Bu bölümde zahidlerin
ve Allah yolunda mallarını harcayanların kıssaları örnek olarak arz
edilecektir. Dünya ve ahiretin hakikatini anlayan o insanlar, bu aldatıcı dünya
yurduna nasılda rağbet etmemiş ve ahiret için neler neler biriktirmişlerdir.
Zühd ve Sehâvet (yani cömertlik) mana ve amel şekli bakımından iki ayrı
şeylerdir. Ancak sonuç bakımından birbirine yakındırlar. Çünkü kimde zühd varsa
yani dünyaya gönül vermemişse, sehâvet onun için gereklidir. Dünya malını
yanında tutmaya özenmeyen kimse yanında dünya malı olduğu zaman şüphesiz onu
cömertçe harcayacaktır. Aynı şekilde cömertçe harcamayı, ancak kendinde mal
sevgisi bulunmayan kişi yapabilir. Kişi, malı ne kadar severse, onda o kadar
cimrilik eder. Bundan dolayı bu bölümde iki türlü olay bir araya getirilmiştir.
Ve bundan dolayı Fezail-i Sadakat hakkında olan bu kitapta zühdle ilgili
ayetler ve rivayetler de zikredilmiştir. Çünkü dünyaya olan hevesleri soğutmak,
Allah yolunda harcamanın basamağıdır. İnsanın tabiatı bu pisliğe sevgi ve
ünsiyet beslediği sürece hiçbir zaman onu harcamak için harekete
geçmeyecektir. Eğer gönül bir an istese de tabiat harcamaya yanaşmayacaktır.
Bunu Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem çok güzel bir misalle şöyle
anlatmıştır: "Cimri ile sadaka verenin (yani bol bol sadaka vermeyi
kendine alışkanlık haline getirenin) misali iki adama benzer. Onların üzerinde
demirden zırh vardır. Zırha öyle bürünmüşlerdir ki, elleri de zırhın içinde
kalıp göğüslerine yapışmış ve dışarı çıkmamıştır. Sadaka veren yani sadaka
vermeyi alışkanlık haline getirmiş olan cömert kimse sadaka vermeye niyet
edince o zırh kendi kendine açılmakta (ve eller zorlanmadan hemen zırhtan
dışarı çıkmaktadır). Cimri de bir sadaka vermeye niyet edince o zırh daha da
büzülmekte ve daralmaktadır. Bu yüzden eller yerlerinden hareket
edememektedir"[1] Maksat şudur ki; cömert
bir kimse harcamaya niyet edince onun kalbi bunun için açılır. Bundan dolayı o
sıkıntı duymadan harcar. Cimri ise birinin demesi veya birinin işitmesi veyahut
başka bir sebepten dolayı, herhangi bir zamanda harcamaya niyet etse de içinden
bir şey (demir zırhın ellerini bağladığı gibi) onu tutar. Zırhın içindeki kişi
ellerini zorla dışarı çıkarmak istese de çıkaramaz. Yani kalbine defalarca
anlatır ama o bir türlü kabul etmez, eller bir türlü kalkmaz. Bu çok doğru ve
düzgün bir misal. Her gün görüyoruz ki, cimri insan harcamak istese de eli
yukarı kalkmaz. Bazen 10 lira harcama fırsatı doğar ama o 10 kuruşu bile zorla
çıkarır.
1) Hz. Ebû
Bekr Sıddık radıyaiiahu anh'm bütün hayat olaylarında bu cömertliğin o kadar
çok misalleri vardır ki, onları kuşatmak bile zordur. Tebûk Gazvesi vaktinde
Rasûlullah satiaiiahu aleyhi veseiiem yardım için teşvik etmişti, o vakit Hz.
Ebû Bekr Sıddık radıyaiiahu an/i'ın evinde ne varsa hepsini toplayıp Rasûlullah
sai-latiahu aleyhi veseiiem'm huzuruna getirmesi meşhur bir hadisedir.
Rasûlullah saiiaiia-. hu aleyhi veseiiem kendisine, "Ey Ebû Bekr! Evinde
ne bıraktın?" buyurunca o, "Evde Allah ve O'nun Rasûlü (yani onların
rızasının hazinesi) bulunmaktadır" demiştir. Bu kıssayı Hikayat-üs Sahabe
adlı kitapta yazdım. Oraya bakılınca görülür ki, başkalarını kendine tercih
etmek, başkasının derdiyle dertlenmek ve Allah yolunda harcamak o zatların
payına düşmüştü. Çünkü o payın en küçük izi bize nasip olsaydı, kim bilir biz
onu ne zannederdik. Ancak bu tür olaylar o zatların yanında günlük olaylar
halindeydi. Özelikle Allahu Teâlâ'nın, Kur'an-ı Kerim'de Hz. Ebû Bekr Sıddık
radıyaiiahu anh hakkında övgüyle bahsedip şöyle buyurmasından daha büyük hangi
izah olabilir?
"Takva sahibi o
(ateşten) uzaklaştırılır. / O takva sahibi ki, malını (Allah yolunda) verip
temizlenir. / Onun üzerinde başkasının mükafatlandırılacak bir nimeti yoktur. /
O ancak yüce Rabbinin rızasını kazanmak için verir". (Leyl-17,18,19,20)
(Burada İhlasın son
derece yüksek seviyesi anlatılmaktadır. Çünkü herhangi bir kimsenin iyiliğine
karşılık iyilik yapmakta istenilen ve beğenilen bir davranıştır. Ancak bu
iyilik fazilet itibariyle ilk yapılan iyiliğe denk değildir.1)İbni Cevzi
rahmetuiiahialeyh diyor ki: "Bu ayeti kerimenin Hz. Ebû Bekr Sıddık
radıyaiiahu anh hakkında nazil olduğuna dair ittifak edilmiştir". Hz. Ebû
Hureyre radıyaiiahu anh, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm şöyle
buyurduğunu nakletmiştir: "Bana Ebû Bekr'in malının verdiği fayda kadar
kimsenin malı fayda vermedi[2].
Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm bu Sözünü duyan. Hz. Ebû Bekr
radıyaiiahu anh ağlamaya başladı ve "Ya Rasûlallah! Ben ve benim malım
senden başkasının mıdır?" dedi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm bu
irşadı pek çok Sahâbe-i Ki-ram'dan birçok rivayetlerde nakledilmiştir. Saîd bin
El-Müseyyeb rahmetuiiahi aleyh'm rivayetinde yukarıdaki ifadeyle beraber şu
ifade de geçmektedir: "Rasûlullahsatiaiiahu aleyhi veseiiem Hz. Ebû Bekr
radıyaiiahu anh'm malında kendi malı gibi tasarruf ederdi". Hz. Urve
rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Hz. Ebû Bekr radıyaiiahu anh İslam'a
girdiğinde 40 bin dirhemi vardı. Hepsini Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem
üzerine (yani onun rızası uğrunda) harcadı". Bir başka hadiste şöyle
buyurul-muştur: "O İslam'ı kabul ettiği zaman 40 bin dirhemi vardı. Hicret
vaktinde ise 5 bin dirhemi kalmıştı. Bütün bu paralar (İslam'ı kabul etme
suçundan dolayı kendilerine azab edilen) köleleri azad etme ve İslam'ın diğer
işlerinde harcanmıştır"[3] Hz.
Abdullah İbni Zübeyr radıyaiiahu anh diyor ki: Hz. Ebû Bekr Sıddık radıyaiiahu
anh zayıf ve güçsüz köleleri satın alır, azad ederdi. Babası Ebû Kuhafe
radı-yaitahu anh, "Sen eğer illa da köle azad edeceksen güçlü ve kuvvetli
köleleri satın al ve azad et. Zira onlar sana yardım da edebilir ve zamanı
gelince işe de yararlar" dedi. Hz. Ebû Bekr radıyaiiahu anh, "(Ben
kendim İçin azad etmiyorum.) Ben sadece Allah'ın rızasını kazanmak için azad
ediyorum" buyurdu[4]
Allahu Teâlâ'nın indinde zayıf ve güçsüzlere yapılan yardımın mükafatı,
güçlülere yapılan yardımın mükafatından çok fazladır.Bir başka hadiste
Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Bana iyilik edip de,
benim de iyiliğinin karşılığını vermediğim hiçbir kimse yoktur. Ancak Ebû
Bekr'in iyiliği benim üzerimdedir (yani onun karşılığını veremedim). Allahu
Teâlâ kendisi kıyamet günü onun iyiliğinin karşılığını verecektir. Bana Ebû
Bekr'in malının fayda verdiği kadar, kimsenin malı fayda vermemiştir"[5]
2) Hz. İmam
Hasan radıyaiiahu antim yanına bir adam geldi. İhtiyacını arz edip biraz yardım
istedi ve bir şeyler talep etti. Hz. Hasan radıyaiiahu anh buyurdu ki:
"Senin bu talebinden dolayı benim üzerime binen hak benim gözümde çok
yücedir. Sana yapılması gereken yardım, bana göre çok büyük bir miktardır.
Benim mâlî durumum senin şanına uygun bir miktarı takdim etmekten acizdir. İnsan
Allah yolunda ne kadar harcarsa harcasın yine de azdır. Ancak ben ne yapayım,
benim yanımda senin benden istemenin şükrüne uygun olacak miktar yoktur. Eğer
sen benim yanımda mevcud olanı memnuniyetle kabul etmeye ve senin şanına layık
olan miktarı bir yerden bulmam için ve senin benim üzerime vacib olan hakkını
ödeyebilmem için beni mecbur etmemeye hazırsan, ben de memnuniyetle
hazırım". Adam, "Ey Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm torunu!
Sen ne verirsen ben onu kabul ederim ve ona şükrederim. Ondan fazlasını
vermediğin için de seni mazur görürüm" dedi. Bunun üzerine Hz. Hasan
radıyaiiahu anh kendi hazinedarına (senin yanına koyduğum) o üç yüz bin
dirhemden artanı getir" dedi. Hazinedar 50 bin dirhem getirdi (çünkü ondan
başkasını tamamen hayra harcamıştı). Hz. Hasan radıyaitahu anh, "Bir
yerlerde 500 dinar (altın) daha vardı" dedi. Hazinedar "O da
var" dedi. Hz. Hasan radıyaiiahu anh, "Onları da getir" dedi.
Hepsi geldikten sonra o dilenciye, "Bir taşıyıcı getir de bunları senin
evine kadar ulaştırsın" dedi. Adam iki taşıyıcı getirdi. Hz. Hasan
radıyaiiahu anh hepsini onlara teslim etti. Sırtındaki şalını da çıkardı ve
"Bu işçilerin senin evine kadar olan işçiliği bana aittir. Öyleyse bu şalı
satıp onların ücretini ödersin" diyerek ona verdi. Hz. Hasan radtyaliahu
anh'm köleleri, "Artık yanımızda yemek için bir dirhem dâhi kalmadı. Siz
hepsini verdiniz" dediler. Hz. Hasan radıyaiiahu anh buyurdu ki: "Ben
Allahu Teâlâ'nın zatından kuvvetle ümid ediyorum ki, O, kendi lütfuyla bana
bundan dolayı çok sevap verecektir".[6]Hepsini
verdikten sonra yanında hiçbir şey kalmadı. Ayrıca verilen miktar çok yüklü bir
miktardı. Yine de o "İsteyenin hakkını eda edemedim" diye üzülüyor ve
pişmanlık duyuyordu.
3) Basralı birkaç Kâri (yani Kur'an-ı Kerim'i
usûl ve kaidesine göre okuyan kimseler) Hz. İbni Abbas radıyaiiahu anhuma xun
yanına geldiler ve "Bizim bir komşumuz var, çok oruç tutar ve çok teheccüd
kılar. Onun ibadetlerine bakınca bizden her birimiz ona imreniyor ve bir de
onun gibi ibadet yapabilsek diye temenni ediyor. O kızını yeğeniyle nikahladı.
Ancak garibin yanında çeyiz için hiç bir şey yoktur" dediler. Hz. İbni
Abbas radıyaiiahu anhuma onları alıp evine götürdü. Bir sandık açtı. İçinden
altı tane kese çıkardı ve o adama vermeleri için keseleri onlara teslim etti.
Onlar alıp gideceklerdi ki, Hz. İbni Abbas radıyaiiahu anhuma, "Biz ona
insaflı davranmadık. Bu mal ona teslim edilirse o fakir çok zorlanacak ve çeyiz
hazırlığı telaşına düşecektir. Bu yüzden onun meşguliyeti artacak ve ibadetlerinde
zorluk olacaktır. Bu bedbaht dünyanın ibadet eden bir mü'mine güçlük çıkaracak
kadar derecesi yoktur. Biz bir dindar kişiye hizmet etsek şanımızdan ne eksilir
ki? Öyleyse bu mal ile bütün düğün hazırlıklarını hepimiz birlikte yapalım
Eşyaları hazırlayalım ve ona teslim edelim" dedi. Onlar da buna razı
oldular. O para ile bütün eşyaları mükemmel olarak hazırlayıp o fakire teslim
ettiler,[7]
4) Ebû'l
Hasan Medâinî rahmetuiiahîaleyh diyor ki: Hz. İmam Hasan, Hz. İmam Hüseyin ve
Hz. Abdullah bin Cafer radıyatiahu anhum Hacca gidiyorlardı. Yolda yüklerinin
bulunduğu deve onlardan ayrılıp kayboldu. Onlar aç susuz gidiyorlarken bir
çadıra uğradılar. O çadırda bir yaşlı kadın vardı. Onlar, "Sizin yanınızda
içeceğimiz herhangi bir şey (su, süt, ayran vs.) var mı?" diye sordular.
Kadın, "Evet var" dedi. Onlar develerinden indiler. Yaşlı kadının çok
zayıf bir keçisi vardı. Onu işaret ederek, "Onun sütünü sağın ve azar azar
için" dedi. Onlar keçinin sütünü sağıp içtiler ve "Yemek için bir şey
var mı?" dediler. Yaşlı kadın, "Bu keçi var, sizden biri onu keserse
ben pişiririm" dedi. Onlar onu kestiler, o da pişirdi. Onlar yiyip
içtikten sonra akşam üstü gidecekleri sırada o yaşlı kadına, "Biz
Hâşimüeriz şu an hac niyetiyle gidiyoruz. Eğer biz sağ salim Medine'ye dönersek
yanımıza geliver, senin bu ihsanının karşılığını vereceğiz" dediler. Böyle
diyerek yola koyuldular. Akşamleyin kadının kocası (araziden) dönünce yaşlı
kadın Hâşimilerin olayını anlattı. Kocası, "Sen yabancı insanlar için
keçiyi kestin. Kim olup olmadıkları belli değil. Bir de Hâşimi kabilesinden
olduğunu söylüyorsun" dedi. Kısaca kızıp, öfkelenip sustu, Bir zaman sonra
bu karıkocayı yokluk ve fakirlik iyice bunaltınca, çalışıp işçilik yapmak
niyetiyle Medine-i Münevvere'ye gittiler. Gün boyu hayvan gübresi toplayıp
satıyorlar ve geçiniyorlardı. Bir gün yaşlı kadın gübre topluyordu. Hz. Hasan
radıyaiiahu anh da kendi kapısının önünde oturuyordu. Yaşlı kadın oradan
geçerken Hz. Hasan radıyaiiahu anh onu görüp tanıdı. Kölesini gönderip onu
yanına çağırttı ve "Allah'ın kulu, beni tanıdın mı?" dedi. Kadın,
"Ben seni tanımadım" dedi. O, "Ben senin süt ve keçi ikram
ettiğin misafirinim" dedi. Yaşlı kadın yine de tanımadı ve "Allah
hakkı için siz o misafir misiniz?" dedi. Hz, Hasan radıyaiiahu anh,
"Ben işte o'yum" dedi. Sonra kölesine bu kadın için bin tane koyun
satın almasını emretti. Nitekim derhal koyunlar satın alındı. O, koyunlara
ilave olarak bin dinar (altını) nakit olarak verdi ve yaşlı kadını, kölesiyle
birlikte kardeşi Hz. Hüseyin radıyaiiahu antf\n yanına gönderdi. Hz. Hüseyin
radyai-tahu anh, "Ağabeyim ne kadar mükafat verdi?" dedi. Kadın,
"Bin koyun ve bin dinar" dedi. Hz. Hüseyin radıyaiiahu anh bunu
işitince her iki şeyden de aynı miktarda (yani bin koyun ve bin dinar) verdi.
Ondan sonra yaşlı kadını Hz. Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh'in yanına
gönderdi. O ikisinin ne verdiğini araştırdı ve onların verdiği miktarı
öğrenince, iki bin koyun ve iki bin dinar verdi ve "Sen ilk önce benimle
görüşseydin bundan daha fazla verirdim" dedi. Yaşlı kadın dört bin koyun
ile dört bin dinarı alarak kocasının yanına döndü ve "Bunlar o zayıf ve
güçsüz keçinin karşılığıdır" dedi.[8]
5) Abdullah bin Âmir bin Kureyz radıyaiiahu anh,
Hz. Osman radıyaiiahu an/Tın amcasının oğludur. Bir defasında (galiba gece
vakti) mescidden dışarı çıktı. Yalnız başına evine gidiyordu ki, yolda genç
bir çocuk gördü. Çocuk onunla beraber yürümeye başladı. O, çocuğa, "Bir
şey mi diyeceksin?" dedi. Çocuk, "Zâtı âlilerinin salâh ve felahını
temenni ederim, bir şey arz edecek değilim. Ben sizin bu vakit yalnız
yürüdüğünüzü görünce yalnızlığınızdan dolayı size bir eziyet ulaşmasından endişe
ettim. Bundan dolayı sizi korumak düşüncesiyle sizinle beraber oldum. Allah
etmesin yolda hoşa gitmeyen bir durum meydana gelmesin dedi. Hz. Abdullah bin
Âmir radtyaliahu anh o gencin elinden tutup beraberce evine kadar gitti. Oraya
varınca ona bin dinar verdi ve "Bunu işlerinde kullan. Senin büyüklerin,
seni çok güzel terbiye etmişler" buyurdu.[9]
6) Hz. Abdullah İbni Abbas radıyaiiahu anhuma
buyuruyor ki: Bir adamın evinin bahçesinde bir hurma ağacı vardı. Onun dalı
komşusunun evinin üzerine de sarkıyordu. Komşusu fakir bir adamdı. Adam
hurmalarını toplamak için ağacı sallayınca hareketten dolayı bir parça hurma
komşusunun mekanına düşerdi. Onları komşusunun fakir çocukları toplarlardı. Bu
adam ağaçtan iner, komşunun evine gider o çocukların ellerinden hurmaları
alırdı. Hatta parmağını onların ağızlarına sokarak hurmaları dışarı çıkarırdı.
O fakir (bu durumu) Rasûlullah sal-laiiahu aleyhi veseüem'e şikayet etti.
Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bunu duyunca, "Peki sen git"
buyurduktan sonra ağacın sahibine, "Senin falanca şahsın evine sarkmış
olan hurma ağacını, karşılığında sana Cennet'te hurma ağacı verilmesi vaadiyle
bana verir misin?" buyurdu. Adam, "Ya Rasûlallah! O ağaca başka insanlar
da alıcı oldular. Bende ondan başka da ağaçlar var. Ancak ben o ağacın
hurmasını çok seviyorum. Bundan dolayı ben o ağacı satmadım" diyerek onu
vermeyeceğine dair mazeret gösterdi. (Tabii ki o, ağacın sahibiydi. Rasûlullah
saiiaiiahu aleyhi veseiiem onun bu sözünü duyunca sükut etti). Üçüncü bir şahıs
bu konuşmaları dinliyordu. O mal sahibi gittikten sonra Rasûlullah saiiaiiahu
aleyhi ve-seiiem'e, "Eğer ben o ağacı alıp size takdim etsem, bana da (o
kişiye vaad ettiğiniz) Cennet'te hurma ağacı sözü var mı?" dedi.
Rasûlullah saiiaiishu aleyhi v^seiiem, "Sana da aynı söz var"
buyurdu. O şahıs kalktı ve o ağacın sahibinin yanına giderek, "Benim de
hurma bağım var. Sen o ağacı herhangi bir değer karşılığında satabilir
misin?" dedi. Adam, "Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bana
Cennet'te ağaç vaad etmişti. Ben ona rağmen yine de vermedim. Bu ağacı çok
seviyorum. Onu satabilirim. Ancak benim istediğim değeri kimse vermez"
dedi. O, "Ne istiyorsun?" dedi. Adam, "Kırk ağaç bedelinde
satabilirim" dedi. Alıcı şahıs, "Eğri bir ağacın değerinin 40 ağaç
olması çok fazla. Peki eğer ben onun karşılığında 40 tane ağaç verirsem satacak
mısın?" dedi. Ağaç sahibi, "Eğer sen sözünde doğruysan, <Ben 40
tane ağacı, bir ağacın karşılığında verdim> diye yemin et" dedi. Alıcı
şahıs, "Ben 40 tane ağacı, bu eğri ağacın karşılığında verdim" dedi.
Ondan sonra ağacın sahibi, "Ben satmıyorum" diye sözünden döndü.
Alıcı şahıs, "Artık asla sözünden dönemezsin. Senin sözün üzerine ben
yemin ettim" dedi. Ağaç sahibi, "Peki öyleyse vereceğin ağaçların
hepsi bir yerde olsunlar" dedi. Alıcı biraz düşündükten sonra,
"Hepsi bir yerden olacak" diye söz verdi. İşi sağlama bağladıktan
sonra alıcı adam Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm yanına geldi ve
"Ya Rasûlallah! Ben o ağacı satın aldım ve size bağışladım" dedi.
Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem fakirin evine gitti ve o ağacı ona
verdi. Ondan sonra, El-leyl sûresi nazil oldu.[10]
7) Bir şahıs
Hz. Abdullah bin Cafer radıyaliahu anh'\n yanına gelip iki şiir okudu. Onların
manası şöyledir: "İyilik ve güzel ahlak, ehil ve layık olan insanlara yapıldığı
zaman iyiliktir. Layık olmayanlara iyilikte bulunmak münasib değildir. Öyleyse
sen birine iyilik edersen ya yalnız Allah için sadaka ver (çünkü bunda ehil
olma şartı yoktur. Kafirlere de sadaka verilir. Hayvanlara da hayır yapılır) ya
da yakın ehline ihsan eyle (çünkü onların yakınlık hakkı ehil olmanın üzerine
galip gelmektedir). Eğer bu iki şey bir yerde yoksa o takdirde layık olmayana
ihsan edilmemelidir". (Bu şiirlerde Hz. Abdullah bin Cafer radıyaliahu anh
tarafına şöyle bir işaret vardı; Onun cömertlik ve ikramı öyle genişti ki,
büyük ve küçük, herkesin üzerine yağmur gibi yağıyordu). Hz. Abdullah bin Cafer
radıyaliahu anh bu şiiri duyunca, "Bu şiir insanı cimri yapar. Ben ise
iyiliklerimi yağmurgibi yağdıracağım.Eğer bu iyilik kerim ve layık insanlara
kadar ulaşırsa onlar kesinlikle kendilerine iyilik edilmeyi hak etmişlerdir.
Eğer iyilik ehli olmayanlara ulaşırsa, o taktirde ben malımın ehil olmayanlara
gitmesine layıkım demektir" buyurdu.[11] Bu
sözü tevazudan dolayı söylemiştir. Yani, "Ben de ehil değilim. Çünkü benim
malım da işe yaramaz bir mal. Bu yüzden o işe yaramazların yanına gitmesi
gerekir" demek istemiştir.
8) Muhammed bin Münkedir rahmetuliahi aleyh bir
defasında Hz. Aişe radıyaiia-hu anha'nw\ yanına gitti ve şiddetli bir ihtiyacını
ona arz etti. O, "Şu an yanımda hiçbir şey yok. Eğer yanımda 10 bin
(dirhem veya dinar) olsaydı hepsini sana verirdim. Ancak şu an yanımda hiçbir
şey yok" dedi. Muhammed bin Münkedir rahmetuliahi aleyh geri döndükten az
bir süre sonra Halid bin Esed tarafından Hz. Aişe radıyaliahu anha''ya 10 bin
dirhem ulaştı. Hz. Aİşe radıyaliahu anha, "Benim Sözüm çokçabuk imtihana
tâbi tutuldu" buyurdu ve hemen İbnûl Münkedir'e bir adamgön-derdi ve onu
çağırarak paranın tamamını ona teslim etti. İbnûl Münkedir onun bin dirhemiyle
cariye satın aldı. O cariyeden Muhammed, Ebû Bekr ve Ömer adlarında üç çocuğu
oldu. Üçü de Medine-i Münevvere'nin âbidlerinden sayılırlardı.[12]Acaba
o üçünün ibadetlerinde Hz. Aişe radıyaliahu anhanın payı yok mudur? (Elbette
vardır). Zira o, onların meydana gelmelerine sebep olmuştur. Hz. Aişe
radıyaliahu anhanm Cömertliğinin kıssaları babası (Hz. Ebû Bekr) radıyaliahu
anhuma gibi sınırlarından dışarı taşmıştır. Bir kıssasını Hîkayat-üs Sahabe
adlı kitabımda yazmıştım. Şöyle ki, o iki heybe dolusu dirhemi taksim etmiş,
"Ben oruçluyum, iftar için bir dirhemlik et ısmarlayayım" diye bir
şey hatırına bile gelmemiştir. O iki heybede 100 binden fazla dirhem vardı. Bir
rivayette buna benzer başka bir kıssa geçmektedir. O rivayette 180 bin dirhem
olduğu haber verilmektedir. Temîm bin Urve rahmetuliahi aleyh diyor ki:
"Ben bir defasında (babamın teyzesi olan) Hz. Aişe radıyaliahu anha'nm 70
bin dirhem dağıttığını gördüm. Kendisi yamalı elbise giyiyordu"[13]
9) İbân bin
Osman rahmetuiiahialeyh diyor ki: Bir adam Hz. Abdullah Ibni Abbas radıyailahu
anhumay\ zelil ve perişan etmek için şöyle bir hareket yaptı: Kureyşin ileri
gelenlerinin yanına giderek, "İbni Abbas yarın sizi yemeğe davet
etti" dedi. Her yeri dolaşıp bu haberi ulaştırdı. Sabah yemek vaktinde Hz.
