|Hâvî'^e de
böyledir.
Bir kimse:
"Veledime ve neslime vakfettim." dese ve bu sırada, bir tane oğlunun
oğlu bulunduğu halde,(sonrjaclan kendi sulbündenjbir çocuk dünyaya gelse; bu
çocuk da, vakfın gelirine hak sahibi olur.
Keza, vâkıf: "...
yaratılacak çocuklarıma ve neslime..." derse; "nesil" lafzı ile,
doğacak çocukların hepsi, bu vakfın gelirinden hak sahibi olurlar. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerim, yaratılacak çocuklarıma ve neslime vakfedilmiş bir sadakadır."
derse; bu vakfın gelirine, yaratılanlar, —ister vâkıfın neslinden, ister
veledinden olsunlar— eşit şekilde dâhil olurlar.
Çocuğundan ve
neslinden olmayanlar ise, bu vakfın gelirine dâhil olamazlar. Serahsî'nin
Muhıytı'nde de böyledir.
Keza, bir vâkıf:
"Yaratılmış olan çocuğuma ve onun çocuğuna vakfettim." dedikten
sonra, kendisinin bir çocuğu dünyaya gelirse; bu durumda, bu
çocuk da, vakfın
gelirine ortak olamaz.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir vâkıf:
"Yaratılmış olan çocuklarıma ve onların çocuklarına ve nesiîllerine
vakfettim." derse; bu vakfın gelirine, yaratılmış olan evlad-iları ve onların
evladları ve nesilleri devam ettiği müddetçe bunların da ievladlan dâhil
olurlar.
Bu vâkıf, şayet:
"Yaratılmış olan çocuklarıma ve onların çocuklarına vakfettim." der
ve buna bir ilâve yapmadan susarsa, ivakfının gelirinden, çocuklarının
çocuklarına bir şey verilmez. Muhıyt'te ide böyledir.
Bir
kimse:"Vakfırn,\yaratılmış çocuklarıma ve bunların nesillerine :ve
çocuklarımdan meydana geleceklerin nesillerine mahsustur." derse; ibundan
sonra, kendi sulbünden meydana gelecek çocukları, bu vakfın ;gelirine dâhil
olmazlar. Ancak, bunların çocukları dâhil olurlar.
Bir vâkıf: "...
çocuklarıma, onların çocuklarına ve onların çocuklarının çocuklarına
vakfettim." der ve bu vakfı akdetmeden önce vefat etmiş çocuklarının
çocukları bulunursa, bunlarJbü vakfın jgelirine dâhil olmazlar.
Fakat, bu şahıs:
"Çocuklarıma, çocuklarımın çocuklarına .ve onların evladlanna demiş
olsaydı, onlar da bu vakfın gelirine dâhil olurlardı. Hâvfde de böyledir.
Bir kimse; sağlığında
ve sıhhatli iken: "Şu yerimi, Allah için, ebediyyen çocuklarıma,
çocuklarımın çocuklarına, onların evladlarınm evladlanna ve nesillerine
vakfolunmuş bir sadaka kıldım." derse; bu vakfın gelirine, vakfedildiği
günde mevcut olan bütün çocukları ile vakfedildikten sonra ve vakfın gelir
gününden önce meydana gelenlerin hepsi ve çocuklarının çocukları dâhil olurlar.
Bunlardan, bu valcfın
gelir gününden önce ölenler, o gelirde hak sahibi olamazlar.
Ancak, vakfın gelir
gününden sonra ölenler, hisse alma hakkma sahip olurlar. Ve, bunların, bu
hisseleri vârislerine kafar.
Bu hususta, yukarı
(vâkıfa yakın) batın ile aşağı (vâkıftan uzak) batın da müsavidirler.
Ancak, vâkıf,
vakfederken: "...Bunlardan, yukarı batın Önce, sonra da onu takip eden
batınlar..." demiş olursa, bu durumda, yukarı batından, tek bir kişi kalsa
bile, bu vakfın gelirinin tamamı onun olur. Bundan aşağı olan batına bir şey
verilmez.
Vâkıf: "Önce,
yukarı batından başlanacak, sonra, onu takip eden batına verilecek ve
aralarında erkekler, kadınların iki misli alacaklar." diye şart koşarsa;
bu durumda, vakfın gelir gününde, yukarı batında bulunanlar gelir ve bunların
tamamı kadın veya tamamı erkek olursa, bu geliri aralarında eşit olarak
paylaşırlar. Muhıyt'te de böyledir.
Vâkıf: "...
çocuklarıma ve çocuklarımın çocuklarına ebedîdir..." der, "batnen
ba'de batnin" demez, ancak: "...bunlardan biri öldüğü zaman, —vakfın
gelirinde— hissesi vardır." derse; bu durumda, bunlardan birinin
ölümünden önce tahakkuk eden vakıf geliri, çocuğunun ve çocuğunun çocuğunun
arasında eşit olarak taksim edilir.
Vâkıfın sulbünden
olanlardan bir kısmı, vakfın gelir günü geldiğinde vefat eder ve bunların da
çocukları kalırsa, he ne kadar, aşağı inerse insin, vaKfm gdiri, bunların
hepsinin aralarında taksim edilir.
Ölenlerin hisseleri
ise, onların çocuklarının olur. Hulâsa'da da böyledir.
Vâkıf:
"Çocuklarıma ve çocuklarımın çocuklarına ve onların nesline ve
evlâdına ebediyyen vakfettim.
Önce, yukarı batından başlanacak; sonra onu takip eden batna verilecek.
Bunlardan ötenlerin hissesi çocuğunun, çocuğunun çocuğunun — ilânihâye— olacak;
yukarı: batından başlanacak." der ve bunlardan biri öldüğü halde, çocuğu,
çocuğunun çocuğu, nesli bulunmazsa; bunun vakfın gelirinde bulunan; hissesi, bu
vakıftan hissesi olan diğer şahıslara verilir.
Bu vakfın geliri,
önce, yukarı batından olanlara taksim edilir.
Bu taksimden sonra,
bunlardan birisi ölür ve geride çocuğunu ve çocuğunun çocuğunu bırakırsa; bu
vakfın geliri; vâkıfın, vakfettiği1 sırada mevcut bulunan evladına ve bundan
sonra dünyaya gelelilere verilir.
Bunlardan sağ olanlara
isabet eden şeyler kendilerine verilir.
Ölenlere isabet eden
hisseler ise, bunların çocuklarına verilir.
Bunlardan biri vefat
edince, bunun da hissesi —vakfedenin şartına-göre— önce,|yukarıjbatmda olanlara
verilir.
Ölenin kendi evlâdı
bulunmaz, fakat, evlâdının evlâdı bulunursa, ölenin hissesi bunlara ait olur.
Ve bunlar, üçüncü batın olmuş olurlar. Bunlar, üçüncü batından aşağı olsalar
bile, durum böyledir.
Yukarı batından
olanlar, on kişi olurlar; bunlardan ikisi, evlad ve torun bırakmadan ölürler;
bunlardan sonra da, hem evlad, hem de torun bırakarajkiikisi daha ölür;bilâhare
dejyine evlâd ve torun bırakmadan, bu on kişiden ikisi daha ölür ve[—böylece,
on kişiden— geride kalan dördü, bu vakfın gelirinin taksimi hususunda niza
ederler ve ayrıca evlâd ve torun bırakarak vefat eden iki kişinin vârisleri de,
bu hususta niza ederlerse; bu durumda, bu vakfın geliri altıya bölünür; Dört
hissesini, sağ bulunan dört kişi alır. Kalan iki hisseyi de, geride evlâd ve
torun bırakarak ölen iki kişinin çocukları alır.
Geride evlâd
bırakmadan ölen dört kişi ise, hisse alma hakkından mahrum olurlar. Muhıyt'te
de böyledir.
Bir kisme, bir yerini,
evlâdına, sonunda da fakirlere vakfederse, bu vakfın gelirinden, çocuklarının
çocuklarına —yani torunlarına— bir şey verilmez.
Bir kimse, bir akarını
, evlâdına vakfederken, "...filana, filana, filana ve sonra da
fakirleredir..."der ve bu çocuklarından birisi ölürse; onun, bu
vakfın gelirindeki hissesi,
fakirlere verilir. Fetâvâyi KâdSıân'da da böyledir.
Bir vâkıf: "Bu
vakfın geliri, Abdullah'a, ZeycVe, Amr'e ve nesillerine mahsustur."
derse; bunlar ve bunların ebediyyen nesilleri, bu vakfın gelirinden hak sahibi
olurlar.
Şayet bu vâkıf:
"...Abdullah'a, Zeyd'e, Amr'e ve onun nesline mahsustur." derse; bu
durumda, bu vakfın gelirine Abdullah, Zeyd, Amr ve yalnız Amr'in evlâdlan hak
sahibi olurlar.
Şayet, vâkıf: "Bu
vakfın geliri, Abdullah'a, Zeyd'e ve Amr'e ve bu ikisinin nesline
mahsustur." derse; bu vakfın gelirine, Abdullah, Zeyd, Amr ve Zeyd ile
Amr'in evlâdlan dâhil ve hak sahibi olurlar.
Keza, bû vâkıf:
"...Abdullah'ın çocuklarına ve Zeyd'in çocuklarına mahsustur." der ve
Zeyd'in de çocuğu olmazsa, bu vakfın bütün geliri Abdullah'ın çocuklarının
olur. Muhıyt'te de böyledir.
Şayet, vâkıf, vakfının
gelirini Zeyd'in vârislerine vakfeder ve "sağ olan —Zeyd'in— diye ilâve
ederse, —Zeyd ölmedikçe,— onun vereselerine, bu vakfın gelirinden bir şey
verilmez. Bu gelirin tamamı fakirlere verilir.
Zeyd ölünce, bu vakfın
gelirinin tamamı, onun vârislerinin sayısına göre, kadın, erkek eşit şekilde
olmak üzere taksim edilir.
Bu vârislerden
ölenler, hisseden düşerler. Bu vakfın geliri, hazır bulunan vârislere
dağıtılır.
Bu vârislerden, tek
bir kişi kalırsa, bu gelirin yansı ona, diğer yarısı da fakirlere verilir.
Şayet vâkıf, "Zeydin,
filan filan... çocuklarına..." diyerek beş kişi sayar ve Zeyd'in, isimleri
sayılan, bu beş çocuktan fazla çocuğu bulunursa; bu fazlalara bir şey verilmez.
Zeyd'in, bundan sonra
doğan çocuklarına da bir şey verilmez. Hâvî'de de böyledir.
Vâkıf: "Şu yerim,
fakirlere vakfedilmiş bir sadakadır; önce sulbümün çocuklarından
başlanacak." derse, bu vakfın geliri, vâkıfın dediği gibi taksim edilir.
Sonra da, onların
evladına, —şart ne ise, öylece— taksim edilir.
Sonra da, fakirlere
verilir.
Vâkıf: "Vakfımın
geliri, şu fakirlere..." derse; bu fakirlerden hiç biri, hariç bırakılmaz.
Vâkıf: "Vakfımın
geliri, akrabalarımadır." derse, onlardan hiç kimse kalmayıncâya kadar, bu
vakfın geliri, vâkıfın akrabalarının olur.
Vâkıf:"Vakfımın
geliri, Ca'fer oğlu Abdullah'a ve Zeyd'in oğlünadır. Onlardan bir kişi kaldıkça
ondan başlanacaktır. Ve bunlardan hiç bir kimse kalmazsa fakirlerin
olacaktır." derse; bu durumda, bu vakfın geliri, Zeyd'in ve Abdullah'ın
oğulları arasında, sayılarına göre taksim edilir.
Zeyd'in beş, Abdullah'ın
ise, bir çocuğu bulunursa; bu vakfın geliri altıya bölünür ve her birine birer
sehim verilir. Muhıyt'te de böyledir.
Vâkıf: "Şu yerim,
benim ölümümden sonra, çocuklarıma -ve onların çocuklarına vakfedilmiş sadakadır." der;
"ve.nesillerine..." diye de ilâve eder ve sonra da ölürse; bu vakfın
geliri kendi çocuklarına ait olur. Bunlar sağ iken, bunların çocukları, vakfın
gelirine dâhil olmazlar.
Bu vakfın geliri,
—vâkıfın çocuklarına— her sene, sayılarına göre taksim edilir. Ve bu, kendi
çocuklarına isabet eden miras olur.
Vâkıf ölünce, onun
bütün vârisleri (hatta karısı veya kocası ve diğerleri) bu vakfın gelirine
ortak olurlar.
Vâkıfın çocuklarından
Ölen olunca, bu vakıftan elde edilen gelir, bunların çocuklarının sayısına göre
taksim edilir. Hulâsa'da da böyledir.
Hilâl'ın Vakıf
kitabında, şöyle denilmiştir:
Bir kimse, bir yerini,
evlâdlarından bir kısmına, isimlerini belirterek, —sağlığında veya ölümünden
sonra geçerli olmak üzere— vakfederse; bu vâkıfın sözünün, ölümünden sonra
bozulması gerekmez.
Sahih olan budur.
Bu vâkıfın,vârisleri
için vasıyyet etmemiş olması da,vakfın devamına hamledilir. Vecîz'de de
böyledir. [25]
Akraba: Bir kimseye,
babası veya anası tarafından, ilk îslâma yetişmiş olan büyük ceddine kadar
mensubiyeti olan her hangi bir şahıstır.
Bunda, mahrem olanlar
ile mahrem olmayanlar; erkekler ile kadınlar; yakınlar ile uzaklar
müsavidir.i(Ana-baba bir evlâd olan ebeveyne akraba nâmı verilmez.)
Bu, İmâmeynin
kavlidir. [26]
Bir kimse, bir
akarını, akrabalarına (= karabetine = yakınlarına) veya zî karabetine
(= yakınlık sahiplerine),
vakfederse, bunların tamamı,
İmâmeyn'e göre, vakfa dâhil olurlar.
İmâm Etfû Hanîfe
(R.A.)'ye göre ise, eğer lafız, "... yakınıma, ...yakınlık
sahibime..." gibi, tek hasıl olmuşsa (= müfred = tekil sıygası ik
söylenmişse); bu durumda, akrabadan vakfa dâhil olan, vâkıfın en yakınları
olur.
Şayet, lafız,
"yakınlarıma... (= karabetime), zîkarabetime... ( = yakınlık
sahiplerime..." gibi, cemî hasıl olmuşsa; (= çoğul sıygası ile
söylenmişse) bu durumda, lafzın cem'îliğine (= söaün çoğulluğuna) itibar
olunur. —Ve bu vakfa bütün akrabaları dahil olur.—
Hatta, lafız tesniye
(= ikil = bir şeyin iki kişi ile ilgili, iki kişi tarafından yapıldığını
bildiren sıyga) olursa; buna göre hareket edilir. —Yani, bu vakfa, vâkıfın iki
yakını dâhil olur.—
Bazı alimler,
İmâmeyn'in: "... ilk ıslama yetişmiş olan büyük ced..." kavilleri
hususunda, söz söylemişlerdir:
Bazıları: "Bu
kavil, müslüman olan en uzak baba demektir." demişler; bazılar ise:
"Bu kavil, islâmiyetin kendisine eriştiği en uzak babadır; onan müslüman
olup olmaması arasında bir fark yoktur." demişlerdir.
Bui ihtilâfın (- görüş
ayrılığının) faydası, ileride açığa çıkacaktır.
Yakınlarına karşı bir
yer vakfeylediği zaman birinci yakınlık Hz. Ali'nin evladları olur, ikinci
yakınlık ise Ukayl ve Ca'fer (R.A.)'nn evladlarıolur.
Bir vâkıfın, ifci
amcası, iki de dayısı olunca, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, lafız ce«î (=
çoğul) olursa; bu vakfın geliri, iki amcanın olur. Çünkü, bunlar, vâkıfa daha
yakındırlar.
İmâmeyn'e göre ise, bu
vakfın geliri, hem iki amcanın, hem de iki dayının olur. Yani, bu gelir, dört
hisseye ayrılır ve her birine birer sehim verilir. Çünkü, İmâroeyn daha yakına itibar etmemektedirler.
Bu vâktfin, bir amcası
ile iki de dayısı bulunursa, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, bu vakfın
gelirinin yarısı amcanın, yarısı ise iki dayının olur. Muhıyt'te de böyledir.
İmamlarımıza göre,
yakınlık (- karabet) sebebiyle, vakfın gelirinden hak sahibi olanların erkek,
kadın; müslüman, kâfir; hür veya köle olmaları müsavidir.
Ancak, kölelerin
hisseleri, efendilerine ait olur. Fakat azâd edildikten sonra, kölelerin
hisseleri, kendilerine ait olur. Hâvî'de de böyledir.
Akrabalara yapılmış bulunan
vakfın geliri, akrabaların sayısına göre taksim edilir.
Hisse bakımından,
büyük, küçttk; edcek, kadın; fakir, zengin mü-sâvîdir. Vecîz'de de böyledir.
Akrabaya yapılan
vakfa, vâkıfm babası ve evlâdı dâhil olmaz. Vâkıfın dedesi hakkında ise, iki
rivayet vardır. Zâhiru'r-rivâyededede de , vakfa dahil olmaz. Fethu'l-Kadîr'de
de böyledir.
Yakınlarının
muhtaçlarına vakıfta bulunan bir kimse ölünee, bu vakfın mütevellisi, vâkıfın
oğlunun oğluna, —fakir olması hâlinde— bu vakfın gelirinden hisse verebilir mi?
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)
ile İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, veremez.
Çünkü, bunlara göre,
oğlun oğlu, akrabadan değildir. Fetâvâyi Kâdihân'da da böyledir.
Zikrettiğimiz, akraba,
zî karabet (= yakınlık sahibi), karabet ( = yakınlık), erhâm (= hısımlar, akrabalar),
zî erhâm (= hısımlık sahibi), ensâb (= baba tarafından hısımlar) veya zî cnsâb
(= hısımlık sahibi) kelimelerinin hepsi
de aynıdır; akrabalık
manası ifâde etmektedir. Muhıyt'te de böyledir.
Vâkıf: "Vakfım zî karabetime
(~ yakınlık sahibime) mahsustur." derse; kıyâsen,
bu lafza göre, vakfın geliri, bir kişiye ait olmuş bulunur.
Bu vâkıfın, bir amcası
ile iki de dayısı bulunursa, vakfının gelirinin tamamı, amcasının olur. Çünkü,
vâkıfın lafzı, müfred (= tekil) sıygası iledir.
İstihsân da ise, bunlar
müsavidirler.
Çünkü, bu sözle —bir
ferd değil— cins murad olunur. Hâvî'de de böyledir.
Bir kimsenin, yakınlık
sahiplerine, akrabalarına, ensâtuna veya erhâmına yakın be yakın, bir akarım
vakfetmesi hâlinde, bu vakfın gelirine, bunlardan en yakın olanı dâhil olur.
Bu durumda, lafzın
cem'î (= çoğul) olmasına itibar edilmeyeceğinde ihtilâf yoktur. Zehıyre'de de
böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerim, yakınlık üzere olanlara vakfedilmiş bir sadakadır." der,
"...yakınlarıma..." demezse; bu lafızlar, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye
göre müsâvîdir. Dolayısıle, bu vakfın geliri, vâkıfın akrabalarına ait olur.
Keza, bir vâkıf,
"yakınlar", "ensâb" veya "erkâm sahipleri" dese
de, bunları kendisi ile vasıflandırmasa (yani yakınlarım, ensâbım... demese);
örfe göre, bu vakfın gelirleri, kendi akrabasına ait olur. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir vâkıf:
"Vakfım, baba cihetinden olan yakınlarıma..." veya "ana
cihetinden olan yakınlarıma mahsustur." derse; bu vakfın geliri, vâkıfın
dediği gibi ve mevkufun aleyh (= meşrutun leh = kendisine vakfedilen
kimse)lerin sayısına göre, taksim edilir.
Keza, vâkıf: "...
Baba ve ana cihetinden olan yakınlarıma ve baba cihetinden olan
yakınlarıma..." veya"Baba ve ana cihetinden yakınlarıma ve ana
cihetinden olan yakınlarıma..." derse; bu vakfın geliri, bunların
sayılarına göre taksim edilir.
Bu durumda, hiç bir
cihet, diğerine tercih edilmez. Baba ve ana tarafı veya baba tarafı yahut ana
tarafı olan yakınları hissede müsâvîdirler.
Vâkıf: "Vakfımın
geliri, baba ve ana cihetinden olan yakınlarımın arasındadır." derse; bu
vakfın geliri ikiye bölünür: Yarısı, baba cihetinden olan yakınlarına, diğer
yarısı da, ana cihetinden olan yakınlarına verilir. Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerim, bana en yakın olan yakınlarıma vakfedilmiş bir sadakadır." derse;
bu vakfın gelirini, en yakın olan akrabasına vermek gerekir.
,
Eğer, bu vâkıfın en
yakın akrabaları bir kişi ise, bu vakfın gelirinin tamamı onun olur.
Bu vakfın geliri, iki
yüz dirhemden fazla ve yakın akrabaları da bir topluluk olursa; bu gelir,
aralarında eşit olarak ve aralarında kadın erkek farkı gözetilmeden taksim
edilir.
Bunlar inkıraza
uğrayınca, bunları takip eden yakınlar sıraya girerler. Böyle böyle devam
ederek —bu vakfın gelirinin tevziinde— en uzak akrabaya kadar gidilir.
Bu, fmâm Muhammed
(R.A.)'in kavlidir. Hilâl'de, bu görüş üzeredir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ise: "Bu vâkıfın vakfının geliri, yakın olsun, uzak olsun, akrabası
arasında eşit olarak taksim edilir." buyurmuştur.
Keza, vâkıf,, aynı
manâda başka bir şey söyler meselâ: "el-ednâ fe'1-ednâ (= yani,|vakfı(m en
yakınıma tahsis edilmiştir.)" dediği halde, bunlardan bir kısmı: "Biz
istemeyiz; kabul etmeyiz." derlerse, onların hisseleri sakıt olur ve vakfın
geliri diğerlerine verilir. Hâvî'de de böyledir.
Vâkıf: "Allahu
Teâlâ, vakfımdan ne gelir verirse;en yakın olanıma verilsin." derse,
vakfının gelirinin tamamı, ona verilir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, bir yerini,
yakınlarına vakfettikten sonra, bir şahıs gelip: "Ben de —vâkıfın-
yakınıyım." derse; ondan, şahit getirmesi istenir.
Bu şahsın beyyinesi de
hasımsız kabul edilmez. Bunun hasmı ( = muhalifi, karşı tarafı) ise, —hayatta
ise— vâkıfın-kendisidir.
Şayet, vâkıf ölmüşse,
hasım, vakıf elinde bulunan vasidir.
Bu vasî tek olur ve
iddia sahibinin, ölü vâkıfın akrabası olduğunu ikrar ederse; ikrarı sahih
olmaz. Bu vasînin de, beyyine ikâme etmesi gerekir. Hâvî'de de böyledir.
Şayet, bu vakfın
vasîsi iki kişi veya daha fazla ise, iddia sahibinin, bunlardan her hangi
birine karşı iddiada bulunması caizdir. Bunların hepsinin bulunması şart
değildir. Zehıyre'de de böyledir.
Ölü-vâkıfın vârisi, bu
iddia sahibi için, hasım olamaz. Ancak, bu vâris, aynı zamanda, bu vakfın
mütevellisi ise, bu durumda, iddia sahibine hasım olabilir.
Keza, vakıf erbabı da,
bu iddia sahibine hasım olamaz. Muhıyt'te de böyledir.
Bu iddia sahibi,
vakfın mütevellisine; ölü-vâkıfın, ana-baba bir kardeşi veya baba bir kardeşi
yahut da ana bir kardeşi olduğu gibi bir yakım olduğu hususunda burhan (=
delil, şahit) getirirse; bu durumda da, nesebinin bilindiği isbat edilmedikçe,
iddiası yine kabul edilmez.
Ale'l-ıtlak kardeşlik
iddiası kabul edilmez. Amcalık iddiası da böyledir.
Eğer, mütevelliler:
"Biz bilmiyoruz." derlerse; netice beklenir. İddia sahibi, iddasında
haklı çıkarsa, o zaman, hakkı ödenir. Vecîz'de de böyledir.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, bu iddia sahibinden, — mîrasda olduğu gibi— kefil alınmaz.
Muhıyt'te de böyledir.
Şayet, şahitler, bu
iddia sahibine: "Yakınlığın kayboldu." derlerse, hâkim onlara:
"İhtiyatlı olunuz; tam bilmediğiniz bir şeye, şahitlik yapmayınız."
der; şahitler de: "Başka yakınlığını bilmiyoruz." derlerse, ona göre
hükmedilir. Zehıyre'de de böyledir.
Eğer, iddia sahibi,
ölüye yakınlığını isbât ederse; hâkim, onun yakınlık derecesi hususunda hüküm
verir.
Hilâl, söylememiştir:
Bu hâkim, iddia
sahibinden vâkıfa yakınlığının derecesini sorar. O da cevap verince, durumuna
göre, hakkı verilir. Aksi takdirde, ona bir şey verilmez.
Şayet, bu mes'ele
halledilmeden önce, şahitler ölür veya kaybolur ve iddia sahibi de, sual
karşısında, yakınlığını söylerse; bu durumda da vakfın gelirinde hak sahibi
olur. Ve bu hakkı kendisine verilir. Aksi takdirde, bir şey verilmez.
İddia sahibinin,
yakınlığına hükmetmiş bulunan önceki hâkimin hükmü bozulmaz.
Her yakın olan da,
vakfın gelirinde hak sahibi olamaz. Ancak, hâkim, ona, vakfın gelirinden bir
şey verilmesine hükmetmişse, bu durumda verilir. Verîz'de de böyledir.
Hilâl: Yakınlığını
isbat edemeyen veya sabî (= çocuk) olan iddia sahibinin hissesini, birinci
hâkimin hükmüne göre, ikinci hâkim, vakfın hissesinden verir. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir kimse, hâkimin
huzurunda, ölü-vâkifa yakınlığını isbat edip, hâkim de, buna göre hüküm
verdikten sonra, başka bir şahıs daha gelir ve bu da, vâkıfın yakını olduğunu iddia ederse; bu durumda, önceki
şahıs, bu vakfın gelirinden bir şey almışsa, ikinci şahsa hasım olur.
Ancak, vakfın
gelirinden bir şey almamışsa, hasım olamaz. Bu durumda, önceki veya sonraki
hâkimin hükmetmiş olması da müsavidir. Bu istihsândır. Hilâl de, bu görüştedir.
Zehıyre'de de böyledir.
Bu iddia sahiplerinden
biri, vâkıfa yakınlığını isbat etmiş bulunan şahsın oğlu veya oğlunun oğlu
olduğunu belgelemesi kâfi gelir.
Başka bir açıklamaya
ihtiyaç yoktur.
Keza, bu şahsın,
—yakınlığını isbât eden kimsenin babadan ve anadan kardeşi olduğunu isbat
etmesi de kâfidir. Hâvî'de de böyledir.
Önceden, hakkında,
"vâkıfın yakını olduğu hükmü verilen kimse, kadın ise; geri kalan mes'ele
hâli üzereder. Zehıyre'de de böyledir.
Hakkında hüküm verilen
şahsın baba bir kardeşi olduğunu iddia eden, ikinci bir şahıs; bu durumu
belgeler ve hâkim de önceki bu iddia sahibinin, ölen vâkıfın baba cihetinden
yakını olduğuna hüküm vermiş olursa; ikinci şahıs hakkında da hüküm verir.
Şayet, hâkim,
birinci için, anası cihetinde yakınlığına hüküm vermişse,
ikinci iddiacı bu vakfa yabancı kalır.
Bu cins mes'eleler
hakkındaki hüküm buna göre çıkarılır. Muhıyt'te de böyledir.
Vâkıfın oğlu, iddiacı
hakkında: "Bu şahıs, babamızın yakınıdır." der ve onun yakınlığının
mâhiyetini açıklarsa, şehâdeti makbul olur. Zehıyre'de de böyledir.
İki şahit, iki
kişinin, bu ölü-vâkıfm yakım olduğuna şahitlik ettikten sonra, bu iki kişi de,
kendilerine şahitlik yapan, bu iki şahidin, vâkıfın yakını olduğuna şahitlik
etseler; bu durumda, bunların şehâdet-leri kabul edilmez. Çünkü, birbirlerine
şahitlik etmiş olmaktadırlar. Hâvî'de de böyledir.
Hâkim, önceki
şahitlerin şehâdetleriyle hüküm verdikten sonra, haklarında hüküm verilmiş
bulunan iki kişi, bu iki şahidin vâkıfın yakını olduğunu söylerlerse; bunların
şehâdetleri kabul edilmez. Öncekilerin şehâdetleri ise, hâli üzeredir ve
geçerlidir. Zehıyre'de de böyledir.
Vâkıfın yakınlarından
iki kişi, bir şahsın vâkıfa yakınlığına şahitlik etseler, bu sayılmaz; bu
şahıs, vakıf gelirinden, onların hisselerine düşene ortak olamaz. Hâvî'de de
böyledir.
Bir şahıs, bir
akarını, yakınlarına vakfedince, bir şahıs gelip, ona yakınlığını iddia
eder, vâkıf da, bu
şahsın yakınlığını ikrar
edip açıklayarak: "Bu şahıs da, benim, kendisine vakıfta bulunduklarımı-dandır."
der ve bu vâkıfın yakınları, mâruf (= bilinen) kimseler ise, bu ikrarı sahih
olmaz.
Bu hüküm, bu durumun,
vâkıfın vakıf akdini yapmasından sonra meydana gelmiş olması halinde
geçerlidir.
Fakat, vâkıf, vakfın
akdedildiği sırada, ikrarda bulunup: "Bu, benim, kendisine vakıfta
bulunduğum kimselerdendir.'' derse; bu durumda, o şahıs, vâkıfın yakınlarından
olduğu bilinen bir şahıs olmasa bile, istihsanda, bu vâkıfın sözü kabul edilir.
Muhıyt'te de böyledir.
Vâkıfın ikrarda
bulunduğu şahıs hakkında,
"Bu, vâkıfın
yakınıdır." diye şehâdette bulunan kişilerin, bu kişinin yakını olduğu
bilinen kimseler olması hâlinde, şahitlikleri kabul edilmez.
Ancak, şahitlerin, bu
şahsa yakınlıkları yoksa, bu durumda, şehâdetleri kabul edilir ve o şahsa,
vakfın gelirinden hissesi verilir. Hâvî'de de böyledir.
Bir kimse, çocuklarına
ve nesline vakıfta bulunduktan sonra, bir şahıs için "bu oğlumdur."
diye ikrarda bulunsa; hakkında, vâkıfın ikrarda bulunduğu bu şahıs, vakfın
geçmiş gelirinden alma hakkına sahip olamaz; ancak, gelecek gelirlerden alma
hakkına sahip olur. Zehiyre'de de böyledir.
Bir kimse, bir akarını
yakınlarına vakfeder; sonra da, bir şahıs gelerek, o vâkıfa yakınlığını iddia
eder ve bu hususta belgeler getirir; ancak şahitler: "Gerçekten, vâkıf,
diğer yakınları ile birlikte, buna da verirdi." derlerse, bu şehâdetle, o
şahıs, vakfın gelirinden bir şey alamaz.
Keza, bu şahitler:
"Gerçekten, filan hâkim, diğer yakınlarla birlikte, buna da
verirdi." diye şahitlik yapsa bile, yine, bu şahit, vakfın gelirinden, bir
şey alma hakkına sahip olamaz. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse,
"kendisine en yakın olan kimseye" vakıfta bulunur ve: "sonra
fakirlere..." der ve bu şahsın yalnız bir oğlu veya babası bulunursa, bu,
vakfa dahil olur.
Şayet, bu vakıf,
"yakınlarının en yakın olanına" tahsis edilmiş olursa, oğul veya baba
bu vakfa dâhil olamazlar.
Kendisine en yakın
olan kimseye vakıfta bulunmuş olan şahsın, hem oğlu, hem de ana ve babası
bulunursa, vakfının geliri, oğlunun olur.
Kızı da olsa, hüküm
böyledir. Yani, bu vâkıfın, kızı, anası ve babası olursa; vakfının gelirini,
kızı alır.
Bu şahsın oğlu veya
kızı öldüğü zaman, vakfının geliri fakirlerin olur; anasının ve babasının olmaz.
Bu vâkıfın, ana ve
babasından başka kimsesi olmazsa, vakfın geliri, ana ile baba arasında yarı
yarıya taksim edilir.
Şayet, bunlardan
birisi ölürse, vakıf gelirinin yansı, sağ kalana; diğer yarısı ise fakirlere
verilir.
îki evlâd da böyledir.
Bu vâkıfın, on evladı
olsa, bunlardan biri ölünce, onun hissesi, fakirlerin olur.
Bu vâkıfın, anası ve
kardeşleri bulunursa; vakfın geliri anaya verilir; kardeşlere verilmez.
Keza, bu vâkıfın anası
ile dedesi bulunsa; ana, dededen yakın olduğu gibi, kardeşten de yakın olur.
Baba da böyledir.
Bu vâkıfın ana ve
babasının dedeleri ile, kendisinin bir kardeşi bulunursa; dede'yi baba yerinde
gören kavle göre, vakfın geliri, dedenin olur.
Diğer bir kavle göre
de, kardeşin olur; dedenin olmaz. Zehsyre'de de böyledir.
Bu vâkıfın kardeşleri
bulunur; ancak, bunlardan biri, ana-baba bir kardeş; diğerleri ise, ana bir
veya baba bir kardeş olursa; ana-baba bir olanlar evlâdır.
Keza, erkek kardeş
çocukları, kız kardeş çocukları, amca, hala, teyze, dayı çocukları da böyledir.
Bunlardan da, —baba bir veya ana bir olanlardan— ana-baba bir olanlar, evlâdır.
Bu vâkıfın, ayrı ayrı
Üç tane dayısı ve bir de baba bir amcası olursa; ana-baba bir dayıdan başlanır.
Bu vâkıfın, baba bir
kardeşi ile ana bir kardeşi olursa; baba bir kardeş evlâdır.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin kavlidir.
tmâmeyn'e göre de,
akrabalık hususunda, baba tarafından olanlar, ana tarafından olanlardan
evlâdır. Hâvî'de de böyledir. (Bu fcususta, imamlarımızın kavilleri aynıdır.)
Bu vâkıfın, babası
ile, oğlunun oğlu bulunsa; vakfın geliri, babasına verilir; oğlunun oğluna
verilmez.
Şayet, bu vâkıfın,
ana-baba bir kardeşi ile bir de, oğlunun oğlu bulunursa; vakfın geliri, oğlunun
oğluna verilir.
Şayet, bu vâkıfın,
kızının kızı ile bir de oğlunun oğlunun oğlunun oğlu bulunursa; vakfın geliri,
kızının kızına verilir.
Bunların hepsinde,
vasıyyet de böyledir.
Bu vâkıfın, ana-baba
bir kız kardeşi ile kızının kızının kızı bulunursa; kızının kızının kızı
evlâdır. Muhıyt'te de böyledir.
Velhâsıl:
Bu vâkıfın, vakfının
gelirinin tevziine, önce, kendi çocuğundan, sonra, babasının çocuğundan, daha
sonra da, dedesinin çocuğundan başlanır.
Eğer, bu vâkıfın,
anasının babası ile ana bir kardeşinin kızı veya ana-baba bir kardeşinin kızı
bulunursa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, bu durumda dede evlâdır.
tmâmeyn'e göre ise, bu
durumda, kardeşin kızı evlâdır.
Şayet, kardeş kızının
yerinde kızının kızı bulunsaydı, bu durumda, bi'I-ittifak, o kız evlâ olurdu.
Eğer, ana-baba bir
kardeşin oğlu ile ana bir veya baba bir kardeş bulunsaydı, bu vakfın geliri,
kardeşin olurdu. Zehıyre'de de böyledir.
Ana bir kardeşin oğlu,
baba bir amcadan evlâdır. Hâvî'de de böyledir.
Bir kimse, bir
akarını, bulunduğu yerdeki yakınlarına vakfeder ve "... sonra da
fakirlerindir." derse; bu yakınların sayılıp tesbit edilmiş olması
hâlinde, evleri nerede olursa olsun, bunlar, bu vakfın gelirinden hisse
alırlar.
Ancak, sayılmamış
olmaları hâlinde, başka yere intikâl etmiş olanlar, bu vakfın gelirinden mahrum
olurlar.
Bu vakfın geliri, o
yakınlardan hiç kimse kalmayınca, fakirlere sarf edilir.
Şayet, başka bir
beldeye giden akrabalardan geri dönenler oiursa; vakfın —geçmiş gelirleri değil
de— gelecek olan gelirlerinden, bunlara verilir. (Kimse kalmadıktan sonra,
gelen olursa, yine gelecek olan gelirler ona verilir.) Feiâvâyi Itabiyye'de de
böyledir.
Bir kimse, bir akarını
vakfeder ve onun gelirinin, yakınlarına kifayet miktarında verilmesini şart
koşar ve bu yakınları sayılmayacak —kadar çok— durumda olurlarsa; vâkıf,
bunların çocuklarını söylememiş olsa bile; çocukları da, çocuklarının
çocukları da, vakfa dâhil olurlar.
Çünkü, bunlar da,
vâkıfın akrabasıdırlar.
Şayet, vâkıf, bunları
zikretmiş ve: "sonra onların evlâdı..." demişse; babalarının
sağlığında, onlar vakfın gelirinden hisse alamazlar.
Kifayetin hududu,
nefsinin ihtiyacı ile ailesinin, çocuklarının ve bir hizmetçinin ihtiyacı
kadardır. Muzmarât'ta da böyledir.
Bu vâkıf, vâkıfın
elinde olunca; bu şahıs akrabasının ve yakınlarının bir kısmını diğerlerinden
üstün tutup, bunlardan istediğine, istediği kadar verebilir.
Bu vâkıf ölüp, vakfı
başkasına vasıyyet eder ve fakat nasıl tevzi edileceğini açıklamazsa, bu vasî,
meşrutim leh (= mevkufun aleyh = kendisine vakfedilmiş kimse)lere, harcamada
bulunur.
Bu vasî, vâkıfm,
yakınlarından kime daha fazla verdiği hususunda şüpheye düşerse; bu durumda, o
fazlalığı fakirlere harcar, Fetâ-vâyî Kâdîhân'da da böyledir. [27]
Bir kimse: "Şu
yerim, akrabamın fakirlerine vakfedilmiştir." veya "... çocuklarımın
fakirlerine, ondan sonra da, diğer fukarayadır." derse; bu vakıf sahih
olur.
Hflfil'e göre, bu vakfın geliri hazır olduğu zaman, fakir olan (çocukları veya akrabaları) bundan
almaya hak sahibi olurlar.)
Biz de, bu görüşü
alırız.
Fetva da, bu görüş
üzerinedir. Muzmarât'ta da böyledir.
Bir kimse: -"Şu
akarım, akrabamdan fakirlere vakfedilmiş bir sadakadır." veya
"...Akrabamdan muhtaç olanlara, vakfedilmiş bir vakıftır." derse;
cevap, yine yukarıdakinin aynıdır.
Keza, bu kimse:
"Şu akarım, akrabamın fakirlerine mahsus vakfedilmiş bir sadakadır."
veya "...Akrabamın fakirleri hakkında vakfedilmiş bir sadakadır."
demiş olsa, bunlar da: "...Akrabamın fakirlerine ..." demek gibidir.
Çünkü, bu harfler
(edatlar) birbirlerinin yerinde kullanılabilirler.
Vâkıfm:
"...Akrabamın yetimlerine karşı..." demesi de yukan1-daki gibidir.
Şayet, bu yetim çocuk,
vakfın gelir gününden sonra ihtilâm olmuşsa, o gelirden hissesini alır.
Bu gelire hak sahibi
olan diğer şahıslarla bu yetim arasında, bu gelir hakkında husûmet olur ve
diğer hak sahipleri: "Sen, gelirden önce ihtilâm oldun; sana hisse
yoktur." derler; o da: "Vakfın gelirinden sonra ihtilâm oldum."
derse; söz, yeminle birlikte, onun sözüdür.
Yetim kızın hayız
görmesi de aynen böyledir.
Bu vakfın gelir
gününden önce, vakfa hak sahibi olan, bazı yakınlar ölür ve arkalarında, küçük
yavrular bırakırlarsa; bu çocuklara, vakfın bu gelirinden hisse yoktur.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse, bir
akarını, akrabasından muhtaç olanlara vakfetse ve: "...sonra da,
fakirlerin...'* dese; bu şahıs ölür ve fakir bir oğlu olursa, tmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre, evlad, akrabaya dâhil olmaz, (ve o, bu vakıftan bir hisse
alamaz.)
Bu kavil sahihtir.
Fetâvâyi Itabiyye'de de böyledir.
Vâkıf: "...
Akrabamın fakirlerinden, sahih olan kişilere karşı vakfettim." derse; —bu
vakıf sahih olur.— Sâüh kişi ise, tesettüre riâyet eden (= örtünen), doğru yolda ve selâmet üzere olan,
kimseye ezâ etmeyen, şerri az, kimseyi incitmeyen, şüpheci olmayan, iffetli
kadınlara iftira etmeyen, yalancılıkla tanınmayan, salâh ehli kimsedir.
Vâkıf: "... iffet
ehline..."; "...hayır ehline..." veya "...fazilet
ehline..." derse; bunlar da, salâh ehli (= sâlih kimse) ile aynı
manâdadır. Hâvide de böyledir.
Akrabasının
fakirlerine karşı, vakfetmiş bulunan bir kimsenin, o beldede olmayan bir yakını
bulunsa; bu vakfın geliri,o şahsa yollanmaz. Onun hissesi, vakfın bulunduğu
yerdeki diğer fakirlere verilir.
Ancak bu vakfın
mütevellisi, başka yerde bulunan o fakire, hissesini yollamış olsa; onu tazmin
etmesi gerekmez. M**jyt*te de böyledir.
Vâkıf, "akrabamın
fakirlerine..." deyince, vakfın gelirinin taksimine, ona en yakın olan
akrabasından başlanır.
Vakfın geliri hazır
olunca, önce, vâkıfa en yakın kimseye, iki yüz dirhem veirlir; fazla verilmez.
Sonra, bu şahsı
yakınlıkta takip eden şahsa, yüz dirhem verilir.
Şayet, bu vakfın
gelirinin bir kısmı zayi olursa, en yakın batından başlanır. Zayi olan, bunu
takip eden batnın hissesi olur. Hâvî'de de böyledir.
Vâkıfın akrabalarından
her birine iki yüzer dirhem verildiği halde, geride artıp kalan olursa;
istihsânen, bu da, aralarında eşit olarak taksim edilir. Muhıyt'te de böyledir.
Vâkıf: "Vakfım, akrabamın
fakirlerine karşıdır. Gelirinin tamamı, önce, en yakın olan
akrabama verilsin." demişse; bu vakfın gelirinin hepsi, vâkıfın en yakın
akrabasına verilir.
Şayet, bu vâkıf:
"— En yakın akrabama— vakfın gelirinden verilsin." demişse; bu durumda,
en yakın akrabasına, iki yüz dirhem verilir; gelirin tamamı verilmez.
Tatarhâniyye'de de böyledir. [28]
Bu hususta fakir:
"Zekat verilmesi konusunda fakir sayılan kimsedir.
Meşhur olan kavil
budur. Hâvî'de de böyledir.
Evi olup, başka bir
şeyi olmayan kimse fakir olduğu gibi; evi ve bir de hizmetçisi olan kimse de
fakirdir.'
Zekât hususunda fakir
olan, vakıf hususunda da fakirdir. Kifayet miktarı —fazla değil— elbisesi ve
evinin bazı eşyaları bulunan kimse de, zengin değildir. Zehıyre'de de böyledir.
İkij- iz dirhenr' veya
yirmi miskâl altını olan kimse, —fakirlere tahsis edilen— bu vakıftan hisse
alamaz. Muhıyt'te de böyledir..
Fazla ev eşyası ve
fazla elbisesi bulunan kimse; bunların bedelinin iki yüz dirheme ulaşması
halinde, zengin sayılır.
Bu şahsın, zekat
alması helâl olmadığı gibi, böyle bir vakıftan hisse alması da helâl olmaz.
Fetâvâyi K adî hân'da da böyledir.
iki evi ile iki
hizmetçisi bulunan kimsenin, bu fazla evi ile kölesinin kıymeti iki yüz
dirheme ulaşırsa, bu şahıs da zengin sayılır. Zekât ve bu gibi bir vakıftan
hisse alması haram olur.
Bu şahıs, zekât vermek
hususunda, zengin sayılmasa da, vakıfla ilgili hüküm budur. Ve bu hüküm, bizim
mezhebimize göredir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, elbise, ev
eşyası, ev gibi her sınıftan fazla bulunan eşyanın toplamı iki yüz dirhem (veya
daha fazla) olmazsa, zengin sayılmaz. Fazlalıkların toplamı, bu miktara baliğ
olursa, o şahıs zengin olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimsenin, iki yüz
dirhem değerinde bir yeri olursa; buranın kifayet miktarı geliri bulunmazsa
bile, sahibi, muhtar olan kavle göre, zengin sayılır. Hızânetü'l-Müftfn'de de
böyledir.
Bir kimsenin malı çok
olduğu halde, bunlar gaip olursa veya başkalarının üzerinde alacağı bulunduğu
halde, bunu almaya gücü yetmezse, bu şahsa, hem zekât, hem de, bu gibi vakfın
geliri verilebilir.
Çünkü, bu şahıs, ibn-i
sebîl (= yulcu) menzilindedir.
Bu durumda olan bir
kimse, borç alabiliyorsa; borçlanması, sadaka kabul etmesinden daha efdâldır.
Ancak, bu şahıs borç
da alamıyorsa; zekât almasında bir beis yoktur. Vakfın geliri, çalışıp
kazanmakta olan fakire -verilebilir.
Böyle bir fakirin,
zekât alması ise mekruhtur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bu kimsenin alacağı,
iflâs etmiş bir şahısta ise, fakir sayılır.
Bu kimsenin alacağı,
kendisine borçlu olduğunu ikrar eden bir kimsede ise, bu alacaklı kimse,
zengindir.
Borçlu borcunu inkar
etmesine rağmen, bu alacaklının, alacaklı olduğuna dâir beyyinesi varsa;
alacaklı bu şahıs, zengindir. Fakat, beyyinesi (= senedi, şahidi) yoksa, bu
kimse, fakir sayılır. Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse, bir
akarını, torunlarının fakirlerine vakfeder; torunlarından birinin de şeref
için beslediği, iki yüz dirhem kıymetinde bir atı bulunursa; bu toruna, o
vakfın gelirinden hisse verilmez.
Ancak, bu torun, o
atı, cihâd ve binmek için besliyorsa,bu vakıftan, ona da hisse verilir.
Muzmarât'ta da böyledir.
Nafakası, bir kimsenin
malından vacip olan (yani, kendilerinin yiyip, içip, geçinmesi, bir şahsın
üzerine olan) kişilerden her biri, hakimin hükmü veya mal sahibi olan kimsenin
rızâsı olmadan, o şahsın malından alma hakkına sahiptirler.
Hâkimin, o şahsın
gaybubeti hâlinde, malından almasına hüküm vereceği kimseler, mülkünün
menfaatine ortak ve birinin şehâdeti, diğeri hakkında kabul edilmeyecek bir
durumda iseler, vakıf hükmü bakımından zengin sayılırlar.
Bir kimsenin anası,
babası, evlâdı ve dedeleri gibi...
Bunlardan her birinin
nafakası diğerinin üzerine vaciptir.
Ancak bu kimseler,
hâkimin hükmü veya karşı tarafın rızası olmadan, birbirlerinin malından nafaka
alamazlar.
Bu gibi şahıslardan
biri bulunmadığı zaman, hakim onun malından nafaka hükmetmez; mülkleri de,
birbirlerinden ayrı bulunur ve birinin şahitliği, diğeri hakkında kabul
edilirse; bu durumda infâk edenin (= nafakayı verenin) zengin olması ile diğeri
de zengin sayılmaz..
Bu, vakıf hükmünde
böyledir.
Kardeşler, bacılar ve
diğer mahremler gibi...
Mes'eleler, bu esasa
göre devreder. Muhıyt'te de böyledir.
Bir akarını,
akrabasından fakir olanlara vakfeden bir şahsın, zengin bir akrabası, bu
akrabanın da, fakir evlâdı bulunur ve bunlar küçük erkek veya kız olur veya
büyük olduğu halde evli olmayan bir
kadın; kötürüm olan bir erkek veya bir mecnûn olursa; bu vakfın geli-. rinden,
bunlara nasip yoktur.
Ancak bu zengin
şahsın, erkek veya kız kardeşi, büyük oğlu bulunur ve bunlar da fakir
olurlarsa; bu vakfın gelirinden hisselerini alırlar.
Çünkü, bunların
nafakası, o zengin şahsın üzerine vacip değildir. Öncekilerin nafakaları ise,
bu şahsın üzerine vacipti. Serahsî'nin Muhiytı'nde de böyledir.
Fakir olan kadının
kocası zengin ise, ona da, bu vakıftan hisse verilmez.
Ancak, koca fakirse,
—karısı zengin olsa bile— ona, bu vakıftan hisse verilir. Kunye'de de böyledir.
Vâkıfın bu akrabasının
kötürüm olmayan,büyük ve fakir bir oğlu ve bunun da, \üçük fak'r çocukları
bulunursa; bunlara, bu vakfın gelirinden bir şey verilmez.
Çünkü, bunların
nafakaları, dedelerinin üzerine vaciptir. Bu çocukların babalarına gelince, o,
sulbünden olan bir yakınının oğludur ve bu vakfın gelirinden ona hisse verilir.
Çünkü, onun nafakası,
babasının üzerine vacip değildir.
Zira, bu oğul, hem
büyüktür; hem de kötürüm değildir.
Şayet, bu adamın oğlu
zengin, kendisi ise fakir olursa; buna da, bu vakıftan hisse verilmez.
Çünkü, bu şahsın
nafakası, zengin olan oğlunun üzerine vaciptir. ZehıyreMe de böyledir.
Bir kimse: "Şu
akarım, akrabamın fakirlerine vakfedilmiş bir sadakadır." der ve bu
akrabalarından biri, vakfın gelir zamanında fakir olduğu halde, bu geliri
teslim almadan zenginleşirse; bu kimse, yine de, bu gelirdeki hissesini alır.
Vakfın gelir gününden
sonra, vâkıfın yakınlarından bir kadın, —altı aylıktan aşağı— bir doğum
yaparsa, bu vakfın gelirinden, o çocuğa bir hisse verilmez. Muhıyt'te de
böyledir.
Ancak, bu çocuk,
gelecek olan gaileye (= gelire) hak sahibi olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerim, filan adamın nesline..." veya "...Filan adamın âTinden olan
fakirlere, vakfedilmiş bir sadakadır." der; onun neslinden veya âlinden de
sadece, bir fakir bulunursa; vakfın gelirinin tamamı, —hilafsız olarak— bu
fakirin olur.
Vâkıfın: "...
filanın âl'inin fakirlerine vakfedilmiş bir sadakadır." demesi halinde de
hüküm aynıdır. Zahîriyye'de de böyledir.
Ana-baba bir iki
kardeş, yakınlarına karşı,, bir yerlerini vakfettikten sonra, akrabalarından
bir fakir gelirse, duruma bakılır: Eğer, bu iki kardeş, ortak bulundukları bir
yeri vakfetmişlerse,bu fakire, bu vakıftan bir kût verilir.
Fakat, bu kardeşler,
ayrı ayrı birer yer vakfetmişi erse, herbirinden ayrı ayrı, birer kût verilir.
Bu gibi mes'elelerde
kût: Bir kimsenin ihtiyacını giderecek kadar yiyecek (vermek) demektir.
Şayet vakfedilen şey,
az ise, israfa kaçmadan ve fazla da noksanlaştırmadan, fakire senelik kût'u
(= taamı, yiyeceği, azığı) verilir.
