DÜNYAYA GÖNÜL VERMEYENLERİN VE ALLAH YOLUNDA

MAL HARCAYANLARIN KISSALARI

 

Bu bölümde zahidlerin ve Allah yolunda mallarını harcayanların kıssaları örnek olarak arz edilecektir. Dünya ve ahiretin hakikatini anlayan o insanlar, bu aldatıcı dünya yurduna nasılda rağbet etmemiş ve ahiret için neler neler biriktir­mişlerdir. Zühd ve Sehâvet (yani cömertlik) mana ve amel şekli bakımından iki ayrı şeylerdir. Ancak sonuç bakımından birbirine yakındırlar. Çünkü kimde zühd varsa yani dünyaya gönül vermemişse, sehâvet onun için gereklidir. Dünya malı­nı yanında tutmaya özenmeyen kimse yanında dünya malı olduğu zaman şüp­hesiz onu cömertçe harcayacaktır. Aynı şekilde cömertçe harcamayı, ancak ken­dinde mal sevgisi bulunmayan kişi yapabilir. Kişi, malı ne kadar severse, onda o kadar cimrilik eder. Bundan dolayı bu bölümde iki türlü olay bir araya getirilmiştir. Ve bundan dolayı Fezail-i Sadakat hakkında olan bu kitapta zühdle ilgili ayetler ve rivayetler de zikredilmiştir. Çünkü dünyaya olan hevesleri soğutmak, Allah yo­lunda harcamanın basamağıdır. İnsanın tabiatı bu pisliğe sevgi ve ünsiyet besle­diği sürece hiçbir zaman onu harcamak için harekete geçmeyecektir. Eğer gönül bir an istese de tabiat harcamaya yanaşmayacaktır. Bunu Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem çok güzel bir misalle şöyle anlatmıştır: "Cimri ile sadaka verenin (yani bol bol sadaka vermeyi kendine alışkanlık haline getirenin) misali iki adama benzer. Onların üzerinde demirden zırh vardır. Zırha öyle bürünmüşlerdir ki, elle­ri de zırhın içinde kalıp göğüslerine yapışmış ve dışarı çıkmamıştır. Sadaka ve­ren yani sadaka vermeyi alışkanlık haline getirmiş olan cömert kimse sadaka vermeye niyet edince o zırh kendi kendine açılmakta (ve eller zorlanmadan hemen zırhtan dışarı çıkmaktadır). Cimri de bir sadaka vermeye niyet edince o zırh daha da büzülmekte ve daralmaktadır. Bu yüzden eller yerlerinden hareket edememektedir"[1] Maksat şudur ki; cömert bir kimse harcamaya niyet edince onun kalbi bunun için açılır. Bundan dolayı o sıkıntı duymadan harcar. Cimri ise birinin demesi veya birinin işitmesi veyahut başka bir sebepten dolayı, herhangi bir zamanda harcamaya niyet etse de içinden bir şey (demir zırhın ellerini bağladığı gibi) onu tutar. Zırhın içindeki kişi ellerini zorla dışarı çıkarmak istese de çıkaramaz. Yani kalbine defalarca anlatır ama o bir türlü kabul etmez, eller bir türlü kalkmaz. Bu çok doğru ve düzgün bir misal. Her gün görüyoruz ki, cimri insan harcamak istese de eli yukarı kalkmaz. Bazen 10 lira harcama fırsatı doğar ama o 10 kuruşu bile zorla çıkarır.

1) Hz. Ebû Bekr Sıddık radıyaiiahu anh'm bütün hayat olaylarında bu cömert­liğin o kadar çok misalleri vardır ki, onları kuşatmak bile zordur. Tebûk Gazvesi vaktinde Rasûlullah satiaiiahu aleyhi veseiiem yardım için teşvik etmişti, o vakit Hz. Ebû Bekr Sıddık radıyaiiahu an/i'ın evinde ne varsa hepsini toplayıp Rasûlullah sai-latiahu aleyhi veseiiem'm huzuruna getirmesi meşhur bir hadisedir. Rasûlullah saiiaiia-. hu aleyhi veseiiem kendisine, "Ey Ebû Bekr! Evinde ne bıraktın?" buyurunca o, "Evde Allah ve O'nun Rasûlü (yani onların rızasının hazinesi) bulunmaktadır" de­miştir. Bu kıssayı Hikayat-üs Sahabe adlı kitapta yazdım. Oraya bakılınca görü­lür ki, başkalarını kendine tercih etmek, başkasının derdiyle dertlenmek ve Allah yolunda harcamak o zatların payına düşmüştü. Çünkü o payın en küçük izi bize nasip olsaydı, kim bilir biz onu ne zannederdik. Ancak bu tür olaylar o zatların yanında günlük olaylar halindeydi. Özelikle Allahu Teâlâ'nın, Kur'an-ı Kerim'de Hz. Ebû Bekr Sıddık radıyaiiahu anh hakkında övgüyle bahsedip şöyle buyurma­sından daha büyük hangi izah olabilir?

"Takva sahibi o (ateşten) uzaklaştırılır. / O takva sahibi ki, malını (Allah yo­lunda) verip temizlenir. / Onun üzerinde başkasının mükafatlandırılacak bir nimeti yoktur. / O ancak yüce Rabbinin rızasını kazanmak için verir".                                                                                              (Leyl-17,18,19,20)

(Burada İhlasın son derece yüksek seviyesi anlatılmaktadır. Çünkü her­hangi bir kimsenin iyiliğine karşılık iyilik yapmakta istenilen ve beğenilen bir dav­ranıştır. Ancak bu iyilik fazilet itibariyle ilk yapılan iyiliğe denk değildir.1)İbni Cevzi rahmetuiiahialeyh diyor ki: "Bu ayeti kerimenin Hz. Ebû Bekr Sıddık radıyaiiahu anh hakkında nazil olduğuna dair ittifak edilmiştir". Hz. Ebû Hureyre radı­yaiiahu anh, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Bana Ebû Bekr'in malının verdiği fayda kadar kimsenin malı fayda vermedi[2]. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm bu Sözünü duyan. Hz. Ebû Bekr radıyaiiahu anh ağlamaya başladı ve "Ya Rasûlallah! Ben ve benim malım senden başkasının mıdır?" dedi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm bu irşadı pek çok Sahâbe-i Ki-ram'dan birçok rivayetlerde nakledilmiştir. Saîd bin El-Müseyyeb rahmetuiiahi aleyh'm rivayetinde yukarıdaki ifadeyle beraber şu ifade de geçmektedir: "Rasûlullahsatiaiiahu aleyhi veseiiem Hz. Ebû Bekr radıyaiiahu anh'm malında kendi malı gibi ta­sarruf ederdi". Hz. Urve rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Hz. Ebû Bekr radıyaiiahu anh İs­lam'a girdiğinde 40 bin dirhemi vardı. Hepsini Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem üzerine (yani onun rızası uğrunda) harcadı". Bir başka hadiste şöyle buyurul-muştur: "O İslam'ı kabul ettiği zaman 40 bin dirhemi vardı. Hicret vaktinde ise 5 bin dirhemi kalmıştı. Bütün bu paralar (İslam'ı kabul etme suçundan dolayı ken­dilerine azab edilen) köleleri azad etme ve İslam'ın diğer işlerinde harcanmış­tır"[3] Hz. Abdullah İbni Zübeyr radıyaiiahu anh diyor ki: Hz. Ebû Bekr Sıddık radıyai­iahu anh zayıf ve güçsüz köleleri satın alır, azad ederdi. Babası Ebû Kuhafe radı-yaitahu anh, "Sen eğer illa da köle azad edeceksen güçlü ve kuvvetli köleleri satın al ve azad et. Zira onlar sana yardım da edebilir ve zamanı gelince işe de yarar­lar" dedi. Hz. Ebû Bekr radıyaiiahu anh, "(Ben kendim İçin azad etmiyorum.) Ben sadece Allah'ın rızasını kazanmak için azad ediyorum" buyurdu[4] Allahu Teâlâ'­nın indinde zayıf ve güçsüzlere yapılan yardımın mükafatı, güçlülere yapılan yar­dımın mükafatından çok fazladır.Bir başka hadiste Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurdu: "Bana iyilik edip de, benim de iyiliğinin karşılığını vermediğim hiçbir kimse yoktur. An­cak Ebû Bekr'in iyiliği benim üzerimdedir (yani onun karşılığını veremedim). Allahu Teâlâ kendisi kıyamet günü onun iyiliğinin karşılığını verecektir. Bana Ebû Bekr'in malının fayda verdiği kadar, kimsenin malı fayda vermemiştir"[5]

2) Hz. İmam Hasan radıyaiiahu antim yanına bir adam geldi. İhtiyacını arz edip biraz yardım istedi ve bir şeyler talep etti. Hz. Hasan radıyaiiahu anh buyurdu ki: "Senin bu talebinden dolayı benim üzerime binen hak benim gözümde çok yücedir. Sana yapılması gereken yardım, bana göre çok büyük bir miktardır. Benim mâlî durumum senin şanına uygun bir miktarı takdim etmekten acizdir. İn­san Allah yolunda ne kadar harcarsa harcasın yine de azdır. Ancak ben ne ya­payım, benim yanımda senin benden istemenin şükrüne uygun olacak miktar yoktur. Eğer sen benim yanımda mevcud olanı memnuniyetle kabul etmeye ve senin şanına layık olan miktarı bir yerden bulmam için ve senin benim üzerime vacib olan hakkını ödeyebilmem için beni mecbur etmemeye hazırsan, ben de memnuniyetle hazırım". Adam, "Ey Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm torunu! Sen ne verirsen ben onu kabul ederim ve ona şükrederim. Ondan fazlasını vermediğin için de seni mazur görürüm" dedi. Bunun üzerine Hz. Hasan radıyaiiahu anh kendi hazinedarına (senin yanına koyduğum) o üç yüz bin dirhemden artanı getir" dedi. Hazinedar 50 bin dirhem getirdi (çünkü ondan başkasını tamamen hayra harca­mıştı). Hz. Hasan radıyaitahu anh, "Bir yerlerde 500 dinar (altın) daha vardı" dedi. Ha­zinedar "O da var" dedi. Hz. Hasan radıyaiiahu anh, "Onları da getir" dedi. Hepsi gel­dikten sonra o dilenciye, "Bir taşıyıcı getir de bunları senin evine kadar ulaştırsın" dedi. Adam iki taşıyıcı getirdi. Hz. Hasan radıyaiiahu anh hepsini onlara teslim etti. Sırtındaki şalını da çıkardı ve "Bu işçilerin senin evine kadar olan işçiliği bana aittir. Öyleyse bu şalı satıp onların ücretini ödersin" diyerek ona verdi. Hz. Hasan radtyaliahu anh'm köleleri, "Artık yanımızda yemek için bir dirhem dâhi kalmadı. Siz hepsini verdiniz" dediler. Hz. Hasan radıyaiiahu anh buyurdu ki: "Ben Allahu Teâlâ'nın zatından kuvvetle ümid ediyorum ki, O, kendi lütfuyla bana bundan dolayı çok sevap verecektir".[6]Hepsini verdikten sonra yanında hiçbir şey kalmadı. Ayrıca verilen miktar çok yüklü bir miktardı. Yine de o "İsteyenin hakkını eda edemedim" diye üzülüyor ve pişmanlık duyuyordu.

3)  Basralı birkaç Kâri (yani Kur'an-ı Kerim'i usûl ve kaidesine göre oku­yan kimseler) Hz. İbni Abbas radıyaiiahu anhuma xun yanına geldiler ve "Bizim bir komşumuz var, çok oruç tutar ve çok teheccüd kılar. Onun ibadetlerine bakınca bizden her birimiz ona imreniyor ve bir de onun gibi ibadet yapabilsek diye te­menni ediyor. O kızını yeğeniyle nikahladı. Ancak garibin yanında çeyiz için hiç bir şey yoktur" dediler. Hz. İbni Abbas radıyaiiahu anhuma onları alıp evine götürdü. Bir sandık açtı. İçinden altı tane kese çıkardı ve o adama vermeleri için keseleri onlara teslim etti. Onlar alıp gideceklerdi ki, Hz. İbni Abbas radıyaiiahu anhuma, "Biz ona insaflı davranmadık. Bu mal ona teslim edilirse o fakir çok zorlanacak ve çe­yiz hazırlığı telaşına düşecektir. Bu yüzden onun meşguliyeti artacak ve ibadet­lerinde zorluk olacaktır. Bu bedbaht dünyanın ibadet eden bir mü'mine güçlük çı­karacak kadar derecesi yoktur. Biz bir dindar kişiye hizmet etsek şanımızdan ne eksilir ki? Öyleyse bu mal ile bütün düğün hazırlıklarını hepimiz birlikte yapalım Eşyaları hazırlayalım ve ona teslim edelim" dedi. Onlar da buna razı oldular. O para ile bütün eşyaları mükemmel olarak hazırlayıp o fakire teslim ettiler,[7]

4) Ebû'l Hasan Medâinî rahmetuiiahîaleyh diyor ki: Hz. İmam Hasan, Hz. İmam Hüseyin ve Hz. Abdullah bin Cafer radıyatiahu anhum Hacca gidiyorlardı. Yolda yük­lerinin bulunduğu deve onlardan ayrılıp kayboldu. Onlar aç susuz gidiyorlarken bir çadıra uğradılar. O çadırda bir yaşlı kadın vardı. Onlar, "Sizin yanınızda içe­ceğimiz herhangi bir şey (su, süt, ayran vs.) var mı?" diye sordular. Kadın, "Evet var" dedi. Onlar develerinden indiler. Yaşlı kadının çok zayıf bir keçisi vardı. Onu işaret ederek, "Onun sütünü sağın ve azar azar için" dedi. Onlar keçinin sütünü sağıp içtiler ve "Yemek için bir şey var mı?" dediler. Yaşlı kadın, "Bu keçi var, siz­den biri onu keserse ben pişiririm" dedi. Onlar onu kestiler, o da pişirdi. Onlar yiyip içtikten sonra akşam üstü gidecekleri sırada o yaşlı kadına, "Biz Hâşimüeriz şu an hac niyetiyle gidiyoruz. Eğer biz sağ salim Medine'ye dönersek yanımıza geliver, senin bu ihsanının karşılığını vereceğiz" dediler. Böyle diyerek yola ko­yuldular. Akşamleyin kadının kocası (araziden) dönünce yaşlı kadın Hâşimilerin olayını anlattı. Kocası, "Sen yabancı insanlar için keçiyi kestin. Kim olup olma­dıkları belli değil. Bir de Hâşimi kabilesinden olduğunu söylüyorsun" dedi. Kısaca kızıp, öfkelenip sustu, Bir zaman sonra bu karıkocayı yokluk ve fakirlik iyice bunaltınca, çalışıp işçilik yapmak niyetiyle Medine-i Münevvere'ye gittiler. Gün boyu hayvan gübresi toplayıp satıyorlar ve geçiniyorlardı. Bir gün yaşlı kadın gübre topluyordu. Hz. Hasan radıyaiiahu anh da kendi kapısının önünde otu­ruyordu. Yaşlı kadın oradan geçerken Hz. Hasan radıyaiiahu anh onu görüp tanıdı. Kölesini gönderip onu yanına çağırttı ve "Allah'ın kulu, beni tanıdın mı?" dedi. Kadın, "Ben seni tanımadım" dedi. O, "Ben senin süt ve keçi ikram ettiğin misafi­rinim" dedi. Yaşlı kadın yine de tanımadı ve "Allah hakkı için siz o misafir misiniz?" dedi. Hz, Hasan radıyaiiahu anh, "Ben işte o'yum" dedi. Sonra kölesine bu kadın için bin tane koyun satın almasını emretti. Nitekim derhal koyunlar satın alındı. O, ko­yunlara ilave olarak bin dinar (altını) nakit olarak verdi ve yaşlı kadını, kölesiyle birlikte kardeşi Hz. Hüseyin radıyaiiahu antf\n yanına gönderdi. Hz. Hüseyin radyai-tahu anh, "Ağabeyim ne kadar mükafat verdi?" dedi. Kadın, "Bin koyun ve bin di­nar" dedi. Hz. Hüseyin radıyaiiahu anh bunu işitince her iki şeyden de aynı miktarda (yani bin koyun ve bin dinar) verdi. Ondan sonra yaşlı kadını Hz. Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh'in yanına gönderdi. O ikisinin ne verdiğini araştırdı ve onların verdiği miktarı öğrenince, iki bin koyun ve iki bin dinar verdi ve "Sen ilk önce benimle görüşseydin bundan daha fazla verirdim" dedi. Yaşlı kadın dört bin ko­yun ile dört bin dinarı alarak kocasının yanına döndü ve "Bunlar o zayıf ve güç­süz keçinin karşılığıdır" dedi.[8]

5)  Abdullah bin Âmir bin Kureyz radıyaiiahu anh, Hz. Osman radıyaiiahu an/Tın amcasının oğludur. Bir defasında (galiba gece vakti) mescidden dışarı çıktı. Yal­nız başına evine gidiyordu ki, yolda genç bir çocuk gördü. Çocuk onunla beraber yürümeye başladı. O, çocuğa, "Bir şey mi diyeceksin?" dedi. Çocuk, "Zâtı âlileri­nin salâh ve felahını temenni ederim, bir şey arz edecek değilim. Ben sizin bu vakit yalnız yürüdüğünüzü görünce yalnızlığınızdan dolayı size bir eziyet ulaş­masından endişe ettim. Bundan dolayı sizi korumak düşüncesiyle sizinle beraber oldum. Allah etmesin yolda hoşa gitmeyen bir durum meydana gelmesin dedi. Hz. Abdullah bin Âmir radtyaliahu anh o gencin elinden tutup beraberce evine kadar gitti. Oraya varınca ona bin dinar verdi ve "Bunu işlerinde kullan. Senin büyükle­rin, seni çok güzel terbiye etmişler" buyurdu.[9]