İbni Abbas radıyaliahu anhuma'nm evinde o kadar topluluk bir araya geldi ki,
ev dolup taştı. Hz. İbni Abbas radıyaliahu anhuma araştırma sonucu bu durumu
öğrendi. Gelenlerin hepsini oturttu. Pazardan bir sepet meyve ısmarladı ve
onların önüne koydu. Tâ ki onunla meşgul olup aralarında sohbete koyulsunlar.
Pek çok aşçıya yemek hazırlamalarını söyledi. Misafirlerin meyve yemeleri sona
ermeden yemek hazır oldu. Hepsi doyana kadar yediler. Ondan sonra Hz. ibni
Abbas radıyaliahu anhuma hazinedarına, "Bu yemek davetini peş peşe her gün
gerçekleştirebilecek imkanımız var mı?' diye sordu. Hazinedar, "Evet
var" dedi. Hz. İbni Abbas radıyaiiahu anhuma, "Bu topluluk her gün
sabah yemeğine bizim buraya davetlidir. Her gün geliniz" buyurdu.[14]O
devirler Sahâbe-i Kiram'ın fetihlerinin çok olduğu devirlerdi. Ancak o yüce
insanların cömertliklerinin gücüyle o mal, kevgirin içine konup bir anda yok
olan su gibi hemen tükeniyordu. Çünkü onların malları olunca bol oluyordu.
Bitince de yanlarında yemek için bir dirhem kalmazdı. Ne onların biriktirme
âdetleri vardı ne de kendileri için ayırıp bir yere koymayı biliyorlardı. O
kadar ki, para biriktirmenin ne olduğunu dahi bilmezlerdi? Yüz binlerce miktar
gelir ve birkaç dakikada taksim edilirdi.
10) Vâkıdî
rahmetuiiaht aleyh diyor ki; Benim iki ahbabım vardı. Biri Hâşimî
kabilesindendi. Diğeri ise Hâşimî değildi. Biz üçümüz birbirimize o kadar derinden
bağlıydık ki, sanki bir can, bir ten ve bir kalıptık. Ben şiddetli darlık
içindeydim. Bayram günü geldi. Hanım, "Biz ne olursa olsun sabrederiz.
Ancak bayram geldi. Çocukların ağlamaları ve ısrarları benim yüreğimi parça
parça etti. Onlar mahallenin çocuklarını görüyorlar. O çocuklar güze! elbiseler
ve bayramlık eşyalar satın alıyorlar. Bizimkiler ise yırtık ve eski elbiselerle
dolaşıyorlar. Eğer sen bir yerden getirebilirsen bir şeyler getiriver.
Çocukların haline çok acıyorum. Ben onlara elbise dikeyim" dedi. Hanımın
bu sözünü dinledikten sonra Hâşimî olan dostuma bir mektup yazdım. Durumu ona
açıkladım. Cevap olarak o bana ağzı mühürlenmiş bir kese gönderdi ve
"Bunda bin dirhem var. Sen onları harca" dedi. Benim gönlüm o kese
ile henüz rahatlamamıştı ki, o esnada diğer dostumdan bana bir mektup geldi. O,
mektupta, benim Hâşimî dostuma yazdığım konuya benzer bir hacetini yazmıştı.
Ben o keseyi ağzı mühürlü olarak ona gönderdim. Hanımdan utandığımdan dolayı
eve gitmeye cesaret edemedim. Mescide gittim. İki gün iki gece mescidde kaldım.
Utancımdan eve gidemiyordum. Üçüncü gün eve gittim. Hanıma olan bitenleri
anlattım. O hiç gücenmedi ve bana hiçbir şikayet sözü etmedi. Aksine benim bu
davranışımı beğendi ve "Sen çok iyi etmişsin" dedi. Ben hanımla
konuşurken Hâşimî dostum o ağzı mühürlü kese elinde olduğu halde geldi ve
"Doğru söyle. O kesenin başına ne geldi?" dedi. Ben ona hadiseyi
anlattım. Ondan sonra Hâşimî dostum şöyle dedi: "Senin mektubun bana
ulaştığında benim yanımda bu keseden başka hiçbir şey yoktu. Ben bu keseyi
sana gönderdim. Ondan sonra ben üçüncü dosta mektup yazdım. O da bana cevap
olarak bu keseyi gönderdi. Bunun üzerine ben hayret ettim. Çünkü bu keseyi ben
sana göndermiştim. <Bu kese o üçüncü dosta nasıl ulaştı?> diye araştırmak
için gelmiştim" dedi.Vâkıdî rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Biz o keseden 100
dirhemi hanımıma verdik. Geriye kalan 900 dirhemi de üçümüz aramızda bölüştük.
Bu olayın haberi bir şekilde (Padişah) Me'mûn er-Reşîd'e ulaştı. Beni çağırdı
ve benden bütün hadiseyi dinledi. Sonra Me'mûn er-Reşîd, ikişer bin dirhem
üçümüze, bin dirhem de hanımıma olmak üzere 7 bin dirhem verdi.[15]
11) Hz.
Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh bir defasında Medine-i Münevve-re'de bulunan
bir bağa uğradı. Bağda bekçi olarak Habeşli bir köle vardı. O ekmek yiyordu.
Bir köpek de onun karşısına oturmuştu. O bir lokma ağzına koyuyor aynı şekilde
bir lokma da köpeğin önüne atıyordu. Hz. Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh bu
manzarayı ayakta seyrediyordu. Köle yemeği bitirince onun yanına gitti ve
"Sen kimin kölesisin?" dedi. Köle, "Hz. Osman'ın varislerinin
köle-siyim" dedi. Hz. Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh, "Ben senin
acayib bir hareketini gördüm" dedi. Köle, "Efendim siz ne
gördünüz?" dedi. Buyurdu ki: "Sen bir lokma yiyordun. Bir lokma da bu
köpeğe veriyordun". Köle, "Bu köpek yıllardır benim arkadaşımdır. O
halde onu yemekte de kendime arkadaş edinmem gerekir" dedi. Hz. Abdullah
bin Cafer radıyaiiahu anh, "Bu köpek için bundan daha az bir bir şey de
yeterliydi" buyurdu. Köle, "Ben yerken bir canlının gözünün bana
bakmasından dolayı Allah'tan utanırım" dedi. Hz. ibni Cafer radıyaiiahu
anh onunla konuştuktan sonra geri döndü. Hz. Osman radıyasiahuanft'ın
varislerinin yanına gitti ve "Size bir taleple geldim" dedi. Onlar,
"Elbette ne irşadınız varsa buyurunuz" dediler. O, "Falan bağı
bana satınız" dedi. Onlar, "O bağ zâtıâlilerine hediyedir. Onu
ücretsiz olarak kabul buyurunuz" dediler. O, "Ben değerini vermeden
almak istemiyorum" buyurdu. Kısaca fiyat kararlaştırıldı ve muamele bitti.
Sonra Hz. İbni Cafer radıyaiiahu anh, "O bağda çalışan köleyi de almak
istiyorum" buyurdu. Onlar, "O çocukluğundan beri bizim yanımızda
büyüdü. Ondan ayrılmamız zordur" dediler. Ancak Abdullah bin Cafer
radıyaiiahu anh'ın ısrarı üzerine onlar köleyi de sattılar. O her ikisini de
satın almış olarak bağa gitti ve köleye şöyle dedi: "Ben bu bağı ve seni
satın aldım". Köle, "Allahu Teâlâ senin bu alış verişini mübarek
etsin ve bereketli kılsın. Şüphesiz ben efendilerimden ayrıldığıma üzüldüm.
Onlar beni çocukluğumdan beri besleyip büyüttüler" dedi. Hz. Abdullah bin
Cafer radıyatianu anh, "Ben seni âzâd ediyorum ve o bağı sana hediye ediyorum"
deyince köle, "Öyleyse siz şahid olun ki, bu bağı ben Hz. Osman
radıyaiiahu an/?'in varislerine vakf ettim" dedi. Hz. Abdullah bin Cafer
radıyaiiahu anh diyor ki: "Ben onun bu davranışına daha çok hayret ettim
ve ona bereket duası edip geri döndüm".[16]İşte
bu olaylar, müslümanların geçmişlerinin kölelerinin örnek ve hayret verici
davranışlarıdır.
12) Nâfî
radıyaiiahu anh diyor ki: Hz. Abdullah bin Ömer radıyaiiahu anhuma bir
defasında Medine-i Münevvere'den dışarı gidiyordu. Yanında hizmetçileri de vardı.
Yemek vakti geldi. Hizmetçiler sofrayı kurdular. Hepsi yemek için oturdular.
Bir çoban koyunları güderek oradan geçti. Onlara selam verdi. Hz. İbni Ömer
radıyaiiahu anhuma onu yemeğe buyur etti. O, "Ben oruçluyum" dedi.
Hz. İbni Ömer radıyaiiahuanhuma, "Bu kadar şiddetli sıcakta nasılda
kavurucu rüzgarlar esmektedir. Buna rağmen sen sahrada oruç tutuyorsun"
dedi. Çoban, "Ben Eyyamı Hâliye'y] kazanıyorum" dedi. (Bu ifade
Kur'an-ı Kerim'de el-Hâkka süresindeki bir ayete işaret etmektedir. Orada
Allahu Teâlâ'nın Cennetliklere şöyle buyuracağı geçmektedir:)"(O gün
Cennet'tekilere şöyle denilir:) Geçmişteki günlerde işlediğiniz iyi amellerin
mükafatı olarak afiyetle yiyin, için!" (Hâkka-24). Ondan sonra Hz. \bri\
Ömer radıyaiiahu anhuma onu denemek için, "Biz bir koyun satın almak
istiyoruz. Fiyatını söyle ve al. Biz onu keseceğiz, sana da ondan et vereceğiz.
İftarda yersin" dedi. Çoban, "Bu koyunlar benim değil, ben köleyim.
Bunlar benim efendimin koyunlarıdır"dedi. Hz. Ibni Ömer radıyaiiahuanhuma,
"Efendin nereden bilecek? Ona <Kurt yedi> dersin" buyurdu.
Çoban gökyüzüne doğru işaret ederek, Öyleyse Allah nerede? (yani O yüce Rab
görmektedir. Mülkün sahibi olan Allah gördüğüne göre ben nasıl <Kurt
yedi> derim)" dedi. Hz. İbni Ömer radıyaiiahu anhuma hayret ve zevkle
sık sık şöyle diyordu: "Bir çoban diyor ki; <Allah nerede? Allah
ne-rede?>". Ondan sonra Hz. Ibni Ömer radıyaiiahu anh şehre geri
dönünce o köleyi ve koyunları efendisinden satın alıp köleyi âzâd etti.
Koyunları da kendisine hibe etti.[17]
İşte bu, o devrin
çobanlarının haliydi. Onlar sahra ve vadilerde bile "Allah ceiie ceiaiuhu
görüyor" diye düşünüyorlardı.
13) Hz. Saîd
bin Âmir rahmetutlahi aleyh, Hz. Ömer radıyatlahu anh tarafından Hıms valisi
olarak tayın edilmişti. Hıms halkı onu Hz. Ömer radıyaiiahu anh'a birkaç yönden
şikayet ettiler ve onun görevden alınmasını talep etmişlerdi. Hz. Ömer
ra-dıyaiiahu anh'a Allahu Teâlâ ferasetten özel bir pay vermişti. Onun da
insanları tanımakta özel bir etkisi vardı. Onu binlerce defa tecrübe etmişti.
Buna hayret ederek, "Ben onu çok iyi zannederek tayin etmiştim" dedi
ve şöyle dua etti: "Allah'ım insanlar hakkında benim ferasetimi yok etme.
Zîrâ ferasetin yokluğundan dolayı bütün devlet idarelerine ehil olmayanların
sızma endişesi vardır" diye dua etti. Ondan sonra Hz. Ömer radıyaüahu anh
Hz. Saîd'i talep etti. Onu şikayet edenleri de çağırdı. Onlara, "Sizin
ondan ne gibi şikayetiniz var?" dedi. Onlar üç şeyi şikayet ettiler;
"1-Gündüz evinden çok geç çıkıyor (mahkemeye geç ulaşıyor), 2-Gece yanına
biri giderse, o vakit onun şikayetlerini dinlemiyor, 3-Her ay bir gün tatil yapıyor".
Hz. Ömer radıyaiiahu anh her iki tarafı karşı karşıya getirdi ve "Sırayla
şikayetlerinizi söyleyin. Tâ ki her şikayet ayrı ayrı cevaplandırılsın"
dedi. Onlar, "Sabah evinden geç çıkıyor" dediler, Hz. Ömer
radıyaiiahu anh, Hz. Saîd rahmetuiiahî aieytiöen cevap talep etti. O,
"Benim hanımım evin işlerini yalnız başına görüyor. Ben hamur
yoğuruyorum, ekmek pişiriyorum. Ekmek hazır olunca yemek yiyip abdest alıyor ve
dışarı çıkıyorum" dedi. Hz. Ömer radıyaiiahu anh, "İkinci şikayetiniz
nedir?" dedi. Onlar, "Gece çalışmıyor" dediler. Hz. Ömer
radıyaiiahu anh, "Senin buna cevabın nedir?" dedi. Hz. Saîd,
"Benim gönlüm bunu açıklamayı istemiyordu. Ben, gece ve gündüzü ikiye
taksim ettim. Gündüz yaratıkların, gece ise Yaratanın. Ben gecemin tamamını
kendi Mevlâma verdim" dedi. Hz. Ömer radıyaiiahu anh, "Üçüncü şikayetiniz
nedir?" dedi. Onlar. "Ayda bir gün tatil yapıyor" dediler. Hz.
Ömer radıyaiiahu anh, "Bunun cevabı nedir?" dedi. Hz. Saîd,
"Benim yanımda hiçbir hizmetçi yoktur. Ben ayda bir gün elbisemi kendim
yıkarım. Onları kurutup giyininceye kadar akşam oluyor" dedi. Hz. Ömer
radıyaiiahu anh, "Benim ferasetim yanlış çıkmadı" diye Allah'a
şükrettikten sonra onlara, "Siz emîrinizin kadrini bilin" buyurdu.
Onların hepsi gittikten sonra Hz. Ömer radıyaiiahu anh, Hz. Saîd'e kendi
ihtiyaçlarına harcasın diye bin dinar gönderdi. Hz. Saîd'in hanımı,
"Allah'a şükür! Bu para pek çok ihtiyaçlarımızı halletti. Artık senin
bizzat ev işlerini görmeye hacet kalmayacak. Bununla bir hizmetçi de satın
alınabilir. Başka İhtiyaçlar da görülebilir" dedi. Hz. Saîd, "Burada
bizden daha muhtaç ve ihtiyaç sahibi insanlar var. Bu altınları onlara
harcamayalım mı?" diye sordu. Hanımı memnuniyetle kabu! etti. O dinarları
ufak ufak keselere koyarak bir kese falan yoksula, bir kese filan yetime, bir
kese falancaya diyerek büyük bir bölümünü o vakit dağıttı. Ondan biraz artmıştı
ki, onu da azar azar harcaması için hanımına teslim etti. Hanımı, "Bu artan
parayla bir köle satın alalım. Ev işlerinde sana kolaylık olur" deyince,
"Hayır çok yakında senden daha muhtaç olan, senin yanına gelecektir"
buyurdu.[18]
14) Bir
defasında Mısır'da kıtlık oldu. O sırada Abdulhamid bin Sa'd rahme-tullahi
aleyh Mısır valisiydi: "Ben kendisine düşman olduğumu şeytana göstereceğim.
(Çünkü şeytan böyle zamanlarda çok dikkatli harcamaya teşvik eder)" dedi
ve Mısır'da ne kadar fakir ve yoksul varsa hepsinin yemeğini bolluk olana kadar
kendi üzerine aldı. "Onların yemeğinden ben mesulüm" dedi ve nitekim
öyle oldu. Nihayet kıtlık uzaklaştı. Pazardaki fiyatlar ucuzladı. Ondan sonra
o görevden azledildi. Mısır'dan ayrılacağı zaman, kıtlık zamanında İnsanlara
yedirmek için kendilerinden borç aldığı tüccarlara bir milyon dirhem borcu
vardı. Oradan ayrılıp gittiği için kendi çoluk çocuğunun ziynet vs.'sini
isteyip o tacirlerin yanına rehin olarak koydu. Rehin olarak koyduğu şeylerin
değeri 500 milyon dirhemdi. Birkaç gün, "Onların borçlarını ödeyip rehin
olan ziynet eşyalarını kurtarayım" diye niyet ettiyse de o kadar para
hazırlayamadı. Tacirlere şöyle yazdı: "O ziynetleri satıp kendi
borçlarınızı alın! Ne kadar artarsa, onları da kendilerine o vakit yardım etmediğim
Mısır'ın ihtiyaç sahiplerine dağıtın" dedi.[19]Ziynetlerin
sahibi olan hanımlarda nitekim devrin yetiştirdikleriydi. O halde ziynet
eşyalarının satılıp fakirlere taksim edilmesinde onların ne tereddütleri
olabilirdi?
15) Ebû
Mersed meşhur cömertlerdendir. Onun yanına bir adam geldi ve onu metheden
birkaç şiir okudu. (Cömert olan kimseyi övmek ondan bir şey isteme şeklidir). O
buyurdu ki: "Benim yanımda sana verecek hiçbir şeyim yoktur. Şöyle bir yol
bulunabilir. Sen hâkimin yanına gidip benim hakkımda 10 bin dirhemlik dava aç.
Ben hâkimin huzurunda onu ikrar ederim. (İnsanın birine vaadde bulunması da
borçtur. Buna misal olarak Rasûlullah satiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle
buyurmuştur:)"Söz vermek borçtur"Kadı sana olan borcumdan dolayı beni
hapsedecektir. O zaman benim ev halkım, beni hapiste durdurmayacaklar ve o
kadar parayı toplayacaklardır". Adam aynen öyle yaptı. Bu zat hapse
atıldı. Akşama kadar 10 bin dirhem kadı efendiye teslim edilince Ebû Mersed
hapisten kurtuldu. O parada o adama verildi.[20]
16)
Araplardan birtopluluk meşhur bir cömert adamın kabrini ziyarete gittiler.
Uzun bir yolculuktu. Gece orada kaldılar. Onlardan biri, o kabrin sahibini rüyasında
gördü. O kendisine şöyle diyordu: "Sen deveni benim Buhtî deveme karşılık
satıyor musun?" dedi. Buhti deve, en iyi develerden sayılıyordu. Ölen adam
onu miras olarak bırakmıştı. Rüyayı gören kişi rüyasında alış veriş muamelesini
bitirdi. Kabirdeki zat kalkıp onun devesini kesti. Deve sahibi uykudan
uyanınca deveden kanlar aktığını gördü. O kalktığı gibi deveyi boğazladı
(çünkü artık devenin yaşamasından ümid kesilmişti). Etini dağıttı, herkes
etleri pişirip, yedi. Bu insanlar oradan döndüler. İlerideki bir menzile
ulaşınca Buhtî deveye binmiş bir adamla karşılaştılar. O, "Sizin aranızda
falan isimli şahıs var mı?" diye araştırıyordu. Rüyayı gören kişi,
"O benim ismimdir" dedi. Adam, "Sen falanca kabirdeki kişiye bir
şey sattın mı?" dedi. Rüyayı gören kişi ona kendi rüyasını anlattı. Buhtî
deveye binen kişi, "O benim babamın kabriydi. Buda onun Buhtî devesidir. O
bana rüyamda, <Eğersen benim evladımsan, benim falan Buhtî devemi falan
kişiye ver> diyerek senin adını söyledi. Bu Buhtî deveyi sana teslim
ediyorum" dedikten sonra o deveyi verip gitti.[21]İşte
bu cömertliğin son sınırıdır Öldükten sonra bile kendi kabrine gelenlere
ziyafet vermek için kendi asil devesini satıp gelenlere ikram etmiştir. Geriye
şöyle bir mesele kalır ki, öldükten sonra bu gibi olaylar nasıl olmuştur? Bunda
hiçbir muhal (imkansız) bir şey yoktur. Alem-i Ervahta buna benzer olaylar
mümkündür.
17) Bir Kureyşli yolculuk yapıyordu. Yolda bir
hasta fakire rastladı. Onu musibetler tamamen aciz bırakmıştı. O, "Bana
biraz yardım edin de gidin" dedi. O Kureyşli adam kölesine, "Harcamak
için yanında ne varsa hepsini getir" dedi. Köle 4 bin dirhem miktarın
hepsini o fakirin kucağına koydu. O fakir zayıflığından dolayı onları alıp
yerinden kalkamadı. Bu kadar büyük bir miktar elde etmenin sevincinden dolayı
gözünden yaş aktı, Kureyşli, "Belki de bu miktarı az buldu da ondan
ağlıyor diye düşündü ve "Bu miktar az olduğundan mı ağlıyorsun (fakat
benim yanımda şu an bundan başka bir şey yok)" dedi. Fakir, "Hayır
ona ağlamıyorum. Ben şuna ağlıyorum ki, senin kereminle kim bilir yeryüzünde
ne kadar mahlukât karnını doyurmaktadır" dedi.[22]Tanımadığın
bir dilencinin isteği üzerine senin kerem ve cömertliğinin hali böyle olursa,
ki yolcu olduğun halde bile ne varsa hepsini verdin. O halde efendihazretlerinin
kerem ve cömertliği bununla ölçülmüş oldu.
18) Abdullah
bin Âmir bin Kûreyz rahmetuiiahi aleyh kendi ihtiyacından dolayı Hz. Hâlid bin
Ukbe Emevî radıyaiiahu anh'm evini 90 bin dirheme satın aldı. Ev satılınca
Hâlid'in ev halkının bundan haberi oldu. Onlar buna çok üzülüp acı duydular.
Gece vakti İbni Âmirin kulağına bazı ağlama sesleri geldi. Ailesine, "Bu
ağlama sesi nereden geliyor" dedi. Ailesi, "Hâlid'in ev halkı,
evlerinin satılmasına üzülüyorlar" dedi. O vakit İbni Âmir kölesini onlara
gönderip şöyle söyletti: "Bu ev size hediyedir. Benim verdiğim parayı da
geri vermeyeceksiniz. Bu ev benim tarafımdan size hediyedir.[23]
19) Harun Reşid rahmetuiiahi aleyh bir defasında
Hz. İmam Mâlik rahmetuiiahi aleyh'e 500 dinar hediye etmişti. Hz. Leys bin Sa'd
rahmetuiiahi aleyh bunu öğrenince Hz. İmam Mâlik rahmetuiiahi aleyh''e bin
dinar hediye gönderdi. Padişah bunu duyunca öfkelendi ve "Sen halktan
biri olarak padişahı geçmeye mi çalışıyorsun (bir bakıma beni küçük düşürmek
istiyorsun?)" dedi. Leys rahmetuiiahi aleyh, "Emir-ül Mü'minin durum
böyle değil. Bugünlerde benim günlük gelirim 1000 di-nardır. Ben bu kadar büyük
Celîl-ül Kadr bir imama bir günlük gelirimden daha az bir hediye takdim
etmekten utandım" dedi. Hz. Leys rahmetuiiahi aieyh'm kendisine has âdeti
şöyleydi: O Hz. İmam Mâlik rahmetuiiahi aleyh'e senelik 100 dinar hediye
ederdik İmam Mâlik rahmetuiiahi aleyh'e bundan başka da hediyeler gelirdi.
Ancak buna rağmen o Allah'ın fazlı ile bazen borçlu duruma düşerdi.Hz. Leys bin
Sa'd rahmetuiiahi aleyh meşhur muhaddislerden ve alimlerdendir. O vakit onun
günlük geliri 1000 dinar idi. Ancak ömür boyu ona zekat farz olmamıştı.
Çeşitli zamanlarda kazancı değişik olmuştu. Zaten genellikle öyle olur. Kazanç
bazen azalır bazen de çoğalır. Ancak hiçbir zaman kendisine zekat farz
olmamıştır. Çünkü zekat, malı biriktirip elinde tutana farz olur. Muhammed bin
Rumh rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Hz. Leys rahmetuiiahi aieyti\w yıllık
geliri 80 bin dinardı. Ancak Allahu Teâlâ ona hiçbir zaman bir dirhem zekatı
farz kılmadı". Bizzat oğlu Şuayb diyor ki: "Babamın yıllık geliri
20-25 bin altındı. Ancak devamlı borçlu kalırdı".2 Başlangıçta geliri
20-25 bin dinar olabilir ama bazen borçlu da oluyordu. Buna rağmen herşeyi
Allah yolunda harcıyordu. Bundan dolayı o malın artması kesindi. Bu sebepten
bazı zamanlarda günlük geliri bin dinar olurdu. Bir kadın küçük bir kapla Hz.
Leys rahmetuiiahi ahyh'\n yanına gelerek, "Benim birazcık bala ihtiyacım
var. Sizde varsa veriniz" dedi. O bir kırba dolusu balı ona teslim etti.