Vakfedilen şey, bir
dükkan ise, bu fakire, kutu, her ay verilir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, bir yerini,
fakir olan akrabalarına vakfeder; başka bir şahıs da, kendisinin fakir
olduğunu iddia ederse;
hem vâkıfa yakınlığını, hem de,
fakir bulunduğunu isbât etmesi gerekir.
Bu durum, asıl ve
sahih olarak sabit ise de, bu şahsın hücceti ( = delili, belgesi, şahidi), bu
vakıftan kendisine bir şey verilmesi hususunda geçerlidir. Bunlar, hak sahibi
olması bakımından aranmaz.
Bu şahıs, vâkıfın
akrabası olduğu hususunda belge getirir, ancak, bu belgesinin doğruluğuna
şahitler şehâdet etmezse; bu belge kabul edilmez.
Bu şahıs, fakir
olduğuna hüccet getirirse, şahitlerin bunu açıklaması mümkün olur.
Neticede, hâkim, bu
şahsın hem fakir hem de vâkıfın akrabası olduğuna hükmederse; bu vakfın
gelirinden, bu şahsa da verilir. Aksi takdirde verilmez. Hilâl de böyle
söylemiştir.
Fakıyh Ebû Ca'fer:
"Bunlarla beraber, bu kimsenin, nafakasının üzerine vacip olduğu bir
kimsenin bulunmadığını da isbat etmesi gerekir. Çünkü, bunu isbat etmemesi hâlinde,
fakir hükmüne dâhil olmaz. Vakfın gelirine hak sahibi olabilmesi için bu
şahsın, bu durumu da isbat etmesi lâzımdır." demiştir. Serahsî'nin
Muhıyü'nde de böyledir.
Bir kimse, fakir
olduğunu, nafakasının hiç kimse üzerine vacip olmadığım isbat eder; hâkim de,
vakfa dâhil olmasına hükmederse; Hilâl: "Hâkimin, hakkında, gizlice
soruşturma yapmadan, bu şahsı vakfa dâhil etmesi güzel olmaz demiştir.
Âlimlerimiz de: "Müstahsen olan budur." demişlerdir.
Yine Hilâl: "O
şahıs, söylediğimiz gibi, isbatını yapınca, hâkim, durumu gizlice soruşturur;
bu soruşturmanın neticesi de, adamın belgelerine uygun düşer ve: "Bu
şahıs fakirdir, nafakasını karşılayacak kimse yoktur, vâkıfın
akrabasıdır." denilirse; bu durum- da da, hâkim, bu şahsı „ "malının
olmadığı, fakir olduğu" hususunda, Allah adına yemin ettirmedikçe, vakfa
dâhil etmez." demiştir. Âlimlerimiz: "Müstahsen olan budur."
demişlerdir.
Hilâl: "Bu şahsa,
nafakası hususunda da yemin verilir." demiştir. Zehıyre'de de böyledir.
Bu şahıs, durumunu
söylediğimiz şekilde isbat ettiği halde, âdil iki şahıs, "bu şahsın, âdil
olduğunu" haber verirse, bu şahıs, vakfın gelirine iştirak edemez.
Hilâl: "Bu babda,
haber ve şehâdet müsavidir. Çünkü, şehâdet, hakîki şehâdet değildir; o da, bir
haberdir." demiştir.
Keza, iki âdil kimse:
"Biz, bu şahsın nafakasının üzerine vacip olduğu bir kimsenin bulunup
bulunmadığını bilmiyoruz." derlerse, bu da kifayet eder ve o şahsa, bu
vakıftan bir şey verilmez. Vecîz'de de böyledir.
Bir şahıs, vâkıfın
yakınının oğlu olduğunu ve vakfın gelirinden alabilmek için, fakir
bulunduğunu, isbat etmek
isterse, yukarıda söylediğimiz
şeyleri yapar.
Ancak, bu şahıs
küçükse, durumu, büyüğün durumunun hilâfı-nadır: Bunun fakirliğini, kendi nefsi
isbat etmiştir.
Bu hususta, vasî, baba
menzilindedir.
Eğer, bu durumdaki
küçüklerin vasîsi ve babası olmaz, fakat ana, kardeş, dayı veya amcaları
bulunur ve bu küçük onlardan birinin yanında kalmakta olursa, bu durum,
yakınlığın isbâtıdır.
Bu, istihsânen
böyledir.
Bu durumda, ana,
kardeş, amca veya dayı, bu çocuğun vakıftaki hissesini alıp, ona harcarlar.
Şayet, bu çocuğun
böyle bir yakını yoksa, onun da vakfın gelirindeki hissesi, güvenilir bir
şahsa verilir ve bu şahıs, bu geliri, o çocuğa harcar. Muhıyt'te de böyledir.
Bir yeri, fakir olan
akrabalarına vakfeden şahsın akrabalarından bir kısmı, diğerlerinin fakir
olmadıklarını söyler ve bunu dâva ederlerse; bu dâvaları sahih olur. Ancak,
yemin etmeleri gerekir.
Eğer, mütevelli
bunlara meylederse, yemin etmelerini ister.
Bu şahıslar,
mütevellinin karşı tarafa meylettiğini görürlerse, onların zengin olup
olmadıkları hususunda'' mütevellinin yemin etmesini isterler. Vâkiât'ta da
böyledir.
Hem yakınlığını hem de
fakirliğini hâkim huzurunda isbat eden bir şahıs, bilâhare, başka bir vakıftan
daha talepte bulunursa, yeniden beyyine getirmesine ihtiyaç yoktur.
Çünkü, bir vakıf
hakkında fakir olan şahıs, diğer vakıf hakkında da fakirdir.
Keza, bir vâkıfa
yakınlığım isbat edip, bu hususta hüküm alan kimse, bilâhare, bu vâkıfın
ana-baba bir kardeşinin, akrabalarına vakfettiği vakfın gelirinden talepte
bulunursa, yeniden beyyineye ihtiyaç olmaz.
Hüküm alan şahsın
ana-baba bir kardeşinin de, ayrı dâva açmasına ihtiyaç yoktur. Vecîz'de de
böyledir.
Bir kimse, vâkıfın yakını olduğunu ve fakir
bulunduğunu, hâkimin huzurunda belgeler ve vakfın gelir gününden önce , hükmü
alırsa, o gelire hak sahibi olur.
Şayet, vakit uzarsa,
hâkim yeniden fakir olduğuna dair belge ister. Çünkü, her sene, vakfın
gelirinin dağıtılacağı zamandaki fakirliğe
rine dâhil edilmez.
Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Bu vakfın gelirine,
—vâkıfın komşusu olan kardeşi, amcası, dayısı dâhil edilirler. Muhıyt'te de
böyledir.
Vâkıfın komşularından
bazıları, evlerini satıp başka mahallelere gitseler ve bu —satılan— evlere,
vakfın gelir gününden önce, başkaları taşınsa; bu durumda, vakfın gelirinin
taksim edildiği gündeki komşuluğa itibar edilir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Komşuları nâmına
vakıfta bulunan şahsın, bir komşusu bulunsa ve bu da, başka bir eve taşınarak,
Ölene kadar, o evde, ücretle otursa; bu vakfın geliri, o şahsa verilir.
Muhıyt'te de böyledir.
bir kimse komşuları
nâmına vakıfta bulunduktan
sonra, Mekke'ye gidip orada ölse; bu şahıs Mekke'de ev edinmişse,
vakfının geliri Mekke'deki komşularına verilir.
Ancak bu şahıs, hac
veya umre için gitmişse; vakfının geliri.belde-sindeki komşularına verilir.
Zahîriyye'de de böyledir.
Bu şekilde vakıfta
bulunan şahsın komşusu olarak iki ev bulunsa, fakat bu evlerin birinde oturan
kimse olmasa; bu durumda, bu vakfın bütün geliri evde oturan komşuya verilir.
Boş eve bir şey verilmez. Muhıyt'te de böyledir.
Bu vâkıfın iki evi
bulunur ve ikisinde de kanlan olursa; vakfının geliri, bu iki evin komşularına
verilir. Vâkıf hangi evde ölürse ölsün, bu hüküm değişmez. Hâvî'de de böyledir.
Keza, bu vâkıfın iki
evinden birisi Kûfe'de diğeri de Basra'da olsa; bıı şahsın her iki evde de
karısı bulunursa, vakfının geliri her iki evinin komşularına verilir. Muhıyt'te
de böyledir.
Bir kimse.komşularımn
fakirleri nâmına vakıfta bulunup, kendisi ölse; vârisleri ise o evi satıp başka
bir beldeye nakletseler; bu vakfın geliri öldüğü günkü fakir komşularına
verilir. Vârislerinin bu.evi satmış
olmasına itibar edilmez. Hızânetü'I-Müftîn'de de böyledir.
Komşuların fakirleri
nâmına vakıfta bulunan bir kimse, bunu kendi nefsine izafe etmese (yani
"komşularımın fakirlerine..." demese); bu durumda, hiç bir şey
değişmez; müsâvîdir. Zahîriyye'de de böyledir.
Böyle bir vâkıf
hastalanır ve oğlu onu başka yere nakleder ve vâkıf orada ölürse;
vakfının geliri önceki
komşularinmdır. Sonradan
götürüldüğü yerdeki komşularının değildir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kadın, oturduğu
yerdeki komşularına vakıfta bulunduktan sonra
evlenip kocasının evine
gider ve orada
ölürse; bu kadının komşuları, kocasının komşularıdır.
Keza, bu kadının
kocası ölür, onu başka bir şahıs alarak eski yerine getirirse, vakfının geliri
de buraya intikal eder. Zahîriyye'de de böyledir.
Âlimler: "Adamın
eşyaları önceki evde ise, vakfın geliri de, bu önceki evin komşularına verilir
'' demişlerdir. Muhıyt'te de böyledir.
Vâkıf, bir kadınla
evlendiği halde, onun bulunduğu eve gitmese, vakfının geliri, karısının,
oturduğu evin değil, kendi evinin komşularına verilir. Hâvî'de de böyledir.
Bir kimse komşularının
fakirleri nâmına vakıfta bulununca, dul olan kadın komşuları bu vakfın gelirine
dâhil olurlar; kocası olan kadınlar ise dâhil olmazlar. Zahîriyye'de de
böyledir.
Komşu olduğu
bilinmeyen bir kimseye, —şahitler onun komşu olduğuna şehâdet etmedikçe— bu
gibi bir vakfın gelirinden verilmez.
Komşulardan, fakir
olduğunu iddia eden şahsa, fakirliğini belgelemesi teklif edilir.
Vâkıf veya vâsî
"vakfın gelirini, şu fakire verdim." dediği halde, öfakir bunu inkar
ederse;"verdim."diyen şahsın yeminle söylediği söz, kabul edilir.
Hâvî'de de böyledir.
Bir kimse, bir yerini,
ehl-i beytine vakfederse, bu vakfın gelirine, ilk müslüman olan babaya kadar
muttasıl olanlar dâhil olurlar. Bu hususta, müslüman ve kâfir, erkek ve kadın,
mahrem olan veya mahrem olmayan, yakın ve uzak müsâvîdir.
Vâkıfın oğulları,
kızları, anası ve babası bu vakfın gelirine dâhil olurlar.
Vâkıfın kızlarının ve
kız kardeşlerinin çocukları, bu vakfın gelirine dâhil olamaz. Bunların dışında
kalan kadınların çocukları da, bu vakfın gelirine dâhil olamaz. Zahîriyye'de de
böyledir.
Şemsü'l-Eimme Serahsî,
Siyer-i Kebir Şerhi'nde şöyle buyurmuştur:
Vâkıf, vakfederken
veya vasıyyet ettiği sırada "...ehl-i beyt" demişse, arzusunun ne
olduğu araştırılır; eğer, dileği, "...evde oturanlar" ise; bu
durumda ehl-i beyt olanlar, —her ne kadar, aralarında akrabalık bulunmasa bile—
bunlardır.
Şayet bu şahıs,
"ehl-i beyt" ile "nesebi"ni murad etmişse, bu durumda,
ehl-i beyti,babasının bütün evlâdlan olmuş olur.
Kâdî'1-İmâm
Aliyyü's-Sağdî ise şöyle demiştir:
Eğer vâkıfın, arap
evleri gibi bir beyt-i nesebi varsa, bu vakfın geliri, vâkıfın babasının bütün
evlâd ve ahfadına, —bunlar vâkıfın ıyâlinden olmasalar bile— sarf edilir.
Şayet, bu vâkıfın
böyle bir beyt-i nesebi yoksa, bu vakfın geliri, vâkıfın evinde bulunan ve
nafakaları onun tarafından temin edilmekte olan, aile fertlerine sarf edilir.
Bu gelire, vâkıfla
aralarında akrabalık bulunsa bile, başkaları dâhil edilmezler.
Muhtar olan kavil de
budur. Gıyâsiyye'de de böyledir.
Ehl-i beyti nâmına vakıfta
bulunan kimsenin vakfına, ehl-i beytinden hazır bulunanlar ve bunlardan sonra
gelecek olan çocukları dâhil olurlar. Muhıyt'te de böyledir.
"Vakfım, âlim ve
cinsim nâmınadır." diyen kimsenin vakfı, ehl-i beyti nâmına vakfeden
şahsın vakfı gibi olur.
Bu vakfın geliri,
fakirlere mahsus olamaz. Ancak vâkıfın, fakirlere tahsis etmesi hâli
müstesnadır.
Fakat vâkıf:
"...onların fakirleri nâmınadır." derse; bu durumda, vakfın gelir
zamanında fakir olanlar müsavidirler. Bunlar, vakfın yapıldığı esnada zengin olsalar
bile, durum böyledir. Sahih olan da budur. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Bir kadın, ehl-i beyti
veya cinsi namına vakıf yapsa, bu vakfın gelirine anası
ve çocukları dâhil
olmaz. Hizânetü'l-Müftin'de de böyledir.
Vâkıf: "Vakfım, Abdulah'ın ehline karşıdır." derse;
bu durumda, bu vakfın geliri, sâdece Abdulah'ın karışma mahsus olur.
Bu kavil, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'nindir.
Hilâl ise: "Biz,
bu vakfın gelirinin, o evde bulunan hür kimselere ait olmasını güzel
görüyoruz.'' demiştir. Hâvî'de de böyledir.
Muhtar olan budur.
Gıyâsiyye'de de böyledir. Bu vakfa, köleler dâhil olamazlar. Muhıyt'te de
böyledir.
Bu vakfa, Abdullahın
kendisi dâhil olamadığı gibi, başka bir evinde bulunanlar da dâhil olamazlar.
Hâvî'de de böyledir.
lyâl: Bir şahsa,
nafakası vacip olan kimselerin tamamına ıyâl denir.
Bunların,o şahsın
evinde bulunmaları veya bulunmamaları müsâvidir. Hizânetü'l-Müftîn'de de
böyledir.
Bir kimse bir
yerini, filan şahsın akabi nâmına
vakfederse; —burada akab, kişinin oğlu ve oğlunun oğludur. Yani, o şahısla,
baba yönünden bağı olandır.— bu vakfa erkek çocuk ve onun erkek çocuğu dâhil
olur.
Kızların evlâdlan, Bu
K&kfın gelirine dâhil olamazlar.
Ancak, bu kızların
kocaları, filanın oğlu olurlarsa, o durum müstesnadır.
Keza, bunlgrdan başka
kadınların çocukları da, bu vakfın gelirine dâhil olamazlar.
Keza, yukarıdaki gibi,
bu kadınlar, vasıyyet edilen şahsın oğlunun kanlan olurlarsa; bu durumda,
bunların çocukları da bu vakfın gelirine dâhil olurlar.
Görüldüğü gibi, bu
dahil oluş kadınlar sebebi ile değil; kocalarından dolayıdır.
Bir kimse, Zeyd nâmına
ve akabi namına bir vakıfta bulunsa; Zeyd hayatta iken bu vakfın gelirinden,
evlâdına birşey verilmez.
Çünkü, bir şahıs sağ
iken, onun evlâdına akib denilmez; ancak, bu şahsın ölümünden sonra, evlâdına
akıb denilir. Muhıyt'te de böyledir. [29]
Aslen hür olan bir
şahıs: "Şu yerim, kölelerime, sonra da fakirlere karşı vakfedilmiş bir
sadakadır." der; bu söze başka bir şey Hâve etmez ve bu şahsın köleleri
azâd edilmiş bulunursa, bu vakfın geliri, bu azâd edilmiş kölelere sarfedilir.
Vakfın tesisinden önce
ve sonra azâd edilen köleleri de, bu vakfın gelirine dâhil olurlar.
Bu vakfın gelirine,
vâkıf ölünce azâd olan ümm-ü veled (= efendisinden çocuk doğuran câriye) ve
müdebber (= azâd edilmesi, efendisinin ölümüne bağlanmış köle veya câriye) ve
vasıyyeti sebebi ile, vâkıfın ölümünden sonra azâd edilen köleler de dâhil
olurlar.
Bu durumdaki kölelerin
mü'min, kâfir, erkek, kadın olmaları da müsavidir.
Bunların evlâdlan da
bu vakfın gelirine dâhil olurlar. Çünkü, onların vakfedenden başka efendileri
yoktur. Hâvî'de de böyledir.
Cariyelerin
çocuklarına gelince; bunlar, babalarının velâları sebebi ile vâkıfa
dönerlerse; bu vakfın gelirine dâhil olurlar.
Şayet, babalarının
velâları başkalarına ait ise, bu çocuklar, bu vakfın gelirine dâhil edilmezler.
Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Bu kölelerin köleleri
ise, —efendileri ölmedikçe— bu vakfın gelirine dâhil edilmezler. Efendilerinin
ölümünden sonra, bu kölelerin de vakfın gelirine dâhil edilmeleri müstahsendir.
Şayet bu vâkıfın, bir
tek kölesi varsa; bu köle, vakfın gelirinin yarısını alır; diğer yansı ise
fakirlere verilir. Bu durumda, kölenin kölesine bir şey verilmez.
Şayet vasînin
—vâkıfın— iki kölesi varsa, vakfın geliri bu ikisinin arasında taksim edilir.
Vâkıfın köleleri ve
cariyeleri varsa; vakfın geliri, aralarında eşit olarak taksim edilir.
Şayet bu vâkıfın,
sadece cariyeleri olursa, vakfın gelirinin tamamı bunların olur. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Eğer vâkıfın ve
oğlunun köleleri ve cariyeleri bulunursa; bu vakfın geliri, vâkıfın kölelerinin
olur; oğlunun kölelerinin olmaz.
Ancak, kendisinin azâd
edilmiş kölesi olmadığı halde, oğlunun azâd edilmiş kölesi olursa; bu vakfın
geliri, istihsânen ona verilir.
Vâkıf: "Benim ve
babamın mevâlisi (= azadlı köleleri) namına vakıftır." derse; bu vakfın
gelirine dedesinin mevâlisi dâhil olmaz.
Şayet vâkıf:
"...ehl-i beytimin mevâlisi nâmına..." derse; karısının ve
dayılarının mevâlisine, bu vakfın gelirinden bir şey verilmez.
Ancak, bunların
—ayrıca— ehl-i beytten de olmaları hâli müstesnadır.
Vâkıf: (' Abbas'm
âlinin mevâlisine..." dese bile, onlara, bu vakfın" geliri verilmez.
Hâvî'de de böyledir.
Vâkıf:
"...mevâlim (= azâdlı kölelerim) ve onların evladı ile nesli
namına..." derse; bu vakfın gelirine, vâkıfın mevâlisi, bunların evlâdı ve
evlâdının evlâdı —erkek olsun, kadın otsun— dâhil olurlar.
Bu vakfın gelirine,
vâkıfın azâdlı kölesinin kızının oğlu da, velâları başkası olsa bile dâhildir.
Vâkıfın azâdlı
kölesinin anası bulunur,|babası da arap olursarbunlar da vakfın gelirine dâhil
edilir. Çünkü bunlar, evlâd-ı mevâlidir. Nesil de, erkek ve kadının
çocuklarıdır.
Bunlardan bir kadın,
bir çocuk bırakarak ölünce, vâkıf bir şart koşmamışsa, onun nasîbi veledine
verilir.
Ebû'I-Kâsım, böyle
fetva vermiştir:
Şayet, vâkıf:
"... Vakfım, mevâlime, onların evlâdına ve velâları bana dönen
nesillerine..." demiş olursa, kızların çocuklarından velâları başkasına
dönenler, bu vakfın gelirinden hisse alamazlar.
Şayet vâkıf,
vakfederken: "... Tarafımdan azâd edilmiş bulunan mevâlime..." derse;
mevâlîsinin, daha önce azâd edilmiş olan çocuğu, bu vakfın gelirine dâhil
olamaz. Hâvî'de de böyledir.
Bir kimse, evini veya
başka bir yerini, mevâlisine ve onların evlâdına karşı vakfeder ve mevâlînin
çocuğunun bir çocuğu olursa, bu çocuk da bu vakfın gelirine dâhil olur.
Vâkıât'ta da böyledir.
Şayet, vâkıf:
"... mevâlinı nâmına..." der ve azâdlı kölesinin bir kardeşi
bulunursa, bu, vakfın gelirine dahil olamaz.
Vâkıf: "...Velâsi
bana dönene..." demiş; babası da, bir köle azâd etmiş ve onun da bir
kardeşi bulunmakta ise, o, vakfın gelirine dâhil olur.
Bir kimse: "Şu
yerim, Allah rızâsı için ümm-ü veled ve müdeb-berlere ebediyyen vakfedilmiş bir
sadakadır." derse, bu vakıf caiz olur.
Bir kimse: "Şu
yerim, benim ölümümden sonra mevâlime karşı vakfedilmiş bir sadakadır."
derse; ümm-ü veled ve müdebbere olanlara da bu vakfın gelirinden verilir.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir. [31]
Fetvalarda beyan
edildiği gibi, bir kimse,bir yerini fakirler nâmıma vakfedilmiş bir sadaka
kıldığı halde, akrabalarından bazıları veya bizzat kendisi muhtaç olursa; bütün
âlimlere göre, kendisinin muhtaç olması hâlinde, vakfının gelirinden, ona hiç
bir şey verilmez. Hulâsa'da da böyledir.
Bir vâkıf, sıhhatli
hâlinde: "Şu yerim, benden sonra fakirler nâmına vakfedilmiş bir
sadakadır." demiş ve bu yeri malının üçte birinden ayrılmışsa;
Veya, bunu hasta
hâlinde söylemiş ve ölmüş; arkasında da küçük bir kız çocuğu bırakmışsa; bu
kıza, vakfın gelirinden masraf edilmez.
Bu tafsilâtı,
Ebâ'l-Kâsım zikretmiştir.
Sadru'ş-Şehîd
Htısâmü'd-dîn de: "Bununla fetva verilir." demiştir. Giyâsiyye'de de
böyledir.
Vakfeden kimse hayatta
iken, akrabalarından veya evladlarından bazıları bu vakfa muhtaç olurlarsa, bu
durumla ilgili bazı hükümler vardır. Şöyle ki:
1) Bu vakfın
gelirini, akrabasının fakirlerine sarfetmek; gelirden artan olursa, bunu da diğer
fakirlere vermek evlâdır.
2) Vakıf
tesis edildiği zamandaki fakirlere değil de, vakfın gelirinin dağıtıldığı
zarran mevcut olan fakirlere bu geliri vermek gerekir.
3) Akraba
olanların en yakınını göz önünde bulundurmak gerekir ki, bu da, vâkıfın kendi
çocuğudur.
Sonra, sıra ile
çocuğun evlâdı, sonra onların evladı ve sonra da üçüncü batın, bilâhare de
dördüncü batındır... Her ne kadar aşağı inerse insin...
Bunlardan hiç kimse
yoksa, evlâ olan, vakfın gelirinin diğer akrabaya verilmesidir.
Bunların da en yakın
olanından başlanır ve sıra ile verilir. Hâvî'de de böyledir.
Sonra, vâkıfın azâdlı
köleleri; sonra, komşuları; sonra, şehir halkından vâkıfa en yakın olanlar bu
vakfın gelirine hak sahibi olurlar. Scrahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
4) Bunlardan
her birine, iki yüz dirhemden az v«rmek gerekir. Bu kavil, Hilâlin kavlidir.
Hâvî'de de böyledir.
Bu hükümler, vâkıfın
vakfını fakirler ve ona muhtaç olan akrabası nâmına yaptığı zaman için
geçerlidir.
Ancak, vâkıf sadece,
fakir olan akrabaları nâmına vakfetmişse; bu vakfın gelirinin tamamı onlara
sarfedilir.
Bu durumda, her birine
düşen hisse, iki yüz dirhemden çok da olabilir.
Ancak bu vâkıf,
akrabaları içindeden fakir olanlar nâmına vakfetmişse; bu durumda, vakfın
geliri tamamen verilmeyip, —her birine,— iki yüz dirhemden az verilir.
Zehıyre'de de böyledir.
Vâkıfın, fakirler
nâmına vakfettiği bir vakfın gelirinden, bir hâkim, bu vâkıfın akrabalarına da
verirse, bunda iki yol vardır:
1) Hâkimin,
vâkıfın akrabasına hükmetmeden veımesi: Bu durumdaki verme işi, vâkıfın
akrabalarının verileni almasını vacip kılmaz.
Hatta, aynı hâkim,
biraz sonra gelip o sözünü bozsa, onlara bir şey verilmez.
2) Hâkim, bu
gelirden vâkıfın akrabalarına verilmesini hükmeder ye mütevelliye: "Ben,
böyle hükmettim ve ona» vakfın gelirinden hisse ayırdım." derse; bu akraba
da diğer fakirler gibi, o vakfın gelirinde.hak sahibi olur.
Bu durumda, hâkim de
gelip, hükmünü bozamaz. Hâvî'de de böyledir.
Vâkıf, vakfının
gelirinin yarısını diğer fakirler; yarısına ise akrabasının fakirleri nâmına
vakfetmiş olur ve akrabasından birisi de fakir düşerse, ona, diğer fakirler
hisse verirler mi?
Hüâl şöyle demiştir:
'' Hayır,
vermezler."
Bu, Yûsuf bin Hâlid'in
kavlidir.
Belh'li İbrahim bin
Yûsuf, Âli bin Ahmed el-Fârisî ve Fakıyh Ebû Ca'fer el-Hiııduvânî ise:
"Fakirlerin nasibinden, onlara da verilir." demişlerdir.
Çünkü, onlar da
fukaradır.
Akrabanın fakirleri
ise, şu iki cihetten daha müstehaktırlar:
1) Bir
kimse, bir yerini akrabası namına, başka bir yerini de komşuları namına
vakfeder; komşularından bir kısmı da akrabası bulunursa; bunlar, bu iki
vakıftan da, iki vasıflan dolayısiyle hisse alırlar.
2) İmâm Ebû
Yûsuf (R.A.) şöyle buyurmuştur:
Vâkıf: "Akrabamın
fakirleri şu kadar alır. Diğer fakirlere de şu kadar verilir." diye şart
koşarsa; bu durumda, diğer fakirlerin hissesinden fakir olan akrabasına
verilir.
Eğer vâkıf: Akrabamm
fakirlerine şu kadar verilecek, geride kalan da diğer fakirlerin olacak."
diye şart koşarsa; bu durumda, diğer fakirlerin hisselerinden, akrabasının
fakirlerine verilmez.
Muhammed bin Seleme ve
Ebû Nasr Muhammed bin Selâm el-Belhî de bu kavli almışlardır., Zehıyre'de de
böyledir.
Eğer vâkıf, vakfın
gelirini borçlulara, yolda kalanlara, Allah yolunda olanlara, hacca gidenlere
veya köle azâd etmeye tahsis eder ve sonra da, kendi çocukları veya akrabası
fakir düşerse, bunlara bir şey verilmez.
Ancak bunlar, yukarıda
sayılanlara dahil bulunurlarsa, bu durumda, vakfın gelirinden faydalanırlar.
Bunlar, borçlu olurlar
veya yolda kalırlarsa, vakfın gelirinden öncelikle bunlara verilir. Hâvî'de de
böyledir.
Bir kimse, bir yerini
akrabalarının fakirleri; başka bir yerini de diğer fakirler nâmına vakfeder ve
akrabasına vakfettiği yerin geliri, onlara kâfî gelmezse; vakıf akîdlerinin
ayrı ayrı yapılmış olması hâlinde; diğer fakirler nâmına yapılmış vakfın
gelirinden, fakir akrabalara da verilir.
Fakat, sözleşmenin
(akidlerin) ikisi birden yapılmışsa, bu durumda, fakirlere tahsis edilen
vakıftan, Hilâle ve Yûsuf bin Halide göre, fakir akrabaya verilmez. Muhıyt'te
de böyledir.
Akrabadan olan bir
fakire iki yüz dirhemden az verildikten sonra, vakfın geliri artmış olursa;
ona, ikinci defa yine verilir. Ancak bunun için, o şahsın aldığını, fesada
sarfetmemesi gerekir. Hâvî'de de böyledir. [32]
Bir kimse: "Şu
yerimi, ebedî olarak Zeyd'e ve onun çocuklarına; çocuklarının çocuklarına,
nesilleri devam ettiği müddetçe, vakfedilmiş bir sadaka kıldım. Sonrası da,
fakirler nâmmadır." der ve ilâveten: "Eğer, akrabamdan muhtaç olanlar
bulunursa, vakfın geliri onlara verilir." diye ilâve eder ve kalabalık
olan akrabasının bir kısmı zengin, bir kısmı da fakir olursa; bu vakfın geliri,
olduğu gibi fakir olan akrabalarına iade edilir.
Keza, bu vâkıf:
"... azâdiı kölelerimden muhtaç olanlara... "derse, yine böyle
yapılır.
Şayet vâkıf:
"...Zeydin'in çocuklarına..." Onlar ölürse, Amr'e verilsin." der
ve Zeyd'in çocuklarından bir kısmı ölüp, bir kısmı kalırsa; bunlardan hiç bir
kimse kalmaymcaya kadar, Amr'e bir şey verilmez. Hassâf böyle zikretmiştir.
Zehıyre'de de böyledir.
Hilâl, Vakfı'nda şöyle
demiştir:
Vâkıf: "Şu yerim,
ölümümden sonra, fakirler nâmına vakfedilmiş bir sadakadır. Benim çocuklarımdan
ve çocuklarımın çocuklarından muhtaç olan bulunursa, onîara da kifayet miktarı
verilecektir." derse; dediği gibi yapılır.
Vâkıfın çocuklarından
birisi muhtaç olunca, onun ihtiyacına bakılır; bu ise, vârisleri arasında mîras
olur.
Şayet, vâkıfın
torunlarından bir kısmı muhtaç olursa, vakfın gelirinden bunlara, kifayet
miktarmca verilir.
Şayet vâkıfın hem
çocuğu hem de torunu muhtaç olursa, vakfın gelirinden ikisine de verilir.
Vâkıfın çocuğuna verilen, veresesi arasında pay edilir. Torununa verilen ise,
onun olur.
Eğer, hepsi de muhtaç
iseler, sayılarına göre taksim edilir.
Bundan sonra» irs ve
vakıf hakkında hüküm söylediğimiz gibidir.
Eğer, bunların
muhtaçlıkları ortadan kalkarsa; bu durumda bir şey verilmez. Bu açıktır.
Şayet, gelirin
azlığından dolayı hepsine verme imkânı olmazsa; birisine verilir ve buna
oğlunun çocuğundan başlanır. Muhiyt'te de böyledir. [33]
Zehıyre'de şöyle
zikredilmiştir:
Bir yerini veya bir
şeyini, gelirinin tamamını veya bir kısmını kendisine şart koşarak vakfeden
ve: "Hayatta olduğum müddetçe benimdir; öldükten sonra da fakirlerindir."
diyen kimsenin vakfı, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre sahihtir.
Belh'li âlimler de bu
görüşü almışlardır.
İnsanların vafcıf
meselesine rağbet göstermelerini teşvik için, fetva da buna göredir. NısâbMa ve
Muzmarât'ta da böyledir.
Bir kimsenin, vakfın
gelirini nefsi için şart koşup, "Vakfın gelirinden borcum ödensin."
veya "Öldüğüm zaman üzerimde borç bulunursa, bu vakfın gelirinden
öncelikle, o ödensin." demesi de caizdir.
Keza vâkıf, kendini
kasdederek: "Filân öltiüğü zaman, her sene, vakfın gelirinin onda biri ile
hac yaptırdsın." veya "...keffâret-i yeminine verilsin." derse,
dediği gibi yapılır.
Keza, Vâkıf: "Her
sene, şu kadar dirhem ayrılarak, şu cihete sarf edilsin; artan da, filan yere
verilsin." derse; dediği gibi yapılır. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Bir kimse: "Bu,
Allah için vakfedilmiş bir sadakadır. Yaşadığım müddetçe geliri bana
harcanacaktır." der, başka bir şey söylemezse, bu caiz olmaz. Bu vâkıf
öldükten sonra, vakfın geliri fakiderin olur.
Bir kimse: "Şu
yerim, vakfeditmiş bir sadakadır. Geliri, yaşadığım müddetçe benimdir. Benden
sonra, çocuklarımın ve çocuklarımın çocuklarmmdır. Nesilleri devam ettiği
müddetçe, onların da çocuklannındır. Nesilleri inkıraz bulunca da, işte bu
gelir, fakirlerin olacaktır." derse; bu caizdir. Hızânetü'I-Müftîn'de de
böyledir.
Bir kimse, "önce
kendi nefsine, sonra çocuklarına ve borçlarına; öldükten sonra da filan oğlu
filana ve onun nesline, bu vakfın geliri verilecektir." derse, Hassa fa
göre, burada takdim-te'hir müsavidir ve bu caizdir. Hassâf: "İmâm Ebû
Yûsuf (R.A.)'ıın yolu budur." demiştir. Muhıyt'te de böyledir.
Fakirler nâmına
vakıfta bulunaıi bir şahıs, bu vakfın gelirinden sağ olduğu müddetçe,
kendisinin de yiyeceğini ve yedireceğini; ölünce de çocuklarının ve nesilleri
devam ettiği müddetçe onların da çocuklarının böyle yapacağını
şart koşsa, bu
şartlarla da, vakıf
caiz olur. Muzmarât'ta da
böyledir.
Bu görüşü, Şeyhu'1-İmâm Şemsü '1-Eimme Serahs! ve Hüsâmü'd-dîn de
kabul etmişlerdir. Sirâciyye'de de böyledir.
Bir vâkıf, vakfın
gelirinin bir kısmının, ümm-ü veledlerine sarf edilmesini şart koşsa, —ister
yaşarken, ister ölümünden sonra olsun— bu, hilafsız olarak caizdir. Vecîz'de de
böyledir.
Bu vâkıf, bu şekilde,
müdebberine sarf edilmesini şart koşmuş oka; bu da caizdir. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir vâkıf, vakfının
gelirini köle ve cariyelerinin almasını şart koşsa —kendi nefsi için caiz
olduğu gibi— bu da caiz olur.
Bu, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre böyledir. İmâm Muhammed (R.A.) ise, bu görüşte değildir. Kâfî'de ek böyledir.
Bir kimse, bir şeyini
müebbeden vakfetse ve nefsini istisna ederek, bu vakfın gelirinden kendisine,
ailesine ve hayatta oldukları müddetçe hizmetçilerine sarf edileceğim söylese,
bu vakıf caiz olur.
Bunlar inkıraz bulunca
da, bu vakfın geliri, fakirlerin olur.
Bu, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un kavlidir. Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse hayatta
olduğu müddetçe, kendisinin de ondan yemesini şart koşarak, bir vakıfta
bulunduktan sonra ölür ve yanında da, bu vakfa dahil olan üzüm hevengi veya yaş
üzüm yahut kuru üzüm bulunursa,
bunların hepsi de vakfa iade edilir.
Eğer, bu şahsın
yanında, bu vakfa ait buğday ekmeği bulunursa, bu miras olur. Çünkü, bu
hakîkaten vakıf değildir. Zahîriyye'de de böyledir.
Hassâf'in Vakft'nda
şöyle zikredilmiştir:
Bir kimse, vakfın
gelirinden kendi nefsi, çocukları ve ailesini masrafını şart koşup, vakfın
geliri meydana gelince, onu satıp bedelinin alır ve bunu harcamadan önce
ölürse, bu bedel, vârislerin mi, yoksa vakıf ehlinin mi olur?
Hassâf, şöyle
buyurmuştur:
— Vârislerinin olur.
Çünkü, o bedel, vâkıfın şahsî malı olmuştur. Fehu'I-Kadîr'de de böyledir.
Karısı ve çocukları
nâmına vakıfta bulunan şahsın, karısı ölürse, —vâkıfın, böyle bir şart
koşmaması hâlinde— bu kadının hissesi, onun çocuğuna mahsus olmaz. Bunlardan
birisi ölürse, nasipleri evlâdına verilir. «
Bu kadının nasîbi,
hepsine iade edilir. Kübrâ'da da böyledir.
Vâkıf, vakıf gelirinin
yarısını karısına, yarısını da bizzat o
kadının çocuklarına verilmesini şart koşarsa; kadın ölünce, onun hissesi de çocuklarına
verilir.
Bu, vâkıf:
"...sonu fakirlerin olur." der ve sonra bu kadın ölürse, bunun
nasîbi, vakfedenin oğlunun olur. Muzmarât'ta da böyledir.
Bir kimse, bir şahıs
nâmına vakıfta bulunup: "Her ay, kifayet miktarı verilsin." dediği
sırada ailesi olmadığı halde, sonradan ailesi olursa; bu vakfın gelirinden hem
o şahsa, hem de ailesine, kâfi gelecek miktarda verilir. Kübrâ 'da da böyledir.
Bir şahıs nâmına
vakıfta bulunup: "Ona, dirhemler borç olarak verilsin." diyen
kimsenin vakfı caiz; şartı bâtıl (= geçersiz) olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir. [34]
Vâkıf,vakfın aslının
başka bir yerle değiştirilmesini şart koşup bu şartı yerine getirebilir. Bu
durumda da, öncekinin yerine yapılan vakıf ve şart caiz olur.
Bu, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göredir.
Keza vâkıfın, o vakfın
satılıp, yerine bir başkasının satın alınmasını şart koşması da caiz olur.
Bunu, Kâdî'l-İmâm'ın
Vâkıâtı'nda Fahru'd-dîn ve Hilâl beraberce, İmâm Ebû Yûsuf (R. A.)'tan böylece
rivayet etmişlerdir.
Fetva da buna göredir.
Hulâsa da da böyledir.
Bu şart, bir defaya
mahsus olduğu için, bu vakıf, ikinci defa satılıp, yerine bir başkası alınamaz.
Ancak, bu vâkıf:
"...dâima..." demiş olsaydı, bu durum müstesna olurdu.
FethıTl-Kadîr'de de böyledir.
Vâkıf, vakfın aslında:
"...satarım ve bedelinden —az veya çok— alırım."; "...satarım;
parası ile köle alırım." der veya sadece "...onu satarım."'
dediği halde, başka bir şey söylemezse; Hilâl:
"Bu şart bozuktur ve vakfı
da bozar." demiştir.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerim, vakfedilmiş bir sadakadır ve daimîdir. Ben, onu satıp yerine başkasını alırım; onu
değiştiririm." derse, bu vakıf, satılanla yenisi alınınca, istihsânen caiz
olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bu durumda, ikinci
satın alınan vakıf, birinci vakfın şartı ile vakfedilmiş olur. Ve bu vakıf,
birinci vakfın yerini tutar. Bu vakfa, ayrı bîr şart koşmak gerekmez. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Vâkıf, "vakfın
değişmesini" şart koştuğu halde, "bunun yerine, yer (veya ev)
alınacak." demezse; vakfı satınca, yerine, onun cinsinden bir akar satın
alır. Bu, yer de olabilir; ev de olabilir.
Şayet, vâkıf, "şu
beldede" diye bir kayıt koymamışsa, istediği beldeden alabilir. Hulâsada
da böyledir.
Vâkıf: "Bu yeri
satıp, onun yerine başka bir yer alırım." derse; onun yerine
ev alması caiz
olmaz. Aksini yapmak
da böyledir. Fethu'l-Kadîr'de de
böyledir,
Bu vâkıf, sattığı yere
bedel olarak, bir harâc arazisi alabilir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bu vâkıf, Basra'da
bulunan bir yere bedel olarak, Basra'dan başka bir yerden, yer alamaz.
Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Gunye'de şöyle
zikredilmiştir:
Vakıf binasını, aynı
mahalde bulunan, başka bir bina ile değiştirmek, —değişerek alınan yer daha iyi
ise— caiz olur.
Bunun aksini yapmak
caiz olmaz. Bahru'r-Râık'ta da böyledir.
Vâkıf: "Ben
değiştiririm." dediği halde, değişme işlemini, vekili yapmış olursa, bu
caiz olur.
Vâkıf, ölürken,
"değiştirilmesini" vasıyyet ederse; vasıyyet edilen şahsın,
değiştirme hakkı yoktur.
Vâkıf, "vakfın,
bir şahsın, diğer bir şahısla birlikte değiştirmesini" şart koşarsa;
bunlardan birinin, yalnız başına tebdil etmesi caiz olmaz.
Ancak, vâkıfın
kendisinin, yalnız başına değiştirmesi caiz olur. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Vâkıf, vakfın
tamamını, velînin değiştirmesini şart koşarsa, bu vakıf sahih olur.
Ve, bütün velîlerin,
vakfı tebdil etmeleri caiz olur. Vâkıf:
"Gerçekten, filanın velayetinde
değiştirilebilir." der ve ölürse; bu velî de, o yeri değiştiremez.
Ancak, bu vâkıf:
"...ben öldükten sonra, filan velî değiştirebilir." derse; bu
durumda, o velî, vakfın yerini, başka bir yerle değiştirebilir. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Kayyım için, vakıf
yeri değiştirme hakkı yoktur.
Ancak, vâkıf, kayyımın
da değiştirebileceğim açıkça şart koymuşsa, o zaman değiştirebilir.
Vâkıf, vakfını
kayyımın değiştirebileceği şartını koyduğu halde, kendisinin değiştirebileceği
şartını koymasa, bu durumda, vâkıf, yine de değiştirebilir. Fethu'I-Kadîr'de de
böyledir. [35]
Bir vakfın kendisi,
satılması ve bedeli ile değiştirilmesi caiz olursa; bu vakfın, aldanılmayacak
bir şekilde satılması caiz olur.
Aksi takdirde
satılması caiz olmaz; bâtıl (= geçersiz) olur. Muhıyt'te de böyledir.
Vakıf yerinin, eşya
mukabilinde satılması, yerine başka bir akar alınırsa, kıyasda sahih olur.
Bu, İni ânı-ı A'zam
(R.A.)'a göredir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ve Hilâl'e göre ise, nakid olmayınca, buranın satılması sahih olmaz.
Bahru'r-Râık'ta da böyledir.
Vâkıf, bu
vakfın yerine, başka bir yeri de vakfedebilir. Fethu'I-Kadîr'de de böyledir.
Vâkıf, bu
vakfın yerine, başka bir
yeri de vakfedebilir. Fethu'i-Kadîr'de de böyledir.
Vâkıf, bu vakfı satıp, bedelini
alır ve bunun miktarını açıklamadan ölürse, bu bedel, o
vâkıfın terekesinde (= ölünce, bırakmış olduğu şeyde) alacak olur. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Bu bedel, zayi olsa
bile, hüküm böyledir. Fethu'I-Kadîr'de de böyledir.
Bir vâkıf, —önceki—
vakfını satar ve bunun bedeli, bu vâkıfın elinde kaybolursa, tazminat gerekmez.
Bu vakıf, bâtıl olur. Serahsi'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir vâkıf, sattığı
vakıf bedeli ile bir yer satın alır ve onu vakfetmezse; bu yer kendisinin olur
ve vakfın bedelini borçlanır.
Bu —vakıf— yeri, satın
alacak şahsa bağışlasa, bu bağış sahih olur; ancak, bunu, kendisinin tazmin
etmesi gerekir. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R. A.)'*/e göredir.
İmâm Ebü Yûsuf (R.A.)
ise, böyle yapılmasını men etmiştir. Ancak, vakfın bedelini alır ve aldıktan
sonra bağışlarsa, bil-ittifak, bu hîbe bâtıl (= geçersiz) olur.
Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Vâkıf, vakfı satar ve
sonra bu satıştan dönerse, bu her yönden bozulmuş olur:
Bu vakfı, ikinci def a satmak gerekir.
Ancak, bu şahıs, bu
satış akdinden de dönerse, bir daha satamaz.
Ancak, onu değiştirmek
hususunda, nefsine umûmî yetki vermişse, bu durumda satabilir.
Satılan vakıf, bir
kusurundan dolayı, —hâkimin hükmü İle veya hüküm olmadan— iade edilirse, yine
vakıftır.
Satın alan şahıs, onu
teslim alsın veya almasın durum aynıdır. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
İkâleden (= iki tarafın isteği ile, alış-veriş
mukavelesini bozmadan) sonra, vakıf yeri satılmaz.
Ancak, vâkıf, böyle
yapılmasını şart koşarsa, o zaman satabilir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir vâkıf, vakfettiği
yeri satıp, bunun yerine başka bir yer satın aldıktan sonra, hâkimin hükmü ile
ve bir kusuru yüzüaden, sattığı bu yer, kendisine geri verilirse; önceki yer,
yine aynen vakıf yeri olur.
Bu vâkıf, sonraki
yeri, nasıl isterse öyle yapar.
Şayet, önceki yer,
hâkimin hükmü olmadan bir kusuru yüzünden geri verilirse; önceki satış fâsid
olmaz; ikinci yer, ona bedel olarak durur. Ve, bu ikinci yerin vakıflığı bâtıl
(= geçersiz) olmaz.
Bu vâkıf, birinciyi
nefsi için almış; ikinci de, nefsi için vakfedilmiş olur. Fetâvâyi Kâdthân'da
da böyledir.
Bu vâkıf, Öncekini
satıp, ikinciyi satın aldıktan sonra, öncekine bir hak sahibi çıkarsa, kıyâsa
göre, ikinci yerin vakıflığı bozulmaz.
İstihsana göre ise, bu
durumda, ikinci yer vakıf olmaz. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Vakfın satılabileceği,
değiştirilebileceği şart koşulmazsa; —bu vakıftan bir menfaat elde edilmiyor
olsa bile— bu vakıf, satılamaz ve değiştirilemez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Kâdîhân'ın bu kavlinde
ihtilaf edilmiştir:
Bu hususlar, şart
kılınmamış olsa bile, hâkim bu vakfın faydalı bir hâle gelmesi için, onu İslah
ettirir veya tebdil ettirir. Ve bu vakfın, tamamen faydasız hâle gelmesini
önler. Bahru'r-Râık'ta da böyledir.
Bir kimse, vakfının
gelirinin, iş bitirme ve ihtiyaç temini için harcanmasını şart koşarsa, hâkim,
bu şartı, "ilim ve amel sahiplerine harcanması şeklinde tebdil eder. Bu
vakfın geliri, bunlara verilir.
Şemsü'l-Eimme Mahmûd
el-Evzencî'den soruldu:
— Evlâdı nâmına bir
şey vakfeden kimse, onlara: "Bu vakfı elinizde tutmaktan âciz kalırsanız,
satınız." dese, ne olur?
İmâm, şu cevabı verdi:
— Bu şart, vakıf için olursa, bâtıl (= geçersiz) olur.
Bu cevap, İmâm
Muhanınıed (R.A.)'in cevabıdır.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ise: "Bu vakıf caiz, şart ise, bâtıldır." demiştir.
Bir kimse: "Şu
yerim, vakfedilmiş bir sadakadır; aslı benim olmak üzere..." veya
"...aslı, mülkümden çıkmamak üzere..." veya "...aslını satıp,
bedelini sadaka etmem şartiyle..." dese; bu vakıf bâtıl ( = geçersiz)
olur. Fetâvâyi Kadthân'da da böyledir.
Vâkıf, vakfettiği yeri
satıp, onun bedeîi ile daha üstününü almayı şart koşar; hâkim de bunu faydalı
görürse, böyle yapılmasına izin verir. Vecîz'de de böyledir.
Hassâf, Vakfı'nda
şöyle zikretmiştir:
Bir vâkıf, vakfını
satıp, bedelini hayır gördüğü bir yere sarfetmeyi şart koşarsa, bu vakıf bâtıl
olur.
Vâkıf, vakfını satmayı
şart koştuğu halde, onu satmazsa, kendisinden sonra, bu vakfa mütevelli olan
şahıs da, bu vakfı satamaz. Ve, satması caiz olmaz. Zehiyre'de de böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerim, istediğim zaman onu ihlâl etmek şartıyle, vakfedilmiş bir
sadakadır." derse, Hilâl'egöre, bu vakıf bâtıldır.
Yûsuf bin Hâlid'e göre
ise, bu vakıf caiz, şart bâtıldır. Bu hususta, tmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'tan bir
rivayet yoktur. "Vakıf caizdir." diyen: "Bu satış, muhayyer bir
satış gibidir." demiştir. Serahsi'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Hassâf, Vakfında, İmâm
Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavli üzere, bazı mes'eleler zikrederek, şöyle demiştir:
Bir kimse vakıf
kitabına (= vakıf senedine = vakfiyesine): "... satılmaz. Değiştirilmez.
Bağışlanmaz. Mülk edinilmez." diye yazdıktan sonra "... filan şahıs
satabilir ve bedeli ile başka bir —yer— alır." şeklinde yazarsa; o şahıs,
bu vakfı satıp, bedeli ile başka bir yer alabilir.
Vakıf senedinin baş
kısmında "...filan şahıs, satıp, değiştirilebilir." denildiği halde;
daha sonra: "... filan şahsın satma hakkı yoktur." diye yazılırsa; bu
durumda, o şahıs, bu vakfı satamaz.
Çünkü, yazıların ön
kısmına değil, son kısmına itibar edilir. Zehiyre'de de böyledir.
Kendi nefsi namına,
vakıfta bulunmuş olan bir kimse, dilerse vakfı çoğaltır; dilerse azaltır veya
dilerse değiştirir. Bu durumda, bu şartlar geçerli olur. Fethu'l-KadVde de
böyledir.
Hassâf, Vakfında şöyle
demiştir:
Bu vâkıf, bu şeyi,
ancak bir defa yapabilir.
Ancak, bu şahıs,
"hayatta bulunduğu müddetçe, istediğini yapmayı" şart koşmuş
bulunursa, bu durumda, dilediğini yapmakta serbesttir. Muhıyt'te de böyledir.
Vâkıf, "vakfında,
hayatta bulunduğu müddetçe kendisinin, kendisi ölünce de, bir mütevellinin
tasarrufta bulunmasını" şart koşsa, bu sahih olur.
Vâkıf, mütevellinin
tasarrufta bulunmasını, kendisinin yaşadığı zamanla kayıtlarsa; bu vâkıfın
vefatından sonra, o mütevellinin tasarrufu geçersiz olur. Vâkıf, ya başka
birini mütevellî tâyin eder veya o şahsın mütevellî olmasını vasıyyet eder.
Bahru'r-Râık'ta da böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerim, Allah rızâsı için, daimî olarak, vakfedilmiş bir sadakadır; gelirini,
istediğim yere verebilmek üzere..." derse; bu vakfı caiz olur.
Bu vâkıf, vakfının
gelirim istediği yere harcayabilir.
Ancak: "Fakirlere
veririm."; "Hac masrafı yaparım." der veya "bizzat, bir
şahsın kendisine vereceğini" söylerse; söylediği bu şeyden geri dönemez.
Keza, bu vâkıf:
"Onu, filana verdim." veya "Filanın kıldım." derse; bu
sözünden de geri dönemez.
Bu vâkıf, "bir
fırkadan sonra, diğer bir fırkaya verileceğini" söylerse; bu da caiz olur.
Bu durumda, bu
vâkıfın, vakfının gelirini, kendi nefsine tahsis etmesi bâtıl (= geçersiz)
olur.
Ancak, bu vâkıf:
"Vakfın geliri, bana aittir; istediğime veririm." derse; bu da caiz
olur.