6)  Hz. Abdullah İbni Abbas radıyaiiahu anhuma buyuruyor ki: Bir adamın evi­nin bahçesinde bir hurma ağacı vardı. Onun dalı komşusunun evinin üzerine de sarkıyordu. Komşusu fakir bir adamdı. Adam hurmalarını toplamak için ağacı sallayınca hareketten dolayı bir parça hurma komşusunun mekanına düşerdi. Onları komşusunun fakir çocukları toplarlardı. Bu adam ağaçtan iner, komşunun evine gider o çocukların ellerinden hurmaları alırdı. Hatta parmağını onların ağızlarına sokarak hurmaları dışarı çıkarırdı. O fakir (bu durumu) Rasûlullah sal-laiiahu aleyhi veseüem'e şikayet etti. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bunu duyunca, "Peki sen git" buyurduktan sonra ağacın sahibine, "Senin falanca şahsın evine sarkmış olan hurma ağacını, karşılığında sana Cennet'te hurma ağacı verilmesi vaadiyle bana verir misin?" buyurdu. Adam, "Ya Rasûlallah! O ağaca başka in­sanlar da alıcı oldular. Bende ondan başka da ağaçlar var. Ancak ben o ağacın hurmasını çok seviyorum. Bundan dolayı ben o ağacı satmadım" diyerek onu vermeyeceğine dair mazeret gösterdi. (Tabii ki o, ağacın sahibiydi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem onun bu sözünü duyunca sükut etti). Üçüncü bir şahıs bu konuşmaları dinliyordu. O mal sahibi gittikten sonra Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi ve-seiiem'e, "Eğer ben o ağacı alıp size takdim etsem, bana da (o kişiye vaad ettiğiniz) Cennet'te hurma ağacı sözü var mı?" dedi. Rasûlullah saiiaiishu aleyhi v^seiiem, "Sana da aynı söz var" buyurdu. O şahıs kalktı ve o ağacın sahibinin yanına giderek, "Benim de hurma bağım var. Sen o ağacı herhangi bir değer karşılığında sata­bilir misin?" dedi. Adam, "Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem bana Cennet'te ağaç vaad etmişti. Ben ona rağmen yine de vermedim. Bu ağacı çok seviyorum. Onu satabilirim. Ancak benim istediğim değeri kimse vermez" dedi. O, "Ne istiyorsun?" dedi. Adam, "Kırk ağaç bedelinde satabilirim" dedi. Alıcı şahıs, "Eğri bir ağacın değerinin 40 ağaç olması çok fazla. Peki eğer ben onun karşılığında 40 tane ağaç verirsem satacak mısın?" dedi. Ağaç sahibi, "Eğer sen sözünde doğruysan, <Ben 40 tane ağacı, bir ağacın karşılığında verdim> diye yemin et" dedi. Alıcı şahıs, "Ben 40 tane ağacı, bu eğri ağacın karşılığında verdim" dedi. Ondan sonra ağacın sahibi, "Ben satmıyorum" diye sözünden döndü. Alıcı şahıs, "Artık asla sö­zünden dönemezsin. Senin sözün üzerine ben yemin ettim" dedi. Ağaç sahibi, "Peki öyleyse vereceğin ağaçların hepsi bir yerde olsunlar" dedi. Alıcı biraz düşün­dükten sonra, "Hepsi bir yerden olacak" diye söz verdi. İşi sağlama bağladıktan sonra alıcı adam Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm yanına geldi ve "Ya Rasûlallah! Ben o ağacı satın aldım ve size bağışladım" dedi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesei­iem fakirin evine gitti ve o ağacı ona verdi. Ondan sonra, El-leyl sûresi nazil oldu.[10]

7) Bir şahıs Hz. Abdullah bin Cafer radıyaliahu anh'\n yanına gelip iki şiir oku­du. Onların manası şöyledir: "İyilik ve güzel ahlak, ehil ve layık olan insanlara yapıldığı zaman iyiliktir. Layık olmayanlara iyilikte bulunmak münasib değildir. Öyleyse sen birine iyilik edersen ya yalnız Allah için sadaka ver (çünkü bunda ehil olma şartı yoktur. Kafirlere de sadaka verilir. Hayvanlara da hayır yapılır) ya da yakın ehline ihsan eyle (çünkü onların yakınlık hakkı ehil olmanın üzerine ga­lip gelmektedir). Eğer bu iki şey bir yerde yoksa o takdirde layık olmayana ihsan edilmemelidir". (Bu şiirlerde Hz. Abdullah bin Cafer radıyaliahu anh tarafına şöyle bir işaret vardı; Onun cömertlik ve ikramı öyle genişti ki, büyük ve küçük, herkesin üzerine yağmur gibi yağıyordu). Hz. Abdullah bin Cafer radıyaliahu anh bu şiiri duyunca, "Bu şiir insanı cimri yapar. Ben ise iyiliklerimi yağmurgibi yağdıracağım.Eğer bu iyilik kerim ve layık insanlara kadar ulaşırsa onlar kesinlikle kendilerine iyi­lik edilmeyi hak etmişlerdir. Eğer iyilik ehli olmayanlara ulaşırsa, o taktirde ben ma­lımın ehil olmayanlara gitmesine layıkım demektir" buyurdu.[11] Bu sözü tevazudan dolayı söylemiştir. Yani, "Ben de ehil değilim. Çünkü benim malım da işe yaramaz bir mal. Bu yüzden o işe yaramazların yanına gitmesi gerekir" demek istemiştir.

8)  Muhammed bin Münkedir rahmetuliahi aleyh bir defasında Hz. Aişe radıyaiia-hu anha'nw\ yanına gitti ve şiddetli bir ihtiyacını ona arz etti. O, "Şu an yanımda hiçbir şey yok. Eğer yanımda 10 bin (dirhem veya dinar) olsaydı hepsini sana verirdim. Ancak şu an yanımda hiçbir şey yok" dedi. Muhammed bin Münkedir rahmetuliahi aleyh geri döndükten az bir süre sonra Halid bin Esed tarafından Hz. Aişe radıyaliahu anha''ya 10 bin dirhem ulaştı. Hz. Aİşe radıyaliahu anha, "Benim Sözüm çokçabuk imtihana tâbi tutuldu" buyurdu ve hemen İbnûl Münkedir'e bir adamgön-derdi ve onu çağırarak paranın tamamını ona teslim etti. İbnûl Münkedir onun bin dirhemiyle cariye satın aldı. O cariyeden Muhammed, Ebû Bekr ve Ömer adla­rında üç çocuğu oldu. Üçü de Medine-i Münevvere'nin âbidlerinden sayılırlardı.[12]Acaba o üçünün ibadetlerinde Hz. Aişe radıyaliahu anhanın payı yok mudur? (Elbette vardır). Zira o, onların meydana gelmelerine sebep olmuştur. Hz. Aişe radıyaliahu anhanm Cömertliğinin kıssaları babası (Hz. Ebû Bekr) radıyaliahu anhuma gibi sınırlarından dışarı taşmıştır. Bir kıssasını Hîkayat-üs Sahabe adlı kitabımda yazmıştım. Şöyle ki, o iki heybe dolusu dirhemi taksim etmiş, "Ben oruçluyum, iftar için bir dirhemlik et ısmarlayayım" diye bir şey hatırına bile gelmemiştir. O iki heybede 100 binden fazla dirhem vardı. Bir rivayette buna benzer başka bir kıs­sa geçmektedir. O rivayette 180 bin dirhem olduğu haber verilmektedir. Temîm bin Urve rahmetuliahi aleyh diyor ki: "Ben bir defasında (babamın teyzesi olan) Hz. Aişe radıyaliahu anha'nm 70 bin dirhem dağıttığını gördüm. Kendisi yamalı elbise giyiyordu"[13]

9) İbân bin Osman rahmetuiiahialeyh diyor ki: Bir adam Hz. Abdullah Ibni Abbas radıyailahu anhumay\ zelil ve perişan etmek için şöyle bir hareket yaptı: Kureyşin ileri gelenlerinin yanına giderek, "İbni Abbas yarın sizi yemeğe davet etti" dedi. Her yeri dolaşıp bu haberi ulaştırdı. Sabah yemek vaktinde Hz. İbni Abbas radıyal­iahu anhuma'nm evinde o kadar topluluk bir araya geldi ki, ev dolup taştı. Hz. İbni Abbas radıyaliahu anhuma araştırma sonucu bu durumu öğrendi. Gelenlerin hepsini oturttu. Pazardan bir sepet meyve ısmarladı ve onların önüne koydu. Tâ ki onunla meşgul olup aralarında sohbete koyulsunlar. Pek çok aşçıya yemek hazırlamala­rını söyledi. Misafirlerin meyve yemeleri sona ermeden yemek hazır oldu. Hepsi doyana kadar yediler. Ondan sonra Hz. ibni Abbas radıyaliahu anhuma hazinedarına, "Bu yemek davetini peş peşe her gün gerçekleştirebilecek imkanımız var mı?' diye sordu. Hazinedar, "Evet var" dedi. Hz. İbni Abbas radıyaiiahu anhuma, "Bu topluluk her gün sabah yemeğine bizim buraya davetlidir. Her gün geliniz" buyurdu.[14]O devirler Sahâbe-i Kiram'ın fetihlerinin çok olduğu devirlerdi. Ancak o yü­ce insanların cömertliklerinin gücüyle o mal, kevgirin içine konup bir anda yok olan su gibi hemen tükeniyordu. Çünkü onların malları olunca bol oluyordu. Bitin­ce de yanlarında yemek için bir dirhem kalmazdı. Ne onların biriktirme âdetleri vardı ne de kendileri için ayırıp bir yere koymayı biliyorlardı. O kadar ki, para bi­riktirmenin ne olduğunu dahi bilmezlerdi? Yüz binlerce miktar gelir ve birkaç dakikada taksim edilirdi.

10) Vâkıdî rahmetuiiaht aleyh diyor ki; Benim iki ahbabım vardı. Biri Hâşimî kabilesindendi. Diğeri ise Hâşimî değildi. Biz üçümüz birbirimize o kadar derin­den bağlıydık ki, sanki bir can, bir ten ve bir kalıptık. Ben şiddetli darlık içindey­dim. Bayram günü geldi. Hanım, "Biz ne olursa olsun sabrederiz. Ancak bayram geldi. Çocukların ağlamaları ve ısrarları benim yüreğimi parça parça etti. Onlar mahallenin çocuklarını görüyorlar. O çocuklar güze! elbiseler ve bayramlık eşya­lar satın alıyorlar. Bizimkiler ise yırtık ve eski elbiselerle dolaşıyorlar. Eğer sen bir yerden getirebilirsen bir şeyler getiriver. Çocukların haline çok acıyorum. Ben onlara elbise dikeyim" dedi. Hanımın bu sözünü dinledikten sonra Hâşimî olan dostuma bir mektup yazdım. Durumu ona açıkladım. Cevap olarak o bana ağzı mühürlenmiş bir kese gönderdi ve "Bunda bin dirhem var. Sen onları harca" dedi. Benim gönlüm o kese ile henüz rahatlamamıştı ki, o esnada diğer dostumdan bana bir mektup geldi. O, mektupta, benim Hâşimî dostuma yazdığım konuya benzer bir hacetini yazmıştı. Ben o keseyi ağzı mühürlü olarak ona gönderdim. Hanımdan utandığımdan dolayı eve gitmeye cesaret edemedim. Mescide gittim. İki gün iki gece mescidde kaldım. Utancımdan eve gidemiyordum. Üçüncü gün eve gittim. Hanıma olan bitenleri anlattım. O hiç gücenmedi ve bana hiçbir şika­yet sözü etmedi. Aksine benim bu davranışımı beğendi ve "Sen çok iyi etmişsin" dedi. Ben hanımla konuşurken Hâşimî dostum o ağzı mühürlü kese elinde oldu­ğu halde geldi ve "Doğru söyle. O kesenin başına ne geldi?" dedi. Ben ona hadiseyi anlattım. Ondan sonra Hâşimî dostum şöyle dedi: "Senin mektubun bana ulaştığında benim yanımda bu keseden başka hiçbir şey yoktu. Ben bu ke­seyi sana gönderdim. Ondan sonra ben üçüncü dosta mektup yazdım. O da ba­na cevap olarak bu keseyi gönderdi. Bunun üzerine ben hayret ettim. Çünkü bu keseyi ben sana göndermiştim. <Bu kese o üçüncü dosta nasıl ulaştı?> diye araştırmak için gelmiştim" dedi.Vâkıdî rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Biz o keseden 100 dirhemi hanımıma ver­dik. Geriye kalan 900 dirhemi de üçümüz aramızda bölüştük. Bu olayın haberi bir şekilde (Padişah) Me'mûn er-Reşîd'e ulaştı. Beni çağırdı ve benden bütün hadiseyi dinledi. Sonra Me'mûn er-Reşîd, ikişer bin dirhem üçümüze, bin dirhem de hanımıma olmak üzere 7 bin dirhem verdi.[15]

11) Hz. Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh bir defasında Medine-i Münevve-re'de bulunan bir bağa uğradı. Bağda bekçi olarak Habeşli bir köle vardı. O ek­mek yiyordu. Bir köpek de onun karşısına oturmuştu. O bir lokma ağzına ko­yuyor aynı şekilde bir lokma da köpeğin önüne atıyordu. Hz. Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh bu manzarayı ayakta seyrediyordu. Köle yemeği bitirince onun ya­nına gitti ve "Sen kimin kölesisin?" dedi. Köle, "Hz. Osman'ın varislerinin köle-siyim" dedi. Hz. Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh, "Ben senin acayib bir hareketini gördüm" dedi. Köle, "Efendim siz ne gördünüz?" dedi. Buyurdu ki: "Sen bir lokma yiyordun. Bir lokma da bu köpeğe veriyordun". Köle, "Bu köpek yıllardır benim arkadaşımdır. O halde onu yemekte de kendime arkadaş edinmem gerekir" dedi. Hz. Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh, "Bu köpek için bundan daha az bir bir şey de yeterliydi" buyurdu. Köle, "Ben yerken bir canlının gözünün bana bakmasın­dan dolayı Allah'tan utanırım" dedi. Hz. ibni Cafer radıyaiiahu anh onunla konuştuk­tan sonra geri döndü. Hz. Osman radıyasiahuanft'ın varislerinin yanına gitti ve "Size bir taleple geldim" dedi. Onlar, "Elbette ne irşadınız varsa buyurunuz" dediler. O, "Falan bağı bana satınız" dedi. Onlar, "O bağ zâtıâlilerine hediyedir. Onu ücretsiz olarak kabul buyurunuz" dediler. O, "Ben değerini vermeden almak istemiyorum" buyurdu. Kısaca fiyat kararlaştırıldı ve muamele bitti. Sonra Hz. İbni Cafer radı­yaiiahu anh, "O bağda çalışan köleyi de almak istiyorum" buyurdu. Onlar, "O çocuk­luğundan beri bizim yanımızda büyüdü. Ondan ayrılmamız zordur" dediler. Ancak Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh'ın ısrarı üzerine onlar köleyi de sattılar. O her ikisini de satın almış olarak bağa gitti ve köleye şöyle dedi: "Ben bu bağı ve seni satın aldım". Köle, "Allahu Teâlâ senin bu alış verişini mübarek etsin ve bereketli kılsın. Şüphesiz ben efendilerimden ayrıldığıma üzüldüm. Onlar beni çocukluğum­dan beri besleyip büyüttüler" dedi. Hz. Abdullah bin Cafer radıyatianu anh, "Ben seni âzâd ediyorum ve o bağı sana hediye ediyorum" deyince köle, "Öyleyse siz şahid olun ki, bu bağı ben Hz. Osman radıyaiiahu an/?'in varislerine vakf ettim" dedi. Hz. Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh diyor ki: "Ben onun bu davranışına daha çok hayret ettim ve ona bereket duası edip geri döndüm".[16]İşte bu olaylar, müslümanların geçmişlerinin kölelerinin örnek ve hayret verici davranışlarıdır.

12) Nâfî radıyaiiahu anh diyor ki: Hz. Abdullah bin Ömer radıyaiiahu anhuma bir defasında Medine-i Münevvere'den dışarı gidiyordu. Yanında hizmetçileri de vardı. Yemek vakti geldi. Hizmetçiler sofrayı kurdular. Hepsi yemek için oturdular. Bir ço­ban koyunları güderek oradan geçti. Onlara selam verdi. Hz. İbni Ömer radıyaiiahu anhuma onu yemeğe buyur etti. O, "Ben oruçluyum" dedi. Hz. İbni Ömer radıyaiiahuanhuma, "Bu kadar şiddetli sıcakta nasılda kavurucu rüzgarlar esmektedir. Buna rağmen sen sahrada oruç tutuyorsun" dedi. Çoban, "Ben Eyyamı Hâliye'y] kazanı­yorum" dedi. (Bu ifade Kur'an-ı Kerim'de el-Hâkka süresindeki bir ayete işaret et­mektedir. Orada Allahu Teâlâ'nın Cennetliklere şöyle buyuracağı geçmektedir:)"(O gün Cennet'tekilere şöyle denilir:) Geçmişteki günlerde işlediğiniz iyi amellerin mükafatı olarak afiyetle yiyin, için!" (Hâkka-24). Ondan sonra Hz. \bri\ Ömer radıyaiiahu anhuma onu denemek için, "Biz bir koyun satın almak istiyoruz. Fiyatını söyle ve al. Biz onu keseceğiz, sana da ondan et vereceğiz. İftarda yer­sin" dedi. Çoban, "Bu koyunlar benim değil, ben köleyim. Bunlar benim efendimin koyunlarıdır"dedi. Hz. Ibni Ömer radıyaiiahuanhuma, "Efendin nereden bilecek? Ona <Kurt yedi> dersin" buyurdu. Çoban gökyüzüne doğru işaret ederek,  Öyley­se Allah nerede? (yani O yüce Rab görmektedir. Mülkün sahibi olan Allah gördü­ğüne göre ben nasıl <Kurt yedi> derim)" dedi. Hz. İbni Ömer radıyaiiahu anhuma hay­ret ve zevkle sık sık şöyle diyordu: "Bir çoban diyor ki; <Allah nerede? Allah ne-rede?>". Ondan sonra Hz. Ibni Ömer radıyaiiahu anh şehre geri dönünce o köleyi ve koyunları efendisinden satın alıp köleyi âzâd etti. Koyunları da kendisine hibe etti.[17]

İşte bu, o devrin çobanlarının haliydi. Onlar sahra ve vadilerde bile "Allah ceiie ceiaiuhu görüyor" diye düşünüyorlardı.