Biri, "O azıcık istemişti" dedi. Hz. Leys rahmetuiiahi aleyh,
"Bu onun işiydi. O kendi hacetine göre istedi. Benim ise Allah'ın bana
ihsan ettiği miktara göre vermem gerekiyordu" dedi. Bir defasında bazı
insanlar onun bir bağının meyvelerini satın aldılar. Satın alanlar zarar
ettiler. Bunu haber alınca bağın satış muamelesini feshetti. Ücretini de geri iade etti. Ayrıca
onlara 50 bin dinar hediye etti. Biri, "Bu para neyin karşılığı?"
diye sordu. Buyurdu ki: "O insanlar benim bağımdan kâr edeceklerini ümid
ediyorlardı. Benim gönlüm onların ümidlerini yerine getirmek istedi"
20) Hz. A'meş Süleyman bin Mehrân rahmetullahi
aleyh meşhur bir muhad-distir. Buyuruyor ki: Benim bir koyunum vardı. O
hastalandı. Hz. Hayseme bin Abdurrahman rahmetuiiahi aleyh her gün sabah ve
akşam iki vakit o koyunu ziyaret için yanıma gelir, koyunun halini sorar ve
"Çocuklar süt alamıyorlardır. Onlar yaramazlık yapmıyorlar mı?",
"Koyun bir şeyler yiyip içti mi?" gibi sorular sorardı. Giderken de
benim oturduğum kilimin altına bir şeyler koyar ve "Bunu çocuklara
harcarsın" derdi. Koyunun hastalığı zamanında onun ihsanından dolayı elime
300 dinardan fazla geçti. Hatta, "Şu koyun hasta kalsa daha iyi olur"
diye gönlümden geçmeye başladı.[24]
21) Abdullah
Melik bin Mervan rahmetuiiahi aleyh Hz. Esma bin Harice rahmetuiiahi aleyh'e,
"Senin bazı güzel âdetlerin bana ulaştı. Sen günlük yaptığın işleri bana
söyle" dedi. O, "Benim hangi âdetim güzel olabilir ki, başkalarının
âdetleri çok daha güzel, onlara sorunuz" diye mazeret beyan etti. Ancak o
ısrar edip Allah hakkı için sorunca Hz. Esma bin Hârice rahmetuiiahi aleyh
şöyle dedi: "Ben devamlı üç şeye ihtimam gösterdim; 1-Ben (karşımda)
oturan birine doğru hiç ayağımı uzatmadım, 2-Ben yemek pişirip, insanları
çağırdığım zaman, o yemeği yiyenlerin benim üzerime ihsanlarını, benim onlara
olan ihsanımdan üstün gördüm, 3-Bir ihtiyaç sahibi benden herhangi bir şey
istediği zaman ben ona verirken hiçbir miktarı çok görmedim (ne verdiysem onu
daima az gördüm)".[25]
22) Hz. Saîd bin Hâlid Emevi rahmetuiiahi aleyh
çok zengin biriydi. Araplar arasında onun servisti dillere destandı. Onun âdeti
şöyleydi: Bir ihtiyaç sahibi yanına gelince yanında ne varsa onda cimrilik etmezdi.
Ancak herhangi bir zaman yanında hiç/bir şey bulunmazsa ona, "Bir yerden
bir şeyler gelince (veya ben ölünce) bu belge ile tahsil edebilirsin" diye
bir ikrar name yazıp verirdi.[26]
23) Hz. Kays bin Sa'd Hazreci bir defasında hasta
olmuştu. Ahbabların-dan kimse ziyaret için gelmedi. O buna çok şaşırdı.
Özellikle sıhhatli zamanlarında sık sık gelip gidenlere hayret etmişti. Ev
halkına, "Bu ne iştir?" diye sordu. Onlar, "Hepsi sana borçlu,
böyle bir durumda insanlar borçlarını getirmeden sana gelmekten
utanıyorlar" dedi. O, "Bu bedbaht mala yazıklar olsun! Dostların
görüşmelerini bile terk ettiriyor" diyerek bir adam çağırdı ve onun
vasıtasıyla şehirde şöyle ilan ettirdi: "Kimin Kays'a borcu varsa, Kays
hepsinin borcunu atfetmiştir". Ondan sonra ziyaretçi akını o kadar
çoğaldı ki, kapının eşiği bile kırıldı.
24) Mısır'da hayır ehlinden bir adam vardı.
Muhtaçlara ve fakirlere yardım ederdi. Kimin bir haceti olursa ona söyler, o da
servet sahibi insanlardan isteyip ona verirdi. Bir fakir onun yanına gitti,
"Benim bir oğlum dünyaya geldi. Onun ıslah ve gelişmesini düzenlemek için
hiç bir şeyim yoktur" dedi. Bu zat kalktı ve insanlardan onun için bir
şeyler istedi. Ancak kimseden bir şey bulamadı (çünkü bir adam sık sık isteyip
durursa bulması da zor olur). Bu zat herkesten ümidini kesip, cömert bir adamın
kabrine gitti. Onun kabrinin yanına oturarak bütün olan bitenleri anlattıktan
sonra oradan kalkıp geldi. Dönünce kendi yanında bulunan bir dinarı çıkardı.
Onu kırıp ikiye ayırdı. Bir parçasını kendi yanında bıraktı diğer parçayı da o
fakire verdi. Sonra, "Ben bunu sana borç olarak veriyorum. Şimdi sen
bununla işini gör. Sana bir yerden bir şeyler gelirse, bana olan borcunu
ödersin" dedi. Adam onu alarak gitti ve ihtiyacını gördü. Geceleyin dinarı
veren zât rüyasında o kabirdeki şahsı gördü. O şöyle diyordu: "Ben senin
bütün söylediklerini duydum. Ancak bana cevap vermek için izin verilmedi. Sen
benim ev halkımın yanına git ve onlara, <Evin falan bölümünde, ocak yapılan
yerin altında çiniden bir küp gömülüdür. Onda 500 altın var. Onları bu fakire
verin> de". Adam sabah kalkınca o eve gitti ve ev halkına bütün
hadiseyi anlattı. Kendi rüyasını da açıkladı. Onlar, o yeri eştiler ve içinde
500 altın bulunan çini küpü çıkararak ona teslim ettiler. O şahıs, "Rüya
herhangi bir şer'i delil değildir. Sizler bu malın varisleri ve sahiplerisiniz.
Ben sadece kendi rüyamdan esinlenerek bunu alamam" dedi. Ancak varisler,
"O ölü iken cömertlik ettiği halde, bizim yaşayanlar olarak cömertlik
yapmamamız çok utanılacak bir şeydir" diye ısrar ettiler. Onların ısrarı
üzerine altınları alıp o fakire verdi ve bütün olup bitenleri anlattı. O fakir,
ondan bir dinar alarak iki parçaya ayırdı. Yarısını borcunu ödemek için o şahsa
verdi. Diğer yarısını kendine alarak, "Benim ihtiyacım için bu yeterlidir.
Geri kalan bütün para benim ihtiyacımdan fazladır. Ben onları alıp da ne yapayım.
Onların hepsini fakirlere taksim ediniz" dedi.İthaf kitabının yazarı diyor
ki: Bu olay dikkatlice bakılması gereken bir olaydır. Yani onlardan en cömert
hangisidir? Ölü.mü, onun ev halkı mı veya o fakir mi? Bize göre bu fakir en
cömert olan kişidir. Kendi şiddetli ihtiyacına rağmen yarım dinardan fazlasını
almayı uygun görmemiştir.[27]
25) Ebû
İshâk İbrahim bin Hilal Mîrmünşî diyor ki: Ben bir defasında vezir Ebû Muhammed
Mûhallebi'nin yanında oturuyordum. Kapıcı gelip Seyyid Şerif Murtezâ
rahmetuiiahi huzura gelmek için izin
istediğini haber verdi. Vezir efendi ayağa kalktı ve izzet ve ikramla onu kendi
minderine oturttu. Onunla konuştu ve o gideceği zaman ayağa kalkarak onu yolcu
etti. O gittikten az bir müddet sonra kapıcı gelip onun küçük kardeşi Seyyid
Şerif Razî rahmetuiiahi a/eyft'in gelmek için izin istediğini bildirdi. Vezir o
esnada bir şeyler yazmakla meşguldü. O kağıdı süratle bırakarak kalktı ve
kapıya kadar hayranlık içinde gitti.Onun eüni çok büyük bir saygı ve hürmetle
tuttu. Onu yanında getirerek kendi minderine oturttu ve kendisi de tevazu ile
onun karşısına oturdu. Büyük bir teveccühle sohbet etti. O kalkıp gideceği
sırada kapıya kadar onu ulaştırmak için gitti. Sonra geri gelip yerine oturdu.
O vakit vezir efendinin yanında kalabalık vardı. Ben bir şey sormaya cesaret
edemedim. Topluluk azalınca ben vezir efendiye, "Ben bir şey öğrenmek
istiyorum. Eğer izin verirseniz arz edeyim" dedi. Vezir, "Elbette.
Müsaade sizin. Galiba siz şunu soracaksınız; ben küçük kardeşe ikram ettiğim
kadar büyüğüne ikram etmedim, halbuki ilim ve yaş bakımından o bundan
ileriydi?" dedi. Ben, "Sorum buydu" dedim. Bunun üzerine vezir
dedi ki: "Dinle! Biz bir nehir açmak için emir verdik. Seyyid Şerif
Murtezâ'nın arazisi oraya yakındı. Bundan dolayı o nehrin masraflarından
yaklaşık 16 dirhem hissesi onun üzerine düştü. O bana bunu biraz azaltmam için
bir kaç defa mektup yazdı. Bu kadar küçük bir rakam için tekrar tekrar istekte
bulundu. Seyyid Razî hakkında ise (şu durum oldu;) Bir defasında onun evinde
bir erkek çocuk dünyaya geldiği hakkında bilgim oldu. Ben onun sevincinden
dolayı ve onun ihtiyacını düşünerek bir tepsinin içinde ona altın gönderdim. O
geri gönderdi. Gönderirken şöyle dedi; <Vezir efendiye (teşekkürden sonra)
söyleyiniz ki, ben insanların bağışlarını kabul etmiyorum (Allah'a şükürler
olsun ki, yanımda ihtiyacım kadarı var)>. Ben ikinci defa, <Bunu ebelik
ve diğer hizmetleri gören kadınlar için gönderiyorum> diyerek tepsiyi tekrar
gönderdim. O tekrar geri gönderdi ve <Benim evimdeki kadınların kimseden
bir şey almaları âdetleri değildir> dedi. Ben üçüncü defa tepsiyi gönderdim
ve <Zâtıâlilerinin yanında kalan talebeler içindir> diye arz ettim. O,
<Memnuniyetle> dedi ve o tepsiyi talebelerin ortasına koydu. Sonra,
<Kimin ne kadar ihtiyacı varsa alsın> buyurdu. Şerif Razl'nin yanında çok
talebe kalıyordu. O talebelerin kalması için bir mekan yapmıştı. Adını Darul
Ulûm koymuştu. Orada talebeler kalıyorlardı. Şerif Razî onların ihtiyaçlarını
görürdü. Bu tepsi konduktan sonra taleblerden hiç biri yerinden dahi kalkmadı.
Yalnız bir talebe kalkıp tepsiden bir dinar çıkardı ve onu orada kırıp,
kıyısından küçük bir parça aldı. Geri kalan parçayı otepsininiçine attı. Şerif
Razî o taiebeye, <Bu küçük parça senin hangi işin için gerekliydi?>
dedi. Talebe, <Bir gece kandilde yakmam için yanımda yağ yoktu. Hazinedar
efendiyi bulamadım. Falan dükkancıdan borç olarak yağ aldım. Onun borcunu
ödemem gerekiyordu> dedi. Şerif Razî bu haberi dinledikten sonra talebe
sayısına göre kendi erzak deposuna anahtar yaptırdı. Her talebeye birer anahtar
verdi ve <Kimin ne zaman, ne kadar ihtiyacı olursa, alsın. Hazinedar
efendiye sormaya gerek yoktur> dedi. O tepsiyi (olduğu gibi) içinde bir
dinar biraz kırılmış olduğu halete geri gönderdi". Vezir efendi bu olayı
anlattıktan sonra, "Söyle bakayım! Ben böyle bir şahsa neden ikram
etmeyeyim" dedi.
26) Hz. İmam
Şafii rahmetuiiahi aleyh ahirete intikal edeceği sırada, "Beni Muhammed
bin Abdullah bin Abdulhakem yıkasın" diye vasiyet etti. O vefat edince
Muhammed'e haber verildi. O geldi ve "Önce onun hesap defterini bana gösterin"
buyurdu. Defter getirildi. O defterde İmam Safi rahmetuiiahi aieyh'm insanlara
olan borçlan yazılıydı. Onları hesab edip topladı. Miktarın 70 bin dirhem
olduğu ortaya çıktı. Muhammed, "Bu borçların hepsi benim üzerimedir"
dedi ve kendi üzerine aldığına dair bir kağıt yazdı. Sonra, "Benim onu
yıkamamdan maksat işte buydu" dedi ve sonra bütün borçları ödedi.
27) Hz. imam Şafii rahmetuiiahi aleyh buyurdu ki:
"Ben Hammâd bin Ebî Süleyman rahmetuiiahi aieyh'\ her zaman çok sevdim (o
Hz. İmam Ebû Hanife rahmetuiiahi aleyhin meşhur hocasıdır). Çünkü ben onun
başından geçen bir olayı öğrenmiştim. O bir gün merkebe binmiş gidiyordu.
Merkebe topuk vurunca hızlı koşmaya başladı. Onun ani hareketinden dolayı
Hammâd'ın gömleğinin düğmesi koptu. Yolda bir terzi dükkanına gözü ilişti. Onu
diktirmek için bineğinden inmek üzereydi ki, Terzi, "İnmenize gerek yok,
basit bir iş, ben şimdi düğmeyi takarım" dedi. Terzi ayaküstü o düğmeyi
gömleğe dikiverdi. Hammâd rahmetuiiahi aleyh ücret olarak ona bir kese verdi. O
kesede 10 altın vardı. Bedelinin az olduğundan dolayı da özür diledi.
28) Rebî bin Süleyman rahmetuiiahi aleyh diyor
ki: Hz. İmam Şafii rahmetuiiahi aleyh bir bineğe biniyordu. Bir adam çabucak
üzengiyi tuttu (tâ ki bineğe tırmanmak kolay olsun). Hz. İmam bana,
"Benim tarafımdan bu adama 4 altın ver ve az olduğundan dolayı da özür
dile" buyurdu. Abdullah bin Zübeyr Hümeydi rahmatui-lahi aleyh diyor ki:
"Bir defasında Hz. İmam Şafii rahmetuiiahi aleyh hacca gidiyordu, yanında
10 bin altını vardı. Mekke-i Mükerreme'nin dışına çadır kurmuştu. Sabah
namazından sonra çadırının içine bir bez sererek altınları onun üzerine koydu.
(Mekke halkından) kendisiyle kim görüşmek için gelirse ona bir avuç altın veriyordu.
Öğlen vaktine kadar hepsi tükendi"[28]
29) Muhammed bin Abbâd Mühellebî diyor ki: Babam
bir defasında Me-mûn er Reşid'in yanına gitti. O, kendisine hediye olarak 100
bin dirhem verdi. Oradan kalkıp gelince onların hepsini o vakit fakirlere
taksim etti. Ondan sonra tekrar Memûn'un yanına gitme vakti gelince Memûn
hepsini taksim ettiğinden dolayı ona hoşnutsuzluğunu belli etti. Bunun üzerine
babam, "Ey Mü'minlerin Emîri! Mevcud ile cimrilik etmek, Mabûd'a karşı
kötü zan beslemektir" dedi. (Yani, "O bir defa verdi. Bir daha
nereden verecek?" demek olur).3
30) Bir sahâbi olan
Hz. Talha bin Ubeydullah el Feyyaz radıyaliahu anh meşhur cömert
insanlardandır. Bir defasında o Hz. Osman radıyaliahu anh'a 50 bin dirhem
borçlandı. Hz. Osman radıyaliahu anh mescide gidiyordu. Yolda onunla karşılaştı.
O, "Bana şimdi para ulaştı. Size borcu ödemek istiyorum" dedi. Hz.
Osman radıyaiiahu anh, "Ben onu sana hediye ediyorum. Çünkü sen insanların
pek çok masraflarını üzerine aldın" buyurdu.Câbir bin Kabîsa rahmetuiiahi
aleyh diyor ki: "Ben uzun müddet Hz. Talha radıyaliahu anh ile beraber
kaldım. Ben, kendisinden talep edilmeden ondan daha fazla veren kimse
görmedim". Hz. Hasan rahmetuitahi aleyh diyor ki: "Bir defasında o
kendi arazisini 700 bin dirheme sattı. Parayı aldığı zaman akşam vakti olmuştu.
Para gece onun yanında kaldı. Gece boyu şiddetli huzursuzluk içinde, <Bu mal
benim yanımda (iken bir de ölüm gelmesin)> diye geceyi uykusuz geçirdi.
Sabah kalkınca ilk iş olarak onu dağıttı".Onun hanımı Sa'dâ binti Avf
rahmetmiahi aieyha diyor ki: Ben bir defasında onun çok sıkıntılı olduğunu
görünce, "Hayırdır halin nasıl?" dedim. "Benim yanımda biraz
mal birikti. Ondan dolayı çok bunalıyorum" dedi. Ben, "Bu önemli bir
şey değil. Köleni göndererek akrabalarını çağır ve (sıla-i rahim yolunda)
onları taksim et" dedim. Nitekim hemen o vakit kölesini göndererek
insanları çağırdı ve onları taksim etti. Râvi diyor ki: Ben onun hizmetçisine,
"O mal ne kadardı?" diye sordum. O, "400 bin dirhemdi"
dedi. Hanımı bir başka olayı şöyle anlatıyor: Bir defasında eve geldi yüzünün
rengi bayağı geçmişti. Üzüntüsünden dolayı yüzüne siyahlık çökmüştü. Ben,
"Ne oldu. Eğer benim tarafımdan hoşlanmadığın bir durum meydana geldiyse
ben af dilerim" dedim. O, "Hayır sen Müslüman için hayırlı bir
hanımsın (çünkü iyi işlerde yardım ediyorsun)" dedi. Ben, "Öyleyse ne
oldu?" dedim. O, "Biraz mal birikti. Bundan dolayı çok huzursuz oluyorum"
dedi. Ben, "Bu önemli bir şey değil? Onu alıp dağıtıver, bun da ne
var?" dedim. Bazı defalar o malı almaya gelen olmayınca, o mal
kalırdı.Onun hanımı Sa'dâ bir de şöyle diyor: "Bir defasında o 100 bin
dirhem dağıttı. Kendi hali de şöyleydi: O gün üzerine örtündüğü gömleğinin iki
kenarını dikmekle geçirdiğim için camiye gitmekte gecikti (yani onun sadece bir
elbisesi vardı. Onun dikilmesini bekledi. Giyip de mescide gideceği başka bir
elbisesi yoktu)". Bir köylü Hz. Talha radıyaiiahu anh'\r\ yanına geldi ve
kendi yakınlığını öne sürerek (sılâi rahim olaYak) bir şeyler istedi. Hz. Talha
radıyatiahu anh, "Bugüne kadar yakınlığı vasıta yaparak benden kimse bir
şey istemedi. Benim bir arazim var. Hz. Osman radıyaiiahu anh onu satın almak
istiyor. O araziye 300 bin dirhem değer biçti. Sen dilersen o araziyi al. Eğer
parasını almak istersen onu Hz. Osman'a satıp parasını sana vereyim"
dedi. O parasını almayı tercih etti. Hz. Talha radtyaiiahu anh, Hz. Osman
radtyaiiahu anh'a araziyi satıp parasını ona verdi.[29]O
zatlarda pek çok araziler vardı. Çünkü cihad için gittikleri ülkeler feth
olunduğundan ganimetle birlikte çoğu zaman topraklar da o mücahitlere taksim
edilirdi.
31) Bir
defasında Hz. Ali kerremaiiahu vechehu oturmuş ağlıyordu. Biri kendisine
ağlamasının sebebini sorunca, "7 günden beri hiçbir misafir gelmedi. Ben,
<Acaba Allahu Teâlâ (bir şeye gazab edip) benim zelil olmamı dilemiş>
olmasın diye korkuyorum" buyurdu.[30]
32) Bir
defasında bir adam bir dostunun yanma gitti ve "Ben 400 dirhem borçlandım.
Bu yüzden senden yardım istemeye geldim" dedi. O derhal 400 dirhemi
tartıp verdi. O gittikten sonra adam ağlamaya başladı. Hanımı, "Herhalde
malının gitmesinden üzüldü ondan ağlıyor" diye düşündü ve "Mademki bu
kadar üzülecektin, vermene ne gerek vardı?" dedi. Adam, "<Benim
onunla arkadaşlığım olmasına rağmen, onun halinden kendim neden haberdar
olmadım. O benden isteme durumuna niçin düştü?> diye ağlıyorum"
buyurdu.[31]
33) Hz,
Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh bir defasında sahrada gidiyordu. Yolda bir
bağa uğradı. Orada Habeşli bir köle çalışıyordu. Onun ekmeği getirildi. Onunla
birlikte bağa bir köpek geldi ve kölenin yanına gelip durdu. Köle çalışmaya
devam ederken köpeğin önüne bir ekmek attt. Köpek onu yedi ve tekrar ayakta
bekledi. Köle ikinci ve üçüncü ekmeği de attı. Toplam üç ekmeği vardı. Üçünü de
köpeğe yedirdi. Hz. Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh ayakta durmuş dikkatlice
bakıyordu. O üç ekmek tükenince Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh o köleye,
"Sana her gün kaç ekmek geliyor?" dedi. Köle, "Siz gördünüz
yalnız üç tane geliyor" dedi. Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh, "O
halde neden üçünü de verdin" dedi. Köle, "Efendim buralarda köpekler
pek durmazlar. Bu garip, uzak bir yerden bir mesafe kat ederek geldi, Onu bu
şekilde geri göndermek hoşuma gitmedi" dedi. O, "Peki bugün sen ne
yiyeceksin?" diye sordu. Köle, "Bir gün aç dururum. Bu çok büyük bir
şey değildir" dedi. Hz. Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh kendi kendine,
"Halk, <Sen çok cömertlik yapıyorsun> diye beni kınıyor. Halbuki bu
köle benden daha cömert" diye düşündü. Böyle düşünerek şehre döndü. O
bağı, o köleyi ve bağda ne varsa hepsini sahibinden satın aldı. Satın aldıktan
sonra köleyi azad etti. Bağı da o köleye hediye etti.[32]
34) Ebûl
Hasan Antâkî, Horasan şehirlerinden Rey'de ikamet etmekteydi. Bir gün otuz
kişiden fazla misafiri geldi. Ekmek azdı ve hazırlık için fırsat yoktu. Gece
vaktiydi. O ne kadar ekmek varsa hepsini doğradı ve sofra üzerine yaydı.
Hepsini oturttu ve kandili söndürdü. Herkes yemeğe başladı. Herkesin ağız şapırtıları
geliyordu. Biraz vakit geçince bir bakıma hepsi tamamen yeme işini bitirince
kandil yakıldı ve sofra kaldırıldı. Sofradaki o parçaların hepsi olduğu gibi duruyorlardı.
Hepsi ağzını boşuna şapırdatmıştı (yiyormuş gibi yapmıştı). "Ekmekler
diğerinin işine yarasın (o yesin), daha iyi olur" düşüncesiyle hiç kimse
yememişti. 35) Hz. Şu'be meşhur hadis alimidir. Emîr'ül Mü'minin Filhadis
(hadis sahasında mü'minlerin emiri) lakabıyla anılırdı. Büyük âbid ve
zâhidlerdendi. Bir defasında yanına bir dilenci geldi. Ona vermek için bir şey
bulamadı. Evinin çatısından bir tahta çıkarıp (satsın diye) ona verdi ve
"Şu an yanımda vermek için hiçbir şeyim yok" diye mazeret bildirdi.
36) Hz. Ebû
Sehl Su'lûkî rahmetuiiahi aleyh bir defasında abdest alıyordu. Bir adam geldi
ve biraz ihtiyacının olduğunu söyledi. O, "Biraz bekle abdestimi bitireyim"
dedi. Abdest aldıktan sonra, "Abdest aldığım şu ağaç ibriği al, şu an
hiçbir şeyim yoktur" buyurdu.[33]
37) Yermûk
savaşında Sahâbe-i Kiram'dan büyük bir topluluk su olmasına rağmen su içmeden
can vermişlerdi. Bunun sebebi şuydu: Onlardan birine su ulaşınca bir başkası
susuzluktan "Ah!" çekmiş, o da kendi içeceği yerde suyun ona
götürülmesini işaretle söylemiştir. Bu konudaki bir olay Hikayat-üs Sahabe adlı
kitabımda yazılmıştır. Ancak Mağâzi Ashabı (yani savaş tarihçileri) şöyle
yazmışlardır: Hz. İkrime bin Ebî Cehl radıyaiiahu anh, Süheyl Amr radıyaiiahu
anh, Sehl bin Ebî Haris radıyaiiahu anh, Haris bin Hişâm radıyaiiahu anh ve
Muğire kabilesinden bir topluluk bu şekilde susuz olarak can vermişlerdir.