Şayet, bu vâkıf:
"Şu yerim, vakfedilmiş bir sadakadır; onun gelirini, istediğim yere
harcamak üzere..." der ve gelirini kendi çocuklarına verirse; bu vakıf
sahih olur. Bu vâkıf, vakfının gelirini dilediği yere verebilir. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir kimse,gelirini
istediği yere sarfetmeyi şart koşarak, bir yerini vakfederse; bu vakıf caiz
olur. Kendisi de, bu vakfın gelirini dilediği yere sarfedebilir. Kendisi
ölünce, muhayyerliği de kalmaz. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bu durumda, vâkıf,
vakfının gelirinden yiyemez. Hâvî'de de böyledir.
Bu vâkıf, vakfının
gelirini, hiç bir yere vermeden ölürse; bu gelir, fakirlerin olur. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir vâkıf, "vakfının gelirini, istediği yere harcama" şartını koşarsa; bu gelirden, zenginlere de
verebilir. Gunye'de de böyledir.
Vâkıfın,
"vakfının gelirinin, bizzat bir zengine sarfedilmesini" şart koşması
da caizdir.
Bu vâkıfın,
"vakfının gelirinin, bizzat bir fakire sarfedilmesini şart koşması da
caizdir. Kendisi sağ olduğu müddetçe, şartı ne ise, öyle yapar. Ve bu şahısları
değiştirmez. Ölünce de, dilenen kimseye verilir.
Bu durumda, fakirler
terkedilip, sadece zenginlere verilirse, bu bâtıl olur.
Şayet, vâkıf, vakfın
gelirini, zengin veya fakir dilediği kimseye toplu olarak verirse; bu vakıf,
kıyâsen bâtıl olur; istihsânen ise, bâtıl olmaz. Ve bu vakıf, fakirlerin olur.
Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Vâkıf: "Vakfın
geliri, bir sene filanındır." dese; bu vakıf caiz olur.
Bu vâkıf, vakfının
gelirini, bu müddetten sonra, dilediğine verir.
Bu vâkıf: "Vakfın
geliri, iki kişinin olsun." derse; bu gelir, hayatta oldukları müddetçe o
iki kişinin arasında, yarı yarıya taksim edilir.
Bunlardan birisi
ölürse, kalan şahıs, vakfın gelirinin yarısını aiır.
Bir vâkıfın, bir
yerini, geliri ana ve babasına ait olmak üzere vakfetmesi sahih olur.
Muhıyt'te de böyledir.
Vâkıfın, vakfının
gelirini, çocuklarına tahsis etmesi de caizdir. Hâvî'de de böyledir.
Bir kimse, —kayyımın,
gelirini istediği yere sarfetmesi şartıyle— bir yerini vakfederse; bu vakıf
caiz olur.
Bu kayyım, vakfın
gelirini, zengin, fakir dilediğine verebilir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir vâkıf, hasta iken,
"filân adam, vakfın gelirini istediğine verebilir." diye şart koşar;
o şahıs da, bu geliri, ölenin çocuklarına vermek isterse; bu caiz olmaz ve bu
vakıf kıyâsen batıl olur.
İstihsanda ise, bu
vakfın aslı sahih olur. Ve geliri, fakirlere verilir. Ancak, vâkıf, "filan
şahsın dilemesine bağlıdır." diye şart koşar ve o şahıs dilemede
bulunursa, bu vakıf sahih olur. Aksi takdirde, vakıf bfttıl olur. Muhıyt'te de
böyledir.
Vâkıf, "filan
şahıs, vakfıa gelirini istediğine verebilir." diye şart koşarsa, bu caiz olur.
Bu şahıs, vakfeden
kimse «ağ iken de, ölünce de, vakfın gelirini, dilediğine verebilir. Sanki,
vâkıf, ona: "Sağlığımda da, ölümümden sonra da, vakfımın gelirini,
dilediğine ver." demiş gibi olur.
Kıyâsda ise, bu şahıs,
vâkıfın ölümünden sonra, bu vakfın gelirini veremez.
Gelir dilemesine
bırakılan şahıs ölünce, bu vakfın geliri, fakirlerin olur.
Şayet, vâkıf,
"vakfının gelirinin, kendi çocuklarına ve nesline verilmesini"
dHemişse; bu gelir, onun çocuklarına ve nesline verilir; kendisine verilmez.
Bu vakfın geliri,
vâkıfın kendisine verilirse, vakıf bâtıl (= geçersiz) olur. Bu hüküm,
"Vâkıfın, kendi nefsi için vakfetmesi caiz olmaz.", diyenlerin
kavline göredir. Bu vakfın gelirini, bir sene de olsa, vâkıfa vermek böyledir;
yani bâtıldır. (= geçersizdir) Hâvi'de de böyledir.
Bir vâkıf:
"Vakfın gelirini, ben, dilediğim yere sarfederim." dese; kendi nefsi
için de harcama yapabilir. Bu durumda, vakıf da batıl olmaz. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir kimse, bir yerinin, gelirim, filan şahsın, filân adamın oğullarından istediğine vermesi şartı
ile vakfetse; o şahıs, dilerse o adamın oğullarından sadece birine verir. Bu
caiz olur. Dilerse, hepsine birden verir. Bu da eâiz olur. Hepsine vermesi
hâlinde, bu geliri, onlara eşit olarak dağıtır.
Çünkü, "kime
dilersen" sözü, umûmîdir.
Ancak, bu şahsın,
dileyip, o geliri belirtilen şahsın oğullarına değil de, başkalarının
oğullarına vermesi hâlinde, bu bâtıl olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerim, —filanın çocuklarına karşı, ben, vakfın gelirini, onlardan
dilediğime vermek üzere—
vakfedilmiş bir
sadakadır." derse; bu geliri, vâkıf, onlardan hangisini dilerse, ona
verebilir.
Bu vâkıf: "Ben,
onlardan hiç birini
dilemiyorum." derse; bu durumda, meşieti (= dilemesi) bâtıl (=
geçersiz) olur. Bu kimse, sanki, "kendisinin dilemesini" şart koşmamış
gibi olur. Şayet vâkıf: "... filanın çocuklarına vakfedilmiş bir
sadakadır." der ve susarsa; bu durumda, o vakfın geliri, belirtilen şahsın
çocuklarının olur.
Vâkıf: "Bu vakfın
gelirini, filan şahsın filan oğluna kıldım; diğer kardeşleri hâriçtir."
derse; bu caiz olur. Ve bunu değiştirmek yoktur.
Vâkıf, böyle bir
tahsiste bulunmazsa, bu adamın çocuklarından kimine âz, kimine daha çok
verebileceği gibi bazılarına da hiç vermiye-bilir
İstihsânda, vâkıf,
vakfın gelirinin tamamını, belirlenen o şahsın çocuklarına verir.
Vâkıfın, vakfının
gelirini tahsis ettiği şahıs ölürse; bu vâkıfın meşîeti (= dilemesi) sabit
olur; bu geliri dilediğine verebilir. Hâvî'de de böyledir.
Vâkıf, eğer onların
tamamını dilerse; bu bâtıl ve vakfın geliri fakir-ierin olur.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre böyledir.
İmâmeyn'e göre ise,
vâkıfın böyle yapması caizdir. Ve, bu vakfın geliri, istihsânen, belirlenen
şahsın çocuklarının olur.
(Çünkü, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'ye göre, min kelimesi, teb'ız (= kısım kısım ayırma); İmâmeyn'e
göre ise, beyân (= açıklama) içindir. Bahru'r-Râık'ta da böyledir.
Vâkıf, bu çocuklardan bir kısmını diledikten sonra
ölür ve "vakfın geliri, filanın olsun diye dilediği" şahıs da ölürse;
onun nasibi, fakirlerin olur. Tahsis- ettikten sonra, başkasını dilemek bâtıl
olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Vâkıf: "Vakfın gelirini, filanın çocuklarına ve
nesline bırakıyorum." derse; o
adamın çocuklarına bırakma dileği caiz olur;
nesline ise, bir şey verilmez. Havî'de de böyledir.
Vâkıf: "Şu yerim,
filan şahsın çocuklarına karşı vakfedilmiş bir sadakadır; ben dilersem, bir
kısmına fazla veririm." derse; bu söz, caiz olur. Ve, dilediğine dilediği
kadar verir.
Vâkıf, dilediğini
reddedip: "Dilemiyorum." der veya ölürse; bu durumda, belirlenen
filan şahsın çocukları arasında, vakfın geliri, eşit olarak taksim edilir; bir
kısmına, hiç vermemek otmaz.
Keza, vâkıf
"filanın çocuklarına karşı; filan şahıs dilerse, onlardan bazılarım üstün
tutması üzerine diye..." Vakfederse; bu durumda, kendisine yetki verilen
şahıs, o çocuklardan dilediğine, vakfın gelirinden daha fazla verebilir.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir vâkıf, vakfının
gelirinin yarısını, filan adamın çocuklarından birine; diğer yarısını da,
diğerlerine tahsis ederse; dediği gibi yapar. Yani, bu vakfın gelirinin yarısı,
tahsis ettiği çocuğun, diğer yarısı da, diğerlerinin olur.
Bu vâkıf: "Vakfın
gelirini, —onlardan— kimi dilersem, ona tahsis ederim. " der ve yarısını
birine vermeyi dilerse; bu caiz olur. Bu şahıs, kalan diğer yarıya ortak
olamaz.
Vâkıf, hepsini vermeyi
dilerse, bu da caiz olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerim, —ben onlardan kime dilersem, ona vermek üzere— vakfedilmiş bir
sadakadır." derse; dediği gibi yapıp; onlardan dilediğine, dilediği kadar
verebilir.
Bu vakfın gelirinin
tamamım, onlardan birine vermiş olsa, bu da caiz olur.
Hepsini, onların
hepsine verirse, bu, min kelimesinden (onlardan kelimesindeki dan ekinden)
dolayı, kıyâsen caiz değilse de, istihsânen bu da caizdir.
Bu vâkıf: "Bu
sene, onlprdan hiç birine tahsis yapmıyacağım." derse, bu caiz olur. Ve bu
durumda, vakfın gelirini, aralarında eşit olarak taksim ederler. Muhıyf te de
böyledir.
Vâkıf: "Ben,
dilediğime vermem." deyince,onlardan biri hâriç, tamamına vermese, bu caiz
olur.
Kıyâsda, onların
tamamı, bu vakfın gelirinden mahrum edilemez. İstihsânda da da böyledir. Vakfın
gelirini, onlara döndüremez; bu gelir fakirlerin olur.
Vâkıf: "... bu
sene, onları mahrum edeceğim." derse; o sene, onların, bu vakfın
gelirinde, bir hakları olmaz. Bu gelir, fakirlerin olur.
Vâkıfın, dileme hakkı
ise sabittir. O yıldan sonra, dilediğini yapabilir.
Vâkıf, vakfın gelirini,
onlara vermeden ölürse, bu gelir, onların aralarında eşit olarak taksim edilir.
Bir vâkıf:
"...onlardan dilediğimi çıkarmak üzere vakfediyorum." der ve onlardan
birini veya tamamını çıkarırsa, bu caiz olur.
Bu durumda, vakfın
geliri, fakirlere verilir.
Ancak, vâkıf,
bunlardan birini çıkardıktan sonra, tekrar dâhil etmek isterse, bunu yapamaz.
Bu durumda vakfın geliri diğerlerinin olur.
Çünkü, bu vâkıfın
dileme yetkisi, çıkarmak içindir; dâhil etmek için değildir. Hâvî'de de
böyledir.
Hilâl, şöyle demiştir:
Gelir, çıkarma
zamanında hazır ise, kıyâsa göre, vâkıf, onlaran, hassaten dilediğini çıkarır.
Camiü's-Sağîr'de de:
"Çıkan kimse, dâimi çıkmış olur." denilmiştir.
Bir kimse, bostanının
gelirini vasıyyet eder ve bu gelir, bu şahsın öldüğü gün meydana gelirse; bu ve
bundan sonraki gelirler, vasıyyet eden şahsa ait olur.
Hilâle göre, bu gelir,
vasıyyet eden şahsın olur, ancak, sonraki gelirler, onun olmaz. Bu kavil, diğer
bazı âlimlerimizden de nakledilmiştir. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.
Bir vâkıf: "Filan
şahsı, vakfın gelirinden çıkardım." veya "filanı, filanı
çıkardım." derse, bu da caiz olur.
Ancak, çıkardığı
"filanları" açıklamak, çıkaran şahsa aittir. Şayet, vâkıf, bunların
kim olduğunu açıklamadan ölürse; bu vakfın geliri, adam başına taksim edilir.
Bahru'r-Râık'ta da böyledir.
Bu vâkıf; "Filanı
çıkardım; hayır, belki de filanı çıkardım." derse; o şahısların ikisi de
çıkmış olurlar.
Bir vâkıf:
"Dilediğim kimseyi, vakfın gelirine dâhil etmek üzere,
vakfediyorum."derse; vakfının gelirine, sevdiği kimseleri dâhil edebilir.
Dâhil ettiği bu şahısları da, bir daha çıkaramaz.
Vâkıf, bunlardan hiç
birim dâhil etmeden ölürse; vakfın geliri öncekilerin olur.
Bir vâkıf:
"Vakfın gelirine, filan şahsı ebediyyen dâhil ettim." derse; dediği
gibi yapılır.
Vâkıf:
"Abdullah'ın çocuklarına karşı vakfediyorum; Zeyd'in çocuklarını da dâhil
etmek üzere..." derse, bu durumda, bu vakfın gelirine, Zeyd'in
çocuklarından başka, hiç kimseyi dâhil edemez.
Bu vâkıf, isterse,
Zeyd'in çocuklarının tamamını dâhil eder.
Şayet: "Dahil
etmek istemiyorum." derse; onlar hakkındaki dileme hakkı sona ermiş ve bu
vakıf —tamamen— Abdullah'ın çocuklarına ait olmuş bulunur. Hâvî'de de böyledir.
Bir kimse, ümm-ü veled
(- efendisinden çocuk: doğuran câriye) leri nâmına vakıfta bulunursa; bunlardan
nikahlamamış olduğu ümm-ü veiedler, bu vakfın gelirinden bir şey alamazlar.
Çoeuğu olmayanlara da, bir şey verilmez.
Bir vâkıf:
"Filanın çocukları nâmına vakfediyorum; ancak, yurtlarından çıkanlara
değil..." der; bunlardan bazıları da, yurtlarından çıkmış ve tekrar dönmüş
olurlarsa; bu vakfın gelirinden, bu şahıslara verilmez. Ancak,
"verilir." diye de, bir rivayet vardır.
Keza, vâkıf:
"Vakfın geliri, filan şahsın çocuklarından ilim tahsil edenlere
aittir." der ve o çocuklardan bir kısmı önce tahsil yapar, sonra bunu terk
eder ve bilâhare de tahsiline devam ederse; bu da, yukarıdaki mes'ele gibidir.
Yâni, tahsiline ara verenlere, bu vakfın gelirinden "verilir."
diyenler de vardır; "verilmez." diyenler de vardır. Vâkıât'ta da böyledir.
Hassâf, Vakfında şöyle
zikretmiştir:
Bir kimse, bir yerini,
çocukları, nesli ve torunları nâmına, sonra da fakirlere, ebediyyen vakfedilmiş
bir sadaka kılsa ve "kim hanefî mezhebinden çıkıp, şâfiî mezhebine
girerse, ona vakıftan hisse yoktur." diye de şart koşsa; bu şart yerine
getirilir. Öyle yapanlar, vakfın gelirinden alamazlar.
Bunlardan bir kısmı;
diğer bazılarının, mezheb değiştirdiğini iddia eder onlar da, bunu inkâr
ederlerse, inkâr edenlerin sözü geçerlidir. İddia sahiplerinin beyyine
getirmeleri gerekir. Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse, evlâdı
nâmına vakıfta bulunur ve "kim, mutezile mezhebine geçerse, vakıftan
çıkmış olur." şartını koşarsa; bu durumda, mutezile mezhebine geçen çocuk,
vakıftan çıkmış olur.
Keza, vâkıf mutezile
mezhebinden olur ve "kim-i ehl-i sünnet mezhebine geçerse; vakıftan
çıkar." derse; dediği gibi olur.
Keza, vâkıf:
"Kim, ehl-i sünnet mezhebinden çıkarsa, vakıftan da çıkmış olur."
diye şart koşunca, haricî, râfızî veya mürted olanlar, bu vakıftan da çıkmış
olurlar. Bu hususta, kadın ve erkek müsavidir.
Bir vâkıf: "...
isbât mezhebinden çıkan, vakıftan da çıkar." diye şart koşar ve bunlardan
birisi, bu mezhepten çıkarsa, sonra tekrar dönse bile, vakfa dâhil olamaz.
Ancak, böyle yaptığı
takdirde, tekrar vakfa dahil olacağına dair şart olursa; o şahıs, vakfa dâhil
olabilir.
Keza, vâkıf,
mezheplerden birini belirterek: "Ondan çıkana vakıftan pay verilmez; o,
vakıftan da çıkmış olur." derse; bu şartına da itibar edilir.
Keza, vâkıf: "Kim
akrabalarından ayrılıp, Bağdâd'a giderse; vakıftan çıkar." derse; bunun da
şartına itibar edilir.
Ancak, bu durumda,
Bağdad'tan dönen şahsa, bu vakfın gelirinden verilir. BahrıTr-Râık'ta da
böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerim, Allah rızâsı için, —Zeyd ve Amr nâmına— vakfedilmiş bir sadakadır. Onlar
hayatta oldukları müddetçe, bu vakfın geliri onların; onlardan sonra da
fakirlerin olacak." der ve ilâveten: "Vakfın gelirinden, her sene,
öncelikle Zeyd'e, bin dirhem verilecek." derse; bu vakıf caizdir ve vâkıf
ne demişse, öyle yapılır.
Bu vâkıf: "Vakfın
geliri fazla olursa, aralarında taksim edilecektir." derse, bu şartına da
itibar edilip, dediği gibi yapılır.
Bu vakfın geliri,
sadece bin dirhem olursa, bu bin dirhem Zeyd'e verilir.
Gelir bin dirhemden az
olursa, yine bunun tamamı Zeyd'e verilir.
Zeyd ölür ve vakfın geliri
hazır olursa; Amr'e ihtiyacı kadarı verilir.
Vakfın geliri üç bin
dirhem; Amr'in yıllık iaşesi ise, bin dirhem olursa; Amr'e, bu bin dirhem
verildikten sonra, nasibi vakfın gelirnin yarısı olduğu için, beş yüz dirhem
daha verilir.
Kalan bin beş yüz dirhem
de, fakirlere dağıtılır.
Bir vâkıf: "Şu
yerim, Zeyd, Amr ve Hâlid nâmına vakfedilmiş bir sadakadır. Önce Zeyd'e verilir
ve vakfın geliri, yaşadığı müddetçe, onun olur. Sonra, yaşadığı müddetçe Amr'e
verilir. Daha sonra da, yaşadığı müddetçe Hâlid'e verilir." derse; dediği
gibi yapılır.
Bunlar, inkıraza
uğrayınca, bu vakfın geliri fakirlerin olur. Muhıyt'te de böyledir.
Siyeru'l-Uyûn'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir kimse, bir atı
"bu, on sene, Allah yolunda olacak; sonra da geri sahibine
verilecek." diye vakfetse; bu vakıf bâtıldır.
Hilâl'in hocası oîan
Yûsuf bin Hâlid: "Bu vakıf caizdir; ancak, şartı bâtıldır." demiştir.
Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimsenin, hayatta
olduğu müddetçe, atım, fi sebililİah (= Allah yolunda) vakfetmesi sahihtir.
Çünkü, bu şahıs,
"sonunda, atın, kendisinin olacağını" şart koşmamıştır.
Burada fî sebîlillah
(= Allah yolunda) demekten kasıt, o atın üzerinde savaşılmasıdır.
Bu attan, bu maksadan
dışında faydalanılmak istenirse, bu caiz olmaz.
Bu atT ücretle kiraya
verilmez. Ancak, nafakasını temin için, buna ihtiyaç hasıl olursa, o zaman
kiraya verilebilir. Vecîz'de de böyledir.
Hassâf, mu'teber olan
şartları açıklamıştır:
Bir kimse, vakfettiği
yerin kiraya verilmemesini şart koşarsa; mütevellînin onu kiraya vermesi bâtıl
olur.
Keza, vâkıf, vakfın
içindeki hurma ağaçlarını ve diğer ağaçları icara vermemeyi şart koşarsa, öyle
yapılır; yani, bunlar icara verilmez.
Keza, vâkıf, vakıf
ehlinin, bu vakıfta yenilik yapmasını şart koşarsa; bu şarta da itibar edilir.
Bu hususta niza
ederler ve bir kısmı: "Vakfın sıhhatini diliyoruz." der; karşı taraf
ise: "Hayır, siz, vakfı ibtâl ediyorsunuz." karşılığım verirse;
hâkim, bunlara bakar: Eğer, tashih edenleri haklı görürse, bu durumda, onların
vakfı yenileştirip, düzeltmelerine izin verir.
Şayet, hâkim, karşı
tarafı haklı görürse; vakfı ibtâle çalışanları, bu işten çıkarır ve onların bu
durumu üzerine şahit tutar. Bahru'r-Râık'ta da böyledir. [36]
Bir vakfa mütevelli
(= idareci, yönetici) olan şahsın fısk
ile tanınmaması, sâlih bir
kimse olması gerekir.
FethuH-Kadîr'de de böyledir.
Mütevelli olacak
kimsenin, iş yapma hususunda, nefsine veya vekiline gücü yetmeli ve bu şahıs
emîn bir kimse olmalıdır.
Mütevelli olmak
hususunda, erkek ile kadın ve kör ile gözü gören şahıslar müsavidir.
Tevbe etmiş bulunması
hâlinde, kendisine hadd-i kazf uygulanmış (= başkasına zina etti diye iftira
ettiği için, ceza görmüş) bulunan kimse de mütevelli olabilir.
Mütevellî'nin sıhhatli
olması, bulûğa erişmiş bulunması ve akıllı olması şarttır. Bahru'r-Râik'ta da
böyledir.
Vâkıf (= vakfeden
kimse), vakfın velayetini
(= idaresini,
idareciliğini) kendisinin ölümünden
sonra, çocuklarından birine bırakırsa; hâkim, bu çocuklardan
birisine, vakfın işlerini yürütmesini emreder. Bu da, vdâyet verinde olur.
Bu, istihsandır.
Keza, vâkıf, vakfın
işlerini yürütmesi için, bir çocuğu vasıyyet ederse; bu, kıyâsen bâtıldır. (=
geçersizdir) Fakat, büyüyünce, bu çocuğu mütevelli etmek caizdir.
Vakıflar
585
Şayet, vâkıf, hazırda
olmayan bir şahsı mütevellî tayin ederse; hâkim, o şahıs gelinceye kadac, başka
bir kimseyi mütevelli tayin eder. Mezkûr şahıs gelince de, vazife ona iade
ediHr. Hâvî'de de biyledir.
Mütevellî'nin hür ve
müslüman olması şart değildir. Mütevellİ'nin köle olması, hem kıyâsen, hem de
istihsânen caizdir. —Bh hususta— zimmî de, köle gibidir.
Hâkim böyle bir
mütevellî'yi görevden ayırırsa, sonradan, köle, hür; zimmî ise, müslüman olsa
bile, velayet, tekrar bunlara dönmez. Bahru'r-Râik'ta da böyledir.
Muhammed bin Fadl'dan
soruldu:
— Vakfın aslını tasarruf hususunda, vâkıfın kendisinin veya evlâdının mütevellî
olması nedir?
İmâm, ş» cevâbı verdi:
— Bu, bi'1-icma' caiz
değildir. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir kimse, bir vakıf
tesis eder ve "su şahıs idare edecektir'* taraında, hiç bir şey
belirtmezse; velayet (« mütevellîlik, yöneticilik) hakkı kendisinindir;
denilmiştir.
Bu, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un kavlidir. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, vakfı teslim etmek şart
değildir. İmâm Muhammed (R.A.)'e göre ise, bu vakfı sahih değildir. Fetva da
buna göredir. Sirâciyye'de de böyledir.
"Bir yerini
vakfedip, onu kayyıma (= idareciye) teslim ederek, elinden çıkardıktan sonra, o
kayyımdan geri almak isteyen kimse, şayet, vakfederken kendisinin, kayyımı
azledip çıkarabileceğini şart koşmuşsa, bunu yapma hakkına sahiptir. Vakfın yönetimini, bu kayyımdan geri
alabiür.
Ancak, böyle bir şart
yoksa; İmâm Muhammed (R.A.)'in kavline göre, bu gibi şeyleri yapamaz.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un kavline göre ise, vakıf —bu şart olmasa bile— böyle yapabilir.
BellTlı âlimler, İmâm
Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavline göre fetva vermişlerdir.
Fakıyh EWt'l-Leys de,
bu görüşü kabul etsaiştir.
Buhârâ'Iı âlimler ise,
İroâm Mu bu mm ed (R.A.)'in kavline göre fetva vermişlerdir.
Fetva da, buna
göredir. Muzmarât'ta da böyledir,
Bir vâkıf, vakfı için
kendisinin velayetini şart koşar; ancak kendisi güvenilir bir kimse olmazsa;
hâkim, velayeti (= idareciliği) onun elinden alır, Hidâye'de de böyledir.
Vâkıf, vakfın imârım,
imkânı olduğu nisbette, vakfın gelirinden yapma işini kendi üzerine aldığı
halde, bunu yapmazsa; hâkim, kendisini cebreder: Yaparsa ne âla... Yapmazsa;
hâkim, onun elinden, bu yetkiyi de alır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir vâkıf,, velayete
kendisini şart koşar ve hâkimin de, hükümdarın da kendisini velayetten azâd
edemiyecekleri şartını da ilâve eder; ancak,
kendisi, vakıf hakkında, itimada
şayan bir kimse olmazsa; koyduğu bu şart geçersizdir.
Hâkim, bu şahsı azledip,
yerine, başka bir kimseyi mütevelli tayin eder. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Vâkıfın,
mütevellîlikten azlettiği kimse, vakıf hakkında hayırlı bir kimse ise, hâkim,
onu tekrar o vakfın mütevellîliğine tayin edebilir. Fü-sûlü'Mmâdiyye'de de
böyledir.
Bir vâkıf: "Filân
şahıs mütevellidir. Benim, onu çıkarma hakkım yoktur." diye şart koşarsa;
o şahsın mütevelli olması caiz; ancak, "onu görevden çıkarmaktan, kendisini
men etme" şartı
bâtıldır. (-geçersizdir.)
Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.
Bir vâkıfın, bir
şahsı, kendi sağlığında da, ölümünden sonra da mütevelli kılması caizdir.
Bu mütevelli, vâkıf
hayatta iken, onun vekili, ölünce de vasıysi olur.
Vâkıf, bir şahsa:
"Seni, şu vakfa mütevelli kıldım." derse; bu şahıs, vâkıf hayatta
iken mütevelli olur. Vefatından sonra olmaz.
Şayet vâkıf:
"Seni, şu sadakaya sağlığım da ve ölümümden sonra, vekil ettim."
derse; bu caiz olur.
Bu şahıs da,
vakfedenin, sağlığında vekili, öldükten sonra da, vasıysi olur. Zehıyre'de de
böyledir.
Vâkıf, kendi ölümüne
kadar, kayyım tâyin etmez ve bir şahsa, vakıfları ve mallan hakkında vasi
olmasını vasıyyet ettikten sonra, bunu başka birine daha vasıyyet ederse; bu
ikinci şahıs, vasî olur; kayyım etmemişse, kayyım olamaz.
Bu durumda, hakim, bu
ikinci şahsı kayyım tâyin ederse, vâkıf, onu kayyımlıktan çıkaramaz; Fetâvâyi
Attâbiyye'de de böyledir.
Bu vâkıf, bu
şahıslardan, hassaten birine vakıf işlerine bakmasını vasıyyet ederse, bu
şahıs, vakfın bütün işlerinde vasi olur.
Bu, zâhiru'r-rivâyede,
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavlidir.
Sahih olan da budur.
Gıyâsiyye'de de böyledir.
Buna göre, bir kimse,
vakıf işlerim bir şahsa, çocuklaıını da başka bir şahsa; veya bir vakfını bîr
şahsa; başka bir vakfını da başka bir şahsa vasıyyet etse; bu iki vasî iki vakıf hakkında da vasî olmuş
olur. Zehıyre'de de böyledir.
Hilâl, İmâm
Muhammed (R.A.)'in şöyle
buyurduğunu nakletmiştir:
Bir yerini vakfedip,
bir şahsı, kendi sağlığında ve ölümünden sonra ona mütevelli eden şahıs, ölümü
yaklaşınca da, bir şahsa vasıyyet ederse; bu vasî, vakıf işlerinde, diğerine
ortak olur. Sanki, vâkıf, vakıf işlerini ikisine havale etmiş ve ikisini
mütevelli tayin etmiş gibi olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, iki yerini
vakfeder ve bunların her birine bir mütevelli tayin ederse; bu mütevelliler,
birbirlerinin işlerine ortak olamazlar.
Ancak, vâkıf, vakfının
velayetini bir şahsa verdikten sonra, başka bir şahsı da, vasî tâyin ederse, bu
vasî, vakıf işlerinde, mütevelliye ortak olur.
Ancak, bu vâkıf:
"Şu yerimi, şu, şu yerlere vakfettim; velayetini de filana verdim. Filan
şahsı da, terekeme vasî kıldım." derse; bu durumda, her birilerinin işi
ayrı olur. Bahru'r-Râık'ta da böyledir.
Bir vâkıf:
"Ölümümden sonra filan şahsı, sonra filanı, ondan sonra da filanı mütevelli
kılıyorum." dese, bu şart da,
caiz olur. Serahsî'nin Muhiyti'nde de böyledir.
Vâkıf: "...filana vasıyyet etmiştim; bütün
vasıyyetimden döndüm." derse; vakfa tayin ettiği mütevellinin
mütevellîliği de sona ermiş olur.
Vâkıf, iki kişiyi
mütevelli tayin etse veya vasiyi de mütevelli kılsa, bunlardan hiç biri, tek
başına vakfın gelirini satamaz.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre ise, bunlardan birinin satması da uygun olur.
Şayet, birinin
satmasına diğeri izin verirse veya bu hususta, birbirlerine izin vermiş
olurlarsa, bu durumlarda, tek başlarına da satabilirler. HâvîMe de böyledir.
Bir vâkıfın, vakfı
hakkında, bir kişiyi vasî tayin etmesi ve ona "Başkasını vasî yapmamasını
şart koşması da caiz olur. Zâhîriyye'de de böyledir.
İki vasiden biri, bir
topluluğa: "Tasarrufta onu —diğer vasiyi— yalnız bırakmayınız." der
ve ölürse; bu vakfın geliri, ikiye bölünür:. Yarısı, ölen vasinin yerine, o
topluluk tarafından dağıtılır. Hâvî'de de böyledir.
Vâkıf, vakfının
velayetini (= idaresini) iki kişiye verdikten sonra, bunlardan biri, vakıf
işini diğerine vasıyyet eder ve ölürse; bu va$*yyeti caizdir.
Bu durumda, kalan tek
kişi, o vakfın bütün işlerini yürütür. Frtâ-vâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Vâkıf, vakfa, iki
kişiyi vasî tayin eder; ancak, bunlardan birisi, bu görevi kabul etmezse;
hâkim, bu şahsın yerine, başka bir şahıs tayin eder. Zahîriyye'de de böyledir.
Bu vâkıf, bir kişi ile
bir de küçük çocuğu vasî tayin ederse; hâkim, küçük çocuğun yerine, bir başka
şahsı nasb (= tayin) eder. Hâyf de de böyledir.
Vâkıf, çocuğu
yetişinceye kadar, vakfrna bir mütevelli tayin ederse; çocuk yetişince, bu
mütevellinin o çocuğun işine karışması caiz olmaz. Bu durumda, görev ve yetki,
o çocuğa aittir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ise: "... bu caiz olur." buyurmuştur.
Bir kimse, başka bir şahsa:
"Filan malımla bir yer satın al ve onu, filan yer namına vakfet." der
ve bu vasıyyetine şâhid tutarsa, caiz olur. Ve, vâkıfta muhatabı olan şahıs,
mütevelli olur. Bu şahıs, başkasına da vasıyyette bulunabilir.
Bir kimse, vakfına bir
şahıs nasbettikten sonra yeni bir vakıf daha tesis eder ve ona mütevelli tayin
etmezse; birinci vakfın mütevellisi, bu ikinci vakfa da mütevelli olmaz.
Ancak, vâkıf, o şahsa:
"Sen, benim vasîmsin.'* demişse; bu durumda, o şahıs, ikinci vakfa da
mütevelli elur. Bahru'r-Râık'ta da böyledir.
Vâkıf, vakfının velayetinin kendi çocuklarına
verilmesini ve onlardan enefdâlinin mütevelli olmasını şart kojsa; bu
durumda,en efdâl olan çocuğu mütevelli olur.
Şayet, bu çocuğu fâsık
çıkarsa; onu takip eden, en efdâl çocuk mütevelli olur.
Bu durumda, önceki
mütevelli, fâsıkhğı bırakıp, âdil, sâlih bir kişi olursa, vakfın velayeti
tekrar ona verilir. Ser ansı'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Vâkıf: "Bu vakfın
velisi, çocuklarımın en büyüğü olacaktır." der; en büyük çocuğu ise, bunu
kabul etmezse, istihsânda, velayet, onu takip eden çocuğa verilir.
Çünkü, bu hususta,
kabul etmemek, ölmek menzilindedir. Muhıyt'te de böyledir.
Vâkıf, vakfının
velayetini, en efdâl çocuğuna verir; çocukları da fazilet yönünden müsâvî
olurlarsa; bu durumda, bu gocuklardan yaşça en büyük olan, mütevelli olur.
Bunun erkek veya kadın
olması da müsavidir.
Şayet, bu vâkıfın
çocuklarından hiç birinde ehliyet yoksa, hakim, bir yabancıyı, bu çocuklardan
birisi ehliyet sahibi oluncaya kadar, mütevelli tayin eder.
Vâkıf, biri erkek,
diğeri kadın olan iki çocuğunun vakfa velî olmasını şart koşarsa; bunlar sâlih
kişiler olmaları hâlinde, velayete ortak olurlar. Bahru'r-Râik'ta da böyledir.
Hâkim, vâkıfın
çocukları arasından en faziletli olanını, vakfın velayetine tâyin ettikten
sonra, vâkıfın diğer çocuklarından birisi, faziletçe, onu geçerse, velayet ona
verilir.
Şayet, bunlar sahih
yönünden müsâvî olurlarsa, vakıf işini daha iyi büen hangisi ise, o tercih
edilir.
Şayet, birinm verâsı
(= haramdan sakınması) diğerinin de vakıf işleri ile ilgili bilgisi daha çoksa
hıyaneti olmadıkça, bilgisi çok olan tercih edilir. Zehıyre'de de böyledir.
Ancak, vâkıf:
"Filan gelirse, velayet onundur." der ve dediği şahıs gelirse, bu
vakfın velayeti, o şahsa intikâl eder. Hâl-i hazırdaki mütevellinin velayeti
sona erer.
Bu, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'nun ve Hilâl'in kavlidir. S«rahsî'ıtm Muhıytı'nde de böyledir.
Vâkıf: "Abdullah,
Basra'da durdukça velayet onundur" derse, bu şart uygulanır.
Vâkıf:
"Evlenmediği müddetçe, velayet kanmındır." der ve bu kadın kocaya
giderse; velayet hakkı olmaz.
Vâkıf: "Velayet
Abdullah'ındır. Ondan sonra da, Zeyd'indir." dediği halde; Abdullah,
vakfın idaresini başka bir şahsa vasıyyet ederek ölürse; bu durumda yine
velayet hakkı Zeyd'e ait olur. Hâvî'de de böyledir.
Vakfeden şahıs hayatta
iken, mütevelli ölürse, başka bir kayyım (= mütevelli, idareci) tayin etme
hakkı, bu vâkıfa aittir; hâkime ait değildir.
Vakfeden şahıs ölmüş
olursa, bu hususta, mevcud müteveHînm vasıyyett muteberdir.
Bu mütevelli de bir
vasıyyette bulunmazsa, bu durumda, h-âfcimin görüşü ile amel edilir. Fetâvâyi
Suğrâ'da da böyledir.
Asil'da şöyle
zikredilmiştir:
Vâkıfın ehl-i beyti
mevcud iken, hâkim, bir yabancıyı kayyım tâyin edemez.
Ancak, bunlardan
ehliyetli bir kimse bulunmazsa, bu durumda, hâkim, başkasını kayyum tayin eder.
Sonra da, bunlardan ehil bir kişi bulursa, kayyımlığı ona havale eder. Vecîz'de
de böyledir.
Hâvî'de, Ensâri şöyle
zikretmiştir:
— Vâkıfın vasîsî, mütevelliyi, fesadcı olması
sebebi ile, bu görevinden çıkardıktan sonra, bu mütevelli yeniden salih bir
kimse olursa, tekrar bu şahsa velayet verilir mi?
Ensâri şu cevabı
vermiş:
— Evet verilir. Ancak, bunun için, vâkıfın
akraba ve komşuları arasında, buna ehil bir kimsenin bulunmaması gerekir.
Ancak, İki kişiden
biri maaşlı, diğeri de maaşsız olarak mütevellîlik yapmak isterse; durum hâkime
havale edilir.
Hâkim bakar: Bunlardan
hangisi,-, vakıf işine daha uygun ve tasadduk hususunda daha sâlih ise,
mtitevellîliğe onu tayin eder. Tata-rhâniyye'de de böyledir.
Camimde zikredildiğine
göre:
— Vâkıf, kendi
evlâdının ve evlâdının evlâdının mütevelli olmasını şart koştuğu halde, hâkim,
—hıyaneti olmayan— başka bir kimseyi mütevelli yapabilir mi? Hâkim böyle yapsa
bile, bu şahıs mütevelli olabilir, mi?
suâline, Şeyhu'l-tslâm Bürhânü'd-dîn, fetvalarında, şu
cevâbı vermiştir.
— Hayır, yapamaz.
Nehru'l-Fâık'ta da böyledir.
Hâkim ölür veya
azledilirse, onun tâyin ettiği — mütevelli— hâli üzere kalır. Gunye'de de
böyledir.
Mütevelli olan
şahıs, —kendisine vasıyyet
olunduğu gibi— vasıyyet ederek,
bir başka şahsı, kendi yerine mütevelli yapabilir.
Ancak, böyle
yapabilmsi için, vâkıfın, bu hakkı kendisine vermiş olması gerekir.
Mütevelli böyle bir
yetki almamışsa, bu iş, hâkime havale edilir.
Vâkıf, mütevelliye,
—hizmetine karşılık olarak— bir ücret tayin etmişse; mütevelli olan herkes, bu
ücreti alabilir. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Mütevellinin, kendi
sağlığında sıhhatli iken, yerine bir başkasını ayin etmesi caiz olmaz.
Ancak, mütevellinin,
—ta'mim (= umîmileştirme) yolu ile, —işini başkasına havale etmesi caiz olur.
Muhıyt'te de böyledir.
Vakıf, bilinen ve
sayıları belli kimseler namına yapılmışsa, bu şahıslar, hâkimin emri olmadan,
bu vakfa bir mütevelli tayin edebilirler.
Ancak, bu hususta, pek
çok görüş vardır:
Sadru'ş-Şehîd
Husâmü'd-dîn: "Muhtar olan, bu şahısların, mütevelli tayin etmemeleridir.
Bunların, mütevelli tayin etmeleri, sahih olmaz." demiştir.
Şeyhu'l-İslâm
Ebû'l-Hasan ise: "Bizim şeyhlerimiz, onların tayin ettiği mütevelli,
—hâkim buna izin verirse— mütevelli olur; dediler." demiştir.
Müteahhirîn ise, hâkim
durumu bilmese bile, bu şahısların mütevelli tayin edebileceklerinde ittifak
etmişlerdir.
el-Abd de:
"Zamanımızda, fesâd çıkması ihtimâlinden dolayı, mü-teahhirîn'in fetvası
ile amel etmek gerekir." demiştir. Gıyâsiyye'de de böyledir.
Bir yeri, bir mescide
vakfetmek sahih olur.
Böyle bir vakfın
kayyımı ölürse, mescid ehli (= cemaat) toplanıp, —hâkimin emri olmadan— bir
mütevelli nasbederler.
Bu mütevelli, mescidin
tamiri ile uğraşır ve bunun için, vakfın gelirinden harcama yapar.
Ancak, bu şekildeki
bir mütevellîliğin sahih olup olmayacağı hususunda, âlimlerimiz arasında
ihtilâf vardır.
Esahh olan görüş ise,
bunun "sahih olmadığı" kavlidir.
Bu vakfın
mütevellisini hâkim tâyin eder.
Ancak, mescidin
cemâatinin seçmiş bulunduğu mütevellinin, ta'mir için harcamış bulunduğu
miktarı tazmin etmesi gerekmez.
Şayet, bu mütevelli,
vakfı kiraya vermişse, bu, kiraya tutandan geri alınır.
Çünkü, mütevellîliği,
vakfı kiraya vermişse, bu, kiraya tutandan geri alınır.
Çünkü, mütevellîliği
sahih olmadığı için, bu şahıs, vakfı gasbetmiş olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Müftâbih olan (=
kendisi ile fetva verilen kavil): Vakıfları gas-beden kimsenin onu tazmin
etmesidir. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Başka bir beldede
bulunan evlâdı nâmına vakıfta bulunan bir kimsenin vakfına, o-beldenin hâkimi,
mütevelli (= kayyım, idareci) tâyin
eder.
Hâkimin tayin ettiği
bu kayyıma, belirli bir maaş verilir. Bu kayyımın, maaşını, —vâkıfın böyle bir
şartı olmasa bile— her sene alması helâl olur. Sirâeiyye'de de böyledir.
Bir vakfın, her biri
başka başka beldenin hâkimi tarafından tâyin edilmiş bulunan, iki kayyımı
bulunsa, bunlardan her biri, diğeri bulunmadan, vakfın gejirinden harcama
yapabilir mi?
Şeyhti'1-İmâm İsmail
ez-Zfthid, bu suâle, şu cevâbı vermiştir:
— "Uygun olan, bu kayyımlardan her birinin
ayrı ayrı, harcama yapabilmeleridir.
Bu iki hakimden
birisi, diğerinin tayin ettiği kayyımı azletmek ister ve buna ihtiyaç görürse;
azledebilir; böyle bir ihtiyaç görmezse, azledemez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Şayet, bir hâkim,
vâkıfın nasbettiği kayyımı nasbetmiş olursa; diğer hâkim onu azledemez.
Fetâvâyi Sfiıd'de
şöyle zikredilmiştir:
Bir vakfın
mütevellisi, o vakıftan bir şey satsa veya rehin bıraksa, bu caiz olur mu?
— Hayır, bu caiz
olmaz; ihanet olur,
Bu mütevelli, hemen
azledilir veya yanma güvenilir bir şahıs konur. Vâkıf tarafından tayin edilen
mütevelli, kendi kendisini azledemez. Bu mütevelliyi vâkıf veya hâkim
azledebilir. Gunye'de de böyledir.
Bir kayyım, vakıftan
bir yeri kiraya verdikten sonra azledebilir ve yerine başka bir şahıs tâyin
«dilirse, bazıları: "Bu kira ücretini, azledilen kayyım alır."
demişlerse' de, esahh olan, bunu, yeni tâyin edüen kayyım» almasıdır.
Çünkö, aaiedilen
kayyım, onu, nefsi için değil, vakrf nâmına kiraya vermiştir. BaltrıTr-Râık'ta
da böyledir.
Vâkıfın, tâyin ettiği
kayyım ölürse; vâkıf, vakfına, yeni bir kayyım tâyin eder.
Vâkıf da ölmüş
bulunursa, bu kayyımı, hâkim tayin eder.
Bu durumda, efdâl
olan, bu kayyımın, mevkufun aleyhin (= kendisine vakfedilmiş bulunulan
kimsenin) evlâdından veya akrabasından tayin edilmesidir. Bunların arasında,
salih kimseler bulunduğu müddetçe, böyle yapılması efdal olur. Tebzîb'de de
böyledir.
Vakfedilen yerde,
hurma ağaçları bulunur ve kayyım bunların zayi (= helak, yok) olacağından
korkarsa; hurma fidanları alıp, diker. F«t»*âyi Kâdîhân'da da böyledir.
Vakfın evi hakkında da
hüküm böyledir. Yani, evin harap olmaması için gereken şeyler, vakfın
gelirinden alınır. Zehıyre'de de böyledir.
Vakfedilen yerin bir
kısmında bir şey bitmez ve buradan mahsûl alabilmek için ıslâh edilmesi
gerekirse, kayyım, vakfın geliri ile, o bölümü işe yarar hâle getirir.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir vakfın tamiri, o
vakfın geliri ile yapılır. Ancak, bunun için, buranın, bir başkası tarafından
harap edilmiş olmaması gerekir.
Velvâliciyye'de şöyle
mezkûrdur:
Vakfın evlerinden
birini kiraya tutan şahıs, vakfın hayvanların bağlandığı çardağım yıkarsa onu
tazmin eder; yeniden yapar. Bahnı'r-Râik'ta da böyledir.
Vakfın bekçisi, işçisi
çok olur ve bunların oturmaları için ev yapılmasına ihtiyaç hasıl olursa;
kayyım, bu durumda —vakfa— ev yaptırabilir.
Fakirler namına
vakfedilmiş han ve saire gibi bir vakıfta, kapısını açıp kapamak ve diğer
işlerini yapmak için, hizmetçi lâzım olursa; mütevellinin, bu hizmetçiye,
ikâmet etmesi için, vakfın evlerinden birini vermesi caiz olur. Zehıyre'de de
böyledir.
Vakfın yeri, şehre
bitişik olur, insanlar bu vakfın evlerini kiraya tutmaya rağbet eder ve böylece
de evlerin geliri, bu yerde yapılan zirâatten ve hurfnacıhktan fazla olursa;
kayyım, bu yere ev yaparak, kiraya verir.
Fakat, vakıf yer,
şehrin evlerine uzak bir yerde-bulunursa; yukarıdakinin hilâfına mütevelli bu
yere ev yapıp kiraya veremez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Meşrutun leh (= Vakfın
getirinin kendisine verilmesi şart koşulduğu kimse) bir —şahıs değil de,
bir—topluluk olur ve bunlardan bazıları, mütevellinin, bu vakfı, geliri ile
ıslâh etmesine razı olduğu halde, diğer bazıları buna razı olmazsa; mütevelli,
razı olanların hisseleri ile, onlara ait yeri tamir ettirir. Razı olmayanların
yerlerini ise, —onlar razı olana kadar— olduğu gibi bırakır.
Hızânetü't-Müftin'de de Hâvî'de de böyledir.
Ebû'I-Leys,
Fetvâlan'nda şöyle demiştir:
Bir kimse, fakirler
nâmına vakfedilmiş bulunan dükkanların yanına, bunların kayyımının izni
olmadan bir bina yaparsa; bunun İçin kayyıma —razı olması için— müracaat
edilmez; duruma bakılır: Eğer, yapılan bu şeyi, eski binaya zarar vermeden
kaldırmak mümkün olursa, hemen kaldırılır.
Şayet, bu mümkün olmazsa
içindeki mal kurtulana kadar beklenir ve bundan sonra, o yeni yapılan bina
kaldırılır.
Bu binanın sahibi buna
razı olmazsa, vaşî ile sulh cihetine gidilir.
Bu durumda,yapılan
yeni binanın, bedeli ödenerek, satın alınması caiz olur.
Ancak, bu durumda da,
yapılan bina ile yıkılan binanın kıymetine bakılır. Bedel olarak, bundan fazla
vermek caiz olmaz. Muhıyi'te de böyledir.
Bir kimsenin,
bir evini, bir
şahsa "... hayatta
olduğu müddetçe..."
veya "...on sene..." veya
daha fazla bir
müddet "...oturmak üzere..." vakfetse, bu vakıf caiz olur.
Meşrutun leh (=
kendisine vakfedilen şahıs), bu evi kiraya veremez. Ancak, kendisi, ailesi ve
çocukları oturabilirler.
Ancak, bu ev, bir
topluluk nâmına vakfedilmiş olur ve bunlardan bir kısmı oturmak, diğer bir
kısmı da kiraya vermek isterse; hâkim, onlara, evi tanzim edip, hazırlamalarını
emreder. Bu durumda, bu toplumdan oturmak isteyenler oturur; kiraya vermek
isteyenler de kiraya verir. Hâvî'de de böyleiir.
Vâkıfın, vakfının
gailesini (= gelirini) kendisine şart
koşmuş olması hususunda, mütekaddimînden bir rivayet yoktur.
Müteahhirîn ise, bu
hususta ihtilâfa düşmüştür. Bu durumda, ihtiyata uygun olan davranış, bu vakfın
mütevellisinin, onu kiraya verip, gelirini alarak, vakfeden şahsa ödemesidir.
Seran sı'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Evini, bir topluma
vakfeden şahıs: "Onun gelirini alsınlar." derse; o şahıslar, bu evde
oturamazlar. Şart ne ise, ona uyulur. Hâvî'de de böyledir.
Bir kayyım,
medresenin tamiri için harcanması
gereken vakıf gelirinden, gereğinden fazla alarak, —muhtaç bile olsalar—
âlimlere, harcayamaz. Gunye'de de böyledir.
Bir vakfın geliri,
kayyımının elinde toplandığı zaman, bu vakıf ıslâha (= tamire) muhtaç bir
durumda bulunur ve bu sırada, vakfın maksadına uygun, bir de hayır işi zuhur
eder ve kayyım da, vakfın gelirini vakfın tamirine harcanması halinde, hayrın
fevt olmasından kor-karsa; bu durumda bakar: Eğer,
bu vakfın tamirinin, ikinci gelir
zamanına kadar, tehir edilmesi hâlinde, yılkılma, harap olma, zarar görme
korkusu yoksa bu geliri, hayır cihetine sarfeder.
Fakat, tamirinin
te'hiri, bu vakfa zarar verecekse; bu durumda, bu gelir, vakfın tamirine
harcanır. Bundan fazla'bir şey artarsa, bu artan kısım da, hayır cihetine
harcanır.
Burada, hayır
cihetinden maksad, fakirlere tasadduk; müslüman esirleri kurtarmak ve gazilere
yardım etmek gibi şeylerdir.
Bu vakfın gelirinin
mescid, karakol tamiri veya benzeri şeylere sar-fedilmesi caiz olmaz. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Bu vakfın kayyımı,
tamirat için zaruret olduğu halde, geliri, hak sahiplerine sarfederse, bu
durumda, bu miktarı tazmin etmesi gerekir.
Bu şekilde tazminat
gerekince de, bu kayyım, kendilerine sarf etmiş bulunduğu hak sahiplerine de
müracaat edemez.
Bu kıyâsen böyledir.
Meselâ: Bir kimsenin
oğluna, emaneten bir şey bırakılır, o şahıs da bunu, —emânet bırakan şahsın
veya hâkimin izni olmadan— baba ve anasına harcarsa; bu durumda, bu şahıs, ana
ve babasına müracaat etmeden, —harcadığı bu şeyi, kendisi— tazmin eder. Bahru'r-Râık'ta
da böyledir.
Vakfedilmiş bulunan
bir dükkan, bir şahsın dükkanının üzerine meyledip eğilir, üçüncü bir dükkan
da, bu ikinci dükkanın üzerine eğilir ve muattal olur (= kullanılamaz hâle
gelir); kayyım ise, bu dükkanı ta'mir etmekten kaçınırsa, âlimler: "Bu
vakfın, o dükkanı ta'mir edecek kadar geliri bulunması halinde, diğer iki
dükkanın sahibi, bu miktarı kayyımdan alıp, duvarları tamir ve vakfı ıslâh
ederler; vakfın, bu tamiri yaptirabiliecek kadar geliri yoksa, bu durumda, o
iki dükkan sahipleri, mes'eleyi hâkime çıkarırlar; hâkim de bu kayyıma,
"borç alıp, dükkanı tamir
etmesini"
emreder." demişlerdir. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Mütevelli tarafından
bir vakfın arasına yapılan bina, o vakfa ait olur.