13) Hz. Saîd bin Âmir rahmetutlahi aleyh, Hz. Ömer radıyatlahu anh tarafından Hıms valisi olarak tayın edilmişti. Hıms halkı onu Hz. Ömer radıyaiiahu anh'a birkaç yönden şikayet ettiler ve onun görevden alınmasını talep etmişlerdi. Hz. Ömer ra-dıyaiiahu anh'a Allahu Teâlâ ferasetten özel bir pay vermişti. Onun da insanları ta­nımakta özel bir etkisi vardı. Onu binlerce defa tecrübe etmişti. Buna hayret ede­rek, "Ben onu çok iyi zannederek tayin etmiştim" dedi ve şöyle dua etti: "Allah'ım insanlar hakkında benim ferasetimi yok etme. Zîrâ ferasetin yokluğundan dolayı bütün devlet idarelerine ehil olmayanların sızma endişesi vardır" diye dua etti. Ondan sonra Hz. Ömer radıyaüahu anh Hz. Saîd'i talep etti. Onu şikayet edenleri de çağırdı. Onlara, "Sizin ondan ne gibi şikayetiniz var?" dedi. Onlar üç şeyi şika­yet ettiler; "1-Gündüz evinden çok geç çıkıyor (mahkemeye geç ulaşıyor), 2-Gece yanına biri giderse, o vakit onun şikayetlerini dinlemiyor, 3-Her ay bir gün tatil ya­pıyor". Hz. Ömer radıyaiiahu anh her iki tarafı karşı karşıya getirdi ve "Sırayla şikayet­lerinizi söyleyin. Tâ ki her şikayet ayrı ayrı cevaplandırılsın" dedi. Onlar, "Sabah evinden geç çıkıyor" dediler, Hz. Ömer radıyaiiahu anh, Hz. Saîd rahmetuiiahî aieytiöen cevap talep etti. O, "Benim hanımım evin işlerini yalnız başına görüyor. Ben ha­mur yoğuruyorum, ekmek pişiriyorum. Ekmek hazır olunca yemek yiyip abdest alıyor ve dışarı çıkıyorum" dedi. Hz. Ömer radıyaiiahu anh, "İkinci şikayetiniz nedir?" dedi. Onlar, "Gece çalışmıyor" dediler. Hz. Ömer radıyaiiahu anh, "Senin buna cevabın nedir?" dedi. Hz. Saîd, "Benim gönlüm bunu açıklamayı istemiyordu. Ben, gece ve gündüzü ikiye taksim ettim. Gündüz yaratıkların, gece ise Yaratanın. Ben gece­min tamamını kendi Mevlâma verdim" dedi. Hz. Ömer radıyaiiahu anh, "Üçüncü şi­kayetiniz nedir?" dedi. Onlar. "Ayda bir gün tatil yapıyor" dediler. Hz. Ömer radı­yaiiahu anh, "Bunun cevabı nedir?" dedi. Hz. Saîd, "Benim yanımda hiçbir hizmetçi yoktur. Ben ayda bir gün elbisemi kendim yıkarım. Onları kurutup giyininceye ka­dar akşam oluyor" dedi. Hz. Ömer radıyaiiahu anh, "Benim ferasetim yanlış çıkma­dı" diye Allah'a şükrettikten sonra onlara, "Siz emîrinizin kadrini bilin" buyurdu. Onların hepsi gittikten sonra Hz. Ömer radıyaiiahu anh, Hz. Saîd'e kendi ihtiyaçları­na harcasın diye bin dinar gönderdi. Hz. Saîd'in hanımı, "Allah'a şükür! Bu para pek çok ihtiyaçlarımızı halletti. Artık senin bizzat ev işlerini görmeye hacet kal­mayacak. Bununla bir hizmetçi de satın alınabilir. Başka İhtiyaçlar da görülebilir" dedi. Hz. Saîd, "Burada bizden daha muhtaç ve ihtiyaç sahibi insanlar var. Bu al­tınları onlara harcamayalım mı?" diye sordu. Hanımı memnuniyetle kabu! etti. O dinarları ufak ufak keselere koyarak bir kese falan yoksula, bir kese filan yetime, bir kese falancaya diyerek büyük bir bölümünü o vakit dağıttı. Ondan biraz art­mıştı ki, onu da azar azar harcaması için hanımına teslim etti. Hanımı, "Bu artan parayla bir köle satın alalım. Ev işlerinde sana kolaylık olur" deyince, "Hayır çok yakında senden daha muhtaç olan, senin yanına gelecektir" buyurdu.[18]

14) Bir defasında Mısır'da kıtlık oldu. O sırada Abdulhamid bin Sa'd rahme-tullahi aleyh Mısır valisiydi: "Ben kendisine düşman olduğumu şeytana gösterece­ğim. (Çünkü şeytan böyle zamanlarda çok dikkatli harcamaya teşvik eder)" dedi ve Mısır'da ne kadar fakir ve yoksul varsa hepsinin yemeğini bolluk olana kadar kendi üzerine aldı. "Onların yemeğinden ben mesulüm" dedi ve nitekim öyle ol­du. Nihayet kıtlık uzaklaştı. Pazardaki fiyatlar ucuzladı. Ondan sonra o görevden azledildi. Mısır'dan ayrılacağı zaman, kıtlık zamanında İnsanlara yedirmek için kendilerinden borç aldığı tüccarlara bir milyon dirhem borcu vardı. Oradan ayrılıp gittiği için kendi çoluk çocuğunun ziynet vs.'sini isteyip o tacirlerin yanına rehin olarak koydu. Rehin olarak koyduğu şeylerin değeri 500 milyon dirhemdi. Birkaç gün, "Onların borçlarını ödeyip rehin olan ziynet eşyalarını kurtarayım" diye niyet ettiyse de o kadar para hazırlayamadı. Tacirlere şöyle yazdı: "O ziynetleri satıp kendi borçlarınızı alın! Ne kadar artarsa, onları da kendilerine o vakit yardım et­mediğim Mısır'ın ihtiyaç sahiplerine dağıtın" dedi.[19]Ziynetlerin sahibi olan hanımlarda nitekim devrin yetiştirdikleriydi. O halde ziy­net eşyalarının satılıp fakirlere taksim edilmesinde onların ne tereddütleri olabilirdi?

15) Ebû Mersed meşhur cömertlerdendir. Onun yanına bir adam geldi ve onu metheden birkaç şiir okudu. (Cömert olan kimseyi övmek ondan bir şey isteme şeklidir). O buyurdu ki: "Benim yanımda sana verecek hiçbir şeyim yoktur. Şöyle bir yol bulunabilir. Sen hâkimin yanına gidip benim hakkımda 10 bin dirhemlik dava aç. Ben hâkimin huzurunda onu ikrar ederim. (İnsanın birine vaadde bulunması da borçtur. Buna misal olarak Rasûlullah satiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur:)"Söz vermek borçtur"Kadı sana olan borcumdan dolayı beni hapsedecektir. O zaman benim ev halkım, beni hapiste durdurmayacaklar ve o kadar parayı toplayacaklardır". Adam aynen öyle yaptı. Bu zat hapse atıldı. Akşama kadar 10 bin dirhem kadı efendiye teslim edilince Ebû Mersed hapisten kurtuldu. O parada o adama verildi.[20]

16) Araplardan birtopluluk meşhur bir cömert adamın kabrini ziyarete gitti­ler. Uzun bir yolculuktu. Gece orada kaldılar. Onlardan biri, o kabrin sahibini rüya­sında gördü. O kendisine şöyle diyordu: "Sen deveni benim Buhtî deveme karşılık satıyor musun?" dedi. Buhti deve, en iyi develerden sayılıyordu. Ölen adam onu miras olarak bırakmıştı. Rüyayı gören kişi rüyasında alış veriş muamelesini bitir­di. Kabirdeki zat kalkıp onun devesini kesti. Deve sahibi uykudan uyanınca deve­den kanlar aktığını gördü. O kalktığı gibi deveyi boğazladı (çünkü artık devenin ya­şamasından ümid kesilmişti). Etini dağıttı, herkes etleri pişirip, yedi. Bu insanlar ora­dan döndüler. İlerideki bir menzile ulaşınca Buhtî deveye binmiş bir adamla karşı­laştılar. O, "Sizin aranızda falan isimli şahıs var mı?" diye araştırıyordu. Rüyayı gö­ren kişi, "O benim ismimdir" dedi. Adam, "Sen falanca kabirdeki kişiye bir şey sattın mı?" dedi. Rüyayı gören kişi ona kendi rüyasını anlattı. Buhtî deveye binen kişi, "O benim babamın kabriydi. Buda onun Buhtî devesidir. O bana rüyamda, <Eğersen benim evladımsan, benim falan Buhtî devemi falan kişiye ver> diyerek senin adını söyledi. Bu Buhtî deveyi sana teslim ediyorum" dedikten sonra o deveyi verip gitti.[21]İşte bu cömertliğin son sınırıdır Öldükten sonra bile kendi kabrine gelenlere ziyafet vermek için kendi asil devesini satıp gelenlere ikram etmiştir. Geriye şöyle bir mesele kalır ki, öldükten sonra bu gibi olaylar nasıl olmuştur? Bunda hiçbir muhal (imkansız) bir şey yoktur. Alem-i Ervahta buna benzer olaylar mümkündür.

17)  Bir Kureyşli yolculuk yapıyordu. Yolda bir hasta fakire rastladı. Onu musibetler tamamen aciz bırakmıştı. O, "Bana biraz yardım edin de gidin" dedi. O Kureyşli adam kölesine, "Harcamak için yanında ne varsa hepsini getir" dedi. Köle 4 bin dirhem miktarın hepsini o fakirin kucağına koydu. O fakir zayıflığından dolayı onları alıp yerinden kalkamadı. Bu kadar büyük bir miktar elde etmenin sevincinden dolayı gözünden yaş aktı, Kureyşli, "Belki de bu miktarı az buldu da ondan ağlıyor diye düşündü ve "Bu miktar az olduğundan mı ağlıyorsun (fakat benim yanımda şu an bundan başka bir şey yok)" dedi. Fakir, "Hayır ona ağla­mıyorum. Ben şuna ağlıyorum ki, senin kereminle kim bilir yeryüzünde ne kadar mahlukât karnını doyurmaktadır" dedi.[22]Tanımadığın bir dilencinin isteği üzerine senin kerem ve cömertliğinin hali böyle olursa, ki yolcu olduğun halde bile ne varsa hepsini verdin. O halde efendihazretlerinin kerem ve cömertliği bununla ölçülmüş oldu.

18) Abdullah bin Âmir bin Kûreyz rahmetuiiahi aleyh kendi ihtiyacından dolayı Hz. Hâlid bin Ukbe Emevî radıyaiiahu anh'm evini 90 bin dirheme satın aldı. Ev satılınca Hâlid'in ev halkının bundan haberi oldu. Onlar buna çok üzülüp acı duydular. Gece vakti İbni Âmirin kulağına bazı ağlama sesleri geldi. Ailesine, "Bu ağlama sesi nere­den geliyor" dedi. Ailesi, "Hâlid'in ev halkı, evlerinin satılmasına üzülüyorlar" dedi. O vakit İbni Âmir kölesini onlara gönderip şöyle söyletti: "Bu ev size hediyedir. Benim verdiğim parayı da geri vermeyeceksiniz. Bu ev benim tarafımdan size hediyedir.[23]

19)  Harun Reşid rahmetuiiahi aleyh bir defasında Hz. İmam Mâlik rahmetuiiahi aleyh'e 500 dinar hediye etmişti. Hz. Leys bin Sa'd rahmetuiiahi aleyh bunu öğrenin­ce Hz. İmam Mâlik rahmetuiiahi aleyh''e bin dinar hediye gönderdi. Padişah bunu du­yunca öfkelendi ve "Sen halktan biri olarak padişahı geçmeye mi çalışıyorsun (bir bakıma beni küçük düşürmek istiyorsun?)" dedi. Leys rahmetuiiahi aleyh, "Emir-ül Mü'minin durum böyle değil. Bugünlerde benim günlük gelirim 1000 di-nardır. Ben bu kadar büyük Celîl-ül Kadr bir imama bir günlük gelirimden daha az bir hediye takdim etmekten utandım" dedi. Hz. Leys rahmetuiiahi aieyh'm kendisine has âdeti şöyleydi: O Hz. İmam Mâlik rahmetuiiahi aleyh'e senelik 100 dinar hediye ederdik İmam Mâlik rahmetuiiahi aleyh'e bundan başka da hediyeler gelirdi. Ancak buna rağmen o Allah'ın fazlı ile bazen borçlu duruma düşerdi.Hz. Leys bin Sa'd rahmetuiiahi aleyh meşhur muhaddislerden ve alimlerden­dir. O vakit onun günlük geliri 1000 dinar idi. Ancak ömür boyu ona zekat farz ol­mamıştı. Çeşitli zamanlarda kazancı değişik olmuştu. Zaten genellikle öyle olur. Kazanç bazen azalır bazen de çoğalır. Ancak hiçbir zaman kendisine zekat farz olmamıştır. Çünkü zekat, malı biriktirip elinde tutana farz olur. Muhammed bin Rumh rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Hz. Leys rahmetuiiahi aieyti\w yıllık geliri 80 bin di­nardı. Ancak Allahu Teâlâ ona hiçbir zaman bir dirhem zekatı farz kılmadı". Biz­zat oğlu Şuayb diyor ki: "Babamın yıllık geliri 20-25 bin altındı. Ancak devamlı borçlu kalırdı".2 Başlangıçta geliri 20-25 bin dinar olabilir ama bazen borçlu da oluyordu. Buna rağmen herşeyi Allah yolunda harcıyordu. Bundan dolayı o malın artması kesindi. Bu sebepten bazı zamanlarda günlük geliri bin dinar olurdu. Bir kadın küçük bir kapla Hz. Leys rahmetuiiahi ahyh'\n yanına gelerek, "Benim birazcık bala ihtiyacım var. Sizde varsa veriniz" dedi. O bir kırba dolusu balı ona teslim etti. Biri, "O azıcık istemişti" dedi. Hz. Leys rahmetuiiahi aleyh, "Bu onun işiydi. O kendi hacetine göre istedi. Benim ise Allah'ın bana ihsan ettiği miktara göre vermem gerekiyordu" dedi. Bir defasında bazı insanlar onun bir bağının meyvelerini satın aldılar. Satın alanlar zarar ettiler. Bunu haber alınca bağın satış muamelesini   feshetti. Ücretini de geri iade etti. Ayrıca onlara 50 bin dinar hediye etti. Biri, "Bu para neyin karşılığı?" diye sordu. Buyurdu ki: "O insanlar benim bağımdan kâr ede­ceklerini ümid ediyorlardı. Benim gönlüm onların ümidlerini yerine getirmek istedi"

20)  Hz. A'meş Süleyman bin Mehrân rahmetullahi aleyh meşhur bir muhad-distir. Buyuruyor ki: Benim bir koyunum vardı. O hastalandı. Hz. Hayseme bin Abdurrahman rahmetuiiahi aleyh her gün sabah ve akşam iki vakit o koyunu ziyaret için yanıma gelir, koyunun halini sorar ve "Çocuklar süt alamıyorlardır. Onlar yaramazlık yapmıyorlar mı?", "Koyun bir şeyler yiyip içti mi?" gibi sorular sorardı. Giderken de benim oturduğum kilimin altına bir şeyler koyar ve "Bunu çocuklara harcarsın" derdi. Koyunun hastalığı zamanında onun ihsanından dolayı elime 300 dinardan fazla geçti. Hatta, "Şu koyun hasta kalsa daha iyi olur" diye gön­lümden geçmeye başladı.[24]

21) Abdullah Melik bin Mervan rahmetuiiahi aleyh Hz. Esma bin Harice rahme­tuiiahi aleyh'e, "Senin bazı güzel âdetlerin bana ulaştı. Sen günlük yaptığın işleri bana söyle" dedi. O, "Benim hangi âdetim güzel olabilir ki, başkalarının âdetleri çok daha güzel, onlara sorunuz" diye mazeret beyan etti. Ancak o ısrar edip Al­lah hakkı için sorunca Hz. Esma bin Hârice rahmetuiiahi aleyh şöyle dedi: "Ben de­vamlı üç şeye ihtimam gösterdim; 1-Ben (karşımda) oturan birine doğru hiç aya­ğımı uzatmadım, 2-Ben yemek pişirip, insanları çağırdığım zaman, o yemeği yiyenlerin benim üzerime ihsanlarını, benim onlara olan ihsanımdan üstün gör­düm, 3-Bir ihtiyaç sahibi benden herhangi bir şey istediği zaman ben ona verir­ken hiçbir miktarı çok görmedim (ne verdiysem onu daima az gördüm)".[25]

22)  Hz. Saîd bin Hâlid Emevi rahmetuiiahi aleyh çok zengin biriydi. Araplar arasında onun servisti dillere destandı. Onun âdeti şöyleydi: Bir ihtiyaç sahibi yanına gelince yanında ne varsa onda cimrilik etmezdi. Ancak herhangi bir zaman yanında hiç/bir şey bulunmazsa ona, "Bir yerden bir şeyler gelince (veya ben ölünce) bu belge ile tahsil edebilirsin" diye bir ikrar name yazıp verirdi.[26]

23)  Hz. Kays bin Sa'd Hazreci bir defasında hasta olmuştu. Ahbabların-dan kimse ziyaret için gelmedi. O buna çok şaşırdı. Özellikle sıhhatli zamanların­da sık sık gelip gidenlere hayret etmişti. Ev halkına, "Bu ne iştir?" diye sordu. Onlar, "Hepsi sana borçlu, böyle bir durumda insanlar borçlarını getirmeden sa­na gelmekten utanıyorlar" dedi. O, "Bu bedbaht mala yazıklar olsun! Dostların görüşmelerini bile terk ettiriyor" diyerek bir adam çağırdı ve onun vasıtasıyla şe­hirde şöyle ilan ettirdi: "Kimin Kays'a borcu varsa, Kays hepsinin borcunu atfet­miştir". Ondan sonra ziyaretçi akını o kadar çoğaldı ki, kapının eşiği bile kırıldı.