Yani onların yanına su getiriliyor, onlar da işaretle başkasına verilmesini
söylüyorlardı. Hz. İkrime radıyaiiahu anVın yanına su getirildi. O Süheyl bin
Amr'ın suya doğru baktığını görünce, "Önce Süheyl'e içirin" dedi. Su
Süheyl radıyaiiahu anh'in yanına götürülünce, o Hz. Sehl bin Haris'in suya
baktığını gördü ve "Önce Sehl'e içirin" dedi. Kısaca o yüce insanlar
susuz olarak can verdiler. Hz. Halid bin Velid radtyaiiahu anh onların
cesetlerinin yanından geçerken buyurdu ki: "Canım size feda olsun (siz bu
anda bile cömertliği terk etmediniz)"[34]
38) Abbas bin Dİhkân rahmetuiiahi aleyh diyor ki:
Bişr bin HârİS Hâfî rahmetuiiahi ateyh'den başka dünyaya geldiği gibi (yani
eli boş, çıplak beden) yine öyle dünyadan giden kimse yoktur. Şüphesiz Bişr bin
Hâfî dünyadan giderken hastaydı. Vefatı yakındı Bir dilenci geldi ve
ihtiyacını açıkladı. O da üzerindeki gömleği çıkarıp ona bağışladı. Kısa bir
süre için başkasından emanet olarak bir gömlek aldı ve o gömlek içinde vefat
etti.[35]
39) Kim
demiş, "Bu olaylar geçmiş büyüklere hastır" diye. Hz. Mevlânâ Şah
Abdurrahim Raypûrî kuddise sirruhu'nun âdeti, bir yerden bir şeyler geldiğinde
onu hemen dağıtmaktı. Ara sıra yastığın altına bir şey konulduğunu görünce,
"İşte bir daha-gelmiş" derdi. Vefatından az bir zaman önce kendi
elbiselerinin tamamını hizmetçilerine taksim etti. Kendisinin muhlis
hizmetçisi (ve hususi halifesi olan) Hz. Mevlânâ Şah Abdulkadir Efendiye[36](Allah
onun büyüklüğünü daim kılsın ve fazlını arttırsin) şöyle buyurdu: "Artık
ömrümden ne kadar gün kaldıysa senden emanet olarak elbise alıp
giyeceğim". Nitekim Mevlânâ Abdulkadir hazretlerinin elbisesini ömrünün
son zamanında kullanıyordu.
40) Bir Allah dostu diyor ki: Biz birkaç kişi Şam
diyarının (şimdi ise Türkiye'nin) bir şehri olan Tarsus'ta toplanıp şehir
dışına gidiyorduk. Yolda yürürken bir köpek bize katıldı. Biz şehirden çıkınca
orada ölmüş bir hayvan yatıyordu. Biz ondan kendimizi koruyarak kısa mesafede
bulunan yüksek bir yere oturduk. Bizimle beraber gelen köpek o leşi görünce
şehre geri döndü. Az bir süre geçmişti ki yanında yaklaşık 20 tane köpek
getirdi. O leşin yanına gelince kendisi ayrı bir yere oturdu. Diğer bütün
köpekler onu yediler. Onlar yedikten sonra şehre doğru gittiklerinde onları
çağıran bu köpek yerinden kalktı, leşin yanına geldi ve onların yiyip geride
bıraktıkları kemik vs.yi yedi. Sonra şehre doğru gitti.[37]
41) Ebûl
Hasan Bû Şebhî rahmetuiiahi aleyh bir Allah dostudur. Bir defasında tuvalete
gitmişti. Oradan bir talebesine seslendi ve gömleğini çıkarıp, "Bunu falan
fakire ver ve gel" dedi. Talebesi, "Siz defi hacetten sonrasını
bekleseydiniz" deyince buyurdu ki: "Ben o fakirin ihtiyacını
düşünerek bu gömleği ona vermeye niyet ettim. <Defi hacetten ayrılana kadar
niyetim değişebilip* diye kendi nefsime güvenemedim" buyurdu.[38]
Tuvalette konuşmak
mekruhtur. Ancak sadaka verme cezbesi ve kendi nefsine güvensizlik onu buna
mecbur etmiştir veya henüz defi hacet için hazırlanmamıştı.
42) Emîr'ül Mü'minin Mehdî rahmetuiiahi aleyh
başkaldıracağı endişesinden dolayı Musa bin Cafer'i hapsetmişti. Bir gece
teheccüd namazı kılıyordu. Namazda Muhammed sûresinin şu ayetine ulaştı:"Demek
idareyi elinize geçirdiğinizde yeryüzünde fesad çıkarmayı ve akrabalık
bağlarınızı parçalamayı arzu ediyorsunuz?" (Muhammed-22). Bu ayete ulaşınca
ağlamaya başladı. Bu ayeti kerimeyi tekrar tekrar okuyor ve ağlıyordu. Selam
verince Rebi'ye, "Musa'yı çağır ve getir" dedi. Rebi diyor ki: Ben
onu çağırdım ve getirdim. Ben geri geldiğimde yine o aynı ayeti tekrar tekrar
okuyor ve ağlıyordu. Musa gelince Mehdî şöyle dedi: "Ben bu ayeti
okuyordum. Akrabalık bağlarını kopardığım endişesine kapıldım. Eğer sen benim
evlatlarıma isyan etmeyeceğine dair söz verirsen seni serbest
bırakacağım". Musa, "Hâşâ ve kellâl Benim öyle bir haysiyetim de yok,
öyle bir düşüncem de" dedi. Mehdî, Rebi'ye "Ona hemen üç bin altın
vererek gecenin bu vaktinde gönder. Sonra benim gö-rüşüm değişmesin" dedi.
43) Hz. ibni
Abbas radıyaiiahu anhumaöan şöyle (bir rivayet) nakledilmiştir: Hz. Hasan ve
Hz. Hüseyin radıyaiiahu anhuma bir defasında çok hastalanınca Hz. Ali ve Hz.
Fatıma radıyaiiahu anhuma, eğer onlar iyileşirlerse şükür olarak her ikisi için
de üç gün oruç tutmayı adadılar. Allah'ın lütfü ile çocukların ikisi de
sıhhatine kavuştu. Onlar şükür olarak oruç tutmaya başladılar. Ancak evde ne
sahur için bir şey vardı ne de iftar için. Yoksulluk içinde oruca başladılar.
Sabahleyin Hz. Ali kerremai'ahu vechehu bir yahudinin yanına gitti. Adi Şem'un
idi. Ona, "Eğer sen ücretle iplik yapmak için biraz yün verirsen Muhammed
saiiaiiahu aleyhi veseiiem'ın kızı Fatıma bu işi yapar" dedi. Yahudi bir
bohça yüne ücret olarak üç sa1 arpa kararlaştırarak yünü verdi. Hz. Fatıma
radıyaiiahu anha yünün üçte birini eğirdi ve bir sa' arpayı ücret olarak aldı.
Arpayı öğüttü ve ondan beş tane ekmek hazırladı, birer tane ekmek karı koca
kendileri için, iki tane çocukları için ve bir tane de Fızza adındaki cariye
için. Gün boyu işçilik ve emek çektikten sonra Hz. Ali kerremaiiahu vechehu
akşam namazını Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem ile birlikte kıldı. Sonra
eve döndü. Yemek için sofra serildi. Hz. Ali radıyaiiahu anh ekmekten bir parça
koparmıştı ki bir fakir kapıdan şöyle seslendi: "Ey Muhammed saiiaiiahu
aleyhi vese//em'in ev halkı! Ben bir fakir yoksulum. Bana yemek veriniz. Allah
ce//e cetatuhu size Cennet sofrasından yemek yedirsin". Hz. Ali
kerremaiiahu vechehu elini yemekten çekti. Hz. Fatıma radıyaiiahu anha ile
meşvere yaptı. Hz. Fatıma radıyaiiahu anha, "Mutlaka veriniz"
buyurdu. Ekmeklerin hepsini ona verdiler ve bütün ev halkı açlık içinde
kaldılar. Bu hal içinde ikinci günün orucuna başladılar. İkinci gün yine Hz.
Fatıma radıyaiiahu anha yünün ikinci üçte birini eğirdi ve ücret olarak bir sa'
arpa aldı. Onu öğüttü ve ekmek pişirdi. Hz. Ali kerremaiiahu vechehu Rasûlullah
saiiaiiahu aleyhi veseiiem ile birlikte akşam namazını kılıp gelince hepsi
yemek için oturdu. Bir yetim kapıdan (bir şeyler) istedi. Kendi yalnızlığını ve
ihtiyacını açıkladı. O yüce insanlar o günkü ekmeklerini de ona teslim ettiler.
Kendileri su içerek üçüncü günün orucuna başladılar. Sabahleyin Hz. Fatıma
radıyaiiahu anha yünün geri kalan bölümünü eğirdi. Geriye ücret olarak bir sa'
arpa kalmıştı. Onu alarak öğüttü. Ekmek pişirdi. Akşam namazından sonra yemek
için oturduklarında bir esir gelerek seslendi ve şiddetli ihtiyaç ve
perişanlığını anlattı. Onlar o günkü ekmeklerini de ona verdiler. Kendileri aç
olarak kaldılar. Dördüncü gün sabah oruçlu değillerdi. Ancak yemek için hiçbir
şey yoktu. Hz. Ali radıyaiiahu anh her iki oğlunu alarak Rasûlullah saiiaiiahu
aleyhi veseiiemln huzuruna geldi. Açlık ve güçsüzlükten dolayı yürümekte zorluk
çekiyordu. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, Hz. Ali radıyaiiahu a.nh'a,
"Senin sıkıntı ve darlığını görünce ben çok üzülüyorum. Hadi Fatıma'nıni
yanına gidelim" buyurdu. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem Hz. Fatıma
radıyaiiahu anha n\r\ yanma geldi. O namaz kılıyordu. Açlığın şiddetinden
gözleri çökmüştü, karnı beline yapışıyordu. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi
veseiiem onu sinesine bastı ve Allahu Teâlâ'ya niyaz da bulundu. Bunun üzerinde
Hz. Cebrail aleyhisselam Dehr (insan) süresindeki şu ayetleri indirdi[39]:"Onlar
Allah'a olan sevgileri üzere yemeği yoksula, yetime ve esire yedirir-ler"
(İnsan-8). Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem Allah'ın bu hoşnutluk fermanından
dolayı onları tebrik etti.[40]Bu
ayet birinci bölümün ayetler kısmında 34 numarada geçmiştir. Allâme Suyûti
rahmetuiiahi aleyh Dürrü Mensûr'da İbni Merdeviyye rivayetiyle Hz. İbni Ab-bas
radıyaiiahu anhuma'dan kısaca şu ifadeyi nakletmiştir: "Bu ayetler Hz. Ali
radıyai-lahuanhve Hz. Fatıma radıyaiiahu anha'nın şanını beyan etmek için nazil
olmuştur".
44) Şaraba
düşkün biri vardı. Onun yanında her zaman şarap âlemleri yapılırdı. Bir
defasında onun yârenleri ve ahbabları toplanmıştı. Şaraplar hazırdı. O şarap içmeden
önce dostlarına yedirmek maksadıyla biraz meyve satın alıp getirmesi için
kölesine 4 dirhem verdi. Köle çarşıya gidiyordu. Yolda Hz. Mansûr bin Ammar
Basrî rahmetuiiahi aleyh'm meclisine uğradı O bir fakir için halktan bir şeyler
isteyip, şöyle buyuruyordu: "Kim bu fakire 4 dirhem verirse, ben onun için
dört dua yapacağım". O köle dört dirhemi de o fakire verdi. Hz. Mansûr
rahmetuiiahi aleyh, "Söyle hangi duaları istiyorsun?" dedi. Köle,
"Benim bir efendim var. Ondan kurtulmak yani hür olmak istiyorum"
dedi. Hz. Mansûr bu duayı yaptı. Sonra, "İkinci olarak hangi duayı
istiyorsun?" buyurdu. Köle, "O (verdiğim) dirhemlerin bedeli elime
geçsin" dedi. Hz. Mansûr bunun için de dua yaptı. Daha sonra, "Üçüncü
dua hangisi?" dedi. Köle, "Allahu Teâlâ benim efendime (tevbe etmesi
için tevfik versin ve onun) tevbesini kabul etsin" dedi. Mansûr onun için
de dua etti. Son olarak, "Dördüncüsü nedir?" dedi. Köle, "Allahu
Teâlâ beni, benim efendimi, sizi ve burada bulunan şu topluluğu
bağışlasın" dedi. Hz. Mansûr buna da dua etti. Ondan sonra köle (eli boş
olarak) efendisinin yanına döndü. (Şöyle düşünüyordu: "En fazla olsa olsa
efendim beni döver. Başka ne olacak ki?) Efendisi onu bekliyordu, görünce,
"Niye bu kadar geciktin?" dedi. Köle bütün olayı anlattı. Efendi
(onların dualarının bereketiyle kızmak ve dövmek yerine), "Hangi duaları
ettirdin?" dedi. Köle, "Birincisi şu: Ben kölelikten azad
olayım" dedi. Efendisi, "Ben seni azad ettim. İkincisi neydi?"
dedi. Köle, "O dirhemlerin bedeli elime geçsin" dedi. Efendisi,
"Benim tarafımdan sana 4 bin dirhem hediyedir. Üçüncüsü neydi?"
dedi. Köle, "Allahu Teâlâ sana (şarab ve diğer günahlardan) tevbe etmen
için tevfik versin" dedi. Efendi, "Ben (bütün günahlardan) tevbe
ettim. Dördüncüsü neydi?" dedi. Köle, "Allahu Teâlâ beni, sizi, o
büyük zatı ve oradaki topluluğun hepsini bağışlasın" dedi. Efendisi,
"Bu benim elimde değil" dedi. Geceleyin efendi rüyasında gördü ki,
biri şöyle diyor: "Sen kendi yetki ve selahiyetinde olan üç işi yaptın.
Öyleyse benim selahiyetimde olan işi yapmayacağımı mı düşünüyorsun? Ben, seni,
o köleyi, Mansûr'u ve onun yanındaki bütün topluluğu bağışladım" dedi.[41]
45) Abdulvahhab bin Abdulhamid Sakafî
rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Ben bir cenaze gördüm. Onu üç erkek ve bir kadın
taşıyordu. Cenazenin yanında başka kimse yoktu. Ben de onlara katıldım. Kadının
tarafındaki kısmı ben aldım. Kabristana götürdük. Orada onun cenaze namazını
kıldık. Onu defnedince ben, "Bu kimin cenazesiydi?" dedim. Kadın,
"Bu benim oğlumdur" dedi. Ben, "Senin mahallende, senin yerine
tabutun dördüncü köşesini tutacak başka bir erkek yok muydu?" dedim. O,
"Adam çoktu. Ancak onu zelil kabul ederek kimse beraber gelmedi"
dedi. Ben, "ne vardı ki, onu zelil kabul ediyorlar" dedim. O,
"Bu muhan-nesdi (yani çift cinsiyetli veya kadınlar gibi davranışları olan
biriydi)" dedi. Ben o kadına acıdım ve onu yanımda götürerek biraz dirhem,
elbise ve buğday verdim. Gece rüyamda yüzü ayın ondördü gibi son derece beyaz,
çok şahane elbiseler giyinmiş, güzel bir şahıs gördüm, yanıma geldi ve teşekkür
etti. Ben, "Sen kimsin?" dedim. O, "İşte ben o sizin bugün
defnettiğiniz muhannesim. Allahu Teâlâ sadece insanlar zelil gördüklerinden
dolayı bana rahmet etti" dedi.[42]
46) Muhammed bin Seni Buhârî rahmetuliahi aleyh
diyor ki: Ben Mekke-i Mükerrem'e yolunda gidiyordum. Mağribli bir şahsın bir
katıra binmiş olduğunu gördüm. Onun önünde bir adam şöyle ilan ediyordu:
"(Bele bağlanan küçük bir) çanta kaybolmuştur. Kim o çantanın yerini
söylerse kendimden 100 altın vereceğim. Çünkü o çantada emanetler vardı".
Bu ilan üzerine çok yırtık ve eski elbise giyinmiş, topal bir adam o
Mağribimin yanına geldi ve ona o çantanın özelliklerinin nasıl olduğunu sordu.
Mağribli onun özelliklerini söyledi ve "Ona pek çok insanın emanetleri
konulmuştu" dedi. O ayağı sakat adam, "Burada okuma yazma bilen biri
var mı?" diye sordu. Ben, "Ben biliyorum" dedim. Bunun üzerine
ayağı sakat adam, beni ve Mağribli'yi bir kenara çekti ve çantayı çıkarıp
gösterdi. Mağribli çantanın içindekileri haber vermeye başladı ve "İki
tane emanet falan kızı falanındır. 500 altın karşılığında koymuştu. Bir tane
emanet falan şahsın. O da 100 altın karşılığında koymuştu" diyerek
içindeki şeyleri bir bir saydı. Ben ise içindeki şeyleri okuyarak, "O
budur, şu şudur..." diye söylüyordum. Mağribli çantanın içindeki herşeyi
saydı. Onun saydığı her şey tam olarak çantadan çıktı. Hepsi doğru olarak
çıkınca ayağı sakat olan adam çantayı Mağribli'ye teslim etti. O da verdiği
söze uyarak kendinden 100 altın çıkarıp o topal adama verdi. Adam altınları almayı
reddetti ve "Eğer o çantanın değeri benim gözümde iki parça gübre kadar
olsaydı belki de siz onu bulamazdınız. Benim yanımda değeri iki parça gübre
kadar etmeyen şeyden dolayı neden karşılık alayım ki!" dedi. Böyle
dedikten sonra 100 altının tarafına bile bakmadan çekip, gitti".
47) Buhâra'da çok azılı zalim bir devlet başkanı
vardı. Bir gün o bineğine binmiş gidiyordu. Yolda gözü uyuz bir köpeğe ilişti.
Soğuktan tirtirtitriyordu. O zalim onu görür görmez gözleri yaşla doldu. Bir
hizmetçisine, "Şu köpeği benim evime götür. Ben gelene kadar ona iyi
bak" dedi ve kendi işi için gideceği yere gitti. Geri döndüğünde köpeği
istedi. Evin bir köşesine onu bağlattı, önüne yiyecek parçaları attı ve su
koydu. Bedenine yağ sürdürüp, üzerine de yumuşak bir bez parçası koydurdu.
Üzerindeki soğukluğun etkisi gitsin diye onun yakınına ateş koydurdu. Bu
olayın üzerinden iki gün geçmişti ki, o zalim öldü. Onun yaptığı zulümleri ve
onun durumunu iyi bilen bir Allah dostu onu rüyasında gördü ve ona,
"Başından neler geçti" dedi. O, "Allahu Teâlâ beni huzuruna
çıkardı ve, <Sen köpektin (yani köpekler gibi iş yapardın, insanlar gibi iş
yapmazdın). Bundan dolayı Biz sana bir köpek verdik (yani o uyuz köpeğin
sayesinde seni bağışladık)> buyurdu. Bir de Allah ceiie ceiaiuhu benim
üzerimde olan hakları Kendisi ödemeyi irade buyurdu" dedi.Allahu Teâlâ'nın
Zât'ı çok Kerim'dir. O bütün kerim olanların sahibi ve padişahıdır. O'nun
keremine kim ulaşabilir ki! Bir şahsın en basit bir şeyini beğenirse, o
muradına ermiştir. İnsan O'nun hoşnutluğunu aramalıdır. Kimbilir kimin hangi
işi Mevlâ'nın hoşuna gidecektir!
48) Ebû Ömer
Dimeşkî rahmetuliahi aleyh diyor ki: Biz bir kaç kişi Hz. Ebû Abdullah bin Celâ
ile birlikte Mekke-i Mükerreme'ye gidiyorduk. Günlerce yemek için bir şey
bulamadan geçirdik. Sahrada bir kadınla karşılaştık. Yanında bir keçi vardı.
Biz ("Onu satın alıp pişiririz" diye düşündük. Bundan dolayı) o
kadına, "Bunun fiyatı nedir?" diye sorduk. Kadın, "Fiyatı 50
dirhemdir" dedi. Biz, "Bize iyilik et ve fiyatı biraz düşür" dedik.
O, "Fiyatı 5 dirhem" dedi. Biz, "Alay etme de fiyatını doğru
söyle. Demin 50 dirhem diyordun, şimdi ise 5 dirhem diyorsun" dedik. Kadın,
"Vallahi ben alay etmiyorum. Siz bana, <İyilik yap> dediniz. Keşke
gücüm yetseydi de sizden hiç para almasaydım (ancak ben de mecburum. Bundan
dolayı beş dirhemi de mecburen söyledim)" dedi. Hz. İbni Celâ rahmetuliahi
aleyh arkadaşlarına, "Sizin hepinizin yanında ne kadar dirhem var"
dedi. Herkes yanındakini söyledi. Onların toplamı 600 dirhem tuttu. Biz o
dirhemlerin hepsini ona verdik. Bizim bütün yolculuğumuz Allah'ın lütfuyla o
kadar rahat geçti ki, haddi hesabı yoktur.[43]Allah'ım!
Seni hamdinle teşbih ederim. Sen'den başka ilâh yoktur. Sen'den mağfiret diler
ve Sana tevbe ederim.
49) Hz. İbrahim bin Edhem rahmetuliahi aleyh bir
defasında bir adama, "Sen Allah'ın velisi olmak ister misin?" dedi.
O, "Elbette olmak isterim" dedi. Bunun üzerine buyurdu ki:
"Dünya ve ahiretin hiç bir şeyine heveslenme. Kendini sadece Allah'a ver.
Bütün varlığınla O'na yönel. Tâ ki O da tam olarak sana yönelsin ve seni
Kendine veli yapsın.[44]Rasûlullah
saiiaiiahu aleyhi vesetiem'm sahih hadislerinde Allahu Teâlâ'nın şöyle
buyurduğu varid olmuştur: "Kim bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak
giderim. Kim bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım".
50) Hz.
Cüneyd Bağdadi rahmetuliahi aleyhe bir adam 500 dirhem takdim etti ve
"Bunları hizmetçilerinize takdim ediniz" dedi. Hz. Cüneyd
rahmstuiiahi aleyh,"Senin yanında bunlardan başka da bir şey var mı?"
buyurdu. O, "Efendim benim yanımda pek çok dinar var" dedi. Cüneyd
Bağdadi hazretleri, "Sen onlarda bir artış olmasını istiyor musun,
istemiyor musun?" buyurdu. Adam, "Elbette istiyorum" dedi. Bunun
üzerine buyurdu ki: "Öyleyse sen bizden daha muhtaçsın (çünkü biz
yanımızda bulunanın artmasını istemiyoruz). O halde sen bunu al". Böyle
diyerek o dirhemleri geri verdi ve kabul etmedi,
51) Hz. Ebû Derdâ radıyaiiahu anh bir defasında
(talebelerinin arasında) oturuyordu. Hanımı geldi ve "Sen bunları yanına
almış oturuyorsun, halbuki evde bir avuç un bile yoktur" dedi. O, "Ey
gidi Allah'ın kulu! Bizim önümüzde son derece tehlikeli ve geçirilmesi zor bir
geçit gelmektedir. Ondan ancak çok hafif ve yeğnik insanlar
kurtulabileceklerdir" dedi. Hanımı bu sözleri duyunca razı olup memnuniyetle
geri döndü. Bir defasında şöyle buyurdu: "Dünyacılar da yiyor. Biz de yiyoruz.
Onlar da elbise giyiyor, biz de giyiyoruz. Onlar yanlarında bulunan ihtiyaçtan
fazla malı kullanmamakta sadece <İşte bu maldır> diye bakmaktadırlar. Biz
de (başkasının yanında olan) mata bakıyoruz (öyleyse mala bakmakta biz ve onlar
beraberiz. Biz de kullanmıyoruz onlar da kullanmıyorlar). Ancak onların
mallarının hesabını vermeleri gerekecektir. Biz ise hesaptan uzağız. Çünkü bizim
malımız yoktur". Bir defasında şöyle buyurdu: "Kardeşlerimiz bize
insaflı davranmıyorlar. Bizi Allah için seviyorlar ancak dünya konusunda bizden
ayrı yaşıyorlar. Yakında öyle bir gün gelecek ki, onlar bizim gibi olmayı
temenni edecekler ama biz onlar gibi olmayı temenni etmeyeceğiz"
52) Bir Allah
dostunun yanına bir şahıs gelip, "Benim için dua ediniz. Çoluk çocuğumun
çokluğu (ve gelirimin azlığı) beni zor durumda bıraktı" dedi. O zat buyurdu
ki: "Senin ailen sana, <Yanımızda ne un var nede ekmek> dediği
vakit, senin yapacağın dua Allah indinde benim şu anda yapacağım duadan daha
makbuldür"Şeyh hazretleri tamamen doğru söylemiş. İnsanlar Mevlâ'sından
istemenin kadrini bilmiyor. Kalplerinde de bunun önemi yoktur. O Kerim'in
indinde ıstırab içinde dua etmenin çok büyük değeri vardır. Çaresiz kalmışların
duası özelikle kabul olunmaktadır:"Darda kalana, Kendisine niyaz edip
yalvardığı zaman, icabet eden, ondan musibeti gideren Zât (kendisine başkasının
ortak koşulacağı bir Zât mıdır?)"(Neml-62)Bir hadiste şöyle geçmektedir:
Bir adam Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem e, "Siz insanları kime
davet ediyorsunuz?" dedi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, buyurdu
ki: "O bir olan Allah'a ki, eğer sana bir darlık ulaşır da sen
onayakarırsan,O, senin musibetini giderir. O bir olan Allah'a ki, eğer sen
yolun bir yerinde bineğini kaybeder, sonra O'na yalvarırsan, senin bineğini
sana döndürür. Eğer sen kıtlığa düşersen ve sonra O'na dua edersen, O, sana
rızık indirir". Süheym rah-metuiiahi ateyh diyor ki: Biz Hz. Abdullah
radıyaiiahu anh'm yanında oturuyorduk, Bir cariye geldi ve efendisine,
"Siz burada oturuyorsunuz. Sizin atınıza nazar değdi. Okuyup üfleyen
birini bulup getiriniz" dedi. Hz. Abdullah radıyaiiahu anh, "Herhangi
bir üfürükçüye gerek yok. Onun burnunun sağ deliğine dört defa, sol deliğine üç
defa şu duayı okuyup üfleyin" buyurdu."Korkulacak bir şey yok. Ey
insanların Rabbi! Sen onun sıkıntısını gider ve ona şifa ver. Ancak Sen şifa
verensin. Sen'den başka zararı defedecek kimse yoktur". O adam gitti ve
kısa bir süre sonra geri döndü ve "Ben sizin dediğiniz gibi yaptım. At
tamamen iyileşti, yemeye başladı, idrarvedefi hacetinideyaptfdedi.Şu husus çok
iyi bir şekilde kalbe yerleştirmelidir. Bu husus kalpte ne kadar sağlamlaşırsa,
o kadar dünya ve ahirette işe yarayacaktır: Fayda ve zarar ancak bir olan,
şeriki olmayan Yüce Zât'ın elindedir. Hacetleri yalnız O'ndan istemek gerekir.