Bu hüküm, bu
mütevellinin, o binayı vakfın malı ile; veya kendisinin malı ile, ancak vakıf
niyyeti güderek; yahut hiç bir niyyeti olmadan yapması hâlinde böyledir.
Ancak, bu vâkıf, o
binayı kendisi için yaptırmış ve bu niyetle yaptırdığına şahid de tutmuş
bulunursa; bu durumda, bu bina kendisinin olur. Ancak, bu durumda da, vakfa ait
olan şey, vakfın olur.
Yabancı bir kimse, bir
vakfın arsasına, hiç bir niyyeti bulunmadan, bir bina yaparsa, bu bina yapan
şahsın olur.
Keza, bir yabancı,
vakıf bir arsaya, ağaç dikerse, bu ağaç da, diken şahsın olur. Gunye'de de
böyledir.
Bir mütevelli, vakfa
ait dirhemleri, kendi ihtiyacına sarfettikten sonra, aynı miktarda, —kendi—
dirhemlerini, vakfın tamiri için harcamış olsa, tazminattan kurtulur.
Bir vakfın
mütevellisi, bu vakfa ait bir hurma kütüğünü, —vakfın gelirinden sayılmamasını
temin etmek maksadı ile— vakfın evine koysa, (bu evde kullansa), bu caiz olur.
Bir mütevelli,«—şart
koşulmuşsa— vakfın malından o vakfa harcayabilir. Sirâciyye'de de böyledir.
Vakfın sahibi veya
kayyım, müste'cire( = kira ile tutan şahsa): "îzin veriyorum; tamir
yap." der; o da tamir ederse, tamir parasını, izin veren şahıstan alır.
Bu, mal sahibinin
menfâatinin bulunması halindedir. "Müste'cir, su dökmek için, çukur kazar
veya ekmek pişirmek için tennûr (= fırın, tandır) gibi bir şey yaparsa;.
bunların şart olmaması hâlinde, vakıf sahibine veya kayyıma müracaat ederek bir
şey alamaz. Gunye'de de böyledir.
Yetîme'de
zikredildiğine göre, Ebû'l-Fadl'dan sorulmuş:
— Bir vakfın gelirinin
dörtte biri, tamirine; dörtte üçü de fakirlere meşrut kılınmış olduğu halde, o
sene tamir işi olmasa, kayyım, bu dörtte biri, dinin menfaati için, din
adamlarına sarfedebilir mi?
îmâm:
— Hayır cevabını
vermiştir.
Aynı sual, Ebû Hamide
sorulmuş; o da, aynı cevabı vermiştir. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir kimse, bir yerini,
fakir akrabaları ve köyünün fakirleri sonra da diğer fakirler nâmına vakfetse,
bu vakıf caiz olur.
Şayet, bu vakfın
kayyımı, mevkufun aleyhlerden (= kendisine vakfedilmiş bulunan şahıslardan)
bir kısmını üstün tutmak isterse, bunun için bir kaç yol vardır:
Eğer, bu vakıf,
vâkıfın akrabasının fakirleri ve köyünün fakirleri nâmına yapılmış ise, bu
durumda, kendileri namına vakıfta bulunulmuş bu kimseler:
1) Sayılıp
tesbit edilmemiş,
2) Sayılmış
ve tesbit edilmiş,
3) Bir fırka
sayılmış, diğer fırka ise sayılmamış olabilir.
Bu durumların her
birinde ayrı ayrı tatbikatta bulunmak mümkündür.
1)
Sayılmamaları hâlinde: Kayyım, vakfın gelirini ikiye böler. Bir hissesini,
vâkıfın akrabasının fakirlerine, diğer hissesini de, köyünün fakirlerine
ayırır.
Bunları, o fakirlere
verirken de, kimine noksan, kimine fazla verebilir.
Çünkü, onun niyyeti
sadakadır. Sadakada ise, hüküm böyledir.
2) Sayilmları
hâlinde: Mütevelli, bu durumda, vakfın gelirini, bu fakirlerin sayılarına göre
taksim eder.
Bu durumda, bir
kısmına az, bir kısmına çok veremez. Çünkü, onun kasdı vasıyyettir. Vasıyyette
ise, hüküm böyledir.
3) Fırkanın
birinin sayılması, diğerinin ise sayılmaması hâlinde: Mütevelli, bu durumda da,
vakfın gelirini ikiye böler. Önce,
sayılan fırkanın hissesini,sayılarına göre,aralarında eşit olarak taksim eder.
Sayılmayanların
hissesini ise, onlara verirken, dilediğine fazla, dilediğine ise, noksan
verebilir.
Bu durum, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göredir.
İmâm Muhammed (R.A.)'e
göre ise, böyle yapılabilmesi için, bir kolaylık yoktur. Veciz'de de böyledir.
Bir kimse, beldesinin
fakirleri nâmına vakıfta bulunursa; bunların sayılmamaları halinde, mütevelli,
bu vakfın gelirini, istediğine istediği kadar vererek dağıtır.
Ancak, bunlar
sayılıyorlarsa, adedlerine göre ve kadın erkek farkı gözetmeden, eşit olarak
dağıtır.
Vâkıf, bu şahıslardan
birisinin hissesini kendi nefsine sarfetmiş olursa, isterse, onu tazmin eder.
Şayet, bu fakirlerden
her birinin ihtiyaçlarının karşılanması şart koşulmuşsa; yeme, içme, giyim ve
mesken ihtiyaçları, mümkün olduğu kadar karşılanır.
Bu vakıf, senede bir
gelir getiriyorsa, fakirlerin ihtiyaçları seneden seneye; ayda bir gelir
getiriyorsa, aydan aya karşılanır. Felâvâyi Itâ-biyye'de de böyledir.
Bir kayyım, harap olan
vakıf arazisinin bir kısmını, geri kalan kısmını imâr etmek maksadı ile satmak
istese, bunu yapma hakkına sahip olamaz.
Keza, bir kayyımın
vakıf bir binayı yıkılacak diye veya bir hurma ağacını satılacak diye satması
hâlinde, bu satış bâtıl (= geçersiz) olur.
Şayet, satın alan
şahıs, bu binayı yıkar veya bu hurma ağacını sök«rse; hâkimin, bu kayyımı
görevinden çıkarması uygun olur. Çünkü, bu kayyım, hainlik etmiş olmaktadır.
Bu durumda, hâkim, bu
şeyin bedelini, dilerse, bu kayyıma; dilerse, satın alan şahsa ödetir.
Şayet, bu şeyin
bedelini, satın alan şahıs öderse, bu satış geçerli; kayyım öderse, bu satış
geçersizdir. Zehıyre'de de böyledir.
Bir vakfın kayyımı,
vâkıfın vârislerinden veya her hangi bir
zâlimden korkarsa; bu vakfı satıp, bedelini tasadduk eder.
Fetvada ise: "Bu
kayyımın, bu vakfı satması caiz değildir." denilmiştir. Sirâciyye'de de
böyledir.
Vakfın ağaçları meyve
ağacı olur ve üzerlerinde de meyve bulunursa; bu meyveleri toplamadan,
ağaçları satmak caiz olmaz.
Meyve yoksa, bu
ağaçlan satmak caiz olur. Muzmerât'ta da böyledir.
Gölgesi altında
bulunan mahsûle zarar vermiyen vakıf ağaçları satmak caiz olmaz.
Vakıf ağaçlar, gölgesi
altındaki mahsûle zarar veriyorsa, duruma bakılır: Eğer ağacın meyvesi,
altındaki mahsûlden daha kıymetli ise yine satılmaz ve sökülmez. Durum, bunun
aksine ise, bu ağaçlar satılır.
Vakıf ağaçlar, meyve
vermeyen cinsten olur ve gölgesi.ile de, altındaki mahsûle zarar verirse; yine
satılır ve sökülür.
Ancak, bu ağaçlar,
altındaki mahsûle zarar vermiyorsa, satılmaz ve sökülmez.
Bu ağaçlar, çınar,
söğüt ve benzeri ağaçlardan iseler, bunları satmak caizdir.
Çünkü, bunlar, vakfın
geliri yerindedirler. Ve bu ağaçlar, kesilince tekrar büyüyen ağaçlardır. Bu
bakımdan meyve gibidirler.
Dut ağacının yaprağım
satmak da caizdir. Ancak, müşteri, bunu dibinden koparmak isterse; ona mâni
olunur.
Mütevellinin, satın
alan şahsın bu hâline mâni olmaması ihanet olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de
böyledir.
Bir kayyım, vakıf
evine harcamak veya vakfı imâr etmek için, ceviz ağacını satamaz.
Ancak, evi kiraya
verir ve cevizden elde edilecek gelirin yardımı ile, bu evi tamir ettirir.
Sirâciyye'de de böyledir.
Bir mescidin —
kerkisini alma— satma hakkı verilmiş bulunan mütevellisi, o mescidin malı ile,
bir ev veya dükkan satın alıp, bilâhare de bunu satsa, bu caiz olur.
Bu mes'ele üzerine
bina edilen, başka bir mes'ele:
Bir mescidin
mütevellisi, o mescidin geliri ile bir ev veya dükkan satın alsa, bu şey,
mescid nâmına vakfedilmiş bulunan yerlerin arasına girer mi? Yani, satın alınan
bu yer, vakıf olur mu?
Âlimler, bu hususta
ihtilaf etmişlerdir.
Sadru'ş-Şehîd:
"Muhtar olan, satın alınan bu yer, vakfedilmiş bulunan şeylerin arasına
girmez. Fakat, burası da, mescid için bir gelir kaynağı olur." demiştir.
Muzmarât'ta da böyledir.
Vakfın geliri ile
elbise alıp, fakirlere veren bir kayyım, bunun bedelini tazmin eder.
Bahru'r-Râık'ta da böyledir.
Bir kimse tarafından
fakirler nâmına vakfedilmiş bulunan evlerin kayyımı, evleri kiraya verip,
geliri ile tâmirata başlasa, bu kayyım, o evlerin birinde, ücretsiz olarak
oturamaz. Muhıyt'te de böyledir.
Câmiu'l-Cevâmî'de
şöyle zikredilmiştir:
Bu kayyım, o vakfın
evi yıkılıp, ikinci defa yapıldıktan sonra, orada oturma hakkına sahip olur.
Ancak, bunun için de, önceki evin, eser kalmıyacakbir şekilde yıkılmış olması
gerekir. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir kayyım,
vakfı kiraya verdikten
sonra ölürse, bu
kira sözleşmesi bâtıl (— geçersiz) olmaz.
Nitekim, burayı vâkıf
kiraya verse ve ölse idi, yine bu icâre bâtıl olmazdı.
Bu hususta, kıyâs ve
istihsân vardır:
Kıyâsa göre, bu icâre
bâtıl olur, Ebû Bekir el-İskâf bu kavli almıştır.
İstihsâna göre ise, bu
icâre bâtıl olmaz. Zehıyre'de de böyledir.
Muhammed bin Fadl,
Fetvalarında, şöyle demiştir:
Bir mütevelli, vakıf
araziyi kiraya verdikten'sonra, hem bu müte-vellî, hem de kiraya tutan şahıs
ölürse; mahsul, bu araziye tohum eken müste'cirin vârislerinin olur.
Vakfın bu geliri,
vakfın ıslâhı için harcanır; kendisine vakfedilmiş bulunan kimselere varılmaz.
Hâvî'de de böyledir.
Keza, kira müddeti
bitmeden, kendisine vakfedilmiş bulunan şahıslardan bir kısmı ölürse bu vakfın
icarı, sağ olanların kendilerine, ölmüş bulunanların ise, varislerine verilir.
Keza, bu ölenlerden
sonra, başkaları da ölürse, durum yine böyledir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
İcar önceden alınıp,
vakfa dâhil olanlara verildikten sonra, bu şahıslardan birisi
ölürse, kıyâsa göre, onun
hissesi fâsid olur.
( = bozulur)
Bu şahsın hissesinin,
yaşadığı güne tekabül eden kada/ verilir.
İstihsanda ise, bu
şahsın hissesi bulunmaz.
Keza, ücretin önce
alınması şart koşulmuş olsa bile, fcüftüm yine böyledir. Zahirîyye'de de böyledir.
Bir vakfın evi,
seneliği yüz dirheme kiraya verilir ve bu vakfın, mevkufun lehleri (— kendisine
vakıfta bulunulmuş olan şahıslar) da üç kişi olurlar ve bunlardan birisi, dört
ay geçtikten sonra, diğeri de, senenin sekiz ay geçtikten sonra ölür ve üçüncü
şahsı kalırsa; bu durumda, senenin ilk üçte birinin kirası, ölen iki şahısla,
kalan şahıs arasında taksim edilir. Ölenlerin hisseleri vârislerine verilir.
Yılın ikinci üçte
birinin kirası ise, sekiz ay sonra Ölen şahısla, halattaki şahıs arasında, yarı
yarıya taksim edilir.
Yılın üçüncü üçte
birinin kirası ise, tamamen, hayatta olan şahsa verilir. Mes'ele on sekizden
çıkar. (Yani, bu problemi çözmek için, bir yıllık kira, on sekiz b.irim telakki
edilir.) Muhıyt'te de böyledir.
Camiu'I-Fetâvâ'da
şöyle zikredilmiştir:
Vâkıf, bir vasî tayin
ettikten sonra öbür, o da vakfı icara verir ve bu icâre fâsid olursa;
müste'cirin ecr-i misil[37]
vermesi gerekir; kirayı,vasinin razı olacağı kadar artırması gerekmez.
Tatarhâniyye'de de böyledir.
Fakir ve miskinler
nâmına vakfedilmiş bulunan bir yerin mütevellisinin, burayı, bir seneden fazla
bir müddet için kiraya vermesi, —böyle bir şart koşulmamışsa— caiz olmaz.
Ancak, muhtar olan
kavil, bunun, üç seneye kadar caiz olmasıdır.
Bu durumda da, bunun
caiz olmamasını gerektiren bir hâl varsa, o müstesnadır. Bu ise, mekân ve zaman
ihtilafından meydana gelebilir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Kadı'I-İmâm Ebû Ali
en-Nesefî, "mütevefiînin, üç seneden fazla kiraya veremiyeceği"
hususunda fetva vermiştir.
Ancak, mütevelli, üç
seneden fazla için kiraya vermiş olsa, bu da caiz olur.
Bu, muhtar olan kavle
yakındır. Maslahat (vakıf için bir fayda, menfaat) görüldüğü zaman, öyle
yapılabilir. Gıyâsiyye'de de böyledir.
Vâkıf, bir yılıktan
daha uzun süreli kira akdi yapmamayı şart koştuğu halde, halk bir yıl süreli
icara rağbet etmiyor ve daha uzun süreyle kiraya verilmesi hoHnde, gelir daha
fazla oluyor ve fakirlerin menfâati artıyorsa; bu durumda bile, kayyım, vâkıfın
şartına muhalefet edemez.
Ancak, bu kayyım,
mes'eleyi hâkime götürür. Hâkim de, o vakfı, üç seneden daha uzun bir süre için
kiraya verir.
Vâkıf, vakıf senedine:
"Bir seneden fazla müddet için kiraya verilmez." diye yazdığı halde,
buna ilâveten: "...ancak, böyle yapmak, fakirlerin menfaatine uygunsa, o
zaman müstesnadır." diye yazarsa; bu durumda kayyım, —hâkim müracaat
etmeden— kendi başına da, bu müddeti uzatabilir. Böyle yapmakta, menfâat
görüyorsa, mes'eleyi hâkime götürmesine gerek yoktur.Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Bir vâkfı, ecr-i
mislinden az bir bedelle kiı aya vermek caiz olmaz. Serahsî'nin Muhıytı'nde de
böyledir.
Vakıf bir dükkan,
ecr-i misli ile kiraya verildikten sonra, başka bir şahıs gelip, kirayı artırma
teklifinde bulunsa, önceki kira akdi bozulmaz. Sirâciyye'de de böyledir.
Vakıf bir tarlayı,
belirli bir ücretle, üç sene süre ile kiraya vermek, —bu ücret ecr-i misilden
az olmamak şartiyle— caizdir.
Kira ücretleri
pahalansa bile, bu kira sözleşmesi feshedilmez. Mtıhıyt'te de böyledir.
Kübrâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir kimse, vakıf bir
araziyi, ecr-i' misli ile, üç seneliğine, belli bir üeretie kiralar; henüz
ikinci seneye girince de, halkın rağbetinden doiayı kiralar artarsa; mütevelli,
bu kira akdini bozamaz. Muzmarât'ta da böyledir.
Bir şahsın, vakıf
arazisi üzerinde bir dükkanı bulunur Ve bu ş&his, bu yere ecr-i misil
vermeye razı olmazsa; ma'mur halde bulunuyorsa kirayı artırması istenir. Aksi
takdirde, bu dükkan, eski bedeli ile, müste'cirin elinde biraktlır.
Sirâciyye'de de böyledir.
Vakfedilmjş bir yer,
belirli bir müddetle, mütevelliden kiralanıp, onun izni ile üzerine bina
yapılır ve mezkûr müddet tamamlandıktan sonra, başka bir şahıs, daha fazla
ücret verir, içinde oturan kimse de bu fazlalığı vermeye razı olursa; —kiracı
olarak— onun kalması evlâ olur mu?
Cevap: Evet, olur.
Fusûl-i Imâdiyye'de de böyledir.
Hassâf'in Vakfı'nda
şöyle mezkûrdur:
Bir vâkıf, vakfettiği
yeri, uzun bir süre ile kiraya verir; ancak, bu durumda, hakim, bu kiraya verme
yüzünden, kölelerin telef olmasından korkarsa, o kira sözleşmesini bozar.
Zehıyre'de de böyledir.
Semerkand ehlinin
fetvalarında şöyle denilmiştir: Ma'mur bulunan han veya hudut karakolu kiraya
verilmez. Ancak, bunlar, tamire muhtaç bulunurlarsa, kiraya verilerek, bu
gelirle tamir ettirilirler. Muhıyt'te de böyledir.
Bir vakıf harap,
mütevellisi de, onu tamir ettirmekten âciz olursa; hâkim o vakfı kısaya verir
ve alınan ücretle, tamir ettirir.
Bu vakıf, ma'mur bir
hâle gelince,hakim yeniden o vakfı mütevelliye iade eder. Tehzîb'de de
böyledir.
Bir mütevelli, bir ameleyi,
—ecr-i misli, bir dirhem olduğu
halde,— bir dirhem ve bir dânik ücretle vakfın işlerinde çalıştırıp, ücretini
de, bu vakıftan öderse; bu mütevelli, verdiğinin tamâmım, vakfa tazmin eder.
Zahîrîyye.'de de böyledir.
Mütevellî'nin, vakfı
ariyet (= ödünç) vermesi ve içinde oturması caiz değildir. Serahsî'nin
Muhıytı'nde de böyledir.
Hilâl, şöyle
buyurmuştur:
Bir vakfın
mütevellisi, bir şahsı, bu vakfın evinde, ücretsiz oturtursa, oturan şahsa bir
şey gerekmez.
Müteahhirîn ise:
"... Bu şahıs, ecr-i misil verir." demişlerdir.
Bu ev, ister vakfın
korunması, ister gelir getirmesi maksadı ile yapılmış olsun müsavidir.
Fetva da buna göredir.
Keza, bu şahıs,
kayyımın izni olmadan oturmuş olursa, yine ecr-i misil gerekir. Muzmarât'ta da
böyledir.
Bir mütevellinin,
borçtan dolayı, vakfı rehin vermesi sahih olmaz.
Keza, bir mescidin
cemâatinin veya bunlardan birinin, o mescidin evini rehin vermesi sahih olmaz.
Bu durumlarda, rehin
alıp, o evin içinde oturan şahsın, ecr-i misil vermesi gerekir. Vereceği bu
icar da vakfın geliri olur.
Sadru'ş-Şehîd
Hüsâmü'd-Dîn: "Muhtar olan budur." buyurmuştur. Gıyâsiyye'de de
böyledir.
Bir mescidin
mütevellisi, bu mescid nâmına vakfedilmiş bir yeri satar ve satın alan şahıs
oraya oturduktan sonra, o mütevelli azledilip, başka bir şahıs mütevelli olur
ve bu yeni mütevelli, satın alan şahsı dava ederse; hâkim, önceki mütevellinin
satışını ibtâl ederek, bu binayı, ikinci mütevelliye teslim eder.
Burayı satın almış
bulunan şahsa ise, ecr-i misil verilir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kayyımın, vakıf
binasını, ecr-i mislinden noksana kiraya vermesi caiz olmaz. .
Böyle bir durumda,
müste'cirden, ecr-i misil alınır.
Fâsid icâre de,
böyledir. Müteahhirîn'in ihtiyar ettiği görüş budur: Füsûl-i Imâdiyye'de de
böyledir.
Bir kayyım, vâkıfın
emri ile vakfın bir yeirni,sahih bir icâre ile kiraya verir ve bu yeri su
basarsa, kira sakıt olur.
Şayet, kiraya tutan
şahıs, bu yeri aldığı halde bir şey ekmezse, yine kirasını öder.
İcâre fâsid olur ve
kiraya tutan oraya oturmaz veya orayı ekmezse, ona bir şey gerekmez.
Bazıları: "Bu
durumda da, o şahsın kirayı ödemesi gerekir. Ve, anlaşma yoksa, ecr-i misil
verir." demişlerdir. Hâvî'de de böyledir.
Mütevellî'nin, vakfa
ait bir yeri, bulûğa erişmiş oğluna veya babasına kiraya vermesi, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'yegöre caiz olmaz.
Ancak, mütevellinin
bunlardan aldığı kira bedeli, ecr-i misilden fazla olursa, bu durumda, onlara
kiraya vermesi caiz olur.
Keza, mütevellinin
kendisinin, bu vakıftan bir yer kiralaması, —vakıf için— hayırlı olursa sahih
olur. Aksi takdirde, sahih olmaz.
Fetva da, buna göre
verilir. Bahru'r-Râık'ta da böyledir.
İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre, bir kayyımın,- vakfın bir yerini, eşya mukabilinde kiraya
vermesi caiz olur.
Bazı âlimler ise:
"Satış ve kiraya verme işlerinde, buğday ve arpa gibi şeylerle muamele
etmek, halk arasında yaygın bir şey olduğu için, caiz olur. Fakat, elbise ve
benzeri şeyler mukabilinde —icara vermek— bi'1-icma' caiz olmaz."
demişlerdir. Gıyâsiyye'de de böyledir.
Vakfın, eşya
mukâbilince kiraya verilmesinin caiz olması durumunda, kayyım, bu eşyayı satar
ve bedelini -vakfın gelirine katar. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kayyım, vakfın
yerini, bizzat kendisi eker ve icarını verirse, bu icar da, vakfın gelirine
ilave edilir. Hâvî'de de böyledir.
Bir kayyım, vakfın bir
yerini, icara verir ve kiracıya, o icarla, tamir yaptırmasını şart koşarsa, bu
kira akdi batıl (= geçersiz) olur.
Ancak, bu kayyım,
ücreti belli eder ve onu tamiratta sarf etmesini söylerse, bu caiz olur.
Zehıyre'de de böyledir.
Bir müste'cirin,
kiraladığı yere, kendi nefsi için oda yaptırması caiz olmaz.
Ancak, kira ücretini
artırırsa, bu durumda oda yapmasında bir zarar yoktur.
Fakat, burası muattal
bir durumda olur ve kiracılar rağbet etmez; ancak, bunu yapmakla kiraya
tutulursa, o zaman, müste'cir fazla ücret vermeden de oda yapabilir. Kunye'de
de böyledir.
Bir kimse, bir evini,
bir topluluk nâmına vakfeder ve "sonunda da fakirlerindir." derse;
mütevellinin o yeri nâmlarına vakfedilmiş bulunan kimselere icara vermesi caiz
olur. Muzmarâlta da böyledir.
Ancak, kiraya tutan bu
şahsın, ödemesi gereten kira bedelinden, vakıf gelirinden hissesine düşen
miktar düşülür. Muhıyt'te de böyledir.
Keza, fakir bir kimse,
fakirlere vakfedilmiş bir yerde icaria otursa, bu da kendisine düşecek vakıf
geliri hissesine mahsup edilir. Çünkü, bu hususta, âlimlerimizden rivayet
vardır.
Beyîü'l-mâlde hakkı
olan bir kimsenin haracı alacağı nisbetinde terk edilir; alınmaz. Bu caizdir.
Serabsî'nin Muftıytı'nde de böyledir.
Fakıyh Ebû Ca'fer
şöyle buyurmuştur:
Mevkufun aleyh (=
kendi namına vakfedilmiş bulunan kimse), bu vakfı kiralar ve bu vakfın gelirine
kendisinden başka bit hak sahibi bulunmadığı gibi, bu vakıf tamire de muhtaç
değilse, kira vermez yaıu kiia bedeli kendisinin olur.
Ancak, mevkuf ( =
vakfedilen şey) bir yer olur ve vâkıf da: "Önce, haracının veya öşrünün
verilmesini, bilâhare tamirde kullanılmasını ve artanın da mevkufun aleyhe (=
kendisine vakfedilmiş bulunan şahsa) verilmesini şart koşmuş olursa, bu durumda
mevkufun leh, burayı kiraya tutamaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Fakat, vâkıf (=
vakfeden şahıs) harâc ve öşrün verilmesini şart fcoşmaz ve mevkufun aleyh (=
kendisine vakfedilmiş bulunulan şahıs), bu mevkufu (= vakfedilen şeyi) kiraya
tutarsa; harâc veya öşrünü kendisi öder; kira vermez. Zehıyre'de de böyledir.
Kendisine vakfedilmiş
bulunulan şahıslar iki veya üç kişi olurlar ve mevkufu (= vakfedilen yeri)
hazırlayıp, her biri bir yer ekmek isterse, böyle yapmaları caiz olmaz.
İmâm Elnı Yûsuf
(R.A.)'a göre, eğer bu yer, öşre tâbi ise, böyle yapmaları caiz olur; harâc
arazisi ise, caiz olmaz. Fetâvâyi Kğdfhân'da da böyledir.
Fakıyh Ebû
Ca'fer el-Hindüvânî'nin şöyle
dediği hikâye olunmuştur.
"Fetva,"
vakfm bir yerini, uzun seneler için kiraya vermek, caiz değildir."
demişken, zamanımızda, bir çok kâtipte, kira akdi yazı-lannda hile yapıyorlar.
Vâkıf: "Bu vakfın
icar işi için, şu şahsı, her sene vekil tayin ettim. Her ne zaman, onu vekâletten
çikarsalar, yine o vekildir. diye yazdırır; bu şahıs da, bu vakfı, bir seneden
daha fazla bir süre için kiraya vermiş olursa; bu durum hakkında, Fakıyh Ebû
Ca'fer: "Haberiniz olsun, vakıf hakkında, biz bu vekâleti ibtâl ediyoruz.
Kıyâs, araştırma
sonucu, vakfın sahâhi bakımından, bir seneden daha uzun bir müddet için kiraya
vermeyi caiz görüyorsa da; biz, uzun süre için kiraya verilmesini bâtıl (=
geçersiz) görüyoruz."
Vekâlet bâtıl olunca,
o şahsın yaptığı sözleşme de bâtıl ( = geçersiz) olur.
Fetva da buna göredir.
Muzmarât'ta da böyledir.
Bir kimse, vakıf bir
yeri kiralayıp, oraya dükkan yapar ve bu dükkana oturur; başka bir şahıs da,
onu çıkarmak için,, buraya daha fazla kira teklif ederse, duruma bakılır: Eğer,
kira aylık ise, ay başı gelince, kayyım, bu kira akdini fesheder.
Sonra, eğer vakfa
zarar vermiyeceîtse, bu bina, yapan tarafindn kaldırılır.
Kaldırılması, vakfa
zarar veriyorsa, bu bina kaldırılmaz.
Kiraya tutan şahıs,
kayyımın, bu binanın bedelini verip,onu almasına veya yıkmasına razı oluyorsa,
ne âlâ... Aksi takdirde, onu, vafkm mülkünden kurtarana kadar, terk eder.
Sirâciyye'de de böyledir.
Bu hüküm, bu binanın,
mütevellinin izni olmadan yapılması halindedir.
Fakat, mütevellinin
izni ile yapılmış, olması hâlinde, bu bina, vakfın olur.
Bu durumda, binayı
yapan şahıs, mütevelliye müracaat ederek, yaptığı masrafı ondan alır.
Zehiyre'de de böyledir.
Mecmû'u'n-Nevâzil'de
şöyle zikredilmiştir: Necmü'd-dîn NesefTden sorulmuş:
— Bir kimse, vakıf bir
binada, günün îcabı olan ecr-i misille, kira ile oturmakta iken, bu kiracı
değişip, başka bir kiracı gelse;
mütevelli ise, bu şahıstan, kirayı bu günkü ecr-i misille ödemesini
isteyip, önceki kiraya razı olmasa, bu mütevellî'nin dediği yapılır mı?
İmâm:
— "Evet, yapılır." cevâbını vermiştir.
Füsülü'l-Imâdiyye'de de böyledir.
Bir mütevelli,
kiraya verdiği vakıf evinin, kiracısının
hileci olduğunu sanırsa, bu durumda, kiraya bedel olarak, kefil alması,
daha evlâ olur. Fetâvâyi Kâriîhân'da da böyledir.
Ebû'l-Leys'in
Fetvalarında şöyle denilmiştir:
Bir mütevelli, vakıf
arazide bulunan ağaçları satıp, sonra da bu yeri kiraya verirse; eğer,
mütevelli, bu ağaçları kökleri ile satmışsa, uzun olmak şartı ile, bu kira akdi
caizdir.
Fakat, mütevelli, bü
ağaçları yerin üzerinde satarsa, bu durumda, bu yeri kiraya vermek caiz olmaz.
Mütevelli, ağaçlan bu
yerden çıkarır ve burayı bir veya iki sene veya benzeri bir süre için, ecr-i
misille kiraya verirse, bu İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre caizdir.
İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)
ve İmâm Muhammed (R.A.)'e göre de, bu muamele caizdir.
ihtiyata en uygun
olan, —müttefekun aleyh olmak için— burayı, ağaçlarını kökleri ile birlikte
sattıktan sonra, kiraya vermektir. Muhıyt'te de böyledir.
Kayyım, vakfın
işlerini yürütür; kiraya verilmesi gereken yeri kiraya verir; yapılması gereken
işleri yaparak, vakfın ıslâhına çalışır. Hâvî'de de böyledir.
Vakıf arazisini,
müzârea yoluyla vermek caizdir.
Keza, vakıf arazisinde
bulunan hurma ağaçlarını muamele ile vermek de caizdir.
Kayyım, ziraat müddeti
bitmeden ölse bile, bu müzârea (= ziraî ortaklık) ve muamele ( = alış-veriş)
bâtıl olmaz.
Ancak, müzâri' (=
ziraatci) ve muâmil (= muâmeleci) ölürse, bu işlemler bâtıl (= geçersiz) olur.
Mütevellinin, vakıf
arazîsini, müddeti belirleyerek, senelerce müzârea için verse; —bu durum, fakirler
için daha hayırlı olmak şartı ile— caiz olur
Mütevelli, vakıf
araziyi müzârea, hurmalığını da muamele ile verir ve bu durum, vakıf için kârlı
olmazsa, böyle yapmak caiz olmaz; mütevelli, bu durumda gâsıb olur.
Mütevelli, bunları
noksan ücretle verirse, —bu noksanlığı— tazmin etmesi gerekmez. Ancak, bu
ücreti, kendisi noksanlaştırırsa, bu durumda, tazmin etmesi vacip olur.
Kendisine vakfolunmuş
bulunan şahıslar, böyle bir durum karşısında, isterlerse mütevelliye,
isterlerse alana müracaat ederler.
Bu durumda, meyveler,
kendilerine vakfolunan kimselerin olur.
Araziden elde edilen
mahsul, kendisine zirâat için verilen şahsın olmaz; onun hakkı, ecr-i misildir;
çalıştığının karşılığını, bu şekilde alır. Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse, başka bir
yerde bulunan, bir vakıf araziyi, o yerin hâkiminden, belli miktardaki
dirhemler karşılığında kiraya tutup eker ve mahsul elde edilince de, mütevelli,
müzârea örf ve âdetinde olduğu gibi yarı veya üçte bir hisse ister; diğer şahıs
ise: "Ben, icarcıyım." derse; bu durumda, mütevellî, hissesini alır.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Vakıf arazi, öşür
arazisi ise, mütevelli, onu müzârea veya muamele için verebilir.
Öşür ise, araziyi
verenin hissesinden ödenir. Bu, İmâm Ebû Hantfe (R.A.)'nin kavlidir.
Bu arazi, dirhemler
mukabilinde kiraya verilmişse, o zaman, öşrünü kiraya tutan verir. Harâc
arazisi gibi... Muhıyt'te de böyledir.
Hilâl, şöyle
buyurmuştur:
"Bir mütevelli,
vakfı tamir ettirmek ister, ancak elinde, vakfın geliri bulunmazsa, burayı,
borçlanarak tamir ettirmesi gerekmez."
Fakıyh Ebû Ca'fer ise,
şöyle buyurmuştur:
"Bu, kıyâsda
böyledir. Lâkin, zaruret zamanı kıyas terk edilir.
Meselâ: Ekili bulunan,
bir vakıf arazinin mahsûlünü çekirge yer; bu durumda kayyım nafakaya muhtaç
olur veya sultan haracını isterse bu durumda, kayyım borçlanabilir.
Bu gibi zaruret
hallerinde, hâkimin emri ile borçlanmak, ihtiyata en uygun olan yoldur.
Ancak, bu kayyum,
hâkimden uzak bulunur ve onun huzuruna varması mümkün olmazsa; bu durumda,
bizzat kendisinin borçlanmasında da bir beis yoktur." Zahîriyye'de de
böyledir.
Bu hüküm, o sene,
vakfın bir gelirinin olmaması halindedir. Ancak, o sene gelir olup, kayyımın
bunu fakirler için ayırması ve harâc için elinde, bir şey bırakmaması hâlinde,
haracı, kayyımın kendisi tazmin eder. Zehıyre'de de böyledir.
Bir kayyımdan,
verilmesi îcâbeden harâc istenir ve elinde de, vakıf malından bir şey
bulunmadığı için, borçlanmak isterse; ancak, vâkıfın böyle bir şartının
bulunması hâlinde borçlanabilir.
Vâkıfın böyle bir
şartı yoksa, kayyımın yapacağı en doğru iş, bu hususu hâkime götürmektir. Hâkim
emrederse, bu kayyım borçlanır ve sonradan da, bu borcu, vakfın gelirinden
öder. Muzmarât'ta da böyledir.
Vakfın mutlaka tamir
edilmesi gerekiyorsa, bu durumda, hakimin emri ile borçlanılır.
Tamirin dışında,
—hâkim izin verse bile— hak sahiplerine vermek için borçlanmak caiz değildir.
Bahru V-Râık'ta da böyledir.
Tohum bedelini ödemek
için, —hâkimin emri ile— borçlanmak, bi'1-icma caizdir
Mütevellî'nin, hâkimin
emri olmadan —bunun için— borçlanması hâlinde de, ("caizdir" ve
"caiz değildir." şeklinde) iki rivayet vardır. Zehıyre'de de
böyledir.
Mütevellî, vakfın
rehin olan gelirini kurtarmak için, borçlarimak istemesi hâlinde de, hâkimin
emri gerekir. Hâkim borçlanmasını emrederse, borçlanır; değilse, borçlanamaz.
Sirâciyye'de de böyledir.
MütevehTnin vakıf için
borçlanması: Vakfın gelirinin olmaması ve borç almaya ihtiyaç bulunması hâlinde
olur.
Fakat, vakfın geliri
bulunduğu halde, mütevellî, vakfın ıslâhı için, kendi şahsî malından harcarsa,
bu masrafını vakfın gelirinden alabilir. Fetâvâyi Kâdîhâıı'da da böyledir.
Ekicinin elinde
bulunan bir vakıf arazide, pamuk bulunur ve bunu bir şahıs çalar; ekici de, bu
pamuğu bir şahsın evin de bulup, bu ev sahibini yakalar ve mahkemeye düşerler;
evin sahibi de: "Sana, yüz menn [38]
pamuğu tazmin edeyim." derse; kayyımın bunu alması helâl olur mu?
Burada, şu üç ihtimâl
bulunabilir:
1) Ev
sahibinin,ayıbının ortaya çıkmasından korkmasından dolayı vermek istediği
anlaşılabilir.
2) O şahsın,
tam söylediği kadar pamuk çalmış olduğu bilinebilir.
3) Veya, bu
şahıs, daha fazla çalmış olduğu halde, az pamuk vermek istediği bilinebilir.
Birinci halde, o
şahsın vereceği pamuğu almak caiz olmaz. İkinci halde, almak caiz olur.
Üçüncü halde de, yine,
o pamuğu almak caiz olmaz. Bu durumda, o şahsın ne kadar çaldığı biliniyorsa, o
kadar alınır. Muhiyt'te de böyledir.
Ekici, vakıf malından
bir kısım yer, mütevellî ise, bir şey karşılığında onunla sulh olursa; ister,
mütevellî, bu hususta bir beyyine bulmuş veya şahit dinletmiş; isterse, bu
hususu, ekici ikrar etmiş olsun; mütevellinin, —zengin ise— ekiciden alınacak
şeyden, bir şey eksiltmesi caiz olmaz. Ancak, bu şahıs muhtaçsa, mütevellinin
böyle yapması caiz olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir. [39]
Vâkıfın, vakıf
işlerine bakmakla görevlendirdiği kayyıma (mütevelliye, yöneticiye) her sene,
belli bir miktarda tahsisatta bulunması caiz olur.
Kayyım ise, âdet
üzere, yapılması gereken işleri yapar. Kayyım, vakfın tâmiratı ile uğraşır.
Kayyım, vakfın
gelirini toplar. Ve bu geliri, dağıtılması gereken yerlere dağıtır. Hâvî'de de
böyledir.
Kayyımın bu işleri
azaltması uygun olmaz.
Ancak, vekâleten
yapması gereken işleri yapmayabilir. Muhıyt'te de böyledir.
Hatta, vâkıf velayeti
(= vakfın mütevellîliğîni; kayyımlığını, idareciliğini), bir kadına verip, ona
da belli bir ücret tâyin etse, bu mü-tevellîye'ye, kadınların yapabileceği
işten fazlasını teklif edemez.
Vakıf ehli, bu kadınla
niza' ederler ve hâkime: "Gerçekten vâkıf, bunu, bu işler yapmakla
görevlendirdi." derlerse; hâkim, -—diğer— mütevellilerin yapmadığı işleri;
bu kadına teklif etmez. Bahru'r-Râık'ta da böyledir.[40]
Mütevellide, cinnet (=
delilik) gibi bîr âfet zuhur eder yahut kör veya ahras olur; ancak, bu hâlinde
de, yapması-gereken işleri yapabilir bir durumda bulunursa; onları yapar ve
ücretini de alır.
Aksi takdirde, bu
mütevelliye, bir ücret verilmez.
Hâkim, bir kişinin
tenkit etmesinden dolayı, bir mütevelliyi, bu görevinden alamaz.
Ancak, bu
mütevellinin, vakfa hıyaneti açığa çıkarsa; hâkim, onu bu görevden alır ve
ücretini keser.
Hâkimin, görevinden
aldığı bir mütevellî, iyileşir veya hâlini ıslâh ederse, yine hâkim tarafından
eski görevine iade edilir. Hâvî'de de böyledir.
Hâkimin, bu mütevellî
ile birlikte, başka bir şahsı da görevlendirip vakfa sokmasında da, bir beis
yoktur.
Bu durumda, kayyıma
verilen mal, çok az geliyorsa; hâkim, diğer şahsa da, vakfın gelirinden ayrıca,
bir rızık tâyin eder.
Vâkıfın, vakıf
işlerini yürütmesi için, kayyıma, her sene verilmek üzere tâyin ettiği belli
miktarın, ecr-i misilden fazla olması da caizdir. Bu hususta, ecr-i misle
bakılmaz. [41]
Vakfın nâzın (-
gözeticisi), mütevelliye yardımcı olmak üzere bir vekil tâyin edip, bu kayyımın
maaşının bir kısmını ona tahsis ederse; kayyım, memnun olmaması hâlinde, bu
vekili değiştirebilir. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Vâkıf, vakıf işlerine
bakacak olan kayyum için, bir mal ayırır; o kayyım da, bu mal için, başka bir
kayyım tayin ederse; bu caiz olmaz.
Ancak, vâkıf, mütevellinin
böyle yapmasına izin vermiş olursa, o zaman böyle yapması caiz olur. Hâvî'de de
böyledir.
Vâkıfın tâyin ettiği
kayyım, vakfa bir vekil tâyin eder veya böyle yapmasını, bir başka şahsa
vasıyyet eder ve kendisine verilen ücretin tamamını veya bir kısmını, ona
verdikten sonra; tevkilini (= vekil tayin etmesini) veya vasıyyetini ibtâl
edecek (= geçersiz kılacak) bir şekilde, cünûn-i mutbik) ile tecennî ederse (=
delirirse), vekil veya vasî o mala (ücrete) hak sahibi olamazlar.
Bunlar, vakfın gelirine
müracaat ederler.
Ancak, vâkıfın, önceki
kayyımın işinin sona ermesi üzerine, bizzat kendisi, başka bir yönden infâkmı
yaparsa, bu durum müstesnadır. Bahru'r-Râık'ta da böyledir.
Bu durumda, vakfa yeni
bir kayyım tâyin etmesi için, hâkime baş vurulur. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Cünün-i mutbik: Bir
sene süren delilik demektir. Hâvî'de de böyledir.
Bir mütevellinin aklı,
bir sene gidip, vakfın işlerini yürütmekten âciz kaldıktan sonra, aklı geri
gelip, sıhhat bulursa, bu mütevelli, vakfın işlerine tekrar döner. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir hâkimin kanâati, o mütevellinin, bu
vakfın işlerini yürütemiyeceği
şeklinde olur ve bu şahsı görevinden alıp, yerine başka bir şahsı tâyin
ettikten sonra, bu hâkimin yerine başka bir hâkim gelir ve kayyım, bu yeni
hâkim karşısında: "Görevimden alınmamı gerektirecek bir durumum olmadığı
halde, —eski hâkim— bu vakfın kayyımlığından haksız olarak çıkardı." diye
iddiada bulunursa, onun bu sözü ve dâvası kabul edilmez.
Ancak, yeni hâkim, bu
kayyıma: "Kanâatime göre, sen, bu vakfın işlerini idare edebilirsin. Senin
kayyımlığını iade edeceğim." deyip, onu görevine iade ederek, vakfın
gelirinden, ücretini tayin edebilir. Zehıyre'de de böyledir.
Keza, hâkim, bir
kayyımın, fışkından ve hıyanetinden dolayı görevine son verdikten sonra, bu
şahıs aradan geçen zaman içinde, tev-bekâr olur ve ehliyetini isbât ederse,
vazîfesine iade edilir. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Hâkim, bazı
yönlerinden dolayı, bir kayyımı görevinden alıp, yerine başka bir şahsı tayin
ederse; bu yeni kayyıma, biraz ücret verip, fazlasını ise,
vakfın gelirine bırakması
uygun olur. Muhıyt'te
de böyledir.
Şayet, vakfeden şahıs:
"Bu kayyımın ücreti, —hâkim görevinden çıkarsa bile^- devam edecektir veya
".. evlâdına, evlâdının evlâdına, — bu ücret— devam edecektir."
derse; bu şart sahih olur. Hâvî'de de böyledir.
Bir yerini, azâdlı
kölelerine, sahih olarak vakfeden bir şahıs ölür; hâkim, bu vakfın gelirinin
onda birini kayyıma tahsis eder; bu vakfın içinde de, bir şahsın idaresi
altında, bir un değirmeni bulunur ve bu şahıs kayyıma muhtaç olmadan,
değirmenin gelirini alırsa; değirmenin gelirinin onda birini, kayyıma vermesi
gerekmez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir hâkimin azlettği
kayyım, "ücretinin devam edeceğini iddia ederse, —bunu isbât etmedikçe—
sözüne inanılmaz.
Eğer ücret,
mütevellinin, bizzat çalışmasının karşılığı veya ondan aşağı ise, bu ödenir.
Hâkim tarafından tayin
edilen bir mütevelli, bizzat vazife yapmaktan kaçınırsa; yerine, bir başka
şahıs tayin edilebilir mi?
Necinü'd-dîn:
"Hayır, tayin edilemez." buyurmuştur.
Hâkimin
görevlendirdiği şahıs, vazifesini yapmazsa, günahkâr olmazsa, günahkâr olmaz
mı?
Yine, Necmü'd-dîn:
"Hayır, olmaz." demiştir.
Bir vakfın
mütevellisi, alıp, bunu ne yaptığını açıklamadan da ölse, bunun tazmini gerekmez.
Muzmarat'ta da böyledir. [42]
Bir kimse, bir yerini,
Abdullah ve Zeyd nâmına vakfedilmiş bir sadaka kılarsa, bu vakfın geliri, o iki
şahsın olur.
Bu şahıslardan ikisi
de ölürse, vakfın gelirinin tamamı fakirlerin olur.
Bu şahıslardan birisi
Ölürse, gelirin yarısı sağ kalanın, diğer yarısı da fakirlerin olur.
Vakıf, malım, bir
topluluğa vakfetmişse, bu vakfın geliri, onlara taksim edilir.
Bu durumda, bu
topluluktan her birine, adam başına düşen hisse ne ise, o verilir.
Bu topluluktan birisi
ölürse, onun hissesi, fakirlerin olur. Geride kalan gelir ise, bu topluluktan
sağ olanlara taksim edilir.
Vâkıf:
"Abdullahın çocukları nâmına vakıftır." der ve sayılarını söylemez ve
bu durumda, Abdullahın çocukları ölür ve sadece biri hayatta kalırsa, bu vakfın
geliri, onun olur; fakirlerin olmaz. Zahîriyye'de de böyledir.
Vâkıf, kendisine
vakfettiği kimselerin isimlerini açıklayarak: "—Vakfımın geliri— Zeyd'e ve
Amr'e aittir.*' veya "Yarısı Zeyd'in, üçte ikisi de Amr'indir." deyip
susarsa, bu durumda, vakfın geliri avl yolu ile taksim edilir. Ve bu gelir,
yedi hisseye bölünerek, üç hissesi Zeyd'e, dört hissesi de Amr'e verilir.
Eğer vâkıf: "...
yarısı Zeyd'in, üçte biri de Amr'in" deyip susarsa; bunlardan her birine,
vâkıfın dediği gibi verilir. Artan gelir ise, bu şahıslara, eşit olarak taksim
edilir. Hızânetü'l-Miiftîn'de de böyledir.
Vakfeden şahıs:
"Şu yerim, Zeyd ve Amr adına vakfedilmiş bir sadakadır. Gelirini üçte
biri, Amr'indir." veya "...onun gelirinden yüz dirhemi,
AmrVverilir.*' derse; vâkıfın dediği kadarı Amr'e verilir, gelirin kalan kısmı
ise, Zeyü'in olur.
Her zaman, vâkıf,
ismen birisini belirterek, ona belirlediği miktarın verilmesini isterse, o
miktar, o şahsa verilir. Kalan gelir ise, susup, hakkında bir şey söylemediği
şahsın olur.
Şayet, vâkıf:
"Vakfın gelirinin yüz dirhemi Zeyd'in, iki yüz dirhemi de Amr'in..."
der ve vakfın geliri de, söylediği miktardan az olursa; bulunan gelir, üçe
taksim edilir ve üçte biri,birine) üçte ikisi diğerine verilir.
Vakfın geliri, vâkıfın
belirlediği miktarların toplamından fazla olursa; fazla olan kısım, bu iki
şahsın arasında, eşit olarak taksim edilir. Önce belirtilen nisbete göre taksim
edilmez.
Şayet vâkıf: "Bu
yerim, vakfedilmiş bir sadakadır. Gelirinden, yüz dirhem Zeyd'e, ikiyüz dirhem
de Amr'e verilsin." derse; bu şahıslara, vâkıfın belirttiği miktar
verilir. Bu durumda, gelirin artan kısmı ise fakirlerin olur. Hâvî'de de
böyledir.
Vâkıf: "Şu yerim,
—gelirinin yüz dirhemi Zeyd'in geride kalanı da Amr'in olmak üzere— vakfedilmiş
bir sadakadır." der; bu vakfın geliri de, ancak yüz dirhem olursa, bu
durumda, Amr'e bir şey verilmez.
Keza, bu vâkıf:
"... Yüz dirhemi Zeyd'in..." dese de, Amr için bir şey söylemese,
vakfın gelirinin yüz dirhem olması hâlinde, yine Amr'e bir şey verilmez.
Eğer bu vâkıf:
"...vakfedilmiş bir sadakadır. Abdullaha yarısı verilsin; yüz dirhem de
Zeyd'in olsun." derse; bu gelirin yansı Abdullaha verilir. Diğer yandan
da, Abdullah'a yüz dirhem verilir. Artan gelir ise, fakirlere dağıtılır.
Şayet, bu durumda, bu
vakfın geliri, sadece yüz dirhem olursa, bunun tamamı, Zeyd'in olur. Abdullah'a
bir şey verilmez.
Eğer, bu vakfın
geliri, iki yüz dirhem olursa, yüz dirhemi Zeyd'e, yüz dirhemi de Abdullah'a
verilir. Fakirlere, bir şey verilmez.
Bu vakfın geliri, yüz
elli dirhem olursa, yüz dirhemi Zeyd'e, elli dirhemi de Abdullah'a verilir.
Muhıyt'te de böyledir.
Vâkıf:
"Vakfedilmiş yerim, akrabamdan fakir olanlar nâmınadır. Onun gelirinden,
her birine, ma'ruf üzere kifayet edecek kadar, —vakıf gelirinin buna kâfi
gelmesi hâlinde— yiyecek ve giyecek verilecektir." derse; vâkıfın fakir
akrabalarından her birine kâfî gelecek miktarda, —bu vakfın gelirinden—
verilir.
Vakfın geliri, buna
yetişmeyecek olursa, yetiştiği kadarı verilir. " Vakfın geliri, —gerekenlere gerektiği kadar
verildikten sonra— artarsa, onların çocukları arasında, adam başına, eşit
olarak taksim edilir. Zahîriyye'de de böyledir.
Vâkıf: "Şu yerim,
vakfedilmiş bir sadakadır. Alfahu Teâlâ'nın vereceği gelirinden, her
sene,akrabamın fakirlerine, kifayet miktannca,yiyecek ve giyecekleri
verilecektir. Artarsa, o da, fakirlerin olacaktır." derse; vâkıfın dediği
gibi yapılır. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Vâkıf: "Şu yerim,
vakfedilmiş bir sadakadır. Allahu Teâlâ'nın vereceği gelirinden bin dirhemi,
Zeyd ve Abdullah'ındır. Bu bin dirhemin, yüz dirhemi, Abdullah'a
verilecektir." der ve bu vakfın geliri sadece bin dirhem olursa; yüz
dirhemi Abdullah'a verilir; kalan —dokuz yüz dirhemi— ise Zeyd'in olur.
Bu vakfın bütün
geliri, beş yüz dirhem olursa, bu on hisseye bölünür ve aralarında—onda biri
(yani elli dirhemi) Abdullah'a ve onda dokuzu (yani dört yüz elli dirhemi)
Zeyd'e olmak üzere— taksim edilir.
Şayet, bu vâkıf:
"...Allahu Teâlâ'nın vereceği gelirin bin dirheminden yüz dirhemi, her
sene Abdullah'a, kalanı da Zeyd'e verilecek../' der; vakfın geliri ise, .bin
dirhemden az olursa; önce, Abdullah'ın yüz dirhemi verilir; artarsa, o da
Zeyd'in olur.
Bu durumda, gelirin
artmaması hâlinde Zeyd'e bir şey verilmez. Muhiyt'te de böyledir.