24)  Mısır'da hayır ehlinden bir adam vardı. Muhtaçlara ve fakirlere yardım ederdi. Kimin bir haceti olursa ona söyler, o da servet sahibi insanlardan isteyip ona verirdi. Bir fakir onun yanına gitti, "Benim bir oğlum dünyaya geldi. Onun ıslah ve gelişmesini düzenlemek için hiç bir şeyim yoktur" dedi. Bu zat kalktı ve insanlardan onun için bir şeyler istedi. Ancak kimseden bir şey bulamadı (çünkü bir adam sık sık isteyip durursa bulması da zor olur). Bu zat herkesten ümidini kesip, cömert bir adamın kabrine gitti. Onun kabrinin yanına oturarak bütün olan bitenleri anlattıktan sonra oradan kalkıp geldi. Dönünce kendi yanında bulunan bir dinarı çıkardı. Onu kırıp ikiye ayırdı. Bir parçasını kendi yanında bıraktı diğer parçayı da o fakire verdi. Sonra, "Ben bunu sana borç olarak veriyorum. Şimdi sen bununla işini gör. Sana bir yerden bir şeyler gelirse, bana olan borcunu ödersin" dedi. Adam onu alarak gitti ve ihtiyacını gördü. Geceleyin dinarı veren zât rüyasında o kabirdeki şahsı gördü. O şöyle diyordu: "Ben senin bütün söyle­diklerini duydum. Ancak bana cevap vermek için izin verilmedi. Sen benim ev halkımın yanına git ve onlara, <Evin falan bölümünde, ocak yapılan yerin al­tında çiniden bir küp gömülüdür. Onda 500 altın var. Onları bu fakire verin> de". Adam sabah kalkınca o eve gitti ve ev halkına bütün hadiseyi anlattı. Kendi rüya­sını da açıkladı. Onlar, o yeri eştiler ve içinde 500 altın bulunan çini küpü çıkara­rak ona teslim ettiler. O şahıs, "Rüya herhangi bir şer'i delil değildir. Sizler bu malın varisleri ve sahiplerisiniz. Ben sadece kendi rüyamdan esinlenerek bunu alamam" dedi. Ancak varisler, "O ölü iken cömertlik ettiği halde, bizim yaşayan­lar olarak cömertlik yapmamamız çok utanılacak bir şeydir" diye ısrar ettiler. Onların ısrarı üzerine altınları alıp o fakire verdi ve bütün olup bitenleri anlattı. O fakir, ondan bir dinar alarak iki parçaya ayırdı. Yarısını borcunu ödemek için o şahsa verdi. Diğer yarısını kendine alarak, "Benim ihtiyacım için bu yeterlidir. Geri kalan bütün para benim ihtiyacımdan fazladır. Ben onları alıp da ne yapa­yım. Onların hepsini fakirlere taksim ediniz" dedi.İthaf kitabının yazarı diyor ki: Bu olay dikkatlice bakılması gereken bir olaydır. Yani onlardan en cömert hangisidir? Ölü.mü, onun ev halkı mı veya o fakir mi? Bize göre bu fakir en cömert olan kişidir. Kendi şiddetli ihtiyacına rağ­men yarım dinardan fazlasını almayı uygun görmemiştir.[27]

25) Ebû İshâk İbrahim bin Hilal Mîrmünşî diyor ki: Ben bir defasında vezir Ebû Muhammed Mûhallebi'nin yanında oturuyordum. Kapıcı gelip Seyyid Şerif Murtezâ rahmetuiiahi  huzura gelmek için izin istediğini haber verdi. Vezir efendi ayağa kalktı ve izzet ve ikramla onu kendi minderine oturttu. Onunla konuştu ve o gideceği zaman ayağa kalkarak onu yolcu etti. O gittikten az bir müddet sonra kapıcı gelip onun küçük kardeşi Seyyid Şerif Razî rahmetuiiahi a/eyft'in gelmek için izin istediğini bildirdi. Vezir o esnada bir şeyler yazmakla meşguldü. O kağıdı süratle bırakarak kalktı ve kapıya kadar hayranlık içinde gitti.Onun eüni çok büyük bir saygı ve hürmetle tuttu. Onu yanında getirerek kendi minderine oturttu ve kendisi de tevazu ile onun karşısına oturdu. Büyük bir teveccühle sohbet etti. O kalkıp gideceği sırada kapıya kadar onu ulaştırmak için gitti. Sonra geri gelip yerine oturdu. O vakit vezir efendinin yanında kalabalık var­dı. Ben bir şey sormaya cesaret edemedim. Topluluk azalınca ben vezir efendi­ye, "Ben bir şey öğrenmek istiyorum. Eğer izin verirseniz arz edeyim" dedi. Vezir, "Elbette. Müsaade sizin. Galiba siz şunu soracaksınız; ben küçük kardeşe ikram ettiğim kadar büyüğüne ikram etmedim, halbuki ilim ve yaş bakımından o bun­dan ileriydi?" dedi. Ben, "Sorum buydu" dedim. Bunun üzerine vezir dedi ki: "Din­le! Biz bir nehir açmak için emir verdik. Seyyid Şerif Murtezâ'nın arazisi oraya yakındı. Bundan dolayı o nehrin masraflarından yaklaşık 16 dirhem hissesi onun üzerine düştü. O bana bunu biraz azaltmam için bir kaç defa mektup yazdı. Bu kadar küçük bir rakam için tekrar tekrar istekte bulundu. Seyyid Razî hakkında ise (şu durum oldu;) Bir defasında onun evinde bir erkek çocuk dünyaya geldiği hakkında bilgim oldu. Ben onun sevincinden dolayı ve onun ihtiyacını düşünerek bir tepsinin içinde ona altın gönderdim. O geri gönderdi. Gönderirken şöyle dedi; <Vezir efendiye (teşekkürden sonra) söyleyiniz ki, ben insanların bağışlarını kabul etmiyorum (Allah'a şükürler olsun ki, yanımda ihtiyacım kadarı var)>. Ben ikinci defa, <Bunu ebelik ve diğer hizmetleri gören kadınlar için gönderiyorum> diyerek tepsiyi tekrar gönderdim. O tekrar geri gönderdi ve <Benim evimdeki ka­dınların kimseden bir şey almaları âdetleri değildir> dedi. Ben üçüncü defa tepsi­yi gönderdim ve <Zâtıâlilerinin yanında kalan talebeler içindir> diye arz ettim. O, <Memnuniyetle> dedi ve o tepsiyi talebelerin ortasına koydu. Sonra, <Kimin ne kadar ihtiyacı varsa alsın> buyurdu. Şerif Razl'nin yanında çok talebe kalıyordu. O talebelerin kalması için bir mekan yapmıştı. Adını Darul Ulûm koymuştu. Orada talebeler kalıyorlardı. Şerif Razî onların ihtiyaçlarını görürdü. Bu tepsi konduktan sonra taleblerden hiç biri yerinden dahi kalkmadı. Yalnız bir talebe kalkıp tepsi­den bir dinar çıkardı ve onu orada kırıp, kıyısından küçük bir parça aldı. Geri ka­lan parçayı otepsininiçine attı. Şerif Razî o taiebeye, <Bu küçük parça senin han­gi işin için gerekliydi?> dedi. Talebe, <Bir gece kandilde yakmam için yanımda yağ yoktu. Hazinedar efendiyi bulamadım. Falan dükkancıdan borç olarak yağ aldım. Onun borcunu ödemem gerekiyordu> dedi. Şerif Razî bu haberi dinledikten son­ra talebe sayısına göre kendi erzak deposuna anahtar yaptırdı. Her talebeye birer anahtar verdi ve <Kimin ne zaman, ne kadar ihtiyacı olursa, alsın. Hazinedar efendiye sormaya gerek yoktur> dedi. O tepsiyi (olduğu gibi) içinde bir dinar biraz kırılmış olduğu halete geri gönderdi". Vezir efendi bu olayı anlattıktan sonra, "Söyle bakayım! Ben böyle bir şahsa neden ikram etmeyeyim" dedi.

26) Hz. İmam Şafii rahmetuiiahi aleyh ahirete intikal edeceği sırada, "Beni Muhammed bin Abdullah bin Abdulhakem yıkasın" diye vasiyet etti. O vefat edin­ce Muhammed'e haber verildi. O geldi ve "Önce onun hesap defterini bana gös­terin" buyurdu. Defter getirildi. O defterde İmam Safi rahmetuiiahi aieyh'm insanlara olan borçlan yazılıydı. Onları hesab edip topladı. Miktarın 70 bin dirhem olduğu ortaya çıktı. Muhammed, "Bu borçların hepsi benim üzerimedir" dedi ve kendi üzerine aldığına dair bir kağıt yazdı. Sonra, "Benim onu yıkamamdan maksat işte buydu" dedi ve sonra bütün borçları ödedi.

27)  Hz. imam Şafii rahmetuiiahi aleyh buyurdu ki: "Ben Hammâd bin Ebî Sü­leyman rahmetuiiahi aieyh'\ her zaman çok sevdim (o Hz. İmam Ebû Hanife rahmetuiiahi aleyhin meşhur hocasıdır). Çünkü ben onun başından geçen bir olayı öğrenmiştim. O bir gün merkebe binmiş gidiyordu. Merkebe topuk vurunca hızlı koşmaya baş­ladı. Onun ani hareketinden dolayı Hammâd'ın gömleğinin düğmesi koptu. Yolda bir terzi dükkanına gözü ilişti. Onu diktirmek için bineğinden inmek üzereydi ki, Terzi, "İnmenize gerek yok, basit bir iş, ben şimdi düğmeyi takarım" dedi. Terzi ayaküstü o düğmeyi gömleğe dikiverdi. Hammâd rahmetuiiahi aleyh ücret olarak ona bir kese verdi. O kesede 10 altın vardı. Bedelinin az olduğundan dolayı da özür diledi.

28)  Rebî bin Süleyman rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Hz. İmam Şafii rahmetuiiahi aleyh bir bineğe biniyordu. Bir adam çabucak üzengiyi tuttu (tâ ki bineğe tırman­mak kolay olsun). Hz. İmam bana, "Benim tarafımdan bu adama 4 altın ver ve az olduğundan dolayı da özür dile" buyurdu. Abdullah bin Zübeyr Hümeydi rahmatui-lahi aleyh diyor ki: "Bir defasında Hz. İmam Şafii rahmetuiiahi aleyh hacca gidiyordu, yanında 10 bin altını vardı. Mekke-i Mükerreme'nin dışına çadır kurmuştu. Sa­bah namazından sonra çadırının içine bir bez sererek altınları onun üzerine koy­du. (Mekke halkından) kendisiyle kim görüşmek için gelirse ona bir avuç altın ve­riyordu. Öğlen vaktine kadar hepsi tükendi"[28]

29)  Muhammed bin Abbâd Mühellebî diyor ki: Babam bir defasında Me-mûn er Reşid'in yanına gitti. O, kendisine hediye olarak 100 bin dirhem verdi. Oradan kalkıp gelince onların hepsini o vakit fakirlere taksim etti. Ondan sonra tekrar Memûn'un yanına gitme vakti gelince Memûn hepsini taksim ettiğinden dolayı ona hoşnutsuzluğunu belli etti. Bunun üzerine babam, "Ey Mü'minlerin Emîri! Mevcud ile cimrilik etmek, Mabûd'a karşı kötü zan beslemektir" dedi. (Ya­ni, "O bir defa verdi. Bir daha nereden verecek?" demek olur).3

30) Bir sahâbi olan Hz. Talha bin Ubeydullah el Feyyaz radıyaliahu anh meş­hur cömert insanlardandır. Bir defasında o Hz. Osman radıyaliahu anh'a 50 bin dir­hem borçlandı. Hz. Osman radıyaliahu anh mescide gidiyordu. Yolda onunla karşı­laştı. O, "Bana şimdi para ulaştı. Size borcu ödemek istiyorum" dedi. Hz. Osman radıyaiiahu anh, "Ben onu sana hediye ediyorum. Çünkü sen insanların pek çok masraflarını üzerine aldın" buyurdu.Câbir bin Kabîsa rahmetuiiahi aleyh diyor ki: "Ben uzun müddet Hz. Talha radı­yaliahu anh ile beraber kaldım. Ben, kendisinden talep edilmeden ondan daha fazla veren kimse görmedim". Hz. Hasan rahmetuitahi aleyh diyor ki: "Bir defasında o kendi arazisini 700 bin dirheme sattı. Parayı aldığı zaman akşam vakti olmuştu. Para gece onun yanında kaldı. Gece boyu şiddetli huzursuzluk içinde, <Bu mal benim yanımda (iken bir de ölüm gelmesin)> diye geceyi uykusuz geçirdi. Sabah kalkınca ilk iş olarak onu dağıttı".Onun hanımı Sa'dâ binti Avf rahmetmiahi aieyha diyor ki: Ben bir defasında onun çok sıkıntılı olduğunu görünce, "Hayırdır halin nasıl?" dedim. "Benim ya­nımda biraz mal birikti. Ondan dolayı çok bunalıyorum" dedi. Ben, "Bu önemli bir şey değil. Köleni göndererek akrabalarını çağır ve (sıla-i rahim yolunda) onları taksim et" dedim. Nitekim hemen o vakit kölesini göndererek insanları çağırdı ve onları taksim etti. Râvi diyor ki: Ben onun hizmetçisine, "O mal ne kadardı?" diye sordum. O, "400 bin dirhemdi" dedi. Hanımı bir başka olayı şöyle anlatıyor: Bir defasında eve geldi yüzünün rengi bayağı geçmişti. Üzüntüsünden dolayı yü­züne siyahlık çökmüştü. Ben, "Ne oldu. Eğer benim tarafımdan hoşlanmadığın bir durum meydana geldiyse ben af dilerim" dedim. O, "Hayır sen Müslüman için hayırlı bir hanımsın (çünkü iyi işlerde yardım ediyorsun)" dedi. Ben, "Öyleyse ne oldu?" dedim. O, "Biraz mal birikti. Bundan dolayı çok huzursuz oluyorum" dedi. Ben, "Bu önemli bir şey değil? Onu alıp dağıtıver, bun da ne var?" dedim. Bazı defalar o malı almaya gelen olmayınca, o mal kalırdı.Onun hanımı Sa'dâ bir de şöyle diyor: "Bir defasında o 100 bin dirhem da­ğıttı. Kendi hali de şöyleydi: O gün üzerine örtündüğü gömleğinin iki kenarını dikmekle geçirdiğim için camiye gitmekte gecikti (yani onun sadece bir elbisesi vardı. Onun dikilmesini bekledi. Giyip de mescide gideceği başka bir elbisesi yoktu)". Bir köylü Hz. Talha radıyaiiahu anh'\r\ yanına geldi ve kendi yakınlığını öne sürerek (sılâi rahim olaYak) bir şeyler istedi. Hz. Talha radıyatiahu anh, "Bugüne ka­dar yakınlığı vasıta yaparak benden kimse bir şey istemedi. Benim bir arazim var. Hz. Osman radıyaiiahu anh onu satın almak istiyor. O araziye 300 bin dirhem değer biçti. Sen dilersen o araziyi al. Eğer parasını almak istersen onu Hz. Os­man'a satıp parasını sana vereyim" dedi. O parasını almayı tercih etti. Hz. Talha radtyaiiahu anh, Hz. Osman radtyaiiahu anh'a araziyi satıp parasını ona verdi.[29]O zatlarda pek çok araziler vardı. Çünkü cihad için gittikleri ülkeler feth olunduğundan ganimetle birlikte çoğu zaman topraklar da o mücahitlere taksim edilirdi.

31) Bir defasında Hz. Ali kerremaiiahu vechehu oturmuş ağlıyordu. Biri kendi­sine ağlamasının sebebini sorunca, "7 günden beri hiçbir misafir gelmedi. Ben, <Acaba Allahu Teâlâ (bir şeye gazab edip) benim zelil olmamı dilemiş> olmasın diye korkuyorum" buyurdu.[30]

32) Bir defasında bir adam bir dostunun yanma gitti ve "Ben 400 dirhem borçlandım. Bu yüzden senden yardım istemeye geldim" dedi. O derhal 400 dir­hemi tartıp verdi. O gittikten sonra adam ağlamaya başladı. Hanımı, "Herhalde malının gitmesinden üzüldü ondan ağlıyor" diye düşündü ve "Mademki bu kadar üzülecektin, vermene ne gerek vardı?" dedi. Adam, "<Benim onunla arkadaşlı­ğım olmasına rağmen, onun halinden kendim neden haberdar olmadım. O ben­den isteme durumuna niçin düştü?> diye ağlıyorum" buyurdu.[31]

33) Hz, Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh bir defasında sahrada gidiyordu. Yolda bir bağa uğradı. Orada Habeşli bir köle çalışıyordu. Onun ekmeği getirildi. Onunla birlikte bağa bir köpek geldi ve kölenin yanına gelip durdu. Köle çalışma­ya devam ederken köpeğin önüne bir ekmek attt. Köpek onu yedi ve tekrar ayak­ta bekledi. Köle ikinci ve üçüncü ekmeği de attı. Toplam üç ekmeği vardı. Üçünü de köpeğe yedirdi. Hz. Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh ayakta durmuş dikkatlice bakıyordu. O üç ekmek tükenince Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh o köleye, "Sa­na her gün kaç ekmek geliyor?" dedi. Köle, "Siz gördünüz yalnız üç tane geliyor" dedi. Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh, "O halde neden üçünü de verdin" dedi. Köle, "Efendim buralarda köpekler pek durmazlar. Bu garip, uzak bir yerden bir mesafe kat ederek geldi, Onu bu şekilde geri göndermek hoşuma gitmedi" dedi. O, "Peki bugün sen ne yiyeceksin?" diye sordu. Köle, "Bir gün aç dururum. Bu çok büyük bir şey değildir" dedi. Hz. Abdullah bin Cafer radıyaiiahu anh kendi ken­dine, "Halk, <Sen çok cömertlik yapıyorsun> diye beni kınıyor. Halbuki bu köle benden daha cömert" diye düşündü. Böyle düşünerek şehre döndü. O bağı, o köleyi ve bağda ne varsa hepsini sahibinden satın aldı. Satın aldıktan sonra köleyi azad etti. Bağı da o köleye hediye etti.[32]

34) Ebûl Hasan Antâkî, Horasan şehirlerinden Rey'de ikamet etmekteydi. Bir gün otuz kişiden fazla misafiri geldi. Ekmek azdı ve hazırlık için fırsat yoktu. Gece vaktiydi. O ne kadar ekmek varsa hepsini doğradı ve sofra üzerine yaydı. Hepsini oturttu ve kandili söndürdü. Herkes yemeğe başladı. Herkesin ağız şa­pırtıları geliyordu. Biraz vakit geçince bir bakıma hepsi tamamen yeme işini biti­rince kandil yakıldı ve sofra kaldırıldı. Sofradaki o parçaların hepsi olduğu gibi du­ruyorlardı. Hepsi ağzını boşuna şapırdatmıştı (yiyormuş gibi yapmıştı). "Ekmekler diğerinin işine yarasın (o yesin), daha iyi olur" düşüncesiyle hiç kimse yememişti. 35) Hz. Şu'be meşhur hadis alimidir. Emîr'ül Mü'minin Filhadis (hadis sa­hasında mü'minlerin emiri) lakabıyla anılırdı. Büyük âbid ve zâhidlerdendi. Bir defasında yanına bir dilenci geldi. Ona vermek için bir şey bulamadı. Evinin çatı­sından bir tahta çıkarıp (satsın diye) ona verdi ve "Şu an yanımda vermek için hiçbir şeyim yok" diye mazeret bildirdi.