Her musibette yalnız O'na yönelmelidir. Bütün dünyanın kalbi O'na tâbîdir.[45]
53) Hz.
İbrahim bin Edhem rahmetuiiahi aleyh''e bir adam hediye olarak 10 bin dirhem
takdim etti. O bunu kabul etmeyi açıkça reddetti ve "Sen 10 bin dirhem sebebiyle
benim adımın fukara listesinden çıkarılmasını istiyorsun? Allah'a yemin olsun
ki, ben buna asla razı olamam" dedi. Onun şöyle bir sözü de vardır:
"Dünyacılar, dünyada rahat ararlar. Bu yüzden aldanırlar (yahu dünyada
rahatlık nerede?) Eğer onlar padişahlığın biz de olduğunu bilselerdi, bizimle
kılıçlarıyla savaşırlardı".Biri Hz. Abdullah İbni Mübarek rahmetuiiahi
aleyh'e, "Adamlar kimlerdir?" dedi. O, "Alimlerdir" dedi.
"Padişah kimdir?" deyince, "Zahidler (yani dünyaya rağbet
etmeyenlerdir)" buyurdu. Adam, "Ahmaklar kimlerdir?" dedi. O,
"Din vasıtasıyla dünya kazananlardır" buyurdu. Hz. Zünnûn Mısrî
rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: Zahidler ahiretin padişahlarıdır. Onlar arif
olan fakirlerdir". Hz. Şeyh Ebû Medyen rahmetuiiahi aleyh buyurdu ki:
"Padişahlık iki türlüdür. Biri şehirlerin, ikincisi kalplerin. Hakiki
padişah ise yalnız zâhid kimsedir (çünkü o kalplerin padişahıdır).İçlerinde
İmam Şafii rahmetuiiahi aieyh'\n de bulunduğu bir topluluğun mezhebine göre,
eğer bir şahıs, "Benim malımdan şu kadarı en akıllı insanlara
verilsin" diye vasiyet edip ölse, o mal zahidlere verilecektir. (Çünkü
gerçek akıllı ancak onlardır)[46]
54) İmam-ı
Kebîr, Ârif-i Şehîr, Şeyh Ebû Abdullah Haris bin Esed Muhasibi rahmetuiiahi
aleyh bir defasında dünyaya meyleden alimleri zikrederek şöyle buyurdu:
"Onlar diyorlar ki; <Sahâbe-i Kiram radıyaiiahu anhum semain de çok
zengindi>. O ahmaklar Sahâbe-i Kiram'ı zikrediyorlar ki, insanlar onların
mal toplamasını mazur kabul etsinler. Şeytan onlara hile yapmaktadır. Onlar
bunun hiç farkına varmamaktadırlar. Hey gidi ahmak sana yazıklar olsun. Senin
Hz. Abdurrahman bin Avf radıyaiiahu anh'm malını delil olarak ileri sürmen
şeytanın bir hilesidir. Seni helak ve berbad etmek için ağzından bu sözleri
çıkarttırmaktadır. Sen, <Sahâbe-i Kiram radıyatiahu anhum semain hazretleri
de şeref ve ziynet için mal biriktirdi> deyince, sen onları gıybet etmiş ve
onlara çok ağır bir şeyi isnad etmiş oldun. Sen <Helal yolla mal biriktirmek,
onu terk etmekten efdaldir> diye kabul ettiğin zaman Rasûlullah saiiaiiahu
aleyhi veseiiem'in şanına küstahlık etmiş olursun. Bütün peygamberler
aieyhîmssaiatü vesseiam'm şanına küstahlık etmiş olup, onların (Neûzû billah)
bir şeyden haberleri olmadığını söylemiş olursun. Çünkü onlar senin gibi mal
biriktirmedirler. Ne zamanki sen, <Helal yolla mal biriktirmek onu terk
etmekten daha üstündüo deyince şöyle bir iddiayı ortaya atmış oldun.
Rasûlullah saiiai-lahu aleyhi veseiiem kendi ümmetinin hayrına çalışmadı. Çünkü
o mal biriktirmeyi yasakladı. Göklerin Rabbine yemin olsun ki, sen bu iddianda
Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem hakkında yalan söyledin. Rasûlullah
saiiaiiahu aleyhi veseiiem kendi ümmetinin haline son derece şefkatliydi. Onların
hayrını istiyordu. Onlara çok merhametliydi. Onlara çok acıyordu. Hey gidi
ahmak! Hz. Abdurrahman bin Avf radı-yaiiahuanh kendi üstünlük ve kemâline
rağmen, takvasına rağmen, yaptığı iyiliklere rağmen, Allah yolunda mallarını
harcamasına rağmen, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'ln sahâbisi olmasına
rağmen, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm kendilerini daha dünyada iken
Cennet'le müjdelediği (Aşere-i Mübeşşere adıyla meşhur olan) kimselerden
olmasına rağmen, kısaca bütün bu yüce sıfatlarına rağmen sadece malı yüzünden
kıyamet meydanında durup kalacak ve muhacirlerin fakirleriyle birlikte Cennet'e
gidemeyecektir. O halde dünyanın meşguliyetlerine dalmış bulunan bizler
hakkında senin görüşün nedir? Hayret! çok hayret o fitneye düşene ki, o, haram
ve şüpheli malın pisliğine bulaşmıştır. İnsanların kirleri olan (sadaka malını)
yer. Şehvet, ziynet ve böbürlenmeyle vakit geçirir. Sonrada kalkar Hz.
Abdurrahman bin kvi mdtyaiiahu anti\x\ halini delil olarak ileri sürer".
Ondan sonra Muhasibi rahmetuiiahi aleyh Sahâbe-i Kiram'ın güzel hallerini
anlattıktan sonra şöyle dedi: "O yüce insanlar yoksulluğu seviyorlardı.
Fakirlik korkusu diye bir düşünceleri yoktu. Rızıkları konusunda Allah ceiie
cetatunu'ya tam olarak güveniyorlardı. Takdire razı oluyorlar, musibetlerden
hoşlanıyorlardı. Servetlerine şükrediyorlar, yoklukta sabrediyorlardı. Güzel
hallerde Allah ceiie ceiaiuhu'ya hamd ediyorlardı. Mütevâzi insanlardı.
Başkalarını kendilerine tercih ediyorlardı. Yanlarına fakirlik geldiği zaman
ona, "Merhaba (iyi ettin de geldin)" derlerdi. Fakirliğe salihlerin
şiarı diyorlardı. Sen Allah hakkı için söyle! Senin halin de böyle mi? Sen
onlara benzemekten çok uzaksın. Senin halin onların haline tamamen ters
düşmektedir. Sen zenginlik vaktinde azgınlaşıyorsun. Servet sahibi olduğun zaman
gururlanıyorsun. Malın olduğu zaman sevincinden dolayı kendinden o kadar geçiyorsun
ki, Allah'ın nimetine şükretmeyi bile unutuyorsun. Sıkıntı zamanlarında
Allah'ın yardımından ümidini kesiyorsun. Musibet zamanlarında suratını asıyorsun.
Takdire hiç razı olmuyorsun. Fakirlere buğz ediyorsun. Yoksulluğa burun
büküyorsun. Sen malı dünyada konforlu yaşamak için, onun parlaklık ve güzelliğiyle
gönül eğlendirmek için, onun lezzetlerinin ve şehvetlerinin zevkini çıkarmak
için biriktiriyorsun. O yüce insanlar helal olan şeylerden o kadar ayrı dururlardı
ki, sen o derecede haram şeylerden bile ayrı durmuyorsun. Onlar basit
hatalarını bile o kadar ağır görüyorlardı ki, sen haram ve büyük günahları bile
o kadar ağır görmüyorsun. Keşke senin en iyi ve en helal malın bile onların şüpheli
malına eşit olsa. Keşke sen iyiliklerinin kabul olmamasından korktuğun gibi
günahlarından da korksaydın. Keşke senin orucun onların iftarına denk olsaydı.
(Zira onların iftar etmeleri bile Allah içindi. Bundan dolayı sevap
alıyorlardı). Keşke senin gece kalkman, onların uyumalarına eşit olsaydı.
Keşke senin Ömür boyu yaptığın iyilikler, onların bir iyiliğine eşit olsaydı.
Hey gidi bedbaht! Dünyadan sadece misafir azığı kadar alman senin için uygundur.
Keşke sen dünyacıların halinden ibret alsan. Zira onlar Mahşer Meydanı'nda
hesap vermek için tutulmuş olacaklardır. Ve keşke sen Rasûlullah saiiaiiahu
aleyhi veseiiem ile beraber Cennet'e girecek ilk zümrenin içinde olsan. Çünkü o
zaman sen ne Mahşer Meydanı'nda tutulur ne de uzun uzadıya bir hesaba
çekilirdin. Zira Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur:
<Benim ümmetimin fakirleri zenginlerinden 500 sene önce Cennet'e
gireceklerdin»"[47]
55) Hz.
Abdulvâhid bin Zeyd rahmetuiiahi aleyh (Çeştiye silsilesinin meşâyi-hinden olan
bir büyük zattır) buyuruyor ki: Biz bir defasında gemiye binmiş gidiyorduk.
Havanın fırtınalı olması bizim gemimizi bir adaya ulaştırdı. Biz orada puta
tapan bir adam gördük. Ona, "Sen kime tapıyorsun?" dedik. O puta
doğru işaret etti. Biz, "Senin mabudun, senin imal ettiğin bir şey. Bizim
mabudumuz ise bizzat Kendisi böyle şeyler yaratıyor. Kendi elinde yaptığın şey
ibadete layık değildir" dedik. O, "Siz kime ibadet
yapıyorsunuz?" dedi. Biz, "Arşı göklerin üzerinde olan, yeryüzünü
tutan, azamet ve büyüklüğü her şeyden üstün olan Yüce Zât'a ibadet
yapıyoruz" dedik. O, "Siz o Yüce Zât'ın varlığını nasıl
bildiniz?" dedi. Biz, "O bize bir Rasûl (elçi) gönderdi. O çok kerim
ve şerefliydi. O Rasûl bize bütün bunları anlattı" dedik. O, "O Rasûl
nerede?" dedi. Biz, "O, fermanı ulaştırdı. Kendi hakkını tamamladı.
Sahibi de fermanı ulaştırdığı ve vazifesini en güzel şekilde yaptığının
karşılığını vermek için onu yanına çağırdı" dedik. O, "O Rasûl size
bir alâmet bıraktı mı?" dedi. Biz, "O Mâlik'in Yüce Kelamfnı bize
bıraktı" dedik. O, "Bana o kitabı gösterin" dedi. Biz Kur'an-ı
Kerim'i getirip onun önüne koyduk. O, "Ben okuma bilmem siz bundan bana
okuyun" dedi. Biz bir sûre okuduk. O dinlerken ağladı. Sûre bitene kadar
ağlaması devam etti. Sonra, "Bu Yüce Kelamın Sahibi'nin hakkı, O'na isyan
edilmemesidir" dedi ve sonra Müslüman oldu. Biz ona İslam'ın erkânı ve
ahkâmını söyledik ve Kur'an'dan birkaç sûreyi öğrettik. Gece olunca biz yatsı
namazını kılıp uyumak üzereydik. O, "Sizin mabudunuz da gece uyuyor
mu?" dedi. Biz, "O Yüce Zât Hayy ve Kayyum'dur. O ne uyur ne de
uyuklar1" dedik. O, "Siz ne kadar beceriksiz kullarsınız. Mevlânız
uyanık olsun siz de uyuyun" dedi. Biz onun bu sözüne çok hayret ettik.
Adadan ayrılacağımız sırada, "Beni de yanınıza alıp götürün. Tâ ki ben
dini meseleleri öğreneyim" dedi. Biz onu beraberimize aldık. Biz Abbâdan
şehrine ulaşınca ben arkadaşlara, "Bu yeni Müslümandır. Onun geçimi için
bir şeyler düşünmeliyiz" dedim. Biraz dirhem topladık. Ona vereceğimiz
sırada, "Bu nedir?" dedi. Biz, "Birkaç dirhem. Bunları kendi
masraflarında kullanırsın" dedik. O, "Lâ ilahe illallah] Siz bana
öyle bir yol gösterdiniz ki, kendiniz o yolda yürümüyorsunuz. Ben bir adada
idim. Bir puta tapıyordum. Allah'a ibadet yapmıyordum. O, beni bu haldeyken
bile zayi etmedi, helak etmedi. Halbuki ben O'nu hiç bilmiyordum. Öyleyse şimdi
ben O'nu tanıdığım (O'na ibadet ettiğim halde beni neden zayi etsin?)"[48]
dedi. Üç gün sonra öğrendik ki, ölümü yaklaşmış, ömrünün son anlarını yaşıyordu.
Yanına gittik. "Bir hacetin varsa söyle" dedik. O, "Benim bütün
hacetlerimi O Yüce Zât yerine getirdi. O, sizleri adaya (benim hidayetim için)
gönderdi" dedi. Şeyh Abdulvâhid rahmetuiiabi aleyh buyurdu ki; Bana birden
uyku galip geldi. Ben hemen orada uyudum. Rüyamda yemyeşil bir bağ gördüm.
Orada son derece nefis bir kubbe yapılmıştı. Onun içinde bir taht kurulmuştu.
O taht üzerinde son derece güzel bir kız oturuyordu. Onun gibi güzel bir kadım
hiç kimse görmemiştir. Şöyle diyordu: "Allah aşkına onu çabuk gönderin.
Onun arzusundan benim sabırsızlığım haddini aştı". Ben gözümü açınca o
yeni Müslümanın ruhu uçup gitmişti. Biz onu hazırlayıp kefenledik ve defnettik.
Gece olunca ben rüyamda aynı bağı, kubbeyi ve vefat eden adamın yanında taht
üzerinde o kızı gördüm. O adam şu ayeti okuyordu:[49]
"Melekler her
kapıdan onların yanlarına girecekler / ve <Sabretmenizin (din üzerinde sebat
etmenizin) karşılığı olarak size selam olsun. (Bu her türlü afetten selamette
olma müjdesidir). Dünya yurdunun sonu (Cennet) ne güzeldik
diyeceklerdir".
(Ra'd-23,24)
Allahu Teâlâ'nın ihsan
ve ikramının hayret verici işlerindendir ki, adam ömrü boyunca puta taptı ama
ölümü yaklaştığı sırada Allahu Teâlâ gemilerinin hakimiyetini kaybetmeleri
sebebiyle insanları mecburi olarak onun yanına gönderdi ve onu ahiret
nimetlerine erdirdi.Allah'ım (Sen mülkün sahibisin) Senin vermek istediğini
engelleyecek yoktur. Senin engellediğini de verecek yokturHz. Mâlik bin Dinar
rahmetuiiahi aleyh bir defasında Basra sokaklarında -yürüyordu. Yolda bir
cariye padişahların cariyeleri gibi şân-ı şevketle hizmetçi Ieriyle eraber
gidiyordu. Hz. Mâlik onu görünce seslenerek, "Ey cariye senin sahibin seni
satıyor mu?" dedi. Cariye bu sözü duyunca (hayran oldu) ve "Bir daha
söyle" dedi. O bir daha söyledi. Cariye, "Eğer o satarsa senin gibi
bir fakir satın alabilir mi?" dedi. Hz. Mâlik bin Dinar rahmetuiiahi
aleyh, "Evet senden daha iyisini de satın alabilirim" dedi. Cariye
bunu duyunca güldü ve hizmetçilerine, "Şu fakiri yakalayıp bizimle beraber
götürün (biraz eğlenmiş oluruz)" dedi. Hizmetçiler onu yakalayıp
beraberlerinde götürdüler. Cariye evine dönünce bu olayı efendisine anlattı.
Bunu duyunca o da güldü ve onun karşısına getirilmesini emretti. Hz. Mâlik bin
Dinar rahmetuiiahi aleyh karşısına getirilince cariyenin efendisinin kalbi
üzerine heybet çöktü. "Siz ne istiyorsunuz?" dedi. O, "Sen
cariyeni bana sat" dedi. Adam, "Sen onun değerini verebilir
misin?" dedi. Hz. Mâlik rahmetuiiahi aleyh, "Benim yanımda onun
değeri hurma içinden çıkarılmış iki çekirdektir" buyurdu. Bunu duyunca
hepsi güldüler. Adam, "Siz bu değeri neye göre biçtiniz?" dedi. O,
"Bunda çok kusur var" dedi. Adam, "Ondaki kusurlar
nelerdir?" dedi. O, "Eğer güzel koku sürmezse bedeninden kötü koku
gelmeye başlar. Eğer dişlerini temizlemezse, ağzından kötü koku gelir. Eğer
saçlarını taramazsa, karma karışık olur ve bitlenir (başından koku gelmeye
başlar). Biraz yaşı ilerleyince ihtiyar olur (yüz sürmeye bile layık olmaz).
Ondan hayız gelir. O, def-i hacete çıkar. Ondan her çeşit pislikler (tükürük,
yellenme, salya, sümük vs.) çıkmaktadır. Başına gam, keder ve musibetler
gelmektedir. O kadar menfaatçidir ki, yalnız kendi menfaati için sana sevgi
gösterir. Yalnız kendi rahat ve keyfi için sana yakınlık besler (bugün sana bir
felaket ulaşsa, bütün sevgiler biter). Son derece vefasızdır. Hiçbir söz ve
kararını yerine getirmez. Onun bütün sevgisi yalandır. Yarın senden sonra bir
başkasının yanına oturduğunda onu da aynı şekilde sevdiğini iddia edecektir.
Benim yanımda bundan bin kat daha üstün cariye vardır ki, bundan son derece
ucuzdur. O Kâfur maddesinden, Misk ve zaferan karışımından yaratılmıştır. O
inci ve nurla sarılmıştır. Eğer onun tükürüğü acı bir suya konulsa, o su
tatlanır. Eğer bir ölüyle konuşsa, o dirilir. Eğer onun bileği güneşin
karşısına konsa güneşin nuru gidip kararır. Eğer o karanlıkta gelse, evin hepsi
aydınlanır. Eğer o dünyaya kendi süs ve ziynetiyle gelse, bütün dünya güzel
kokuya boğulup aydınlanır. O cariye misk ve zaferan bahçelerinde büyümüştür.
Yakut ve mercan dalları altında oynamıştır. Her türlü nimetlerin bulunduğu
çadırlar arasında onların sarayları vardır. (Cennet nehirlerinden bir nehir
olan) Tesnim'den su içerler. Asla sözlerinden dönmezler. Sevgilerini
değiştirmezler (vefasız değillerdir). Şimdi sen söyle. Para harcama açısından
hangi cariye daha uygundur?" Hepsi, "Senin haber verdiğin
cariye" dediler. Bunun üzerine Hz. Mâlik bin Dinar rahmetuiiahi aleyh
buyurdu ki: "O cariyenin parası her zaman, her devirde ve herkesin
yanında bulunmaktadır. Halk, "Onun değeri nedir?" dediler. O,
"Bu kadar büyük, önemli ve sânı yüce olan bir şeyi satın almak için çok
basit bir kıymet ödemek gerekiyor. O da gecenin az bir vaktini ayırıp yalnız
Allah ceiie ceiaiuhu için en azından iki rekat teheccüd namazı kılmalı. Siz
yemeğe oturduğunuz zaman bir fakiri de hatırlayın (onu yedirin). Allahu
Teâlâ'nın rızasını kendi arzularınıza galip kılın. Yolda eziyet veren (diken
tuğla vs. gibi) bir şey gördüğünüzde onuuzaklaşt rın.Dünya hayatını basit
masraflarla geçirin. Fikir ve derdinizi, bu aldatıcı (dünya) yurdundan ayırıp,
ebedi kalacağınız yurda yöneltin. Bu şeylere ihtimam göstermekle, dünyada
izzet içinde bir hayat geçirirsiniz. Ahirete ise endişesiz, saygı ve ikrama
ulaşırsınız. Nimetler yurdu olan Cennet'te Allah ceiie ceiaiuhu'mn yakınında
ebedi olarak kalırsınız". Cariyenin efendisi, cariyeye hitaben, "Sen
şeyhin sözünü dinledin mi? Bunlar doğru mu, değil mi?" dedi. Cariye,
"Tamamen doğru, şeyh efendi çok büyük bir nasihat ve hayrımızı isteyen ve
iyilikle ilgili sözler söyledi" dedi. Efendisi, "Peki sen artık
hürsün şu kadar eşya da sana hediyedir" dedi. Kölelerine, "Siz
hepiniz de hürsünüz. Malımdan şu kadarı size hediyedir. Benim bu evim ve içindeki
malın hepsi Allah yolunda sadakadır" dedi. Evin kapısının üzerinde duran
kalın kumaştan yapılmış perdeyi indirerek bedenine sardı. Kendi kaliteli ve
lüks elbiselerini çıkarıp sadaka olarak verdi. Cariye, "Efendim senden
sonra artık, benim için bu hayatının bir tadı yoktur" dedi. O da bir kalın
elbiseye bürünüp bütün süs ve ziynet elbiselerini ve bütün mal ve eşyasını
sadaka olarak vererek efendisiyle beraber kaldı. Mâlik bin Dinar
rahmetuiiahialeyh onlara dua ederek veda etti. Onların ikisi bütün bu zevki
sefayı boşayıp Allah'a ibadetle meşgul oldular. Bu hal üzere ahirete intikal
ettiler.[50] llah bizi ve onları
bağışlasın
57) Cafer
bin Süleyman rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Ben bir defasında Mâlik bin Dinar'la
birlikte Basra'da yürüyordum. Muhteşem bir köşkün yanından geçtik İnşaatı devam
ediyordu. Bir genç oturmuş inşaatçılara, "Buraya şu yapılacak, şuraya şu
yapılacak" diye yol gösteriyordu. Mâlik bin Dinar rahmetuiiahi aleyh o gence
bakarak, "Bu şahıs ne güzel bir genç. Ama hangi şeylere batmış. Kendini bu
inşaat işine nasılda daldırmış. Benim içimden geliyor ki ben bu genç için
Allah'a dua edeyim de onu bu meşguliyet batağından kurtarıp kendi muhlis
kullarından etsin. Eğer bu Cennet gençlerinden olursa ne güzel olur. Cafer
yürü! Bu gencin yanına gidelim" dedi. Cafer rahmetuiiahi a/eyh diyor ki:
Biz ikimiz o gencin yanına gittik. Ona selam verdik. O selamımızı aldı (O Mâlik
rahmetuliahi aleyh'] tanıyordu). Ancak o anda onu tanıyamadı. Biraz sonra onu
tanıyınca ayağa kalktı ve "Nasıl teşrif ettiniz?" dedi. Mâlik
rahmetuiiahi aleyh, "Sen bu evine ne kadar para harcamaya niyet
ettin?" dedi. O, "100 bin dirhem" dedi. Mâlik rahmetuiiahi
aleyh, "Eğersen 100 bin dirhemi bana verirsen, ben senin için Cennet'te
bir ev verileceğini üzerime alıyorum. O ev bundan kat kat üstündür. Orada
hizmetçiler bol olacaktır. Onda kırmızı yakuttan çadır ve kubbe olacaktır.
Üzerinde inci dizilmiş ve toprağı za-feran olacaktır. Onun harcı miskten
yapılmıştır. Ondan güzel kokular yayılır. O ev ne eskir ne de yıkılır. Onu
mimar yapmayacaktır. Aksine Allahu Teâlâ onu Kün emriyle hazır edecektir"
buyurdu. O genç, "Bana düşünmek için bu gece mühlet veriniz. Yarın siz
gelince bu konuyla ilgili görüşümü size arz edeceğim" . Mâlik rahmetuiiahi
aleyh geri döndü. O genç gece boyu fikredip düşündü.Gecenin sonuna doğru bu
hususta çok acizlik içinde dua etti. Sabah olunca biz ikimiz onun evine gittik.
O genç kapının dışında oturmuş bekliyordu. Hz. Mâlik rahmetuiiahi aieyh'\
görünce çok sevindi. Hz. Mâlik rahmetuiiahi aleyh, "Dünkü mesele hakkında
görüşün ne oldu?" dedi. Genç, "Siz dün vaad etmiş olduğunuz şeyi yerine
getirebilecek misiniz?" dedi. Hz. Mâlik, "Elbette" dedi. O
dirhemlerin bulunduğu torbayı getirip önüne koydu. Mürekkep ve kalem de
getirdi. Hz. Mâlik rahmetuiiahi aleyh bîr kağıdın başına
Bismillahirrahmanirrahim'Ğen sonra şöyle yazdı: "Bu bir ikrarnâmedir.
Mâlik bin Dinar falan şahsa kefil olmuştur ki; onun köşküne karşılık Allah
ceiie ceiaiuhu indinde ona sıfatı yukarıda (yazılıp) beyan edilen şöyle şöyle
bir köşk verilecektir. Hatta bundan daha fazla güzel ve üstün olacaktır. Güzel
gölgeliklerde ve Allah ceiie ceiaiuhu r\a yakın olacaktır". Kağıda bunları
yazdıktan sonra kağıdı o gence teslim etti. Ondan 100 bin dirhem alıp geldi.
Cafer rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Akşam vakti Hz, Mâlik rahmetuiiahi aleyh'in
yanında o dirhemlerden bir öğün yemek yiyecek kadar bile bir şey kalmadı. Bu
olayın üzerinden 40 gün bile geçmemişti ki, bir gün Hz. Mâlik rahmetuiiahi
aleyh sabah namazını bitirince mescidin mihrabında bir kağıt parçası gördü. Bu
parça Mâlik rahmetuiiahi aieyh'm yazıp o gence verdiği kağıdın kendisiydi.
