ZÜHD, KANAAT VE KİMSEYE EL AÇMAMAYA TEŞVİKLER.. 1

Zühd, Kanaat Ve Kimseye El Açmamaya Teşvik Hakkında Ayetler. 3

Musibetlere Sabretmenin Faziletleri Hakkında Ayetler. 17

Allah'a Tevekkül Etmek Ve Kimseden Bir Şey Dilenmemek Hakkında Ayetler  24

Zühd, Kanaat Ve Kimseye El Açmamaya Teşvik Hakkinda Hadisler. 30

 

ZÜHD, KANAAT VE KİMSEYE EL AÇMAMAYA TEŞVİKLER

 

Esirgeyen ve bağışlayan Allah'ın adıyla Allah'a hamd ve O'nun yüce Rasûlü'ne salâtu selâm olsun Telif edildiği vakit bunların hepsi tek kitaptı. Ancak basım esnasında kita­bın hacmi büyüdüğünden okuyuculara belki bir kolaylık olur diye 6. ve 7. bölüm­leri ayırarak ikinci ana bölüm haline getirdik.Kanaatin fazileti, musibetlere sabretmeye teşvik ve tenbih, bir de başkala­rına el açmanın kötülenmesi, bunların üçü de Kur'an-ı Kerim ve hadislerde çeşitli başlıklarla, değişik ifadelerle, misallerle, uyarılarla, hükümlerle ve kıssalarla o kadar çok zikredilmiştir ki, onları kısa ve öz olarak anlatmak bile büyük tafsilatı gerektirmektedir. Onları bu muhtasar kitapta kısaca yazmak bile kitabın uzama­sına sebep olmuştur. Yine de kısaca bir çalışma mutlaka yapılacaktır. Bu konu ikinci bölümün sonunda geçmiştir. Şöyle ki; malda kâr da vardır, zarar da vardır.0  hem zehirdir hem de panzehirdir. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi de maldır". Öyleyse bu fitneden ve onun zehrinden kendini korumak çok önemli bir şeydir. Bu yılan birinin yanında olur da onunla tiryak (panzehir) yaparsa kendisi için de, başkası için de faydalıdır. Yoksa yılanın zehiri onu da helak eder, başkalarına da zarar verir. Bundan dolayı Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Bu mal yemyeşil, taze ve tatlıdır. Eğer o hakka uygun (yani İslam'ın kaide ve usullerine göre) elde edilirse ve hakka göre harcanırsa işe yarayan bir yardımcıdır. Haksız olarak kazanan kimsenin misali Cûut Bakar hastalığına yakalanan birine benzer ki, devamlı yer, ama karnı doymaz"[1]Imanvı Gazali rahmetuliahi aleyh buyuruyor ki: Malın faydası da vardır, zararı da. Bunun misali bir yılana benzer ki, onun hilesini bilen kimse yılanı yakalayıp onun dişlerini söker, sonra ondan tiryak (panzehir) elde eder. Bunu gören cahil biri yılanı tutarsa yılan onu sokar ve o kişi helak olur. Öyleyse beş şeye dikkat gösteren kimse malın zehrinden korunabilir; 1-Malın maksadı nedir, hangi gaye için yaratıldı diye düşünmelidir. Tâ ki sadece o gaye ile bu mal arasında bağlantı kurulsun. 2-Malın gelişi ve kazanılmasının şeklini siki bir şekilde kontrol etme­lidir. Ona asia caiz olmayan bir yolu karıştırmamalıdır. Mesela; kendisinde rüşvet şüphesi bulunan hediye veya kendisinde zillet endişesi bulunan dilenmek gibi. 3-İhtiyacından fazla olan miktarı yanında bırakmamalıdır. Gerçek olan ihtiyaç mik­tarını bulundurmak bir mecburiyettir. Ondan fazlası derhal harcanmalıdır. 4-Har-cama şeklini kontrol etmelidir. Böylece gereksiz harcama yapılmış olmaz ve ha­ram olan bir yere sarf edilmiş olmaz. 5-Malın geüşinde, harcanmasında ve zaru­ret kadar saklanmasında kısaca her şeyde halis niyet olmalıdır. Maksadımız sa­dece Allah Rızası olmalıdır. Malı yanında tutarken ya da harcarken bunu sadece Allahu Teâlâ'ya itaat etmede güç kazanmak niyetiyle yapmalıdır. İhtiyacından fazla olanı boş ve işe yaramaz kabul ederek hemen harcamalıdır. Onu zelil ka­bul ederek harcamalı ona değer vermemelidir. Bu şartlarla birlikte kişide mal bu­lunması zarar vermez. Bundan dolayıdır ki Hz. Ali radıyaiiahu anh şöyle buyurmuş­tur: "Eğer bir insan (kendi menfaati olmadan) sadece Allahu Teâlâ için bütün dünyanın malını alıyorsa o zahiddir. Eğer bir insan küçük ve basit bir malı bile almıyorsa ve bu hareketi Allah için değil de (dünya çıkarı, makam sevgisinden dolayı ise) o kimse dünyacıdır.[2]Bir hadiste şöyle buyuruluyor; "Bu mal yemyeşil, taptaze ve tatlıdır. Kim o-nu Hakka uygun olarak elde ederse, onun için mal bereketli kılınır". Diğer bir ha^ dişte şöyle buyurulmuştur; "Dünya, kendisini ahiret azığı yapan ve (onun sebe­biyle) Allahu Teâiâ'yı razı eden kimse için ne güzel bir evdir! Kendisini ahiretten alıkoyan ve Allahu Teâlâ'nın rızasını kazanma hususunda eksiklik meydana ge­tiren kimse için dünya ne kötüdür![3]Kısaca pek çok rivayetlerde bu konu geçmektedir. Şöyle ki; mal aslında kötü bir şey değildir, güzel bir şeydir, işe yarayıcıdır ve pek çok dini ve dünyevi faydalar ona bağlıdır. Bundan dolayıdır ki, hadislerde nzık kazanmak ve mal el­de etmekle ilgili teşvikler de geçmektedir. Ancak onda zehirli ve helak edici mad­de vardır. Kalpler de genellikle hastadır. Bundan dolayı sık sık Kur'an-ı Kerim ayetleri ve hadisi şeriflerde onu çoğaltmak ve arttırmaktan sakınmaya teşvik edil­miştir. Onun çokluğu özellikle istenmeyen hatta tehlikeli bir şey olduğu bildirilmiş­tir. Bundan dolayı Rasûlullah sat/aiiahu aleyhi veseiiem, "Allahu Teâlâ hangi kutunu severse, siz hastalarınızı sudan koruduğunuz gibi onu dünyadan korur ve ihti­mamla onu dünyadan sakındırır" demiştir.[4] Halbuki su o kadar önemli ve zaruri bir şeydir ki, hayatın kaynağı buna dayanmaktadır. Onsuz hayat devam edemez.Ancak bütün bunlara rağmen eğer doktor bir hasta için suyun zararlı olduğunu söylerse, hastayı sudan alıkoymak için çeşit çeşit tedbirler alınmaktadır. Bunun se­bebi nedir? Çünkü malın çokluğundan dolayı genellikle insana çok çeşitli zararlar ulaşır. Bunun sebebi şudur; bizim kalplerimiz malın sarhoşluğundan tesir alma­yacak kadar saf ve temiz değildir. Bundan dolayı Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Sizden su üzerinde yürüyüp de ayağı ıslanmayan kim v^h-dır?" Sahabeler, "Ya Rasûlallah! Öyle bir kimse yoktur" dediler. Rasûlullah sallatia-hu aleyhi veseiiem, "işte dünyaya dalan kimsenin hali de böyledir ki, onun günah­lardan sakınması zordur"[5] Müşahede ile de görülmüştür ki, cimrilik, haset, kibir, ucub, kin, riya, gurur ve diğer kalp hastalıkları ve bütün günahlar mal yüzünden çok çabuk ve çok fazla meydana gelir. Aynı şekilde malın çokluğundan dolayı serserilik, şarap içmek, kumarbazlık, faiz yemek ve diğer başka çeşit şehvani günahlar sıkça işlenir. Daha sonra malın tabii sevgisi kalbe öyle yerleşir ki, insanın ne kadar fazla malı olursa olsun devamlı bundan daha fazla olmasını ister ve durmadan bunun için çalışır. Nitekim birçok rivayetlerde Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Eğer insanın iki vadi dolusu altını olsa, o üçüncüsünü ister". Bütün dünyanın müşahede ve tecrübesiyle sabittir ki, hiç bir şahıs herhangi bir miktara kanaat edici değildir. İllâ Mâşâallah. Bundan dolayı sık sık Kur'an-ı Kerim'de ve hadisi şeriflerde kanaate teşvik edilmiştir. Tâ ki bu açgözlülük ve doymazlık biraz azalmış olsun. Bundan dolayı dünyanın hakikati, onun pisliği ve faniliği açıklanmıştır ki, ona karşı olan sevgi azalsın. Çünkü birşey çabuk bitecekse insan ona neden gönlünü kaptırsın ki! Gönül verilmesi gereken şey ebedî kalıcı ve devamlı işe yarayıcı olmalıdır. Bundan dolayı sabır hakkında bol bol tekid ve teşvik edilmiştir. Tâ ki insan malın azlığını mutlaka musibet zan­netmesin. Aksine bazen bunda da Allah'ın büyük hikmetleri gizlenmiştir. Allahu Teâlâ buyuruyor ki:"Eğer Allah kullarına rızkı bolca vermiş olsaydı, yeryüzünde azgınlık çıka­rırlardı".                                                                                                   (Şûrâ-27)

Nitekim tecrübeyle sabittir ki, malın çok olduğu yerde, haddinden fazla fe-sad vardır. Malın çokluğu maksad olmadığından ve tabii olarak insanların kalple­ri ona meylettiğinden sık sık dilenmenin yasak olmasından ve çirkinliğinden bah­sedilmiştir. Çünkü insan mecbur olmadığı halde, mal sevgisi ve onu çoğaltma düşüncesinden dolayı dilenmeye başlamaktadır. Zira bunda hiçbir gayret sarfet-mek gerekmemektedir. Biraz dili hareket ettirince mutlaka ufak tefek bir şeyler ele geçmekte ve bu yolla mal artmaktadır. İşte bu üç konu hakkında (1-Kanaat, 2-Musibetlere sabır, 3-Dilenmenin kötülenmesiyle ilgili) bazı ayetler ve hadisleri bu bölümde yazıyoruz.

 

Zühd, Kanaat Ve Kimseye El Açmamaya Teşvik Hakkında Ayetler

 

"İnsanlara, kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, besili atlar, davarlar ve ekinler kabilinden şehvet sevgileri zinetli gösterildi. Oysa bun­lar dünya hayatının geçici malıdır. Halbuki akıbetin güzelliği Allah'ın katın-dadır. / (Ey Muhammedi) de ki: "Size bundan daha hayırlısını haber vere­yim mi? Allah'tan korkanlar için Rableri katında altlarından ırmaklar akan, içinde edebi kalacakları Cennet'ler, tertemiz eşler ve (onlardan daha üstün olarak) Allah'ın rızası vardır. Allah kullarını çok iyi görür". / Onlar şöyle der­ler: "Rabbi'mizl Şüphesiz biz iman ettik. Günahlarımızı bağışla ve bizi Ce­hennem azabından koru". / Onlar, sabredenler, doğru söyleyenler, (Allah'a) itaat edenler mallarını Allah yolunda harcayanlar ve seher vakitlerinde af dileyenlerdir.                                                       (Â!i İmran-14,15,16,17)

İZAH: Allahu Teâlâ bütün bunların sevgisini, şehvetlerin sevgisi olarak ifade etmiştir. İmam Gazali mhmetuiiahi aleyh buyurdu ki: "Aşırı şehvetin adı aşktır. Bu ise düşünce ve fikirlerden boş olan kalbin hastalığıdır. Bunu ilk başlangıcından itibaren tedavi etmelidir. Şöyle ki, ona olan nazar ve iltifat azaltılmalıdır. Aksi halde iltifat arttıkça, ondan dönmek zorlaşacaktır. Ama bu başlangıçta kolaydır. Diğer şeylere olan aşkın durumu da böyledir. Mal olsun, makam olsun, gayri menkul olsun, evlad olsun, hatta (güvercin gibi) kuşlarla oynamak ve satranç vs. ile oynamanın hali de aynıdır. Bunlar insanın üzerine musallat olduklarında onun din ve dünya­sını berbat ederler. Bunun misali, bir bineğe binmiş adama benzer ki, hayvan başka tarafa yöneldiği anda onun dizginini öbür tarafa çevirir. O vakit çok kolay bir şekilde her tarafa yönelir. Ancak o hayvan herhangi bir kapıdan içeri girerse sonra hayvanın sahibi de kuyruğundan tutup geri çekmek isterse artık çok çetin bir zorlukla karşılaşır, öyleyse yukarıda sayılan şeylerin hepsinin sevgisini baş­langıçtan itibaren kontrol altına almalıdır ki, itidal sınırını aşmasın"[6] Alimler de­miştir ki, dünyada bulunan her şey şu üç kısma dahildir. 1-Madeniyyat (maden­ler), 2-Nebâtât (bitkiler), 3-Hayvanat (canlılar). Allahu Teâlâ yukarıdaki ayetlerde bu üçünden örnekler zikrederek dünyanın bütün maddelerine dikkatleri çekmiştir. Hanımlar ve çocukları zikrederek aile efradı, akraba-i taallukata, dostlara, kısaca insanî sevgililere dikkat çekmiştir. Altın ve gümüşü zikrederek, madenleri, atları ve davarları zikrederek her çeşit canlılara, ekinlerle her türlü bitkiye dikkat çek­miştir. İşte bütün bu şeyler, dünya varlıklarıdır.[7]Allahu Teâlâ bütün bunları sayıp onlara dikkat çekerek (özetle) şöyle buyur­muştur: Bütün bunların hepsi şu birkaç günlük hayatı geçirmek için gerekli şeyler­dir. Onlardan hiçbiri sevilmeye ve gönül verilmeye layık değillerdir. Gönül verilmesi gereken şeyler sadece kalıcı olan, edebi devam edecek olan ve devamlı işe yara­yacak olanlardır. Onlarında en büyüğü Allah'ın Rızası'dır, O'nun hoşnutluğudur, O'nun rızası dünya ve ahiretteki her şeyin üzerindedir ve her şeyden üstündür.Kur'an-ı Kerim'in başka bir yerinde Cennet nimetleri zikredildikten sonra şöyle buyurulmuştur:"Allah'ın rızası ise her şeyden daha üstündür. En büyük kurtuluş işte budur"(Tevbe-72)Gerçek şudur ki, Allah'ın rızasına dünyanın hiçbir şeyi eşit olamaz. Ahire-tin de hiçbir nimeti ona denk olamaz. Yukarıdaki ayetlerde dünyanın bütün arzu duyulan şeyleri geniş olarak zikredilerek, bütün bunların sadece dünya hayatının sebepleri olduğu vurgulanmıştır. Sonra Kur'an-ı Kerim'de sık sık bu şeye dikkat çekilerek çeşitli ifadelerle nasihat edilmiştir. Bazen dünyayı talep etmek kötülenmiş, bazen dünyayı tercih edenlerin kabahati beyan edilmiş, bazen dünyanın sebat­sızlığına dikkat çekilmiş bazen de onun sadece bir aldatmaca olduğu söylenmiş­tir. Tâ ki onun hakikati iyice zihne yerleştirilsin. Çünkü dünya ve dünyanın her şeyi geçicidir. Sadece ihtiyaçları görmeye yarayan şeylerdir. Bunlar ne devamlıdır ne de gönül verilecek şeylerdir. Bununla ilgili birkaç ayete burada dikkat çekiyorum.

1) İşte onlar ahireti verip dünya hayatını satın alanlardır. Onların aza­bı hafiflemeye çektir. Yardım da olunmayacaklardır.                                                                                                 (Bakara-86)

2)  İnsanlardan bir kısmı, "Rabbi'miz! Nimetlerini bize dünyada ver" der (onların alacaklarının hepsi dünyada verilir). Bunların ahirette hiçbir na­sibi yoktur. / Onlardan bir kısmı da, "Rabbi'miz! Bize dünyada da iyiliği ver ahirette de iyiliği ver. Ve bizi Cehennem azabından koru" der, / İşte onların (güzel amel işleyerek) kazandıklarından paylan vardır.                                                                 (Bakara-200,201,202)

3)  İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah'ın rızasını kazanmak için ca­nını verir. Allah (böyle) kullarına karşı çok merhametlidir.                                                                                               (Bakara-207)

4) İnkar edenlere dünya hayatı süslü gösterildi. Onlar iman edenlerle alay ediyorlar. Oysa kıyamet gününde Allah'tan korkanlar (küfür ve şirkten sakınanlar) onlardan üstündürler. (İnsan yalnız geçiminin bolluğundan do­layı gururlanmamalıdır. Çünkü) Allah, dilediğini hesapsız şekilde rızıklandı-nr. (O halde zenginlik övünülecek şey değildir).                                                                                                 (Bakara-212)

5) Biz (dünya hayatındaki) bugünleri insanlar arasında evirip çeviririz (yani bazen bir kavim galip olur, bazen diğeri galip olur). Öyleyse galip ve­ya mağlup olmak fikrinden daha Önemli ve daha zaruri fikir ahiret fikridir.                                                                                         (Ali İmran-140)

6) Ey Muhammedi De ki: "Dünyanın menfaati pek azdır (birkaç gün­dür). Ahiret ise Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Ve kıl kadar zulme uğramazsınız". / Nerede olursanız olun Ölüm sizi yakalar. Sağlam yapılmış kalelerde bulunsanız bile... (Madem ki mutlaka Ölmek vardır. Onu her an düşünmek gerekir).                                                                                                                                                                     (Nisa-77,78)

7) Size itaat alâmeti atana (mesela selam verene veya Kelime-i Tev-hid'i söyleyene) dünya hayatının menfaatini gözeterek "Sen mü'min değil­sin" demeyin. Allah katında çok ganimetler vardır.                             (Nisa-94)

İZAH: Bazı müslümanlar, kendilerinin Müslüman olduklarını söyleyen bazı kafirleri ganimet malı arzusundan do!ayı katletmişlerdi. Bunun üzerine yukarıdaki ayetler nazil olmuştur. Bu çirkin hareket sadece şu bedbaht dünyanın malını ka­zanmak için işlenmişti. Pek çok hadislerde bu olay genişçe anlatılmıştır. Bir ha­diste şu da geçmektedir: Bir Müslüman bir kafire hamle yaptı. O hemen Kelime-i Şehadet okudu. Müslüman yine de onu öldürdü. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bunu duyunca o müslümanı sorguya çekti. O, "O şahıs sadece korktuğundan do­layı Kelime-i Şehadeti okudu" diye bir mazeret ileri sürdü. Bunun üzerine Rasû­lullah sailaiiahu aleyhi vesellem, "Sen onun kalbini yarıp da korkudan okuduğunu gör­dün mü?" buyurdu. Daha sonra o (öldüren) Müslümanın ölümü çok kötü bir şekil­de olmuştur.[8] Allahu Teâlâ hiçbir yerde haddi tecavüz etmeye müsaade etme­miştir. Başka konuya girmiş olacağımızdan bunu yazmıyorum. Ancak sadece dünyevi çıkarlar için kafirlere haksızlık yapılmasına dinimiz asla izin vermez. Bu konuda pek çok ayet ve rivayetler varid olmuştur. Maide sûresinin başında Alla­hu Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Sizi Mescid-î Haram'dan menettiği (umre yapmadan Mekke-i Mükerreme'-nin yakınından maksadınıza ulaşamadan geri döndüğünüz) için bir kavme (Mekkeli kafirlere) olan öfkeniz, sakın sizi onlara karşı haddi aşmaya sevk etmesin. İyilikte ve takvada yarışın. Günah işlemek ve düşmanlık yapmak­ta yardimlaşmayın"                                                                                                {Maide-2)

Bu sûrenin başka bir ayetinde şöyle buyurulmuştur:"Ey İman edenler! Allah'ın rızasını kazanmak için hakkı ayakta tutanlar (O'nun hükümlerine tam olarak yapışanlar) ve adaletle şahitlik yapanlar olun. Bir kavme olan düşmanlığınız sîzi adaletsizliğe sevk etmesin"                                                            (Maide-8)

Hülasa pek çok yerde bu konulara dikkat çekilmiştir. Dünya sevgisi insa­nın aklını bile işe yaramaz hale getirir.

8) Dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mı­sınız? (Bu kadar açık bir şeyi anlayamıyorsunuz. Dünyanın oyun ve eğlen­cesinin, ahiretin üstün ve güzel hayatıyla hiçbir ilgisi ve benzerliği yoktur).                         (En'am-32)

9) Dinlerini oyun ve eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak (onlardan ayrı dur).                                                                                                                                            (En'am-70)

10) Şüphesiz ki, bugün siz (Öldükten sonra) ilk yarattığımız gibi (ayrı ayrı doğduğunuz gibi) teker teker huzurumuza geldiniz. Verdiğimiz her şeyi (mal, mülk ve eşyaları) ardınızda bıraktınız.                                

(En'am-94)

İZAH: Yani insan annesinden doğduğu zaman malı, mülkü olmadığı gibi, aynı şekilde tek başına kabrin kucağına gider. Bütün bunlar, burada kalacaktır. Ancak kişi kendi hayatında Allah'ın hazinesine bir şeyler yatırdıysa o biriken mal kendisine tam olarak ödenecektir. Üstelik Hazîne-i Şahâne'den ona ilave de yapılacaktır.

11) Dünya hayatı onları aldatmıştır.                                                                                 (A'raf-51)

12) Nihayet onların (iyilerin) ardından yerlerine kötüler gelip kitaba varis oldular. (Onlar öyle haram yiyicilerdi ki, kitabın hükümleri karşılığın­da) şu alçak dünyanın geçici menfaatini alırlar. Ve "Biz muhakkak af oluna­cağız (çünkü biz Allah'ın sevgili kullarıyız)" derler.                                                                        (A'raf-162)

13) Allah'tan korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hiç aklınızı kullanmaz mısınız. (Böyle apaçık bir şeyi dahi anlamıyorsunuz).                                                                                         (Araf 169)

14) Biliniz ki sizin için mallarınız ve evlatlarınız ancak bîr imtihandır. (Tâ ki Biz, kimin onların sevgisini tercih ettiğini, kimin de Allah sevgisini tercih ettiğini, imtihan edelim). Ve yine biliniz ki (kim Allah sevgisini tercih ederse, dünya hayatını, ahiret hayatı için değerlendirirse, onun için) Allah katında büyük mükafat vardır.                                                                                                                                                              (Enfal-28)

15) Siz dünya malını istiyorsunuz. Allah sizin için ahireti istiyor. (Yani ahireti düşünmenizi ve her an ona hazır olmanızı diliyor).                                                                                              (Enfal-67)

16) Yoksa siz, ahiretin karşısında sadece dünya hayatına mı razı ol­dunuz? Halbuki, dünya hayatının geçici zevki, ahiret saadeti yanında pek az ve değersizdir.                                                                                   (Tevbe-38)

17) Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olup, o-nunla rahat edenler ve ayetlerimizden gafil olanlar, işte onların yaptıkların­dan dolayı varacakları yer Cehennem ateşidir.                          

(Yunus-7,8)

18) Ey İnsanlar! Azgınlığınız ancak kendi aleyhinizedir. Dünya haya­tında (birkaç gün ondan) faydalanırsınız. Sonra Bize döneceksiniz. Bütün yaptıklarınızı size haber vereceğiz. / Dünya hayatı ancak, gökten indirdiği­miz şu suya benzer: O su, insan ve hayvanların yediği, birbirine karışmış bitkilerin meydana gelmesine sebep olur. Yeryüzü o bitkilerle süslenip be-zendiği sahipleri de bu mahsulütoplayıp ondan faydalanmaya kendilerini kadir zannettikleri bir sırada geceleyin veya güpegündüz ona emrimiz (âfâ-tımız fırtına, dolu, çekirge vs. şeklinde) gelir de orası bir gün önce hiç yok­muş gibi olur. (İşte dünya hayatı ve onun parlaklığı, süsü ve ziyneti de ay­nen böyledir. O bütün tazeliği ve tüm süsü ve ziynetine rağmen bir an için­de öyle yok olur gider ki, sanki daha önce hiç yokmuş gibi olur). Aynı şekil­de biz ayetleri, düşünen bir topluluk için böyle açıklarız. (Düşünmek isteme­yen ne anlar ki?) / Ve (dünyanın, onun süs ile zîynetinin devamsız ve tehli­keli olmasından dolayı) Allah kullarını emniyet yurdu (daîmî, tehlikesiz) ve huzur dolu olan Cennet'e davet eder ve dilediğini doğru yola sevk eder                                                                                                   .(Yunus-23,24,25)

19) Ey Muhammedi De ki: "(Kur'an-ı Kerim'de böyle güzellikler bu­lunduğuna göre) Allah'ın lütfü ve rahmetiyle (ancak bununla) sevinsinler (çünkü O bize bu kadar büyük nimet ihsan etmiştir). Bu onların biriktirdik­lerinden daha hayırlıdır (çünkü dünya menfaati çok azdır ve çok çabuk zâll olur. Kur'an-ı Kerim'in faydası ise çok fazla ve devamlıdır).                                                                                              (Yunus-58)

20) Kim (iyi ameliyle) dünya hayatını ve onun ziynetini (mal, mülk, şöhret ve nam vs.) isterse, Biz onlara yaptıklarının tam karşılığını veririz. Onların dünyada bir şeyleri de eksiltilmez. / İşte bunlara, ahirette de Cehen­nem ateşinden başka bir şey yoktur. Orada yaptıkları ahirette boşa çıkmış­tır. Zaten işledikleri batıldır (boştur).                                                                                                                                               (Hûd-15,16)

21) Allah dilediğinin rızkını genişletir. Dilediğinin rızkını daraltır (Al­lah'ın rahmet ve gazabının kaynağı bu değildir). Onlar dünya hayatıyla se­vinirler (ve onun oyun, eğlence rahat ve konforundan dolayı şımarırlar). Halbuki dünya hayatı ahirete göre az bir maldır. (Yani hiçbir şey değildir. Birkaç günlük dünya hayatı nasıl olsa geçecektir).                                                                                                     (Rad-26)

22) Kafilerden (ister müşrik olsun ister kitap ehli) bir kısmına verdiği­miz çeşitli dünya nimetlerine (süs, ziynet, mal, mülk, rahat ve keyfe) heves­lenip gözlerini kaldırıp bakma (çünkü onlar bundan birkaç gün faydalana­caktır. Sonra hepsi yok olacaklardır).                                                                                      (Hicr-88)

23) Sizin elinizdeki (dünyadaki) şeyler sonunda (bir gün sizin ölme­nizle veya malın zayi olmasıyla) biter. (Her iki durumda da yok olur). Allah'ın katındakiler ise tükenmez.                                                            

(Nahl-96)

24) Bunun (yukarıdaki ayette zikredilen azabın) sebebi dünya hayatı­nı ahirete tercih edip sevmeleridir.                                          

(Nahl-107)

25) Kim geçici dünya hayatını isterse (amellerinin karşılığını sadece dünyada isterse) Biz dünyada dilediğimize dilediğimiz kadar veririz. (Herke­se vermemiz de şart değildir. Kime istersek ona veririz. Herkesin istediğini de vermemiz şart değildir. Kime ne kadar istersek o kadar veririz). Sonrada ona Cehennem'i hazırlarız. Oraya perişan bir halde, Allah'ın rahmetinden kovulmuş olarak girer. / Kim de mü'min olarak ahireti diler onun için gere­keni yaparsa, işte onların amelleri Allah katında makbuldür. / Rabbi'nin ih­sanından her birine hem onlara hem bunlara (dindar olsun veya dünyadar olsun) veririz. Rabbi'nin (dünya) nimetleri kimseye yasak edilmiş değildir. / İnsanlardan bir kısmını (ister Müslüman olsun ister kafir) diğerinden nasıl üstün kıldığımıza bir bak! (Bir kişi çalıştığı halde az kazanır, bir başkası ça­lışmadan eline çok geçer. Çünkü bu nimetleri veren bîr başka Zat vardır). Şüphesiz ki ahiret (imanlı olmak şartı ile bu dünyadan) derece itibariyle da­ha büyük, fazilet yönüyle de daha üstündür.                                                                                  (İsra-18,19,20,21)

26) Sen onlara dünya hayatının misalini ver. Geçici dünya hayatı tıpkı şuna benzer: Biz gökten yağmur indiririz. Yeryüzündeki bitkiler onunla ka­rışıp yemyeşil kesilir. En sonunda da kuruyup rüzgarın savurduğu çerçöp haline gelir, (Dünya hayatı ve onun malı mülkü, oyunu ve eğlencesinin hali de aynıdır. Bugün her şey varken bir anda bir musibet gelir de hiçbir şey kalmaz. Günümüzde gözler bu gibi olaylara şahit olmaktadır). Allah her şe­ye muktedirdir. (Kimi isterse, ne zaman isterse, zengin eder, kimini de çok zenginken fakir kılar. Kimine evlad verir. Kiminin kalabalık evladının hepsi­ni alıp yalnız bırakır. / Mal ve oğullar dünya hayatının geçici ziynetleridir. Baki olan ameller ise sevap olarak Rabbi'nin katında daha hayırlıdır. Ve ümit kaynağı olarak da daha hayırlıdır. (Öyleyse bunları ümit edip, o ümitle­rin gerçekleşmesi için çalışılmalıdır).                                                                                                                                         (Kehf-45,46)

27) (Yukarıdaki ayetlerde kıyametin kopması sûra üfürülmesi zikredil­miştir. İşte o gün mücrimler) aralarında, "Siz dünya hayatında ancak on gün kadar bir şey kaldınız" diye fısıldaşırlar. / Biz onların ne söylediklerini biliriz. O gün onların en akıllıları, "Siz ancak dünyada bir gün kadar bir şey kaldınız" der. / (Ona akıllı denmesinin sebebi onun bir gün demesinin, on gün denmesi karşısında akla daha yakın olmasındandır. Aslında ahiret günleri itibariyle dünyanın bütün hayatı bir gün değil, onun onda biri bile değildir. İşte ahiretin karşısında dünyada geçirilen zamanın hakikati budur)                                                            (Ta'ha-103,104)

28) Ey Muhammed! Bir kısım kafirlere kendilerini imtihan etmek için (verdiğimiz ve) faydalandırdığımız şeylerde sakın gözün kalmasın. (Bunlar bir; imtihandır. Bakalım kim bu mal ve mülk içinde kulluğun hakkını eda edi­yor ve kim eda etmiyor?) Rabbi'nin (ahirette vereceği) rızkı, daha hayırlı ve daha devamlıdır. / Ailene namazı emret, kendin de ona devam et. Biz senden rızık istemiyoruz. Sana rızık veren Biziz. Güzel akibet takva sahiplerinindir.                                                                               (Ta'ha-131,132)

29) İnsanların hesaba çekilme zamanı yaklaştı. Fakat onlar hâlâ gaf­lette, aldırmıyorlar.                                                                        

(Enbiya-1)

30) Onlardan birine ölüm geldiği zaman (ahiret ahvali gözönüne gel­diği zaman) şöyle der: "Rabbi'm! Beni dünyaya geri gönder. / Belki terketti-ğim dünyada salih amel işlerim". (Allahu Teâlâ buyuruyor ki:) "Hayır hayır! öyle değil (ecel vakti ertelenmez). Bu onun söylediği boş bir laftır"           .(Mü'minin-99,100)

31) (Kıyamet günü Allahu Teâlâ onların hasret ve üzüntülerini arttır­mak için) "Yeryüzünde yıl olarak ne kadar kaldınız?" der. / Onlar da, "Bir gün veya bir günden daha az bir zaman kaldık (doğrusu bize rüya gibi geldi. Ne kadar zaman geçtiğini ölçemiyoruz). Öyleyse hesaplayanlara (yani her şeyin hesabını yazan meleklere) sor (ki biz ne kadar az kalmışız)". / Allah şöyle de­di: "Sadece az bir zaman kaldınız. Keşke (dünyanın sadece birkaç gün çok az bir gün olduğunu) bilseydiniz. / Sizi boşuna yarattığımızı ve huzurumuza çıkarılmayacağınızı mı sandınız? (Halbuki Biz Kur'an-ı Kerim'de açık açık beyan ettik ki, Biz insanları ve cinleri ancak ibadet için yarattık").                                                                             (Mü'minun-112,113,114,115)

32) Biz, refah içinde şımarıp azgınlaşan nice ülkeleri helak ettik. İşte (bakın) onların geride bıraktıkları (boş) yerlere! Kendilerinden sonra onların pek azında oturulabilinmiştir.                                                      

(Kasas-58)

33) Size verilen her şey, dünya hayatının geçici malı ve süsüdür. Allah nezdindekiler ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Hiç düşünmez misiniz?                                                                      (Kasas-60)

34) Kendisine (ahirette) mutlaka kavuşacağı güzel bir vaadde bulun­duğumuz kimse ile dünya da zevkle yaşattığımız ve sonra kıyamet günü azab için Bize getirilecek kimselerden olan kişi bir midir?            

(Kasas-61)

35) Dünya hayatını arzulayanlar {Karun'un süs ve ziynetlerini görün­ce), "Ne olurdu Karun'a verilenler gibi bizim de olsaydı. Gerçekten o, bü­yük nasibli bir insandır" dediler.                                                       

(Kasas-79)

İZAH: Karun'un ibret verici kıssası geniş olarak zekat vermemenin kötülü­ğünü beyan eden 5. bölümün ayetler kısmında 3 numarada geçmiştir. Sermaye ve servetin bolluğun eğer Allah'ın rızasını kazanmaya vesile kılınmazsa neticesi işte böyle olur.

36) Bu dünya hayati eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Şüp­hesiz asıl hayat, ahiret yurdundadır. Keşke (onlar bu hakikati) bilselerdi!... (O zaman ahiret için nasılda çalışırlardı).                                       (Ankebut-64)

37) Onlar dünya hayatının dış yüzünü bilirler (onun için çalışırlar ve onun uğrunda can verirler). Onlar ahiretten tamamen gafildirler (ne sevap temenni ederler, ne azaptan korkarlar).                                                  (Rum-7)

38) Ey İnsanlar! Rabbi'nizden korkun. Ne babanın evladı namına ne de evladın babası namına hiçbir yardımda bulunmayacağı günden sakının. Şüp­hesiz Allah'ın vaadi haktır. Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın (ona dalarak ahireti unutmayın). Allah'ın affına güvendirerek sakın o aldatıcı şeytan sizi aldatmasın. (Yani siz şeytanın aldatmasına kapılarak Allah'ın azabından ga­fil kalırsınız ve bize azab edilmez diye düşünmeye başlarsınız).                                                                                                    (Lokman-33)

İZAH: Hz. Said bin Cübeyr mhmetuiiahi aleyh buyurdu ki: Sizi şeytan Allah'ın affı­na güvendirerek sakın aldatmasın sözünün manası şudur; "Siz hem günah işlersiniz hem de Allahu Teâlâ'nın bağışlayacağını umar durursunuz"[9] Yani günahınıza sağlam olarak tevbe edin ve günah işlememeye tam irade edin ki Allahu Teâlâ'dan mağfiret talep etmeye yüzünüz olsun. Sonra geçmiş günahlarınız için Allahu Te­âlâ'dan mağfiret isteyin. Gün boyu günahlarla yüzünüzü karartıp ve dilinizle "Allah'ım! Sen affeyle" deyip durmanız ahmaklıktır. Bu konu bu bölümün 18 numa­ralı hadisinde genişçe gelmektedir. Ayrıca bu konuda başka ayetlerde gelecektir.

39) Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle de: "Eğer dünya hayatını ve sü­sünü istiyorsanız, gelin boşanma bedellerinizi verip hepinizi güzellikle Salı­vereyim. / Eğer Allah'ın rızasını, peygamberini, (onun nikahında, darlık ve yoksulluk içinde kalmayı) ve ahiret yurdunu istiyorsanız, iyi bilin ki, Allah, içinizden iyilikte bulunanlar için büyük bir mükafat hazırlamıştır". (Kim da­ha fazla iyilik yaparsa o kadar fazla ecir ve sevap elde eder).                                                                                           (Ahzab-28,29)

40) Ey İnsanlar! Şüphesiz Allah'ın vaadi haktır. Sakın sizi dünya ha­yatı aldatmasın. O çok aldatıcı şeytan sakın sizi Allah'ın affına güvendire­rek aldatmasın. (Yani siz onun aldatmasına uyup da Allahu Teâlâ'dan gafil kalmayasınız).                                                                                                                        (Fâtır-5)

İZAH: Hz. Said bin Cübeyr rahmetuiiaM aleyh bu ayetin tefsiri hakkında şöyle buyuruyor: Dünyanın aldatması şudur; onunla meşgul olup ahiret hazırlığından gafil kalmaktır. Şeytanın aldatması ise hem günah işlemek hem de Allahu Teâlâ'-nın bağışlamasını temenni etmektir.[10]

41) Firavun'un ailesinden imanını gizleyen mü'mîn adam kendi yakın­larına nasihat ederek şöyle dedi: "Ey kavmim! Muhakkak bu dünya hayatı gelip geçici birkaç günlük geçimlikten ibarettir. Ahiret ise şüphesiz karar kılınacak bir mekandır".                                                                                                          (Mü'min-39)

42) Kim ahiret tarlasını isterse (yani meyve vermesi için tarlaya to­hum atılıp, sonra ona su verildiği gibi kim ahiret ziraatini yapmak isterse, onun için tohum atıp, onu iman ve salih amellerle büyütürse) Biz onun menfaatini artırırız. Kim de dünya menfaatini isterse (bütün gayretini bu hayata sarfederse) ona dünyada istediğinin bîr kısmını veririz. Ahirette ise hiçbir nasibi yoktur.                                                                                 (Şûra-2Q)

43) Size verilen her şey dünya hayatının metaından başka bir şey değildir. İman edip Rablerine güvenenler, / büyük günahlardan ve hayasız­lıklardan sakınanlar, öfkelendikleri zaman affedenler, / Rablerinin davetine uyanlar namazlarını dosdoğru kılanlar, işlerini aralarında müşavere ile yü­rütenler, kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda infak edenler / ve zulme uğradıkları zaman yardımlaşanlar için Allah nezdindeki nimetler ise daha hayırlı ve daha devamlıdır.                                                               (Şûra-36,37,38,39)

İZAH: Alimlerin yazdığına göre bu ayetlerde bazı önemli işler ve özel va­sıflar zikredilerek dört halife denilen (Hülefa-i Raşidin'in) hilafet tertibine sırayla işaret edilmiştir.

44) Rabbi'nin rahmeti, onların dünyada topladıklarından daha hayırlıdır.                 (Zuhruf-32)

İZAH: Bundan sonra dünyanın süs ve ziynetleriyle ilgili birkaç şey zikredil­dikten sonra şöyle buyurulmuştur:

"(Önceki ayetlerde altın ve gümüşten tavanlar ve kapılar vs. zikredildikten sonra şöyle buyurulmuştur): İşte bütün bunlar dünya hayatının geçici ma­lından başka bir şey değildir. Rabbi'nin nezdinde ahiret mükafatı ise mutta-kilerindir".                                                                                                                         (Zuhruf-35)

45) Ben cinleri ve insanları sadece Bana ibadet etsinler diye yarattım. / Ben onlardan ne bir rızık diliyorum ne de Beni doyurmalarını istiyorum. / Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır.                                                                                               (Zariyat-56,57,58)

46) Bilin ki dünya hayatı sadece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranız­da bir övünme vesilesi, mal ve evlatların çoğalmasından ibarettir. Bu bir yağmura benzer ki, bitirdiği bitki, çiftçilerin hoşuna gider. Sonra o bitki ku­rumaya yüz tutar. Bir de bakarsın ki, sapsarı kesilmiş, daha sonra da çerçöp haline gelir. (Dünya hayatının süs ve ziyneti ve baharı da aynıdır. Bugün yükseliştedir, sonra çöküş, sonra da zeval vardır). / Ahirette ise şid­detli bir azab Allah'ın bağışlaması ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir metadan başka bir şey değildir. / Rabbi'nizin bağışlamasına ve genişliği gökle yerin genişliği kadar olan Cennet'e koşuşun. Bu Allah'ın bir lütfudur. Dilediğine verir. Allah büyük lütuf ve ihsan sahibidir.                 

(Hadid-20,21)

İZAH: İmam Gazali rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: Çocuğun aklı ermeye başladığı zaman oyun ve eğlenceye dalar. Bu hususta onda öyle bir duygu ve cezbe oluşur ki, ona karşılık başka hiçbir şey kendisine güzel gelmez. Biraz da­ha büyüyünce süs ve ziynet, güzel elbise giyinmek, ata ve diğer bineklere binme arzusu doğar. Artık onun yanında oyun ve eğlencenin lezzeti boş bir şey olarak kalır. Ondan sonra gençliğin lezzetleri coşar. Şehvetinin arzularını yerine getir­mekten başka gözünde hiçbir şeyin değeri kalmaz. Ne mal ve mülkün değeri kalır ne de izzet ve şerefin. Ondan sonra büyüklük, üstünlük, makam ve rütbe cezbesi meydana gelir. Bu duygu önceki duygulara galip gelir. Bütün bunlar dün­yevi lezzetlerdir. Sonra Allah'ın marifet cezbesi meydana gelir Onun karşısında her şey boş bir şey oluverir. İşte bu asıl cezbedir ve en güçlüdür. Özet olarak ilk zamanlar oyun ve eğlenceye rağbet olur. Buluğ çağının başlangıcında şehvet coşar. Yirmi yaşından itibaren makam ve rütbe arzusu başlar. Kırk yaşına yakın ilim ve marifet cezbesi başlar. Buna örnek olarak çocuklar, çocukluk çağında, oyuna karşılık kadınlarla ihtilatı ve rütbeyi boş görürler. Aynı şekilde dünyacılar da, Allah'ın marifetiyle meşgul olanlara gülerler. Allah dostları onları, buluğ ça­ğındaki lezzeti anlamayan çocuklar olarak görürler.[11]

Yukarıda ki ayeti kerimede dünyevi lezzetlerin kısımları zikredildikten sonra, bütün lezzetlerin aldatmaca olduğuna ve işe yarayacak olan sadece ahiret ve ahi-ret hayatı olduğuna dikkat çekilmiştir. Dünyanın bütün lezzetleri önce yemyeşil olup, sonra kuruyan daha sonrada kendisini havanın uçurduğubirekinebenzemektedir.

47) Doğrusu bu insanlar dünyayı severler ve şiddeti ağır olan günü arkalarına atarlar (yani kıyamet günü hakkında ne bir fikirleri vardır ne de bir hazırlıkları. Dünya sevgisi onları kör ettiğinden çok şiddetli musibet gününe zerre kadar aldırmazlar).                                                                                            (lnsan-27)

48) Fakat en büyük felaket (kıyamet) geldiği vakit. / O gün insan dünyada neye çalıştığını hatırlar. / Bir de Cehennem görenlere gösterilir. / Artık her kim azgınlık etmiş / ve dünya hayatını tercih etmişse / muhakkak Cehennem, onun varacağı yerdir. / Kim de Rabbi'nin makamından korkmuş ve nefsini şehevi ar­zulardan men etmişse / muhakkak Cennet onun varacağı yerdir.                                                        (Nâziât-34^1)

49) Muhakkak (kötülükten) temizlenen / Rabbi'nin ismini anıp namaz kılan, mutlaka kurtuluşa ermiştir. / Ne var ki sîz dünya hayatını tercih eder­siniz. / Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır. / Şüphesiz bu hü­kümler sahifelerde de vardır. / Onlar İbrahim ve Musa'nın sahifeleridir.                                      (Alâ-14-19)

İZAH: O sahifelerde ki konular pek çok âsâr ve rivayetlerde zikredilmiştir. Bir hadiste şöyle geçmiştir. Hz. Ebû Zer radıyaiiahu anh Peygamber saiiaiiahu aleyhi veseiiem'e, "Kitapların toplamı kaç tanedir?" diye sordu. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseliem, "100 sahife ve 4 kitaptır. Onlardan Hz. Şit aleyhisselam'a 50, Hz. İdris aley-hisseiam'a 30, Hz. İbrahim aleyhisselam'a 10, Hz. Musa aleyhisselam'a Tevrat'tan önce 10 sahife inmiştir. Dört kitaptan Tevrat (Hz. Musa aleyhisselam'a), İncil Hz. İsa aley­hisselam'a, Zebur Hz. Dâvûd aleyhisselam'a Kur'an ise Rasûllerin efendisi Hz. Mu-hammed saiiaiiahu aleyhi veseiiem'e inmiştir" buyurdu. Ben, "Ya Rasûlallah! Hz. İbra­him aieyhisseiam'm sahifelerinde ne vardı?" dedim. Rasûlullah sailaiiahu aleyhi vesei-lem buyurdu ki: "Onda hep misaller (uyanlar) vardı. (Onun bir bölümü şöyleydi;) <Ey galip gelip hükümeti eline geçiren padişah! Ey Mağrur! Ben seni üst üste mal yığasın diye yükseltmedim. Ben seni mazlumun sesini bana ulaştırman (onun feryadına yerinde ulaşman) için seni yükselttim. Çünkü Ben onun feryadını reddetmem. İsterse o mazlum kafir olsun. Eğer akıl sahiplerinin akılları mağlup olmadıysa vakitlerini üç bölüme ayırmaları gerekir. Bir bölümünü Allahu Teâlâ'ya münâcat etmekle geçirmelidir (yani ibadet etmelidir). Bu yüzden vaktinin bir bölü­münü Sen neler yaptım? diye kendini muhasebe etmeye ayırmalıdır. (Muhasebe esnasında kendine şu soruları yöneltmelidir; İyi ameller için ne kadar zaman har­cadın? Günah ve kötülük işlemek için ne kadar zaman ayırdın? Bu zaman içinde hangi iyi amelleri işledin ve hangi kötülükleri yaptın? Hangi ölçüde iyilik yaptın ve hangi derecedeki günahları işledin? Ne kadar vaktini boşuna zayi ettin?) Zama­nının bir bölümünü de kendi caiz ihtiyaçlarına (kazanıp yemeye) ayırmalıdır ki, zamanının bu bölümü önceki iki bölüme yardımcı olsun. Bir de kalp sükûnu ve önceki iki iş için zaman ve fırsat kazanmaya sebep olsun. Her akıllı insan kendi zamanını muhafaza etmeli, kendi meşguliyetine yönelmeli ve kendi dilini koru­malıdır. Kendi sözlerini kontrol eden kimse, boş sözleri az konuşur. Akıllı bir in­sanın görevi üç şey için çalışmaktır: Birincisi, hayatını sürdürmek, yani geçimini düzenlemek. İkincisi, ahiret azığı hazırlamak. Üçüncüsü, caiz olan rahatlık ve dinlenmek (yemek, içmek, uyumak vs. gibi...) Bu üçünden başka hangi şeyde vakit zayi edilirse bu mâlâyani ve boş bir şeydir. İnsan bir söz veya işe başlayın­ca bunun, bu üç şeyden hangisine dahi! olduğunu düşünmelidir". Hz. Ebû Zerradıyailahu anh buyuruyor ki: Ben, "Ya Rasûlallah! Hz. Musa aieyhisseiam'\n sahifele-rinde ne vardı?" dedim. Rasûlullah satiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Hepsi ibretli sözlerdi (onlardan biride şuydu;) <Ben ölüme inandığı halde kişinin herhangi bir şeye nasıl sevindiğine hayret ediyorum (çünkü ölüm her zaman insanın başı üzerindedir. Ne zaman gelecektir bilinmez). Ben ölüme inandığı halde herhangi bir şeye gülen adama şaşıyorum. Dünyayı ve onda meydana gelen değişiklikleri gördüğü halde (mesela bugün çok zengin olanın yarın fakir olup bir parça ekme­ğe muhtaç olması. Bugün bir kimsenin ceza evinde olması, yarın devletin başın­da olması gibi... Bunları gördüğü halde) dünyadan bir şeye güvenen kimseye şa­şıyorum. Kadere İman ettiği halde bir şeye üzülen kimseye şaşıyorum. Kıyamet gününün hesabına inandığı halde amel yapmayana şaşıyorum (çünkü o gün can ve malla ilgili her türlü hesap sadece iyi ameller ile tamamlanacaktır. Kişinin ya­nında iyi amel olmazsa hesabın tamamlanması için başkalarının günahını kendi üzerine alması gerekir)>". Ben "Ya Rasûlallah! Size de Hz. İbrahim aieyhisseiam ve Hz. Musa aieyhisseiam'm sahifelerinden bir şeyler nazil oldu mu?" dedim. Ra­sûlullah sallaiiahu aleyhi veseiiem, "Evet şu ayet nazil oldu;Mutlaka kurtuluşa ermiştir. Günahlardan temizlenen...(Alâ-14,15,16,17)[12]Hz. İbni Abbas radıyailahu anhuma diyor ki: Allahu Teâlâ Necm sûresinde Hz. ibrahim aieyhisseiam ı şöyle övmüştür;"O İbrahim ki, (Allah'tan gelen vahyi) tam olarak ifa etti".      (Necm-37)

Yani İslam'ın bütün parçalarını yerine getirdi manasındadır. İslam'ın toplam »0 parçası vardır. Bunlardan 10 tanesi Tevbe sûresinin şu ayetlerinde zikredilmiştir.[13]

"Şüphesiz ki Allah Müminlerin canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın almıştır",..                                                                                

(Tevbe-111)

Bunlardan 10 tanesi Ahzab sûresinde şu ayetlerde zikredilmiştir.

"Müslüman erkeklere ve müslüman kadınlara..."                                                                (Ahzab-35)

Bunların 6 tanesi Mü'minûn sûresinin ilk ayetlerinde zikredilmiştir.

"Gerçekten mü'minler kurtuluşa ermiştir"...                                                               (Mü'minûn-1)

4 tanesi Meâric sûresinde zikredilmiştir.

"Hesap gününün doğruluğuna kesinlikle inananlar..."                                                (Meâric-26)

Bunların toplamı 30 tanedir. Kim bunlardan biriyle Allah'ın huzuruna gider­se, o İslam'ın bir parçasıyla gitmiş olur.[14]

50) Çoklukla övünmek sizi tâ kabirlere varıncaya (ölünceye) kadar (ahiretten) gafil kıldı. / Hayır! (Bunlar asla övülecek şeyler değillerdir). Ya­kında (kabre girer girmez) bileceksiniz (dünya neydi ve ahiret nedir). / Yine hayır! (Bu şeyler asla iltifata layık değillerdir). İlerde (kabirden çıkıp mahşe­re varınca) bileceksiniz. / Hayır! (Bunlar asla övünülecek ve iltifat edilecek şeyler değillerdir). Eğer siz kesinlikle (Kur'an ve hadisler ışığında bunların övünmeye layık şeyler olmadığını) bilseydiniz (ölümden sonra bildiğiniz gi­bi asla bunlarla oyalanmazdınız). / And olsun! Kızgın ateşi muhakkak göre­ceksiniz (o hayal mahsulü bir şey değildir). / Sonra yine and olsun! Onu, gözünüzle muhakkak göreceksiniz (yani onu görmek kesin ve kafidir). / Sonra mutlaka o gün (Allah'ın nimetlerinin hakkını nasıl ödediniz? diye) ni­metlerden sorulacaksınız.                                                                                                                                                        (Tekâsür sûresi)

İZAH: Bu nimetlerin sorgulanmasıyla ilgili pek çok tafsilat bir çok hadisler­de geçmiştir. Zikredilen bütün açıklamaların hepsi misal şeklindedir. Allahu Te-âlâ'nın her zaman her an her insan üzerinde yağmur gibi yağan nimetlerini kim kuşatabilir veya sayabilir? Allahu Teâlâ'nın yüce irşadı tamamen haktır,

"Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız bitiremezsiniz"                                   (ibrahim-34, Nahl-18)

Bir hadiste Rasulullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bu sûreyi okudu ve"Sonra mutlaka o gün nimetlerden sorulacaksınız" (Tekâsür-8) ayetini oku­duktan sonra şöyle buyurdu; "Siz Rabbi'nizin huzurunda soğuk suyun hesabını vereceksiniz. Evlerin gölgesinden sorulacaksınız (çünkü Allah güneşin sıcağın­dan ve yağmurdan korunmak için bu gölgeyi -ve gölgeliği- ihsan etmiştir). Karın doyuran yemekten sorulacaksınız. Bedeninizin sıhhat ve selamette olmasından sorulacaksınız (çünkü Allah sapasağlam el, ayak, göz, kulak, burun vs. verdi. Onların hangi hakkını eda ettiniz?) Tatlı uykunun hesabı sorulacaktır. Hatta eğer sen bir kadını nikahlamak istediğinde aynı kadını başka bir kimse de istediyse ve Allahu Teâlâ da o kadını seninle evlendirdiyse, bu nimetinde hesabı sorulacaktır. Çünkü bu Allah'ın sana bir ihsanıdır. Zira kızın velisinin kalbine kızı seninle ni­kahlaması başkalarıyla nikahlamaması fikrini Allahu Teâlâ koymuştur". İnsan, hadisi şerifte zikredilen bu şeyleri dikkatlice düşünürse kendi üzerine her vakit Allahu Teâlâ'nın ne kadar ihsanı olduğunu tahmin edebilir. Bu nimetlerde fakir ve zengin hepsi ortaktır. Her an üzerine Allah'ın sınırsız nimetler yağdırmadığı han­gi aşırı yoksul ve fakir vardır? Sıhhat ve azaların sağlam olması bu nimetlerden biridir. Ondan daha üstünü ise her an nefes alıp vermektir. Bu öyle bir nimettir ki her canlıya nasip olmuştur.Bir başka hadiste şöyle geçmektedir. Bu sûre (Tekâsür sûresi) nazil oldu­ğunda bazı sahabeler, "Ya Rasûlallah! Bizde hangi nimetler var kil Bir arpa ekme­ği var. O da açlığın yarısını giderecek kadar. Karnımızı doyuracak kadar bile değil" dediler. Bunun üzerine Allah celie celaiuhu şöyle vahyetti: "(Ey Habibim!) Sen onlara söyie; <Siz ayakkabı giymiyor musunuz? Soğuk su içmiyor musunuz? Bunlar da Allahu Teâlâ'nın nimetlerindendir>". Bir başka hadiste şöyle buyurulmuştur: "Kı­yamet günü ilk önce sorulacak nimetler beden sağlığı ve soğuk sudur". Diğer bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Kendisinden sorulacak nimetler şunlardır; Yenilen bir ekmek parçası. Susuzluğu gideren su ve vücudu örten elbise parçası".Yine bir hadiste şöyle geçmektedir: Hz. Ebû Bekr Sıddık radıyaiiahu anh bir defasında şiddetli güneş sıcağında öğlen vakti Mescid-i Nebevi'ye gitti. Hz. Ömer radıyaiiahu anh bunu duyunca o da evinden çıkıp geldi ve Hz. Ebû Bekr radıyaiiahu anh'a, "Bu vakitte buraya neden geldin" dedi. O, "Açlığın şiddeti beni mecbur etti" dedi. Hz. Ömer radıyaiiahu anh bunun üzerine, "Canım kudret elinde olan Zât'a ye­min ederim ki, aynı sıkıntı beni.de mecbur etti" dedi. İkisi bu durumdayken Rasu­lullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem evinden geldi ve onlara, "Siz bu vakitte niçin geldiniz?" buyurdu. Onlar, "Açlığın şiddeti mecbur etti" dediler. Rasulullah saiiaiiahu aleyhi vesel-lem, "Ben de aynı mecburiyetten dolayı geldim" buyurdu. Üçü de kalkıp Hz. Ebû Eyyûb Ensâri radıyaiiahu anh'm evine gittiler. Kendisi yoktu. Hanımı onların gelişine çok sevindi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, "Ebû Eyyûb nerede?" buyurdu. Hanı­mı, "Ya Rasûlallah şimdi gelir" dedi. Bu esnada Ebû Eyyûb geldi ve acele olarak bir hurma salkımı koparıp getirdi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, "Bütün salkımı neden kopardın? Onlardan olgun olanları seçip getirseydin" buyurdu. O, "Ya Ra­sûlallah! Olgun, yarı olgun, kuru, yaş her çeşit hurma önünüzde bulunsun. Hangi­sini arzu ederseniz, onu yersiniz düşüncesiyle salkımın hepsini kopardım" dedi. Onlar salkımda bulunan her çeşit hurmadan yediler. Bu sırada Ebû Eyyûb radıyaiia­hu anh bir oğlak kesip acele olarak bir kısmını ateşte kızarttı ve bir kısmını tence­rede pişirdi. Sonra onların önüne getirip koydu. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bir ekmeğin arasına bir parça et koyup, "Bunu Fatıma'ya götür, ver. O da birkaç gün­den beri böyle bir şey yemedi" buyurdu ve onu Ebû Eyyûb'a verdi. Onlar ekmekle eti yediler. Ondan sonra Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Allah'ın bu kadar nimetlerini yediniz. Et, ekmek, olgun ve ham hurmalar". Böyle derken Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem Efendimizin gözleri yaşarmıştı. Buyurdu ki: "İşte kıyamet günü sorgulanacağınız nimetler bunlardır". Sahâbe-i Kiram bunu duyunca ("Demek ki böyle şiddetli açlık halinde yenilen bu şeyler bile hesab sorulmaya değer şeylerdir" diye) çok üzüld-ürler. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bunun üzerine şöyle buyur­du: "Şüphesiz bunların hesabı vardır. Bunun telafisi ve çözümü şöyledir; Yemeğe başladığınız zaman Bismillah deyiniz. Yemekten sonra ise şu duayı okuyunuz:"Bütün hamdler bizi (lütfuyla) doyuran, bize nimetler veren ve bol bol veren Allah'a aittir.[15]Hadis Kitaplarında bu konuda pek çok rivayetler vardır. Maksadımız şu an onları zikretmek değildir. Burada maksadımız sadece şunu göstermektir: Allahu Teâlâ kendi Yüce Kelâmı'nda dünyanın fâni olduğunu, iltifata layık olmadığını, ahiretin karşısında bir hiç olduğunu, onunla meşgul olmanın hüsrana sebep ol­duğunu ve sonunda insanı azaba götürdüğünü ne kadar çok zikretmiş ve sık sık buna dikkat çekmiştir. Burada onlardan sadece 50 ayet örnek olarak zikredilmiş­tir. Bunlardan başka pek çok ayette bu konuya dikkat çekilmiştir. Ne kadar feci, şaşılacak ve insana dokunacak bir şeydir ki, Allahu Teâlâ bu konuda ne kadar uyarı yapıyorsa, bizim tarafımızdan bu konuda o kadar gaflet gösterilmektedir. Artık bundan sonra o yüce dergahta hazır bulunacak hangi yüz vardır ki?"Şikâyet ancak Allah'adır. Yardım talep edilecek Zât ancak O'dur"

 

Musibetlere Sabretmenin Faziletleri Hakkında Ayetler

 

"Şüphesiz ki sizi biraz korku, açlık, biraz da mallar, canlar ve mahsuller-deki eksiklikle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele! / Onlara bir musi­bet dokunduğu zaman, <Şüphesiz biz Allah içiniz ve mutlaka O'na döne-ceğiz> derler. / İşte Rab'lerinin mağfiret ve rahmeti onların üzerindedir. Ve işte onlar hidayete erenlerin ta kendileridir."                                                                             (Bakara-155,156,157)

İZAH: Musibet zamanında dille Innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn demek fay­dalı ve mükafata sebeptir. Kalpten onun manasını anlayarak okumak ise daha tesirli olup, mükafat ve itminana sebeptir. Manası şudur: "Biz, hepimiz (malımızla ve canımızla birlikte) Allahu Teâlâ'nın mülküyüz (kendi mülkünde her türlü tasar­rufta bulunmak Mâlikin hakkıdır. Nasıl isterse mülkünü öyle kullanır). Ve biz he­pimiz ancak Allah'a döneceğiz". Yani öldükten sonra herkes oraya gidecektir. Buradaki zarar ve sıkıntıların karşılığı ve sevabı orada bol bol verilecektir. Mese­la dünyada herhangi bir kişi bir zarara uğrasa, eğer o bu zararın karşılığında en kısa zamanda bundan daha fazlasına kavuşacağına inanırsa, o zaman çektiği zarara hiç üzülmez. Aynı şekilde insan Allah indinde çok fazla mükafata kavuşa­cağına inanırsa, o takdirde en ufak bir üzüntüsü kalmaz. Ancak bizlerdeki iman ve yakîn zayıfladığından dolayı az bir meşakkat, az bir sıkıntı ve az bir zarar bile bizim için çok büyük bir musibet olmaktadır. Allahu Teâlâ kendi Yüce Kela­mında bu konuya hem kısaca hem de genişçe dikkatleri çekmiş ve bu dünyanın çok çetin bir imtihan ve ibtila yeri olduğunu ve pek çok konularda imtihan yapıl­dığını anlatmıştır. İnsan bazen maldaki aşırılıktan yani onun nasıl kazanıldığından ve nereye harcandığından imtihan edilir. Bazen de fakirlik ve yoksullukla imtihan edilir. Acaba insan bunları nasıl karşılamaktadır? Ağlayıp, döğıınerek mi yoksa sabır ve sebat ile mi? Bundan dolayı sık sık sabır, namaz ve Allah'a yönelmeye teşvik edilmekte ve, "Siz bugün imtihandasınız. Bu imtihanda sakın kaybetme­yin" diye uyarılarda bulunulmaktadır. Örnek olarak birkaç ayete işaret edeceğim.

1) Sabırla ve namazla yardım isteyin.                                                   (Bakara-45)

İZAH: Hz. Katâde rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Bu iki şey Allah tarafından yar­dımdır. Onlarla yardım alın". Hz. İbni Abbas radıyaliahu anhuma buyuruyor ki: Ben bir defasında Rasûtullah saiiattahu aleyhi veseilem ile birlikte bir bineğe binmiştim. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem buyurdu ki; "Evladım, ben sana birkaç şey söy­leyeceğim. Allahu Teâlâ bunlarla seni faydalandıracaktır". Ben, "Elbette söyleyin" dedim. Buyurdu ki; "Allah'ı koru (yani O'nun hakkını eda et) ki, Allahu Teâlâ da seni korusun. Allahu Teâlâ (nın haklarını) koru ki, O'nu (her zaman yardım için) karşında bulasın. Bolluk halinde Allah'ı tanı (yani hatırla) ki, O musibet vaktinde seni tanısın (yardım etsin). Ve şunu iyi bil ki, sana ulaşan her musibet asla sen­den şaşmazdı. Ve sana ulaşmayan da asla sana ulaşacak değildi. Eğer bütün mahlukat bir araya gelip sana bir şey vermeye çalışsalar, Allah celle ceiaiuhu bunu dilemezse, onların hepsinin asla sana bir şey vermeye gücü yetmez. Eğer onların hepsi birleşerek senden her hangi bir musibeti gidermek isteseler, Allahu Teâlâ bunu istemezse, onlar asla bu musibeti gideremezler. Takdir kalemi kıya­mete kadar olacak olan her şeyi yazmıştır. Sen bir şey istediğin zaman sadece Allah'tan iste. Yardım istediğin zaman yalnız Allah'tan iste. Güveneceğin zaman sırf Allah'a güven. İman, yakîn ve şükürle Allah için amel yap. Ve şunu çok iyi bil ki, hoşa gitmeyen şeylere sabretmek çok üstün bir şeydir. Allah sabırla beraber­dir. Musibetle beraber rahat vardır, darlıkla beraber bolluk vardır. Yani sana bir sıkıntı ulaştığı zaman bil ki, artık bir rahatlık gelmek üzeredir. Bir darlık olduğu zaman bil ki bir bolluk gelmek üzeredir".Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Bir şahıs aŞ yada muhtaç olur da kendi hacetini insanlardan gizlerse, Allahu Teâlâ ona bir senelik helal rızık vermeyi Ken­di zimmetine alır". Hz. Huzeyfe radıyatiahu anh buyurdu ki: "Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem herhangi bir önemli şeyle karşılaşınca namaza yönelirdi". Rasûlullah saiiai-lahu aleyhi veseilem buyurdu ki: "Önceki peygamberlerin başına bir zorluk gelince ken­dilerini namaza verirlerdi". Hz. İbni Abbas radıyaliahu anhuma bir yolculuğa çıkmıştı. Yolda oğlunun vefat haberini duyunca bineğinden indi, iki rekat namaz kıldı ve okuyarak, "Allahu Teâlâ bize bunu emretti" dedi. Daha sonra şu ayeti okudu:

Hz. Ubâde radıyaliahu anh vefatı yaklaştığı sırada şöyle dedi: Ben her birinizi bana ağlamaktan men ediyorum. Benim ruhum bedenimden ayrıldığı zaman her şahıs güzel bir şekilde abdest alsın ve mescide giderek iki rekat namaz kılsın. Sonra benim için mağfiret duası yapsın. Daha sonra da beni çabucak defnedin.[16]

2) Ey iman edenler! Sabırla ve namazla yardım dileyin. Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir.                                                      

(Bakara-153)

3) Sıkıntı, hastalık, korku ve savaş zamanında sabredenler. (Bakara-177) Bu ayeti kerime, birinci bölümün ikinci numarasında tam olarak geçmiştir.

4) Allah sabredenlerle beraberdir.                                                                                      (Bakara-249)

İZAH: Bu konudaki ayetler Kur'an-ı Kerimin pek çok yerinde nazil olmuş­tur. Allahu Teâlâ sık sık, "Allah sabredenlerle beraberdir" diye teselli ve müjde vermektedir.

5) Bu ayeti kerime bu bölümün birinci numarasında tam olarak geçmiştir.

6) Eğer sabreder, Allah'tan korkarsanız o (kafirlerin) hileleri size hiç bir zarar veremez.                                                                          

(Âli lmran-120)

7) Yoksa, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden (yani henüz im­tihan etmeden) ve sabredenleri ortaya çıkarmadan Cennet'e gireceğinizi mi zannettiniz? (Şunu iyi bilin ki, din için yapılan her çalışma cihada dahildir).                                                                                            (Âlilmran-142)

8) Eğer sabreder ve Allah'tan korkarsanız bilin ki, bu (sabır ve takva) azmi gerektiren işlerdendir.                                                         

(Âli İmran-186)

9) Senden önce de nice peygamberler (imansızlar tarafından) yalan-lanmıştı (onlara çok ağır eziyetler yapılmıştı). Kendilerine yardımımız gele­ne kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabrettiler.                 

(En'am-34)

10) Musa kavmine şöyle dedi: "Allah'tan yardım dileyin ve sabredin. Şüphesiz yeryüzü Allah'ındır. Ona kullarından dilediğini varis (hükümdar) kılar (nitekim o vakit hükümdarlığı Firavuna vermişti). Sonunda kurtuluş Allah'tan korkanlarındır. (Eğer siz sabır ve takvayı seçerseniz sonuç sizin olacaktır)". / (Kavmi Musa'ya), "Sen bize gelmeden önce de eziyet gördük. (Bizim başımıza musibetler yağdırılıyordu. Evlatlarımız öldürülüyordu). Sen geldikten sonra da (başımıza çeşitli musibetler gelmektedir)" dediler. Musa da onlara, "Umulur ki, Rabbiniz, düşmanlarınızı helak edecek ve sizi onla­rın yerine yeryüzüne halife kılacak ve sizin de ne işler yapacağınıza baka­caktır. (Şükür ve itaat mi ediyorsunuz veya nankörlük ve isyan mı işliyorsu­nuz? Sonra amelinize göre size muamele edilecektir)                                                                                  (A'raf-128,129)

11) Şüphesiz ki, Allah müminlerden canlarını ve mallarını, Cennet karşılığında satın aldı.                                                                      

(Tevbe-111)

İZAH: Müslümanların bütün can ve malı Allahu Teâlâ'ya satıldığına göre, Allah ceiie ceiaiuhu kendi yarattığı ve bir de üstelik satın aldığı bu şeylerde dilediği gibi tasarruf yapar. Hatta Müslümanların satmalarının gereği şudur ki, artık ken­dileri satılan malı satın alan Zât'a ulaştırmak için çalışmalı ve ileri atılmalıdırlar. Kaldı ki satın alan, satın aldığı şeyi alınca, buna üzülüp kederlenmemelidir.

12) Sana vahyedilene uy! Allah'ın hükmü gelinceye kadar (onların eziyetlerine) sabret (O dilerse dünyada helak etmek yada ahirette azab et­me kararı verir). Allah hüküm verenlerin en hayırlısıdir,                

(Yunus-109)

13) Eğer Biz, İnsana tarafımızdan bir rahmet tattırıp (rahatlık, zengin­lik vs. verip) sonra onu kendisinden alırsak, şüphesiz ki insan ümitsizliğe düşer ve nankörleşir. / Eğer Biz, insana uğradığı zarardan sonra tekrar ni­metler tattırırsak, "Kötülükler başımdan gitti" der. Şüphesiz insan çok sevi­nir ve çok övünür. / Ancak sabredenler, iyi ameller işleyenler (ne musibet anında Allah'ın rahmetinden ümit keserler ne de rahat ve servet halinde ö-vünürler). İşte onlar için büyük bağışlanma ve mükafat vardır.                                      (Hûd-9,10,11)

14) Kim Allah'tan korkar ve (musibetlere) sabrederse, şüphesiz ki, Al­lah iyilikte bulunanların mükafatını asla zayi etmez.                                                                                                         (Yusuf-90)

15) Bu (nasihati) ancak akıl sahipleri kabul eder. / Bu akıl sahipleri onlardır ki, Allah'ın ahdini yerine getirirler, antlaşmayı bozmazlar. / Allah'ın riayet edilmesini emrettiği (akrabalık haklarına) riayet ederler. Rablerinden korkarlar. (Kıyamet günündeki) hesabın kötülüğünden korkarlar. / Rableri-nin rızası için (musibetlere) sabrederler. Namazı gereği gibi kılarlar. Kendi­lerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık hayır yolunda sarf ederler. Kötülü­ğü iyilikle def ederler (yani biri onlara kötü davranırsa yine de onlar o kim­seye iyi davranırlar). İşte bunlar için ahiretin en güzel mükafatı vardır. / O da Adn Cennet'leridir! Oraya onlar ve onlarla beraber, salih olan ana-baba-ları, zevceleri ve evlatları gireceklerdir (mü'min olup da her ne kadar amel­ler ve derece itibariyle onlara eşit olmasalar da Cennet'e gireceklerdir). Me­lekler her kapıdan onların yanlarına girecekler ve "Sabretmeniz (din üzere sebat etmeniz)in karşılığı olarak selam size (artık her afetten korunmuş ol­dunuz) Ahiretin en güzel mükafatı ne hoştur" diyeceklerdir.                                                       (Ra'd-19-24)

İZAH: Hz, ibni Abbas radıyaiiahu anhuma buyuruyor ki: "Cennet'e en aşağı dere­cede ki insana şeffaf inciden bir köşk verilecektir ki, içinde 70 bin oda ve her odada 70 bin kapı vardır. Her kapıdan 70 bin melek selam vermek için geleceklerdir."

16) Şüphesiz ki, Musa'yı mucizelerimizle gönderdik ve ona şöyle de­dik: "Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar, onlara Allah'ın (nimet verdiği ve azab verdiği) günlerini hatırlat". Şüphesiz bunda her sabredip şükreden için nice İbretler vardır (tâ ki Allah'ın nimetlerine şükretsin ve musibetlere sabretsin. Çünkü sabır ve şükrün her biri Allah indinde istenen ve sevilen bir şeydir).                                                                                    (lbrahim-5)

17) (Kafirler tarafından) zulme uğradıktan sonra, Allah'ın rızası için hicret eden (vatanını terk eden) mü'minleri, dünyada güzel bir yere yerleşti­receğiz. Ahiretin mükafatı ise daha büyüktür. Bir bilseler (ahiretin güzellik­lerini ve büyüklüğünü...) / Bunlar (başlarına gelen musibetlere) sabrederler ve bunlar yalnız Rablerine güvenenlerdir (evlerini bırakırken, Dar-ul İslam'a gidince yeme-içme işi ne olacak? diye düşünmeyenlerdir)             (Nahl-41,42)

18)  Eğer (size zulüm yapanlara) bir ceza verirseniz, size yapılanın misliyle karşılık verin. (Çünkü başkasının zulmüne ondan daha fazlasıyla karşılık vermeye kimsenin asla hakkı yoktur. Bu durum siz karşılık vermek istediğiniz taktirdedir). Ama sabrederseniz and olsun ki bu mutlaka sabre­denler için daha hayırlıdır. / (Bundan sonra özellikle Rasûlullah saiiaiiahu a-leyhi veseiiem'e hitap edilmiş ve onun şanının karşılık vermekten çok yüce ol­duğu söylenerek şöyle buyurulmuştur:) Sen sabret! Senin sabrında ancak Allah'ın tevfiki iledir. Onların (yaptıkları muhalefete karşı) üzülme. Yaptıkla­rı hileden telaşa düşme. / (Onlar sana hiçbir şey yapamazlar. Çünkü sen takva ve ihsan sahibisin). Şüphesiz ki, Allah takva sahipleriyle ve iyilik e-denlerle beraberdir.                                                                                                                                                        {Nahl-126,127,128)

19) Biz kimin daha iyi amel işlediğini imtihan etmek için yeryüzünde­ki şeylerin hepsini yeryüzünün süsü ve yaldızı yaptık.                                                                                            (Kehf-7)

İZAH: Hz. İbni Ömer radıyaiiahu anh diyor ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bu ayeti kerimeyi okuyunca ben bunun manasını sordum. Buyurdu Ki; "Tâ ki Allah şunu imtihan etsin: Kim çok akıllıdır (akla uygun olanı tercih etmektedir), kim Allah'ın haram kıldığı şeylerden daha fazla sakınmaktadır ve kim Allah'a

itaat etmekte acele etmektedir?". Hz. Hasan rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "İmtihan şudur; Dünyayı bırakmakta en sağlam kimdir?". Süfyân-ı Sevri rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "İmtihan şudur: Dünyada en zahid kimdir?".1 Yani dünya nimetleri ve lezzetlerine en fazla sabreden kimdir?

20) (Ey Muhammedi) Sen kafirlerin asılsız sözlerine sabret. Güneş doğmadan Önce (buna sabah namazı da dahildir) ve güneş batmadan önce (buna öğlen ve ikindi dahildir) Rabbine hamd ile teşbih edip ibadette bulun. Gecenin bir bölümünde (buna akşam ve yatsı namazı dahildir) ve gündü­zün İlk ve son bölümünde de Rabbini teşbih edip ibadette bulun (sık sık teşbih edilmesi söylenmiştir. Burada sabah ve ikindi namazı daha ziyade tekid edilmiştir. Nitekim pek çok hadiste bunların üzerinde durulmuştur. Ayrıca sabah akşam teşbihleri de zikredilmiştir). Tâ ki (bunların karşılığın­da sana ahirette çok fazla sevab verilsin de) sen razı olasın ve sevinesin.                                                    (                                               Tâ'hâ-130)

21) Ey Habibim! (Allah'ın hükmü karşısında) boyun eğenleri (Allah'ın rızası ve Cennet'le) müjdele. / Onlar ki, Allah anıldığında (O'nun azamet ve korkusundan) kalpleri titrer. Onlar uğradıkları musibete sabreden ve na­mazlarını dosdoğru kılanlardır. Onlar kendilerine verdiğimiz rızıklardan hayra sarf ederler.                                                                                                                                                                             (Hac-34,35)

İZAH: Bu ayet birinci bölümün 16 numarasında geniş olarak geçmiştir.

22) Elif, Lâm, Nlîm. / İnsanlar sadece İman ettik demekle bırakılıp (çeşit­li musibet türleriyle) imtihan edilmeyeceklerini mi sanıyorlar? (Böyle olması mümkün değildir. Bu dünya imtihan evidir). / Doğrusu Biz, onlardan önce­kileri de imtihan ettik, (onlardan bazıları kendi davalarında doğru çıktı, bazı­ları da yalancı. Aynı şekilde şimdi de) Allah elbette (İman ve Allah sevgisi niîrrh Mensur davasında) doğru söyleyenleri bilir, yalancıları da bilir. (Nitekim bu gibi im­tihanlarda sadık Müslümanlar bu tür olaylarda, Allah'a daha çok yönelirler. Şahsiyetsiz zavallılar ise daha fazla sapıklığa dalarlar. Nihayet bazıları mür-ted olarak İslam'ı terk ederler. Yahut musibetlerin korkusundan dolayı kö­tülükleri himaye etmeye ve savunmaya başlarlar). / Yoksa kötülüklerde bu­lunanlar, Bizden kaçıp kurtulacaklarını mı sanıyorlar? Ne de fena hüküm veriyorlar"                                                                                                                                                                          (Ankebut-1,2,3,4)

23) Salih amel işleyenlerin mükafatı ne güzeldir. / Onlar (musibetlere) sabrederler ve (her darlıkta) Allah'a tevekkül ederler. / (Siz geçim sebebini­zin ne olacağını düşünüyorsanız o halde şunu da bir düşünün ki;) Canlılar­dan niceleri vardır ki, rıziklarım taşımaktan acizdirler. Onları da sizi de rızık-landıran Allah'tır. O (her isteyenin sözünü) çok iyi işiten ve (herkesin hali­ni) çok iyi bilendir. (Öyleyse O'ndan isteyin. O sizin halinizi çok iyi bilmek­tedir. O ne kadar uygun görürse size o kadar verecektir).

(Ankebut-58,59,60)

24) Şüphesiz sabredenlere mükafatları hesapsız olarak ödenecektir.                         (Zümer-10)

25) İyilikle kötülük bir olmaz (aksine her birinin neticeleri ayrı ayrıdır. O halde) sen kötülüğü en güzel şekilde önle. O zaman aranızda düşmanlık olan kimse, sana sanki samimi bir dost gibi oluverir (yani kötülüğü kötülükle önlemek düşmanlığı azaltmaz, aksine artırır. Ama kötülüğe iyilikle karşılık vermek, eğer o kişi tamamen düşük ahlaklı biri değilse, onu düşmanlığı terk etmeye mecbur eder. Hatta o minnettar olup dost oluverir. Ancak kötü­lük ve eziyetin karşısında iyilik etmek çok zor olduğundan şöyle buyurul-rnuştur:) / Bu haslet ancak sabredenlere (musibetlere tahammül etmeye alışkın olanlara) verilir. Bu haslet ancak hayırdan büyük payı olanlara veri­lir. / Eğer şeytandan seni dürtecek bir vesvese gelirse (mesela, ona iyilik etmekle kendini aşağılamış olursun veya onun cesaret/ artacak vs. gibi vesveseler gelirse), o zaman hemen Allah'a sığın. Şüphesiz O her şeyi işi­ten ve en iyi bilendir.                                                                                                       (Fussilet-34,35,36)

26) İnsan menfaat istemekten usanmaz. Kendisine bir kötülük doku­nunca da hemen ümitsizliğe ve karamsarlığa düşer (Halbuki Allah'tan asla ümit kesmemek gerekir). / Şayet ona dokunan bir zarardan sonra Tarafı­mızdan kendisine bir rahmet tattırsak mutlaka, "Bu (kanunen) benim hak­kımdır1' der (Halbuki ne Allah'tan ümit kesmeli ne de bir hak iddiasında bulunmal.d.r).                                                                               (Fussilet-49,50)

27) Kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür. (Yani bir kimse hangi kötülüğü yapmışsa, aynı kötülükle karşılık verilebilir. Tabi o iş caiz olmak şartıyla. Mesela sert sözün karşılığı sert sözdür. Dövmenin karşılığı döv­mektir. Ama sert sözün karşılığı dövmek olamaz). Kim (karşılık vermez) kendine yapılan kötülüğü affedip barışırsa (yani onunla iyi geçinirse), onun mükafatı Allah'a aittir. Şüphesiz Allah zalimleri sevmez. / Zulme uğradığı zalime aynıyla mukabele edip intikam alanlar, işte onlar için ne bir kınama ne de bir cezalandırma vardır. / Kınama ve cezalandırma ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yere bozgunculuk çıkaranlar içindir. İş­te bunlar için can yakıcı bir azab vardır. / Kim (başkasının zulmüne) sabre­dip affederse, şüphesiz ki bu mutlaka azmedilip yapılması gereken işler­dendir"                                                                                  (Şûra-40,41,42,43)

28) Mülk ve saltanat, kudret elinde olan Allah ne yücedir. O her şeye kadirdir. / Hanginizin daha iyi amel işleyeceğini imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur.                                                                        

(Mülk-1,2)

İZAH: Hz. Katâde rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Allahu Teâlâ bu dünya evini ha­yat ve ölüm evi yapmıştır. Ahiret evini ise mükafat ve ebedi kalma evi yapmıştır.[17]Bu evin bütün sıkıntılarının sonu ölümdür ve o mutlaka gelecek olan bir şeydir. O evin (yani ahiretin) sıkıntılarının ise bir sonu yoktur. Çünkü orada ölüm de yoktur.

29) Gerçekten, insan yaratılıp bahse değer bir şey haline gelmeden evvel onun üzerinden uzun bir zaman geçmiştir. (Çünkü önce pis bir su idi. Daha önce o da yoktu). / Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Biz onu im­tihan ederiz. Biz onu işiten ve gören bir şekilde var ettik. (Yani göz ve kulak verdik ki, Hak'kı kendisi görsün veya başkasından dinlesin). / Biz ona hida­yet yolunu gösterdik (sonra insan İki sınıfa ayrıldı). Ya şükreden (mü'min) ya da nankörlük eden (kafir) oldu.                                                                           (lnsan-1,2,3)

İZAH: Bu dünya mademki imtihan evidir. Bu durumda herhangi bir hale nankörlük ederken şunu düşünmek gerekir. Allah'ın o kadar nimetleri vardır ki, onlara şükretmek, O'nun verdiği sıkıntı ve musibetten daha fazla gereklidir.

30)Rabbi insan, imtihan edip ikramda bulunduğunda ve nimetler verdarağında (bununla onun sabr, ve nzasmı Rabbim bana ihanet etti"der-(Yani "Benim ikram görme hakkım olduğu halde beni gözlerden düşürdü" der. Halbuki ne mal ne zenginlik, izzet ve ikramın delilidir. Ne de fakirlik ve yoksulluk iha­net ve zilletin delilidir). / Hayır, hayır (rızkın az olması asla ihanet değildir). Bilakis (ihaneti gerektiren şeyler şunlardır ki;) Siz yetime ikram etmiyorsu­nuz. / "Birbirinizi yoksulları yedirmeye teşvik etmiyorsunuz. / Miras malını (helal haram gözetmeden) habire yiyorsunuz. (Başkasının hakkını da yiyor­sunuz. Özellikle sizinle mücadele edemeyen yetimlerin ve zayıfların malla­rını...) / Malı pek çok seversiniz (Bu ise bütün kötülüklerin, bütün zulümlerin ve bütün hataların köküdür). / (Siz bunları basit bir şey zannediyorsunuz) Hayır! (Bunlar basit şeyler değildir. Aksine) üzerinde olanlar yıkılıp yeryüzü parça parça edildiği zaman, / Rrvıbh ve melekler saf saf (mahşer meyda­nında) karşına çıktığı zr.rnan./ İşte o gün Cehennem getirilecek, o gün insan her şeyi anlavacak. Fakat bu anlamanın ona ne faydası var ki? / O gün insan, "Keşke bugünkü hayatım için bir şeyler yapsaydım" diyecektir.                                                                                                (Fecr-15-24)

31) Asra yemin olsun (çünkü asrın İçindeki değişiklikler ibret alınma­sı gereken olaylardır. Bazen üzüntü, bazen sevinç, bazen zenginlik, bazen fakirlik, bazen sıhhat, bazen hastalık meydana gelmektedir). / İnsan (kendi kıymetli ömrünü zayi ederek) mutlaka hüsrandadır. / Ancak iman edenler, sa-lih amel işleyenler birbirlerine hakkı (söylemeyi ve hak üzere kalmayı) tav­siye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır (ibadetlere ihtimam gös­termek de sabra dahildir. Şehvet ve haram olan işlerden nefsi alıkoymak da buna dahildir. Musibetler ve zamanın hadiselerine sabretmekte buna dahildir)                                      (Asr sûresi)

İZAH: Bu 31 ayet işaret yoluyla zikredilmiştir. Eğer her ayeti kerime üzerine açıklama ve tavsiyeler yazılacak olsa çok uzar. Maksat olarak şu ifade hepsine or­taktır. Dünya imtihan yeridir. Bu dünyanın ne zenginliği ne de izzeti, gururlanma ve iftihar sebebidir. Ayrıca ne fakirlik ne de yoksulluk, ihanet ve zillet sebebidir. Bir kimsede malın bulunması şükrü gerektiren bir şey olmakla birlikte bir imtihan ko­nusudur. Aynı şekilde fakirlik ve yoksulluk sabrı gerektiren bir imtihan olmasından başka bir rızâ (ve teslimiyet) imtihanıdır. Malın mevcut olması imtihan yönünden en şiddetli olanıdır. Çünkü bu imtihanı çok az insan kazanmaktadır. Kaybedenler daha çoktur. Bundan dolayı Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Ben si­zin için fakirlik ve yoksulluktan o kadar korkmuyorum. Ben dünya fetihlerinin ve onun nimetlerinin sizin aranızda yayılmasından ve sizden önceki insanların gönül verdiği gibi, ona gönül vermenizden korkuyorum. Sonra bu afet, sizden öncekileri helak etti­ği gibi sizi de helak edecektir". Öyleyse onun fitnesinden çok fazla sakınılmalıdır. Onun yoksulluğuna ve musibetlerine de bir imtihan olması açısından sabredilmelidir.

 

Allah'a Tevekkül Etmek Ve Kimseden Bir Şey Dilenmemek Hakkında Ayetler

 

"Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah zikredildiği zaman (O'nun azamet ve korkusundan) kalpleri ürperir. Allah'ın ayetleri onlara okunduğu zaman iman­ları kat kat artar (sağlamlaşır) ve sadece Rablerine güvenirler. / Onlar namaz­larını dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda har­carlar. / İşte gerçek mü'minler onlardır. Onlar için Rableri indinde büyük dere­celer (ve onların günahları için) mağfiret ve güzel rızık vardır.                                                                                                         (Enfal-2,3,4)

Bu ayeti kerime birinci bölümün 13 numarasında da geçmiştir. Burada ikin­ci defa yazılmasının sebebi şudur: Gerçek mü'minin şanının yalnız Allah'a tevek­kül etmek, O'na itimad etmek, O'na dayanmak ve O'ndan başkasına yönelme­mek olduğu bu ayeti kerimede geçmiştir. Bunların sonucunda derecelerin yüksek olması, günahların affedilmesi ve izzetli bir rızık vaadi 'zikroiunmuştur. Bunlardan her biri tek başına tevekkül için son bir gayretle çalışmayı gerektirir. Kaldı ki te­vekkül üzerine Allah ceiie ceiaiuhu tarafından bu şekilde üç tane vaad vardır. Artık bu vaadlerden sonra bu sıfatı elde etmek için ne kadar çalışılsa azdır.Hz. İbni Abbas radıyaiiahu anhuma buyurdu ki: "Allah'a tevekkül etmenin ma­nası O'ndan başkasına bir umut bağlamamaktır". Hz. Said bin Cübeyr rahmetuiiahi aleyh buyurdu ki:"Allah'a tevekkül imanın toplamıdır"[18]Eğer Kur'an-ı Kerim'de Allah'a itimad ve güvenmekle ilgili sadece bir ayet dahi olsa yine de yeterliydi. Ancak Kur'an-ı Kerim'de Allah'a itimad (sadece O yüce Zat'a güvenmek, musibet ve ihtiyaç halinde yalnız O'na yalvarmak, ancak O'ndan yardım dilemek ve sadece O'na yönelmek) o kadar sık zikredilmiştir ki, bu kadar sık zikredilen başka konular çok azdır. Sık sık bu tevekkül emredilmiş­tir. Saühlerin ve sevilen zatların hallerinde bu zikredilmiş ve buna teşvik edilmiş­tir. Böyle olması da gerekir. Çünkü tevekkül, aslında tevhidin meyvesidir. Kim tevhid konusunda ne kadar sağlam olursa, onun tevekkülü de o kadar üstün olur. Tevhid İslam'ın temelidir. İmanın köküdür. Tevhid olmadan hiçbir şey geçerli de­ğildir. Dinin tamamının ve şeriatın hepsinin kaynağı ancak tevhiddir. Bundan dola­yı (ayet ve hadislerde) ona önem verilmesinin bildirilmesi apaçık bir şeydir. Ve bir de Allahu Teâlâ'nın Kur'an-ı Kerim'de tevekkül karşılığında bu kadar büyük rızâ ve hoşnutluğu olma belgesi vereceğini bildirmesi uğrunda can verilmeye layık bir şeydir. Allahu Teâlâ buyuruyor ki: "Allah tevekkül edenleri sever". Dünyada hiçbir sıfat mahbubiyyet (sevgili olmak) sıfatına eşit olabilir mi? Herhangi bir şahsın, dünya ve ahirette mülkün sahibi ve iki cihanın padişahı olan Allah'ın sevgilisi ol­masından daha üstün hangi şeref ve iftihar olabilir? Üstelik ona kefil olacağına dair Allah'ın şöyle bir vadi vardır: "Kim Allah'a tevekkül ederse Allah ona yeter". Yahu öyleyse böyle birinin, bir zarureti için, bir başkasına ne ihtiyacı kalır ki? İşte bundan dolayı Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem şöyle buyurmuştur: "Siz Allah'a hakkıyla tevekkül etseniz, sizi kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı".Bir başak hadiste şöyle geçmektedir: "Kim Allah'a tam olarak yönelir (ken­dini O'na verirse), Allahu Teâlâ onun her sıkıntısına yeter ve ona tahmin etmedi­ği yerden rızık verir"[19]Hadisler kısmında, birinci hadisin izahında bu konuda bir çok rivayetler gelecektir. Burada âdetimiz gereği birkaç ayete işaret etmek istiyoruz. O ayet­lerde Allah'a tevekkül etmek ve ihtiyaçlarda yalnız O'na müracaat etmek buyu-rulmuştur. Sadece numune olarak birkaç ayet zikredilecektir. Kısa tutmayı düşü­nerek her yerde özetle ve işaretlerle yetindik. Eğer bizlerde biraz din fikri varsa, ahiretin önemi varsa, dünyanın gereksiz uğraşılarından az çok boş zaman bula-biliyorsak, bu ayet ve hadisler bizim için çok dikkatlice ve derin bir fikirle üzerinde düşünülmesi gereken şeylerdir.

1) Mü'minler sadece Allah'a tevekkül etsinler. (Yani başka birine zer­re kadar güvenmemek gerekir. Bu konu aynı lafızlarla Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde geçmektedir. Tekrar tekrar nazil olmuştur. Şu ayetlerin hepsin­de aynı ifade geçmektedir.)    (Âli lmran-123, Maide-11, lbrahîm-11, Tevbe-51, Mücadele-10, Teğabun-13)

2) (Ey Muhammed saiiaiiahu aleyhi veseilem) De ki: "Şüphesiz lütuf Allah'­ın elindedir (buna rızıkta dahildir). Allah geniş lütuf sahibidir. Her şeyi çok iyi bilendir. (Kime ne zaman ne kadar vermek gerektiğini bilir). / Allah rah­metini dileğine tahsis eder. Ve Allah büyük lütuf sahibidir".                           (Âli İmran-73,74)

3) Şüphesiz Allah tevekkül edenleri sever.                                                      (Âli İmran-159)

İZAH: Allah kimi kendine sevgili kılarsa, onun yükselmesi ve terakki etme­sine ne denebilir.

4) (Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem zamanında meydana gelen özel bir vak'aya işaret edilerek şöyle buyurmuştur:) Onlar öyle kimselerdir ki, insan­lar onlara, "O insanlar (yani düşmanlar) size karşı (büyük bir) ordu topladı. Onlardan korkun" dediklerinde bu haber onların imanlarını arttırmış ve güç­lendirmiştir. Ve şöyle demişlerdir: "Allah bize yeter (her musibette yardımcı­mız ancak O'dur). O ne güzel vekildir". / Kendilerine hiçbir kötülük dokunma­dan (oradan) Allah'ın nimeti ve lütfuyla geri döndüler. Ve Allah'ın rızasına uydular. Allah büyük lütuf sahibidir. / (Ey Müslümanlar! Böyle hallerde bir şeyi iyi belleyin ki, bu gibi olaylarda) Şeytan kendi dostlarıyla (sizi) korkutur. Siz onlardan korkmayın. Eğer mü'min iseniz yalnız Ben'den korkun"                                                                                       (Âli İmran-173,174,175)

İZAH: Maksat şudur, düşmanla karşılaşma ve saldırı haberini duyunca bilin ki bu korkup ürkütecek bir şey değildir. Allah'a kâmil bir itimadla ve tam bir güvenle kendi imkan dairenizde hazırlık yapın. Sadece şundan korkun ki, sa­hibimiz olan Allah'ın rızasına ters düşen bir şey sakın bizden sâdır olmasın. Çünkü asıl felaket budur. Böyle yapmak dünyada bir felaket olduğu gibi, ahiret de zaten bir felakettir. Buna ilave olarak kimseden korkmaya gerek yoktur. Çün­kü karşınızdaki insanlar sizi öldürmekten ziyade bir şey yapamazlar. Ölüm mut­laka gelecektir. Ama vaktinden önce asla gelemez.

5) Dost olarak Allah yeter. Yardımcı olarak da Allah yeter.                                                (Nisa-45)

6) Sen Allah'a tevekkül et. Allah vekil olarak yeter.                                                              (Nisa-81)

7) Eğer mü'min iseniz, sadece Allah'a tevekkül edin.                                                          (Mâide-23)

8) De ki: "Ben Allah'tan başkasını mı dost edineyim? O gökleri ve yeri yaratandır. O herkesi rızıklandınr. (İhtiyacı olmadığı için) O'na kimse rızIk veremez".                                                                                    (En'am-14)

9) Allah sana bir zarar isabet ettirecek olsa, o zararı O'ndan başka hiçbir kimse kaldıramaz. Sana bir hayır isabet ettirecek olsa (o hayrı kimse engelleyemez). O her şeye kadirdir.                                             

(En'am-17)

10) Kim Allah'a güvenirse (o çoğu zaman galip gelir. Çünkü) Allah şüp­hesiz herseye galiptir. (Kendine güvenen kimseleri de galip kılar. Bazen böy­le olmazsa onda bir hikmet vardır. Çünkü) O Hakim'dir. Hikmet sahibidir.                                                                                                       (Enfâl-49)

11) Allah'a tevekkül et. Şüphesiz O her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bi-endir (insanların dualarını işitir ve onların durumlarını çok iyi bilir                                                                                      (Enfâl-61)

12) İnsana bir zarar geldiğinde yan tarafına yatarken veya otururken veya ayakta iken Bize yalvarır durur. Fakat ondan uğradığı zararı (ağlayıp yakarması sonucu) kaldırınca sanki o, dokunan zararın kalkması için Bize yalvarmamış gibi yine yoluna devam eder (Bizimle ilişkisini keser). (Bu büyük bir akılsızlıktır).                                                                                                                                                                     (Yunus-12)

13) De ki: "Size gökten ve yerden nzık veren kimdir? Sizin kulak ve gözlerinize kim mâlik bulunuyor? Ölüden diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çı­karan kimdir? Bütün bu işleri düzene koyan kimdir? Hemen, "Bütün bu işleri yapan Allah'tır" diyeceklerdir. Sen de ki: "O halde Allah'tan korkmaz mısı­nız? (başkalarından neden korkuyorsunuz?)                                                                                                           (Yunus-31)

14) Musa kavmine, "Ey kavmim! Eğer Allah'a (gerçekten) iman ediyor­sanız ve O'na teslim olmuş Müslümanlarsanız, yalnız O'na tevekkül edin" dedi. / Onlar da, "Biz yalnız Allah'a tevekkül ettik" dediler.                                                                                                (Yunus-84,85)

15) Allah seni bir zarara uğratırsa onu senden kaldıracak ancak O'dur. Sana bir iyilik dilerse, lütfuna kimse mani olamaz. O, iütfunu kullarından dile­diğine verir. O, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.            