36) Hz. Ebû Sehl Su'lûkî rahmetuiiahi aleyh bir defasında abdest alıyordu. Bir adam geldi ve biraz ihtiyacının olduğunu söyledi. O, "Biraz bekle abdestimi biti­reyim" dedi. Abdest aldıktan sonra, "Abdest aldığım şu ağaç ibriği al, şu an hiçbir şeyim yoktur" buyurdu.[33]

37) Yermûk savaşında Sahâbe-i Kiram'dan büyük bir topluluk su olmasına rağmen su içmeden can vermişlerdi. Bunun sebebi şuydu: Onlardan birine su ulaşınca bir başkası susuzluktan "Ah!" çekmiş, o da kendi içeceği yerde suyun ona götürülmesini işaretle söylemiştir. Bu konudaki bir olay Hikayat-üs Sahabe adlı kitabımda yazılmıştır. Ancak Mağâzi Ashabı (yani savaş tarihçileri) şöyle yazmışlardır: Hz. İkrime bin Ebî Cehl radıyaiiahu anh, Süheyl Amr radıyaiiahu anh, Sehl bin Ebî Haris radıyaiiahu anh, Haris bin Hişâm radıyaiiahu anh ve Muğire kabile­sinden bir topluluk bu şekilde susuz olarak can vermişlerdir. Yani onların yanına su getiriliyor, onlar da işaretle başkasına verilmesini söylüyorlardı. Hz. İkrime ra­dıyaiiahu anVın yanına su getirildi. O Süheyl bin Amr'ın suya doğru baktığını gö­rünce, "Önce Süheyl'e içirin" dedi. Su Süheyl radıyaiiahu anh'in yanına götürülünce, o Hz. Sehl bin Haris'in suya baktığını gördü ve "Önce Sehl'e içirin" dedi. Kısaca o yüce insanlar susuz olarak can verdiler. Hz. Halid bin Velid radtyaiiahu anh onla­rın cesetlerinin yanından geçerken buyurdu ki: "Canım size feda olsun (siz bu anda bile cömertliği terk etmediniz)"[34]

38)  Abbas bin Dİhkân rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Bişr bin HârİS Hâfî rahmetui­iahi ateyh'den başka dünyaya geldiği gibi (yani eli boş, çıplak beden) yine öyle dünyadan giden kimse yoktur. Şüphesiz Bişr bin Hâfî dünyadan giderken has­taydı. Vefatı yakındı Bir dilenci geldi ve ihtiyacını açıkladı. O da üzerindeki göm­leği çıkarıp ona bağışladı. Kısa bir süre için başkasından emanet olarak bir göm­lek aldı ve o gömlek içinde vefat etti.[35]

39) Kim demiş, "Bu olaylar geçmiş büyüklere hastır" diye. Hz. Mevlânâ Şah Abdurrahim Raypûrî kuddise sirruhu'nun âdeti, bir yerden bir şeyler geldiğinde onu hemen dağıtmaktı. Ara sıra yastığın altına bir şey konulduğunu görünce, "İşte bir daha-gelmiş" derdi. Vefatından az bir zaman önce kendi elbiselerinin ta­mamını hizmetçilerine taksim etti. Kendisinin muhlis hizmetçisi (ve hususi halife­si olan) Hz. Mevlânâ Şah Abdulkadir Efendiye[36](Allah onun büyüklüğünü daim kılsın ve fazlını arttırsin) şöyle buyurdu: "Artık ömrümden ne kadar gün kaldıysa senden emanet olarak elbise alıp giyeceğim". Nitekim Mevlânâ Abdulkadir haz­retlerinin elbisesini ömrünün son zamanında kullanıyordu.

40)  Bir Allah dostu diyor ki: Biz birkaç kişi Şam diyarının (şimdi ise Türki­ye'nin) bir şehri olan Tarsus'ta toplanıp şehir dışına gidiyorduk. Yolda yürürken bir köpek bize katıldı. Biz şehirden çıkınca orada ölmüş bir hayvan yatıyordu. Biz ondan kendimizi koruyarak kısa mesafede bulunan yüksek bir yere oturduk. Bi­zimle beraber gelen köpek o leşi görünce şehre geri döndü. Az bir süre geçmişti ki yanında yaklaşık 20 tane köpek getirdi. O leşin yanına gelince kendisi ayrı bir yere oturdu. Diğer bütün köpekler onu yediler. Onlar yedikten sonra şehre doğru gittiklerinde onları çağıran bu köpek yerinden kalktı, leşin yanına geldi ve onların yiyip geride bıraktıkları kemik vs.yi yedi. Sonra şehre doğru gitti.[37]

41) Ebûl Hasan Bû Şebhî rahmetuiiahi aleyh bir Allah dostudur. Bir defasında tuvalete gitmişti. Oradan bir talebesine seslendi ve gömleğini çıkarıp, "Bunu falan fakire ver ve gel" dedi. Talebesi, "Siz defi hacetten sonrasını bekleseydiniz" de­yince buyurdu ki: "Ben o fakirin ihtiyacını düşünerek bu gömleği ona vermeye ni­yet ettim. <Defi hacetten ayrılana kadar niyetim değişebilip* diye kendi nefsime güvenemedim" buyurdu.[38]

Tuvalette konuşmak mekruhtur. Ancak sadaka verme cezbesi ve kendi nefsi­ne güvensizlik onu buna mecbur etmiştir veya henüz defi hacet için hazırlanmamıştı.

42)  Emîr'ül Mü'minin Mehdî rahmetuiiahi aleyh başkaldıracağı endişesinden dolayı Musa bin Cafer'i hapsetmişti. Bir gece teheccüd namazı kılıyordu. Na­mazda Muhammed sûresinin şu ayetine ulaştı:"Demek idareyi elinize geçirdiğinizde yeryüzünde fesad çıkarmayı ve akra­balık bağlarınızı parçalamayı arzu ediyorsunuz?" (Muhammed-22). Bu ayete ulaşınca ağlamaya başladı. Bu ayeti kerimeyi tekrar tekrar okuyor ve ağlıyordu. Selam verince Rebi'ye, "Musa'yı çağır ve getir" dedi. Rebi diyor ki: Ben onu ça­ğırdım ve getirdim. Ben geri geldiğimde yine o aynı ayeti tekrar tekrar okuyor ve ağlıyordu. Musa gelince Mehdî şöyle dedi: "Ben bu ayeti okuyordum. Akrabalık bağlarını kopardığım endişesine kapıldım. Eğer sen benim evlatlarıma isyan et­meyeceğine dair söz verirsen seni serbest bırakacağım". Musa, "Hâşâ ve kellâl Benim öyle bir haysiyetim de yok, öyle bir düşüncem de" dedi. Mehdî, Rebi'ye "Ona hemen üç bin altın vererek gecenin bu vaktinde gönder. Sonra benim gö-rüşüm değişmesin" dedi.

43) Hz. ibni Abbas radıyaiiahu anhumaöan şöyle (bir rivayet) nakledilmiştir: Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin radıyaiiahu anhuma bir defasında çok hastalanınca Hz. Ali ve Hz. Fatıma radıyaiiahu anhuma, eğer onlar iyileşirlerse şükür olarak her ikisi için de üç gün oruç tutmayı adadılar. Allah'ın lütfü ile çocukların ikisi de sıhhatine kavuştu. Onlar şükür olarak oruç tutmaya başladılar. Ancak evde ne sahur için bir şey vardı ne de iftar için. Yoksulluk içinde oruca başladılar. Sabahleyin Hz. Ali kerremai'ahu vechehu bir yahudinin yanına gitti. Adi Şem'un idi. Ona, "Eğer sen ücretle iplik yapmak için biraz yün verirsen Muhammed saiiaiiahu aleyhi veseiiem'ın kızı Fatıma bu işi yapar" dedi. Yahudi bir bohça yüne ücret olarak üç sa1 arpa kararlaştırarak yünü verdi. Hz. Fatıma radıyaiiahu anha yünün üçte birini eğirdi ve bir sa' arpayı ücret olarak aldı. Arpayı öğüttü ve ondan beş tane ekmek hazırladı, birer tane ekmek karı koca kendileri için, iki tane çocukları için ve bir tane de Fızza adındaki cariye için. Gün boyu işçilik ve emek çektikten sonra Hz. Ali ker­remaiiahu vechehu akşam namazını Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem ile birlikte kıldı. Sonra eve döndü. Yemek için sofra serildi. Hz. Ali radıyaiiahu anh ekmekten bir parça koparmıştı ki bir fakir kapıdan şöyle seslendi: "Ey Muhammed saiiaiiahu aleyhi vese//em'in ev halkı! Ben bir fakir yoksulum. Bana yemek veriniz. Allah ce//e cetatuhu size Cennet sofrasından yemek yedirsin". Hz. Ali kerremaiiahu vechehu elini yemekten çekti. Hz. Fatıma radıyaiiahu anha ile meşvere yaptı. Hz. Fatıma radı­yaiiahu anha, "Mutlaka veriniz" buyurdu. Ekmeklerin hepsini ona verdiler ve bütün ev halkı açlık içinde kaldılar. Bu hal içinde ikinci günün orucuna başladılar. İkinci gün yine Hz. Fatıma radıyaiiahu anha yünün ikinci üçte birini eğirdi ve ücret olarak bir sa' arpa aldı. Onu öğüttü ve ekmek pişirdi. Hz. Ali kerremaiiahu vechehu Rasûlul­lah saiiaiiahu aleyhi veseiiem ile birlikte akşam namazını kılıp gelince hepsi yemek için oturdu. Bir yetim kapıdan (bir şeyler) istedi. Kendi yalnızlığını ve ihtiyacını açıkladı. O yüce insanlar o günkü ekmeklerini de ona teslim ettiler. Kendileri su içerek üçüncü günün orucuna başladılar. Sabahleyin Hz. Fatıma radıyaiiahu anha yünün geri kalan bölümünü eğirdi. Geriye ücret olarak bir sa' arpa kalmıştı. Onu alarak öğüttü. Ekmek pişirdi. Akşam namazından sonra yemek için oturduk­larında bir esir gelerek seslendi ve şiddetli ihtiyaç ve perişanlığını anlattı. Onlar o günkü ekmeklerini de ona verdiler. Kendileri aç olarak kaldılar. Dördüncü gün sabah oruçlu değillerdi. Ancak yemek için hiçbir şey yoktu. Hz. Ali radıyaiiahu anh her iki oğlunu alarak Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiemln huzuruna geldi. Açlık ve güçsüzlükten dolayı yürümekte zorluk çekiyordu. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesei­iem, Hz. Ali radıyaiiahu a.nh'a, "Senin sıkıntı ve darlığını görünce ben çok üzülüyo­rum. Hadi Fatıma'nıni yanına gidelim" buyurdu. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem Hz. Fatıma radıyaiiahu anha n\r\ yanma geldi. O namaz kılıyordu. Açlığın şiddetin­den gözleri çökmüştü, karnı beline yapışıyordu. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem onu sinesine bastı ve Allahu Teâlâ'ya niyaz da bulundu. Bunun üzerinde Hz. Cebrail aleyhisselam Dehr (insan) süresindeki şu ayetleri indirdi[39]:"Onlar Allah'a olan sevgileri üzere yemeği yoksula, yetime ve esire yedirir-ler" (İnsan-8). Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem Allah'ın bu hoşnutluk fermanın­dan dolayı onları tebrik etti.[40]Bu ayet birinci bölümün ayetler kısmında 34 numarada geçmiştir. Allâme Suyûti rahmetuiiahi aleyh Dürrü Mensûr'da İbni Merdeviyye rivayetiyle Hz. İbni Ab-bas radıyaiiahu anhuma'dan kısaca şu ifadeyi nakletmiştir: "Bu ayetler Hz. Ali radıyai-lahuanhve Hz. Fatıma radıyaiiahu anha'nın şanını beyan etmek için nazil olmuştur".

44) Şaraba düşkün biri vardı. Onun yanında her zaman şarap âlemleri ya­pılırdı. Bir defasında onun yârenleri ve ahbabları toplanmıştı. Şaraplar hazırdı. O şarap içmeden önce dostlarına yedirmek maksadıyla biraz meyve satın alıp ge­tirmesi için kölesine 4 dirhem verdi. Köle çarşıya gidiyordu. Yolda Hz. Mansûr bin Ammar Basrî rahmetuiiahi aleyh'm meclisine uğradı O bir fakir için halktan bir şeyler isteyip, şöyle buyuruyordu: "Kim bu fakire 4 dirhem verirse, ben onun için dört dua yapacağım". O köle dört dirhemi de o fakire verdi. Hz. Mansûr rahmetui­iahi aleyh, "Söyle hangi duaları istiyorsun?" dedi. Köle, "Benim bir efendim var. Ondan kurtulmak yani hür olmak istiyorum" dedi. Hz. Mansûr bu duayı yaptı. Sonra, "İkinci olarak hangi duayı istiyorsun?" buyurdu. Köle, "O (verdiğim) dir­hemlerin bedeli elime geçsin" dedi. Hz. Mansûr bunun için de dua yaptı. Daha sonra, "Üçüncü dua hangisi?" dedi. Köle, "Allahu Teâlâ benim efendime (tevbe etmesi için tevfik versin ve onun) tevbesini kabul etsin" dedi. Mansûr onun için de dua etti. Son olarak, "Dördüncüsü nedir?" dedi. Köle, "Allahu Teâlâ beni, be­nim efendimi, sizi ve burada bulunan şu topluluğu bağışlasın" dedi. Hz. Mansûr buna da dua etti. Ondan sonra köle (eli boş olarak) efendisinin yanına döndü. (Şöyle düşünüyordu: "En fazla olsa olsa efendim beni döver. Başka ne olacak ki?) Efendisi onu bekliyordu, görünce, "Niye bu kadar geciktin?" dedi. Köle bütün olayı anlattı. Efendi (onların dualarının bereketiyle kızmak ve dövmek yerine), "Hangi duaları ettirdin?" dedi. Köle, "Birincisi şu: Ben kölelikten azad olayım" dedi. Efendisi, "Ben seni azad ettim. İkincisi neydi?" dedi. Köle, "O dirhemlerin bedeli elime geçsin" dedi. Efendisi, "Benim tarafımdan sana 4 bin dirhem hediye­dir. Üçüncüsü neydi?" dedi. Köle, "Allahu Teâlâ sana (şarab ve diğer günahlar­dan) tevbe etmen için tevfik versin" dedi. Efendi, "Ben (bütün günahlardan) tevbe ettim. Dördüncüsü neydi?" dedi. Köle, "Allahu Teâlâ beni, sizi, o büyük zatı ve oradaki topluluğun hepsini bağışlasın" dedi. Efendisi, "Bu benim elimde değil" dedi. Geceleyin efendi rüyasında gördü ki, biri şöyle diyor: "Sen kendi yetki ve selahiyetinde olan üç işi yaptın. Öyleyse benim selahiyetimde olan işi yapmaya­cağımı mı düşünüyorsun? Ben, seni, o köleyi, Mansûr'u ve onun yanındaki bütün topluluğu bağışladım" dedi.[41]

45)  Abdulvahhab bin Abdulhamid Sakafî rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Ben bir cenaze gördüm. Onu üç erkek ve bir kadın taşıyordu. Cenazenin yanında başka kimse yoktu. Ben de onlara katıldım. Kadının tarafındaki kısmı ben aldım. Kab­ristana götürdük. Orada onun cenaze namazını kıldık. Onu defnedince ben, "Bu kimin cenazesiydi?" dedim. Kadın, "Bu benim oğlumdur" dedi. Ben, "Senin mahallende, senin yerine tabutun dördüncü köşesini tutacak başka bir erkek yok muydu?" dedim. O, "Adam çoktu. Ancak onu zelil kabul ederek kimse beraber gelmedi" dedi. Ben, "ne vardı ki, onu zelil kabul ediyorlar" dedim. O, "Bu muhan-nesdi (yani çift cinsiyetli veya kadınlar gibi davranışları olan biriydi)" dedi. Ben o kadına acıdım ve onu yanımda götürerek biraz dirhem, elbise ve buğday verdim. Gece rüyamda yüzü ayın ondördü gibi son derece beyaz, çok şahane elbiseler giyinmiş, güzel bir şahıs gördüm, yanıma geldi ve teşekkür etti. Ben, "Sen kim­sin?" dedim. O, "İşte ben o sizin bugün defnettiğiniz muhannesim. Allahu Teâlâ sadece insanlar zelil gördüklerinden dolayı bana rahmet etti" dedi.[42]

46)  Muhammed bin Seni Buhârî rahmetuliahi aleyh diyor ki: Ben Mekke-i Mükerrem'e yolunda gidiyordum. Mağribli bir şahsın bir katıra binmiş olduğunu gördüm. Onun önünde bir adam şöyle ilan ediyordu: "(Bele bağlanan küçük bir) çanta kaybolmuştur. Kim o çantanın yerini söylerse kendimden 100 altın vere­ceğim. Çünkü o çantada emanetler vardı". Bu ilan üzerine çok yırtık ve eski elbi­se giyinmiş, topal bir adam o Mağribimin yanına geldi ve ona o çantanın özel­liklerinin nasıl olduğunu sordu. Mağribli onun özelliklerini söyledi ve "Ona pek çok insanın emanetleri konulmuştu" dedi. O ayağı sakat adam, "Burada okuma yaz­ma bilen biri var mı?" diye sordu. Ben, "Ben biliyorum" dedim. Bunun üzerine ayağı sakat adam, beni ve Mağribli'yi bir kenara çekti ve çantayı çıkarıp gösterdi. Mağribli çantanın içindekileri haber vermeye başladı ve "İki tane emanet falan kızı falanındır. 500 altın karşılığında koymuştu. Bir tane emanet falan şahsın. O da 100 altın karşılığında koymuştu" diyerek içindeki şeyleri bir bir saydı. Ben ise içindeki şeyleri okuyarak, "O budur, şu şudur..." diye söylüyordum. Mağribli çan­tanın içindeki herşeyi saydı. Onun saydığı her şey tam olarak çantadan çıktı. Hepsi doğru olarak çıkınca ayağı sakat olan adam çantayı Mağribli'ye teslim etti. O da verdiği söze uyarak kendinden 100 altın çıkarıp o topal adama verdi. Adam altınları almayı reddetti ve "Eğer o çantanın değeri benim gözümde iki parça gübre kadar olsaydı belki de siz onu bulamazdınız. Benim yanımda değeri iki parça gübre kadar etmeyen şeyden dolayı neden karşılık alayım ki!" dedi. Böyle dedikten sonra 100 altının tarafına bile bakmadan çekip, gitti".