Kağıdın arka yüzünde mürekkepsiz olarak şöyle yazılmıştı: "Bu Allah ceiie
ceiaiuhu tarafından Mâlik bin Dinar'ın kefaletinin beraatıdır. Sen o genç için
hangi eve kefil olduysan Biz onu tam olarak teslim ettik. Ondan yetmiş kat
fazlasını verdik". Hz. Mâlik rahmetuiiahi aleyh o parçayı okuyunca hayret
etti. Ondan sonra biz o gencin evine gittik. O gencin evinin üzerinde (matem
tutmak için asılmış) siyah bir alâmet vardı. Ağlama sesleri geliyordu. Bizim
sormamız üzerine o gencin dün ahirete intikal ettiğini öğrendik. Biz,
"Onu kim yıkadı?" deyince, onu yıkayan kişi çağrıldı. Biz yıkama ve
kefenleme işlerinin nasıl yapıldığını sorunca yıkayıcı kişi, "O genç
ölmeden önce bana bir kağıt parçası verdi ve <Beni yıkayıp kefen giydirdiğin
zaman bu parçayı kefenime koyuver> dedi. Ben onu yıkadım kefenledim ve o
parçayı onun kefeni ile bedeninin ara-sına koydum" dedi. Hz. Mâlik
rahmetuiiahi aleyh yanındaki kağıt parçasını çıkarıp ona gösterince yıkayıcı,
"Bu o kağıt parçası. O gence ölüm veren Allah'a yemin olsun ki, ben bu
parçayı bizzat kendim onun kefenin içine koydum" dedi. Bu manzarayı
görünce bir başka genç kalktı ve "Ey Mâlik! Siz benden 200 bin dirhem
alınız bana da bir kağıt parçası yazınız" dedi. Hz. Mâlik rahmetuliahi
aleyh buyurdu ki: "Bu konu çok uzaklarda kaldı. Artık olamaz. Allah ceiie
ceiaiuhu ne dilerse onu yapar". Ondan sonra Mâlik rahmetuliahi aleyh ne
zaman o gençten bahsetse ağlamaya başlar ve onun için dua ederdi.[51]Allah
dostlarının başlarından bu gibi olaylar sık sık geçmektedir. Coşku ve cezbe
halinde ağızlarından bir söz çıkmakta, Allahu Teâlâ da o sözü aynı şekilde
yerine getirmektedir. Bu durum Rasû\u\\ah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm
hadisinde şu ifadelerle nakletmiştir: "Nice dağınık saçlı, toza toprağa
bulaşmış insanlar vardır ki, halk nları kapılarından kovmaktadırlar. Onlara
ilgi göstermemektedirler. Eğer onlar bir şey hakkında Allah 'a yemin etseler
Allah onların sözünü tamamen yerine getirir"[52]
58) Muhammed
bin Semmâk rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: Emevilerden Musa bin Muhammed bin
Süleyman el Hâşimi çok nazlı büyütülmüş bir zengindi. Her zaman gönlünden geçen
arzularını tatmin etmekle meşguldü. Yemekte, içmekte, giyinmekte, oyun ve
eğlencede, arzu ve lezzetlerin her çeşidinde en yüksek derecede idi. Her an
çocuklar ve kızlarla oyalanırdı. Onun ne bir derdi vardı ne de bir endişesi.
Kendisi de son derece güzel, ay parçası gibiydi. Allah celie ce-/a/o/ju'nun her
türlü dünya nimeti ona tam olarak verilmişti. Onun yıllık geliri 303 bin
dinardı. Onların hepsi bu oyun ve eğlenceye harcanıyordu. Evinin üs katında
yüksekçe bir odası vardı. Onun bir çok penceresi caddeye bakıyordu. Onların
önüne oturur yoldan geçenleri seyrederdi. Birkaç cam da diğer tarafa (bağa doğr
ru) açılıyordu. O tarafa oturur, o bağdan gelen havayı tenefüs eder, güzel kokular
koklardı. O odanın içinde fildişinden yapılmış bir kubbe vardı. Gümüş çivilerle
tutturulmuştu. Üzerinde altın işlemeli tül vardı. Onun içinde de bir taht
vardı. Hâ-şimînin başında inciler takılı bir sarık vardı. O kubbenin altında
yarenler ve ah-bablar toplanırlardı. Hizmetçiler arkasında saygıyla ayakta
beklerlerdi. Karşı tarafta kubbenin dışında oynayan ve şarkı söyleyen kadınlar
toplanırdı. Gönlü şarkı dinlemek isteyince tambura doğru bir bakar hepsi hazır
olurdu. Sona erdirmek istediğinde tambura doğru işaret eder, şarkı sona ererdi.
Gece uyku gelinceye kadar bununla meşgul olurdu (şarab sarhoşluğundan dolayı)
aklı gittiğinde meclis yârenleri kalkıp giderlerdi. O hangi kızı isterse
yakalar ve gece boyu onunla baş başa kalırdı. Sabahleyin satranç, dama vs. ile
meşgul olurdu. Onun önüne hiçbir üzüntü, keder sözü, kimsenin ölümü ve kimsenin
hastalığı hakkında bir konuşma gelmezdi. Onun meclisinde her an gülme ve mizah,
güldürücü fıkralar ve bunlara benzer konuşmalar vardı. Her gün o devirde
bulunan yeni yeni, güzel kokular onun meclisine getirilirdi. Çok güzel gül
destelen hazırlanırdı. Bu hâl üzere o 27 sene geçirdi. Bir gece o âdeti üzere
kendi kubbesindeydi. Ansızın onun kulağına güzel ve çekici bir ses geldi. O
şarkı söyleyenlerin sesinden tamamen ayrıydı. Ancak çok gönül alıcıydı. O ses
kulağına gelir gelmez onu sanki biraz huzursuz etti. Şarkıcılarını susturdu.
Kubbenin penceresinden başını dışarı çıkarıp o sesi dinlemeye başladı. O ses
bazen kulağına geliyor bazen duruyordu. Hizmetçilerine, "Bu ses kimden
geliyorsa onu yakalayıp bana getirin" diye emir verdi. Şarap âlemi devam
ediyordu. Hizmetçiler hızla o sesin geldiği tarafa koştular. O sesi araya araya
bir mescide vardırlar. Orada bir genç duruyordu. O genç son derece zayıf, rengi
sararmış, boynu cılızlaşmış, dudakları kurumuş, saçları dağılmış, karnı
bedenine yapışmış bir haldeydi. Üzerinde de bedenini örtecek öyle küçük iki bez
parçası vardı ki, ondan daha azıyla bedeni örtmek mümkün değildi. Mescidde
ayakta duruyor, kendi Rabbi ile meşgul bir halde (namaz kılıyor ve namazda)
Kur'an okuyordu. Bu insanlar onu yakalayıp götürdüler. Ona ne bir ey dediler ne
de haber verdiler. Bir anda onu mescidden çıkarıp oraya (üst kattaki odaya)
götürüp onun önüne koydular ve "Efendimiz! İşte o hazırdır" dediler.
Efendileri şarabın sarhoşluğu ile "Bu kimdir?" dedi. Onlar,
"Efendim! Bu sizin sesini işittiğiniz kişidir" dediler. O, "Siz
onu nereden getirdiniz?" dedi. Onlar, "Efendim! O mesciddeydi.
Ayakta Kur'an okuyordu" dediler. O zengin, fakire, "Sen ne
okuyordun?" diye sordu. Fakir Eûzü Besmele ile başlayıp şu ayetleri okudu:"Şüphesiz
iyiler (Cennet'te) büyük nimet içindedirler. / Koltuklar üzerinde (Cennet'in
güzelliklerini) seyrederler. / Yüzlerinde nimet içerisinde olmanın sevinç ve
parıltısını görürsün. / Onlara, kâseleri mühürlenmiş halis bir içecek sunulur.
/ Onun mührü misktendir. Bu uğurda (kim daha fazla alacak diye) yarışanlar
yarışsın. (Bu nimetler amellerle kazanılır. O halde bu nimetlerin kendileriyle
kazanıldığı amellerde yarışılmalidır). / Bu içeceğin katkısı Tesnim'-dendir. /
(Tesnim Cennet'te) öyle bir pınardır ki, ondan mukarrebler (Allah'a
yaklaştırılanlar) içerler (yani o pınarın suyu mukarreb insanlara özel olarak
verilir. İyi insanların içeceğine de ondan bir miktar katılır". utaffifin-22-28)
Ondan sonra o fakir,
"Hey gidi aldanmış kişi! Senin bu köşkünün, senin bu yüksek odanın, senin
bu döşemelerinin onlarla alâkası var mıdır?" diyerek Kur"an-ı Kerim'den
ayetler okumaya başladı.
• Onlar yüksek
döşekler üzerindedir. (Onların üzerine kabartılmış örtüler serilmiştir).
(Vâkıa-34)
• Onların örtüleri
parlak atlastandır.
Rahman 5
• Cennetlikler orada
yeşil yastıklara ve işlenmiş son derece güzel yaygılara yaslanırlar.
(Rahman-76)
• (Allah'ın dostu
koltuklar üzerinde oturup bakacak ki,) iki Cennet arasında akıp giden iki pınar
vardır.
(Rahman-50)
. Bu iki Cennet'te her
türlü meyveden çifter çifter vardır. (Bir çeşit meyvenin iki tadı
olacaktır).
(Rahman-52)
• O meyveler bitip
tükenmeyecek / ve yasaklanmayacaktır. (Dünyada bahçe sahipleri meyveyi
koparmaktan men etmektedirler) (Vâkıa-32,33)
• Onlar beğendikleri bir
hayat içinde / yüksek Cennet'tedirler. (Hakka 21,22)
. Onlar yüce Cennet'te
olacaklardır. / Orada boş bir söz işitmezsin. / Orada akan ir kaynak vardır. /
Orada yüksek tahtlar, /önlerine konulmuş kaseler, /sıra sıra dizilmiş
yastıklar, / her tarafa döşenmiş halılar vardır. (Nereye isterlerse oturabilirler). Ğaşiye-10-16)
• Onlar gölgelerde ve
pınar başlarındadır
(Mürselat-41)
• Cennetin yemişleri
devamlıdır (hiç tükenmez). Onun gölgesi de daimidir. İşte Allah'tan korkanların
akibeti budur. Kafirlerin akibeti ise ateştir
. (Ra'd-35)
(Kimbilir o ateş ne kadar şiddetli olacaktır.
Allahu Teâlâ korusun.)
• Suçlular ise
şüphesiz Cehennem azabında ebediyen kalacaklardır. / Hiçbir zaman onların
azabı hafifletilmeyecektir. Onlar orada ümitsiz kalacaklardır .(Zuhruf-74,75)
• Muhakkak suçlular o
gün sapıklık ve (ahmaklıktan kaynaklanan) delilik içindedirler. (Onların
ahmaklığı o gün belli olacaktır). / O gün onlar Cehennem'in ateşine yüzüstü
sürüklenirler ve onlara, <Tadın Cehennem ateşinin dokunuşunun (ondan
yanmanın) tadını!> denir.
(Kamer-47,48)
• Onlar alevli bir
ateş ve kaynayan bir su içindedirler. / Kapkara bir dumanın gölgesi
altındadırlar.
(Vâkıa-42,43)
• O gün suçlu kişi,
oğullarını, /karısını, kardeşini,/kendisini barındıran sülalesini/ ve
yeryüzündeki her şeyi fidye olarak verip sonra ondan kurtulmayı temenni e-der.
/ Fakat bu asla olamaz. Şüphesiz o ateş / derileri kavurup soyan alevli bir
ateştir, / O (dünyada Hak'ka) sırtını dönüp (Allah'a itaatten) yüz çevireni /
ve (haksız yere) servet toplayıp yığanı kendisine çağırır.
(Meâric-11-18)
• Onların üzerine bir
gazap ve onlar için (ahirette) çetin bir azap vardır.)
(Şûra-16
• Onlar ateşten çıkmak
isterler, fakat onlar ondan çıkacak değillerdir. Onlar için devamlı bir azap
vardır.
(Maide-37)
Fakir bu ayetleri
okuduktan sonra şöyle dedi: "Bu kimse çok meşakkat içinde kalacak, son
derece çetin azab içinde Allah'ın gazabına uğramış olacaktır. Onlar o azabtan
asla çıkacak değillerdir". (Bu konuşmasında o fakir Cennet ve Cehennemle
ilgili pek çok ayete işaret etmiştir. Onların sûre ve ayetlerinin kaynaklarını
yazdık. Ayetlerin tamamına Kur'an-ı Kerim meallerinden bakılabilir. O Hâşimî
zengin, fakirin konuşmasını dinleyince yerinden kalktı ve o fakire sarılarak
hüngür hüngür ağladı. Bütün meclis ehline, "Hepiniz gidin" dedi.
Fakiri yanına alarak avluya gitti ve bir çulun üzerine oturdu. Kendi gençliği
üzerine nevhâ etmeye ve kendi haline ağlamaya başladı. Fakirde ona nasihat
ediyordu. Nihayet sabah oldu. O önce fakirin önünde kendi günahlarına tevbe
etti. İlerde asla hiçbir günah işlemeyeceğine dair Allah'a söz verdi. Sonra
gündüz ikinci defa bütün topluluğun önünde tevbe etti. Mescidin bir köşesini
tutarak Allah'a ibadetle meşgul oldu. Kendi bütün mal ve eşyasını satarak
sadaka etti. Bütün hizmetçilerinin görevine son verdi. Zulüm ve haksızlıkla
aldığı bütün şeyleri hak sahiplerine iade etti. Köle ve cariyelerinin çoğunu azad
etti, çoğunu da satıp, onların değerini sadaka olarak verdi. Kalın elbise ve
arpa ekmeğini tercih etti. Gece boyu namaz kılıyor, gündüz oruç tutuyordu.
Hatta büyük ve salih insanlar onun yanına ziyarete gelmeye başladılar. O kadar
mücahede yapmaya başladı ki, halk kendisine merhamet etmesini ve meşakkatini
azaltmasını rica ettiler. "Allahu Teâlâ çok Kerim'dir. O, az bir çalışmaya
da çok fazla mükafat verir" diye anlattılar.Ancak o, "Dostlarım!
kendi halimi ancak ben bilirim. Ben gece gündüz Mevlâma isyan ettim. Çok ağır
günahlar işledim" diyerek ağlamaya başlar ve hüngür hüngür ağlardı. Bu
hal içinde çıplak ayakla yürüyerek Hacc etmiştir. Vücudunda kalın bir elbise,
yanında ise sadece bir tas ve bir torbası vardı. Bu hal içinde Mekke-i
Mükerreme'ye ulaştı. Hac'dan sonra orada ikamet etti ve orada vefat etti.
Allah ona bol bol
rahmet etsinMekke'de ikamet ettiği sürece geceleri Hatime giderek iyice ağlar
ve yalvarırdı. O şöyle derdi: "Ey Mevlâm! Nice yalnız zamanlarım geçti.
Ben Seni hayalimden dahi geçinmedim. Ben nice büyük büyük günahlarla Sana
karşı geldim. Ey Mevlâm! Benim bütün iyiliklerimin hepsi gitti (hiçbir şey
kazanamadım). Günahım yanımda kaldı. Seninle buluştuğum gün (ölümden sonra)
benim için felaket üzerine felakettir (yani benim amel defterim açıldığı zaman
çok büyük bir felakettir). Ah! O amel defteri benim rezillik ve
kepazeliklerimle dolu olacak, benim günahlarımla dolu olacak. Üstelik Senin
gazabından dolayı benim üzerime zaten felaket inmiştir. Senin bana devamlı
yaptığın ihsanların karşısında beni azarlaman, benim helak olmam demektir. Bir
de devamlı günahlarımla nankörlük ettiğim nimetlerinden dolayı beni azarlaman
benim için felakettir. Sen ise benim bütün bu hareketlerimi görüyordun. Ey
Mevlâm! Benim Sen'den başka koşup gideceğim hangi sığınağım vardır? Sen'den
başka iltica edeceğim kim vardır? Benim kendisine bir türlü güveneceğim,
Sen'den başka kim vardır? Ey Mevlâm! Ben Sen'den Cennet istemeye layık değilim.
Şüphesiz Senin keremin, bahşişin ve lütfundan şunu temenni ediyorum ki, Sen
bana rahmet et ve beni affeyle".Şüphesiz Sen takva ve mağfiret ehlisin
59) Harun
Reşid rahmetuiiahi aieyh'm bir oğlu vardı. Yaklaşık 16 yaşındaydı. O sık sık
zahidlerin ve büyük zatların meclisinde kalırdı. Çoğu zaman kabristana giderdi.
Oraya gidince, "Sizler bizden önce dünyadaydınız. Dünyanın sahibiydiniz.
Ancak o dünya sizi kurtaramadı. Nihayet siz kabre ulaştınız. Keşke ben sizin
başınıza ne geldiğini ve size ne gibi sualler sorulup sizin ne cevab
verdiğinizi bir türlü bilseydim". O çoğu zaman şu şiiri okudu:
Cenazeler beni hergün
korkutup endişelendiriyor. Kadınların ağlaması beni kederlendiriyor.O bir gün,
padişah olan babasının meclisine geldi. Bütün vezirler ve âmirler onun yanına
toplanmıştı. Çocuğun bedeninde basit bir elbise başında da bir bez sanlıydı.
Devlet erkanı aralarında, "Bu deli çocuğun hareketleri Emîr-ül Mü'mini
diğer padişahların gözünde zelil etti. Eğer Emîr-ül Mü'minin onu uyarırsa belki
o endi hareketlerinden vazgeçer" dediler. Emîr-ül Mü'minin bu sözü duyunca
ona, "Oğlum sen beni insanların gözünde zelil ettin" dedi. O bu sözü
duyunca babasına hiçbir cevap vermedi. Ancak orada duran bir kuşa, "Seni
yaratan Zât'ın hakkı için, gel ve elime kon" dedi. Kuş oradan uçarak gelip
onun eline kondu. Sonra, "Şimdi yerine git" deyince elinden uçup
yerine gitti. Ondan sonra çocuk, "Babacığım! Aslında sizin dünyayı
sevmeniz beni rezil etti. Artık ben sizden ayrılmaya niyet ettim" diyerek
oradan ayrılıp gitti. Yanına sadece bir Kur'an-ı Kerim aldı. Giderken annesi
(ihtiyaç anında satıp kullansın) diye ona çok kıymetli bir yüzük verdi. Çocuk
oradan yürüyerek Basra'ya ulaştı. İşçilerle birlikte çalışmaya başladı.
Haftada sadece Pazar günü çalışıyordu. Bir hafta o yevmiyesini harcar yedinci
gün olan pazar günü yine işçilik yapardı. Ücret olarak bir dirhem ve bir dânık
(yani bir dirhemin altıda birini) alırdı. Ondan az veya çok almazdı. Günde bir
dânık harcardı. Ebû Âmir Basri diyor ki: Benim bir duvarım yıkılmıştı. Onu
yaptırmak için bir mîmar aramaya çıktım. (Biri "Şu şahıs tamirat işi
yapıyor" demiş olacak ki,) ben son derece güzel bir çocuğun oturduğunu
gördüm. Yanında bir zenbili vardı. Yüzüne bakarak Kur'an-ı Kerim okuyordu. Ben
ona, "Çocuk! Çalışır mısın?" diye sordum. "Neden çalışmayalım.
Çalışmak için yaratıldık. Söyleyin bana hangi hizmeti verirsiniz?" dedi.
Ben inşaat (tamirat) işi yaptıracağım" dedim. O, "İşçilik ücreti bir
dirhem ve bir dânık olur. Namaz vakitlerinde çalışmam. Namaza giderim"
dedi. Ben onun iki şartını da kabul ettim. Onu getirip işe başlattım. Akşam
vakti onu gördüm ki, o on kişinin yaptığı kadar iş yapmıştı. Ben ona ücret
olarak iki dirhem verdim. O şart koşulandan daha fazla almayı kabul etmedi. Bir
dirhem ve bir dânık alıp gitti. İkinci gün ben yine onu aramak için çıkmıştım.
Fakat hiçbir yerde bulamadım. Ben halktan, "Şu şekildeki bir çocuk işçilik
yapıyordu. Onun nerede bulunduğunu bilen var mı?" diye araştırdım. Halk,
"O sadece Pazar günü çalışıyor. Ondan önce onu hiçbir yerde
bulamazsın" dediler. Ben onun çalışmasını görünce o kadar heves etmiştim ki,
tamirat işini bir haftalığına kapattım. Pazar günü onu aramaya çıktım. O yine
aynı şekilde oturmuş Kur'an-ı Kerim okuyordu. Ben selam verdim ve
"Çalışacak mısın?" diye sordum. O aynen Önceki şartlarını açıkladı.
Ben de kabul ettim. O benimle beraber gelip işe başladı. Ben geçen Pazar onun
tek başına on kişinin yapacağı işi nasıl yaptığına hayret ediyordum. Bundan
dolayı bu defa onun beni görmeyeceği şekilde saklanarak çalışma şekline baktım.
Şu manzarayı gördüm; O eline harcı alıp duvarın üzerine koyuyor, taşlar kendi
kendine birbirine bitişiyordu. Ben onun bir Allah dostu olduğuna kesin olarak
inandım. Allah dostlarına ğaybdan yardım edilmektedir. Akşam olunca ben ona üç
dirhem vermek istedim. O kabul etmeyerek, "Ben bu kadar dirhemi ne
yapayım" dedi ve bir dirhem ve bir dânık alıp gitti. Ben tekrar bir hafta
bekledim. Üçüncü Pazar günü yine onu aramak için çıktım ancak onu bulamadım.
Ben halktan sorup araştırdım. Bir adam, "O üç günden beri hasta falanca
ıssız ormanda yatıyor" dedi. Ben bir adama ücret vererek beni o ormana
götürmeye razı ettim. O beni ormana ulaştırdı. O ıssız ormana ulaşınca onun
baygın olarak yattığını gördüm. Başının altına yarım tuğla parçası koymuştu.
Ben ikinci defa selam verdim. O (gözünü açtı ve) beni tanıdı. Ben hemen nun başını
tuğladan kaldırıp kendi kucağıma koydum. O başını çekti ve birkaç şiir okudu.
Onlardan ikisi şudur:Ey dostum!dünya nimetlerine aldanma Ömür bitecek bu
nimetler zail olacaktır. Sen bir cenazeyi kabre götürdüğünde Bil ki seninde bir
gün cenazen taşınacaktır.Ondan sonra o bana, "Ebû Âmir! Benim ruhum
çıktığı zaman, beni yıkayıp bu elbisemle kefenle!" dedi. Ben, "Ey
sevdiğim sana kefen olarak yeni kumaş alsam ne sakıncası var?" dedim. O,
"Yeni kumaşları hayattaki insanlar daha fazla hak etmektedirler" dedi.
(Bu cevap Hz. Ebû BekrSıddıkrad/ya//ahuan/)'ın cevabıdır. O da vefatı
sırasında, "Beni bu bezlerle kefenleyin" demişti. Yeni kefen alınması
için ondan izin istenince o da aynı cevabı vermişti). Çocuk dedi ki:
"Kefen (eski olsun yeni olsun mutlaka) eskiyecektir. İnsanla beraber
sadece onun ameli kalacaktır. Şu benim peştamalımı ve ibriğimi kabrimi kazacak
kişiye ücret olarak verirsin. Bu yüzük ve Kur'an-ı Kerim'i Harun Reşid'e
ulaştır. Yalnız onun eline vermeye dikkat et. Verirken ona şöyle söyle; <Bunlar
bir yabancı garib çocuğun, benim yanımdaki emanetleridir. O size şöyle diyerek
ahirete gitmiştir; 'Sakın bu gaflet ve aldanma halinde size ölüm
gelmesin'>". Böyle dedikten sonra ruhunu teslim etti. O vakit ben onun
bir şehzade olduğunu anladım. O vefat ettikten sonra, ben onun vasiyetine
uygun olarak onu defnettim. İki şeyi de kabir kazan adama verdim. Kur'an-ı
Kerim ve yüzüğü alıp Bağdat'a vardım. Padişahın sarayına yaklaştığımda
padişahın süvarileri çıkıyordu. Ben yüksek bir yerde durdum. Önce çok büyük
bir askeri birlik çıktı. Onda takriben bin tane atlı süvari vardı. Ondan sonra
birbiri ardından 10 tane askeri birlik çıktı. Onuncu birlikte bizzat Emîr-ül
Mü'minin vardı. Ben yüksek sesle bağırarak, "Ey Emîr-ül Mü'minin!
Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm seninle olan yakınlığı ve akrabalığı
hakkı için biraz durunuz" dedim. Benim bağırmam üzerine bana bakılınca,
ben hızla ileri atılıp, "Benim yanımda bir yabancı çocuğun şu emanetleri
var. O bana bu iki şeyi size kadar ulaştırmamı vasiyet etmişti" dedim.
Padişah onları görünce (tanıdı ve) bir müddet başını eğdi. Onun gözünden
yaşlar akmaya başladı. Bir muhafıza, "Bu adamı yanına al. Ben dönünce
çağıracağım benim yanıma ulaştır" dedi. Dışarıdan geri döndüğünde köşkün
perdelerini indirip kapıcıya, "Her ne kadar benim derdimi tazelese de o
şahsı çağır gelsin" dedi. Kapıcı yanıma geldi ve "Emîr-ül Mü'minin
çağırıyor. Şunu göz önünde bulundur ki, Emîr çok üzüntülü. Eğer sen ona on şey
söyleyeceksen beş şeyle yetin" dedi ve beni Emîr'in yanına götürdü. O an
Emîr tamamen yalnızdı. Bana, "Yakına gel" dedi. Ben yakınına gidip
oturdum. O, "Benim o oğlumu tanıyor muydun?" dedi. Ben, "Evet
onu tanıyordum" dedim. O, "Ne iş yapardı?" dedi. Ben,
"İnşaat işçiliği yapardı" dedim. O, "Sen de na ücretle bir iş yaptırdın mı?" dedi. Ben,
"Yaptırdım" dedim, O, "Sen şunu hiç düşünmedin mi ki, onun
Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem ile yakınlığı vardı, (çünkü butlar
Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseliam'm
amcası Hz. Abbas radıyaliahu anft'mevlatlarıdır)".