Şayet, bu vâkıf:
"... Vakfımın geliri,
Abdullah ile fakirler arasında yarı yarıyadır." derse; gelirin yarısı
Abdullah'ın, yansı da fakirlerin olur. Hâvî'de de böyledir.
Bir vâkıf: "Şu
yerim, vakfedilmiş bir sadakadır. Allahu Teâlâ'nın vereceği gelir, Abdullah,
fakirler ve miskinlerindir." derse; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavline göre,
bu vakfın gelirinin yarısı Abdullah'ın, diğer yarısı ise, fakir ve miskinlerin
olur.
îmânı Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre: Bu vakfın gelirinin üçte biri Abdullah'ın, üçte biri fakirlerin
ve üçte biri de miskinlerin olur.
İmâm Muhammed (R.A.)'e
gelince: Bu vakfın geliri, beşe bölünür: Bunlardan bir sehim Abdullah'ın, iki
sehim fakirlerin, iki senim de miskinlerin olur.
Buna benzer bir
mes'ele, Cami Kitabının Vasiyetler Bölümü nde de vardır. Zahîriyye'de de
böyledir.
Bir vâkıf:
"Vakfın geliri, akrabamın, komşularımın, azâdlı kölelerimin ve miskinlerindir.
derse; akrabalarından, komşularından, azadlı kölelerinden her biri
ve miskinler hisseleriin alırlar. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Bu vâkıf: "...
akrabamın ve miskinlerindir." derse; vakfın geliri, bir sehim akrabaya,
bir sehim de miskinlere olmak üzere taksim edilir. Hâvî'de de böyledir.
Vâkıf: " Vakfın
geliri, fakir olan borçluların ve Allah yolunda olanlarındır." der ve
bunlara köleleri de eklerse; İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, bunların hepsi ikişer
sehim hesap verilir.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre ise, bunlardan her birinin birer hissesi olur. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir vâkıf: "Vakfımın geliri, sadakat yönüne
vakfedilmiş bir sadakadır." derse; bu durumda» bu vakfın geliri, Kur'an-ı
Kerîm'deki Zekât âyetinde[43]
zİkrolunmuş bulunan, sınıflara verilir.
Ancak, şimdi
bulunmadıkları için, âmillere ve müellefe-i kulûba verilmez; bunların dışında
kalanlara verilir. Zahîriyye'de de böyledir.
Şayet, vâkıf:
"Vakfın geliri sadaka ve birr (= hayır, iyilik) yönle-rinedir..."
derse; bu durumda, bu gelir, fakir ve miskinlere bir hisse; —mükâtep— kölelere,
bir hisse; borçlulara, bir hisse; Allah yolunda —cihâd etmekte— olanlara, bir
hise; yolculara, bir hise ve hayır cihetine, üç hisse olmak üzere taksim
edilir.
Eğer vâkıf: "...
vakfın geliri, fakirlerin, borçluların, Allah yolunda olanların ve hacca
gideceklerin —olacak—" der ve bu sınıfların her birine verileSek
dirhemlerin miktarım belirleyip, bunu söylerse; bu miktarlar onlara verilir ve
vakfın gelirinden kalan olursa, bu da, sayılarına göre, taksim edilir. Hâvî'de
de böyledir.
Bir kimse, bir yerini,
bir şahıs nâmına vakfeder ve: "...her ay, kifayet mitkan verilsin."
derse; bu sırada, kendisine vakfedilen şahsın ailesi olmadığı halde, daha sonra
ailesi de olursa, bu-durumda, bu şahsa, vakfın gelirinden, hem kendisine, hem
de ailesine yetecek miktarda verilir. Fetâvâyi Kâdîhan'da da böyledir. [44]
Bir kimse, bir yerini,
bir topluluğa vakfeder, ancak, bunlar kabûi etmezlerse; burada iki ihtimâl
vardır:
1) Hepsi
birden kabul etmiyebilirler.
2) Bir kısmı
kabul etmediği halde, diğer kısmı kabul edebilir. Hepsinin kabul etmemesi
hâlinde, bu vakıf caiz olur; geliri ise, fakirlere verilir.
Bir kısmının kabul
edip, diğer kısmının kabul etmemesi halinde ise, eğer vâkıf, bunların
isimlerini söylememişse, gelirin hepsi, kabul edenlerin ohır.
Vâkıf, bu şahısların
isimlerini söylemişse, bu durumda kabul etmeyenlerin hisseleri, fakirlere
verilir.
Şöyle ki: Vâkıf:
"Bu vakfın geliri, Abdullah'ın çocuklarımndır." dediği halde,
bunlardan bir kısmı, kabul etmeseler, vakfın gelirinin tamamı, kabul edenlerin
olur.
Fakat, vâkıf:
"Vakfın geliri, Zeyd'in ve Amr'indir." dediği halde, bunu, Zeyd kabul
etmese; bu durumda onun hissesi, fakirlerin olur. Hâvî'de de böyledir.
Vâkıf: "Şu yerim,
Abdullah'ın çocukları ve nesli nâmına vakfedilmiş bir sadakadır." dediği
halde bunlardan hiç biri, bunu kabul etmezse, bu vakfın geliri, fakirlerin
olur.
Ancak, bunlar, gelir
meydana gelince, bunu kabul ederlerse, bu durumda vakfın geliri, bunlara
verilir. Zahîriyye'de de böyledir.
Bundan sonra,
bunlardan bir çocuk doğar ve bu vakfın gelirini kabul ederse,
bu durumda, vakfın
gelirinin tamamı onun
olur. Muhiyt'te de böyledir.
Bunlar, bu vakfın
gelirini bir sene aldıktan sonra, reddederlerse; bunların redleri ile amel
edilmez.
Fakiyh Ebû Ca'fer:
"Bu cevap, elde edilen gelir hakkında sahihtir. Çünkü, bu onların mülkü
olmuş bulunur. Ve, reddetme hakkına sahip olamazlar.
Ancak, bundan sonra
meydana gelecek gelirde mülkiyet haklan yoktur. Bu sebeble de, reddetmiş
olmaları kabul edilir." demiştir. Zehiyre'de de böyledir.
Vâkıf, bir kimseyi
kasdederek: "...ona ve ondan sonra da nesline karşı vakfedilmiş bir
sadakadır." der; o adam da: "Nefsim için de, neslim için de kabul etmiyorum."
derse, kendisi hakkındaki reddi caiz olur.
Nesli hakkındaki reddi
ise, çocuğu küçük olsa bile, caiz olmaz. Hâvî'de de böyledir.
Fakat, bu şahıs:
"Bir sene kabul ederim; ondan sonra kabul etmem." derse, dediği
uygulanır ve yalnız o sene, kabulü ile amel edilir.
Keza, bu şahıs:
"Bir sene kabul etmem; sonra kabul ederim." derse, yine dediği
uygulanır. Zehiyre'de de böyledir.
Keza, bu şahıs:
"Gelirin yarısını kabul ederim; yansını kabul etmem." derse, yine
dediği uygulanır. [45]
Bir yerini vakfeden
şahıs: "Vakfımın geliri, Zeyd ve Abdullah sağ oldukça onlarındır."
der ve bunlardan birisi ölürse, sağ kalan şahıs, yine gelirin yarısını alır.
Yâni, sağ olana, kendi
hissesi verilir. "İkisi hayatta oldukça..." sözü, diğerinin hissesini
ibtâl etmez. (= geçersiz kılmaz.)
Şayet, vâkıf:
"...gelir Abdullah'ındır; sonra da Zeyd'indir." der ve Abdullah kabul
etmezse; bu durumda, —onun hissesi de— Zeyd'in olur.
Eğer, Abdullah:
"Kabul ettim." dese de, Zeyd kabul etmese, bu durumda da gelir
Abdullah'ın olur. Abdullah Ölünce de, bu gelir, fakirlerin olur. Hâvî'de de
böyledir. [46]
Bu babda:
1)
VakıftaDâva
2) Vakıf
Davalarında şehâdet olmak üzere, iki bölüm vardır. [47]
Bir kimse, bir yerini
sattıktan sonra: "Ben, onu kendime vakfetmiştim." veya: "O,
vakıftır." der, ancak, böyle olduğuna beyyine getirmezse, iddia ettiği
kimsenin yemin etmesini talep etme
hakkına sahip olamaz.
Çünkü yemin, sahih
olan bir dâvada gerekli olur. Bu gibi noksan dâvalarda yemin bulunmaz.
Ancak bu şahıs,
beyyine ikâme ederse; muhtar olan kavle göre, sözü kabul edilir.
Çünkü, her ne kadar
dâva, bâtıl ise de, şehâdet bakîdir.
Bu ise, vakıf
bakımından dâvâsız olarak makbuldür. Gıyâsiyye'de de böyledir.
Bu kimsenin dâvası
kabul olununca, bu satış, bey'ı fâsid (= alım-satım şartlarında eksiklik
bulunan bir satış) olur. Vakıât-ı Hüsâmiyye'de de böyledir.
Fetâvâyi Nesefî'de
şöyle zikredilmiştir:
"Dâvâsız olarak
vakıfta şehâdet, mutlaka makbuldür.
Bu cevap, ale'l-ıtlak
(= umumiyetle, genel olarak, mutlaka, nasıl olursa olsun) sahih değildir.
Sahih olan: Allah için
yapılan her vakıfta şehâdet, dâvâsız sahih olur.
Kul hakkı bulunan
vakıflarda ise, dâvâsız şehâdet makbul olmaz. Zehıyre'de de böyledir.
Reşîdü'd-dîn: "Bu
tafsildir. Bunu, bu şekilde, İmâm el-Fadlî genişletip açıklamıştır."
demiştir.
Muhtar olan da budur.
Ebû'l-Fadl'ın fetvası da budur. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.
Satın alan şahıs,
bedeli sebebiyle, bu yeri elinde tutup zaptedemez. Tecnîs'den naklen
Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bu yeri satan şahıs:
"Ben, onu camiye vakfettim." der ve bu hususta belge de ibraz ederse,
iddiası kabul edilir ve satış bozulur.
Biz, bu görüşü kabul
ederiz.
Bazıları ise:
"Hayır, satıcı tenakuz (= bir sözünün diğerini çürütmesi, bir sözünün
diğerine uymaması, zıddiyet) içindedir." demişlerse de, esahh olan, önceki
kavildir. Vecîz'de de böyledir.
Bu şahıs:
"Bana karşı vakıftır." dememiş olsaydı, Nesefî'nin
Fetvâları'nda zikrettiğine göre, bu dava, asla dinlenmezdi. Hulâsa'da da
böyledir.
Bu şahıs, bir
başkasına: "Şu yer, senin nâmına vakıftır." der, sonra da kendisine
karşı vakf edildiğini iddia ederse; bu dava da asla dinlenmez. Zehıyre'de de
böyledir.
Bir kimse: "bu
yer, benimdir. Babamdan bana miras olarak kalmıştır." dedikten sonra:
"Babam, benim nâmıma vakfetti." derse; sözü, tenakuz makamında
«olduğu için dinlenmez.
Bir kimse, vakf
olunmuş bir evin mütevellîliğini veya bilerek tereke hakkındaki vasıyyeti kabul
eder ve "bunların kendisine vakıf olduğunu" iddia ederse; bu iddiası
kabul edilmez.
Bu kimse, önce
"vakıftır." diye iddia ettikten sonra, "mirastır." diye
iddia ederse; yine, iddiası kabul edilmez.
Ancak, sözlerinde
muvafakat bulunması halinde müstesnadır.
Meselâ: "Babam
vakfetti; fakat, vakfın vukuu lâzım olmadı ve babam öldü." derse; bu
durumda, iddiası kabul edilir.
Bir kimse, hududu
belli olan bir yerin, kendi malı olduğunu iddia ettikten sonra, bu yer için
"vakıftır." derse; bu vakıf sahih olur.
Eğer, bu dâvası, o
vakfa mütevelli olmak sebebi ile olursa, muvafakat ihtimâli vardır. Çünkü,
âdette, tasarrufuna velayet edeceğinden dolayı, bunu nefsine izafe ediyor
olabilir.
Bir kimse, "bir
evin, kendi evi olduğunu" iddia ettikten sonra, "onun, vakıf
olduğunu" söyler ve: "onu, filan şahıs, mescide vakfetti."
derse; vakıf dâvası dinlenmez. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.
Nesefî, Fetvâları'nda
şöyle demiştir:
"Müşteri,
satıcıya karşı: "Bu yer vakıftır. Sen, onu, bana haksız olarak
sattın." diye iddia ederse, bu dâva olmaz."
Burada, dâva
mütevelliye aittir.
Bu durumda, hâkim, bir
mütevelli tâyin eder ve bu şahıs, onu dâva eder.
Eğer, bu yerin vakıf
olduğu anlaşılırsa, satış bâtıl (= geçersiz) olur. Ve satın alan şahıs, ödediği
bedeli, satan şahıstan alır. Muhıyt'te de böyledir.
Mütevelli, satın alan
şahsı, dâva edip: "Bu ev, filanın çocukları nâmına vakıftır." der ve
bunu isbât ederse; satın alan şahıs, ödediği bedeli, satan şahıstan geri alır.
Ancak, bu evi satan
şahıs: "Evet, bu ev, filanın çocukları nâmına vakıftır. Fakat, vakfeden
şahıs ölünce, vârisleri durumu hâkime çıkardılar ve hâkim ,bu vakfın ibtâline
hükmetti. Ben de, bu vakfa vâris idim. Tereke taksim edilince, bu ev benim
hisseme düştü ve şimdi de sattım." derse; vakıf dâvası sona erer ve bu ev,
satın alan şahsın elinde kalır. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.
Bu kimse, buranın
vakıf olduğunu iddia eder veya şahitler, "vakıftır." diye şehâdette
bulunur; faka?, vâkıfın kim olduğu söylenmezse; Hassâf: "Vakıf dâvası ve
şahitlerin bu husustaki şehâdeti, vakfeden şahıs söylenilmeden de sahih
olur." demiştir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse, bir yerin
kendisine vakfedilmiş olduğunu" dâva ederse, bu sözü dinlenmez.
Bu hususta,
mütevellinin dâvası dinlenir. Hulftsa'da da böyledir.
Reşîdü'd-dîn,
Fetvâlan'nda şöyle demiştir:
Kendisine vakfedilmiş
bulunulan şahıs (= mevkufun aleyh) iddia eder ve dâvası hâkimin izni ile
olursa, bu dâva, bi'1-ittifak sahih olur.
Mevkufun aleyhin,
hâkimin izni olmadan dâva etmesi hâlinde ise, iki rivayet vardır.
Bunlardan esahh olanı,
bu dâvanın sahih olmadığıdır.
Çünkü bu şahsın,
vakfın gelirinde hakkı vardır.
Şayet, kendi namlarına
vakfedilmiş bulunanlar,bir topluluk olur ve bunlardan birisi, hâkimin izni
olmadan dâva ederse, bir rivayete göre, bunun da dâvası sahih olmaz.
Keza, vakfın gelirine
hak sahibi bulunan kimse de, bu gelire karşı, dâvada bulunamaz.
Dâva hakkına, ancak,
mütevelli sahiptir, füsûlü'l-lmâdiyye'de de böyledir.
Vakıf sahibi olan
kimse, vakıf işleri ile ilgili dâva açmak isterse, beyyine gerekir.
Ancak, bu durumda
bakılır: Sultan, eğer o şahsı, nâşsen veya örfen mütevelli yapmışsa, dâva
etmesi caiz olur; aksi takdirde caiz olmaz. Vâkıâtü'l-Hüsâmiyye'de de böyledir.
Bir yer, hazırda olan
bir şahsın, başka bir yer de hazırda olmayan bir şahsın elinde bulunur; başka
bir kimse de, hazırda bulunan şahsı dâva ederek, "bu iki yerin de, kendi
nâmına vakfedilmiş olduğunu" söyleyerek,
"bu iki yeri de, dedesinin, çocuklarına ve çocuklarının
çocuklarına vakfettiğini iddia
ederse; Fakıyh Ebû
Ca'fer'in buyurduğuna göre: Bu
iki yerin vakıf olduğuna, şahitler
şahitlikte bulunursa, bu yerlerin her ikisi de, vâkıfın olur. Ve bu durumda,
iki yerin de vakıf olduğuna hüküm verilir.
Eğer, şahitler,
"bu iki yerin, ayrı ayrı vakfedilmiş olduğunu" söylerlerse, bu
durumda, sadece hazırda bulunan şahsın elindeki yerin "vakıf
olduğuna" hüküm verilir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir yer, iki kardeşe
vakfedilir; bunlardan birisi ölür ve vakıf, sağ kalan kardeşle ölenin
çocuklarının elinde kalır ve bilâhare sağ olan kardeş, ölen kardeşinin
çocuklarından birine karşı, "bu vakıf, batnen ba'de batnin (= önceki batından biri bulundukça, sonraki
batından olanlara, gelirinden bir şey verilmeyen vakıf)tır." diye beyyine
getirir ve "Vakfeden de birdir; vakıf da birdir." derse; dâvası kabul
edilir.
Bu şahsın diğer
yeğenleri, dâva ederek, "bu vakfın, mutlak vakıf olduğunu ve kendileri ile
amcalarına vakfedilmiş bulunduğunu" isbâta çalışırlarsa; bu durumda,
"batnen ba'de batnin" diyen evlâ yani vakfın gelirine hak sahibi
olur. Kunye'de de böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahsın elinde bulunan bir üzüm bağını
(n kendisine vakfedilmiş olduğunu) iddia eder; müddeâ aleyh (= aleyhinde dâva
açılan, iddiada bulunulan kimse) de, bunu ikrar eder; ancak, "bağın şartlı
vakıf olduğunu" iddia eden şahsın, beyyinesi de bulunmaz ve diğer şahsın
yemin etmesini isterse; bu isteğinin, bağı o şahsın elinden almak maksadı ile
olması hâlinde, karşıdaki şahıs da yemin etmekten imtina ederse; o yemin etmeye
zorlanmaz.
Ancak, müddeî (= iddia
eden şahıs), bağın kıymetini almak için, müddeâ aleyh'in (= iddiada bulunulan,
aleyhinde dâva açılan kimsenin) yemin etmesini istediği halde, o yemin etmekten
kaçınırsa, bu durumda, bu şahsın yemin etmesi gerekir. Muzmarât'ta da böyledir.
Mescide bitişik olarak
iki kat bir bina bulunur ve mescidin safı, yaz kış namaz kılınmakta olan bu
evin alt katındaki safa ulaşır ve ev
halkı ile mescid ehli arasında ihtilâf çıkar ve ev halikı: "Burası, bize
mirastır." derse; bunların sözü geçerlidir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, başka bir
şahsın elinde bulunan bir ev hakkında, "benimdir." diye iddia edip,
"aslının da, binasının da, kendi mülkü olduğunu" söylerse, müddeâ
aleyh (= aleyhinde dâva açılan) de bunu inkâr edince, bu defa da,
"mescidin; ıslâhı için yapılmış, bir vakıftır." diye iddia eder ve bu
dâvasına da şahit getirirse; buna (yani evin mescide vakfedilmiş olduğuna)
hükmedilir ve —bu hüküm— deftere kaydedilir.
Bu şahıs, sonradan,
"evin yerinin vakıf, üzerindeki binanın ise kendisine ait olduğunu"
iddia ederse; bu dâvası bâtıl (= geçersiz) olur. Semerkand'lı âlimlerin
kavilleri budur. Zehıyre'de de böyledir.
Bir şahıs, bir evin
kendisine ait olduğunu iddia eder veya bu ev, o şahsa hükmolunduktan sonra, bir
mütevelli, "bu arsanın, vakıf arsası olduğunu iddia eder ve buna belge de
getirir; ancak önceki şahsın iddiası bina olursa, bu mütevellî'nin belgesi
kabul edilmez.
Ancak bu şahıs, binayı
iddia etmiyorsa, bu arsa, vakıf olarak kalır.
Bu şahıs, iddia ederek
evi aldıktan sonra, mütevelli, arsaya hak kazanırsa, bu durumda da, binanın
mülkiyeti, iddia eden bu şahısta kalır. Füsûlü'l-lmâdiyye'de de böyledir.
İki kardeş nâmına
vakfedilmiş bulunan bir evi,,hazır bulunan kardeş —gâib olan değil— teslim
alıp, tam dokuz sene faydalandıktan sonra ölür, evi bir vasiye bırakır ve
bilâhare gaip kardeş gelerek,bu vasiden,
evin gelirindeki hissesini isterse, Fakıyh Ebû Ca'fer'in kavline göre,
hazırda bulunup vakfın gelirini alan kardeş, bu vakfın kayyımı ise, gaip
kardeş, gelirden hissesini almak için, ölen kardeşinin terekesine müracaat
eder.
Bu kardeş, vakfın
kayyımı olmaz ve bu evi, iki kardeş birlikte icara vermiş bulunurlarsa, yine
gâib kardeş, diğerinin terekesine baş vurur.
Hazırda bulunan
kardeş, burayı, yalnız başına kiraya vermişse, gelirin tamamı kendisinin olur.
Bu hükmen böyledir.
Fakat böyle yapmak,
temiz bir şey olmaz. Böyle bir durumda gaip olanın hissesini, fakirlere
tasadduk etmek güzel olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da ds böyledir.
Bir kimsenin elinde,
bir evin yarısı bulunur, başka bir şahıs da, "o evi vakfettiğini"
iddia ederse, ev onun olur.
Evin tamamının vakıf
olduğunu belgelerse, bu kabul edilir. Çünkü, iddiacı, evin tamamının vakıf
olduğunu iddia etmektedir. Muzmarât'ta da böyledir,
Bir kimse, erbâb-ı
vakfa karşı, vakıf hakkında bir iddiada bulunursa, bu şahsın sözü dinlenmez.
Bu hususta, ancak,
vâkıf veya kayyımın sözü dinlenir. Fetâvâyi Attâbiyye'de de böyledir.
Bir mütevelli,bir
yerin vakıf olduğuna,başka bir şahıs da, aynı yerin, kendi mülkü bulunduğuna
beyyine getirirlerse, zü'l-yed (= kendi mülkü olduğunu iddia edenin elinde
bulunursa) olması hâlinde, mütevellinin beyyinesi kabul edilmez; hâriçten
beyyine gerekir.
Mütevelli, bundan
sonra, vakfa karşı beyyine getirirse, bu, fmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre
dinlenmez. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.
Bir kimse, bir
mütevellinin eli altında bulunan bir ev hakkında: "Zeyd, o evi mescide
vakfetti." diye iddiada bulunur; hâkim de böyle hüküm verdikten sonra,
başka bir mütevelli gelip, o evin mescidin olduğunu söylerse, bu ev mescidin
evi olur.
Hâkimin, bir kimseye:
"Şu vakfı, aylık icara ver." diye emir vermiş bulunduğu bir vakıf
için dâva açılamaz.
Keza, vakıf olmayan
bir yeri, sürüp-eken ziraatcinin, "burası vakıftır." diye iddia
etmesi sahih olmaz. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir. [48]
İki şahit, bir kimseye
karşı şahitlikte bulunup, "onun, bir yerini vakfettiğini" söyleseler,
ancak, bu yeri belirtmeseler, bu durumda şehâdetleri bâtıldır. (= geçersizdir.)
Keza, bu iki şahitten
biri, bu yeri belirttiği halde diğeri belirtmese yine şehâdetleri bâtıl olur.
Keza, bu şahitler:
"Yerinde bulunan arsasını vakfetti." deseler, yine şehâdetleri bâtıl
olur.
Keza, bu şahitler:
"...vakfetti de, bize yerini bildirmedi." deseler; yine şehâdetleri
bâtıl olur.
Bu hususta, Vassâf,
şöyle buyurmuştur:
Ancak, vakfedildiği
iddia edilen yer, çok meşhur olur ve söylemeden de bilinebilirse, bu durum
müstesnadır.
Bu şahitler, o yerin
iki hududunu belirtirlerse, âlimlerimizden
meşhur olan kavle göre, şehâdetleri kabul edilir.
Eğer, bu şahitler, o
yerin üç yönünün hududunu bildirirlerse, imamlarımızın üçüne göre de,
şahitlikleri kabul edilir. Muhıyt'te de böyledir.
Bu şahitler,
vakfedilen yerin, üç hududunu belirtirler ve: "Bize, bu üç hududu haber
verdi." derlerse, şehâdetleri caiz olur. Hâvî'de de böyledir.
Hassâf tan soruldu:
— Üç hudut belirtilen şehâdeti kabul ediyoruz;
dört hudut belirti-lirse hüküm ne olur?
İmâm, şu cevabı verdi:
— "Biz, dördüncü hududu, üçüncü hududun
hizasına bakarak belirtiriz." Muhıyt'te de böyledir.
Bu şahitler:
"...filan yerdeki arazisini vakfetti. Bize, hududunu da söyledi; ancak,
biz bu hududları unuttuk." derlerse; yine şahitlikleri kabul edilmez.
Zehıyre'de de böyledir.
İki kişi, bir şahsa
karşı şahitlikte bulunup: "...tarlasını vakfetti; hududunu bize söylemedi;
fakat biz, o tarlanın hududunu biliyoruz." deseler; Hilâl:
"Bu durumda, hâkim,
onların şahitliklerini kabul etmez." demiştir.
Kâdî'1-İmâm Ebû Zeyd
eş-Şurûtî: bu iki şahidin, bu sözlerinin te'vili şudur: Bunlar: "Vakfeden
şahıs, bize hâkim için beyân etmedi; fakat, bize bu hududu bildirdi ve
söyledi." demiş olmaktadırlar. Ve, bu şehâdetleri kabul edilir."
demiştir.
Hassaf da: "Biz,
bu şahitlerin şahitliklerini caiz görürüz. Ve o yeri, hudutları ile vakıf
kılarız. Şahitlere de; hududunu söyleyiniz deriz ve duyduğumuzla da hüküm
veririz." demiştir. Muhıyt'te de böyledir.
Hilâl: "Şayet, bu
iki şahit: O şahsın, şehirde.bu yerdenbaşka bir yeri yoktur derlerse; bu
sözleri kabul edilmez." demiştir. Muhıyt'te de böyledir.
İki şahit, bir kimse
hakkında şehâdette bulunarak: "O, yerini vakfetti; hududunu bildirmedi.
Fakat, biz o yeri biliyoruz." deseler; bu şahitlikleri kabul edilmez.
Çünkü şahitler, o
şahsın, vakfettiği yerin dışındaki bir yerini biliyor olabilirler."
Keza, şahitler:
"Onun, buradan başka bir yerinin olduğunu bilmiyoruz." deseler, bu
şehâdetleri de kabul olunmaz.
Çünkü, o şahsın,
şahitlerin bilmedikleri bir yeri olabilir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
İki şahit: "Biz
şehâdet ediyoruz ki, gerçekten, o şahıs, filan mevkideki yerini vakfetti.
Fakat, hududunu söylemedi." deseler, bu şehâdetleri caiz olur. Vecîz'de
de böyledir.
Bu şahitler: "O
şahıs, bize, vakfettiği yerin hududunu açıkladı; fakat, biz
hatırlamıyoruz." derlerse, bu şehâdetleri bâtıl (= geçersiz) olur.
Muhıyt'te de böyledir.
Şahitler:
"Gerçekten, vakfeden şahıs, bir yerini, vakfetti; o yerin hududunu da
söyledi; fakat biz, o yerin hangi mevkide olduğunu bilmiyoruz." derlerse,
şehâdetleri caiz olur.
Bu durumda, iddia
sahibine, iddia ettiği yerin, bu yer olduğunu belgelemesi teklif edilir.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Keza, şahitler:
"O yerin hududunu tanımıyoruz." deseler, şahitlikleri kabul edilir.
Buranın, vakıf
olduğunu iddia eden kimseye, onun hudutlarını bilen şahitler getirmesi teklif
edilir. Hâvî'de de böyledir:
Şahitler, bir kimse
hakkında: "Hakîkatan, bu şahıs, filan mevkideki hudutları belirli yerin,
kendisine ait bulunan üçte bir nisbetindeki hissesini, Allah rızâsı için,
vakfolunmuş bir sadaka kıldı." diye şehâdette bulunsalar; hâkim, duruma
bakar: O yerde, o şahsın, üçte birden fazla hissesi bulunduğunu görürse,
Hassaf: "Hâkim,o şahsın hissesinin tamamını, onun istediği yöne vakıf
kılar." elemiştir. Zehıyre'de de böyledir.
Bir vâkıf, vakfının
gelirini bir topluluğa, sonra da fakirlere tahsis etmiş olur ve kendilerine
vakfedilmiş bulunanlar: "Gerçekten,
bize, gelirin üçte birini kasdetti." derlerse; Hassâf:
"Onların/tasdik etmesi de susması da müsâvîdir. Vâkıfın yerinin tamamı
vakıf kılınır ve gelirinin üçte biri, o topluluğa; üçte biri ile yansı
arasındaki kısım da, fakirlere verilir." denilmiştir. Zehıyre'de de
böyledir.
İki şahit, bir kimse
hakkında: "Şu evdeki hissesini vakfetti." veya "Babasından mîras
kalan şeyi vakfetti." diye şehâdette bulunsalar; ancak, o şeyin* ne
olduğunu bilemeseler; bu şehâdetleri kıyâsen caiz olmaz; istihsânen ise, caiz
olur. Hâvî'de de böyledir.
Şahitler, vâkıfın,
vakfettiğini ikrar ettiğine şahitlik etseler, ancak vakfolunan şeyin bir yer mi, bir ev mi olduğunu bilemeseler;
bu durumda hâkim, iddia edilen şey ne ise, onun vakıf olduğuna hüküm
verir.
Vâkıf ölür, vârisi de
onun yerine gelip ikrarda bulunursa, bu durumda hâkim, bu ikrara göre hüküm
verir. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.
Bir kimsenin, bir
yerini vakfettiğini söyleyen iki şahitten birisi "filan mevkideki yerini
vakfetti." dediği halde, diğeri "başka bir mevkideki yerini vakfettiğini"
söyleyerek, ihtilâf etseler; bunların şehâdetleri, makbul olmaz.
Şayet, bu şahitlerden
birisi, diğerine: "O yeri de vakfetti, diğer yeri de vakfetti."
derse; üzerinde böylece ittifak etmiş bulundukları yer hakkındaki şehâdetleri,
makbûTolur.
İki şahitten birisi:
"...şu yerin tamamını vakfetti." dediği halde, diğeri:
"...yarısını vakfetti." derse; bu yerin yarısı hakkındaki şehâdet
kabul edilir. Ve, "bu yerin yarısının vakıf olduğuna" hüküm verilir.
Hilâl ve Hassâf:
"Eğer, o şahitlerden birisi, vakfın gelirinin üçte birini, diğeri de,
yansını vakfettiğine şahitlik ederlerse, üçte bir üzerine şehâdetleri kabul
edilir. Bu, İmâmeyn'e
göredir." demişlerdir.
Muhıyt'te de böyledir.
İki şahitten birisi:
"Vâkıf, bu yerin yansım, müşâ'en (= taksim edilmemiş ve hissesi
belirlenmemiş bir halde)
vakfetti." diğeri de:
"...Müfrezen, mümeyyizen (= ifraz olmuş, ayrılmış; temyiz edilmiş,
ayrılmış, seçilmiş) olarak vakfetti." diye şehâdette bulunurlarsa; bunların
şehâdetleri, bâtıl (= geçersiz) olur. Zahîriyye'de de böyledir.
Şahitlerden birisi,
bir vâkıf hakkında: "...Cum'a günü vakfetti." diğeri ise:
"...Perşembe günü vakfetti." veya biri "...Kûfe'de
vakfetti." diğeri de "...Basra'da vakfetti." derse; bunların
şehâdetleri caiz olur. Hâvî'de de böyledir.
Şahitlerden birisi,
bir vâkıf hakkında:
"...vefatından sonra
—geçerli olmak üzere— vakfetti."; diğeri ise: "...sağlığında —geçerli
olmak üzere— vakfetti." derse; şahitlikleri bâtıl (= geçersiz) olur.
Bu şahitlerden biri:
"...sıhhatli zamanında vakfetti."; diğeri ise: "...hasta iken
vakfetti." derse; ikisinin de, şehâdetleri caiz olur. Fetâ-vâyi Kâdîhân'da
da böyledir.
İki şahitten birisi:
"...Fakirler nâmına vakfedilmiş bir sadaka kıldı." diğeri de:
"...Miskinler nâmına vakfedilmiş bir sadaka kıldı." derse;
şahitlikleri kabul edilir.
Hulâsa:
"Şahitler, "vakfedilmiş bir sadaka olduğunda" ittifak ederler
fakat bundan fazla olan hususlarda görüş ayrılığına düşerlerse, ittifak
ettikleri husus sabit olur; diğerleri ise, sabit olmaz. Bu yer, fakirler nâmına
vakfedilmiş olur.
Bundan dolayı, bize
göre, şahitlerden birisi: "Zeyd nâmına, vâkfo-lunmuş bir sadaka
kıldı." diğeri ise: "Abdullah nâmına, vakfolunmuş bir sadaka
kıldı." derse, burası, fakirler nâmına vakfolunmuş olur. Zehıyre'de de
böyledir.
Şahitlerden birisi:
"Abdullah nâmına, ondan sonra da çocukları nâmına vakfolunmuş
bir sadaka kıldı." dediği
halde, diğeri de: "Abdullah nâmına vakfolunmuş bir
sadaka kıldı." derse; bu durumda, bu yer, Abdullah nâmına vakfolunmuş
olur. Zahîriyye'de de böyledir.
Hassâf, Vakfı'nda
şöyle zikretmiştir:
İki şâhidden birisi:
"...Gerçekten o vâkıf,Abdullah ve Zeyd nâmına, vakfolunmuş bir sadaka
kıldı." diğeri ise: "Hassaten Abdullah nâmına vakfetti." diye
şahitlik ederse; bu durumda, "bu yerin yarısı Abdullah, diğer yarısı da,
fakirler nâmına vakıftır." diye hükmolunur. Muhıyt'te de böyledir.
İki şahitten birisi:
"...fakirler nâmına, vakfedildi."; diğeri ise: "...hayır işler
nâmına vakfedildi." derse,
şahitlikleri kabul edilir. Vakfın geliri ise, fakirlerin olur.
Hâvî'de de böyledir.
Hassâf, Vakfi'nda
şöyle buyurmuştur:
İki şahitten birisi:
"Fakirler ve miskinler nâmına, vakfetti." diğeri de: "Fakirler,
miskinler ve hayır kapılan nâmına vakfetti." diye şehâ-dette bulunurlarsa,
bu şehâdet kabul edilir.
İki şahitten birisi:
"Fakir ve miskinler nâmına vakfedilmiş bir sadakadır." diye şehâdette
bulunduğu halde, diğeri: "Fakirler, miskinler ve akrabasının fakirleri
nâmına vakfedilmiş bir sadaka kıldı." derse, bu şehâdet, "...hayır
kapılan nâmına..." demek gibi değildir.
Çünkü burada,
"akrabasının fakirleri" için şehâdet vardır. Gelirin tamamının,
fakirler ve miskinler için olduğuna" şehâdet yoktur. Muhıyt'te de
böyledir.
Şahitler:
"...kendileri nâmına...", "...biri nâmına...",
"...evlâtları nâmına...", "...nesillerine...1',
"...ana-babaları nâmına..." veya "...yakınları namına...",
"...vakfetti." deseler ve kendileri de, bu vâkıfın akrabası olsalar,
şehâdetleri bâtıl (= geçersiz) olur.
Keza, bu şahitler:
"...Âl-i Abbas nâmına vakıf kıldı." deseler ve kendileri de, Âl-i
Abbas'dan (Hz. Abbas'm oğullarından) olsalar, yine şehâdetleri bâtıl olur.
Veya, bu şahitler:
"...Azâdlı köleleri nâmına vakfetti." deseler de, kendileri de,
onlardan olsalar, yine şehâdetleri geçersizdir.
Bu şahitler:
"...kendileri ile birlikte bir başka topluluk nâmına,
vakfedildiğini..." söylerlerse, bu şehâdetleri hepsi hakkında bâtıldır.
Ancak, bu şahitler:
"...biz kabul etmedik." denerse, şehâdetleri, diğerleri hakkında
caizdir.
Bu durumda, vakfın
geliri, belirtilen kimselere verilir. Bu iki şahidin hisseleri ise, fakirlerin
olur. Hâvî'de de böyledir.
Şayet, şahitler,
"vâkıfın akrabaları nâmına
vakfedildiğine" şehâdette bulunur, kendileri de, bu vâkıfın
akrabası olurlar ve: "Biz, kabul etmiyoruz." derlerse; bu durumda da,
şehâdetleri kabul edilmez.
Bu şahitler, vâkıfın
evlâdı olmasalar bile, hüküm böyledir. Zehıyre'de de böyledir.
Bir vakıf hakkında dâva
açılsa da iki
şahit, "bu vakfın, komşuların fakirleri nâmına
vakfedildiğini" söyleseler ve kendileri de vâkıfın komşusunun
fakirlerinden olsalar, şehâdetleri makbul olur.
Ancak, bu şahitler:
"Akrabasının fakirleri nâmına, vakfedilmiş bir sadakadır." diye
şehâdette bulunurlar ve kendileri de vâkıfın akrabasından olurlarsa,
şehâdetleri caiz olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bu şahitler,
"vâkıfın, akrabasının fakirleri nâmına, vakfedilmiş bulunduğuna şehâdet
etseler ve bu şehâdetleri esnasında, zengin bulunsalar, şehâdetleri, yine
kabul edilmez. Çünkü, bu şahıslar, fakirleşip, bu vakıftan hisse sahibi
olabilirler. Hâvî'de de böyledir.
Fakat, bu şahitler:
"Vâkıf, bu yeri, mescid ehlinin (= cemâatinin) fakirleri nâmına,
vakfetti." diye şehâdette bulunsalar ve kendileri de, mescid ehlinin
fakirlerinden olsalar, bu durumda, şehâdetleri caiz olur.
Keza, medrese ehli
olan kimseler, "vakfın, medrese nâmına yapıldığına" şehâdet etseler,
bu şahitlikleri kabul edilir.
Bir kimsenin bir
tarlasını, Kur'an Kıraati için, bir mescid veya mescid ehli nâmına vakfetmiş
olduğuna, iki kişi şehâdette bulunsalar; bu mes'ele, medrese ehlinin şehâdeti
mes'elesinin aynıdır.
Bir mahalle halkının,
mahalle nâmına vakfedildiğine şehâdet etmeleri de aynıdır. Yani, bu
şahitlikler caizdir ve kabul edilir.
Alimlerimiz, bu cevâbı
genişleterek, şöyle buyurdular: Medrese ehlinin şehâdeti hususunda, eğer bu şahitler,
bu vakıftan vazife alacaklarsa, o zaman, şehâdetleri makbul olmaz.
Ancak bunlar, bu
vakıftan vazife almayacaklarsa, şahitlikleri kabul edilir.
Mahalle ehli de
böyledir.
Mektep-medrese
hakkındaki vakıflar da, böyledir.
Mektebin vakfı
hakkında, sakinin (= küçük çocuğun) şehâdeti kabul edilmez.
"Bu mes'elelerin
hepsinde de, şehâdet makbuldür." diyenler olmuştur. Bu da, sahihtir.
Füsûlü'Mmâdiyye'de de böyledir.
Bir kimse, diğer bir
şahıs hakkında: "Şu yerini, fakirler nâmına vakfetti." diye iddiada
bulunduğunda, o şahıs da bunu inkâr eder ve iddia sahibi, bu hususta beyyine
ibraz ederse; "o yerin, fakirler nâmına vakfedilmiş olduğuna"
hükmedilir. Ve bu yer, sahibinin elinden çıkar. Mtıhıyt'te de böyledir.
Câmiu'l-Fetâvâ'da
şöyle zikredilmiştir:
Mektep ve köyün
muallimi nâmına yapılmış sahih bir vakfı, bir kimse gasbeder ve o köy
halkından, mektepde çocuğu olmayan bir şahıs da, bu hususta şahitlik ederek:
"Bu vakıf, filan oğlu filanın, mektebe ve muallim (okul ve öğretmen)
nâmına yapmış bulunduğu bir vakıftır." derse, şehâdeti makbul olur.
Tatarhâniyye'de de böyledir,
İki şahit, bir yer
hakkında: "Gerçekten, filan şahıs, burayı mescid (veya kabristan yahut
gelip geçen kimselere han yeri) olarak vakfetti." diye şehâdette
bulunduktan sonra, bu şahitliklerinden dönseler, şehâ-dette bulundukları yer,
hâli üzere vakıf olur.
Şahitler ise, bu yerin
kıymetini, aleyhine şehâdette bulundukları sahsa, hâkimin hüküm verdiği gün
öderler.
Keza, bu şahitler,
"bir yerin, fakirler veya filan, sonra da miskinler nâmına vakfedilmiş
olduğuna şehâdette bulunduktan sonra, bu şahitliklerinden dönerlerse, bu yer
vakfedilmiş olur. Şahitler, bu yerin bedelini, sahibine öderler. Hâvî'de de
böyledir.
Vakfa karsı, açık
şehâdet caiz olur. Fakat, vakıf şartlarına karşı, bu şehâdet caiz olmaz.
Fetva bunun
üzerinedir. Sirâciyye'de de böyledir.
Şeyhu'1-İmâm
ZahînTd-dîn el-Miirğînânî, şöyle buyururdu:
Bir vakfın cihetini,
"Bu vakıf, mescid nâmına..." veya "...kabristan nâmına
yapıldı." gibi veya benzer bir şekilde açıklamak, elbette lâzımdır.
Hatta, bu şekilde,
cihetini söylemeden yapılan şehâdet, kabul edilmez.
Alimlerin:
"Vakfın şartlan hakkında yapılan şehâdet, caiz olmaz." demelerinin
mânası, ".. .vakfın cihetini beyân ettikten sonra..." demektir.
Şahitler: "Bu,
şunun nâmına yapılmış vakıftır." diyebilirler. Onların: "Vakfın
geliri, önce şuna sarfedilecek, sonra şuna, sonra şuna..." diye şehâdette
bulunmaları uygun olmaz.
Şayet, şahitler,
bunları ve benzerlerini söylerlerse, bu şehâdetleri kabul edilmez. Zehıyre'de
de böyledir.
Vakıf hakkında yapılan
şehâdetin üzerine şehâdette bulunulursa, bu şehâdet kabul edilir.
Keza, bu hususta,
kadınların da, erkeklerle birlikte şehâdette bulunmaları kabul edilir.
Zahîriyye'de de böyledir.
Keza, bu hususta,
dinlemekle yapılan şehâdet de makbuldür. Şahitler, dinlemek üzere şehâdette
bulunup: "Biz, dinlediğimize, duyduğumuza şahitlik yapıyoruz."
derlerse, ikisinin şahitliği de kabul edilir.
Ancak, dinleme ve
duyma hallerini iyice açıklamaları gerekir.
Zira, çoğu kerre,
vakfın tarihi, yüz sene ve daha uzun bir süre; şahidin yaşı ise, yirmi
olabilir.
Hâkim, şahidin duyma
yolu ile şahitlik yaptığına inanmalıdır.
Bu durumda, hâkimin
susması ile bunu söylemesi arasında, bir fark yoktur.
Zahîru'd-dîn Mürğînânî
de, bu mânâya işaret etmiştir.
Bu şehâdet, duymakla
yapılan şehâdetin hilâfınadır.
Şahitler,
"gerçekten duydukları ile şahitlik yaptıklarını" açıklarlarsa,
şahitlikleri kabul edilmez. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.
Nevazil*de şöyle
zikredilmiştir: Ebû Bekir'den soruldu:
— Bir vakfı zâlimler
ellerine geçirip, onun vakıf olduğunu inkâr ederse, köy halkının, o yerin
fakirler nâmına vakfedilmiş olduğu hakkında şehâdet etmeleri gerekir mi?
îmâm, şu cevâbı verdi:
— "Vakfeden
şahıstan, o yerin vakfedilmiş olduğunu işiten bir kimse varsa, o şahitlik
yapar. Bunu, ondan işitmeyen kimsenin şahitliği kabul edilmez."
Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir kimsenin elinde
bulunan bir yer hakkında, bir topluluk, "bu yeri, filan şahsın kendileri
nâmına vakfettiğini" söyleseler bile, bu yere hak sahibi olamazlar.
Bir kimse, sahibi
olmadığı bir malı vakfedemez.
Keza, şahitlerin, bir
şahsın elinde bulunan bir yer hakkında, "burası vakıftır." diye
şehâdette bulunmaları da böyledir.
Çünkü, bir şey, bir
şahsın elinde vedia (= emânet) veya gasbettiği bir mal olarak bulunabilir.
Şahitler, bir kimsenin
sahibi olmuş bulunduğu ve hâkimin de onun olduğuna hüküm verdiği bir yerin,
kendileri nâmına vakfedilmiş olduğuna şahitlik yaparlarsa, bu durumda, vâkıfın
vârisini, vasîsini getirmeye ihtiyaç kalmaz. Hâvî'de de böyledir. [49]
Bir şahıs, beldenin
hâkimine gelerek: "Ben, senden önce burada bulunan hâkimin emmiyim.
Elimde, filan oğlu filanın sadakası var. O, bunu bilinen bir topluluk nâmına
vakfetmiştir." der; vakfeden şahsın vârisi bulunmadığı gibi, bu şahsın
ikrarından başka da o sadakanın durumunu bilen kimse olmazsa; bu şahsın sözü
kabul edilir.
Ancak bu vâkıfın,
vârisleri bulunur ve bunlar: "Onlar bizim aramızda mîrasdır."
derlerse, bu yer, vakıf olmaz. Ve, vârislerin sözü geçerli olup, o yer, aralarında
miras olur.
Fakat, varisler:
"Bu, bizim nâmımıza vakıftır. Sonra neslimize, sonra da fakirler nâmına
vakıftır." derler; yer elinde bulunan şahıs ise: "Fakir ve miskinler
nâmına vakfedilmiş bir sadakadır." derse; bu durumda da vârislerin sözü
geçerlidir.
Vakıf yer elinde
bulunan şahıs: "Bu, fakir ve miskinler nâmına yapılmış bir vakıftır."
der ancak, "Filan vakfetti." demez; o topluluk ise: "Bu yer,
bize ve neslimize, babamızın yaptığı bir vakıftır." derse; hâkim, "bu
yerin, vakıf olduğuna" hükmeder. Vârislerin sözünü nazar-ı itibâre almaz.
Bu cümle, Nâtıfî'mn Ecnâsi'ndadır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir vakfın, işi eskide
kalmış, vârisler ve şahitler ölmüş ve —bu vakıfla ilgili bilgiler— hâkimlerin
sicil defterinde kalmışsa, bu deftere göre, muamele edilir.
Bu vakıftan
faydalananlar arasında niza bulunursa, sicil defterindeki yazıya göre hareket
edilir.
Şayet, hâkimlerin
sicil defterinde, —bu vakıfla ilgili— bir kayıt yoksa, vakfolunan bu yer, hak
sahibi olduğunu isbât eden şahsın olur.
Bu hükümler, vakfeden
şahsın, vârisinin olmaması 1 dedir.
Eğer, vâris varsa, bu
topluluğun nizahları, o vârise ru- J eder.
Vârisler, bir şey
ıkrâr edip haber veriyorlarsa, bu ikrarları kabul edilir.
Eğer özürleri varsa,
bu durumda da kayda müracaat edilir.
Özür hâlinde, vakfolunan
yer için, delil getirmek gerekir. Muzma-rât'ta da böyledir.
Aralarında anlaşma
sağlarlarsa; istihsande hâkim, o yerin gelirini aralarında taksim eder.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Elinde bir yer bulunan
şahıs, "bu yeri, filan adamın, filan yere vakfettiğini" söyler;
vârisler de: "Hayır, bize, neslimize sonra da fakirlere vakfetti."
derler ve vârislerin söylediği ile diğer şahsın söylediği arasında hılâf
bulunursa; hâkim, —sicil defterinde bir kayıt bulamaması hâlinde,— vârislerin
sözünü imza eder. (= Onların sözlerine göre, hüküm verir ve bu hükmü icra
eder.)
Bu, vakıf yerlerin,
emîn kişilerin elinde bulunmaması ve bir ikrar edicinin ikrar etmesi hâlinde
böyledir.
Fakat,1 vakıf yerler,
emin kimselerin elinde bulunur ve daha önce de sicil defterlerinde kaydı
bulunursa, vârislerin sözü kabul edilmez. Zehıyre'de de böyledir.
Şeyhu'l-İslâm'dan
soruldu:
— Vakıf olduğu ile şöhret bulmuş olan bir yerin
gelirinin nerelere sarfolunacağı hakkında şüphe bulunur ve kime, ne kadar
verileceği bilinmezse, ne olur?
İmâm, şu cevabı verdi:
— Bu vakfın hâline
bakılır: Daha önce, kayyımları nasıl yapıyorlar ve kime, ne veriyorlardıysa, ona göre hareket edilir. Muhıyt'te de böyledir.
Fetâvâyi Fadlî'de
şöyle zikredilmiştir:
Vâkıf sahibinin elinde
bulunan vakfiyede: "Bu vakfın gelirinin fazlası, —vakfın bulunduğu yerin
halkının fakirlerine ve diğer— fakirlere sarfedilir." denilmiş olsa; hazır
bulunan mahalle fakirleri, bir sehim; diğer fakirier de bir sehim itibar
edilir.
Bunlardan ölenler,
senimden düşerler. Bunun sehmi, diğerleri arasında taksim edilir.
Vakfedildiği sırada
mevcut bulunan fakirler, inkıraz bulur ve onlardan kimse kalmazsa, bu
mahallenin hâli hazırdaki fakirlerine verilir. Bu durumda, bu mahallenin
fakirleri ile diğer fakir müslümanlar müsavidir. Zehıyre'de de böyledir.
Hassâf in Vakfi'nda
şöyle zikredilmiştir:
Bir kimse, bir yerini
vakfedip: "Ben, şu bilinen yerimi, vakfettim." dediği halde, o yer
şöhretten uzak olsa ve vâkıf, buranın hududunu söylemeden: "Burası, filan
cihete vakfolunmuş bir sadakadır; sonra da, fakirlerindir." dese; bu vakıf
caiz olur.
Şayet, bu vâkıf,
"bu yerden, ekilecek bir tarlanın, vakfa dâhil olmadığını iddia ederse;
İmâm: "Eğer, bu yeri meşhur (= apaçık, belli) olur ve tarla da, bu hududun
içinde bulunursa, o da, bu vakfa dâhildir." demiştir.
Veya: "Vakfedilen
bu yer, oranın sâlih komşuları tarafından biliniyor ve o tarla da, o yere ait
bulunuyorsa, bu durumda da, o tarla, vakfa dâhildir.
Ancak, durum
söylediğimiz gibi değilse, bu durumda, vâkıfın sözü geçerli olur. Muhiyt'te de
böyledir. [50]
Şeyhu'l-İslâm'dan
soruldu:
— Bir vakfiyenin (= vakıf senedinin) içinde:
"Filan şahsın azâdlı kölelerine,
—bilinen bir— medresenin
müderrisine yapılmış bir vakıftır." diye yazılmış ve bunların
miktarları belirtilmiş, sıhhatinin şartlan söylenmiş, "sonunda da
fakirlerin" denilmiş, bu durum, ne olur?
O, şu cevabı vermiş:
— Bu sahih olmaz.
Zehıyre'de de böyledir.
Bir yerini vakfeden
bir şahıs, bir vakfiye yazarak, ona şahitler gösterdikten sonra: "ben, bu
yeri, onun içinde satış yapmam şartıyle vakfettim; bilmiyorum, kâtip bu şartı,
yazdı mı, yoksa yazmadı mı?" der ve bu şahıs, bilgili olur, arapçayı iyice
anlar ve yazılan şey de, kendisine okunmuş bulunursa, bu vakıf sahih olur.
Bu vakıf senedinde
yazılanların tamamını ikrar etmiş olur. —Buna aykırı olan— sözü kabul edilmez.