47)  Buhâra'da çok azılı zalim bir devlet başkanı vardı. Bir gün o bineğine binmiş gidiyordu. Yolda gözü uyuz bir köpeğe ilişti. Soğuktan tirtirtitriyordu. O za­lim onu görür görmez gözleri yaşla doldu. Bir hizmetçisine, "Şu köpeği benim evi­me götür. Ben gelene kadar ona iyi bak" dedi ve kendi işi için gideceği yere gitti. Geri döndüğünde köpeği istedi. Evin bir köşesine onu bağlattı, önüne yiyecek parçaları attı ve su koydu. Bedenine yağ sürdürüp, üzerine de yumuşak bir bez parçası koydurdu. Üzerindeki soğukluğun etkisi gitsin diye onun yakınına ateş koy­durdu. Bu olayın üzerinden iki gün geçmişti ki, o zalim öldü. Onun yaptığı zulümleri ve onun durumunu iyi bilen bir Allah dostu onu rüyasında gördü ve ona, "Başından neler geçti" dedi. O, "Allahu Teâlâ beni huzuruna çıkardı ve, <Sen köpektin (yani köpekler gibi iş yapardın, insanlar gibi iş yapmazdın). Bundan dolayı Biz sana bir köpek verdik (yani o uyuz köpeğin sayesinde seni bağışladık)> buyurdu. Bir de Al­lah ceiie ceiaiuhu benim üzerimde olan hakları Kendisi ödemeyi irade buyurdu" dedi.Allahu Teâlâ'nın Zât'ı çok Kerim'dir. O bütün kerim olanların sahibi ve pa­dişahıdır. O'nun keremine kim ulaşabilir ki! Bir şahsın en basit bir şeyini beğe­nirse, o muradına ermiştir. İnsan O'nun hoşnutluğunu aramalıdır. Kimbilir kimin hangi işi Mevlâ'nın hoşuna gidecektir!

48) Ebû Ömer Dimeşkî rahmetuliahi aleyh diyor ki: Biz bir kaç kişi Hz. Ebû Abdullah bin Celâ ile birlikte Mekke-i Mükerreme'ye gidiyorduk. Günlerce yemek için bir şey bulamadan geçirdik. Sahrada bir kadınla karşılaştık. Yanında bir keçi vardı. Biz ("Onu satın alıp pişiririz" diye düşündük. Bundan dolayı) o kadına, "Bunun fiyatı nedir?" diye sorduk. Kadın, "Fiyatı 50 dirhemdir" dedi. Biz, "Bize iyilik et ve fiyatı biraz düşür" dedik. O, "Fiyatı 5 dirhem" dedi. Biz, "Alay etme de fiyatını doğru söyle. Demin 50 dirhem diyordun, şimdi ise 5 dirhem diyorsun" dedik. Ka­dın, "Vallahi ben alay etmiyorum. Siz bana, <İyilik yap> dediniz. Keşke gücüm yet­seydi de sizden hiç para almasaydım (ancak ben de mecburum. Bundan dolayı beş dirhemi de mecburen söyledim)" dedi. Hz. İbni Celâ rahmetuliahi aleyh arkadaşlarına, "Sizin hepinizin yanında ne kadar dirhem var" dedi. Herkes yanındakini söyledi. Onların toplamı 600 dirhem tuttu. Biz o dirhemlerin hepsini ona verdik. Bizim bütün yolculuğumuz Allah'ın lütfuyla o kadar rahat geçti ki, haddi hesabı yoktur.[43]Allah'ım! Seni hamdinle teşbih ederim. Sen'den başka ilâh yoktur. Sen'den mağfiret diler ve Sana tevbe ederim.

49)  Hz. İbrahim bin Edhem rahmetuliahi aleyh bir defasında bir adama, "Sen Allah'ın velisi olmak ister misin?" dedi. O, "Elbette olmak isterim" dedi. Bunun üzerine buyurdu ki: "Dünya ve ahiretin hiç bir şeyine heveslenme. Kendini sade­ce Allah'a ver. Bütün varlığınla O'na yönel. Tâ ki O da tam olarak sana yönelsin ve seni Kendine veli yapsın.[44]Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi vesetiem'm sahih hadislerinde Allahu Teâlâ'nın şöyle buyurduğu varid olmuştur: "Kim bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak giderim. Kim bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım".

50) Hz. Cüneyd Bağdadi rahmetuliahi aleyhe bir adam 500 dirhem takdim etti ve "Bunları hizmetçilerinize takdim ediniz" dedi. Hz. Cüneyd rahmstuiiahi aleyh,"Senin yanında bunlardan başka da bir şey var mı?" buyurdu. O, "Efendim benim yanımda pek çok dinar var" dedi. Cüneyd Bağdadi hazretleri, "Sen onlarda bir artış olmasını istiyor musun, istemiyor musun?" buyurdu. Adam, "Elbette istiyorum" dedi. Bunun üzerine buyurdu ki: "Öyleyse sen bizden daha muhtaçsın (çünkü biz yanımızda bulunanın artmasını istemiyoruz). O halde sen bunu al". Böyle diye­rek o dirhemleri geri verdi ve kabul etmedi,

51)  Hz. Ebû Derdâ radıyaiiahu anh bir defasında (talebelerinin arasında) otu­ruyordu. Hanımı geldi ve "Sen bunları yanına almış oturuyorsun, halbuki evde bir avuç un bile yoktur" dedi. O, "Ey gidi Allah'ın kulu! Bizim önümüzde son derece tehlikeli ve geçirilmesi zor bir geçit gelmektedir. Ondan ancak çok hafif ve yeğnik insanlar kurtulabileceklerdir" dedi. Hanımı bu sözleri duyunca razı olup memnu­niyetle geri döndü. Bir defasında şöyle buyurdu: "Dünyacılar da yiyor. Biz de yi­yoruz. Onlar da elbise giyiyor, biz de giyiyoruz. Onlar yanlarında bulunan ihtiyaç­tan fazla malı kullanmamakta sadece <İşte bu maldır> diye bakmaktadırlar. Biz de (başkasının yanında olan) mata bakıyoruz (öyleyse mala bakmakta biz ve onlar beraberiz. Biz de kullanmıyoruz onlar da kullanmıyorlar). Ancak onların mallarının hesabını vermeleri gerekecektir. Biz ise hesaptan uzağız. Çünkü bi­zim malımız yoktur". Bir defasında şöyle buyurdu: "Kardeşlerimiz bize insaflı davranmıyorlar. Bizi Allah için seviyorlar ancak dünya konusunda bizden ayrı ya­şıyorlar. Yakında öyle bir gün gelecek ki, onlar bizim gibi olmayı temenni ede­cekler ama biz onlar gibi olmayı temenni etmeyeceğiz"

52) Bir Allah dostunun yanına bir şahıs gelip, "Benim için dua ediniz. Çoluk çocuğumun çokluğu (ve gelirimin azlığı) beni zor durumda bıraktı" dedi. O zat bu­yurdu ki: "Senin ailen sana, <Yanımızda ne un var nede ekmek> dediği vakit, senin yapacağın dua Allah indinde benim şu anda yapacağım duadan daha makbuldür"Şeyh hazretleri tamamen doğru söylemiş. İnsanlar Mevlâ'sından istemenin kadrini bilmiyor. Kalplerinde de bunun önemi yoktur. O Kerim'in indinde ıstırab içinde dua etmenin çok büyük değeri vardır. Çaresiz kalmışların duası özelikle kabul olunmaktadır:"Darda kalana, Kendisine niyaz edip yalvardığı zaman, icabet eden, ondan musibeti gideren Zât (kendisine başkasının ortak koşulacağı bir Zât mıdır?)"(Neml-62)Bir hadiste şöyle geçmektedir: Bir adam Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem e, "Siz insanları kime davet ediyorsunuz?" dedi. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem, buyurdu ki: "O bir olan Allah'a ki, eğer sana bir darlık ulaşır da sen onayakarırsan,O, senin musibetini giderir. O bir olan Allah'a ki, eğer sen yolun bir yerinde bine­ğini kaybeder, sonra O'na yalvarırsan, senin bineğini sana döndürür. Eğer sen kıtlığa düşersen ve sonra O'na dua edersen, O, sana rızık indirir". Süheym rah-metuiiahi ateyh diyor ki: Biz Hz. Abdullah radıyaiiahu anh'm yanında oturuyorduk, Bir cariye geldi ve efendisine, "Siz burada oturuyorsunuz. Sizin atınıza nazar değdi. Okuyup üfleyen birini bulup getiriniz" dedi. Hz. Abdullah radıyaiiahu anh, "Herhangi bir üfürükçüye gerek yok. Onun burnunun sağ deliğine dört defa, sol deliğine üç defa şu duayı okuyup üfleyin" buyurdu."Korkulacak bir şey yok. Ey insanların Rabbi! Sen onun sıkıntısını gider ve ona şifa ver. Ancak Sen şifa verensin. Sen'den başka zararı defedecek kimse yoktur". O adam gitti ve kısa bir süre sonra geri döndü ve "Ben sizin dediğiniz gibi yaptım. At tamamen iyileşti, yemeye başladı, idrarvedefi hacetinideyaptfdedi.Şu husus çok iyi bir şekilde kalbe yerleştirmelidir. Bu husus kalpte ne kadar sağlamlaşırsa, o kadar dünya ve ahirette işe yarayacaktır: Fayda ve zarar ancak bir olan, şeriki olmayan Yüce Zât'ın elindedir. Hacetleri yalnız O'ndan istemek gerekir. Her musibette yalnız O'na yönelmelidir. Bütün dünyanın kalbi O'na tâbîdir.[45]

53) Hz. İbrahim bin Edhem rahmetuiiahi aleyh''e bir adam hediye olarak 10 bin dirhem takdim etti. O bunu kabul etmeyi açıkça reddetti ve "Sen 10 bin dirhem se­bebiyle benim adımın fukara listesinden çıkarılmasını istiyorsun? Allah'a yemin olsun ki, ben buna asla razı olamam" dedi. Onun şöyle bir sözü de vardır: "Dünya­cılar, dünyada rahat ararlar. Bu yüzden aldanırlar (yahu dünyada rahatlık nere­de?) Eğer onlar padişahlığın biz de olduğunu bilselerdi, bizimle kılıçlarıyla sava­şırlardı".Biri Hz. Abdullah İbni Mübarek rahmetuiiahi aleyh'e, "Adamlar kimlerdir?" de­di. O, "Alimlerdir" dedi. "Padişah kimdir?" deyince, "Zahidler (yani dünyaya rağbet etmeyenlerdir)" buyurdu. Adam, "Ahmaklar kimlerdir?" dedi. O, "Din vasıtasıyla dünya kazananlardır" buyurdu. Hz. Zünnûn Mısrî rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: Zahidler ahiretin padişahlarıdır. Onlar arif olan fakirlerdir". Hz. Şeyh Ebû Medyen rahmetuiiahi aleyh buyurdu ki: "Padişahlık iki türlüdür. Biri şehirlerin, ikincisi kalplerin. Hakiki padişah ise yalnız zâhid kimsedir (çünkü o kalplerin padişahıdır).İçlerinde İmam Şafii rahmetuiiahi aieyh'\n de bulunduğu bir topluluğun mezhebine göre, eğer bir şahıs, "Benim malımdan şu kadarı en akıllı insanlara verilsin" diye vasi­yet edip ölse, o mal zahidlere verilecektir. (Çünkü gerçek akıllı ancak onlardır)[46]

54) İmam-ı Kebîr, Ârif-i Şehîr, Şeyh Ebû Abdullah Haris bin Esed Muhasibi rahmetuiiahi aleyh bir defasında dünyaya meyleden alimleri zikrederek şöyle buyurdu: "Onlar diyorlar ki; <Sahâbe-i Kiram radıyaiiahu anhum semain de çok zengindi>. O ahmaklar Sahâbe-i Kiram'ı zikrediyorlar ki, insanlar onların mal toplamasını mazur kabul etsinler. Şeytan onlara hile yapmaktadır. Onlar bunun hiç farkına varmamaktadırlar. Hey gidi ahmak sana yazıklar olsun. Senin Hz. Abdurrahman bin Avf radıyaiiahu anh'm malını delil olarak ileri sürmen şeytanın bir hilesidir. Seni helak ve berbad etmek için ağzından bu sözleri çıkarttırmaktadır. Sen, <Sahâbe-i Kiram radıyatiahu anhum semain hazretleri de şeref ve ziynet için mal biriktirdi> de­yince, sen onları gıybet etmiş ve onlara çok ağır bir şeyi isnad etmiş oldun. Sen <Helal yolla mal biriktirmek, onu terk etmekten efdaldir> diye kabul ettiğin zaman Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'in şanına küstahlık etmiş olursun. Bütün pey­gamberler aieyhîmssaiatü vesseiam'm şanına küstahlık etmiş olup, onların (Neûzû billah) bir şeyden haberleri olmadığını söylemiş olursun. Çünkü onlar senin gibi mal biriktirmedirler. Ne zamanki sen, <Helal yolla mal biriktirmek onu terk etmek­ten daha üstündüo deyince şöyle bir iddiayı ortaya atmış oldun. Rasûlullah saiiai-lahu aleyhi veseiiem kendi ümmetinin hayrına çalışmadı. Çünkü o mal biriktirmeyi yasakladı. Göklerin Rabbine yemin olsun ki, sen bu iddianda Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem hakkında yalan söyledin. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem kendi üm­metinin haline son derece şefkatliydi. Onların hayrını istiyordu. Onlara çok mer­hametliydi. Onlara çok acıyordu. Hey gidi ahmak! Hz. Abdurrahman bin Avf radı-yaiiahuanh kendi üstünlük ve kemâline rağmen, takvasına rağmen, yaptığı iyilikle­re rağmen, Allah yolunda mallarını harcamasına rağmen, Rasûlullah saiiaiiahu aley­hi veseiiem'ln sahâbisi olmasına rağmen, Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm kendi­lerini daha dünyada iken Cennet'le müjdelediği (Aşere-i Mübeşşere adıyla meş­hur olan) kimselerden olmasına rağmen, kısaca bütün bu yüce sıfatlarına rağ­men sadece malı yüzünden kıyamet meydanında durup kalacak ve muhacirlerin fakirleriyle birlikte Cennet'e gidemeyecektir. O halde dünyanın meşguliyetlerine dalmış bulunan bizler hakkında senin görüşün nedir? Hayret! çok hayret o fitne­ye düşene ki, o, haram ve şüpheli malın pisliğine bulaşmıştır. İnsanların kirleri olan (sadaka malını) yer. Şehvet, ziynet ve böbürlenmeyle vakit geçirir. Sonrada kalkar Hz. Abdurrahman bin kvi mdtyaiiahu anti\x\ halini delil olarak ileri sürer". On­dan sonra Muhasibi rahmetuiiahi aleyh Sahâbe-i Kiram'ın güzel hallerini anlattıktan sonra şöyle dedi: "O yüce insanlar yoksulluğu seviyorlardı. Fakirlik korkusu diye bir düşünceleri yoktu. Rızıkları konusunda Allah ceiie cetatunu'ya tam olarak güve­niyorlardı. Takdire razı oluyorlar, musibetlerden hoşlanıyorlardı. Servetlerine şük­rediyorlar, yoklukta sabrediyorlardı. Güzel hallerde Allah ceiie ceiaiuhu'ya hamd ediyorlardı. Mütevâzi insanlardı. Başkalarını kendilerine tercih ediyorlardı. Yanla­rına fakirlik geldiği zaman ona, "Merhaba (iyi ettin de geldin)" derlerdi. Fakirliğe salihlerin şiarı diyorlardı. Sen Allah hakkı için söyle! Senin halin de böyle mi? Sen onlara benzemekten çok uzaksın. Senin halin onların haline tamamen ters düşmektedir. Sen zenginlik vaktinde azgınlaşıyorsun. Servet sahibi olduğun za­man gururlanıyorsun. Malın olduğu zaman sevincinden dolayı kendinden o kadar geçiyorsun ki, Allah'ın nimetine şükretmeyi bile unutuyorsun. Sıkıntı zamanların­da Allah'ın yardımından ümidini kesiyorsun. Musibet zamanlarında suratını ası­yorsun. Takdire hiç razı olmuyorsun. Fakirlere buğz ediyorsun. Yoksulluğa burun büküyorsun. Sen malı dünyada konforlu yaşamak için, onun parlaklık ve güzel­liğiyle gönül eğlendirmek için, onun lezzetlerinin ve şehvetlerinin zevkini çıkar­mak için biriktiriyorsun. O yüce insanlar helal olan şeylerden o kadar ayrı du­rurlardı ki, sen o derecede haram şeylerden bile ayrı durmuyorsun. Onlar basit hatalarını bile o kadar ağır görüyorlardı ki, sen haram ve büyük günahları bile o kadar ağır görmüyorsun. Keşke senin en iyi ve en helal malın bile onların şüp­heli malına eşit olsa. Keşke sen iyiliklerinin kabul olmamasından korktuğun gibi günahlarından da korksaydın. Keşke senin orucun onların iftarına denk olsaydı. (Zira onların iftar etmeleri bile Allah içindi. Bundan dolayı sevap alıyorlardı). Keş­ke senin gece kalkman, onların uyumalarına eşit olsaydı. Keşke senin Ömür boyu yaptığın iyilikler, onların bir iyiliğine eşit olsaydı. Hey gidi bedbaht! Dünyadan sadece misafir azığı kadar alman senin için uygundur. Keşke sen dünyacıların halinden ibret alsan. Zira onlar Mahşer Meydanı'nda hesap vermek için tutulmuş olacaklardır. Ve keşke sen Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem ile beraber Cennet'e girecek ilk zümrenin içinde olsan. Çünkü o zaman sen ne Mahşer Meydanı'nda tutulur ne de uzun uzadıya bir hesaba çekilirdin. Zira Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem şöyle buyurmuştur: <Benim ümmetimin fakirleri zenginlerinden 500 sene önce Cennet'e gireceklerdin»"[47]