(Yunus-107)

16) Yeryüzünde hiçbir canlı varlık yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. (Öyleyse nzık O'ndan istenmelidir)                                                    

(Hud-6)

17) De ki: "O benim Rabbimdir. (Beni terbiye edendir). O'ndan başka ilah yoktur. Ben ancak O'na tevekkül ettim. Dönüşümde (tevbem de) ancak O'nadir.                                                                                            

(Rad-30)

18) Bunlar (musibetlere) sabredenler ve yalnız Rablerine güvenenler­dir, (Onlar hicret ettikten sonra Acaba yemek düzeni nasıl olacak? diye düşünmezler).                                                                                

(Nahl-42)

19) Şüphesiz şeytanın, iman edip Rablerine güvenenler üzerinde hiç bir nüfuzu yoktur.                                                                          

(Nahl-99)

20) Biz Musa'ya kitabı (Tevrat'ı) vermiştik. Onu İsrail oğullarına hida­yet rehberi yapmıştık. Onlara, "Benden başkasını kendinize vekil edin­meyin" demiştik.                                                                            

(İsrâ-2)

21) Denizde (fırtına gibi) herhangi bir tehlikeye maruz kaldığınızda, Allah'tan başka yardımını istediğiniz (kendilerine ibadet ettiğiniz) bütün putlar hatırınızdan silinir gider. (O vakit yalnız Allahu Teâlâ'ya yalvarılır) Al­lah sizi tehlikeden kurtarıp karaya çıkarınca da yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan nankördür.                                                                                                                                                                                 (İsra-67)

22) Onların Allah'tan başka hiçbir dostu yoktur. O hiçbir kimseyi hük­müne ortak yapmaz (kaldı ki, parlamentonun görüşünü alsın).                                                                    (Kehf-26)

23) O Allah'ı bırakıp kendisine zarar da, fayda da vermeyen şeylere tapar. İşte bu büyük sapıklıktır.                                                         

(Hac-12)

24) Sen, ölümsüz, diri olan Allah'a tevekkül et.                                                                  (Furkan-58)

25) O (Allah) beni yedirir ve içirir. Hastalandığım zaman bana O şifa verir.                        (Şuarâ-79,80)

26) Sen her şeye galip ve çok merhametli olan Allah'a güven.                                            (Şuara-217)

27) Siz rızkı ancak Allah'ın nezdinde arayın (çünkü rızkın Maliki O'dur) O'na kulluk edin ve O'na şükredin Siz ancak O'na döndürüleceksiniz.                                                                      (Ankebut-17)

28)  Canlılardan niceleri vardır ki, kendi rızıklarını taşımaktan acizdir­ler. Onları da sizi de rızıklandıran Allah'tır. (O ancak tevekkül edilmeye la­yıktır. Çünkü) O her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.          

(Ankebut-60)

29) Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.                                                                (Ahzab-3)

30) De ki: "Allah size bir fenalık (herhangi bir zarar ve ziyan) dilerse si­zi O'ndan kim koruyabilecektir? Veya O'nun rahmetini sizden kim engelleye­bilecektir? (Bütün dünya bir araya gelse yinede engelleyemezler. İyi bilin ki;) onlar Allah'tan başka kendilerine ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilirler".                                                                                                                                        (Ahzab-17)

31) Allah kuluna kâfi değil midir?                                                                                      (Zümer-36)

32) Sen onlara şöyle de: "Söyleyin bakalım, eğer Allah bana herhangi bir zarar vermek istese, sizin Allah'ı bırakıp taptıklarınız O'nun bu zararını giderebilir mi?" De ki; "Bana Allah yeter. Tevekkül edenler sadece O'na tevekkül ederler".                                                                                                           (Zümer-38)

33) İşte O Allah benim Rabbimdir. Ben sadece O'na tevekkül ettim. Ve ancak O'na yönelirim.                                                                

(Şûra-10)

34) Allah, kullarına son derece lütufkârdır. O kullarından dilediğini (dilediği kadar) rızıklandırır. O güçlüdür her şeye galiptir.                                                                                                 (Şûra-19)

35) Sizin Allah'tan başka ne bir dostunuz ne de bir yardımcınız vardır.                             (Şûra-31)

36) İman edip Rablerine güvenenler için Allah indindeki nimetler da­ha hayırlı ve daha devamlıdır.                                                          

(Şûra-36)

37) Rızıklarınız da, vaad olunduğunuz şeyler de semadadır (Yani ora­da Levhi Mahfuz'da yazılmıştır. Yağmur vs. İle oradan iner)                                                                                      (Zariyat-22)

38) (İbrahim aieyhîsseiam şöyle dua etti:) "Ey Rabbimiz! Bîr Sana gü­vendik. (Her hacetimizde) Sana yöneldik. Kıyamet günü dönüşümüz yine Sana'dır".                                                                                        

(Mümtehine-4)

39) O münafıklar, "Rasülullah'ın beraberinde bulunan mü'minlere bir şey vermeyin de (açlıktan ölme derecesine gelince) etrafından dağılıp git­sinler" diyenlerdir. (Halbuki bu ahmaklar şunu bilmiyorlar ki,) göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Fakat münafıklar bunu anlamazlar. (Onlar ah­maktırlar. Çünkü onlar rızkın kendi İhsanlarına bağlı olduğunu zannederler).                                                         (Münafıkûn-7)

40)  Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir kurtuluş (ve kolaylık) yolu gösterir. / Ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter. Şüphesiz Allah emrini mutlaka yerine getirir. Allah her şey için bir ölçü (ve zaman) koymuştur.                                                                    (Talak-2,3)

Hadisler kısmında birinci hadisin izahında bu ayeti kerimeyle ilgili birde kıssa gelecektir.

41)  O doğunun da batının da Rabbidir. O'ndan başka ilah yoktur. O halde sen, sadece O'nu vekil edin, (Yani mademki O, doğunun ve batının sahibidir, o halde O'na itimad ve tevekkül edilmelidir).           (Müzzemmil-9)

Bu 41 ayet numune olarak zikredilmiştir. Yoksa Kur'an-ı Kerim'in her konu­su tevhid talimi vermektedir. Tevhidin meyvesi de tevekküldür. Kim tevhidte ne ka­dar sağlam ve kamil olursa, o kişiye, o ölçüde tevekkül, Allah'a güven ve O'ndan başkasına tenezzül göstermemek nasib olur. Nitekim şu meşhur bir olaydır: Hz. İb­rahim Halilullah â/â nebiyyina ve aleyhissalatü vesselam ateşe atılacağı zaman Hz. Cebrail aieyhîsseiam gelerek ona, "Benim yapabileceğim bir hizmet varsa emrediniz" dedi. İbrahim aieyhisseiam, "Hayır, benim seninle ilgili bir hacetim yoktur" buyurdu.[20]Bir fakir itikafa niyet ederek bir mescide gidip oturdu. Yanında yemek ve içmek için hiçbir şeyi yoktu. Mescidin imamı ona, "Böyle parasız pulsuz bir haldemescitte oturmaktansa bir yerde çalışsaydın daha güzel olurdu ( çünkü karnını doyurmak farzdır)" diye nasihat etti. Fakir ona bir cevap vermedi. İmam efendi ikinci defa aynı şeyleri söyledi. Fakir yine sustu. İmam üçüncü defa söyledi. Fakir sükut etti. İmam dördüncü defa yine söyledi. Bu sefer şöyle cevap verdi: "Bu mes­cidin yakınındaki dükkanın sahibi olan yahudi her gün için bana iki ekmek vermeyi kararlaştırdı''. İmam, "Eğer o yemek vermeyi kararlaştırdıysa çok iyi. Öyleyse mut­laka itikaf yap" dedi. Fakir, "Keşke sen imam olmasaydın ne iyi olurdu. Sen bu eksik tevhidinle Allah ve O'nun kulları arasında vasıta olarak duruyorsun. Bir kafir yahudinin vaadini, Allah'ın rızık vaadinden daha üstün yaptın (yazıklar olsun sana ve senin haline)" dedi.[21] Gerçekten doğru söylemiş. Bizim halimizde aynı. Kulların vaadlerine güvenir mutmain oluruz ama Allah'ın vaadine değil...Yukarıda zikredilen ayetler üzerinde son derece düşünmeli ve (şu özelliklerin bizde oluşması için) çok fazla çalışmalıyız. Bizim gözlerimiz sadece Allah celle şânuhû vetekaddes hazretlerine yönelmeli, ancak O'na güvenmeli, O yüce Zaftan istemeli, sadece O'ndan dilenmeli, O'ndan başkasının önünde el açmamalı, hatta kalbimizden dahi başkalarını geçirmemeli, aksine yalnız ve sadece O yüce Zat'a dayanmalıyız. Fayda ve zararın yalnız O'nun elinde olduğunu kalbimizle kabul etmeliyiz. Dille söyle­yip durmak bizim genel bir alışkanlığımız olmuştur. Ancak asıl işe yarayan şey bizim kalbimize şu inancın yerleşmesidir ki, O dilemedikten sonra hiçbir idareci ve hiçbir zengin, hiç kimseye ne hiçbir şekilde zarar verebilir ne de hiçbir şekilde fayda verebi­lir. Biraz düşünülürse şunun çok açık bir şey olduğu anlaşılır. Bütün dünyanın kalbi yalnız O'nun elindedir. Biz yüzbinlerce defa bir adama yalvarıp yakarsak da, onun kalbi başkasının tasarrufunda olduğuna göre, kalbin sahibi dilemedikten sonra bizim yalvarıp yakarmamız onun kalbine ne kadar tesir edebilir? Kalplerin sahibi bir işin ol­masını dilerse o şey kendiliğinden bir başkalarının kalbine yerleşir. Biz yüzbinlerce defa tok gözlü ve kanaatkar davransak da onun kalbi kendiliğinden onu mecbur ede­cektir. Devamlı onun kalbine düşünceler gelecek, hiçbir dış etki olmadan düşün­meye başlayacaktır. Öyleyse ihtiyacımızın görülebileceği tek adres, O yüce Zat'tır. Eğer yalvarıp yakarıp boyun bükecek bir yer varsa o da O'nun kapısıdır. Bütün dünyanın kalbi O'nun iradesine tabidir. Bütün dünyanın hazineleri O'nun mülküdür.Allah'ım! Yalnız kendi lütfunla hak ettiğimden dolayı değil, hatta hak etti­ğimin tam tersine ben günahkar kuluna da o cevherden bir parça ihsan eyle. Çünkü Senin vermen için o şeyi hak etmek şart değildir.

ŞİİR:

Musa'dan sorunuz halini, Allah 'm vermesinin, Ateş almaya gitsin de, peygamberlik buluversin.

Bundan sonra bu konularla ilgili birkaç hadisi kısaca arz ediyorum. Bu hadislerle ilgili olarak yukarıda üç ayet ayrıca zikredilmişti.

 

Zühd, Kanaat Ve Kimseye El Açmamaya Teşvik Hakkinda Hadisler

 

1) Abdullah İbtli Mes'ud radıyallahu an/i'dan Rasûlullah sallallahu aleyhi vesei-lem şöyle buyurmuştur: "Kime bir yoksulluk gelir de onu insanların önüne arz ederse onun yoksulluğu kapanmaz. Kime bir yoksulluk ulaşır da o kendi yoksulluğunu Allahu Teâlâ'ya arz ederse (O'ndan isterse) Allahu Teâlâ yakın da ona acil olarak veya gecikmeli olarak rızık verir".                                                         (Tirmizi, Dürrü Mensur)

İZAH: İnsanlardan dilenip duran kimsenin yoksulluğu bitmez sözünün maksadı şudur: Onun ihtiyacı tamamlanmaz. Eğer bugün bir ihtiyacından dolayı dilenirse o İhtiyaç görünüş itibariyle tamamlanır ama yarın ondan daha önemli bir ihtiyaç ortaya çıkar. Böylece ihtiyaç devam eder gider. Eğer Allahu Teâlâ'nın yü­ce kapısına el açarsa bu ihtiyacı zaten tamamlanır. Başka ihtiyaç meydana gel­mez. Eğer ihtiyaç meydana gelirse Malikimiz olan Allah onu hemen giderir.Birinci bölümün hadisler kısmında 8 numaralı hadisin açıklamasında Hz. Ebû Kebşe radıyallahu anh ile ilgili bir hadis geçmişti. Orada Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem yemin ederek birkaç şey buyurmuştur. Onlardan biri de şudur: "Kim insan­lardan dilenme kapısını açarsa, Allahu Teâlâ ona yoksulluk kapısını açar". Bir başka hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem'm yemin ederek aynı ifadeyi kullanması Hz. Abdurrahman bin Avf radıyallahu antim rivayetinde de geçmiştir. Bundan dolayıdır ki kapı kapı dolaşarak dilenen kimseler devamlı yoksulluk ve darlık içinde kalırlar.Bir başka hadiste bu konu şu şekilde geçmiştir: "Bir kimse kendi yoksulluk ve ihtiyacını Allah'a arzederse, Allahu Teâlâ onun fakirliğini çok çabuk giderir. Ya acele bir ölümle veya acele bir zenginlikle". Acele ölümün iki manası vardır; Birin­cisi, eğer ölüm vakti zaten yaklaşmış ise, Allah Teâlâ yoksulluğun sıkıntıları ara­sında musibet çekmeden önce ona ölümü nasip edecektir. İkinci mana şudur; Bir başkasının ölümü onun zenginliğine sebep olur. Meselâ birinden bol miktarda mi­ras payı elde edilmesi veya biri vefat ederken Malımdan falan şahsa şu kadar ve­rilsin diye vasiyet etmesi gibi... Buna benzer bir çok olay gördük ve duyduk. Şöyle ki; Mekke'de bazı kimseler vefatları esnasında,"Benim malım satılıp parası Hinphrindeki falan isimli şahsa verilsin" diye vasiyet etmişlerdir.Kürt bir kavmin adıdır. O kavmin arasında meşhur bir eşkıya vardı. O kişi bizzat kendi başından geçeni şöyle anlatıyor: Ben arkadaşlarımdan bir topluluk­la birlikte yol kesmek için gidiyordum. Yolda bir yere oturduk. Orada üç hurma ağacı gördük. İkisi bol bol meyve vermiş ancak birisi tamamen kurumuştu. Bir serçe devamlı meyvesi bol olan ağaçlardan taze hurmaları gagası ile alıp o kuru ağaca götürüyordu. Biz bu olayı görünce hayret ettik. Ben serçenin oraya götür­düğünü on defa gördüm. İçimden, "Şu ağaca çıkıp bakayım, bu serçe o hurma­ları ne yapıyor?" diye bir düşünce geçti. Ağaca tırmanıp en tepesine ulaşınca bir de ne göreyim, gözü kör bir yılan ağzını açmış bekliyor ve bu serçe taze hurma­ları onun ağzına koyuyor. Ben bu hadiseyi görünce o kadar ibret almıştım ki, ağla­maya başladım ve "Ey Mevlam! Bu bir yılandır. Senin peygamberin bunun öldü­rülmesini emretmiştir. Gözleri kör olunca Sen ona rızık ulaştırmak için bir serçe tayin ettin. Ben ise Senin kulunum. Senin birliğini ikrar eden biriyim. Sen beni in­sanların malını soymaya ayırdın" dedim. Böyle der demez benim kalbime şöyle bir ilham geldi ki, "Benim tevbe kapım açıktır". Ben o anda insanların yolunu kes­mekte kullandığım kılımı kırdım. Başıma toprak atmaya ve, "Igâle, igâle (af eyle, af eyle)" diye feryad etmeye başladım. Ğayb'tan bana, "Seni affettik, seni affettik" diye bir ses geldi. Ben arkadaşlarımın yanına geldim. Onlar, "Sana ne oldu?" de­diler. Ben, "Ben ayrılmış ve uzaklaşmıştım, Artık ben sulh yapıp barıştım" dedim. ve bütün hadiseyi anlattım. Onlar da, "Biz de sulh yapıyoruz" diyerek her biri kendi kılıcını kırdı. Hepimiz gasbettiğimiz eşyaları bırakarak ihrama girdik ve Mekke'ye gitmeye niyet ederek yola koyulduk. Üç gün yürüdükten sonra bir köye vardık. Orada gözleri görmeyen bir ihtiyar kadınla karşılaştık. O benim adımı söyleyerek, "Sizin içinizde Kürt kavminden şu isimde biri var mı?" dedi. Arkadaş­larım, "Evet var" dediler. O bir miktar elbise çıkardı ve "Benim oğlum üç gün ön­ce vefat etti ve bu elbiseleri bıraktı. Ben üç günden beri her gün Rasûlullah saiiai-lahu aleyhi veseiiem'ı rüyamda görüyorum. Bana, <O elbiseleri falan isimli Kürde ver[22] buyuruyor" dedi. Sonra ben o elbiseleri aldım ve hepimiz onları giydik.1Bu kıssada ibret alınmaya değer iki şey vardır: Birincisi, kör yılana Allah celle celaluhu tarafından rızık ulaştırılması, ikinci Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem tarafından (o kimseye) elbise bağışlanmasıdır. Allahu Teâlâ bir kimseye yardım etmek isteyince, yardım sebeplerini yaratmak O'nun için zor mudur? Fakirlik ve zenginliğin bütün sebeplerini O yaratır. Samimi bir tevbenin bereketiyle Rasûlul­lah sallallahu aleyhi veseiiem tarafından elbise ile ödüllendirilmek övünülecek bir şey­dir. Ayrıca acele ölüm sayesinde zenginlik elde etmeye bir misaldir. Daha pek çok insanın vefat ederken, "Benim malımdan ve eşyamdan şu kadarını falan şahsa verin" diye vasiyet ettikleri olayları duymaktayız.Bir hadiste Hz. İbni Abbas radıyallahu anhuma Rasûlullah sallallahu aleyhi vesel-/em'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Bir kimse aç olur veya bir ihtiyacı olur da hacetini insanlardan gizlerse Allahu Teâlâ üzerine (lütfü ve kereminden dolayı) o kişiye helal maldan bir senelik rızık vermek hak oiur"[23]Bir başka hadiste şöyle bu-yurulmuştur: "Bir kimse aç olur veya muhtaç olur da bu halini insanlardan gizlerse ve Allahu Teâlâ'dan isterse, Allahu Teâlâ ona bir senelik helal rızık kapısı açar"[24]Bir başka hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Kim Allah'tan gına yani tok gözlülük isterse Allah ona gına verir. Kim Allah'tan iffet isterse Allah ona iffet verir. Yukarıdaki el (yani veren el) alttaki elden (yani isteyen elden) daha üstündür. Bir şahıs dilenme kapısı açarsa Allahu Teâlâ ona fakirlik kapısını açar". Hz. Ali kerremeliahu vechehü, Arafat meydanında halktan dile­nen birinin sesini işitti. Ona kırbacıyla vurdu ve "Böyle bir günde ve böyle bir yer­de Allah'tan başkasından mı istiyorsun?" diye azarladı. Diğer bir hadiste şöyle geçmektedir: "Kim dilenme kapısını açarsa Allahu Teâlâ dünya ve ahirette ona fakirlik kapısını açar. Kim de Allah rızası için verme kapısını açarsa Allahu Teâlâ ona dünya ve ahiretin hayır kapısını açar". Bir başka hadiste de şöyle buyurul-muştur: "Bir kimse dilenme kapısını açarsa Allahu Teâlâ ona fakirlik kapısını açar. Bir şahıs ip alarak odun toplar, sırtına yükleyip satarsa ve onunla geçimini temin ederse, bu dilenip de kendisine verilmesi veya verilmemesinden daha ha­yırlıdır". Yine bir hadiste buyuruiuyor ki: "Kim (sadaka vererek veya akrabayı gö­zeterek) verme kapısını açarsa, Allahu Teâlâ ona bolluk verir (yani onun malı ar­tar). Kim de malını arttırmak niyetiyle dilenme kapısını açarsa, onda yokluk ço­ğalır. Yani ihtiyaçlar çoğalır ve geliri git gide yetersiz hale gelir.Hz. Imran bin Husayn radıyaiiahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi veseffem'in şöy­le buyurduğunu naklediyor: "Bir kimse kendini tam olarak Allah'a yöneltirse, Alla­hu Teâlâ onun her ihtiyacına kefil olur ve ona tahmin etmediği yerden rızık verir. Kim de var gücüyle dünyaya yapışırsa Allahu Teâlâ onu dünyaya havale eder. (Sanki "Artık var işini kendin yap, yani çalış ve kazan. Ne kadar meşakkat çe­kersen Biz ona göre vereceğiz" demektir). Hz. Ebû Zer radıyaiiahu anh diyor ki: Ra­sûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu; "Ben size gizli ve aşikâr işlerinizde Allah'tan korkmanızı vasiyet ediyorum. Eğer sizden bir kötülük meydana gelirse (onu telafi etmek için) iyilik yapın ve kimseden bir şey istemeyin. Kimsenin ema­netini yanınızda tutmayın İki kişi arasında hakim olmayın (çünkü bu çok önemli bir iştir. Herkesin becerebileceği bir şey değildir)".Bir hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyuruyor ki: "Kim aza razı olup kanaat eder ve Allah'a tevekkül ederse, o çalışıp kazanma zorluğundan kurtulur". Diğer bir hadiste şöyle buyuruiuyor: "Kim en kuvvetli olmak istiyorsa o Allah'a tevekkül etsin. Kim en zengin olmak istiyorsa, o Allah'ın yanında olanla­ra, kendi yanında olan şeylerden fazla güvensin. Kim de en şerefli olmak istiyor­sa, takvayı seçsin. (Şu tecrübe edilmiştir ki, insanın takvasının halka tesir ettiği gibi hiçbir şey tesir etmez. Bir kimsede ne kadar fazla takva olursa, insanların kalbinde ona karşı o kadar fazla hürmet ve saygı olur)".Hz. Vehb rahmetuiiahi aleyh Allahu Teâlâ'nın şöyle buyurduğunu naklediyor: "Kulum bana tevekkül ettiği zaman, gökler ve yerler birleşerek ona bir hile ve tuzak kurmak isteseler bile Ben ona bir çıkış yolu açarım". Hz. İbni Abbas radıyai­iahu anhuma buyurdu ki: Allahu Teâlâ Hz. İsa âlâ nebiyyina ve ateyhissalatü vesselama şöyle vahyetti; "Bana tevekkül et ki, Ben senin ihtiyaçlarına kefil olayım. Ben'den başkasını kendine dost edinme ki, Ben seni bırakmayayım".Pek çok hadislerde şu vakıa zikredilmiştir: Hz. Mâlik radıyaiiahu anh''in oğlu­nu kafirler esir aldılar ve deriden tasmalarla onu sımsıkı bağladılar. Ona son derece işkence ediyorlar ve aç bırakıyorlardı. O bir yolunu bulup babasına kendi halini bildirdi ve Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vese/fem'den dua talep etmesini söyledi. Haber Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem e ulaşınca buyurdu ki: "Ona benim şu sö­zümü ulaştırın ki o Allah'tan korksun (takva yolunu tutsun). Allah'a tevekkül etsin ve sabah-akşam şu ayeti kerimeyi okusun:""Şüphesiz size kendinizden bir peygamber gelmiştir. Sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir. O size son derece düşkündür. Müminlere çok çok şefkatli ve mer­hametlidir. / (Ey Rasûlüm!) Eğer yüz çevirirlerse de ki: <O'ndan başka hiç bir ilah yoktur. Ben O'na güvendim. O yüce Arşın Rabbidir>". (Tevbe-128,129) O sahabeye bu haber ulaşınca bu ayeti kerimeyi okumaya başladı. Bir gün vü­cudundaki tasmalar kendi kendine koptu. O kafirlerin esaretinden kurtulup kaçtı ve yanında onlara ait birkaç hayvanı da alıp götürdü.Hz. İbni Abbas radıyatiahu anhuma buyurdu ki: "Kim padişahın zulmünden kor-kuyorsa veya bir yırtıcı hayvandan yahut denizde boğulmaktan korkuyorsa bu ayeti kerimeyi okusun. İnşallah ona hiçbir zarar dokunmaz". Başka bir hadiste bu kıssadaLa havle vela kuvvete illa billah kelimesini de bol bol söylemesi emredilmiştir. İşte Mâlik radıyaiiahu an/Tın kardeşi­nin bu başından geçen olay hakkında şu ayet nazil olmuştur:"Kim Allah'tan korkarsa Allah ona bir kurtuluş yolu gösterir. / Ve onu hiç ummadığı yerden nzıklandmr. Kim Allah'a tevekkül ederse Allah ona yeter"                       (Talak-2,3)

O sahâbi kendisine bu kadar şiddetli zulüm yapan kafirlerin mallarından kendisi için rızık takdir edildiğini tahmin edebilir miydi?Bir Allah dostu diyor ki: Ben ve arkadaşım bir dağda kalıyorduk. Her an ibadetle meşguldük. Benim arkadaşımın geçimi ot, yeşillik vs. gibi şeylerdi. Be­nim için Allahu Teâlâ şöyle bir intizam yapmıştı; Bir ceylan benim yanıma her gün gelirdi. Benim yakınıma gelip ayaklarını gererek durur, ben de onun sütünü içerdim. Sonra o giderdi. Uzun zaman böyle geçti. Her gün o ceylan gelir, ben de onun sütünü içerdim. Arkadaşımın kaldığı yer benden uzakta olan karşı dağday­dı. Bir gün o yanıma geldi ve "Buraya yakın bir yere bir kafile gelip konaklamış. Haydi gidip o kafiledekilerin yanına gidelim. Orada belki biraz süt ve ayrıca biraz yiyecek bir şeyler buluruz" dedi. Ben baştan çok reddettimse de o çok ısrar edin­ce onunla beraber gittim. İkimiz kafileye ulaştık. Onlar bize yemek yedirdiler. Biz yemekten sonra kendi yerlerimize döndük. Ondan sonra ben vakti geldiğinde devamlı o ceylanı beklerdim. Ancak o gelmez oldu. Günlerce bekledikten sonra anladım ki, bu günahımın uğursuzluğundan dolayı kendisiyle endişesiz bir hayat geçirdiğim rızkım kapandı.Ravz adlı eserin sahibi diyor ki: Yukarıdaki olayda görünürde üç şey gü­nahtı: 1-Seçmiş olduğu tevekkülü terk etti. 2-Hırslandı ve kendisine rahat içinde ve endişe etmeden gelen rızka kanaat etmedi. 3-Tayyib ve temiz olmayan ye­mekten yedi. Bu yüzden temiz rızıktan mahrum oldu.Çok ibretli bir kıssa. Biz çok defalar hırs ve açgözlülükten dolayı Allah'ın ni­metlerinden mahrum oluyoruz. Görünüş itibariyle dilenmek ve istemek neticesinde o anda bir şeyler elde edilir. Ancak bunun kötü tesirinden dolayı, talep etmeden ve kimseye minnet etmeden elde edilecek olan Allah'ın nimetinden mahrum olunur.Hz. İmam Ahmed bin Hanbel rahmetuilahi aleyh'm şöyle bir duası vardır:

"Allah'ım! Alnımı Sen'den başkasına secc'e etmekten koruduğun gibi, dilimi de Sen'den başkasından dilenmekten (istemekten) koru" Allahümme Amin

2) Ebû Hureyre radıyallahu anh'dan Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Kim malını çoğaltmak için dilenirse, o Cehennem koru is­temiş olur. Dilerse az istesin, dilerse çok istesin".                        

(Müslim, Mişkat)

İZAH: Birinci hadisi şerifte sadece Allah ceiie ceiaiuhu tarafından gaybi yar­dım ve desteğin kapanacağı tehdidi vardı. Çünkü o hadiste zaruret !urumunda dilenmek söz konusuydu. Bu hadiste ise zaruretsiz olarak yalnız kendi malını arttırmak için dilenmek zikrolunmuştur. O halde bunda daha şiddetli tehdit vardır. Şöyle ki, o Cehennem korları biriktirmektedir. Artık böyle bir insan, gönlü ne ka­dar isterse o kadar kor biriktirmekte serbesttir.

Bir defasında Hz. Ömer radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem'e, "Falan iki şahıs kendilerine iki dinar verdiğiniz için sizi övüyorlardı" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sailaitahu aleyhi vesellem, "Ben falanca şahısa 10 dinardan 100 dinara kadar verdiğim halde yine de böyle yapmadı" dedikten sonra şöyle buyur­du: "Bazı insanlar dileniyorlar, ben onlar istediği için veriyorum. Onlar da koltuk­larının altlarına sıkıştırarak gidiyorlar. Ancak onlar koltuklarının altına ateş sıkış­tırarak gidiyorlar". Hz. Ömer radıyallahu anh, "Ya Rasûlallah! Öyleyse neden veriyor­sunuz?" dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem, "Ben ne yapayım? Onlar isteme­den duramıyorlar. Allahu Teâlâ benim cimri olmamı istemiyor" buyurdu. Başka bir hadisin lafzı şöyledir: Hz. Ömer radıyaliahu anh, "Ya Rasûlallah! Mademki onun ateş olduğunu biliyorsunuz. O halde neden veriyorsunuz?" dedi. Rasûlullah saiiai-lahu aleyhi vesellem, "Ne yapayım onlar dilenmeden duramıyorlar. Allahu Teâlâ'da benim cimri olmama razı olmuyor" buyurdu.Hz. Kabîsa radıyallahu anh buyuruyor ki: Ben bir yükü (yani ceza veya başka bir şeyi) üzerime aldım. Yani bir şeye kefil oldum. Bu konuda yardım istemek için Rasûlullah sallallahu aleyhi veseflem'in huzuruna vardım. Rasûlullah sailallahu aleyhi vesellem, "Bekle, bir yerden sadaka malı gelince sana yardım ederim" dedikten sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Kabîsa! İstemek sadece üç sınıf insan için caizdir; 1-Üzerine bir yük almış bir şeye kefil olmuş veya baş­ka bir şeyi üzerine borç olarak kabul etmiş kimsedir. O kimse, o kadar miktar istesin ve dursun. Ondan fazlasını istemeye hakkı yoktur. 2-Üzerine bir afet gelip de bütün malı telef olan kimsedir (mesela, yangın veya malının tamamını alıp götüren âni bir afete uğraması gibi). O kimsenin hayatını sürdürebilecek miktar­da istemesi caizdir. 3-Yokluk içine düşen kimsedir. Hatta onun kavminden üç kişi onun yoksulluk içinde kaldığını söylemelidir. O zaman o kimsenin hayatını sür­dürebilecek ölçüde istemesi caizdir. Bu üç sınıf insandan başka kim isterse o haram mal yemiş olur".Diğer bir hadiste şöyle Duyurulmuştur: "Dilenmek iki kişi için caiz değildir. 1-Zengin İçin, 2-Güçlü ve sağlıklı olan (çalışıp kazanmaya gücü yeten) için. Şüp­hesiz 'ki insanı toprağa yapıştıran fakirlik veya insanı perişan eden borç bir kişi­nin başına gelirse onun için de istemek caizdir. Kim de malını arttırmak için ister­se, kıyamet günü onun yüzü yara-bere içinde olacak ve o, Cehennem korları yi­yecektir. Dileyen fazla istesin dileyen de az istesin". Yine bir hadiste şöyle geç­mektedir: "Dilenmek, kıyamet günü baştaki yaralar şeklinde olacaktır. Bundan do­layı dilenen kişinin yüzü yara içinde kalacaktır. Gönlü isteyen yüzünün güzelliğini devam ettirsin. Dileyen de (bu güzelliği) terk etsin, Elbette devlet başkanından (yani alma hakkı bulunmak şartıyla Beytül Mal'dan) istesin veya mecburiyet de­recesinde isterse de bir sakınca yoktur". Bir başka hadiste şöyle buyurulmuştur: "İnsan dilenir durur. Nihayet kıyamet günü yüzünde hiçbir et parçası kalmaz".Hz. Mesud bin Amr radtyallahu anh diyor ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi vesel-/em'in yanına namazı kılınması için bir cenaze getirildi. Rasûlullah sallallahu aleyhi veseilem, "Miras olarak ne bıraktı?" buyurdu. Halk, "Birkaç altın bıraktı" dediler. Rasûlullah sallallahu aleyhi veseilem, "Onlar birkaç Cehennem izidir" buyurdu. Hadi­sin ravisi diyor ki: Ben Hz. Ebû Bekr radıyatiahu anh1 m azadlı Kölesi Abdullah bin Kasım'a o kişiyle ilgili sordum, dedi ki; "O malını arttırmak niyetiyle dilenirdi".Hadis kitaplarında buna benzer bir çok olay zikredilmiştir. O rivayetlerde Rasûlullah sallallahu aleyhi veseilem miras olarak basit rakamlar bırakmanın karşılığın­da Cehennem'de dağlanmak ve buna benzer tehditler buyurmuştur. Alimler bu gibi rivayetlerle ilgili şunları yazmıştır: Bu durum insanın önceden bir miktar parası olduğu halde yalan söyleyerek kendini tamamen fakir ve muhtaç göstererek dilen­mesi ve fakir olmadığı halefe kendini fukara topluluğuna katmasındandır.İmam Gazali rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: Dilenmeyi yasaklayan pek çok rivayetler varid olmuş ve hadislerde çok şiddetli tehditler gelmiştir. Ancak bunun­la birlikte bazı hadislerde buna izin verildiği anlaşılmaktadır. Bunun açıkça izahı şudur; Aslında suâl (dilenmek) haramdır. Ancak mecburiyet derecesinde veya mecburiyete yakın hacet durumunda caizdir. Eğer bu iki durum yoksa dilenmek haramdır. Haram olmasının sebebi şudur; Dilenmek üç şeyden uzak değildir. O üç şeyde haramdır. 1-Dilenmekte Allahu Teâlâ'yı açıkça şikayet vardır. Bir bakı­ma O'nun ihsanının azlığı ve yetmezliği (açıklanmış olmaktadır). Mesela bir köle birinden dilense bunun manası şudur ki, onun efendisi ona darlık göstermekte­dir. Bunun gereği dilenmek çok şiddetli bir mecburiyet olmadan helal olmamalı­dır. Örnek olarak şiddetli mecburiyet durumunda leş yemek helaldir. 2-Dilenmek-te, isteyen kimsenin kendi nefsini Allah'tan başkasının önünde zelil etmesi vardır. Mü'minin şanına yakışan şudur ki, o kendini Allah'tan başka kimsenin önünde zelil etmez. Şüphesiz o yüce Mevlâ'nın huzurunda kendini zelil etmek insan için bir izzettir. Çünkü sevgilinin önünde zillet ve acizlik bir lezzettir. Mevlâ'nın önün­de aciziyetini açıklamak saadettir. 3-Dilenmekte, kendisinden istenilen kimseye çoğu zaman eziyet etmek vardır. Genellikle veren kimsenin kalbi isteyerek ver­meye yönelmemektedir. Ancak utandığından veya başka.bir sebepten dolayı vermektedir. Öyleyse eğer o utanarak veya gösteriş için veriyorsa, o mal alan için de haramdır. Bir de o kimse vermeyi reddetse de bazen bundan dolayı üzü­lür. Çünkü bu durumda o kişi görünüşte cimri olmuş olur. O halde dilenmekte her halükarda eziyet ihtimali vardır. Buna sebebiyet verende o dilencidir. Bir mecbu­riyet olmadan birine eziyet vermek haramdır. Bu mesele zihinlere iyice yerleş­tikten sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem"\n dilenmeye karşı bu kadar şiddetli tehditler buyurmasının sebebi de açığa çıkmış olmaktadır. Rasûlullah aleyhi veseilem buyuruyor ki: "Kim bizden dilenirse, biz ona veririz (biz ne den ver­meyelim ki o kişi dilenmesinin caiz olup olmamasından kendisi mesuldür). Kim müstağni olursa (yani dilenmezse ve Allah'tan zenginlik isterse), Allah onu zen­gin kılar. Kim de bizden istemezse, o bize, bizden isteyenden daha sevimlidir".Bir başka hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi veseilem şöyle buyuruyor: "İn­sanlardan müstağni olun (onlara ihtiyacınızı arzetmeyin). İstemek ne kadar az olursa o kadar iyidir". Hz. Ömer radıyaiiahu anh bir dilencinin akşamdan sonra di­lendiğini gördü ve birine onu yedirmesini söyledi. O kişi hemen emri yerine geti­rerek ona yemek yedirdi. Sonra Hz. Ömer radıyaiiahu anh o kimsenin dilenme sesi­ni duyunca yemek yediren şahsa, "Ben sana ona yemek yedirmeni söylemiştim" dedi. Adam, "Ben yedirdim" dedi. Hz. Ömer radıyaiiahu anh dilenciye dönüp baktı. Onun koltuğunda bir torba vardı. İçinde pek çok ekmek vardı. Hz. Ömer radıyaiia­hu anh ona, "Sen sâil değil tacirsin (yani sen muhtaç olduğundan dolayı değil, ti­caret için dileniyorsun). O ekmekleri toplayıp satacaksın" buyurdu. Sonra onun torbasını alıp zekat olarak verilen develerin önüne döktü. Ona da bir kırbaç vur­du ve "Bir daha böyle yapma" dedi. imam Gazali rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Eğer dilenmek haram olmasaydı. Hz. Ömer radıyaiiahu anh ne o kişiye vurur ne de onun elindeki ekmekleri alırdı. Bazı kimseler buna itiraz etmişlerdir. Onlar diyorlar ki; "Hz. Ömer radıyaiiahu anh'ın vur­ması bir uyarı ve te'dîb olabilir. Ancak onun malını alması zulümdür. Şeriat kim­senin malının elinden alınması gibi bir ceza koymamıştır". Ancak bu itiraz gerçe­ği bilmemekten kaynaklanmaktadır. Yahu Hz. Ömer radıyaiiahu anh'ın dindeki anla­yışına (fıkıh bilgisine) başkaları nasıl ulaşabilir? Hz. Ömer hakkında, "Efendim o başkalarının malının alınmasının caiz olmadığı konusunu bilmiyordu" diye bir zan yapılabilir mi? Veya, "Meseleyi bildiği halde haram olan bir fiile (yani dilen­meye) karşı öfkelendi ve (neûzü billah) öfke halinde böyle yaptı" veya "Gelecek­te dilenmeyi önlemek için maslahattan dolayı böyle caiz olmayan bir yola baş vur­du" diye yorum yapılabilir mi? Eğer böyle olsaydı zaten onun bu fiili (yani maslahat icabı caiz olmayan bir yolu seçmesi) caiz olmazdı. Aksine (gerçek) durum şudur; O kişi ihtiyacı olmadığı halde dilenmiştir. Ona yardım edenler, onu fakir ve muhtaç zannederek vermişlerdir. O halde bu mal hile ve aldatma yoluyla eline geçtiğinden onun mülkiyetine geçmemiştir. Asıl sahiplerinin tespit edilmesi de artık zordu. Netice olarak bu sahibi bilinmeyen bir Lukta (yani kayıp mal) hükmündedir. O halde onun harcanacağı yer (Beytül Mal'a ait) Mesâlih-i Âmme'dir.[25] Bundan do­layı (o ekmekler) zekat olarak verilen (ve Beytül Mal'a ait olan) develere yedirilmiş-tir. O fakirin hali, günahlarla meşgul olan bir şahsın, kendisini sûfi gibi göstererek sadaka toplamasına benzer. Eğer sadaka veren kimseler onun halini bilselerdi asla vermezlerdi. O kimsenin alması caiz değildir. Aldığı şeyleri sahibine geri iade etmesi gerekir.Dilenmenin yalnız zaruret anında caiz olduğu meselesi kesinleştiğine göre şunu bilmeli ki zaruretin dört derecesi vardır: 1-lztırar ve çaresizlik derecesi, 2-lz-tırar sınırından aşağıda olan şiddetli ihtiyaç, 3-Basit ihtiyaç, 4-İhtiyaçsızlık. Birinci dereceye misal şudur; Açlık veya hastalıktan dolayı helak olma ve ölme endişesi taşıyan kimsedir. Yahut vücudunu örtecek bir elbisesi olmayan çıplak kimsedir. Böyle bir kimsenin istemesi caizdir[26] Ancak caiz olmasının bazı diğer şartları da bulunmaktadır. Onlar da şöyledir; a) İstediği şey helal olmalıdır, b) İstediği kimse gönül rızasıyla vermelidir, c) isteyen kirrîseçalışıp kazanmaktan aciz olmalıdır. Eğer çalışmaya gücü yetiyorsa, demek ki o çalışmak yerine dilenen yaramsz ve kof bir adamdır. Şüphesiz eğer bir talebe kendi vakitlerini ilim tahsil etmekte ge-çiriyorsa, onun istemesinde bir beis yoktur. Dilenmenin dördüncü derecesi önce­kilerin tam tersinedir. Şöyle ki; bir kimse kendi yanında bulunan şeyin aynısını ister. Mesela elbise ister. Halbuki yanında ihtiyacı kadar elbise vardır. Öyleyse bu şahsın dilenmesi haramdır. Bu birinci ve dördüncü dereceler birbirinin tam tersidirler. Bunların arasında iki derece vardır. Biri şiddetli ihtiyaç dereces/dir. Mesela bir adam hastadır. İlaç alacak parası yoktur. Ancak hastalık onu helak edecek derecede değildir. Veya birinin elbisesi vardır ama onunla soğuktan tam olarak korunamıyordur. Bu durumda dilenmenin caiz olması imkanı vardır. An­cak dilenmemek evladır. Böyle bir kimse dilenince ona haram veya mekruh diye­meyiz, ancak "Evlâ olanın tersini yapmıştır" deriz. Tabi bunu demek için de o şa­hıs dilenmesinin türünü açıklamalıdır. Mesela şöyle demelidir; "Benim elbisem var ama soğuğa karşı yeterli değildir". Zaruret derecesinden daha fazla açıklama yapmamalıdır. (Bundan aşağı olan) bir başka derece az ihtiyaç derecesidir. Me­sela kişinin yanında ekmek parası var ama yemek için parası yoktur. Veya yırtık ve eski elbisesi vardır ama o dışarı çıkıp dolaşacağı zaman giyeceği bir elbise yaptırmak istemektedir. Tâ ki, insanlara eskimiş elbisesi görünmesin. Böyle bir kimsenin İstemesi her ne kadar caiz olsa da mekruhtur. Bunun şartı da hangi de­recede ihtiyacı olduğunu açıklamasıdır. Bir de daha önce geçen (dilenmeyi ha­ram kılan) üç şeyden hiçbiri bulunmamalıdır. Yani birincisi Allahu Teâlâ'yı şika­yet etmemelidir. Yani Allah'ı şikayet ettiğini belli edercesine dilenmemelidir. İkin­cisi, kendini zelil etmemeli. Üçüncüsü kendisinden istediği kişiye eziyet etmeme­lidir. "Bu üç şeyden uzak durmanın şekli nasıl olabilir?" denilirse şöyle derim: "Şikayetten uzaklaşmanın şekli şudur; hem Allahu Teâlâ'ya şükür etmeli hem de ihtiyacı olmadığını göstermelidir. İsterken fakirler gibi istememelidir. Mesela şöy­le demelidir; <Zaruret derecesinde değilim. Allah'a şükür yanımda ihtiyaç kadar var. Ancak bu nefis güzel bir elbise istiyor>. Zilletten sakınmanın yolu şudur; Kendi ana-babasından, kardeşinden veya bu istediğinden dolayı gözünden dü­şüp de zelil olmayacağını tahmin ettiği bir dostundan istemelidir. [27]Yada öyle cö­mert birinden istemelidir ki, o bol bol sadaka veren ve kendisinden istenildiği zaman hoşlanan biri olmalıdır. Eziyet vermekten sakınmanın şekli şudur; Mesela birinden özel bir şey istememeli, aksine genel olarak istemelidir. Veya öyle birüs up ile istemelidir ki, eğer kendisinden istenilen şahıs başından savmak ister­se, savabilmelidir". Ayrıca bilinmelidir ki, bir şeyi veren eğer utandığından dolayı veya zorlanmasından dolayı mecbur kalarak ve gönülsüz olarak verirse, onu al­mak icma yoluyla haramdır. Bu durum bir adamı döverek malını zorla elinden al­maya benzer. Çünkü bir kimsenin dış bedenine vurmakla, kınama ve utandırma kırbacıyla kalbine vurmak eşittir. Şüphesiz ki muztarr ve çaresizlikten kıvranan birinin, verenin gönül rızası olmadan alması hakkıdır. Ancak muamele Ahkamul Hâkimin olan Allah iledir. Bütün haller O'nun önünde ayan beyandır. O her şah­sın durumunu çok iyi bilmektedir. Bir de kendisinden istenildiği zaman sevine­ceği tahmin edilen dost ve arkadaşlardan istemekte bir sakınca yoktur.Allâme Zübeydî rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: Bu tehdit ve uyarılarda ge­çen dilenmeden kasıt kişinin kendi zatı için istemesidir. Başkası namına istemek ise buna dahil değildir. Aksine bu o kişiye yardımcı olmaktır. Bir de kendi yakın­larından ve dostlarından kendisi için istediği şeyler süal'e (dilenmeye) dahil de­ğildir. Çünkü onlar bundan sevinir, memnun olurlar"[28]Ancak bunun şartı şudur ki; bu istekten yakınlar sevinmelidirler. Eğer böy­le bir durum yoksa o zaman yakın akrabaya eziyet vermek daha ağır bir ve­baldir. Şüphesiz ki kerim ve cömert olan yakınlar bu gibi istemelerden memnun olurlar. Ben bunu bizzat tecrübe etmişimdir. Pek çok olaylar da buna şahittir. Ba­bam rahmetuiiahi aleyti'm bir teyzesi vardı. Halen hayattadır.[29] Benim çocukluğumda onun bir âdeti, her defasında benim Kandehle şehrine yolculuğum sırasında iki kuruş vermekti. Ben evlad sahibi olunca o benim çocuklarıma da ikişer kuruş vermeye başladı. Ben çok ısrarla kendi iki kuruşumu dört kuruş yaptırdım. Bunu yaparken, "Sen beni ve benim çocuklarımı aynı dereceye mi koyuyorsun?" de­miştim. Ben devamlı hatırlarım, benim o dört kuruşu istemem onu o kadar sevin­dirmişti ki, ben de onu sevinmesinden keyifleniyordum. Hatta bazı zamanlar ya­nında verecek parası olmazsa ben kendim ona para verirdim ki, ondan bana para versin. O paradan verirken bile o kadar sevinirdi ki, "Ben onun kendi par­asından yine ona veriyorum" diye hiç aklına getirmezdi.Aynı şekilde rahmetli babamın öz dayısı olan Mevlânâ Şemsul Hassan rahmetuiiahi aleyh'm bana her yolculuğumda bir rupi vermek eskiden beri âdetiydi. Benim çocuklarım olunca parayı benim yerime onlara kaydırdı. Ben kendi pa­ramı zorla yürürlüğe koydum. Bunu yaparken ona, "Siz çocuklara verin veya ver­meyin, ben ondan mesul değilim. Benim param kesilmeyecek" dedim. Bu olayı devamlı hatırlarım. Ne zaman hatırlasam devamlı kendisine şöyle dua ederim: "Allahu Teâlâ onu bağışlasın ve kendi yüce şanına göre ona bol bol mükafat nasip eylesin". Çünkü benim bu İsteğimden çok fazla sevinmişti. Çoğu zaman kahkaha ile güler ve sık sık benim, "Efendim benim param kesilmeyecek" sözü­mü tekrarlayıp dururdu. Ben de, "Tabi asla kesilmeyecek" derdim.Kendi yakınlarım ve akrabalarımla bu tür daha pek çok olaylar yaşamışım-dır. Ben bu konuyu şundan dolayı yazdım. Bugünlerde ilişkiler, özellikle akraba­lık ilişkileri genel olarak öyle bozulmaktadır ki, artık bu gibi konulan zihinlerin al­ması zor olmaktadır. Yakınların birbirinden istemesi de memnuniyete sebep ola­bilir mi? gibi konuların artık zihinlere sığmasj zor olacaktır.Allâme Zübeydi rahmetuiiaN aleyh ikinci olarak şunu yazmıştır: "Eğer bir kimse başkası adına isterse, onun bu konuya dahil olmadığı açıktır". Birinci bölümde başkalarına İmdat ve yardımda bulunmakla ilgili geçen bütün rivayetler buna delil­dir. Aynı şekilde ilim öğrenmekle meşgul olmak diienme zilletinden daha önemlidir.Molla Aliyyûl Kâri rahmetuiiahi aleyh şöyle naklediyor: "Bir kimse çalışıp ka­zanmaya gücü yettiği halde ilmî meşguliyetinden dolayı çalışmıyorsa, onun ze­kat alması da caizdir. Sadaka alması da caizdir. Bir kimse kazanmaya gücü yettiği halde nafileler ve ibadetlerle meşguliyetinden dolayı bunu terk etmişse, onun zekat malı istemesi caiz değildir. Nafile sadakalardan istemesinde bir sakınca yoktur ancak mekruhtur. Eğer bir topluluk Islâhı Nefs ve Tezkiye-i Bâtın için bir araya ge­liyorsa, herhangi bir şahıs onların hepsi için yiyecek ve giyecek toplamalıdır.[30]ilmî meşguliyet, ister Ulûmu Zahire olsun ister Ulûmu Batine olsun kesin­likle çok önemlidir. Böyle insanların kesinlikle başka şeylerle meşgul olmaları as­la gerekmez. Sadece haddini bilmeyenler ve ahmakların kınama ve ayıplama­larından korkarak bu mühim meşguliyetle birlikte kazanç vs. gibi şeylerle uğraş­mak, cahillerin ayıplamaları korkusundan dolayı kendi kıymetli sermayesini zayi etmektir. Haddini bilmeyenlerin ayıplama ve kötülemelerinden hiçbir zaman ne ilim ehli kurtulmuştur ne de peygamberler kurtulmuştur.Bugünlerde şu hastalık çok geniş bir şekilde yayılmaktadır. "İlim ehli kendi geçimini sağlayabilmek için bir sanat ve meslek öğrenmesi lazımdır". Ehli ilim de dünyacıların ayıplama ve kötülemelerinden bıkıp bunun önemini hissetmekte ve dini medreselere bu düzen uygulamaya konulmaktadır. Ancak bu, ilme çok fazla zarar veren bir şeydir. Bu meselede kendi geçimleri için ticaret, sanat vs. gibi meşguliyetler seçerek din ve ilme hizmet eden geçmiş alimler örnek olarak ileri sürülmektedir. Eğer Allah ceiie ceiaiuhu tevfik verirse bu yol kesinlikle en güzel yol­dur. Ancak bizim kalplerimiz, bizim gücümüz ve bizim durumumuz ne buna da­yanabilir (yani biz bir vakitte iki işi yapamayız) ne de bizim nefsimizin arzusu ve dünya sevgisi buna müsaade etmektedir (yani malı arttırmanın sebepleri mey­dan gelmesine rağmen bizler, Allah'ın işi için, dinin ve ilmin hatırı için dünya meşguliyetinden daha fazla vakit koparamıyoruz. Neticede şu oluyor; başlangıç­ta iki işe birden başlanıyor, sonunda dünya kazancı ve talebi, ilmî meşguliyete galip geliyor. Bu durum defalarca tecrübe edilmiştir.İmam Gazali rahmetuiiahi aleyh ilim talep etmenin 10 âdabını yazmıştır. Ora­da yazıyor ki: Dördüncü edep şudur; İlim talep eden kişi dünya meşguliyetini çok azaltmalıdır. Kendi, ehlinden ve vatanından uzaklara gitmelidir. Çünkü ilişkilerin çokluğu onlarla meşgul olmaya sebep olur ve maksattan uzaklaştırıcı olur. Alla-hu Teâlâ bir kimsede iki kalp yaratmamıştır (Tâ ki bir kalp ilimle meşgul olsun, diğeri dünya kazanmakla). Bu Kur'an-ı Kerim'deki şu ayete işaret etmektedir:"Allah bir adamın göğsünde iki kalp yaratmadı"(Ahzab-4)Kendi düşünce ve fikrini ne kadar fazla dağınık şeylerle meşgul edersen ilmin hakikatlerinden o kadar uzak olursun. Bundan dolayı şöyle denmiştir: "Sen kendini tamamen ilme verirsen, ilim sana birazını verir". Düşünce ve fikrin çeşitli işlere dağılmasına misal; kovası delinmiş bir su arkına benzer ki, ondan, oraya buraya su akar. Fakat tarlaya çok az ulaşır.[31]Ancak bunlarla birlikte şu da gereklidir: Gerçekten ilim tahsil etmek mak­sat olmalıdır. Sadece ekmek yemek ve insanların mallarının kiri olan sadakaları toplamak maksat olmamalıdır. İmam Gazali rahmetuiiahi aleyh kötü alimler hakkında varid olan tehditleri zikrettikten sonra şöyle yazıyor: Bunlardan anlaşılıyor ki, dünyacı bir alim durumu itibariyle çok fazla hasistir (cimridir). Azab yönünden de cahile göre daha fazla azaba müstahaktır. Kurtuluşa eren alimler ise sadece ahiret alimleridir. Ahiret alimlerinin de bir kaç alâmeti vardır. Onlardan birincisi onun mak­sadı kendi ilmiyle dünya kazanmak olmamasıdır. Alimin en aşağı derecesi, dünya­nın değersizliğini, dünyanın rezilliğini, dünyanın pisliğini, onun faniliğini her an hatırında bulundurmasıdır. Bir de ahiretin büyüklüğünü, onun devamlılığını, onun üstünlüğünü, onun nimetlerinin temizliğini, onun şanının yüceliğini bilen olmasıdır. Şunu da iyice anlıyor olmalıdır ki, dünya ve ahiret iki kumadırlar. Birini razı eder­sen diğeri darılır. (Bu konu bir hadiste geçmiştir). Ve şunu anlamalıdır ki, dünya ve ahiret terazinin iki gözü gibidir. Hangisi ağır basarsa diğeri yukarı çıkar. Kim dünyanın değersizliğini anlamıyorsa onun aklı fâsiddir (bozuktur). Öyleyse o a-limlerden nasıl sayılabilir? Hasan Basri rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Alimlerin azabı, kalplerinin ölmesidir. Kalbin ölmesi de ahiret amelleriyle dünyayı talep etmektir (dünya malı ve serveti veya dünya izzeti ve itibarı kazanmak maksadıyla din işi yapmaktır)". Yahya bin Muaz rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Kendisiyle dünya kazanıl­maya başladığı vakit ilim ve hikmetin nuru gider". Hz. Said İbnul Müseyyeb rah-metuliahi aleyh buyurdu ki: "Alimi amirlerin kapısında görürsen bil ki o hırsızdır". Ömer radıyaiiahu anh buyuruyor ki: "Bir alimin dünyayı sevdiğini bilirsen, onun dini­ne karşı suçlu olduğunu anla. Çünkü her kim neyi severse kendini ona verir".[32]Öyleyse ulemânın her zaman kendi nefislerini suçlu kabui ederek onu sıkı bir şekilde kontrol etmeleri gerekir. "Her hatanın başı olan dünya sevgisi fark edi­lemeyecek bir şekilde kökleşmesin" diye mutlaka her an düşünmelidir. Dünya ar­zusu olmayınca, hatta ona karşı nefret iyic£ yerleştikten sonra ne istemekte sa­kınca vardır ne de zekat ve sadaka almakta. Üstelik sadaka verenlerin en önemli vazifesi daha önce sadaka vermenin adaplarında geçtiği gibi ilim ehlini önde tutmaktır. Alİahu Teâlâ şu pis dünyanın köpeklerini dâhi bu tehlikeli hastalıktan kurtarsın. Çünkü dünya talebi öyle helak edici bir hastalıktır ki, ağır ağır gelişir. Dünya talebi, sadece mal elde etmekte gizlenmiş değildir. Aksine makam ve rütbe elde etme hastalığı, maldan daha hızlı ilerlemektedir. Dînî çevrelerde bu hastalık dünya sevgisinden daha fazla mesafe kat etmektedir.

3) Hakîm bin Hizam radıyaiiahu anh diyor ki: Ben Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'üen (birşeyler) istedim. O da verdi. Sonra yine istedim, yine verdi. Sonra, "Ey Hakim! Muhakkak bu mal yemyeşil ve tatlıdır (yani görü­nüşü güzeldir, kalplere lezzet verir). Öyleyse kim onu tok gözlülükle alırsa o kendisine bereketli kılınır. Kim de onu hırs ve aç gözlülükle alırsa o kendi­sine bereketli kılınmaz. O kimse (açlık hastalığına yakalandığından) yiyip de doymayan kimseye benzer. Yukarıdaki el aşağıdaki elden daha hayırlıdır (ya­ni veren el alan elden daha üstündür)". Hakim radıyaiiahu anh diyor ki: Ben, "Ya Rasûlallah! Seni hak üzere gönderen Zât'a yemin ederim ki, ölene kadar sen­den sonra kimseyi asla rahatsız etmeyeceğim" dedim.   (Müttefekun aleyh, Mişkat)

İZAH: Yani, "Artık ömür boyu asla kimseden dilenmeyeceğim" demektir. Bazı rivayetlerde bu hadisten sonra şu ifadelerde geçmektedir. "Ondan sonra Hz. Ebû Bekr Sıddık radıyaiiahu anh kendi halifeliği zamanında Beytül Mal'da bulunan fey[33]hakkını vermek için Hz. Hakîm radıyaiiahu anh1] çağırır, o ise bunu kabul etmezdi. Sonra Hz. Ömer radıyaiiahu anh zamanında da aynı davranışı de­vam etti. Hz, Ömer radıyaiiahu anh Hakîm radıyaiiahu anh'a payını vermek için çağırır, o da almayı reddedirdi. Hz. Ömer radıyaiiahu anh halkı şuna şahit kıldı ki; <Ben hissesini vermek üzere Hakîm'i çağırıyorum, o ise almıyor>. Hz. Hakîm radıyaiiahu anh ahirete intikal edene kadar kimseden bir şey almadı".[34]Bir başka hadiste şöyle geçmektedir: Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'e Bahreyn'den mal geldi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi voseiiem o maldan ilk önce Hz. Ab-bas radıyaiiahu anh'a verdi. Ondan sonra Hakîm radıyaiiahu anh'\ çağırdı ve avucunu doldurarak ona da verdi. O, "Ya Rasûlallah! Onu almak benim için iyi mi, yoksa kötü mü?" dedi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, "Kötü" buyurdu. Bunun üzerine o iade etti ve "Ben kimsenin bağışını kabul etmeyeceğim" diye yemin etti. Sonra Hakîm radıyaiiahu anh, "Ya Rasûlallah! Allahu Teâlâ'nın bende bulunan şeylere be­reket vermesi için dua ediniz" diye ricada bulundu. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi Allahu Teâlâ'nın onun eliyle kazandığı şeylere bereket vermesi için dua etti.[35]Hz. Muâviye radıyaiiahu anh Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem'ln şöyle buyur­duğunu nakletmiştir: "istemekte ısrar etmeyin. Allah'a yemin olsun ki, kim ben­den bir şey ister de, sadece onun istemesinden dolayı (kendim hoşlanmadığım halde) ona bir şey verirsem, onda bereket olmaz". Bir başka hadiste şöyle buyu-rulmuştur: "Ben kime gönül rızasıyla bir şey verirsem, onda bereket olur. Kime de onun hırs ve dilenmesinden dolayı gönlümün rızası olmadan bir şey verir­sem, o kişinin misali devamlı yiyip de doymayan insan gibidir". Hz. Ibni Ömer radı­yaiiahu anh Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiemln şöyle buyurduğunu naklediyor: "İste­mekte ısrar etmeyin. Kim ısrarla bizden bir şey alırsa onda bereket olmaz".[36]Kur'an-ı Kerim'de de bu hususta uyarı yapılmış ve şöyle buyurulmuştur:"Onlar, insanlardan ısrarla dilenmezler"(Bakara-273)Hz. Aİşe radıyaiiahu anha Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem'm şöyle buyurdu­ğunu naklediyor: "Bu mal yem yeşil ve tatlıdır (manzarası hoştur). Biz kime on­dan bir şeyi gönül hoşluğu ile verirsek ve alan kimsenin hali de rızık almak için en güzel bir hal olursa (yani onu almayı hak etme açısından müstehik olur ve isteme açısından da uygun olan bir talep olup, mübalağa olmazsa) ve bir de onda hırs ve aç gözlülük olmazsa, o zaman o mal o kişi için bereketli kılınır. Biz kime gö­nül rızamız olmadan bir şey verirsek ve onda da almak için güzel bir hal bulun­mazsa ve bir de buna açgözlülük eklenirse, o zaman o malda bereket olmaz.[37]Bereket öyle önemli ve değerli bir şeydir ki, ondan az bir şeyle pek çok ih­tiyaç görülür. Kitabın baş tarafında bu tür olaylar geçmişti. Şöyle ki, bir tas süt pek çok Suffe Ashabı'na yetmişti. Aslında bu sadece bir bereketti. Zamanımızda da bazı vakitlerde bu müşahede edilmektedir. Gerçi bunlar Rasûlullah sallaiiahu aleyhi veseiiem için ortaya çıkan bereket örneklerine benzememektedir. Zaten öyle olamaz da. Ancak zamanımız ve durumlar açısından pek çok defa şu tecrübe ediliyor ki, Allahu Teâlâ kendi lütfuyla herhangi bir şeyejbyle bir bereket veriyor ki, görenler hayran kalıyorlar. Bunun tam zıddına bereketsizlik öyle kötü bir şeydir ki ne kadar kazanırsan kazan hiçbir zaman yeterli olmaz. Bunun misali biraz önce Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseüemin şu yüce kelâmında geçmişti: "İnsan yer, yer, karnı doymaz".Bu bereketsizlik hakkında bizzat kendi üzerimdeki bir tecrübemi ve böyle­ce kendi hamâkatimi açıklıyorum. Ben çocukluğumda beyt okumaya çok merak­lıydım. Rahmetli Babam (Allah kabrini nurlandırsın) sert ve şiddetli biri olmasına rağmen bu işi menetmezdi. Bundan dolayı bu hastalık gittikçe artıyordu. Mübala­ğasız bir kaç lisanda binlerce şiir ezberimdeydi. Ancak şimdi onlar da kalmadı. Benim en önemli eğlencem şuydu: Benim hususi yakınlarım rastgele bir yerde top­lanınca bu şiir okuma işi başlardı. Ben ilk müderris olduğum zaman aniden bir ge­celiğine Kîrâne şehrine gitmiştim. Orada halamın oğlu avukatlık yapıyordu. O da bu şiir işine meraklı yada onun hastasıydı. Benden dolayı diğer bazı yakınlarım da toplandı. Yatsıdan sonra bu gereksiz iş başladı. Havalar soğuktu. Onlar gece bir kaç defa (sütlü) çay faslı olacak düşüncesiyle üç kilo süt getirtip koymuşlardı. "Biraz­cık zaman geçince çay yapılacak" diye düşünüyorlardı. Ancak çay yapmaya sıra gelmemişti. Benim tahminime göre yarım saat veya 45 dakika geçmişti ki, ben ufak abdest ihtiyacı hissettim. Dışarı çıkınca doğu tarafında öyle parlak bir beyaz­lık göründü ki hayret ettim. Bu beyazlığın ne olduğu hakkında hiç bir şey anlaya­madım. Onu görmeleri için diğer arkadaşlara seslendim. Onu görünce hepsi hay­retler içinde kaldılar. Bu beyazlığın neyin nesi olduğu hakkında çeşitli tahminler ileri sürülüyordu. Bu esnada dört bir yandan ezan sesleri gelmeye başladı. Bundan an­laşıldı ki o beyazlık Fecri Sad/tftır.1 O günü, "Acaba gece nereye uçtu" diye acayip bir şaşkınlık içinde geçirdik. O günden beri bu olayı ne zaman hatırlasam "O gece neden bu kadar bereketsiz geçti" diye ürperirim. Şimdi ne zaman o gecenin hayali gözümün önüne gelse, hayret etmenin dışında bir ibret alma ve üzülme de oluyor. Demek ki ölümden sonra dünyada geçirdiğimiz bütün ömür o gece gibi olacaktır.O gün (yukarıda) bahsi geçen halamın oğlu rüyasında babası Mevlânâ Radıyyul Hasen rahmetuiiahi aieyti\ görmüş. Babası, o zamanda çok büyük bir zat olan Hz. Kutbu Alem Gangûhî'nin (Allah kabrini pürnur eylesin) hadis talebesiydi. Hala oğluna rüyasında babası şöyle diyormuş: "Zekeriyya Efendi de nasıl bir din büyüğü imiş? Geceyi bu şekilde zayi ediyor". Biraz o zatın teveccühünün etkisi olacak ki, ondan sonra artık hiç bu işe sıra gelmedi. Ancak ömür boyu beni hay­ret içinde bırakmak için Kîrâne şehrindeki o gece bana yeter. Bu olaydan iki şeynesin doamasına yakın görülen beyazlık zihnime öyle yerleşti ki, onları imkansız sanma fikri tamamen kayboldu: Birincisi; din büyüklerinin ve Allah dostlarının vakıaları ve halleridir. Tarih kitaplarında on­larla ilgili bu gibi şeyler zikredilmektedir. Mesela "Bütün geceyi namaz kılarak ge­çirdi. Yatsı abdestiyle sabah namazı kıldı. Bütün geceyi yalvarıp yakarmakla ge­çirdi" gibi... Bu türden ne kadar vakıa varsa hepsi akla yakın şeylerdir. Lezzet ve bir şeye düşkünlük şüphesiz öyle bir şeydir ki, onu elde ettikten sonra ne gece­nin uzunluğu kalabilir ne de uykunun hamlesi. Ailahu Teâlâ lütfü ile o zatlara iba­detlerinde lezzet makamı ihsan etmiştir. Onlar bunu devşirmektedirler. Kimlerin ibadetlerinde lezzet yoksa, onlara bu hallerin zor gelmesi ve bu halleri bir dağ gibi ağır zannetmeleri apaçık bir şeydir.Kendi tecrübemle zihnime yerleşen ikinci şey ise bir hadisi şerifte geçen şu ifadelerdir: "Kıyametin 50 bin senelik olan çok çetin günü bazı insanlar üze­rinden bir namaz kılacak kadar veya iki namaz vakti arası kadar olan bir zaman içinde geçip gidecektir". Şüphesiz bu insanların masiyet ve günahları olmadığın­dan dolayı korku yanlarına uğramayacaktır. Güzel amellerinden dolayı da,"Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de(Yunus-62) ayetinin ehli olacaklardır. Şöyle ki, o gün onlara ne bir korku vardır ne de onlar mahzun olacaklardır. Onlar işledikleri üstün amellerin lezzetleriyle arşın gölgesi altında meşgul ve ona kendilerini kaptırmış olacaklardır. Bu kadar uzun zaman, onların üzerinden ne kadar az bir süre içinde geçerse geçsin nor­maldir. Benim kendi tecrübem bunu doğrulamaktadır.

4) Hz. Hâlid bin Ali radıyaiiahu anh diyor ki: Ben Rasûlullah saiiaiiahu aiey- şöyle buyurduğunu işittim: "Kime istemeden ve işrâfı nefs it­meden (yani hırs ve aç gözlülük etmeden) kardeşi tarafından güzel bir şey ulaşırsa, onu kabul etsin ve reddetmesin. Bu Allah Azze ve Celle'nin ona gönderdiği bîr rızıktir".                                               

(Ahmed, İbniHibban, Hâkim, Terğib)

İZAH: Bir çok hadislerde şu konu geçmiştir: Eğer İstemeden ve aç gözlü olmadan bir hediye gelirse onu kabul etmelidir. Çünkü onu geri iade etmek Al­lah'ın nimetine nankörlüktür ve onu tepmektir. Bundan dolayıdır ki çoğu din bü­yükleri tabiatları hoşlanmasa da hediyeyi kabul etmektedirler.Hz. İbni Ömer radıyallahu anhuma buyurdu ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi vesel-tem bana bağış olarak bazı şeyler verdi. Ben de, "Ya Rasûlallah! Benden daha fazla ihtiyaçlı olan birine veriniz" deyince Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Hayır, al. Bir mal istemeden ve mal hırsı olmadan gelirse onu al. Sonra dilersen onu kendin kullan, dilersen sadaka olarak ver. Bir mal kendisi gelmezse ona iltifat bile etme". Hz. İbni Ömer radıyaiiahu anhuma'nm oğlu Salim radıyaiiahu anh diyor ki: Bu hadisten dolayı Hz. İbni Ömer'in âdeti şöyleydi; O asla kimseden bir şey istemezdi. Bir yerden bir şeylerjelirse onu da reddetmezdi.Buna benzer bir olayda Hz. Ömer radıyaiiahu anh'm başından geçmiştir. Rasû­lullah saiiaiiahu aleyhi vesellem ona bir şeyler verdi. Hz. Ömer radıyaiiahu anh onu İade etti. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem, "Neden geri iade ettin?" buyurdu. Hz. Ömer radıyaiiahu anh, "Siz, <Bİzim için en hayırlısı kimseden bir şey a!mamaktır> buyur­muştunuz" deyince Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Ondan kasıt is­teyerek almaktır. İstemeden bir şeyin gelmesi Allah tarafından verilen bir rızıktır. Onu Allah celle celaluhu ihsan etmiştir". Hz. Ömer radıyaiiahu anh, "Ya Rasûlallah! O halde benim canım kudret elinde oian Allah'a yemin olsun ki bundan sonra asla kimseden bir şey istemeyeceğim. İstemeden gelirse kabul edeceğim" dedi.Abdullah bin Âmir radıyaiiahu anh bir elçiyle Hz. Aişe radıyaiiahu anha'ya biraz para ve biraz kumaş gönderdi. Hz. Aişe radıyaiiahu anha, "Benim âdetim kimseden bir şey almamaktır" diyerek geri gönderdi. Elçi geri dönüp gitmeye başladı, tam evden çıkmıştı ki Hz. Aişe radıyaiiahu anha onu geri çağırdı ve o hediyeyi aldı son­ra, "Ben bir şey hatırladım. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bana, <Ey Aişe iste­meden bir şey gelirse onu kabul et O mal Allah tarafından sana gönderilen bir rızıktır> buyurmuştu" dedi.Galiba bu ilk zamanlardaki bir kıssadır. Ondan sonra Hz. Aişe radıyaiiahu anha hediyeleri kabul etmeye başladı. Bir çok Sahâbe-i Kiram'dan Hz. Aişe radı­yaiiahu anha'ya çok büyük paraların takdim edildiği ve Hz. Aişe radıyaiiahu anha'nın onları alır almaz taksim ettiği bir çok rivayetler de varid olmuştur.Vâsıl bin Hattab radıyaiiahu anh diyor ki: Ben Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesel­lem e, "Siz, <Kimseden bir şey istemeyin> diye bir şey söylediniz mi?" dedim. Ra­sûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, "Evet ben istemekle ilgili söylemiştim. Ancak eğer istemeden Allahu Teâlâ bir şey verirse onu alıver. O Allah'ın sana vermiş olduğu bir nzıktır" buyurdu. Hz. Ebû Hureyre radıyaiiahu anh da Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm şöyle buyurduğunu naklediyor: "Kime Allah cetie celaluhu istemeden bir şey verdirirse onu kabul etsin. O Allah tarafından o kimseye gönderilen bir nzıktır". Âbid bin Ömer radıyaiiahu anh da Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem'ln şöyle buyurduğunu naklediyor: "Kime istemeden ve hırs etmeden bir mal verilirse o malla kendi harcamalarında bolluk meydana getirmesi gerekir. Eğer kendisinin ona ihtiyacı yoksa o zaman kendisinden daha fazla ihtiyacı olan birine vermesi gerekir". Hz. İmam Ahmed bin Hanbel rahmetuiiahi aleyh1 \n oğlu Abdullah diyor ki: Ben babama, "İsrafı nefs (hırs ve aç gözlülük) nedir?" diye sordum, buyurdu ki: "Kalbinden, <Bu şahıs bana bir şeyler verecek.  Falan şahıs bana bir şey gönderecek> diye kalbinden geçirmendir"[38] Işraftn asıl manası gizli gizli hırsızla­ma bakmaktır. Nefsin israfı ise Nefsin mala gizlice (hissettirmeden) bakması ve onu sinsice beklemesidir. İmam Ahmed bin Hanbel rahmetuiiahi aleyh'm buyurduğu gibi kalpten "Şu adam bana bir şeyler verecek" düşüncesinin geçmesidir. Bun­dan dolayı alimlerin çoğu israfı, hırs ve aç gözlülükle ifade etmişlerdir. Çünkü bunda da nefsin, "Bana bir şeyler verilsin" arzusu bulunmaktadır.Allâme Aynî rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: "Bazıları israfı Nefsin manası şiddetli hırstır demişlerdir. Bazı alimler de işraf-ı Nefs, veren kişinin nefsine ağır gelerek vermesidir, dediler". İmam Gazali rahmetuiiahi aleyh, talep etmeden bir yerden gelen şeyi kabul etmenin adabı hakkında şöyle yazmaktadır: Bu konuda Üzerinde düşünülmeye ve fikredilmeye değer üç şey vardır. Birincisi mal, ikincisi verenin maksadı, üçüncüsü alanın maksadı. Yani ilk önce malın durumuna bak­mak lazımdır. Eğer haram veya şüpheli malsa ondan sakınmak gerekir. Ondan sonra verenin maksadına bakmak gerekir ki, o hangi niyetle vermektedir. Yani başkasının kalbini sevindirmek ve onun sevgisini arttırmak İçin hediye niyeti ile mi veriyor? Veya sadaka niyetiyle mi veriyor yada şöhret yapmak ve ün salmak gayesiyle mi veriyor? (Yahut başka bir bozuk niyetle mi veriyor? -ki onun açıkla­ması ikinci hadiste gelmektedir-) Eğer sadece hediye ise onu kabul etmek sün­nettir (pek çok hadislerde hediye vermek ve hediyeyi kabul etmekle ilgili teşvikler geçmiştir). Bu, alan kişi üzerine minnet (iyilik etmek ve yük) olmak şeklinde ol­mamalıdır. Eğer minnet ve yük altında kalma durumu varsa reddetmekte bir sa­kınca yoktur. Eğer hediye fazla miktarda olduğundan dolayı minnet olursa ondan bir miktar alıp bir miktarını geri iade etmekte de bir sakınca yoktur.Bir şahıs Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem e yağ peynir ve bir koç takdim etti. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem yağ ve peyniri kabul etti. Koçu geri iade etti. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vese/tem'in bazı hediyeleri kabul edip bazılarını reddetmek yüce âdetlerindendi. Bir defasında Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Ben istiyorum ki Kureyş'ten veya Ensardan veya Sakif kabilesinden yahut Devs kabilesine mensup insanlardan başka kimsenin hediyesini kabul etmeyeyim". Bu irşadın temeli şuydu: BirA'rabi köylü Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem e bir dişi deve takdim etti. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseitem'\r\ âdeti şerifi, hediyeye mukabelede bulunmak olduğundan devenin karşılığında ona altı deve verdi. Köylü bunu az bul­du. Çünkü o bundan daha fazlasını ümid ediyordu. Bundan dolayı o üzüntülü ol­duğunu belli etti. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bu olayı öğrenince vaazında bu­nu zikrederek (yukarıdaki) niyetini açıkladı. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem hediye konusunda istisna ettiği insanların ihlasına itimad ediyordu.[39]Tabiinden olan büyük zatların âdetlerinin de böyle olduğu çok sık nakle­dilir. Şöyle ki; hediyelerin bazılarını kabul eder, bazılarını da reddederlerdi. Bir adam Feth bin Şehref Mûsilî mhmetuiiahi aieytis içinde 50 dirhem bulunan bir kese takdim etti. O buyurdu ki: "Bana Rasûluüah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm şu hadisi ulaştı; <Kime talep etmeden bir rızık gelir de, o kişi onu geri iade ederse, o Allah'ın ver­diği rızkı iade etmiş olur>". Ondan sonra o keseyi aldı ve içinden bir dirhemini ka­bul edip kalanını geri iade etti.Hasan Basrî rahmetuiiahi aleyh de aynı îiadisi rivayet ediyor. Ancak bir adam ona, içinde dirhem bulunan bir kese ve içinde Horasan'ın ince kumaşlarından bulu­nan bir bohça getirdi. Hasan Basri rahmetuiiahi aleyh bunları geri verdi ve şöyle bu­yurdu: "Kim benim oturduğum makama oturur da (yani vaaz-u nasihat hidayet ve irşad etme makamında bulunursa), sonra da insanlardan bu gibi şeyleri kabul eder­se o kimse hiçbir payı olmadığı halde Allah'a kavuşur (yani ahirette ona hiç bir şey verilmeyecektir). Çünkü bunda dini işlerde karşılık ve bedel alma şaibesi vardır".Hz. Ubâde radıyaliahu anh buyuruyor ki: Ben Ashabı Suffe'ye Kur'an-ı Kerim okuturdum. Onlardan biri bana bir yay hediye etti. Ben, "Bu bir mal değildir. Onu Allah yolunda cihadda kullanırım" diye düşündüm. Sonra "Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'e bir sorayım" dedim ve sordum. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Eğer sen ateşten bir halkanın boynuna takılmasını istiyorsan onu al"Hasan Basri rahmetuiiahi aieyti'm bu davranışından (ve Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm hadisinden) anlaşıldı ki; hediye kabul etme meselesinde alim ve vaizlerin durumu daha ağırdır. Buna rağmen Hz. Basri rahmetuiiahi aleyh {kendi özet) dostla-rının hediyelerini kabul ederdi. (Çünkü orada bir bedel ödeme şüphesi yoktu), ibrahim Teymi rahmetuiiahi aleyh kendi dostlarından hediye olarak birer-ikişer dirhem alırdı. Bazı insanlar kendisine çok yüklü paralar teklif ederler ama o bunu kabul etmezdi. Bazı zatların âdeti de şöyleydi: Biri hediye verince şöyle derlerdi; "Şimdi o yanında kalsın ve iyice düşünerek bana söyle ki; eğer onu kabul edersem senin kalbindeki değerim (ve sevgim), onu kabul etmeden önceki sevgiden daha fazla artıyor mu? Eğer öyleyse bana bildir. Ben o taktirde onu alırım, yoksa almam". İmam Gazali rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Bunun alâmeti şudur; reddedilince hediye-yi veren kimsenin kalbi kırılmalı, kabul etmekle sevinip memnun olmalı, hediye-sinin kabul edilmesini kendine yapılan bir ihsan olarak görmelidir".Bişr rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Ben Hz. Sirrî Sakatî rahmetuiiahi a/eyfi'den baş­ka kimseden asla bir şey istemedim. Şüphesiz benim ondan istememin sebebi onun zühd halini bildiğimdendir. Ben şunu kesin olarak biliyorum ki, onun mülki­yetinden bir şeyin çıkması onun sevinmesine sebep olmakta ve yanında kalması sıkıntıya sebep olmaktadır. Bundan dolayı ben onun malından alarak onun se­vinmesine yardımcı oluyorum.Horasanlı bir şahıs Hz. Cüneydi Bağdadi rahmetuiiahi aieyh'e hediye olarak pek çok eşya getirdi. Cüneydi Bağdadi rahmetuiiahi aleyh, "İyi, ben bunu fakirlere dağıtırım" dedi. Adam, "Ben bunun için size vermiyorum. Gönlüm istiyor ki, siz bunları kendi yemeğinize harcayınız" dedi. O, "Ben onu bitirene kadar nasıl ha­yatta kalırım? (yani bu çok büyük bir miktardır. Onu bitirmek için zaman gerekir)" dedi. Adam, "Ben bunu sirke ve sebzeye harcamanızı istemiyorum (çünkü bu şekilde yıllarca bitmez). Benim gönlüm istiyor ki, bununla siz helva, tatlı vs. gibi güzel şeyleri yiyiniz" deyince Cüneydi Bağdadi rahmetuiiahi aleyh kabul etti. Hora­sanlı şahıs, "Bağdat'ta sizden daha çok bana ihsan eden hiçbir kimse yoktur (çünkü siz benim ricam üzerine hediyemi kabul ettiniz)" dedi. Hz. Cüneyd, "Senin gibi şahsın hediyesi muhakkak kabul edilmelidir" buyurdu. Yukarıda anlatılan bahsin tamamı hediye hakkındaydı.

İkinci olarak gelen malın sadaka mı veya zekat mı olduğuna bakılmalıdır. Eğer o mal zekat ise onu alacak kişi zekat almaya müstahak olup olmadığına bak­malıdır. (Bu durumun açıklaması zekat bölümünün sonunda geçmiştir). Eğer (veri­len şey) zekatın dışınca kalan bir sadaka ise onu alacak olan kimse, verecek olan kimsenin niçin verdiğine bakmalıdır. Eğer verilen sadaka, alanın dindarlığından dolayı veriliyorsa, o zaman alan kişi kendi haline bir göz atmalıdır. Yani gizlice her­hangi bir günahı işliyor olmamalıdır. (Öyle bir günah ki) eğer sadakayı veren kimse bu günahı bilse asla (ona bir şey) vermez ve tabiatı o kişiden nefret ederdi. Eğer sadakayı alan böyle bir günah işliyorsa, o sadakayı alması caiz değildir. Bu duru­ma şöyle örnek verebiliriz; bir kimse bir adamı âlim zannederek bir şey verse, an­cak o kimse halis cahil ise veya bir kimse bir adamı Seyyid (yani Peygamber saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm torunlarından biri) zannederek verse, ancak o adam Seyyid değilse, o takdirde bunların (cahilin ve Seyyid olmayanın) o malı almaları asla caiz değil ve kesinlikle haramdır.Eğer veren kimsenin maksadı övünmek gösteriş ve şöhretse, onu asla ka­bul etmemek gerekir. Çünkü bu bir masiyettir. Onu alan kişi bu günahta o kimse­ye'yardımcı olmuş olur. (Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem övünmek için yemek yediren kimselerin yemeğini yemeyi yasaklamıştır).[40]Hz. Süfyan Sevrî rahmetuiiahi aleyh bazı hediyeleri şöyle diyerek geri çevirirdi: "Eğer ben veren kimsenin bunu öğünerek anlatmayacağına kesin olarak inansam alırım". Bazı zatlara hediyeleri geri çevirdikleri için itiraz edilince, "Veren kişiye acıdı­ğımdan geri çeviriyorum. Çünkü o bunu insanlara anlatıyor. Bu yüzden sevabı gidi­yor. O halde sevap kazanmadığı halde onun malı neden zayi olsun?" demişlerdir.Üçüncü olarak, alan kişinin maksadıdır. Eğer o kişi muhtaç ise ve malda 1 ve 2. sırada saydığımız afetlerden korunmuş ise onu almak efdaldir. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Eğer sadakayı alan muhtaç ise sadaka almasının sevabı verenin sevabından az değildir". Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Allahu Teâlâ kime istemeden ve kalbinden geçirmeden bir mal verirse, o Allah'ın ihsan ettiği bir rızıktır".Bu konuyla ilgili bir çok rivayetler yukarıda geçmiştir. Alimler buyurdular ki: "Kim istemeden geleni almazsa istediği zaman da kendine bir şey gelmez". Hz. Sİrri Sakati rahmetuiiahi aleyh, Hz. imam Ahmed bin Hanbel rahmetuiiahi aieyh'm yanı­na hediye gönderirdi. Bir defasında o hediyeyi geri çevirince Hz. Sİrrî rahmetuUahi aleyh buyurdu ki: "Ahmed! Geri çevirmenin vebali almanın vebalinden daha ağır­dır". Hz. Ahmed bin Hanbel rahmetuiiahi aleyh, "Sözünüzü bir daha tekrarlayınız (tâ ki ben onu düşüneyim)" dedi. Hz. Sirrî Sakatı rahmetuiiahi aleyh, "Geri çevirmenin vebali, almanın vebalinden daha ağırdır" buyurdu. Hz. Ahmed bin Hanbel rahme­tuiiahi aleyh, "Yanımda bir aylık geçinecek miktar olduğu için geri çevirdim. O sizin yanınızda kalsın bir ay sonra bana veriniz" dedi.Bazı alimler şöyle buyurmuştur: İhtiyacı olduğu halde (verilen şeyi) alma­yan kimse herhangi bir cezaya mübtela olur. Eğer kişide hırs meydana gelirse veya şüpheli mal almak gerekirse yahut bir afet öylesine gelirse ve eğer bu mala ihtiyacı da yoksa, o zaman şuna bakmalıdır; kendisi infiradi bir hayat mı yaşıyor yoksa içtimai bir hayat mı? Yani eğer yalnız başına yaşıyorsa ve başka insanlarla ilişkileri yoksa, böyle bir adamın ihtiyacından fazlasını alıp, yanında tutmaması gerekir. Çünkü bu sadece arzulara tabi olmaktır ve o kişiyi fitneye mübtela kılmaya sebeptir. Eğer herhangi bir sebepten dolayı almışsa onu başkalarına taksim etme­lidir. İmam Ahmed bin Hanbel rahmetuiiahi aleyh Hz. Sirrî rahmetuiiahi a/ey/j'in bağışını kendisinin buna ihtiyacı olmadığından kabul etmemişti. Bir de alıp da onun taksimi ve harcanmasıyla kendi vakitlerini meşgul etmeyi kabul etmedi. Çünkü bunda pek çok afetler ve zorluklar vardır. Afet mahallinden uzak durmak ihtiyatın gereğidir. Çünkü şeytanın hilesinden hiçbir zaman emin olunamaz.Mekke'de oturmakta olan bir şahıs diyor ki: Benim yanımda biraz dirhem vardı. Onları Allah yolunda sarf etmek için saklıyordum. Tavafını bitirmiş bir fakir gördüm. (Kabe'nin örtüsüne yapışmış) çok sessizce şöyle diyordu; "Allah'ım Sen biliyorsun ki ben açım. Ey Allah'ım Sen biliyorsun ki ben çıplağım. Ey başkala­rını gören ve Kendisini kimsenin görmediği Yüce Zât!". Ben o fakire göz gezdirin­ce onun bedeni üzerinde eskimiş iki bez parçası gördüm ki, onlar onun vücudu­nu örtmüyordu. Ben kalbimden, "Benim dirhemlerimin sarfedileceği bundan daha hayırlı bir yer bulamam" diye düşündüm. O dirhemlerin hepsini onun önüne koy­dum. Onlardan sadece beş dirhem alarak gerisini bana iade etti ve "Dört dirhem iki peştemalin bedelidir. Bir dirhem de üç günlük yemeğe sarf olacaktır. (Bir dir­hem yaklaşık 3,2 gr gümüş'tür). Ben ikinci gece onun üzerinde iki yeni bez par­çasının olduğunu gördüm. Benim kalbimde onunla ilgili tehlikeli bir şey geçti. O bana baktı ve elimi tutarak kendisiyle birlikte tavaf yaptırdı. Tavafın yedi dönü­şünde her adım başı ayağımın altında değerli madenlerin dolu olduğunu hisset­tim. Onlar ayağımın altında hareket ediyorlardı. Onlar arasında altın, gümüş,yakut, inci ve diğer mücevherler vardı. Ben onları görüyordum. Fakat diğer in­sanlar görmüyorlardı. Ondan sonra o adam bana, "Allah ceiie ceiaiuhu bütün bunları bana ihsan etti. Ancak ben bunlardan almak istemiyorum. İnsanların elinden alıp harcıyorum. Çünkü bunda kendilerinden aldığım insanlar için de kazanç vardır. Allah'ın Rahmeti de onlar üzerine inmektedir" dedi.Bu olayları anlatmaktan maksat şudur: İhtiyaçtan fazlasını almak fitneye sebeptir. Allah tarafından onu hangi işe harcadığına dair bir imtihandır. İhtiyaç kadar almak Allah'ın Rahmeti'dir. Öyleyse insanın rahmet ve imtihan arasında ayırım yapması gerekir. Allahu Teâlâ buyuruyor ki:"Biz kimin daha iyi amel işlediğini imtihan etmek için yeryüzündeki varlıkları, yeryüzünün süsü ve yaldızı yaptık" (Kehf-7) (Yanı kim bu süse ve yaldıza ka­pılarak Allahu Teâlâ'dan gafil oluyor ve kim de ondan yüz çevirip Allah ile meşgul oluyor). Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyuruyor ki: "İnsanın üç şeyden başka­sında hakkı yoktur: 1-Belini doğrultacak kadar yemek, 2-Bedenini örtecek kadar elbi­se, 3-İçinde insan barınabilecek kadar bir ev. Bunların dışında ne varsa hepsinin he­sabı vardır. Bu üç tanesinden zaruret kadar olanı mükâfata sebeptir, insan bundan fazlasında Allah'a isyan etmese bile kesin hesap vardır. Eğer isyan ederse azab var­dır. O halde zaruretten fazla bir şeyler var ise onu muhtaç olanlara sarf etmelidir.Bütün bunlar infiradi hayatın haliydi. Eğer bir kimsenin hayatı içtimai ise onun tabiatında cömertlik ve ihsan maddesi varsa fakirler ve salihler topluluğu ona bağlıysa onların ihtiyaçlarını da yerine getirmek gerekiyorsa, o zaman böyle bir şahsın ihtiyacından fazlasını almasında bir sakınca yoktur. Ancak aldıktan sonra çok âcil bir şekilde sarf etmeli ve ihtiyaç ehline taksim edilmelidir. Bir gece bile onu kendi yanında tutmak bir fitnedir. Çünkü kalpte onun düşüncesi doğma­ya başlar ve insanın tabiatı onu harcamaktan çekinebilir. Hatta böyle bir şahsın Allah'a güvenerek borç alıp, onu harcamasında bir sakınca yoktur. Allahu Teâlâonun borcunu Ödeyecektir.[41]

5) Hz. Enesanadan Rasûlullah buyurdu: »Sizden biriniz birine bir borç verirde o borçlu kimse borç veren ktaL hir hedive verir veya bineğine bindirirse, ne onun hediyesini kabul e sene de oLVb   eğine binsin. Ancak bu gibi muameleler daha onc aralarında cereyan ediyorsa bunda bir sakınca yoktur». Mâce,

İZAH: Yani eğer önceden beri aralarında hediyeleşmek veya onun bir şe­yini ödünç alıp kullanmak vs. gibi ilişkiler varsa o zaman borç durumunda da hediye kabul etmekte bir sakınca yoktur. Eğer önceden böyle ilişkiler yoksa şim­di borç aldığı için böyle yapıyorsa o zaman o faiz olur.Bir başka hadiste şöyle geçmektedir: Hz. Ebû Bürde radıyallahu anh diyor ki: Bana Hz. Abdullah bin Selam radıyallahu anh buyurdu ki; "Siz faizin çok revaçta olduğu bir yerde oturuyorsunuz. Öyleyse herhangi bir şahıstan alacağınız bir hak varsa, sonra o sizin yanınıza bir çuval kül veya bir çuval ot koysa, onu almayınız zira o faizdir"[42] O halde hediye kabul etmek konusunda veren kişinin herhangi bir bozuk maksadının olup olmadığına bakmak gerekir. Mesela, borç durumunda hediye vermek faiz olmakla beraber, "Alacaklı borcunu istemesin" diye bir gaye de varsa bu aynı zamanda faizle birlikte rüşvettir de. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi ve-seiiem pek çok hadisi şeriflerinde rüşvet alana da verene de lanet etmiştir.Hz. Abdullah Ibni Ömer radıyallahu anhuma buyurdu ki: "Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem rüşvet alana ve rüşvet verene lanet etmiştir". Bir başka hadiste Ra­sûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem şöyle buyurmuştur: "Rüşvet alana, rüşvet verene Allah lanet etmiştir". Diğer bir hadiste, "Rüşvet alan da rüşvet veren de Cehen-nem'dedir" buyuruimuştur. Yine bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Bir kavimde fa­iz revaç bulursa, onlar üzerine kıtlık musallat olur. Hangi kavimde rüşvet ortaya çıkarsa onların düşmana karşı cesaretlen gider ve korku içinde kalırlar". Bir çok hadiste şöyle geçmiştir: "Rasûiullah saiiaiiahu aleyhi veseilem rüşvet alana da rüşvet verene de ve bu muamelede aracı olana da lanet etmiştir"[43]Rasûl-i Ekrem saiiaiiahu aleyhi veseilem bir şahsı sadakaları toplamak için gönderdi. O işini bitirip dönünce Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm huzuruna ge­lerek, "Bu mal sadaka olarak verildi, şunu da halk bana hediye olarak verdi" dedi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem vaazında bunun üzerine uyarıda bulunarak şöyle buyurdu: "Bazı insanlar halktan sadaka malı toplamak için gönderiliyor. Gelince de, <Bu sadaka malıdır. Şu ise bana hediye olarak verildi> diyor. O ken­di babasının veya anneciğinin evinde otursaydı da, kendisine hediye verilip verilmeyeceğine bir baksaydı".[44]Önceki hadislerde borçlanma durumunda Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem şöyle buyurmuştu: "Eğer borç muamelesi olmadan önce de bu hediye verme -durumu var ise o zaman bunda bir sakınca yoktur". Yukarıdaki azarlamada da şuna işaret edilmiştir. Bir kimseye idareci olmadığı bir durumda evinde otururken hediye geliyorsa, o hediyedir. Ancak bir hediye idareci olduğundan dolayı verili­yorsa, o hediye değildir. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem buyurdu ki: "Bir kimse birini himaye edip kayırsa, bu himayesinden dolayı kendisine hediye verilse, o da hediyeyi kabul etse, faiz kapılarından çok büyük bir kapıya dahil olur".[45]Hz. Muaz radıyallahu anh diyor ki: Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem beni Ye-men'e vali tayin edip gönderince arkamdan bir adam gönderdi. Beni yoldan geri çağırdı. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseüem, "Biliyor musun ben seni niçin çağırdım? Benim iznim olmadan hiçbir şey alma, bu hıyanet olur".