Bu şahıs, arap değil
de acem olur ve arabçayı anlamazsa; ancak, şahitler: "Yazılan şeyler ona,
kendi dilinden okundu." diye şehâdette bulunurlar ve kendisi de yazılan
şeyleri ikrar ederse; bu şahsın da sözü kabul edilmez.
Ancak, şahitler, bu
şekilde şehâdette bulunmazlarsa, bu şahsın sözü kabul edilir. Muzmarât'ta da
böyledir.
Bu hüküm, sadece
vakfiyeye mahsus değildir. Bu hüküm, bütün akidlere ve resmî işlere şâmildir.
Zahîriyye'de de böyledir.
Fetâvâyi Ebû'l-Leys'de
şöyle zikredilmiştir: Fakıyh Ebû Ca'fer'den soruldu:
— Bir kadın, komşularına: "Şu evimi,
ihtiyacım olunca satmam şartıyle, vakıf olarak yazınız." dediği halde,
onlar, bu şartı dâhil etmeden, bunu yazıp: "Dediğini
yaptık." diyerek, bunun üzerine şehâdette bulunsalar ne olur?
İmâm, şu cevabı
vermiştir:
— Eğer, yazılan bu
yazı, o kadına karşı, anlıyacağı bir şekilde okunmuş, o da dinlemiş ve bunun
üzerine şahit tutmuş ise, bu ev vakıf olur.
Fakat, yazılan bu yazı,
kadına karşı okunmamışsa, bu ev vakıf olmaz.
Verilen bu iki cevap
da, İmâm Muhammed (R.A.)'in kavli üzeredir. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, bu
kadın için bir kolaylık yoktur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, bir yerini
vakfederek bunun vakıf defterine (vakfiyeye) yazılmasını emreder; ancak kâtip,
bu vakfın hududunun ikisini doğru, İkisini de hatalı yazar; yanlış yazılan, o
iki hudut, o nahiyede bulunur, fakat, hudutları belirtilen bu yer ile arasında,
başkasına ait, bir yer, bağ veya ev olursa, bu vakıf sahih olur.
Şayet, yanlışlık
yapılan bu iki hudut, o mevzide bulunmazsa, bu vakıf bâtıl (= geçersiz) olur.
Ancak, vakfedilen bu
yer, meşhur olur ve şöhretinden dolayı hududa ihtiyacı bulunmazsa, bu durumda
da, vakıf caiz olur. Vecîz'de de böyledir.
Bir kimse, bir köyde
bulunan bütün yerlerini, bir topluluğa karşı vakfedilmiş bir sadaka kılmayı
murad edip, vakfiyenin yazılmasını emreder; ancak, kâtip, o yerlerden bazı
tarla ve bağları unutur, sonra da, yazılan bu yazı, vakfedene karşı okunur; bu yazıda
da, gerçekten, "filân oğlu filan, şu köyde bulunan bütün yerlerini
vakfetti." diye yazılıp "...şöyle, şöyle..." diye bu yerlerin
hududu açıklanır; ancak, kâtibin unutarak yazmadığı yerler okunmadığı halde,
vâkıf, bunların hepsini vakfettiğini ikrar edip, haber verirse; Ebû Nasr:
"Eğer, vakıf, vâkıfın sıhhatli hâlinde yapılmış ve kendisi bunu haber
verip, köyde bulunan bütün yerlerini kasdetmiş ise, —vakfiyede bulunsun, bulunmasın
veya söylensin, söylenmesin— yerlerinin hepsi vakfedilmiş olur.
Vakfeden şahıs, ölmüş
olsa bile, bu yerlerin tamamı, sağlığında söylediği üzere, vakfolunmuş olur.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir vakfiyede,
mütevelli ve vasî yazıldığı halde, vakfın gelirinin sarfedileceği yerler
yazılmasa, bu yazı (vakfiye ve vakıf) sahih olmaz.
Vakfiyeye "Vasî
ve mütevelli, hâkim tarafından tâyin edilecek." diye yazılsa da, tâyin
edecek hâkimin adı yazılmasa, bu yazı caiz olur. Vâkıâtü'l-Hüsâmiyye'de de
böyledir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Semerkand'lı âlimlerin
fetvalarında şöyle denilmiştir:
Bir müste'cir, bir
mütevelliden, kimin nâmına vakfedildiği belli bir yeri kira\a tutsa ve
vakfiyede, "vakfın mütevellisi olan filan oğlu filan, bu yeri, filan şahsa
kiraya vermiştir." denildiği halde, burayı vakfeden şahsın babasının ve
dedesinin adı yazılmasa ve bu vâkıf tanmmasa, yine, bu —vakıf— caiz olur.
Çünkü, mütevellinin,
kimin oğlu kim olduğu ve vakfın kimler nâmına yapılmış bulunduğu yazılmış
olunca, her ne kadar, vâkıfın ismi zikredilmese bile, bu kiracı haklıdır ve
vakıf caizdir. Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse, elinde bir
yer bulunan bir şahsa gelerek, "bu yerin vakıf olduğunu" iddia eder
ve hâkimlerin "inkıraz buldu." diye yazdıkları bir vakfiye
getirirse; bu durumda, hâkim, bu yazı ile hüküm vermez.
Keza, bu şahıs,
buranın vakıf olduğuna dâir, mühürlü bir yazı (levha)" getirse; hâkim,
—buranın vakıf olduğuna şahitler şehâdette bulunmadıkça— bununla da hüküm
vermez. Muhıyt'te de böyledir. [51]
Bir kimsenin,
elinde bulunan bir
yer hakkında: "Bu
yer, vakıftır." demesi, bu yerin vakıf olduğunu ikrardır.
Burası, önceden vakıf
olmasa ve hatta vakıf şartları koşulmasa bile, —bu ikrardan dolayı—vakıftır.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse,
"elinde bulunan bir yerin vakıf olduğunu" ikrar ettiği zaman, burayı
vakfeden şahıs ile bu vakfın gelirine hak sahibi olan kimseleri söylemese
bile, bu ikrarı sahih olur.
Ve bu yer, fakirler
nâmına vakfedilmiş olur.
Vakıf olduğunu ikrar
eden şahıs da, başka bir şahıs da, o yerin vâkıfı (= vakfedicisi) olamaz.
Ancak şahitler:
"Gerçekten, bu şahıs bu yerin vakıf olduğunu ikrar ettiği sırada, buranın
sahibi idi. Bu yeri, ikrar eden şahıs vakfetti." şeklinde şehâdette
bulunurlarsa; bu durumda, bu şahıs, buranın vâkıfı (= vakfedicisi) olur. Serahsî'nin
Muhiyti'nde de böyledir.
Bu durumda, velayet (=
bu vakfın idareciliği, mütevellîliği) de, istihsânen, ikrarda bulunan bu şahsa
aittir.
Bu şahıs, bu vakfın
gelirini, fakirlere taksim eder.
Fakat, bu şahıs, başka
bir şahsı, vasî tâyin edemez. Zehıyre'de de böyledir.
Bu yerin vakıf
olduğunu ikrar eden şahıstan başka bir şahıs gelerek; "vakfeden kimsenin
kendisi olduğunu" iddia eder ve ikrar eden şahsın elinden, o yeri almak
ister; ikrar eden de "bu yerin o şahsa ait olduğuna" beyyine ibraz ederse, aradaki husûmet kalkar. O yerin velayetinin, bu şahsa ait olduğu
sabit olur. Ve bu şahıs, azledilemez.
Bu —son— ikrarından
sonra, —ilk— ikrar eden şahıs: "Burayı vakfeden şahıs, filan
kimsedir." diye haber verirse, onun bu sözü, kabul edilmez.
Fakat bu şahıs:
"Vakfeden benim." derse, bu sözü kabul edilir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Bir kimse, "bir
yerin, vakıf olduğunu" ikrar eder ve vâkıfının da adını söyler, ancak, bu
vakfın gelirine kimlerin hak sahibi olduğunu bildirmezse, bu vakıf yine caiz
olur.
Meselâ: "Bu yer,
—babam tarafından— vakfedilmiş bir sadakadır." der; babası da ölmüş olur
ve üzerinde borç bulunursa; bu vakıftan satılıp, borcu ödenir. Vasıyyetine göre
hareket edilir.
Bu vakfın üçte
birinden, vasıyyeti yerine getirilir. Arta kalan da, fakirler nâmına
vakfedilmiş olur.
Vakfeden şahsın, ikrar
edenden başka vârisi olsun veya olmasın hüküm böyledir, yani bu vakıf
caizdir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Sonra bakılır: Eğer,
ikrarda bulunan şahıs, nefsi için velayet iddiasında bulunmuyorsa, hâkim, bu
şahsa, velayeti teklif eder. O, kabul etmezse, hâkim, istediği şahsı, mütevelli
tâyin eder.
Bu şahıs, nefsi için
velayet iddia ediyorsa, vakfın ıslâhı işlerine bakar ve velayet hakkı onun
olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bu yerin vakıf
olduğunu ikrar eden şahıstan başka, bir vâris daha bulunur ve bu vâris,
"bu yerin vakıf olduğunu, inkâr ederse" bu şahsın, bu yerde bulunan
hissesi, kendisine verilir. Bu şahıs,
hissesini dilediği gibi tasarruf eder.
ikrar eden şahsın
hissesi ise, ikrar ettiği üzere, vakıf olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse: "Bu,
dedem tarafından vakfedilmiştir." veya: "Bu yer, babam tarafından
vakfedilmiştir." derse; bu, o yerin, babasının mülkü olduğunu ikrar olmaz.
Bu durumda, vakıf da
caiz olmaz.
Bu hüküm, babasının borcu
veya vasıyyeti olsa veya kendisi ile birlikte başka bir.varisi bulunsa
veyahutta bunların hiç biri olmasa müsavidir. Hâvî'de de böyledir.
Bu durumda, kendisi de
bir başkası da, bu yerin vâkıfı (= vakfedicisi) olamaz.
Velayet hakkı ise,
istihsânen, bu şahsın olur. Muhıyt'te de böyledir.
Fakat bu kimse, vakfı,
yabancı bir kimseye izafe eder ve bu durumda, ma'lum bir kişiyi söyleyerek onu
bizzat bildirir; izafe min (-...den) harfi ile olur ve bu şahıs da sağ
bulunursa; ona rücû' eder.
Çünkü, "onun mülkü
olduğunu" ikrar etmiş ve bunun üzerine şehâdette bulunmuş olur.
Şayet, vakıf kendisine
izafe edilen şahıs da, o şahsın söylediklerinin tamamını doğrularsa; her
ikisinin de doğrulaması ile hak sabit olur.
Şayet, o şahıs mülkün
kendisine ait olduğunu doğruladığı halde, vakıf olduğunu yalanlarsa, bu mülkün
onun olduğu sabit olur. Çünkü, bu kadarını, ikisi de doğrulamış olmaktadır.
Bu durumda, şahit tek
kalmış olduğu için, vakıf sabit olmaz. Şayet, vakıf kendisine izafe edilmiş
bulunan şahıs, ölmüş bulunursa; bu iş, yani yukarıda söylediğimiz gibi
doğrulama veya yalanlama işi, vârislerine havale edilir.
Eğer, vârislerden bir
kısmı, bu yerin vakıf olduğunu doğrular, diğer kısmı ise, yalanlarsa; bu
durumda, doğrulayanların hissesi vakıf olur.
Yalanlıyanları hisseleri
ise, kendileri için mülk olur. İstedikleri gibi tasarruf ederler. Muhıyt'te de
böyledir.
Şayet vârislerin
tamamı, bu yerin vakıf olduğunu doğrularlarsa; velayet, ikrarda bulunan şahsın
olur.
Ancak, bunu,
vârislerden bazıları doğrularsa, bu durumda, istih-sânen, bu şahsa, velayet
verilmez. Zahîriyye'de de böyledir.
Ancak, iki şahit, bu
şahsın velayeti hakkında şehâdette bulunurlarsa, bu şehâdetleri makbul olur.
Eğer, izafet an harfi
ile olursa; bu durumda, ikrar, bu yerin, filan şahsın mülkü olduğunu bildirmez.
Hizânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Eğer, bu şahıs, bizzat
kendisini söylemeden: "Bu yer, vakfedilmiş bir sadakadır; Muhammed'den..." derse,
bu yer vakıf
olur. Zahîriyye'de de böyledir.
Ancak, sonra söyler ve
aralan da ayrılmış bulunur ve izafet de min harfi ile olursa, doğrulanmaz.
Fakat, izafet an harfi
ile olursa, o zaman doğrulanır. Muhıyt'te de böyledir.
Vakfeden şahıs, vakfın
gelirinden almaya hak sahibi olan kimseleri saymışsa; hüküm, bu hususta, —sağ
ise— ona müracaat etmektir. Vâkıf ölü ise, vârislerine müracaat edilir.
Vâkıf veya bunun
vârisleri, bu yerin vakıf olduğunu doğrularlarsa; iş, ikrar eden şahsın, ikrarı
üzere olur.
Vakfeden şahıs veya
vârisleri, bu yerin vakıf olduğunu yalanlarlarsa; bu vakıf da, bunun şartları
da sabit olmaz. Hâvî'de de böyledir.
Bir kimse, bir yerin
vakıf olduğunu haber verir ve vakfeden şahsı bildirmediği halde, kendisine
vakfolunan şahısları bildirirse, bu ikrarı da kabul edilir.
Meselâ: Bir şahsın:
"Bu yer, bana ve çocuklarıma, neslime vakfe-dilmiştir." demesi
gibi... Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bu durumda, velayet,
kıyâsen değil de istihsânen, buranın vakıf olduğunu ikrar eden şahsın olur.
Bir başka şahıs da,
burasının, kendi nâmına vakfedilmiş bir yer olduğunu iddia eder ve ikrar eden
şahıs da, bunu doğrularsa; bunu, —çocuklarının
ve neslinin hisselerinde
değil de— kendi
hissesinde doğrulamış olur. Hâvî'de de böyledir.
Bir kimse, elinde
bulunan bir yerin, bir topluluğa vakfedildiğini söyleyerek, bu şahısları, ismen
belirttikten sonra; "başkaları nâmına yapılmış bir vakıftır." diye ikrar eder veya saydığı isimlere ilâvede
bulunur yahut bunlardan bir kısmını çıkartırsa; bu durumda, sonraki sözüne
itibar olunmaz. Önceki sözü ile amel edilir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse, bir yerin
vakfedilmiş bir sadaka olduğunu ikrar edip cihetini de söyledikten sonra, bir
başka yönü beyân ederse; ikinci sözü kabul edilmez.
Bu vakfın geliri hem
kıyâsen hem de istihsânen, ikrar eden şahsın, önce beyân ettiği kimselerin
olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse elinde
bulunan bir yerin vakıf olduğunu ikrar edip susar ve sonra da: "...filan
ve filan nâmına vakfedilmiştir." diyerek, onların adlarını ve sayılarını
bildirirse; sonraki sözü, kıyasda kabul edilmez, istihsânda ise kabul edilir.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir kimse, bir yer
hakkında: "Burası, bizzat filan nâmına yapılmış bir vakıftır. "
dedikten sonra "...önce, filan nâmına..." derse, sözü kabul edilmez.
Bu şahıs cümlelerin
arasını açarak söylemişse, İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, bu ikrarı kabul
edilmez.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre ise, bu şahsın —sadece— ikinci sözü kabul edilmez. Serahsî'nin
Muhıytı'nde de böyledir.
Bir kimse, elinde
bulunan bir yerin, vakıf olduğunu ikrar ederek, "filân hâkimin, kendisini
mütevelli tayin ettiğini ve bu yerin vakfedilmiş bir sadaka olduğunu*'
söylerse, bu sözü kıyâsen kabul edilmez.
İstihsânda ise, bu
durum, zamanın hâkimine söylenir. Bu sözle, bildirilenden başka bir şey
bilinmiyorsa; o şahsın ikrarı kabul edilir ve caiz olur. Fetâvâyi Kâdîhân'nda
da böyledir.
Bir kimse: "Bu
yere, hâkim, babamı mütevelli tayin etti. Babam Mürken de, bana vasıyyet
eyledi. Bu yer, bana vakfedilmiş bir sadakadır." derse, bu sözü kabul
edilmez.
Keza, bu kimse:
"Bu yer, filanın elinde idi; o, bana vasıyyet etti," derse, yine bu
sözü kabul edilmez.
Bu şahsa,
"elindeydi, bana vasıyyet etti." dediği şahsın vârislerine, bu yeri
teslim etmesi emredilir. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kinîse, başka bir
şahsın yeri hakkında: "Bu yer, vakfedilmiş bir sadakadır.'' dedikten
sonra, bu yere, kendisi sahip olursa; o yer vakıf olur. Fetâvâyi Attabiyye'de
de böyledir.
Vârisler, ellerinde
bulunan bir yerin, babaları tarafından vakfedilmiş olduğunu haber verirler;
ancak, her biri, bu vakıf için ayrı ayrı
cihetler söylerlerse; bu durumda hâkim, bu vârislerin ikrarlarını kabul eder ve
bu vakfın gelirini, her birinin dediği yöne sarfeder.
Hâkim, bu vakfa,
mütevelli olarak, kimi dilerse, onu tâyin eder. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Şayet, bu vârisler
arasında, küçük çocuk veya hazırda olmayan bir şahıs varsa; bu çocuğun nasibi
büyüyene kadar; gaibin hissesi de, gelene kadar durdurulur.
Bu vârislerden bir
kısmı, "Babalarının, bu yeri, çocukları ve nesli nâmına vakfettiğini"
söyler; diğer kısmı ise, bunu inkâr ederlerse; "bu yerin vakıf
olduğunu" ikrar edenlerin hisseleri,, ikrar ettikleri yere verilir.
İnkâr edenlerin
hisseleri ise, mülk olarak kendilerine verilir.
înkâr eden vârisler,
ikrar eden vârislerin hisselerine ortak olamazlar.
înkâr edenler,
hisselerinin bir kısmını sattıktan sonra, ikrar edenlerin sözlerini tasdıyk
ederlerse; (= doğru bulurlarsa) ellerinde kalan hisseler hususunda bu —son—
sözlerinin doğruluğu kabul edilir. Sattıkları hisseler hakkında ise, bu
sözleri doğrulanmaz.
Ancak, satın alan
şahıs, bunların doğru söylediklerini kabul eder; satın aldığı hisseleri geri
verip, bedelini alırsa; bu durumda, o yerler de, bu vakfa dâhil olur. Hâvî'de
de böyledir. • Hassâf, Vakfı'nda şöyle buyurmuştur:
Bir kimse: "Şu
yerim, Abdullahın oğlu Zeyd'e ve onun çocuklarına ve çocuklarının nesline karşı
vakfedilmiş bir sadakadır. Ondan sonra da miskinlerindir." dedikten sonra,
Zeyd'de: "Gerçekten, vâkıf, bu yeri, bana ve benim çocuklarıma,
çocuklarımın çocuklarına ve Amr'e karşı vakfetti." derse; bu sözü, ancak
nefsinin hissesi hakkında kabul edilir; diğerlerinin hisseleri hakkında ise,
kabul edilmez.
Bu vakfın gelirinin
taksimi sırasında; bu gelir, Zeyd'e, çocuklarından ve neslinden mevcut olanlara
taksim edilir.
Bu gelirden, Zeyd'in
hissesine düşen miktar, Zeyd hayatta olduğu müddetçe, kendisi ile Amr arasında
paylaşılır! Zeyd ölünce, bu husustaki ikrarı da bâtıl (= geçersiz) olur. Ve bu
durumda, Amr'in, bu vakıfta bir hakkı kalmaz.
Keza vâkıf, bir yerini
Zeyd'e, Zeyd'den sonra da miskinlere vakfeder; bilâhare de Zeyd, Amr'i ikrar
ederse; —yukarıda açıkladığımız gibi— Zeyd yaşadıkça, Amr, onun hissesine ortak
olur.
Zeyd ölünce de, bu
vakfın gelirinin tamamı yoksulların olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, ardında iki
oğul bırakarak ölür ve bu oğullardan birinin elinde bulunan bir yerin, babası
tarafından vakfedilmiş olduğu sanıldığı halde, diğer oğlu: "Bu yer, ikimizin nâmına yapılmış bir
vakıftır." derse, bu oğulun sözü kabul edilir.
Bu yer, bu iki oğul
nâmına yapılmış bir vakıf olur. Muhtar olan görüş budur. Muzmarât'ta da
böyledir.
Hassâf, Vakfı'nda
şöyle demiştir:
Bir kimse, bir şahsın
elinde bulunan bir yerin veya bir evin kendisine ait olduğunu, hâkimin
huzurunda iddia ettiğinde, .bunu elinde bulunduran şahıs da: "Bu yer, bir
vakıftır. Müslümanlardan bir şahıs, bunu, fakirler nâmına vakfetti ve bana
bıraktı." derse; hâkim, bu yeri, o şahsın ikrarı üzere ve dediği gibi
vakıf kılar.
Ancak, bu dâva
halledilmiş olmaz.
Buranın kendisine ait
olduğunu iddia eden kimse, hâkime: "O şahsa, bu yerin benim olmadığına
dâir yemin ver." der. Hâkim, o şahsa, yemin etmesini teklif eder.
Bu şahıs yemin
etmekten kaçınır veya "Bu yer, o adamındır." diye ikrarda bulunursa;
bu durumda hâkim, bu yerin kıymetini, —"vakıftır." diyen şahsın,
"benimdir." diyen şahsa— ödemesini emreder. Ve ödettirir.
Bu durumda, bu yer
hakkında, "vakıftır." diye verdiği hüküm de bozulmaz. Zehıyre'de de
böyledir.
İddia sahibi, bu yerin
kendisine ait olduğuna dâir, beyyine ibraz ederse; bu durumda, hâkim bu yerin,
o şahsa ait olduğuna hükmeder. Diğerinin ikrarı ise bâtıl (= geçersiz) olur.
Şayet, ikrarda bulunan
şahıs, "buranın ma'rüf (= tanınan, bilinen) bir şahsın vakfı
olduğunu", haber verir; bu şahıs da gelip, "vakıf olduğunu"
ikrar ederse; bu şahıs, "benimdir." diyen şahsa hasm { = dâvada,
karşı taraf, muhalif) olur.
Yer elinde bulunan
şahıs, bir topluluğun ismini söyler ve "işte, bu yer, bunlara karşı
vakıftır." derse; bu defa, iddia eden şahsın hasmı, bu topluluk olur.*
Bu topluluk, "o
yerin, bu adamın mülkü olduğunu" ikrar eder; ancak, bu ikrarları, o yerin
geliri hakkında, kendileri lehine ikrardan önce yapılmış olursa; bunlar ölünce,
bu yerin geliri, yoksulların olur. İddia eden şahsın olmaz.
Bu yerin, kayyımın
elinde olması hâlinde de mes'ele hâli üzeredir.
Bu durumda, iddia eden
şahsa, kayyım hasım olur. Bu dâvada, karşı taraftan beyyine istenir; kayyıma,
yemin verilmez. Çünkü, onun ikrarda bulunması sahih olmaz. Hâkimin emîni de
böyledir. Hâvî'de de böyledir.
Bir kimse, elinde
bulunan bir evin, filan ve filana karşı vakıf olduğunu ikrar ettikten sonra;
"bu ev, —kendisinin olduğunu— iddia eden şahsındır." diye haber
verse; bilâhare de, bazı müslümanlar gelip, ev elinde bulunan şahsın, bu
"ev, iddia edenindir." şeklindeki ikrarını yalanlıyarak: "Bu ev,
bize vakfedilmiştir." deseler; bu durumda, bunlar, iddia eden şahsa, iddia
ettiği husus hakkında hasım olurlar.
Şayet, iddia sahibi,
evin kendisine ait olduğuna dâir, beyyine ibraz ederse; "evin, ona ait
olduğuna" hükmedilir.
Bu durumda, ev elinde
bulunan şahsın, —vakıftır şeklindeki— ikrarı bâtıl (= geçersiz) olur.
İddia sahibinin
beyyinesi olmazsa; hasımlarının yemin etmesini ister.
Bunlar, evin, iddia
sahibine ait olduğunu ikrar ederler veya yemin etmekten kaçınırlarsa; bu
ikrarları kendileri adına caiz olur. Evlad ve nesilleri hakkında ise, caiz
olmaz.
Keza, orada bulunan,
başka şahıslar hakkında da, ikrarları caiz olmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Vâkıfın, vakfın kendi
mülkü olduğunu ikrar etmesi caiz olur. Alimler: "Vâkıfın* nefsine ait
ikrarı caiz olur. Vârislerin, vakfın kendilerine ait bulunduğunu ikrar etmeleri
ise caiz olmaz. Vârislerin, sahih vakfı olmaları söz konusu değildir. Bunların
dâvaları da dinlenmez." demişlerdir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Fetvalarda şöyle
denilmiştir: Bir kimse, bir yerini, sağlığında fakirler nâmına
vakfettikten sonra ölür; başka bir şahıs da, gelip, o yerin, kendisine ait
olduğunu" iddia eder ve ölenin vârisleri de, böyle olduğunu ikrar ederse;
bu durumda da, vakıf bâtıl (= geçersiz) olmaz.
Vârisler, bu yerin
kıymetini, o şahsa, ölenin terekesinden öderler.
Bu, tmâm Muhammed
(R.A.)'in kavlidir.
Fakıyh Ebû'1-Leys:
"Tazminatın
gerektiğinde, hılâf yoktur."
demiştir. Doğru olan
da budur.
Eğer, vârisler, bu
iddiayı inkâr ederler ve iddia sahibi de onlardan, yemin etmelerini isterse,
yemin etmeleri gerekmez.
Şayet, iddia sahibi,
bu yerin kıymetini ister ve vârisler de yemin etmekten kaçınırlarsa; bu
durumda, o yer, iddia sahibinin olur. Serahs-ınin Muhıytı'nde de böyledir.
Elinde bir ev bulunan
şahıs, "bu evin, müslüman bir şahıs tarafından hayır yollarına ve
fakirlere vakfedilmiş olduğunu" ikrar ederse; bu vakfın mütevellîliği ona
verilir.
Daha sonra, bir şahıs
gelerek, bu mütevelliyi, hâkim huzuruna çıkarır ve: "Bu evi, ben, hayır
müesseseleri nâmına vakfettim ve bu şahsı da velî tayin ederek, vakfı kendisine
teslim ettim." diyerek, bu evi onun elinden almak isterse; duruma bakılır:
Bu ev elinde bulunan şahıs, iddia sahibini doğrulayarak: "Evet, evi, bu
şahıs vakfedip bana teslim etti. " derse; bu durumda, iddia sahibi, evi,
bu mütevellinin elinden alır.
İddia sahibi: "Ben,
bu evi, koruması için, bu şahsın eline bıraktım," der ve diğer şahıs da,
bunu kabul edip aynısını söylerse; ev, yine iddia sahibinin olur.
Aksi takdirde, bu ev
vakıf olur.
Ev elinde olan şahıs:
"Bu ev, bu şahsındır." dediği zaman, hâkim, onun bu sözünü kabul
etmez. Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimsenin elinde
bir yer bulunur ve iki şahit, bu şahsın: "Bu yer, filan oğlu filan nâmına
ve onun nesline yapılmış bir vakıftır." diye ikrar ettiğine şehâdette
bulunduklarında başka iki şahit ise, "—başka bir şahsı Kasaederek— filan
oğlu filana yapılmış bir vakıftır, dedi." diye şehâdette bulunurlarsa; bu
durumda, bu ikrarlardan hangisinin önce yapıldığının bilinmesi hâlinde, önceki
ikrar caiz, ikinci ikrar bâtıl olur.
Eğer, bu ikrarlardan
hangisinin önce, hangisinin sonra olduğu bilinmiyorsa, bu durumda, bu
ikrarların ikisi de geçerli olur. Vakfın geliri, iki hisseye ayrılarak, biri
bir fakire, diğeri de, diğer fakire verilir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Elinde bir yer bulunan
bir zimmî, "Bu yerin, bir müslüman tarafından
yoksullara, hac yoluna, gazilere veya kendisi ile bir müslü-manın, Allahu
Teâlâ'nın rızasını bulduğu bir cihete, vakfedildiğini" ikrar etse; bu
zimmînin, bu şekildeki ikrarı caiz olur. Ve bu vakfın geliri, söylenen yönlere
sarfedilir.
Eğer, bu^zimmî,
"müslüman, bu yeri satmak üzere vakfetti." der veya ikrar ettiği
cihette, Allahu Teâlâ'nın rızâsına yakınlık bulunmazsa; bu ikrarı bâtıl (=
geçersiz) olur.
Bu yer, o zimmînin
elinden alınır ve beytü'1-mâle katılır. Hâvî'de de böyledir. [52]
Bir yerini veya bir
evini va feden bir şahıs, burayı başka bir şahsa teslim ederek, o şahsı,
buranın muhafazası için velî tâyin ettiği halde, bu şahıs, durumu inkâr ederse,
bu yeri feshetmiş (= zorla almış) olur.
Bu durumda, bu gâsıbm
hasmı ( hâkim huzurunda, onu dâva edecek kimse), vâkıf (= vakfeden şahıs) olur.
Bu yer, gâsıbm er : ;n alınır.
Burayı vakfeden .-.ıs
ölmüşse, vakıf ehli (= kendilerine vakfedilmiş bulunulan kimseler), hâkimin
huzuruna gelerek, vakıf hakkında dâva açabilmesi için, bu vakfa bir kayyım (=
mütevelli, idareci) tâyin etmesini talep ederler.
Gâsıp, bu vakfa bir
noksanlık vermişse, onu tazmin eder. Yıkılan yerini yapar.
Gâsıp, bu
yeri vâkıftan veya
velîsinden, gasbetrnişse, tekrar
gasbettiği şahsa vermesi gerekir.
Gâsıp, geri vermekten
kaçınır ve buna razı olmazsa, gasbettiğinin hâkim huzurunda sabit olması
halinde; bu şahıs, gasbettiği yeri geri verene kadar hapsedilir.
Vakfa bir noksanlık
gelmişse, gâsıp, bunu borçlanır.
Gâsıbm bu borcu tahsil
edilince de, alınan vakfın ıslahı için harcanır. Bununla, vakfın yıkılan
yerleri tamir edilir.
Gâsıbm borcundan
tahsil edilen şey, vakıf ehline taksim edilmez.
Muhıyt'te de böyledir.
Vakıf yeri gasbeden
şahıs, yanındaki yerleri buraya katmak sureti ile onu genişletmiş veya buraya
su getirmiş yahut içine gübre atıp, onu toprağa katmış bulunursa, o, bunları
zayi etmiş gibi olur.
Bu yer, gâsıptan
alınıp, kayyıma teslim edilir. Gâsıba ise, bir şey verilmez.
Şayet, vakıf yerdeki,
—bu gâsıp tarafından meydana getirilen— fazlalık, bina ve ağaç gibi şeylerse,
bu gâsıba, binayı kaldırması, ağacı sökmesi emredilir. Ancak, böyle emredilmesi
için, bunları yapmasının vakfa bir zarar vermemesi gerekir.
Şayet, böyle yapması
vakfa zarar verecek olursa; gâsıp bunlara dokunamaz ve kendisine, bunlardan
dolayı da bir şey verilmez.
Veya, bu vakfın
kayyımı, vakfın gelirinden, bu binanın ve ağaçların kıymetini, gâsıba Öder ve
bu kadar tazminat, kâfi gelir.
Vakfın gelirinin
olmaması hâlinde, bu vakıf kiraya verilerek, kira ücreti ile tazminat yapılır.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Gasbeden şahıs, vakıf
yeri tahrip etmeden ağaçları kesmek isterse, kesebilir.
Kesildikten sonra
kalan ağaçların bir kıymeti varsa, bu bedel, gasbeden şahsa ödenir.
Vakfın mütevellisinin,
bu ağaçlar hususunda, bir şey karşılığında, gâsıpla anlaşması da, —bunda vakfın
bir menfâati olması halinde— caiz olur. Tâmirat da böyledir. Hâvî'de de
böyledir.
Kıymeti bin dirhem
olan, vakıf bir yeri, bir şahıs gasbeder; kıymeti iki bin dirhem olduktan sonra
da, başka bir şahıs, bu gâsıptan, gasbederse; kayyım, ilk gasbedildiği zamanki
kıymetine değil de, ikinci gasıbın gasbettiği sıradaki kıymetine talip olur.
Kayyım, bu yerin
bedelini, gâsiplarm birinden alınca, diğeri tazminattan kurtulur.
Kayyım, gâsıptan
aldığı bu kıymetle, başka bir yer satın alıp, onu vakfeder. Zehıyre'de de
böyledir.
Kayyım, gâsıplardan
birinden, bu vakıf yerin bedelini aldıktan sonra, bu yer, bu kayyıma geri
verilirse, kayyım da, aldığı bedeli geri verir. Ve, bu yer, yine vakıf olur.
Yerin kıymeti eline geçene
kadar, bu gâsıp hapsedilmez. Muhıyt'te de böyledir.
Kayyım, gâsıptan, bu
yerin bedelini aldıktan sonra, onu kaybederse; yapılacak bir şey yoktur. Onun,
yemin ederek söylediği sözü kabul edilir. Hâvî'de de böyledir.
Eğer bu kıymet,
kayyım, onunla başka bir yer satın almadan elinde kaybolur ve sonra da, vakıf
olan yer, geri iade edilirse; bu yer yine vakıf olur.
Kayyım, kaybettiği
ücreti, şahsî malından öder. Sonra da bu kayyım, istihsânen, vakfın gelirine
müracaat ederek, verdiği tazminatı alır.
Bu bedel için,
kendisine vakfedilmiş bulunulan şahısların malına müracaat edemez; ancak,
vakfın gelirine müracaat edebilir. Zehıyre'de de böyledir.
Kayyım, gasbedilen
yerin bedelini alır almaz, vakıf için yine bir yer satın alır ve sonra da, ilk
yer, kendisine iade edilirse; yeni alman yer, hâli üzere vakfedilir.
Kayyım, eski vakıf
yeri satarak yeni aldığı yerin bedelini öder.
Bu durumda, bedel
noksan gelirse, kayyım aradaki farkı, kendi malından öder. Kıyâsen de,
istihsânen de, bu durumda, vakfın gelirine başvuramaz.
Vâkıf, vakfın
tebdilini şart koşmuş bulunur; kayyım da, o vakfı satıp, bedelini alır ve bir
kusurundan dolayı ve hâkimin hükmü ile geri verilirse; bu durumda kayyım, onun
bedelini, kendi şahsî malından öder.
Sonra da, kendine geri
verilen yeri, alacağına mahsuben satar.
Muhıyt'te de böyledir.
Vakıf bir yer,
gasbedilip, ağaçları sökülür veya vakıf bir ev gas-bedilip yıkılırsa, kayyım,
bu yerin bedelini gâsıba ödetir. Gâsıbm, yerin bedelini ödemeye gücü yetmezse,
o yeri, kayyıma iade eder. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Gasbeden şahıs, bu
yere bir şey ekerse, ektiği ve biçtiği kendisinin olur. Hâvî'de de böyledir.
Vakıf bir yerde, hurma
ağaçları veya başka ağaçlar bulunur; gasbeden şahıs ise, bunların gelirini
senelerce aldıktan sonra, gasbettiği bu yeri de, ağaçlarını da geri vermek
isterse; eğer durmakta ise, elde ettiği gelirleri de, geri verir. Bunlar
durmuyorsa, bedelini öder. Zehıyre'de de böyledir.
Gasbedenden alınan bu
gibi gelirler, vakıf ehline taksim edilir.
Muhıyt'te de böyledir.
İçinde hurma ve sair
meyve ağaçlan bulunan bir yer gasbedilir ve bu yer, gasbeden şahsın elinde
iken, bir başka şahıs, bu ağaçları sökerse, kayyım muhayyerdir: Bu ağaçların
bedelini, isterse gâsıba, isterse sökene ödetir.
Kayyım, bu ağaçları,
gâsıba ödetirse, o da, kesen şahsa müracaat eder.
Ancak kayyım, bu
ağaçları, kesen şahsa ödetirse, o, gâsıba müracaat edemez.
Kayyım, bu ağaçları,
ikisine de Ödetmeden, gâsıp, bunları, söken şahsa ödetir ve ondan, bu ağaçların
bedelini alırsa, kayyımın gelip, bu bedeli istemesi hâlinde, gâsıbın —itiraz—
hakkı yoktur. Zehıyre'de de böyledir.
Vakıf bir yer, bir
kimse tarafından gasbedilir; yeri gasbedilen şahıslar da, dâva edip, beyyine
ibraz ederler ve beyyineleri kabul edilirse, bu yer, icmâen onlara iade edilir.
Zahîriyye'de de böyledir.
Bir kimse, vakıf bir
yeri gasbederse; bu yerin kendilerine vakfedilmiş bulunulduğu şahıslardan hiç
birinin, hâkimin izni olmadan, dâva açma hakkı yoktur. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de
böyledir.
Vakıf bir yeri, bir
zâlim istila eder ve bu yeri, onun elinden almak mümkün olmaz, kendileri nâmına vakfedilmiş bulunan
kimselerden birisi de: "Vakfın yöneticisi, onu, o zâlime sattı ve teslim
etti." diye iddia ettiği halde, idareci bunu inkâr ederse; diğerlerinin,
onun yemin etmesini isteme hakları vardır.
Bu şahıs, yemin
etmekten kaçınırsa, vakfın bedelini ödemesine hüküm verilir.
İddia sahipleri,
beyyine ibraz ederse, yine böyle hüküm verilir. Çünkü, fetva "gasbedilen
bina ve arazinin tazmin edileceği" tarzındadır. Kıymetinin tazmin
edilmesi hükmü verilse bile, onun yerine başka bir yer,alınarak, bu alınan yer
vakfedilir. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.
Bir kimse, sağlığında,
bir yeri vakfedip elinden çıkarır ve bunu da bir şahıs zabtederse; bu gâsıptan,
o yerin kıymeti alınır. Ve bu bedelle, başka bir yer satın alınarak, onun
yerine vakfedilir.
Çünkü, gasbeden inkâr
edince, o şey, helak olmuş olur.
Vakıf olan bir şey
zayi olunca da, onun değiştirilmesi vacip olur. Allah yoluna vakfedilen ve
öldürülen, bir at gibi...
Bu istihsândır ve
âlimler, bu görüşü kabul etmişlerdir. Muzmarât'ta da böyledir.
Bir kimse, bir yerini
vakfettikten sonra, bir hayli masraf ederek, oraya tohum saçıp eker ve:
"Ben, bunu, kendim için ektim." der; kendisine vakfedilmiş
bulunulanlar ise: "vakıf için ekti." derlerse; burayı ekmiş bulunan
vâkıfın sözü kabul edilir. Elde edilecek mahsûl de, bu vâkıfındır.
Mevkufun aleyh (-
kendisine vakfedilmiş bulunulan kimse)Ier, bu hususta, hâkime müracaat etseler,
onun da yapacağı bir şey yoktur. O da, vâkıfın elde ettiği mahsûlü, elinden
alamaz.
Ancak, hâkim, sonraki
sene için, bu yerin vakıf ehline verilmesini ve onlar için ekilmesini ister.
Eğer, sahibi
bunu kabul etmez ve:
"Vakfın malı ve tohumu yoktur." derse; hâkim ona: "Vakıf
nâmına borçlan; onunla tohum al ve ziraat için harca." der.
Eğer, o şahıs:
"Bu, benim için mümkün değildir." derse; hâkim, bu defa da, vakıf
ehline: "Borçlanın; tohum alın ve diğer masraflarına harcayın. Gelirinden
alarak, borcunuzu ödersiniz." der.
Şayet, vâkıf, bu yeri,
masraf edip eker ve bu zirâate, su baskını veya benzeri bir âfet isabet edip,
mahsûlü mahveder; vâkıf da: "Borçlandım ve ektim." diyerek, bu vakfın
diğer gelirinden bunu aimak ister; vakıf ehli ise: "Kendi nefsi için
ekmişti." derlerse; bu hususta, vakfeden şahsın sözü geçerli olur. Ve,
yaptığı borcu, bu vakfın diğer gelirlerinden alır.
Bu durumda, bu vakıf
araziyi eken vâkıf: "Bin dirhem borç aldım ve onunla tohum satın aldım ve
diğer masrafları yaptım." dediği halde; buranın kendisine vakfolunmuş
bulunduğu kimseler: "Tohum ve diğer masraflar için, ancak beş yüz dirhem
harcadın." derlerse, vâkıfın bunların sözünü doğru bulması hâlinde
mes'ele böylece halledilir.
Ancak, kayyım ile
vakıf ehli arasında zirâat konusunda ihtilaf çıkar ve kayyım: "Ben, kendi
tohumumu ektim ve diğer masrafları da kendimden yaptım." dediği halde;
kendisine vakfedilmiş bulunulan kimseler: "Hayır, sen, o yeri, bizim için
ektin." derlerse; bu durumda, kayyımın sözü geçerli olur. Muhıyt'te de
böyledir. [53]
Bir kimse, maraz-ı
mevtinde (= ölüm hastalığında) bir ev vak-fetse, bu vakfı caiz olur.
Ancak bu evin, o hasta
kimsenin malının üçte birinden çıkmış olması gerekir.
Bu ev, o hasta
kimsenin malının üçte birinden çıkmış olduğu halde, vârisleri, bu evin
vakfedilmesine razı olmuş ve buna izin vermiş bulunurlarsa, bu vakıf, yine
caiz olur.
Eğer, vârisler buna
izin vermezlerse, bu şahsın, malının üçte birinden fazla olan kısmı, vakıf
olarak caiz olmaz.
Vârislerden bir kısmı
razı olur, diğer bir kısmı ise razı olmazsa; razı olanların hisseleri kadarı,
vakıf olarak caiz; razı olmayanların hisseleri kadarı ise bâtıl (= geçersiz)
olur.
Ancak, ölen şahsın,
başka malı da varsa, bu evin tamamı, vakıf olarak caiz olur. Fetâvâyi
Kâdîhân'da da böyledir.
Eğer hâkim, —maraz-ı
mevtte yapılan ve vakfeden şahsın, bütün malının— üçte ikisinden yapılmış
bulunan bir vakfı ibtâl ettikten ( = bozup, geçersiz kıldıktan) sonra, o
şahsın, başka mallarının daha olduğu meydana
çıkarsa; bu durumda,
bu malın tamamından,
üçte biri çıkarılarak, vakfa
ayrılır.
Şayet, bu mallar,
oldukları gibi vârislerin ellerinde durmakta ise, o üçte birin tamamı, aynen
vakıf olur.
Eğer, bunlar aynen
durmamakta olur ve bunları vârisler satmış bulunurlarsa, yaptıkları bu satışlar
bozulmaz.
Fakat, sattıkları
şeylerin bedelleri, onlardan alınarak, yerine başka bir yer satın alınır ve
onun yerine vakfedilir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Ölen bu vâkıf için,
ölümünden sonra, mal hasıl olursa, meselâ: Bu şahıs, kasden öldürülür ve
vârisleri de, katille, bir mal mukabilinde sulh olurlarsa; bi'1-ittifak, bu
durumda da, vârislerin
yaptıkları satış bozulmaz.
Vârislerin bir kısmı
satmış, bir kısmı ise satmamış olursa; bu durumda, satılmayan vakıf olur;
satılanın bedeli ile de yeni bir yer satın alınır ve vakfedilir. Zehıyre'de de
böyledir.
Hâkim, ölenin
borcundan dolayı, —maraz-ı mevtinde yapmış bulunduğu— vakıf yeri sattıktan
sonra, bu ölen şahsa, —borcunu ödedikten sonra, vakıf kadar da artacak miktarda
mal isabet etse; bu durumda da, önceki satış bozulmaz.
Fakat, bu ölünün
malından, yerinin sekizde biri kadarı çıkarılır ve bununla, başka bir yer satın
alınarak, fakirler nâmına vakfedilir. Serahsî'nİn Muhıytı'nde de böyledir.
Bir kimse, maraz-ı
mevtinde, bir yerini ebedî olarak, çocuklarına ve onların çocuklarına ve
nesline, sonra da yoksullara, Allah rızâsı için vakfedilmiş bir sadaka kılar ve
bu yer, malının üçte birinden çıkarılmış ise, vakıf olur.
Bu vakıf gelir temin
ettikten sonra,-bu gelir, o şahsın bütün vârislerine, mîras taksim ediliyor gibi
taksim edilir.
Meselâ: Bu şahsın,
geride karısı ve çocuğu kalmışsa; bu durumda, bu kadına, bu vakfın gelirinin
sekizde biri verilir.
Şayet bu şahsın,
çocuğu ile baba ve anası kalmışsa; ana ve babasına, bu vakfın gelirinin altıda
biri verilir.
Kalan gelir ise, kız
bir, erkek iki hisse olmak üzere, aralarında taksim edilir.
Bu, onların, vâkıfın
sulbî evladı olmaları ve bunlarla birlikte torunlarının bulunmaması hâlinde
böyledir.
Eğer, hem kendi
çocukları, hem de onların çocukları varsa, mes'ele hâli üzeredir. Bu durumda,
vakfın geliri, bu şahısların sayılarına göre taksim edilir.
Sulbiyelerine isabet
eden gelir, onun vârislerine, ferâiz (= miras taksimi) hesabına göre taksim
edilir.
Çocuklarının
çocuklarına isabet eden kısım da bunların arasında eşit şekilde paylaştırılır.
Bu vâkıfın, sulbî
evlâdı inkıraz bulunca, vakfın geliri, çocuklarının çocuklarına ve nesline
taksim edilir.
Bu durumda, bu vâkıfın
karısı ile ana ve babasına, bu gelirden bir şey verilmez. Zahîriyye'de de
böyledir.
Maraz-ı mevtinde vakıfta
bulunmuş olan şahsın, malının sülüsünden (= üçte birinde çıkmış, üçte biri
miktarında veya değerce ondan daha az) değilse; vârislerin rızâ göstermeleı.
hâlinde, bu vakıf yine caiz olur.
Bu vakfın geliri,
vârisler arasında, eşit olarak taksim edilir. Erkek, kadından fazla alamaz.
Bu durumda, ana, baba
vp karıya bi; verilmez.
Vârisler, bu şahsın
vakana izin verim eler bile, bu vakıf caiz olur.
Vakıf, bu vâkıfın
malının üçte birinden olursa, kölelerir< \ üçte biri de, fakirler nâmına
vakfedilmiş olur.
Bu vakfın geliri,
bütün vârisler arasında ferâiz usûlüne göre taksim edilir.
Söylediğimiz bu
kaviller Hilâl, Kâdî Lbü Bekir, Hassâf, Fakiyh Ebû Bekir el-A'meş ve Fakıylı
Ebû Bekir el-İskâf in kavilleridir. Zehıyre'de de böyledir.
Bu söylediklerimin,
bir kimsenin, maraz-ı mevtinde, akra'
oina karşı bir yerini vakfetmesi ve akrabasının da ona vâris olması veya
bu şahsın, kendi çocuklarına vakfetmesi halinde böyle r.
Bu kimsenin,
vakıfta bulunduğu akrabalarının, onun
vârisi olmamaları hâlinde de bu vakıf caizdir.
Bunlar, bu vakfın
gelirine, vakıf yönünden hak sahibi olurlar.
Şayet bu vâkıf,
vârislerinin bir kısmına vakfedip diğer kısmına vakfetmez, onlar da bu duruma
razı olurlarsa, bu vakıf yine caiz olur.
Şayet razı olmazlarsa,
bu yer, fakirler nâmına, terekenin üçte birinden, vakfedilmiş olur.
Hilâl'in kavline göre,
bu vakfın geliri, varislere, miras hakları nis-betinde verilir.
Kendi nâmına, vakıfta
bulunulmuş olan vârislerden biri ölünce, bunun hissesi, kendisinin vârislerinin
olur. Muhiyt'te de böyledir.
Bir ' kimse, maraz-ı
mevtinde: "Şu yerim,
çocuklarıma, çocuklarımın çocuklarına ve neslime, sonra da fakirler
namına vakfedilmiş bir sadakadır." der veya böyle vasıyyet eder ve bu yer
malının üçte birinden çıkmış olursa; razı olmaları hâlinde, bu vakfın geliri,
vâris ve çocuklarının çocukları arasında,
bunların sayılarına göre taksim edilir.
Şayet razı olmazlarsa,
bu vakfın geliri, kendi çocukları ile onların çocukları arasında, bunların
sayılarına göre taksim edilir.
Çocuklarının çocuklarına
İsabet eden gelir, kendi aralarında, eşit şekilde paylaştırılır.
Kendi çocuklarına
isabet eden gelir ise, bütün vârisler arasında mirastır.
Eğer, bu şahsın
çocuklarından ve çocuklarının çocuklarından bir kısmı ölmüş ve bazıları doğmuş
olursa; bu durumda, vakfın geliri hazır olup taksim edileceği zaman, onların
sayılarına bakılır.
Kendi çocuklarına
isabet eden gelir, vakfedenin öldüğü gün vâris bulunanların tamamına, mirastaki
hisseleri nisbetinde taksim edilir. Ölenlerin hisseleri ise, kendi vârislerine
intikâl eder.
Eğer, bu vâkıfın kendi
çocuklarının hepsi ölürse, vakfının gelirinin tamamı, çocuklarının çocuklarına
ve nesline verilir. Bu durumda, diğer varislere, bir şey verilmez. Zahîriyye'de
de böyledir.
Bir hasta: "Şu
yerim, muhtaç olan çocuklarım ve neslim nâmına vakfedilmiş bir sadakadır."
derse, bunların her birine, vakfın gelirinden, ihtiyaçları nisbetinde verilir.
Şayet, bu şahsın
neslinde fakir yoksa, bu vakfın gelirinin tamamı, diğer fakirlerin olur.
Şayet, bu vakıfın
çocuklarından ve neslinden fakirler bulunursa, vakfın geliri sayılarına göre
taksim edilir. Ve her birine, kendisinin, aile efradının ve hizmetçisinin
nafakaları, ma'rûf üzere ve kâfi gelecek miktarda verilir.
Yiyeceği, katığı ve
elbise ihtiyacı, senelik olarak karşılanır.
Vâkıfın kendi
çocuklarına isabet eden, onların ve bütün vârislerin arasında, Allahu Teâlâ'nın
emrettiği şekilde taksim edilir.
Bunlardan bir kısmı,
bu vakfın gelirinden aldıktan sonra, geride kalan gelir, almayanlara kâfi
gelecek miktarda kalmazsa, bu durumda, çocukların çocuklarının almış
bulunduklarına müracaat edilmez.
Şayet, mevkufun aleyh
(- kendilerine karşı vakıfta bulunulmuş kimse)ler arasında, zengin olanlar
varsa; bu vakfın gelirinden, o zengine bir şey verilmez. Ve bu vakfın geliri,
sayılarına göre, fakir olan mevkufun aleyhlerin olur. Hâvî'de de böyledir.
Bir kimse,
maraz-ı mevtinde, bir
yerini vakfeder ve
ayrıca vasıyyette de bulunursa; malının üçte biri, bu vakıfla vasıyyet
ettiği yerler arasında taksim edilir.
Bu durumda, vasıyyet
ehli, hisselerini alırlar. Vakıf ehlinin hisseleri ise, vakıf olarak kalır.
Zehıyre'de de böyledir.
Vâkıf, köle azad etmek
ve köleyi müdebber kılmak gibi değildir. Hâvî'l-Kudsî'de de böyledir.
Bir kimse:
"Şu yerimin gelirini, benden
sonra, Abdullah'ın çocuklarına ve
nesline verin." derse, vasıyyet,
bu yerin geliri için yapılmış olur.
Bir kimse:
"Ölümümden sonra, şu yerim, yoksullar nâmına vakfedilmiş bir
sadakadır." derse, bu vakıf caiz olur. Zalıîriyye'de de böyledir.
Bir kimîe, bir yerini,
bir topluluğa kendisinin ölümünü müteakip, vakfedilmiş bir sadaka kılarsa, bu
vakfın geliri, o topluluğun olur.
Ancak, bu
topfuluktakiler ınkiraz bulursa; bu gelir, mîras haklan nisbetinde, vâkıfın
vârislerinin olur. Bunlar da ölünce, bu gelir, fakirlerin olur. Muhıyt'te de
böyledir.