Ben, "Ey Mü'minlerin Emîri! Ben önce Allah ceiie ceiaiuhu Ğan af diliyorum,
ondan sonra sizden özür diliyorum. Ben o anda onun kim olduğunu bilmiyordum.
Ben vefat edeceği sırada onun durumunu öğrendim" dedim. O, "Sen onu
kendi ellerinle mi yıkadın" dedi. Ben, "Evet" dedim. O,
"Ellerini getir" dedi. Benim ellerimi göğsüne koydu ve şu manada
birkaç şiir okudu: "Ey yüreğimi eriten ve kendisi için gözlerimin yaşlar
akıttığı misafir! Ey kabri uzak olan, ancak gammı bana yakın olan kimse! Şüphesiz
ölüm en güzel olan bütün zevkleri bulandırır. O misafirin (yüzü) bir ay
parçasıydı. (Onun yüzü) saf ve halis bir gümüş dalı (olan bedeni) üzerindeydi.
Artık ay parçası da kabre ulaştı, gümüş dalı da kabre ulaştı".Ondan sonra
Harun Reşid Basra'ya, onun kabrine gitmeye niyet etti. Ebû Âmir rahmetuiiahi
aleyh de onunla beraberdi. Harun Reşid onun kabrine varınca birkaç şiir okudu.
Onların manası şöyledir: "Ey seferinden asla dönmeyecek olan misafir! Ölüm
onu henüz ömrü küçükken çabucak kaptı götürdü. Ey benim gözümün nuru! Sen benim
sevgim ve kalbimin huzuruydun. Uzun gecelerde de kısa gecelerde de... Senin
içtiğin ölüm kadehinden pek yakında baban da ihtiyarlık halinde içecektir.
Hatta dünyadaki her insan onu içecektir. İster o çölde otursun ister şehirde
otursun... O halde bütün hamdler yazılmış olan takdirinin böyle hayret verici
yönleri bulunan, bir olan ve ortağı olmayan Allah'a aittir".Ebû Âmir
rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Ondan sonra gece ben günlük tesbihatımı tamamlayıp
yatmıştım ki, rüyamda nurdan bir kubbe gördüm. Üzerine bulut gibi nur üzerine
nur yayılıyordu. O nur bulutu içinden o çocuk bana şöyle seslendi: "Ey Ebû
Âmir! Sana Allah ceiie ceiaiuhu hayırlı mükafatlar versin (sen benim teçhiz ve
tekfinimi ve vasiyetimi yerine getirdin)". Ben ona, "Ey benim
sevdiğim! Senin başından neler geçti" dedim. O, "Ben öyle Mevlâya
kavuştum ki, O çok Kerim ve benden çok razıdır. Bana O Mâlik hiçbir gözün
görmediği, hiç bir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın kalbinden hayalinin
geçmediği şeyler ihsan etti" dedi. (Bu meşhur olan bir hadisin
ifadeleridir. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Allah
ceiie ceiaiuhu buyuruyor ki; <Ben iyi kullarım için hiçbir gözün görmediği,
hiç bir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbinden geçmeyen şeyler
hazırladım>"). Hz. Abdullah İbni Mes'ud radıyaliahu anh buyurdu ki:
Tevrat'ta şöyle yazıyor; "Allahu Teâlâ geceleyin yanlan yataklarından uzak
duranlar (yani teheccüd namazı kılanlar) için hiçbir gözün görmediği, hiçbir
kulağın işitmediği ve hiçbir insanın kalbinden hayalinin geçmediği şeyler
hazırlamıştır. Onları ne mukarreb melekler bilir ne de bir peygamber". Bu
ifade Kur'an-ı Kerimde şöyle geçmektedir:"Hiçbir kimse onlar için
saklanmış göz aydınlatıcı nimetlerin ne olduğunu bilemez" (Secde-17), Daha
sonra o çocuk, "Allah ceiie ceiaiuhu yemin ederek,kim benim çıktığım gibi
dünyadan çıkıp gelirse, ona da bana yapılan izzet ve ikramın aynısının
yapılacağını buyurdu" dedi,[53]Ravz
adlı eserin yazarı diyor ki: Bu kıssa bana başka bir yolla da ulaşmıştır. Onda
şu da vardı: "Bir adam Harun Reşid'e oğluyla ilgili soru sorunca o şöyle
dedi; <Bu çocuk ben padişah olmadan önce dünyaya gelmişti. Çok güzel terbiye
edilmişti. Kur'an-ı ve diğer ilimleri okumuştu. Ben padişah olduktan sonra beni
bırakıp gitti. Benim dünyalığımdan o bir rahatlık görmedi. Giderken ben
annesine 'Ona şu yüzüğü ver' dedim. O yüzüğün yakutu çok kıymetliydi. Ancak
bunu da kullanmadı. Ölürken geri iade etti. O annesine çok itaat
ederdi>"[54]Bu evladın, dünya ehlinden
olması sebebiyle rencide olarak ayrılıp gittiği babası, yani Harun Reşid
rahmetuiiahi aleyh çok iyi kalpli padişahlardan sayılmaktadır. Devlet ve
servet içinde hatalar mutlaka olmaktadır. Ancak onun dînî yönden yaptığı
başarılı işler tarih kitaplarında mevcuttur. Padişahlığı zamanında vefatına
kadar her gün 100 rekat nafile namaz kılmak onun âdetiydi. Kendi şahsi malından
günde bin dirhem sadaka verirdi. Bir sene hacca gider, bir sene cihada katılırdı.
Hacca gittiği sene kendisiyle beraber yüz tane alimi ve onların çocuklarını
hacca götürürdü. Hao-yapmadığı sene bütün masraf, elbise ve diğer ihtiyaçlarını
karşılayıp onları hacca gönderirdi. Onlara bol bol harçlık ve çok şahane
elbiseler verirdi. Zaten onun yanında her zaman iyilik ve bahşişler boldu.
İsteyenlere de verilir, istemeyenlere de daha başlangıçta verilirdi. Onun
meclisinde âlimlere çok izzet ve saygı gösterilirdi O âlimleri çok severdi.
Gözleri görmeyen âmâ bir mu-haddis olan Ebû Muâviye Darîr rahmetuiiahi aleyh
bir defa onunla yemek yedi. Yemekten sonra Harun Reşid rahmetuiiahi aleyh
bizzat onun ellerini yıkadı ve "Ben ilme izzet ve saygıdan dolayı
yıkadım" buyurdu.Bir defasında Ebû Muâviye rahmetuiiahi aleyh içinde Hz.
Adem ve Hz. Musa aieyhimüsseiam in tartışması olan bir hadis beyan etti. Bir
adam, "O ikisi ne zaman görüştüler?" deyince padişah sinirlendi ve
"Kılıcımı getirin! Zındık, dinsiz Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm
hadisine itiraz ediyor" dedi. O kendisine nasihat edildiğinde (etkilenir
ve) çok ağlardı.[55]
60) Bir
defasında Harun Reşid rahmetuiiahi aleyh hacca gidiyordu. Yolda Kû-fe'de birkaç
gün kaldı. Oradan hareket etme vakti gelince halk padişahın süvarilerini
seyretme heyecanıyla şehrin dışında toplandı. Behl-ül Mecnûn da oraya vardı.
Yoldaki bir çöplüğün üzerine oturdu. Çocuklar her zaman onu rahatsız eder, ona
taş atarlar, onunla alay ederlerdi. Onlar yine âdetleri üzere onun etrafına
toplanmışlardı. Padişahın süvarileri yaklaşınca bütün çocuklar oraya buraya
kaçıştılar. Behlül yüksek sesle, "Ey Emîr-ül Mü'minin! Ey Emîr-ül
Mü'minin!"dedi. Harun Reşid süvarisinin perdesini kaldırıp, "Lebbeyk
ya Behlül! Lebbeyk ya Beh-lül! (Behlül ben hazırım. Behlül ben hazırım). Söyle
ne söylüyorsan" dedi. Behlül, "Bana Eymen şu hadisi beyan etmiştir;
Hz. Kudâme radıyatiahu anh diyor ki: <Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem
hacca giderken ben onu Minâ'da bir deveye binmiş olarak gördüm. Onun üzerinde
çadır örtülü basit bir kafes vardı. Ne insanlar önünden dağıtılır ne de
çekilin, sakının diye gürültü yapılırdı>. Emîr-ül Mü'minin! Sizin de bu
seferinizde tevazu içinde yürümeniz, tekebbürlü yürümenizden hayırlıdır"
dedi. Harun Reşid bu sözü duyunca ağlamaya başladı. Sonra, "Behlül! Allah
sana rahmet etsin biraz daha nasihat et" dedi. Behlül bunu duyunca iki
şiir okudu. Onların manası şöyledir: "Kabul etki sen bütün dünyanın
padişahı oldun. Bütün dünyadaki mahlukat sana itaat ettiler. Sonra ne olacak?
Yarın mutlaka senin kalacağın yer kabir çukuru olacaktır. Biri bu taraftan
toprak atıyor diğeri o taraftan toprak atıyor olacaktır". Bunun üzerine
Harun Reşid çok ağladı ve "Behlül! Sen çok güzel şeyler söyledin. Biraz
daha söyle" dedi. Behlül, "Emîr-ül Mü'minin! Bir kimseye Allah ceiie
ceiaiuhu mal ve cemal verir de, o kimse kendi malını Allah yolunda harcar ve
kendi cemalini de günahlardan korursa. O Allah indinde salih-lerden yazılır"
dedi. Harun Reşid, "Sen çok güzel söyledin. Bunun karşılığı olarak
mükafatını alman gerekir" dedi. Bunun üzerine Behlül, "Mükafat
vereceğin parayı kendilerinden (vergi vs.) aldığın kimselere iade et. Benim,
senin mükafatına ihtiyacım yoktur" dedi. Harun Reşid, "Eğer birine
borçlu İsen onu Ödeyeyim" dedi. Behlül, "Emîr-ül Mü'minin! Borçla
borç ödenmez (yani senin yanında bulunan paralar başkasının hakkıdır. Sen
onlara borçlusun). Hak sahiplerine haklarını iade et. Önce kendi borcunu öde,
sonra başkalarının borcunu sor" dedi. Harun Reşid, "Senin için bir
maaş bağlıyalım. Onunla senin yiyeceğin temin olmuş olur" dedi. Behlül,
"Ben ve sen her ikimiz de Allah'ın kullarıyız. O'nun senin rızkını gözetip
de benim rızkımı gözetmemesi muhaldir (imkansızdır)" dedi. Onlardan sonra
Harun Reşid bineğinin perdesini indirdi ve yoluna devam etti.[56]Harun
Reşidin nasihat dinlerken çok ağlaması meşhurdur. Bir defasında hacca
gidiyordu. Sa'dûn Mecnûn yolda karşısına çıktı ve şu manaya gelen bir kaç şiir
okudu: "Kabul etki sen bütün dünyanın padişahı oldun. Ancak en sonunda
ölüm gelmeyecek mi? Dünyayı kendi düşmanlarına bırak. Bugün seni güldüren
dünya, yarın seni çok ağlatacaktır". Bu şiirleri duyunca Harun Reşid bir
çığlık attı ve bayılarak düştü. Baygınlığı o kadar uzun sürdü ki, üç vakit
namazı kazaya kaldı.[57] Onun
yüzüğünün üstünde şöyle yazıyordu:Büyüklük ve Kudret Allah'ındır
Br bakıma bu konu her
an onun gözü önünde bulunuyordu.
61) Hz.
Mâlik bin Dinar rahmetuiiabî aleyh buyurdu ki: Ben bir defasında Basra
civarında gidiyordum. Sa'dûn Mecnûn adıyla meşhur olan Hz. Sa'dûn'u gördüm. Ben
ona, "Nasılsın?" dedim. O, "Sen sabah ve akşam her vakit uzun
bir sefer için hazır bekleyen ve sefer için yanında hiçbir çeşit azığı, hiçbir
sefer eşyası vs. olmayan kimsenin hangi halini soruyorsun? O öyle bir Mevlâya
gidecek ki, o son derece Âdil ve çok Kerim'dir, O, insanlar arasında o vakit
karar verecektir" dedi. Böyle diyerek hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ben
"Niçin ağlıyorsun?" dedim. O, "Ben ne dünyanın elden gitmesine ne
de Ölümden korkarak ağlıyorum. Aksine ben ömrümde herhangi bir iyi amelden boş
kalan günlere ağlıyorum. Allah'a yemin olsun ki, beni sefer eşyamın azlığı
ağlatıyor. Sefer çok uzun ve çok meşakkatlidir. O seferde pek çok tehlikeli
geçitler gelmektedir. Benim yanımda hiçbir sefer eşyası yoktur. O seferin bütün
zorluklarına katlandıktan sonra bilmiyorum ki Cennet'e mi gideceğim yoksa
Cehennem'e mi atılacağım" dedi. Ben ondan bu hikmetli sözleri duyunca,
"İnsanlar size deli diyorlar. Halbuki siz çok güzel sözler söylüyorsunuz"
dedim. O, "Sen de dünyacıların demesine aldandın. Halbuki ben deli
değilim. Benim Mevlâm'ın sevgisi benim kalbime, ciğerime, etime, derime,
kemiğime işlemiştir. Onun aşkıyla ben hayran ve perişan kalmışım (bu yüzden
dünya delileri bana mecnun diyorlar)" dedi. Ben, "Sen insanlardan
kaçıyorsun (sahrada kalıyorsun)" dedim. Bunun üzerine o, şu manaya gelen
iki şiir okudu: "İnsanlardan devamlı uzak dur. Her zaman Allahu Teâlâ'nın
arkadaşlığını seç. Sen insanları hangi halde denemek istersen dene. Her durumda
onları akrep olarak bulacaksın. Onların eziyet vermekten başka işleri olmaz'[58]
62) Hz. Abdulvahid bin Zeyd rahmetuüahi aleyh Çeştiye
Meşâyih'inin meşhur bir büyüğüdür. Buyuruyor ki: Ben üç gece devamlı şu duayı
yaptım; "Allah'ım! Cennet'te bana arkadaş olacak olan zatı benimle dünyada
görüştür". Üç gün sonra bana, "Senin arkadaşın Meymûne
Sevdâ'dır" denildi. (O Habeşistanlı bir kadındı. O kadar siyahtı ki onun
lakabı Sevda olmuştu). Ben, "O nerede bulunur?" dedim. Bana,
"Kûfe'nin falan kabilesinde" denildi. Ben onunla görüşmeye gittim.
Kûfe'ye varınca onun durumunu sordum. Bana, "O koyun güdüyor falan
vadidedir" denildi. Ben o vadiye ulaştım. O eski püskü, yamalı bir bez
parçasını örtmüş namaz kılıyordu. Hemen onun yakınında koyunlarla kurtlar
beraberce yayılıyorlardı. Ben oraya varınca o namazını kısaltıp selam verdi.
Selam verdikten sonra, "Abdulvahid! Bugün değil. Bugün git. Görüşme vaadi
yarın (kıyamet gününde)dir" dedi. Ben ona, "Allah sana rahmet etsin!
Sen benim Abdulvahid olduğumu nereden bildin?" dedim. O, "Sen
ruhların (ezelde) hepsinin bir asker gibi bir arada olduklarını bilmiyor
musun? Orada birbirleriyle tanışanlar, burada da tanışırlar" dedi. (Bu
meşhur bir hadisi şerifin ifadesidir). Ben ona, "Bana bir nasihat
ediniz" dedim. O, "Kendisi vaiz olan birinin başkasından nasihat
talep etmesi çokşaşılacak bir şeydir. (Sen zaten büyük bir vaizsin)" dedi
ve sonra şöyle devam etti: "Bana büyüklerimden şöyle bir şey ulaştı ki,
<Bir kimseye Allah ceiie ceiaiuhu dünyanın erhangi bir nimetini (mal servet
vs.) verir de, o kimse yine de onun peşine düşerse, Allahu Teâlâ kendisiyle baş
başa kalma sevgisini o kimseden alır. Kendisine yakınlık yerine, uzaklığı ona
musallat eder. Kendine ünsiyet yerine, ürkekliği başına bindirir>".
Ondan sonra şu manaya gelen birkaç şiir okudu: "Ey vaiz! Sen halka vaaz,
nasihat ve uyarı için ayağa kalkıp, insanları günahtan alıkoyuyorsun. Halbuki
sen kendin o günahların hastasısın. Sen başkalarını ıslah etmekten önce
kendini ıslah etseydin, kendi günahlarına tevbe etseydin, senin söylemen
onların kalbine tesir ederdi. Kendin o günahlara mübtela olduğun halde
başkalarını alıkoyuyorsun. O halde sen bu alıkoymanda kendin şüphedesin"
(Bir kimsenin kendisi bir şeyde tereddüd ederse, o başkasına güçlü bir şekilde
ne söyleyebilir?). Ben, "Senin koyunların kurtlarla birlikte yayılıyorlar.
Kurtlar onlara bir şey yapmıyor mu?" dedim. O, "Git kendi işine bak.
Ben kendi Mevlâm ile barıştım. O da benim koyunlarımla kurtları
barıştırdı" dedi.[59]Ben
böyle acayib olayları amcam Mevlânâ Muhammed İlyas rahmetuiiahi afeyh'in
yanında devamlı görürdüm. Onun evinde pek çok kediler ve tavuklar bütün gün
beraberce kalırlardı. Ufak tefek kırıntıları yerlerdi. Ne tavuklar o kedilerden
kaçar ne de o kediler tavuklara bir şey yapardı.
63) Hz. Utbe
Ğulam rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Ben Basra çölünde gidiyordum. Çöl
insanlarına ait birkaç çadır gördüm. Onların orada ziraatleri de vardı. O
çadırlardan birinde deli bir kız vardı. Ben ona selam verdim. O benim selamımı
almadı. (Selamı duymamış olabilir veya bu zat selamın cevabını duymamıştır.
Veya selama cevap verme mesuliyetinin düştüğü bir vakit olabilir. Çünkü pek çok
yerde selama cevap vermek sakıt olmaktadır). O şu manaya gelen birkaç şiir
okudu: "Kendi Mevlâ'larını razı etmek için karınlarını aç bırakan âbid ve
za-hidler felaha ermişlerdir. Onlar geceleri gözlerini uyanık tutmuşlardır.
Onların bütün geceleri müşahede halinde geçmektedir. Onları Allahu Teâlâ'nın
sevgisi öyle hayrete düşürmüştür ki, dünyacılar onları mecnûn
zannetmektedirler. Halbuki zamanın en akıllı insanları, bu yüce insanlardır.
Ancak o (insanların) halleri, onları ıstırab içinde bırakmıştır". Utbe
diyor ki: Ben o mecnûnenin yanına gittim ve "Bu tarla kimin?" dedim.
O, "Eğer sağ salim kalırsa bizimdir" dedi. Ben ondan sonra diğer
çadırları gezdim. O esnada kuvvetli bir yağmur yağdı. Gökten sağanak halinde
öyle su boşalıyordu ki, sanki kırbanın ağzı açılmıştı. Ben, "Şu
mec-nûne'ye bakayım. Bu yağmur hakkında ne diyor?" diye düşündüm. (Çünkü
bu yağmurla bütün ekili araziler berbad olmuştu). Ben gidip baktım ki onun
tarlasını tamamen su kaplamıştı. O mecnûne ayakta durmuş şöyle diyordu:
"Kendi halis sevgisinden bir parçayı benim kalbime koyan o yüce Zât'a
yemin olsun ki, benim kalbim Sen'den razı kalmakta sağlamdır". Sonra o
bana dönüp şöyle dedi: "Bak efendim! O, bu ekini sabit kıldı. O, büyüttü.
O, onu dosdoğru dikip doğrulttu. O, ona başaklar ekledi. O, başaklarda tahıllar
yarattı. O, yağmur yağdırarak, o ekini esledi. Onu zayi olmaktan korudu. Onun
biçilmesi yaklaşınca, O, onu zayi etti". Sonra o yüzünü semaya doğru
çevirerek şöyle dedi: "Bunların hepsi Senin mah-lukatın, Senin
kullarındır. Onların hepsi ancak Senin zimmetindedir. Sen ne dilersen onu yap.
Söz sahibi Sen'sin". Ben ona, "Sen bu tarlanın berbad olmasına nasıl
sabrettin?" dedim. O, "Utbe! Sus! Benim Rabbim çok zengindir. Hamde
layıktır. O'ndan devamlı yeni rızık gelmektedir. Bütün hamdler, bana, benim
arzuladığımdan daha fazla nimetler veren O yüce Zât'a aittir" dedi. Utbe
diyor ki: Ben ne zaman onun halini ve onun sözlerini hatırlasam elimde olmadan
ağlıyorum.[60]
64) Hz. Ebûrrebi rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki:
Ben bir köyde Fizza adında meşhur, saliha bir kadın olduğunu duydum. Hiçbir
kadınla görüşmek benim âdetim değildi. Ancak ben onun öyle hallerini duydum
ki, onun yanına gitmeyi arzu ettim. Ben o köye gittim ve onu araştırdım. Halk
bana, "Onun yanında bir keçi var. Onun memesinden hem süt hem bal
çıkıyor" dedi. Ben bunu duyunca hayret ettim. Yeni bir tas satın aldım ve
onun evine gidip, "Ben senin keçinle ilgili şöyle bir şöhret duydum ki, o
hem süt hem de bal veriyormuş. Ben de onun bereketini görmek istiyorum"
dedim. O keçiyi bana teslim etti. Ben onun sütünü sağdım. Gerçekten de ondan
hem süt hem de bal çıktı. Biz onu içtikten sonra, "Bu keçi senin yanına
nereden geldi?" dedim. O, "Biz garib insanlarız. Bizim yanımızda bir
keçiden başka bir şey yoktu. Onunla geçinirdik. Bir de Kurban Bayramı geldi.
Kocam, <Bizim başka bir şeyimiz yoktur. Yanımızda bu keçi var. Getir onu
kurban edelim> dedi. Ben, <Bizim yanımızda geçimimiz için bundan başka
hiçbir şey yoktur. Böyle durumda kurban kesme emri yoktur. Öyleyse bizim kurban
kesmemiz gerekli mi-dir?> dedim. Kocam bu fikri kabul etti ve kurban kesme
işini erteledi. Ondan sonra ittifaken o gün bize bir misafir geldi. Ben kocama,
<Misafire ikram edilmesi emredilmiştir. Başka bir şeyimiz yoktur. Bu keçiyi
kesiver> dedim. O, keçiyi kesmeye başladı. Ben, <Küçük çocuklarım bu
keçinin kesilmesini görüp ağlar> düşüncesiyle, <O keçiyi dışarı götürüp
duvarın arkasında kes. Çocuklar görmesin> dedim. Kocam onu dışarı çıkardı.
Onun boğazına bıçağı çaldığında bu keçi bizim duvarın üzerinde duruyordu.
Oradan kendisi inerek evin avlusuna geldi. Ben, <Belki de o keçi kocamın
elinden kurtulmuştuk düşüncesiyle ona bakmak için dışarı çıktım. Kocam keçinin
derisini yüzüyordu. Ben ona, <Hayret edilecek bir şey. Aynı bunun gibi bir
keçi eve geldi> dedim ve keçi olayını anlattım. Kocam, <Belki de Allahu
Teâlâ bize bunun karşılığını ihsan etmiştir>dedi. İşte bu süt ve bal veren
keçi o keçidir. Bunların hepsi misafire ikramdan dolayıdır" dedi. Sonra o
kadın çocuklarına şöyle söyledi: "Ey çocuklarım! Bu keçi gönüllerde
yayılmaktadır. Eğer sizin kalbiniz iyi ise onun sütü güzel olacak eğer sizin
kalbiniz bozulursa, onun sütü de bozulacaktır. Kalplerinizi güzelleştirin, o
zaman herşey sizin için güzel olacaktır".[61]
65) Hz.
Behlül rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: Ben bir defasında Basra'nın bir
caddesinde gidiyordum. Yolda birkaç çocuk ceviz ve bademlerle oynuyorlardı.Bir
çocuk onlara yakın bir yerde dikilmiş ağlıyordu. Ben, "Bu çocuğun yanında
ceviz ve badem yoktur. Bundan dolayı ağlıyor" diye düşündüm. Ona,
"Oğlum ben sana ceviz ve badem satın alayım da onlarla oyna" dedim. O
gözünü bana doğru kaldırarak, "Ey gidi akılsız! Biz oyun için mi
yaratıldık?" dedi. Ben, "Öyleyse hangi iş için yaratıldık"
dedim. O, "İlim öğrenmek ve ibadet etmek için" dedi. Ben, "Allah
celle ceiaiuhu senin ömrüne bereket versin. Sen bunları nereden öğrendin?"
dedim. O dedi ki: "Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:Sizi sadece boşuna yarattığımızı
ve gerçekten Bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz? (Mü'minûn-115)".
Ben, "Evladım senin büyük bir hikmet ehli olduğun anlaşılıyor. Bana biraz
nasihat et" dedim. O şu manaya gelen birkaç şiir okudu: "Ben hergün
dünyanın akıp gittiğini görüyorum (bugün bu gidiyor yarın şu gidiyor). Her an
yürümek için paçalarını toplamış (koşmak için hazır beklemektedir). Öyleyse ne
dünya herhangi bir canlı için bakî kalır ne de bir canlı dünya için bakî kalır.