"Kim hıyanet ederse, Kıyamet gününde hıyanet ettiği şeyi (yüklenerek mahkemeye) getirir".                                                                    

(Âli lmran-161)

Hz. Ebû Hureyre radıyallahu anh buyurdu ki: Hz. Rifâe radıyallahu anh bir köleyi Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiemG hediye olarak takdim etti. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem ile birlikte Hayber gazvesine gitti. O bir yerde Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm devesine yük bağlıyordu ki, bir yerden bir ok gelip ona isabet etti. Bu yüzden o şehid oldu. Halk, "Şehitlik ona mübarek olsun (çünkü o Rasûlullah saiiai-lahu aleyhi veseiiem'm kölesiydi, bir de buna şehitlik derecesi katıldı. Bu tebrik edilme­si gereken bir durumdur)" dediler. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem, "O (ganimet malından) bir şal çalmıştı, şimdi o şal bir ateş halinde onu sarıyor" buyurdu.Hz. Zeyd bin Hâlid radıyallahu anh diyor ki: "Huneyn savaşında bir adam ve­fat etti. Cenazesi hazırlanıp namazını kıldırması için Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi ve-seiiem'e rica edildi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem, <Onun namazını siz kendiniz kılın> buyurdu. Sahâbe-i Kiram'ın (üzüntüden) yüzlerinin rengi kaçtı. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem (onları üzüntülü görünce), <o (ganimette) hıyanet etmiştir> buyurdu". Hz. Zeyd radıyallahu anh diyor ki: "Biz merhumun eşyalarını aradık, onlar arasında yahudilerin incilerinden küçük küçük inciler bulduk. Onlar iki dirhem bile etmezlerdi"[46]Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem şöyle buyurdu: "Allahu Teâlâ kendisi te­mizdir ve sadece temiz malı kabul eder. Allahu Teâlâ Rasûllerine neyi emret-mişse Müslümanlara da aynı şeyi emretmiştir. Nitekim şöyle buyurmuştur:<Ey Peygamberler! Temiz (yani helal) şeylerden yiyin ve salih ameller işleyin>(Mü'minûn-51)Allahu Teâlâ müminlere şöyle buyurmuştur:<Ey İman edenler! Size verdiğimiz nzıklann temiz olanlarından yiyin>(Bakara-172)"Sonra Rasûlullah (sattaiiahu aleyhi veseiiem bir adamdan bahsederek şöyle buyurdu: "O uzun bir yolculuğa çıkıyordu (yolculuk duanın kabul olduğu özel bir yerdir). Saçları dağınık, toz toprak içindeydi (bununla onun yoksulluğu da anla­şılmaktadır). Sonra o adam iki elini göğe doğru kaldırıp, <Allah'ım! Allah'ım!> di­yerek dua ediyordu. Ancak yemeği haram, içmesi haram, elbisesi haramdı. Ha­ram malla beslenmişti. Peki böyle birinin duası nasıl kabul olunabilir?"Bir başka hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur "Ya­kında öyle bir zaman gelecek ki, insan malın helal yoldan mı, haram yoldan mı geldiğine bile aldırış etmeyecektir"[47]Bunlardan başka pek çok değişik ifadeleri içini alan bir çok rivayetler hadis kitaplarında sık sık varid olmuştur. Bu rivayetlerde en çok şuna tenbih edilmiştir. İnsan gelir ve kazanç yollarını sıkı bir şekilde gözden geçirmelidir. Para hırsıyla haram kazanca göz yummamahdır. Bu konuda ilim ehlinin mesuliyeti, halkın me­suliyetinden daha fazladır. Çünkü onlar bizzat helal ve haramı bilmektedirler. Bil­hassa medreselerle ilgilenenler ve yardım için toplanan mallarla ilişkisi olanların daha fazla ihtiyat göstermeleri gerekir.Bizim büyüğümüz olan, selefi sâlihînden arta kalan, akranlarının iftihar kaynağı olan olan Hz. Mevlânâ Şah Abdurrahim Raypûri kuddise siuuhu şöyle bu­yururdu: "Ben medreselere ait olan paradan korktuğum kadar insanların mülkiye­tinde olan paradan korkmam. Eğer birinin şahsi malıyla ilgili bir dikkatsizlik ve kusur olursa, nihayetinde ondan af dilenir, o affederse affolunmuş olur. Ancak medreselerin parası dünyanın her yerinden gelen bağışlardır. Medrese yöneten­ler £m/n'dirler. Eğer o parada bir hıyanetlik olur yada haksız tasarruf yapılırsa, bu yöneticilerin affetmesiyle af olmaz. Şüphesiz yöneticiler böyle bir şeyi affet­mekle bu suça ortak olmaktadırlar". Allahu Teâlâ kendi lütuf ve keremiyle kul haklan meselesinden korusun. Çünkü bu çok ağır bir şeydir.Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ indinde kıyamet günü üç mahkeme vardır; 1-Birinci mahkemede affetmek asla söz konu­su değildir. Bu, şirk ve tevhid mahkemesidir. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur;<Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını (şirki) bağışlamaz. Bunun dışında dilediğini bağişlar> (Nisa-116). 2-İkinci mahkemede Allahu Teâlâ be­delini alana kadar (hesap sormadan) kimseyi bırakmayacaktır. Bu mahkeme bir başkasına yapılan zulmü yargılayan mahkemedir. (Bu zulüm ister can açısından olsun, mesela; kötü konuşmak, birinin İffet ve şerefini zedelemek, ayıplamak vs. gibi... İsterse bu zulüm mal açısından olsun, mesela; birinin malını haksız yolla almak gibi...) 3-Üçüncü mahkeme Allahu Teâlâ'nın hakları ile ilgilidir. Bu hususta Allah dilerse azab eder, dilerse affeder"[48]Bu hadisleri zikretmenin asıl maksadı şudur; insan kendi gelir yollarını çok derin bir şekilde gözden geçirmelidir. Eğer kazanç haram olursa biraz öncede geç­tiği gibi ne o kişinin duası kabul olunur ne de onun sadakaları kabul edilir. Bu ko­nuda pek çok rivayetler zekatın açıklandığı bölümde geçmiştir. Hatta bazı rivayet­lerde şu ifade de geçmiştir: "Haram maldan oluşan ete (yani bedene) Cehennem ateşi daha layıktır". İlerdeki hadisin izahında da bu gibi ifadeler gelecektir. Allah ceiie ceiaiuhu kendi lütfü ile bizleri (haram kazançtan) muhafaza buyursun (Amin).

6) Hz. İbni Mes'ud radıyaifahu anh'dan rivayete göre Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Kıyamet günü hiçbir insanın ayağı beş şey­den sorgulanmadan (ve makul bir cevap alınmadan, hesap yerinden) ayrıl­maz. 1-Ömrünü hangi İşte harcadığı, 2-Gençliğini hangi şeye sarf ettiği, 3-Ma-lı nereden kazandığı, 4-Malı nereye harcadığı, 5-İlmiyle ne amel yaptığı".                                              (Tirmizi, Mİşkât, Terğib)

İZAH: Bu hadisi şerif pek çok sahabeden nakledilmiştir. Burada Rasûlul­lah saiiaiiahu aleyhi veseiiem kıyamet hesabının fihristini kısaca saymıştır. Başka hadislerde bunların her biriyle ilgili çeşitli ifadeler kullanılarak, bunlar üzerine uyanlar yapılmıştır.İlk önce sorulup da cevabı istenecek şey, her nefesi son derece kıymetli bir sermaye olan "Ömrünü hangi şeye harcadın?" sorusudur. Biz insanlar niçin yaratıldık? Bizim hayatımız herhangi bir maslahat için mi, herhangi bir iş için mi dir? Yoksa boşu boşuna mı yaratıldık? Allahu Teâlâ bu konuya dikkatleri şöyle çekmiştir:"Sizi boşuna yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi (ve hayatınızın he­sabını vermeyeceğinizi mi) sandınız?"[49] (Mü'minûn-115)Yalnız bu kadar değil, bilakis başka bir yerde Allahu Teâlâ hayatın maksa­dını şöyle açıklıyor:"Ben cinleri ve insanları sadece Bana ibadet etsinler diye yaratt ım" (Zariyat-56)Böyle bir durumda herkesin kendi hayatının bütün vakitlerini gözden geçir­mesi gerekmektedir. Acaba kıymetli vakitlerini yaratılış maksadı olan işler için sarf ediyor mu? Bu vakitlerin ne kadarını kendi ihtiyaçları, ne kadarını eğlenceler ve maksatla ilgisi olmayan meşguliyetlere harcıyor?Siz bir mimarı, bir bina yapmak için görevlendiriyorsunuz. O size verdiği zamanın ne kadarını inşaat işinde kullanıyor, ne kadarını nargile içerek ve ne kadarını yemekle geçiyor? Siz onun ihtiyaçlarını gidermesi için ne kadar bir za­mana kutlanabileceğinizi hesap ediniz. O halde siz kendi emriniz altında olanlara ne kadar müsamaha ve müsaade gösterebiliyorsanız, kendinize de sadece o ka­dar müsamaha gösteriniz.Siz dükkanda durması için bir tezgahtar tutuyorsunuz. Bundan dolayı ona maaş veriyorsunuz. O ise gün boyu kendi ev ihtiyaçları ile ilgileniyor. Dükkana da bir kaç dakikalığına bir tur atıyor. Acaba siz ona maaş vermeye razı olabilir misiniz? Eğer "Hayır" diyorsanız o halde kendinizle ilgili ne gibi mazeretiniz var­dır? Zira Allah ceiie ceiaiuhu sizi sadece ibadet için yaratmıştır. O Malik ve Yaratıcı olan Allah her an size kendi nimetlerini lütfetmekte ve siz boş işlerde ömrünüzü geçirmektesiniz. Bir de, "5 vakit namaza gidiyoruz. Daha ne yapabiliriz ki?" diye kendinizi teselli etmektesiniz. Dikkatlice düşünün! Bu cevabı siz kendi işçile­rinizden duymaya dayanabilir misiniz?Allahu Teâlâ ikram ve ihsanından dolayı vakitlerin tamamında ibadeti farz kılmamıştır. Aksine zamanın çok az bir bölümünde farz kılmıştır. Bunda da kusur edilirse ne büyük bir zulümdür!Yukarıda ki hadiste sorgulanacak şeyin ikincisi, gençlik gücünün hangi şeylere sarf edildiğine dairdir. Allahu Teâlâ'nın rıza ve hoşnut olduğu işlere mi? O'na ibadete mi? Mazlumları koruyup, himaye etmeye mi? Zayıflar ve sakatlara yardım etmeye mi? Veya günah ve kötülüklere mi? Ayyaşlık ve serseriliğe mi? Güçsüzlere zulmetmeye mi? Haksıza yardım etmeye mi? Şu pis dünyayı kazan­maya mı? Bir de dünya ve ahirette işe yaramayan boş işlere mi?Bunun cevabı öyle bir mahkemede verilecek ki, orada ne avukatlık geçerli olabilir ne de yalan, hile ve güzel konuşmalar işe yarayabilir. Oranın gizli polisleri her zaman ve her an insanla beraber bulunmaktadırlar. Sadece bu kadar değil üstelik insanın kendileriyle bu çirkin hareketleri işlediği organları, kendi aleyhinde şahitlik edecekler ve suçlarını itiraf edeceklerdir. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:"O gün Biz onların ağızlarını mühürleriz (tâ ki onlar boş özürler uydurmasın­lar). Bize elleri konuşur, ayaklan da ne yaptıklarına şahitlik eder". (Yasin-65) Yani el, "Benimle falan ve falan kimseye zulmedildi. Bana caiz olmayan şu şu hareketler yaptırıldı" diyecektir. Ayak, "Ben caiz olmayan nice meclislere götürül­düm" diye şahitlik edecektir.Diğer bir ayette şöyle buyurulmuştur:"O gün Allah'ın düşmanları toplanıp Cehennem ateşine sevkedilirler. Sonra bir araya getirilirler. / Cehennem'e (yakın) geldikleri zaman (ve hesap baş­layınca) kulakları, gözleri ve derileri işledikleri arhelleri hakkında aleyhle­rinde şahitlik eder. / Onlar derilerine, "Niçin bizim aleyhimizde şahitlik yapı­yorsunuz?" derler. Onlar da, "Bizi her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. Sizi ilk defa yaratan O'dur. (Şimdi) yine O'na döndürülüyorsunuz" derler. / Siz günahlarınızı kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin aleyhinizde şahit­lik etmelerinden korkarak gizlemiyordunuz (şu açıktır ki, insanın yaptığı ha­reketleri göz, kulak vs. hissederler öyleyse onlardan gizlenerek kim bir iş ya­pabilir?). Aksine siz Allah'ın yaptıklarınızın çoğunu bilmediğini sanıyordu­nuz. / İşte Rabbinize karşı beslediğiniz bu kötü zan (yani Allah'ın haberi yokturzanni) sizi helak etti de, böylece hüsrana uğrayanlardan oldunuz".(Fussilet-19-23)Bedenin şahitliği ile ilgili pek çok rivayetler hadislerde geçmiştir. Bir hadis­te şöyle buyuruluyor: Hz. Enes radıyaiiahu anh buyuruyor ki; Biz Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm yanındaydık. O tebessüm etti. Hatta mübarek dişleri göründü. Sonra buyurdu ki: "Biliyor musunuz ben niçin güldüm?". Sahâbe-i Kiram bilme­diklerini açıklayınca, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi ves&uem buyurdu ki: "Kul kıyamet günü Mevlâ'sına şöyle diyecektir; <Allah'ım! Sen bana zulüm yapılmayacağına dair güvence verdin>. Allahu Teâlâ, <Doğru söylüyorsun> diyecektir. Bunun üze­rine kul, <Allah'ım! Ben kendi aleyhimde kimsenin şahitliğini geçerli kabul etmi-yorum> diyecek. Allahu Teâlâ, <Peki öyleyse seni nefsin üzerine şahit kılacağız> buyuracak. Onun ağzına mühür vurulup, vücudunun azalarına sorulacak. Onlar işledikleri amellerin hepsini sayınca ağzındaki mühür açılacak bunun üzerine o kendi azalarına, <Bedbahtlar! Yazıklar olsun size! Ben bu şeyleri sizin için yapı­yordum (yani o yanlış hareketlerin lezzetini siz tadıyordunuz. Kendi aleyhinizde şahitlik etmeye başladınız)> diyecektir". (Ancak azalar da buna mecburdurlar. Çünkü o gün hiçbir şey hakkın aksine bir şey söyleyemeyecektir).Başka bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "İnsanın azalarından ilk önce sol kalçası konuşur. Kendisinden hangi işler sâdır olduğunu söyler. Ondan sonra di­ğer azalar konuşurlar. Kısaca her uzuv yaptıgîlyi ve kötü amelleri sayacaktır". Bun­dan dolayı başka bir hadiste Rasûluilah saiiaiiabu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: 11 in Subhanallah Elhamdülillah ve diğer kelimeleri parmaklarınızla sa-sayın (teşbih edin). Çünkü kıyamet günü bu azalara konuşma gücü verilecek ve sorgulanacaklardır". Yani bu azalar kendi günahlarını saydıkları gibi pek çok iyi işleri de sayacaklardır. Eller kötü hareketleri, zulüm, sitem ve caiz olmayan fiilleri haber verdiği gibi Allah'ın yüce ismini saymayı (teşbih çekmeyi), sadakalar ver­meyi güzel amellerle meşgul olmayı da haber verecektir.

Kısaca bu konu genişlik yönüyle çok uzundur. Ancak hülasası şudur: Genç­liğin güç ve coşkusunu taşıyan bu azaları, zulüm, sitem ve haram olan davranış­lardan korumak çok gereklidir. Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur:"Gençlik delilikten bir parçadır. Kadınlar ise şeytanın tuzaklarıdır"Yani insan kendi deliliği yüzünden bu ağa düşmektedir. Her Cuma günü hut­bede bu sözleri dinliyoruz da şu anki gençlik sarhoşluğu içinde bunun cevabını ver­memiz gerekeceğini zerre kadar aklımızdan bile geçirmiyoruz. Biz gençlik gücünü günahlarda ve dünya kazanmakta zayi ediyoruz. Halbuki gençlik kuvveti, ölümden sonra işe yarayacak işlerde kullanılmak içindir. Ne mutlu o gençlere ki, her an Allah'ın işiyle (ibadet ve taatle) meşgul olarak günahlardan uzak dururlar.Baştaki hadiste zikredilen üçüncü soru şudur: "Kazandığın malı hangi yol­dan elde ettin, helal miydi, haram mıydı?" Kıyamet günü kişi bu sualin cevabını vermeden hesap yerinden ayrılması mümkün olmayacaktır. Bundan önceki ha­diste bununla ilgili bir şeyler geçmişti. Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi vesetiem buyurdu ki: "İnsan haram yoldan kazanmış olduğu paradan sadaka verirse kabul olunmaz, harcarsa bereketi olmaz, miras olarak bıraksa, o mal, o kişi için Cehennem azığı olur". Bir başka hadiste şöyle buyurulmuştur: "Haram malla gelişip büyüyen bir ete (yani insan bedeninden bir parçaya) Cehennem ateşi daha uygundur". Diğer bir hadiste buyuruldu ki: "Bir adam 10 dirheme bir elbise satın alsa, onun bir dir­hemini haram kazançtan elde etmiş ise elbise bedeninde bulunduğu müddetçe o kişinin namazı kabul olunmaz"[50]Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm şu irşadı bir çok hadiste geçmiştir: "Rız­kı uzak sanmayın. Hiçbir insan takdirde yazılan rızkı kendisine ulaşıncaya kadar ölmez. Öyleyse rızık kazanmak için en iyi yolu seçin Helal kazanın, haramı terk edin". Pek çok hadiste şöyle geçmektedir: "Ölüm insanı aradığı gibi rızık da insa­nı arar". Yani insana ölüm gelmekten başka çare olmadığı gibi takdirde yazılan rızkını elde etmekten başka çaresi yoktur. Yine başka bir hadiste şöyle buyurul­muştur: "İnsan rızkından kaçmak istese de ölüm kendisini mutlaka bulacağı gibi rızık onu mutlaka bulur". Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Rızık insan için tayin edilmiştir. Dünyadaki bütün insan ve cinler rızkı ondan uzaklaştırmak isteseler uzaklaştıramazlar'[51]Bir hadiste Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur. "Eğer sen­de 4 şey varsa dünyanın hiçbir şeyinin olmaması üzülmeye değmez; Emaneti korumak, doğru konuşmak, güzel âdetler, temiz ve helal rızık". Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Kazancı güzel olan (yani temiz ve helal olan), içi (yani kalbi) iyi olan, dışı ahlaklı olan ve kötülüğünden insanların emin olduğu kimse mübarek bir insandır. Yine ilmiyle amel eden, ihtiyacından fazla olan malını (Allah yolun­da) harcayan, ihtiyacından fazla olan sözü kesen (yani lüzumsuz yere konuş­mayan) kimse de mübarek bir insandır".Hz. Said radıyaliahu anh bir defasında Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi vesellem'e, "Al­lahu Teâlâ'mn beni Müstecâb-ud Deavât (duası kabul olunan) bir kimse yapması için dua buyurunuz" diye ricada bulundu. Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Rızkını temiz tut (şüpheli mal yeme) ki Müstecâb-ud Duâ olasın. Mu-hammed'in canı kudret elinde olan Zât'a yemin ederim ki, insan karnına bir lok­ma haram koyunca bu yüzden onun 40 günlük ibadeti kabul olunmaz. Kimde haram malla beslenirse, Cehennem ona daha layıktır".Bu konuda daha pek çok rivayetler hadislerde geçmektedir.[52] Öyleyse kişi kendi kazanç sebeplerine çok dikkat etmelidir. Bu dikkati gösterirken dış görünüş açısından bir zarar görünse bile yine de bunda bereket vardır. Netice itibariyle maldaki bu azalma çok faydalı ve zarardan koruyucudur.Baştaki hadisteki dördüncü sorgulama şudur: "Malı nereye harcadın". Bu kitap baştan başa bu konu hakkındadır. Şöyle ki, insanın işe yarayacak olan malı sadece Allah yolunda harcadığı maldır. Malın (Allah yolunda harcanmayıp), kal­ması kişinin işine yaramadığı gibi, üstelik tamamen boş bir şey olarak kalmış olur. İkinci bölümün sonuna doğru bunun bir çok zararları da geçmişti. Ne kadar fazla mal olursa hesabın o kadar fazla gecikeceği açık bir şeydir. Kıyametin o çok çetin ve insanın aklını başından alan gününde herkes kan-ter içinde kala­caktır. Her şahıs korkunun şiddetinden sarhoş gibi olacaktır. Halbuki bu gerçek bir sarhoşluk değildir. Bununla ilgili olarak Allah cette cetaiuhu şöyle buyuruyor:"Ey İnsanlar! Rabbinizden korkun. ÇünküTuyamet sarsıntısı büyük bir şey­dir. / Onu gördüğünüz zaman her emzikli kadın (korkudan) emzirdiği çocu­ğunu unutur, her hamile kadın (dehşete kapılıp) çocuğunu düşürür. Sen insanları sarhoş görürsün. Aslında onlar sarhoş değillerdir. Fakat Allah'ın azabı şiddetlidir. (O'nun korkusundan dolayı hepsi bu duruma düşerler)".(Hac-1,2)Başka bir yerde şöyle buyurulmuştur:"İnsanların hesaba çekilme zamanı yaklaştı (Kıyamet hızla yaklaşmaktadır). Fakat onlar hâlâ gafletteler, aldırmıyorlar"                                         (Enbiya-1)Bundan birkaç ayet sonra şöyle buyurulmuştur:"Biz kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız. Hiçbir kimse hiçbir zulme uğratmayacaktır. İşlenen amel (iyi veya kötü) bir hardal tanesi kadar da olsa Biz onu ortaya koyarız. Hesaba çeken olarak da Biz yeteriz".(Enbiya-47)Başka bir yerde de şöyle buyurulmuştur:"Rablerinin emrine icabet edenlere (ve onunla amel edenlere) güzel mükafat vardır (Cennet'te onlara verilecektir). Ona icabet etmeyenler ise (kıyamet günü) yeryüzündekilerin hepsi hatta onların bîr misli daha kendilerinin olsa (yani bütün dünyadaki şeyler bir misliyle onların olsa) hepsini (kurtulmak için) fidye olarak verirlerdi. İşte bunlar için kötü bir hesap vardır"   (Rad-18)Daha başka ayetlerde o günün hesabı, o günün şiddeti ve ehemmiyeti üzerine dikkatler çekilmiştir. Hz. Aişe radtyaiiahu anha diyor ki: Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bir defasında şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü kim hesaba çeki­lirse o helak olur (çünkü hesabı tam olarak vermek çok zordur)". Hz. Aişe radıyai-lahu anha, "Ya Rasûlallah! Allahu Teâlâ (Inşikak suresinde) kolay bir hesap olaca­ğını buyurmuştur" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Bu (surede zikredilen) hesap sadece amellerin arz edilmesidir. Kimin muha­sebesi başlarsa o helak olur".Bir başka hadiste Hz. Aişe radıyallahu anha buyurdu ki: Rasûluliah sallallahu aley­hi veseiiem, "Allah'ım! Hesabımı Hisab-ı Yesir (kolay bir hesap) eyle" diye dua ederdi. Ben, "Ya Rasûlallah! Hisab-ı Yesir nedir?" dedim. Buyurdu ki: "Kişinin amel defterine bakılıp, <Bunlar affedilmiştir> denilmesidir. Kim de hesaba çekilirse o helak olmuştur".Hz. EbÛ Hureyre radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem'm şöyle buyurduğunu naklediyor: "Üç şey vardır ki bunlar kimde bulunursa onun hesabı kolay olur ve Allah ceiie ceialuhu onu rahmetiyle Cennet'e koyar. O üç şey şunlar­dır: Seni lütfundan mahrum eden kimseye sen ihsan et. Sana zulmedeni affet. Seninle yakınlık ilişkisini kesenle sen ilişkini devam ettir".[53]Bir hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Sizden Allah ile konuşmayacak hiç kimse yoktur. Konuşurken o kişiyle Allah arasında ne bir perde ne de bir vasıta olacaktır. Kişi sağına bakınca dünyada işlediği iyi amelleri görecektir. Soluna bakınca işlediği (kötü) amelleri görecektir. (Alev alev yanmak­ta olan) Cehennem gözünün önünde olacaktır. Ondan (kurtulmanın en güzel yo­lu sadakadır. Öyleyse sadaka vererek ondan) sakınınız, isterse (o sadaka) ya­rım hurma olsun".[54]Bir hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Bana Cennet gösterildi. Onun en yüksek derecelerinde muhacirlerin fakirleri vardı. Orada zen­ginler ve kadınların sayısı azdı. Bana, <Zenginler henüz Cennetin kapılarında hesap vermeyle uğraşmakta, kadınları ise altın ve gümüşün sevgisi alıkoymuş durumdadır>" denildi. Bir başka hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Ben Cennetin kapılarında duruyordum. Yoksulların çoğu oraya giriyorlardı. Zenginler ise (hesap yerinde) bağlı kalmışlardı. Ve ben Cehennem kapılarında durarak baktım ki, oraya çoğunlukla kadınlar giriyorlar". Bir başka ha­diste Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "İnsan iki şeyden korkar halbuki ikisi de onun için hayırdır. Ölümden korkar, halbuki ölüm onun için fitneden ko­runmadır. İkinci olarak malın azalmasından korkar, halbuki mal ne kadar az olursa hesap o kadar kolay olur".[55]RasûlUllah sallailahu aleyhi vesellem bir defasında Sahâbe-i Kiram radıyaliahu anhum ecmain topluluğunun yanında oturmuştu. Şöyle buyurdu: "Ben bu gece Cen-net'i ve oradaki sizin derecelerinizi gördüm". Sonra Hz. Ebû Bekr Sıddık radıyalia­hu an/j'a dönerek, "Ben bir şahıs gördüm. O Cennet'in hangi kapısına gitse, ora­dan <Merhaba, merhaba (buyurun gelin! buyurun gelin!)> sesleri geliyordu. (Cennet'te her iyi amel için bir kapı vardır. Her kapıdan çağırılmasının manası o kişinin her iyi amelde rütbesinin çok üstün olması demektir)" dedi. Hz. Selman radıyaliahu anh, "Ya Rasûlallah makamı böyle olan kimse rütbesi çok büyük olan bi­ridir" dedi. Rasûlullah sallailahu aleyhi vesellem, "Bu şahıs Ebû Bekr'dir" buyurdu. Sonra Rasûlullah sallailahu aleyhi veseliem Hz. Ömer radıyaliahu anh'm tarafına döne­rek, "Ben Cennet'te beyaz inciden bir ev gördüm. Üzeri yakut işlemeliydi. Ben, <Bu mekan kimindir?> dedim. <Kureyş'ten bir gencindir> dediler. (O köşkün son derece güzel olması, parlaklığı, gösterişi ve benim Seyyid-ül Murselin olmam sa­yesinde) anladım ki, o köşk ancak benimdir. Ben o köşke girmek isteyince bana, <Burasif/Ömer'indir> dediler" buyurdu. Sonra Rasûlullah sallailahu aleyhi veseliem Hz. Osman radtyaliahu anh Hz. Ali ve diğer bir çok sahabelerin makamlarını söyledi. Ondan sonra Hz. Abdurrahman bin Avf radıyaiiahu anh'm tarafına dönerek şöyle buyurdu: "Benim Ashabım arasında bana en geç sen ulaştın. Ben senin hakkın­da, <Acaba bir yerde helak mı oldu?> diye endişelendim. Sen kan ter içinde kal­mıştın. Ben, <Bu kadar zamandan beri nerede kalmıştın?> diye sorunca sen, <Malımın çokluğundan dolayı hesab vermekle meşguldüm. Bana malım hakkın­da, Nereden kazandın, nereye harcadın'? diye hesap soruldu> diye cevap verdin". Hz. Abdurrahman bin Avf radıyaliahu anh kendisiyle ilgili bu sözleri duyunca ağla­maya başladı ve "Ya Rasûlallah! Bu gece Mısır'daki ticaretimden 100 deve geldi. Bunlar Medine-i Münevvere'nin fakirleri ve yetimlerine sadakadır. Belki Allah ceiie ceiaiuhu bundan dolayı o günün hesabını bana hafif kılar" dedi.[56]Bir hadiste şöyle geçmektedir: Bir defasında Rasûlullah sallailahu aleyhi vesel­iem şöyle buyurdu: "Ey Abdurrahman! Sen benim ümmetimin zenginlerindensin ve Cennet'e sürünerek gideceksin (yürüyerek gidemeyeceksin). Sen Allahu Te-âlâ'ya borç ver ki, ayakların açılsın". Hz. Abdurrahman radıyaliahu anh, "Ya Rasûl­allah! Neyi borç vereyim?" dedi. Rasûlullah sallailahu aleyhi veseliem, "Bütün malını" buyurdu. Bunu duyunca malının tamamını getirmek için hemen ayağa kalktı. Rasûlullah sallailahu aleyhi vesellem onun arkasından birini göndererek onu çağırttı ve, "Şimdi Hz. Cibril aieyhisseiam geldi ve <Abdurrahman'a söyle ki, misafir ağırla­sın, fakirlere yemek yedirsin, isteyenlerin isteklerini yerine getirsin, sadaka verirken kendi yakınlarından başlasın. Bunlar onun tezkiyesi (tertemiz ve sağlam bir kim­se olması) için yeterlidir[57] İşte bu Abdurrahman bin Avf radıyaliahu anh kadri bü­yük bir sahâbidir. Çok üstünlüklerin ve övülecek işlerin sahibidir. Aşere-i Mübeşşe-re'den sayılmaktadır. Yani Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseliem'in daha dünyada iken kendilerini Cennetle müjdelediği 10 Sahâbe-i Kiram arasındadır. Ayrıca şehadeti sırasında Hz. Ömer radıyaliahu anh'\n yeni halife seçimini kendilerine bağladığı 6 kişi arasındadır. Hz. Ömer radıyaliahu anh şöyle demişti: "Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseliem bunlardan razı olduğu halde bu dünyadan göçmüştü". Sonra o altı kişi­den beşi halife seçme işini en sonunda Abdurrahman bin Avf radıyaiiahu anttın kararına bırakmışlar, o da Hz. Osman radıyaliahu  üçüncü halife tayın etmişti. O Sâbıkîn-i Evvelîn'den sayılıyordu. Onlar hakkında Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:

"İlk iman eden Muhacirler ve Ensar ile onlara ihlasla tabî olanlardan Allah razı oldu. Onlar da Allah'tan razı oldular. Allah onlar için altından ırmaklar akan Cennet'ler hazırlamıştır. Onlar, orada ebedi kalacaklardır".                                                                                                                  (Tevbe-100)

Buna ilave olarak Hz. Abdurrahman bin avf radıyaliahu anh iki hicreti de yapmıştır. Bedir savaşı ve diğer savaşlara katılmıştır. Rasûlullah sallailahu aleyhi veseliem zamanında ehli ilim ve ehli fetvadan sayılmıştır. Hz. Ömer radıyaliahu anh bazı işleri sadece onun reyi üzerine tercih etmiştir. Rasûlullah sallailahu aleyhi veseliem bir seferinde sabah namazını onun peşinde kılmıştır. Çünkü Rasûlullah sallailahu aleyhi vesellem defi hacet için gitmişti. Sahâbe-i Kiram'da bir araya gelerek onu imam seçmişlerdi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem geri dönünce namaz kılı­nıyordu. Bir rekat kılınmıştı ki Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem ona uyarak nama­zını kıldı. Hz. Ömer radıyaliahu anh halife olunca birinci senesinde kendi yerine vekaleten onu Emîr-ui Hacc tayin edip göndermişti.[58]Velhasıl sayısız faziletlerine rağmen malının çokluğu onu kendi derece­sindeki insanlardan geri bıraktı. Malı da sadece Allahu Teâlâ'nın lütfü, O'nun ba­ğışı ve O'nun ikramıyla elde etmişti. Yoksa o çok fakir biriydi. Hicretin ilk yılların­da Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem Muhacirler ve Ensar arasında kardeşlik tesis etmişti. Tâ ki Ensar bu hususi ilişkiler üzerine Muhacirlerin fakirlerine yardım ve destek olsunlar, işte bundan dolayı onu Hz. Sa'd bin Rebi Ensari radıyaiiahu anh'a kardeş yapmıştı. Hz. Sa'd radıyatiahu anh ona, "Allah ceiie ceiaiuhu Medine'de en faz­la mal ve serveti bana verdi. Ben malımın her birinin yarısını sana veriyorum.Benim iki hanımım var, onlardan hangisini istersen onu boşayacağım. İddeti do­lunca sen onunla nikahlanırsın" dedi. Ama onun gözü toktu, şöyle dedi: "Allahu Teâlâ senin malını bereketli kılsın. Benim ona ihtiyacım yoktur. Sen bana bura­nın pazarının yolunu göster". Pazara gitti ve alış verişe başladı. Akşamleyin kâr olarak biraz yağ ve peynir kazanıp getirdi. Aynı şekilde her gün gidiyordu. Daha birkaç gün geçmişti. Kazancı o kadar çoğalmıştı ki, nitekim evlendi.[59] Sonra öyle bir zaman geldi ki Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesetiem sadaka vermeye teşvik edince bütün malının yarısını sadaka olarak verdi. Malının çokluğu biraz önce geçen olayla ölçülebilir. Şöyle ki, sadece Mısır'daki ticaretten 100 tane yüklü deve gel­mişti. Onları sadaka olarak vermişti. Ondan sonra bir defasında 40 bin dinar (al­tın) sadaka vermişti. Bir defasında 500 at ve 500 deveyi cihad için vermişti. Otuz bin tane köle azad etmişti. Bir rivayete göre 30 bin aileyi azad etmiştir.[60] Her aile­de kim bilir ne kadar erkek ve kadın, yaşlı ve çocuk vardı. Bir defasında bir ara­ziyi 40 bin dinara satmış ve hepsini Muhacirlerin fakirlerine ve kendi akrabalarına ve Ezvâc-ı Mutahharât'a taksim etmiştir.[61]Vefatı sırasında yaptığı vasiyette Bedir savaşına katılmış olan her kişiye 400 dinar verilmesini istemiştir. O vakit Bedir ashabından 100 kişi hayatta idi.[62] Ezvâc-ı Mutahharât için bir bağ vasiyet etmişti. O bağ 40 bin dinara satıldı.[63] Buna rağmen kendi hali şöyleydi; bir defasında gu-sül edip "yemek yemek için oturdu. Karşısında içinde ekmek ve et (yani tirid) ye­meği bulanan bir tabağın konulmuş olduğunu görünce ağlamaya başladı. Biri ağ­lamasının sebebi sorunca şöyle dedi: "Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseitem ahirete intikal edene kadar karın doyuracak miktarda arpa ekmeği bile bulamamıştır. Bizde bulunan bu hallerin, bizim için hiç hayırlı olmadığı anlaşılıyor"[64] Yani eğer bu bolluk bir hayır olsaydı. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem için de olurdu. Rasû­lullah saiiaiiahu aleyhi veseffem için böyle şeyler olmadığına göre bunların hiç hayırlı bir şey olmadıkları anlaşılmaktadır. Bu kadar üstün derecelere rağmen yukarıda söz konusu olan sorgulama yapılmaktadır.Baştaki hadiste Kıyamet meydanında cevabı verilmesi gereken beşinci sor­gulama şudur. "Allahu Teâlâ'nın sana vermiş olduğu ilimle ne kadar amel ettin?" Herhangi bir suçu bilmemek mazeret değildir. Kanunu bilmemek hiçbir mahke­mede geçerli değildir, Çünkü bunu öğrenmek kişinin kendi görevidir. Dolayısıyla, "Allah'ın hükmünü bilmiyordum" demek başlı başına bir suç ve başlı başına bir günahtır. Çünkü Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Her Müslü­man'ın (dinle İlgili) bilgileri öğrenmesi farzdır. Ancak şu da açıktır ki, suç olduğunu bildik-ten sonra bir suçu işlemek daha ağırdır". Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesetiem şöyle buyurmuştur. "Kendi ilminizle birbirinize nasihat ediniz. İlime hıyanet etmek maldaki hıyanetten daha ağırdır. Allahu Teâlâ'nın huzurunda bunun sorgulaması olacaktır". Şu ifade ise pek çok hadislerde geçmektedir: "Bir kimseye ilimden sorulur da, o kimse onu gizlerse kıyamet günü onun ağzına gem vurulacaktır".Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bir defasında vaaz buyurdu. Vaazında ba­zı kavimleri övdü. Sonra şöyle buyurdu: "Ne oluyor da bazı kavimler kendi kom­şusu olan kavimlere ilim öğretmiyorlar? Ne onlara nasihat ediyorlar, ne onları an­layışlı insan olarak yetiştiriyorlar, ne onlara güzel şeyleri emrediyorlar ne de kötü şeylerden onları alıkoyuyorlar. Ne oluyor da bazı kavimler kendi komşu kavmin­den ilim öğrenmiyorlar? Ne hikmet ve anlayış öğreniyorlar ne de nasihat elde ediyorlar. Bu insanlar kendi komşularına ilim öğretsinler, onlara nasihat etsinler ve onları anlayışlı kılsınlar. Diğer insanlar da ilim sahiplerinden bu şeyleri elde et­sinler. Eğer böyle olmazsa Allah'a yemin olsun ki, ben onların hepsine dünyada iken ağır ceza veririm (ahiret muamelesi ise ayrıdır)". Bundan sonra Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem mimberden indi. İnsanlar bu sözlerden hangi kavmin kaste­dildiğini aralarında konuşmaya başladılar. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bu­yurdu ki: "Bundan kasıt Eş'ari kavmine mensup olan insanlardır. Onlar ilim ehlidir. Fıkıf ehlidir. Onların civarında oturan kavimler cahildirler". Bu haber Eş'ariülere ulaştı. Onlar Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm yanma geldiler ve "Ya Rasûlal-lah! Siz bazı kavimleri övdünüz ve bizim hakkımızda böyle buyurdunuz" dediler. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem kendi sözünü onların önünde de söyledi: "Ya on­lar kendi komşularına ilim öğretsinler ve nasihat etsinler, onları anlayışlı yetiştir­sinler, onlara güzel şeyleri emretsinler ve kötü şeylerden menetsinler. Diğer in­sanlar da onlardan bu şeyleri elde etsinler. Yoksa daha dünyada iken onlara şiddetli ceza veririm" buyurdu. Onlar, "Ya Rasûlallah! Biz başkasını nasıl anla­yışlı kılarız" deyince Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem yine aynı emrini söyledi. Onlar üçüncü defa yine aynı şeyi arzedince Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem yine aynı o emrini tekrarladı. Onlar, "Ya Rasûlallah! Peki bize bir senelik mühlet ve­riniz" dediler. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem komşularına ilim öğretmeleri için onlara bir senelik mühlet verdi.[65]Bu hadisi şerif ve Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem in bu ağır tehdidinden şu da anlaşılmış oldu ki, ilim ehli olan ve anlayışlı olan kimselerin bir mesuliyetleri de etraflarında oturmakta olan cahillerin eğitimi için çalışmaktır. İlim erbabının, "Efen­dim kim ilmi maksat edinirse kendisi öğrenir" görünüşünde olmaları yeterli değildir. Öğrenmemenin onlar üzerindeki hesabı ayrı günahı da ayrıdır. Ancak onlara öğ­retmekten ilim ehli de sorumludur. Öyleyse ilim erbabı buna gayret göstermeli ve onların ilim öğrenmeleri için tedbirler almalıdırlar. Böyle yapmak kişinin kendi il­miyle amel etmesinden sayılır. Zira ilimle amel etmeye ilmi öğretmek de dahildir.Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vese//em'den nakledilen pek çok dualar arasında şu dua sık sık geçmektedir: "Allah'ım! fayda vermeyen ilimden Sana sığınırım".Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseüem şöyle buyurmuştur "Kıyamet günü bir adam (ya­ni aynı zümreden ne kadar adam varsa) getirilip Cehennem'e atılacak. Bu yüz­den onun bağırsakları dışarı çıkacak ve bağırsaklarının etrafında değirmen mer­kebinin, değirmenin etrafında döndüğü gibi dönecektir (yani merkep, öküz vs. gibi hayvanlar un öğütülen değirmenin dört bir yanında döndükleri gibi dönecek­tir). Cehennem'deki insanlar onun etrafında toplanacak ve "Sana ne oldu? Sen bize iyi şeyleri emreder, kötü şeylerden de men ederdin?" diyeceklerdir. O, "Ben size onu emrederdim ama kendim amel yapmazdım" diye cevap verecektir.Bir başka hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Ben Miraç Gecesi'nde dudakları makaslarla kesilen bir topluluk gördüm. Hz. Cebrail aieyhisseiam'a, <Bunlar kimdir?> diye sorunca, <Bunlar senin ümmetinin vaizleridir. Başkalarına nasihat ediyorlar. Kendileri söyledikleriyle amel etmiyorlardı" dedi. Yine başka bir hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Zebaniye (adlı Cehennem melekleri) fisk ve günaha mübtela olan okumuş ve tahsilli kimse­leri kafirlerden daha önce yakalayacaklardır. Onlar, <Neden böyle kafirlerden önce yakalanıyoruz?> diyecekler, onlar da cevap olarak, <Alim ve cahil eşit değildir> di­yeceklerdir".[66] (Yani "Siz bilmenize rağmen bu hareketleri işlediniz?" denilecektir). Zebaniye insanları Cehennem'e atmaya memur kılınan şiddetli ve acımasiz me­lekler topluluğudur. Bunlar Ikra diye başlayan Alak sûresinde zikrolunmuşlardır. Başka bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Bazı Cennetlikler, bazı Cehennemliklerin yanına gidip, <Size ne oldu ki, burada bulunuyorsunuz? Biz ancak sizin sebebiniz­le Cennet'e gittik. Çünkü sizden ilim öğrendik> diyeceklerdir. Onlar, <Biz başkala­rına söylerdik ama kendimiz onlarla amel etmezdik> diyeceklerdir".Hz, Malik bin Dinar mhmetuiiahi aleyh Hz. Hasan Basri rahmetuliahi aleyh yoluyla Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm şöyle buyurduğunu naklediyor: "Her kim vaaz ederse, Aİlahu Teâlâ kıyamet günü maksadının ne olduğu hakkında onu hesaba çekecektir. (Yani vaazının maksadı herhangi bir dünyevi çıkar mıydı? Mal, men­faat, makam ve şöhret miydi? Ya da sadece Allah rızası için mi konuşmuştu?)" Hz Malik rahmetuliahi aieyh'ın talebesi diyor ki: Malik rahmetuliahi aleyh bu hadisi açık­ladığında o kadar ağlardı ki sesi kesilirdi. Sonra, "Siz vaaz etmekle benim se­vindiğimi mi sanıyorsunuz? Halbuki ben biliyorum ki kıyamet günü bana, <Bu vaazdan maksadın neydi?> diye sorulacaktır" buyururdu.[67] Buna rağmen söyle­mek mecburiyeti vardır. Bu konu biraz önce geçmiştir. Yani pek çok rivayetlerde geçtiği gibi insanları ilimle aydınlatma mesuliyeti de vardır. Bu konudaki Eşari kabilesinin kıssası biraz önce geçmişti.Hz. Ebû Derda radiyaüahu anh şöyle buyururdu: "Ben şundan korkup, ürperi-yorum ki, kıyamet günü bütün mahlukatın önünde çağırılırım da, <Lebbeyke Rabbî (buyur ya Rabbİ)> derim. Sonra bana, <İlminle ne amel yapttn?> diye sorulur".Bir başka hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Kıyamet günü en şiddetli azaba uğrayacak olan kimse ilmi kendisine fayda vermeyen âlimdir".Hz. Ammâr bin Yâsir radıyaliahu anh buyurdu ki: Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi ve­seiiem Beni Kays kabilesine talim için gönderdi. Ben oraya varınca onların vahşi develere benzediklerini olduklarını gördüm. Onların zihni her an kendi develeri ve keçileriyle meşguldü. Onların bundan başka hiçbir düşünceleri yoktu (her an sadece dünya meşgalesiyle uğraşıyorlardı). Ben oradan döndüm. Rasûlullah sal-lallahu aleyhi veseiiem, "Ne yaptın?" buyurdu. Ben Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'e onların halini beyan ettim ve onların (dinden) gaflet içinde olduklarını anlattım. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Ammâr! Âlim oldukları halde bunlar gibi (dinden) gafil olan topluluğun hali bundan daha fazla hayret vericidir".Bir başka hadiste şöyle geçmektedir: "Bazı insanlar Cehennem'e atılacak­lar, onların kötü kokusundan ve iğrenç râyihasından Cehennem'dekiler bile perişan olacaklardır. Onlar, <Siz böyle hangi uğursuz ameli işlediniz. Bizim içine düştüğü­müz musibet az mıydı da bir de sizin bu pis kokunuz bizi daha da perişan etti> diyecekler. Onlar da, <Biz kendi ilmimizden fayda lan mazdık" diyeceklerdir".[68]Hz. Ömer radıyaiiahu anh şöyle buyurmuştur: "Ben bu ümmet hakkında en fazla münafık âlimden korkuyorum". Biri, "Münafık âlim kimdir?" diye sorunca, "Dil yönünden âlim, kalp ve amel bakımından cahil olandır" buyurdu. Yani çok akıcı ve tatlı konuşma yapan ancak amel namına sıfır olan kimsedir. Hz. Hasan Basri rahmetuliahi aleyh buyurdu ki: "Sen âlimlerin ilmini toplayan, hekimlerin az bu­lunur sözlerini yüklenen, ancak amel etmekte ahmak ve akılsızlar gibi olan biri olma". Hz. Süfyân Sevrî rahmetuliahi aleyh buyuruyor ki: "İlim ameli çağırır. Kim onun­la amel ederse, o ilim baki kalır. Yoksa o da gider (yani o ilim zayi olur)". Hz. Fudayl rahmetuliahi aleyh buyuruyor ki: "Ben üç kişiye çok acıyorum; 1-Zelil duruma düş­müş olan bir kavmin reisine, 2-Zenginlikten sonra fakir olan kimseye, 3-Dünya ken-disiyle oynayan âlime (yani dünyayı taleb eden alime. Çünkü kim dünyanın tâlip-lisi olursa, dünya onunla oynar). Hz. Hasan rahmetuliahi aleyh buyuruyor ki: "Âlim-lerin azabı kalbin ölmesidir. Kalbin ölümü ise ahiret ameliyle dünyayı talep et-mektir". Bir şair şöyle demiştir:Dalâleti satın alana şaştım, hidayet karşılığında Daha acâibi, dünya satın alandır, din karşılığında En hayret verici şey, başkasının dünyası için dinini Satan kimsedir. Bu ise her ikisinin daha acâibi Yani başkasının dünyasına faydalı olur ama kendi dinini de berbat etmiş olur. İmam Gazali rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: Dünyacı olan alim hâl itibariyle cahilden daha sefildir. Azab bakımından daha fazla şiddete mübtela olacaktır. Kurtuluşa eren ve Allah'a yakın olanlar ise ahiret âlimleridir. Onların bir kaç alâmeti vardır:

1) İlmiyle dünya kazanıyor olmamalıdır: Alimin en küçük derecesi şudur: Dünyanın değersizliği ve onun aşağılığı, onun kirliliği ve onun çabuk biten bir şey olduğunun şuurunda olmalıdır. Ahiretin büyüklüğü, onun ebediliği, onun nimetleri­nin güzelliğinin anlayışına sahip olmalıdır. Bir de şunu iyi bilmelidir ki, dünya ve ahiret birbirlerinin zıddıdır. İki kuma gibidir. Hangisini razı edersen diğeri darılır. Bunlar bir terazinin iki kefesine benzer. Hangisi ağır basarsa diğeri yukarı kalkar. İkisi arasında doğu ile batı gibi fark vardır. Sen hangisine yaklaşırsan diğerinden uzaklaşırsın. Kim dünyanın değersizliğini, onun kirliliğini ve dünya lezzetlerinin iki cihan sıkıntıları ile kenetlenmiş olduğunu hissetmezse o Fâsidüi Akıl yani aklı bozuk bindir. Müşahede ve tecrübeler şuna şahittir ki, dünya lezzetlerinde dünya sıkıntısı da vardır. Ahiret sıkıntısı ise zaten vardır. Öyleyse bir şahsın aklı yoksa o nasıl âlim olabilir? Hatta bir kimse ahiretin büyüklüğü ve orada ebedi kalınacağını bile bilmiyorsa o kafirdir. Kendisine iman nasip olmayan biri nasıl âlim olabilir? Bir kim­se dünya ve ahiretin birbirinin zıddı olduğunu bilmiyorsa ve her ikisini birleştirme hırsını taşıyorsa (hırslanmaması gereken şeye hırslanıyorsa), o şahıs bütün pey­gamberlerin şeriatını bilmek konusunda cahildir. Bir kimse de bütün bunları bildiği halde dünyayı tercih ediyorsa, o şeytanın esiridir. Onu şehvetleri helak etmiştir. Bedbahtlık ona galip gelmiştir. Hali böyle olan biri nasıl âlimlerden sayılır?Hz. Dâvûd aieyhisseiam Allahu Teâlâ'nın şöyle buyurduğunu naklediyor: "Hangi âlim dünya arzusunu, Benim sevgime tercih ederse, Ben ona en az şöyle muamele ederim; Kendi münâcâtımın lezzetinden onu mahrum ederim (şöyle ki, o Beni zikretmekten ve Bana dua etmekten lezzet alamaz). Ey Dâvûd! Kendisini Benim sevgimden uzaklaştıran ve kendisini dünya sarhoşluğu sarmış olan âlimin halini sorma. Böyle kimseler eşkiyâdır. Ey Dâvûd! Sen Beni arayan birini görün­ce onun hadimi ol. Ey Dâvûd! Kim koşarak Bana gelirse, Ben onu cehbez (yani kamil anlayışlı) yazarım. Kimi cehbez yazarsam ona azab etmem".Yahya bin Muaz rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "İlim ve hikmet vasıtasıyla dünya talep edildiğinde onun nuru gider". Saîd İbnül Müseyyeb rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Bir âlimin devlet adamlarının yanından ayrılmadığım görürsen, onun hırsız oldu­ğunu anla". Hz. Ömer radıyaiiahu anh buyuruyor ki: "Bir âlimin dünyayı sevdiğini gö­rürsen, onun kendi dini konusunda suçlu olduğunu bil. Çünkü kim neyi severse kendini ona verir". Bir Allah dostuna biri şöyle sormuş: "Günahtan lezzet alan biri arif olup Allah'ı bilir mi?" O zat cevap vermiş: "Ben dünyayı ahirete tercih eden kimsenin arif olamayacağı hususunda zerre kadar tereddüt etmem. Günah işle­menin derecesi ise bundan daha fazladır. Şu konu zihne iyice yerleştirilmelidir ki, sadece mal sevgisinin olmaması ile ahiret âlimi olunmaz. Makam sevgisinin de­recesi ve onun zararı maldan daha fazladır".Yani yukarıda dünyayı tercih etmek ve onu talep etmekle ilgili ne kadar tehditler geçtiyse onlara sadece mal kazanmak dahil değildir. Üstelik makam ta­lep etmek, mal talep etmeye göre bu tehdite daha fazla girer. Çünkü makam ta­lep etmekteki zarar ve ziyan mal talep etmekten daha şiddetlidir.

2) Âlimin söz ve fiili birbirine ters düşmemelidir: Başkasına hayrı em­redip, kendisi onunla amel etmiyor olmamalıdır. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:

"İnsanlara iyiliği emrediyor da kendinizi unutuyor musunuz? Oysa siz kita­bı da okuyorsunuz".                                                                           (Bakara-44)

Başka bir ayette şöyle buyuruluyor:

"Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah nezdinde büyük bir gazaba sebep olur"                          (Saff-3)

Hâtem-i Esamm rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Kıyamet günü başkaları kendi­sinden ilim öğrendikleri ve amel ettikleri ve neticesinde kurtuluşa erdikleri halde kendisi amel etmediğinden dolayı kurtulamayan âlimden daha çok acı ve üzüntü duyan kimse olmayacaktır". İbni Simâk rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Nice kimseler vardır ki, başkalarına Allah'ı hatırlatırlar, kendileri ise Allah'ı unuturlar. Başkalarını Allah'tan korkuturlar, kendileri ise Allah'a karşı cüret ederler. Başkalarını Allah'a yaklaştırırlar, kendileri ise Allah'tan uzaklaşırlar. Başkalarını Allah'a çağırırlar, kendileri ise Allah'tan kaçarlar". Hz. Abdurrahman bin Ğanm rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Bana Sahâbe-i Kiram'dan 10 kişi şu sözü söylediler: "Biz Kubâ mescidinde oturmuş ilim öğreniyorduk. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem geldi ve <Ne kadar ilim elde ederseniz edin Allah indinde amelsiz mükafat verilmez> buyurdu".

3) Âlim ahirette işe yarayacak olan ilimlerle meşgul olmalıdır: Güzel işlere rağbet etmelidir. Ahirette hiçbir faydası olmayan yada faydası az olan ilim­lerden sakınmalıdır. Biz kendi bilgisizliğimizden dolayı kendisiyle sadece dünya kazanılması gaye edilen şeylere ilim diyoruz. Halbuki o CehN Mürekkebi, Çün­kü böyle bir kimse kendisini okumuş ve tahsilli biri sanır. Artık o din ilimlerini öğ­renmeye önem vermez. Hiçbir tahsili olmayan bir kimse ise en azından kendini cahil kabul eder ve dini konulan öğrenmeye çalışır. Ancak cahilliğine rağmen kendisini âlim zanneden kimse büyük zarardadır.Hâtem-i Esamm rahmetuiiahi aleyh meşhur bir Allah dostu ve Hz. Şakîki Belhî rahmetuiiahi aieyh'm hususi talebesiydi. Bir defasında Şeyh hazretleri, "Hâtem! Ne za­mandan beri sen benimle berabersin?" dedi. O, "33 seneden beri" dedi. Şeyh, "Bu kadar zaman içinde sen benden ne öğrendin?" dedi. Hâtem, "8 mesele öğrendim" dedi. Hz. Şakîk rahmetuiiahi aleyh,  Innalillahi ve inna ileyhi raciun,bu kadar uzun müddet içinde sadece 8 mesele mi öğrendin? Benim ömrüm se­ninle tükendi" dedi. Hâtem rahmetuiiahi aleyh, "Efendim sadece sekiz mesele öğren­dim, yalan konuşamam" dedi. Hz. Şakîk rahmetuiiahi aleyh, "Peki söyle bakalım o sekiz mesele nedir?" deyince Hâtem rahmetuiiahi aleyh buyurdu ki: "a) Ben bütün yaratıkların mutlaka birini sevdiğini gördüm {hanımını, evladını malını dostlarını vs.'yi) ancak o kabre gidince, sevgilisinin ondan ayrıldığını gördüm. Bundan do­layı ben iyilikleri sevdim. Tâ ki ben kabre gidince benim sevdiklerim de benimle birlikte gitsinler ve öldükten sonra benden ayrılamasınlar". Hz. Şakîk rahmetuiiahi aleyh, "Çok iyi ettin" buyurdu. Sonra, "b) Ben Kur'an-ı Kerim'de Allahu Teâlâ'nın şöyle buyurduğunu gördüm;<Rabbinin makamından (ahirette Rabbinin huzurunda duracağından) kor­kan ve nefsini (haram olan) şehevi arzulardan koruyana gelince, onun da varıp kalacağı yer mutlaka Cennet'tir> (Nâziât-40,41). Ben bildim ki, Allah'ın irşa­dı haktır. Nefsimin arzularını engelledim. Nihayet o Allahu Teâlâ'ya itaatte durdu. c) Ben dünyaya baktım ki bir kimsenin yanında çok kıymetli olan bir şey ona çok sevimli gelmektedir. Onu çok dikkatlice bir yere koymakta ve korumaktadır. Son­ra ben Allahu Teâlâ'nın şöyle buyurduğunu gördüm;<Sizin yanınızda (dünyadaki) şeyler biter (ya o şey elinizden çıkar ya da siz ölürsünüz. Her halükarda o bitmiş olur). Allah katındakiler ise devamlı kalı­cıdır (Nahl-96). Bu ayeti kerimeden dolayı bazen yanımda değeri fazla olan ve beğendiğim şeyleri Allahu Teâlâ'nın yanına gönderdim. Tâ ki devamlı korunmuş olsun, d) Ben bütün dünyaya baktım. Kimisi (kendi izzet ve büyüklüğünü göster­mek için) mala yöneliyor. Kimi neseb ve şerefe yöneliyor. Kimi de övüneceği şeylere yöneliyor (yani bu şeylerle kendi içlerinde büyüklük meydana getiriyor ve dışarıda büyüklük taslıyorlar). Ben Allahu Teâlâ'nın şu fermanını gördüm;<Muhakkak Allah nezninde en şerefli olanınız. O'ndan en çok korkanınızdır>(Hucurât-13). Bundan dolayı ben takvayı seçtim. Tâ ki, Allah ceiie ceiaiuhu nezdin-de şerefli olayım, e) Ben insanların birbirlerini kınadıklarını, birbirlerinin ayıplarını araştırdıklarını ve kötü sözler sarf ettiklerini gördüm. Bütün bunlar hasetten dola­yı olmaktadır. Çünkü insanlar birbirlerine hased etmektedirler. Ben Allahu Teâlâ'­nın şu irşadını gördüm;<0nlann dünya hayatındaki geçineceği şeyleri aralarında Biz taksim ettik. Bir­birlerinden faydalansınlar diye (derece bakımından) Biz onların bazısını bazısına üstün kıldık (hepsi bir çeşit olsaydı o zaman bir kimse bir işi niçin yapsın, niçin işçilik yapsın ki? Böyle olursa dünyanın nizamı bozulacaktır)> (Zuhruf-32). Ben bu ayeti kerimeden dolayı hased etmeyi bıraktım. Bütün mahlukattan ilişkimi kes­tim. Rızkın taksiminin sadece Allah'ın elinde olduğunu bildim. O kimin payına ne ka­dar dilerse ayırır. Bundan dolayı insanlara düşmanlığı bıraktım. Şunu anladım ki, birinin yanında malın fazla veya eksik olmasında o kişinin fiilinin fazla etkisi yoktur. Bu, mülkün sahibi olan Allah tarafındandır. Bundan dolayı artık kimseye kızmıyorum. f) Ben dünyada gördüm ki, hemen hemen herkesin biriyle kavgası var. Biriyle düş­manlığı var. Ben iyice düşündüm ve Allahu Teâlâ'nın şöyle buyurduğunu gördüm;<Şüphesiz ki şeytan sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman edinin (onu dost edinmeyin)> (Fâtır-6). Nihayet düşman olarak onu seçtim. Ondan uzak durmak için son derece çalışıyorum. Allahu Teâlâ' onun düşman olduğunu buyu-runca ben ondan başka herkesten düşmanlığı kaldırdım, g) Ben bütün mahlû-kâtın ekmek peşine düştüklerini gördüm. Bundan dolayı kendilerini başkalarının önünde zelil duruma düşürüyorlar ve caiz olmayan şeyleri seçiyorlar. Sonra ben Allah ceiie ceiaiuhu nun şu irşadını gördüm;<Yeryüzünde gezen hiçbir canlı varlık yoktur ki rızkı Allah'a ait olmasın>(Hud-6). Ben kendimi, o yeryüzünde gezenlerden biri olarak gördüm. Onların rız­kı Allah'ın zimmetindedir. Öyleyse ben kendi vakitlerimi, Ailahu Teâlâ'nın benim üzerime gerekli kıldığı şeylerle meşgul ettim. Allah'ın zimmetinde olan şeylerden kendi vakitlerimi el çektirdim, h) Ben bütün mahlukatın yine mahluk olan herhan­gi özel bir şeye İtimad ve tevekkül ettiklerini gördüm. Kimi kendi gayri menkulüne güveniyor, kimi kendi ticaretine itimad ediyor, kimi kendi sanatına gözlerini tak­mış, kimi kendi vücut sağlığı ve gücüne güveniyor (ki, <Ne zaman ve nasıl ister­sem kazanırım> diyor). Bütün mahlukat kendisi gibi mahluk olan şeylere güven­miş durumdayken ben Allahu Teâlâ'nın şöyle buyurduğunu gördüm;<Kim Allah'a tevekkül ederse (ve güvenirse), Allah ona yeter> (Talak-3) Bundan dolayı ben artık Allah'a tevekkül edip güvendim" dedi. Bunun üzerine Hz. Şakîk rahmetuiiahi aleyh buyurdu ki; "Hâtem! Allah sana tevfik versin. Ben Tev­rat, İncil, Zebur ve Kur'an-ı Azîm'deki ilimleri gördüm, bütün hayırlı işleri o sekiz şeyde buldum. Kim bu sekiz şeyle amel ederse, o Allahu Teâlâ'nın dört kitabın­da geçen sözlerle amel etmiştir. Bu türden ilimleri ancak ahiret âlimleri bulabi­lirler. Dünyacı âlimler ise sadece mal ve mevki kazanmaya devam ederler.

4) Ahiret âlimlerinin bir alâmeti de şudur: Yemek içmek ve elbisenin en kalitelisi ve en üstününe iltifat etmemelidir: Aksine bu şeylerde orta yolu tercih etmelidir. Büyüklerin tarzını benimsemelidir. Bu şeyleri azaltmaya doğru meyil ne kadar artarsa o kadar Allahu Teâlâ'ya yakınlık artacaktır. Onun ahiret âlimleri arasındaki derecesi de o kadar yükselecektir.İşte bu konuda Şeyh Hâtem rahmetuiiahi aieyti'm bir kıssasını da talebesi Şehy Ebû Abdullah Havas rahmetuiiahi aleyh şöyle naklediyor: Bir defasında Hz. Şeyh Hâtem rahmetuiiahi aleyh ile birlikte Rey adındaki bir şehre gittik. Bizimle beraber 320 kişi vardı. Biz haccetmek niyetiyle gidiyorduk. Hepsi tevekkül eden­ler cemaatiydi. Yanlarında azık, eşya vs. gibi hiçbir şey yoktu. Rey'de soğuk mi­zaçlı, küçük çapta bir tacire uğradık. O bütün kafileye ziyafet verdi ve bir gece bizi ağırladı. Ertesi gün ev sahibi, Hz. Hâtem rahmetuiiahi aleyh'e, "Burada bir hasta âlim var. Ben şu an onu ziyarete gidiyorum. İsterseniz siz de geliniz" dedi. Hz. Hâtem rahmetuiiahi aleyh, "Hastayı ziyaret sevaptır, âlimi ziyaret ibadettir. Ben mut­laka seninle geleceğim" dedi. Hasta olan âlim, o bölgenin kadısı olan Şeyh Mu-hammed bin Mukâtil idi. Onun evine varınca Hz. Hâtem, "Allahu Ekber! Bir âlimin evi ve büyük bir köşk" diye düşünmeye başladı. Kısaca yanına girmek için izin istedik. İçeri girdiğimizde evin içerisi de son derece güzel görünüşlü ve genişti. Çeşitli yerlerinden perdeler sarkıyordu. Hz. Hâtem rahmetuiiahi aleyh bütün bunları seyrediyordu. Düşünceye dalmıştı. Derken Kadı Efendi'nin yanına vardık. O son derece yumuşak bir yatak üzerinde istirahat ediyordu. Bir köle baş tarafında yel­paze sallıyordu. O tacir selam verip yanına oturdu ve halini, hatırını sordu. Hâtem rahmetuiiahi aleyh ayakta kaldı. Kadı Efendi ona oturması için işaret etti. O oturmayı kabul etmedi. Kadı Efendi, "Siz bir şey mi diyecektiniz?" dedi. O, "Evet bir mesele öğrenmek istiyorum" dedi. Kadı efendi, "Buyurun söyleyin" dedi. Hâtem rahmetuiiahi aleyh, "Siz kalkıp oturunuz" dedi. (Köleleri kadı efendiye destek vererek kaldırdılar. Çünkü kendi başına kalkması zordu). Kadı Efendi oturdu. (Sonra aralarında şöyle bir konuşma geçti;) Hâtem rahmetuiiahi aleyh, "Siz ilmi kimden tahsil ettiniz?" Kadı Efendi, "Muteber ulemâdan". Hz. Hâtem, "O âlimler kimden öğrendiler?". Kadı Efendi, "Sahâbe-i Kiram radıyaiiahu anhum ecmain hazretlerinden". Hz. Hâtem, "Sahâbe-i Kiram kimden öğrenmişlerdi?" Kadı Efendi, "Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Öen". Hz. Hâtem, "Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem kimden öğrendi?" Kadı Efendi, "Hz. Cebrail a/ey/j/sse/am'dan". Hz. Hâtem, "Hz. Cebrail aiey-hisselam kimden öğrendi?" Kadı Efendi, "Allahu Teâlâ'dan" dedi. Bunun üzerine Hz. Hâtem buyurdu ki: "Bir ilim ki, Hz. Cebrail aieyhisseiam, onu Allah celieceiaiuhu-dan alıp Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem'e ulaştırdı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve­sellem Sahabelere ulaştırdı. Sahabeler, muteber âlimlere ve onlar yoluyla size tadar ulaştı. O ilimde herhangi bir yerde şöyle bir şey geçiyor muydu; <Kimin evi ne kadar yüksek ve büyük olursa, Allah ceiie ceiaiuhu indinde onun derecesi o kadar fazla olacaktır>". Kadı Efendi, "Hayır bu ilimde böyle bir şey geçmemiştir" dedi. Hz. Hâtem, "Madem bu ilimde böyle bir şey gelmemiştir. Öyleyse hangi şey gelmiştir?". Kadı Efendi, "Bu ilimde şu gelmiştir; <Kim dünyaya rağbet etmezse, ahirete rağbet ederse, fakirleri severse, ahireti için Allah'ın huzuruna azık gönde­rirse, o şahıs Allah indinde rütbe sahibidir>". Hz. Hâtem, "O halde siz kime tabî oldunuz? Peygamber sailallahu aleyhi vesellem'e mi? Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'İnAshabfna mı? Muttaki âlimlere mi? Yoksa Firavun ve Nemrut'a mı? Ey kötü âlimler! Dünyaya balıklama dalan cahil dünya ehli, sizin gibileri görünce, <Âlim-lerin hali böyleyse biz onlardan daha kötü oluruz> diyorlar". Böyle dedikten son­ra Hz. Hâtem dönüp gitti. Bu konuşma ve nasihatten dolayı Kadı Efendi'nin hastalığı daha da arttı. Halk arasında bu olay yayıldı. Biri Hz. Hâtem rahmetuiiahi aleyh'e, "Gazvîn'de oturan Tenâfûsî bundan daha fazla ağalar, paşalar gibi yaşı­yor" dedi. (Gazvîn'le Rey arasındaki mesafe 81 mildir). Hz. Hâtem (ona nasihat etmek için yola koyuldu.) Onun yanına ulaşınca, "Ben Acemlerden bir insanım (yani Arap bölgelerinde yaşamıyorum). Sizden ricam bana dinin başlangıcı, yani namazın anahtarı olan abdesti öğretiniz" dedi. Tenâfûsî, "Olur, memnuniyetle" dedi ve abdest için su istedi. Tenâfûsî abdest alarak, "Bu şekilde abdest alınır" dedi. O abdest aldıktan sonra Hâtem rahmetuiiahi aleyh, "Ben sizin yanınızda ab­dest alayım da zihnime İyice yerleşsin" dedi. Tenâfûsî abdest yerinden kalktı. Hâtem oturup abdest almaya başladı. İki elini dörder defa yıkadı. Tenâfûsî, "Bu israftır üçer defa yıkaman gerekir" dedi. Hz. Hâtem rahmetuiiahi aleyh, "Subhanallah. Benim bir avuç suyum israf oluyor da senin yanında gördüğüm eşyalar israf olmuyor mu?" dedi. Tenâfûsî onun maksadının öğrenmek olmadığını, aksine mak­sadının bunu söylemek olduğunu anladı.Ondan sonra Hâtem rahmetuiiahi aleyh Bağdat'a ulaşınca Hz. İmam Ahmed bin Hanbel rahmetuiiahi aleyh onun halini öğrendi ve onunla görüşmek için yanına geldi. Ona, "Dünyadan kurtulmanın çaresi nedir?" dedi. Hâtem rahmetuiiahi aleyh şöyle bu­yurdu: "Sende 4 şey bulunmadığı müddetçe dünyadan kurtulamazsın: 1-Halkın ca­hilce davranışlarını affet, 2-Kendin onlara cahilce hareket yapma, 3-Yanında bulunan şeyleri onlara harca, 4-Onlarda bulunan şeylere ümid besleme".Ondan sonra Hz. Hâtem rahmetuiiahi aleyh Medine-i Münevvere'ye ulaştı. Oranın halkı haberi duyunca onunla görüşmek için toplandılar. O, "Bu hangi şe­hirdir? dedi. Halk, "Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem'm şehridir?" dediler. O, "Bu­rada Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem'in köşkü nerede? Ben oraya gidip iki rekat namaz kılayım" dedi. Halk, "Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem'ın köşkü yoktu. Çok sade bir evi vardı. Çatısı çok alçaktı" dediler. O, "Sahâbe-i Kiram'ın köşkleri ne­relerde, bana onları gösterin" dedi. Halk, "Sahabelerin de köşkleri yoktu. Onların yere yakın (alçak yapılı) küçük küçük evleri vardı" dediler. Hâtem rahmetuiiahi aleyh, "Öyleyse bu şehir Firavun'un şehridir" dedi. Halk onu yakalayarak ("Bu adam Medine-i Münevvere'ye ihanet ediyor ve Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem"\n şehrine, Firavun'un şehri diyor" diyerek onu) Medine'nin Emİri'nin yanına götür­düler ve "Bu Acem diyarına mensub olan şahıs Medine-i Tayyibe'ye Firavunun Şehri diyor" dediler. Medine'nin Emiri ona, "Bu ne biçim söz?" diye sordu. O, "Siz acele etmeyiniz. Sözümün tamamını dinleyiniz. Ben bir Acemli insanım. Bu şeh­re girince, <Bu kimin şehridir?> dedim" diyerek halka sorduğu sorular ve cevap­larla ilgili olayın tamamını anlattı. Sonra şöyle dedi: "Allahu Teâlâ Kur'an-ı Ke-rim'de şöyle buyurdu;<Muhakkak Allah'ın Rasûlü'nde, sizin için, Allah'ın Rahmeti ve ahiretin nimet­lerini arzulayanlar ve Allah'ı çokça zikredenler (yani kâmil mü'min olanlar) için, güzel bir numune vardır (yani her konuda şuna bakmak gerekir ki, acaba Ra-sûlullah sailaiiahu aleyhi vese/fem'in ameli neydi. Daha sonra da ona ittiba etmek gerekir)> (Ahzab-21). Öyieyse şimdi siz söyleyin, siz Peygamber sailaiiahu aleyhi vesei-/em'e mi ittiba ettiniz, yoksa Firavun'a mı?" Bunun üzerine insanlar onu bıraktılar.Burada bir konu dikkate değerdir. Şöyle ki; mubah şeylerle lezzet hasıl etmek veya onların bolluğu haram değildir, caizdir. Ancak şu kesindir ki onların çokluğundan dolayı bu şeylere karşı ünsiyet meydana gelmektedir. Onların sev­gisi kalbe oturmaktadır. Sonra onları terk etmek zor olmaktadır. Bir de onları top­lamak için sebepler aranması gerekmekte ve ürün ile geliri çoğaltmak için fikre-dilmektedir. Bir kimse parayı çoğaltma fikrine kapıldığı zaman onun din konusun­da da gevşeklik yapması ve tavizler vermesi gerekmektedir. Bu uğurda bazen günah işlemeye bile sıra gelmektedir. Dünyaya daldıktan sonra bundan korun­mak kolay olsaydı, Rasûlullah saüaiiahu aleyhi veseiiem bu kadar ihtimamla dünyaya iltifat etmemeyi tenbih etmezdi ve kendisi bu kadar şiddetle ondan sakınmazdı. Nitekim nakışlı gömleğini bile mübarek bedeninden çıkarmıştır.

Yahya bin Yezîd Nevfelİ rahmetullahi aleyh Hz. İmam Mâlik rahmetullahi a!eyh'Q bir mektup yazdı. Mektubunda hamd ve salâttan sonra şöyle yazmıştır: "Bana ulaşan habere göre siz ince elbise giyiyor, ince ekmek yiyor ve yumuşak yatakta yatıyormuşsunuz. Siz bir de kapıcı tayin etmişsiniz. Halbuki siz büyük âlimler­densiniz. Uzak uzak yerlerden insanlar sefer ederek sizin yanınıza ilim öğrenmek için geliyor. Siz imamsınız, öndersiniz. İnsanlar size tabî oluyorlar. Sizin çok ihti­yatlı olmanız gerekir. Sadece samimiyetle size bu mektubu yazıyorum. Bu mek­tuptan Allah'tan başka kimsenin haberi yoktur. Bu kadar vesselam". Hz. İmam Malik rahmetullahi aleyh cevap olarak şöyle yazdı: "Sizin mektubunuz ulaştı. Mektu­bunuz benim için nasihatnâme, şefkatnâme ve tenbihnâmedir. Allahu Teâlâ tak­va ile faydalanırsın ve nasihatınızdan dolayı hayırlı mükafatlar nasib eylesin. Ba­na da Allah ceiie ceiaiuhu amel yapmak için tevfik nasib eylesin. İyiliklerle amel etmek ve kötülüklerden sakınmak ancak Allahu Teâlâ'nın tevfikiyle olabilir. Sizin zikrettiğiniz konular doğrudur. Gerçekten öyle olmalıdır. Allahu Teâlâ beni af­fetsin (ama bütün bunlar caizdir). Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:<De ki: Allah'ın kulları için yarattığı ziyneti (elbise vs.'yi) temiz (ve helal) rı-zıkları kim haram etti> (Araf-32)." Sonra şöyle yazdı: "Ben iyice biliyorum ki bu şeyleri tercih etmemek, tercih etmekten daha evlâ ve hayırlıdır. Gelecekte de kıymetli mektuplarınızla beni şerefyâb eyleyiniz. Ben de size mektup yazacağım.imam Malik rahmetullahi aleyh ne kadar ince ve hoş bir üslup seçmiştir. Şöyle ki; bunların caiz olduğunun fetvasını da vermiş ve gerçekten en üstün olan şeyin bu şeyleri terk etmek olduğunu da itiraf etmiştir.

5) Ahiret alimlerinin bir alameti de sultanlar ve idarecilerden uzak dur­malarıdır: (Zaruret olmadan) asla onların yanına gitmemelidir. Hatta onlar bizzat gelirse onlarla az görüşmelidir. Çünkü onlarla beraberlik, onları hoşnut edip gö­nüllerini yapmak ve tekellüf göstermekten uzak değildir. Onlar çoğunlukla zâlim ve helal olmayan işleri işleyen kimselerdir. Bu kötülükleri reddetmek gerekir. On­ların zulmünü açıklamak ve caiz olmayan işlerinden dolayı onları uyarmak gerek­lidir. Bunlara sükût etmek dinde dalkavukluktur. Onları memnun etmek için övmek gerekirse, bunu yapmak apaçık bir yalandır. Eğer insanın tabiatı onların malına meylediyor ve hevesleniyorsa, bu caiz değildir. Her durumda onlarla beraber bu­lunmak pek çok kötülüğün anahtarıdır. Rasûlullah sailaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Köyde yaşayan insan sert mizaçlı olur. Av peşine düşen (her şeyden) gafil olur. Padişahın (devlet başkanının) yanına gidip gelmeye başlayan kimse de fit­neye düşer". Hz. Huzeyfe radıyaiiahu anh buyurdu ki: "Fitne yerlerinde durmaktan sakınınız". Biri, "Fitne yerleri nerelerdir?" diye sorunca, "İdarecilerin kapılarıdır. Çünkü onların yanına gidilirse, onların yanlış işlerini tasdik etmek gerekmektedir. (Onları övmek için) onlarda olmayan sözleri söylemek gerekmektedir". Rasûlullah sailaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Âlimlerin en şerlisi devlet idarecilerinin yanına gidenler, devlet idarecilerinin en hayırlısı ise âlimlerin yanına gelenlerdir".Hz. Semnûn rahmetullahi aleyh (Hz. Sini Sekatî rahmetuiiahı aleyhin arkadaşların-dandır) diyor ki: Ben, "Siz bir âlimin dünyayı sevdiğini duyarsanız onun dini hak­kında şüpheye düştüğünü anlayın" sözünü duydum ve bunu kendim tecrübe et­tim. Padişahın yanına ne zaman gittiysem dönüşte kalbimi araştırdım ve onun üzerinde bir günah buldum. Halbuki siz görüyorsunuz ki ben orada sert konuş­malar yapıyorum. Padişahın görüşüne şiddetli muhalefet ediyorum. Oranın hiç bir şeyinden faydalanmıyorum. Hatta oranın suyunu bile içmiyorum. Bizim ule­mamız Benî İsrail ulemasından bile kötü ki, devlet idarecilerinin yanına gidip on­lara (kötülüğe) çıkış yollan (cevaz yollan)nı anlatıyorlar. Onları memnun etmeyi düşünüyorlar. Eğer onlar idarecilere mesuliyetlerini açık açık söyleseler, onların yanlarına gelmeleri bile idarecilere ağır gelecektir. Âlimlerin böyle açık ve net söylemeleri Allahu Teâlâ indinde kendilerinin kurtuluşuna vesile olacaktır. Âlimle­rin, sultanların yanına gitmeleri büyük bir fitnedir, Şeytanın onları yoldan çıkar­masına sebeptir. Özelikle güzel konuşmayı beceren kimseye şeytan, <Senin gitmenle o ıslah olacak ve bundan dolayı zulüm yapmaktan sakınacaktır. Dinin şeâiri korunmuş olacaktır> diye anlatır. Nihayet insan devlet idarecilerinin yanına gitmeyi dînî bir görev zanneder. Halbuki onların yanına gitmekle onların gönlünü alıcı, yaltaklanıcı sözler etmek ve onları yersiz bir şekilde övmek gerekmektedir. Bu durumda din tehlikeye girmektedir".Hz. Ömer bin Abdulazîz rahmetullahi aleyh Hz. Hasan Basri rahmetullahi aleyh'e, "Bana bu (hilafet) işinde kendilerinden yardım alabileceğim (danışabileceğim) kim­selerin adreslerini bildiriniz" diye yazdı. Hz. Hasan rahmetullahi aleyh (cevab olarak) şöyle yazdı: "Din ehli sana kadar gelmeyecekler. Sen ise dünyacıları yanına al­mazsın (almaman gerekir. Yani aç gözlü, mala çok düşkün insanları devlet işle­rinde tercih etmemek lazımdır. Çünkü onlar kendi çıkarları uğrunda işleri berbat ederler). O halde asil ve şerefli soydan gelenlere iş yaptır. Çünkü onların kavim­lerinden gelen asaletleri onları bu kötülükten alıkoyar. Çünkü onlar (yanlış hareket yaparlarsa) kendi soyundan gelen asaleti, hıyanetle kirletmiş olurlar". Bu cevap, zühd ve takvada adalet ve insafta dillere destan olan Hz. Ömer bin Abdul Aziz rahmetuiiahi aieyh'e yazılmıştır. Hatta ona Ömer-i Sâni (ikinci Ömer) denilirdi.Bunlar İmam Gazali rahmetullahi aieyti'm ifadeleridir. Ancak bu acizin görüşü şudur: Eğer dînî bir mecburiyet olursa, kendi nefsini koruyarak ve gözeterek on­ların yanına gitmekte bir sakınca yoktur. Hatta bazı zamanlar dînî maslahat ve zaruretler gitmeyi gerektirmektedir. Ancak şu kesindir ki, şahsi çıkar, şahsi men­faat, mal ve mevki elde etmek gayesi olmamalıdır. Aksine maksat sadece Müs­lümanların ihtiyaçlarını gidermek olmalıdır. Allahu Teâlâ buyuruyor ki:"Allah bozguncuyu ıslah edenden (ayırt etmesini) bilir"         (Bakara-220)

6) Ahiret alimlerinin bir alâmeti de fetva vermekte acele etmemeleridir:Fıkhî bir meseleyi söylemekte dikkat göstermelidir. İmkan nispetinde eğer başka bir ehil kişi varsa ona göndermelidir.Ebû Hafs Neyşapûri rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Âlim, dini bir meseleyi söylerken, <Yann kıyamette Nereden söyledin? sorusuna cevap vermek gerekecektir> diye korkan kimsedir". Bazı âlimler şöyle demişlerdir: "Sahâbe-i Kiram dört şeyden çok sakinindi; 1-lmamlık, 2-Vasîlik (yani birinin vasiyeti üzere mal vs. taksim etmek), 3-Emanet saklamak, 4-Fetva vermek. Onlar 5 şeyle meşgul olurlardı; 1-Kur'an ti­laveti, 2-Mescidleri âbâd etmek, 3-Allahu Teâlâ'yı zikretmek, 4-Güzel şeyleri na­sihat etmek, 5-Kötü şeylerden alıkoymak"ibni Husayn rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Bazı insanlar öyle fetva veriyorlar ki, eğer o mesele Hz. Ömer radıyaiiahu antia arzedilseydi, bütün Bedir ehlini toplayıp meşvere yapardı". Hz. Enes radıyaiiahu anh kadri büyük bir sahâbidir. Rasûlullah saliaiiahu aleyhi veseiiem'e 10 sene hizmet etmiştir. Ona bir mesele sorulduğunda, "Mevlâna El-Hasan'dan sorunuz" derdi. (O zât tabiînin meşhur fakihlerinden ve meşhur sûfiyeden olan Hz. Hasan Basri rahmetuiiahi aieyh'6\r Hz. Enes radıyaiiahu anh birsahâbi olmasına rağmen tabiînden birinin adını söylüyordu). Hz. Abdullah İbni Abbas radıyaiiahu anhumaöan bir mesele sorulduğunda (kendisi meşhur bir sahâbi ve Reîs-üi Müfessirin unvanına sahib iken) "Cabir bin Zeyd'den sorun" derdi. (Cabir bin Zeyd rahmetuiiahi aleyh tabiînin fetva ehlinden olan bir zattır).Büyük bir fıkıh âlimi olan meşhur sahâbi Abdullah ibni Ömer radıyaiiahu anhuma ise (tabiînden) Hz. Said İbni Museyyeb rahmetullahi aleyh'e gönderirdi.

7) Ahiret alimlerinin bir diğer alâmeti de bâtmî ilme, yani Sülûk'a çok fazla ihtimam göstermeleridir: Bâtınını ve kalbini ıslah için çok fazla çalışmalı­dır. Çünkü bu zahiri olan ilimlerde de yükselmeye sebeptir. Rasûlullah saliaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: Kim ilmiyle amel ederse Allahu Teâlâ ona oku­madığı ilmi nasib eder. Önceki Enbiya aieyhimüssaiata vesselam'in kitaplarında şöyle geçmektedir; "Ey İsrail oğulları! Siz, <İlim göktedir, onu kim indirecek? Veya o yerin dibindedir, onu kim yukarı çıkaracak? Yahut o denizlerin öbür kenanndadır, kim oralara uğrayacak ve getirecek?> demeyin. İlim sizin kalbinizin içindedir. Siz Benim huzurumda ruhani zâtların adâbıyla durun. Sıddıkların ahlakıyla ahlakla-nın ki, Ben de sizin kalplerinizden ilimleri açığa çıkarayım. Nihayet o ilimler sizi kuşatır ve örter". Tecrübe de buna şahittir ki, Allahu Teâlâ'nın Ehiullah'a ihsan ettiği ilim vema'rifet kitaplarda aranmakla bulunmamaktadır.Rasûlullah saliaiiahu aleyhi veseiiem ANahu Teâlâ'nın şöyle buyurduğunu nak-letmiştir: "Kulum Benim sevdiğim şeyler içinde kendisine farz kıldığım şeylerden daha fazla bir şeyle Bana yakiaşamaz. (Yani namaz, zekat, oruç, hacc vs. gibi farzları güzelce eda etmekle elde edilen yakınlık, diğer şeylerle elde edilmez). Kulum Bana nafilelerle yaklaşır. Nihayet Ben onu Kendime sevgili kılarım. Ben onu Kendime sevgili kılınca onun duyan kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Ben'den isterse, Ben onun İsteğini yerine getiririm. Bir şeyden Ba­na sığınırsa, onun sığınağı olurum".[69] Yani onun yürümesi, dolaşması, bakması, işitmesi bütün işleri Benim rızama uygun olur demektir. Bazı hadislerde bununla birlikte şu ifade de geçmektedir: "Kim Benim bir velime düşmanlık ederse, Bana savaş ilan etmiş olur". Evliyaullah'ın bütün düşünce ve fikirleri Ailahu Teâlâ ile il­gili olmaktadır. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim'in ince ilimleri onların kalplerine münkeşif olmaktadır (açılmaktadır). O'nun sırları, onlara vazıh ve aşikâr olmak­tadır. Özelikle her an Allahu Teâlâ'nın zikri ve fikri ile meşgul olan böyle insanlar üzerine vazıh olmaktadır. Amel konusunda ihtimam gösteren ve çalışan herke­se, başarı durumuna göre pay verilecektir.

Hz. Ali radıyaiiahu anh çok uzun bir hadiste ahiret âlimlerinin halini beyan etmiştir. Bu hadisi İbni Kayyım, Miftâh'ü dâr'üs Seâdeh'ös ve Ebû Nuaym, Hiiye'de zikretmişlerdir. O hadiste buyuruluyor ki: "Kalpler birer kap gibidir, en hayırlı kalpler en fazla hayrı içinde saklayanlardır. İlmi toplamak mal toplamaktan hayır­lıdır. Çünkü ilim seni korur. Malı ise senin koruman gerekmektedir. İlim harca­makla çoğalır. Mal ise harcamakla azalır. Malın faydası onun zail olmasıyla (har­canmasıyla) biter. Ancak ilmin faydası devamlı baki kalır. (Âlimin vefat etmesiyle de ilim bitmez. Çünkü onun sözleri baki kalır)11. Sonra Hz. Ali radıyaiiahu anh derin bir nefes aldı ve "Benim sinem ilim doludur. Keşke ona ehil olan bulunsaydı. Fakat ben din esbabını, dünyayı talep etmek için harcayan insanlar görmekteyim. Veya lezzetlere dalan, şehvetlerini talep etme zincirlerine bağlanan veya mal toplama­nın peşine düşen insanlar görmekteyim". Bu uzun bir konudur. Ondan birkaç pa­ragrafı burada nakletmiş olduk.

8) Ahiret âlimlerinin bir alâmeti de şudur: Onun Allahu Teâlâ'ya imanı ve yakîni yüksek seviyede olmalıdır: O buna çok fazla önem vermelidir. Zira yakîn asıi sermayedir.Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, "Yakîn, kâmil imandır" buyurmuştur. Yine Rasûlullah saiiaitahu aleyhi veseüem, "Yakîn'i öğreniniz" buyurmuştur. Bu sözün ma­nası şudur: "Yakîn sahiplerinin yanında ihtimamla oturunuz, onlara ittiba ediniz. Tâ ki, onların sayesinde sizde de sağlam yakîn meydana gelsin". Bir de onun Allahu Teâlâ'nın kâmil kudretine ve sıfatlarına, ay ve güneşin varlığına yakînen inandığı gibi inanmalıdır. Her şeyi sadece O yüce Zât'ın yaptığına kâmil bir yakîni bulundurmalıdır. Şu dünyanın bütün sebepleri O'nun iradesine bağlıdır. Bunlar, vuran kimsenin elindeki değnek gibidir. Bu vurma işinde hiçbir kimse değneği tasarruf edici olarak görmemektedir. Ne zamanki bu yakîn sağlam olursa, o kişi için tevekkül, rıza ve teslimiyet kolay olacaktır.Bir de şuna sağlam bir yakîn olmalıdır ki, rızık zimmeti sadece Allah'a aittir, O herkesin rızkını zimmetine almıştır. Takdirinde yazılmış olan rızık onu mutlaka bulacaktır. Mukadder olmayan rızkı hiçbir durum da elde edemeyecektir. Buna olan yakîni sağlam olunca nzık arayışında itidal meydana gelecek, hırs ve açgözlülük gidecektir. Eline geçmeyen şeylere üzülmeyecektir. Ayrıca o kişinin Allahu Teâlâ'­nın her an, her iyilik ve kötülüğü gördüğüne yakînle inanması gerekir. Zerre kadar bir iyilik veya kötülük olursa onu Allah ceiie ceiaiuhu bilir. Onun karşılığı iyi veya kötü olarak mutlaka verilecektir. O kişi iyi bir iş yapmanın mükâfatına, ekmek yemekle karın doymasına inandığı gibi yakînen inanmalıdır. Kötü işten dolayı verilecek olan azabın, yılanın sokmasıyla zehirin yayılması gibi kesin olduğunu kabul etmelidir (o yemek ve içmeye meylettiği gibi iyiliğe meyletmeli, yılan ve akrepten korktuğu gibi günahtan korkmalıdır). Bu inanç sağlam olunca her iyiliği elde etmek için onda tam bir rağbet olur. Her kötülükten kaçmak için de tam bir ihtimam gösterir.

9) Âlimin her hareket ve duruşundan Allah korkusu damlıyor olmalıdır:O şahsın her edasından Allah'ın azamet, celal ve heybetinin izleri görünüyor ol­malıdır. Onun elbisesinden, onun âdetlerinden, onun konuşmasından, onun sus­masından hatta her hareket ve duruşundan, bu durum görülmelidir. Onun yüzü­ne bakmakla Allahu Teâlâ'nın yâdı tazelenir olmalı, sükûn, vakar, alçak gönüllü­lük ve tevazu onun tabiatı olmalıdır. Faydasız sözler boş laflar ve tekellüfle ko­nuşmaktan sakınmalıdır. Çünkü bu şeyler gurur ve kibir alâmetleri ve Allah'tan korkmamanın delilidir. Hz. Ömer radıyaiiahu anh buyurdu ki: "İlim öğrenin ve ilim için sükun ve vakar öğrenin. İlim öğrendiğiniz kişinin karşısında rnütevâzi olunuz. Katı kalpli âlimlerden olmayınız".Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesetiem buyurdu ki: "Benim ümmetimin en hayırlı fertleri toplum içinde Allahu Teâlâ'nın geniş rahmetinden dolayı şen ve güler yüzlü durup, yalnız başına kaldıkları zaman Allah'ın azabından korkarak ağla­yanlardır. Onların bedenleri yeryüzünde durmakta, kalpleri ise semaya yönel­mektedir". Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'e biri, "En hayırlı amel nedir?" diye sordu. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, "Caiz olmayan işlerden sakınmaktır. Bir de Allahu Teâlâ'nın zikriyle senin dilin ıslak ve taze kalsın" buyurdu. Biri, "En ha­yırlı arkadaş kimdir?" dedi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, "Sen iyi bir işi yap­maktan gafil kaldığında seni uyaran, eğer sen bu konuda uyanıksan sana yar­dım edendir" buyurdu. Biri, "Kötü arkadaş kimdir?" dedi. Rasûlulİah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, "Sen iyi bir işi yapmaktan gafil kalınca seni uyarmayan. Sen iyi bir işi yapmaya başlayınca sana yardım etmeyendir" buyurdu. Biri "En büyük âlim kim­dir?" dedi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, "Allah'tan en fazla korkandır?" buyur­du. Biri, "Biz en fazla hangi insanlarla oturalım?" dedi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'\ "Yüzlerine bakınca Allah hatıra gelen kimselerle" buyurdu.Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Ahirette en fazla düşünmeyip itminan içinde olanlar dünyada çok düşünenlerdir. Ahirette en fazla gülecek olan­lar, dünyada çok ağlayanlardır".

10) Âlim, amellerle, helal ve haramla ilgili meselelere daha fazla önem vermelidir: "Falan ameli yapmak gerekir", "Falan amelden sakınmak gerekir", "Şu şey sebebiyle falan amel zayi olur" gibi (mesela falan şeyden dolayı namaz bozulur. Misvak kullanmakla şu fazilet kazanılır vs. gibi...) şeylere önem vermeli­dir. Halkın kendisini bir araştırmacı, bir filozof ve felsefeci zannetmesi için sadece bir beyin eğlencesi ve dal ve budak kabilinden olan ilimlerden bahsetmemelidir.

11) Âlim ilmine basiretle nazar etmelidir: Sadece insanları taklid etmek ve onlara tabî olmak için onların dediklerini kabul etmemelidir. Asıl ittiba Rasûlul­lah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'jn sözlerine olan ittibadır. Bundan dolayı Sahâbe-i Ki­ram radıyaiiahu anhum a İttiba edilir. Çünkü onlar Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem'm yaptığı işleri gören kimselerdir. Asıl ittiba Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem e oldu­ğuna göre onun sözleri ve fiillerini toplamaya ve onlar üzerine düşünüp, fikret-meye çok fazla İhtimam göstermelidir.

12) Alim bid'atlerden çok şiddetle ve titizlikle sakınmalıdır: Bir iş hak­kında çok sayıda insanın bir araya toplanması asla geçerli bir şey değildir. Ak­sine Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'e ittiba etmek asıldır. Bir de Sahâbe-i Kiram'ın amellerinin ne olduğuna bakılmalıdır. Bunun için de o zatların işledikleri ameller ve ahvalleri etraflıca incelenmeli ve araştırılmalı ve üzerine düşülmelidir.Hz. Hasan Basrî rahmetuiiahi aleyh buyurdu ki: İki şahıs bid'atçidir. Onlar İs­lam'da iki bidat başlatmışlardır. Birincisi; kendi anladığı şeyi din zanneden ve kendi görüşüyle aynı görüşte olan kimsenin kurtuluşa ereceğini kabul eden kim­sedir. İkincisi ise, dünyaya tapan ve onu talep eden kimsedir. Bu kimse dünyayı kazananlardan memnun olur. Dünyayı kazanmayan kimseye darılır. Bu iki adamı Cehennem için bırakın. Allahu TeâSâ kimi bu ikisinden korursa o kimse geçmiş büyüklere İttiba eden, onların ahvaline uyan ve onların yollarından yürüyen biri­dir. İnşallah bu kimse için çok büyük ecir vardır.Hz. Abdullah İbni Mes'ud radıyaiiahu anh şöyle buyurmuştur: "Sizler nefsani arzuların ilme tâbi olduğu bir zamandasınız. Ancak yakında öyle bir zaman gele­cektir ki, ilim arzulara tabî olacaktır. Yani gönül neyi isterse o ilimle isbat edile-vcektir". Bazı büyükler şöyie demişlerdir: Sahâbe-i Kiram zamanında şeytan kendi askerlerini dört tarafa gönderdi. Onların hepsi dönüp dolaşıp yorgun bir vaziyette geldiler. Şeytan onlara, "Durum nasıl?" diye sordu. Onlar, "Bizi perişan ettiler. Bi­zim onlara hiçbir etkimiz olmadı. Biz onlar yüzünden çok sıkıntılara düştük" de­diler. Şeytan, "Endişelenmeyin bu insanlar kendi nebilerinin sohbetinde bulun­muşlardır. Onlara sizin tesir etmeniz zordur. Yakında öyle insanlar gelecek ki, si­zin maksadınız onlar üzerinde gerçekleşecektir" dedi. Sonra tabiin zamanında askerlerini her tarafa yaydı. O zaman da hepsi perişan bir halde geri geldiler. Şeytan, "Durum nedir?" dedi. Onlar, "O insanlar bizi bunalttılar. Bunlar tuhaf in­sanlar. Yani biz onlar üzerindeki gayemize biraz ulaşıyoruz. Ancak akşam olun­ca onlar günahlarına öyle tevbe ediyorlar ki, bizim bütün yaptıklarımız berbad oluyor" dediler. Şeytan, "Telaşlanmayın. Yakında öyle insanlar gelecek ki, sizler rahatlayacaksınız. Onlar kendi arzularını din zannederek onun öyle esiri olacak­lar ki, tevbe etmeye bile muvaffak olamayacaklardır. Onlar dinsizliği din zanne-deceklerdir" dedi. Nitekim aynen öyle oldu. Sonraları şeytan o insanlar için öyle bid'atler çıkarmıştır ki, onlar, onu din zannetmeye başlamışlardır. Buna tevbe etmek onlara nasib olur mu?Bu on iki alâmet kısaca zikredilmiştir. Bunları Allâme Gazali rahmetullahi aleyh genişçe zikretmiştir. Öyleyse ulemânın hesaba çekilecekleri günden özel­likle korkmaları gerekir. Zira onların hesapları da şiddetlidir. Onların mesuliyeti çok fazladır. Hesabın yapılacağı kıyamet günü çok çetin gün olacaktır. Allahu Teâlâ yalnız kendi lütfü ve keremiyle o günün şiddetinden korusun.