55) Hz. Abdulvâhid bin Zeyd rahmetuiiahi aleyh (Çeştiye silsilesinin meşâyi-hinden olan bir büyük zattır) buyuruyor ki: Biz bir defasında gemiye binmiş gidi­yorduk. Havanın fırtınalı olması bizim gemimizi bir adaya ulaştırdı. Biz orada pu­ta tapan bir adam gördük. Ona, "Sen kime tapıyorsun?" dedik. O puta doğru işa­ret etti. Biz, "Senin mabudun, senin imal ettiğin bir şey. Bizim mabudumuz ise bizzat Kendisi böyle şeyler yaratıyor. Kendi elinde yaptığın şey ibadete layık de­ğildir" dedik. O, "Siz kime ibadet yapıyorsunuz?" dedi. Biz, "Arşı göklerin üzerinde olan, yeryüzünü tutan, azamet ve büyüklüğü her şeyden üstün olan Yüce Zât'a ibadet yapıyoruz" dedik. O, "Siz o Yüce Zât'ın varlığını nasıl bildiniz?" dedi. Biz, "O bize bir Rasûl (elçi) gönderdi. O çok kerim ve şerefliydi. O Rasûl bize bütün bunları anlattı" dedik. O, "O Rasûl nerede?" dedi. Biz, "O, fermanı ulaştırdı. Ken­di hakkını tamamladı. Sahibi de fermanı ulaştırdığı ve vazifesini en güzel şekilde yaptığının karşılığını vermek için onu yanına çağırdı" dedik. O, "O Rasûl size bir alâmet bıraktı mı?" dedi. Biz, "O Mâlik'in Yüce Kelamfnı bize bıraktı" dedik. O, "Bana o kitabı gösterin" dedi. Biz Kur'an-ı Kerim'i getirip onun önüne koyduk. O, "Ben okuma bilmem siz bundan bana okuyun" dedi. Biz bir sûre okuduk. O din­lerken ağladı. Sûre bitene kadar ağlaması devam etti. Sonra, "Bu Yüce Kelamın Sahibi'nin hakkı, O'na isyan edilmemesidir" dedi ve sonra Müslüman oldu. Biz ona İslam'ın erkânı ve ahkâmını söyledik ve Kur'an'dan birkaç sûreyi öğrettik. Gece olunca biz yatsı namazını kılıp uyumak üzereydik. O, "Sizin mabudunuz da gece uyuyor mu?" dedi. Biz, "O Yüce Zât Hayy ve Kayyum'dur. O ne uyur ne de uyuklar1" dedik. O, "Siz ne kadar beceriksiz kullarsınız. Mevlânız uyanık olsun siz de uyuyun" dedi. Biz onun bu sözüne çok hayret ettik. Adadan ayrılacağımız sırada, "Beni de yanınıza alıp götürün. Tâ ki ben dini meseleleri öğreneyim" de­di. Biz onu beraberimize aldık. Biz Abbâdan şehrine ulaşınca ben arkadaşlara, "Bu yeni Müslümandır. Onun geçimi için bir şeyler düşünmeliyiz" dedim. Biraz dirhem topladık. Ona vereceğimiz sırada, "Bu nedir?" dedi. Biz, "Birkaç dirhem. Bunları kendi masraflarında kullanırsın" dedik. O, "Lâ ilahe illallah] Siz bana öyle bir yol gösterdiniz ki, kendiniz o yolda yürümüyorsunuz. Ben bir adada idim. Bir puta tapıyordum. Allah'a ibadet yapmıyordum. O, beni bu haldeyken bile zayi etmedi, helak etmedi. Halbuki ben O'nu hiç bilmiyordum. Öyleyse şimdi ben O'nu tanıdığım (O'na ibadet ettiğim halde beni neden zayi etsin?)"[48] dedi. Üç gün sonra öğrendik ki, ölümü yaklaşmış, ömrünün son anlarını yaşıyordu. Yanına gittik. "Bir hacetin varsa söyle" dedik. O, "Benim bütün hacetlerimi O Yüce Zât ye­rine getirdi. O, sizleri adaya (benim hidayetim için) gönderdi" dedi. Şeyh Abdulvâhid rahmetuiiabi aleyh buyurdu ki; Bana birden uyku galip geldi. Ben hemen orada uyu­dum. Rüyamda yemyeşil bir bağ gördüm. Orada son derece nefis bir kubbe yapıl­mıştı. Onun içinde bir taht kurulmuştu. O taht üzerinde son derece güzel bir kız oturuyordu. Onun gibi güzel bir kadım hiç kimse görmemiştir. Şöyle diyordu: "Allah aşkına onu çabuk gönderin. Onun arzusundan benim sabırsızlığım haddini aştı". Ben gözümü açınca o yeni Müslümanın ruhu uçup gitmişti. Biz onu hazırlayıp kefenledik ve defnettik. Gece olunca ben rüyamda aynı bağı, kubbeyi ve vefat eden adamın yanında taht üzerinde o kızı gördüm. O adam şu ayeti okuyordu:[49]

"Melekler her kapıdan onların yanlarına girecekler / ve <Sabretmenizin (din üzerinde sebat etmenizin) karşılığı olarak size selam olsun. (Bu her türlü afetten selamette olma müjdesidir). Dünya yurdunun sonu (Cennet) ne gü­zeldik diyeceklerdir".                                                                                             (Ra'd-23,24)

Allahu Teâlâ'nın ihsan ve ikramının hayret verici işlerindendir ki, adam ömrü boyunca puta taptı ama ölümü yaklaştığı sırada Allahu Teâlâ gemilerinin hakimiyetini kaybetmeleri sebebiyle insanları mecburi olarak onun yanına gön­derdi ve onu ahiret nimetlerine erdirdi.Allah'ım (Sen mülkün sahibisin) Senin vermek istediğini engelleyecek yoktur. Senin engellediğini de verecek yokturHz. Mâlik bin Dinar rahmetuiiahi aleyh bir defasında Basra sokaklarında -yürüyordu. Yolda bir cariye padişahların cariyeleri gibi şân-ı şevketle hizmetçi Ieriyle eraber gidiyordu. Hz. Mâlik onu görünce seslenerek, "Ey cariye senin sahibin seni satıyor mu?" dedi. Cariye bu sözü duyunca (hayran oldu) ve "Bir daha söy­le" dedi. O bir daha söyledi. Cariye, "Eğer o satarsa senin gibi bir fakir satın ala­bilir mi?" dedi. Hz. Mâlik bin Dinar rahmetuiiahi aleyh, "Evet senden daha iyisini de satın alabilirim" dedi. Cariye bunu duyunca güldü ve hizmetçilerine, "Şu fakiri yakalayıp bizimle beraber götürün (biraz eğlenmiş oluruz)" dedi. Hizmetçiler onu yakalayıp beraberlerinde götürdüler. Cariye evine dönünce bu olayı efendisine anlattı. Bunu duyunca o da güldü ve onun karşısına getirilmesini emretti. Hz. Mâlik bin Dinar rahmetuiiahi aleyh karşısına getirilince cariyenin efendisinin kalbi üzerine heybet çöktü. "Siz ne istiyorsunuz?" dedi. O, "Sen cariyeni bana sat" de­di. Adam, "Sen onun değerini verebilir misin?" dedi. Hz. Mâlik rahmetuiiahi aleyh, "Benim yanımda onun değeri hurma içinden çıkarılmış iki çekirdektir" buyurdu. Bunu duyunca hepsi güldüler. Adam, "Siz bu değeri neye göre biçtiniz?" dedi. O, "Bunda çok kusur var" dedi. Adam, "Ondaki kusurlar nelerdir?" dedi. O, "Eğer güzel koku sürmezse bedeninden kötü koku gelmeye başlar. Eğer dişlerini te­mizlemezse, ağzından kötü koku gelir. Eğer saçlarını taramazsa, karma karışık olur ve bitlenir (başından koku gelmeye başlar). Biraz yaşı ilerleyince ihtiyar olur (yüz sürmeye bile layık olmaz). Ondan hayız gelir. O, def-i hacete çıkar. Ondan her çeşit pislikler (tükürük, yellenme, salya, sümük vs.) çıkmaktadır. Başına gam, keder ve musibetler gelmektedir. O kadar menfaatçidir ki, yalnız kendi menfaati için sana sevgi gösterir. Yalnız kendi rahat ve keyfi için sana yakınlık besler (bugün sana bir felaket ulaşsa, bütün sevgiler biter). Son derece vefasız­dır. Hiçbir söz ve kararını yerine getirmez. Onun bütün sevgisi yalandır. Yarın senden sonra bir başkasının yanına oturduğunda onu da aynı şekilde sevdiğini iddia edecektir. Benim yanımda bundan bin kat daha üstün cariye vardır ki, bun­dan son derece ucuzdur. O Kâfur maddesinden, Misk ve zaferan karışımından yaratılmıştır. O inci ve nurla sarılmıştır. Eğer onun tükürüğü acı bir suya konulsa, o su tatlanır. Eğer bir ölüyle konuşsa, o dirilir. Eğer onun bileği güneşin karşısına konsa güneşin nuru gidip kararır. Eğer o karanlıkta gelse, evin hepsi aydınlanır. Eğer o dünyaya kendi süs ve ziynetiyle gelse, bütün dünya güzel kokuya boğu­lup aydınlanır. O cariye misk ve zaferan bahçelerinde büyümüştür. Yakut ve mercan dalları altında oynamıştır. Her türlü nimetlerin bulunduğu çadırlar ara­sında onların sarayları vardır. (Cennet nehirlerinden bir nehir olan) Tesnim'den su içerler. Asla sözlerinden dönmezler. Sevgilerini değiştirmezler (vefasız değil­lerdir). Şimdi sen söyle. Para harcama açısından hangi cariye daha uygundur?" Hepsi, "Senin haber verdiğin cariye" dediler. Bunun üzerine Hz. Mâlik bin Dinar rahmetuiiahi aleyh buyurdu ki: "O cariyenin parası her zaman, her devirde ve herke­sin yanında bulunmaktadır. Halk, "Onun değeri nedir?" dediler. O, "Bu kadar bü­yük, önemli ve sânı yüce olan bir şeyi satın almak için çok basit bir kıymet ödemek gerekiyor. O da gecenin az bir vaktini ayırıp yalnız Allah ceiie ceiaiuhu için en azın­dan iki rekat teheccüd namazı kılmalı. Siz yemeğe oturduğunuz zaman bir fakiri de hatırlayın (onu yedirin). Allahu Teâlâ'nın rızasını kendi arzularınıza galip kılın. Yolda eziyet veren (diken tuğla vs. gibi) bir şey gördüğünüzde onuuzaklaşt rın.Dünya hayatını basit masraflarla geçirin. Fikir ve derdinizi, bu aldatıcı (dünya) yur­dundan ayırıp, ebedi kalacağınız yurda yöneltin. Bu şeylere ihtimam göstermek­le, dünyada izzet içinde bir hayat geçirirsiniz. Ahirete ise endişesiz, saygı ve ik­rama ulaşırsınız. Nimetler yurdu olan Cennet'te Allah ceiie ceiaiuhu'mn yakınında ebedi olarak kalırsınız". Cariyenin efendisi, cariyeye hitaben, "Sen şeyhin sözünü dinledin mi? Bunlar doğru mu, değil mi?" dedi. Cariye, "Tamamen doğru, şeyh efendi çok büyük bir nasihat ve hayrımızı isteyen ve iyilikle ilgili sözler söyledi" dedi. Efendisi, "Peki sen artık hürsün şu kadar eşya da sana hediyedir" dedi. Kö­lelerine, "Siz hepiniz de hürsünüz. Malımdan şu kadarı size hediyedir. Benim bu evim ve içindeki malın hepsi Allah yolunda sadakadır" dedi. Evin kapısının üze­rinde duran kalın kumaştan yapılmış perdeyi indirerek bedenine sardı. Kendi kaliteli ve lüks elbiselerini çıkarıp sadaka olarak verdi. Cariye, "Efendim senden sonra artık, benim için bu hayatının bir tadı yoktur" dedi. O da bir kalın elbiseye bürünüp bütün süs ve ziynet elbiselerini ve bütün mal ve eşyasını sadaka olarak vererek efendisiyle beraber kaldı. Mâlik bin Dinar rahmetuiiahialeyh onlara dua ede­rek veda etti. Onların ikisi bütün bu zevki sefayı boşayıp Allah'a ibadetle meşgul oldular. Bu hal üzere ahirete intikal ettiler.[50] llah bizi ve onları bağışlasın

57) Cafer bin Süleyman rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Ben bir defasında Mâlik bin Dinar'la birlikte Basra'da yürüyordum. Muhteşem bir köşkün yanından geçtik İnşaatı devam ediyordu. Bir genç oturmuş inşaatçılara, "Buraya şu yapılacak, şuraya şu yapılacak" diye yol gösteriyordu. Mâlik bin Dinar rahmetuiiahi aleyh o gen­ce bakarak, "Bu şahıs ne güzel bir genç. Ama hangi şeylere batmış. Kendini bu inşaat işine nasılda daldırmış. Benim içimden geliyor ki ben bu genç için Allah'a dua edeyim de onu bu meşguliyet batağından kurtarıp kendi muhlis kullarından etsin. Eğer bu Cennet gençlerinden olursa ne güzel olur. Cafer yürü! Bu gencin yanına gidelim" dedi. Cafer rahmetuiiahi a/eyh diyor ki: Biz ikimiz o gencin yanına gittik. Ona selam verdik. O selamımızı aldı (O Mâlik rahmetuliahi aleyh'] tanıyordu). Ancak o anda onu tanıyamadı. Biraz sonra onu tanıyınca ayağa kalktı ve "Nasıl teşrif ettiniz?" dedi. Mâlik rahmetuiiahi aleyh, "Sen bu evine ne kadar para harcamaya niyet ettin?" dedi. O, "100 bin dirhem" dedi. Mâlik rahmetuiiahi aleyh, "Eğersen 100 bin dirhemi bana verirsen, ben senin için Cennet'te bir ev verileceğini üzerime alıyorum. O ev bundan kat kat üstündür. Orada hizmetçiler bol olacaktır. Onda kırmızı yakuttan çadır ve kubbe olacaktır. Üzerinde inci dizilmiş ve toprağı za-feran olacaktır. Onun harcı miskten yapılmıştır. Ondan güzel kokular yayılır. O ev ne eskir ne de yıkılır. Onu mimar yapmayacaktır. Aksine Allahu Teâlâ onu Kün emriyle hazır edecektir" buyurdu. O genç, "Bana düşünmek için bu gece mühlet veriniz. Yarın siz gelince bu konuyla ilgili görüşümü size arz edeceğim" . Mâlik rahmetuiiahi aleyh geri döndü. O genç gece boyu fikredip düşündü.Gecenin sonuna doğru bu hususta çok acizlik içinde dua etti. Sabah olunca biz ikimiz onun evine gittik. O genç kapının dışında oturmuş bekliyordu. Hz. Mâlik rahmetuiiahi aieyh'\ görünce çok sevindi. Hz. Mâlik rahmetuiiahi aleyh, "Dünkü mesele hakkında görüşün ne oldu?" dedi. Genç, "Siz dün vaad etmiş olduğunuz şeyi ye­rine getirebilecek misiniz?" dedi. Hz. Mâlik, "Elbette" dedi. O dirhemlerin bulun­duğu torbayı getirip önüne koydu. Mürekkep ve kalem de getirdi. Hz. Mâlik rahme­tuiiahi aleyh bîr kağıdın başına Bismillahirrahmanirrahim'Ğen sonra şöyle yazdı: "Bu bir ikrarnâmedir. Mâlik bin Dinar falan şahsa kefil olmuştur ki; onun köşküne karşılık Allah ceiie ceiaiuhu indinde ona sıfatı yukarıda (yazılıp) beyan edilen şöyle şöyle bir köşk verilecektir. Hatta bundan daha fazla güzel ve üstün olacaktır. Gü­zel gölgeliklerde ve Allah ceiie ceiaiuhu r\a yakın olacaktır". Kağıda bunları yazdık­tan sonra kağıdı o gence teslim etti. Ondan 100 bin dirhem alıp geldi. Cafer rah­metuiiahi aleyh diyor ki: Akşam vakti Hz, Mâlik rahmetuiiahi aleyh'in yanında o dirhem­lerden bir öğün yemek yiyecek kadar bile bir şey kalmadı. Bu olayın üzerinden 40 gün bile geçmemişti ki, bir gün Hz. Mâlik rahmetuiiahi aleyh sabah namazını bitirince mescidin mihrabında bir kağıt parçası gördü. Bu parça Mâlik rahmetuiiahi aieyh'm yazıp o gence verdiği kağıdın kendisiydi. Kağıdın arka yüzünde mürek­kepsiz olarak şöyle yazılmıştı: "Bu Allah ceiie ceiaiuhu tarafından Mâlik bin Dinar'ın kefaletinin beraatıdır. Sen o genç için hangi eve kefil olduysan Biz onu tam olarak teslim ettik. Ondan yetmiş kat fazlasını verdik". Hz. Mâlik rahmetuiiahi aleyh o parçayı okuyunca hayret etti. Ondan sonra biz o gencin evine gittik. O gencin evinin üzerinde (matem tutmak için asılmış) siyah bir alâmet vardı. Ağlama ses­leri geliyordu. Bizim sormamız üzerine o gencin dün ahirete intikal ettiğini öğren­dik. Biz, "Onu kim yıkadı?" deyince, onu yıkayan kişi çağrıldı. Biz yıkama ve kefenleme işlerinin nasıl yapıldığını sorunca yıkayıcı kişi, "O genç ölmeden önce bana bir kağıt parçası verdi ve <Beni yıkayıp kefen giydirdiğin zaman bu parçayı kefenime koyuver> dedi. Ben onu yıkadım kefenledim ve o parçayı onun kefeni ile bedeninin ara-sına koydum" dedi. Hz. Mâlik rahmetuiiahi aleyh yanındaki kağıt parçasını çıkarıp ona gösterince yıkayıcı, "Bu o kağıt parçası. O gence ölüm veren Allah'a yemin olsun ki, ben bu parçayı bizzat kendim onun kefenin içine koydum" dedi. Bu manzarayı görünce bir başka genç kalktı ve "Ey Mâlik! Siz benden 200 bin dirhem alınız bana da bir kağıt parçası yazınız" dedi. Hz. Mâlik rahmetuliahi aleyh buyurdu ki: "Bu konu çok uzaklarda kaldı. Artık olamaz. Allah ceiie ceiaiuhu ne dilerse onu yapar". Ondan sonra Mâlik rahmetuliahi aleyh ne zaman o gençten bahsetse ağlamaya başlar ve onun için dua ederdi.[51]Allah dostlarının başlarından bu gibi olaylar sık sık geçmektedir. Coşku ve cezbe halinde ağızlarından bir söz çıkmakta, Allahu Teâlâ da o sözü aynı şekilde yerine getirmektedir. Bu durum Rasû\u\\ah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm hadisinde şu ifa­delerle nakletmiştir: "Nice dağınık saçlı, toza toprağa bulaşmış insanlar vardır ki, halk nları kapılarından kovmaktadırlar. Onlara ilgi göstermemektedirler. Eğer onlar bir şey hakkında Allah 'a yemin etseler Allah onların sözünü tamamen yerine getirir"[52]