Öyle anlaşılıyor ki, ölüm ve dünya hadiseleri insana doğru süratle koşup gelen
iki at gibidirler. Öyleyse ey dünyanın kendini aldattığı ahmak! Biraz düşün ve
kendin için (ahirette işe yarayacak) güveneceğin bir şey götür". Bu şiiri
okuduktan sonra o çocuk yüzünü gökyüzüne doğru çevirdi ve ellerini kaldırdı.
Gözyaşı incileri yanaklarından süzülmekteyken şu şiiri okudu:Ey O Zât ki,
acizlikle O'na boyun eğilir Ey O Zât ki, Kendisine dayanıp güvenilir. Ey O Zât
ki, Kendisine ümit besleyen biri Ümitlenince, ümidi yerine getirilir.Bu şiiri
okuyunca bayılıp düştü- Ben hemen onun başını kaldırıp kucağıma koydum.
Elbisemin kenarıyla onun ağzına bulaşan toz ve toprağı silmeye başladım. O
kendine gelince ben, "Evladım! Sen niçin şimdiden bu kadar korkuyorsun?
Sen henüz küçük bir çocuksun. Şu an senin amel defterine hiçbir günah
yazılmayacak" dedim. O, "Behlül çekil oradan. Ben annemin daima şöyle
yaptığını gördüm; O ateş yakmak istediğinde önce küçük küçük ağaç parçalarını
ocağın altına koyuyor, sonra büyük odunları koyuyor. Belki de Cehennem ateşine
küçük ağaç parçaları yerine ben konulurum diye korkuyorum" dedi. Ben,
"Evladım! Senin büyük bir hikmet ehli olduğun anlaşılıyor. Bana kısaca
nasihat et" dedim. O bunun üzerine 14 şiir okudu onların manaları
şöyledir:"Ben gaflete düşmüşüm. Ölümü sürüp koşturan ardımdan ölümü
sürüpgetiriyor. Ben bugün gitmezsem yarın mutlaka gideceğim. Ben vücudumu güzel
vumusak elbiselerle donattım. Halbuki
benim bedenim için (kabre giderek)kokma ve çürümekten başka bir çare yoktur.
Kabirde çürümüş bir halde yatmakta olduğum manzara sanki şu an gözümün
önündedir. Benim üzerimde toprak yığını olacak. Altımda kabir çukuru. Benim bu
güzellik ve cemâlim gidecek ve tamamen silinecektir. Hatta benim kemiklerim
üzerinde ne et kalacak ne de deri kalacaktır. Ben ömrümün tükendiğini görüyorum.
Arzular tatmin olmuyor. Büyük bir sefer önümdedir. Yanımda hiç yol azığı
yoktur. Ben günahlarımla kendi gözcüm ve koruyucuma karşı koydum. Çok kötü
hareketler yaptım. Artık onlar geri döndürülemez (yani işlenen günah işlenmemiş
gibi olamaz). Ben kusurumu bilmesin diye halktan gizlemek için üzerini örttüm.
Ancak benim gizli olan ne kadar günahım varsa, yarın o Mâlik'in huzurunda
açığa çıkacaktır. (O'nun mahkemesine takdim edilecektir.) Şüphesiz ben O'ndan
korkuyordum. Ancak ben O'nun hilminin genişliğine güvendim (bundan dolayı
günaha cüret ettim). Ben O'nun çok Gafur (bağışlayıcı) olmasına güvendim.
O'ndan başka kim affedebilir ki? Şüphesiz ki bütün hamdler o yüce Zât içindir.
Eğer öldükten sonra kokma ve çürümeden başka bir afet olmasaydı, Rabbim tarafından
Cennet vaadi ve Cehennem tehdidi de olmasaydı. Yine de ölmek ve çürümekte,
oyun ve eğlenceden sakınmak için yeterli bir uyarı ve ikaz vardır. Ancak ne
yapalım. Bizim aklımız gitmiş (hiçbir şeyden ibret almıyoruz. Artık şundan
başka bir çare yoktur;) Keşke günahları bağışlayan beni bağışlasaydı. Şüphesiz
ben Mevlâsına verdiği söze hıyanet eden en şerli bir kulum. Terbiyesiz kölenin
hiçbir söz ve kararı muteber olmaz. Ey Mevlâm! Senin ateşin benim bedenimi
yakınca hâlim ne olur! Halbuki en sert taşlar bile o ateşe dayanamazlar. Ben
ölüm vaktinde de yalnız başıma kalacağım. Kabire de tekbaşıma gideceğim.
Kabirden yalnız olarak kalkacağım (hiçbir yerde benim hiçbir yardımcım ve
imdadıma yetişen olmayacak). O halde ey bir olan, tek olan, ortağı olmayan yüce
Zât! Tamamen yalnız başına kalan kimseye rahmet et".Behlül rahmetuiiahi
aleyh diyor ki: Onun bu şiirlerini dinleyince ben öyle etkilendim ki, bayılıp
düştüm. Uzun bir süre sonra kendime geldiğimde o çocuk gitmişti. Ben orada
bulunan çocuklara, "O çocuk kimdi?" dedim. Onlar, "Sen onu
bilmiyor musun? O Hz. Hüseyin radtyaiiahu anb'\n evlatlarındandır"
dediler. Ben, "Ben de <bu hangi ağacın meyvesidir?> diye hayret
ediyordum. Gerçekten bu meyve ancak o ağacın meyvesi olabilirdi" dedim.
Allahu Teâlâ bizleri o neslin bereketlerinden faydalandırsın. Amin[62]
66) Hz.
Şibli rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: Bir defasında kalbim bana, "Sen
cimrisin" dedi. Ancak nefsim, "Hayır ben cimri değilim" dedi.
Kalbim tekrar, "Sen cimrisin" dedi. Ben onu ölçmek için şuna karar
verdim ki, benim yanıma ilk önce gelecek şeyi (ne kadar olursa olsun) ilk
karşılaştığım fakire vereyim. Henüz bu niyetimi bitirmemiştim ki, bir adam bana
50 dinar hediye etti. Ben onu alıp niyetime göre bir fakir aramak için çıktım.
İlk önce gözleri görmeyen bir fakirle karşılaştım. Bir berbere saçlarını
kestiriyordu. Ben hepsini o âmâya verdim. Âmâ,Bunları (berber ücreti olarak)
berbere ver" dedi. Ben, "Bu 50 altındır (bu kadar altın hiç berberlik
ücreti olarak verilir mi?)" dedim. O âmâ başını yukarı kaldırıp, "Biz
demedik mi, <Sen cimrisin>" dedi. Bunun üzerine ben o altınları
çabucak berbere verdim. Altınları verince berber bana, "Bu âmâ saçlarını
kestirmek için oturunca ben onun sefaletini görüp, <Ondan ücret almayacağım>
diye niyet etmiştim" dedi. Ben (o ikisinin konuşmalarını duyunca o kadar
o kadar mahcup oldum ki) o altınları nehire attım ve "Allah senin belanı
versin! Sana kim biraz gönül verirse, Allahu Teâlâ onu işte böyle zelil
eder" dedim.[63]İnsanın
gayreti coştuğu anda bu gibi durumların meydana gelmesi olmayacak bir şey
değildir. EğerHz. Süleyman aieyhisseiam şu ayette geçtiği gibi yapabiliyorsa,"O
atların boyunlarını ve ayaklarını kesti (kurban etti)" (Sâd-33).
ÜmmülMü'mİnİn Hz. AİŞe radıyallahu anha
RaSUİUİlah sallallahu aleyhi vesellem"\r. yanında dİğer kumasının kabını
kırabiliyor ve onun yemeğini atabiliyorsa, Hz. Abdullah bin Amr İbnil Âs
radıyaiiahu anh Usfur rengiyle renklendirilmiş şalını sadece Rasûlullah
saiiaiiahu aleyhiveseiiemln, "Ne giydin böyle?" diye sormasından
dolayı fırında yaka-biliyorsa ve Ensardan bir sahâbi Rasûlullah saiiaiiahu
aleyhi veseiiem'ın kendisine iltifat etmediğini görünce yapmış olduğu kubbeyi
yıkabiliyorsa, öyleyse Hz. Şibü rahmetuiiahi altınları (nehre) atmasında
anlaşılmayacak bir şey yoktur.
67) Hz. Zünnûn
Mısrî rahmetuiiahi aleyh (Sufiyâ-i Kiram'ın büyüklerindendir) buyuruyor ki: Ben
bir çölde gidiyordum. Bir kaç genç gördüm. Yüzünün iki yanında sakalın meydana
getirdiği iki çizgi vardı (yani sakalı çıkmaya başlamıştı). Beni görünce onun
bedeni titremeye başladı. Yüzü sarardı ve benden kaçmaya başladı. Ben,
"Ben de senin gibi insanım (cin değilim). Öyleyse niçin böyle koşarak
kaçıyorsun?)" dedim. O, "Zaten siz (insanlardan) kaçıyorum"
dedi. Ben onun peşine gittim ve ona, "Allah hakkı için biraz dur"
dedim. O durdu. Ben ona, "Sen bu vîran çölde tamamen yalnız başına
kalıyorsun, başka bir arkadaşın da yok. Sen korku hissetmiyor musun?"
dedim. O, "Hayır benim yanımda gönül verdiğim biri var" dedi. (Ben
onun arkadaşının bir yere gitmiş olduğunu zannederek), "O nerede?"
dedim. O, "Her an benimle beraberdir. O benim sağımda, solumda, önümde,
arkamda, her tarafımdadır" dedi. Ben ona, "Senin yanında yemek içmek
için birşey yok mu?" dedim. O, "O da var" dedi. Ben,
"Nerede?" dedim. O, "Annemin karnında bana rızık veren Zât, ben
büyüdükten sonra da rızkıma kefil olmuştur" dedi. Ben, "Yemek içmek
için bir şey olması lazımdır. Onunla gece teheccüd namazında ayakta durmak
için kuvvet meydana gelir, gündüz oruç tutmak için destek o-lur. (Beden
kuvvetiyle) Mevlâ'ya hizmet (ibadet) de en güzel şekilde yapılabilir" dedim.
Ben yeme ve içmenin üzerinde çok durunca şu manaya gelen birkaç şiir o-kuyup
kaçtı: "Allah'ın velisi için hiçbir eve ihtiyaç yoktur. O, gayri menkul
eşyasının lmasına asla tahammül edemez. O, vadiden dağa doğru yürüdüğü zaman
vadi onun ayrılığından dolayı ağlar. O, gece taheccüd namazına, gündüz de oruca
çok fazla sabredendir. O, kendi nefsine, <Ne kadar yapabilirsen o kadar
mihnet ve meşakkate katlan. Çünkü Rahman'ın hizmetinde utanılacak bir şey yoktur
(O çok övünülecek bir şeydir)> der. O, Rabbi ile konuştuğu zaman, onun
gözlerinden yaşlar boşalır. Ve O, <Allah'ım! kalbim uçmak üzere (ona
bak)> der. Ve O, <Allah'ım! Ben ne (Cennet'te) içinde huriler bulunan
yakuttan ev isterim, ne Adn Cennet'ine hevesliyim ne de Cennetin meyvelerini
arzuluyorum. Benim bütün temennim sadece Seni görmektir. Onu bana ihsan
eyle> der. İşte bu övünülecek büyük bir şeydir"[64]
68) Hz.
İbrahim Havas rahmetuiiahialeyh diyor ki: Ben bir defasında çölde gidiyordum.
Yolda Hristiyan bir rahiple karşılaştım. Beline Zünnar[65]
bağlamıştı. O benimle beraber olmak istediğini açıkladı. (Kafir dervişler çoğu
zaman Müslüman dervişlerin hizmetlerinde kalmışlardır). Ben onu yanıma aidim.
Yedi gün boyunca beraber yürüdük (ne yemek yedik ne de bir şey içtik). Yedinci
gün o nasrâni bana, "Ey Muhammedî! Haydi kerametini göster! (Kaçgün oldu
hiçbirşeyyemedik)"dedi.Bunun üzerine ben Allahu Teâlâ'ya şöyle dua ettim:
"Allah'ım! Bu kafirin önünde beni zelil etme". Bir baktım ki hemen
önümüze bir sofra kondu. Sofraya ekmekler, kızarmış et, taptaze hurmalar ve
bir sürahi su konulmuştu. İkimiz yemeği yedik, suyu içtik ve yürüdük. Yedi gün
boyunca yürüdük. Yedinci gün (o nasrâni tekrar benden bir şey istemesin
düşüncesiyle) aceleden ona, "Bu sefer sen bir şeyler göster, şimdi senin
sıran" dedim. O bastonuna dayanarak dikildi ve dua etmeye başladı. O
esnada içinde benim soframda olan şeylerin iki misli bulunan iki sofra önümüze
geldi. Ben çok utanmıştım. Benim yüzümün rengi kaçmıştı Hayretler içinde kalmıştım.
Üzüntümden dolayı yemek yemeyi reddettim. O nasrâni bana yemek için ısrar
ettiyse de ben mazeret beyan ettim. O, "Sen ye ki ben sana iki müjde
vereyim. Onlardan birincisi şudur:Ben Müslüman oldum" dedi. ve zünnarmı
kırıp attı. Sonra, "İkinci müjde şudur: Ben yemek için şöyle dua
yapmıştım; <Allah'ım! Bu Muhammedînin, Senin yanında bir manevi makamı
varsa, onun hürmetine bize yemek ver>. Bunun üzerine bu yemek nasib oldu ve
ben bundan dolayı Müslüman oldum" dedi. Ondan sonra ikimiz yemeğimizi yedik
ve yolumuza devam ettik. Sonunda Mekke-i Mükerre-me'ye ulaştık. Hac yaptık. O
yeni Müslüman Mekke'de kaldı ve orada vefat etti.[66]Allah onu bağışlasın afirlerin bu
şekilde Müslüman olduklarına dair tarih kitaplarında pek çok vakıalar
bulunmaktadır. Yukarıdaki olaydan anlaşıldı ki: Allahu Teâlâl bazen bir kimseye
başkasının hürmetine rızık vermektedir. Kendisine nzık verilen de ahmaklığından
dolayı onu kendi üstün başarısı ve çalışmasının neticesi zannetmektedir.
Hadislerde şu konu sık sık geçmektedir: "(Çoğu zaman) size, sizin zayıflarınız
sayesinde rızık verilmektedir". Bu olaydan bir de şu bilinmiş oldu ki: Bazen
kafirlere de Müslümanların sebebiyle manevi kapılar açılır. Dış görünüşü itibariyle
onun kendilerine yardım olduğunu zannederler. Ancak gerçekte o başkasının
hürmetine meydana gelmektedir.
69) Bir
Allah dostu buyuruyor ki: "Ben bir köle satın aldım. Onu getirince,
"Senin adın nedir?" dedim. O, "Efendim hangi adı koyarsa
odur" dedi. Ben, "Ne iş yaparsın?" dedim. O, "Efendim siz
neyi emrederseniz onu yaparım" dedi. Ben, "Sen ne yemek istersin (tâ
ki ben senin için onu fikredeyim)" dedim. O, "Efendim siz ne
yedirirseniz" dedi. Ben, "Senin de bir şey yemeyi gönlün çekmiyor
mu?" dedim. O, "Efendinin karşısında kölenin arzusu nedir ki?
Efendinin hoşlandığı şey kölenin arzusudur" dedi. Onun bu cevabını duyunca
ağladım ve "Benim de Mevlâm ile böyle muamelem olmalı" diye düşündüm.
Ben ona, "Sen bana (zikri yüce olan) Mevlâma karşı edep öğrettin"
dedim. Bunun üzerine o şu manaya gelen iki şiir okudu: "Eğer Senin bir
kuluna tam olarak hizmet edebilirsem, benim için bundan daha büyük hangi nimet
olabilir ki! Öyleyse Sen kendi lütuf ve kereminle benim kusur ve gafletimi af
eyle. Zira ben Seni çok ihsan edici ve çok rahmet edici biliyorum"[67]
70) Hz. Mâlik bin Dinar meşhur Allah dostudur. Bu
kitapta onun bir çok kıssaları geçmiştir. Onun başlangıçtaki hali iyi değildi.
Bir adam ona, "Senin başına ne geldi ki, sen ondan dolayı tevbe
ettin" diye ona tevbe etme olayını sordu. O şöyle dedi: Ben bir askerdim.
Şarabı çok severdim ve ona çok alışkındım. Her an şarap içmekle meşguldüm. Ben
bir cariye satın aldım. Çok güzeldi. Ona çok bağlıydım. Ondan benim bir kızım
oldu. Onu da çok seviyordum. O da bana çok yakındı. Nihayet ayakları üstüne
basmaya ve yürümeye başladı. Onu daha çok sevmeye başladım. Her zaman o benim
yanımda kalırdı. Ancak onun şöyle bir âdeti vardı. Ben şarap kadehini içmek
için elime aldığım zaman elimden alır elbiseme atardı (sevdiğimden dolayı onu
azarlamayı gönlüm kabul etmiyordu). O iki yaşına girince vefat etti. Onun
üzüntüsü kalbimi yaraladı. Bir gün Şaban ayının 15. gecesi ben şarap içmiş
kendimden geçmiştim. Yatsı namazını da kılmadım. O hal üzere uyudum. Rüyamda
gördüm ki; Mahşer hazırlanmış insanlar kabirlerinden çıkıyorlar. Ben de mahşer
meydanına gidenler arasındaydım. Arkamdan bir ayak sesi gibi bir şey duydum.
Dönüp bakınca büyük bir kara ejderhanın peşimden koşup geldiğini gördüm. Onun
gözleri maviydi. Ağzını açmıştı. Dolu dizgin benim tarafıma doğru geliyordu.
Ben onun korkusundan dehşete düşerek orkuya kapılan birinin gücüyle kaçıyordum.
O benim peşimden koşarak geliyordu ki, çok güzel elbise içinde, kendisinden son
derece güzel kokular gelmekte olan bir yaşlı adamla karşılaştım. Ben ona selam
verdim. O selamımı aldı. Ben ona, "Allah aşkına bana yardım ediniz"
dedim. O, "Ben zayıf bir adamım o ise çok kuvvetli. Ona benim gücüm
yetmez. Ancak sen yine de kaç. Belki ilerde bundan kurtulmana sebeb olacak bir
şeyle karşılaşırsın" dedi. Ben çok hızlı bir şekilde kaçıyordum. Bir küçük
tepe gördüm. Oraya tırmandım. Ancak oraya tırmanır tırmanmaz tepenin arkasında
alev alev yanmakta olan Cehennem ateşine gözüm ilişti. Onun dehşet verici
şeklini ve manzarasını gördüm. Bütün bu halleri gördüğüm halde üzerime o
yılanın dehşeti öyle binmişti ki, aynı şekilde kaçıyordum. Az kalsın Cehennem
çukuruna düşecektim. O esnada yüksek bir ses duydum. Biri bana, "Geri çekil
sen o (CehennemTık) insanlardan değilsin" dedi. Ben oradan tekrar arkaya
doğru koştum. O yılan da dönüp benim arkamdan gelmeye başladı. Ben tekrar beyaz
elbiseli yaşlı adamı gördüm. Ona tekrar, "Ben daha önce de bu ejderhadan
nasıl kurtulacağımı size sormuştum, siz kabul etmemiştiniz" dedim. O yaşlı
zat ağlamaya başladı ve "Ben çok zayıfım, o ise çok kuvvetli. Ben ona
karşı koyamam elbette karşıda bir diğer tepe var. Oraya tırman, orada
Müslümanların bazı emanetleri konulmuştur. Mümkündür ki, kendisinin yardımıyla
ejderhadan kurtulabileceğin senin de herhangi bir emanetin olabilir"
dedi. Ben koşarak o tepenin üzerine çıktım. O ejderha benim arkamdan geliyordu.
Orada yuvarlak bir dağ gördüm. Onda pek çok pencereler açılmıştı. Onların
üzerine perde örtülmüştü. Her pencerenin altında iki kanat vardı. Onun üzerine
yakut işlenmişti. İncilerle yüklüydü. Pencerenin her kanadı üzerinde ipekten
bir perde asılıydı. Ben o dağın üzerine çıkmak isteyince melekler,
"Pencereyi açın ve perdeyi kaldırın. Sonra dışarı çıkın. Belki sizin
aranızda, bu perişan durumda olan adamı, şu anki durumundan kurtaracak bir
emaneti vardır" dedi. O sesle birlikte birden pencere açıldı ve perde kalktı.
Oradan yüzleri ay gibi olan pek çok çocuk çıktı; Ancak ben son derece perişandım.
Çünkü o yılan benim yanıma tamamen gelmişti. O esnada o çocuklar şöyle
bağırmaya başladılar; "Hey! Hepiniz çabucak dışarı çıkın! O yılan, adamın
yanına kadar geldi". Bunun üzerine akın akın çocuklar çıkıp geldiler.
Benim gözüm aniden onlar arasındaki iki yaşında ölen kızıma ilişti. O beni
görür görmez ağlamaya ve şöyle demeye başladı; "Allah'a yemin olsun ki,
bu benim babamdır". Böyle der demez bir ok gibi fırlayarak nurdan bir
sedir üzerine çıkıp, sol kolunu benim sağ omuzuma doğru uzattı. Ben çabucak ona
sarıldım. O sağ elini o yılana doğru uzattı. Yılan derhal geriye kaçmaya
başladı. Sonra o beni oturttu ve kendisi benim kucağıma oturdu. Sağ eliyle
benim sakalımı okşamaya başladı ve şöyle dedi; "Babacığım!<İman edenler
(den günaha bulaşmış olanlar) için Allah'ı anma ve üzerine indirilen hakka
karşı kalplerinin saygıyla yumuşama zamanı daha gelmedi mi?>
(Hadid-16)". Onun bu sözünü duyunca ağlamaya başladım ve "Kızım sen ur'an-ı
Kerimin hepsini biliyor musun?" diye sordum. O, "Biz hepimiz Kur'an'ı
sizden fazla biliyoruz" dedi. Ben, "Kızım bu benim peşime takılan
yılan neyin be-lasıydı?" dedim. O, "Senin kötü amellerindi. Sen onu
kendi günahlarınla o kadar güçlendirdin ki, o şimdi seni sürükleyerek
Cehennem'e atma fikrindeydi" dedi. Ben, "O beyaz elbiseli ihtiyar
kimdi?" dedim. O, "Senin iyi amellerindi. Sen onu o kadar zayıf
bıraktın ki, o yılanı senden uzaklaştıramadı (ama elbette kurtulmanın yolunu
haber verecek kadar yardım etti)" dedi. Ben, "Kızım sen bu dağda ne
arıyorsun?" dedim. O, "Bizler hepimiz Müslümanların çocuklarıyız.
Kıyamete kadar burada kalacağız. Sizin gelmenizi bekleyeceğiz. Siz hepiniz
gelince biz şefaat edeceğiz" dedi. Ondan sonra benim gözlerim açıldı. O
yılanın dehşeti hâlâ üzerimdeydi. Ben kalkar kalkmaz. Allah ceiie ceialuhu
huzurunda tevbe ettim ve kötü amellerimi terk ettim.[68]Bu
kitap tahminimizden çok fazla büyük oldu. Başlangıçta kısaca yazmayı
düşünüyordum. Ancak iradem dışında uzayıp gitti. Artık o dereceye ulaştı ki ben
de onun okunacağı ümidi de azaldı. Çünkü dini kitapları okumak için de bizim
vaktimiz yoktur. Bundan dolayı bu kitaba birden son verdim. Allahu Teâlâ lütfü
ve kere-miyle her zaman günahlara ve dünyaya batmış bulunan bu aciz kuluna da
Kendine dönmek için tevfik versin ve şu pis dünyadan nefret etmenin tadını
nasip eylesin.Bu kitaba Hicri Şevval 1366 (Miladi 1942)'de başladım. Ancak
arada öyle arızalar meydana geldi ki, bitirmekte geciktim. Şimdi bile buna pek
çok şeyi ilave etmeyi düşünüyordum. Ancak bu kitap çok uzun olduğundan dolayı
bugün Hicri 22 Safer 1368 (Miladi 1944)'de Cuma gecesi son verdim.
Zekeriyya
Kandehlevi rahmetuiiahi aleyh
Mezâhir-ul
Ulum Medresesi
Sehrenpur
[1] Mİşkât
[2] Bevan-ül Kur'an
[3] Târih'ül Hulefâ
[4] Dürrü Mensur
[5] Târik-ül Hulefâ
[6] İhya
[7] İhya
[8] İhya
[9] İhya
[10] Dürrü Mensur
[11] Dürrü Mensur
[12] Tehzîb'üt Tehzîb
[13] İthaf
[14] İthaf
[15] İthaf
[16] Müsâmerât
[17] Dürrü Mensur
[18] Eşher
[19] İthaf
[20] ithaf
[21] ithaf
[22] ithaf
[23] İthaf
[24] İthaf
[25] İthaf
[26] İthaf
[27] İthaf
[28] İthaf
[29] İthaf
[30] İthaf
[31] İthaf
[32] İthaf
[33] İthaf
[34] İthaf
[35] İthaf
[36] 14-Rebîul Evvel 1382 H. (1966) tarihinde Lahtfda vefat
etmiştir.
[37] İthaf
[38] İthaf
[39] Yaklaşık üç kilogram
[40] Müsâmerât, 1. cild
[41] İthaf
[42] İthaf
[43] Müsâmerât
[44] Ravz
[45] Dürrü Mensur
[46] Ravz
[47] Ravz
[48] Ayet'el Kûrsi
[49] Ravz
[50] Ravz
[51] Ravz
[52] Müslim
[53] Dürrü Mensur
[54] Ravz
[55] Tarihi Bağdad lil Hatîb
[56] Ravz
[57] Ravz
[58] Ravz
[59] Ravz
[60] Ravz
[61] Ravz
[62] Ravz
[63] Ravz
[64] Ravz
[65] Küfür eti olarak Hristiyanlann bağland.klar, ucu haç.,
kemer yada kuşak
[66] Ravz
[67] Ravz
[68] Ravz