7) EbÛ Hureyre radıyallahu anh'dan RasÛlUİIah sallallahu aleyhi vesellem bu-yurdu ki: "Allahu Teâlâ buyuruyor ki; <Ey Adem oğlu! Sen Bana ibadet için vakit ayır ki, Ben senin kalbine zenginlik doldurayım ve fakirliğini gidereyim. Eğer böyle yapmazsan senin elini meşguliyetlerle doldururum, fakirliğini de gidermem>".                                                                                                                                                          (Ahmed, ibni Mâce, Mîşkât)

İZAH: Birçok hadislerde çeşitli lafızlarla bu konu zikredilmiştir. Hz. İmran bin Husayn radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem'İn şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Kim tam olarak Allah'a yönelirse ve ancak O'nun adamı olursa, Allahu Teâlâ onun her zaruretini bizzat görür ve ummadığı yerden ona rızık ihsan eder. Kim de dünyanın peşine düşer ve her an onu düşünürse, Allahu Teâlâ, <Sen dünya ile meseleni ha!!et> diye onu dünyaya havale eder". Hz. Enes radıyal­lahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi vese/tem'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Kimin bütün teveccühü ve en son gayesi dünya kazanmak olursa, onun için sefer ya­parsa ve kalbinde yalnız onun hayali bulunursa, Allahu Teâlâ onun gözünün önü­ne fakirlik ve yoksulluk (korkusunu) getirir (yani her an, "Kazancım azaldı. Nasıl geçineceğim" diye korkar, durur). Onun vakitlerini (bu düşünce ve tereddütler) perişan eder. Sadece takdir olunan kadar elde eder. Kimin de teveccühü ve asıl maksadı ahiret olursa, ahiret işleri için sefer ederse ve kalbinde sadece ahiretin hayali olursa, Allahu Teâlâ (dünyaya tenezzül etmemeyi, endişe etmemeyi) ve dün­yaya aldırmamayı onun önüne getirir. Onun ahvalini bir araya toplar. Dünya zelil olarak onun yanına gelir".[70] Dünyanın zelil olarak ona gelmesinin manası şudur: Takdir olunan şey mutlaka gelecektir. Çünkü pek çok hadislerde şu ifade geç­miştir: "Ölümün insanı aradığı gibi rızıkta insanı arar". Madem ki rızık onun ara­maktadır, o halde onun yanına gelmeye mecburdur. O kimse istiğna edip tenez­zül göstermese de rızık mutlaka yanına gelecektir. İnsanın bizzat onun yanına gitmesi, onun da aldırmaz davranmasından daha büyük hangi zillet olabilir?Bir hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:"Kim kendi­ni Allah'ın nezdinde olan şeyi talep etmeye başlasa, gök onun gölgeliği ve yer onun yorganı olsa, dünyanın hiçbir şeyini düşünmese bile böyle kimse ekin ek­meden ekmek yiyecek, bağda ağaç yetiştirmeden meyve yiyecektir. Eğer o Al­lah'a tevekkül ederse ve O'nun rızasını aramaya devam ederse, Allahu Teâlâ yedi kat gökler ve yedi kat yerleri onun rızkına mes'ul kılar. Onların hepsi birden ona rızık ulaştırmak için çalışırlar. Ona helal rızık ulaştırmakta kusur etmezler. O kişi hesapsız olarak rızkını tam olarak alır".[71]Başka bir hadiste şöyle geçmektedir: Hz. İbni Abbas radıyallahu anhuma diyor ki; Rasûlullah saiiatiahu aleyhi vesellem Mescid-i Hayf'ta (Minâ Mescidi'nde) vaaz etti. Hamd ve sena ettikten sonra şöyle buyurdu: "Kimin maksadı dünya olursa Allahu Teâlâ onun ahvâlini perişan ve dağınık kılar. Fakirlik (korkusu) her an onun gözü önünde durur. Dünya ise takdir olunandan fazla ele geçmez". Hz Ebû Zer radıyal­lahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem'm şöyle buyurduğunu naklediyor. "Kim dünyanın peşine düşerse, onun Allah ile bir alâkası yoktur. Kim de müslümanların (iyiliği ve hayrını isteyen) bir fikri yoksa, onun Müslümanlarla bir ilişkisi yoktur. Kim de (dünyevi menfaatleri için) kendini seve seve zelil kılarsa, onun bizimle hiçbir bağlantısı yoktur". (Sadece üç kuruş için yada başka bir dünyevî çıkar için kendini başkasının önünde rüsvay etmek şüphesiz ki, kendi kadir ve kıymetlini bilme­mektendir. Mensubu bulunduğu din büyüklerinin adını lekelemektir. En yüksek nisbet ise peygamberlerin iftiharı olan Hz. Muhammed Mustafa saiiaiiahu aleyhi veseiiem'in ümmetinden olmaktır).Hz. Enes radıyallahu anh, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem'ln ŞU hadisini nak-letmiştir: "4 şey bedbahtlık alâmetidir; 1-Gözlerin kuru olması (yani gözlerden hiç bir zaman Allah korkusundan dolayı bir yaş akmaması), 2-Kalbin katı olması (ken­di' ahireti için veya bir başkası hakkında hiçbir zaman yumuşamaması), 3-Uzun emeller ve arzular, 4-Dünya hırsı"[72] Hz. Ebû Derda radıyaiiahu anh bir defasında şöy­le bir uyarıda bulundu: "Ey insanlar! Size ne oluyor ki, ben sizin alimlerinizin gün­den güne (ölümler sebebiyle) azaldığını ve cahillerinizin ilim öğrenmediğini görü­yorum. Alimler ahirete intikal etmeden ve onların ölümleri sebebiyle ilim yok olma­dan önce ilim öğrenin (yoksa doğru dürüst okutacak biri bulunmayacaktır). Ben si­zin Allahu Teâlâ'nm zimmetine almış olduğu şeyi (yani rızkı) toplamak için büyük bir hırs için de olduğunuzu ve kendi zimmetinizde olan (ilim ve ameli) zayi ettiğinizi görüyorum. Ben sizin en şerli insanlarınızın, zekatı ceza kabul eden, namazı ihmal eden, Kur'an okumaya iltifat etmeyen kimseler olduğunu görüyorum".[73]

8) Ebû Musa radıyallahu an/j'dan Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Kim dünyasını severse, ahiretine zarar verir. Kim de ahiretini se­verse (görünürde) dünyasına zarar verir. Öyleyse devamlı olanı (yani ahi­reti), fani olan şeye tercih edin".                                                                      (Ahmed, Beyhakî, Mişkât)

İZAH: Dünya hayatı ne kadar uzun olursa olsun, mutlaka bir gün sona erecektir. Onun mal ve metâı ne kadar fazla olursa olsun, bir gün elden çıkacak­tır. İster ölüm neticesinde elden çıkar, isterse zayi olup telef olarak elden çıkar. Ahiret hayatı ise hiçbir zaman tükenici değildir. Onun nimetleri ebedi kalıcıdır. Bu durumda şu açıktır ki, insanda birazcık akıl varsa, devamlı yanında kalacak olan şeyi seçmelidir. Yanında devamlı kalması hiçbir şekilde mümkün olmayan şeyin peşine düşmek akılsızlığın zirvesidir. Ancak bizim akıllarımız üzerine gaflet per­desi örtülüdür. Şu (dünya) istasyonunun bekleme salonundaki süs ve ziynete gö­nül vermiş oturuyoruz. Halbuki orada kalma süresi trenin gelip de ona binmemi­ze kadar olan zamandır. Bu kadar az zaman içinde insan eğer sefer hazırlığı ile meşgul olsa, yolculuk ihtiyaçlarını hazırlasa, vatanına varınca işine yarayacak olan şeyleri temin etse şüphesiz kendisi için faydalı olur. Ama eğer bu kıymetli vaktini ve azıcık fırsatı orada gezip eğlenmeye harcarsa ve kendi eşyası dağınık dururken bekleme salonunun temizliği ve onun mobilyalarını düzenli bir şekilde yerleştirmeye çalışırsa veya bundan daha büyük bir ahmaklık edip de oraya asmak için aynalar ve nakışlar satın almaya başlarsa, kendi eşyasını da kaybe­der, kendi sermayesini de zayi eder.Bu hadiste dünyayı sevmemek hakkında uyanda bulunulmuştur. Çün sevgi öyle şiddetli bir şeydir ki, hangi insana bulaşırsa, onu ağır ağır kendine e eder. Bundan dolayı ahiret sevgisini meydana getirmeye teşvik edilmiştir. Dün­ya sevgisini terk etmeyi tenbih etmiştir. Zira dünyayı seven biri her ne kadar şu an ahiret amelleri yapıyor olsa da bu pis dünyanın sevgisi izini bırakmadan dur­mayacaktır ve bu sevgi yavaş yavaş ahiret işlerinde gevşeklik, zorluk ve zarar çıkarmaya başlayacaktır. Büyük zatlar şöyle buyurmuşlardır: "Kim dünyayı sever­se, bütün pîr ve mürşidler bir araya gelseler de onu doğru yola getiremezler. Kim de dünyayı terk ederse (ondan nefret ederse), bütün müfsid (bozguncular) bir araya gelseler de onu doğru yoldan saptıramazlar"[74]Hz. Berâ radıyallahu anh, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vese/fem'in şöyle buyur­duğunu nakletmiştir: "Kim dünyada kendi şehvetlerini tatmin ederse, o ahirette şehvetlerini tatmin etmekten mahrum olur. Kim dünyada nazlı yetişmiş (zengin) insanların süs ve ziynetine (hırs ve heves) gözüyle bakarsa, o göklerin saltana­tında zelil kabul edilir. Kim de en az miktardaki bir rızka sabır ve tahammül ederse, o Cennet'te Firdevs-i Alâ'da kalacağı yeri tutmuş olur".Hz. Lokman aieyhisseiam meşhur bir hekimdir. Kur'an-ı Kerim'de de onun na­sihatleri zikredilmiştir. O siyah renkli Habeşli bir köle idi. Allahu Teâlâ ona ihsan etti de Lokman-ı Hekim oldu. Bazı rivayetlerde geçtiğine göre Allahu Teâlâ onu hikmet ve padişahlık arasında hangisini isterse seçmesi için serbest kıldı. O hikmeti seçti. Bir hadiste şöyle geçmektedir: "Allahu Teâlâ tarafından ona, <Sen padişah yapılıp da hakka uygun bir hükümet etmek ister misin?> buyuruldu. O, <Eğer Rabbirm ta­rafından bu bir emirse benim hiçbir mazeretim yoktur. Çünkü bu durumda Allahu Teâlâ bana yardım eder. Ama eğer bu teklifi kabul edip etmemekte serbest isem affımı talep ederim. Ben kendi boynuma musibet yüklemek istemiyorum> dedi. Melekler, <Ey Lokman! Bu nedendir?> dediler. O, <İdareci çok çetin bir yerde olur. İstenmeyen şeyler ve zulüm onu her taraftan kuşatır. Bu durumda ona yardım edi­lecek mi, edilemeyecek mi? Eğer hakka uygun karar verirse, o zaman kurtulabilir. Yoksa Cennet'in yolundan sapacaktır. Bir kişinin dünyada gününü zelil olarak ge­çirmesi, dünyada şerefli bir hayat geçirip de (ahiret bakımından) zayi olmasından daha hayırlıdır. Kim dünyayı ahirete tercih ederse dünya elinden çıkar. O kişi de zaten ahiret işine yaramaz> dedi. Melekler onun verdiği cevaba çok hayret ettiler. Sonra o uyudu. Allahu Teâlâ da onun üzerine hikmeti örttü"[75]Ondan nakledilen hikmetler ve oğluna yaptığı nasihatler çok acayiptir. Bu nasihatler pek çok rivayetlerde zikredilmiştir. Onlardan biri de şudur: "Oğlum! Sık sık alimlerin meclislerinde otur. Hekimlerin (hikmet sahiplerinin) sözlerini dikkatle dinle. Allahu Teâlâ sağnak yağan yağmurla ölü olan toprağı dirilttiği gibi hikmet nuru ile ölü kalbi diriltir". Bir adam onun yanından geçti. O vakit onun yanında bir topluluk vardı. Adam, Lokman Hekim'e "Sen falan kavmin kölesi değil misin?" dedi. O, "Evet ben onların kölesiydim" dedi. Adam, "Sen falanca dağın yakınında keçi güden kişi değil misin?" dedi. O, "Evet. Ben oyum" dedi. Adam, "Öyleyse sen bu makama nasıl ulaştın?" dedi. O, "Şu birkaç şeye devam edip, dikkat et­mekle; Allah korkusu, doğru konuşmak, emaneti tam olarak eda etmek, boş konuşmaktan sakınmak" dedi.Lokman Hekim başka bir zaman oğluna şöyle buyurdu: "Oğlum! Allah'ın azabından emin olmayacak şekilde O'ndan ümitli ol. Aynı şekilde O'ndan ümidini kesmeyecek şekiide O'nun azabından kork". Oğlu, "Babacığım! Kalp bir tanedir. Onda ümid ve korku bir arada nasıl bulunabilir?" dedi. O, "Mü'min işte böyledir. Onun bir bakıma iki kalbi olur. Birinde tam bir ümid, diğerinde ise tam bir korku olur".Lokman Hekim'in şöyle bir sözü daha vardır: "Oğlum! Rabbim beni bağışla duasını bol bol oku. Allahu Teâlâ'nın lütufları arasında öyle vakitler vardır ki, insan o vakitlerde ne isterse verilir". Lokman Hekim başka bir zaman şöyle bu­yurmuştur: "Oğlum! Allah'a kuvvetli bir iman olmadan iyi amel yapmak imkansızdır. İmanı zayıf olanın ameli gevşek olur. Oğlum! Şeytan seni herhangi bir zamanda şüpheye düşürürse, onu yakîn ile mağlup et. Ne zaman seni amelde tembelliğe sevk ederse, kabir ve kıyameti hatırlayarak ona galip ol. O senin yanına dünyaya rağbet veya (buradaki sıkıntılardan) korkutma yoluyla gelirse ona, <Dünya mutlaka elden çıkacak birşeydir (ne buranın rahatı daimidir ne de sıkıntısı devamlı kalıcıdır)> de".Lokman hekim şöyle buyurmuştur: "Oğlum bir kimse yalan konuşursa, onun yüzünün nuru gider. Kimin bozuk âdet ve alışkanlıkları varsa, gam ve ke­der onun başına biner. Dağların kayalarını bir yerden başka bir yere taşımak, ahmaklara laf anlatmaktan daha kolaydır". Yine o şöyle buyurmuştur: "Oğlum! Kendini yalandan çok koru. Yafan söylemek serçe eti gibi lezzetli gelebilir, ancak kısa zamanda, yalan söyleyen kimsenin düşman kazanmasına sebep olur. Oğlum! Cenazelere katılmaya önem ver. Düğün ve merasimlere katılmaktan kaçın. Çünkü cenaze ahireti hatırlatır. Düğün ve merasimler ise insanı dünya tarafına çekerek meşgul eder. Oğlum! Karnın tok iken yemek yeme. Yemeği köpeğin önüne dök­mek tok karnına yemekten daha iyidir. Oğlum! insanların seni yutacağı kadar tatlı olma. Ve insanların tüküreceği kadar da acı olma. Oğlum! Sen horozdan da­ha aciz olma. Şöyle ki, o, seher vaktinde uyanıp ötmeye başlar, sen ise yatağında yatıp uyursun. Oğlum! Tevbeyi geciktirme. Çünkü ölümün vakti (insanlara göre) kararlaştırılmamıştır. O aniden gelir. Oğlum! Cahille dost olma ki git gide onun cahilce sözleri sana güzel gelmeye başlar. Hikmet sahibine karşı kendi başına düşmanlık alma ki, o senden yüz çevirir (sonra sen onun hikmetlerinden mahrum kalırsın). Oğlum! Yemeğini muttaki insanlardan başkasına yedirme, işlerinde alimlerle meşvere yap".Biri Lokman aieyhissetam'a, "En kötü insan kimdir?" dedi. Buyurdu ki, "Kötü­lük yaparken birinin kendini göreceğine aldırmayan kimsedir". O şöyle buyur­muştur: "Oğlum! sık sık iyilerle otur. Çünkü onlarla oturmakla iyilik kazanırsın. Eğer onlar üzerine herhangi bir vakit Allah'ın hususi rahmeti inerse, sana da on­dan mutlaka bir şeyler nasip olur (çünkü yağmur yağdığı yerin her tarafına ula­şır) Kendini kötü insanlarla arkadaşlıktan uzak tut. Onların yanına oturmakta her­hangi bir hayır umudu yoktur ve onlara herhangi bir vakitte azab inerse, onun tesiri sana da ulaşır". O şöyle buyuruyor: "Evlad için baba dayağının faydası, su­yun ekine olan faydası gibidir". O şöyle buyurdu: "Oğlum! Sen dünyaya geldiğin­den beri her gün ahirete yaklaşıyorsun (ve dünyadan da her gün sırtını çevirmek­tesin. O halde her gün kendisine doğru yürüdüğün ev, kendisinden her gün uzak­laştığın evden daha yakındır). Oğlum! Borçtan kendini koru. Çünkü o gündüz zil­let, gece garn ve kederdir (yani gündüz alacaklının taleplerinden dolayı zillete katlanmak gerekmekte, geceleri de borç düşüncesi ile geçmektedir). Oğlum! Gü­nahlara cü'ret etmeyecek şekilde Allah'ın rahmetinden ümitvâr ol. Allah'ın rah­metinden ümid kesmeyecek şekilde Allah'tan kork. Oğlum! Biri sana gelip, <Fa-lanca kişi benim iki gözümü çıkardı> diye şikayet etse, gerçekten de onun iki gö­zü çıkmış olsa, diğer kişinin ifadesini dinlemeden önce onun hakkında bir görüşe sahip olma. Belki de ilk adımı o atmış ve daha önce o dört tane göz çıkarmıştır"[76]Fakih Ebûlleys rahmetuiiahi aieytiın naklettiğine göre Hz. Lokman aieyhisseiam ahirete intikal edeceği sırada oğluna şöyle dedi: "Oğlum! Ben sana hayatım müd-detince pek çok nasihatler ettim. Şu an (son vaktimdir). Sana attı nasihat yapıyo­rum; 1-Sadece ömrünün bekası kadar kendini dünya ile meşgul et (dünya ise ahiret karşısında hiçbir şey değildir). 2-Allah'a ne kadar muhtaç isen ona o kadar ibadet et (şu açıktır ki insan her şeyde Allah'a muhtaçtır). 3-Ahirette ne kadar kal­mak istiyorsan, o nisbette, orası için hazırlık yap (şu açıktır ki ölümden sonra oradan başka kalacak bir yer yoktur). 4-Cehennem'den kurtulduğuna kesin olarak inanana kadar ondan kurtulmak için çalışmaya devam et (şu açıktır ki, bir kimse ağır bir adli davaya mübtela olmuşsa, o davadan kurtulduğuna dair kesinlik yok­sa her an çalışmaya devam eder). 5-Cehennem ateşinde yanmaya ne kadar cesaret ve gücün varsa, o kadar günahlara cüret et (çünkü günahların cezası kânûnî bir şeydir. Bir de hakimler hâkiminin inayetinin olup olmayacağı ve lütfü bilinmemektedir). 6-Günah işleyeceğin zaman Allahu Teâlâ'nın ve meleklerin görmeyeceği bir yer araştır (çünkü bizzat hâkimin önünde, istihbarat elemanları­nın karşısında âsi olmanın neticesi malumdur)"[77]Bu birkaç nasihat Hz. Lokman aieyhisseiam'a bağlı olarak zikredilmiştir. Onun nasihatlerinden maksat da baştan beri yazdığımız aynı konudur. Yani kim dünyayı severse, ahiretine zarar verir.Arfece Sakafî mhmetullahi aleyh diyor ki: Ben Hz. Abdullah İbni Mes'ud radıyallahu anh'dan ifâ ıdiye başlayan sûreyi okumasını rica ettim. Okumaya başladı ve"Ne var kî siz dünya hayatını tercih edersiniz. / Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır" (A'lâ-16,17) ayetine ulaşınca okumayı bırakıp, "Şüphesiz biz dünyayı ahirete tercih ettik" buyurdu. Orada bulunanların hepsi susmuşlardı. Tekrar, "Biz dünyayı ahirete tercih ettik. Çünkü biz onun süs ve ziynetine baktık, onun kadınlarına baktık, onun yemek ve içmesine baktık. Ahiretin bu gibi şeyleri bizden gizliydi. Bundan dolayı dünyayı tercih ettik. Ahireti terk ettik" buyurdu. Hz. Enes radıyallahu enh, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm şöyle buyurduğunu naklet-miştir: "Kullar, dünya ticaretini, ahiret ticaretine tercih etmedikleri müddetçe Lâ ilahe illallah kelimesi kulları Allah'ın gazabından korur. Dünya ticaretini ahiret ticaretine tercih ettikleri ve ondan sonra, Lâ ilahe illallah dediklerinde, bu kelime, <Siz yalan söylüyorsunuz> diye kendilerine döndürülecektir". (Yani sizin İkrarınız yalandır ve sadece bir sayıklamadır).Bir hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Kim Lâ İlahe illallahu vahdehû la şerikelehu kelimesine şehadet ederek Allah'a kavuşur­sa, ona başka bir şey karıştırmadığı müddetçe (doğruca) Cennet'e girer". Ra­sûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bu sözünü üç defa tekrarladı. Oradaki topluluktan bir şahıs, "Anam babam sana feda olsun. Başka bir şey karıştırmaktan maksat nedir?" deyince Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesetlem, "Dünya sevgisini ona tercih et­mek, onun için mal biriktirmek, dünya eşyasıyla sevinmek ve kibirli insanlar gibi davranmaktır" buyurdu. Diğer bir hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Dünya (ahirette) evi olmayanın evidir. Yine dünya (ahirette) malı olmayanın malıdır. Dünya için, aklı olmayan kimse mal biriktirir"[78]Rasûlullah sai-laiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Dünya mel'undur. Dünyanın içinde ne varsa hepsi mel'undur. Ancak Allah için olanlar müstesnadır"İmam Gazali rahmetuiiahî aleyh, Dünyanın Zemmi kitabında şöyle yazıyor: Bütün hamdler ve övgüler, kendi dostlarına dünyanın tehlikelerini ve onun afetle­rini bildiren ve onun kusurlarını ve sırlarını dostlarına aşikar kılan Allah'a aittir. Hattâ ki onlar dünyanın ahvalini tanımışlardır. Onun iyilik ve kötülüğünü mukaye­se edip şunu bilmişlerdir ki, onun kötülükleri iyilikleri üzerine galip gelmiştir. Dün­yaya bağlı olan ümitler onun peşinden gelen endişe verici şeylere karşı koyamaz­lar. Dünya canlı ve hareketli bir kadın gibi insanları kendi güzellik ve cemaliyle esir almaktadır. Kötü ve çirkin hareketiyle, kendisine ulaşma arzusunda olanları helak etmektedir. O kendini isteyenlerden kaçmaktadır. Onlara yönelmekte çok cimridir. Yönelse bile onun yönelmesi de afet ve musibetlerden emin değildir. Bir defa iyilik etse, bir sene boyu kötülük eder. Kim onun tuzağına düşerse, onun sonu zillettir. Kim onun sebebiyle kibirlenirse, o sonunda hasret ve üzüntüye doğru gider. Onun âdeti kendi aşıklarından kaçmak ve kendisinden kaçanın peşine düşmektir. O, kendisine hizmet edenden ayrı kalır. Kendisinden yüz çe­virenlerle de buluşmak için çalışır. Onun saflığında bile bulanıklık vardır. Onun sevincinden de üzüntü ve gam ayrılmaz. Onun nimetlerinin meyvesi hasret ve pişmanlıktan başka bir şey değildir. O çok aldatıcı, hilekâr bir kadındır. Çok kaç­kın ve ansızın kaybolandır. Kendini arzulayanlar için son derece süs ve ziynetle­re bezenir. Onlar, ona tam olarak kendilerini kaptırdıkları zaman onlara diş gös­termeye başlar. Onların düzenli hayatlarını perişan eder. Kendi cadılığını onlara gösterir. Sonra da öldürücü zehirlerini onlara tattırır. O Allah düşmanıdır. Allah dostlarının düşmanıdır. Allah'ın düşmanlarının da düşmanıdır. Allahu Teâlâ'nın düşmanı olması şöyledir; O Allah'a gidenlerin yolunu kesmektedir, O Allah dost­larına şöyle düşmanlık yapmaktadır: Onların gönüllerini kendine yöneltmek için çeşit çeşit ziynetler takınır. Bu yüzden onlar ona iltifat ederek, Allah'tan ilişkilerini kesmelerinden dolayı sabrın acı yudumunu içmektedirler. Dünyanın Allah'ın düş­manlarına düşmanlık etmesi ise şöyledir; Kendi hile ve tuzağıyla onları avlar. On­lar onun dostluğuna tam güvendikleri sırada birden onları ortada yalnız bırakır. Halbuki onlar, o vakit ona şiddetle muhtaç olacaklardır. Bu yüzden onlar dâimi hasret ve dâimi azaba mübtela olacaklardır.Kur'an-ı Kerimin ayeti kerimelerinde ve hadisi şeriflerde dünya sık sık kı­nanmıştır. Hatta bütün Enbiya-i Kiram a/â nebiyyina ve aleyhimüssalatü vesselamın gön­derilişleri, dünyaya gönül vermemeye tenbih içindir. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesei­iem bir defasında ölü bir oğlağın yanından geçiyordu. Sahabelere hitaben, "Siz bu ölmüş oğlağın kendi sahibi yanında bir değeri olduğunu düşünüyor musunuz?" buyurdu. Sahabeler, "Onun değersizliği atılmış olmasından bellidir" dediler Bunun üzerine Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Bu ölü oğlak, sahibinin ya­nında ne kadar zelil ve değersiz ise, dünya da Allahu Teâlâ'nın nezdinde bundan daha zelil ve değersizdir. Eğer dünyanın değeri Allah'ın nezdinde bir sivri sineğin kanadına denk olsaydı. Hiçbir kafire bir yudum su dahi verilmezdi". Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Dünya sevgisi her hatanın başı ve kaynağıdır".Hz. Zeyd bin Sabit radıyaiiahu anh buyurdu ki: Biz bir defasında Hz. Ebû Bekr radiyaliahu antim yanındaydık. O içmek için bir şey istedi. Bal şerbeti getirildi. Onu ağzına yaklaştırınca ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki, yanında bulunan­lar da ondan müteessir olarak ağlamaya başladılar ve çok ağladılar. Sonra tek­rar ağzına yaklaştırınca yine ağlamaya başladı. Sonra gözyaşını sildi ve şöyle söyledi: "Ben bir defasında Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiemin yanındaydım. Onun iki eliyle bir şeyi uzaklaştırdığını gördüm. Halbuki ben Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm önünde bir şey göremedim. Bunun üzerine <Ya Rasûlallah! Kendinizdenneyi uzaklaştırıyorsunuz?> diye sordum. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, <Dünya benim karşıma çıkmıştı. Ben onu kendimden uzaklaştırdırn. Sonra dünya tekrar benim yanıma geldi ve 'Sen benden kurtulsan da (hiç üzülmeye gerek yok, çün­kü) senden sonra gelenler benden kurtulamayacaklardır' dedi> buyurdu".Bir hadiste Rasûlullah saiiallahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Ahiretin devamlı ve sürekli olduğuna iman ettikten sonra yine de şu aldatıcı dünya yurdu için çalışan kimseye şaşıyorum". Bir defasında Rasûlullah saiiallahu aleyhi veseiiem --bir çöplükten geçti. Orada kurumuş kemikler, kazurat ve eskimiş yırtık çaputlar vardı. Rasûlullah saiiallahu aleyhi vesetlem orada durdu ve "Gelin bakın. İşte dünya­nın son noktası ve onun bütün ziynet ve süsü budur" buyurdu.Bu kısa hadis başka bir hadiste geniş olarak geçmiştir. Ancak Allâme Irâkî ve diğer muhaddis hazretleri buyurdular ki: "Biz bu rivayetin nerede olduğunu bulamadık". Buna rağmen İmam Gazali rahmetuiiahi aleyh o rivayeti nakletmiştir. Sahibi Gût ise onu Hz. Hasan Basri rahmetuiiahi a/ey/7'den mürsel olarak rivayet et­miştir. O rivayet şudur: Hz. Ebû Hureyre radıyaüahu anh diyor ki; Bir defasında Ra­sûlullah saiiallahu aleyhi veseiiem bana, "Ben sana dünyanın hakikâtini göstereyim mi?" buyurdu. Ben, "Elbette buyurunuz" dedim. Rasûlullah saiiallahu aleyhi veseiiem beni yanına alarak Medine-i Münevver'nin dışında bulunan bir çöplüğün yanma götürdü. Orada insan kafaları, kazurat, yırtık çaputlar ve kemikler vardı. Rasûlul­lah saiiallahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Ebû Hureyre bunlar insanların kafatasları. Bunların içindeki beyinler, sizin bugün hırslandığınız gibi dünyaya hırslanıyor­lardı. Sizin ümidler kurduğunuz gibi bunlar da ümidler kuruyorlardı. Bugün bunlar derişiz olarak duruyorlar. Bir müddet geçtikten sonra toprak olacaklardır. Şu ka­zurat ve pislikler, rengârenk yemeklerin neticesidir. İnsan onları çok büyük emek­le kazandı ve elde etti. Sonra onları hazırladı ve yedi. Şimdi ise bu insanların kendisinden (nefret edip) kaçtıkları bir halde bulunmaktadır (güzel kokusu ile in­sanları uzaktan kendisine yönelten o yemeğin sonu bugün öyle bir hale gelmiştir ki, onun kokusu insanları uzaktan, kendisinden iğrendirip, nefret ettirmektedir). Bu bez parçalan, o süslü elbiseleri (-ki onu giyerek insan kibirlenirdi- Bugün on­ları) rüzgarlar bir taraftan bir tarafa savurmaktadır. Şu kemikler insanların üzerle­rine bindikleri hayvanların kemikleridir. (Onlar atiar üzerine binip nazlanıyorlardı) ve dünyada geziyorlardı. O halde kim bu ahval üzerine (ve bu ibret veren so­nuçlar üzerine) ağlamak isterse bunlara bakarak ağlasın". Hz. Ebû Hureyre radı-yaiiahu anh diyor ki: "Biz hepimiz çok ağladık".

Bir başka hadiste Rasûlullah saiiallahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Dünya (dış görünüşü bakımından) tatlı ve yemyeşildir. Allahu Teâlâ sizin orada nasıl amel yapacağınıza bakmak için sizi geçmişlerinize halef yaptı. Beni İsrail'e dünya kapıları açılınca onun süs ve eşyasının, kadınlarının, altın ve gümüşleri­nin tuzağına düştüler". Hz. İsa aieyhisseiam buyurdu ki: "Dünyayı kendinize efendi edinmeyin. O sizi kendine köle yapar. Hazinenizi, (zayi olma endişesi olmayan)Allah'ın yanında saklayın. Dünya hazinelerinin her an zayi olma endişesi vardır. Ama Allah ceiie ceiatuhu nun hazinesine hiçbir afet gelmez". Yine Hz. İsa aieyhis­seiam buyurdu ki: "Dünyanın fenalığının alâmetlerinden biri de dünyada Allah'a itaatsizlik edilmesidir. Onun fenalığının alâmetlerinden bir diğeri de, onu terk et­meden ahiret kazanılamaz, Şunu iyice bilin ki, dünya sevgisi her hatanın başıdır. Az bir süre nefsani arzulan tatmin etmek uzun süreli üzüntü ve azaba sebep olur". O şöyle buyurmuştur: "Dünya bazı kimselerin talibi olur, bazılarının da mat­lubu. Kim ahirete talip olursa dünya ona talip olur. Homurdanarak rızkını ona ulaştırır. Kim de dünyayı talep etmeye başlarsa, ahiret onu bizzat talep etmez. Nihayet ölüm gelir ve onun boynuna çöker".Hz. Süleyman a/â nebiyyina ve aleyhissalatü vesselam bir defasında ordusuyla be­raber gidiyordu. Kuşlar onu gölgelendiriyorlardı. Sağ ve solunda insan ve cinler bulunuyordu. Bir âbidin üzerinden geçti. Âbid, ona "Allahu Teâlâ size çok büyük bir saltanat ihsan etmiştir (cinler, insanlar, hayvanlar ve kuşların üzerinde sizin hükümetiniz vardır)" dedi. Bunun üzerine Hz. Süleyman aiâ nebiyyina ve aleyhissalatü vesselam buyurdu ki: "Müslümanın amel defterindeki bir Subhanallah Süleyman'ın bütün mülkünden daha üstündür. Çünkü bu saltanatın hepsi çok çabuk bitecek ama Subhanallah''in sevabı devamlı baki kalacaktır".Rasûlullah saiiallahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Kimin son maksadı dünya olursa, onun Allahu Teâlâ ile bir alakası yoktur. Allahu Teâlâ onu dört şeye müb-tela kılar; 1-Bitmeyen bir gam (ki her an gelirinin artmasını fikreder durur), 2-Fır-sat ve boşluk bulamayacak derecede meşguliyet, 3-Asla müstağni kılmayacak bir fakirlik (yani geliri ne kadar artarsa masraf ve gideri o kadar fazla olur, böyle­ce geliri az bulur), 4-Hiçbir zaman tamamlanmayacak olan uzun uzun ümidler".Hz. İbrahim alâ nebiyyina ve aleyhissalatü vesselam'\n sahifelerinde şöyle yazi-yordu: "Ey dünya! Sen kendileri için süslendiğin salih kimselerin gözünde ne ka­dar zelilsin. Ben onların kalplerine sana karşı düşmanlık koydum. Onlara senden yüz çevirmeyi nasip ettim. Ben senden daha alçak bir mahluk yaratmadım. Se­nin bütün yükselişin son derece değersiz, önemsiz ve biticidir. Ben senin yaratıl­dığın gün şuna karar verdim ki, ne sen kimsenin yanında devamlı kalacaksın ne de kimse seninle devamlı kalacaktır. Senin sahibin sana ne kadar cimrilik yapar­sa yapsın (durum böyledir). Ne mutlu o salih insanlara ki, kalpleriyle Allah'ın hük­müne razı olduklarını Bana bildirirler ve kendi gönülleriyle Bana doğruluk ve se­batı haber verirler. Onlar için sevinç ve ferahlık vardır. Yanımda onlar için öyle bir nur vardır ki, onlar kabirlerinden kalkıp yanıma geldiklerinde o nur, onların önlerinde olacaktır. Sağ ve sollarında melekler olacaktır. Nihayet Ben, onların Bana bağladıkları bütün ümidlerini yerine getiririm".Rasûlullah saiiallahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Kıyamet günü bazı insan­lar Arap diyarının dağları kadar fazla ameller ile geleceklerdir. Ancak onlar Ce-hennem'e atılacaklardır". Biri, "Ya Rasûlallah! Bunlar namaz kılan kimseler mi?"diye sorunca Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, "Onlar namaz kılan, oruç tutan üs­telik teheccüd kılan kimseler olacaklardır. Ancak dünyanın herhangi bir şeyi (ser­vet, izzet vs.) onların önüne gelince bir anda (caiz olup olmadığına aldırmadan) ona dalacaklardır". Hz. İsa aiâ nebiyyina ve ateyhissaiato vesselam şöyle buyurdu: "Dün­ya ve ahiret sevgisi bir kalpte toplanmaz. Ateşle suyun bir kapta toplanmadığı gibi". Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Dünyadan sakının. O Hârutve Mâruftan daha fazla sihirbazdır". Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bir defasında Sahabelerin yanına geldi ve "Sizden kim Allahu Teâlâ'nın (kabirdeki) körlüğü gi­dermesini ve onun (ibret) gözlerini açmasını ister. (Kim bunu istiyorsa o dikkatle dinlesin.) Kim dünyaya ne kadar rağbet ederse ve ne kadar uzun uzun ümidler beslerse Allahu Teâlâ onun kalbini o kadar kör eder. Kim de dünyaya rağbet et­mezse, kendi arzularını kısarsa, Allahu Teâlâ ona öğrenmeden ilim öğretir. Kim­se ona yol göstermeden Allah ona yolu bildirir. Yakında öyle insanlar gelecek ki, onların saltanatı, insanları katletmek ve baskı üzerine kurulacaktır. Cimrilik ve gururla zenginlik elde edeceklerdir. Nefsâni arzulara tâbi olmakla insanların kal­binde onlara karşı sevgi oluşacaktır. Sizden kim o zamana yetişir de zengin ol­ma imkanı varken fakirliğe sabrederse, insanların (arzularına tâbi olarak) onların kalplerinde sevgi oluşturma imkanı varken, onların düşmanlığına katlanırsa, in­sanlara (ayak uydurarak) izzet kazanmak varken, zilletle yetinirse ve bunlara ancak Allah için katlanırsa, ona 50 sıddîk sevabı verilir".Bir defasında Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'e Bahreyn'den çok mal gel­di. Ensardan (ihtiyaç sahibi olan) sahabeler bu haberi duyunca sabah namazın­da Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm yanına kalabalık bir şekilde toplandılar. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem namazdan sonra kalabalığa bakarak tebessüm buyurdu ve "Zannediyorum siz o malın haberini duyup geldiniz" dedi. Onlar, "Ya Rasûlallah! Şüphesiz onun için geldik" dediler. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu; "Ben size (malın çoğalacağı hakkında) müjde veriyorum. Yakında mal çoğalacaktır. Siz ümitli olun kendisiyle sevindiğiniz şey (yani mal) sizin yanı­nıza bol bol gelecektir. Ben sizin fakirlik ve yoksulluğunuzdan korkmuyorum, fa­kat ben sizden öncekilere dünya açıldığı gibi size de açılmasından korkuyorum. O zaman siz ona gönül verip durursunuz. Bundan dolayı o sizden öncekileri he­lak ettiği gibi sizi de helak eder".Bir başka hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Ben sizin hakkınızda en çok AllahuTeâlâ size toprağın bereketlerini çıkarma­sından korkuyorum". Biri, "Ya Rasûlallah! Toprağın bereketlen nedir?" dedi. Ra­sûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem, "Dünyanın ziynetleridir" buyurdu. Hz. Ebû Derdâ radıyaiiahu anh Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseitem'm şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Benim bildiklerimi siz bilseydiniz az güler, çok ağlardınız ve dünya sizin gözü­nüzde çok zelil olur, siz ahireti ona tercih ederdiniz". Ondan sonra Ebû Derdâ radıyaiiahu anh kendi tarafından şöyle buyurdu: "Benim bildiğimi siz bilseydiniz,  ve feryad ederek ormanlara kaçardınız. Ve mallarınızı korumasız olarak bırakırdınız. Ancak sizin kalplerinizde ahiretin zikri kaybolmuş ve dünya ü-midleri ise sizin önünüzdedir. Bundan dolayı dünya sizin amellerinizin sahibi ol­makta ve sanki siz hiçbir şey bilmiyor gibi olmuşsunuz. Bu yüzden sizden bazı­ları, sonuçtan korkarak kendi şehvetlerini terk etmeyen hayvanlardan daha beter olmuşlardır. Size ne oldu ki birbirinizi sevmiyorsunuz? Birbirinize nasihat etmi­yorsunuz? Halbuki siz birbirinizin din kardeşisiniz. Sizleri ancak içinizde bulunan manevi pislikler birbirinizden ayırmıştır. Eğer siz hepiniz din ve dini konularda bir araya gelirseniz, aranızdaki ilişkilerde artacaktır. Peki size ne oldu ki dünya işle­rinde birbirinize nasihat ediyorsunuz da ancak ahiret işlerinde birbirinize nasihat etmiyorsunuz? Sizin, sevdiğiniz kimseye ahiret meseleleri hakkında nasihat edecek gücünüz yok mu? Ahiret meselesi hakkında ona nasihat edemez misiniz? Bunun sebebi sadece sizin kalplerinizdeki iman azlığıdır. Eğer siz dünyanın hayır ve şerrine kesin olarak inandığınız gibi ahiretin hayır ve şerrine inansaydınız, mu­hakkak ahireti dünyaya tercih ederdiniz. Çünkü ahiret sizin yaptığınız işlere dün­yadan daha fazla hak sahibidir. Eğer siz, <Dünya ihtiyacı acildir, şu an önümüz­dedir. Ahiret ise sonradan olacaktır> derseniz. O zaman dünyada sonradan ge­len ve hasıl olan işler için ne kadar meşakkatlere katlandığınızı bir düşünün (zi-raatin zorluğuna katlanıyorsunuz. Çünkü bir müddet sonra mahsûl çıkacaktır. Aynı şekilde bağ-bahçe meydana getirmek için ne kadar can verircesine çalışı­yorsunuz. Çünkü birkaç sene sonra meyveler gelecektir). Siz ne kadar kötü bir kavimsiniz ki, sizde ne derecede iman olduğunu bileceğiniz şeylerle imanınızı ölçmüyorsunuz. Eğer siz Rasûlullah saiieiiahu aleyhi veseiiem'\n getirdiği hükümlerde şüphe ediyorsanız bizim yanımıza geliniz. Biz size açık bir şekilde anlatacağız ve size öyle bir nur göstereceğiz ki, siz onunla Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem ne buyurduysa o haktır diye mutmain olacaksınız. Siz aklı eksik ve ahmak kim­seler değilsiniz ki, biz sizi mazur görelim. Sizler dünya işlerinde çok güzel gö­rüşlere sahipsiniz O konuda çok dikkatli davranıyorsunuz. (Peki bu ne beladır ki, siz ahiret işlerinizde.ne aklınızı kullanıyorsunuz ne de dikkatli amel yapıyorsu­nuz?) Peki bu ne haldir? Size ne oldu ki, azıcık bir dünya menfaatinden dolayı çok seviniyorsunuz ve azıcık zarardan dolayı üzülüyorsunuz. Bunun alâmetleri yüzünüze varana kadar anlaşılıyor (yani sevinince yüzünüz açılıyor, üzüntü de ise biraz yüzünüz asılıyor). Musibetler dillere dökülüyor. Zerre kadar meseleye musibet demeye başlıyorsunuz. Matem merasimleri düzenliyorsunuz. Fakat dinin büyük büyük emirleri elden gidince ona ne üzülüp kederleniyor ne de yüzünüzde bir değişme oluyor. Ben sizin dindeki fenalığınızı görünce Allahu Teâlâ'nın size dargın olduğunu düşünüyorum. Siz birbirinizle sevinç ve memnuniyetle görüşü­yorsunuz. Her biriniz diğerinin yanında onun ağrına gidecek (hak) sözü söyle­mek istemiyor. Tâ ki o da kendisiyle ilgili hoşlanmadığı bir söz söylemesin. O halde bu konuları (hak sözü), sadece kalplerde saklayarak birbirinizle geçiniyor­sunuz. İç yüzünüzdeki pislikler üzerinde, dış yüzünüzün yeşillikleri açmış bulunu­yor. Ölümü hatırlamayı terk etmek konusunda hepiniz ittifak etmişsiniz. Ne olay­dı Allahu Teâlâ bana ölüm verip, beni sizin sıkıntınızdan rahatlatsaydı ve beni o yüce zatlara (yani Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem ve Sahâbe-i Kiram'a)kavuştursaydı. Ben onları görmeyi arzuluyorum. Eğer onlar yaşasaydılar, sizinle beraber kalmayı istemezlerdi. O halde sizde hayırdan bir nebze kaldıysa ben size açık açık söyledim ve Hak sözü anlattım Eğer siz Allah'ın yanında bulunan şeyi (yani ahireti) talep ediyorsanız çok kolaydır. Ben sizin hakkınızda da kendi hakkımda da yalnız Allah'tan yardım isterim. Bu kadar". Hz. Ebû Derdâ radıyeiiahu anh'm sözü burada bitmiştir.

Onun bu uyarı ve azarlamasını büyük bir dikkatle okumak gerekir. O öyle kimselere kızıyor ki, biz oniar hakkında, "Biz asla onlar gibi dindar olamayız" zannediyoruz. Onların ahvalleri ve başardıkları büyük işler bizim gözümüzün önündedir. Eğer Hz. Ebû Derdâ radıyaiiahu anh bizi görseydi. Kesinlikle üzüntüsün­den kahrolurdu. Bu yüce zatlar bizim ahvalimize katiyen bakamazlar ve ona asla tahammül edemezlerdi.Hz. Hasan Basri rahmetuiiahi aleyh buyurdu ki: "Dünya yanlarında emanet olan kimselere Allahu Teâlâ rahmet etsin. Onlar o emaneti başkalarına havale etmişlerdir. Kendileri endişesiz olarak gitmişlerdir". Yine o şöyle buyurmuştur: "Kim din konusunda seni engellerse, sen ona karşı koy. Kim de dünya konusun­da sana engel çıkarırsa, o dünyayı onun suratına vur ve rahat et". Hz. Ebû Hâ-zim rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Dünyadan sakının. Kıyamet günü mahşer meyda­nında insan ayağa kaldırılıp, <Bu şahıs Allahu Teâiâ'nın hakir dediği şeyi büyük kabul etmiştir> denilecektir". Hz. Abdullah Ibni Mes'ud radıyaliahu anh şöyle buyur­du: "Herkes kendi evinde birkaç günlük misafirdir. Onun mal ve eşyası ödünçtür. Misafir birkaç gün içinde mutlaka evine (ahirete) gidecektir. Ödünç şey de mutlaka geri dönecektir". Hz. Râbia Basriyye rahmetuiiahi aieyha bir topluluğun içinde otu­ruyordu. İnsanlar biraz dünyanın kötülüğünden bahsediyorlardı. O, "Dünyayı kö­tülükle dahi anmayın. Çünkü onu zikretmekle anlaşılıyor ki, sizin kalbinizde onun bir değeri vardır. Eğer böyle olmasaydı, onun zikri sık sık diliniz üzerine gelmez­di. (Kazuratın pisliği ve kötülüğünden kim sık sık bahseder ki?)"Hz. Lokman aieyhisseiam oğluna şöyle nasihat etti: "Dünyayı din karşılığında sat ki, iki cihanda kâr edesin. Dini dünya karşılığında satma, iki cihanda da zarar edersin". Hz. Mutarrif bin Şıhhîr rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Padişahların (devlet a-damlarının) zevkü safâsına ve onların şahane elbiselerine bakma, aksine onların sonunun ne olacağını düşün". Hz. Ebû Umâme radıyaliahu anh buyurdu ki: Rasûlul-lah saiiaiiahu aleyhi veseiiem peygamber olarak gönderildiğinde şeytan durumu araş­tırmaları için kendi askerlerini gönderdi. Onlar, "Bir peygamber gönderildi ve onun çok büyük bir ümmeti var" dediler. Şeytan, "Onlarda dünya sevgisi var mı?" dedi. Onlar, "Evet var" dediler. Şeytan, "Öyleyse onlar putlara tapmıyor diye üzülmem. Ben onlara üç şey musallat ederim; 1-Helal olmayan bir yoldan kazanmak, 2-Haram yola harcamak, 3-Gerçekten harcanması gereken yere harcamamak".Hz. Ali radıyaliahu anh buyurdu ki: "Dünyanın hela! malında hesap, haram ma­lında azab vardır". Hz. Mâlik bin Dinar rahmetuiiahi aleyh buyurdu ki: "O sihirbazdan sakının. Çünkü o alimlerin kalplerine bile sihir yapar". Hz. Ebû Süleyman Dârâni rahmetuiiahi aleyh buyurdu ki: "Hangi kalpte ahiret varsa, dünya onunla mücadele eder, o kalbi ele geçirmek için çalışır. Hangi kalpte dünya varsa, ahiret ona engel olmaz. Çünkü ahiret kerimdir. Başkasının evini ele geçirmek istemez. Dünya ise aiçaktır. O herkesin evini zorla ele geçirmek ister". Mâlik bin Dinar rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Sen ne kadar dünyayı dert edersen, o kadar ahiret derdi kalbinden çıkar. Ne kadar ahireti dert edinirsen, o kadar dünya derdi kalbinden çıkar." Hz. Hasan Basri rahmetuiiahi aleyh buyurdu ki: "Ben öyle adamlarla karşılaştım ki, dünya, onların yanında üzerinde yürüdüğünüz şu topraktan daha zelildi. Onlar, (Yanımda) dünya (malı) var mı yada gitti mi?, Şuna mı gitti?, Buna mı gitti? diye aldırmazlardı". Bir adam Hz. Hasan Basri rahmetuiiahi aieyh'e, "Siz Allahu Teâiâ'nın kendisine mal ve servet verdiği ve ondan hem sadaka verip hem de sıla-i rahim yapan birinin hakkında ne dersiniz? Onun güzel güze! yemekler yemesi ve ni­metler içinde yaşaması uygun ve münasip midir?" dedi. O şöyle buyurdu: "Hayır. Eğer bütün dünya onun eline geçse bile yine de kendi ihtiyacı kadar harcama-lıdır. Ondan fazlasını, o gün (yani ahiret günü) için göndermelidir. O gün onun ihtiyacı çok şiddetli olacaktır".Hz. Fudayl rahmetuiiahi aleyh şöyle buyurmuştur: "Eğer bütün dünya benim olsa ve bana bunun hesabı da sorulmasa yine de ben, elbisenize bulaşmasın diye hayvan leşinden tiksinip nefret ettiğiniz gibi ondan tiksinip nefret ederim". Hz. Hasan rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: "Allahu Teâlâ'ya ibadet etmelerine rağ­men Benî İsrail'i sadece dünya sevgisi putperestliğe kadar götürdü". Yine o şöy­le buyurmuştur: "İnsan devamlı malını az zanneder ama amellerinin az olduğunu asla kabul etmez. Din konusunda bir musibet geldiğinde rahat olur. Ama dünya konusunda bir musibet gelse perişan olur". Hz. Fudayl rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: "Dünyaya girmek çok kolaydır ancak ondan çıkmak çok zordur". Bir Allah dos­tu şöyle buyuruyor: "<Ölüm mutlaka gelecek ama kim bilir ne zaman gelecektir> diye inanan ama yine de her hangi bir şeye sevinen kimseye hayret! Cehen­nemin hak oluğuna inanan (kendi başına gelecekleri bilmeyen) yine de herhangi bir şeye, bir şekilde gülen kimseye hayret! Dünyanın her zamanki değişikliğini görüp de yine de dünyanın herhangi bir şeyi üzerine mutmain olan kimseye hay­ret! Kaderin hak olduğuna (yani kaderde olan ne varsa mutlaka insana ulaşacak­tır diye) inanan kimsenin musibetlere niçin katlandığına hayret!"Hz. Emîr Muâviye radıyaliahu anh'm yanına Necran şehrinden bir büyük zat geldi. 200 yaşında idi. EmîrMuâviye radıyaiiahu anh ona, "Sen dünyayı çok gördün, nasıl buldun?" dedi. O, "Birkaç sene rahat, birkaç sene sıkıntılı. Her gece ye gün­düz birileri doğar, birileri ölür. Eğer doğmak son bulsa dünya bir gün sona erer (çünkü ölüm sırasıyla devam etmektedir). Eğer ölüm sona erse dünyada kalmak için yer bulunmaz (öyleyse mutedil nizam olarak bir taraftan doğma nizamı devam etmeli bir taraftan da ölme nizamı devam etmelidir)". Hz. Muâviye radıyaliahu anh bu­yurdu ki: "Benden bir istediğin varsa veya benim yapabileceğim bir hizmet varsa söyle. Ben onu yerine getireyim" dedi. Adam, "Benim tükenen ömrümü bana geri verya bana bundan sonra ölüm gelmesin" dedi, Ernîr Muâviye radıyaiiahu anh, "Ben bunu yapamam" dedi. İhtiyar, "O halde ben senden hiçbir şey istemeyeceğim" dedi.Ebû Süleyman rahmetuiiahi aleyh buyurdu ki: "Dünya şehvetlerine ancak kalbi ahiretteki şeylerle meşgul olan kimse sabredebilir". Mâlik bin Dinar rahmetui­iahi aleyh diyor ki: "Hepimiz dünyayı sevmek üzerine anlaştık. Bundan dolayı hiç kimse başkasına ne iyi şeyleri emrediyor ne de kötü şeyleri yasaklıyor. Allahu Teâlâ'nın bizi devamlı bu hal üzere bırakması asla mümkün değildir. Kim bilir üzerimize ne zaman hangi azab incecektir". Hz. Hasan rahmetultahi aleyh şöyle bu­yurmuştur: "Allahu Teâlâ hangi kuluna hayır dilerse ona azıcık dünyalık verip durdurur. O mal bitince tekrar biraz daha verir. Kim de Allah indinde zelil olursa Allahu Teâlâ ona dünyayı açar". Bir büyük zat şöyle dua ederdi: "Ey gökyüzünün yere düşmesini engelleyen yüce Allah'ım! Dünyanın bana gelmesini engelle". Muhammed bin Münkedir rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Bir kimse devamlı oruç tutup hiç iftar etmese, gece boyu teheccüd namazı kılıp hiç uyumasa, malını bol bol hayır yolunda harcasa, Allah yolunda cihad etse ve günahlardan sakınsa, ancak o kıyamet günü ayağa kaldırılıp, <Bunun gözünde Allah'ın zelil dediği şey (yani dünya) değerliydi, Allah'ın değerli dediği şey (yani ahiret) önemli değildi> dense, siz söyleyin bakalım, o insanın hali ne olur? Sonra bizim halimiz ne olacak. Biz bu hastalığa yani dünyaya önem ve değer verme hastalığına mübtela olmuşuz. Bununla beraber günahlara da batmışız". Abdullah İbni Mübarek rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: "Dünya sevgisi ve günahlar kalbi vahşileştirmiştir. Bundan dolayı hayırlı söz kalplere ulaşmamaktadır (yani tesir etmemektedir)".Vehb bin Münebbih rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Kim dünyanın bir şeyine sevi­niyorsa, o hikmete aykırı davranmış olur. Kim de kendi nefsani arzularını aya­ğının altına alıyor ve onun başını kaldırmasına müsaade etmiyorsa, şeytan böyle kimsenin gölgesinden korkar". Hz. İmam Şafii rahmetuiiahi aleyh bir din kardeşine şöyle nasihat etti: "Dünya öyle bir çamurdur ki, onda ayaklar kayar (o halde çok dikkatli adım atmak ve ayak kaymasından her an korkmak gerekir). Dünya zillet evidir. Onu abâd etmenin neticesi haraplıktır. Onda yaşayanlar tek başlarına kabre gideceklerdir. Onun toplantısı ayrılık üzerine kuruludur. Onun bolluğu yok­sulluğa döndürülmüştür. Onun çokluğu meşakkate düşmek ve onun darlığı kolay­lığa ulaşmaktır. O halde tamamen Allahu Teâlâ'ya yönelin. Allah ne kadar rızık verdiyse ona razı olun. Dünyanız için ahiretten borç almayın (yani bedelini ahi-rette ödeyeceğiniz şeyler yapmayın. Böylece orada ihtiyaç anında sevaplarınız eksilmiş olur). Çünkü buradaki hayat bir gölge gibidir ki, yakında bitecektir. Yana meyletmiş bir duvar gibidir ki, yakında yıkılacaktır, iyi amellerinizi çoğaltın ve e-mellerinizi azaltın. Hz. İbrahim bin Ethem rahmetuiiahi aleyh bir adama, "Bir kimsenin sana rüyanda bir dirhem (gümüş para) vermesi mi daha hoşuna gider yoksa uyanıkken bir dinar (altın para) vermesi mi" dedi. Adam, "(Bu açık bir şeydir ki,) uyanıkken dinar vermesi daha çok hoşuma gider" dedi- Hz. İbrahim rahmetuiiahi aievh. "Sen yalan söylüyorsun. Çünkü sen dünyada gevdiğin şeyleri bir bakıma rüyanda beğeniyorsun. Ahiretin hangi şeyleri hoşuna gitmiy^rsa, sanki onlardan uyanık halinde yüz çeviriyorsun".Yahya bin Muâz rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Üç Kiı be akıllıdır; 1-Dünya ken­disini bırakmadan önce dünyayı bırakan, 2-Kabre girme vakti gelmeden önce onun için hazırlık yapan, 3-Mevlâsıyla buluşmadan önce O'nu razı eden". O yine şöyle buyurmuştur: "Dünyanın bedbahtlığı o dereceye ulaştı ki, onu temenni et­mek seni Allahu Teâlâ'ya itaat etmekten (çevirip) kendisiyle meşgul eder. Onu te­menni etmenin hali bu olursa, sen dünyaya dalarsan durum ne olur?". Bekr bin Abdullah rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Dünyayı elde ederek onun sıkıntılarından rahatla­mak isteyen kimse, ateşi söndürmek için onun üzerine kuru ot atan kimse gibidir".Bündâr rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Dünyacı, biri zahidlikten bahsedince bil ki şeytan onunla alay ediyor". Bir büyük zat şöyle buyuruyor: "Ey insanlar bu fırsat günlerinde iyi amel işleyin. Allahu Teâlâ'dan korkun. Uzun uzun ümidler besleye­rek ve ölümü unutarak kendinizi aldatmayın. Dünyaya zerre kadar teveccühünüz olmasın. Bu bedbaht (dünya) çok vefasız ve aldatıcıdır. Kendi hilesiyle sizin için kendini donatır ve süslenir. Kendi arzularıyla sizi fitnelere düşürür. O kendi koca­ları için süslenir. Düğün günü olduğu gibi tam bir yeni gelin şekline girer. Yani gözler ona ilişir, gönüller ona bağlanır ve insan ona aşık olur. Ancak o bedbaht nice aşıklarını katletmiştir. Kendine güvenip oturan nice insanları yâr ve yardım-cısız bırakmıştır. Ona hakikat gözüyle dikkatle bakınız. Bu öyle bir evdir ki, onda pek çok tehlikeler vardır. Bizzat onu yaratan onun kötülüğünü beyan etmiştir (Mesela bir hekim, bir ilaç hazırlamış olsa ve bizzat kendisi, <Bunda zehir var. İhtiyaç anında sadece az bir miktar kullanılabilir* dese, akılsızın biri de ondan çok miktarda yese, elbette ölür. O ilacı hazırlayan hekimin bildirmesine rağ-men böyle yapmak ahmaklığın son noktasıdır). Dünyanın her yeni şeyi eskiye-cektir. Onun varlığı kendi kendine yok olacaktır. Onun aziz kıldığı sonunda zelil olacaktır. Onun çokluğu bilâhere azlığa düşecektir. Onun dostluğu yok olucudur. Onun iyiliği biticidir. Allah size merhamet etsin. Gafletinizden kendinize gelin, uykunuzdan uyanın. Bunu şöyle bir çağrı yapılmadan önce yapın; <Falan şahıs hasta oldu. Artık ondan ümit kesilmiş durumdadır. İyi bir doktor çağırın, iyi bir doktor getirin>. Sonra sizin için sık sık hekim ve doktor çağrılır. Onlar artık hayat­tan ümid vermezler Sonra şöyle seslenilir; <O vasiyet yapmaya başladı. Bakın bakın dili de ağırlaştı. Artık sesi de iyi çıkmıyor. Şimdi kimseyi tanımıyor. Derin derin nefes alıyor. İnlemesi de arttı. Göz kapaklan düşmeye başladı>. İşte o va­kit sen ahiretin ahvalini hissetmeye başlarsın ama lisanın tutulmuştur. Artık hiçbir şey diyemezsin. Yakınların ve akrabaların ayakta ağlamaktadırlar. Bazen oğul, bazen kardeş bazen de hanım önüne gelir ama lisan bir şey konuşmaz. O esna­da ruh bedenin azalarından ayrılmaya başlar. Sonunda bedeninden çıkıp gökle­re doğru gider. Akraba ve dostlar acele olarak defin hazırlığına başlarlar. Ziyare­tine gelenler ağlayıp sızladıktan sonra susarlar. Düşmanlar sevinirler. Akraba ve yakınların malı bölüşmeye başlarlar. Ölen kimse ise kendi amellerinin arasında sıkışıp kalır. (İşte hayatın hakikati budur)"Hz. Hasan Basri rahmetuiiahi aleyh, Hz. Emir-ül Mü'minin Ömer bin Abdulaziz rahmetuiiahi aieytie bir mektup yazdı. Mektupta hamd ve salâttan sonra şöyle buyurdu:Dünya göç evidir. O kalınacak ev değildir. Hz. Adem a/â nebiyyina ve aieyhis-saiatü vesselam ceza[79] olarak dünyaya gönderilmişti. Çünkü Cennet'te kendisin­den bir sürçme meydana gelmişti (hapishane olarak dünyaya gönderilmişti). Öyleyse dünyadan korkunuz. Onun azığı onu terk etmektir. Onun zenginliği onun fakirliğindedir (yani ondaki zengin, dış görünüşünde fakir olandır), O mutlaka her zaman birini helak eder. Kim onu aziz bilirse, onu zelil eder. Kim onu toplamaya karar verirse, bu onu (başkasına) muhtaç eder. O bir zehirdir. Onu anlayışsız insanlar yer ve sonra ölürler. Bu dünyada sıhhat bulabilmek için her şeye dikkat eden yaralı bir hasta gibi yaşayın. O hasta, hastalığın artmaması için acı ilaçlar kullanır. Sizler bu hilebaz, düzenbaz ve sahtekar (dünya)dan sakının. O sadece aldatmak için kendini donatıp, süsleniyor ve aldatma yoluyla insanları musibete sokuyor. Kendi emelleriyle insanların ya­nına geliyor. Kendisiyle evlenmek isteyenleri bugün yarın diye erteleyip duru­yor. Kısaca o insanlar için öyle süslenmiş ve bezenmiş bir gelin oluyor ki, gözler peşpeşe ona takılıp, duruyor. Gönüller ona tutuluyor. İnsan ona kurban oluyor. Ancak bu bedbaht, herkese düşmanlık ediyor. Hayret! Ne kalanlar, gi­denlerden ibret alıyorlar, ne sonra gelenler, öncekilerin halini dinleyip, o hal­den sakınıyorlar ne de Allahu Teâlâ'nın buyruklarını bilenler, o buyruklardan öğüt alıyorlar. Dünyaya aşık olan kimseler kendi ihtiyaçlarının yerine geldiğini görünce aldanmakta ve isyankarlığa mübtela olup, ahireti unutmaktadırlar. Nihayet onların kalbi, dünya ile meşgul olur ve ayaklan ahiret yolundan ka­yar. Sonra hasret ve pişmanlıktan başka bir şey kalmaz. Ölümün ve can ver­menin acısı ve ıstırabı onları kuşatır. Onların hepsinin elden çıkmasının has­reti ona musallat olur. Ona rağbet eden kimse kendi maksatlarına asla ulaşa­maz ve hiçbir zaman sıkıntıdan rahat bulamaz. En sonunda azık almadan bu alemden gider. Hazırlıksız olarak ahirete ulaşır.Emir-üİ Mü'minin! Bundan çok sakınmalı ve son derece sevinçli olduğu zamanlarda bile ondan çok fazla korkmalıdır. Ona güvenen kimse ne zaman biraz sevinse, o kimseyi musibete mübtela eder. Onun içinde memnun otu­ranlar, kendilerini aldatmaktadırlar. Ondan (ihtiyacından fazla) istifade eden zarara uğramıştır. Onun rahatlığı, sıkıntılarla bağlantılıdır. Onda yaşayanın sonu yok olmaktır. Onun sevinci sıkıntıyla karışıktır. Geçenler geri gelmez. Gelenlerin halinin ne olacağı belli olmaz. Onun arzuları yalandır, ona yapılan ümitlerin hepsi boştur. Onun saflığı bulanıktır. Onun zevki meşakkattir. İnsan onda her an tehlikeli bir durumdadır. Eğer kişide akıl varsa ve dikkatli dü­şünürse bilir ki, onun nimetleri korkunçtur ve her an onun belalarının korkusu vardır.Eğer onu yaratan Allah ceiie ceiaiuhu, onun kötülüklerini bildirmeseydi, yine de onun hilekârlığı, kendi haliyle uyuyanları uyandırmak ve gafilleri ayıltmak için yeterliydi. Kaldı ki Allahu Teâlâ bizzat bunun üzerine uyanlarda bulunmuş ve bu konuda nasihatler buyurmuştur. Yani Allah ceiie ceiaiuhu indinde onun hiç bir kadri yoktur. Onu yarattıktan sonra asla ona iltifat nazarıyla bakmamıştır. Bu dünya bütün hazineleriyle birlikte Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiems arz e-dildi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem onu kabul etmedi ve ona iltifat bile et­medi. Çünkü Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem Allahu Teâlâ'nın iradesine aykırı olan şeyi beğenmemiştir. O, Yaratan'ın buğz ettiği şeyi sevmemiştir, O, Al­lah'ın değerini düşürdüğü şeyi beğenerek onun derecesini yükseltmemiştir. Bundan dolayı Allahu Teâlâ dünyayı kendi iyi kullarından kasten uzaklaştır-mıştır. Kendi düşmanlarına onu genişletmiştir. Ona değerli bir şey gözüyle ba­kan ve kendini aldatan bazı insanlar, onun bolluğuna bakarak Allahu Teâlâ'­nın kendilerine ikram ettiğini zannetmektedirler. Fakat onlar şunu unutuyorlar ki, (bütün peygamberlerin seyyidi, gelmiş ve geleceklerin iftiharı olan) Efendi­miz Muhammed saliaitahu aleyhi veseiiem'e bu konuda Allahu Teâlâ nasıl mua­mele etmiştir ki, açlıktan karnına taş bağlaması gerekmiştir.Bir hadiste Allahu Teâlâ'nın Hz. Musa aieyhisseiam'a şöyle buyurduğu geç­mektedir: "Sen bolluğun geldiğini görünce bil ki, o bir günahın cezası olarak sana gelmektedir. Fakirlik ve yoksulluğun geldiğini görünce, <Salihlerin alâmeti geliyor> de. Bir kimse Hz. Isa a/â nebiyyina ve aleyhissalatü vesseiam'a tâbi olmak isteyince o şöyle buyururdu: "Benim katığım açlıktır (yani ekmek, ancak açiık halindeyken katıkla beraber yeniyormuş gibi insana lezzetli gelir). Benim şiarım Allah korku­sudur. Benim elbisem koyun yünüdür. Benim soğukta ısınmam güneşin ısısıy-ladır. Benim kandilim ay ışığıdır. Benim bineğim ayaklarımdır. Benim yemeğim ve meyvem yeryüzünün bitkileridir. Ben sabah kalktığımda yanımda hiçbir şey olmaz. Akşamladığımda da yanımda hiçbir şey olmaz. Bütün dünyada benden daha zengin (aldırmayan ve kimseye muhtaç olmayan) kimse yoktur".Kitaplarda Enbiya aleymmussalatü vesselam, Sahâbe-i Kiram ve Evliyâ-i izam radıyaliahu anhum ecma/n'in bu gibi sözleri çok fazla bulunmaktadır. Burada bir şeyi iyice anlamak gerekir. O da şudur: Asıl hayat, övülen ve beğenilen hayat, o yüce zatların irşadları ve hâllerinden anlaşılan hayattır. Ancak bununla beraber kişinin kendi azaları ve kendi gücünün tahammülüne riayet etmesi de gerekir. Kendi gü­cünün kaldırdığı yere kadar onlara tâbi olmaya çalışmalıdır. Ama kendi zayıflığı­nın tahammülü olmayan yerde mecburen kendi zayıflığına riâyet etmesi gerekir. Bu olayları nakletmekten maksat şudur: En azından zihinlere şu kadarı yerleşsin ki; dünyanın asıl hayatı budur. Kendi hastalıklarımız ve özürlerimizden dolayı mecbur kaldığımız yerde mecburiyet derecesinde kişinin kendi zayıflık ve özür­lerine riayet etmesi zaruridir. Buna misal hastanın orucunu açmasıdır. Yani asıl olan mübarek ayda oruç tutmaktır. Ancak eğer biri hastalığından dolayı oruçtuta-mıyorsa veya doktor orucun onun sıhhatine zararlı olduğunu söylerse, mecburen orucu açması gerekir. Ancak şu açıktır ki, asıl olan şey mübarek ramazan ayın­da oruç tutmaktır. O asıl maksattır ve rağbet edilen şeydir. Fakat zavallı hasta mecbur olduğundan oruç tutamamaktadır. Tabii ki her samimi Müslüman oruç tutmaya çalışır. Aynı şekilde bizler, gayretlerimiz ve kuvvetlerimizin zayıflığından dolayı bu hayat tarzına tahammül edemeyiz. Bundan dolayı mecburiyet ölçüsün­de ne kadar ihtiyaç varsa o kadar dünya ile ilgilenmek gerekir. Ancak mecburiye­tin kendi zayıflığımızdan dolayı olduğunun şuurunda olunmalıdır. Asıl hayatın Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem'm ve diğer Enbiya-İ Kiram aleyhimüsselam'm ve Evliya-i İzam rahmetuiiam aleyhimin hayatları olduğunu kabul etmelidir. Onların bir kaç sözü geride geçmiştir. Bununla birlikte dünyanın gerçek olmadığı, kendisine gönül vermeye layık olunmadığı, onun fâni ve sadece bir aldatmaca olduğu ko­nuları o kadar önemlidir ki, kişinin zafiyet ve mecburiyet halinde bile bunları ne kadar mümkün olursa o kadar fazla kalbine yerleştirmelidir. Dille değil kalple dünyanın gerçekten öyle olduğunu kabul etmelidir. Onu anlamaya hiçbir şey mâni değildir. Bu bedbahtı gönüllerimizde herhangi bir seviyede değerli kılmamız için yanımızda hiçbir özür yoktur.İmam Gazali rahmetuiiahi aleyh buyurdu ki: Dünya çok çabuk yok olacaktır. Çok çabuk sona erecektir. O, kendisinin bakî kalacağını vaad ediyor. Ama o va­atlerini yerine getirmiyor. Sen ona baktığında onun bir yerde durduğunu zanne­dersin. Ancak gerçekte o çok süratli bir şekilde yürümektedir. Fakat bakan kimse onun hareketini hissetmez. Onun hızı, o son bulduğu zaman anlaşılır. O her zaman hareket eden bir gölge gibidir. Ancak onun hareketi hissedilmez.Bir defasında Hz. Hasan Basri rahmetuiiahi aieytiln yanında dünyadan bah­sedilince şöyle buyurdu:O uykudaki rüya veya giden bir gölge gibi Bu gibi şeylerle aldatılamaz akıllı biriHz. İmam Hasan radıyaliahu anh çoğu defa şu şiiri okurdu:Ey dünyanın tadını çıkaranlar! Onun asla yoktur bekası Şüphesiz giden bir gölgeye aldananın asla yoktur zekâsıYunus bin Ubeyd rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Ben kendi kalbime dünyanın şöyle bir benzetme yaparak anlattım; Bir adam uyuyor. Rüyasında pek çok iyi ve kötü şeyler görüyor. Bir anda gözleri açılıyor ve rüyasındaki herşey sona eriyor. Aynı şekilde bütün insanlar uyuyorlar. Her şeyi rüya olarak görüyorlar. Ölümle birlikte bir anda gözler açılınca buranın ne sevinci kalıyor ne de üzüntüsü.Deniliyor ki, bir defasında dünyanın hakikati Hz. Isa a/â nebiyy'ma ve aleyhis-salata vesselam a açılmıştı. Dünyanın yaşlılıktan dolayı dişleri dökülmüş son derece ihtiyar bir kadın olduğunu gördü. Son derece allı-pullu ve gösterişli bir elbise giyi­yordu. Üzerinde her çeşit ziynet eşyası vardı. Tam bir gelin şekline girmişti. Hz. İsa aieyhisueiam ona, "Sen şimdiye kadar kaç defa nikahlandın (şimdi yine nikah­lanma arzusundan dolayı gelin oluyorsun)" dedi. O, "Nikahlılarımın sayısı belli değil" dedi. Hz. İsa aieyhisseiam "Onlar öldüler mi, yoksa seni boşadılar mı?" diye sorunca, "Ben hepsini öldürdüm" dedi. Hz. İsa aieyhisseiam, "Senin bundan sonra­ki kocalarına yazıklar olsun. Senin önceki kocalarından İbret almıyorlar ki, sen onları nasılda, bir bir katledip helak ettin" buyurdu.Gerçek şudur ki, bu dünya aynen çok yaşlı bir ihtiyar kadındır. Üzerine ziynet elbisesi giymiştir. İnsanlar onun dış ziynetine bakıp aldanıyorlar. Onun ha­kikatini anladıkları ve onun yüzünden perdeyi kaldırdıkları zaman onun asıl çeh­resi görünür. Alâ bin Ziyâd rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Ben rüyamda bir ihtiyar ka­dın gördüm. Çok yaşlıydı. Çok güzel elbise, takı vs. giyinmişti. Dünyanın her çe­şit süs ve ziyneti onda bulunmaktaydı. Etrafında çok kalabalık bir insan topluluğu vardı. Çok zevkle ona bakıyorlardı. Ben ona yaklaştım. Onu görünce, ona ba­kanların hepsine hayret ettim. Ben ona, "Sen kimsin?" dedim. O, "Sen beni tanı­mıyor musun?" dedi. Ben, "Hayır. Seni tanımıyorum" dedim. O, "Ben dünyayım" dedi. Ben, "Allah beni senden korusun" dedim. O, "Eğer sen benden korunmak istiyorsan dirheme (paraya) buğz et" dedi.Hz. İbni Abbas radıyaliahu anhuma buyuruyor ki: Kıyamet günü dünya çirkin yüzlü, mavi gözlü, dişleri ileri çıkmış, çok ihtiyar bir kadın şeklinde insanların önüne getirilip dikilecektir. İnsanlara, "Bunu tanıyor musunuz?" denilecek. Onlar, "Allah'a sığınırız, bu ne bela" diyeceklerdir. Onlara, "İşte bu kendisi uğrunda in­sanların birbirlerini öldürdükleri ve birbirinden ilişkileri kestikleri dünyadır. Bunun yüzünden sizler aranızda birbirinize haset ediyordunuz. Buğz ediyordunuz. Onun aldatmasına uyuyordunuz" denilecek. Ondan sonra o (dünya) Cehennem'e atıla­caktır. O, "Benimle beraber onları da getirin. Benim peşime düşenleri benim ya­nıma koyun" diyecek, bunun üzerine Allahu Teâlâ, "Onun peşinden gidenleri de onun yanına koyun" buyuracaktır.Gerçekten insanın iyice düşünmesi gereken mesele şudur ki; insanın üç zamanı vardır. Birincisi, kâinatın yaratılışından onun yaratılışına kadar olan za--man. ikincisi, insanın ölümünden sonra başlayan ebedî zaman. Bu ikisinin ara­sında bir üçüncü zaman vardır ki, bu insanın doğumundan ölümüne kadar olan zamandır. Bu zaman eğer ilk ve son zamanın toplamıyla kıyaslanırsa ne kadar az olduğu anlaşılır. İşte bundan dolayı Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem şöyle bu­yurmuştur: "Ben dünyadan ne alayım ki? Benim misalim şiddetli sıcakta yolculuk yapan bir biniciye benzer ki; o, öğlen vakti gölgesi olan bir ağacı görünce onun gölgesinde az bir süre dinlenmek için mola verir. Sonra o ağacı orada bırakıp ileri gider". Hakikât şudur ki, kim dünyaya Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm buyurduğu gibi bakarsa hiçbir zaman dünyanın önünde eğilmez. Bu azıcık vaktin rahat içinde mi veya sıkıntı ve üzüntü içinde mi geçtiğine aldırmaz.Rasûlullah saiiailahu aleyhi veseiiem bir sahabenin tuğla ile ev yaptığını görün­ce, "Ölüm bundan daha yakındır" buyurdu. Bir hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, "Dünyaya düşkün olanın misali, suda yürüyen kimseye benzer. Ayağı ıs­lanmadan suda yürümeye kimin gücü yeter" buyurdu. Siz Peygamber saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm bu hadisinden şu insanların cehaletini anlamışsınızdır. Onlar şöy­le zannederler: "Bizim bedenimiz dünya lezzetlerinden faydalanıyor ama bizim kalbimiz dünyadan temizlenmiştir ve kalbî bağlantılarımız dünyadan kopmuştur". Onların bu hayali şeytanın o insanlara yaptığı bir hiledir. Üstelik eğer o insanların elinden dünya alınsa, onun ayrılığından dolayı bir anda huzursuz olurlar. O hal­de suda yürümekle ayakların mutlaka ıslanacağı gibi, aynı şekilde dünya ile ilişki ve beraberlik kalpte mutlaka zulmet doğurur".Hz. İsa ala nebiyyina ve aleyhissalatü vesselam buyurdu ki: "Size gerçek tyr şey söylüyorum. Hasta olan insan, sancısının şiddetinden dolayı yemekten lezzet al­madığı gibi dünyaya düşkün kimse de ibadetlerden lezzet almaz. Eğer hayvana binmek terk edilirse, o hayvanın tabiatı sertleşir ve üzerinde taşıma alışkanlığı kalmaz. Aynı şekilde ölümü hatırlamak ve ibadetlerin meşakkatiyle kalpler yumu-şatılmazsa, sertleşir ve katılaşır. Bir hak söz daha söylüyorum ki, kırba yırtık ol­madığı müddetçe bal, (su vesaire için) kab olur. Ancak yırtılırsa, ona bal konul­maz. ^Aynı şekilde kalp eğer şehvetlerle yırtılmazsa veya hırs ile tahrip edilmezse veya (aşın) nimetlerle sertleştirilmezse, o hikmet kabı olur. Buna ilave olarak şu da dikkate değer ki, dünyanın şehvetleri şu an çok lezzetli gelmektedir. Fakat netice itibariyle şehvetler ölüm vaktinde kötü ve nefret edilen bir şey olacaktır.Alimler şöyle yazmışlardır: "Dünya hayatında bu lezzetlere ne kadar ilgi ve sevgi olursa, ölüm vaktinde onlardan o kadar nefret olacaktır. Bunun misali bir yemeğe benzer ki, ne kadar çok lezzetli ve ne kadar yağlı olursa, onun dışkısı da o kadar iğrenç ve kötü kokulu olur. O yemek ne kadar sade olursa onun dış­kısı o kadar az kokulu olur".Bütün bunlardan sonra şu konuyu göz önünde bulundurmak gerekir; Kur'an-ı Kerim hadisler ve diğer eserlerde bu kadar kötülenen dünya nedir? Şu­nu çok iyi bilmelidir ki, insanın ölümünden önceki (yani hayatında) başından ge­çen bütün haller ve onunla ilgili olan bütün işlerin hepsine dünya denilir. Ölüm­den sonra olacakların hepsine ahiret denir. Ölümden önceki şeyler üç kısımdır:

1) insanla birlikte öbür aleme gidecek olan şeylerdir. Onlar din ilmi ve sade­ce Allahu Teâlâ için işlenen güzel amellerdir. Bu iki şey hâlis olarak din ve ahiret-tir. Her ne kadar insan onlardan lezzet alsa da, onlar dünya değildir. Onlardanlezzet alan insanlar bu lezzetten dolayı yemek, içmek, uyumak, evlenmek ve di­ğer şeylere varana kadar bir çok şeyi terk etmektedirler. Ancak bütün bunlara rağmen bu iki şey yalnızca ahiret işleridir.

2)  İkinci kısım, birincisinin tam tersine günahlardan alınan lezzetler ve caiz olan şeylerin sadece lüzumsuz ve fazla olan miktarlarıdır. Bunlara misal altın ve gümüş yığını ve gösterişli elbiseler, güzel görünümlü hayvanlara düşkünlük, yük­sek yüksek binalar ve tatlı tatlı yemekler... Bunların hepsi dünyadır. Bunların kı­naması daha önce geçmiştir.

3)  Üçüncü kısım ise bu ikisinin arasında bulunan, ahiret işleri için yardımcı ve destekleyici olan zaruri şeylerdir. Örnek olarak ihtiyaç kadar yemek, uyumak ve zarurete uygun olarak kışlık ve yazlık sade elbise, insanın hayatı ve sağlığı için gerekli olan her şey ve bir de kendileriyle birinci kısımdaki şeylere (ilme ve salih amele) yardım sağlanan şeylerdir. Bu şeyler dünya değil ahiret ve dindir. Yalnız gerçekten onların zaruret derecesinde olmaları şarttır. Onları kullanmak­tan maksat din işlerine güç katmak olmalıdır. Eğer onlardan maksat sadece nef-sani haz ve gönlün arzularını tatmin etmek olursa o zaman bu şeyler dünya olur.Ben babamdan (Allah kabrini pür nur etsin) bir kıssayı sık sık dinlerdim. Buyurdu ki: Bir adam ihtiyaçtan dolayı Pani Pet şehrine gidecekti. Yol Camnâ nehrinden geçiyordu. Allah'tan o vakit nehirde taşma durumu vardı. Bu yüzden o an vapur da çalışmıyordu. Adam çok perişandı. Halk ona, "Falan arazide bir bü­yük zat kalıyor. Ona gidip kendi ihtiyacını söyle. Eğer o bir yol gösterirse belki işin olur. Yoksa hiçbir yol yoktur. Ancak o zat ilk baştan kızar ve reddeder. Bun­dan dolayı ümidini kesmemelisin" dediler. Nitekim bu şahıs oraya gitti. Kırlık ara­zide bir kulübe vardı. O zatın çoluk çocuğu da o kulübede kalıyordu. Bu adam ağlayıp, sızlanarak kendi ihtiyacını açıkladı ve "Yarın mahkemede duruşma tari­hidir. Oraya gitmek için hiçbir çare yok" dedi. O zat âdeti gereği adamı iyice azar­ladı ve "Ben ne yapabilirim, benim elimde ne var ki?" dedi. Sonra adam çok yal-vannca şöyle dedi: "Camnâ nehrine gidip, <Beni, ömründe hiçbir şey yemeyen ve hanımına yanaşmayan bir şahıs gönderdi> de. Adam oradan döndü ve o zatın söylediği gibi yaptı, Camnâ nehri bir anda durdu ve bu şahıs karşıya geçti. Sonra Camnâ önceki gibi akmaya başladı. Ancak bu adam ayrıldıktan sonra o büyük zatın hanımı ağlamaya başladı ve "Sen beni zelil ve rüsvay ettin. Sen ye­meden kendi kendine şişerek fil gibi olmuş olabilirsin. Sen kendi hakkında istedi­ğin kadar yalan söylemekte serbestsin. Ancak asla hanımının yanına gitmediğini söylemen beni rüsvay etmiştir. Senin bu sözünün manası; <Şu gezip dolaşan çocuklar gayri meşru yolla meydana gelmişlerdir> demektir" dedi. O zat önce ha­nımına, "Bu sözün seninle hiçbir alâkası yoktur. Ben bunların kendi evladım ol­duklarını söylüyorum o halde itiraza ne gerek var?" dedi. Ancak kadın, "Sen benim zina eden biri olduğumu söyledin" diyerek hüngür hüngür ağlamaya devam etti. Bunun üzerine o zat şöyle dedi: "İyi dinle! Ben kendimi bildim bileli asla nefsimin

arzusundan dolayı bir şey yemedim. Her zaman ne yediysem, onunla Allah'a itaat etmek için vücuduma kuvvet gelmesini irade ve niyet ederek yedim. Sana ne zaman yanaştıysam, her zaman senin hakkını eda etme iradesini taşıdım. Hiçbir zaman arzularımın isteklerinden dolayı seninle bir araya gelmedim".Kıssa burada son buldu. Şimdi Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'ln bir hadi­sini iyice düşünmekle yukarıdaki konu teyid edilmiş olur. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "İnsanda 360 eklem vardır. Her eklemin karşılığında (onun sıhhat ve selametine şükür olarak) her gün bir sadaka vermelidir". Sahabeler "Ya Rasûlallah! Kim her gün bu kadar sadakayı (yani 360 sadaka) verebilir?" dediler. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Mescide atılmış olan tükürüğün üzerine toprak serpmek (yani onu temizleyip yok etmek) sadakadır (yani sadaka sevabı vardır). Yoldan eziyet veren bir şeyi gidermek de sadakadır. Kuşluk na­mazı İse bütün sadakalara eşit olabilir"[80] Çünkü namazda iken her eklem yeri ibadetle meşgul olur. Bundan dolayı kuşluk namazı bir bakıma her eklem için sadaka olmuş olur.İkinci hadiste bu şeylerle ilgili daha başka misaller zikredilmiştir. Şöyle ki; "Birine selam vermek sadakadır. İyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak sada­kadır. Hanımla bir araya gelmekte sadakadır. İki rekat kuşluk namazı bütün bun­ların yerine geçer. Çünkü o bütün azaların sadakası olur". Sahabeler, "Ya Rasûl­allah! Bir kimsenin şehvetini tatmin etmesi de sadaka olur mu?" dediklerinde Ra­sûlullah saiiaiiahu aleyhi veseitem, "Eğer o şehvetini haram olan bir yerde tatmin et­seydi günah olmaz mıydı?" buyurdu.[81] Yani zina etmek günah olduğuna göre ondan sakınmak niyetiyle hanımıyla bir araya gelmek şüphesiz sevab olan bir şeydir. Aynı şekilde yemek, içmek ve giyinmek bunların hepsi gerçekten Allah'a itaat niyetiyle olursa, ibadettirler. İmam Gazali rahmetuiiahi aleyh bir yerde şöyle yazıyor; Dünya haddi zatında yasak ve haram değildir. Aksine o Allahu Teâlâ'ya ulaşmaya engel olduğu İçin yasaktır. Aynı şekilde yoksulluk haddi zatında isteni­len bir şey değildir. Onda Allah celle ceiaiuhuöm uzaklaştıran bir şey olmadığı (bi­lakis Allah'a ulaştırmaya yardımcı olduğu) için istenilmektedir. Ancak nice zen­ginler vardır ki, zenginlik onların Allahu Teâlâ'ya ulaşmalarına mani olmaz. Örnek olarak Hz. Süleyman aleyhisselam, Hz. Osman, Hz. Abdurrahman bin Avf radıyaliahu anhum ve diğer zatlar gibi.., Bazı fakirler de vardır ki, onların fakirliği de onların Allahu Teâlâ'ya ulaşmasına engel olur. Yoksullukla birlikte mal sevgisi onları yol­dan sapıtmaktadır. O halde asıl yasak ve caiz olmayan şey mal sevgisidir, ister o sevgi, zengin biri gibi mala kavuşarak olsun isterse dünyacı fakir gibi ondan ayrılarak olsun fark etmez. Dünya hakikatte Allah celle cetaiuhudan gafil olanların sevgilisidir. Ona aşık olan, yani dünyacı fakir, ondan mahrumdur. Onu aramak için ölmektedir. Ona kavuşan aşık ise (mesela zengin gibi) onu korumak ve onun lezzetlerini elde etmekle Allahu Teâlâ'dan gafildir. Ancak en geçerli kaide şudur ki,

maldan mahrum olan onun pek çok fitnelerinden korunmuştur. Ona dalan ve ba­tan ise fitnelere mübtela olmuştur, işte bundan dolayıdır ki, Sahâbe-i Kiram radı-yaiiahu anhum ecmain şöyle buyurmuşlardır: "Biz yoksulluk fitnesine (imtihanına) müb­tela kılınınca sabrettik (başarılı olduk). Sonra biz servet ve zenginlik fitnesine (imti­hanına) mübtela olduk, sabretmedik (yani o durumdayken maldan ayrı kalmalıy­dık. Bunu yapamadık)". Çoğunlukla insanların durumu şöyledir: Mal varken onun zararlarından pek az insan senelerce sonra korunmuş olarak çıkmaktadır. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim ve hadislerde sık sık ondan sakınmaya teşvik edilmiş ve ona dalmanın zararları üzerine uyarı yapılmıştır. Çünkü ondan sakınmak herkes İçin faydalıdır. İşte bundan dolayı alimler şöyle buyurmuşlardır: "Malı (parayı vs.'yi elde) evirip, çevirmek, imanın tadını emer bitirir". Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Her ümmet için taptıkları bir buzağı vardır. Benim ümmeti­min buzağısı ise altın ve gümüştür (ona taparcasına davranmaktadır). Hz. Musa aieyhisseiam  kavminin buzağısı da altın ve gümüşten yapılmış bir ziynetti'[82]Şu da Enbiya-i Kiram aleyhimüssselam ve Evliya-i İzam rahmetuiiahi aleyhime ait olan bir haslettir ki, onların gözünde altın, gümüş, su ve taş aynı derecedir. Bir de ondan sonra sık sık mücahede yapmaları o yüce zatların bu hallerini daha da pekiştirmektedir. Bundan dolayı dünya kendi süs ve ziynetiyle Rasûlullah saiiaiia-hu aleyhi vese/fem'in huzuruna gelinceRasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem ona, "Ben­den uzak ol" buyurmuştur.Hz. Ali radıyaliahu anh şöyle buyurmuştur: "Ey sarı ve beyaz (altın ve gümüş) Benden başkasını aldat (ben senin aldatmana kanmam)". Asıl zenginlik kalbin onlarla irtibatını kesmektir. Bundan dolayı Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Zenginlik malın çokluğu değildir. Asıl zenginlik gönül zenginliğidir". Bunun her şahsa nasip olması zordur. O halde en emin yol ondan uzak durmak­tır. Çünkü mala kadir olmak ve ele geçirmek durumunda bile insan isterse onu sadaka ve hayra harcasın yine de kalpte ona karşı ünsiyet meydana gelir. İşte bu öldürücü bir şeydir. Çünkü ona karşı ne kadar alışkanlık olursa o kadar Allahu Teâlâ'dan uzaklaşılmış olur. Yokluktan dolayı mala karşı yakınlık azalınca o kişi müslüman ise şüphesiz ki Allahu Teâlâ'ya bağlanmış olur. Çünkü kalp boş kala­maz mutlaka bir şeylere bağlanır. O halde kalp Allah'ın gaynsından koparsa yalnızca Allah'a bağlanacaktır.Zengin insan çoğu zaman şöyle aldanır; O kendisinin mala karşı sevgisi­nin olmadığını zanneder. Ancak bu büyük bir hata ve sadece bir aldatmacadır. Hakikat şudur ki; onun kalbinde mal sevgisi, onun hissetmeyeceği bir şekilde yerleşmiştir. Mal zayi olduğu veya çalındığı zaman onu hisseder. Kim bunu de­nemek İsterse kendi malını (muhtaçlara) taksim ederek denesin. Eğer nalın uzaklaşmasından dolayı kalbi mala yöneliyorsa, kalpte mal sevgisinin olduğu bilinmiş olur. Eğer malın hayali bile kalbe gelmezse o zaman mal sevgisinin olmadığı bilinir. Dünya sevgisi ne kadar az olursa kişinin ibadetlerinin sevabı o kadar çok olur. Çünkü ibadetler ve tesbihatlarda sadece dilin hareketi asıl mak­sat değildir. Bilakis bunlardan maksat kalbe tesirdir. Kalp ne kadar boş olursa ona yapılan tesir o kadar kuvvetli olur.Dahhak rahmetuliahi aleyh diyor ki: "Bir kimse pazara gider, bir şey görür ve onu almaya rağbet eder. Ancak yokluktan dolayı ona sabrederse, bu onun Allah yolunda bin altın harcamasından daha efdaldir". Bir şahıs Hz. Bişr bin Haris rah-metuiiabi aieytie, "Bana dua ediniz. Çoluk çocuk fazla, bundan dolayı masraflarda darlık çekiyorum" dedi, Bişr rahmetuliahi aleyh buyurdu ki: "Sana hanımın un yok derse (ve sen bundan dolayı sıkıntıya düşersen) o vakit Allah'a dua et. Senin o vakitteki duan benim duamdan daha efdaldir" buyurdu. Buna ilave olarak malın çokluğundan dolayı kıyamet günü hesabın uzun olması kesindir. Bundan dolayı­dır ki Hz. Abdurrahman bin Avf radtyaliahu anh'\n Cennet'e girmesi gecikmiştir. Bu konuda Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'ın irşadı daha önce geçmiştir. Aynı sebep­ten dolayı Hz. Ebû Derdâ radıyaiiahu anh şöyle buyurmuştur: "Benim, mescidin kapı­sının yanına bir dükkanım olsa. Bundan dolayı her cemaate vaktinde yetişsem ve zikir ve tesbihatla meşgul olsam, dükkandan günlük 50 altın kazansam ve sadaka olarak versem yine de bunu istemem". Biri, "Bunda ne kötülük var ki?" diye sordu­ğunda, o, "Hesabı uzun olacaktır" buyurdu. Hz. Süfyan rahmetuliahi aleyh buyurdu ki: "Fakirler üç şeyi beğenmişler, zenginlerde üç şeyi beğenmişlerdir. Fakirler nefs ra­hatlığı, kalp rahatlığı ve hesabın hafifliğini beğenmişlerdir. Zenginler ise nefis sıkın­tısı, kalp meşguliyeti ve hesabın uzun olmasını beğenmişlerdir".[83]Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiemin şöyle bir meşhur hadisi vardır: "Kişi (kı­yamet günü) sevdiğiyle beraber olacaktır". Sahâbe-i Kiram radıyaitahu anhum ecmain İslam'dan sonra bu söze sevindikleri kadar başka hiç bir şeye sevinmemişlerdi. Çünkü onların Allahu Teâlâ'ya ve O'nun Rasûlü saiiaiiahu aleyhi veseiieme olan sev­gileri dillere destan ve aydan daha parlaktı. Öyleyse onlar neden sevinmesinler ki?. Hz. Ebû Bekr Sıddık radıyaiiahu anh şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ kime Kendi sevgisini biraz tattırırsa, o kişi dünya talebinden vazgeçer ve insanlardan çekinmeye ve uzaklaşmaya başlar". Ebû Süleyman Dârânî rahmetuliahi aleyh buyu­ruyor ki; "Allahu Teâlâ'nın öyle yaratıkları vardır ki, Cennet bütün nimetleri ve daimi rahatlığına rağmen onları kendine çekememiştir. Onlar sadece Allah'a bağlıdırlar. Böyle insanları dünya kendisine nasıl çekebilir?". Hz. Isa aieyhisseiam bir topluluğun yanına uğradı. Onların bedenleri zayıf, yüzleri ise sararmıştı. Hz. İsa aieyhisseiam, "Size ne oldu?" buyurdu. Onlar, "Cehennem korkusu bizi bu hale soktu" dediler. Hz. İsa aieyhisseiam buyurdu ki: "Allahu Teâlâ'nın (lütfundandır ki,) Cehennem'den korkan kimseyi Cehennem'den korumak O'nun zimmetindedir". Hz. İsa aieyhisseiam ileri gidince birkaç adamla daha karşılaştı. Onların durumu öncekilerden daha ağırdı. Çok zayıftılar ve yüzlerinde çok fazla perişanlık vardı.Hz. İsa aieyhisseiam, "Size ne oldu?" buyurdu. Onlar, "Cennet arzusu (ve aşkı) bizi bu hale soktu" dediler. Hz. İsa ala nebiyyina ve aleyhissalatü vesselam buyurdu ki: "Siz Allah'tan neyi ümid ediyorsanız, onu vermek allahu Teâlâ'nın zimmetindedir". İleri yürüyünce bir başka toplulukla karşılaştı. Bunlar ikinci topluluktan daha zayıf ve belleri bükülmüştü. Ancak onların yüzlerinin nuru ayna gibi parlıyordu. Hz. İsa aieyhisseiam onlara da aynı şeyi sordu. Onlar, "Allah aşkı bizi bu hale soktu" dedi­ler. Hz. İsa aieyhisseiam (üç defa), "Ancak sizler mukarrebsiniz, ancak sizler mu-karrebsiniz, ancak sizler mukarrebsiniz" buyurdu. Yahya bin Muaz rahmetuliahi aleyh diyor ki" "Hardal tanesi kadar olan Allah sevgisi bana, sevgisiz yapılan 70 senelik ibadetten daha sevimlidir".[84]

9) Hz. Ebû Hureyre radıyaiiahu anft'dan Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Yaşlı insanın kalbi iki şey hususunda devamlı genç kalır. Birincisi dünya sevgisi, ikincisi uzun boylu arzular ve ümidlerdir".                                                                          (Müttefekun aleyh, Mişkât)

İZAH: Birinci hadisin açıklamasında bu konu geniş olarak geçmiştir. Şöyle ki; Kur'an-ı Kerim'de ve hadislerde ve diğer kaynaklarda sık sık kötülenen asıl dünya, mal sevgisidir. Bu hadisi şerifte ise Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bu mevzuya ait özel bir şeye dikkat çekmiştir. Tecrübe ile de bunun doğruluğu tesbit edilmiştir.Yani ihtiyarlıkta dünya sevgisi ve uzun uzun emeller çok fazla artmak­tadır. Yaşlılık bakımından ölüm zamanı ne kadar yaklaşırsa o ölçüde çocukları evlendirme arzusu, güzel güzel evler inşa etme heyecanı, arazileri arttırma cez­besi ve diğer emeller gitgide artar. Bundan dolayı insan özelikle kendi nefsini gözetmesi lazımdır.