Bir kimse: "Şu
yerim, çocuklarım ve neslim nâmına vakfedilmiş bir sadakadır." der ve
"Kendi çocuklarımdan ölen olursa, onun hissesi, mirastır." diye ilâve
ederse, bu vakıf caizdir.
Bu vakfın geliri,
.mevkufun aleyh (- meşrutun leh = kendisine vakfedilmiş) olan kimselerin
sayılarına göre taksim edilir.
Bu vâkıfın ölümünden
sonra, kendi çocuklarından birisi ölürse, bunun hissesi, torunları nâmına
vakfedilmiş olur.
Bu vâkıfın
çocuklarından sağ olanlara isabet eden gelir, kendileri ile ölenler arasında
taksim edilir. Ölenlere isabet eden gelir ise, kendi vârislerine, ondan mîras
kalmış olur.
Şayet vâkıf, "bu
vakfın, torunları ve nesli nâmına olmasını ister ve "sağ olanların
hisselerinden ölülere düşen hisse; torunlarıma vakıftır." derse, bu caiz
olmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, maraz-ı
mevtinde, bir yerini vakfedip: "Bu, çocuklarım ve torunlarım nâmına
vakıftır." der ve bu şahsın da, bu yerinden başka, bir malı olmazsa, bu
yerin, ancak üçte biri, vâkıfın dediği cihete vakfedilmiş olur.
Bu, vârislerin razı
olup olmamaları ile-de değişmeyen bir hükümdür.
Vârisler razı
olmayınca, bu yerin üçte ikisi, bu vârislerin mülkü olur.
Bu vârislerin, buna
razı olmaları ile torunları eşit olurlar. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir kimse, maraz-ı
mevtinde, bir yerini vakfederse, o yer, malının üçte birinden çıkarılır.
Bu mal, vâkıfın
ölümünden sonra telef olursa, bunun üçte biri, vakıf; üçte ikisi, varislere
miras olur. Bezzâziyye'den naklen Bahru'r-Râık'tada böyledir..
Bir kimse: "Ben
ölünce, bir yerimi, fakirlere vakfediniz." diye vasryyet ederse;
vakfedilecek yerin, bu şahsın malının üçte birinden çıkarılması halinde veya
üçte birden fazla olmasına rağmen, vârislerin buna razı olmaları hâlinde, bu
yerin tamamı vakfedilir.
Şayet, vârisler —bu
fazlalığa— razı olmazlarsa, o şahsın malının üçte biri vakıf olur.
Vakfedilen yerin
tamamı, o şahsın malının üçte birinden çıkmış olur ve içinde bulunan hurma
ağaçları, bu şahsın ölümünden sonra fakat vakfedilmeden önce meyve vermiş
bulunurlarsa, bu meyveler de vakfa dâhil olurlar.
Ancak bu hurmalar, o
şahsın ölümünden önce meyve vermişse, bu meyveler mirastır.
Bir kimse,
hastalığında, sahih bir şekilde bir vakıfta bulunur ve bu vakfın ağaçlan,
vâkıfın ölümünden sonra meyve verirlerse, bu meyveler de, vakfa ait olurlar.
Şayet, bu yerin
vakfedildiği günde, bu meyveler orada bulunuyor-duysa, bu meyveler mîras olur
ve onları vârisler alır. Muhıyfte de böyledir.
Bir kimse, maraz-ı
mevtinde: "Şu yerimi, Allah rızâsı için, ebe-diyyen Zeyd'e ve onun nesline
vakfettim. Onlardan sonra da, fakirlerin olacaktır.1' der ve buna ilâveten
de: "Benim çocuklarım ve onların
çocukları muhtaç olurlarsa, bu yerin geliri, —başkasının değil— onların
olacaktır; onlar, daha çok hak sahibidirler." derse; bu şahsın ölü
münden sonra, kendi
çocuklarından muhtaç olanların
bulunması hâlinde, bu vakfın gelirinin tamamı, onlara verilir.
Şayet, vâkıfın
vârislerinden bazıları öldükten sonra, kendi çocuklarından ihtiyaç sahibi
olanlar bulunursa, vakfın geliri onlara verilir. Ölenlere bakılmadan, hayatta
olanların ihtiyaçları temin edilir. Zahîriyye'de de böyledir.
Şayet, bu vâkıf:
"Kendi çocuklarımdan, muhtaç bir kimse bulunursa, onun ihtiyacı temin
edilir." derse; bunun ihtiyacı, ma'ruf üzere temin edilir. Gelirden artan
olursa, o da, vakıf ehli arasında (aksini edilir. Buda, caizdir.
Şayet, kendi
çocuklarından, —bir değil de— beş kişi muhtaç bulunursa, bu vakfın gelirinden,
onlara yardımda bulunulur.
Şayet, bu gelir, yüz
dinara çıkarsa; bu yüz dinar, bunların ve diğer vârislerin arasında taksim
edilir.
Bu taksim
yapılınca, muhtaç olanlara, senelik ihtiyaçları kadar hisse düşmezse; bu durumda, o vakfın
geliri, bunlara iade edilir Bu yüz dinardan isabet eden miktar, diğer vârislere
verilmez. Muhıyt'te de böyledir. [54]
Bu babda:
1) Bir Yerin
Nasıl Mescid Yapılacağına Dair Hükümler.
2) Mescid
Namına Yapılan Vakıflar ve Bu Vakıflarda Kayyımın ve Diğerlerinin Tasarruf
Yetkileri. olmak üzere, iki bölüm vardır. [55]
Bir kimsenin yaptığı
mescid; yolunu kendi mülkünden ayırıp, içinde namaz kılınmasına izin vermedikçe, o
şahsın mülkiyetinden çıkmaz.
Burada ifraz (- ayırma), Allahu Teâlâ için, hâlis bir
niyyette olmalıdır.
Bir kimse, evinin
içinde bir mescid yapıp, insanların oraya girerek namaz kılmasına izin verir ve
bu mescidin yolunun da buradan odluğunu şarta bağlarsa, o yer, mescid olur.
Yolu şartla belirtilmemişse, burası mescid olmaz.
Bu kavil, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'nindir.
İmâmeyn'e ise: "Burası, mescid olur. Yol, hiç, bir
şarta lüzum olmadan, o mescidin hakkıdır." demişlerdir. Kunye'de de
böyledir.
Sağnâkî'de ise:
"Burasının kapısı, büyük bir yola açılıyorsa, bu ev mescid olur."
denilmiştir. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bir kimsenin yaptığı
bir mescidin altında sirdâb (= mescidin altında bulunan, su soğutmaya veya
oturmaya mahsus yer) veya üstünde bir bina olursa; mescidin kapısının yola
açılması halinde, sahibi bu gibi yerleri satabilir..
Bu gibi yerler,
sahiplen ölünce, mîras olarak vârislerine intikâl eder.
Beytü'l-Makdes'te
olduğu gibi, sirdâbın, mescidin ihtiyacı için yapılmış olması da caizdir.
Hidâye'de de böyledir.
Bir kimse, mescidin
altında veya üstünde, geliri, mescidin imârına sarf edilmek üzere, dükkanlar
yapmak istese; bunu yapmaya hakkı olmaz. Hidâye'de de böyledir.
Bir kimsenin, nTescid
yaptığı yerde, namaz kılınmasına izin vermesi, İmâm Ebû Hanîfe ve İmâm
Muhammed (R.A.)'e göre, elbette lazımdır.
Bu hususta, İmâm Ebû
Hanîfe (R.A.)'den iki rivayet vardır: Hasan'ın, İmâm'dan rivayetine göre, bu
mescidde, mescid sahibinin izni ile,
namazın, iki kişi veya daha kalabalık bir cemâatle
kılınması şarttır. Nitekim,
İmâm Muhammed (R.A.)'in
kavli de böyledir.
Hasan'ın rivayeti
sahihtir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bununla beraber,
namazın ezan ve kametle kılınması da şarttır. Ve namazın sirran (- gizli) değil
de, cehran (= açık) olması da gerekir.
Hatta, cemâatle namaz
kılındığı halde, bu namaz, ezânsız, kametsiz ve gizli kılınmış olursa, bu iki
imamımıza göre, bu durumda, burası mescid olmaz. Kifâye'de de böyledir.
Mescid sahibi bir
kişiyi, hem imam hem de müezzin olarak tayin ettiğinde bu şahıs da, ezan
okuyup, kamet getirerek yalnız başına namaz kılsa; bu durumda, burası,
bi'1-ittifak mescid olur. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir. [56]
Mescidin sahibi, onu,
ihtiyaçlarını görmesi için, bir mütevelliye teslim ederse; bu durumdaki bir
yerin içinde namaz kilınmasa bile, buranın mescid olması caizdir. Bu kavil,
sahihtir ve esahhtır. Serahsî'nin Muhıyü'nde de böyledir.
Keza, mescid
sahibinin, burayı, hâkime veya naibine teslim etmesi halinde de, hüküm budur.
Bahru'r-Râık'ta da böyledir.
Mescidin yerinin
sıhhati için, onu, ölümünden sonraya
izafe eîmesi veya bu hususta vasıyyette bulunması şart değildir.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'ye göre böyledir. Diğer vakıflar ise, bunun hilafınadır. Zehıyre'de de
böyledir. Sadru'ş-ŞeMd, Vâkıât'ta şöyle
demiştir:
Bir kimsenin, içnde
bina bulunmayan bir arsası olur ve "cemâate, burada namaz
kılmalarını" söylerse; bu durumda, şu üç vecîh vardır:
1) Arsanın sahibi, cemâate, burada devamlı
olarak namaz kılmalarını apaçık söyliyebilir.
Meselâ: "Orada,
devamlı (= ebedî olarak) namaz kılınız." diyebilir.
2) Arsa sahibi, "Namaz kılınız."
dediği halde, kalbinden devamlı kılmalarına niyyet etmiş olabilir.
Bu iki durumda da, bu
arsa, mescid olur. Ve, bu arsanın sahibi ölürse, burası miras olmaz.
3) Arsa
sahibi, cemâate: "Orada namaz kılınız." der; ancak, bunu, bir kaç gün
veya ay yahut sene ile kayıtlayabilir.
Bu durumda ise, o
arsa, mescid olamaz. Sahibi ölünce de, bu yer, mîras olur. Zehıyre'de de
böyledir.
Bir mescidin
mütevellisi, o mescide vakfedilmiş bir yere, bir mescid yapar, halk, orada
senelerce namaz kıldıktan sonra, bunu terke-derlerse; bu yerin, o vakfa gelir
olarak iade edilmesi caiz olur.
Çünkü, mütevellinin
orayı mescid yapması sahih değildir. Vâkıât'ta da böyledir.
Bir kimse,
hastalığında evini mescid yapar ve sonra da ölürse; bu evi, o şahsın malının
üçte birinden çıkmış olması ve vârislerin ise buna razı olmaması hâiinde, bu ev
mîras olur. Burasının mescidliği de bâtıl (= geçersiz) olur.
Çünkü, burada
vârislerin hakkı vardır. Ve burası, kul hakkından arınmış değildir.
Ancak bu şahsın,
vasiyyet ederek, evinin üçte birini mescid kılması sahih olur.
Çünkü; bu durumda, bu
yer, haklı olarak ayrılmış olur. Zira ev, üçe taksim edilmiş ve üçte biri
mescid edilmiş bulunur. Serahsî'nin Muhıyü'nde de böyledir.
Cenaze namazı kılmak
için yapılan yerin hükmü de, mescidin hükmü gibidir.
Bayram namazı kılınan
yere gelince; burası da, imâma uymanın caiz olması bakımından mesciddir.
Hulâsa'da da böyledir.
'Mescid cemâate dar
gelir; bitişiğinde ise, bir şahsa ait bir arsa bulunursa, —zoraki de olsa— o
yer, kıymeti verilerek^ o şahıstan alınır. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Mescid nâmına
vakfedilmiş bulunan bir yer, o mescide bitişik olursa; istemeleri hâlinde,
halkın bu mescidi genişletmeleri caiz olur.
Ancak, bu durum hâkime
haber verilerek, ondan izin alınır.
Vakfın, gelir getiren
dükkanı ve evi de böyledir. Yani, bunların da mescide katılması gerekirse, yine
hâkimden izin alınır. Hulâsa'da da böyledir.
Kübrâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir mescidin cemâati,
o mescide yeni bir kapı açmak veya önceki kapının yerini değiştirmek
isterlerse; bunu yapabilirler.
Ancak, bu hususta,
cemâat arasında görüş ayrılığı olduğunda, çoğunluk ve cemâatin faziletli
kişileri hangi tarafta bulunursa, o tarafın dediği olur. Muzmarât'ta da
böyledir.
Müntekâ'da, İmâm
Muhammed (R.A.)'in şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir:
Geniş bir yola,
mahalle halkı, yola hiç zararı olmayan bir mescid yaparlar; bir şahıs da onlara
mâni olmak isterse; onların, —bu geniş yola— mescid yapmalarında, bir beis
yoktur. Hâvî'de de böyledir.
Ecnâs'da ve Nevâdir'de
şöyle zikredilmiştir: Muhammed bin Hasan'dan sordum:
— Kalabalık bir köyün bir kanalı buluri,ur;
halk, bunun üzerine, —bu kanala da, kendilerine de zarar vermiyecipk şekilde—
bir mescid yapmak isterlerse ne olur?
O, şu cevâbı
verdi: \
— Yapabilirler. Bu mescidin köy halkının; tamamı için de, bir
mahalle halkı için de yapılması müsâvîdir. Muhiyt^te de böyledir.
Bir cemâat, bir mescid
yaptıktan sonra, (pnu, ihtiyaca binâen, yanındaki yoldan alarak genişletmek
isterler vej bu genişlik, yoldan geçenlere bir zarar verecek olursa;
genişletmelere caiz olmaz. Ancak, mescidi
genişletmek, yoldan geçenler
için zarafh olmayacaksa,
bir sakıncasının olmayacağı umulur. Muzmarât'ta da Şöyledir.
Cemâatin, mescidden, yola
ilâve etmek istenneleri halinde, bunun caiz
olmayacağı söylenmiştir. Sahih
olan da rWur.
Muhıyt'te de böyledir.
İnsanların, bir
mescidin içinden, birbirlerin; ,;mmak
maksadıyla geçmesi caizdir.
Cünüp, hayızlı ve
nifash olmamak şarnyle, mescidin içinden herke; geçebilir; hatta, kâfirler bile
geçebilir.
Ancak, mescidin
içinden hayvan geçirilmez. Tebyîn'de de böyledir.
Hükümdar, "mescid
nâmına vakfedilmiş dükkanları yıkarak, c mescidi büyütmeleri için" bir
topluluğu emir /erirse; duruma .bakılır:
Şayet, o belde, kılıç kuvveti ile fethedilmiş b: belde ise, bu işin gelip geçene zarar
vermemesi hâlinde, emri caiz olu
Çünkü, zor
kullanılarak fethedilen bir beıue, gazilerin mülkü olur ve burada hükümdarın
emri geçerlidir.
Fakat, bir belde, .iih
yolu ile fethedilmiş olursa; orası da, belde halkının mülkü olarak kalır. Bu
durumda ise, sultanın emri burada geçerli olmaz. Serahsî'nin Muhıytı'nde de
böyledir.
Bir mahallenin
mescidi, o mahalle halkına dar gelir fakat, onu genişletmeye de güçleri yetmez,
ancak bazı komşular, bu mescidi kendi evlerine katarak, bunun yerine, bundan
daha üstüm.nü ve daha genişini vermek isterler ve mahalle halkı da buna razı
olursa; İmâm Muhammed (R.A.)'egöre, onlar, böyle yapamazlar. Zehiyre'de de
böyledir.
Kübrâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir kimse, yapılmış
bir mescidi yıkarak, öncekinden daha dayanıklı bir şekilde yeni bir mescid inşâ
etmek istese bile, bunu yapamaz.
Çünkü, o şahsın
velayet hakkı yoktur. Müzmarât'ta da böyledir.
Nevâzil'de şöyle
zikredilmiştir:
Bir mescidin
yıkılmasından korkuluyorsa; —kendiliğinden— yıkılmasından önce, yıkılıp yeniden
yapılabilir. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bu mescidin banisinin,
o mahallenin halkından olmanası hâlinde böyledir.
Fakat, mescidin
banisi, o mahallenin halkından ise, bu durumda bunlar, bu mescidi yıkıp
binasını yeniler; sergisini (hasırını, kilimini, halısını) serer ve
kandillerini yakarlar.
Bunları da, kendi
mallan ile yaparlar.
Eğer, bu işi, mescidin
malı ile yapacaklarsa; bunun için, hâkimden izin almaları gerekir. Aksi
takdirde, yapamazlar. Hulâsa'da da böyledir.
Keza, mahalle halkı,
bu mescide, su içmek ve abdest almak için kaplar koyar.
Bu da, mescidin
banisinin bi emesi halindedir.
Bayram namazı kılınan
yere gelince; burası da, imâma uymanın caiz olması bakımından mesciddir.
Hulâsa'da da böyledir.
'Mescid cemâate dar
gelir; bitişiğinde ise, bir şahsa ait bir arsa bulunursa, —zoraki de olsa— o
yer, kıymeti verilerek* o şahıstan alınır. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Mescid nâmına
vakfedilmiş bulunan bir yer, o mescide bitişik olursa; istemeleri hâlinde,
halkın bu mescidi genişletmeleri caiz olur.
Ancak, bu durum hâkime
haber verilerek, ondan izin alınır.
Vakfın, gelir getiren
dükkanı ve evi de böyledir. Yani, bunların da mescide katılması gerekirse, yine
hâkimden izin alınır. Hulâsa'da da böyledir.
Kübrâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir mescidin cemâati,
o mescide yeni bir kapı açmak veya önceki kapının yerini değiştirmek
isterlerse; bunu yapabilirler.
Ancak, bu hususta,
cemâat arasında görüş ayrılığı olduğunda, çoğunluk ve cemâatin faziletli
kişileri hangi tarafta bulunursa, o tarafın dediği olur. Muzmarât'ta da
böyledir.
Müntekâ'da, İmâm
Muhammed (R.A.)'in şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir:
Geniş bir yola, mahalle
halkı, yola hiç zararı olmayan bir mescid yaparlar; bir şahıs da onlara mâni
olmak isterse; onların, —bu geniş yola—mescid yapmalarında, bir beis yoktur.
Hâvî'de de böyledir,
Ecnâs'da ve Nevâdir'de
şöyle zikredilmiştir: Muhammed bin Hasan'dan sordum:
— Kalabalık bir köyün bir kanalı bulun.ur;
halk, bunun üzerine, —bu kanala da, kendilerine de zarar vermiyecek şekilde—
bir mescid yapmak isterlerse ne olur?
O, şu cevâbı verdi:
— Yapabilirler. Bu mescidin köy halkının' tamamı için de, bir
mahalle halkı için de yapılması müsavidir. M uhiytfte de böyledir.
Bir cemâat, bir mescid
yaptıktan sonra, <?nu, ihtiyaca binâen, yanındaki yoldan alarak genişletmek
isterler ve i bu genişlik, yoldan geçenlere bir zarar verecek olursa;
genişletmeleri caiz olmaz.. Ancak, mescidi
genişletmek, yoldan geçenler
için zaraş'lı olmayacaksa,
bir sakıncasının olmayacağı umulur. Muzmarât'ta da Şöyledir.
Cemâatin, mescidden,
yola ilâve etmek istemeleri halinde, bunun caiz olmayacağı
söylenmiştir. Sahih olan
da ocudur. Muhıyt'te
de böyledir.
İnsanların, bir
mescidin içinden, birbirlerin -inımak
maksadıyla, geçmesi caizdir.
Cünüp, hayızlı ve
nifaslı olmamak şaruyle, mescidin içinden herkes geçebilir; hatta, kâfirler
bile geçebilir.
Ancak, mescidin
içinden hayvan geçirilmez. Tebyîn'de de böyledir.
Hükümdar, "mescid
nâmına vakfedilmiş dükkanları yıkarak, o mescidi büyütmeleri için" bir
topluluğu emir verirse; duruma ,b::kıhr: Şayet, o belde, kılıç kuvveti ile
fethedilmiş bi belde ise, bu işin gelip
geçene zarar vermemesi hâlinde, emri caiz olır
Çünkü, zor
kullanılarak fethedilen bir beıue, gazilerin mülkü olur ve burada hükümdarın
emri geçerlidir.
Fakat, bir belde, aih
yolu ile fethedilmiş olursa; orası da, belde halkının mülkü olarak kalır. Bu
durumda ise, sultanın emri burada geçerli olmaz. Serahsî'nin Muhıytı'nde de
böyledir.
Bir mahallenin
mescidi, o mahalle halkına dar gelir fakat, onu genişletmeye de güçleri yetmez,
ancak bazı komşular, bu mescidi kendi evlerine katarak, bunun yerine, bundan
daha üstününü ve daha genişini vermek isterler ve mahalle halkı da buna razı
olursa; İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, onlar, böyle yapamazlar. Zehıyre'de de
böyledir.
Kübrâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir kimse, yapılmış
bir mescidi yıkarak, öncekinden daha dayanıklı bir şekilde yeni bir mescid inşâ
etmek istese bile, bunu yapamaz.
Çünkü, o şahsin
velayet hakkı yoktur. Müzmarât'ta da böyledir.
Nevâzil'de şöyle
zikredilmiştir:
Bir mescidin
yıkılmasından korkuluyorsa; —kendiliğinden— yıkılmasından önce,
yıkılıp yeniden yapılabilir. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Bu mescidin banisinin,
o mahallenin halkından olmanasi hâlinde böyledir.
Fakat, mescidin
banisi, o mahallenin halkından ise, bu durumda bunlar, bu mescidi yıkıp
binasını yeniler; sergisini (hasırını, kilimini, halısını) serer ve
kandillerini yakarlar.
Bunları da, kendi
malları ile yaparlar.
Eğer, bu işi, mescidin
malı ile yapacaklarsa; bunun için, hâkimden izin almaları gerekir. Aksi
takdirde, yapamazlar. Hulâsa'da da böyledir.
Keza, mahallf halkı,
bu mesc le, su içmek ve abdest almak için kaplar koyar.
Bu da, mescidin
banisinin bi emesi halindedir.
Şayet, mescidin banisi
biliniyorsa; —bu gibi hizmetleri— onun yaptırması daha evlâdır. Vecîz'de de
böyledir.
İbnü Semâ'a, İmâm
Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
Bir kimse, bir mescid
yaptırdıktan sonra ölür ve mahalle halkı da, o mescidi yıkıp büyütmek
isterlerse; bu durumda, bunu yapabilirler.
Buna, ölen şahsın
vârisleri mâni olamazlar.
Ancak mahalle halkı,
yol tarafından genişletmek isterlerse; bu durumda, ölen şahsın vârisleri izin
vermeyebilirler. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Arsasına mescid yapan
bir kimsenin, bu mescidin her hangi bir şeyini, kendisine şart kılması,
bi'1-icma' sahih olmaz. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, muhayyer
olmak şartı ile, bir mescid yapsa; bu vakfı caiz, —muhayyerlik—
şartı ise batıl
olur. Muhtâru'l-Fetâvâ'da da
böyledir.
Hassâf, Vakfı'nda
şöyle demiştir:
Arsasına mescid yapan
bir kimse, "bunu, isterse ibtâl edeceğine; isterse satabileceğine..."
şahit tutarsa; bu şartları bâtıl {= geçersiz), mescid ise, daima mescid olur.
Meselâ: Bir kimse,
mahallesi için bir mescid yapıp: "Ben, bu mescidi, sadece ve özellikle,
bu mahalle —halkı— için tahsis ettim." derse; bu mescid, sadece, bu
mahalle —halkı— için değil, başka mahallelerin halkı için de mescid olur ve
içinde hepsi de namaz kılabilirler. Zehıyre'de de böyledir.
"Bir mescid,
içinde namaz kıhnamıyacak kadar harap olur ve vakfeden veya vârisleri için mülk
hâline gelirse; onu satmak veya oraya ev yapmak caiz olur." denilmiştir.
Ancak, "O,
ebediyyen mesciddir." de denilmiştir. Esahh olan da budur.
Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Fetâvâyi Hucce'de
şöyle denilmiştir:
Biri yeni, biri de
eski olmak üzere iki mescid bulunur ve mahalle halkı, eski mescidi satarak
yeniye sarfetmek isterlerse, bu caiz olmaz.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'un kavline göre:
Bir mescid, harap olup
cemâati ondan faydalanamaz hâle gelse bile, bu mescid, onu yapan şahsın mülkü
hâline dönemez.
İmâm Muhammed (R.A.)'e
göre ise, işe yaramaz hâle gelen bir mescid, yapanın veya vârislerinin
mülkiyetine döner.
Bu mescid, her iki
imamımıza göre de satılmaz.
Fetva, İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göredir. Ve bu durumdaki mescid, katiyyen, yapan kimsenin (veya
vârislerinin) mülkü olamaz. Muzmarât'ta da böyledir.
Hâvî'de şöyle zikredilmiştir:
Ebû Bekir e I-İska f tan soruldu:
— Bir kimse, kendi nefsi için, evinin kapısının
önüne, bir mescid yaptırıp, bir yeini de, bu mescidin imân için vakfetse; bu şahıs ölüp, mescid harap olunca,
vârisleri, onu satmak için fetva isteseler, durum ne olur?
İmâm, şu cevabı verdi:
— Mescidin satılmasına
fetva verilir.
Sonradan, bir
cemâatin, orayı mescid yapmak için, isteme hakları yoktur. Tatarhâniyye'de de
böyledir.
Bir kimse, kendi
malından, bir mescide hasır serdikten sonra, bu mescid, harap olur ve
kullanılmaz hâl egelirse; bu hasırlar, sağ ise, onları seren şahsın; bu şahıs
ölmüşse, onun varislerinin olur.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre, bu hasırlar satılarak bedeli bu mescidin ihtiyaçlarına sarf
edilir.
Şayet, bu mescidin bir
ihtiyacı yoksa; bu hasırların bedeli, başka bir mescide havale edilir.
Fetva ise, İmâm
Muhammed (R.A.)'in kavline göredir.
Meselâ: Bir kimse,
kendi malından, bir ölüyü kefenledikten sonra; o ölüyü, vahşî bir hayvan
parçalarsa; bu kefen, ölüyü kefenleyen şahsın olur. Şayet, bu şahıs ölmüşse;
kefen, bu şahsın vârislerinindir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Ebû'1-Leys,
Nevâzil'inde, şöyle buyurmuştur:
"Bir mescidin
hasırı eskir ve cemâat ondan faydalanamaz hâle gelirse; bu hasırları,
mescidden, sağ ise, onları seren kimse çıkarıp atar.
Şayet, bu şahıs
ölmüşse; bu işi yapmak için, varisleri çağırılmaz.
Ben, mescid ehlinin, o
hasırları çıkartıp fakirlere vermesinde veya onları satıp, bunların yerine
yenilerini almalarında, bir beis görmüyorum.''
Muhtar olan kavle göre
ise, hâkimin izni olmadan, cemâatin böyle yapması caiz olmaz. Serahsî'nin
Muhıytı'nde de böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Bir mescidin hasırlan
eskiyip işe yaramaz hale gelince; bunları, seren şahsın alıp tasadduk etmesi
veya bunları satıp yerine başkalarını alması caizdir.
Ancak, bu şahıs,
hazırda yoksa; mahalle halkının, bu hasırları, mescidden alıp tasadduk etmeye
haklan yoktur.
Bu hüküm, hasırların,
bir kıymet taşımaları hâline göredir. Şayet, bu hasırlar bir kıymet
taşımıyorlarsa, cemâatin, öyle davranmasında bir beis yoktur. Zehıyre'de de
böyledir.
Mescidde, baharda ot
bitiyor ve bu ot bir kıymet taşımıyorsa; onu dışarıya atmakta bir beis yoktur.
Bu otu, mescidden
çıkaran kimseler, bundan faydalanabilirler ve hayvanlarına yedirebili \?r.
Vâkıât'ta da böyledir.
" 1in ota,! 'ir
kıymet taşıyorsa; cemâat onu satabilir.
Anc-iK durumu hâkime
çıkarıp, bu otu, onun emri ile satmak, daha sevimli oîur. CevâhirıTl-Ahlâtî'de
de böyledir.
Âlimler:
"Mescidin otunu çıkarıp, parça parça eden kimsenin, onu tazmin etmesi gerekir.
Çünkü, onun bir değeri vardır." demişlerdir.
Hatta, Şeyh Ebû'1-Hafs
es-Sefkerdî, ömrünün sonuna doğru, mescidin otu için, elli dirhem vasıyyet
etmiştir. Vâkıât'ta da böyledir.
Bir mescidin, cenaze
teneşiri ve tabutu, eskiyip işe yaramaz hâle gelince, evlâ olan, bunların,
hâkimin emir ile satılmasıdır. Hâkimin emri olmadan, bunların
satılması sahih olmaz.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Kabe'nin ipek örtüsü,
eskise —bile—, onu almak caiz olmaz. Fakat, sultan, onu satıp, bedelini
Ka'benin işlerine yardımcı kılabilir. Sirâciyye'de de böyledir.
Mescid için
vakfedilmiş bulunan lamba yağlarını, sabaha kadar kullanmak caiz olmaz.
Bunlar, namaz
kılanların ihtiyacı kadar yakılır ve gecenin üçte birine veya yarısına kadar
kullanılır. Yani, içinde, bu vakte kadar namaz kılmaya ihtiyaç olursa, mescidin
ışıkları yakılabilir. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Mescidin lambalarını,
sabaha kadar yanar halde bırakmak caiz olmaz.
Ancak, Beyt-i Makdis
(= Kudüs'deki Mescid-i Aksa) ve Mescid-i Nebî (S.A.V.) ile Mescid-i Haram (=
Ka'be) gibi yerler bu hükümden müstesnadır.
Bir de, vakfeden
şahıs, "sabaha kadar yansın." diye şart koşmuşsa; bu da müstesnadır.
Nitekim, zamanımızda, âdet, böyle cereyen etmektedir. Bahru'r-Râık'ta da
böyledir.
Bir kimsenin, mescidin
ışığında ders çalışmak istemesi hâlinde, ışık namaz kılmak için yanıyorsa,
böyle yapmasında bir beis yoktur.
Işık namaz için
yanmıyorsa; gecenin üçte birine kadar, yine bu ışıkta ders yapmatak bir beis
yoktur.
Ancak, bu kimsenin,
gecenin üçte birinden .sonra mescidin ışığında ders çalışma hakkı kalmaz;
buyurulmuştur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyiedir. [57]
Bir kime, bir yerini,
bir mescide —onun tamiri, sergisi, ışığının gerektirdiği şeylerle, bunlara
benzere ihtiyaçlarına— vakfetmeyi ister ve: "Şu yerimi vakfeyledim."
deyip, o yerin hududunu belirterek:
"... sağlığımda ve ölümümden sonra, daimî olarak vakfettin!. Bu vakfın
gelirinden önce, vakfın imârı yapılacak ve çalışanların ücreti ödenecek; bundan
fazla olursa, mescidin tamirine, sergisine ve diğer ihtiyaçlarına
harcanacak." derse; kayyım, bu vâkıfın dediği gibi-hareket eder.
Şayet, bu mescidin bir
ihtiyacı olmaza; o zaman, bu vakfın gelirinin fakirlere sarfedilmesi de caiz
olur. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir yerini, mescid
namına vakfedip, "...sonunda fakirlere..." demeyen kimsenin durumu
hakkında alimlerimizin muhtelif kavilleri vardır.
Muhtar olan ise,
ekseriyetin kavlidir ve "bu vakıf caizdir." Vâkıât'ta da böyledir.
Bir yerin, bir mescid
veya kabristanın imârı için vakfedilmesi caiz olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Bir kimse, bir
akarını, mescid veya medrese namına vakfedip, bu yerini hazırladığı halde,
binasını yapmamış olursa; müteahhirîn, bu şahsın durumu hakkında, ihtilâf
edilmiştir. Sahih olan ise, bunun caiz olduğudur.
Bina yapılana kadar,
bu yerin geliri, fakirlere sarfedilir. Bina yapılınca da, bu gelir vakfedildiği
cihete döndürülür. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Sadru'ş-Şehîd, şöyle
buyurmuştur:
Bir kimse, evini, bir
mescide veya müslümanların yolu nâmına vakfederse; bu hususta da muhtelif
kaviller vardır. Muhtar olan kavil ise: Diğer vakıfların caiz olduğu gibi, bu
vakfın da caiz olmasıdır.
Bir kimsenin, mescidin
yapımına veya masrafına dirhemler vermesi sahih olur. Vâkıât'ta da böyledir.
Bir kimsenin, malının
üçte birini, mescide vasıyyet etmesi, caiz olmaz.
Ancak, bu şahıs:
"Malımın üçte birini mescide masraf edin." derse, bu caiz olur.
hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Nevâdir'de İbn-i
Semâ'a, İmâm Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Bir kimse:
"Malımın üçte .birini, mescidin aydınlatılmasına vasıyyet ettim.'' derse;
bu vasıyyeti "... onunla, mescidi aydınlatınız.'' demedikçe, caiz olmaz.
Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse: "evimi,
mescide bağışladım." veya "evimi, mescide verdim." dese; bu
sahih olur.
Teslim edilmiş olması
şartıyle, bu ev, mescidin malı olmuş bulunur.
Bu şahsın durumu:
"Şu yüz dirhemimi, mescide vakfettim." diyen kimsenin durumu gibidir.
O şahıs da, yüz dirhemi, mescidin kayyımına teslim edince, mescidin malı olur.
Fetâvâyi Attabiyye'de de böyledir.
Bir kimse: "Şu ağaç
mescidindir." dese, o
ağacı, mescidin kayyımına teslim
etmedikçe, ağaç mescidin
olmaz. Muhiyt'te de böyledir.
Bir kimse, bir yerini
mescide vakfeder ve "...gelirinin artan kısmı da fakirlerindir." der
ve vakfın gelirinin toplandığı sırada ise, mescidin tâmirata ihtiyacı olmazsa;
bu gelirin tamamı, fakirlere verilebilir mi?
Bu hususta ihtilaf
edilmiştir.
Muhtar olan, gelir
toplanınca, mescidin ve vakfedilen yerin tamirine kâfi gelecek kadarı ayrılır.
Bundan fazlası ise, fakirlere verilir.
Böylece, vâkıfın
şartları yerine gelmiş ve vakıflar korunmuş olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de
böyledir.
Yıkılan bir mescidin,
vakfının geliri toplanır; ancak, bu gelir mescidi yeniden
yapmaya kâfi gelmezse;
Hassâf: "o gelirle,
bina yapılmaz. Çünkü vâkıf, onu, tamiri için vakfetmiş; onunla bina
yapın, dememiştir." demiştir.
Fetva ise, o gelirle,
mescidin binasının da yapılmasının caiz olduğudur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Vakıf/ur
Ebû Bekir'den soruldu:
— Bir
kimse, malının üçte birini,
hayır işlerine vasıyyet etse; bununla, mescide lâmba alınabilir mi?
İmâm şu cevâbı
vermiştir:
— Bununla, mescidin lâmbalarını artırmak caiz
olmaz. Ramazan olsa da diğer aylar olsa da, bu hüküm bakımından bir fark
yoktur.
Bu gelir, mescidin
tezyinatına da sarfedilemez, Muhıyt'te de böyledir.
Bir mescidin kapısı,
rüzgara karşı bulunur; mescidin içine yağmur girer ve kapıyı tahrip eder ve
böylece de, cemâatin bu mescide girmesi zorlaşırsa; bu durumda kayyım, —yoldan
gelip geçeceklere zarar ver-miyecek şekilde— kapının önüne, onu muhafaza için,
bir bölüm yapabilir. Sirâciyye'de de böyledir.
Fakıyh Ebû Kâsim'dan
soruldu:
— Hâkim, bir şahsı, bir mescide, belirli bir
ücreti, her sene alması şartıyle, kayyım tâyin etse, ve bu kayyım, her sene bu
ücreti alsa; durum ne olur?
İmâm şu cevabı vermiştir:
— Şayet bu kayyım,
ecr-i misil olarak alıyorsa; aldığı bu ücret, helâl olur. Muhıyt'te de
böyledir.
Hâkim, mescide, bir
hizmetçi tayin edince; eğer vâkıf, vakfının gelirinden, onun da bir ücret
almasını şart koşmuşsa, o hizmetçinin aldığı, helâl ve caiz olur.
Vâkıf böyle bir şart
koşmamışsa, hizmetçinin, bu vakıftan ücret alması caiz olmaz.
Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Mütevelli (- kayyım),
mescidi süpürmesi için ücretle bir adam tutabilir ve bu şahsa, ecr-i misil
verir.
Mütevelli, o şahsa,
ecr-i misilden fazla verirse; bu fazlalığı kendi malından öder. Vakfın malından
vermişse, bunu tazmin eder.
Ücretle çalışan
kimsenin de, fazlalığı, vakfın malı olduğunu bilerek alması helâl olmaz.
Fethu'I-Kadîr'de de böyledir.
Mescidin
mütevellisinin, kendi cahilliği sebebiyle, vakfın hesabını tutamamasından
dolayı, bu mescidin malı ile bir kâtip tutması caiz olmaz. Zehıyre'de de
böyledir.
Bir mescidin, gelir
getiren yerleri ve vakıfları bulunur; mütevelli, vakfın geliri ile bu mescid
için gaz yağı, hasır, kireç, kiremit, kum, çakıl satın almak isterse; âlimler:
"Eğer vakfeden şahıs, bu kayyıma selâhiyet verip: "Mescid için, ne
istersen onu yap." demişse, bu durumda kayyım, istediğini satın alabilir.
Fakat, bu yetkiyi
vermemiş ve bu yeri, mescidin yapımı ve tamiri için vakfetmişse; bu durumda,
mütevelli, söylediğimiz o şeyleri satın alamaz.
Şayet, vâkıfın şartı
bilinmiyorsa, o zaman bakılır: Bu kayyımdan Önceki kayyım, mescidin vakıf
gelirinden yağ, hasır, kiremit ve benzeri şeyleri almışsa, bu mütevelli de öyle
yapar; aksi takdirde alamaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir yer, mescidin
imârına vakfediimişse; binasının yapılmasına ve temizliğine de, bu vakfm
gelirinden harcanabilir.
Ancak bu gelir,
mescidin tezyinatına (= süslenmesine) harcanmaz.
Şayet vakfeden şahıs:
"Mescidin ihtiyacına karşı vakıftır." demişse; bu durumda,
kandillerin yağına da diğer ihtiyaçlara da sarfe-dilmesi caiz olur.
Hizânetü'İ-Müftîn'de de böyledir.
Bir mütevellî,
mescidin imârı için vakfedilmiş ! ulunan bir yerin gelirinden, menfâat temin
edemez. e.ıyet, temin edrrse, tazmin eder. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Fetâvâyi Sıığra'da
şöyle zikredilmiştir:
Mütevellî'nin,
mescidin vakfından, mescidin kandillerine masraf yapması caizdir. Hulâsa'da da
böyledir.
Vakıf, mescidin imârı
için yapılmış olur; mütevellî de, mescidin üzerine çıkıp orayı temizlemek için
bir merdiven satın alır veya mescidin üzerindeki kar'ı temizletmek için bir
işçi tutup, bunun ücretini bu vakfın gelirinden verirse; Ebû'n-Nasr:
"Kayyım bunları yapabilir. Çünkü, maması halinde, m mescid hanv
olur." demiştir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Mescidin vakfından,
ihtiyaç varsa, komşuların ezan işitmeleri için, minare yapmak caizdir.
Ancak, minaresiz de
ezan işitiliyorsa, mescidin vakfının geliri ile, minare yapmak caiz olmaz.
Hızânetü'I-Müftîn'de de böyledir.
Mescidin yanında,
mescidin duvarına açıkça zarar veren bir durum
olur; mütevellî ve cemâat
mescidin vakfının geliri ile zararı ortadan
kaldırmak için, duvarın yanma bir sur yapmak isterlerse; âlimler: "Eğer, bu vakıf, mescidin ihtiyaçları
için yapılmışsa, böyle yapmaları caiz olur. Çünkü, bu da mescidin ihtiyacıdır.
Fakat, bu vakıf,
mescidin imârı ve yapımı için vakfediimişse; bu durumda, caiz olmaz. Çünkü, bu
surun yapılması, mescidin imârı değildir." Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Bu hususta esahh olan
kavil ise, İmâm Zahîru'd-dîn'in şu kavlidir: "Vakfın, mescidin imârına
veya ıslâhına yapılmış olması müsavidir." Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Bir mescidin
mütevellisi, o mescidin lâmbasını evine götüremez. Evinden, mescide lamba
götürebilir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Kayyım, vakfın geliri
ile teneşir ve tabut satın alamaz. Ancak, vâkıf, bunları satın almasını
söylemişse, o zaman satın alabilir. Sirâ-ciyye'de de böyledir.
Kayyımın, mescidin
geliri ile bir elbise alıp, fakire giydirmesi caiz olmaz.
Bu kayyımın, vakfm
malını tazmin etmesi gerekir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Bir mescidin
mütevellîsi, bu mescidin geliri ile, gelir getirmek veya ihtiyaç olunca da
satmak maksadı ile, bir ev veya dükkan satın alması, . ancak, alım-satım için
kendisine yetki verilmesi halinde caiz olur. Sirâ-
ciyye'de de böyledir.
Bir mescidin
kayyımının, mescidin hududuna veya etrafına dükkanlar yaptırması caiz olmaz.
Buralara, dükkan veya
ev yapıldığı zaman, mescide olan hürmet düşer; bu da, caiz değildir.
Mescidin avlusu ve
etrafı da mescide tabidir. Buraların hükmü de, mescidin hükmü gibidir.
Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.
Bir mescidin
mütevellîsi, vakfm birikmiş bulunan geliri ile bir ev satın alıp, onu, mescidin
müezzinine, oturması için tahsis ettiğinde, müezzin de, durumun böyle olduğunu
bilirse; bu evde oturması mekruh olur.
Çünkü bu ev, vakfm
gelirindendir. Bunun içindir ki, imâmın da müezzinin de bu evde oturması,
mekruh olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Kayyımın, mescidin
imamına veya müezzinine, vakfının gelirinden, bir şey harcama hakkı yoktur.
Ancak vâkıf, bunu şart
koşmuşsa, o zaman serbesttir. Zehıyre'de de böyledir.
Vâkıf, vakfın
gelirinden, mescidin imamına sarfedilmesini şart koşar ve bunun miktarını da
belirlerse; imâmın fakir olması hâlinde bu miktar, ona sarfedilir.
İmâm, zengin ise,
kendisine bu vakfın gelirinden harcanması helâl olmaz.
Fakir olan müezzinler
hakkındaki hüküm de böyledir. Hulâsa'da da böyledir.
Mescid ehlinin (—
cemâatin), hâkimin izni olmadan, mescidin vakfını satmaları veya mescide bir
noksanlık getirmeleri caiz olmaz. Sirâciyye'de de böyledir.
Bir mescidin duvarı,
yanından geçmekte olan kanalın veya nehrin -suyundan yıkılma tehlikesi ile
karşılaşırsa, bu mescidin gelirinden, o nehrin ıslâhına sarfetmek caiz olur mu?
Fakiyh Ebû Ca'fer:
— Eğer, nehrin ıslahı için yapılacak masraf,
yıkılacak duvarın yapılmasından daha masraflı değilse, bu durumda sarfetmek
caizdir.
Mescid ehli, o kanalın
sahiplerini, —bu kanala sarfettiklerini, onlardan alıp, mescide sarfedene
kadar— kanaldan faydalanmaktan men edebilirler.
Mescid ehli dilerse,
bu kanalın ıslâh edilmesini, kanal sahihlerinden talep eder.
Eğer onlar, mescidin
duvarı yıkılana kadar, kanalı ıslâh etmezler ve bu duvar yıkılırsa; onlar,
yıkılan bu duvarı tazmin ederler. Fetâvâyi Kâdîhân da da böyledir.
Şemsü'I-Eimme Halvânî,
şöyle buyurmuştur:
Belh'li âlimler:
"Bir mescidin vakıfları bulunur; ancak, mütevellisi olmaz ve mahalle
halkından birisi kalkıp: "Bu vakıfların hepsi, câmiindir. Camie hasır,
sergi ve benzeri şeyler lâzım." der ve bu mescide masraf yaparsa; bu
şahsın, tazminatta bulunması gerekmez.
Yaptığı bu iş
güzeldir. Ve Allahu Teâlâ ile kendisi arasındadır.
Ancak, bu şahsın
yaptığı, hâkime duyurulur ve o da, bunları, hâkimin huzurunda ikrar eylerse;
hâkim, bu şahsa, onları tazmin ettirir." buyurmuşlardır. Zehıyre'de de
böyledir.
Mescide vakfedilmiş
bir yerin gelirinin fazlası, fakirlere sarf edilebilir mi?
— Hayır, sarf edilmez;
denilmiştir. Sahih olan da, budur.
Fakat, bununla,
mescide gelir getirecek bir şey satın alınır. Muhıyt'te de böyledir.
Kâdt'1-İmâm
Şemsü'I-İslâm Mahmûd el-Ezcavendî'den soruldu:
— Bir mescid ehli,
mescidin vakfının gelirinden yâni, bu vakıf mallardan elde edilen kiralardan,
harcama yetkisine sahip midir?
O, şu cevabı verdi:
Vakıflar
— Hayır, onların
harcama yapmaları sahih olmaz.
Ancak, hâkim, mescidin
maslahatriçin, bunların harcama yapmalarına izin vermişse; bu durumda,
harcamaları sahih olur.
Yine soruldu:
— -Bu durumda,
tasarrufta bulunmaları için, aralarından bir veya iki kişi ayrılır mı?
O, şu cevbı verdi:
— Elbette,
bu mutasarrıf, mahallenin
reisi ve mutasarrıfıdır.
Zehıyre'de de böyledir.
Nesefi'nin
Fetvâları'nda zikredildiğine göre, ona sorulmuş:
— Mahalle halkının, bir mescidin imârı için, o
mescidin vakfını satmaları caiz olur mu?
İmâm Nesefi, şu cevabı
vermiş:
— Kat'î surette, satmak caiz olmaz. Hâkimin
veya bir başkasının emri olsa bile, bu böyledir* Zehıyre'de de böyledir.
Necmü'd-dîn en-Nesefî,
Fevâid'inde şöyle buyurmuştur: Mescid ehlinin, mescidin geliri ile satın
aldıkları bir akan, sonradan, mescidin imarı için satıp satamıyacakları
hususunda, âlimler arasında görüş ayrılığı vardır.
Sahih olan görüş ise,
bunun caiz olduğudur.
Gıyâsiyye'de de böyledir.
Bir topluluk, bir
mescid inşâ eder ve mescit inşaatı tamamlandığı halde, ellerinde ağaç artarsa;
bu ağaçlar, ancak bü mescidin binasına sarfedilir. Bu ağaçlar,
—satılarak, bedeli— ile, mescide
yağ, hasır alınmaz.
Bu hüküm, o ağaçların,
mütevelliye, sahibi tarafından, mescid yapımı için verilmesi hâlinde böyledir.
Fakat, durum böyle
değilse, ağaçlar, istenilen yere sarf edilebilir.
Bahru'r-Râık'ta da
böyledir.
Bir mescid nâmına
vakfedilmiş bulunan bir yer, ekilemez hâle gelir ve bir şahıs da, oraya umum
için bir havuz yaparsa; müslümanlann o havuzun suyundan faydalanmaları caiz
olmaz. Künye'de de böyledir.
Hayır yollarına
ve kimlikleri belirtilmeyen fakirler
namına yapılmış olan vakfın geliri ile birlikte büyük bir cami namına
vakfedilmiş bulunan bir yerin gelirleri toplandıktan sonra, Rum hadisesi gibi,
bir hadise (savaş) çıkar ve masraf yapmak için, mala ihtiyaç hâsıl olursa;
büyük cami nâmına vakfedilen yerin geliri, camiin bu gelire ihtiyacının
olmaması hâlinde ve borç olmak şartı ile, hâkim tarafından, zuhur eden bu
ihtiyaca sarf edilir.
Bu mal bilâhare,
feyden (ganimetten) alınır. Fakirler namına vakfedilmiş bulunan yerin gelirine
gelince, bunun için, şu üç hal söz konusu olabilir.
1) Bu gelir,
ya muhtaç olanlara harcanacaktır.
2) Veya, bu gelir, zengin olduğu halde, yolda
kalmış bulunanlara harcanacaktır.
3) Yahut,
yolda kalmış olmayan zenginlere harcanacaktır.
Birinci ve ikinci
hallerde, beytu'I-mâlden alacaklı olmamak şartiyle bu geliri, savaş için sarf
etmek caizdir. Üçüncü halde de, iki ihtimâl vardır:
1) Hâkim,
bunun, müslüman gazilere harcanacağını bilebilir.
2) Veya
hâkim, bunu bilmeyebilir.
Birinci halde,
alacaklı olunmadan, bu geliri bu gazilere vermek caiz olur.
İkinci halde ise, bu
gelir, bu şahıslara, ganimet malından alacaklı olunmak üzere, verilebilir.
Vâkıât'ta da böyledir. [58]
Bir kimse, müslümanlar
için bir havuz veya gelip geçenler için bir han yahut misafirhane yapsa, veya
bir yerini mezarlığa tahsis etse; bunlar, hâkim hüküm vermeden önce, o şahsın
mülkiyetinden çıkmış olmaz.
Bu, İmâm Ebû Hanîfe
(R.A.)'nin kavlidir. Hidâye'de de böyledir.
Bu şahıs, bunları,
vasıyyet edip ölümünden sonraya izafe ederse; bu durumda, o öldükten sonra,
dediği gibi yapılır.
Bu şahıs, ölmeden önce
sözünden dönebilir. Nitekim, bu şekilde, fakirler namına yapmış bulunduğu
vakıftan dönebileceği de, daha önce geçmişti. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a göre, bu gibi yerler, sözünden dolayı, o şahsın mülkiyetinden çıkar.
İmâm Muhammed (R.A.)'e
göre ise, bu şahsın havuzundan, insanlar su alıyorlar, hanında ve
misafirhanesinde kalıyorlar kabristanına da cenaze defnediyorlarsa, buralar
onun mülkü olmaktan çıkar.
Bunlardan faydalanan,
tek kişi bile olsa, hüküm böyledir.
Kuyunun hükmü de
böyledir.
Mal sahibi, bu
yerleri, bu maksatlarla bir mütevelliye teslim etmiş olsa; bu teslim de, sahih
olur. Hidâye'de de böyledir.
Mebsût'ta şöyle
zikredilmiştir:
Fetva, İmâmeyn'in
kavline göredir. Bu rnes'eleler hakkında, ümmetin icma'ı da, bunun üzerinedir.
Muzmarât'ta da böyledir.
Bu kuyudan veya
havuzdan içmekte, develeri ve diğer hayvanları sulamakta ve abdest almakta bir
beis yoktur. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir kimsenin, içilmesi
için vakfettiği su teşkilatından, abdest alınıp alınmayacağı hususunda, âlimler
görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Abdest almak için
vakfedilen sudan, içmek caiz olmaz.
İçilmesi için hazırlanıp
vakfedilmiş olan sudan da, —bu su, havuzda bile oİsa— abdest almak caiz olmaz.
Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Keza, bir kimse, evini yoksullara tahsis edip,
onu, koruyup gözetmesi için bir
mütevelliye teslim ettikten sonra, bundan geri dönmesi mümkün olmaz.
Keza, bir kimsenin
Mekke'de bir evi olur; onu hac ve umreye gidenlere tahsis ederek, bir
mütevellîye teslim eder ve ona: "İçinde otur ve onu gör gözet."
derse; bu vakfından da geri dönemez.
Keza, bir şahıs,
evini, gazilerin oturmasına tahsis edip, bir mütevellîye teslim ederse; ondan
da dönemez.