Bir başka hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur "İn­san yaşlandıkça onda iki şey gençlesin Birincisi mal hırsı, ikincisi uzun ömürlü"ol-ma hırsı",[85] Uzun ömürlü olma hırsı da aynen ümidlerin uzun ol­ması demektir. Çünkü kişi ölüme yaklaştıkça ölüme hazırlan­mak yerine dünyada devamlı kalma hazırlığı ile uğraşır. Bir de­fasında Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bunu misalle anlatmak için bir dörtgen şekli çizdi. Onun ortasına bir çizgi çekti. Bu çiz­ginin ucu dörtgeni aşarak ileri çıktı. Sonra o dörtgenin içine kü­çük küçük çizgiler çizdi. Alimler bu şekli çeşitli biçimlerde çiz­mişlerdir. Yandaki şekilde onlardan biri olup Rasûlullah saiiaiia-hualeyhiveseiiemın çizdiği şekli ifade etmektedir. Sonra Rasûlul­lah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Bu ortadaki çizgi insandır. Onun etrafını çeviren (dörtgen) çizgi onun ölümüdür. İnsan ondan dışarı çıkamaz. Dörtgenin dışına çıkmış olan çizgi ise onun ümitleridir ki, kendi ömründen daha ileri ümidini bağlayıp oturmuştur. İki tarafındaki şu küçük çizgiler ona yönelmiş olan hasta­lıklar, musibetler vs.dir. Her küçük çizgi bir afettir. Birinden kurtulsa diğeri ona musallat olur. Ölümün içinde mahsur kalmıştır. Çünkü ölüm onu dört tarafından kuşatmıştır. Ancak ümit çizgisi ölümden de öteye çıkmıştır".Bir başka hadiste şöyle geçmektedir: Rasûlullah saiiatiahu aleyhi mübarek elini, mübarek başının arkasına koyarak, "İşte bu her an insanın başı­nın üzerinde duran ölümdür" buyurdu. Diğer elini ileriye doğru uzattı ve "Bu da insanın uzaklara doğru giden ümidleridir" buyurdu. Diğer bir hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem şöyle buyurmuştur; "Bu ümmetin hayrının başlangıcı ahire-te yakîni ve dünyadan yüz çevirmesiyle olmuştur. Fesad ve bozulmasının baş­langıcı da malda cimrilik ve uzun emellerle olmuştur.[86] Bir başka hadiste Rasû-luilah saitaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Bu ümmetin ilk kısmı Allah'a yakî-nen iman etmek ve dünyadan yüz çevirmekle necat bulmuştur. Bu ümmetin son kısmının helaki, cimrilik ve uzun emellerinden dolayı olacaktır".[87] Yine bir hadiste Rasûlullah saiiatiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Yakında öyle bir zaman gelecek ki, insanlar sofraya oturan kişilerin diğerlerini yemeğe buyur ettikleri gibi siz (müslü-manları) yemek için birbirlerini çağıracaklardır". {Yani her kavim, "Şu müslümanlan önce siz bir şekilde yok ediniz" diye diğerini teşvik edip davet edecektir). Sahâbe-i Kiram, "Ya Rasûlallah o vakit bizim sayımız çok az mı olacak (ki kafirler bu yüzden bu cüreti gösterecekler)?" deyince Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem, "Hayır. O zaman sizin sayınız çok olacaktır. Ancak siz o vakit sel köpükleri gibi (tamamen cansız) olacaksınız. Düşmanların kalbinden sizin korkunuz gidecektir. Sizin kalplerinizde vehn meydana gelecektir" buyurdu. Sahabeler, "Ya Rasûlailah vehn nedir?" deyin­ce Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, "Dünya sevgisi ve ölüm korkusu" buyurdu.[88]Hz. Ömer radıyaliahu anh'm kızı Ümmü Velid radıyaiiahu anha diyor ki: Bir defa­sında Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem akşam vakti evinden dışarı çıktı ve "Siz utan­mıyor musunuz?" buyurdu. Sahabeler, "Ya Rasûlallah! Ne oldu?" dediler. Rasûlul­lah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Yemeyeceğiniz kadar mal topluyorsunuz. İçin­de oturmadığınız evler yapıyorsunuz. Yerine getiremeyeceğiniz ümidler besliyorsu­nuz. Siz bunlardan dolayı utanmıyor musunuz?[89] Yani ihtiyaçtan fazla evler yapıyor­sunuz, halbuki ihtiyaç kadar ev yapılmalıdır. Aynı şekilde ihtiyacınızdan fazla mal bi­riktiriyorsunuz. Halbuki o biriktirmek için değil ancak Allah yolunda sarfetmek içindir.Hz. Aişe radıyaliahu anha buyuruyor ki: Rasûlullah sallaliahu aleyhi veseiiem bir defasında minbere oturdu ve "Ey insanlar Allah'tan hakkıyla haya edin" buyurdu. Sahabeler, "Ya Rasûiallah! Biz Allah'tan zaten haya ediyoruz" dediler. Rasûlullah

sallaliahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Sizden kim Allahu Teâlâ'dan haya ederse, ölüm onun gözü önünde olmadan üzerinden hiç bir gece geçmemelidir. Karnını ve karnının kuşattığı her şeyi korumalıdır. Başını ve başın içine aldığı şeyleri koru­malıdır. Ve o ölümü ve çürümüş halini hatırlamalıdır. (Çünkü bu beden ölümden sonra tamamen dağılıp toprak olacaktır) ve bir de dünya ziynetini terk etmelidir".[90] Alimler şöyle yazmışlardır: Başın korunması demek, Allah'tan başka kimsenin önünde (ne ibadet ne de saygı için) eğilmemektir. Hatta eğilerek selam bile ver­memelidir. Başın içine aldığı şey/erden maksat göz, kulak ve dildir. Bütün bunlar başa dahildir. Onların hepsi korunmalıdır. Aynı şekilde karnı Korumanın manası şudur: Onu şüpheli maldan korumalıdır. Karnın kuşattığı şey/erden maksat, karı­na yakın olan şeylerdir. Mesela tenasül uzvu, eller, ayaklar ve kalptir ki bütün bunları korumalıdır. İmam Nevevİ rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Bu hadisi bol bol oku­mak müstehabtır".[91]

Hz. Abdullah İbni Mes'ud radıyaliahu anh diyor ki: Rasûlullah sallaliahu aleyhi veseiiem bir defasında, "Allahu Teâlâ'dan hakkıyla haya edin" buyurdu. Bizler "Ya Rasûlallah! Allah'a şükür. Biz hepimiz Allahu Teâlâ'dan haya ediyoruz" dedik. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem, "Hayır bu basit bir haya değildir. Aksine Allah'­tan hakkıyla haya etmek şudur: insan başını ve başının kuşattığı şeyleri koruma­lıdır. Karnını ve karnının kuşattığı şeyleri (tenasül uzvunu ve diğerlerini) koruma­lıdır. Ölümü bol bol anmalıdır. Vücudunun dağılmasını (ölümden sonra kırılıp dö­külerek toprak olacağını) hatırlamalıdır. Kim ahireti murad ederse, o dünya ziy­netini terk eder"[92] Çünkü ölümü bol bol anmanın dünyadan yüz çevirme ve ümit­leri kısaltma hususunda çok büyük etkisi vardır. Bundan dolayıdır ki Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseliem ölümü bol bol anmayı emretmiştir. Bir adam Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseliem'm yanına geldi ve "Ya Rasûlallah! en büyük zahid kimdir?" dedi. Rasûlullah saiiaiiahu .aleyhi veseilem, "Ölümü ve öldükten sonra çürüyüp eskiye­ceğini unutmayan, dünyâ ziynetlerini terk eden, ahireti dünyaya tercih eden, yarın hayatta kalacağına kesin olarak inanmayan ve kendini ölmüşlerden sayan kimsedir" buyurdu.[93] Çünkü o, "Yakında ölüp onlara katılacağım " diye düşünür.Hz. EbÛ Hureyre radıyaliahu anh Rasûlullah sallaliahu aleyhi veseilem'İn Şöyle bu-yurduğunu nakletmektedir: "Lezzetleri kesen şeyi (yani ölümü) çok hatırlayın. Kim onu darlık zamanında hatırlarsa bu ona bolluk ve kolaylığın gelmesine sebep olur (ölüm mutlaka gelecektir. Onunla bütün acılar bitecektir diye insan mutmain olur). Kim onu bolluk içinde anarsa, onun masraflarının kısılmasına sebep olur (çünkü ölüm düşüncesinden dolayı gönül fazla zevkü sefayı istemez)". Hz. İbni Ömer radıyaiiahu anhuma da Rasûlullah sallaliahu aleyhi vese/tem'in şöyle buyurduğunu nak-letmiştir: "Lezzetleri kesen şeyi, yani ölümü çok hatırlayınız". Hz. Enes radıyaliahuanh diyor ki: "Bir defasında Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem teşrif buyurdular. O esnada Sahâbe-i Kiram gülüyorlardı. Rasûluliah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, "Lezzet­leri kesen şeyi çok hatırlayın. Kim onu bollukta hatırlarsa ona darlık yapar. Kim de darlıkta hatırlarsa ona bolluk gösterir" buyurdu. Hz. Ebû Saîd Hudrî radıyailahu anh buyuruyor ki: "Bir defasında Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem mescide geldi. Bazı Sahabelerin gülmekten dolayı dişleri görünüyordu. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Eğer siz lezzetleri kesen ölümü çokça hatırlasaydınız o sizi güldüğünüz şeylerden alıkoyandı. Her şahsın kabri her gün şöyle ilan etmekte­dir; <Ben tam bir yalnızlık eviyim. Ben herkesten ayrı yaşama eviyim. Ben bö­ceklerin eviyim>. İyi amel eden bir mü'min defnedilince kabir ona, <Senin gelişin mübarek olsun. Senin gelmene çok sevindim. Benim üzerimde yürüyen bütün insanlar arasında en çok seni seviyordum. Bugün sen benim elime geldin. Benim sana nasıl davranacağımı göreceksin> diyecektir. Ondan sonra kabir ölünün gö­rebileceği yere kadar genişleyecek ve yeryüzü açılacaktır. Cennet tarafından doğru bir pencere açılacak (oradan Cennet'in güzel kokuları havası vs. gelecek­tir). Ameli kötü olan veya kafir olan biri defnedilince kabir ona, <Senin gelişin iyi olmadı. Senin gelmenle asabım çok bozuldu. Sırtımda gezen insanlar arasında en çok senden hoşlanmıyordum. Bugün sen benim elime geçtin. Öyleyse ben sa­na nasıl davranacağımı göstereceğim> der ve kabir öyle daralır (onu öyle sıkar) ki ölünün kemikleri ve kaburgaları birbirine geçer". Bu sırada Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseitem bir elinin parmaklarını diğer elinin parmaklarına geçirerek, "İşte bu şekilde kemikjer ve kaburgalar birbirine geçecektir. 70 ejderha onu sokmaya baş­layacaktır. Onlar o kadar zehirlidir ki, onlardan biri eğer yeryüzüne üflese kıya­mete kadar yeryüzünde yeşillik bitmez. Bunların hepsi kıyamete kadar onu ısıra­caklardır" buyurdu. Ondan sonra Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki; "Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe ya da Cehennem çukurlarından-bir çukurdur".Hz. Ibni Ömer radıyaiiahu anhuma buyurdu ki: "Bir adam Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiemG, "Ya Rasûlallah! En akıllı ve en zeki insan kimdir?" dedi. Rasûlul­lah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, "Ölümü sık sık hatırlayan ve her an ölüme hazırlıklı olan kimsedir, işte bu insanlar dünyanın şerefi ve ahiretin ikramını kazananlar­dır"[94] Hz. Ömer bin Abdulaziz rahmetuiiahi aleyh bir defasında bir cenazeye katılıp kabristana yürüdü. Oraya varınca ayrı bir yere oturup bir şeyler düşünmeye başladı. Biri ona, "Ey Emir-ül Mü'minin! Siz cenazenin velisiydiniz. Bir kenara oturdunuz" dedi. O, "Evet bir kabir bana seslenerek şöyle dedi; <Ey Ömer bin Abdulaziz! Bana gelenlere ne yaptığımı sormuyorsun?> dedi. Ben, <Peki söyle> dedim. Kabir, <Onun kefenini yırtıyorum. Bedenini parça parça ediyorum. Bütün kanını emiyorum. Etini yiyorum. İnsanın eklemlerine ne yaptığımı da haber vere­yim mi? Omuzunu pazusundan ayırırım. Pazusunu dirseğinden ayırırım. Kalça­larını bedeninden ayırırım. Kalçalarını uyluğundan ayırırım. Uyluğunu dizlerinden ayırırım. Dizlerini baldırından ayırırım. Baldırını da ayaklarından ayırırım> dedi"buyurdu. Bunları söylerken Ömer İbni Abdulaziz rahmetuiiahi aleyh ağlamaya başla­dı ve şöyle buyurdu:Dünyada kalış azdır. Onun aldatması ise çoktur. Burada aziz olan ahi-rette zelildir. Burada zengin olan ahirette fakirdir. Dünyanın genci çok çabuk yaşlanacaktır. Onun yaşayanı çok çabuk ölecektir. Onun size yönelmesi sizi aldatmasın. Halbuki siz onun ne çabuk yüz çevirdiğini görüyorsunuz. Ahmak ise onun aldatmasına kapılandır. Nerede o büyük büyük şehirler kuran, bü­yük büyük nehirler akıtan, büyük büyük bağlar yetiştiren dünya aşıkları. Çok az bir süre kalıp her şeyi bırakıp gittiler. Sıhhat ve sağlıklarının çok iyi olma­sından dolayı onlarda keyif ve şenlik meydana gelmişti. Bu yüzden günahlara mübtela oldular. Allah'a yemin olsun ki onlar dünyada mallarının çokluğundan dolayı imrenilmeye layıktılar. Mal kazanmakta kendilerinin önüne engeller çık­masına rağmen yine de çok iyi kazanıyorlardı. Onlara insanlar hased ediyor­lardı. Fakat onlar itminan içinde mal biriktiriyorlardı. Mal biriktirme uğrunda her çeşit sıkıntıya seve seve katlanıyorlardı. Ancak şimdi bakın toprak onların bedenlerini ne hale soktu. Toprak onların vücudlarını ne yaptı. Böcekler onla­rın eklemlerini ve kemiklerini ne duruma getirdi. O insanlar yüksek yüksek, tül kafesli yataklarda, yüksek yüksek yaygılarda, yumuşak yumuşak döşeklerde görevliler ve hizmetçiler arasında dinlenirlerdi. Yakınlar, hısımlar, akrabalar ve komşular her zaman gönül almaya ve teselli etmeye hazır beklerdi. Ancak şimdi ne oluyor? Onlara seslen ve sor ki; "Başlarına ne geliyor?" Fakir ve zen­gin aynı meydanda yatmış duruyor. Onların zenginlerine sorun ki; "Malları ne işe yaradı?" Onların fakirlerine sorun ki; "Fakirlik onlara ne zarar verdi?" Onla­rın çok nâmeli sesler çıkaran ve nazlanarak konuşan dillerinin halini sor. Her tarafa bakan gözlerine bak. Onların yusyumuşak ciltlerinin halini sor. Onların güzel ve gönül alan yüzlerinin halini sor. Ne oldu onların nazik bedenlerine? Öğren bakalım nereye-gitti onlar? Böcekler onların hepsini ne hale soktular. Onların renklerini kapkara yaptılar. Onların etlerini yediler. Onların ağızlarına toprak koydular. Azaları birbirinden ayırdılar, eklem yerlerini parçaladılar.Ah! Nerede o, "Buyurun efendim" diyen hizmetçiler? Nerede dinlendikleri odalar ve çadırlar? Nerede onların mal ve hazineleri? Onları dizerek ve katla­yarak koyarlardı. Hizmetçi ve memurları ona kabrindeyken yemek için bir azık bile vermediler. Kabrine onun için bir yatak sermediler. Bir yastık dahi koyma­dılar. Onu sadece toprağa koydular. Bir ağaç ve çiçek bile dikmediler. Ah! Şimdi o tamamen yalnız bir halde karanlıkta duruyor. Onun için artık gece ve gündüz eşittir. Dostlarıyla görüşemez. Kimseyi yanına çağıramaz. Nice nazik bedenli erkek ve nice nazik bedenli kadınların bugün bedenleri çürümüştür. Onların azaları birbirinden ayrılmıştır. Gözlen dışarı çıkıp yüzüne düşmüştür. Boynu ayrılmış, ağzına su, iltihap vs. dolmuş ve bütün vücutta böcekler gez­meye başlamıştır. Onlar bu halde yatmakta iken onların eşleri ikinci evlilik­lerini yapmışlar, zevklerine bakmaktadırlar. Çocuklar evlere el koymuşlar, varisler malı taksim etmişlerdir.Ancak bazı bahtiyar kimseler vardır ki, onlar kabirlerinde de lezzetler içinde­dirler. Taptaze yüzleriyle orada istirahat etmekte ve dinlemektedirler (Tabi bu insanlar bu aldatıcı dünya evindeyken, o kabir evini hatırlayan, oranın ümidini buranın ümidinden önde tutan, kendileri için azık hazırlayan ve oraya ulaş­madan önce götüreceği eşyaları hazırlayan kimselerdir).Ey yarın mutlaka kabre gidecek olan kimse! Sen şu bedbaht dünyanın se­ninle beraber kalacağını mı ümid ediyorsun? Sen şu göç evinde devamlı ka­lacağını mı ümid ediyorsun? Senin bu geniş evin senin bahçelerindeki ol­gunlaşmış meyvelerin, senin yumuşak yatakların, senin yazlık ve kışlık elbi­selerin, bunların hepsi bir anda geriye kalacaklardır. Melek-ül Mevt (ölüm me­leği) gelip musallat olduğunda onu hiçbir şey uzaklaştıramayacaktır. Senden ter üzerine ter gelmeye başlayacaktır. Susuzluğun şiddeti artacaktır. Can ver­menin şiddetinden dolayı bir yandan bir yana döneceksin. Ey şahıs sana yüz­lerce defa yazıklar olsun ki, sen bugün ölmekte olan kardeşinin gözlerini ka­patıyorsun. Oğiunun gözlerini kapatıyorsun. Babanın gözlerini kapatıyorsun, onlardan kimisini yıkıyor, kimisini kefenliyorsun, kimini kabir çukuruna koyu­yorsun. Yarın bunların hepsi senin başına da gelecektir.Buna benzer daha bir çok söz söyledi ve sonra şu şiiri okudu:İnsan sevinir pek yakında yok olacak şeylere   Dalar uzunca ümitler ve dünyalık emellere Ey akılsız! Aldamlmaz rüyadaki lezzetlereBütün günün gaflette, bütün gecen uykuda geçmekte Ve nihayet ölüm senin başın üzerine binmekte Bugün yapmaktasın yarın üzüleceğin işi Dünyada ki hayvanlarda senin gibi hayat sürmekteDenilir ki bu olaydan sonra henüz bir hafta geçmemişti ki Hz. Ömer bin Abdulaziz rahmetullahi aleyh vefat etti.[95]Allah ondan razı olsun ve onu Kendinden razı etsin

Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Dört şey bedbahtlık alâmeti­dir; 1-Gözlerin kuruluğu (yani kişinin günahına ve ahiretin herhangi bir haline ağ­lamaması), 2-Kalbin katılığı, 3-Emellerin uzunluğu, 4-Dünya hırsı". Hz. Ebû Said Hudri radıyaiiahu anh buyurdu ki: Hz. Üsame radıyaiiahu anh ödünç olarak bir cariye satın aldı. Parasını ödemek için bir aylık vade yaptı. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi ve-seiiem bunu öğrenince şöyle buyurdu: "Ne acayip bir şeydir ki, Üsame bir aylık vade ile borçlanarak satın almış. Üsame de (kendi hayatına) çok uzun bir ümid besliyor (sanki o, mutlaka bir ay yaşayacağına kesin olarak inanmış). Canım kudret elinde olan Zât'a yemin olsun ki, ben göz kapağımı açıp kapayınca kadar bile yaşayacağıma kesin olarak inanmam. Ben su içmek için bardağı kaldırınca onu tutacak kadar yaşayacağıma kesin olarak inanmam. Herhangi bir lokma yediğim zaman onu ölümden önce yutacağıma kesinlikle inanmam. Canım kud­ret elinde olan Zât'a yemin olsun ki size vaad edilen şeyler (ölüm, kıyamet, he-sab vs.) hepsi mutlaka gelecektir. Sizler Allahu Teâlâ'yı aciz bırakamazsınız (ya­ni O'nun olmasını dilediği bir işe herhangi bir kimse engel olamaz)".Hz. Abdullah bin Amr radıyaiiahu anhuma buyuruyor ki: Bir defasında Rasûlul­lah saiiaiiahu aleyhi veseiiem benim omuzumdan tutarak, "Dünyada bir misafir ve yolda yürüyen biri gibi ol. Her an kendini kabristandakiler arasında bil" buyurduktan son­ra şöyle dedi: "Ey İbni Ömer![96] Sabah olunca akşama kadar yaşayacağını inanma. Akşam olunca sabaha kadar yaşayacağına ümid etme. Sıhhatli iken hastalık za­manın için amel yap. (Tâ ki hastalık zamanında olacak olan eksiklikler önceden te­lafi edilsin. Veya sıhhat zamanında alışkın olduğun amelleri hastalık yüzünden ya-pamazsan bile onların sevabını elde edebilirsin). Ölümün için hayatında iken hazır­lık yap. Yarın kim bilir senin adın ne olacaktır? (yani hangi insanlardan sayılacak­sın, iyi insanlardan mı yoksa kötü insanlardan mı?)" Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:

"O gün insanların bir kısmı bedbaht bir kısmı da mesuddur".                                             (Hud-105)

Hz. Muaz radıyaiiahu anh, "Ya Rasûlallah! Bana biraz nasihat buyurun" dedi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Allahu Teâlâ'ya sanki O'nu görüyor­muş gibi ve karşındaymış gibi ibadet et. Kendini her an ölüler listesinde say. Her taşın ve ağacın yakınında Allahu Teâlâ'yı zikir et (tâ ki kıyamet günü o zikre şa­hitlik edenler çoğalsın). Senden kötü bir hareket meydana gelirse, onun telafisi için herhangi bir iyi amel yap. Eğer gizli olarak kötülük yaptıysan onu telafi etmek için gizli olarak iyi amel yap. Eğer aşikare bir kötülük yaptıysan onun tevbe ve telafisini açıkça yapmalısın". Hz. İbni Mes'ud radıyaiiahu anh Rasûlullah saiialiahu aleyhi veseiiem'm şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Kıyamet yaklaşıyor ama insan­lar hırsta ve Allahu Teâlâ'dan uzaklaşmakta ileri gitmektedirler".[97]Bir defasında Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesaiiem dışarı çıktı ve "Sizden kim Allahu Teâlâ'nın kendisine öğrenmeden ilim, biri yol göstermeden hidayet ver­mesini ister? Sizden kim Allahu Teâlâ'nın kendisinin körlüğünü gidermesini ve (kalp) gözünün açılmasını ister? Eğer böyle olmasını istiyorsanız bilin ki, kim dünyaya rağbet etmezse ve kendi ümitlerini kısa tutarsa, Allahu Teâlâ ona öğ­renmeden ilim öğretir. Başkası yol göstermeden kendisini hidayete erdirir[98] Daha öncede bu rivayet geniş olarak geçmişti.

Hz. Cabİr mdıyaiiahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem \n şöyle buyurdu-ğunu nakletmiştir: "Benim ümmetim hakkında en fazla korktuğum şey, nefsani arzulara çok düşmek ve uzun emellerdir. Nefsani arzular Hak'tan uzaklaştırır. Uzun emeller ise ahireti unutturur. Bu dünya yürümekte ve her gün uzaklaşmak­tadır. Ahiret de yürümekte ve her gün yaklaşmaktadır (yani ömür her vakit ve her an azalmaktadır. Ölüm ise her an yaklaşmaktadır)".

ŞİİR:

Ey Gafil! Çalar saat sana şöyle nida eyledi: Boş işler Ömürden bir saat daha heba eylediEğer saatin sesi dikkatlice dinlenirse gerçekten "(Boş işler ömrü) eksiltti, eksiltti" diye bir ses meydana gelir. Ondan sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Dünya ve ahiretin bu dünyada bazı itaatkar evlatları vardır. Siz mümkün olduğu kadar dünyanın itaatkar evlatları olmayın (ahiretin itaatkar evlat­ları olun). Bugün amel ve tarlayı ekme günüdür. Bugün hesab yoktur. Yarın siz ahiret yurdunda olacaksınız. Orada da amel yoktur (o gün hasat zamanı ve mü­kafat günüdür)"[99] Hz. Selman Farisi radıyaliahu anh buyurdu kî: "Üç adam vardır ki onlara aklıma geldikçe o kadar hayret ederim ki, gülesim gelir; 1-Dünyaya ümid-,4er bağlayan kimsedir ki, ölüm onu takip eder. 2-(Allahu Teâlâ'dan) gafil olan kimsedir ki, (Allahu Teâlâ) ondan gafil değildir. 3-Ağzını doldurarak (kahkahayla) gülen kimsedir ki, Allahu Teâlâ'mn kendisinden razı olduğundan ya da gazab et­tiğinden habersizdir (halbuki bu meseleyi fikretmek öyle bir şeydir ki ondan dola­yı hiçbir zaman gülmemek gerekir). Üç şey de vardır ki, her zaman beni üzmekte­dir. Hatta ben ağlamaktayım; 1-Dostların ayrılığı (yani Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem ve Sahâbe-i Kiram'sn ayrılığı), 2-Ölüm düşüncesi, 3-Mahşerde Allahu Teâlâ'mn huzuruna çıkacak olduğumu. Sonra bilmiyorum ki benim hakkımda Cennet karan mı verilecek Cehennem kararı mı?"Bir zat diyor ki: Ben Zürâre bin Evfa rahmetuiiahi afey/j'i vefatından sonra rü­yamda gördüm ve "En üstün amel hangisidir?" diye sordum, buyurdu ki; "Tevek­kül etmek ve ümidleri kısa tutmaktır". Hz. Süfyan Sevrî rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: "Zühd ümidleri kısa tutmanın adıdır. Yavan yemek ve cübbe giymenin adı de­ğildir". Hz. Davud Tâî rahmetuiiahi aleyh buyurdu ki: "Ben bir ay yaşayacağımı ümid etsem bundan dolayı kendimi büyük mücrim kabul ederim. Ben hadiselerin in­sanları her gün, bazen gece bazen de gündüz yakalamakta olduğunu gördüğüm halde bunu nasıl ümit edebilirim?". Hz. Şakîk Belhî rahmetuliahi aleyh, üstadı Ebû Hâşim Rummânî rahmetuiiahi a/ey/î'in yanına gitti. Şalının köşesine bir şey bağlıydı. Ebû Hâşim, "Bu nedir?" dedi. O, "Bir dostum birkaç badem vermişti. Benim gönlüm istiyor ki, siz bu akşam onunla iftar edesiniz" dedi. Ebû Hâşim "Şakîk! Sen gece­ye kadar yaşayacağını mı ümid ediyorsun? (Ben seni böyle bilmezdim artık) ben seninle asla konuşmayacağım" dedi, içeri girdi ve kapıyı kapattı. Kağkâğ bin Hakîm rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Ben otuz seneden beri ölüm için her an hazırım. Eğer o gelirse ben onun zerre kadar gecikmesini arzu etmem". Süfyan Sevri rahme­tuiiahi aleyh diyor ki: "Ben Küfe mescidinde bir büyük zat gördüm. O şöyle diyordu; <Ben otuz seneden beri bu mescidde her an Ölümü bekliyorum. Eğer o gelirse, benim kimseye ne diyeceğim ne de dinleyeceğim bir şey vardır. Ne benim kimseden alacağım var ne de kimsenin benden...>" Ebû Muhammed Zâhid rah­metuliahi aleyh diyor ki: "Ben bir cenazenin arkasından yürüyordum. Hz. Dâvûd Tâî rahmetuiiahi aleyh de benimle beraberdi. Kabristana varınca o ayrı bir yere oturdu. Ben de onun yanına oturdum. O şöyle dedi; <Kim Allah'ın azab vaîdinden korku-yorsa, onun için uzun sefer (yani ahiret seferi) kolaydır. Kimin ümidleri uzun olur­sa onun ameli gevşek olur. Gelecek olan şey (yani ölüm) yakındır. Kardeşim şu meseleyi anla ki, hangi şey seni Rabbinden ayırıp kendisiyle meşgul ederse, o menhustur (uğursuzdur). Bir şeyi dinle. Dünyada ne kadar insan varsa hepsi kabre gidecektir. O vakit onlar burada bıraktıkları şeye pişman olacaklardır. İleriye gön­derdiklerine de sevineceklerdir. Bu ölen kişi hangi şeye pişman olursa o şey üzeri­ne, geride kalan (varisler) döğüşüp kavga ederler ve birbirinin aleyhine dâvalar açarlar".1 Fakih Ebûlleys Semerkandi rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: "Kim ümidlerini kısa tutarsa, Allahu Teâlâ ona 4 çeşit ikramda bulunur; [100]-Kendine itaat etmesi için ona kuvvet verir. O senin yakında ölümün geleceğine kesin olarak inandığından amel yapmak için çok gayret eder ve hoşa gitmeyen hallerden etkilenmez, 2-Sıkın-tısı azalır, 3-Az miktardaki rızka razı olur, 4-Allah onun kalbini nurlandırır".Alimler diyorlar ki: "Kalbin nuru dört şeyden meydana gelir. 1-Mideyi boş tutmakla, 2-lyi insanlarla beraber kalmakla, 3-Geçmiş günahları hatırlamakla (ve onlara pişman olmakla), 4-Ümidleri kısa tutmakla". Kimin ümidleri uzun olursa Allahu Teâlâ onu dört türlü azaba mübtela kılar; 1-İbadette gevşeklik meydana gelir, 2-Aşırı dünya derdi başına biner, 3-Her an mal biriktirmek ve çoğaltmak fik­ri kendisine musallat olur, 4-Kalp katılaşır. Alimler kalbin katılığı dört şeyden meydana gelir diye yazmışlardır; 1-Mideyi çok doldurmakla, 2-Kötü arkadaşlık kurmakla, 3-Günahlannı hatırlamamakla, 4-Ümidlerin uzun olmasıyla.Öyleyse insan asla uzun boylu ümidlere kapılmamalıdır. Her an şunu dü­şünmelidir ki, kim bilir hangi nefes hayatın son nefesi olacak (hangi vakit kalbin hareketi sona erecektir?).Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem, Hz. Aişe radıyaliahu anha'ya şöyle buyurdu: "Eğer sen (kıyamet günü) benimle beraber kalmak istiyorsan, bineğine binmiş gider­ken bir yerde birazcık mola veren bir yolcu gibi ol. Zenginlerin yanına oturmaktan sakın. Elbiseyi yamayana kadar işe yaramaz diye atma". Ebû Osman Nehdî rahmetullahi aleyh  diyor  ki:   "Ben  Hz.   Ömer radıyallahu anh'm gömleğinde on  iki yamalık olduğu halde onun minber üzerinde hutbe okuduğunu gördüm".[101]

10) Sehl bin Sa'd radıyailahu anh diyor ki: Bir adam Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesetlem'e gelerek; "Ya Rasûlallah! Bana öyle bir amel söyle ki, onu yaptığım zaman hem Allah beni sevsin hem de insanlar beni sevsin" dedi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Dünyaya rağbet etme ki, Allah seni sevsin. İnsanların yanında bulunan (mal vs.ye) rağbet etme ki, insanlar da seni sevsin".                                                     

(Timizi, IbniMace,

İZAH: Dünyaya rağbet etmemekten dolayı Allahu Teâlâ'nın sevgisi, ahirette izzet ve ikram vs, gibi konular önceki rivayetlerde sık sık geçmiştir. Hadiste geçen ikinci konu insanların mallarına göz dikilmemesidir. Zira bundan dolayı onların kal­binde sevgi oluşur. Bu çok tecrübe edilen bir şeydir. Herkes, her an bunu tecrübe etmektedir. Çünkü aradaki ilişkiler ne kadar güzel olursa olsun herhangi bir şey isteme söz konusu olunca bütün ilişkiler ve bağlılıklar sona ermektedir.Hz. Cebrail aieyNsseiam bir defasında Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm yanı­na geldi ve şöyle dedi: "Ey Muhammedi Sen ne kadar yaşarsan yaşa ölüm mut­laka gelecektir. Ne amel yaparsan yap (iyi veya kötü) onun karşılığını göreceksin. Dünyada kiminle bir araya gelirsen gel, bir gün ondan (ya onun ölmesiyle ya da kendi ölümünle ayrılacaksın). Şunu İyi bil ki, insanın şerefi (büyüklüğü) teheccüd namazıdır. Kişinin izzeti de insanlardan istiğnadır {onlara tenezzül etmeyip tok gözlü olmaktır)[102] Yani insanın izzeti insanların eşyasında gözü olmadığı müddet-çedir. Başkalarının malına gözü dikildiğinde bütün izzeti yerle bir olur.Hz. Urve rahmetullahi aleyh buyuruyor ki: Sizden bir kimse dünyanın ziynetini ve yaldızını görünce (ve hoşuna gidince), evine giderek ev halkını namazla meşgul etsin. Çünkü Allahu Teâlâ kendi Peygamberi saiiaiiahu aleyhi veseiiem e şöyle buyurmuştur;[103]

Ey Muhammedi Bir kısım kafirlere kendilerini imtihan etmek için dünya hayatının süsü olarak verdiğimiz şeylere göz dikme. Rabbinin (ahirette ve­receği) rızık daha hayırlı ve daha süreklidir. / Ailene namazı emret. Sen de ona devam eyle...                                                                                               (Tâ hâ-131,132)

Başka bir yerde Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:

"İnsanlardan bir kısmına verdiğimiz çeşitli nimetlere (süs ve ziynete) göz dikme"                                                                                                    

(Hicr-267)

Bu ayeti kerimenin tefsiri hakkında Hz. Süfyan bin Uyeyne rahmetullahi aleyh buyuruyor ki: "Allahu Teâlâ kime Kur'an-ı Kerim nimetini bahşederde o buna rağ­men dünyalık herhangi bir şeye göz dikerse, o Kur'an'ı çok az anlamış (yani onun kadrini bilememiş) olur".İmam Gazali rahmetullahi aleyh buyuruyor ki: "Fakirlik çok güzel bir şeydir. Ancak böyle bir kişinin kanaatkar olması lazımdır. İnsanların yanında bulunan mallara göz dikmemelidir. Onlara hiç iltifat etmemelidir. Mal kazanma hırsı olma­malıdır. Bütün bunların olabilmesi insanın kendi masraflarını son derece azalt­masına bağlıdır. Kişi yemek, elbise ve mesken konusunda en azıyla ve mecbu­riyet derecesiyle yetinmelidir. En kalitesiz olan şeylere kanaat etmelidir. Eğer bir şeye ihtiyaç hissedilirse, bir aylık ihtiyacın karşılanması düşünülmeli ondan öte hiçbir şeye zihnini ve düşüncesini vermemelidir. Eğer ondan ötesini düşünmeye başlarsa kanaat izzetinden mahrum olup hırs ve aç gözlülük zilletine kapılacak­tır. Bu yüzden kötü alışkanlıklar doğacak ve fena şeyleri tercih etmek gereke­cektir. Zira insan, fıtratı icâbı haristir.

Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Eğer insanın iki vadi altını olsa yinede o üçüncüsünü düşünmeye başlar". Hz. Ebû Musa Eşari radıyailahu anh buyuruyor ki: Beraat sûresi kadar büyük bir sûre nazil olmuştu. Sonra o nesh olundu. Onda geçen şu ifade hatırımdadır; "Allahu Teâlâ dinden hiçbir payı ol­mayan (fasık ve kafir) insanlarla da dinine yardım eder. Eğer insanın iki vadi do­lusu malı olsa üçüncüsünü temenni eder. İnsanın karnını (kabir) toprağı doldu­rur. Şüphesiz bir kimse tevbe ederse Allahu Teâlâ tevbeyi kabul eder".

Yine Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "İki hırslı insanın asla karnı doymaz. Birincisi, ilme karşı hırslı olan (ilmin tadını alan kimsedir. Onun kalbi hiçbir zaman ilme doymaz). İkincisi, mala karşı hırslı olan kimsedir". İnsanın fıtratında bu tehlikeli şeyin bulunmasından dolayı Allahu Teâlâ ve Ra­sûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem kanaat ve tok gözlülüğü çok övmüşlerdir. Rasûlul­lah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ'nın kendisine İslam ni­meti nasib ettiği, sadece ihtiyacı kadar rızık verdiği ve buna kanaat eden kimse­ye ne mutlu!". Yine Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü zengin olsun, fakir olsun, <Keşke dünyada bana yalnız ihtiyacım kadar rı­zık verilseydi, ondan daha fazla verilmeseydi> diye temenni etmeyen kimse kalmayacaktır". İşte bundan dolayıdır ki, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem aç göz­lü olmaktan ve mal kazanmak için fazla çalışmaktan menetmiştir.Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar mal ka­zanmakta güze! yo! seçiniz (kötü yollarla kazanmayınız). Çünkü insanın eline tak­dirde olandan fazlası geçmez. Takdirde olan ise mutlaka ona ulaşacaktır. Takdîr edilen nasibi kendisine zelil ve mecbur olarak ulaşmadığı müddetçe insan asla ölmez". Yine Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Sen muttaki ol ki, en büyük ibadet yapan olasın. (En az miktara) kanaat et ki, en büyük şükre­den olasın. Kendin için istediğini kardeşin için de iste ki, kâmil mü'min olasın". Hz. Ebû Eyyûb radıyaiiahu anh buyuruyor ki: Bir şahıs Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi ve-se/fem'in yanına geldi ve "Ya Rasûlallah! Bana kısaca bir nasihat et (ki ben ona sımsıkı yapışayım)" dedi. Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Namaz kılacağın zaman ömrünün en son namazıymış gibi kıl (kişi kıldığı namazın en son namaz olduğunu düşünürse ona ne kadar fazla ihtimam göstereceği ve hu­şu ve huzû ile kılacağı aşikardır). Mâzetet göstermek (ve af dilemek) zorunda kalacağın hiçbir sözü ağzından çıkarma. Başkasına ait olan şeye karşı kalbin­deki ümidi sil (ki senin ona zerre kadar iltifatın olmasın)".Hz. Ömer radıyaiiahu anh buyurdu ki: "Aç gözlülük, fakirlik (ve muhtaçlıktır) Ümitsizlik (yani kimseden bir şey beklememek) zenginliktir. Başkasının elinde bulunan şeylerden ümidini kesen kimsenin onlara ihtiyacı kalmaz." Bir hikmet ehline biri, "Zenginlik nedir?" diye sordu. O, "Temennileri azaltmak ve kendine yetecek şeye razı olmaktır" buyurdu. Muhammed bin Vâsi mhmetuiiahi aleyh kuru ekmeği suda ıslatıp yerdi. O şöyle buyurdu: "Bir kimse buna kanaat ederse, o kimseye muhtaç olmaz". Başka bir hikmet ehline biri, "Sizin mâlî durumunuz nedir?" diye sordu. O, "Zahire göre bolluk içinde yaşamak, bâtına göre (şahsi ha­yatımda) kısıtlı ve orta yollu bir yaşantı tercih etmek. Başkasının elinde olan şey­lere ümit beslememektir" buyurdu.Bir Hadisi Kudsi'de Aliah celie ceiaiuhu şöyle buyuruyor: "Ey Ademoğlu! Eğer bütün dünya senin olsa yine de sen ondan kendi ihtiyacın kadar yiyeceksin. Eğer Ben bu kadarını (yani ihtiyacın kadarını) sana verip de hesap vermek zorunda kalacağın fazla miktarı sana vermezsem, sana ihsan etmiş olurum".Hz. Abdullah İbni Mes'ud radıyaiiahu anh buyurdu ki: "Kişi birinden bir hace­tini talep ederse, basit (bir söz ve davranışla) talep etsin. Ona, <Siz söyleşiniz, siz böylesiniz, siz susunuz, siz busunuz> demesin. Çünkü böyle söylemekle onun belini kırmış olur (çünkü o ucub ve kibre düşerek helak olur). Siz de tak­dirde yazılandan fazlasını alamazsınız". Denilir ki Emevî padişahlarından biri (olan Süleyman bin Abdulmelik), Hz. Ebû Hatim rahmetuiiahi aieyh'e çok ısrarlı bir şekilde şöyle yazmıştır: "Sizin bir ihtiyacınız olduğu zaman benden isteyiniz". O cevap olarak şöyle yazdı: "Ben ihtiyaçlarımı Mevlâ'ma arz ettim. O bana bunun üzerine ne ihsan ettiyse ona kanaat ettim".Hikmet ehlinden biri şöyle demiştir: "Ben en fazla sıkıntıya düşen insanın hasetçi olduğunu gördüm. En güzel hayat geçirenin kanaatkar kimse olduğunu gördüm. Aç gözlü insanın en sabırlı insan olduğunu gördüm (çünkü o herşeye hırslanır ama onu ele geçiremediğinden sabreder). En hoş hayat geçirenlerin dünyayı terk edenler olduğunu gördüm. En fazla pişman olan kişinin haddini aşan alim olduğunu gördüm". Hz. Abdullah bin Selam radıyaiiahu anh Hz. Ka'b Ahbar radıyaiiahu anh'a, "Alimlerin kalbinden ilmi zayi eden nedir? Halbuki onlar anlayarak okumuşlar ve onu ezberlemişlerdir" dedi. Hz. Ka'b radıyaiiahu anh buyurdu ki: "Hırs, aç gözlülük ve ihtiyaçlarını insanlardan istemektir". Biri Hz. Fudayl bin lyaz rahme­tuiiahi aieyh'e Hz. Ka'b radıyallahu antim sözünün izahını sordu. O şöyle buyurdu: "Alim bir şeye tamah etmeye başladığı an, onu talep etmeye başlar. Bu yüzden ondaki din berbad olur (çünkü onun talebiyle uğraşmak, dinle uğraşmayı zayi eder). Bir de hırs onu her şeye çeker. Hatta onun gönlü, <Şu da benim olsun, bu da benim olsun> diye ister. Sonra insanların ihtiyacını yerine getirmelerini ister. Kim talebini yerine getirirse onun önünde eğilmek ve ona itaat etmek zorunda kalır. O kişi alimi dilediği yere çekip, götürür. Senin de homurdanarak onun dedi­ğini kabul etmen gerekir. O yanından geçerken ona selam vermen gerekir. Has­ta olunca onu ziyaret etmen gerekir. Bu selam ve ziyaret Allah için olmayıp aksi­ne dünya sevgisinden dolayıdır (dünya için olduğuna göre onun sevabı malum­dur!)". Ondan sonra Hz. Fudayl rahmetuiiahi aleyh buyurdu ki: "Bu hadis (amel yap­mak için ve işe yaraması bakımından) yüz hadisten daha üstündür"[104]Hz. Sa'd bin Ebî Vakkas radıyaiiahu anh buyurdu ki: Bir adam Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'ln yanına geldi ve "Ya Rasûlallah! Bana kısaca nasihat bu­yurunuz (Tâ ki ona sımsıkı yapışayım)" dedi. Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Başkasının yanında bulunan şeylerden ümidini tamamen kes (zerre kadar o tarafa iltifat etme). Kendini aç gözlü olmaktan tamamen koru. Çünkü aç gözlü olmak peşin fakirliktir (yani o şeye vakti gelince zaten ihtiyaç olacaktır, an­cak -aç gözlü olmaktan dolayı- ihtiyaç şimdiden başlamış olur). Kendini özür di­lemek zorunda kalacağın şeylerden koru"[105]Hz. Ebû Eyyûb radıyaiiahu anh'\n rivayetiyle buna benzer bir sual ve cevap yakında geçmişti. Her iki hadiste de diğer nasihatler müşterektir. Her şahsın ken­di durumuna uygun olarak birer nasihatte farklıdır. Bazı rivayetlerde Hz. Sa'd ra-dıyaiiahu anh'ın hadisinde dört şey zikredilmiştir. Onlardan üçü Ebû Eyyûb radıyalia-hu an/ı'ın rivayetinde de geçmiştir. Bunda fazladan zikredilen dördüncü şey aç gözlülüktür.[106] Ayrıca, "Başkasının yanındaki şeylerden kendi ümidini kes" İfadesi her iki hadiste de ortaktır ve çok önemli bir şeydir. Çünkü bu şey sayesinde in­san ne kendisi perişan olur ne de başkasının önünde eğilir.Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Bir kimse evinde güven içindeyse, Allahu Teâlâ ona beden sağlığı ihsan ettiyse ve yanında bir günlük yemeği varsa, sanki dünyanın herşeyi onun yanında bulunmaktadır"[107] Öyleyse onun başkasının bir şeyine göz dikmesine ne gerek vardır. Hz. Abdullah bin Amr radıyaiiahu da buna benzer şöyle bir olay nakledilmiştir: Bir adam Rasülul-lah sallallahu aleyhi vesellem'e, "Bana kısa bir şey söyleyiniz" dedi. Rasûlullah sallalla-hu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Namazı en son namazın gibi (ve Allahu Teâlâ'-nın karşısında hazırmış gibi) kıl. Çünkü her ne kadar sen onu görmesen de, O seni mutlaka görmektedir. Başkasının elinde olan şeyden ümidini kes ki, en zengin sen olasın. Kendini özür dileyeceğin şeyden (söz ve davranıştan) koru"[108]Yine bir adam Hz. Sa'd radıyaiiahu anh'Ğan kendisine bir nasihat etmesini rica etti. O buyurdu ki: "Namaz kılacağın zaman güzelce abdest al. Çünkü ab-destsiz namaz olmaz. Namazsız da iman olmaz. Namaza başladığın zaman en son namazmmış gibi kıl. Çok çeşitli hacetleri talep etme. Çünkü böyle yapmak peşinen fakirliktir. Başkasının elinde olan şeyden tamamen ümidini kes. Asıl zenginlik işte budur. Sonunda özür dileyeceğin veya af talep edeceğin hiçbir söz ve davranışta bulunma"[109]İmam Gazali rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: "Bazı insanlar malı terk edenin zahid olduğunu sanmaktadırlar. Bu doğru değildir. Çünkü insanların arasında iti­bar görmek isteyen, onların yanında övülmek isteyen herkesin, malı bırakması ve kalın elbise giyinmesi kolaydır. Dünya ile ilgilenmediklerini açıklayan nice kim­seler vardır ki, onlar az yemeğe kanaat ederler. Her zaman kapılarını kapatırlar. -"Hatta kapısı olmayan evlerde kalırlar. Böyle yapmakla onların maksadı halkın arasında şöhret kazanmaktır. Ve nice güzel elbise giyenler zühd davasına kalkı­şırlar. Bu güzel elbiseleri sünnete ittiba etmek için giydiklerini, o elbiseler vesâ-ireye kendi nefsani arzularından dolayı iltifat etmediklerini, aksine insanların ısrar ve arzuları üzerine giyindiklerini söylerler. Halbuki maksatları halkın kendilerine bu çeşit elbiseleri hediye olarak takdim etmeleridir. Bu iki fırka din yoluyla dünya kazananlardır. Çünkü dünya sadece malın adı değildir. Makam ve itibar talep et­mek de dünyadır. Zahid olan kişinin üç alâmeti vardır. Onları herkes kendinde meydana getirmek için çalışmalıdır; [110] Yanında bulunan şeye sevinmemeli olma­yan şeye de üzülmemelidir. Aksine evlâ olan şudur ki, olana üzülmeli olmayan şeye de sevinmelidir. [111] Kendini övenle, kınayan onun gözünde bir olmalıdır. Çünkü bu makam ve itibara karşı zâhidliğin alâmetidir. Birincisi ise mala karşı zâhidliğin alâmetidir. [112]Kendisinde Allahu Teâlâ'ya karşı ünsiyet, muhabbet olması ve O'na itaatte, tatlılık ve halâvet hissetmesidir"[113]

Burada gönlüm büyüklerin iki olayını örnek olması için yazmayı   istemek­tedir. Birincisi; Şeyhul Meşâyih Kutbul İrşad Hz. Reşid Ahmed Gangohi kuddise kendi mürşidi Şeyhul Arab vel Acem Hz. Hacı Imdadullah Efendiye (Allah derecesini yüceltsin) yazdığı mektuptur. Bu mektup Mekâtibi Reşîdiyye de yer almış ve basılmıştır. Mektuptaki ifadeler şunlardır:"Efendi hazretleri, bu hakîr kulun, kendi hallerini açıklamasını istemişler. Ey benim iki cihan sığınağım! Bu sefilin hangi halini ve hangi derecedeki bir güzelliğini kemâlât aftâbının yüzüne karşı arzedeyim? Allah'a yemin olsun ki çok utanıyorum. Hiçbir şey değilim. Zâtı âlileri buyurduğu için artık ne yapa­yım. Çaresiz bir şeyler yazmak gerekiyor. Mürşidi Men hazretleri! Zahiri ilmin hali şudur ki; sizin huzurunuzdan uzaklaşalı yaklaşık yedi küsur sene oldu. Bu seneye kadar ikiyüz küsur kişi hadis senedi (diploması) alarak gittiler. On­ların çoğu ders okutmaya başladılar. Sünnetlerin ihyası için çalıştılar ve dini yaydılar. Eğer kabul olursa bu şereften daha büyük şeref yoktur. Zâtı âlileri­nin pabuçlarının yanında kalmamın faydasının özeti şudur ki; kalbimin kökün­de, Hak'kın gayrısından fayda ve zararın geldiğine yönelme yoktur. Vallahi bazı vakitlerde kendi meşaihimden ayrılık oluyor. Bundan dolayı kimsenin öv­mesi ve kötülemesine aldırmıyorum. Kötüleyeni de öveni de uzak görüyorum. Tabii olarak masiyetten nefret ve tabii olarak itaate rağbet meydana gelmiştir. Ve bu tesir, efendi hazretlerinin nurlu kandilinden ulaşan o sade hatıranın nisbetindendir. Daha fazla arz etmek küstahlık ve hayasızlıktır. Allah'ım! Beni affeyle. Çünkü efendi hazretlerinin emri üzerine yazdım, Yalancıyım. Hiçbir şey değilim. Ancak Senin himayen var. Ancak Senin varlığın var. Ben neyim ki? Hiçbir şey değilim. O ben denilen  şey, Sensin. Ben ve Sen diye ayırmak şirk içinde bir şirktir.Artık arzetmekten mazur görüp bunu kabul ediniz. Vesselam. 1306 H" Bu kıymetli mektup vefatından 17 sene öncesine aittir. Bu 17 senede me-dih ve zemmin eşitliğinde Hak'kın gayrısındaki fayda ve zarara iltifat etmeme konusunda onun terakki ve yükselişini kim idrak edebilir?İkinci olay Emîr Şâh Han tarafından Emîrür Rivâyât adlı eserde yazılmış­tır. O yazıyor ki: iskender Abâd kasabasında Hasanpûr adlı bir köy vardı. Ben de o köyü gördüm. Çok büyük bir köy. O bir zamanlar (meşhur hadis üstadlarından) Muhammed İshak (Dehlevi) hazretleri ve Muhammed Yakub efendi hazretlerinin kaldıkları köydü. Muzaffer Hüseyin Kandehlevi hazretleri onlar hakkında şöyle buyurdu; "Muhammed İshak ve Muhammed Yakub hoca efendiler son derece cömert idiler. Çoğu zaman darlıktan dolayı biraz üzüntülü olurlardı. Ancak bir gün ben iki kardeşin son derece neşeli ve güler yüzlü olduklarını gördüm. Se­vinçlerinden oraya buraya gidip geliyorlardı. Kitaplarını buradan oraya, oradan buraya koyuyorlar, birbiriyle sevinçli bir tarzda konuşuyorlardı. Ben bunu görün­ce, <Belki de bugün kendilerine Hindistan'dan büyük bir para geldi de ondan seviniyorlar> sandım (çünkü bu iki zât o vakit Mekke-i Mükerreme'de ikamet et­mekteydiler). Böyle düşünerek ben olayı öğrenmek istedim. Ancak yaşlı olana sormaya cesaret edemedim. Küçük kardeşe, <Efendi siz bugün çok sevinçli görünüyorsunuz. Bunun sebebi nedir?> dedim. O hayreti! bir ses tonuyla, <Sen duymadın mı?> dedi. Ben, <Hayır> dedim. Buyurdu ki; <Bizirn köyümüz Hasan-pûr zapt olundu. Bu sevinç ondan dolayıdır. Çünkü orası olduğu müddetçe biz de Allah'a tevekkül yoktu. Şimdi ise sadece Allah'a tevekkül kalmıştır>".Hz. Mevlânâ Eşref Ali Tanvî (Allah kabrini nurlandırsın) bu olay üzerine şunu yazmıştır: Ben Hz. Gavs-ı Pâk rahmetuiiahi aieyti\n bir sevincini hatırladım. O sevinç şöy­leydi; hizmetçisi kıymetli bir aynanın kırıldığını (korkarak) şu mısrayla haber verdi;Kaza ile Çin aynası kırıldı O hiç düşünmeden derhal şöyle buyurdu:İyi ki benlik esbabı kırıldı[114]

11) HZ. Aişe radıyallahu anha şöyle buyurdu: "Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi ömrü boyunca (vefatına kadar) iki gün üst üste arpa ekmeğiyle kar­nını doyurmadı".                                                                          (Şemail-İ Timizi)

İZAH: Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm hayatı işte buydu. Birkaç hadiste değil, yüzlerce hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm bu hayat şekli bulun­maktadır. Bugün Müslümanlar fakirlik ve yoksulluk hakkında o kadar gürültü ve kargaşa yapmaktadırlar ki, sınırı yoktur. Ancak ömür boyu iki gün karın doyura­cak sade bir ekmek bulamayan kaç kişi vardır? Şema/Zdeki bir başka hadiste Hz. Aişe radıyaiiahu anha, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vese/tem'in bütün ev halkının aynı durumda olduklarını naklederek, "Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vese//em'in ev halkı, onun vefatına kadar iki gün arka arakaya arpa ekmeğiyle asla karınlarını doyur­madılar" buyurmuştur. Hz. İbni Abbas radıyaiiahu anhuma buyuruyor ki: Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem ve onun ev halkı akşam yemeğini bulamadan pek çok gece geçirirlerdi. Hepsi bütün geceyi yokluk içinde geçiriyorlardı. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'\n geçimi arpa ekmeğine dayanıyordu".Hz. Sehl radıyallahu anh'a biri "Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem"\r\ elenmiş un-dan yapılan ekmek yemek âdeti miydi?" diye sorunca Hz. Sehl radıyaiiahu anh, "Ra­sûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem vefat edene kadar elenmiş unu belki de görmemiştir" dedi. Adam, "Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem zamanında sizlerin yanında eiek yok muydu?" dedi. Hz. Sehl radıyeiiahu anh, "Elek kullanma geleneği yoktu" dedi.' O adam (hayretle), "Elemeden arpa ununu nasıl yiyordunuz?" dedi. Hz. Sehl radıyal­lahu anh buyurdu ki: "Unu (karıştırıp hareket ettirerek) üflerdik. Böylece (kaba ve iri olan) saplar uçardı. Geri kalanı pişirirdik".[115]Bugün elenmemiş buğday unundan yapılan ekmeğin yenmesinin zor olduğu kabul edilmektedir. Halbuki o yüce zat­lar elenmemiş arpa unundan yapılan ekmeği yerlerdi. O da karın doyuracak ka­dar bulunamazdı. Hz. Aişe radıyallahu anha buyuruyor ki: "Ben doyuncaya kadar yemek yediğim zaman (elimde olmadan) ağlayasım geliyor ve ağlıyorum". Biri, "Bunun sebebi nedir?" deyince, "Ben Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseüem'ln zamanı­nı hatırlıyorum. Rasûluliah saiiaiiahu aleyhi veseitem, vefatına kadar hiçbir zaman (et veya ekmekle) günde iki öğün karnı doyana kadar yiyememiştir".[116]Saîd Makberî rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Hz. Ebû Hureyre radıyaiiahu anh ye­mek yiyen bir topluluğun yanında geçti. Önlerine kızartılmış tavuk konulmuştu. Onlar Hz. Ebû Hureyre radıyallahu antiı buyur ettiler. O bunu kabul etmedi ve "Ra­sûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem arpa ekmeğiyle karnını doyuramadan bu dünyadan ahirete intikal etmiştir" buyurdu.[117] Yani Ben gönül arzusuyla nasıl tavuk yiyebili­rim demek istemiştir. Hz. Ebû Hureyre radıyaiiahu anh'm sözü genel durum hakkın­dadır. Yoksa Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem m tavuk yediği sabit olmuştur.Bir hadiste şöyle geçmektedir: "Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem yokluk içinde değilken de çoğu zaman aç dururdu". Yani yemek olduğu halde yine de Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem az yerdi. Çünkü aç durmakla nur artar. Başka bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Bir kimse dünyada yeme-içmenin miktarını azal­tırsa, Allahu Teâlâ bunun üzerine meleklere karşı öğünerek şöyle buyurur; <Bakın Ben onu yemek ve içmekte azlığa mübtela kıldım. O sabretti. Siz şahit olun ki, onun azalttığı lokma karşılığında onun için Cennet'te bir derece verilmesine ka­rar veriyorum>"[118] Her yerde şuna dikkat etmek gerekir ki, kişi kendi isteğiyle sağ­lığına zarar vererek diğer dini işlerde aksaklığa sebep olacak kadar yemeğinde azaltma yapmamalıdır. İşte bundan dolayı oruçtan dolayı bedende zayıflık mey­dana gelmesin diye sahur yemeği sünnet kılınmıştır. Aynı sebepten dolayı gece uyanmaya yardımcı olsun diye öğlen uykusu (kaylûle) sünnet kılınmıştır.

Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem buyurdu ki: "Hiçbir kap doldurulma açısın­dan karından daha kötü değildir (yani karnı doldurmanın kötü olduğu kadar hiçbir kabı doldurmak kötü değildir) İnsan mecburdur. Mutlaka yemesi gerekir, öyleyse karnın üçte birini yemeye üçte birini içmeye üçte birini nefes almaya ayırmak gerekir. Bir defasından Hz. Fatıma radıyaiiahu anha bir ekmek parçası alıp Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem \r\ huzuruna gitti. Rasûlullah sailailahu aleyhi veseiiem, "Bu nedir?" buyurdu. Hz. Fatıma radıyaiiahu anha, "Ya Rasûlallah! Ben bugün ekmek pişirmiş-tim. Gönlüm siz yemeden onu yemeye razı olmadı" dedi. Rasûlullah sallallahu aley­hi veseiiem buyurdu ki: "Bu üç günden beri babanın yediği ilk şeydir" (yani üç gün­den beri hiçbir şey yemeğe sıra gelmedi).Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Dünyada aç duranlar ahirette tok olacaklardır. Allahu Teâlâ hazmı bozulacak kadar yiyen kimseden hiç hoş­lanmaz. Bir kimse gönlünün çektiği bir şeyi yemeyi terk ederse, onun için Cen-net'te dereceler vardır". Hz. Ömer radıyaiiahu anh buyurdu ki: "Doyacak kadar ye­mekten sakının. Bu hayatta ağırlığa {kilo almaya) sebeptir. Ölüm vakit ise pisliğe ve kokuşmaya sebep olur". Hz. Şakîk Belhi rahmetuliahi aleyh buyuruyor ki: ibadet bir sanattır. Onun dükkanı yalnızlıktır. Önün (iş yapan) aleti aç kalmaktır".Hz. Fudayl rahmetuliahi aleyh kendi kendine şöyle dedi: "Sen aç kalmaktan korkuyorsun. Bu korkulacak bir şey değildir. Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem ve Sahâbe-i Kiram aç kaldıklarına göre senin hakikatin nedir ki?" Hz. Fudayl rahme­tuliahi aleyh şöyle derdi: "Allah'ım! Sen beni ve benim çoluk çocuğumu aç bıraktın. Karanlık gecelerde ışıksız bıraktın. Bu Senin salih kullarına yaptığın muameledir. Allah'ım sen bu nimeti hangi amelden dolayı ihsan ettin? Yani şu an hayret edi­yorum ki ben (kendi görüşüme göre) iyi biri değilim. Öyleyse iyi insanlara yapıla­na benzer bu muamele hangi amelimin karşılığıdır". Hz. Kehmes rahmetuliahi aleyh "şöyle buyurdu: "Allah'ım sen beni aç bıraktın, çıplak bıraktın. Karanlık gecelerde kandilsiz bıraktın. (Ben ise bu ihsanlara layık değilim. Bana bu dereceler) hangi şeylerden dolayı verilmiştir". Hz. Feth Mevsılî rahmetuliahi aleyh şiddetli bir hastalı­ğa yakalandığında ya da şiddetli bir şekilde acıktığında, "Allah'ım! Sen beni açlık ve hastalığa mübtela kıldın. Sen bu ibtilâyı iyi kullarına verirsin. Ben Senin bu ihsanına hangi iyi amelimle şükredeyim?" derdi.Mâlik bin Dinar rahmetuliahi aleyh Muhammed bin Vâsi'ye şöyle dedi: "Yaşa­yacağı kadar erzakı olan ve halktan dilenmeye muhtaç olmayan kimseye ne mutlu!" Muhammed bin Vâsi rahmetuliahi aleyh buyurdu ki: "Sabah aç kalan ve ak­şam aç kalan, buna rağmen Rabbinden razı olan kimseye ne mutlu!" Tevrat'ta yazıyor ki: "Sen doyuncaya kadar yemek yediğin zaman, aç kimselerin hayalini de kalbinden geçir". Ebû Süleyman rahmetuliahi aleyh diyor ki; "Benim akşam ye­meğinden bir lokma az yemem, bana bütün gece uyanık kalıp (ibadet yapmam­dan) daha sevimlidir". Yine o şöyle buyurdu: "Açlık, Allah'ın, dostlarına vermiş olduğu bir hazinedir". Hz. Sehl bin Abdullah Tüsteri rahmetuliahi aleyh yirmi günden fazla aç olarak geçirirdi. Onun bir yıllık gıdasının ağırlığı bir dirhem (yaklaşık 3,25 gr) olurdu. O aç durmaya çok teşvik ederdi. Hatta şöyle derdi: "İhtiyaçtan fazla olan yemeği terk etmeye eşit hiçbir iyi amel yoktur. Çünkü bu Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem'e tabî olmaktır". Yine o şöyle buyururdu: "Hikmet ve ilim  ve aünah doyuncaya kadar yemekte toplanmıştır". O bir de şöyle buyurmuştur: "Kişi aç durmayı, susmayı ve geceleri uyanmayı alışkanlık haline getirmedikçe ve yalnızlığı sevmedikçe Ebdal zümresinden olamaz".

Abdul Vâhid bin Zeyd rahmetuliahi aleyh yemin ederek şöyle buyururdu: "Alla­hu Teâlâ kimseyi aç kalmadan temizlemez. Bu manevi temizlikten dolayıdır ki Allah dostları su üzerinde yürürler. Bu yüzden onlara Tayyûl Arz nasib olur"[119] Tayyûl Arz Allah dostlarına verilen özel bir süratin adıdır. Bundan dolayı onlar birkaç adımla binlerce kilometre yol katederler.İmam Gazali rahmetuliahi aleyh buyuruyor ki: Aç durmaktan dolayı 10 fayda hâsıl olur:

1)  Onunla kalp temizliği elde edilir. Mizaç serileşir. Basiret artar. Çünkü karın tıka basa yemekten dolayı insan tabiatında ahmaklık meydana gelir ve kal­bin nuru gider. Midenin gazları beyni kuşatır. Bu da kalbe tesir eder. Böylece kişi fikir (sahasında) koşmaktan aciz kalır. Hatta küçük yaştaki bir çocuk eğer fazla yerse, onun hafızası da bozulur. Zihni kapanır. Ebû Süleyman Dârâni rahmetuliahi aleyh buyuruyor ki: "Aç kalmaya alışın. Zira bu, nefsi itaatkar kılar, kalbi yumuşa­tır, semavi ilimler onunla hasıl olur".Hz. Şibli rahmetuliahi aleyh buyuruyor ki: "Ben hangi gün Allah için aç kaldıy-sam, o gün kendi içimde bir ibret ve hikmet kapısının açılmış olduğunu gördüm". Bundan dolayı Hz. Lokman aieyhisseiam oğluna şöyle nasihat etmiştir: "Oğlum mi­de dolunca fikir uyur ve hikmet dilsizlesin Âzâlar ibadete karşı tembelleşirler". Ebû Yezîd Büstâmi rahmetuliahi aleyh buyurdu ki: "Açlık bir buluttur. İnsan aç kalın­ca o bulut kalp üzerine hikmet yağdırır".

2) İkinci fayda kalbin yumuşamasıdır. Bu yumuşamadan dolayı zikir vs. kalbe tesir eder. Bazen insan büyük bir teveccühle zikrettiği halde kalp ondan lezzet almaz. Ondan müteessir olmaz. Kalp yumuşayınca zikre de lezzet gelir. Dua ve münacatında tadı olur. Ebû Süleyman Dârâni rahmetuliahi aleyh diyor ki: "Ben İbadetlerden en fazla zevki, açlıktan dolayı karnım sırtıma yapıştığı zaman alırım". Hz. Cüneyd Bağdadî rahmetuliahi aleyh buyuruyor ki: "Kişi Allahu Teâlâ ile kendi sinesi arasına bir yemek torbası koyar. Sonra Allahu Teâlâ ile münacatın lezzetinin kendisine nasip olmasını ister". (Burada karnı doldurmak,    fakirin torbasını doldurmasına benzetilmiştir).

3)  Üçüncü fayda insanda acizlik ve alçak gönüllülük meydana gelme­si, kibir ve gururun gitmesidir. Bu ise azgınlık ve Allahu Teâlâ'dan gafil kalma­nın kaynağıdır. Nefs açlık ile alt olduğu kadar hiçbir şeyle alt edilemez. Kişi kendi nefsinin zillet ve aczini görmeden Mevlâsının izzet ve galebesini göremez. Kişi sık sık aç kalmalıdır ki, Mevlâ'sına zevkle yönetebilsin. Bundan dolayıdır ki, Allahu Teâlâ Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem e Mekke-i Mükerreme'nin bütün arazisinin

 

 

 

 

 

 

 

altın kılınmasını teklif edince Rasûlullah A.s  şöyle dedi: "Allah'ım bunu istemiyorum. Aksine ben istiyorum ki, bir gün aç kalayım, bir gün yiyeyim. Tâ ki aç kaldığım gün sabredeyim. Sana acizliğimi arz edeyim (Sen'den isteye­yim). Yediğim gün de Sana şükredeyim".

4) Dördüncü fayda felaketzedelerin ve yoksulların halinden gafil olun-mamasıdır. Çünkü karnı tok adam açların ve muhtaçların başından nelerin geç­tiğini asla tahmin edemez. Hz. Yusuf aiâ nebiyyina ve aieyhissaiatü vesselama biri, "Yer­yüzünün hazinesi senin elinde olduğu halde yine aç duruyorsun" deyince buyur­du ki: "Ben karnımı doyurunca açları unutacağımdan korkuyorum". Aç ve susuz durmakla kıyamet gününün açlığı ve susuzluğu da hatırlanmakta ve Allah'ın aza­bının korkusu da doğmaktadır. Ayrıca Cehennemin şiddetli açlık ve susuzluğun­da, yemek için ne verileceği hatırlanmaktadır. Öyle bir yemek ki, boğaza takıla­caktır. Orada içmek için ne verileceği hatırlanmaktadır. O Cehennemliklerin ya­ralarından çıkan irin ve iltihaplardır.

5) Beşinci fayda asıl ve en önemli olandır. O da günahlardan sakın­maktır. Çünkü karnın tok olması bütün şehvetlerin kaynağıdır. Açlık ise her çeşit şehveti kırmaktadır. İnsan için en büyük saadet, nefsine hakim olmasıdır. En büyük bedbahtlık jse nefsinin ona hakim olmasıdır. Bu şuna benzer; Azgın bir at aç bırakılarak elde tutulabilir. Ama o iyice yer ve içerse azgınlaşır. Nefsin duru­mu da aynıdır. Bir Allah dostuna biri, "Siz yaşlılığınızda bile vücudunuza bakmı­yorsunuz (biraz güç ve kuvvet verecek şeyleri yemeniz gerekir)" dedi. O, "Bu nefs keyf ve zevke doğru çok hızlı gitmektedir. Ben onun beni bir günah musibe­tine batıracağından korkuyorum. Bundan dolayı benim onu meşakkate sokmam, onun beni herhangi bir günahın felaketine sokmasından daha sevimlidir" dedi. Hz, Aİşe radıyallahu anha buyuruyor ki: "Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem''den sonra meydana çıkan ilk bidat, karın doyuracak kadar yemektir. İnsanların karnı do­yunca onların nefisleri dünyaya meyleder".Bu zikredilen (beşinci) fayda sadece bir fayda değil bilakis bir çok faydala­rın hazinesidir. Bunun en az faydası haya yerinin şehvetini ve boş konuşma ar­zusunu terk etmektir. Çünkü aç insanın gönlü boş konuşmaları istemez, işte bu açlıktan dolayı insan, gıybetten, yalandan, fuhuş sözlerinden, koğuculuktan ve bunlar gibi pek çok şeylerden korunur. Karnı tok olunca insan eğlendirici şeyleri ister. Biz ise genellikle insanların iffet ve şerefleriyle eğleniriz. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyuruyor ki: "İnsanı (en çok) Cehennem'e sokan dilinin ektiği şey­lerdir". Haya yerinin şehvet tehlikesi kimseden saklı değildir. İnsanın karnı tok olunca edep yerine hakim olması zorlaşmaktadır. Eğer insan Allah korkusundan dolayı ona hakim olsa da gözün günahı olan (caiz olmayan bir şekilde herhangi bir kadına veya erkeğe bakma işi) mutlaka meydana gelmektedir. Rasûlullah sailal-lahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Tenasül uzvu zina ettiği gibi göz de zina eder". Ffier insan qözünü kapatarak buna hakim olsa bile önceden görmüş olduğukimsenin hayalleri kalbine gelecektir. Şehvet hayalleri Allah ceiie ceiaiuhu ile olan münacatın lezzetini yok etmektedir. Bazen bu bozuk hayaller namazda da gel­mektedir. Dili ve edep yerini misal olsun diye zikrettik. Yoksa bütün bedenin, bü­tün günahları karın tokluğundan meydana gelen şehvetten doğmaktadır.

6)  Altıncı fayda ise, az yemekle uyku az gelir. Sık sık uyanma nim nasip olur. Çünkü doyasıya yemenin neticesinde çok susanır, suyu fazla içince de çok uyku gelir. Meşâyih şöyle demiştir: "Fazla yemeyin yoksa çok su içersi­niz. Sonra fazla uyursunuz. Bu yüzden de fazla zarar edersiniz". Denilir ki 70 he­kim şu konuda görüş birliğine varmışlardır: "Çok su içmekle çok uyku gelir". Çok uyumakla ömrün büyük bir kısmı zayi olur. Teheccüdün elden kaçması buna ilave­dir. Bir de çok uyumakla insan tabiatında ahmaklık ve kalpte katılık meydana gelir. Hanım yanında olmadığında ihtilama sebep olur. Sonra gusül için gereken esbâb ve malzeme hazır olmayınca da çoğu zaman teheccüd de elden çıkmaktadır.

7) Yedinci fayda kolaylıkla ibadet yapmaya kadir olmaktır. Çünkü tıka basa yemekle çoğu zaman tembellik meydana gelir. Bu da ibadete engeldir. Sadece yemekte bile pek çok vakit zayi olmaktadır. Eğer yemeği hazırlamak gerekirse o zaman daha çok zaman kaybı olacaktır. Bir de yemekten sonra elleri yıkamak, dişleri temizlemek, sonra sık sık kalkıp su içmek gibi şeylere harcanan zamanlar hesap edildiğinde ne kadar zaman eder? Eğer bütün bu vakitler Allah'ı yâd etmeye ve ibadetlere harcanmış olsa, ne kadar kazanç elde edilmiş olurdu. Hz. Sirrî Sakatı rahmetullahi aleyh buyuruyor ki: Ben Ali Cürcani rahmetullahi ateyti'ın yanındayken kavut vardı. O kavutu avuçlayarak yiyordu. Ben, "Kavut alışkanlığı nasıl başladı" dedim. Buyurdu ki, "Ben hesap ettim ki, bir lokmayı ağıza koyduk­tan sonra onu yutana kadar 70 defa Subhanallah diyecek kadar zaman var. Bundan dolayı ben 40 seneden beri ekmek yemedim. Çünkü onu çiğnemek için çok zaman harcanmaktadır".

Gerçek şudur ki insanın her nefesi çok değerli bir cevherdir. Onu ahiret hazinesinde muhafaza etmeye şiddetle ihtiyaç vardır. Tâ ki o asla zayi olmasın. Yalnız bunun şekli şöyle, olur: O nefesi Allah'ı zikretmeye veya başka herhangi bir ibadete sarf etmelidir. Buna ilave olarak fazla yemekten dolayı uzun süre abdestli durulamaz. Ufak abdest ihtiyacı fazla olur. Bunlarla vakit zayi olmasının yanında bu durumlardan dolayı camide uzun süre zaman geçirilemez. Çünkü o ihtiyaçlardan dolayı sık sık dışarı çıkmak gerekir. Buna ilave olarak açlığa alışkın olan kimse için oruç tutmakta kolay olur. Kısaca oruç, itikaf, uzun süre abdestli kalmak ve yeme içme zamanını ibadete harcamak gibi o kadar çok faydalar var­dır ki, bunların hepsi sayılamaz. Dinin kadrini bilmeyen gafil insanlar bu açlığın kadrini ne bilsinler! Onlar dünyanın birkaç günlük hayatına razı olup mutmain olmuşlardır. Sadece dünyanın hallerini bilmektedirler. Ahiretin ne olduğundan onların haberleri bile yoktur.

8) Sekizinci fayda olarak az yemek beden için sıhhattir. Çünkü pek çok hastalık çok yemekten meydana gelir. Bu yüzden midede ve damarlarda bozuk unsurlar birikir. Bunlardan da çeşit çeşit hastalıklar doğar. Hastalıkların sıhhate aykırı olduğu zannediise bile, bunlar ibadetlere de engel olmaktadırlar ve kalbi karışıklığa ve kararsızlığa itmektedirler. Zikir ve fikre.mani olmasına ilave olarak, ilaç, perhiz, hekim, doktor kan tahlilcisi vs. gibi insanın karşısında uzun boylu bir kargaşa meydana gelir. Bir de bütün bunlar için çekilen sıkıntı ayrı, masraf daha ayrıdır. Ama aç durmakta bütün bu afetlerden korunma vardır.Denilir ki Harun Reşîd rahmetuliahi aleyh bir gün dört tane hekimi bir araya getirdi. Biri Hintli uzman, ikincisi bir Rûmi (Bizanslı), Üçüncüsü Iraklı, dördüncüsü ise Afrikalı idi. Bu dört hekime şöyle bir teklif yöneltti; "Hiçbir şeye zarar verme­yen bir ilaç söyleyin". Hintli, "Benim görüşüme göre hiçbir şeye zarar vermeyen ilaç !hlîlec-i Esved'ölr" dedi. (Buna Urduca'da Helile-i Siyah denir). Iraklı, "Bana göre Habbur Reşâdil Ebyaz'öu" dedi. (Farsça ona Tuhm-i Sibendan, Hintçe'de Halun denir). Rûmi, "Bana göre sıcak sudur. Yani o hiçbir şeye zarar vermez" dedi. Afrikalı, "Bunların hepsi yanlıştır. Ihlîlec mideyi ezerek sıkıştırır. Bu ise hastalıktır" dedi. (Buna ilave olarak ciğer için de zararlıdır[120]). Habbur Reşâd midede kayganlık meydana getirir. Sıcak su ise mideyi gevşetir" dedi. Doktorların hepsi, "Peki öyley­se hiçbir şeye zarar vermeyen ilacı siz söyleyiniz" dedi. Afrikalı, "Tam bir istek ve rağbet olmadan yemek yenmemeli. Fazla yemeye istek ve rağbet varken yemeye son vermelidir" dedi. Diğer doktorlarda onun bu görüşüne katıldılar.Bir filozof doktorun yanında Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm şu hadisi nakledildi: "Karnın üçte biri yemek için, üçte biri su için kalan üçte biri ise nefes almak içindir". O filozof bunu duyunca hayretle şöyle dedi: "Ben az yemek hak­kında bugüne kadar bundan daha üstün ve sağlam söz duymadım. Şüphesiz bu, hikmet sahibinin kelamıdır"

9) Açlığın dokuzuncu faydası masrafların azalmasıdır. Az yemeye alış­kın olan kimsenin masrafı da az olur. Fazla yemekten dolayı masraflar artar. Bu­nu elde etmek için de ya caiz olmayan yolları seçmek zorunda kalır ya da halk­tan dilenme zilletini seçmek gerekir. [121](Hz. Sehl Tüsteri rahmetuliahi aieytiln hali biraz önce geçmişti. Onun bir senelik yemeğinin ağırlığı bir dirhem ağırlındaydı). Bir hekim şöyle demektedir: "Ben pek çok ihtiyaçlarımı onları terk ederek karşılarım. Bundan dolayı ben çok huzurlu ve rahat olurum". Bir başka hekim şöyle der: "Ben bir ihtiyacımdan dolayı birinden borç almak istediğimde kendi nefsimden borç alırım. Ona, <Bunu başka bir zaman öderim> diye anlatırım. Yani senin arzuların şimdi benim üzerime borçtur. Onu başka bir zaman yerine getiririm" derim.Hz. ibrahim bin Ethem rahmetuliahi aleyh bir şeyin fiyatının çok pahalı oldu­ğunu öğrendiğinde kendi dostlarına, "Onu terk ederek ucuzlatın" derdi. (İnsan bir şeyi satın almayı terk ederse, onun parasından müstağni olur. Artık o mal kendi belasıyla kaça isterse satılsın), insanın helak olmasının en büyük sebebi dünya hırsıdır. Bu hırsta karın ve edep yeri yüzünden meydana gelmektedir. Haya uz­vunun kuvveti de karnın kuvvetinden doğar. Yemek az yenirse, bütün bu afet­lerden korunulmuş olunur. Tâbi Allahu Teâlâ kime nasib ederse...

10) Onuncu fayda cömertlik, yardımlaşma ve hayır hasenatın çoğal­masına sebep olmasıdır. Az yemekten dolayı artan bütün yemekler yetimlere, yoksullara ve fakirlere sadaka olarak verilip, kıyamet günü o kişi için gölge ola­caktır. Nitekim Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm şu hadisi önceden geçmişti: "İnsan kıyamet günü kendi sadakasının gölgesi altında olacaktır". İnsan ne kadar fazla yerse o kadar pislik olarak lağımlarda birikecektir. Allahu Teâlâ'nın hazine­sinde birikenler ise ebedi olarak işe yarayacaktır. Pislik olanlar ise boşa gitmiştir. Bundan dolayı Rasûluliah saiiaiiahu aleyhi veseiiem önce geçmiş olan hadiste şöyle buyurmuştur: "İnsan, <Benim malım, benim malım> der. Malında ona ait üç şey­den başka bir şey yoktur; 1-Sadaka vererek ebedi koruma altına aldığı, 2-Yiyip bitirdiği, 3-Giyinip eskittiğidir. Bunlardan başka olaniar başkasının malıdır. Varis­lerin payıdır. Onun o malda hiçbir şeyi yoktur".Buna ilave olarak sadakaların çok sayıda faziletleri geçmiştir. Az yemek hakkında ki bu 10 fayda son derece kısaltılarak zikredilmiştir. Onlardan her biri kendi içinde sayısız faydaları bulundurmaktadır.[122]Önceden de defalarca yazdığımız şu konu göz önünde bulundurulmalıdır: Bu faziletlerin hak olduğunda tereddüt yoktur. Kesinlikle bu yüce sıfatlar öyledir ki, Allahu Teâlâ kendi lütfü ile hoş nasipli birine bunları ihsan ederse, o kişiye dünya ve ahirette rahatlık vardır. Ahiretin sayısız dereceleri ve terakkisinin basa­makları ancak bu şeylerdir. Ancak kişinin kendi tahammülünü göz önünde bulun­durması gerekir. Yoksa, Karga ördek gibi yürüdü de kendi yürüyüşünü unuttu tü­ründen bir şey olur. Daha fazlasını arzu etmekten dolayı insan bazen azından da mahrum olur. O halde bütün bu şeylere kalbi rağbet ettirmek, bu şeyler ile bu ha­yat tarzını kendi içinde meydana getirmeye çalışmak ve bu konulara son derece saygıyla bakmakla birlikte kendi içindeki tahammüle göre amel etmek gerekir. Hasta insana gücünden fazla yük yüklenirse daha çabuk ölür. Bizler nefis hasta­lıklarıyla hastayız. Azalarımız ve kuvvetimizin zayıflığından telef olmuş durumda­yız. Bundan dolayı sıhhati temenni etmek, onun için çalışmak, gayret etmek ve onu arzulamakla beraber kendisini şu an içinde bulunduğu durumdan daha aşa­ğı düşürecek hiçbir şeyi fiilen üstlenmemelidir.İmam Gazali rahmetuliahi aleyh buyuruyor ki: "Az yemeye yavaş yavaş alışıl-malıdır. Çok yemeye alışkın olan kimse yemeğini bir anda azaltırsa ve buna da tahammülü yoksa, hem zayıflayacak hem de sıkıntıya düşecektir. O halde çok ağır ve kolay bir şekilde bunu yapmalıdır. Mesela bir adam günde iki ekmek yiyorsa, o her gün bir ekmeğin yirmi sekizde birini azaltmalıdır. Böyle yapmakla bir ay içinde yemek yarım porsiyona düşecektir. (Eğer buna da dayanmak zor geliyorsa kırkta bir hissesini azaltmalıdır)".Hz. Sehi Tüsterİ rahmetuiiahi aieytie biri, "Sizin mücahedelerinizin başlangıcı nasıl oldu?" diye sorunca, o, "Başlangıçta benim yıllık harcamam üç dirhem (10 gr) idi. O sıralar durum şöyleydi; Ben bir dirheme debs (yani üzüm veya hurma şırası yada suyu) alıyordum. Bir dirheme pirinç unu, bir dirheme de yağ alıyor­dum. Onların hepsini birleştirerek 360 lokma tatlı yapardım. Her gün oruç açar­ken bir tane yerdim" dedi. Biri, "Şimdi usulünüz nedir?" diye sorunca, o, "Şimdi kararlaştırılmış hiçbir şey yoktur. Fırsat bulursam biraz yiyorum" dedi. (Az önce bu zatın yemeden 20 gün geçirdiği geçmişti).Hz. Ebû Zer Gıfari radıyaliahu anh buyurdu ki: Benim geçimim Rasûlullah sah îaiiahu aleyhi veseiiem zamanında haftada bir sa[123] idi. Allah'a yemin olsun ki ölene kadar asla bunu arttırmayacağım. Çünkü ben Rasûlullah saiiaiiahu aleyhiveseiiemln şöyle buyurduğunu işittim: "Sizden bana en sevimli ve kıyamet günü bana en yakın kimse, ölene kadar şu anda bulunduğu halde kalandır". Bundan dolayı o bazı Sahâbe-i Kiram radıyaiiahu anhum hazretlerine itiraz ederdi ve şöyle derdi: "Siz Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem zamanındaki hayat tarzını terk ettiniz. Siz arpa ununu elemeye başladınız. Halbuki o zaman elenmiyordu. Sizler ince ekmekler jyufkalar) yemeğe başladınız. Bir çok yemekler sofralar üzerine gelmeye başla­dı. Siz Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem zamanında böyle değildiniz".Hz. Hasan Basri rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: Müslümanın misali oğlak gi­bidir. Ona bir avuç kuru hurma, bir avuç kavut ve bir yudum su yeterlidir. Münafı­ğın misali yırtıcı hayvana benzer. O yemekleri şapır şupur yer ve içeceklerin hepsini lokur lokur içer. Ne komşusunu düşünür ne de başkasını kendine tercih eder. İhtiyacınızdan fazla olan şeyleri (hayır yaparak) ileri gönderin (bu sizin işi­nize yarar)". Hz. Ebû Bekr Sıddık radıyaliahu anh 6 gün üst üste aç dururdu. Hz. Abdullah bin Zübeyr ractıyaiiahu anh 7 gün aç dururdu.Denilir ki bir Allah dostu bir rahiple karşılaştı. Onunla konuştu. Bu konuş­ma esnasında onu İslam'a davet etti. Rahip konuşma sırasında, "Hz. Mesih a/â nebiyyina ve aieyhissaiatü vesselam kırk gün aç dururdu. Bu ancak mucize şeklinde olabilir. Peygamberden başkası bunu yapamaz" dedi. O zat, "Eğer ben 50 gün aç durursam o zaman Müslüman olur musun?" dedi. Rahip, "Elbette olurum" de­di. O zat onun yanında kaldı. 50 günü tamamlayınca, "Bu vaad edilen süredir. Al on gün daha fazladan" deyip on gün daha aç durdu. Tam 60 gün sonra yemek yedi. Rahip çok hayret etti ve Müslüman oldu.Bir hadiste şöyle geçmiştir: "Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem sabahleyin yediği zaman akşam yemezdi. Akşam yediği zaman da sabah yemezdi[124] (yani arasıra böyle bir âdeti de vardı). Bundan başka bazı geçmiş büyük zatların bir vakit yemek yeme âdetleri olduğu nakledilmiştir. İmam Râzi rahmetuiiahi aleyh bu­yuruyor ki: "Bir öğün yemek yemeye alışkın olan kimsenin sahur vaktinde yeme­si daha hayırlıdır. Tâ ki gündüz oruç tutma faziletini elde etsin. Bir de geceleyin nafileler, zikir vs. mide boş iken yapılsın". Hz. Mâlik bin Dinar rahmetuiiahi aieyh'm canı 40 yıl kadar süt istediği halde süt kullanmamıştır. Bir defasında bir yerden kendisine taptaze hurmalar geldi. Dostlarına, "Bunları siz yiyin. Ben 40 seneden beri bunları tatmadım" buyurdu.[125]İmam Gazali rahmetuiiahi aleyh bu zatların bu çeşit olaylarını sık sık zikret­miştir. Bu mücahedeleri sayesinde o yüce zatlardan kerametler zuhur ederdi. Şimdi o zatların kerametinin benzerini herkes istiyor. Ancak bunun için onlar gibi mücahede yapılması gerekir. Biz gıdaların en âlâsını ve en üstününü istiyoruz. Öyleyse mücahede nasıl olsun ki? Bir büyük zat kendisiyle görüşen birini yeme­ğe davet etti ve sofranın üzerine ekmek koydu. O şahıs ekmekler arasından evi­rip çevirip güzel ekmek aramaya başladı. Ev sahibi zat, "Böyle ne yapıyorsun? Kötü zannederek bıraktığın ekmeklerde şu kadar faydalar vardır. Çok büyük me-şakketlere katlanarak şu kadar insan bunun üzerinde çalışmıştır. Pek çok çalı­şanların çalışmalarının ardından buluta su gelmiş, sonra o yağmur şeklinde yağ­mıştır. Sonra bu ekmeğe, rüzgarların, toprağın, hayvanların ve insanların emeği geçmiştir, işte bu ekmek senin önüne bu şekilde gelmiştir. Ondan sonra sen bunlar arasından iyisini, kötüsünü seçiyorsun" buyurdu.Denilir ki 360 tane çalışan elemanın çalışması olmadan bir ekmek pişmiş olarak sizin karşınıza gelmez. Bunların ilki Hz. Mîkâîl a/ey/»sse/am'dır. O Allah'ın rahmet hazinesinden o şeyi ölçerek çıkarır. Sonra bulutlarla görevli olan melek­ler onu yürütürler. Sonra ay, güneş, gökyüzü, sonra rüzgarlarla görevli melekler, onlardan sonra hayvanlar ve en sonunda ekmeği pişirenler gelir. Her türlü nok­san sıfatlardan beri olan yüce Rabbimin şu irşadı ne kadar doğrudur.

"Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız tam olarak sayamazsınız"                                      (İbrahim-34)

Bundan sonra son derece önemli ve dikkat edilmesi gereken şeylerden bi­ri de az yeme yolu seçildiğinde, bu konuda riya ve itibar kazanma sevgisinden sakınmaya çok ihtimam gösterilmesidir. Sakın kendisi açlıktan ölürken nefsi düzeleceği yerde daha fazla bozulmasın. Alimler şöyle yazmışlardır: "Yemek arzusundan kaçıp, riya ve gösterişe düşen kimse, akrepten kaçıp da yılanın ağ­zına doğru giden kimseye benzer"[126]Kısaca az yemek sevilen ve övülen bir şeydir. Bunda din ve dünyanın pek çok faydaları vardır. Tabi bunlar zayıflığa, riyaya ve diğer tehlikelere düşmemek şartıy-ladır. Şüphesiz ki Rasûlullah saiiaitahu aleyhi veseiiem'm hayatını, onun geçimini, onun muâşeratını, onun fakirlik ve yoksulluğunu zihinlere yerleştirmek gerekir. "Asıl ya­şantı budur" diyerek onu gönülden beğenmeüdir. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesei-/em'in seçtiği hayat tarzı yokluktan, mecburiyetten veya imkanlar elvermediğinden dolayı değildi. Aksine bu hayatı kendi rızasıyla ve rağbetiyle seçmiş ve beğenmişti.Bir defasında Hz. Aişe radıyatlahu anha, "Ya Rasûlallah! Siz Allahu Teâlâ'dan rızkın bollaşmasını neden istemiyorsunuz?" diye arz etti. Hz. Aişe radıyaliahu anha diyor ki: Ben bunu dedikten sonra Rasûluilah saiiaiiahualeyhiveseiiem'm şiddetli aç­lığını görünce ağladım. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Ey Aişe! Canım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, eğer ben Rabbimden altından dağların benimle beraber yürümesini-isteseydim. Allahu Teâlâ onları benimle be­raber yürütürdü. Ancak ben dünyada aç durmayı, karın tokluğuna tercih ettim. Ben dünyanın yoksulluğunu, onun servetine tercih ettim. Ben dünyanın gammını, onun sevincine tercih ettim. Ey Aişe! Dünya Muhammed saiiaiiahu aleyhi veseiiem ve onun âline uygun değildir. Allahu Teâlâ Ûlül Azim (yani azimli ve yüksek derece­li) Rasûllerin sıkıntılara sabretmelerini ve dünyanın rahatından sakınmalarını be­ğenmiştir. Onlar için beğendiği şeyleri bana emretmiştir. Nitekim Allah ce//e ceiaiuhu şöyle buyurmuştur:<Sen de Ûlül Azim (azim ve sebat sahibi) Rasûllerin sabrettiği gibi sabret>(Ahkaf-35). Benim Allah'ın emrini yerine getirmekten başka çarem yoktur. Allah'a yemin olsun ki, ben gücümün yettiği yere kadar onların sabrettiği gibi sabrede­ceğim. Güç ve kuvvet ise Allah'ın vermesiyle gelir".Bir hadiste şöyle geçmektedir: Hz. Ömer radıyaliahu anh zamanında fetihler çoğalınca kızı Ümmül Mü'minin (mü'minlerin annesi) Hz. Hafsa radıyaliahu anha şöyle dedi: "Artık siz de başka ülkelerin elçileri geldiği zaman ince elbise giyiniz. Birine yemek pişirmesi için emir veriniz. Tâ ki o, elçileri yedirsin, siz de onlarla birlikte yiyiniz". Bunun üzerin Hz. Ömer radıyaliahu anh buyurdu ki: "Sen de biliyor­sun ki, insanın halini onun ev halkı çok iyi bilir". Hz. Hafsa, "Elbette öyle" dedi. Sonra Hz. Ömer radıyaliahu anh şöyle buyurdu: "Sana yemin vererek soruyorum; sen bilmiyor musun ki, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem peygamberlik verildikten sonra şu kadar sene yaşamıştır. O zamanlarda Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesei­iem'm hanımları eğer gece yemek yerlerse, gündüz aç dururlardı. Gündüz yemek yerlerse, gece aç kalırlardı. Sen bilmiyor musun ki, nübüvvetten sonra şu kadar yıl Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem hayatta kalmıştı. Ancak Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem ve onun ev halkı Hayber feth oluncaya kadar asla karın doyuracak hurma dahi yemediler. Ben Allah hakkı için sana soruyorum; Sen bilmiyor musun ki, bir defasında sen yüksek sofra (sehba) üzerine yemek koymuştun da Rasûlullahsaiiaiiahu aleyhi veseitem'm nurlu yüzünde değişme olmuştu. Nihayet o (sehba) kal­dırılıp yemek yere kondu (da o zaman Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem yedi). Ben sana Allah hakkı için soruyorum; Sen bilmiyor musun ki, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem kendi abasını (bir çeşit şal) ikiye katlayarak onun üzerinde istirahat ederdi. Sen bir defasında onu dörde katlayarak sermiştin. Bunun üzerine Rasû­lullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, <Sen benim gece kalkmamı engelledin (çünkü dört kat olunca yatak yumuşak oldu. Bu yüzden de derin uyku geldi). Onu her günkü gibi ikiye katla> buyurdu. Ben sana Allah hakkı için soruyorum; Sen bilmiyor mu­sun ki, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem kendi elbisesini yıkamak için mübarek bedeninden çıkarır ve yıkardı. O, bu durumda iken Bilal namaza çağırmak için gelince, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vese/tem'in yanında giyinip namaz kıldıracağı başka elbisesi olmazdı. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem onu kurutup giyer ve na­maz kıldırırdı. Ben sana Allah hakkı için soruyorum; Sen bilmiyor musun ki, Benû Nadr kabilesinden bir kadın Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem için iki elbise hazır­lamıştı. Biri izâr, diğeri de şal idi. Onlardan birini önce gönderdi. İkincisini gönder­mekte gecikti. Bunun üzerine Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem onu vücuduna öy­le örttü ki, (vücudu açılmasın diye) iki köşesine boyun tarafından düğüm atmıştı. Bu şekilde giyinip namaza gitmişti. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm yanında o anda giyinip de namaza gideceği ikinci bir elbisesi yoktu". Hz. Ömer radıyaliahu anh bu şekilde daha başka olayları da saydı. Nihayet bu olayları hatırlatarak Hz. Haf­sa radıyatiahu anha'y\ ağlattı. Kendisi de hıçkıra hıçkıra o kadar ağladı ki, biz bu üzüntüden dolayı canının çıkmasından endişe ettik.Bir başka hadiste şöyle geçmektedir: Hz. Ömer radıyatlahu anh şöyle buyurdu: "Benim iki arkadaşım vardı (Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem ve Hz. Ebû Bekr radı-yaiiahu anh). İkisi de aynı yolda yürüdüler. Eğer ben onların yolunu bırakarak başka bir yolu tercih edersem, onlara yapılan muamele, bana yapılmayacaktır. Allah'a yemin olsun ki, ben onların ağır şartlar içinde geçirdikleri (dünya) hayatı üzere kal­maya kendimi zorlayacağım. Tâ ki (ahiretin) o taptaze hayatına kavuşabileym[127]Fetâvâyi Âlemgiriyye'de şöyle yazmaktadır: Yemeğin birkaç derecesi vardır; 1-Birinci derece farzdır. Onun ölçüsü insanı helak olmaktan kurtaracak kadardır. Eğer bir kimse çok az miktar yer ve bu yüzden ölürse günahkar olur. 2-lkinci de­rece sevap derecesidir. Yani kalkıp namaz kılabileceği ve kolaylıkla oruç tutabi­leceği miktarda yemek yemektir. 3-Caiz derecesidir. O da iki numaradaki miktar üzerine karın doyuncaya kadar ilave etmektir. Tâ ki beden güçlensin. Bu derece­de ne sevap vardır ne de günah. Mal helal yolla kazanılmışsa bunda basit bir he­sap vardır. 4-Dördüncü derece haramdır. O da doyduktan sonra yenen fazla olan miktardır. Şüphesiz ki eğer bundan maksat yarın oruç tutacağım diye oruca kuv­vet gelmesi ise veya misafir aç kalmasın gayesiyle yenirse, bu miktarda da bir sakınca yoktur. Bir de farzlara zarar verecek şekilde az yeme mücahedesi yapmak caiz değildir. Elbette eğer farza zarar gelmezse az yeme mücahedesi yapmakta bir sakınca yoktur. Çünkü bunda hem nefsin ıslahı vardır hem de yemek iştahla yenmiş olur. Aynı şekilde genç bir adamın şehvetinin gücünü kırmak için az yeme mücahedesi yapması caizdir"[128] Bu taksimin ikinci maddesi hakkında Dürrü Muh-tafm yazarı ve diğerleri bazı sözler etmişlerdir. Onlar ayakta durup namaz kıla-bilecek kadar yemeyi farz derecesine dahil etmişlerdir. Âlemgiri'nin en son ifade-siyle de bu teyid edilmiştir.

12) Hz. AH radıyailahu an/r'dan Rasûlullah sallailahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Kim Allahu Teâlâ'dan gelen az rızka razı olursa, Ailahu Teâlâ da ondan gelen az amele razı olur

(Beyhaki, Mişkât)

İZAH: Bu hadisi şerifte az kazanç hakkında Allahu Teâlâ'nın hususi bir ih­sanı üzerine dikkat çekilmiştir. Yani bu durumda eğer insan tarafından iyiliklerde bir eksiklik olursa, Mülkün Sahibi olan Allah da o eksikliği memnuniyetle kabul etmektedir. Buna karşılık Allahu Teâlâ'nın nimetleri bol olur ve insan hiçbir şeyde eksikliğe razı olmazsa, o zaman O Mülkün Sahibi'nden şöyle bir talep gelir: "Öy­leyse onun hakkını eda etme konusunda senin de ileri gitmen gerekir". Şu açıktır ki, bir memura istediği kadar maaş verilir de sonra o kendi memuriyet hizmetinde kusur ederse, onun vefasızlık ve nankörlüğünde ne şüphe vardır? Ancak bizim davranışımız aksinedir. Yani yoksullar Allah'a yönelmeye muvaffak olmakta, zikir ve nafileler için zaman da bulmaktadırlar. Ancak ele avuca dört kuruş geçince veya para gelmesinin yolları ortaya çıkınca artık farz namazlar için bile vakit bulunamamaktadır.Az rızka kanaat edebilmek için insanın beş şeye dikkat etmesi gerekir:

a)  Harcamalarını kısmalıdır. İhtiyaç ölçüsünden fazla harcama yapma­malıdır. Alimler şöyle yazmışlardır: Eğer insan yalnız başına ise ona bir adet ta­kım elbise kâfidir. Birkaç elbise yaptırmaya gerek yoktur. Aynı şekilde basit bir ekmek ve yemekle geçinebilir. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Kim orta yollu harcama yaparsa, o fakir olmaz".

b)  Eğer zaruret kadar bir şey nasip olursa, geleceğin fikriyle oyalanmamalıdır. Allahu Teâlâ'nın vaadine güvenilmelidir. Çünkü Allahu Teâlâ rızkı zim­metine almıştır. Şeytan insanı devamlı istikbal düşüncesiyle meşgul eder. Yani, "Fon olarak biraz sermaye biriktirmek gerekir. Darlık insanla beraberdir. Hastalık da beraberdir. Sonradan geçici masraflar da meydana gelebilir. Bundan dolayı sen zorluk ve meşakkat çekersin" gibi hayaller yüzünden şeytan insanı zorluk ve

gelecek fikri ve düşüncesiyle perişan etmekte, sonra da, "Bu ahmak, hayal ürü­nü olan gelecekteki sıkıntı korkusundan şu anki kesin olan meşakkat ve sıkıntıyı çekmektedir" diye alay etmektedir. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem Hz. Abdullah Ibni Mes'ud radıyaiiahu anh'a şöyle buyurdu: "Kendi üzerine fazla gam yükleme. Kaderde olan şey mutlaka olacaktır. Senin rızkın ne kadarsa sana o kadarı ula­şacaktır". Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Allahu Teâlâ mü'min ku­luna tahmin etmediği yerden rızık verir. Kur'an-ı Kerim'de de bu ifade geçmiştir".

c) Kanaat etmekle, insanlardan müstağni olmanın en büyük şerefinin elde edildiğini düşünmelidir. Hırs ve açgözlülükte ise insanların yanında ne ka­dar zelil olmak zorunda kalınmaktadır. Şunu da dikkatli bir şekilde düşünmelidir ki; kişinin bir sıkıntıya mutlaka katlanması gerekecektir. Ya halkın önünde el açma zil­letinin sıkıntısı ya da nefsini lezzetli şeylerden engellemenin sıkıntısı. Bu ikinci sı­kıntıdan dolayı Allah indinde sevap vaadi vardır. Birinci sıkıntıdan dolayı ise ahiret vebali vardır. Buna ilave olarak insan halkın önünde el açınca onlara hak sözü söylemekten geri durur. Çoğu zaman din hakkında taviz verip dalkavukluk yapma­sı gerekir. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Kişinin izzeti insanlardan istiğnadır (onlara tenezzül etmemesidir)". Bu konuda meşhur bir söz vardır: Sen kime tenezzül etmezsen onunla eşitsin (yani ondan altta kalmaya mecbur değilsin) Kime ihtiyacını açarsan onun esirisin. Kime iyilik edersen onun hükümdarısın.

d)  Kişi dünyacı zenginlerin akıbetini düşünmelidir. Yahudi, Nasrâni ve dinsiz sermayedarların akıbetini ve bir de Enbiya aieyhimusseiam ve Evliya-i Ki-ram'ın akıbetini düşünmelidir. Onların ahvallerini dikkatlice okuyup araştırmalıdır. Sonra kendi nefsine, "Allah'a yakın olan insanların topluluğuna katılmak mı yok­sa ahmaklara ve dinsiz insanlara benzemek mi istiyorsun?" diye sormalıdır.

e)  Daha önce açıklanan malın çoğalmasının tehlikelerini iyice düşün­melidir. O malla birlikte ne kadar musibetler vardır. İnsan bu beş şeyi dikkatlice düşünürse aza kanaat etmesi kolaylaşacaktır.[129]Hz. Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhuma Rasûlullah sallailahu aleyhi vesel-fem'in şöyle buyurduğunu naklediyor: "Müslüman olan, kendisine az rızık verilen ve bunun üzerinde kendisine Allahu Teâlâ tarafından kanaat verilen kimse fela­ha ermiştir". Hz. Fudâle bin Ubeyd radıyallahu anh Rasûlullah saliallahu aleyhi vesel-fem'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Kendisine İslam nasib edilen, geliri zaru­ret kadar olan ve buna kanaat eden kimseye ne mutlu![130] Hz. Ebû Derdâ radtyaiia-huanh, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Güne­şin her doğduğu gün onun iki tarafındaki melekler şöyle ilan ederler; <Ey insan­lar! Rabbinize yönelin. Az olup da yeterli olan mal, çok olup da insanı Allah'tan başka tarafa yönelten maldan daha hayırlıdır".

13) Hz. Muaz bin Cebel radıyallahu anh buyuruyor ki: Rasûlullah sallaUahu aleyhi veseilem onu Yemen'e (vali tayin edip) gönderirken şöyle buyurdu: "Refah ve konfor içinde yaşamaktan sakın. Çünkü Allah'ın iyi kulları refah ve konfora düşkün kimseler değillerdir".                                                                (Ahmed, Mişkât)

İZAH: Hâkim ve vali olduktan sonra rahatlık ve konfor vasıtaları çoğunluk­la hazır hale gelmektedir. Her çeşit nimetler kolaylıkla elde edilmektedir. Bundan dolayı Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseitem onu vali tayin edip gönderirken bu şeyler­den sakınmasına hususi olarak tenbihte bulunmuştur. Rasûlullah saiiaüahu aleyhi veseilem'm vasiyetlerinde ve Hülefâ-i. Râşidin hazretlerinin vasiyet ve emirlerinde bu konuda sık sık özel uyarılar yapılmıştır.Hz. Fudâle bin Ubeyd radıyallahu anh Emîr Muâviye radıyallahu anh tarafından Mısır'a kadı olarak tayin edilmişti. Bir sahâbi onun yanına bir hadisi araştırmak için gitti. Yanına gidince baktı ki kadı efendinin saçları dağınık, ayaklan da çıp­laktı. Ona, "Sen bu toprakların hakimisin ama ben senin saçlarını dağınık görü­yorum" dedi. H2. Fudâle radıyallahu anh, "Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem bizi SÜS ve ziynetten men etti" dedi. Sonra o sahâbi, "Ben senin yalın ayaklı olduğunu gö­rüyorum" dedi. Hz. Fudâle radıyallahu anh, "Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem bize bazen yalınayak yürümemizi söylerdi" dedi. Abdullah Ibni Muğaffel radıyallahu anh diyor ki: "Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem her gün saç taramaktan mCü en etmiştir".

14) beyr bin Nüfeyr rahmetuiiahi a/eyft'in mürsel olarak rivayet ettiği­ne göre Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ bana mal toplamamı ve tacirlerden olmamı vahyetmedi. Fakat, <(Ey Muham­medi) Sen Rabbini harnd ile teşbih et ve secde edenlerden (namaz kılanlar­dan) ol. Sana ölüm gelene kadar Rabbine ibadet et> diye vahyetti".                                            (Şerhus Sünne, Hilye, Mişkât)

İZAH: Hadiste işaret edilen vahiy Hicr suresinin en son ayetidir. Hadisi şerifteki bu ifade bir çok Sahâbe-i Kiram radıyallahu anftum'dan nakledilmiştir. Nite­kim Suyûti rahmetuiiahi aleyh, Dürrü Mensûr'öa Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem'm bu hadisini Hz. Abdullah Ibni Mes'ud, Ebû Müslim, Havlâni, Ebû Derdâ, radıyallahu anhum ecmaıvVden nakletmiştir.Bir hadiste nakledildiğine göre Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseilem şöyle bu­yurmuştur: "En hayırlı insan şu iki kişidir; Birincisi, atının dizgininden tutarak Al­lah yolunda can verme yoluna düşen kimsedir. İkincisi, yanında koyunları olan ve herhangi bir vadi veya dağda (yani sükun bulacağı ve bilinmeyen bir yerde) namaz kılan, zekatını veren ve Mevlâ'sına ibadetle meşgul olan, bu hal üzerine iken kendisine ölüm gelen, kendisinden İnsanlara hayırdan başka bir şey (yani şer) ulaşmayan kimsedir".[131]Rasûlullah saiiatiahu aleyhi vese/tem'in Allah'ın bu yüce emrini, ahirete intikal edeceği güne kadar nasıl yerine getirdiği, onun hayatını gözden geçirenlerden saklı değildir. Bir de Allahu Teâlâ tarafından verilen nimetler ne kadar fazla olur­sa, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem kendini ibadetlere o kadar çok verirdi. Hz. Aişe radıyallahu anha buyurdu ki: "Fetih sûresi inince Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesei­lem ibadet daha fazla gayret etmeye başladı. Biri, <Ya Rasûlallah!. Bu ayeti kerimeye göre sizin gelmiş ve geçmiş yanılgılarınızın hepsi affedilmiştir. Öyleyse siz neden bu kadar meşakkat çekiyorsunuz?> dedi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem, <Ben şükreden bir kul olmayayım mı?> buyurdu". Hz. Ebû Hureyre radı­yallahu anh buyuruyor ki: "Fetih sûresi nazil olunca Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem namazını o kadar uzattı ki, ayakları şişti, ibadetlerini o kadar artırdı ki, bedeni zayıflayarak eski bir kırba gibi oldu. Kendisine (biraz önceki) soru sorulduğunda Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem, <Ben şükreden bir kul olmayayım mı?> diye (aynı) cevabı verdi. Hz. Hasan radıyallahu anh diyor ki: "Rasûlullah sallallahu aleyhi veseilem ibadet konusunda o kadar gayret ederdi ki, eski bir kırba gibi tamamen kurumuştu. Ondan sonra yukarıda geçen (aynı) soru ve cevap geçti". Hz. Ebû Cuheyfe radıyallahu anh buyuruyor ki: "Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseitem O kadar uzun namaz kılıyordu ki, ayaklan yarılmıştı". Hz. Enes radıyallahu anh diyor ki: "Ra­sûlullah saiiaiiahu aleyhi veseilem namaz kılarken ayakta o kadar uzun dururdu ki, bu yüzden ayakları şişerdi".Bunlardan başka daha pek çok hadislerde sık sık bu çeşit ifadeler nakle­dilmiştir. Onların çoğun da halkın, "Ya Rasûlallah! Kur'an-ı Kerim'de sizin affedil­diğiniz hakkında kesin ifadeler buyurulmuştur" ricası geçmekte Rasûlullah saiiaiia-hu aleyhi veseilem tarafından da cevap olarak, "Ben şükreden bir kul olamayayım mı?" ifadesi geçmektedir.[132] Acaba biz de "Allahu Teâlâ bize falan özel nimetini verdi. Onun şükrünü eda etmek için kısaca iki rekat namaz kılalım" diye hiç düşünüyor muyuz? Bir çok hadislerde şöyle buyurulmuştur: "Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem'e bir yerden fetih haberi gelince veya herhangi bir sevindirici haber duyarsa şükür için secdeye kapanırdı".Bütün bu durumlara rağmen Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem'm Allah korku­sunun hali şöyleydi: Buhari Şerifte Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem\n şöyle buyur­duğu nakledilmiştir: "Allah'a yemin olsun, Allah'a yemin olsun ki, Ben Allah'ın Rasûlü olduğum halde kıyamette bana ve size nasıl muamele yapılacağını bilmi­yorum"[133] Bilmiyorum sözünün manası, "Ahvali geniş olarak bilmiyorum" demektir. Bütün yetkiler elinde olan padişahın dilediği gibi muamele yapması O'nun hakkıdır.Hz. Ümmü Derdâ radıyaiiahu anha, kocası Ebû Derdâ'ya, "Sen falan şahsın mal arayıp takip ettiği gibi neden yapmıyorsun?-(Nitekim o mal kazanıyor. Sen ise bunu hiç düşünmüyorsun.)" dedi. Hz. Ebû Derda radıyaiiahu anh dedi ki: "Ben Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm şöyle buyurduğunu işittim; <Senin önünde bir büyük geçit (mahşer meydanı) gelmektedir. Yükü ağır olanlar (üzerinde hesap ve kitap yükü olanlar kolaylıkla) oradan geçemezler. Bundan dolayı gönlüm o geçitte hafif olmamı istiyor>"[134] Yani benim üstümde fazla hesap yükü olmasın ki ben oradan kolayca geçeyim.O yüce zâtlar kıyamet günü başlarından ne geçeceğinden çok korkarlardı. Bundan dolayı her an oranın fikri ve hazırlığı ile meşgul olurlardı. Bizim üzerimi­ze her an dünya fikri binmiştir. O geçidin hayali bile aklımızdan geçmemektedir. Hasan bin Sinan rahmetuiiahi aleyh bir yere gidiyordu. Yolda bir yerde daha önce orada olmayan bir eve gözü ilişti ve "Bu ev ne zaman yapıldı?" dedi. Sonra kendi nefsine hitaben, "Sen niçin boş bir şey soruyorsun? O evin ne zaman yapıldı­ğından sana ne? Sana bir sene oruç tutma cezası vereceğim" dedi. Fuzûli söz konuştuğundan dolayı bir sene oruç tuttu. Malik bin Zayğam rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Hz. Rebâh Kaysî ikindiden sonra bizim evimize geldi ve "Baban nerede?" de­di. Ben, "Uyuyor" dedim. O, "Bu vakit uyuma vakti midir?" deyip geri döndü. Ben onun arkasından bir adamla şu haberi gönderdim: "Eğer siz isterseniz ben onu uyandırayım". Adam onun peşinden gitti. O esnada o bir kabristana girmişti. Ora­da kendi kendini kınıyor ve şöyle diyordu: "Demek <Bu uyuma vakti midir?> di­yorsun. Senin bunu söylemekten gayen neydi? İnsan ne zaman isterse uyur. O vaktin uyuma vakti olup olmadığını sen ne biliyordun? Ben Allah'a yemin edi­yorum ki, seni bir sene uyumak için yere yatırmayacağım. Hasta olursan ya da aklın giderse müstesna. O zaman mecburiyet vardır. Yazıklar olsun sana. Sen ne zamana kadar insanları ayıplayacaksın. Sen bu davranışlarından vazgeçme­yecek misin?" O bu şekilde konuşuyor ve ağlıyordu. Ona haber götüren adam bu durumu görünce geri döndü. Ona bir şey söylemeye cesaret edemedi.Hz. Tâlha radıyaiiahu anh buyuruyor ki: Bir gün bir sahâbi elbisesini soyarak aşırı sıcaklıktaki kumda bir o tarafa bir bu tarafa dönüyor ve şöyle diyordu: "Tat bakalım! Cehennem ateşi bundan daha şiddetli olacak. Gece cansız (uyur) kalır­sın, gündüz boş boş dolaşırsın". O bu haldeyken Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseliem onu gördü ve yanına gitti. O, "Ya Rasûlallah! Benim tabiatım üzerine öyle bir hal ga­lip oldu ki, nasıl anlatayım bilemiyorum" dedi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem, "Se­nin böyle yapman gerekmezdi. Senin için bütün göklerin kapıları açıldı. Allah ceiie ceiaiuhu meleklerine karşı seninle övünüyor" buyurdu. Sonra Sahâbe-İ Kiram'a dö­nerek, "Kendiniz için ondan azık alın" buyurdu. Hepsi ondan dua talebinde bulun­dular. Sonra Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem ona, "Hepsi için dua et" buyurdu. Hz. Huzeyfe bin Katâde radıyaiiahu anh diyor ki: Bir adam bir Allah dostuna, "Senin nefsin bir şeyi istediğinde ona nasıl tavır takınıyorsun?" dedi. O zat, "Ben nefsime buğz ettiğim kadar dünyada kimseye buğz etmiyorum. Peki bu kadar nefret ettiğim birinin isteklerini nasıl yerine getirebilirim?" Hz. Mücemmi möıyaiiahu anh bir defa ba­şını evin üst katına doğru çevirince gözü namahrem bir kadına ilişti. Bunun üzerine o, "Yaşadığım müddetçe asla başımı yukarı kaldırmayacağım" diye söz verdi.İmam Gazali rahmetuiiahi aleyh bu zatlara ait bundan başka pek çok vakıaları nakletmiştir. O vakıalarda (özet olarak şöyle geçmektedir:) Eğer onlardan zerre kadar basit bir şey sâdır olsa, nefislerine çok ağır cezalar verirlerdi. Bütün bunlar niçindi? işte bütün bunlar sadece Hz. Ebû Derdâ radıyaiiahu anh'in hanımına anlat­tığı o geçidin (mahşerin) korkusundan dolayı idi. Biz hepimiz bu geçitten öyle eminiz ki, sanki bu geçit sadece Sahâbe-i Kiram hazretlerinin yolunda vardır. Biz de uçağa binip o geçidin üzerinden geçeceğiz. Biz kendi canımıza ne kadar zulmediyoruz ki, unutarak bile o geçidin hayali gözümüzün önüne gelmiyor.Ondan sonra İmam Gazali rahmetuiiahi aleyh şöyle yazmaktadır: "Hayret! Sen kendi kölene (hizmetçine), kendi evladına kusur işledikleri zaman ceza veri­yorsun ve "Eğer ona tenbih edilmezse o zabt edilmez, azgınlaşır" diyorsun. An­cak nefsine hiç aldırmıyorsun. O da azgınlaşıp gidiyor. Nefsinin azgınlığından sana ulaşan zarar kadar başkalarının azgınlığından sana zarar ulaşmaz. Çünkü başkalarından zarar ulaşsa da o senin dünyanla ilgilidir. Ama senin nefsinin az­gınlığından dolayı, senin ahiretine zarar ulaşır. Ahiret asla bitmeyecek, onun ni­metleri tükenmeyecektir. Onlarda meydana gelen zarar ne büyük zarardır. İşte bundan dolayıdır ki, geçmişteki büyük zâtlardan birinin ahiret işlerinde bir eksik­liği olunca onun telafisi için son derece düşünür fikrederdi.Hz. Ömer radıyaiiahu anh bir defasında ikindi namazının cemaatine yetişe­medi. Onun telafisi için değeri iki yüz bin dirhem olan bir bağı sadaka olarak ver­di. Hz. İbni Ömer radıyaiiahu anhuma herhangi bir gün bir namazı cemaatle kılamaz-sa, o günün akşamı bütün geceyi uyanık geçirirdi. Bir gün akşam namazına geç kaldı. Onun telafisi için iki köle azâd etti.İbadetlerinde gevşeklik ve tembellik meydana gelen bir kimse için uygun olan şey, ibadetlere kendini vererek meşgul olan bir Allah kulunun yanında bulun­masıdır. Eğer böyle biriyle kalmak müyesser olmazsa o zaman böyle insanların ahvallerini ibretle ve dikkatlice okumalıdır. (Onlarla ilgili pek çok kıssalar Ravz-ur Reyyâbin  adlı  eserde yazılmıştır.  Onun  kısaltılmışı   Urduca tercümesi olan

Nüzhe-tül Besatin adlı eserdir). Bir Allah dostu diyor ki: "Bana ibadetler konusunda bir tembellik çöktüğünde ben Muhammed bin Vâsi rahmetuiiahi aieyti'm ahvalini gözden geçiriyorum. Bu işe bir hafta devam ediyorum". (Aynı şekilde diğer Evliyaullah'ın hayat hikayeleri de vardır. Yalnız bunları muteber ve güvenilir kişile­rin yazmış olması şartıyla okumak gerekir). Çünkü onların ahvallerini gözden geçirmek, (amellere karşı) arzu ve şevk meydana getirmek için çok faydalıdır.Şu da üzerinde düşünülmesi gereken bir şeydir ki, onların bütün meşak­katleri ve gayretleri nihayet sona erdi. Ancak şimdi onlara verilecek nimetler ve onların rahatları ebedi o olarak baki kalmıştır. Onlar asla son bulmayacaktır. Ya­zıklar olsun bizim gibilere ki, bu ahvalleri bilerek ve görerek yine de dünya ka­zanmakta ve dünyanın lezzetleriyle meşgul olmaktayız. O ebedi lezzetleri elde edenlerin hallerinden de öğüt almamaktayız. Hz. Ali kerremaiiahu vechehu şöyle söylemiştir: (Bazıları bu sözün Rasûlullah saliailahu aleyhi veseilem'e ait olduğunu söylemişlerdir): "Allahu Teâlâ gerçekten hasta olmadıkları halde insanların ken­dilerini hasta sandıkları kimselere rahmet etsin". Hz. Hasan Basri rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: "Çok ibadet etmeleri onları meşakkate sokmuştur. Bundan dolayı insanlar onları hasta zannetmektedirler". Yine o şöyle buyuruyor: "Ben öyle zâtlar gördüm ve onların sohbetlerine katıldım ki, onlar dünyanın herhangi bir şeyinin gelmesine sevinmez, gitmesine de üzülmezlerdi. Onların nazarında dünyanın mal ve eşyasının hakikati, ayakkabılara bulaşan toz ve topraktan daha zelildi. Ben öyle insanlar gördüm ki, onların hiçbir elbisesi düzgünce katlanıp konma­mıştı. Yemeklik bir şey pişirilmesi için emir de vermemişlerdi. Hiçbir zaman uyu­mak için yatağa ihtiyaçları olmamış, bu yüzden de yere uzanıp uyumuşlardı. Öyle ki onlarla yer arasında hiçbir sergi olmazdı. Onlar Allah'ın kitabıyla amel ederlerdi. O'nun Nebisi saliailahu aleyhi vese/tem'in sünnetine ittiba ederlerdi. Gece olunca, bütün gece (namazda) ayakları üzerine dikilirler veya yüzlerini (secde halinde) yere sererlerdi. Onların gözlerinden yanaklarına doğru göz yaşlarından oluşan inciler dizilirdi. Gece boyu Rableriyle konuşurlardı. (Sahih bir hadiste bildirildiğine göre namaz kılan kimse Rabbiyle konuşur). Azabından koruması için Mevlâlarına yalvarırlardı. Bir iyilik yaptıklarında ondan dolayı Allah'a çok şük­rederlerdi. Ona sevinirler ve kabul olması için dua ederlerdi. Bir kötülük meydana gelince ondan dolayı çok üzülürler. Allah'a tevbe ederlerdi. O'ndan af dilerler ve istiğfar ederlerdi. İşte bu hal içinde onlar ömürlerini geçirdiler".Ömer İbni Abdulaziz rahmetuiiahi aleyh hastalanınca bir topluluk onu ziyarete gitti. Onlar arasında son derece zayıf, rengi sararmış, incelmiş bir genç de bulu­nuyordu. Ömer 'bni Abdulaziz rahmetuiiahi aleyh ona, "Sana böyle ne oluyor?" dedi. O, "Özürler ve hastalıklar sardı" dedi. Ömer İbni Abdulaziz rahmetuiiahi aleyh, "Hayır doğrusunu söyle" beyince, o genç, "Ben dünyanın tadına baktım, o çok acı çıktı. Onun yaldızı, onun tadı, onun lezzeti ve onun rahatı gözümde çok zeül oldu. Onun altını ve taşı benim gözümde eşittir. Allahu Teâlâ'nın arşı sanki her an karsımda duruyor. Mahşer meydanında bir topluluğun Cennet'e doğru gitmesi,diğer topluluğun da Cehennem'e atılması sanki benim gözümün önünde cereyan etmektedir. Bundan dolayı ben kendimi bütün gün (oruç tutarak) susuz bırak­maktayım. Bütün gece (Allah'ı yâd etmek için uyanık durmaktayım). Bu iki durum da Allahu Teâlâ'nın sevabı ve azabı karşısında hiç bir hakikat taşımamaktadır" dedi.Hz. Dâvûd Tâî rahmetuiiahi aleyh ekmek parçalarını suya sokar ve o suyu içerdi. Ekmek yemezdi. Biri ona bunun sebebini sorunca buyurdu ki: "Bunu iç­mek ve ekmeği çiğneyerek yemekte Kur'an-ı Kerim'den 50 ayeti okuyacak kadar vakit zayi olmaktadır". Bir gün onun evine bir adam geldi ve "Sizin evin çatısının tahtası kırıldı" dedi. O, "Ben yirmi yıldan beri onun çatısını görmedim" dedi.Bu yüce zatlar boş konuşmaktan sakındıkları gibi boşuna oraya buraya bakmaktan da kaçınırlardı. Muhammed bin Abdulaziz rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Ben sabahtan ikindiye kadar Ahmed bin Rezin rahmetuiiahi aieyh'm yanında kal­dım. Onun oraya buraya baktığını görmedim". Biri kendisine bununla ilgili bir so­ru sorunca şöyle buyurdu; "Allahu Teâlâ bu gözleri kendi azamet ve büyüklüğü­nü gösteren şeylere ibret nazarıyla bakmak için vermiştir. Böyle olmazsa o bakış hatadır". Hz. Mesrûk rahmetuiiahi a/eyh'in hanımı diyor ki: "Gece boyunca namaz kılmasından dolayı Mesrûk'un baldırları şişerdi. O kendini namaza verdiği zaman ben onun arkasında oturur, onun haline acıyarak ağlar dururdum".Hz. Ebû Derdâ radiyaiiahu anh buyuruyor ki: "Eğer dünyada lezzet alınacak üç şey olmasaydı, ben bu dünyada bir gün dahi yaşamaya dayanamazdım; 1-Çok sıcak bir günde öğlen vakti (oruçlu iken) susamanın lezzeti, 2-Gecenin sonuna doğru secde etmekle elde edilen tatlılığın lezzeti, 3-Olgun meyveleri bahçeden seçip toplar gibi, sözlerinin arasından olgun meyveler toplanan bir Allah dostu­nun sohbetinde bulunmanın lezzeti". Esved bin Yezid rahmetuiiahi aleyh ibadetler uğrunda o kadar çok meşakkatlere katlanır, şiddetli sıcaklarda o kadar çok oruç tutardı ki, bu yüzden bedeni kararmıştı. Alkame bin Kays ona, "Sen kendi bede­nine neden bu kadar azab ediyorsun?" deyince o, "Kıyamet günü ona izzet-i ikram edilsin diye" buyurdu. Yani kıyamet günü bu bedene izzet nasib olması için bu meşakkatlere katlanıyorum demek istemiştir.Bir Allah dostunun şöyle bir kıssası yazılmıştır: O her gün bin rekat namaz kılardı. Ayaklan cansızlaşınca yani ayakta durmaktan aciz kalınca bin rekat da oturarak kılardı. İkindiden sonra huşu içinde oturup şöyle derdi: "Allah'ım bu ya­ratıklara çok hayret ediyorum, onlar nasıl oluyor da başka şeyleri Senin yerine koyuyorlar. Ne kadar şaşılacak bir şeydir ki, onların kalpleri Sen'den başka bir şeye nasıl ünsiyet eder. Hatta daha şaşılacak şey şudur ki, Senin zikrinden başka bir şey onların kalbinde nasıl parıldar?"Hz. Cüneyd-i Bağdadi rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: "Ben Hz. Sirrî Sakatî rahmetuiiahi atey/i'den daha fazla ibadet eden birini görmedim. Kimse onu 98 sene boyunca vefat hastalığı dışında yatarken görmemiştir". Hz. Ebû Muhammed Cerîri rahmetuitahi aleyh Mekke-i Mükerreme'de bir yıl itikaf etti. İtikatta iken ne uyudu, ne konuştu ne de bir ağaç veya duvara yaslandı ya da sırtını dayadı. Hz. Ebû Bekr Kettânî rahmetuiiahi aleyh ona, "Bu mücahedeyi yapabilmek için siz nere­den güç kazandınız?" dedi. O, "Allahu Teâlâ benim içimdeki sağlamlığı görünce benim zahirime (dışıma) ona karşı güç verdi" dedi. Hz. Ebû Bekr Kettânî rahme-tuiiahî aleyh bu cevabı duyunca boynunu büküp düşünmeye ve fikretmeye başladı. Bir müddet düşündü. Sonra bu fikir ve düşünce içerisinde kalkıp gitti.Bir şahıs diyor ki: Ben Hz. Feth bin Said Mevsilinin yanından geçtim. O iki elini açmış ağlıyordu. Göz yaşları parmaklarının arasından aşağı dökülüyordu. Göz yaşları sapsarı idi (yani onlara kan karışmıştı). Ben ona yemin vererek, "Bu kanlı gözyaşları hangi dertten dolayı akmaktadır? (Ne var? Başına bir afet mi geldi?)'1 dedim. O şöyle dedi: "Eğer sen yemin vermeseydin, ben söylemezdim. Evet, ben Allah'ın üzerimde olan hakkını ödemediğimden dolayı ağlıyorum". Ben, "Neden gözlerinden kan geldi?" dedim. O, "Benim bu ağlamam <Acaba makbul olmayan ve yalandan (nifaktan dolayı) bir ağlama olma-sın> diye koktuğumdan" dedi. O şahıs diyor ki, o vefat edince ben onu rüyamda gördüm ve "Sana nasıl muamele edildi?" diye sordum. O, "Ben bağışlandım" dedi. Ben, "Senin gözyaş­larının neticesi ne oidu?" dedim. O şöyle dedi: "Allahu Teâlâ beni Kendine yak­laştırarak, <Bu gözyaşların nedendi?> buyurdu. Ben, <Senin, benim üzerimde vacip olan hakkını eda edemedim. Onun üzüntüsündendi> dedim. Allahu Teâlâ, <Gözlerinden neden kan geldi?> buyurdu. Ben, <Bu ağlamamın geçersiz ve ya­lancı olmasından korktuğum içindi> dedim. Bunun üzerine Allahu Teâlâ buyurdu ki; <Netice olarak sen bütün bunlarla ne istiyordun? Benim izzetime yemin olsun ki, Kiramen Kâtibin melekleri 40 seneden beri senin amellerinin sayfalarını içinde hiçbir hata yazılı olmadan getiriyorlardı".Abdulvahid bin Zeyd rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Ben bir kilisenin yanından geçiyordum. Orada (dünyadan ilişkisini kesen) bir rahip kalıyordu. Ben ona "Ra­hip" diye seslendim. O konuşmadı. Sonra bir daha çağırdım. Yine konuşmadı. Sonra üçüncü defa çağırınca bana döndü ve "Ben rahip değilim. Rahip Allah'tan korkan, O'nun kibriyasından dolayı O'na saygı gösteren, O'nun belalarına sabre­den, O'nun takdirde verdiği kararlara razı olan, O'nun nimetlerine şükreden, O'nun büyüklüğü karşısında tevazu gösteren, O'nun izzeti karşısında kendini zelil kılan, O'nun kâmil kudretine itaat eden, O'nun heybetinden dolayı acizliğe bürünen, O'nun hesaba çekmesini ve O'nun azabını her an düşünen, gündüzleri oruç tutan gece­leri ise uyanık geçiren, Cehennem korkusu ve mahşer meydanındaki sualler uyku­sunu kaçıran kimsedir. Kimde bu şeyler varsa, o rahiptir. Ben ise herkesi ısıran bir köpeğim. Kimseyi ısırmayayım diye buraya oturdum" dedi. Ben ona, "Neden insan­lar Allahu Teâlâ'nın büyüklüğünü bildikleri halde O'nunla bağları kopmuş vaziyet­te?" dedim. O, "Sadece dünya sevgisi, onun ziynet ve süsü Allah'a olan bağlılığı koparmıştır. Dünya günahların evidir. Akıllı ve zeki olan kimse, onu kalbinden atan, Allah'a yönelen ve kendini Allah'a yaklaştıracak işleri seçendir" dedi.Hz. Üveys Karnî rahmetuiiahi aleyh meşhur büyük bir zattır. Bazı günler derdi ki, "Bu gece rükû yapacağım". Nitekim bütün geceyi rükûda geçirirdi. Başka bir gün, "Bu gece secde gecesidir" dar ve bütün geceyi secdede geçirirdi. Utbe Ğulam rahmetuiiahi aleyh tevbe ettikten sonra yemeye ve içmeye hiç aldırmazdı. Bir defasında annesi ona, "Kendi nefsine merhamet et. Biraz da istirahat et" deyin­ce, o, "Bütün bunları nefsime merhamet ettiğimden dolayı yapıyorum. Bu birkaç meşakkattir. Ondan sonra ebedi istirahat edeceğim" dedi.Abdullah bin Dâvûd diyor ki: "Bunlar (yani büyük zatlar)dan biri 40 yaşına ulaşınca yatağını katlardı. Yani artık uyuma sırası sona ererdi". Hz. Kehmes bin Hasan her gece bin rekat namaz kılıyor ve nefsine hitap ederek, "Ey kötülüğün kaynağı! (Namaz için) ayağa kalk" derdi. Zayıflığı çok artınca her gün 500 rekata indirmişti. Bunun üzerine, "Benim amelimin yarısı gitti" diye ağlardı. Hz. Rebî di­yor ki: Ben Üveys Karni rahmetuiiahi aleyh'\r\ yanına geldim. O sabah namazını kılıp teşbih okumakla meşguldü. Ben o anda onunla görüşmekte sakınca olacağını düşünerek onun boş vaktini beklemek için oturdum. O aynı hal üzere oturup teş­bih okumaya devam etti. Nihayet öğlen vakti oldu. O öğlen namazı için kalktı ve ikindiye kadar namaz kıldı. Sonra da ikindi namazını bitirip aynı yerinde akşama kadar oturdu. Sonra akşam namazını kıldı. Yatsı namazını kıldı. Sonra sabaha kadar orada kaldı. Ertesi gün sabah namazından sonra oturmuştu ki, biraz uyuk-lar gibi oldu. Birden kendine geldi ve "Allah'ım! sık sık uyuyan gözden Sana sığı­nırım. Doymayan karından Sana sığınırım" dedi. Bütün bu halleri görünce, "Bana ibret olarak bu gördüklerim yeter" diyerek oradan döndüm.Ahmed bin Harb rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "O kimseye hayret ki, göklerde kendisi için Cennet'in donatıldığını ve kendi altında da Cehennem tutuşturuldu-ğunu bildiği halde ikisinin arasında uykusu nasıl gelmektedir?" Bir şahıs diyor ki: "Ben Hz. İbrahim bin Edhem rahmetuiiahi a/ey/ı'in yanına gittim. O namazdan sonra kendi şalına bürünüp bir tarafına uzandı ve sabaha kadar böyle yatıp kaldı. Ne hareket etti ne de bir taraftan diğer tarafa döndü. Sabah kalkınca abdest alma­dan namaz kıldı. Ben kendisine, <Allah senin haline merhamet etsin. Bütün gece yatarak uyudun ve abdestsiz namaz kıldın> dedim. Buyurdu ki; <Ben gece bo­yunca bazen Cennet bahçelerinde koşuyordum bazen de Cehennem geçitlerin­de... Bu durumda uyku nasıl gelebilir ki?>" Denilir ki, Ebû Bekr bin Ayyaş rahmetui­iahi aleyh kırk sene yatağa yatmadı. O, oğluna şöyle nasihat etti: "Şu köşede günah işleme. Ben orada Kur'an-ı Kerim'i 12 bin defa hatmettim". Vefat edeceği sırada evin bir köşesine işaret ederek, "Bu köşede ben 24 bin defa Kur'an'ı hatmettim" dedi. Hz. Semnûn rahmetuiiahi aleyh her gün beş yüz rekat nafile namaz kılardı. Allâme Zebîdî rahmetuiiahi aleyh ona ait şöyle bir kıssa yazmıştır: "Bağdat'ta bir adam fakirlere 40 bin dirhem sadaka dağıttı. Semnûn rahmetuiiahi aleyh, <Bizim yanımızda dirhem yok. Hadi biz de her dirhem karşılığında bir rekat namaz kıla-lım> buyurdu. Böyle dedikten sonra Medâin şehrine gitti ve orada 40 bin rekat namaz kıldı". Ebû Bekr Matûî rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Gençliğimde benim âdetim her gün 31 bin yada 40 bin defa İhlas sûresini okumaktı". (Bu hadisin râvisi sayı hakkında tereddüt etmiştir.) Bir şahıs diyor ki: "Ben Âmir bin Abdilkays rahmetuiiahi aleyh ile birlikte dört ay kaldım. Onu gündüz veya gece uyurken görmedim.Hz. Ali kerremaiiahu vechehu'nun bir talebesi şöyle demiştir: Bir defasında Hz. Ali radıyattahu anh sabah namazını kıldıktan sonra yüzünü sağ tarafa dönüp oturdu. Üzerinde çok büyük bir üzüntü alâmeti vardı. Güneşin doğuşuna kadar oturmaya devam etti. Ondan sonra elini (üzülerek) çevirip şöyle buyurdu; "Allah'a yemin ol­sun ki, ben Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseflem'in yüce Ashabını gördüm. Bugün hiçbir şeyin onlannkine benzediğini görmüyorum. O yüce zatlar saçları darma­dağınık, yüzleri tozlanmış ve sararmış olarak sabahlarlardı. Onlar bütün gece Allahu Teâlâ'nın huzurunda secdeye kapanırlar veya O'nun huzurunda ayakta Kur'an okurlardı. Ayakta dururken bazen bir ayağına bazen de diğer ayağına destek verirlerdi. Allahu Teâlâ'yı zikrettiklerinde (O'nun lezzetinden dolayı) (hava estiğinde ağaçların sallandığı gibi) sallanırlardı. (Allah aşkı ve O'nun korkusun­dan dolayı) onların gözlerinden o kadar göz yaşı akardı ki, elbiseleri ıslanırdı. Şimdi ise insanlar geceyi gaflet içinde geçirmektedirler".Hz. Ebû Müslim Havlânî rahmetuiiahi aleyh evinin mescidine (namaz kılacağı yere) bir kırbaç asmıştı. Kendi nefsine hitab ederek şöyle derdi: "Ayağa kalk! Ben seni (ibadetle) iyice yoracağım. Sonunda sen yorulacaksın ve ben yorulma­yacağım". Üzerine biraz tembellik çöktüğü zaman o kırbacı ayaklarına vurur ve "Bu bacaklar sıçramaya, benim atlanma nispetle daha layıktır" derdi. Bir de şöy­le derdi: "Sahâbe-i Kiram (Cennet'in bütün derecelerini) kendilerinin alıp götüre­ceklerini zannetmektedirler. Hayır biz (o dereceler hususunda) onlarla en güzel şekilde yarışacağız. Tâ ki onlar da kendi arkalarında erler bıraktıklarını bilsinler.Hz. Kasım bin Muhammed bin Ebî Bekr radıyatiahu anh buyuruyor ki: Ben bir gün sabah halam Hz. Aişe radıyaiiahu an/ıa'nın yanına selam vermek için geldim. O kuşluk namazı kılıyor ve namazda şu ayeti kerimeyi okuyordu;"Şimdi Allah bize ihsan buyurdu ve bizleri Cehennem azabından korudu"(Tur-27). Hz. Aişe radıyaiiahu anha bu ayeti kerimeyi tekrar tekrar okuyor ve ağlı­yordu. Kasım diyor ki: Ben uzun süre bekledim. Sonra, "Bu arada pazara gidip, geleyim. İhtiyaçları görüp, dönüşte selam verip giderim" diye düşündüm. Pazara gittim. Orada işlerimi bitirdikten sonra döndüm. Döndüğümde o aynı şekilde (ayakta) aynı ayeti okuyor ve ağlıyordu.Muhammed bin İshak diyor ki: "Abdurrahman bin Esved, Hac için geldiğin­de bir ayağından rahatsızdı. Yatsıdan sonra bir ayağı üzerine basarak kalktı. Sabah namazına kadar bir ayağı üzerinde nafile namaz kılmaya devam etti. Hatta bu abdest ile sabah namazını kıldı". Bir Allah dostu diyor ki: "Ben ölümden sadece şundan dolayı korkuyorum; Artık teheccüd namazı elimden çıkacak (ve o na- tat ve lezzet son bulacaktır)".Hz. Ali kerremaiiahu vechehu buyurdu ki: "Salihlerin alâmeti, geceleri uyanık kalmaktan dolayı yüzlerinin sararması, geceleri ağlamaktan dolayı gözlerinin sö­nük olması, çok oruç tutmaktan dolayı dudaklarının kuruması ve yüzlerinde Allah korkusunun bulunmasıdır". Biri Hz. Hasan Basri rahmetuiiahi aleyh'e, "Çok ibadet edenlerin yüzleri niçin böyle güzel oluyor?" dedi. O, "Onlar tenhada Rahman ile meşgul olunca, O rahmet sahibi kendi nurunun gölgesini onlar üzerine yayıyor" buyurdu. Hz. Kasım bin Râşid rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Zem'a bizim yakınımızda (Mekke-i Mükerreme'ye yakın bir yer olan) Muhassab'ta kalmaktaydı. Hanımı ve kızları da beraberindeydi. O geceleyin çok uzun namaz kılardı. Gecenin son bölümü girince yüksek sesle şöyle seslenirdi; <Ey Misafirler! Gece boyu uyuya­cak mısınız? Hadi kalkın!> Bu seslenme üzerine hepsi uyanırdı. Kimi abdest alır, kimi namaz kılar, kimi bir köşede oturup ağlar kimi de Kur'an-ı Kerim okurdu. Sabah olunca o, <Gece yol yürüyen sabah mola verir> buyururdu".Bir Allah dostu diyor ki: Ben Beytül Mukaddesin dağlarında gidiyordum. Bir yere ulaşınca bir ses duydum. Sesin geldiği yöne doğru yürüdüm. Baktım ki bir yeşillik var. Onun içinde bir ağaç, onun altında bir adam ayakta namaz kılıyor, tekrar tekrar şu ayeti okuyordu;"Herkesin (dünyada) yaptığı hayrı ve işlediği kötülüğü önünde hazır bulaca­ğı kıyamet gününde, kişi yaptığı kötülükle kendisi arasında uzun bir mesafe bulunmasını temenni edecektir. Allah sizi kendisinden sakındırır. (O halde O'nun sorgulamasından, hesaba çekmesinden ve azabından çok korkun)'(Ali-İmran-30)Bu büyük zat diyor ki: Ben onun arkasına sessizce oturdum. O, bu ayeti ke­rimeyi tekrar tekrar okuyor ve ağlıyordu. O esnada bir çığlık attı ve düşüp bayıldı. Bu benim meymenetsizliğimden oldu diye çok üzüldüm. Uzun bir süre sonra ayıidı ve "Allah'ım! Ben yalandan ayakta durarak ağlayanlardan olmaktan Sana sığınırım (bir bakıma o kendi okuyuşunun ve ağlamasının nifak ağlaması olduğuna karar vermişti). Allah'ım! Boş insanların amellerinden Sana sığınırım (çünkü benim bu okumam ve ağlamam boş insanların okumasıdır. Zira benim kadar başı boş başka kim var ki?) Allah'ım! Ben gafil insanlar gibi Sen'den yüz çevirmekten Sana sığını­rım (çünkü benim bu işim de gaflet içinde olmaktadır)" dedi ve sonra, "Allah'ım! Korkanların kalbi Sana yalvarır. İyi amellerinde kusur İşleyenler yalnız Senin (rah­metine) ümidlerini bağlar. Ariflerin kalbi yalnız Senin büyüklüğün karşısında zelil olur" dedi. Ondan sonra (toprak vs.nin ele bulaşmasından dolayı ellerin silkelendiği gibi) iki elini silkeledi ve "Benim dünya ile ne işim var, dünyanın benimle ne işi var? Ey dünya! Sen evlatlarının yanına git. Sen kendi nimetlerinin kadrini bilenlerin ya­nına git! Sen aşıkların yanına git. Onları kandır (bana dokunma)" buyurdu. Sonra şöyle devam etti: "Önceki zamanlarda yaşayanlar nereye gittiler? Hepsi toprağa karıştılar. Çürüyerek toprağa karıştılar. Zaman geçtikçe insanlar yok olup gidiyor­lar". Ben o zata, "Ben çoktan beri sizin müsait olmanızı beklemek için oturuyorum" dedim. O şöyle dedi; "Ömrünün sona erdiğini düşünen birinin fırsatı nasıl olur? O, <Vakit bitmeden önce bir şey yapayım> diye acele etmektedir. Zaman da <Ben nasıl tükeneyim> diye acele etmektedir. Zaman geçtikçe ölümün acele geldiği dü­şüncesi kendine galip olan kişi nasıl boş olabilir. Vakitleri geçip giden, bu geçen vakitler içinde işlediği günahları hesabında toplanan kimsenin nasıl fırsatı ola­bilir?" Sonra o, Allahu Teâlâ'ya teveccüh ederek şöyle dedi: "Benim bu musibe­tim için (yani hesabımda toplanan günahlarınYlçin) ve gelen musibetler için sı­ğınağım, ancak Sen'sin. (Ancak Senin rahmetinle zorluklar aşılabilir)". Bir müd­det bu dua ile meşgul oldu. Sonra Kur'an-ı Kerİm'den şu ayeti okudu:

"Hiç hesab etmedikleri şeyler, Allah tarafından (kıyamet günü) karşılarına çıkarılacaktır"                                                                                      

(Zümer-47)

Bu bir ayetin parçasıdır. Ayetin tamamı şöyledir:

"Eğer yeryüzündeki bütün varlıklar ve buna ilaveten bir o kadarı, (dünyada) zulmetmiş olanların (yani küfür şirk vs.ye düşmüş olanların1) olsaydı. Kıyamet gününün kötü azabından kurtulmak için (hiç tereddüt etmeden) fidye olarak verirlerdi. (Ancak o gün fidye kabul edilmez. Bu konu Bakara sûresinin bir çok yerinde ve Mâide sûresinde geçmiştir) Hiç hesap etmedikleri şeyler (çok şiddetli muameleler) Allah tarafından (kıyamet günü) karşılarına çıkacaktır"                                                                                  (Zümer-47)

Bu konuyla ilgili olarak burada pek çok ayet zikredilebilir. Özet olarak o büyük zat bu ayeti kerimeyi okudu ve öncekinden daha şiddetli bir çığlık attı ve bayılıp düştü. Uzun bir süre sonra ayıldı. Ayıldığında şöyle diyordu: "Allah'ım! (Kıyamet günü) Senin huzurunda durduğumda ancak Kendi iütfunla benim kötü­lüklerimi affet. Settar perdenle beni ört. Yalnızca Kendi kereminle benim günah­larımı bağışla". Ben ona, "Rahmetinden ümidli olduğun (yüce Zât1 in) hürmetine senden rica ediyorum ki, benimle konuş!" dedim. O, "Konuşmasından İstifade edebileceğin bir kimseyle konuşmalısın. Günahları kendisini helak etmiş olan bi­riyle (yani benimle) konuşmayı terk et" dedi ve sonra şöyle buyurdu: "Ben bu­rada Allah bilir kaç seneden beri şeytanla savaşıyorum. Ben onunla savaşmakla meşgulüm. O da benimle savaşmakla meşgul (yani o, beni her an Allahu Teâlâ'­ya teveccühten uzaklaştırmak için çalışmaya koyulmuştur). O şimdiye kadar beni meşgul olduğum şeyden (Allah'a teveccühten) uzaklaştırmak için senden başka biki Allah'a sirk koşmak büyük bir zulümdür" buyuruImuştur yol bulamamıştır. O halde sen benden uzaklaş. Sen (şeytanın) tuzağına düşmüş­sün. Sen benim dilimin münacatını durdurdun. Benim kalbimi (Allah ceiie ce/a'u/ıu'dan alıkoyarak) kendi sözüne döndürdün. Ben senin şerrinden Allahu Teâlâ'ya sığını­rım. Ve o yüce Zâtın beni gazabından koruyacağını ümid ederim". Onunla konuş­mak isteyen şahıs diyor ki: Ben onu Allah'a yönelmekten alıkoyduğum için kork­tum. Bundan dolayı bana herhangi bir azab inmesin diye onu orada bırakıp, geldim.Hz, Kürz bin Vebre rahm&tullahi aleyh her gün Kur'an-ı üç defa hatmederdi. Buna ilave olarak her zaman ibadetlerle meşgul olurdu. Biri kendisine, "Siz nef­sinizi büyük bir meşakkate soktunuz" deyince buyurdu ki; "Dünyanın yaşı kaç?" Adam, "Yedi bin sene" dedi. O, "Kıyamet gününün müddeti ne kadardır?" dedi. Adam, "Elli bin sene" dedi. O, "Sizden birinin günün yedide birini çalışıp bütün gününü rahat içinde geçirmeye neden gücü yetmesin ki? (Yani eğer bir kimse üç buçuk saat çalışıp bütün günü rahat içinde geçirecekse bunu kim yapmaz ki?) Öyleyse bir kimse kıyamet gününün rahatı için dünyanın bütün ömrü olan yedi bin seneyi çalışıp çabalamakla geçirse, yine de çok ucuz bir alışveriş yapmış olur. Kaldı ki insanın ömrü dünyanın bütün ömründen çok az bir bölümdür, Ahiret hayatı ise kıyamet gününden sonra sonsuzdur".Bu birkaç kıssa örnek olarak zikredilmiştir. İmam Gazali mhmetuiiahi aleyh buyurdu ki: İşte bunlar önceki zamanlardaki büyüklerin adetleri ve güzel vasıfla­rıdır. Eğer senin azgın nefsin bizzat ibadetleri yapamıyorsa sen onlar uğrunda ölümü göze alanların ahvalini gözden geçir. Bir de şunu iyice düşün ki, din he­kimleri olan ve ahiret konusunda basiret sahibi olup akıllı olan, o büyüklerin ve Allah dostlarının topluluğuna katılmak mı daha üstündür yoksa dinden gafil olan, kendi zamanımızdaki cahil ahmaklara uymak mı? Sakın akıllılara tabî olmayı bırakıp da ahmaklara tabî olma. Eğer sen, "Bunlar güçlü onlara uymak zordur" diye vehmedersen, o zaman birkaç kadının halini dinle ve sen bir erkek olarak kadınlar kadar bile olamayıp bundan aciz kalma. Sen düşün ki din konusunda kadınlara denk olamayan bir erkek ne kadar cimridir, Şimdi dikkatlice dinle:Hz. Habîbe Adeviyye radıyaliahu anha yatsı namazını kılınca elbisesini üstüne güzelce örter, evinin damına çıkıp dikilir ve dua etmekle meşgul olurdu ve şöyle derdi; <Allah'ım! Yıldızlar parladı, insanlar uyudu, padişahlar kapılarını kapattı. Her­kes kendi sevdiğiyle baş başa kaldı. Ben ise Senin huzurunda ayaktayım>. Böyle dedikten sonra namaza başlardı ve bütün gece namaz kılardı. Seher vakti girince şöyle derdi; "Allah'ım! Gece gitti, gün ışıdı. Ne olaydı benim bu gecemi kabul ettiği­ni bilseydim de kendimi tebrik etseydim. Veya reddettiğini bilseydim de kendime başsağlığı dileseydim. Senin izzetine yemin olsun ki, ben devamlı böyle yapacağım. Senin izzetine yemin olsun ki, eğer Sen beni kapından kovsan da yine de Senin kerem ve bağışının halini bildiğimden dolayı Senin kapından asla ayrılamam".Hz. Ucre rahmetuiiahi aloyha âmâ bir hanımdı. Bütün gece uyanık kalırdı. Se­her vakti olunca çok dertli bir sesle şöyle derdi; "Allah'ım! Abidlerin cemali Sana doğru yürüyüp, gecenin karanlığını aşmışlardır. Onlar Senin rahmetine ve Senin mağfiretine doğru birbirlerindenileri geçmek için çalışmıştılar. Allah'ım! Ben an­cak Sen'den isterim. Sen'den başka kimseden isteğim yoktur. Sen beni Sâbikîn zümresine dahil eyle, A'lâ-i illiyyîn'e ulaştır ve Mukarreb insanların derecesine dahil et. Salih kullarının arasına koy. Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Yücelerin en Yücesisin. Kerem sahiplerinin en Keremlisisin. Ey Kerim! (Bana ke­reminle muamele et)". Böyle diyerek secdeye kapanırdı. Onun ağlama sesi du­yulurdu. Sabaha kadar ağlar ve dua ederdi.Yahya bin Bestam rahmetuliahi aleyh diyor ki: Biz Hz. Şe'vâne rahmetullahi aley-ha'nın meclisinde bulunur, onun ağlama ve feryadını işitirdik. Ben bir arkadaşıma, "Bir vakit yalnızken onun yanına gidip bu ağlamasını azaltmasını ona anlatalım" dedim. Arkadaşım, "Tamam senin görüşün nasılsa, öyle olsun" dedi. Biz yalnız­ken onun yanına gittik ve "Eğer siz bu ağlamanızı biraz azaltsanız ve kendi canınıza merhamet etseniz daha hayırlı olur. Zira vücudunuzda biraz güç kalır. Uzun süre onu kullanabilirsiniz" dedik. Bunu duyunca ağlamaya başladı ve "Be­nim temennim şudur ki, benim göz yaşlarım kuruyana kadar ağlayayım. Sonra kan ağlamaya başlayayım. Hatta benim bedenimin bütün kanı gözlerimden dışarı çıksın. Bir damla kan dahi kalmasın" dedi. Ardından, "Ben ağlamayı nereden bili­yorum ki, ben ağlamayı nereden biliyorum ki?" dedi. Sık sık, "Ben ağlamayı nere­den biliyorum ki?" sözünü söyleyip duruyordu. Nihayet kendinden geçip bayılıverdi.Muhammed bin Muâz rahmetullahi aleyh diyor ki: Bana çok ibadet eden bir kadın şöyle anlattı; "Ben rüyamda Cennet'e girmek için yürüdüğümü gördüm. Bir de baktım ki, insanlar Cennet'in kapısında toplanmışlar. Ben, <Ne oldu, Bunların hepsi kapının önünde neden toplandılar?> dedim. Biri bana, <Bir kadın geliyor. Onun gelişinden dolayı Cennet süslenip donatıldı. Bütün bunlar da onu karşıla­mak için dışarı çıktılar> dedi. Ben, <O kadın kimdir?> dedim. O, <Eyke'de oturan Şe'vane adında siyah bir cariyedir> dedi. Ben, <Allah'a yemin olsun ki o benim bacımdır> dedim. O esnada baktım ki Şe'vane çok şahane, güzel görümlü asil bir deveye oturmuş, havada uçarak geliyor. Ben ona seslenerek, <Bacım! Sen, benimle senin bağlılığını biliyorsun. Rabbine dua et de beni de senin yanına kat-sın> dedim. O bunu işitince gülümseyerek şöyle dedi; <Henüz senin buraya gel­me vaktin gelmedi. Ancak benim iki sözümü aklında tut: 1-(Ahiret) derdini bağrı­na bas ve Allahu Teâlâ'nın sevgisini bütün arzularına galip kıl, 2-Ölümün ne zaman geleceğine aldırma (yani her zaman ona hazır >"Bir Allah dostu diyor ki: Ben bir gün pazara gidiyordum. Yanımda Habeşli bir cariye vardı. Ben onu bir yere oturtup ileri gittim. Giderken ona, "Sen burada otur, şimdi geliyorum" dedim. Ben oraya dönünce onu yerinde bulamadım. Çok öfkelendim. Bu öfke içinde eve döndüm. O, beni görünce yüzümdeki öfkeyi his­setti ve şöyle dedi: "Efendim azarlamakta acele etmeyin. Biraz sözümü dinleyi­niz. Siz beni öyle bir yere oturtunuz ki, orada Allah adını ağzına alan kimse yoktu. Ben o yerin yere batmasından korktum". (Allah'ın zikredilmediği yere aza­bın gelmesi kıyasa yakındır). Onun bu sözüne ben çok hayret ettim ve "Seni azad ettim" dedim. O, "Efendim siz bana iyi davranmadınız" dedi. Ben, "Niçin?" de­dim. O, "Ben önceden cariye olduğum için bana iki kat sevap veriliyordu. (Hadiste geçtiği üzere, <Bir köle Allah'a itaat eder ve kendi efendisine hizmet ederse, ona iki kat sevap verilir) Şimdi sen beni azad etmekle benim bir ecrimi zayi ettin" dedi.Hz. Havas rahmetullahi aleyh meşhur bir Allah dostudur. Diyor ki: Biz Hz. Rihle Âbide'nin yanına gittik. O oruç tuta tuta kararmıştı. Namaz kıla kıla (ayak­lan) kurumuştu. Bundan dolayı gezip dolaşmaktan mazur olmuştu. Oturarak na­maz kılıyordu. Ağlaya ağlaya gözleri görmez olmuştu. Biz onun yanına gidip Allahu Teâlâ'nın rahmetini ve affını anlattık -ki belki bundan dolayı onun müca-hedesinde bir azalma olabilir-. O benim sözümü dinleyince aniden bir çığlık attı. Sonra, "Ben kendi halimi biliyorum. O benim kalbimi yaraladı. Ciğerimi parçaladı. Keşke ben dünyaya hiç gelmeseydim" dedi ve namaza durdu.Örnek olarak birkaç vakıa zikrettik. İmam Gazali rahmetullahi aleyh kadınların buna benzer daha bir çok kıssasını nakletmiştir. Bu nakillerden sonra şöyle de­mektedir: Eğer sen nefsinin gözcüsü isen, o mihnetkeş erkeklerin ve kadınların ahvaline fikir ve dikkat nazarıyla bak. Tâ ki senin tabiatına ferahlık dolsun ve sende mihnet hırsı meydana gelsin. Ama kendi zamanındaki adamların ahvaline bakmaktan sakın. Çünkü onların çoğu öyledir ki, eğer sen onlara uyarsan, onlar seni Allah yolundan sapıtırlar. O mihnet çeken insanların kıssalarının sayısı belli değildir. Biz örnek olarak bir kaçını yazdık. Onlar ibret için yeterlidir. Eğer sen daha fazlasına bakmak istersen Hilye'tül Evliya adlı eseri mütâlâa et. Onda Sa-hâbe-i Kiram, tabiin ve ondan sonra gelenlerin ahvali genişçe yazılmıştır. (/Zıya'yı şerh eden zat da birkaç vakıayı zikretmiştir). Onların ahvaline bakmakla sen ve senin zamanındaki insanların dinden ne kadar uzak olduğunu anlayacaksın. Eğer sen, kendi zamanındaki insanlara bakarak, "Önceki devirlerde hayır çok olduğun­dan öyle yapmak kolaydı. Şimdi eğer o halleri yaşarsam halk bana deli der. Çünkü o zamandaki bütün insanların başına gelen benim de başıma gelecektir. Umumi olarak bir musibet gelince herkes onun içine girmek zorunda kalır" diye düşünürsen, bu senin nefsinin aldatmasıdır. Söyle bakalım, eğer bir yerden sel gelirse ve herkes onun içinde sürüklenip giderse, ancak bir şahıs yüzme bildiğin­den ya da başka bir vasıta ile kurtulabilecekse, buna rağmen, "Herkes bu musi­bete yakalanmış" zannıyla susar (hiçbir şey yapmazsa) ne olur? Halbuki sel fela­keti çok az bir zaman içindir. Sel yüzünden gelecek en büyük felaket ölümdür. Ondan daha fazla bir şey olmaz. Ahiret azabı ise çok çetindir. Asla bitmeyecek­tir. Bu konuyu iyice anlamalı ve devamlı düşünmelidir.[135]Biri Hz. İbrahim bin Edhem rahmetullahi a/ey/ı'e, "Siz herhangi bir vakit otur-sanız, biz de sizin yanınıza gelsek ve biraz nasihat dinlesek" dedi. O şöyle buyurdu: "Şu an önümde dört işim var. Onlarla meşgulüm. Onları bitirince olabilir. 1-Ezelde söz alındığında Allahu Teâlâ bir topluluk hakkında <Bunlar Cennet'liktio, başka bir topluluk hakkında da <Bunlar Cehennem'liktir> buyurdu. Ben her zaman, <Acaba ben hangisindeyim?> diye düşünüyorum. 2-Anne kamında çocuk oluş­maya başlayınca, o vakit, o nutfe üzerinde bir melek görevlendirilir. Melek Allahu Teâlâ'ya, <Bunu Saîd mi yazayım, Bedbaht mı?> diye sorar. Ben her zaman dü­şünürüm; <Acaba ben saîd mi yazıldım, bedbaht mı?> 3-Melek insanın ruhunu kabzettiği zaman, <Bu ruhu müslümanların ruhlarının arasına mı koyayım yoksa kafirlerin ruhlarının arasına mı?> diye sorar. Kim bilir benim hakkımda o meleğe ne cevap verilecektir. 4-Kıyamet günü şöyle emredilecektir;<Ey mücrimler! Bugün itaatkarlardan ayrılın> (Yasin- 59). Acaba ben hangi topluluktan sayılacağım diye düşünüyorum"[136] Yani, "Bu dört endişeden kurtul­mak nasip olursa, o zaman dostlarla endişesiz bir şekilde konuşma fırsatı bula­bilirim. Henüz ben her an bu endişeler içinde bulunmaktayım. Huzur içinde nasıl oturabilirim?" demek istemiştir.

15) Ebû Hureyre radıyaliahu anh'dan Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Zenginlik malın çokluğundan değildir. Bilakis (hakikî) zengin­lik kalp zenginliğidir"                                                               

(Müttefekun aleyh, Mişkât)

İZAH: Hadisi şerifin maksadı tamamen açıktır. Yani, insanın kalbi zengin değilse ne kadar çok malı olursa olsun, o fakirlerden daha az mal harcar. Ne ka­dar malı olursa olsun devamlı onu arttırmayı düşünmekten dolayı muhtaç kimse­lerden daha fazla perişan olur. Ama eğer kalbi zenginse, azıcık bir mal bile onun endişesini giderir, Mevcut olanı da her an arttırma endişesinden kurtulmuş olur.

İmam Râğıb rahmetuliahiateyh diyor ki: Gına kelimesi bir çok manaya gelmektedir: a) Hiçbir ihtiyacın olmamasıdır. Buna göre Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Ey insanlar! Sizler Allah'a muhtaçsınız. Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Her türlü övgüye layıktır"                                                                                                       (Fatır-15)

b) İhtiyaçların azalmasıdır. Bu manaya göre Allahu Teâlâ Duha sûresinde Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem \e ilgi şöyle buyurmuştur."(Rabbin) seni fakir bulup, zenginleştirmedi mi" (Duha-8). Rasûlullah sallallahu aley­hi vesellem \r\ yukarıdaki hadisi bu manaya göredir. "Asıl zenginlik kalp zenginliğidir".

c) Malın çoğalması ve eşyanın bolluğudur. Bu Kur'an-ı Kerim'in şu ayetin­de zikredilmiştir:"(Sadakaların asıl hak sahipleri, kendilerini Allah yoluna vakfedenlerdir) Durumlarını bilmeyen kimse, haya ve iffetlerinden (dilenmemelerinden) do­layı onları zengin sanâr".                                                               (Bakara-273)

Hz. Ebû Zer Gıfâri radıyallahu anh buyuruyor ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve­sellem bana, "Ebû Zer! Sana göre malın çok olması zenginlik midir?" buyurdu. Ben, "Elbette" dedim. Sonra, "Malın az olması fakirlik midir?" buyurdu. Ben, "El­bette" dedim. Bunun üzerine Rasûlullah saliaiiahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Zen­ginlik ancak kalp zenginliğidir. Fakirlikte ancak kalp fakirliğidir"[137]Gerçek şudur ki, asıl zenginlik kalp zenginliğidir. Tabii hangi güzel kısmetliye Allah ceiie ceiaiuhu bunu nasip ederse, işte bu hakiki zühddür. Bir kalbin içinde mal sevgisi hiç yoksa işte o zengindir ve ancak o zahiddir. İsterse görünürde yanında malı olmasın... İçinde dünya sevgisi bulunan kalp ne kadar malı olursa olsun fakirdir ve dünyacıdırFakih Ebûlleys rahmetuliahi aleyh bir hekimin şu sözünü nakletmiştir: "Biz dört şeyi aradık ve onları aramak için yanlış yol seçtik; 1-Biz zenginliği malda aradık, halbuki o malda değil aksine kanaatteydi. (Biz onu malda aradık durduk, zenginlik orada olmadığına göre nasıl bulunacaktır). 2-Biz rahatı (can ve maldaki) çoklukta aradık. Halbuki rahat onların azlığındaydı. 3-Biz izzet ve saygınlığı yaratıklarda ara­dık (yani onların yanında saygın olmak için onların hoşlanacağı sebepleri seçtik). Ancak onu takvada bulduk. (Bu çok doğrudur. Bir kimsede takva ne kadar fazla olursa, onun izzet ve saygınlığı o kadar fazla olur). 4-Biz Allah'ın nimetini yemekte ve giyinmekte aradık (bunda Allah'ın büyük nimetleri olduğunu zannettik). Halbuki Allahu Teâlâ'nın en büyük nimeti, İslam nimeti ve Allah'ın günahları örtmesidir. (Kim bu iki nimeti elde ederse bunlar o kimseye Allah'ın verdiği büyük nimetlerdir)"[138]Rasûlullah sallallahu aleyhi vese//em'in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Kimin maksadı dünya olursa Allahu Teâlâ onun kalbine üç şeyi musallat kılar; 1-Hiç bitme­yen üzüntü, 2-Fırsat nasib olmayan meşguliyet, 3-Asla sona ermeyen fakirlik". Yine Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Siz Allahu Teâlâ'nın, kendisine dünyaya karşı rağbetsizlik ve az konuşma ihsan ettiği bir kimseyi görürseniz, onun yanında kalın. Zira ona hikmet verilmiştir"[139]

16) Ebû Hureyre radıyallahu anfc'dan Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Sizden biri kendisinden mal ve yaratılış bakımından üstün kılınan birine bakınca, birde kendinden aşağı olan kimseye baksın".                                                                                         (Müttefekun aleyh, Mişkât)

İZAH: Yani insan herhangi bir zengini görür ve ona bakıp heveslenir ve "Sen şöyle zenginsin, ben ise değilim" diye üzülürse o zaman yokluktan dolayı fakirlik İçinde kıvranan herhangi bir kimseyi düşünmelidir. Tâ ki önceki üzüntü­süyle birlikte Allahu Teâlâ'nın kendisini öyle yapmadığına şükredebilsin. Bir baş­ka hadiste şöyle buyurulmuştur: "Kendinizden fazla zengin olanlara bakmayın. Kendinizden aşağı derece olanları düşünün. Böyle yapmakla sizin kalbinizde, Allah'ın size ihsan ettiği o nimete karşı bir hor görme duygusu olmaz"[140]

Hz. Ebû Zer Gıfari mdıyaiiahu anh buyuruyor ki: Benim mahbûbum (Peygam­ber saiiaiiahu aleyhi vesellem) bana yedi şeyi emretmiştir; 1-Bana, "Yoksulları sev ve onlara yakın ol" diye emretti. 2-Kendimden yüksek insanlara (malı çok olanlara) gözümü dikmememi, kendimden aşağı derece olanlara bakmamı (onlar hak­kında düşünmemi) emretti. 3-Sıla-i rahim yapmamı (akrabamı gözetmemi). On­lar benden yüz çevirseler de (yani yakın akrabam benim yanımda olmayıp u-zakta olsalar da veya bana iltifat etmeseler de hatta benden yüz çevirseler de) benim onlarla ilişki kurmamı emretti. (Terğib ve Terhib adlı kitapta "Onlar bana zülüm yapsa da" ifadesi geçmektedir. Bu ifadeyle ikinci mana teyid edilmektedir). 4-Kimseden bir şey istemememi emretti. 5-Kime acı gelirse gelsin hak sözü söy­lememi emretti, 6-Allah'ın rızasına karşılık hiçbir kınayanın kınamasına aldırma­mamı emretti. (Yani Allah'ın razı olduğu şeyi seçeyim. Böyle yaptığımdan dolayı ahmak insanlar kınarlarsa varsın kınasınlar). 7-Bol bolLâ havle veiâ kuvvete illâ billah  dememi emretti. Çünkü bu kelimeler arşın altındaki özel hazineden inmiştir". Pek çok rivayetlerde bu kelimeyi bol bol söylemeye teşvik edilmiştir.Bir başka hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur. "İki haslet vardır ki, bunlar kimde bulunursa Allahu Teâlâ onu sâbirîn ve şâkirîn top­luluğundan sayar. Kim din hususunda kendisinden üstün insanların ahvaline ba­kar ve onlara tabi olmaya çalışırsa, dünya hususunda kendinden aşağı derece­deki insanlara bakar ve kendisini (sadece lütfuyla) onlardan daha iyi bir hale koy­duğu için Allah'a şükrederse, Cenab-ı Hak onu sabredenler ve şükredenlerden sayar. Kim de din hususunda kendinden aşağı insanlara bakarsa (yani <Falanca benim yaptığım kadar bile yapmıyor> derse), dünya hususunda da kendisinden yüksek insanlara bakar ve <Falancanın yanındaki kadar benim yanımda yoktur> diye üzülürse, o ne sabreden ne de şükredenlerden sayılır"[141] Avn bin Abdullah rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Ben çoğu zaman zenginlerin yanında otururdum. Tabia­tım üzüntülü olurdu. Bazılarının elbisesinin benim elbisemden üstün olduğunu görürdüm (de kendi elbisemin değersiz olmasından dolayı kendimde aşağılık hissederdim. Bu yüzden üzülürdüm). Bazılarının atını kendi atımdan güzel görür­düm. Sonra ben fakirlerle oturmaya başladım ve bu üzüntüden kurtulup rahata kavuştum (çünkü kendimdeki eşyaların onlardan üstün olduğunu gördüm)"[142]Alimler yazmışladır ki: "Fakir kadınla evlenilmeli, zengin kadınla evlenilme-melidir. Çünkü kim zengin kadınla evlenirse beş afete mübtela olur; 1-Fazla mehir vermek gerekir, 2-Düğün ertelenip geciktirilir (çünkü onun cehiz hazırlığı hiç bit­mez), 3-Ondan hizmet beklemek zor olur, 4-Fazla masraf talep eder, 5-Onu bo­şamak isteyince malına olan hırs onu boşatmaz". Denilir ki kadın dört şeyde ko­casından aşağı olmalıdır. Yoksa kocası onun gözünde zelil olur; 1-Yaşı, 2-Boyu, 3-Malı, 4-Nesebi. Dört şeyde de kadın kocasından üstün olmalıdır. 1-Güzellik, 2-Edep, 3-Takva, 4-Güzel huy"[143]Kişi maldan daha önemli olan yaratılış ve sıh­hat itibariyle kendinden aşağı olan insanlara bakmalıdır.Bir adam bir Allah dostunun yanına gelerek yoksulluğundan dert yandı ve çok şiddetli bir şekilde perişan olduğunu beyan etti. Hatta bu dert içinde ölme te­mennisini açıkladı. O büyük zat ona, "Sana on bin dirhem verilip de ebedi olarak gözlerinin alınmasına razı olur musun?" dedi. O buna razı olmadı. O zat, "Peki on bin dirhem verilip de dilinin alınmasına razı olur musun?" dedi. O buna da razı olmadı. O zat tekrar, "Sana yirmi bin dirhem verilip de ellerinin ve ayakları­nın kesilmesine razı olur musun?" dedi. O yine razı olmadı. Bunun üzerine o zat, "Peki öyleyse sana on bin dirhem verilip de deli yapılmana razı olur musun?" dedi. Adam yine razı olmadı. Sonra o zat buyurdu ki; "Sen utanmıyor musun? Se­nin itirafına göre Allahu Teâlâ sana 50 bin dirhem maliyetinde malzeme vermiştir (misal olarak birkaç şey sayılmıştır). Yine de sen halinden şikayet ediyorsun".İbni Semmâk rahmetuiiahi aleyh bir padişahın yanına gitti. Padişahın elinde bir bardak su vardı. Padişah ondan kendisine nasihat etmesini istedi. İbni Sem­mâk rahmetuiiahi aleyh dedi ki: "Eğer sana <Şu bir bardak su ancak senin saltana­tının karşılığında satın alınabilir. Eğer satın alınmazsa su bulmanın başka bir yolu yoktur yoksa susuz kalman gerekir> denilse, sen bütün saltanatını verip su­yu satın almaya razı olur musun? Yoksa susuzluktan ölmeye mi razı olursun?" Padişah, "Kesinlikle razı olurum" deyince İbni Semmak rahmetuiiahi aleyh, "Bütün değeri bir bardak su olan bir padişahlığa sevinmeye ne gerek var" buyurdu.Bu misallerden tahmin ediliyor ki, Allahu Tealâ'nın herkese verdiği her bir nimetin değeri milyonlar veya milyarlarla ölçülemez. Bunlar genel nimetlerdir. Bun­larda herkes ortaktır. Eğer derin bir bakışla bakılacak olursa Allahu Teâlâ'nın her şahsa, başka hiçbir kimsenin ortak olmadığı özel nimetler vermiştir. Üç nimet vardır ki herkes onda mümtaz olduğunu başkasının onda kendisine ortak olmadığını itiraf etmektedir. Bunlardan biri akıldır ki ne kadar ahmak olursa olsun herkes kendisinin en akıllı olduğunu, kendinin anladığını başkasının anlayamadığını zannetmektedir. Bu durumda gerçek açıdan onun bu iddiası doğru veya yanlış olabilir. Ancak onun kendi inanç ve ikrarı açısından Allahu Teâlâ bir başkasına vermediği bir nimeti ona vermiştir. Bu durumda onun Allahu Teâlâ'nın bu nimetlerine en fazla şükretmesi gerekmez mi? (Mesela eğer basit bir şeyde -para pul vs.de- bir başkasından aşa­ğıda ise <En şerefli şey olan akıl hususunda ben herkesten ilerdeyim> diye düşün­melidir). İkinci şey âdetlerdir. Çünkü her şahıs mutlaka kendinden başka herkeste, kendine göre ayıp olan bir âdet bulmakta ve öyle kabul etmektedir. Bir bakıma ona göre kendinden başka herkeste mutlaka bir ahlâki kusur vardır. O, kendi âdetlerin­den hiçbirini (sözde kusurlu olarak kabul etse de kalbiyle) kusurlu olarak kabul et­memekte ve onu bırakmak için çalışmamaktadır. Bu durumda insanın şunu düşün­mesi gerekmez mi ki, Allah ceiie ceiaiuhu her ne kadar kendisine birkaç şeyi başka­sından az verse de güzel âdet nimeti konusunda onu özelikle herkesten üstün kıl­mıştır. Üçüncü şey ilimdir ki, herkes kendi şahsi ahval ve iç durumlarına o kadar vâkıftır ve o kadar fazla bilir ki, başka bir kişi onun ahvaline o kadar vâkıf olamaz. O ahvaller içinde pek çok şeyler vardır ki insan o eksiklikleri başkasının bilmesine asla tahammül edemez. O halde Allah'ın bir ihsanıdır ki, ona kendi ahvalini bilmeyi nasip etmesine rağmen başkalarından onları gizlemiştir. Onun, "Benim bu bildiğimi kimse bilmesin" temennisini yerine getirmiştir. Çünkü bu ahvallerde hiç kimse ona ortak değildir. Bu onu herkesten imtiyazlı kılan bir şey değil midir? Ve buna şük­retmek onun görevi değil midir? Bunlardan başka her şahısta binlerce şey vardır ki onlarla ilgili olarak onların kendisinden alınıp onun aksi bir şeyin yada başka bir şeyin kendisine verilmesine razı olamaz. Mesela insan olmak gibi... Hiçbir kimse in­sanlığının alınıp, maymun yapılmasını istemez. Veya erkek olmak gibi... Hiçbir kim­se kendisinin erkeklikten çıkarılıp kadın yapılmasını istemez. Aynı şekilde mü'min olmak, Kur"an hafızı olmak, alim olmak, güzel olmak, evlat sahibi olmak gibi... Kısa­ca ahlakta, surette, sîrette, dostluk ve akrabalıkta, çoluk çocukta, izzet ve rütbede herkesin yanında öyle özel haller vardır ki, onları değiştirmeye o asla razı olmaz. Peki öyleyse "Allahu Teâlâ'nın her şahıs üzerinde başkasına nasip olmayan binler­ce hususi nimetleri vardır" sözü doğru değil midir? Bu durumdayken insan bütün bu nimetlere gözünü kapatarak kendi yanında olmayıp da başkasının yanında bu­lunan bir-iki şeye heveslenip nankörlük ederse, bu son derece sevimsiz ve aşağılık bir davranış değil midir? Eğer bir kişi, birinin yanında çok mal olduğuna bakıyorsa, yukarıda zikredilen nimetleri iyice düşünsün. Onlar içinde öyle nimetler vardır ki, o kişi bu konuda, imrendiği yada haset ettiği o şahıstan daha üstündür. Bu durumda bu kişi nimetlerin toplamı bakımından o şahıstan daha üstündür.[144]Bütün bunlardan sonra o şahsın yanındaki malın başına ne geleceği bilinme­mektedir. Acaba mal onun rahatına mı sebeptir, yoksa can azabı mıdır? Rasûlullah saliailabu aleyhi veseihm şöyle buyurmuştur: "Bir facirin yanında herhangi bir nimet gö­rünce ona imrenmeyin öldükten sonra onun hangi musibete düşeceğinden haberiniz yoktur. Çünkü facirkişi için Allah indinde öyle birfelaket (yani Cehennem) vardırki hiçbir zaman sona ermeyecektir"[145] İlerdeki hadiste bu konu geniş olarak gelmektedir.

17) Ukbe bin Amir radıyallahu an/)1 dan RasÜlUİlah sallallahu aleyhi veseilem buyurdu ki: "Sen, günahlarına rağmen bir kula Allahu Teâlâ'nın dünyadan sevdiği şeyi (genişlik ve bolluğu) verdiğini görürsen şüphesiz ki o İstid-rac'dır (ona verilen mühlettir)". Sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi veseiiem şu ayeti okudu: "Kendilerine yapılan nasihatleri unuttuklarında onlara her şeyin (her türlü rahatlığın) kapısını açtık. Nihayet kendilerine verilen o nimetlerle sevinip zevke dalınca onları (azabımızla) ansızın yakalayıverdik. Hemen ümitsizliğe kapılıp şaşkına döndüler".                                                                                                          (Ahmed.

İZAH: Bu ayeti kerime En'am sûresinin 44. ayetidir. Bu ayetten önce Alla­hu Teâlâ'nın evvelki ümmetlere yaptığı muamele kısaca beyan edilmiştir. Özet olarak meali şudur:"Şüphesiz senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik (ancak on­lar peygamberlere iman etmediler). Bunun üzerine Biz, yalvarmaları için on­ları darlık ve hastalıklarla (ve diğer musibetlerle) yakaladık (çünkü afetler gelince Allah ce//e ceiaiuhu hatırlanır. Ancak onlar buna rağmen kendi hareket­lerinden vazgeçmediler). / Onlara azabımız geldiği vakit yalvarmalı değillermiydi? (Tâ ki onlar yalvarıp, yakarmaları, acizlik göstermeleri ve tevbe et­melerinden dolayı kusurları affolunsun). Fakat onların kalpleri katılaştı ve şeytan yaptıklarını kendilerine süslü gösterdi. / Ne zamanki onlar (peygam­berler tarafından) kendilerine yapılan nasihatleri unuttular. Biz de onlara her şeyin (rahat ve konforun, zevkü sefanın) kapılarını açtık. Nihayet kendi­lerine verilen o nimetlerle sevindikleri (ve kibirlendikleri) sırada onları aza­bımızla ansızın yakalayıverdik (onların üzerine tahmin ve hayal etmedikleri ani bir azabı bir anda musallat ettik). Sonra onlar (Ne oluyor? Bu musibet neden geliyor? diye) şaşkına döndüler. / Böylece (Bizim bu ani azabımız sonucu) zulmeden kavmin kökü kesildi. Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun (ki böyle zalimlerin kökü kesilmiş oldu)",                                                                  (En'am-42,43,44,45)

Rasûlullah saiiailahu aleyhi veseiiem bu ayeti kerimeyi okuyarak Allahu Teâlâ'-nın âdeti şerife'sine işaret ederek şuna dikkat çekmiştir ki, Allah'a isyan ve gü­nahlara rağmen zevkü sefa ve rahat imkanlarının olması Allahu Teâlâ tarafından verilen bir mühlettir. Buna Istidrac denir. Kur'an-ı Kerim'in bu ayetinde zikredil­miştir. Bundan başka birçok ayetlerde de buna dikkat çekilmiştir. Bu çok tehlikeli bir şeydir. Çünkü bu durumda çoğu zaman insan üzerine öyle bir azab musallat olur ki, o hayretler içinde kalır. O afetten kurtulmak için hiçbir yol bulamaz. Öy­leyse böyle bir durumdan çok fazla korkmak gerekir.Hz. Ubâde radıyaltahu anh Rasûlullah saiiailahu aleyhi veseilem \n şöyle buyurdu­ğunu nakletmiştir: "Allah ceiie ceialuhu bir kavmi yükseltmek istediğinde onlarda iti­dal ve iffet meydana getirir. Bir kavmi de yok etmek istediğinde onlar arasında hıyanet kapısını açar. Sonra onlar bu hareketlerinde iyice şımardıkları sırada bir anda onların üzerine azab musallat olur" buyurdu ve yukarıdaki ayeti okudu. Hz. Hasan radıyaiiahu anh buyurdu ki: "Birine bolluk verilirde o bunun kendi helakinin bir başlangıcı olduğunu anlamazsa o akıllı biri değildir. Kime de bir darlık verilir de o bunun Allahu Teâlâ'ya dönmek için bir mühlet olduğunu anlamazsa o da akıllı değildir"[146] Bir hadiste geçtiğine göre bizzat Rasûlullah saiiailahu aleyhi veseilem şöyle dua etmiştir: "Allah'ım! Kim bana iman eder ve benim getirdiğim hükümleri tasdik ederse ona az mal ver, az evlad ver. Sana kavuşma arzusunu ise çoğalt. Kim bana iman etmezse ve o hükümleri tasdik etmezse ona hem çok mal ver hem de çok evlat ver. Onun ömrünü de ziyade kıl"[147]Her halükârda günahların bolluğu ile birlikte nimetlerin varolması çok teh­likelidir. Böyle zamanlarda çok fazla tevbe, istiğfar ve Allahu Teâlâ'ya yönelme gereği vardır. Bundan dolayı Rasûlullah saiiailahu aleyhi veseilem \n biraz önce (bun­dan önceki hadisin sonunda) şöyle bir irşadı geçmişti: "Herhangi bir facirin ya­nında bir nimet görünce ona imrenme. Onun öldükten sonra hangi musibetlere düşeceğinden senin haberin yoktur".