Bu kişi ölürse, bu ev,
vârislerine mîras olarak kalmaz. Bu binanın içinde oturan, —bir kişi bile—
olmasa, hüküm böyledir. Mııhıyt'te de böyledir.
Bu gibi
şeylerden faydalanmak hususunda,
fakir ile zengin arasında bir
fark yoktur.
Bir hana, herkes
inebilir. Karakolda böyledir.
Bu gibi bir sudan
içmek veya böyle bir mezarlığa gömülmek de böyledir. Tebyîn'de de böyledir.
Bir evin veya bir
arazinin geliri, gazilere tahsis edilince, bundan, ancak ihtiyaç kadarı alınır;
fazlası alamaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Hassâf, Vakfi'nda
şöyle buyurmuştur:
Bir kimse tarafından,
gazilerin oturmasına tahsis edilen bir evin, bazı odalarına gaziler oturduğu
halde, diğer bazı odaları da, —oturan gazi olmadığı için— boş kalsa; kayyımın,
bu boş odaları kiraya verip, elde ettiği geliri, bu binanın imârına, artan
olursa, onu da fakir ve yoksullara sarfetmesi uygun olur. Muhiyt'te de
böyledir.
Nevadır'de şöyle
zikredilmiştir:
Bir kimsenin
yaptırdığı han, tamire muhtaç hâle gelirse, İmâm Muhammed (R.A.)'den gelen bir
rivayete göre, bu hanın bir bölümü, bir veya iki eve ayrılıp, kiraya verilir.
Bu kira bedeli ile de, bu han tamir edilir.
İmâm Muhammed
(R.A.)'den gelen, başka bir rivayete göre ise, bu hana, insanlar bir sene
ücretsiz, bir sene de ücretle inerler. Alman ücretle de, bu han tamir edilir.
Keza, bir kimse,
atını, Allah yoluna vakfedince, buna savaş ehli binerse; ona bakar ve doyurur.
Şayet, binen olmazsa, bu at kiraya verilir ve elde edilen kira bedeli
ile de masrafı karşılanır. Zehıyre'de de böyledir.
Müntekâ'da şöyle
zikredilmiştir:
Şayet, kiraya tutacak
bir kimse bulunmazsa, İmâm (= devlet başkanı) bu atı satar ve bedelini elinde
tutar.
İhtiyaç zuhur edince
de, bu bedelle, başka bir at satm alır ve bununla bir gazi savaşa çıkar.
Muhıyt'te de böyledir.
Hassaf, Vakfi'nda
şöyle demiştir:
Bir kimse, evini,
hacıların oturması için vakfederse; bu evde, mücavirler {= Peygamber (S.A.V.)
Efendimize komşu olmak üzere, Medine'ye yerleşmiş bulunan kimseler), oturamaz.
Hac mevsimi geçince,
bu ev kiraya verilir. Geliri ile de tamiri yapılır. Bu gelirden artan olursa, o
da fakirlere verilir. Zahîriyye'de de böyledir.
Ebû'l-Leys'in
Fetvâları'nda şöyle zikredilmiştir:
Bir kimse, sağ olduğu
müddetçe bir şahsın elinde kalması şartı ile, müslümanlar için, bir karakol
yaptırırsa; o şahsı, oradan, hiç bir kimse çıkaramaz.
Ancak, bu şahıstan,
orada, Allahu Teâlâ'nın razı olmadığı, içki içmek veya benzeri bir şeyi yapmak
gibi bir fâsıklık zuhur ederse, oradan çıkarılır. Zehıyre'de de böyledir.
Köylüler, köye âit bir
yeri mezarlık yapıp, oraya ölü defnettikten sonra; bu köylülerden biri,
mezarlığın kerbiç ve kabir kazma âletlerini koymak üzere oraya bir ev yapar;
bir başkası da, o eve, köylünün rızası olmadan veya bir kısmının rızası olduğu
halde, diğer kısmının rızâsı olmadan oturursa; âlimler bu hususta, şöyle
buyurmuşlardır: "Eğer, mezarlığın genişliği sebebi ile oraya ihtiyaç
bulunmazsa, o binanın yapılmasında bir sakınca yoktur. Binanın yapılmasından sonra, bu binanın yerine
ihtiyaç hâsıl olursa, yıkılır ve bu yere de ölü defnedilir. Fetâvâyi Kâdîhân'da
da böyledir.
Bir kimse, malının
üçte birini vasıyyet eder ve o üçte birin dörtte birini, filan şahsa, dörtte
üçünü de kendi akrabasına ve fakirlere vasıyyet ettiğini söyledikten sonra da:
"Misafirhanelerin nasibini terk etmeyin." derse; bundan kasıt, bizzat
misafirhanelerde kalan fakirlerdir.
Bunda da, iki vecih
vardır:
1) Bu şahsın
akrabası sayılı olabilir.
2) Veya
sayılı olmaz.
Birinci veçhe göre,
akrabalarının sayısına göre, her birine, bir sehim verilir. Diğer fakirlere ve
misafirhanelere de birer sehim verilir.
Meselâ: Bu şahsın, on
akrabası bulunsa, dörtte üç, on iki sehim telakki edilir: On sehmi, akrabasına;
bir sehmi fakirlere; bir sehmi de, misafirhanelere verilir.
İkinci veçhe göre ise,
üçte birin dörtte biri, üçe bölünür: Her bir gruba, birer sehim verilir.
Vâkıât'ta da böyledir.
Bir kimse, bir yer
satın alarak, orayı müslümanlara yol yapar ve buna şahit de tutarsa; bu sahih
olur. Ancak, buranın yol sayılması için, bir kişi de olsa; bu yoldan gelip
geçenin bulunması, —vakıfta, teslimin şart olduğunu söyleyenlere göre,—
şarttır. Zahîriyye'de de böyledir.
Hilâl'de böyle
söylemiştir.
Keza, bir şahsın,
müslümanlar için yapmış bulunduğu bir köprünün üzerinden gelinip geçilince,
artık, bu köprünün binası, miras olmaz; vakıf olur. Zehıyre'de de böyledir.
Mehrûye isimli hâkimin
şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Ben, Nevâdir'de,
İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'den rivâyeten, O'nun,
"mezarlık ve yolun, mescid gibi vakıf olduğunu" söylediğini
buldum."
Keza, bir kimse,
müslümanlar için, bir taş köprü yaparsa; onun binası, yapan şahsın vârislerine
miras olmaz.
Bunun açıklanması
şöyledir:
Eğer, köprünün
yapıldığı yer, yapanın mülkü değilse, âdet, söylediğimiz şekildedir.
Açık olan şudur:
Gerçekten bir kimse, bir nehrin üzerine, umûma ait bir köprü yaparsa; bu, onun
binasının vakıf olduğuna delâlet eder. Yerinin vakıf olduğuna delâlet etmez.
Ancak, bir binanın
yeri hâriç tutulunca da, onun vakfedilmesi de caiz olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da
da böyledir.
Kâfirlere ait bir
mezarlık, müslümanlara ait bir mezarlık yapılmak istendiğinde onların
eserlerinin belirsiz olmuş bulunması hâlinde, bunda bir beis yoktur.
Ancak, eserleri
duruyorsa, (meselâ: Kemikleri mevcudsa) mezarları açılıp, bu kemikler çıkarılır
ve bir yere gömülür. Sonra da orası müs-lüman mezarlığı yapılır.
Çünkü, Peygamber
(S.A.V.) Efendimizin Mescidi'nin yeri, müşrüklerin mezarlığı idi. Bu mezarlar
açıldı; kemikler kaldırıldı ve mescid yapıldı. Muzmarât'ta da böyledir.
Bir kimse, müftîye
gelip:
— Ben, Allahu Teâlâ'ya yakınlık murad ediyorum.
Misafirler için bir tekke? (= misafirhane) mi yapayım, yoksa, köleleri
hürriyetlerine mi kavuşturayım? dese; veya:
— Allah rızâsı için, evimi satarak, onun
bedelini tasadduk etmeyi veya onunla köle satın alıp azâdetmeyi yahut bu evi,
müslümanlara misafirhane yapmayı murad ediyorum; bunların hangisini yapmak daha
efdaldir? diye sorsa; âlimlerimiz:
— Ona:
"Eğer, misafirhane yapar; buna da, bir yer vakfedip, gelirin bu
misafirhanenin masrafına ayırırsan; bu durumda, misafirhane yapman daha
efdaldir. Çünkü, o devamlı olduğu gibi, menfâati de umûmîdir." denilir.
Şayet, misafirhane
için gelir getirecek bir vakıf yapılmazsa; bu durumda efdal olan, o evin
satılıp, parasının fakirlere tasadduk edilmesidir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Bundan sonra efdâl
olan ise, o evin parası ile köle satın alıp, onları azâd etmektir. Zahîriyye'de
de böyledir.
Bezzâziyye'de:
"Bir yeri vakfetmek, onu satıp bedelini tasadduk etmekten daha
evlâdır." denilmiştir. BahrıTr-Râık'ta da böyledir.
Bir ölünün,
defnedildikten uzun bir süre sonra veya kısa bir süre içinde, özürsüz olarak,
mezarından çıkarılmasına müsâade yoktur.
Bu hususta, özür
nedir?
Özür: Ölünün
defnedildiği yerin, gasbedilmiş bir yer olması veya bu yerin su baskını altında
kalmasıdır. Vâkıât'ta da böyledir.
Bir tekkenin (-
misafirhanenin) çok sayıda hayvanı bulunsa; kayyım, bunların bir kısmını satıp
diğerlerinin ot, saman ve yem gibi yiyeceklerine harcayabilir mi?
Bu durumda, iki vecih
vardır:
1) Eğer, o
hayvanların yaşları ilerlemiş ve yürümeleri zayıflamışsa, kayyım (=
misafirhanenin mütevellisi = kayyımı = idarecisi), bunları satabilir.
2) Durum
böyle değilse, kayyım, bu hayvanları satamaz.
Ancak onları,
ihtiyaç duyulduğu müddetçe
tekkede tutar.
Zehiyre'de de
böyledir.
Şemsü'l-Eimme Mahmııd
el-Ezvecendî'den soruldu:
— Etrafında kimsenin
kalmadığı ve insanların kendisine ihtiyacı bulunmayan, dört tarafı yıkılmaya
başlamış bir mescidin yeri, mezarlık olur mu?
İmâm, şu cevabı verdi:
— Hayır olmaz. Ve yine
soruldu:
— Bir
köydeki mezarlık, belirsiz
olur; orada ölüden
ve ölü kemiğinden eser kalmazsa;
orayı ekerek faydalı hâle getirmek caiz olur mu?
İmâm, şu cevabı verdi:
— Hayır; orada
mezarlık hükmü vardır. Muhıyt'te de böyledir.
(İmâm'ın, burada,
"Hayır, caiz olamaz." demesi, Zeyleî'nin cenazeler Bâbı'nda:
"Gerçekten bir ölü, çürüyüp, toprak olursa; onun mezarına zirâat yapmak
veya üzerine bina yapmak, caizdir." sözüne muhalif değildir. Çünkü, burada
"caiz olmadığının" söylenmesi, bu yerin "mezarlığa tahsis
edilmiş bir vakıf" olmasından dolayıdır. Bunun içindir ki, bu yeri, —her
hangi bir şeyde— kullanmak caiz olmaz. Duruma, dikkatle bakılmalıdır.)
Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, harâc
arazisinde bulunan bir yerine, mezarlık veya gelir temini maksadıyle han yahut
oturmak için ev yapsa; bu yerden harâc kalkar. Bu sahihtir. Fetâvâyi Kâdîhân'da
da böyledir.
Bir arazîsini mezarlık
yapıp, orayı elinden çıkaran bir kadının oğlu, buraya defnedildikten sonra, bu
yerin, mezarlık için, —suyun galebe etmesinden
dolayı bozulacağından— elverişli
olmadığının anlaşılması sebebiyle, kadın, burayı satmak istese; bu yere,
kimse ölüsünü koymuyor ve bundan kaçınmıyor olmakla birlikte, burası hali
üzere duruyorsa; kadın, bu yeri satamaz.
Ancak halk, oranın çok
bozuk bir yer olmasından dolayı oraya ölü defnetmeye razı olmuyorsa; o zaman,
kadın, bu yeri satabilir.
Kadın, burayı satınca,
satın alan şahıs, kadına, oğlunun ölüsünü oradan kaldırmasını emreder.
Muzmarât'ta da böyledir.
Bir kimsenin, bir
mezarlığa, kendi nefsi için kazmış bulunduğu mezar, başkasının olur mu? Ve,
başka şahıs, oraya ölüsünü koyabilir mi?
Âlimler: "Eğer,
mezarlık genişse; başka bir şahsın, bu mezara ölüsünü koymaması müstehaptır.
Ancak, mezarlık geniş değilse; başka bir şahıs, bu mezara, ölüsünü
koyabilir." demişlerdir.
Bu, şuna benzer: Bir
kimse, mescide seccadesini serince veya bir misafirhaneye misafir olunca,
—sonradan gelen— başka bir şahıs, yerin geniş olması hâlinde, öncekinin yerini
almaz.
Ebû'n-Nasr ise: "İkinci şahsın, ölüsünü,
o mezara defnetmesi
mekruh olmaz."
demiştir. Zahîriyye'de de böyledir.
Bir ölünün, sahibinin
izni olmadan, bir yere gömülmesi hâlinde, o yerin sahibi muhayyerdir: Dilerse,
duruma razı olur ve ölü, orada kalır. Dilerse, ölüyü oradan çıkarttırır. Ve
dilerse, bu mezarın yerini düzeltip, orayı eker.
Bir kimse, mezar
kazmanın mübâh olduğu bir mezarlıkta, mezar kazar; başka bir şahıs da, ölüsünü,
getirip oraya defnederse; bu kabir açılmaz. Ve ölü çıkarılmaz.
Ancak, mezar kazma
masrafı, ölüyü buraya defneden şahıstan alınır. Çünkü, burda, iki hak cem olmuş
bulunmaktadır. Hızânetü'l-Müftîn'de de böyledir.
Ceyhun Nehrinin
yanında bulunan bir ölü araziyi, bir topluluk imâr ederse; sultan, bu arazinin
öşrünü alır.
Buranın yakınında
bulunan bir misafirhanenin mütevellisinin, huzuruna çıkıp talepte bulunması
neticesinde sultan, bu yerin öşrünü, bu mütevelliye verirse, mütevelli, bu
öşrü, misafirhanede kalan müezzine verebilir mi? Bu öşürle, müezzine, yiyecek
ve giyecek yardımı yapabilir mi? Ve, o müezzin, sultanın mubah kıldığını
alabilir mi?
Fakıyh Ebû Ca'fer:
"Eğer, müezzin muhtaç ise, bunu alması helâl, olur. Bu durumda, o öşrün,
bu misafirhanenin imarına sarfedilmesi münasip olmaz.
Bu öşür, ancak fakirlere harcanır; başka bir yere
harcanmaz.
Bu öşür, muhtaçlara
verildikten sonra, onlar bunu, misafirhanenin imarına verirlerse; bu hem caiz,
hem de güzel olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Zekât borcu olan bir
kimse, o borcunu, bir mescidin yapılmasına veya bir köprüye sarfetmek isterse;
bu caiz olmaz.
Eğer buna bir çare
bulmak isterse: Mütevelli bunu, fakirlere tasadduk eder; onlar da, geri
mütevelliye verirler. Ve, mtiteı"*ı.lî,ı-bunuı oraya harcar.
Misafirhanede bulunan
meyveleri, misafirlerin yemeleri caiz olur. Bu durumda, iki ihtimâl vardır:
1) Bu meyveler, dut ve benzerleri gibi kıymetsiz
meyvelerden olabilir.
2) Kıymetli
meyveler olabilir.
Birinci halde, bu
meyveleri yemede bir beis yoktur. ikinci halde ise, bu meyveleri yemeden
kaçınmak, kişinin dini bakımından, ihtiyata daha uygundur. Çünkü, bunun
—misafirlere değil
de— fakirlere
vakfedilmiş olması ihtimâli vardır. Bu hüküm, bu durumun bilinmemesi
halindedir.
Şayet, bu meyvelerin
fakirlere vakfedilmiş bulunduğu bilinirse; fakir olmayanların, bunları alıp
yemeleri helâl olmaz. Vâkıât'ta da böyledir.
Ebû'l-Leys'in
Fetvalarında şöyle denilmiştir:
Bir kimse, —bir
misafirhanenin değil de— güzel yapılmış ve içinde fakirlerin eğleşmekte olduğu
bir binanın hizmetçisine, "et ve ekmek olarak o binada duran fakirlere
yedirmesini" emrederek, bunun için ona dirhemler verir; o gün ise, onların
ete ve ekmeğe ihtiyaçları olmaz ve daha önceki et ve ekmek borca alınmış
bulunursa; hizmetçinin, bu dirhemleri, o borca bedel olarak vermesi hâlinde*
onları tazmin etmesi gerekir. Muhıyt'te de böyledir. [59]
Bir kabristanda,
büyükçe bir ağaç bulunuyorsa; bu ağaç:
1) Ya o yer
kabristan olmadan bitmiştir;
2) Veya, o
yer kabristan olduktan sonra bitmiştir. Birinci halde, bu mes'elede iki ihtimal
vardır:
a) Bu yerin
bir sahibi olabilir.
b) Bu yer
sahipsiz olabilir. Yani, insanlar, bir arz-i mevat'ı (= ölü araziyi) imâr edip,
mezarlık yapmış olâbilriler.
Birinci halde (a
şıkkında), bu ağaç, o yerin sahibinindir. İkinci halde (b şıkkında) ise,
mes'elenin yine iki yönü vardır:
1) bu ağacı
diken şahsın kim olduğu biliniyor olabilir.
2) Bu ağacı
diken şahıs, bilinmiyebilir.
Ağacı diken şahsın
bilinmesi halinde, o ağaç, diken şahsın olur.
Ağacı diken şahsın
bilinmemesi halinde ise, bu ağaç hakkında hüküm verme hakkı, hâkime aittir.
Hâkim, lüzum görürse; bu ağacı satıp, bedeli ile, o mezarlığı imar eder.
Vâkıât'ta da böyledir.
Mescidin bahçesine
dikilen ağaç, mescidin olur.
Vakıf bir yere
dikilmiş ağaca gelince:
a) Ağaç, misafirhaneye vakfedilmiş bir yere,
buranın mütevellisi tarafından dikilmiş ve vakfa ait olduğuna dair akidde
bulunulmuşsa; bu ağaç vakfındır.
b) Durum böyle değilse; bu ağaç, mütevellinin
kendi şahsına ait olur- Ve, bu ağacı, o vakıf yerden söker.
c) Un:ûmî yollar üzerine dikilen ağaçlar, bu
ağacı diken şahıslara aittir.
d) Umûma ait suyun veya köyün havuzunun kenarına
dikilen ağaçlar da, diken şahsa aittir. Zahîriyye'de de böyledir.
Kesilen bir ağacın-,
kökünden çıkan sürgünler hâlinde büyüyen yeni
ağaçlar da, bu
ağacı diken şahsın
olur. Fethu'l-Kadîr'de de böyledir.
Nehrin kenarına
dikilen ağaçların, kimin tarafından dikildiği bilinmiyor ve bu nehir de bir
şahsın kapısının önünden akıyorsa; âlimler; "Bu ağaçların bulunduğu yer
bir şahsın mülkü ise, ağaçlar da, mülk sahibinin olur." demişlerdir.
Bu ağaçların yeri mülk
değil de, umûma ait bir yerse, evin satın alındığı zaman, o ağacın, o yerde
bulunduğunun bilinmesi hâlinde, ağaç eve ait olmaz. Eğer, bu durum böyle
bilinmiyorsa, ağaç evin sahibinin olur." demişlerdir. Fetâvâyi Kâdîhân'da
da böyledir.
Sadru'ş-Şehîd,
Vâkıât'ta şöyle buyurmuştur:
Bu ağacın, evi, suyun
aktığı yerin yanında bulunan şahsa ait olması gerekir. Muhiyt'te de böyledir.
Bir kimsenin, bir
ağacı, yaprağından, meyvesinden ve aslından faydalanılması için vakfetmesi
caizdir.
Vakfedilen ağacı,
kökünden kesmek olmaz.
Bu ağaç, ancak, fayda
vermez bir hâle gelince kesilebilir. Ve kesilince de, tasadduk edilir.
Bu ağaç, meyvesinden
ve yaprağından istifâde edildiği müddetçe kesilmez. Muzmarât'ta da böyledir.
Kökü ile birlikte, bir
şahıs tarafından, bir mescide vakfedilen ağacın, bazı dalları kurursa; kuruyan
bu dallar kesilir; diğer dallar kesilmez. Serahsr nin Muhiyti'nde de böyledir.
Mütevellisi tarafından
kiraya verilmiş olan, fakirler nâmına vakfedilmiş bir araziye, kiraya tutan
şahıs, gübre atıp ağaç diker ve bilâhare ölürse; bu ağaçlar, ölen şahsın
vârislerinin olur. Onlar, bu ağaçları, söküp alırlar.
Ancak, bu vârisler,
burada bulunan fazla gübre için, vakfa müracaat etseler bile, onu alamazlar.
Zehıyre'de de böyledir.
Cadde üzerine ağaç
diken bir şahıs Ölünce, geride kalan iki oğlundan birisi, bu ağaçtaki
hissesini, bir mescide verse; bu durumda, bu ağaç, o mescidin olmaz. Vâkıât'ta
da böyledir.
Kendisine ait bir
yere, ağaç diken bir şahıs, sağlığında, karısına: "Ben ölünce, bu ağaçları
sat. Bedeli ile beni kefenle ve fakirlere ekmek, mescide kandil yağı al."
der; ölünce de, vârislerinin en büyüğü olarak karısı kalır; vârisleri ise, onun
mirasından kefen satın alıp, onu teçhiz ederlerse; bu ağaçlar satılınca, kefene
harcanan miktar, bunların bedelinden çıkarıldıktan sonra, kalan miktar da,
kadın tarafından, kocasının dediği yerlere harcanır. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, belli bir
cihete veya bilinen bir topluluğa vakfettiği yere, sonradan ağaç dikerse;
âlirnler: "Bu şahıs, bu ağaçları, vakfının gelirinden dikmişse
veya kendi şahsî malından diktiği
halde, "bu vakfındır."
demişse; bu ağaç, vakfın olur.
Ağaçları kendi
malından dikmiş ve böyle bir şey de söylememişse, bu durumda ağaçlar, bu şahsın
vârislerinin olur. Vakfın olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Necmü'd-Dîn'den
soruldu:
— Bir kabristanda bulunan ağaçları satıp,
bedelini mescidin imarı için harcamak doğru olur mu?
İmâm, şu cevabı verdi:
— Şayet, başka bir
yöne vakfediimemişse, evet, doğru olur. Yine soruldu:
— Bunlar, kabristanın duvarının yapılmasında s
atfedilebilir mi? Mescide sarfetmek mi daha uygun olur?
Şu cevabı verdi:
— Bu para, hangi yöne
vakfedilmişse, oraya sarfedilmeli; şayet bu bilinmiyorsa, mescid daha umûmidir.
Bu gibi harcamalar
hâkimden izinsiz (habersiz) yapılamaz. Zahi-riyye'de de böyledir.
Yine, Necmü'd-Dîn'den
soruldu:
— Bir şahıs tarafından mescidin avlusuna
dikilen bir ağaç, seneler geçip büyüdükten sonra, bu mescidin mütevellisi, bu
ağacı, o mahallede bulunan bir kuyunun ta'mirîne sarfetmek ister, ağacı diken
şahıs da: "Bu ağaç benimdir. Ben, onu mescide vakfettim." derse,
durum ne olur?
İmâm, şu cevâbı verdi:
— Bu durum açıktır. Diken, bu ağacı, mescide
vakfetmiş olunca; onu, kuyuya sarfetmek caiz olmaz. Bu ağacı, diken şahıs da,
onu kendi ihtiyacında kullanamaz. Muhiyt'te de böyledir.
Semerkand ehlinin
fetvalarında: "İçinde elma ağacı bulunan bir mescidin elmalarım, cemâatin
yemesi mübâh olur." denilmiştir.
Sadru'ş-Şehîd ise:
"Muhtar olan, bunun mübâh olmamasıdır.
Hemistir. Zehıyre'de
de böyledir.
Gelip geçenlerin
yemesi için, yol üzerine dikilen agaçlann meyvelerini, gelip geçenlerin yemesi
mübâh olur. Bu şahısların, zengm veya fakir olması da müsavidir. içilmek için
konulan sular; cenaze teneşiri ve tabutu ile havlu ve örtüleri vakıf
Kuralar da mubahtır.
Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir. [60]
Üzerinde vakıf bir
köprü bulunan bir derenin suyu kurur; o beldedeki başka bir dereden de su
akmaya başlar ve bunun üzerine yeni bir köprü yapılmasına ihtiyaç hâsıl olursa;
önceki köprüye vakfedilmiş bulunan yerin geliri, bu yeni köprüye harcanabilir
mi?
Duruma bakılır: Bu
ikinci köprü, umûm için yapılacaksa ve oraya yakın başka bir umûmu köprü de
yoksa, ilk köprünün gelirinin, bu yeni köprüye harcanması caiz olur. Vâkıât'ta
da böyledir.
Şemsü'l-Eimme
Halvânî'den soruldu:
— Bir mescid veya bir havuz harap olur ve
halkın dağılıp gitmiş olmasından dolayı, ona ihtiyaç da kalmazsa; hâkim bu
mescidin gelirini, başka bir mescide harcıyabilir mi?
İmâm:
— Evet, harcar;
buyurmuştur. Yine soruldu:
— Halk dağılmış olmasa; geliri bulunan havuzun
tamire ihtiyacı olmadığı halde, burada, tamire muhtaç bir mescid bulunsa; veya
bunun aksi vâris olsa; hâkimin, imâra muhtaç olmayan şeyin gelirini, imâra
muhtaç olana sarfetmesi, caiz olur mu?
İmâm:
— Hayır, olmaz;
buyurmuştur. Muhıyt'te de böyledir.
Kendisinden fayda
görülemez hâle gelmiş bir misafirhanenin geliri, yakınında başka bir misafirhane
varsa ona harcanabilir. Şayet bu misafirhanenin yakınında başka bir misafirhane
yoksa; buranın geliri, bu misafirhaneyi yapmış bulunan şahsın vârislerine
verilir.
Bu mes'ele,
Ebû'l-Leys'in Fetvâları'nda zikredilmiştir. Zehıyre'de de böyledir.
Nesefi'nin
Fetvâları'nda şöyle zikredilmiştir: Şeyhu'l-İslâm'dan soruldu:
— Bir köyün halkının dağılıp mescidinin harap
hâle gelmesinden sonra, bazıları bu mescidin ağaçlarına el koyup bunları
evlerine götür-seler; köy halkından birisi, hâkimin emri ile bu ağaçlan satıp,
bedelini başka mescidlere veya aynı mescide sarfedebilir mi?
imâm:
— Evet, eder; buyurdu.
Bir kimse, bir
hayvanını veya kılıcını bir misafirhaneye vakfettikten sonra; bu misafirhane
harap olur ve halk ondan faydalanamaz bir hâle gelirse; bu mallar veya eşyalar
bu misafirhaneye en yakın olan başka
bir misafirhaneye verilir. Zehıyre'de de böyledir.
Bir mahallede bulunan
havuz, tamiri mümkün olmayacak şekilde harap olur, insanlar da ondan bir fayda
göremezlerse; bu durumda bu havuz, vakfeden şahıs biliniyorsa ve sağ ise onun;
ölmüş ise vârislerinin
olur.
Bu havuzu kimin
vakfettiği bilinmiyorsa; bu durumda havuz, mahalle halkının elinde lukata (=
buluntu) gibi olur ve fakirlere tasadduk ederler. Fakirler, bunu satıp
bedelinden faydalanırlar.
Dükkan da, bu
cinstendir.
Sahih bir şekilde
vakfedilmiş bulunan bir dükkan, içinde bulunduğu sokakla birlikte yanar; artık
fayda görülemez, kira .getiremez bir hale gelirse; bu dükkan, vakıf olmaktan
çıkar.
Misafirhane de
böyledir. Yanıp işe yaramaz hâle gelirse, vakıfliğı bâtıl {= geçersiz) olur ve
bu misafirhane, sahibinin vârislerine miras olarak intikâl eder.
Sahih bir şekilde
vakfedilmiş bulunan evler de böyledir.
Böyle bir ev harap
olur; bir şahıs da gelip onun yerine kendi malından, kimseden izin almadan bir
bina yaparsa; bu durumda, bu binanın yeri, onu vakfeden şahsın vârislerine ait
olur. Muzmarat'ta da böyledir.
Bir topluluk nâmına
vakfedilmiş bulunan, bir gayri menkûl harap olur; ondan faydalanma imkânı
kalmaz ve burası köye de uzak olur; hiç kimse imârına rağbet etmediği gibi
kiraya tutan da olmazsa, bu vakıf bâtıl (= geçersiz) olur. Bu durumda, onu
satmak caizdir.
Ancak buranın yeri, az
bir ücretle de olsa kiralanırsa, o zaman, vakıf olarak kalır.
FetâvâyiKâdîhân'da da böyledir.
Bu cevap, İmâm Muhammed
(R.A.)'e göre sahihtir.
İmâm Ebû Yûsuf
(R.A.)'a gelince, burada biraz dikkatle durmak gerekir. Çünkü vakıf, şartı ile
birlikte sahih olunca, ibtâl (= geçersiz kılınmış) olmaz.
Ancak, bunun yerine,
başkasının alınmış olması hâli müstesnadır. Serahsî'nin Muhıytı'nde de
böyledir.
Ebû'I-Leys'in
Fetvâları'nda şöyle denilmiştir:
Bir mescid yapmak
üzere insanlardan para toplayan bir şahsın, bu paralan kendi ihtiyaçlarına
sarfettikten sonra, bunun karşılığım mescide sarfetmesine müsâade yoktur.
Eğer böyle yapar ve
parayı da kimden aldığını bilmekte olursa; bu parayı sahibine iade eder. Veya,
ondan yeniden izin ister.
Bu şahıs, paranın
sahibini bilmiyorsa; onu kullanmak için hâkimden izin ister.
İstihsanda ise, bu
şahsın —onlar yerine— kendi malından mescide harcamada bulunması caizdir.
Hâkimden izin istemesi ise, Öyle yapmanın vebalinden kurtulmak içindir.
Başkasından toplayıp,
kendi ihtiyacı için harcadığı parayı tazmin etmesi ise vaciptir. Zehıyre'de de
böyledir.
Bu gibi
mes'elelere ilim ehli
ve sâlih kimseler
de mübtelâ olmuşlardır.
Bunlardan bir âlim,
fakirler nâmına bir şeyler ister; bunları birbirine katar. Böyle yapmakla da,
hepsini de zâmin olur. (- ödemesi gerekir.)
Bunu ödediği zaman da,
verdiğini kendi malından vermiş olur. (Yani, topladığı şahıslardan almış
bulunduğu paraları, fakirlere vermiş olmaz.)
Ve, paralarını almış
bulunduğu şahıslara da aldığını ödemesi gerekir.
Bu şekilde, zekâtlarda
caiz olmaz. Çünkü, aldığı malları birbirine katmaktadır.
Onun malını, kendi
malına katmış bulunduğu için, malım alma hususunda fakirden izin ister.
Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse, kalkıp, bir
fakir nâmına, bu fakirin böyle bir talebi olmadan, bir şeyler isterse, bu şâhıs
emîn bir kimse olsa bile, verenlerin mallarını, birbirlerine katması
halinde, fakire
verdiği şeyi kendi malından ödemiş olur.
Ayrıca, bu fakire
yardım verenlere de, bu şahıs zâmin bulunur. Bu şekilde, —toplanıp, birbirine
katılan— zekâtlar da caiz olmaz.
Önceden, fakire, böyle
olacağını söylemek gerekir.
Eğer fakir, bu şahsa,
kendisi için zekât veya yardım toplamasını, almasını söylerse; bu durumda, alma
hususunda bu şahıs, o fakire vekil olmuş bulunur.
Bu durumda, bu şahıs
tarafından alınmış bulunan —zekat veya yardım— mallarının birbirine katılmış
bulunması da bir zarar vermez. Muzmarât'ta da böyledir. [61]
Bir kimse malını,
Allahu Teâlâ'nın rızasına yakınlık için sar-fetmek isterse; bu şahsın,
müslümanlar için misafirhane yaptırması, köle azâd etmesinden daha efdâldir.
Çünkü bu, devamlı bir
hayırdır.
Bazıları ise:
"Fakirlere tasaddukta bulunmak daha efdâldir." demişlerdir.
Biz de deriz ki:
"Bu şekilde Allahu Teâlâ'ya yakınlık isteyen; kitap satın alıp, —ilim
yazılması için— kütüphaneye koysun. Çünkü, bu daha devamlıdır, asırlarca
kalabilir. Ve bu, diğer hayırlardan daha efdâldir.
Bir kimsenin, bir ev
yaptırarak onu fakirlere vakfetmesinden, onun bedelini tasadduk etmesi daha
evlâdır.
Yaptıracağı evin yeri
bir arsa ise, bunu vakfetmesi daha evladır.
Bir kimse bir mescide,
—kandilleri için— yağ veya —serilmesi için— hasır almayı murad edince; mescidin
yağa değil de hasıra ihtiyacı varsa, hasır olması daha efdâldir. Aksine,
mescidin hasıra değil de yağa ihtiyacı olursa, bu durumda da, hasır olması daha
efdâl olur.
Şayet, her ikisi de
aynı seviyede ise, o zaman onların fazlalığına, noksanlığına, ihtiyaç durumunun
kuvvetine, zaafına ve-devamlı olup olmadığına bakılır. Ve masraf buna göre
yapılır.
Bir kimsenin, —hayır
için ayırdığı malı— fıkıh öğretme, yazma ve toplama yönlerine sarfetmesi evlâ
olur.
Bunlar, nafile
ibâdetlerle uğraşmaktan evlâdır.
Hadis ve tefsir
okumak, okutmak ve yazıp, —bunları— bir araya toplamak da nafile ibâdetlerden
efdâldir. Çünkü, bunların menfâati daimîdir. Bunun içindir ki, efdâldir.
Muzmarât'ta da böyledir.
Bir kimse, medrese
sakinlerine karşı sahih bir vakıf yapar ve ilim talebeleri kaldığı gibi, orda
başka insanlarda bulunur, bunlar o medresede yatmaz, ancak —gündüz—
çalışsalar, bu haram olmaz.
Bu şahıslardan birisi,
odalardan birine gelir ve yanında,
orda duranların âletleri bulunsa, onu, onlara iade eder. Muzmarât'ta da böyledir.
Eğer, talebe
gece çift sürer
ve bununla iştigâlinden
dolayı öğrenimine noksanlık gelir veya gündüz, talebenin vazifesi
olmayan bir işle uğraşırsa; bu onun vazifesi olmaz.
Ancak, bu iş talebenin
yapacağı işlerden ise, onu yapmak vazifesidir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de
böyledir.
Bu durumlar, vâkıfın,
medrese sakinlerinden ve ilim tahsil edenlerden bunları yapmalarını istediği
zaman söz konusu olur.
Fakat, bunların
yapılmasını medrese sakinlerinden ister,' talebelere böyle bir şey söylemezse,
cevap yine böyledir.
Hatta bu medresede,
talebelerden başka kimse bulunmazsa, bu vazife talebelerindir. Çünkü bunlar,
medrese sakinleri mefhûmunun içinde dahildir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.
Talebeler, hocaları
ile ta'lim hususunda ihtilaf etmiyor; şehirde bulunuyor ve fıkıhtan muhtaç
oldukları mes'eleleri kendileri için yazıyorlarsa; bu gibi bir talebenin
medresede bir vazife almasında, beis yoktur.
Ancak, şehirde başka
bir şeyle uğraşan talebeler, medreseden vazife alamazlar. Muzmarât'ta da
böyledir.
Bir talebe, o beldeden
günlerce kaybolduktan sonra geri döner ve okumak isterse; bu talebenin, sefer
müddetinden fazla çıkmış olması halinde, geçen vakitler için bir hak talep
etmesi söz konusu olamaz. Bu, talebenin on beş gün —dışarda— kalması halinde
böyledir.
Eğer, talebe on beş
günden az kalmışsa; rızkını isteyebilir. Çünkü, bu durumda o talebe
sorumluluktan muaftır ve onun rızkım başkasına vermek helâl olmaz.
Bu talebenin odası da,
vazifesi de hâli üzeredir.
Talebenin gelmeyişi
bir aydan üç aya kadar sürmüşse, hüküm yine böyledir. Ancak, gelmeyişi daha
fazla olursa, hakları başkasının olur. Odası da, vazifesi de elinden gider.
Bahru'r-Râik'ta da böyledir.
Fakıyh: "Bir
kimsenin, ders okutmadığı bir günün ücretini de, ilim talebesinden almasının
caiz olduğunu umarım." demiştir. Muhıyt'te de böyledir.
Fıkıh okutan bir zat,
bir veya iki ay bulunmazsa; onun maaş alması, hilâfsız olarak haram olur. Bu, o
şahsın aylık ücretle çalışıyor olması hâlinde böyledir.
Ancak, bu şahıs yıllık
ücretle çalışıyorsa; senenin çoğunda hazır bulunması hâlinde, aldığı helâl
olur. Kunye'de de böyledir.
Fakıyh Ebû Bekir'den
soruldu:
— Belh
sâkinlerinin, yüce kişiler nâmına yaptıkları vakıfların durumu
nedir?
O, şu cevabı verdi:
— Gaip olup, meskeni satılmayan ve başka bir
mesken de edinmeyen Belh sakinlerinin vazifesi de, vakfı da bâtıl olmaz.
Zehıyre'de de böyledir.
Bir kimse, fâsid bir
alışla bir yer satın alıp, onu teslim alarak, mescid yapar ve insanlar da orada
namaz kılmaya başlarlarsa; Hilâl, Yakfı'nda: "Burası mesciddir. Satın alan
şahıs kıymetini öder. Burası, satan şahsa geri verilmez. Bu, arkadaşlarımızın,
kıyâs üzerine vakfedilmiş bir mescid hakkındaki kavilleridir." demiştir.
Kitâbü'ş-Şüf'a'da
şöyle denilmiştir:
Bir kimse, fâsid bir
alışla bir yer satın alıp, onu mescid yapar; içine de odalar inşa ederse; İmâm
Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, bu şahıs, buranın kıymetini tazmin eder. Binayı da,
zayi etmiş hükmünde olur.
İmâmeyn'e göre ise; bu
bina yıkılır ve yeri, satana verilir.
Bina yapmadan, sâdece
orayı mescid ittihaz etmekle, burası mescid olmuş olmaz. Bu, hilâfsız böyledir.
Hilâl1 e göre, binasız
da, bir yer mescid olur.
Hâkim Şehîd'in, İmâm
Mutıammed (RvA.J'den bir rivayetine göre, Hilâl'in rivayeti esahhtır.
Bir kimse, sahih satın
alışla bir yer satın alıp fakirlere vakfettikten sonra, buranın bir aybı
bulunursa; burası satan şahsa geri verilmez. Ancak, bu aybından dolayı satan
şahsa başvurulur.
Ancak, bir şahıs bir
yer satın alıp, burasını mescid yaptıktan sonra; yerin bir kusuru olduğu
anlaşılırsa; bu noksan sebebi ile, orayı satan şahsa müracaat edilmez.
Görüldüğü gibi, bu iki
mes'elede hilaf vardır. Muhıyt'te de böyledir.
îki kişi, bir ev ile bir köleyi karşılıklı mubayaa
ederek ( = değiştirerek) teslim alsalar ve evi olan şahıs onu vakfettikten
sonra, bu kölenin —başka bir— sahibi —olduğu— ortaya çıksa; yine, bu vakıf
caizdir.
Bu yeri satın alan
şahıs, satın aldığı gündeki kıymeti ne ise, bu bedeli satan şahsa öder. Hâvî'de
de böyledir.
Ancak, bu kölenin hür
çıkması hâlinde, vakıf bâtıl (= geçersiz) olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir mütevelli, vakfın
gelirini toplayıp hak sahiplerine dağıttığı halde, bunlardan birisi mahrum
kalır ve mütevelli onun hissesini kendisine sarfetmiş olur ve ikinci gelir toplanınca
da, mahrum kalan şahıs önceki senenin de hissesini ister ve bunu kayyımın
ödemesini arzu ederse; bu durumda, —onu— ikinci gelirden alma hakkına sahip
olmaz.
Ancak, bu şahıs o
hissesini ortaklarından isterse; bu durumda, onların bu ikinci senedeki
hissesinden, önceki hissesi kadar alır.
Bu şahıs, önceki
hissesini ortaklarından alınca, onlar da, —o şahsın önceki hissesini zayi etmiş
olması sebebi ile— kayyıma müracaat ederek" bunu, ondan alırlar.
Muzmarât'ta da böyledir.
Bir mescidin imâmı,
mescidin gelirinden alarak sene tamamlanmadan geçip gitse; senenin
—bulunmadığı— kısmı için, ondan hiç bir şey geri alınmaz.
Çünkü, hasâd vaktine
itibar edilir. İmâm, hasad vakti imamlık yapmışsa, —aldığına— hak kazanmış
olur. Vecîz'de de böyledir.
Bu imâmın, vazife
yapmadığı ayların hissesini yemesi helâl olur mu?
— Eğer imâm fakirse;
bunları yemesi helâl olur.
Vakfın gelirinden her
sene kendisine hisse verilen bir talebe de böyledir.
Gelirin toplandığı
sırada bu talebelerden birisi hissesini alıp, bilâhare de medreseden ayrılsa;
bu aldığı mal, —fakir ise,— kendisine helâl olur. Muhıyt'te de böyledir.
Bir kimse:
"Malımdan, şunu,1 şunu, çıkacak borcuma karşılık vakfedin." diye
vasıyyet etse; bu vasıyyet bâtıl (- geçersiz) olur.
Bu vasıyyetini, bir
vakitle sınırlayıp sınırlamaması da müsavidir. Ancak, o sırada vasîyi görerek,
malının üçte birini vakfederse; bu sahih olur. Vâkıât'ta da böyledir.
Bir kimsenin elinde
fakirler için bir yer ve bir su bulunursa; suyu, —bu araziyi suladıktan
sonra— kimseye vermez; fakirlere ve ona muhtaç olanlara ulaşması
için, onu, dereye bırakır.
Maraz-ı mevtinde
bulunan bir kimse: "Ben, fakirler nâmına vakfedilmiş bir dükkanın
mütevellîsi idim. Bunların gelirini, yerine harcamadım." veya
"Zekâtımı ödemedim."; "Ben öldükten sonra, bunu malımdan
ödeyin." der; vârisleri de bu sözü doğrularsa; bu şahsın malının
tamamından vakfa olan borcu ödenir. Zekâtı ise, malının üçte birinden ödenir.
Şayet, vârisler bu
şahsı yalanlarsa, onun vakfa olan borcunu da, zekât borcunu da, malının üçte
birinden öderler.
Vasî'nin varislere,
yapılan vasıyyeti bildiklerine dair yemin verme hakkı vardır.
Eğer, bu şahıslar
vasinin söylediklerini bildiklerine dâir yemin ederlerse; o şahsın
vasiyyetinin tamamı, malının üçte birinden ödenir.
Eğer yeminden
kaçınırlarsa, zekât borcu malının üçte birinden vakfa olan borcu da,
—vârislerin, önceden yaptıkları ikrarda olduğu gibi— malının tamamından ödenir.
Câmiu'l-Cevâmi'de de böyeldir.
Ebû Kasını in şöyle
dediği rivayet edilmiştir:
Bir kimse, sağlığında
bir yeri vakfeder ve bu yeri de elinden çıkarır; ölürken de vasisine,
vasıyyetinde: "Vakfın gelirinden filan şahsa elli dirhem; filan şahsa ise
yüz dirhem ver." der; bu şahsın, bir de muhtaç oğlu bulunur, onun hakkında
da, vasiye: "Bildiğin gibi yap." derse; bu oğluna verilmesi,
diğerlerine verilmesinden daha efdâldir.
Bu kimse, vasîye:
"Bildiğin gibi yap." demiş olmasa bile, bu böyledir. Tatarhâniyye'de
de böyledir.
Hasta bir kimse:
"Nasibimi, malımdan çıkarın." der ve başka bir şey söylemezse; o
şahsın malının üçte biri çıkarılır. Çünkü, nasibi odur.
Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz, şöyle buyurmuştur:
"—Allahu Teâlâ,
ömrünüzün sonunda amelleriniz çoğalsın diye,
size, malınızın üçte
birini, tasadduk etme hakkı verdi." Vâkiât'ta da böyledir.
Kısâı'nin Câmi'inde,
şöyle denilmiştir:
Bir kadın, —üzeri
gümüşlerle tezyin edilmiş— bir Kur'ân-ı Kerimi Allah yolunda vakfettikten
sonra; bu Kur'an yanıp, üzerindeki gümüşler kalsa; bu gümüşler hâkime teslim
edilir.
Hâkim ise, bununla
yeni bir Kur'ân-ı Kerîm alarak vakfeder.
Allah yoluna vakfedilen
bir. at, üzerinde savaşa çikılamıyacak şekilde sakatlansa; vekilin onu satıp,
yerine başka bir at alarak, onu vakfetmesinde, bir sakınca yoktur.
Vekîl, bu işi hâkime
haber vermeden de yapabilir.
Bu, harap olduğu
zaman, sahibinin, onu alıp satabildiği bir mescid hükmündedir.
Vakfedilen bir
Kur'ân-ı Kerim, bedel ile verilemez bir hâle gelince; bu Kur'ân vâkıfın
veresesine geri verilir. Ve onlar bunu, ferâiz usûlüne göre aralarında taksim
ederler.
Bu, İmâmeyn'in
kavlidir.
Bir kimsenin
vakfolunmuş sadaka kıldığı bir yerinde köle, öküz ve ziraî âletler bulunur ve
bu ziraat âletleri bozulup, kendilerinden fayda-lanılamaz hâle gelirse; bunlar,
hâkimin emri olmadan satılamaz. Muhıyt'te de böyledir.
Birisi vakıf olan iki
evin arasında bulunan bir duvar yıkılır ve bunu ev sahibi yaparsa, kayyım
ondan, bu duvarı yıkmasını ister.
Şayet, kayyım bu
duvarın parasını verirse; bu duvar vakfın olur; kayyımın olmaz.
Ondan duvarın
kıymetini almak için, kayyım cebredilemez.
Keza, kayyım rızâsı
ile binanın kıymetini verirse, bu da caiz olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da da
böyledir.
Bir kimsenin, yirmi
bin dirhem kıymetinde bir yeri olduğu halde, kendisi borçlu bulunur ve bu şahıs
da, o yeri vakfederken "gelirini, kendi nefsi için sarf etmeyi" şart
koşarsa; bu vakfı caiz olur. Rızkından artan olursa, bu da alacaklarına
verilir. Muzmarât'ta da böyleidr.
Hâkimin izin vermesi
hâlinde, mescidin haricinde kalan vakıflar satılabilir mi?
Bu suâle,
Şeyhu'1-İmam Üstâzü'l-Eceli
Zahîru'd-dîn şu cevabı vermiştir:
— Eğer, vakfeden
şahsın vârisi serbest bırakırsa, bu vakfı satmak caiz olur.
Bu durumda, vakfın
hükmü bozulmuş olur. Aksi takdirde, vakfı satmak caiz olmaz.
Bir vakfın hey'etini
değiştirmek caiz olmaz.
Meselâ: Vakıf bir ev
bahçe yapılmaz. Vakıf bjr han hamam yapılmaz. Vakıf bir misafirhane dükkan
yapılmaz.
Ancak vâkıf (-
vakfeden şahıs), vakfın ıslahını ve tağyirini ( = değiştirilmesini) şart
koşmuşsa, bu durum müstesnadır. Zehıyre'de de böyledir.
Câmiu'I-Fetâvâ'da
şöyle zikredilmiştir:
Bir kimse, içinde çok
eski bir mescid bulunan bir bağını satsa; eğer mescid kullanılır halde ise bu
satış fâsid (= bozulmuş) olur. Ancak, bu mescid harabe bir halde bulunuyorsa,
bu satış caiz olur. Tatarhâniyye'de de böyledir.
Hassâf, Vakfı'nda
şöyle demiştir:
Bir kimse, evinden bir
dâireyi vakfedince, onu yolu ile birlikte vak-fetmişse; bu vakfı caiz olur.
, Yolu ile birlikte vakfetmemişse, bu
vakfı caiz olmaz. Muhıyt'te de
Fetâvâyi Hindiyye
böyledir.
Bir kimse, bir mescid
yaptırır veya bir yerini mezarlığa tahsis eder yahut insanların misafir olmaları
için bir han yaptırır; sonra da, başka bir şahıs gelerek, yaptıran şahsın
bulunmadığı bir sırada, buralar (in kendisine ait olduğu) hakkında bir iddiada
bulunursa; o şahsın bu iddiası üzerine, mescidin cemâatinin bir kısmına karşı
hüküm verilirse, bu hüküm, mescid ehlinin tamamına karşı verilmiş olur.
Hana gelince, durum
böyle değildir. Dâvaya bakılabilmesi için, burayı yaptıran şahsın veya onun
naibinin hazır olması gerekir. JFüsûlü'i-İmâdiyye'de de böyledir.
Miiltekıt'ta şöyle
denilmiştir:
Bir kimsenin bir
mescidde, faydalı olan ve hiç kimseye zararı bulunmayan bir kuyu kazması caiz
olur.
En doğrusunu bilen,
ancak, Allahu Teâlâ'dır. Ve, dönüş de O'nadir.
[62]
[1] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/495.
[2] Vakf-ı Lâzım: Vâkıf veya hâkim tarafından fesehdilmesi
caiz olmayan vakıftır.
[3] Vakf-ı Möşa': Bir kimsenin, başka bir kimse ile
müştereken mâlik oldukları bir yerdeki bilinen hissesini vakfetmesidir.
[4] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/495-497.
[5] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/497.
[6] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/498.
[7] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/498.
[8] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/498-501.
[9] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/501-502.
[10] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/502.
[11] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/502-506.
[12] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/506-511.
[13] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/512-513.
[14] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/513.
[15] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/513-515.
[16] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/515.
[17] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/515.
[18] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/515.
[19] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/515.
[20] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/515-516.
[21] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/516-518.
[22] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/518-522.
[23] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/523.
[24] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/523-528.
[25] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/528-539.
[26] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/539.
[27] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/540-548.
[28] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/548-550.
[29] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/559-561.
[30] Bu bahisde geçen köleler (= Mevâfi), azâd edilmiş
kölelerdir. Azâd edilmemiş olan köleye, abd denir.
[31] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/561-563.
[32] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/563-566.
[33] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları:
4/566-567.
[34] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/568-570.
[35] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/570-572.
[36] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/572-583.
[37] Ecr-i misil: Bir malın kullanılmasından doğan
menfaatin para ölçüleri ile takdir edilmesi. Meselâ: Kira bedeli layin
edilmeden bir yerin kiraya verilmesi halinde, vasıf, mevki ve kullanma tarzı
bakımından kiraya verilen yere benzeyen yerferin kira bedelleri, bu yer için
de, ecr-i misil olur.
[38] Menn: (= Batman) iki rıtıl (yani 260 dirhem
ağırlığında) gelen, bir ölçü birimi.
[39] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/584-609.
[40] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/609.
[41] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/609-610.
[42] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/610-611.
[43] Tevbe Sûresi, 60. âyet.
[44] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/612-615.
[45] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/615-616.
[46] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 4/617.
[47] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 5/5.
[48] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 5/5-10.
[49] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 5/10-18.
[50] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 5/18-20.
[51] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 5/21-23.
[52] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 5/24-32.
[53] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 5/33-37.
[54] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 5/38-44.
[55] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 5/45.
[56] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 5/45-46.
[57] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 5/46-53.
[58] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 5/53-60.
[59] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 5/61-68.
[60] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 5/68-71.
[61] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 5/72-75.
[62] Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ
Yayınları: 5/76-82.