18) Şeddâd bin Evs radıyaiiahu anh'dan Rasûlullah saiiailahu aleyhi veseilem buyurdu ki: "Akıllı kimse nefsini (Allah'ın razı olacağı işlere) itaatkar kılan ve ölümden sonra işe yarayacak olan ameller işleyendir. Aciz (ahmak) ise nefsini arzularına tabi kılar ve Allah'a ümidler bağlar".                        (Tirmizi, IbniMâce, Mişkât)

İZAH: Yani durum şudur ki, kişi nefsinin arzularına karşılık haram ve hela­le aldırmazken Allahu Teâlâ'ya, "O Rahim'dir, Kerim'dir" diye büyük ümidler bağ­lamaktadır. O ümitlere dayanarak günaha aldırmamaktadır. Bir başka hadiste şöyle buyurulmuştur: "Akıllı kimse, ölümden sonrası için çalışandır. Çıplak kimse dinden yoksun olandır. Allah'ım! Hayat sadece ahiret hayatıdır"[148] Yani daimi ha­yat ancak orasıdır. Kim oraya eli boş giderse, o ömrünü zayi etmiş olur. Burada şunu anlamak gerekir ki, Allahu Teâlâ'nın rahmet ve mağfiretinden ümitvâr ol­mak, onu temenni etmek ve bunu da Allahu Teâlâ'dan istemek ayrı şey, O'nun rahmet ve mağfiret umuduna güvenerek, "Ben dilediğimi yaparım. Ben mutlaka affolunacağım" diye kendini aldatmak ve hayal etmek ayrı şeydir.İmam Râzi rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: Şu iki ayet gururun kötülenmesi ve kınanması için yeterlidir. Altahu Teâlâ buyuru yor ki:

"(Ey insanlar!) Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın (dünyaya dalarak ahireti unutursunuz). Allah'ın affına güvendirerek sakın o mağrur şeytan sizi al­datmasın"                                                                                           

(Lokman-33)

"(Mü'minler, münafıklara) <Evet siz kendinizi fitneye kaptırdınız. Mü'minle-rin bir belaya uğramasını beklediniz. Din hususunda şüpheye düştünüz. Boş temenniler sizi aldatto"                                                               

(Hadid-14)

Birinci ayetin tefsirinde Hz. Said bin Cübeyr rahmetuiiahi aleyh buyuruyor k: "Allahu Teâlâ'ya güvendirerek aldatmanın manası, <Sen günah işlemeye ve mağ­firet temennisinde bulunmaya devam et> demektir". İkinci ayeti kerime Hadid sûresinin 14. ayetidir. Ondan önceki ayetlerde kıyamet gününün bir manzarası zikredilmiştir. Şöyle ki, o gün Müslümanların önünde koşan bir nur bulunacaktır.0  nur, onların (müslümanların) önünden gidecektir (bu nur sırat köprüsünden geçmek içindir). Ondan sonra Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"O gün münafık erkek ve münafık kadınlar, mü'minlere, <Bize bakın (bekleyin) de nurunuzdan istifade ede!im> derler. Onlara, <Arkanıza dönünde nur ara-yın> denilir. Hemen onların arasına kapısı olan bir duvar çekilir. Onun içinde rahmet dışında azab vardır. / Münafıklar, mü'minlere, <Dünyada biz sizinle be­raber değil miydik?> diye bağırırlar. Mü'minler de, <Evet, Fakat siz kendinizi fitneye kaptırdınız. Mü'minlerin bir belaya uğramasını beklediniz. İslam husu­sunda şüpheye düştünüz. Boş temenniler sizi aldattı. Nihayet Allah'ın emri geldi (öldünüz). Sizi aldatıcı (şeytan) Allah'a güvendirerek aldattı> (derler)".                              (Hadid-13.14)

Ebû Süfyan radıyaiiahu an/ı'dan ayette geçen kelimesinin tefsin hak­kında şöyle nakledilmiştir: "Yani siz günahlarınızla kendinizi sapıklığa attınız ve sizi temenniler aldattı. Çünkü siz, <Biz bağışlanacağız> diyordunuz".[149]Mezâhir adlı eserin sahibi yazıyor ki: Şeyh İbni Abbâd Şâzelî rahmetuiiahi aleyh ayette geçen Allah'ın emri geldi ifadesinin izahında diyor ki: "Allah'ı hakkıyla tanıyan alimler (boş temenniler hakkında) dediler ki; <Yalancı bir umut ki, o umut üzerine sahibi mağrur olur. Amelden elini çeker. O umut, onu günahlara karşı cesur kılar. O gerçek olarak umut değil aksine bir arzu ve şeytan hilesidir>", Hz. Maruf-u Kerhi rahmetuiiahi aleyh buyurdu ki: "Amelsiz Cennet talep etmek günahlardan bir günahtır. Sebepsiz ve alâkasız şefaat ümid etmek hilenin bir kısmıdır. Kendisine itaat et­mediği zattan rahmet ümid etmek ahmaklık ve cehalettir". Hasan Basri rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Bir kavmi, bağışlanma ümitleri (iyilik yapmaktan) alıkoydu. Nihayet iyilikleri olmadığı .halde dünyadan çıkıp gittiler. Onlardan biri der ki; <Ben Rabbi-me iyi zan besliyorum. Çünkü o bağışlayandır^ Yalan söylüyor. Eğer onun Rab-bine karşı hüsnü zanni' olsaydı, iyi amel yapardı". Yine Hasan Basri rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Ey Allah'ın kullan! Batıl arzulardan uzak durun. Çünkü o ahmakla­rın vadisidir. İnsanlar oraya düşmüşlerdir. Allah'a yemin olsun ki, Allahu Teâlâ hiç bir kuluna arzularının neticesinde ne dünyada bir hayır vermiştir ne de ahirette[150]İmam Gazali rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: Her saadetin anahtarı, uyanık olmak ve akıllı iş yapmaktır. Her bedbahtlığın kaynağı, gurur ve gaflettir. Allahu Teâlâ'nın hiçbir ihsanı iman ve marifetten üstün değildir. Onları elde etmenin yolu Allahu Teâlâ'nın basiret nuru ile gönlü açmasından başka bir şey değildir. Allahu Teâlâ'nın hiçbir azabı küfür ve masiyetten daha ileri değildir. Bunu körükleyen de ancak cehalet karanlığından dolayı kalp gözünün kör olmasıdır. O halde akıllı ve basiret sahibi insanların kalbi, herhangi bir duvar oyuğuna konulmuş, son derece parlak bir kandil gibidir. Kur'an-ı Kerim'de buna şu ayetle örnek verilmiştir:

"Onun nuru içinde kandil bulunan bir hücre gibidir"                                                            (Nur-35)

Kendini aldatıp gurura kapılan kimselerin kalbi pek çok karanlıklar içinde kalıp hiçbir şeyi göremeyen adam gibidir. Allah ceiie ceiaiuhu şöyle buyuruyor:

"Veya inkar edenlerin amelleri derin bir denizdeki karanlıklara benzer. Bir deniz ki, onu üst üste dalgalar örtmüş, dalgaların üstünden de bulutlar bir­biri üstüne yığılmış karanlıklar... İnsan elini çıkaracak olsa neredeyse onu bile göremeyecek"                                                                                                                        (Nur-40)

Gururun asıl felaket kaynağı olduğu bilindiğine göre bunu biraz tafsilatlı olarak bilmek gerekir. Tâ ki ondan ihtimamla sakmabilesin. Kur'an-ı Kerim ve ha­dislerde gurur sık sık kınanmıştır. Rasûlullah sallaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Akıllı insan nefsine hakim olan ve ölümden sonrası için amel işleyendir. Ahmak insan ise nefsinin arzularına tâbi olan ve Allah'a ümitler bağlayandır". Hadislerde cehaletle ilgili ne kadar kötüleme ve tehditler geçiyorsa onların hepsi gurura da uygun düşmektedir. Çünkü gurur cehaletten doğmaktadır. Hatta o, cehaletin bir parçasıdır. Gerçi her cehalet gurur değildir. Ancak şüphesiz her gurur cehalettir. Onlardan en büyük gurur ve cehalet, kafirlerin ve fasıklannkidir. Onlar diyor ki: "Dünya peşindir, şu an mevcuttur. Ahiret ise veresiyedir ve sonra gelecektir".Veresiyeyi tercih edip peşini terk etmek akıllı insanların işi değildir

Böyle düşünmek son derece ahmaklık ve cehalettir. Bu kaide peşin ve ve­resiyenin eşit olduğu yerde geçerlidir. Ancak bir şeyi peşin olarak bir altına sata­biliyor ve veresiye olarak 100 altına satıyorsa orada hiçbir ahmak, "Nakit olanı veresiye üzerine tercih etmek gerekir" demez. Halbuki dünyanın peşin lezzetleri­nin ahiret karşısında hiçbir münasebeti yoktur. Bir kimsenin dünya hayatı olsa olsa yüz sene veya yüz elli sene olur. Bu süre ahiretin bitmez tükenmez süre­siyle nasıl kıyaslanabilir? Aynı şekilde bir doktor, bir hastasına, bir meyveyi ya­saklar ve tehlikeli olduğunu söylerse, hasta hiçbir zaman, "Bu meyveyi yemenin lezzeti peşin, sıhhat ise veresiyedir. Öyleyse veresiyeden dolayı peşin olanı bı­rakmamak gerekir" diyemez.Buna benzer bir şekilde bazı akılsızlar şöyle demektedirler: "Dünyanın za­rarı ve sıkıntıları kesindir. Ahiretinkisi ise şüphelidir. Şüpheden dolayı kesin olan terk edilmemelidir". Bu söz cahilce bir sözdür. İnsan ticarette kesin olan bir meşakkate katlanmaktadır. Bunu sadece kendisinde şüphe olan bir kâr kazanma ümidiyle yapmaktadır. Zira ticarette kâr olup olmayacağı şüphelidir. Hasta bir kimse çok acı ilaç içmekte, kan aldırmakta, tahlil yaptırmakta ve ameliyat olmak­tadır.Bunların acısı kesindir. Bütün bunlar gerçekleşmesi kesin olmayan bir sıh­hat ümidiyle yapılmaktadır.Aynı şekilde şu da bir aldatmadır ki; "Biz ahireti görmedik, denemedik. Ha­kikatinin ne olduğunu bilmiyoruz". Bu düşünce de son derece cehalettir. Çünkü bilmeyen insan için (eğer şahsi ilmi yoksa) tecrübeli ve bilen insanların sözü ge­çerli olur. Hiçbir hasta, hiçbir zaman, "Falan ilaçta bu tesirin olup olmadığını ben bilmiyorum" diyemez. O devamlı ilacı bilen tabip ve doktorların sözüne itimad eder. Hiçbir zaman doktora, "Bu ilacın falanca tesirini bana delileriyle anlat" diye talepte bulunmaz. Eğer biri böyle söylerse, o ahmak olarak kabul edilir. Aynı şe­kilde ahiret hakkında kendilerine bütün dünyanın dâima güvendiği Enbiya'nın evliyanın, hükemânın ve ulemanın sözleri muteber ve geçerli olur. Birkaç cahilin, "Biz bilmiyoruz" veya "Biz yakînen inanmıyoruz" demelerinin hiçbir etkisi yoktur. Ahiret hakkında kafirlere bu gibi vehimler gelir. Müslüman ise kendi lisanıyla Müslüman olmayı ikrar ettiğinden dolayı diliyle böyle sözler söylemez. Ancak o Allahu Teâlâ'nın hükümlerini arkasına atarak, O'nun koyduğu günahları irtikâb ederek, şehvetlere ve dünya lezzetlerine dalarak, ameliyle ve lisâni hâl ile sanki o da aynı şeyi söylemektedir. Yoksa dünyayı ahirete tercih etmesinin başka bir sebebi yoktur. Bu insanlar konuşma yönünden de bir aldanmaya düşmüşlerdir. Diyorlar ki; "Allah ceiie ceiaiuhu Kerim'dir, Gafur'dur, Rahim'dir. Biz O'nun affını ümid ediyoruz. Biz O'nun mağfiretine güveniyoruz. O'na ümid bağlamak, talep edilen, övülen ve beğenilen bir şeydir. O'nun Rahmeti çok geniştir. O'nun mağfiret deni­zinin karşısında bizim günahlarımız nedir ki?" Hadisi Kudsi'de bizzat Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ben kulumun zannına göre muamele ederim. Kulumun Ba­na hüsnü zan yapması gerekir". Bu Hadisi Kudsi kesinlikle doğrudur. Bu Allahu Teâlâ'nın yüce irşadıdır. Ancak bununla birlikte şunu da anlamak gerekir ki; şey­tan insanı doğru bir sözün yanlış manasıyla saptırabilir. Eğer böyle olmasaydı şey­tan aldatmakta çok zorluk çekerdi. İşte bu meseleyi Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesei-lem şu irşadında açıklamıştır: "Akıllı insan nefsini itaatkar kılan ve öldükten sonra­sı için ameller işleyendir. Ahmak ise nefsinin arzularına tabî olan ve Allahu Teâlâ'-ya ümidler bağlayandır". İşte bunlar şeytanın Allahu Teâlâ'ya güze! ümid besleme kılıfı giydirdiği, Allah'a bağlanan ümitlerdir. Allahu Teâlâ ise kendisine ümid bağ­lamanın açıklamasını bizzat Kendisi yapmıştır. Nitekim şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz ki iman edenler, hicret edip Allah yolunda cihad edenler... İşte onlar Allah'ın rahmetini umarlar"                                                   (Bakara-218)Kur'an-ı Kerim'de yer yer Cennet ve onun nimetlerinin, amellerin karşılığı olduğu bildirilmiştir. Bu durumda düşünülmesi gereken şey şudur ki, eğer bir işçi kap-kacak imalâtı için tutulsa ve onun için haddi hesabı olmayan büyük bir ücret kararlaştırılsa, işveren çok lütuf sahibi olsa, ücret vermekte çok cömert olsa ve kararlaştırılan ücrete ilaveten çok fazla ikramiye verse, bozuk imal ettiği kaplara karşılıkta ücret verse, mallardaki basit eksiklere karşı müsamaha gösterse (bü­tün bunlara rağmen) işçi kap imal etmek yerine onu imal eden alet ve makinaları da kırsa ve "İşveren büyük kerem sahibi çok fazla ücret veriyor" dese ve bundan dolayı bütün bunları kırıp dökerek çok fazla ücret alma beklentisiyle otursa, aca­ba bu adama akıllı diyebilen bir ahmak çıkar mı? İşte bu ahmaklık, ümid ve temenni arasında ki farkı anlamamaktan ileri gelmektedir.Biri Hz. Hasan Basri mhmetuiiahi aieyh'e, "Bazı insanlar iyi amel işlemiyorlar. Bir de, <Biz Allah'a karşı iyi ümid besliyoruz> diyorlar" dedi. O buyurdu ki: "(Ümid sizden) çok uzaktır, çok uzak. Bu onların arzulandır. Onlar arzularının önünde e-ğilip gidiyorlar. Bir kimse bir şeyi ümid ettiği zaman onu arar. Kim bir şeyden (Me­sela ilahi azabtan) korkarsa, ondan kaçar (ondan sakınmak için çalışır)". Müslim bin Yesar rahmetuiiahi aleyh bir gün o kadar uzun secde etti ki (dişlerine kan indi ve) iki dişi düştü. Bir şahıs, "(Ben amel yapmıyorum ama) Allahu Teâlâ'nın mağfire­tini mutlaka ümid ediyorum" dedi. Müslim dedi ki: "(Ümid etmek senden) çok uzak, çok uzak. Bir kimse bir şeyi ümid edince onu arar. Bir kimse de bir şeyden korkunca ondan kaçar".Öyleyse bir kimse oğlu olmasını ümid ediyor da evlenmiyorsa veya evleni­yor da hanımıyla bir araya gelmiyorsa ve çocuğu olmasını ümit etmeye devam ediyorsa, ona akılsız denilir. Aynı şekilde kim Allah'ın rahmetini ümid ediyor ama iman etmiyorsa veya iman ediyor ama iyi amel işlemiyorsa ve günahları bırakmı­yorsa, o akılsızdır. Elbette bir şahıs evlenir ve hanımıyla bir araya gelir sonrada, "Acaba çocuk olacak mı, olmayacak mı" diye tereddüt içinde kalır ve çocuk ol­masını Allah'ın fazlından ümid ederse veya ana rahmine bir zarar gelmesin, çocuk zayi olmasın diye korkar ve çocuk dünyaya gelinceye kadar onu muhafaza ederse, işte o akıllı bir kimsedir. Buna benzer şekilde bir kimse iman eder, iyi amel işlerse, kötü amellerden sakınırsa, Ailahu Teâlâ kabul edecek diye ümid besleyip, kabul olmayacağından da korkarsa ve bu hal üzere ona ölüm gelirse, o akıllıdır. Ondan başka hepsi akılsızdır. İşte bu insanlar için Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:

"{Ey Rasûlüm! Kıyamet günü) mücrimleri bir görsen! Rablerinİn huzurunda başlarını eğerek, <Ey Rabbimiz! Gördük ve işittik. Bizi tekrar dünyaya gönder de salih ameller işleyelim. Artık kesin olarak iman ettik> (derler)"                                                                                                        (Secde-12)

Yani şimdi biz buna tam olarak inandık. Evlenmeden ve hanımla bir araya gelmeden çocuk olmadığı gibi, toprağı ıslah etmeden ve tohum atmadan ziraat Teâlâ şöyle buyuruyor:

"(Ey Rasûlüm! Kullarıma Benim adıma) de ki: <Ey kendi aleyhlerine haddi aşan (küfür şirk ve günah zulmü işleyen) kullarım. Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz ki Allah bütün günahları bağışlar. Muhakkak ki O çok affeden ve çok merhamet edendir>. / Size azab gelmeden önce Rabbinize yönelin ve O'na teslim olun. Sonra yardım olunmazsınız. / Size farkına varmadan ansızın azab gelmeden önce Rabbiniz tarafından size indirilen en güzel kelama (hükümlere) uyun, / Size, Allah'a dönmeniz emre-dilmesinin sebebi şudur: Yarın (kıyamet günü) herhangi bir kişi, <Allah'a karşı işlediğim kusurlardan dolayı yazıklar olsun bana! Gerçekten ben (Al­lah'ın hükümleriyle) alay edenlerden idim> diyecektir, / Veya, <Eğer Allah beni hidayete erdirseydi elbette ben muttakîlerden olurdum> der. / Yahut azabı gördüğü zaman, <Keşke tekrar dünyaya dönmenin imkanı olsaydı da iyilik yapanlardan olsaydım> der".                                              (Zümer-53-58)

Bu ayetlerde Cenab-ı Hak ceiie ceiaiuhu bütün günahların bağışlanacağını vaad etmekle birlikte kendine yönelmeyi de emretmiştir. Başka bir ayette şöyle buyurmuştur:

Kim tevbe eder,iman eder ve salih amel işlerse ve sonra hidayette devam .  ederse, şüphesiz ki Ben onun için çok bağışlayıcıyım                                                                                           (Ta ha-82

Bu ayeti kerimede Allah celle celaluhu bağışlanmaya bahsi geçen şeyler üzeriner tertiplemiştir. O halde kim tevbe ile birlikte bağışlanmayı ümid ediyorsa, ger­çek ümid sahibi o'dur. Günahında ısrar ederek bağışlanmayı ümid eden kimse ise ahmaktır. Kendini aldatmaktadır. Önceki insanlar ibadetler hususunda can verirler, günahlardan son derece titizlikle sakınırlardı. Takvada ileri giderler, şüp­heli şeylerden bile uzak durulardı. Gece gündüz ibadetle meşgul olup her zaman Allah korkusundan ağlarlardı. Bu zamanda herkes memnun, her an Allah'ın aza­bından mutmain. Hiçbir zaman azab korkusu yok. Gece gündüz şehvetlere ve dünya lezzetlerine dalmış, her an dünya kazanmayı düşünmekte ve Allah'a zerre kadar yönelmemektedir. Bir de, "Biz Allah'ın keremine ve lütfuna güveniyoruz. O'nun bağışlamasını ümid ediyoruz" diye hayal ederler. Sanki pek çok meşak­katlere katlanan Enbiya-i Kiram aleyhimüssalatu vesselam, Sahabe-i Kiram ve Evliya-i Muhlisin'den hiçbiri Allah'ın rahmetini ümid etmiyordu.

19) Hz. İbni Ömer radıyaitehu anhuma buyurdu ki: Biz on kişi Peygamber saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm yanına geldik. Onların onuncusu bendim. Ensardan bir adam, "Ey Allah'ın Nebisi! İnsanların en akıllısı ve en ihtiyatlısı kimdir?" de­di. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Ölümü en fazla hatırlayan­lar ve ölüm için en fazla hazırlık yapanlardır. İşte onlar akıllıların ta kendile­ridir. Dünyanın şerefi ve ahiretin izzetini alıp götürdüler".                                                                               (İbni  MâceTaberani)

İZAH: Ölümü sık sık yâd etmek ve hatırda tutmak hakkında çok çeşitli ifade­lerle Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vese//em'den pek çok hadisler varid olmuştur. Onlardan bazıları bu kitapta (biraz önce zikredilen) ümidleri kısa tutmakla ilgili hadisin açık­lamasında geçmişti. Onlar arasında Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem"\n, "Lezzetleri kıran şeyi (yani ölümü) bol bol hatırlayın" emri muhtelif rivayetlerde geçmiştir. Ra­sûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'\n bu ihtimamımdan dolayı bu konuyu ayrıca zikre­diyorum. Çünkü ölümü çokça hatırlamak hem ümidleri kısa tutmaya vesiledir hem de ölüme hazırlanmaya sebeptir. Dünyaya rağbet etmemeye de sebeptir. Bu da asıl maksattır. Malı biriktirip de işe yaramaz bir halde bırakıp gitmekten insanı alı-koyar. Ahiret azığı toplamaya yardımcıdır. Günahlardan tevbe etmeye teşvik edici­dir. Başkasına zulüm ve haksızlık yapmaktan, başkalarının haklarını zayi etmekten alıkoyandır. Kısaca bu amelin içinde (ölümü hatırlamakta) pek çok faydalar bulun­durmaktadır. Bundan dolayı tasavvuf büyüklerinin de âdetidir ki, hali münasip olan müridlerinin çoğuna özellikle murakabe yapmalarını telkin etmektedirler.Bir hadiste şöyle geçmektedir. Bir genç ayağa kalktı ve "Ya Rasûlallah! Mü­minlerin en akıllısı kimdir?" dedi. Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, "Ölümü çok zik­reden ve ölüm gelmeden önce ona en güzel şekilde hazırlık yapandır buyurdu. Bir defasında Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem Kur'an-ı Kerim'den şu ayeti okudu:"Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun gönlünü İslam'a açar" (En'am-125) Bundan sonra Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "İslam nuru gönüle dahil olunca gönül onun için açılır". Biri, "Ya Rasûlallah! Onun (İslam'ın nurunun kalbe girmesinin) bir alâmeti var mıdır?" diye sorunca Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi ve-seiiem, "Aldanma yurdu (olan dünya)dan uzaklık meydan gelmesi. Ebedi kalıcı olan (ahiret)e yönelmek ve ölüm gelmeden önce onun için hazırlık yapmak" buyurdu.[151] Bir başka hadiste Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Ben an­nemin kabrini ziyaret etmek için izin istemiştim. Bana onu ziyaret etmem için izin verildi. Sizler kabristana gidiniz. Çünkü kabir ziyareti ahireti hatırlatır". Diğer bir hadiste şöyle buyuruluyor: "Onunla ibret elde edilir". Yine bir hadiste, "Kabristana gitmekle dünyaya karşı rağbet yok olur, ahiret hatırlanır" diye geçmektedir.Hz. Ebû Zer radıyaiiahu anh buyurdu ki: Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem ba­na, "Kabristana git onunla ahireti hatırlarsın. Ölüleri yıka, çünkü bu, (iyiliklerden) boş olan bedenin ilacıdır ve bununla çok büyük nasihat elde edilir. Cenaze na­mazına katıl. Belki ondan dolayı sende bir üzüntü ve gam meydana gelir. Çünkü (kendisinde ahiret derdi olan) dertli insan Allahu Teâlâ'nın gölgesinde kalır ve her hayrı talep edip, arar" buyurdu.[152] Bir hadiste geçtiğine göre Rasûluilah saiiatia-hu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Hastaları ziyaret ediniz, cenazelerin arkasından gi­diniz. Bu ahireti hatırlatır".Bir hekim bir cenaze ile birlikte yürüyordu. Yolda insanlar o ölüye üzülüp dertleniyorlardı. O zat, "Siz kendinize üzülüp kederlenin bu (sizin için) daha fay­dalıdır. Bu ölü gitmiştir ve üç afetten kurtulmuştur; 1-Gelecekte artık onda ölüm meleğini görme korkusu kalmamıştır, 2-Artık ona ölümün şiddetini çekme sırası gelmeyecektir, 3-Son nefesini kötü bir şekilde verme korkusu sona ermiştir. (Siz kendinizi düşünün ki, sizin için bu üç merhale hâlâ mevcuttur)". Hz. Ebû Derdâ radıyatiahu anh bir cenazenin yanında gidiyordu. Yolda yürüyen biri, "Bu kimin ce­nazesi?" dedi. O buyurdu ki: "Bu senin cenazendir. Eğer bu söz sana ağır geli­yorsa benim cenazemdir". (Burada maksat şudur: Bu vakit kendi ölümünü hatır­lama vaktidir. Bu esnada boş sözlere yönelmek hiç münasip değildir). Hz. Hasan Basrî rahmetuilahi aleyh şöyle buyurmuştur: "Kendilerine (ahiret) seferi için azık ha­zırlamaları emredildiği ve yakında harekâtın başlayacağı ilan edildiği halde (dün­ya) oyunu ile meşgul olanlara hayret, çok hayreti". Hasan Basrî rahmetuilahi aleyh hakkındaki şu olay meşhurdur: O bir cenazeyi görünce sanki o an kendi annesini defnedip gelmiş gibi üzüntülü ve kederli bir hale girerdi.[153]Hz. Aişe radıyaiiahu anha buyuruyor ki: Bir yahudi kadın Hz. Aişe radıyaiiahu an/ja'nın yanına geldi ve (onun bir iyiliğine karşılık olarak) şöyle dedi: "Allahu Teâlâ sizi kabir azabından korusun". Hz. Aişe radıyaiiahu anha, Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem e, "Kabirlerde azab Olur mu?" dedi. Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, "Elbette kabirlerde de azab oluyor" buyurdu. Ondan sonra Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem (insanlara öğretmek için) her namazdan sonra devamlı kabir aza­bından Allah'a sığınırdı. Bir hadiste buyuruluyor ki: "Ölülere kabirlerinde öyle şid­detli azab edilir ki, onların sesini hayvanlar bile işitir". Diğer bir hadiste Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Ben sizin (korkudan dolayı) ölülerinizi defnetmeyi terk edeceğinizden endişe ediyorum. Yoksa ben Kabir azabını size duyurması için Allah'a dua ederdim". Hz. Osman radıyaiiahu anh herhangi bir kab­rin başında durunca o kadar ağlardı ki, mübarek sakalı ıslanırdı. Biri kendisine, "Siz Cennet ve Cehennem zikredilince kabirden bahsedildiği zamanki kadar ağ­lamıyorsunuz" deyince, "Ben Rasûluilah saiiaüahu aleyhi veseiiem'den işittim ki; <Kabir ahiret menzillerinden ilk menzildir. Kim oradan kolaylıkla kurtulursa ondan sonra­ki menziller onun için kolay olur. Kim orada (azaba) tutulursa onun için ondan sonraki menziller daha ağır olacaktır>. Yine ben Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi vesei-/em'den işittim ki; <Ben kabrin manzarasından daha şiddetli manzarası olan hiç­bir şey görmedim>". Bir başka hadiste Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Kabirde her gün sabah ve akşam iki vakit ölüye kıya­metten sonra gideceği evi gösterilir. Eğer o Cennet ehlindense ona Cennet'teki mekanı gösterilir (bu yüzden o sevinç ve sürür içinde kalır). Eğer o Cehennem eh­linden ise Cehennem'deki mekanı gösterilir (bu yüzden onun üzüntü, dert, endişe ve korkusu artar)". Hz, Aişe radıyaiiahu anha buyurdu ki: "Bir defasında bir yahudi kadın benim kapıma geldi ve <Bana yemek için bir şeyler ver. Allah Deccal'in fitnesinden ve kabir azabından seni korusun> diye dilenmeye başladı". Hz. Aişe radıyaiiahu anha diyor ki: Ben o kadını beklettim. O esnada Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesetiem geldi. Ben Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiems, "Bu yahudi kadın şu iki sözü söyledi" dedim. Buyurdu ki: "Deccal fitnesi öyle bir şeydir ki, önceki pey­gamberlerden kendi ümmetini Deccal'in fitnesinden korkutmayan hiçbir peygam­ber yoktur. Ancak ben şu ana kadar hiçbir peygamberin demediği, bununla ilgili bir şey diyorum. O da şudur ki; Deccal tek gözlüdür ve onun alnında her mü'mi-nin okuyabileceği şekilde kafir yazılıdır. Kabir fitnesi meselesi de şudur; iyi bir insan ölünce melekler onu kabrinde oturturlar. O hiç paniğe kapılmadan ve ken­disine hiçbir üzüntü musallat olmadan oturur. Ona ilk önce İslam hakkında so­rulur; <Sen İslam hakkında ne dersin?> denir. Ondan sonra ona, <Sen şu zat (Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem hakkında ne diyorsun?> denir. O, <Bu zât Mu-hammed saiiaiiahu aleyhi veseflem'dir. O Allahu Teâlâ'dan bize apaçık deliller getirmiştir.Biz onun getirdiklerinin hepsinin doğruluğuna inandık> der. Ondan sonra ona Ce-hennem'in bir yeri gösterilir. Orada insanların birbiri üzerine yığıldıklarını görür. Ona, <Buraya bak! Allahu Teâlâ seni bu afetten kurtarmıştır> denilir. Sonra ona Cennet'te bir makam gösterilir. Oranın son derece süs ve ziynet içinde olduğunu görür ve oranın zevkü safa manzaralarına bakar sonra ona, <Cennet'teki bu yer. senin kalacağın yerdir (Kıyamet'ten sonra sen buraya getirileceksin). Sen dün­yada iken ahirete kesinlikle inanan biriydin. Bu iman üzerindeyken sana ölüm gelmişti. Bu imanla sen kabrinden kaldırılacaksın> denir. Kötü bir adam ölünce (melekler tarafından) kabre oturtulur. O son derece bir panik ve korku içinde otu­rur ve (biraz önce geçen sorular) ona da sorulur. O, <Benim bir şeyden haberim yok. (Dünyada iken) halktan ne duyduysam ben de onu söylerdim> der. Önce Cennet'in kapısı açılarak ona Cennetin süs ve ziyneti ve oradaki nimetler göste­rilir. Sonra kendisine, <Burası senin asıl makamındı. Ancak sen buradan uzak-laştırıldın> denilir. Sonra ona Cehennem gösterilir. Orada insanlar birbiri üzerine yığılmışlardır. Ona, <Artık senin yerin burası. Sen dünyada şüphe içinde yaşar­dın ve o şüphe üzere öldün. Bunun üzerine kıyamet günü diriltileceksin> denir".[154]Hz. Ebû Katâde radıyallahu anh buyurdu ki: RasÛlullah sallallahu aleyhi vesel-/em'in yanından bir cenaze geçti. RasÛlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem ona bakarak, "Bu adam ya rahatlığa kavuştu ya da insanlar ondan rahat ettiler" buyurdu. Son­ra şöyle dedi: "Mü'min bir kul ölünce dünya meşakkatleri ve sıkıntılarından kurtu­lur ve Allah'ın rahmetine gider (böylece o rahata kavuşmuş olur). Facir bir insan ölünce diğer insanlar, yerleşim bölgeleri, hayvanlar ve ağaçlar (bunların hepsi) onun ölümüyle rahata kavuşurlar"[155] Çünkü onun günahlarının uğursuzluğundan dolayı dünyaya felaket iner, yağmurlar kesilir. Bundan dolayı şehirlerde feşad olur. Ağaçlar kurumaya başlar. Hayvanlara yem ve yiyecek bulmak zorlaşır. Bundan dolayı onun ölümüyle herkes rahata erişir. Çünkü onun hayırsızlığından dolayı herkese sıkıntı ulaşmaktaydı.Hz. İbni Ömer radıyallahu anhuma buyuruyor ki: "RasÛlullah sallallahu aleyhi ve-seiiem bir defasında benim omuzumdan tutarak, <Dünyada bir garip gibi veya bir yolcu gibi ol> buyurdu". Hz. İbni Ömer radıyaüahu anhuma diyor ki: "Sen sabaha gi­rince akşamı bekleme, akşama girince sabahı bekleme. Sıhhatli zamanında has­talık zamanın için kendine azık hazırla (çünkü sıhhatli iken yapılan amellerin se­vabı hasta iken devam eder). Hayatta iken ölümün için azık al"[156] Hz. Ebû Hureyre radıyallahu anh buyuruyor ki: BİZ bir defasında RasÛlullah sallallahu aleyhi veseiiem ile birlikte bir cenazeye katılmıştık. Kabristana varınca RasÛlullah sallallahu aleyhi veseiiem bîr kabrin yanına geldi ve şöyle buyurdu; "Kabrin üzerinden hiçbir gün geçmez ki düzgün ve net bir sesle şöyle ilan etmesin; <Ey Adem oğlu! Sen beni unuttun. Ben yalnızlık eviyim, gariplik yurduyum. Ben vahşet eviyim. Ben böcek ve haşerat yuvasıyım. Ben darlık eviyim. Ancak Allahu Teâlâ'nın beni kendisi için geniş kıldığı kimsemüstesnadır>". Ondan sonra RasÛlullah sallallahu aleyhi ve­seiiem, "Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir veya Cehennem çukurların­dan bir çukurdur" buyurdu. Hz. Sehl radıyallahu anh buyuruyor ki: Bir sahabi vefat etti. (Allah ondan razı olsun). Sahâbe-i Kiram radiyaiiahu anhum ecmam onu övmeye ve onun çok ibadet etme halini anlatmaya başladılar. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veseiiem sessizce dinledi. Sahabeler susunca RasÛlullah sallallahu aleyhi veseilem, "O hiç ölümden bahsediyor muydu?" buyurdu. Sahâbe-i Kiram, "Ondan hiç bahsetmezdi" dediler. RasÛlullah sallallahu aleyhi veseiiem tekrar, "O gön­lünün arzuladığı şeyleri terk ediyor muydu?" (yani mesela herhangi bir şeyi ye­meyi gönlü istiyordu ama o yemiyordu gibi...) Sahâbe-i Kiram, "Öyle yapmıyor­du" dedi. RasÛlullah sallallahu aleyhi veseiiem, "O sahâbi (bu iki şeyle amel etme­nizden dolayı) sizlerin ulaşacağı derecelere ulaşamayacaktır" buyurdu.Başka bir hadiste şöyle geçmektedir: RasÛlullah sallallahu aleyhi veseiiem'm meclisinde bir sahabinin ibadet ve mücahedesinin çokluğundan bahsedildi. Ra-sûlullah sallallahu aleyhi veseiiem, "O ölümü ne kadar hatırlardı?" buyurdu. Sahabe­ler, "Ondan bahsettiğini biz duymadık" dediler. RasÛlullah sallallahu aleyhi veseiiem, "Öyleyse o kişi (sizin zannettiğiniz) o derecede değildir" buyurdu. Hz. Berâ radıyalla­hu anh buyuruyor ki: Biz RasÛlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem. ile birlikte bir cenazeyi defnetmeye katılmıştık. RasÛlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem oraya varınca bir kabrin yakınına oturdu ve o kadar ağladı ki toprak ıslandı. Sonra buyurdu ki: "Kardeş­lerim! Bu şey için (yani kabre gitmek için) hazırlık yapın".[157]Hz. Şakîk bin İbrahim rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: "İnsanlar dört şeyde dilleriyle bana muvafakat sağlıyorlar ama amelleriyle muhalefet ediyorlar. 1-Onlar, <Biz Allah'ın kullarıyız (ve kölesiyiz)> diyorlar ama hür insanlar gibi iş yapıyorlar. 2-Onlar, <Al!ah celle ceiaiuhu bizim rızkımıza kefildir> diyorlar. Ancak yanlarında dünyanın hiçbir şeyi olmayınca Allah'ın kefil olmasına itminanları kalmıyor. 3-On-1ar, <Ahiret dünyadan üstündür> diyorlar, ancak her an dünya malı toplama fikrin­de devam ediyorlar (ahireti ise hiç düşünmüyorlar). 4-Onlar, <Ölüm kesindir. Mut­laka gelecektir> diyorlar. Ancak hiç ölmeyecek insanlarmış gibi davranıyorlar". Ebû Hâmid Leffâf rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Kim ölümü çokça anarsa, ona üç şey ikram edilir; 1-Çabuk tevbe nasib olur, 2-Malda kanaat nasip olur, 3-İbadetlerde sevinç ve gönül bağlılığı meydana gelir. Kim de ölümden gafil olursa, ona üç azab musallat olur; 1-Günahlarına tevbe etmesi gecikir, 2-Gelirine razı olmaz (ne ka­dar olursa olsun onu devamlı az görür), 3-İbadetlerde tembellik meydana gelir"[158]İmam Gazali rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: Bütün hamdler büyük büyük zalim ve zorbaların boyunlarını ölümle büken, yüce ve haşmetli kralların bellerini ölümle kıran ve büyük büyük hazine ve sermaye sahiplerinin bitiren Allah'a aittir. Onların hepsi ölümün anılmasından bile nefret ederlerdi. An­cak Allah'ın vaadi (ölüm vakti) gelince onları çukura fırlattı. Yüksek saraylardan toprağın altına ulaştırdı. Lamba ve kandillerin ışığı altında serili yumuşak döşek­lerden, kabrin karanlıklarına ulaştırdı. Köleler ve cariyelerle oynamak yerine, top­rağın içinde böcekler arasında kaldılar. Güzel ve şahane yemeklerin zevkini çı­karma yerine toprağın içinde çırpınmaya başladılar. Dostlarının meclisleri yerine yalnızlığın vahşetinin esiri oldular. Peki onlar herhangi bir sağlam kale ile ölüm­den kendilerini korudular mı? Veya ondan kurtulmak için başka bir yolu seçtiler mi? Öyleyse Allah o yüce Zât'tır ki, kahr ve galebesinde onun hiçbir ortağı yok­tur. Ebedi kalacak olan yalnız O'nun tek olan Zât'ıdır. O'nun benzeri yoktur. Ma­demki ölüm herkesin başına gelecek ve toprağa girilecek, kabirde böceklere arkadaş olmak ve Münker ve Nekir'le karşılaşmak gerekecek, toprağın altında uzun bir zaman kalınacak, orası uzun zaman barınak olacak, sonra kıyametin şiddetli manzaraları görülecek, ondan sonra kim bilir Cennet'e mi gidilecek yok­sa Cehennem mi barınak olacaktır? Öyleyse insanı her an ölüm fikrinin kapla­ması son derece gereklidir. O konuşulmalı, hatırlanmalı ve her zaman onun ha­zırlığı ile meşgul olunmalıdır. Onunla ilgilenmek her şey üzerine galip gelmeli, her an onun gelme vakti beklenmelidir. Çünkü onun gelme vakti belli değildir. Kim bilir ne zaman gelecektir. Bundan dolayı Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi ves&ıiem bu­yurdu ki: "Akıllı kimse nefsine galip olan ve ölümden sonrası için işe yarayacak şeylerle meşgul olandır". Bir işe hazırlanmak, her an onu zikredip anlatmadan ve ona özenmeden olmaz. Çünkü bir kimse dünyaya dalmış, onun aldatıcı eşyaları­na saplanmış ve onun şehvetlerine aşık olmuş ise onun kalbi ölümden tamamen gafil kalır. Ölümden bahsedilse bile onun tabiatı ondan sıkılır ve hoşlanmaz. Bunu Allah cette ceiaiuhu şöyle beyan ediyor:"De ki: <O kaçtığınız ölüm mutlaka sizi yakalayacaktır. Sonra gizliyi de açı­ğı da bilen Allah'a döndürüleceksiniz ve O size dünyada yaptıklarınızı ha­ber verecek (ve onların karşılığını da verecektir)>"                                                         (Cuma-8)

Alimler yazmışlardır ki, ölüm hakkında insanlar dört kısımdır. 1) Dünyaya dalan insanlardır. Onlar ölümden bahsedilmesinden bile hoşlanmazlar. Çünkü onunla dünya lezzeti elden çıkacaktır. Böyle bir kimse ölümden asla bahsetmez. Ara sıra bahsetse bile kötülüklerinden bahseder. Çünkü o dünyanın elden çık­masından ıstırap ve üzüntü duyar. 2) Allah'a yönelen kimsedir. Ancak o (yönel­mekte) henüz başlangıç halindedir. Ölümü hatırlamakla hem Allah'tan korkar hem de bu yüzden tevbesinde sebat olur. Bu kişi de ölümden korkar. Ancak bu korku dünyayı kaybetmek yüzünden değildir. Aksine tevbesi tam olmadığından dolayıdır. O da hemen ölmeyi istemez. Tâ ki kendi halini ıslah etsin. Kendisini ıslah etme fikriyle meşgul olmaktadır. O halde bu şahıs ölümü istememekte mazurdur. O Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm şu irşadına dahil değildir: "Bir kimse Allah ile buluşmayı istemezse, Allahu Teâlâ da onunla buluşmayı istemez". Çünkü bu şahıs gerçekte Allahu Teâlâ ile buluşmaktan kaçınmamaktadır. Aksine kendi kusur ve eksikliğinden korkmaktadır. Bunun misali sevdiği biriyle buluşma­dan önce biraz hazırlık yapmak isteyen birine benzer ki, sevdiğinin gönlü hoş ol­sun. Şüphesiz ki bu şahsın her an ölüm hazırlığı ile meşgul olması gerekir. Onun bundan başka hiçbir meşguliyeti olmamalıdır. Eğer durum böyle değilse o zaman bu kişi de birinci şahıs gibidir. Bu da dünyaya dalmıştır. 3) Üçüncü şahıs arif olan kimsedir. Onun tevbesi kâmildir. Bu insanlar ölümü kendilerine sevgili kılmışlardır. Onu arzulamaktadırlar. Çünkü aşık için sevgili ile buluşmaktan daha üstün hangi vakit olabilir. Ölüm vakti mülakat vaktidir. Aşık olan kavuşma vaadinin vaktini kendiliğinden hatırlar. O hiçbir vakit onu unutmaz. İşte bu insanlar Ölümün çabuk gelmesini temenni ederler. Onlar, "Ölüm bir türlü gelmiyor ki, şu masiyet yurdun­dan çabuk kurtulsak" diye ızdırap içinde kalırlar. Bir rivayette şöyle geçmektedir. Hz. Huzeyfe radıyaiiahu anh'm vefatı yaklaştığı sırada şöyle buyurdu: "Sevgili (ölüm) ihtiyaç anında geldi. (Ölüm vakti) pişman olan kurtuluşa eremez. Allah'ım sen bi­liyorsun ki, benim için fakirlik zenginlikten daha sevimliydi. Hastalığı sıhhatten daha çok seviyordum. Ölüme hayattan daha çok rağbet ediyordum. Bana acele olarak ölüm nasib ette, Sana kavuşayım". 4) Bu kısım en yüksek derecedeki in­sanlara aittir. Onlar Allahu Teâlâ'nın rızasına karşılık hiçbir temenni ve arzu taşı­mayanlardır. Onlarkendi arzularıyla, kendileri için ne ölümü isterlerne de hayatı... Bunlar aşkın zirvesindeki Rıza ve Teslim makamına ulaşmışlardır. Nasıl olursa olsun her durumda ölümü hatırlamak ecir ve sevabı gerektirir. Yani dünyaya dalmış bir kim­se bile ölümden bahsedilince lezzetlerinde bir azalma olur. Birazda olsa dünyadan soğukluk meydana gelir. Bundan dolayıdır ki Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Lezzetleri kıran şeyi (ölümü) çokça hatırlayın. Yani ondan bahset­mekle kendi lezzetlerinizi azaltın. Tâ ki Allah'a yönelebilesiniz". Bir hadiste Rasû­lullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur. "Eğer ölüm hakkında sizin bildikleri­nizi hayvanlar bilseydi, siz yemek için hiçbir semiz hayvan bulamazdınız (ölüm kor­kusundan hepsi  Olurlardı)". Hz. Aİşe radıyaiiahu anha Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi ve­seiiem e, "Birkimse (şehid olmadan) şehidlerle beraber olabilir mi?" diye sordu. Ra­sûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, "Kim gece ve gündüz 20 defa ölümü hatırlarsa o şe­hitlerle beraber olur" buyurdu. Başka bir hadiste şöyle geçmektedir: "Kim 25 defa derse o şehidlerin derecesine nail olur".Bütün bu faziletlerin sebebi şudur: Ölümü çokça zikretmek bu aldatıcı dünya evine karşı rağbetsizlik meydana getirir ve ahirete hazırlanmaya sevk eder. Ölümden gafil olmak, dünya şehvetlerine ve lezzetlerine dalmayı meydana getirir. Atâ Horasâni rahmetuliahi aleyh diyor ki: Bir defasında Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bir meclise uğradı. Oradan yüksek sesle gülüşme sesleri geliyordu. Rasûlullah saiiatiahu aleyhi veseiiem, "Meclislerinizde lezzetleri bulandıran şeyi de hatırlayın" buyurdu. Sahabeler, "Ya Rasûlallah! Lezzetleri bulandıran şey nedir?" deyince Rasûlullah saitaiiahu aleyhi veseitem, "Ölümdür" buyurdu. Diğer bir hadiste Rasûlullah sailallahu aleyhi veseiiem'ın şöyle buyurduğu geçmektedir: "Ölümü çok hatırlayın. O günahları giderir, dünyaya karşı rağbetsizlik meydana getirir".[159]Bir hadiste Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Siz öldükten sonra başınıza gelecekleri bilseydiniz asia iştahla yemek yemez, hiçbir zaman lezzet alarak su içmezdiniz". Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bir sahabeye şöyle va­siyet buyurdu: "Ölümü çok hatırla, bu seni diğer şeylere rağbet etmekten alıko-yar". Bir hadiste, "Ölümü çok hatırlayınız. Bir kimse ölümü çok hatırlarsa onun kalbi diri olur ve ölüm ona kolay olur" buyurulmuştur. Bir Sahabe, "Ya Rasûlallah ben ölümü sevmiyorum. Bunu nasıl tedavi edeyim" dedi. Rasûlullah saiiaiiahu aley­hi veseiiem, "Senin malın var mı? "buyurdu. O, "Evet var dedi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Onu ileriye gönder. İnsanın kalbi mala bağlı kalır. Onu ileri gönderince kendisi de onun yanına gitmeyi gönülden ister. Malı geri bıra­kınca gönlü onunla kalmak ister"[160] Başka bir hadiste şöyle geçmektedir: Gecenin üçte ikisi geçince Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyururdu: "Ey insanlar Allah'ı zikrediniz! Allah'ı zikrediniz! Yakında kıyametin sarsıntısı, sonra da Sûra üfürülme vakti geliyor. (Her şahsın) ölümü bütün şiddetiyle geliyor"[161]Hz. Ömer İbni Abdulaziz rahmetuliahi aieyh'm âdeti şuydu: Her gece ulema topluluğunu davet eder. Onlar ölüm, kıyamet ve ahiretten bahsederlerdi. Kendisi öyle ağlardı ki, sanki önüne bir cenaze konulmuştu. İbrahim Teymî rahmetuliahi aleyh diyor ki: "İki şey dünyanın her lezzetini benden ayırdı. Birincisi ölüm, ikincisi Cenab-i Hak'kın huzurunda dikilme (hesap verme) düşüncesi". Hz. Ka'b radtyaiia-hu anh buyuruyor ki: "Kim ölümü tanırsa, ona dünyanın bütün musibetleri kolay gelir". Eş'as rahmetuliahi aleyh diyor ki: "Biz ne zaman Hz. Hasan Basri rahmetuitahi aieyh'ln meclisinde bulunsak Cehennem ve ahiret zikredilirdi". Bir kadın Hz. Aişe radıyaiiahu anha'ya kalbinin katılığından şikayet etti, Hz. Aişe radıyaliahu anha, "Ölümü çok hatırla kalbin yumuşar" buyurdu. Kadın öyle yaptı. Sonra Hz. Aişe radıyaiiahu anhanm yanına gelip ona çok çok teşekkür etti.[162]İmam Gazali rahmetuliahi aleyh buyuruyor ki: Ölüm meselesi son derece teh­likelidir. İnsanlar ise ondan gafildirler. Evvela kendi meşguliyetlerinden dolayı onu hiç zikretmiyorlar. Zikretseler bile kalpleri başka tarafla meşgul olduğundan sadece dil ile zikretmek faydalı olmuyor. Aksine kalbi her taraftan tamamen boşaltıp sanki ölüm karşısındaymış gibi düşünmeye gerek vardır. Bunun şekli şudur: Kendi yakınlarını, akrabalarını ve dünyadan göçen dostlarının halini dü­şünmelidir. Neden onları tabut için de götürüp toprağın altına gömdüğünü dü­şünmeli, onların suretlerini, onların yüksek rütbelerini hayal etmelidir. Ve şöyledüşünmelidir şimdi toprak onların o güzel yüzlerini nasıl değiştirmiştir? Onların vücutlarındaki âzâlar birbirinden ayrılmıştır. Nasıl da çocukları yetim, hanımları dul, yakınları ve akrabaları gözü yaşlı bırakıp gittiler. Onların eşyaları, onların malları ve onların elbiseleri oldukları gibi kalmışlardır. Bunlar bir gün benim başı­ma da gelecektir. Onlar meclislerde oturup nasıl da kahkaha atarlardı. Şimdi susmuş bir haldeler. Dünya lezzetleriyle nasıl da meşguldüler. Bugün ise topra­ğa yapışıp kalmışlardır. Ölümü nasıl da unutmuşlardı. Bugün ise onun avı oldu­lar. Nasıl da gençliğin sarhoşluğundaydılar. Bugün ise onları soran bile yoktur. Nasıl da dünya işleriyle meşgul idiler. Bugün ise el ayrı düşmüş, ayak ayrı kal­mış, dile kurtlar yapışmaktadır. Beden kurtlanmış bir vaziyettedir. Nasıl da katıla katıla gülüyorlardı. Bugün ise dişleri düşmüştür. Nasıl tedbirler düşünürlerdi, yılların intizamını düşünürlerdi. Halbuki ölüm başlarının üzerindeydi. Ölüm günü yakındı ancak onların "Bu gece ben olmayacağım" diye bilgileri yoktu. İşte aynı hâl benim de başıma gelecek. Bugün ben bu kadar intizam ve düzenler yapı­yorum. Yarın ne olacağından haberim yoktur,[163]

 

BEYT:

 

Hiçbir beşer olmadı agâh, kendi vefatından Eşya yüz yıllık ama haber yok ecel ânındanGöklerde çeşitli işlere tayin edilmiş olan meleklere bir senelik emirler bir gecede verilir. Şöyle ki, "Bu sene falan işi yapacaksınız, falan ve falan kişiyle ilgili şu iş yapılacaktır" denir. Bu emirler Kadir Gecesi'nde mi yoksa Beraat Gecesi'n-de mi indiği konusunda çeşitli rivayetler vardır. Hangi gece olursa olsun rivayet­lerde sık sık şu ifade geçmektedir: O gece öleceklerin hepsinin listesi meleklere teslim edilir. İnsan dünyada son derece gaflet içinde oyun ve eğlence ile meşgul olmaktadır. Göklerde ise onun tutuklanma kararı çıkarılmıştır. Onun ölüm ferma­nı açıklanmıştır. Bu hususta ne bir şefaat imkanı, ne bu kararın temyizi ne de onun ölümü için tayin edilen vaktin bir dakika geciktirilme imkanı vardır. Hz. İbni Abbas radıyaiiahu anhuma Duhân sûresinin tefsirinde şöyle buyurmuştur: "Sene için­de olacak olan (şu kadar nzik verilecek, falanca kişiler ölecek, falancalar doğacak şu kadar yağmur yağacak gibi) şeylerin hepsi Kadir Gecesi'nde Levhi Mahfuz'ûan nakledilir. Hatta, <Bu sene falanca kişiler Hac yapacak> diye nakledilir". Bir ha dişte İbni Abbas radıyaiiahu anhuma buyuruyor ki: "Sen bir adamı görürüsün ki o pa zarda gezip dolaşıyor. Ancak onun adı bu seneki ölüler arasına yazılmıştır".Ebû Nadra rahmetuliahi aleyh diyor ki: "O gece sene boyunca yapılacak bü tün işler (meleklere) taksim edilir. Sene boyunca işlenecek iyilik, kötülük, rızık, ölüm, sıkıntılar, fiyatların ucuzluk ve pahalılık (listesi) meleklere verilir". Hz. İkri-me radıyaiiahu anh diyor ki: "Beraat Gecesi'nde senelik hükümler kararlaştırılıp,meleklere teslim edilir. O sene içindeki öleceklerin fihristi, hacıların fihristi onlara verilir. O hükümlerde ne eksiklik ne de fazlalık olur". Bir hadiste Rasûluilah sallat-lahu aleyhi vesellem'ın şöyle buyurduğu vârid olmuştur: "Şaban ayından diğer Şaban ayına kadar ne kadar ölecek kimse varsa onların hepsinin vakitleri yazılıp verilir. Hatta insan dünyada evlenir, çocuğu olur. Halbuki göklerde onun adı o sene öle­cekler listesine geçmiştir". Hz. Aişe radıyaiiahu anha buyurdu ki: "Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem Şaban ayında çok oruç tutardı. Çünkü bu ayda bütün sene içinde öleceklerin listesi düzenlenir. Hatta bir adam evlenmekle meşgul olur. Halbuki orada onun adı ölüler arasında yazılmıştır. Bir adam hacca gider, halbuki onun adı ölüler arasındadır". Bir başka hadiste geçtiğine göre Hz. Aişe radıyaiiahu anha Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'e Şaban ayında çok oruç tutmasının sebebini sordu. Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Bu ayda bütün sene boyun­ca öleceklerin fihristi hazırlanır. Benim gönlüm istiyor ki, benim adım öleceklerin listesine geçtiği vakit oruçlu olayım". Başka bir hadiste şöyle buyu rul m ustur: "Şaban ayının onbeşinci gecesi Allah ceiie ceiaiuhu ölüm meleğine o sene içinde ölecekleri bildirir". Diğer bir hadiste Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Her gün güneş doğduğunda şöyle ilan edilir; <İyi iş yapacaksan yap. Bugünkü gün senin ömründe bir daha asla gelmeyecektir (o halde bu gün kendine ait ne kadar iyilik yazd ıra bil irsen yazdır)>. İki melek semâdan ilan eder. Onlardan biri, <Ey iyilik arayan kişi sevin! (Ve ilerle)> der. Diğeri, <Ey kötülük işleyen kişi yaptığına son ver ve dur (kendi felaketinin malzemesini bir araya toplama)> der. Başka iki melek de şöyle ilan eder; Onlardan biri, <Allah'ım! Harcayana karşılığını ver> der. Diğeri, <Allah'ım! Malı alıkoyup saklayanın malını berbad et!> der". Atâ bin Yesâr rahme-tuitahi aleyh diyor ki: "Şaban ayının on beşinci gecesi olunca Melek-ül Mevt'e (ölüm meleğine) bir liste verilir ki, onda isimleri bulunanların hepsinin ruhları o sene içinde kabz edilsin. Burada bir adam yaygı ve döşeme ile uğraşır, evlenmekle uğraşır, ev inşaatıyla uğraşır. Halbuki Öbür tarafta ölüler listesine girmiştir".[164]İmam Gazali rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: Zavallı insan üzerine her ne ka­dar hiçbir âfet, bir musibet, bir hâdise, bir üzüntü, bir acı, bir sfkıntı ve bir korku gelmese de yine de ölümün şiddeti, can çıkma hali ve bunun endişesi, insanın bütün lezzetini bulandırmak için yeterli bir şeydir. Onun bütün rahat ve huzurunu kaçıran birşeydir. Onun gafletini gidermek için ölümü düşünmek elbette yeterlidir. O şey o kadar şiddetlidir ki, insanın her an onu düşünmesi ve ona hazırlık yap­ması gerekir. Özellikle ölümün ne zaman gelip de musallat olacağı bilinmediği bir durumda ona hazırlanılmalıdır. Bir hekim şöyle demiştir: "İp başkasının elindedir, ne zaman çekeceği bilinmez". Hz. Lokman aieyhisseiam oğluna şöyle buyurmuştur: "Ölüm ne zaman geleceği belli olmayan birşeydir. Öyleyse o aniden gelmeden önce onun için hazırlık yap". Gerçekten çok hayret edilecek bir şeydir ki, insan lezzetlerle son derece meşgul olduğu, en yüksek seviyedeki oyun ve eğlence meclislerine katıldığı bir sırada, bir polisin kendisini aradığını (bir suçun cezası olarak) kendisine beş kamçı vuracağını öğrense bütün lezzetleri, bütün keyif ve zevkleri bulanir. (Hatta sadece polisin elinde kendi hakkında tutuklanma kararı­nın olduğunu ve bugünlerde polisin kendisini tutuklayacağını bilse bütün lezzet­leri sona erer ve gece uykusu kaçar). Halbuki o biliyor ki, ölüm meleği her an onun peşindedir. (Binlerce kırbaç ve cop acısından daha şiddetli olan) ölüm acı­larını ona musallat edecektir. Yine de her an ondan gafil kalmaktadır. Bu en üst derecede bir cehalet ve aldanma değil de nedir? Gerçek şudur ki, Ölümün acısını başından geçen bilir. Başkası onun acısını bilemez. Ancak o kıyas edebilir veya ölen kimsenin halini görerek biraz tahminde bulunulabilir. Kıyas şöyle olabilir; Şu açıktır ki, vücudun hangi kısmında ruh yoksa onu kesmekle acı hissedilmez (me­sela bedenin ölmüş olan derisini kesmekle acı duyulmaz). Ancak kendisinde can bulunan organ ve hisseye iğne ile dokunmakla veya onu kesmekle şiddetli acı duyulur. O halde vücudun hangi organı yaralanır veya kesilirse ya da yanarsa, ruh ve hayatın o beden hissesiyle irtibatı olduğu için oraya acı ulaşır. Bu irtibat­tan dolayı o organ vasıtasıyla tesir ruha ulaşır. Ruh bütün beden içinde yayılmış­tır. O halde onun az bir hissesi her bir organa tesir etmiş haldedir. Ruhtan ne kadar hisse o organda bulunuyorsa, acıdan o kadar az bir hisse ruha tesir eder. Ancak ölüm vakti organların yerine, doğrudan ruhun tamamına ulaşan acının ne kadar olduğu bu kıyasla tahmin edilebilir. Çünkü ölüm bütün organlara yayılmış olan ruhu doğrudan doğruya çeker. Bunun için bir organ kesildiğinde çekilen acı kadar (can çıkarken) acı çekmeyen vücudun hiçbir parçası yoktur. Çünkü bir or­gan kesilince ruh oradan ayrılmakta olduğu için acı çekilir. Eğer o organ ölü olsa onda ruh olmasa, onu kesmekle zerre kadar acı duyulmaz. O halde ruhun az bir kısmı ayrılmakla bu kadar acı duyulduğuna göre, ruhun tamamı bedenin bütün hisselerinden çekildiğinde ne kadar acı duyulacağı apaçık bir şeydir. Ancak be­denin bir parçası kesildiğinde ruhun kalan hissesi bütün bedende bulunmaktadır. Bu yüzden insan bağırır ve çırpınır. Ancak ruhun tamamı çekilmeye başlayınca, bedenin zayıflığından dolayı insan, "ah, vah" diye sızlanmaktan biraz sükûnet bulacak gücü kalmaz. Elbette eğer insanın bedeni güçlü olursa, nefes alırken ondan duyulabilecek kadar bir ses çıkar. Eğer güç yoksa bu ses de meydana çıkmaz. Ruh çıktığı zaman her organ yavaş yavaş soğumaya başlayacaktır. İlk önce ayaklar soğur. Çünkü ruh ilk önce ayak tarafından çekilir. Sonra baldırlar soğur. Ondan sonra bacaklar, aynı şekilde her organ soğur. Her organ sanki kesilmiş kadar acı duyar. Hatta ruh boğaza ulaşınca gözlerden nur gider.Bundan dolayı Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm duaları arasında şu dua da vardır: "Allah'ım! Bana ölüm ve can verme acısını kolaylaştır". Müslümanlar da Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem e ittiba ederek aynı duayı yapıyorlar. Ancak ölü­mün acısına vakıf olmadıklarından dolayı dikkat ve teveccüh göstermeden bu du­ayı yapmaktadırlar. Bu yüzden Enbiya-i Kiram aieyhimüssaiatû vesselam ve Evliya-i İzam Ölümden çok korkarlardı. Hz. İsa ala nebiyyina ve aieyhissaiatü vesselam kendi havarilerine şöyle buyurmuştur. "Allahu Teâlâ'ya dua edin de can verme acısını bana kolay etsin. Çünkü ölüm korkusu beni ölüme yaklaştırdı".Denilir ki; Benî İsrail'den âbidler topluluğu bir kabristana vardırlar. Arala­rında şöyle bir meşvere yaptılar; "Allahu Teâlâ'ya dua edelim de kabirlerden bir ölü ortaya çıksın. Biz de ona başından ne geçtiğini soralım". Nitekim dua yaptı­lar. Bir ölü onlara zahir oldu. Alnında çok secde yapmaktan dolayı bir iz vardı. O, "Siz bana ne sormak istiyorsunuz. Ben öleli eli sene oldu ama ölüm vaktindeki acı şimdiye kadar benim vücudumdan gitmedi" dedi. Bir hadiste Rasûlullah sailai-lahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Allah'ım! Sen ruhu sinirlerden, kemiklerden ve parmaklardan çıkarıyorsun. Bana ölümün acısını kolaylaştır". Hz. Hasan radıyalia-hu anh buyuruyor ki: "Bir defasından Rasûlullah saiiaiiahu 'aleyhi veseiiem ölümün şid­detinden bahsetti ve <Üç yüz kılıç darbesi kadar acı duyulur> buyurdu". Hz. Ali Kerremaiiahu vechehu cihada teşvik ettiği zaman şöyle buyurdu: "Eğer siz öldürül-mezseniz yataklarınızda öleceksiniz. Canım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, ölüm acısı bin kılıç darbesinden daha şiddetlidir". Evzâi rahmetuiiahialeyh diyor ki: Bize şu söz (hadis) ulaştı ki; "Ölüler Kıyamet günü dirilene kadar ölüm acısının tesirini hissederler". Hz. Şeddâd bin Evs rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Ölüm, dünya ve ahiretin bütün acılarından daha acıdır. O, testereyle biçilmekten daha şiddetlidir. O, makasla kesilmekten daha kötüdür. O, kazanda pişirilmekten daha fecidir. Eğer ölüler kabirlerinden kalkıp da ölüm acısını haber verseler, hiçbir kimse dünyada lezzetli bir vakit geçiremez, tatlı tatlı uyuyamazdı".Denilirki Hz. Musa aiâ nebiyyina aieyhissaiatü vesselam ahirete intikal edince Allah ceiieceiaiuhu, "Ölümü nasıl buldun?" diye sordu. O, "Ben canımı sanki ateşte diri diri kızartılan bir serçe gibi gördüm. Onun ne canı çıkıyordu ne de uçma imkanı vardı" dedi. Başka bir rivayette şöyle geçmektedir: "Benim canım sanki diri diri derisi yüzülen bir koyun gibiydi" ifadesi geçmektedir. Hz. Aişe radıyaiiahu anha buyuruyor ki: Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem ahirete intikal ederken yanına içi su dolu olan bir kap konulmuştu. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem sık sık mübarek elini kabın içine sokuyor, sonra yüzüne sürüyor ve şöyle buyuruyordu: "Allah'ım! Ruhumun ayrılma şiddetine karşı bana yardım eyle!". Hz. Ömer radı­yaiiahu anh, Hz. Ka'b radıyaiiahu anh'a, "Ölüm halini anlat" dedi. O,/"Ey Mü'minlerin Emiri! Dikenli bir ağaç dalı insanın içine sokulup böylece insan/n her parçası onu sarıp, sonra o dal birden çekildiği gibi can (bedenden) çekilir" buyurdu.Buraya kadar bahsedilenlerin hepsi ruhu teslim etmenin özet olarak açık-lamasıydı. Bütün bunlara ilave olarak ölüm meleğinin ve ona yardımcı olan me­leklerin korkunç şekilleri ayrı bir merhaledir. Günahkarların canının çıktığı andaki meleğin yüzü o kadar korkunç olur ki, en güçlü insanın bile ona bakmaya gücü yetmez. Hz. İbrahim alâ nebiyyina ve aieyhissaiatü vesselam ölüm meleği (Azrail aleyhis-se/am'a), "Sen günahkar insanların canını aldığın andaki yüzünü bana göster" dedi. Melek, "Siz buna tahammül edemezsiniz" dedi. Hz. İbrahim aieyhisseiam, "Hayır, ben tahammül ederim" buyurdu. Hz. Azrail aieyhisseiam, "Peki, öyleyse yüzünüzü çeviriniz" dedi. Hz. İbrahim aieyhisseiam yüzünü çevirdi. Ondan sonra Azrail aieyhisse­iam "Simdi bakınız" dedi. Hz. İbrahim aieyhisseiam yukarı bakınca son derece siyah,dev gibi bir adam gördü. Çok uzun ve dimdik saçları vardı. Çok kötü kokuyordu. Siyah elbiseliydi. Ağzından ve burnundan ateş alevleri çıkıyordu, Hz. İbrahim aieyhisseiam bu hali görünce bayıldı. Uzun bir zaman sonra kendine geldiğinde ölüm meleği önceki şeklindeydi. Hz. İbrahim aieyhisseiam buyurdu ki: "Eğer fâcir bir kimse için başka bir âfet olmasa, yine de (ölüm meleğinin) bu sureti o kişiye âfet olarak yeterlidir". Bu hâl fâcirlerin hâlidir. Ancak Allah'a itaat eden kulların ruh-ları çıkarken son derece güzel yüzlü olur. Hz. İbrahim a/ey/ı/sse/am'dan naklediidi-ğine göre, o ölüm meleğine, "Bana o hali de göster" dedi. Nitekim karşısında son derece güzel, çok şahane elbise giyinmiş, güzel kokular saçan bir genç gördü. Hz. İbrahim aieyhisseiam buyurdu ki: "Mü'min ölürken kendisi için bu güzel suretten başka hiçbir sevindirici bir şey olmasa bile, bu (görüntü onun için) yeterlidir".Bir hadiste şöyle geçmektedir: "Allahu Teâlâ bir kulunu severse, ölüm me­leğine, <Falan kulumun ruhunu getir. Ben onu rahat ettireceğim. Onun imtihanı olmuştur. O, Benim istediğim gibi imtihanı kazandı> der. Ölüm meleği onun ya­nına gelir. Yanında 500 melek vardır. Onlardan her biri, o kişiye diğerinin verme­diği bir müjde verir. Onların ellerinde reyhan dalları ve zaferan kökleri bulunur. Bütün melekler ayakta iki sıra halinde dikilirler. İblis bu manzarayı görünce ba­şını tutarak ağlayıp, feryad etmeye başlar. Onun ayak takımı koşarak gelirler ve <Efendim ne oldu?"> diye sorarlar. O, <Bedbahtlar! Görmüyor musunuz ne olu­yor, siz öldünüz mü?> der. Onlar, <Ey efendimiz! Biz çok çalıştık, çabaladık, an­cak o günahlardan korundu> derler". Hz. Câbir bin Zeyd radıyaiiahu anh'ın vefatı yaklaştığında biri kendisine, "Arzu ettiğiniz bir şey var mı?" deyince, "Hasan rah­metuiiahi aleyh ile görüşmek istiyorum" dedi. Hz. Hasan Basri rahmetuiiahi aleyh gelin­ce halk, "Hasan geldi" dedi. Hz. Cabir radıyaiiahu anh buyurdu ki:[165] "Kardeşim! Bu ayrılık vaktidir. Artık gidiyorum. Bilmiyorum ki, Cennet'e mi Cehennem'e mi?" Hz. Temîmi Dârî radıyaiiahu anh diyor ki: Allahu Teâlâ ölüm meleğine buyurur ki; "Benim falan velîmin yanına git ve onun ruhunu alıp getir. Ben onu sevinç ve üzüntüde, her iki halde de imtihan ettim. O, Benim istediğim gibi çıktı. Onu al, gel. Tâ ki o dünya sıkıntılarından kurtulsun". Melek-ül Mevt (ölüm meleği) yanın­da 500 melekle birlikte onun yanına gelir. Onların hepsinin yanında Cennet kefe­ni olur. Ellerinde reyhan demetleri vardır. Onların her birinde yirmi renk vardır. Her renkte ayrı bir koku mevcuttur. Beyaz bir ipek mendil içinde, kokusu etrafa yayılan misk bulunmaktadır. Ölüm meleği o kişinin baş ucuna oturur. Diğer me­lekler onun dört bir yanını kuşatırlar. Onun her uzvuna ellerini koyarlar. Bu misk bulunan mendili çenesinin altına yerleştirirler. Onun gözünün önüne Cennet'in kapısını açarlar. Onun gönlü Cennet'in yepyeni nimetleriyle eğlendirilir. (Çocuk ağladığında, evdekilerin çeşitli şeylerle onun gönlünü eğlendirdikleri gibi) bazen Cennet'in hurileri karşısına getirilir, bazen oranın meyveleri gösterilir bazen de oranın elbiseleri... Kısaca onun karşısına çeşitli şeyler getirilir. Onun hurileri (Cen­net hanımları) sevinçten oynayıp, eğlenmeye başlarlar. Bütün bu manzaraları görünce (kafesin içindeki bir canlının çıkmak için çırpındığı gibi) onun ruhu vücudun içinde arzusundan çırpınmaya başlar. Ölüm meleği ona, "Ey mübarek ruh, yürü. Dikeni olmayan ağaçlara doğru... Bir birine eklenmiş bahçe çitlerine doğru... Çok geniş ve uzun olan ve altlarından sular akan gölgelere doğru... (Bun­lar Kur'an-ı Kerim'de Vakıa sûresinde zikredilen şu birkaç manzaraya işarettir:)

"(Onlar) dikensiz kirazlar, / meyveleri birbiri üzerine yığılmış muz ağaçlan, / uzanmış gölgeler, / çağlayarak akan sular, / Bitip tükenmeyen ve yasaklan­mayan / çok çeşitli meyveler içinde / ve kabartılmış yüksek döşekler üze-rindedirler" (Vakıa-28-34). Ölüm meleği sanki bir annenin çocuğuyla konuş­ması gibi yumuşak konuşur. Çünkü o ruhunun, Allah'a yakın olduğunu bilmekte­dir. O, Allahu Teâlâ'nın kendisinden razı olması için o ruha yumuşak davranır. Ruh onun bedeninden kılın çekilmesi gibi kolayca ayrılır. Ruh çıkınca bütün me­lekler ona selam verirler ve Cennet'e gireceğini müjdelerler. Bu durum Kur'an-ı Kerim'de şöyle zikredilmiştir:"Onlar meleklerin iyilikle canlarını aldıkları kimselerdir. Melekler onlara, <Selam olsun size! Dünyada yaptıklarınızın karşılığı olarak Cennet'e girin> derler" (Nahl-32). Eğer o kimse mukarreb (Allah'a yakın) kullardan ise Vakıa sûresinde onunla ilgili şöyle buyurulmuştur:"Onun için rahatlık, güzel rızık ve Naîm Cennet'i vardır" (Vâkıa-39) O halde ruh bedenden ayrıldığı vakit şöyle der: "Allah sana en üstün mükafatı versin. Sen Allah'a kulluk ve itaat hususunda acele ederdin. Ona isyana yanaşmazdın. Bugün sana mübarek olsun. Sen kendin de azaptan kurtuldun, beni de7kurtardın". Ruh bedenden ayrılırken beden de aynı ifadeleri ruha söyler. Onların bu ayrılığına, üzerinde devamlı ibadet ettiği toprak parçası da ağlar. Amellerinin çoğunlukla kendilerinden geçerek yukarı gittiği ve ona kendilerinden rızık inen gök kapıları da ağlar. Ondan sonra 500 melek ölünün yanına toplanırlar. Onu yıkayan kişi, onun omuzlarını döndürdüğü zaman melekler ona yardım ederler. O kişi ölüye kefen giydirmeden önce hemen kendi getirdikleri kefeni giydirirler. O güzel koku sürmeden önce melekler kendi getirdikleri güzel kokuları sürerler. Ondan sonra melekler onun kapısından kabre kadar yolun iki kenarına sıralanırlar ve onun cenazesini dua ve istiğfarla karşılarlar. Şeytan bütün bu manzarayı görünce o kadar şiddetli ağlar ki, neredeyse kemikleri kırılır. Kendi askerlerine, "Yazıklar olsun size! Bu adam sizden nasıl kurtuldu?" der. Onlar, "Bu masumdu (yani gü­nahsızdı)" derler. Ondan sonra Melek-ül Mevt onun ruhunu yukarı götürünce onu karsılar. Bu melekler ona Allah tarafından müjdeler verirler. Ondan sonra Melek-ül Mevt onu arşa kadar götürür. Oraya ul şınca o ruh secdeye kapanır. Allahu Teâlâ, "Benim kulumun ruhunu,Dikensiz kirazlar, meyveleri birbiri üzerine yığılmış muz ağaçları arasına ulaştırınız" buyurur. Onun na'şı kabre konulunca onun namazı sağ tarafına gelip dikilir. Oruç, sol tarafına dikilir. Kur'an tilaveti ve Allah'ı zikir, baş tarafında durur. Cemaatle namaz kılmak için giderken attığı adımların sevabı ayak tarafında durur (musibetlere ve günahlara) sabır, kabrin bir tarafında durur. Ondan sonra azab boynunu kabre uzatır ve ölüye ulaşmak ister. Ancak o sağ taraftan gelirse namaz ona, "Çekil oradan! Allah'a yemin olsun ki, bu adam devamlı meşakkat­lere katlandı. Ancak şimdi biraz rahatça uyuyor" der. Sonra o sol taraftan ge­lince oruç aynı şekilde onu uzaklaştırır. Daha sonra o baş tarafından gelir. Tila­vet ve zikir, "Sana buradan yol yoktur" diyerek onu engeller. Kısaca o hangi yön­den gelmek isterse, oradan yol bulamaz. Çünkü Allah'ın velisini, ibadetleri her tarafından sarmıştır. O azab, aciz olarak geri döner. Ondan sonra bir köşede du­ran sabır, o ibadetlere, "Ben, <Eğer bir kanatta (ibadetlerdeki herhangi bir eksik­likten dolayı) biraz zayıflık olursa, o taraftan savunmaya geçerim> diye bekliyor­dum. Ancak Elhamdülillah ki, sizler hep birlikte onu defettiniz. Artık ben (amelle­rin tartılacağı) mizan vaktinde onun işine yarayacağım" der. Ondan sonra iki me­lek o ölünün yanına gelirler. Onların gözleri şimşek gibi parlak, sesleri bulutlar­dan gelen şiddetli gök gürültüsü gibidir. Onların sivri dişleri ineğin boynuzları gibidir. Ağızlarından nefesle birlikte ateş alevleri çıkar. Saçları ayaklarına kadar uzanır. Onların bir omuzundan diğer omuzuna kadar olan mesafe yürüyerek birkaç günde kat edilir. Sanki merhamet ve yumuşaklık onların yanından bile geçmemiştir (şüphesiz ki mü'minlere sert davranmazlar). Ancak onların bu görünüşleri yetmez mi? Onlara Münkerve Nekîr denilir. Onların her birinin elinde o kadar büyük balyozlar vardır ki, eğer bütün cinler ve insanlar onu kaldırmak isteseler, kaldıramazlar. Onlar gelince ölüye, "Otur" derler. Ölü hemen oturur. Kefeni başından beline kadar sıyrılıp açılır. Onlar şöyle sorarlar; "Rabbin kim?", "Dinin nedir?", "Nebîn kim?" Ölü, "Rabbim Allah ceüe ce/a/uhu'dur, O birdir. O'nun şeriki yoktur. Dinim İslam'dır. Nebim Muhammed saiiaiiahu aleyhi vese//em'dir. O Hatem-ün Nebiyyin'dir" der. Her iki melek, "Sen doğru söyledin" derler. Ondan sonra onlar kabrin duvarlarını kaldırırlar. Böylece kabir yukarıdan ve dört taraf­tan, sağ ve soldan, baş tarafından çok fazla genişler. Ondan sonra onlar, "Başını yukarı kaldır!" derler. Ölü başını kaldırınca bir kapı görür. O kapıdan da Cennet görünür. Onlar derler ki, "Ey Allah'ın dostu! Senin kalacağın yer işte orasıdır. Çünkü sen Allahu Teâlâ'ya itaat ettin". Rasûlullah saiiaüahu aleyhi veseilem buyurdu ki: Canım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, ölü o anda bir daha asla tükenmeyecek bir şekilde sevinecektir. Ondan sonra melekler, "Ayak tarafına bak" diyecekler. O bakınca Cehennemin bir kapısını görecek (oradan da Cehennem'in hali görünecek­tir). Melekler, "Ey Allah dostu! Sen bu kapıdan kurtuldun" diyeceklerdir. O vakit ölü o kadar sevinecek ki, o sevinç hiç bitmeyecektir. Ondan sonra kabirdenCennet'e doğru yetmiş kapı açılacaktır. Oradan, ona Cennetin serin havası ve güzel kokulan gelecek ve kıyamete kadar bu manzara devam edecektir.(Bunlardan sonra diğerinin halini de dinleyiniz:) AllahuTeâlâMelek-ülMevt'e, "Düşmanımın yanına git ve onun canını alıp getir. Ben ona her çeşit bolluğu ver­dim. (Dünyanın her tarafından) nimetlerimi ona yükledim. Ancak o Bana isyan­dan geri durmadı. Getir de bugün onun cezasını vereyim" buyurur. Ölüm meleği son derece korkurîç bir şekilde onun yanına gelir. Onun yüzünde on iki gözü var­dır. Yanında Cehennem'de kızdırılmış demirden bir topuz bulunmaktadır. Üze­rinde sivri uçlar bulunur. Onlarla birlikte 500 melek vardır. O meleklerin yanında bakırdan bir parça bulunur. Ellerinde de Cehennem ateşinin büyük közleri ve ateşten kamçılar vardır ki, onlardan alevler yükselir. Melek-ül Mevt gelir gelmez ona topuz ile vurur. Onun sivri uçları her damara ve sinire girer. Sonra onu çe­ker. Diğer melekler o kırbaçlarla onun yüzüne ve arkasına vurmaya başlarlar. Bu yüzden o bayılır. Onlar, onun ruhunu ayak parmaklarından çıkarıp, topuklarında tutarlar ve ona dayak atarlar. Sonra topuktan çıkarıp, dizinde tutarlar. Daha son­ra oradan çıkarıp karnında tutarlar (yer yer ruhu tutmalarının sebebi, uzun süre acı çekmesi içindir). Sonra ruh oradan çekilip göğüste tutulur. Sonra melekler bakırı ve Cehennem közlerini onun çenesinin altına koyarlar. Ölüm meleği şöyle der: "Ey mel'ûn ruh! Çık ve sıfatı (Kur'an-ı Kerim'de) şöyle beyan edilen Ce-hennem'e doğru yürü.""Onlar vücudun içine işleyen alevli bir ateş ve kaynar bir su içindedirler. / Kapkara bir dumanın gölgesi altındadırlar. / O gölge ne serindir ne de fe­rahlık verir. (Aksine son derece sıkıntı vericidir)" (Vâkıa-42,43,44). Sonra onun ruhu bedeninden ayrılınca, bedenine, "Allah ceiie ceiaiuhu sana cezanı versin. Sen, beni Allah'a isyana götürmekte acele ederdin. Ona itaatte tembellik ederdin. Sen kendin helak olduğun gibi beni de helak ettin" der. Aynı şekilde beden de ruha aynı sözleri söyler. Üzerinde Allah'a karşı günah işledikleri toprak parçası ona lanet eder. Şeytanın askerleri koşarak kendi liderleri olan İblis'in yanına giderler ve ona, "Bir adamı Cehennem'e ulaştırdık" diye müjde verirler. Sonra o kabre konulunca kabir onu öyle sıkar ki, onun kaburgaları birbirine geçer. Daha sonra ona kara yılanlar musallat olur. Onun burnundan ve ayağının başparmağından ısırmaya başlarlar. Nihayet iki taraftaki yılanlar ortada birleşirler. Sonra onun yanına Münker ve Nekir melekleri gelir (ki onların heybeti biraz önce geçmiştir). Ona şöyle sorarlar, "Senin Rabbin kim?", "Senin dinin ne?", "Senin Nebîn kim?". O, her sual sorulusunda, cevap olarak bilmediğini söyler. Bu cevaplar üzerine ona gürz ile o kadar şiddetli vurulur ki, o gürzün kıvılcımları kabre yayılır. Sonra ona, "Yukarı bak" denilir. Yukarıda Cennet'in açılmış olan kapısını görür (onun bağlan ve yeşillikleri ona görünür). Melekler ona, "Ey Allah'ın düşmanı! Eğer sen Allah'a itaat etseydin, burası senin kalacağın yer olacaktı" derler. Sonra Rasûlullah e buvurdu: Canım kud/et elinde olan Allah'a yeminolsun ki, o kişi, o vakit Öyle bir hasret çeker ki, ondan önce öyle bir hasret asla çekmemiştir. Sonra cehennem kapısı açılır. Melekler ona, "Ey Allah'ın düşmanı! Artık senin kalacağın yer burasıdır. Çünkü sen Allahu Teâlâ'ya isyan ettin" der­ler. Ondan sonra onun kabrinde Cehennem'in 77 tane kapısı açılır. Kıyamete kadar oradan Cehennem'in sıcak havası ve dumanları gelir.Muhaddisler (Allah onlara rahmet etsin) bu hadis hakkında senedi açısın­dan birkaç kelâm etmişlerdir. Ancak bu hadiste geçen ifadeler pek çok rivayetler­le teyid edilmiştir.[166] Özellikle Mişkât-ı Şerifin Kitâb'u! Cenâiz ve Bab'u İsbât-ı Azâb'il Kabr bölümlerinde geçen Hz. Berâ bin Âzib radıyaiiahu anh ve Hz. Ebû Hureyre radıyaiiahu anh'ın rivayetleri (bu konudadır). Bu manzara göz önünde çok fazla bulundurulmalıdır. Zira çok şiddetli bir manzaradır. Bu olaylar hadislerde sık sık zikredilmiştir. Kısa tutmak için sadece bir hadisin tercümesi yazılmıştır. Hz. Aişe radıyaüahu anha buyuruyor ki: "Kabir ehlinden günahkar olanlar için felaket vardır. Çünkü onlara kara yılanlar musallat edilir. Bir yılan ayak tarafından, diğeri baş tarafından ısırmaya başlar. Sonunda ikisi de gelip ortada birleşir. İşte bu Kur'an-ı Kerim'in şu ayetinde ifade edilen kabir azabıdır:

"Onların arkalarında yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır                   "(Mü'minûn-100)"

İşte bunun için Hz. Osman radıyaiiahu anh kabirden bahsedilince o kadar çok ağlardı ki, mübarek sakalı ıslanırdı. (Bu kıssa daha önce geçmişti). Bundan dola­yı Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem duaları sırasında sık sık kabir azabından Al­lah'a sığınmıştır. Tâ ki, müslümanlar da bu duayı sıkça yapsınlar. Yoksa Rasû­lullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem kendisi bizzat masumdur. Kabir azabının önemine binâen Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vese//em'in daha önce şöyle bir hadisi geçmişti: "Siz korkudan dolayı ölülerinizi defnetmeyi bırakacağınızdan korkmasaydım, ka­bir azabını size duyurması için Allahu Teâlâ'ya dua ederdim. Bunların hepsi ada­letin gereğidir". Çünkü insan bu âleme ancak Allahu Teâlâ'ya ibadet için gönderil­miştir. Allahu Teâlâ can, mal yönünden ve ihsanlarının yanı sıra Kur'an-ı Kerim'de, "Siz bu âleme ancak ibadet için gönderilmektesiniz" diye hatırlatma yapmıştır.

( Ben, cinleri ve insanları sadece Bana ibadet etsinler diye yarattım"                         (Zariyat-56)

Bir de şu konuda da uyarı yapmıştır: Hayat sadece, "Bizim bu ihsanlarımız içinde hangi işleri yaptın?" diye bir imtihan için verilmiştir. Ölüm ise bu imtihanın  ildik içindir

neticesini bildirmek içindir."Mülk ve saltanat kudret elinde olan Allah, çok yücedir. O, her şeye kadir­dir. / Hanginizin daha iyi amel işleyeceğini imtihan etmek için ölümü ve ha­yatı yaratan O'dur"                                                                               

(Mülk-1,2)

Mademki bu dünya imtihan yeridir. İnsanlar ve cinlerin yaratılmasının hik­meti sadece ibadettir. Dünyada verilen bütün lezzetler, rahatlıklar ve eşyalar sa­dece kişinin kendi ihtiyacı kadar faydalanması içindir. En az ölçüde ihtiyacını karşıladıktan sonra geriye ne arttıysa, onu yine kendi faydası için ve kendi işine yaraması için Allah'ın hazinesine yatırması gerekir. O halde bizim onlara kapıla­rak Allahu Teâlâ'nın hükümlerini unutmamız, "Bu dünyaya biz niçin gelmiştik, bütün bunlar bize niçin verilmişti, biz hangi şeyin peşinde gidiyoruz?" gerçek­lerine gözlerimizi kapamamız ne büyük gaflet, hasret ve hüsrandır! Asıl hasret, insanın büyük gayretle ve canını dişine takarak kazandığı, kendine kısıtlı harca­ma yaparak biriktirdiği binlerce miktar malı başkalarına bırakarak eli boş olarak ansızın bu âlemden gitmek zorunda kalmasıdır. Eğer bizde bir parça akıl varsa, az bir süre tamamen tenhâ bir yerde oturup bu manzarayı düşünmemiz ve haya­limize getirmemiz gerekir. "Şu an ölüm meleği gelse, benim halim ne olacak? Yıllarca çalışmamın neticesi, yılların kazancı ve yıllarca biriktirilmiş bütün bu mal ve eşya ne olacak?" diye düşünmemiz gerekir.Hz. Vehb bin Münebbih rahmetuBahi aleyh diyor ki: Bir padişah vardı. Kendi memleketinin topraklarını gezmek ve onun halini görmeyi diledi. Bunun için şa­hane bir elbise istedi. Bunun üzerine ona bir takım elbise getirildi. Onu beğen-meyip başka bir tane istedi. Kısaca tekrar tekrar reddettikten sonra Inihayet be­ğendiği bir takımı giyerek bir binek istedi. Güzel bir at getirildi. Onu beğenme­yince, binek geri götürüldü. İkincisi, üçüncüsü derken hiç birini beğenmeyince at­ların hepsi karşısına getirildi. Onlardan en iyisini seçip ona bindi. Merdûd şeytan o vakit onun burnuna büyüklenmeyi daha da çok üfledi. Son derece tekebbürle ata bindi. Hizmetçiler, köleler ve askerler yayan olarak onunla birlikte hareket ettiler. Fakat büyüklük ve tekebbürden dolayı padişah onların tarafına bakmaya bile te­nezzül etmiyordu. Yolda giderken son derece çaresiz bir halde, eski elbiseler gi­yinmiş olan bir adamla karşılaştı. Adam selam verdi. Padişah ona hiç iltifat etme­di. O halsiz adam, atın dizgininden tuttu. Padişah, "Dizgini bırak. Bu ne büyük cüret!" diyerek onu azarladı. Adam, "Benim seninle bir işim var" dedi. Padişah, "Peki, sabret, ben attan inince bana söyle" dedi. Adam, "Hayır, şimdi söylemem lazım" diyerek zorla dizgini eline aldı. Padişah, "Söyle" dedi. Adam, "Çok gizli bir sır. Kulağına söylemem gerekir" dedi. Padişah kulağını ona yanaştırdı. O, "Ben ölüm meleğiyim. Senin canını almam gerekiyor" dedi. Bunu duyunca korkudan padişahın yüzünün rengi kaçtı. Dili tutuldu. Sonra, "Peki. Bana evime gidip,eşyalarımı düzene koyacak ve çoluk çocuğumla görüşecek kadar mühlet ver" dedi. Melek, "Asla mühlet yoktur. Artık sen evini ve eşyalarını asla göremeye­ceksin" deyip onun ruhunu kabzetti. Padişah atın üzerinden bir kütük gibi yere yuvarlandı. Ondan sonra o ölüm meleği salih bir müslümanın yanına gitti. O da yolcuydu. Bir yere gidiyordu. Gidip ona selam verdi. O, "Ve aleykûm'üs selâm" dedi. Melek ona, "Senin kulağına bir şey diyeceğim" dedi. Adam, "Söyle" dedi. O, "Ben ölüm meleğiyim" dedi. Adam, "İyi ettin de geldin. Ayrılığı uzun olan zatın gelmesi çok mübarektir. Benden uzakta olan insanlar içinde seninle görüşmeyi arzu ettiğim kadar kimseyle görüşmeyi arzulamazdım" dedi. Melek, "Sen hangi iş için evden çıktıysan o işi çabuk gör" dedi. Adam, "Allah'a kavuşmaktan daha se­vimli hiçbir işim yoktur" dedi. Melek, "Sen hangi halde ölmeyi arzu ediyorsan^ ben o halde iken senin canını alacağım" dedi. O, "Sen serbestsin" deyince Melek, "bana (senin rızana tâbi olmam) emredildi" buyurdu. Adam, "Peki öyleyse sen benim abdest alıp, namaz kılmama müsaade et. ben secdeye gidince ruhumu kabzet" dedi. Nitekim namaza başladı. Secdeye vardığında ruhu kabz olundu.[167]Allahu Teâlâ'nın sonsuz ihsanlarından biri de şudur ki, bu acizin en büyük kızı ve aziz, muhterem Mevlâna Muhammed Yusuf Efendi'nin (Allah fazlını arttır-sın) hanımı uzun bir zamandır hasta idi. îmâ ile namaz kılıyordu. Aynı sene için­de 29 Şevval 1366 tarihinde Pazartesi gecesi akşam namazını işaret yoluyla kj-larken secdeye gittiğinde orada ruhunu Yaradana teslim etti. Secde halindeyken dünyaya veda etti.2[168]Allahu Teâlâ'nın hangi ihsanına şükür edâ edilebilir ki!Ebû Bekr bin Abdullah Müzeni diyor ki: Benî İsrail'den bir adam çok fazla mal biriktirdi. Ölümü yaklaştığı sırada kızlarına, "Benim bütün malımı karşıma getirin" dedi. Mallar çabucak biraraya toplanıldı. Pek çok at, deve, köle vs. hepsi karşısına getirildi. O, onlara bakarak (hasretle), "Hepsi elden gidiyor" diye ağlıyordu. O esnada ölüm meleği karşısına geldi ve "Ağlamanın ne faydası var? Sana bu nimetleri ve­ren Zât'a yemin olsun ki, artık senin canını alıp gideceğim" dedi. O, "Biraz mühlet versen de ben o şeyleri taksim etsem" diyerek ricada bulundu. Melek, "Malesef şimdi iş işten geçti. Keşke bundan önce taksim etseydin" diyerek onun canını aldı.Şöyle bir olay daha nakledilmiştir: Bir adam çok mal biriktirmişti. Ismarla­yıp yanına getirmediği hiçbir şey bırakmadı. Çok büyük, anlı şanlı, bir köşk yap­tırdı. Onun iki kapısı vardı. Kapılara köleleri muhafız olarak tayin etti. Köşkün ha­zırlanışı üzerine büyük bir davet yemeği hazırladı. Bütün dost ve akrabasını bir araya topladı. Çok gösterişli bir koltuk üzerine bacak bacak üstüne atarak oturu­yordu. Halk yemek yerken, o kendi kendine, "O kadar erzak yığıldı ki, artık sene­lerce bir şey satın almak gerekmeyecek" dedi. kalbinden bu hayal geçiyordu ki, bir fakir, yırtık elbiseleriyle, boynunda (fakirlerin kullandığı) bir torba asılı olduğu halde kapıya geldi. Kapının tokmağını öyle dövdü ki, sesi onun koltuğuna kadar ulaştı. Köleler, "Bu haddini bilmez adam kimdir?" diye koşarak dışarı çıktılar. Onun yanına gidip, "Ne var?" dediler. Fakir adam, "Efendinizi benim yanıma gön­derin" dedi. Köleler, "Bizim efendimiz, senin gibi fakirlerin yanına hiç gelir mi?" deyince adam, "Elbette gelecek. Ona gidip söyleyin" dedi. Köleler efendilerinin yanına giderek durumu anlattılar. Zengin adam, "Siz ona bu konuşmasının tadını tattırmadınız mı?" dedi. O sırada fakir adam öncekinden daha güçlü bir şekilde kapının tokmağını tekrar dövmeye başladı. Bunun üzerine hizmetçiler tekrar ko­şarak kapıya geldiler. Fakir, "Efendinize söyleyin. Ben ölüm meleğiyim" dedi. Bu­nu duyunca onların akılları başlarından gitti. Efendilerine gidip bu sözü söyle­yince efendinin rengi uçtu. Büyük bir acizlik içinde, "Ona söyleyin de benim yeri­me başkasını fidye olarak kabul etsin" dedi. O sırada fakir içeri girdi ve "Sen ne ya- . pacaksan yap. Ben senin ruhunu almadan geri dönemem" dedi. O bütün malını topladı ve malına, "Allah sana lanet etsin! Çünkü sen ve seninle meşgul olmak beni Mevlâ'mdan alıkoydu. Hiçbir vakit gönü! huzuru içinde Allah'ı hatırlamaya fırsat vermedin" dedi. Allah ceiie ceiaiuhu kudretiyle mala konuşma gücü verdi. Mal şöyle dedi: "Bana neden lanet ediyorsun ki! İyi insanlar padişahların kapılarından kovulurken, sen benim vasıtamla büyük büyük padişahlara kadar ulaşırdın. Be­nim vasıtamla nazik kadınlarla lezzetlenirdin. Benim vasıtamla Krallar gibi yaşar­dın. Sen beni kötülük yerlerine harcıyordun. Ben bunu reddedemezdim. Eğer sen beni hayır yerlerine harcasaydın, ben senin işine yarardım". Ondan sonra ölüm meleği bir anda onun ruhunu kabz etti.Vehb bin Münebbih rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Bir defasında ölüm meleği bü­yük bir zalim ve zorbanın ruhunu kabzedip, götürdü. Dünyada ondan daha zalim kimse yoktu. O melek giderken, diğer melekler ona, "Sen daima canları kabz ettin. Hiçbir kimseye merhamet ettin mi?" dedi. O, "ben en fazla bir kadına acıdım. O bir vadideydi. Çocuğu doğduğu anda bana o kadının ruhunu almam emredildi, ben o kadının ve o çocuğun yalnızlığına çok acımıştım. Çünkü başka kimsenin olma­dığı bu vadide, bu çocuğun durumu ne olacaktı" dedi. Melekler, "Senin şu ruhu­nu alıp götürdüğün zalim, işte o çocuktu" deyince ölüm meleği hayrete düştü ve "Ey Mevlâm! Sen yücesin. Çok merhametlisin. Dilediğini yaparsın" dedi.Hz. Hasan Basri rahmetuiiaN aleyh buyuruyor ki: Bir kişi öldüğü zaman, onun çoluk çocuğu ağlamaya başlar. Bunun üzerine ölüm meleği o mekânın kapısında durarak şöyle der: "Ben onun rızkını yemedim (o kendi rızkını yemiştir). Ben onun ömrünü azaltmadım. Ben bu eve tekrar geleceğim ve hepsi sona erene kadar sık sık geleceğim". Hz. Hasan Basri rahmetuiiaN aleyh buyuruyor ki: Allah'a yemin olsun ki! Eğer ev halkı ölüm vakti o meleği görseler ve onun sözlerini işitseter, ölüyü unuturlar ve kendi telaşlarına düşerlerdi.Yezîd Rakkâşi rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Benî İsrail zalimlerinden bir zalim, evinde oturmuş hanımıyla başbaşa kalmıştı. O esnada yabancı bir adamın evin kapısından girmekte olduğunu gördü. Adam son derece öfke içinde hızlı bir şekilde o tarafa doğru koştu ve "Sen kimsin, eve girmek için sana kim izin verdi" dedi. O, "Bana bu evin sahibi içeri girmemi söyledi. Ben hiçbir perdenin örteme­yeceği ve padişahların huzuruna giderken izin almaya ihtiyacı olmayan bir kişi­yim. Ben ne bir zalimin tantanasından korkarım ne de hiçbir şey beni herhangi bir mağrur ve mütekebbir insanın yanına gitmekten alıkoyabilir" dedi. O zalim bu ko­nuşmayı duyunca çok korktu. Vücudu titremeye başladı ve yüz üstü düştü. Ondan sonra son derece acizlik içinde, "Öyleyse sen ölüm meleğisin" dedi. O, "Evet ben onun tâ kendisiyim" dedi. Ev sahibi, "Siz bana vasiyetimi yazacak kadar mühlet ve­riniz" dedi. Melek, "Artık onun vakti geçti. Senin için hiç gecikme imkanı kalma­mıştır" dedi. Adam, "Beni nereye götüreceksiniz?" dedi. Melek, "Senin amellerin ileri­de nereye gittiyse onların yanına götüreceğim (yani nasıl amel ettiysen öyle biryer bulacaksın. Sen o cihanda hangi çeşit ev yaptıysan, onu bulacaksın" dedi. Adam, "Ben hiçbir iyi amel yapmadım ve kendim için şimdiye kadar hiçbir güzel ev de yap­madım" dedi. Melek, "Öyleyse seni lezâ nezzâaten lişşevâ'ya götü­receğim" buyurdu. (Bu Meâric suresinin şu ayetine ayetine işarettir: "Hayır, olmaz. Şüphesiz ki, bu ateş / derileri kavurup, soyan bir ateştir. / O, (dünyada Hak'tan) sırtını dönüp yüz çevireni kendisine çağırır (çeker) (Meâric-15,16,17)") Ondan sonra melek onun canını aldı. Evde bir feryat koptu. Kimi ağlıyor kimi de çığlık atıyordu. Yezîd Rakkâşi rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Eğer insanlar o vakit ölünün başından geçenleri bilselerdi, onun ölümünden ziyade, onun bu haline feryat edip, ağlarlardı"[169]Hz. Süfyan Sevri rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki:" Ölüm meleği insanın kalbi­nin damarına dokunduğu an kişinin insanları tanıması durur. Dil kilitlenir ve dün­yanın bütün şeylerini unutur. Eğer o vakit insan üzerine ölüm sarhoşluğu bin-mese, ölüm acısından dolayı yanında bulunanların üzerine kılıç çekerdi". Bazı rivayetlerde şöyle geçmektedir: "Son nefes boğaza geldiği zaman şeytan kişiyi sapıtmak için bütün gücüyle çalışır". Bir rivayette şöyle geçmektedir: "Ölüm me­leği insanları namaz vakitlerinde arar ve haber alır. Eğer kişinin namaza önem verdiğini öğrenirse, ölüm vaktinde kendisi ona Kelime-i Tayyibe'yi telkîn eder. Şeytanı onun yanından uzaklaştırır". Mücâhid rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "İnsanın ölümü yaklaştığı sırada onun oturup kalktığı arkadaşlarının suretleri onun kar­şısına getirilir. Eğer fâsık ve fâcir insanların yanında kalıyorsa, o zaman, o toplu­luğun suretleri onun karşısına getirilir". Hz. Yezîd bin Şecere rahmetuiiahi a/eyh'den de aynı hadis nakledilmiştir. Rebî bin Berze rahmetuiiahi aleyh Basra'da yaşayan bir âbid idi. Diyor ki: Bir adam ölmek üzereydi. Halk ona Lâ ilahe İllallah kelimesini telkin ediyordu. Onun dilinden, "Sen de (bir bardak şarab) iç, bana da içir. Sen de iç, bana da içir" sözleri çıkıyordu. Aynı şekilde Ahvaz şehrinde bir adam öl­mek üzereydi. Halk ona, Lâ ilahe illallah kelimesini telkin ediyorlardı. O ise, "Onar kuruş, on birer kuruş, on ikişer kuruş" diyordu.[170]Buna karşılık, ölüm hazırlıkları yapan, dünyada ölümü hatırlayan, onun için p iyi işler yapan insanlar için ölüm, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem m, "Ölüm [tıü'min için bir hediyedir" hadisinde buyurduğu gibidir. Hz. Bilal radıyaiiahu anh'\n ve­fatı sırasında hanımı "Vay başıma gelen üzüntüye! Sen gidiyorsun" diyordu. O ise,"Ne tatlı bîr şey! Ne hoş bir şey! Yarın dostlarla buluşacağız. Muhammediaiiahu aleyhi veseiiem ve onun arkadaşlarına kavuşacağız" diyordu. Hz. Muaz fidıyaiiahu anh'm vefatı yaklaştığı sırada şöyle diyordu: "Allah'ım! Sen biliyorsun ki, Hen dünyada fazla kalmak istiyordum. Ancak bu istek ne dünyayı sevdiğimden ne de burada sular akıtıp, bağlar yetiştirmek istediğimdendi. Aksine dünyada Kalmak istememin sebebi, sıcak günlerde öğlen vakti, orucun verdiği susuzluğun ladini çıkarmak, (din için) meşakkat içinde vakit geçirmek ve Senin zikredildiğin meclislere katılmaktır". Hz. Selman radıyaiiahu anh ahirete intikal edeceği sırada ağlamaya başladı. Biri ona, "Niçin ağlıyorsunuz? Siz gidip Peygamber saiiaiiahu 3bybî veseiiem ile buluşacaksınız. Rasûlullah saiiaiiahu aieyN veseiiem sizden razı olduğu halde ahirete intikal etmiştir" dedi. Hz. Selman radıyaiiahu anh buyurdu ki: "Ben ne ölüm korkusundan ne de dünyanın elden çıkmasından ağlıyorum. Ak­sine ben şunun için ağlıyorum ki, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bizden biz söz alrnıştı; <Bizim dünyadan faydalanmamız sadece bir yolcunun azığı kadar ol­suna Ben o sözü yerine getiremedim". Hz, Selman radıyaiiahu anh vefat edince evinin bütün eşyalarının değeri 10 küsur dirhemdi.[171] İşte onun fazla diye ağladığı bütün dün-yası buydu. Hz. Selman radıyatiahu anh (yukarıda geçen sözden) sonra bi misk istedi. Hanımına, "Buna su katıp benim yatağımın üzerine serpiver,  yanıma insan ve cin olmayan bir topluluk geliyor" buyurdu.[172]Hz. Abdullah İbni Mübarek rahmetuliahi aleyh vefatı yaklaştığı sırada güldü ve"Çalışanlar, bu gibi şeyler için çalışsınlar" (Saffat-61) buyurdu' (herhalde ora-n|n bazı lezzet ve sevinci gözünün önüne gelmiş olabilir). Onun vefatı yaklaştığı sırada Nasr adlı kölesine, "Benim başımı yere koy" dedi. Nasr ağlamaya başladı. 0, "Niçin ağlıyorsun?" dedi. Nasr, "Siz rahatlık içinde hayatınızı geçirdiniz. Şimdi ise yoksullar gibi başınızı toprağa koyarak mı öleceksiniz?" dedi. O, "Sus! Ben Allahu Teâlâ'ya şöyle dua etmiştim; <Benim hayatım zenginlerinki gibi olsun. Ölümüm ise fakirlerinki gibi...>" buyurdu. Atâ bin Yesâr rahmetuliahi aleyh diyor ki: Bir adamın vefatı yakındı. Şeytan onun yanına geldi ve "Sen benden kurtuldun (benim etkime girmedin)" dedi. Adam, "Ben senden şimdi bile mutmain değilim" ^edi. Cerîrî rahmetuliahi aleyh diyor ki: Ben Hz. Cüneyd rahmetuliahi aieyh'm vefatı İrasında yanındaydım. O Kur'an okuyordu. Biri, "Şu an (zafiyet anıdır) tilavet vakti değildir" dedi. Bunun üzerine o, "Bundan daha güzel tilâvet vakti hangisi olabilir. Benim amel defterim şu an kapanıyor" dedi. Bir gün biri Cüneyd rahmetui-lahi a/ey/î'e, "Hz. Ebû Saîd Hazzâr rahmetuliahi aleyh vefatı sırasında çok zevkli ve neşeliydi. Bunun sebebi neydi?" dedi. O, "Eğer onun ruhu o vakit şevk ve arzu­dan dolayı uçsaydı yine de şaşılacak bir şey değildi" buyurdu.Hz. Zünnûn Mısrî rahmetuliahia/ey/i'in vefatı sırasında biri kendisine, "Bir şey diyecek misiniz? Eğer bir arzunuz varsa söyleyiniz" dedi. Buyurdu ki: "Sadece bir arzum var. O da ölmeden önce O'nun marifetini elde etmektir". Bir şahıs diyor ki: "Ben Hz. Memşed Dineverî rahmetuliahi aieyh'm yanında oturuyordum. Bir fakir geldi ve "Burada birinin ölebileceği herhangi temiz ve saf bir yer var mı?" dedi. O içinde çeşme olan bir yer gösterdi. Adam oraya yaklaştı. Abdest aldı ve namaz kıldı. Ondan sonra ayaklarını uzatıp yattı ve öldü. Ebû Ali Rûzbârî rahmetuliahi aieyh'm kız kardeşi Fatıma rahmetuitahi aieyha diyor ki: Kardeşim vefat ederken onun başı benim kucağımdaydı, O gözünü açtı ve şöyle dedi: "Gök kapıları açıldı, Cennet süslendi. Bir ses şöyle diyordu; <Ey Ebû Ali! Gerçi sen bu kadar büyük bir derece istemiyordun ama Biz seni yüksek dereceye ulaştırdık>". Sonra Ebü Ali iki şiir okudu. Onların tercümesi şöyledir. "Senin hakkına kasem olsun ki, ben asla senden başkasına gözümü kaldırıp da muhabbet nazarıyla bakmadım. Ben görüyorum ki, sen hasta gözlerinle ve utangaçlıktan kızaran yanaklarınla beni ızdırap içinde bırakıyorsun".Hz. Cüneyd rahmetuliahi aieyh'm vefatı sırasında biri kendisine, "Lâ ilahe illallah de" dedi. O, "Ben bu kelimeyi hiç unutmadım ki, şimdi hatırlayayım" bu­yurdu. Cafer bin Nasîr rahmetuliahi aleyh, Hz. Şiblî rahmetuliahi aieyh'ln hizmetçisi olan Bekrân Dînverî rahmetuliahi aieytfe, "Sen Hz. Şiblî rahmetuliahi aieyh'm vefatı sırasın-da nasıl bir manzara gördün?" dedi. Hizmetçi, "Şiblî hazretleri şöyle buyurmuştu; <Ben bir adama bir dirhem miktarı haksızlık ettim. Onun adına birkaç bin dirhem sadaka verdim. Ancak, o dirhem neden ben de kaldı diye hâlâ kalbimde bir ağır­lık var>. Ondan sonra, <Bana abdest aldır> dedi. Ben abdest aldırdım ama sa­kalına Hilal yapmayı (yani sakalı arasına parmaklarımı sokmayı) unuttum. Zaten kendisi de güçsüzlükten dolayı bunu yapamazdı. Dili tutulmuştu. Bundan dolayı benim elimi tutarak kendi sakalının arasına koydu ve ahirete intikal etti" buyurdu. Cafer rahmetuliahi aleyh bunu duyunca, "Bu durumda bile İslam'ın edebi ve bir müs-tehabını kaçırmayan bir zât hakkında ne söylenebilir!" diyerek ağlamaya başladı.Bir Allah dostu ölmek üzereydi. Hanımı ağlamaya başladı. O, "Niçin ağlıyor­sun?" dedi. Hanımı, "Senin ayrılığına ağlıyorum" dedi. O, "Sen kendin için ağla! Ben bugün için (yani bugünün arzusuyla ve bugünü bekleyerek) 40 seneden beri ağlıyorum" dedi. Hz. Kettânî rahmetuliahi aieyh'm vefatı sırasında biri kendisine, "Si­zin devamlı yaptığınız ameller hangileridir" dedi. O, "Eğer benim vefatım yakın olmasaydı söylemezdim. Ben kırk seneden beri kalbimin kapısını muhafaza ediyorum. Ne zamanki ona Ğayrullah (Allah'tan başkası) girmek istese kapıyı kapatıyorum" dedi. Hz. Mu'temer rahmetuliahi aleyh diyor ki: "Ben Hakem'in vefatı sırasında onun yanındaydım ve Aliahu Teâlâ'nın ona ölümün şiddetini kolaylaş­tırması için dua ediyordum. Çünkü onda falan falan güzellikler vardı. Ben onun güzel âdetlerini sayarak dua ediyordum". Hakem kendinden geçiyordu. Kendine gelince, "Falan falan sözleri kim söylüyordu?" dedi. Ben, "Ben söylüyordum" de­dim. Hakem, "Melek-ül Mevt aieyhisseiam diyor ki; <Ben her cömert kimseye yu-muşakdavranırım>". Böyle diyerek Hakem'in ruhu uçtu, gitti. Hz. Memşâd Dinverî rahmetuilahi a/ey/i'in vefatı sırasında büyük bir zât onun yanında oturuyordu. Ona Cennet verilmesi için dua etti. Hz. Memşâd rahmetuliahi aleyh gülümsedi ve "Otuz seneden beri Cennet bütün ziynetiyle birlikte benim karşıma geldi. Ben bir kere biie ona alıcı gözüyle bakmadım (ben Cennet'in sahibini arzulamaktayım)" dedi.[173]Hz, Ömer bin Abdulaziz rahmetuliahi aieyh'in vefatı yaklaştığında yanında hizmet için bir tabib bulunuyordu. O, "Emir'ül Mü'min'e zehir verilmiş. Bundan dolayı ben onun hayatından emin değilim" dedi. Hz. Ömer Ibni Abdulaziz rahme­tuliahi aleyh ona, "Sen kendisine zehir verilmeyen adamın hayatına da itibar etme­melisin" buyurdu. Tabib, "Siz kendinize zehir verildiğini tahmin etmiş miydiniz?" diye sorunca Hz. Ömer İbni Abdulaziz rahmetuliahi aleyh, "Ben bu zehir karnıma git­tiği an ondan haberim olmuştu" dedi. Tabib, "Siz bu zehirlenmeyi tedavi ediniz. Yoksa canınız gider" dedi. O, "Canımın gideceği Zât yani Rabbim, yanına gidi­lenlerin içinde en hayırlı olandır. Allah'a yemin olsun ki, eğer kulağımın yanında içinde bana şifâ olan bir şeyin konulduğunu bilsem, oraya kadar bile elimi uzat­mam" dedi ve şöyle devam etti: "Allah'ım! Ömer'i kendinle buluşmak için seç al!" Bundan birkaç gün sonra ahirete intikal eyledi. Meymûn bin Mehrân diyor ki: Hz. Ömer bin Abdulaziz rahmetuliahi aleyh o zamanlar ölmek için sık sık dua ediyordu. Biri kendisine, "Öyle yapmayınız. Aliahu Teâlâ sizin sebebinizle (Rasûlullah sanalla-hu aleyhi vaseiiem'in pek çok sünnetini ihya etmiş, (başlamış olan) pek çok bid'ati bastırmıştır" dedi. Bunun üzerine o şöyle buyurdu: "Ben salih bir kul (olan Hz. Yusuf aiânebiyyina ve aieyhissaiatü vesselam) gibi olmayayım mı? O şöyle dua etmişti:"

"Rabbim! Benim canımı müslüman olarak al ve beni salihlere kat" (Yusuf-101)

Vefatı yaklaştığında Mesleme rahmetuliahi aleyh ona, "Sizin kefen için verdiği­niz parayla basit bir kefen geldi. Buna biraz ilave edilmesine müsaade ediniz" dedi. Halife, "Onu bana getir" dedi. Kısa bir süre ona baktıktan sonra, "Eğer Rab­bim benden razı ise bana bundan daha güzel bir kefen hemen verilecektir. Eğer Rabbim bana gazablı ise o zaman hangi kefen olursa olsun, o zorla alınacak ve onun yerine Cehennem ateşinden bir kefen verilecektir" buyurdu. Ondan sonra, "Beni oturtun" dedi. Oturduktan sonra, "Allah'ım! Sen bana (yapmam için) emret­tiğin (şeyleri) ben yerine getiremedim. Yasakladığın şeyler hususunda sana itaat edemedim. Fakat yine de

Lâ ilahe illallah" dedi ve ahirete intikal etti. Bir rivayete göre vefatı esnasında şöyle buyurdu: "Ben öyle bir topluluk görüyorum ki, onlar ne cin ne de insandırlar". Başka bir rivayete göre vefatı sırasında herkesi yanın­dan uzaklaştırdı ve "Burada kimse kalmasın" dedi. Hepsi dışarı çıktılar ve delik ve aralıklardan bakmaya başladılar. O şöyle diyordu: "Ne insan ne de cin olan var­lıkların gelişi çok mübarektir". Ondan sonra Kasas sûresinin şu ayetini okudu:[174]

"İşte ahiret yurdu. Biz onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk çıkar­mak istemeyenlere veririz"                                                                 

(Kasas-83)

Bir Allah dostu diyor ki: Ben kabirdekilerin halini göstermesi için Allah'a dua ettim. Bir gece rüyamda gördüm ki, sanki kıyamet kopmuştu. İnsanlar kabirlerin­den çıkıyorlardı. Onlardan bazıları (en üstün ve özel bir ipek çeşidi olan) Sündüs üzerinde uyuyorlardı. Kimisi normal ipek üzerinde, kimisi yüksek tahtlar üzerinde kimisi de güller üzerindeydi. Kimi gülüyor kimi de ağlıyordu. Ben, "Allah'ım! Bunla­rın hepsinin hâli bir olsaydı ne güzel olurdu" dedim. O ölülerden biri, "Bu, amellerin değişik olmasından dolayıdır. Sündüs ehli güzel âdet (ve ahlak) sahipleridir. İpek ehli iseşehidlerdir. Güllerin içinde olanlar oruç tutanlardır. Gülenler tevbe edenler­dir. Ağlayanlar ise günahkarlardır. Yüksek makam sahipleri (herhalde Cennet'te yüksek tahtlara sahip olanlar) Allah için birbirini seven insanlardır" buyurdu.[175]Bir kefen hırsızı vardı. Kabirleri kazarak kefenleri çalardı. O bir kabir kaz­dı. Orada bir şahsın yüksek taht üzerine oturduğunu gördü. Önüne Kur'an-ı Ke­rim koymuş okuyordu. Tahtının altından bir nehir akıyordu. Kefen hırsızı olan şahsın üzerine öyle bir korku çöktü ki, bayılıp düştü. Halk onu kabirden çıkardı. Üç gün sonra ayıldı. Halk olayı sorunca o bütün olanları anlattı. Bazı insanlar o kabri görmeyi arzuladılar. Ondan kabrin yerini haber vermesini istediler. O da onları götürüp kabri göstermek istedi. Gece rüyasında o kabirdeki büyük zatı gördü. Şöyle diyordu: "Eğer sen benim kabrimi gösterirsen, öyle afetlere düşe­ceksin ki, ölünceye kadar pişman olacaksın". Adam bunun üzerine, "Haber ver­meyeceğim" diye söz verdi.[176]

Şeyh Ebû Yakûb Sunûsî rahmetuliahi aleyh diyor ki: Benim yanıma bir mürid geldi ve "Ben yarın öğlen vakti öleceğim" dedi. Nitekim ertesi gün öğlen vakti Mescid-i Haram'a geldi. Tavaf yaptı ve biraz uzağa gidip öldü. Ben onu yıkadım ve kefenledim. Kabre koyacağım sırada gözlerini açtı. Ben, "Öldükten sonra da mı ha­yat var?" dedim. O, "Ben hayattayım ve Allah'a aşık olan herkes diri kalır"[177] dedi. Yine bir Allah dostu diyor ki: Ben bir müridi yıkadım. O benim başparmağımı tut­tu. Ben ona, "Parmağımı bırak, ben senin ölmediğini biliyorum. Bu bir mekandan diğer mekana intikal etmektir" dedim. O da benim parmağımı bıraktı. Şeyh İbnül Celâ meşhur bir Allah dostudur. Diyor ki: Babam vefat edince onu yıkamak için bir sedirin üzerine koyduk. O gülmeye başladı. Yıkayıcı bırakıp gitti. Kimse onu yıkamaya cesaret edemiyordu. Onun arkadaşı olan başka bir Allah dostu geldi ve onu yıkadı.[178]Kısaca Ravz kitabının yazarı, o aşıkların pek çok vefat hadiselerini yaz­mıştır, o hadiselerden aşıkların ölüm anında ve öldükten sonra son derece neşe­li olmaları, gülmeleri, şaka yapmaları ve neşelendikleri anlaşılmaktadır. Hafız İb-ni Abdil Berr rahmetuliahi aleyh Istîâb adlı eserinde ölümden sonra konuşmayla ilgili bazı olayları zikretmiştir. Hz. Zeyd bin Harise radıyaiiahu anh'\n hayatını anlatırken şöyle yazmıştır: "Onun öldükten sonra konuşmasında ihtilaf yoktur". Aynı şekil­deki olaylar bazı Sahâbe-i Kiram'dan da nakledilmiştir.

Sahâbe-i Kiram Mûte gazvesine giderken halk gidenlerin hayır ve sela­metle geri gelmeleri için dua etmeye başladılar. O vakit Abdullah bin Revâha radıyaiiahu anh üç şiir okudu. Onların manası şöyleydi: "Ben geri dönmek yerine Allah'ın beni bağışlamasını arzu ediyorum. Ve başımı ikiye ayıracak bir kılıç dar­besini veya bağırsaklarımı ve ciğerimi parçalayarak giden bir mızrağın bana sap­lanmasını temenni ediyorum". Sahâbe-i Kiram hazretleri cenk meydanına ulaş­tıklarında sayıları toplam üç bin kişiydi. Oraya varınca düşman sayısının 200 bin kişi olduğu anlaşıldı. Bundan dolayı Sahabeler arasında şöyle bir meşvere yapıl­dı: "Önce Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiieme bu durum bildirilmeli. Ondan sonra eğer Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem emrederse,savaşa başlanmalı". Abdullah İbni Revâha radıyaüahu anh bu şekilde meşvere olduğunu öğrenince geldi ve "Siz acayip insanlarsınız. Temenni ederek çıktığınız şey hakkında meşvere yapıyor­sunuz. Siz sadece şehid olmayı taleb etmek için çıktınız. Biz hiçbir zaman teçhi­zat, kuvvet ve sayıya güvenerek savaş yapmadık. Biz daima İslam'ın bize verdi­ği güçle savaştık. Kalkın meydana yürüyün! İki şeyden uzak değilsiniz. Ya galibi­yet ve fetih ya da şehadet. Bizim için her ikisi de şereftir" dedi. Onun bu sözlerini dinleyince hepsi savaş için hazır hale geldiler ve savaş başladı. Rasûlullah saiiai-lahu aleyhi veseiiem ordu hareket ederken Hz. Zeyd bin Harise radıyaiiahu an/i'ı emir tayin etmişti ve şöyle buyurmuştu: "Eğer o şehid olursa Hz. Cafer bin Ebî Talib radıyaiiahu anh emir olacaktır. O da şehit olursa, Abdullah bin Revâha radıyaiiahu anh emir olacaktır. O da şehid olursa, o zaman müslümanlar meşvere ile kimi ister­lerse emir yapsınlar". Nitekim savaş meydanında Hz. Zeyd radıyaiiahu anh ve on­dan sonra Hz. Cafer radıyaiiahu anh şehid olunca insanlar Hz. Abdullah'a seslendi­ler. O askerin kanat tarafındaydı. Elinde bir et parçası vardı. Üç günden beri bir şey tatmaya fırsat bulamamıştı. Biri gelerek kendisine, "Hz. Cafer şehid oldu" dedi. Hz. Abdullah bin Revâha radıyaiiahu anh kendi nefsine, "Sen dünya ile meş­gul oluyorsun (yemeğe daldın gidiyorsun)" diyerek elindeki et parçasını attı.Sancağı eline alarak ilerledi. Biri ona saldırınca elinin parmağı kesildi. Bunun üzerine şu manada üç şiir okudu: "Sen sadece kana bulanmış bir parmaktan başka bir şey değilsin. Bu da ancak Allah yolunda olmuştur. Bu ise büyük bir nimettir. Ey nefis! Şunu iyi bil ki, eğer sen şehid olmazsan yine de öleceksin. Mutlaka ölüm gelecektir. Bak, sen hangi şeyi arzuluyorsan (yani şehitliği) o kar­şına çıkmıştır. Eğer sen önceki iki arkadaşın Zeyd ve Cafer gibi örnek bir iş ya­parsan hidayete ermiş olursun. Eğer sen onlardan geriye adım atarsan bedbaht olursun". Ondan sonra kendi kendine şöyle dedi: "Şu an sen neleri hayal edebi­lirsin? Eğer hanımını hayal ediyorsan onu üç talakla boşadım. Eğer köleleri dü­şünüyorsan onların hepsini azad ettim. Eğer bağlarını hatırlıyorsan onların hepsi Allah için sadaka olsun. Ey nefis! Sen Cennet'i istemiyor musun? Allah'a yemin ol­sun ki, sen mutlaka ölüme doğru gideceksin. İster gönüllü git, ister zorla. Sen çok rahat bir hayat geçirdin. Artık ne düşünüyorsun? Sen kendi hakikatini bir düşün. Sen bir damla nutfe idin". Hülâsa bu düşüncelerden sonra Hz. İbni Revâha radıyai­iahu anh ileri atıldı ve şehid oldu". Hikâyat-üs Sahabe adlı eserimizde bu kıssa geniş olarak geçmiştir. Buna benzer daha bir çok kıssalarda geçmiştir.Hz. SÜfyan bin Haris radıyaiiahu anh, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesellem'm am­ca oğluydu. Vefatı sırasında ev halkı ağlamaya başladılar. Buyurdu ki: "Siz İs­lam'a girdikten sonra dilinden asla yanlış bir söz çıkarmayan, bedeniyle asla yanlış bir hareket yapmayan kişiye ağlamayın (yani böyle birinin ölümü kendisi için sevinç üzerine sevinçtir)". Sunâbihî rahmetuliahi aleyh diyor ki: Hz. Ubâde radı-yaüahu anh vefat edeceği sırada ben yanındaydım. Benim ağlayacağım geldi. O, "Niçin ağlıyorsun? Allah'a yemin olsun ki! Eğer kıyamet günü benden şahitlik ta­lep edilirse, senin için en güzel şahitliği ederim. Eğer bana şefaat izni verilirse senin için şefaat ederim. Gücümün yettiği yere kadar sana faydalı olurum" dedi. Ondan sonra şöyle buyurdu: "Ben Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vese//em'den işittiğim ve senin faydana olan ne kadar hadis varsa, hepsini sana ulaştırdım. Bir hadis müstesna. Onu da şimdi, bu alemden göç ederken söylüyorum. Ben Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vese//em'den işittim ki; <Kim Lâ ilahe illallah Muhammedurrasölullah kelimesine şahitlik ederse, ona Cehennem ateşi haramdır>"Hz. Ebû Bekr radıyaiiahu anh vefat edeceği sırada kızı ağlamaya başladı. O, "Kızım ağlama" dedi. Kızı, "Eğer senin vefatına da ağlamazsam, kimin vefatına ağlayacağım?" dedi. Hz. Ebû Bekr radıyaiiahu anh, "Şu an kimsenin canının çıkma­sı, benim canımın çıkmasından daha sevimli değildir. Hatta şu sineğin canının çıkması bile kendi canımın çıkmasından da sevimli değildir (ölüm bana bu kadar sevimli olduğu halde sen buna ağlıyorsun)". Ondan sonra Hamran adındaki bir şahsa şöyle dedi: "Şüphesiz ki, ben <Ölüm vakti sakın İslam elimden çıkmasın> diye mutlaka korkarım".Hz. Sa'd bin Ebî Vakkas radıyaiiahu anh vefat edeceği sırada, "Benim yün cübbemi getirin" dedi. Cübbe getirildi. Çok eski ve yıpranmıştı. Buyurdu ki: "Beni bununla kefenleyin. Bu cübbe Bedir savaşında benim üzerimdeydi". Abdullah bin Âmir bin Küreyz radıyaiiahu anh vefat ediyordu. Ruhunu teslim etmek üzeredeydi. Hz. Abdullah bin Zübeyr radıyaiiahu anh ve Hz. Abdullah İbni Abbas radıyaiiahu annu-ma onun yanına gitmişlerdi. O kendi adamlarına, "Bakın benim bu iki kardeşim oruçludur. Sakın benim ölümünden dolayı onların yemeğinde gecikme olmasın ve oruçlarını açmaları ertelenmesin" dedi. Abdullah İbni Zübeyr radıyaiiahu anh ona, "Eğer seni ikram ve cömertlikten herhangi bir şey alıkoysaydı can verme acısı alıkoyardı. Ancak o da sana mâni olamadı" dedi. Misafirlerinin önünde ye­mekler konulmuşken o ahirete intikal etti.Amr bin Evs radıyaiiahu anh diyor ki: Ulbe bin Ebî Süfyan radıyaiiahu anh vefat ediyordu. Ben onun yanına gittim. O can çekişiyordu. Buyurdu ki: "Ben (dünya­dan) giderken bir hadis söyleyerek gideyim. Bana da kız kardeşim Ümmü Habi-be söylemişti. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki; <Bir kimse Allah için (yani ihlasla) her gün on iki rekat kuşluk namazı kılarsa, Allahu Teâlâ onun için Cennet'te bir köşk yapar> (İşte bu Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm hadislerini ve dini yayma cezbesiydi ki, ona ölüm bile mâni olamamıştır)".Muhammed bin Münkedir rahmetuiiahi aleyh vefat edeceği sırada ağlamaya başladı. Biri kendisine, "Niçin ağlıyorsunuz?" dedi. O, "Ben herhangi bir günah işlediğim için ağlamıyorum. Benim bildiğime göre ben ömür boyu hiç günah işle­medim. Şüphesiz, benim nazarımda basit zannettiğim ama Allah ceiie ceiaiunu indinde büyük olan herhangi bir şey benden meydana gelmiş olabilir diye ağlı­yorum" buyurdu. Ondan sonra Kur'an-ı Kerim'den şu ayeti okudu:"Hiç hesap etmedikleri şeyler Allah tarafından kıyamet günü karşılarına çı­kacaktır" (Zümer-47). Bu ayeti okuduktan sonra buyurdu ki: "Ben hiç zannetme­diğim bir şeyin benden meydana gelmiş olmasından korkuyorum".Âmir bin Abdikays rahmetuiiahi aleyh vefatı sırasında ağlamaya başladı. Biri kendisine sebebini sorunca, "Ben ne ölümden korktuğumdan ne de dünya hır­sından dolayı ağlıyorum. Ben, bugünden itibaren yazın öğlen vaktindeki oruç­ların, kışın gece sonundaki teheccütlerin elden çıkmasına ağlıyorum" dedi. Hz. Hasan radıyaiiahu anh vefat ederken yanında bazı insanlar vardı. Onlar kendisine, "Bize son bir nasihat buyurunuz" dediler. O, "Ben size üç şey diyorum. Onları dinleyip benim yanımdan gidiniz ve beni gideceğim yere gitmem için yalnız bırakınız. O üç şey şunlardır; 1-Başkasına emredeceğiniz şeyle önce kendiniz amel etmeye başlayınız, 2-Başkalarını alıkoymak İstediğiniz şeyden kendinizi alıkoyunuz, 3-Sizin her adımınız, sizin için ya faydalıdır (Cennet'e doğru atılmış­tır) ya da zararlıdır (Cehennem'e doğru gitmektedir). O halde her adımı atarken nereye gittiğini iyice düşünün" buyurdu.Hz. Rebî rahmetuiiahi aleyh vefat edeceği sırada kızı ağlıyordu. O buyurdu ki: "Kızım! Ağlayacak bir şey yok. Şöyle de, <Bugün ne kadar mutlu bir gündür. Çün­kü bugün babama çok şeyler (nimetler) verildi>". Hz. Mekhûl Şâmî rahmetuiiahi aleyh vefat ederken gülüyordu. Biri kendisine, "Bu gülecek vakit midir?" diye sordu. O, "Niçin gülmeyeyim! Korktuklarımdan ebedi olarak ayrılacağım ve ümitlerimi ken­disine bağladığım Zât'a çabucak gideceğim vakit gelmiştir" dedi. Hz. Hassan bin Sinan rahmetuiiahi aleyh ruhunu teslim etmek üzereydi. Biri kendisine "Siz çok acı çekiyorsunuz" dedi. O, "Acı muhakkak oluyor. Ancak mü'minin Allahu Teâlâ ile bu­luşma ümidi olduğu ve sevincin acıya galip geldiği bir zamanda onun acısından bahsetmeye ne gerek vardır" buyurdu. İbni İdris rahmetuiiahi aleyh vefat edeceği sı­rada kızı ağlamaya başladı. O, "Ağlayacak bir durum yoktur. Ben bu evde dört bin defa Kur'an-ı Kerim'i hatmettim" buyurdu. Hasan bin Hayy rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Benim kardeşim Ali rahmetuiiahi aleyh ahirete intikal edeceği gece bana seslenerek su istedi. Ben namaza durmuştum. Selam verdikten sonra suyu alıp götürdüm. O, "Ben içtim" dedi. Ben, "Sen nereden içtin. Evde benden ve senden başka kim­se yoktur" dedim. O, "Şimdi Hz. Cebrail aieyhisseiam su getirmişti. Bana su içirip, gitti ve şöyle buyurdu; <Sen ve kardeşin Allahu Teâlâ'nın kendilerine nimet ver­diği kimselerdensiniz>" (Bu söz Kur'an-ı Kerim'deki şu ayete işaret etmektedir:

"Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse, İşte onlar Allah'ın kendilerini ni­met verdiği peygamber, sıddıklar, şehitler ve salih kimselerle beraberdirler".                                                          (Nisa-69)

Hz. Abdullah İbni Musa rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Hz. Ali bin Salih rahmetuiiahi aleyh ahirete intikal etti. Ben bir sefere çıkmıştım. Ben seferden dönünce onun kardeşi Hasan bin Salih'in yanına taziye için gittim. Ben oraya varınca ağlayasım geldi. Hasan bana şöyle buyurdu: "Ağlamadan önce onun vefatının durumunu dinle, bak nasıl zevk verici bir şey: Can verme acısı başlayınca, benden su istedi. Ben su götürdüm. O, <Ben içtim> dedi. Ben, <Kim içirdi?> dedim. O, <Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem saf halindeki pek çok melekle birlikte geldi ve bana su içir-di> dedi. Ben, kendinden geçerek söylemiş olmasın diye düşünerek, <Meleklerin safları nasıldı?> dedim. O, <Birbiri üstüne. (Bir elini diğerinin üzerine koyarak) iş­te şu şekildeydi> dedi".Ebû Bekr bin Ayyaş rahmetuiiahi aleyh vefat ederken, onun kız kardeşi ağla­maya başladı. O, "Bacım ağlayacak bir şey yok. Kardeşin evin şu köşesinde Kur'an-ı Kerim'i 12 bin defa hatmetmiştir" dedi. Amr bin Ubeyd rahmetuiiahi aleyh di­yor ki: Ebû Şuayb Salih bin Ziyad rahmetuiiahi aleyh hastaydı. Ben onu ziyarete gitti­ğimde ruhunu teslim etmek üzereydi. Bana şöyle dedi: "Sana müjde vereyim mi? Ben burada yüzü yakışıksız bir yabancı adam görüyorum, Ben ona, <Sen kimsin?> diye sordum. O, <Ölüm meleğiyim^ dedi. Ben, <Bana yumuşak davran> dedim. O, <Bana yumuşak davranmam emredildi> dedi". Hz. İmam Ahmed bin Hanbel rahmetuiiahi aleyhin oğlu diyor ki: Babam vefat ederken ben yanında oturuyordum.Vefatından sonra çenesini bağlamak için elimde bir parça bez vardı. O bayılıyordu. Biz vefat ettiğini zannediyorduk. Sonra tekrar kendine geliyordu. O vakit şöyle diyordu; "Şimdi değil, şimdi değil". Üçüncü defa bu durum olunca ben kendisine, "Siz ne diyorsunuz?" dedim. O, "Oğlum! Senin haberin yok. Mel'un şeytan benim yanımda duruyor. Öfke ve üzüntüsünden parmağını dişleriyle sıkmakta ve <Ey Ahmed! Sen benim elimden kurtuldun> demektedir. Ben de ona, <Yalancı! Şimdi değil (can çıkana kadar senden emin olunmaz)> diyorum" buyurdu.Hz. Adem bin İyâs rahmetuiiahi aieytiin son vaktiydi. Bir şala bürünmüş Kur'an okuyordu. Kur'an-ı Kerim'i hatmedince şöyle dedi: "Benim sana olan sevgim hür­metine arz ediyorum ki, bana yumuşak davranılsın. Bugün için sana ümid bağlı­yordum". Ondan sonra Lâ ilahe illallah dedi ve ruhunu teslim etti. Mesleme bin Abdilmeük rahmetuiiahi aleyh vefat edeceği zaman ağlamaya başladı. Biri kendisine ağlamasının sebebini sorunca, "Ben ölümden korktuğumdan dolayı ağlamıyo­rum. Ben Allah'a tam olarak güveniyorum. Ben şunun için ağlıyorum ki, otuz defa cihada katıldım. Ancak şehidlik nasip olmadı. Bugün kadınlar gibi yatağım­da ölüyorum" dedi. İyâs bin Katâde Abşemî rahmetuiiahi aleyh bir gün aynaya bakınca başında beyaz kıllar gördü. Bunun üzerine buyurdu ki: "Beyaz kıllar gel­dikten sonra ahiretten başka şeylerle uğraşmamak gerekir. Artık dünyaya veda etme zamanı gelmiştir". Ondan sonra çok fazla mücahedeye başladı. Bir defa­sında Cuma günü namazı kıldıktan sonra dışarı çıkıyordu. Gökyüzüne bakarak, "Hoş geldin. Ben seni çok sabırsızlıkla bekliyordum" dedikten sonra yanında­kilere, "Ben ölünce, beni Melhûb denilen yere götürüp defnedin" buyurdu, daha sonra ruhunu teslim etti ve yere yığıldı.Hz. İmam Ahmed bin Hanbel rahmetuiiahi aieyh'ln talebesi Ahmed bin Hânî rahmetuiiahi aleyh vefat edeceği zaman oğlu İshak'a, "Güneş battı mı?" diye sordu. Oğlu, "Henüz batmadı. Ancak babacığım! Böyle şiddetli hastalık halinde farz olan orucu bile bozmaya izin verilmiştir. Seninki ise nafile oruçtur. Orucunuzu bozunuz" dedi. O, {kim bilir ne gördüyse) "Hey! Dur bakalım!" dedikten sonra, "Bu gibi şeyler için insan iyi ameller yapmalı" buyurdu ve ruhunu teslim etti. (Bu söz Kur'an-ı Kerimin şu ayetlerine işarettir:)

"Şüphesiz ki bu (Cennet'e erme) büyük bir kurtuluştur. / Çalışanlar bu gibi kurtuluşu elde etmek için çalışsınlar".                                                                                                                                         (Sâffât-60,61)

Ebû Hakîm Hiyerî rahmetuiiahi aleyh oturmuş bir şeyler yazıyordu. Yaza yaza en sonunda kalemi bırakarak, "Eğer bunun adı ölümse Allah'a yemin olsun ki çok güzel bir ölüm" dedi ve vefat etti. Ebû'l Vefa bin Akîl rahmetuiiahi aleyh vefat ederken ev halkı ağlamaya başladılar. O, "50 seneden beri onu uzaklaştırıyorum. Artık nereye kadar uzaklaştıracağım. Şimdi sen beni bırak. Ben onu geldiğinden dolayı tebrik ediyorum" dedi.

Meşhur bir kitap olan İhyâ-ûl Ulûm'un yazarı İmam Gazali rahmetuiiahi aleyh Pazartesi günü abdest alıp sabah namazını kıldı. Sonra kefenini istedi. Onu öpüp, gözlerinin üzerine koyduktan sonra, "Hükümdarın yanında bulunmak için mem­nuniyetle hazırım" dedi ve ayaklarını uzatarak kıbleye doğru yattı ve hemen vefat etti. İbnül Cevzî rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Hocam Ebû Bekr bin Habîb rahme­tuiiahi aleyh vefat edeceği sırada talebeleri, "Biraz vasiyet buyurunuz" elediler. O, "Üç şeyi vasiyet ediyorum; 1-Allah korkusu, 2-lssız bir yerde O'nu murakabe etmek, 3-Benim başıma gelen şeyin (yani ölümün) korkusunu taşımak. Ben 61 sene ömür geçirdim. Ama sanki dünyayı hiç görmemişim (o kadar çabuk gitti ki)" dedi. Ondan sonra yanında oturan birine, "Bak alnımdan ter geldi mi, gelmedi mi?" buyurdu. O, "Geldi" dedi. Bunun üzerine, "Allah'a şükür olsun. (Hadiste geç­tiği gibi) Bu iman üzere ölmenin alâmetidir" buyurdu.İmam Buhârİ rahmetuiiahi aleyti'm talebesi EbÛ'l Vakt Abdulevvel rahmetuiiahi  vefat anı geldiğinde dilinden çıkan en son söz şu olmuştur:

"Keşke kavmim Rabbimin beni bağışladığını / ve ikram edilenlerden kıldığı­nı bilse"                                                                                            

(Yâsin-26,27)

Muhammed bin Hâmid rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Ben Ahmed bin Hadraveyh rahmetuiiahi aieyh'ii) vefatı sırasında yanında oturuyordum. Onun ruhunu teslim etme vakti başlamıştı. 95 yaşında idi. Bir şahıs kendisine bir fıkhı mesele sordu. Onun gözleri doldu ve "Evladım 95 seneden beri bir kapının açılması için çalışmaktayım. Şu an o kapı açılmak üzere. Acaba o kapı saadetle mi açılacak yoksa bedbahtlıkla mı diye beni endişe kaplamıştır. Şu an cevap vermeye fırsat nerede?" buyurdu. Bu esnada alacaklılar onun vefat etme haberini duyup toplandılar. Onun 700 dinar (altın) borcu vardı. Şöyle dedi: "Allah'ım! Sen rehini (yani teminatı) alacaklıların gü­venceleri için meşru kıldın. Şu an Sen onların güvencelerini çağırıyorsun (yani on­lar benim varlığımdan dolayı güven ve itminan içindeydiler). Artık ben gidiyorum, onların borcunu öde". O anda biri kapıyı çaldı ve "Ahmed'in alacaklıları nerede?" dedi. Hepsinin borçlarını sayarak ödedi ve gitti. O da ruhunu teslim etti.Bir Allah dostu vefat ediyordu. Hizmetçisine, "Benim ellerimi bağla ve ba­şımı yere koy" dedikten sonra, "Yolculuk vakti geldi. Ne ben günahlardan beriyim, ne benim yanımda mazeret olarak ileri sürebileceğim bir özrüm var ne de yardım alabileceğim bir gücüm vardır. Artık benim için ancak Sen varsın. Benim için an­cak Sen varsın..." Böyle diye diye bir çığlık attı ve ahirete intikal etti. Gaybtan şöyle bir ses geldi: "Bu kul kendi Mevlâ'sının karşısında acizliğini gösterdi. O da kabul etti". Bir şahıs diyor ki: Bir fakir ruhunu teslim ederken derin derin soluyordu. Ağzına pek çok sinekler konmuştu. Ben ona acıdım ve onun yanına oturup si­nekleri kovmaya başladım. O gözünü açtı ve "Yıllarca bu özel vakit için çalıştım. Bütün ömür çalışmakla nasip olmayan şeye şimdi kavuşmuştum. Sen gelip ara­ya girdin, git kendi işine bak! Allah iyiliğini versin" dedi.Ebû Bekr Rakkî rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Ben sabahtan sonra Ebû Bekr Zakkâk rahmetuiiahi aieyh'm yanındaydım. O şöyle diyordu: "Allah'ım! Sen beni bu dünyada ne kadar tutacaksın". O gün öğlen vakti girmeden ahirete intikal etti. Hz. Mekhul Şâmî rahmetuiiahi aleyh hastaydı. Bir adam onun yanına gitti ve "Allah sana sıhhat versin" dedi. O, "Asla! kendisinden sadece hayır ümid edilen Zât'ın yanına gitmek, kendilerinin kötülüğünden hiçbir zaman emin olunmayan kimsele­rin yanında kalmaktan daha iyidir" dedi. Ebû Ali Rüzbârî rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Bayram günü yanıma bir fakir geldi. Hali çok perişan ve elbisesi eskiydi. "Burada bir fakirin öleceği temiz ve saf bir mekan var mı?" dedi. Ben ciddiye almadan sö­zünü boş zannederek, "İçeri gel, nerede istersen yat ve öl" dedim. O içeri geldi, abdest aldı. Birkaç rekat namaz kıldı ve yatarak öldü. Ben onu teçhiz ve kefen­lemesini yaptım. Defnederken, "Onun yüzündeki kefeni açıp, başını yere koya­yım, tâ ki Allah ceiie ceiaiuhu onun garipliğine merhamet etsin" diye düşündüm. Bu maksatla yüzünü açınca, o da gözünü açtı. Ben, "Efendim öldükten sonrada ha­yat var mı?" dedim. O, "Ben hayattayım. Her Allah aşığı hayattadır. Ben yarın kıyamet günü kendi itibarımla sana yardım edeceğim" dedi.Ali bin Sehl Esbehânî rahmetuiiahi aleyh derdi ki: "Sen zannediyor musun ki, ben halkın öldüğü gibi öleceğim (Bu tür ölümlerde genellikle, hastalık, hasta zi­yaretleri vs. gibi yüz çeşit mesele oluyor. Aksine) ben şöyle öleceğim: Bana, <Ey Ali!> denecek, ben de yürüyeceğim". Nitekim aynen öyle oldu. Bir gün bir yere gidiyordu. Gide gide, "Lebbeyk! (yani hazırım)" dedi ve öldü. Ebû'l Hasan Müze-nî rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Ebû Yakub Nehircûrî rahmetuiiahi aleyh vefat ediyordu. Ruhunu teslim edeceği sırada ben, Lâ ilahe illallah kelimesini telkin ettim. Bunun üzerine bana bakarak güldü ve "Bana mı telkin yapıyorsun? Kendisine asla ölüm gelmeyecek olan Zât'ın izzetine yemin olsun ki, benimle O'nun arasında sadece O'nun büyüklük ve izzet perdesi vardır" dedi. Bunu söyler söylemez ruhunu teslim etti. Müzeni rahmetuiiahi aleyh sakalını tutarak, "Benim gibi bir berberin, salih bir evli­yaya telkin yapması utanılacak birdurumdu" derdi. O, bu olayı hatırladıkça ağlardı.Ebû'l Hasan Mâlikî rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Ben Hz. Hayr Nûrbâf rahmetulla-hi a/ey/i'le beraber yıllarca kaldım. O vefatından sekiz gün önce şöyle buyurdu: "Ben Perşembe günü akşam vakti öleceğim ve Cuma namazından sonra defne­dileceğim. Sakın unutma!" Ancak ben unutmuştum. Cuma sabahı bir adam onun vefat ettiğini bana haber verdi. Ben hemen cenazeye katılmak için gittim. Yolda onun evinden gelen insanlarla karşılılaştım. Onlar, "Cumadan sonra defin oluna­cak" diyordu. Ancak ben onun evine vardım. Oraya gidince onun nasıl vefat etti­ğini sordum. Vefatı anında onun yanında bulunan bir zat şöyle anlattı: "Akşam namazına yakın o bayılır gibi oldu. Ondan sonra biraz kendine geldi. Evin bir köşesine bakarak, <Biraz dur sana da bir iş emredildi bana da. Ancak sana emredilen iş aksamayacak ama bana emredilen iş kalacaktır. Öyleyse biraz dur da bana emredilen işi yerine getireyim>. Ondan sonra su istedi, abdest aldı, namaz kıldı. Daha sonra gözlerini kapatıp ayaklarını uzatıp yattı ve ahirete gitti".Biri onu rüyasında gördü ve "Nasılsın?" dedi. O, "Boş ver, bunu sorma! Sizin bo­zulmuş ve kokuşmuş dünyanızdan kurtuldum" dedi.Ebû Saîd Hazzâr rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Bir defasında ben Mekke-i Mü-kerreme'deydim. Bâb'ı Benî Şeybe'den çıkıyordum. Kapının dışında son derece güzel bir adamın ölü olarak yattığını gördüm. Ben onun tarafına dikkatlice bakı­yordum. O da bana bakıp gülmeye başladı ve "Ebû Saîd! Sen bilmiyor musun ki (muhabbet ehli) dostlar ölmezler. Bir alemden diğer aleme intikal ederler" dedi. Hz. Zünnûn Mısri rahmetuiiahi aleyh vefat edeceği sırada biri kendisine vasiyet et­mesini arzetti. O, "Ben O'nun şefkatinin fevkalâde durumuna hayran oluyorum. Şu an beni meşgul etme" buyurdu. Ebû Osman Hiyeri rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Ebû Hafs rahmetuiiahi aleyh vefat ederken biri kendisine, "Bir vasiyet buyurunuz" dedi. O, "Benim konuşma gücüm yok" dedi. Ondan sonra kendisine biraz güç gelince ben, "Şimdi buyurun, söyleyiniz. Ben halka ulaştırırım" dedim. Buyurdu ki; "Kişi kendi kusurlarından dolayı gönlünün bütünüyle acizliğini ve tevazuunu gös­termelidir (Bu kadar yeter. Bu benim en son vasiyetimdir)". Hz. Cüneyd Bağdadî rahmetuiiahi aleyh buyurdu ki: Hz. Sirrî Sakatî rahmetuiiahi aleyh vefat edeceği sırada son anlarındaydı. Ben baş ucunda oturmuştum. Yüzümü onun yüzüne koydum. Gözümden yaşlar boşanıyordu. Göz yaşlarım onun yanaklarına düşünce, "Kim­sin?" dedi. Ben, "Sizin hizmetçiniz Cüneyd" dedim. O, "Merhaha (çok iyi ettin de geldin)" dedi. Ben, "Son bir vasiyet buyurun" dedim. O, "Kötü insanların sohbetin­den (arkadaşlığından) kendini koru. Sakın başkalarıyla olan sohbet ve dostluğun seni Allahu Teâlâ'dan ayırmasın" buyurdu. Hz. Habîb Acemî (meşhur Sûfiya-i Kiram'dandır) vefatı sırasında çok endişeleniyordu. Biri kendisine, "Sizin gibi bir büyük zata bu endişe ve korku uygun düşmemektedir. Bundan önce sizin böyle bir haliniz yoktu (yani herhangi bir şeyden dolayı bu kadar bir korku ve endişe his­setmiyordunuz)" dedi. O, "Sefer çok uzun, yanımda azık yok. Bundan önce hiç bu yolu görmedim. Mevlâmı ve Sahibimi ziyaret edeceğim. Bundan önce hiç ziya­ret etmedim. Daha önce görmediğim korkunç manzaralar göreceğim. Kıyamete kadar toprağın altında yalnız başına kalacağım. Yanımda cana yakın hiçbir kimse olmayacak. Ondan sonra Allah ceiie ce/a/uftu'nun huzurunda durmak vardır. Ben şundan korkuyorum; Eğer orada, <Ey Habîb! 60 sene içinde şeytanın müdahale etmediği bir teşbih göster> diye bir soru sorulursa ben ne cevap vereceğim" bu­yurdu. İşte bu 60 senelik ömründe zerre kadar dünyaya bağlanmamış birinin ba­şından geçen haldir. Öyleyse bizim gibi hiçbir vakit (dünya bir tarafa) günahlar­dan boş durmayan ve her an şeytanın dalkavukluğunu yapanların hali nice olur.Abdulcebbâr diyor ki: Ben Feth bin Şehref rahmetuiiahi aieyh'm yanında 30 sene kaldım. O yüzünü göğe doğru hiç çevirmedi. Bir gün yüzünü göğe çevirip, "Artık Sana olan arzum çok arttı. Şimdi beni çabuk çağır" dedi. Ondan sonra bir hafta geçmeden ahirette intikal etti. Ebû Sâîd Mevsilî rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Feth bin Sâîd kurban bayramı namazını kılıp namazgahtan geç döndü. Dönüşte kurban etlerinin pişmesinden dolayı evlerden ve her taraftan dumanlar çıktığını görünce ağlamaya başladı ve "Halk kurbanlarla Sana yakınlık elde ettiler. Ey be­nim Mahbûbum! Keşke ben hangi şeyi kurban edeceğimi bilseydim" dedi ve kendinden geçerek düştü. Ben ona su serptim. Uzun bir zaman sonra kendine geldi. Sonra kalkıp yürüdü. Şehrin sokaklarına ulaşınca yüzünü göğe doğru çevirip, "Ey benim Mahbûbum! Benim üzüntü ve kederimin uzadığını da ve be­nim sokak sokak dolaştığımı da Sen biliyorsun. Ey sevdiğim Zât! Burada beni ne zamana kadar hapsedeceksin" dedikten sonra tekrar bayılıp düştü. Ben tekrar su serptim. Kendine geidi ve birkaç gün sonra ahirete intikal etti.Muhammed bin Kasım rahmetuliahi aleyh diyor ki: Benim şeyhim Muhammed bin Eşlem Tûsî rahmetuliahi aleyh vefatından dört gün önce bana, "Gel sana müjde vereyim. Allahu Teâlâ senin arkadaşına (yani bana) o kadar ihsan etti ki, benim ölüm vaktim geldi. Yine Allahu Teâlâ'nın benim üzerimde ihsanıdır ki, yanımda hesabını vermek zorunda kalacağım bir dirhem dahi yoktur. Artık evin kapısını kapat ve ben ölene kadar kimsenin içeri girmesine müsaade etme. Şunu da benden duy ki, yanımda miras olarak taksim edilecek hiçbir şey yoktur. Sadece şu şal, şu yaygı şu abdest ibriği ve benim kitaplarım vardır. Bir de şu kesede 30 dirhem var. Onlar benim değil oğlumundur. Onları bir akrabası ona vermişti. Benim için bundan daha fazla helal olan şey ne olabilir. Çünkü Rasûluilah saiiai-lahu aleyhi veseilem şöyle buyurmuştur; <Sen ve senin malın babanındır>. (Öyleyse bu dirhemler oğlumun malı olduğundan, bu hadisi şerife göre bana helaldir). Bana, onunla avret yerlerimi örtecek kadar bir kefen satın alın. O paradan daha fazla kullanmayın (yani sadece belden aşağıyı örtecek bir peştamal alın). Bu yaygı ve şalı da kefen olarak ona ilave edin. Böylece kefenlik üç parça bez ola­caktır. Peştamal, şal ve yaygı. Bu üçüyle beni sarınız. Bu ibriği namaz kılan bir fakire sadaka olarak veriniz. Tâ ki o abdest alsın" buyurdu. Bunları söyledikten sonra dördüncü gün hakkın rahmetine kavuştu.Ebû Abdulhâlİk diyor ki: Ben Yusuf bin Hüseyin rahmetuliahi aleyh'm ruhunu teslim edeceği sırada yanındaydım. O şöyle diyordu; "Allah'ım! Dışarıda halka nasihat ettim. İçeride kendi nefsinde tam tersini yaptım. Kendi nefsimde işledi­ğim hata ve eksikliği senin yaratıklarına yaptığım nasihatlar karşılığında affet". Böyle diye diye ruhunu teslim etti.[179]Allahu Teâlâ onlara bol bol rahmet eylesinBu vefat edenler ne kısmetli kimselerdi! Allahu Teâlâ onların sayesinde bu değersize de bir pay nasip eylesin. Çünkü O çok Kerim'dir. O'nun kereminden hiçbir şey uzak değildir.

20) ve " Hz. Aişe radiyaiiahu anha buyurdu ki: Bir adam gelip Rasûluilah sah laiiahu aleyhi veseiiem'm Önüne oturdu Ya Rasûlallah! Benim kölelerim var. Bana yalan söylüyorlar. Beni aldatıyorlar ve benim sözümü tutmuyorlar. Ben de onlara kötü söz söylüyorum ve dövüyorum. Benimle onlar arasında (kı­yamet günü) durum ne olacak?" dedi. Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bu­yurdu ki: "Onlar sana ne kadar hıyanet ettiler, ne kadar İsyan ettiler ve ne kadar yalan söyledilerse, hepsi tartılacak (çünkü orada her şey tartılmakta­dır. İster o şey cismi olan cevher olsun isterse cismi olmayan araz olsun). Bir de senin onların yaptıklarına karşılık verdiğin cezalar da tartılacaktır. E-ğer senin verdiğin ceza ile onların suçları eşitse, o zaman durum ne senin le­hinde ne de aleyhindedir (ne alacak ne de verecek vardır). Eğer verdiğin ceza onların suçundan az ise o kadar sana Ödenecektir. Eğer verdiğin ceza onla­rın suçlarından fazla ise, o fazlalilığın karşılığı senden alınacaktır". Adam üzülerek ve ağlayarak bir köşeye çekildi. Rasûluilah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bu­yurdu ki: "Sen Allahu Teâlâ'nın şöyle buyurduğunu okumadın mı?:<Biz Kıyamet günü adalet terazileri kuracağız (orada ameller tartılacaktır).Hiç bir kimse, hiçbir zulme uğratılmayacaktır. İşlenen amel bir hardal tanesi kadar da olsa Biz onu getirir (tartarız). Hesaba çeken olarak da Biz yeteriz> (Enbiya-47)". Bunun üzerine adam "Ya Rasûlallah! Öyleyse onlar ve benim için ayrılıktan daha hayırlı bir şey göremiyorum. Sizi şahid tutuyorum ki, onların hepsi hürdür (onları azad ediyorum)" dedi.                                                                                (Timizi

İZAH: Kıyamet günü hesap işi çok şiddetlidir. Kur'an-ı Kerim ve hadisi şe­riflerde çok sık olarak bu konu üzerinde uyarılar ve geniş açıklamalar zikredilmiş­tir. Misal ve numune olarak birkaç ayet ve hadisi burada zikredeceğiz.

1) Allah'a döndürüleceğiniz günden korkun. Sonra herkese kazandığı (amelinin karşılığı) tamamen ödenecektir. Ve onlar zulme uğramayacak­lardır.                                                                                         

(Bakara-261)

2) Herkesin yaptığı hayrı ve işlediği kötülüğü hazır bulacağı o kıya­met gününde, kişi yaptığı kötülük ile kendisi arasında uzun bir mesafe bu­lunmasını isteyecektir. Allah sizi Kendisi'nden sakındırır. Allah kullarına karşı çok merhametlidir. (Bu şefkatten dolayı sizi azabına düşmemeniz için korkutmaktadır).                                                                        

(Ali İmran^30)

3) Kim hıyanet ederse, kıyamet gününde (Mahşer meydam'na) hıyanet ettiği şeyle gelir. Sonra herkese kazandığının karşılığı tam olarak verilir. Onlara zulmedilmez.                                                     (Ali lmran-161)

4) Her nefis ölümü tadacaktır. Kıyamet gününde (iyi ve kötü) amelle­rinizin karşılığı size mutlaka eksiksiz verilecektir.                                                                                               (Âli İmran-185)

5)  Şüphesiz Allah, hesabı süratli olandır (yani herkesin hesabı çok çabuk görülecek ve ona göre karşılık verilecektir).

(Bu ayet Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde geçmektedir)

6) O gün (kıyamet günü) amellerin tartılacağı bir gerçektir. Sevap tar­tıları ağır gelenler, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. / Sevab tartıları hafif ge­lenler ise kendilerini zarara uğratanlardır. Bunun sebebi de ayetlerimize karşı haksız davranmalarıdır.                                                                                                   (Araf-8,9)

7) Şüphesiz ki elçilerimiz (melekler) yaptığınız hileleri yazmaktadırlar (onların hepsinin karşılığı size kıyamet günü verilecektir. Bu yazılanlar önünüze gelecektir).                                                                     

(Yunus-21)

8) Kötü amel işleyenlerin cezaları ise kötülükleri kadardır. Onların yüzlerini zillet bürüyecek ve kendilerini Allah'ın azabından koruyacak kim­se de bulunmayacaktır. (Yüzleri Öyle siyah olur ki,) yüzlerini sanki gecenin karanlığından bir parça kaplamıştır.                                                                             (Yunus-27)

9) Orada herkes daha önceki (dünyada) yaptıklanndan dolayı imtihan verir.                        (Yunus-30)

10) Rablerinin emrine icabet edenler için güzel mükafat vardır. Al­lah'ın emrine icabet etmeyenler ise, yeryüzündekilerin hepsi hatta onların bir misli daha kendilerinin olsa kurtulmak için feda ederlerdi. İşte bunlar için kötü bir hesap vardır.                                                                                                    (Rad-18)

11) Ey Rasûlüm! Sana düşen ancak tebliğ etmektir. Hesaba çekmek yalnız Bize aittir.                                                                               

(Rad-40)

12) Ey Rabbimîz! Herkesin hesaba çekileceği günde, beni, annemi, babamı ve bütün mü'minleri affet!                                             

(İbrahin>41)

Bu ayet Hz. İbrahim afeyhfese/a/n'ın duasıdır

13) Kıyamet gününde suçluların birlikte zincire vurulduklarını görür­sün. / Onların gömlekleri katrandandır (bir cins çam ağacından çıkan reçi­nedir ki, petrol gibi yanmaktadır). Yüzlerini ateş kaplar. / Bütün bunları Al­lah, herkesin dünyada işlediğinin karşılığını vermek için yapar. Şüphesiz ki Allah'ın hesaba çekmesi çok süratlidir.                                                                     (İbrahim 49,50,51)

14) Biz her insanın (iyi veya kötü) amelini kendi boynuna taktık. Kıya­met gününde onun için kitap çıkaracağız. O, kitabını açık bulacak. / O gün insana, "Kitabını oku! Bugün hesap görme bakımından sen kendine yeter­sin" denilir (yani kendi hesabını kendin yap, başkasına ihtiyaç yoktur).          (İsra-13,14)

15) Hayır asla! (o kafirin zannettiği gibi değil) Biz onun söylediklerini yazıp kaydederiz. (Ondan sonra kıyamet günü o yazılmış olan amel defleri onun önüne konacaktır).                                                            (Meryem-79)

16) İnsanların hesaba çekilme zamanı yaklaştı. Fakat onlar hâlâ gaf­lette (onun hazırlığına aldırmıyorlar).                                            

(Enbiya-1)

17) Tekrar dirilmek için (kıyamet günü) Sur'a üfürüldüğü zaman (o ka­dar korku meydana gelir ki,) onların aralarında soy bağının hiçbir değeri kal­maz (yani hepsi yabancı gibi olacaklardır. Baba oğuldan kaçacaktır. Abese sûresinin 34, 35 ve 36. ayetlerinde belirtilen durum meydana gelecektir). O babasından, karısından ve çocuklarından kaçar) ve birbirlerinin halini de soramaz. / Kimin tartısı ağır gelirse (yani se­vap tarafı ağır basarsa), işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. / Kimin de tartısı hafif gelirse, işte onlar kendileriniziyana sokanlardır. Cehennem1-de ebediyen kalacaklardır. / Ateş onların yüzlerini yakar. Onlar ın orada yüz­leri kavrulur, dişleri sırıtır, kalır.                                                                (Mü'minun-101,102,103,104)

18) İnkar edenlerin (hidayet nurundan uzak olanların) amelleri, engin göllerdeki serap gibidir. Susayan, (uzaktan) onu su zanneder. Fakat oraya vardığında umduğundan hiçbir şey bulamaz, yanında sadece Allah'ı bulur. O da onun hesabını eksiksiz görüverir. Allah, hesabı süratli olandır.   (Nur-39)

19) Şüphesiz ki Allah yolundan sapanlara hesap gününü unuttukları için şiddetli bir azab vardır.                                                              

(Sâd-26)

20) Bugün (kıyamet günü) herkes dünyada kazandığıyla cezalandırılır veya mükafatlandırılır. Bugün asla zulüm yoktur. Şüphesiz ki Allah hesabı çok çabuk görendir.                                                                    (Mü'min-17)

21) Sen (o kıyamet gününün) korkusundan bütün ümmetlerin diz üs­tü çöktüklerini görürsün. O gün her ümmet amel defterinin başına çağrıla­cak ve onlara şöyle denilecektir; "Bugün dünyada yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz"./İşte bu (amellerinin yazıldığı) kitabımız size gerçekleri (sizin yaptıklarınızı) söylüyor. Şüphesiz Biz dünyada yaptıklarınızı (meleklere) yazdırıyorduk (şimdi o karşınızdadır).                                (Câsiye-28,29)

22) Onun sağında ve solunda oturan iki alıcı (sözü hemen alıp yazan iki melek) yaptıklarını kaydetmektedirler. / İnsan hiçbir söz söylemez ki, ya­nında onu gözetleyici hazır bir melek bulunmasın.                       (Kâf-17,18)

23) O gün (Allahu Teâlâ'nın huzuruna hesap vermek üzere) arz olunur­sunuz. Hiç bir şeyiniz gizli kalmaz. / O gün amel deften sağından verilen kimse (sevincinden) etrafındakilere şöyle der; "İşte kitabım, alın okuyun! / Ben dün­yadayken hesaba çekileceğimi çok iyi biliyordum (dünyada iken bunun için hazırlık yapıyordum)". / Artık o, razı olduğu bir hayat içindedir. / Meyveleri sarkmış yüce, / yüksek bir Cennet'tedir. / O gün Cennetliklere şöyle denilir; "Geçmişteki günlerde işlediğiniz iyi amellerin mükafatı olarak yiyin, için!" / O gün amel defteri solundan verilen ise (son derece üzüntü içinde) şöyle der; "Keşke bana amel defterim verilmeseydi. / Hesabımın ne olduğunu bilmesey-dim. / Keşke ölümüm bütün işleri bitiren olsaydı. / Malım bana hiç bir fayda vermedi. / Bütün saltanatım benden mahvoldu (gitti)". / (O gün Cehennem ze­banilerine şöyle denilir;) "Alın, bağlayın onu! / Sonra alev alev yanan Cehen-nem'e atın. / Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğundaki zincire vurun!"                                                                                                          (Hâkka-18-32)

Bu ayeti kerimelerin bir kısmı cimrilik bahsinde geçmiştir.

24) Üzerinizde size gözcülük eden, / yaptıklarınızı yazan şerefli melek­ler vardır. / Onlar yaptıklarınızı bilirler. (Bu yazılanlar kıyamet günü hesap için arzolunacaktır).                                                            (infitar-10,11,12)

25) Amel defteri sağından verilen, / yakında kolay bir hesaba çekile­cektir / (Ondan kurtulunca) ailesine sevinçle dönecektir. / Amel defteri arkasından (sol eline) verilene gelince, hemen ölümü çağıracaktır. / Alev alev yanan Cehennem'e girecektir. / O dünyada ailesinin yanında sevinç İçindeydi. / O dirilip Rabbİne dönmeyeceğini sanıyordu.                                                                                          (lnşikak-7-14)

26) Şüphesiz ki onların dönüşü Bize'dir. / Onları hesaba çekmekte Bi­ze aittir.                                                                                           

(Ğaşiye-25,26)

27) (Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla) Yeryüzü şiddetli sarsıntısı ile sarsıldığı, / yer içindeki ağırlıklarını çıkarıp dışarıya attığı, / İnsan, "Ne oluyor bu yere?" dediği zaman. / O gün yer Rabbi'nin ona vahyetmesiyle (üzerinde işlenen iyi ve kötü işleri) haber verecektir, / O gün insanlar amel­lerinin karşılığı kendilerine gösterilmek üzere bölük bölük (hesap yerine) dönerler. (Kimi topluluklar mukarrebîn zümresinden, kimisi salihlerden ki­misi de Cehennemliklerdendir. Sonra her toplulukta çeşitli zümreler ola­caktır. Aynı şekilde bazı topluluklar binekli, bazıları ise yayandır. Onlardan bazıları yüz üstü süründürülür. Kısaca her çeşit topluluk bulunacaktır). / Kim zerre miktarı iyilik yapmışsa onun sevabını görür. / Kim de zerre mikta­rı kötülük yapmışsa onun cezasını görür.                                                                                               (Zilzâl Sûresi)

Hesaba çekilmek ve amellerin karşılığını görmekle ilgili bu 27 ayeti örnek olarak zikrettik. Bunlara ilave olarak pek çok ayetler de çeşitli ifadelerle bu ve bu­na benzer konular geçmiştir. Aynı şekilde hadislerdeki binlerce rivayetlerde hesab gününün şiddetli ahvali zikredilmiştir. Onların hepsini bir araya toplamak çok zor­dur. Şu kadarı var ki, sadece dünyalık kazanmak için zayi edilen vakitlerden bir parçasının da işe yarayacak olan şeylere de harcanması gerekir. Henüz vakit var­dır. Bir şeyler yapılabilir. Yakında öyle bir zaman gelecek ki, pişmanlıktan başka bir şey kalmayacaktır. Numune olarak buraya birkaç hadis tercümesi yazıyorum.Hz. Aişe radıyaiiahu anha bir defasında Cehennem'! hatırlayarak ağladı. Ra-sûlullah sailallahu aleyhi veseliem, "Ne var, niçin ağlıyorsun?" buyurdu. Hz. Aişe radh yaiiahu anha, "Cehennemi hatırladım da onun için ağlıyorum. Acaba siz o gün ken­di  ehli   lyâlinizi   hatırlayacak  mısınız yoksa  hatırlamayacak   mısınız?"  dedi.Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Üç vakit vardır ki, o vakitlerde kimse kimseyi hatırlamayacaktır; 1-(Amellerin tartıldığı) mizan vaktinde (iyiliklerin ko­nulduğu) kefenin ağır gelip gelmediğini bilene kadar, 2-<Geliniz, kendi hesapları­nızın bulunduğu amel defterinizi alınız> diye ilan edilince amel defterinin sağ eline mi yoksa arka taraftan sol eline mi verileceğini bilene kadar, 3-Cehennem üzerine konulduğunda Sırat Köprüsü'nden geçerken".1 İnsan onun üzerinden hayırlısıyla geçmediği müddetçe kimseyi hatırlamayacaktır.Hz. İbni Abbas radıyaiiahu anhuma buyuruyor ki: "Kıyamet günü hesab görü­lecektir. Kimin iyiliklerine bir fazla ilave olursa, o Cennet'e gidecektir. Kimin kötü­lüklerine bir fazla ilave olursa, o Cehennem'e gidecektir". Ondan sonra diye başlayan ayeti okudu. (Bu ayet 6 numarada geçmiştir.) Sonra buyurdu ki: "Te­razinin kefesi bir dâne ile de ağır basacaktır. İyilikleri ve kötülükleri eşit gelenler A'rafta2 kalacaklardır"'. Hz. Ali kerremailahu vechehu buyurdu ki: "Kimin zahiri (dışı) bâtı­nından (içinden) daha iyi olursa, onun tartısı hafif olacaktır. Kimin bâtını, zahirinden daha iyi olursa, onun tartısı ağırgelecektir". Hz. Enes radıyaiiahuanh, Rasûlullahsaiiai-lahu aleyhi veseiiem'm şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Mizan terazisinin yanına bir melektayin edilir. Bir kimsenin kefesi ağır gelince, o melek bütün mahlukâtın duya­cağı yüksek bir sesle şöyle ilan eder;<Falan oğlu falan saîd oldu. Öyle bir saadete erdi ki, ondan sonra bedbahtlık yoktur". Eğer birinin kefesi hafif gelirse, melek synı şekilde onun bedbaht olduğunu ilan edecek ve bu ilanı bütün mahlukât duyacaktır".Bir çok rivayetlerde geçtiğine göre o terazi o kadar büyüktür ki. yer, gök ve ikisinin arasında ne varsa hepsi onun bir kefesine sığar. Hz. Câbir radıyaiiahu anh, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm şöyle buyurduğunu naklediyor: "Teraziye ilk konacak şey kişinin çoluk çocuğuna harcadığı nafakadır". Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, Hz. Ebû Zer radıyaiiahu anh'a şöyle buyurmuştur: "Sana amel etmekte hafif, tartıda çok ağır olan iki haslet söyleyeyim mi? Onlardan biri güzel âdet diğeri sus­maktır (yani boş sözlerden sakınmaktır)". Diğer bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "İki kelime vardır ki, onlar Allah'a çok sevimli, dile hafif, mizanda çok ağırdır. Onlar veBir başka hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Kim kendi kardeşinin hacetini görürse, ben onun mizanının yanında dururum. Eğer onun iyilikleri fazla gelirse ne âlâ. Eğer böyle olmazsa ben ona şefaat ede­rim". Diğer bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Kıyamet günü âlimlerin yazmak için kullandıkları mürekkep ve şehidlerin kanı da tartılacaktır. Âlimlerin mürekkebi, şehidlerin kanından daha ağır gelecektir"[180]Hz. İsa alâ nebiyyina ve aleyhissalatü vesselam   ŞÖyle buyurmuştur: "Muhammed saiiaiiahu aleyhi vese/fem'in ümmetinin amellerinin ağırlığı diğer ümmetleri geçecektir. Çünkü onların dilleri Lâ ilahe illallah kelimesine çok alışkın ve yatkın olacaktır". Hz. Ebû Derdâ radıyaiiahu anh buyuruyor ki: "Bir kimse her zaman sadece midesi ve belden aşağısını düşünürse, iyi amelleri az olduğundan dolayı mizanda hafif ge­lecekti1"". Bir hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "İnsanın sağ tarafındaki melek iyilikleri yazar ve sol tarafındaki meleğin emîridir. Kul bir iyilik yaptığı zaman sağ tarafındaki melek on kat sevab yazar. Bir kötülük yapınca solundaki onu yazmak ister. Ancak rütbesi düşük olduğundan emîrinden izin ister. Emir (yani sağ taraftaki melek) ona, <6 veya 7 saat bekle> der. Eğer kul bu arada[181]  günahtan tevbe ederse, o melek yazmaya izin vermez. Eğer tevbe etmezse, melek o günahı yazar".[182] Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bir çok hadislerde şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü üç duruşma olacaktır. İlk iki duruşmada suâl, cevab, özür, mazeret vs. gibi bütün şeyler görüşülür Üçüncü duruşmada ise amel def­terleri herkesin eline verilir. Kimine sağ elinden kimine de sol elinden verilir"[183]Bir hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Kimde üç şey bulunursa, Allahu Teâlâ onun hesabını kolay kılar ve Kendi Rahmetiyle Cen­net'e koyar. 1-Sana iyilik yapmaktan vazgeçene sen iyilik yap, 2-Seninle akraba­lık ilişkisini kesenle ilişkilerini devam ettir, 3-Sana zulüm edeni affet"[184] Yine Ra­sûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Eğer (ahiret ahvalinden) benim bildik­lerimi siz bilseydiniz, (korkudan) az güler, çok ağlardınız. Döşekler üzerinde ha­nımlarınızdan lezzet hasıl etmeyi bırakırdınız. Çığlıklar atarak vadilere çıkardı­nız". Hz. Ebû Zer radıyaiiahu anh bunu duyunca, "Keşke ben kesilen bir ağaç olsay­dım (insan olmasaydım. Çünkü insan olduğum için bu kadar musibetlere katlan­mak gerekecektir)" buyurdu. Başka bir hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "İnsan hangi hâl üzere ölürse, kıyamet günü o hâl üzere haş-rolunacaktır (yani ölüm geldiği vakit hangi iyilik veya kötülükle meşgul ise aynı hâl üzere haşrolunacaktır)"[185]Bir defasında Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle bir vaaz buyurdu: "İyi dinleyin ki, dünya geçici bir menfaattir. Ondan herkes faydalanır. İster sâlih olsun isterfâcir (o halde ondan çok faydalanmak bir iyilik alâmeti değildir). Ahiretin vak­ti belirlenmiştir. O, belirtilen vakit mutlaka gelecektir. O gün herşeye kadir olan Hükümdar karar verecektir (O'nun yetkileri çok geniştir). Hayrın tamamı Cennet1-tedir (öyleyse insan yapabileceği bir hayırda eksiklik etmemelidir. Çünkü o hayır, onu Cennet'e götürücüdür). Şerrin de tamamı Cehennem'dedir (o halde en ufak bir serden bile sakınmaya çalışılmalıdır. O şer hafife alınmamalıdır. Çünkü en ufakşer bile Cehennem'e götürücüdür). Özenerek iyi ameller yapınız. Siz Allah ceiiece-laiuhu tarafından son derece tehlikeli bir durumdasınız (hiçbir an O'ndan korkusuz ve endişesiz bir halde olmamalısınız). Şunu çok iyi bilin ki, siz kendi amellerinize göre arz olunacaksınız (onlar hesap edilecektir). Kim zerre kadar bir iyilik yapar­sa onu görecektir. Kim de zerre kadar kötülük işlerse onu görecektir"[186]Hz. Ali kerremaiiahu vechehu şöyle buyurmuştur: "Dünya günden güne yüzü­nü döndürüp gidiyor (yani uzaklaşıyor). Ahiret ise günden güne yakınlaşıyor. (Dünya ve ahiretin) her ikisinin de ayrı ayrı evlatları vardır. Öyleyse siz dünyanın evlatları olmayın, ahiret evlatları olun. Bugün amel günüdür. Hesap yoktur. Yarın hesap günüdür, amel yoktur".[187] Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Kı­yamet günü üç mahkeme olacaktır. Birinci mahkemede asla af yoktur. Bu Allahu /teâlâ'ya başkasını ortak koşmakla ilgilidir (yani bu mahkemeye sadece iman ve küfür davası getirilir. Bu mahkemede suçun affedilmesi söz konusu değildir). İkinci mahkemede Allahu Teâlâ hak sahibine hakkını verecektir (ister kendinden verir, isterse haksızdan alıp ona verir). Bu mahkemede kulların birbirlerine yaptıkları zu­lüm konusuna bakılır. Yani bu mahkemede mazlumun hakkı zalimden alınacaktır. Üçüncü mahkeme Allahu Teâlâ'nın kendi hakları ile ilgilidir (farzlar vs. gibi konular­daki eksiklikler hakkındadır). Bu konuyu Allahu Teâlâ fazla önemsemeyecektir. Bunlar, O kerim olan Zât'ın haklarıdır. O dilerse hakkını ister, dilerse affeder"[188]Başka bir hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "Ki­min üzerinde kardeşinin herhangi bir hakkı varsa, onun şerefi veya malına teca­vüz ve haksızlık yapmışsa, bugün o suçu affettirsin. Ne dinar ne de dirhemin ol­madığı günden önce meseleyi halledin. (O gün ne gümüş vardır ne de altın. O gün bütün hesaplar iyi ameller ve günahlara göre yapılacaktır). O halde zulüm eden kimsenin bir miktar iyiliği varsa, zulmü kadar iyilikleri alınıp mazluma verilir. Eğer onun yanında iyilikler yoksa, o ölçüde mazlumun günahı ona yüklenir. (Böylece kendi günahıyla birlikte başkalarının günahlarının cezasını çekmek için Cehennem'de biraz daha fazla kalması gerekecektir)4. Bir başka hadiste şöyle buyurulmuştur: "Kıyamet günü hak sahiplerine haklan mutlaka verilecektir, hatta boynuzsuz koyun, boynuzlu koyundan hakkını alacaktır".5 Yani, eğer dünyada bir boynuzlu koyun, boynuzsuz bir koyuna vurmuşsa, o da boynuzu olmadığın­dan karşılığını alamamtşsa, onun hakkı da orada alınacaktır.Bir defasında Rasûlullah saMahu aleyhi veseSem, "Biliyor musunuz, müflis kimdir?" buyurdu. Sahabeler, "Bize göre yanında dirhemi (parası) ve malı olmayan müflis ola­rak kabul edilmektedir" dediler. Rasûlullah satiatiahu aleyhi veseitem buyurdu ki:"Benim ümmetimin müflisi o kimsedir ki, Kıyamet günü pek çok namaz ve oruçla gelir. Ancak birine sövmüş, birini dövmüş, birine iftira atmış ve birinin malını ye­miştir. Onun iyiliklerinden birazını o alır, birazını bu alır. Derken onun iyilikleri tükenir, ama başkalarının alacakları kalır. Bunun üzerine onların alacakları mik­tardaki günahları, o kişinin üzerine yüklenir. Daha sonra o (zalim ve çok ibadet etmiş kişi) Cehennem'e atılır"[189]Fakîh Ebulleys rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: Kıyamet günü insanlar kabir­lerinden çıkarılınca 70 sene o halde ayakta kalacaklardır. Onlara hiç iltifat edil­meyecektir. Onlar bu perişan halleri içindeyken o kadar ağlayacaklardır ki, göz yaşları bitecektir. Göz yaşlarının yerine kan gelmeye başlayacaktır. Ondan sonra Mah-şer Meydanı'na çağrılacaklardır. Gökten melekler inmeye başlayacak ve her gök katındaki melekler birer halka şeklinde saf tutacak, bir gök ehli diğerinin arkasında duracaktır. Bu durum Kur'an-ı Kerim'de şöyle beyan edilmiştir:"O gün gökyüzü bulutlarla yarılır ve melekler bölük bölük inerler. / O gün gerçek hakimiyet Rahman'ındır. O kafirler için çok zor bir gündür. / O gün za­lim (pişmanlığından) ellerini ısırıp şöyle der; <Ne olaydı keşke ben Peygam­berle beraber hak yolu tutsaydım. / Vay başıma gelenlere! Keşke falanı (iyi amelden alıkoyanı) dost edinmeseydim. / Yemin olsun ki bana öğüt (Kur'an) gelmişken beni ondan saptırdı. Zaten şeytan insanı yardımsız ortada bırakir>".(Furkan-25,26,27,28,29)

Bu konudaki geniş kıssa İbrahim sûresinde geçmektedir. Bir hadiste Rasû­lullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: O vakit Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Ey cinler ve insanlar! Ben dünyada size nasihat etmiştim. Bugün amelleriniz kar-şınızdadır. Kim amel defterinde iyilik bulursa Allah'a şükretsin. Kim de iyilik bula­mazsa o kendini kınasın (çünkü o öğüt kabul etmemiştir)". Ondan sonra Allah ce//e ceiaiuhu Cehennem'e emredecek, onun azabı insanların karşısına gelecektir. Onu gö­ren her şahıs diz üstü çökecektir. Bu durum Câsiye sûresinde şöyle buyurulmuştur;"Sen bütün toplulukların diz üstü çöktüklerini görürsün. O gün her topluluk amel defterinin başına çağrılır" (Câsiye-28). Ondan sonra insanların arasında hüküm ve karar verme işlemi başlayacaktır. Hatta hayvanlar arasında bile adalet uygulanacaktır. Boynuzsuz koyun boynuzlu koyundan hakkını alacaktır. Daha sonra hayvanlara, "Sizin meseleniz sona erdi, siz toprak olun" diye emredilecek­tir. O zaman kafirler öyle olmayı temenni edecekler ve şöyle diyeceklerdir;"Keşke toprak olsaydım"(Nebe-40Başka bir hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: "İn­sanlar Mahşer Meydanında annelerinden doğduklar! gibi çırıl çıplak olacaklar­dır". Hz. Aişe radıyaüahu anha, "Ya Rasûlallah! Herkesin önünde çıplak olmaktan dolayı utanılmayacak mı? Herkes birbirine bakacak" dedi. Rasûlullah saiiaiiahu a-leyhi veseiiem buyurdu ki; "O vakit insanlar kendi başlarına gelen musibetlerle uğ­raşmaktan başkasına bakmaya fırsat bulamayacaklardır. Hepsinin gözleri yukarı doğru bakacaktır. Herkes kötü amelleri ölçüsünde tere batmış olacaktır. Kiminin teri ayaklarına kadar, kiminin ki dizlerine kadar, kiminin ki karnına kadar, kiminin ki ağzına kadar ulaşacaktır. Melekler arşın etrafında halka şeklinde saf tutacak­lardır. O vakit teker teker her şahıs çağrılacak, çağrılan şahıs topluluğun arasın­dan çıkıp orada hazır olacaktır. Allah'ın huzurunda durduğu zaman şöyle ilan edilecektir; <Kimin bundan bir alacağı varsa gelsin. Kimin bunda hakkı varsa ve­ya o birine herhangi bir zülüm yaptıysa gelsin>. Teker teker çağrılacak ve onun iyiliklerinden alınıp onların hakları ödenecektir. Eğer iyilikleri yoksa veya tüken-misse, onların günahları o kişiye yüklenecektir. O kendi günahlarıyla birlikte baş­kalarının günahlarını da başına alınca ona, <Git. Kendi barınağın Hâviye'ye git" denecektir (yani <Cehennem'in kızgın ateşine git> demektir. El-Kâria sûresinde Hâv/ye'nin ne olduğu beyan edilmiştir). Hesap ve azabın bu şiddetli durumundan korkmayan hiçbir mukarreb melek veya peygamber kalmayacaktır. Ancak Al­lah'ın korudukları müstesna. O vakit herkese dört şey sorulacaktır; (Bu bölü­mün 6. hadisinde genişçe geçtiği gibi) 1-Ömrünü hangi işte geçirdiği, 2-Bede-nini hangi işte kullandığı, 3-İlmiyle ne amel yaptığı, 4-Malını nereden kazanıp nereye harcadığı"İkrime radtyaiiahu anh diyor ki: O gün baba oğluna, "Ben senin babandım. Ben senin pederindim" diyecek. Oğlu onun iyiliklerini itiraf edecektir. Ondan son­ra baba oğluna, "Bana sadece bir iyilik lazım. İsterse zerre kadar olsun. Belki onun sebebiyle benim tartım ağır gelir" diyecek. Oğlu babasına, "Benim kendi başıma musibet gelmektedir. Başıma daha neler geleceğini bilmiyorum. Ben hiç bir iyiliği veremem" diyecektir. Ondan sonra o adam kendi hanımına aynı şekilde kendi İyiliklerini ve ilişkilerini hatırlatacak, o da aynı şekilde reddedecektir. (Kısa­ca aynı şekilde herkesten isteyip duracaktır). İşte bu Allahu Teâlâ'nın şu ayette zikrettiği durumdur:[190]

"Hiçbir günahkar bir başkasının günahını çekmez. Eğer günahı ağır olan bir kimse yükünü taşımak için bir başkasını çağırsa, akrabası bile olsa yü­künden hiçbir şey taşınmaz. (Ona hiçbir şekilde yardım edilmez)".                                                                                                           (Fatır-18)

İkrime radıyaliahu an/i'ın bu rivayeti Dürrü Mensûr'da daha açık lafızlarla geçmiştir. Onun manası şudur: Önce baba oğluna, "Ben dünyada sana nasıl davrandım?" diye soracak, oğlu babasının davranışlarını çok övecektir. Daha sonra baba, oğluna, "Ben bugün senden sadece bir sevap istiyorum. Belki de onunla işim hallolur" diyecektir. Oğlu, "Babacığım! Sen çok az şey istedin. Ancak buna rağmen ben çok şiddetli mecburiyet içindeyim (veremeyeceğim). Çünkü sendeki korkunun aynısı bizzat bende de vardır" diyecektir. Ondan sonra aynı soru ve cevaplı konuşma hanımıyla olacaktır.[191]Bunlara örnek olarak Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:

"Ey İnsanlar! Rabbinizden korkun. Ne babanın evladına ne de evladın baba­sına hiçbir yardımda bulunamayacağı günden sakının. Şüphesiz ki Allah'ın vaadi haktır (o gün mutlaka gelecektir.) Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın (ona dalarak o günden gafil olmayın). Allah'ın affına güvendirerek sakın o aldatıcı şeytan sizi aldatmasın".                                                  (Lokman-33)"Kulakları patlatan gürültü geldiğinde (yani kıyamet günü gelince). / O gün insan kardeşinden / anne ve babasından / karısından ve çocuklarından ka­çar (kimse kimsenin yardımına koşmaz). / O gün herkesin kendisine yete­cek kadar işi (ve derdi) vardır'[192]                                                    (Abese-33,34,35,36,37)

Bu ayeti kerimenin tefsiri hakkında Katâde rahmetuliahi aleyh buyuruyor ki: "Kıyamet günü hakkını benden ister diye korktuğundan her şahsa tanıdık bir yakın akrabasının kendisini görmesi çok ağır gelir"[193] Kur'an-ı Kerim'de bu konu sık sık çeşitli ifadelerle zikrolunmuştur;

"Öyle bir günden korkun ki, o günde kimse başkası namına bir şey ödeye­mez. {Mesela bir namaz bedeli olarak başkasının namazı kabul edilmez). Kimsenin şefaati kabul olunmaz. Kimseden fidye (mâlî karşılık) alınmaz ve onlar yardım olunmazlar. (Biri kendi gücüyle onların azabını durduramaz. Bu mümkün değildir)".                                                                                                                                                               (Bakara-48)

Bu ayeti kerimede mümkün olabilecek bütün yardım yollan nefyedilmiştir. Çünkü bir kimseye yardım dört yolla olur; 1-Güçlü kuvvetli biri araya girip engel­ler. Bu yardımdır. Allah ceiie ceiaiuhu bunu nefyetmiştir. 2-Zor kullanmadan bir şah­sın azabı durdurmasıdır ki, bu iki türlü olur; Herhangi bir bedel ödemeden dur­durur ki, bu şefaattir. 3-Yoksa canla ilgili bir bedel ödeyerek durdurur. 4-Malla il­gili bir bedel ödeyerek durdurur. Son ikisi de ayette nefyedilmiş (geçersiz sayıl­mıştır).Aynı şekilde pek çok yerlerde bu konu çeşitli ifadelerle geçmiştir. Bu ko­nuyla ilgili şunu zihinlere yerleştirmek gerekir: Bir kafirlere yapılan muamele var­dır bir de günahkar rnüslümanlara yapılan muamele vardır. Yukarıda zikredilen bütün şeylerin kafirler için olduğunda ittifak edilmiştir. Şöyle ki, bir peygamber veya bir veli veya bir melek ne kadar Allah'a yakın olursa olsun, kafirlerin azabını uzaklaştıramaz. Günahkar müslümanlara yapılan muamele ise şöyledir; Onlar hakkında da buna benzer ayetler ve hadisler gelmiştir. Bütün bunlar özel bir za­man itibariyledir. Daha sonra şefaat izni verilir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in bir çok yerinde bu konu geçmiştir. O yerlerden birinde şöyle buyurulmuştur:

"O gün Rahman olan Allah'ın kendisi için izin verdiği ve hakkında (birinin) konuşmasına razı olduğu kimseye şefaat fayda verir".                                                                             (Tâhâ-109)

Buna benzer ifadeler sık sık geçmektedir. Ancak kimin için şefaat izni ve­rileceğini kimse bilmemektedir. Bir bakıma herkesin Allah'ın lütfundan ümitvâr olması gerekir. Ancak kimse için bir kesinlik yoktur. Bundan dolayı o şiddetli gün son derece korkunç ve tehlikeli bir gündür. Onun şiddetinden korunmak için ya­pılabilecek her şey ancak bugün yapılabilir. Bol bol sadaka vermenin o günün şiddet ve ağırlığından koruma hususunda özel bir etkisi vardır. Birinci bölümdeki ayet ve hadislerde bu konu sık sık geçmiştir. Rasûlullah saitaiiahu aleyhi vese/Win şu buyruğu meşhurdur: "Yarım hurmayla da olsa Cehennem ateşinden sakının". Yine Rasûlullah saüaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Sadaka, suyun ateşi söndür­düğü gibi hataları söndürür (yok eder)"[194] Bir başka hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Kıyamet günü herkes kendi sadakasının gölgesi altında olacaktır"[195] Yani sadakanın miktarı ne kadar fazla olursa, sıcağın şiddetinden do­layı terin ağza kadar ulaştığı o korkunç günde, kişinin altında duracağı gölge o kadar geniş olacaktır. Başka bir hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Sadaka Allahu Teâlâ'nın gazabını söndürür ve kötü sondan (kötü ölümden) muhafaza olmaya sebebtir"[196] Hz. Lokman aieyhisseiam oğluna şöyle vasiyet etmiş­tir: "Senden bir hata meydana gelirse sadaka ver"[197]Bir ahlaksız fahişe kadının, bir köpeğe su içirmekle bağışlanmasını anla­tan kıssa, birinci bölümün 10 numaralı hadisinde genişçe geçmiştir. Uheyd bin Umeyr rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Mahşer Meydanı'nda insanlar son derece acıka­caklar, son derece susuz ve tamamen çıplak olacaklardır. Ancak kim Allah için birine yemek yedirdiyse, Allahu Teâlâ ona yemek yedirecektir. Kim Allah için biri­ne su içirdiyse, ona su içirecektir. Kim de Allah için birine elbise verdiyse, ona elbise giydirecektir"[198] Birinci bölümde 11 numaralı hadisin açıklamasında şöyle geçmiştir:"Kıyamet günü Cehennemlikler bir safta duracaklar. Onların yanından (kâmil bir veli olan) bir Müslüman geçecektir. O saftan bir adam, "Sen bana Allah'ın huzurunda şefaat et" diyecektir. O müslüman, "Sen kimsin?" diyecek, Cehennem­lik olan kişi, "Sen beni tanımadın mı? Ben dünyadayken, şu zamanda sana su içirmiştim" diyecektir.Başka bir hadiste şöyle geçmektedir: "Kıyamet günü Cennetliklerin ve Ce­hennemliklerin safları oluşunca, Cehennemliklerin saflarından bir adamın gözü Cennetliklerin safındaki bir adama ilişecektir. O, <Ben sana dünyada falan iyiliği yapmıştım> diyecektir. Bunun üzerine o şahıs, onun elinden tutup Allahu Teâlâ'­nın huzuruna götürecek ve <Allah'ım! bunun benim üzerimde iyiliği var> diyecektir. Allahu Teâlâ rahmetiyle onu affedecektir". Diğer bir hadiste şöyle geçmektedir. "Kıyamet günü, <Ümmeti Muhammediye'nin fakirleri nerede? Kalkın ve insanları kıyamet meydanında arayın. Kim, Benim için size bir lokma verdiyse veya Benim için bir yudum su içirdiyse veyahut yeni veya eski bir elbise giydirdiyse, onun elinden tutup Cennet'e dahil ediniz> buyurulacaktır. Bunun üzerine ümmetin fa­kirleri kalkacaklar ve onları seçip seçip Cennet'e koyacaklardır". Bir başka hadis­te şöyle geçmektedir: "Kıyamet günü bir münâdi şöyle nida edecektir; <Fakirlere ve yoksullara ikram edenler nerededirler? Bugün siz üzerinizde hiç bir korku olmadığı ve mahzun olmadığınız halde Cennet'e giriniz>".Bu çeşit ifadeler birinci bölümde geçmişti. O bölümün 13. hadisinin izahın­da şöyle geçmiştir: "Bir kimse bir Müslümamn herhangi bir musibetini giderirse, Aliahu Teâlâ da onun kıyamet musibetlerinden bir musibeti yok eder. Kim de bir Müslümamn ayıbını örterse, Aliahu Teâlâ kıyamet günü onun ayıbını örter". 14 numaralı hadisin açıklamasında ise şöyle bir rivayet geçmişti: "Kim çaresiz kal­mış bir kardeşine yardım ederse, Aliahu Teâlâ dağların bile yerinde sabit du­ramayacağı o Kıyamet günü, onun ayağını sabit kılar (kaydırmaz)".Birinci bölümün ayetler kısmında 34 numarada Kur'an-ı Kerim'in uzun bir ayeti geçmişti. O ayet şöyledir:

"(Onlar, Allah sevgisinden dolayı) yoksula, yetime, (kafir olan) esire yemek yedirirler. / (Sonra da şöyle derler): Size ancak Allah rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir hediye isteriz ne de bir teşekkür. / Çünkü biz Rabbimizden kor­karız. Bed çehreli, çatık suratlı bir günün azabından... / Allah da onları o gü­nün azabından korur ve yüzlerine güzellik ve sevinç verir".                                                                       (İnsan-8,9,10,11)

Hülâsa o bölümde kıyamet gününün şiddetinden korunmak için bol bol sa­daka vermenin son derece faydalı olduğu hakkında pek çok ifadeler geçmiştir. Bu ayeti kerimede de bir bakıma Aliahu Teâlâ bizzat bunu (kıyametin azabından koruyacağını) vaad etmiştir. Öyleyse bundan (yani bol bol sadaka vermekten) daha üstün ne olabilir ki?

 

 



[1]  Mişkât

[2] İhya

[3] Kenz

[4] Mişkât

[5] Mişkât

[6] İhya

[7] İhya

[8] Dürrü Mensur

[9] Dürrü Mensur

[10] Dürrü Mensur

[11] İhva         

[12] Dürrü Mensur

[13] Ayetlerinsadece baelangıcı yazılmıştır. Dileyen Kur'an-ı Kerim mealinden bulabilir.

[14] Dürrü Mensur

[15] Dürrü Mensur

[16] Dürrü Mensur

[17] Dürrü Mensur

[18] Dürrü Mensur

[19] İhya-ül Ülüm

[20] İhya ül Ulüm

[21] Kenz

[22] Ravz

[23] Mişkât

[24] Kenz

[25] Kamu yararına olan işler

[26] Hatta bazı durumlarda dilenmek vacib olur. Muztar ve çaresizlik içinde kalmış birinin bazen sahibin-

den izinsiz alması bile caizdir

[27]  ihya

[28] ithaf

[29] Kitabın basıldığı zaman ahirete intikal etmiştir- Allah rahmet etsin.

[30] Misk ât

[31] ihya

[32] ihya

[33] İslam devletinin gayri müslümlerden aldıgı vergi

[34] Terğib

[35] Terğib

[36] Terğib

[37] Terğib

[38] Terğib

[39] Bezi

[40] Terğib

[41] ihya

[42] Mişkât

[43] Terğib

[44] Mişkât

[45] Mişkât

[46] Dürrü Mensur

[47] Mişkât

[48] Miskât

[49] Bir hadisi şerifte bu ayetle ilgili şöyle önemli bir şey geçmiştir: Bir sahabe diyor ki; Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bizi bir savaşa gönderdi ve "Sabah ve akşam bu ayeti kerimeyi okumaya devam edin" buyurdu. Biz de okuduk. O savaşta hem ganimet elde ettik hem de sıhhat ve selamet içinde kaldık.               

[50] Mişkât

[51] Terğib

[52] Terğib

[53] Dürrü Mensur

[54] Mişkât

[55] Terğib

[56] Terğib

[57] Hâkîm

[58] İsâbe

[59]  Buhâri

[60] Müstedrek

[61] Müstedrek

[62] İsâbe

[63] Müstedrek

[64] Müstedrek

[65] Terğib, Mecma-üz Zevâid

[66] Terğib

[67] Terğib

[68] Terğib

[69] Buhâri

[70] Terğib

[71] Dürrü Mensur

[72] Terğib

[73] Tenbih-ü! Gafilin

[74] Mezâhir-i Hak

[75] Dürrü Mensur

[76] Dürrü Mensur

[77] Tenbih-ül Gafilin

[78] Dürrü Mensur

[79] Düzeltme: Tercih edilen görüşe göre Hz. Adem aieyhisseiamin sürçmesi tevbe ile affedilmişti. Daha hilafet için dünyaya gönderilmişti.

[80] Mişkât

[81] Ebû Dâvûd

[82] ihya

[83] İhya

[84] İhya

[85] Mişkât

[86] Mişkât

[87] Terğib

[88] Mişkât

[89] Terğib

[90] Terğib

[91] Mezâhir-i Hak

[92] Terğib

[93] Terğib

[94] Terğib

[95] Müsameratıie

[96] Bazı rivayetlere göre bu söz İbni Ömer'in kendisine aittir.

[97] Terğib

[98] Dürrü Mensur

[99] Miskât

[100] ihya

[101] Tenbih-ül Gafilin

[102] Terğib

[103] Dürrü Mensur

[104] İhya

[105] Terğib

[106] Terğib

[107] Terğib

[108] Terğib

[109] Ithafus Salat

[110] Terğib

[111] Terğib

[112] İthafus Salat

[113] İhya

[114] Emirür Rivâvât

[115] Şemail-i Tirmizi

[116] Şemail-i Tirmizi

[117] Mişkât

[118] İhya

[119] İhya

[120] Kitabın yazarı Zekeriyya Kandehlevi'nin görüşü

[121] Yaklaşık 3.25 qr ağırlığında gümüş

[122] ihya

[123] Bir sa takriben 2,917 gr'dır

[124] Cami-üs Sağir

[125] İhya

[126] İhya

[127] İhya

[128] Âlemgiriyye

[129]  ihya

[130] Terğib

[131]  Dürrü Mensur

[132]  Dürrü Mensur

[133]  Mişkât

[134]  Mişkât

[135] lhya

[136] Tenbih-ül Ğafilin

[137] Terğib

[138] Tenbih-ül Gafilin

[139] Mişkât

[140] Mişkât

[141] Mişkât

[142] İhya

[143] İhya

[144] İhya

[145] Mişkât

[146] Dürrü Mensur

[147] Kehz

[148] Cami-üs Sağir

[149] Dürrü Mensur

[150] Mezâhir-i Hak

[151] Mişkât

[152] Terğib

[153] Tenbih-ül Gafilin

[154]  Mişkât

[155] Terğib

[156] Mişkât

[157] Terğib

[158]Tenbih-ül Gafilin

[159]  ihya

[160] İthaf

[161] Mişkât

[162] İhya

[163] İhya

[164] Dürrü Mensur

[165] 'İhya

[166] İthaf

[167] İhya

[168] Mevlânâ Yusuf Kandehievi kuddise simhu hazretleri de Hicri 29 Zilkade 1384 (1965) Lahor'da vefat etmiştir

[169]  İhya

[170] İthaf

[171] dirhem yaklaşık 3,2 gr gümüştür

[172] ' İthaf

[173] İhya

[174] İthaf

[175] Ravz

[176] Ravz

[177] Ravz

[178] Ravz

[179] İthaf

[180] Mişkât

[181]  Dürrü Mensur

[182]  Dürrü Mensur

[183]  Dürrü Mensur

[184]  Dürrü Mensur

[185] Mişkât

[186] Mişkât

[187] Mişkât

[188] Mişkât

[189] Mişkât

[190] Tenbih-ül Gaifilin

[191] Dürrü Mensur

[192] Dürrü Mensur

[193] Dürrü Mensur

[194] İthaf

[195] İthaf

[196] Mişkât

[197] "İhya

[198] "İhya