58) Muhammed bin Semmâk rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: Emevilerden Musa bin Muhammed bin Süleyman el Hâşimi çok nazlı büyütülmüş bir zengindi. Her zaman gönlünden geçen arzularını tatmin etmekle meşguldü. Yemekte, iç­mekte, giyinmekte, oyun ve eğlencede, arzu ve lezzetlerin her çeşidinde en yük­sek derecede idi. Her an çocuklar ve kızlarla oyalanırdı. Onun ne bir derdi vardı ne de bir endişesi. Kendisi de son derece güzel, ay parçası gibiydi. Allah celie ce-/a/o/ju'nun her türlü dünya nimeti ona tam olarak verilmişti. Onun yıllık geliri 303 bin dinardı. Onların hepsi bu oyun ve eğlenceye harcanıyordu. Evinin üs katında yüksekçe bir odası vardı. Onun bir çok penceresi caddeye bakıyordu. Onların önüne oturur yoldan geçenleri seyrederdi. Birkaç cam da diğer tarafa (bağa doğr ru) açılıyordu. O tarafa oturur, o bağdan gelen havayı tenefüs eder, güzel koku­lar koklardı. O odanın içinde fildişinden yapılmış bir kubbe vardı. Gümüş çivilerle tutturulmuştu. Üzerinde altın işlemeli tül vardı. Onun içinde de bir taht vardı. Hâ-şimînin başında inciler takılı bir sarık vardı. O kubbenin altında yarenler ve ah-bablar toplanırlardı. Hizmetçiler arkasında saygıyla ayakta beklerlerdi. Karşı ta­rafta kubbenin dışında oynayan ve şarkı söyleyen kadınlar toplanırdı. Gönlü şar­kı dinlemek isteyince tambura doğru bir bakar hepsi hazır olurdu. Sona erdirmek istediğinde tambura doğru işaret eder, şarkı sona ererdi. Gece uyku gelinceye kadar bununla meşgul olurdu (şarab sarhoşluğundan dolayı) aklı gittiğinde mec­lis yârenleri kalkıp giderlerdi. O hangi kızı isterse yakalar ve gece boyu onunla baş başa kalırdı. Sabahleyin satranç, dama vs. ile meşgul olurdu. Onun önüne hiçbir üzüntü, keder sözü, kimsenin ölümü ve kimsenin hastalığı hakkında bir konuşma gelmezdi. Onun meclisinde her an gülme ve mizah, güldürücü fıkralar ve bunlara benzer konuşmalar vardı. Her gün o devirde bulunan yeni yeni, güzel kokular onun meclisine getirilirdi. Çok güzel gül destelen hazırlanırdı. Bu hâl üzere o 27 sene geçirdi. Bir gece o âdeti üzere kendi kubbesindeydi. Ansızın onun kulağına güzel ve çekici bir ses geldi. O şarkı söyleyenlerin sesinden tama­men ayrıydı. Ancak çok gönül alıcıydı. O ses kulağına gelir gelmez onu sanki biraz huzursuz etti. Şarkıcılarını susturdu. Kubbenin penceresinden başını dışarı çıkarıp o sesi dinlemeye başladı. O ses bazen kulağına geliyor bazen duruyor­du. Hizmetçilerine, "Bu ses kimden geliyorsa onu yakalayıp bana getirin" diye emir verdi. Şarap âlemi devam ediyordu. Hizmetçiler hızla o sesin geldiği tarafa koştular. O sesi araya araya bir mescide vardırlar. Orada bir genç duruyordu. O genç son derece zayıf, rengi sararmış, boynu cılızlaşmış, dudakları kurumuş, saç­ları dağılmış, karnı bedenine yapışmış bir haldeydi. Üzerinde de bedenini örtecek öyle küçük iki bez parçası vardı ki, ondan daha azıyla bedeni örtmek mümkün de­ğildi. Mescidde ayakta duruyor, kendi Rabbi ile meşgul bir halde (namaz kılıyor ve namazda) Kur'an okuyordu. Bu insanlar onu yakalayıp götürdüler. Ona ne bir ey dediler ne de haber verdiler. Bir anda onu mescidden çıkarıp oraya (üst kat­taki odaya) götürüp onun önüne koydular ve "Efendimiz! İşte o hazırdır" dediler. Efendileri şarabın sarhoşluğu ile "Bu kimdir?" dedi. Onlar, "Efendim! Bu sizin se­sini işittiğiniz kişidir" dediler. O, "Siz onu nereden getirdiniz?" dedi. Onlar, "Efen­dim! O mesciddeydi. Ayakta Kur'an okuyordu" dediler. O zengin, fakire, "Sen ne okuyordun?" diye sordu. Fakir Eûzü Besmele ile başlayıp şu ayetleri okudu:"Şüphesiz iyiler (Cennet'te) büyük nimet içindedirler. / Koltuklar üzerinde (Cennet'in güzelliklerini) seyrederler. / Yüzlerinde nimet içerisinde olmanın sevinç ve parıltısını görürsün. / Onlara, kâseleri mühürlenmiş halis bir içecek sunulur. / Onun mührü misktendir. Bu uğurda (kim daha fazla alacak diye) yarışanlar yarışsın. (Bu nimetler amellerle kazanılır. O halde bu nimetlerin kendileriyle kazanıldığı amellerde yarışılmalidır). / Bu içeceğin katkısı Tesnim'-dendir. / (Tesnim Cennet'te) öyle bir pınardır ki, ondan mukarrebler (Allah'a yaklaştırılanlar) içerler (yani o pınarın suyu mukarreb insanlara özel olarak verilir. İyi insanların içeceğine de ondan bir miktar katılır".                             utaffifin-22-28)

Ondan sonra o fakir, "Hey gidi aldanmış kişi! Senin bu köşkünün, senin bu yüksek odanın, senin bu döşemelerinin onlarla alâkası var mıdır?" diyerek Kur"an-ı Kerim'den ayetler okumaya başladı.

• Onlar yüksek döşekler üzerindedir. (Onların üzerine kabartılmış örtüler seril­miştir).                                                                                                 

(Vâkıa-34)

• Onların örtüleri parlak atlastandır.                                                                        Rahman 5    

• Cennetlikler orada yeşil yastıklara ve işlenmiş son derece güzel yaygılara yaslanırlar.                                                                                       

(Rahman-76)

• (Allah'ın dostu koltuklar üzerinde oturup bakacak ki,) iki Cennet arasında akıp giden iki pınar vardır.                                                                       (Rahman-50)

. Bu iki Cennet'te her türlü meyveden çifter çifter vardır. (Bir çeşit meyvenin iki tadı olacaktır).                                                                                 

(Rahman-52)

• O meyveler bitip tükenmeyecek / ve yasaklanmayacaktır. (Dünyada bahçe sa­hipleri meyveyi koparmaktan men etmektedirler)                                                                                                                       (Vâkıa-32,33)

• Onlar beğendikleri bir hayat içinde / yüksek Cennet'tedirler.                                   (Hakka 21,22)

. Onlar yüce Cennet'te olacaklardır. / Orada boş bir söz işitmezsin. / Orada akan ir kaynak vardır. / Orada yüksek tahtlar, /önlerine konulmuş kaseler, /sıra sıra dizilmiş yastıklar, / her tarafa döşenmiş halılar vardır. (Nereye isterlerse otu­rabilirler).                                                                                                         Ğaşiye-10-16)

• Onlar gölgelerde ve pınar başlarındadır                                                                            (Mürselat-41)                             

• Cennetin yemişleri devamlıdır (hiç tükenmez). Onun gölgesi de daimidir. İşte Allah'tan korkanların akibeti budur. Kafirlerin akibeti ise ateştir                                                                                               .           (Ra'd-35)

 (Kimbilir o ateş ne kadar şiddetli olacaktır. Allahu Teâlâ korusun.)

• Suçlular ise şüphesiz Cehennem azabında ebediyen kalacaklardır. / Hiçbir za­man onların azabı hafifletilmeyecektir. Onlar orada ümitsiz kalacaklardır                                                             .(Zuhruf-74,75)

• Muhakkak suçlular o gün sapıklık ve (ahmaklıktan kaynaklanan) delilik içinde­dirler. (Onların ahmaklığı o gün belli olacaktır). / O gün onlar Cehennem'in ate­şine yüzüstü sürüklenirler ve onlara, <Tadın Cehennem ateşinin dokunuşunun (ondan yanmanın) tadını!> denir.                                                                   (Kamer-47,48)

• Onlar alevli bir ateş ve kaynayan bir su içindedirler. / Kapkara bir dumanın göl­gesi altındadırlar.                                                                            

(Vâkıa-42,43)

• O gün suçlu kişi, oğullarını, /karısını, kardeşini,/kendisini barındıran sülalesini/ ve yeryüzündeki her şeyi fidye olarak verip sonra ondan kurtulmayı temenni e-der. / Fakat bu asla olamaz. Şüphesiz o ateş / derileri kavurup soyan alevli bir ateştir, / O (dünyada Hak'ka) sırtını dönüp (Allah'a itaatten) yüz çevireni / ve (haksız yere) servet toplayıp yığanı kendisine çağırır.                                                                                                       (Meâric-11-18)

• Onların üzerine bir gazap ve onlar için (ahirette) çetin bir azap vardır.)                                              (Şûra-16

• Onlar ateşten çıkmak isterler, fakat onlar ondan çıkacak değillerdir. Onlar için devamlı bir azap vardır.                                                                      

(Maide-37)

Fakir bu ayetleri okuduktan sonra şöyle dedi: "Bu kimse çok meşakkat için­de kalacak, son derece çetin azab içinde Allah'ın gazabına uğramış olacaktır. Onlar o azabtan asla çıkacak değillerdir". (Bu konuşmasında o fakir Cennet ve Cehennemle ilgili pek çok ayete işaret etmiştir. Onların sûre ve ayetlerinin kay­naklarını yazdık. Ayetlerin tamamına Kur'an-ı Kerim meallerinden bakılabilir. O Hâşimî zengin, fakirin konuşmasını dinleyince yerinden kalktı ve o fakire sarıla­rak hüngür hüngür ağladı. Bütün meclis ehline, "Hepiniz gidin" dedi. Fakiri yanı­na alarak avluya gitti ve bir çulun üzerine oturdu. Kendi gençliği üzerine nevhâ etmeye ve kendi haline ağlamaya başladı. Fakirde ona nasihat ediyordu. Niha­yet sabah oldu. O önce fakirin önünde kendi günahlarına tevbe etti. İlerde asla hiçbir günah işlemeyeceğine dair Allah'a söz verdi. Sonra gündüz ikinci defa bü­tün topluluğun önünde tevbe etti. Mescidin bir köşesini tutarak Allah'a ibadetle meşgul oldu. Kendi bütün mal ve eşyasını satarak sadaka etti. Bütün hizmetçile­rinin görevine son verdi. Zulüm ve haksızlıkla aldığı bütün şeyleri hak sahiplerine iade etti. Köle ve cariyelerinin çoğunu azad etti, çoğunu da satıp, onların değeri­ni sadaka olarak verdi. Kalın elbise ve arpa ekmeğini tercih etti. Gece boyu na­maz kılıyor, gündüz oruç tutuyordu. Hatta büyük ve salih insanlar onun yanına ziyarete gelmeye başladılar. O kadar mücahede yapmaya başladı ki, halk kendi­sine merhamet etmesini ve meşakkatini azaltmasını rica ettiler. "Allahu Teâlâ çok Kerim'dir. O, az bir çalışmaya da çok fazla mükafat verir" diye anlattılar.Ancak o, "Dostlarım! kendi halimi ancak ben bilirim. Ben gece gündüz Mevlâma isyan ettim. Çok ağır günahlar işledim" diyerek ağlamaya başlar ve hüngür hün­gür ağlardı. Bu hal içinde çıplak ayakla yürüyerek Hacc etmiştir. Vücudunda kalın bir elbise, yanında ise sadece bir tas ve bir torbası vardı. Bu hal içinde Mekke-i Mükerreme'ye ulaştı. Hac'dan sonra orada ikamet etti ve orada vefat etti.

Allah ona bol bol rahmet etsinMekke'de ikamet ettiği sürece geceleri Hatime giderek iyice ağlar ve yalva­rırdı. O şöyle derdi: "Ey Mevlâm! Nice yalnız zamanlarım geçti. Ben Seni haya­limden dahi geçinmedim. Ben nice büyük büyük günahlarla Sana karşı geldim. Ey Mevlâm! Benim bütün iyiliklerimin hepsi gitti (hiçbir şey kazanamadım). Gü­nahım yanımda kaldı. Seninle buluştuğum gün (ölümden sonra) benim için fela­ket üzerine felakettir (yani benim amel defterim açıldığı zaman çok büyük bir fe­lakettir). Ah! O amel defteri benim rezillik ve kepazeliklerimle dolu olacak, benim günahlarımla dolu olacak. Üstelik Senin gazabından dolayı benim üzerime zaten felaket inmiştir. Senin bana devamlı yaptığın ihsanların karşısında beni azarla­man, benim helak olmam demektir. Bir de devamlı günahlarımla nankörlük etti­ğim nimetlerinden dolayı beni azarlaman benim için felakettir. Sen ise benim bü­tün bu hareketlerimi görüyordun. Ey Mevlâm! Benim Sen'den başka koşup gide­ceğim hangi sığınağım vardır? Sen'den başka iltica edeceğim kim vardır? Benim kendisine bir türlü güveneceğim, Sen'den başka kim vardır? Ey Mevlâm! Ben Sen'den Cennet istemeye layık değilim. Şüphesiz Senin keremin, bahşişin ve lütfundan şunu temenni ediyorum ki, Sen bana rahmet et ve beni affeyle".Şüphesiz Sen takva ve mağfiret ehlisin

59) Harun Reşid rahmetuiiahi aieyh'm bir oğlu vardı. Yaklaşık 16 yaşındaydı. O sık sık zahidlerin ve büyük zatların meclisinde kalırdı. Çoğu zaman kabristana giderdi. Oraya gidince, "Sizler bizden önce dünyadaydınız. Dünyanın sahibiydi­niz. Ancak o dünya sizi kurtaramadı. Nihayet siz kabre ulaştınız. Keşke ben sizin başınıza ne geldiğini ve size ne gibi sualler sorulup sizin ne cevab verdiğinizi bir türlü bilseydim". O çoğu zaman şu şiiri okudu:

Cenazeler beni hergün korkutup endişelendiriyor. Kadınların ağlaması beni kederlendiriyor.O bir gün, padişah olan babasının meclisine geldi. Bütün vezirler ve âmirler onun yanına toplanmıştı. Çocuğun bedeninde basit bir elbise başında da bir bez sanlıydı. Devlet erkanı aralarında, "Bu deli çocuğun hareketleri Emîr-ül Mü'mini diğer padişahların gözünde zelil etti. Eğer Emîr-ül Mü'minin onu uyarırsa belki o endi hareketlerinden vazgeçer" dediler. Emîr-ül Mü'minin bu sözü duyunca ona, "Oğlum sen beni insanların gözünde zelil ettin" dedi. O bu sözü duyunca babası­na hiçbir cevap vermedi. Ancak orada duran bir kuşa, "Seni yaratan Zât'ın hakkı için, gel ve elime kon" dedi. Kuş oradan uçarak gelip onun eline kondu. Sonra, "Şimdi yerine git" deyince elinden uçup yerine gitti. Ondan sonra çocuk, "Babacı­ğım! Aslında sizin dünyayı sevmeniz beni rezil etti. Artık ben sizden ayrılmaya niyet ettim" diyerek oradan ayrılıp gitti. Yanına sadece bir Kur'an-ı Kerim aldı. Gi­derken annesi (ihtiyaç anında satıp kullansın) diye ona çok kıymetli bir yüzük verdi. Çocuk oradan yürüyerek Basra'ya ulaştı. İşçilerle birlikte çalışmaya başla­dı. Haftada sadece Pazar günü çalışıyordu. Bir hafta o yevmiyesini harcar ye­dinci gün olan pazar günü yine işçilik yapardı. Ücret olarak bir dirhem ve bir dânık (yani bir dirhemin altıda birini) alırdı. Ondan az veya çok almazdı. Günde bir dânık harcardı. Ebû Âmir Basri diyor ki: Benim bir duvarım yıkılmıştı. Onu yaptırmak için bir mîmar aramaya çıktım. (Biri "Şu şahıs tamirat işi yapıyor" de­miş olacak ki,) ben son derece güzel bir çocuğun oturduğunu gördüm. Yanında bir zenbili vardı. Yüzüne bakarak Kur'an-ı Kerim okuyordu. Ben ona, "Çocuk! Çalışır mısın?" diye sordum. "Neden çalışmayalım. Çalışmak için yaratıldık. Söy­leyin bana hangi hizmeti verirsiniz?" dedi. Ben inşaat (tamirat) işi yaptıracağım" dedim. O, "İşçilik ücreti bir dirhem ve bir dânık olur. Namaz vakitlerinde çalış­mam. Namaza giderim" dedi. Ben onun iki şartını da kabul ettim. Onu getirip işe başlattım. Akşam vakti onu gördüm ki, o on kişinin yaptığı kadar iş yapmıştı. Ben ona ücret olarak iki dirhem verdim. O şart koşulandan daha fazla almayı kabul etmedi. Bir dirhem ve bir dânık alıp gitti. İkinci gün ben yine onu aramak için çıkmıştım. Fakat hiçbir yerde bulamadım. Ben halktan, "Şu şekildeki bir çocuk işçilik yapıyordu. Onun nerede bulunduğunu bilen var mı?" diye araştırdım. Halk, "O sadece Pazar günü çalışıyor. Ondan önce onu hiçbir yerde bulamazsın" dedi­ler. Ben onun çalışmasını görünce o kadar heves etmiştim ki, tamirat işini bir haftalığına kapattım. Pazar günü onu aramaya çıktım. O yine aynı şekilde otur­muş Kur'an-ı Kerim okuyordu. Ben selam verdim ve "Çalışacak mısın?" diye sor­dum. O aynen Önceki şartlarını açıkladı. Ben de kabul ettim. O benimle beraber gelip işe başladı. Ben geçen Pazar onun tek başına on kişinin yapacağı işi nasıl yaptığına hayret ediyordum. Bundan dolayı bu defa onun beni görmeyeceği şekilde saklanarak çalışma şekline baktım. Şu manzarayı gördüm; O eline harcı alıp duvarın üzerine koyuyor, taşlar kendi kendine birbirine bitişiyordu. Ben onun bir Allah dostu olduğuna kesin olarak inandım. Allah dostlarına ğaybdan yardım edilmektedir. Akşam olunca ben ona üç dirhem vermek istedim. O kabul etmeye­rek, "Ben bu kadar dirhemi ne yapayım" dedi ve bir dirhem ve bir dânık alıp gitti. Ben tekrar bir hafta bekledim. Üçüncü Pazar günü yine onu aramak için çıktım ancak onu bulamadım. Ben halktan sorup araştırdım. Bir adam, "O üç günden beri hasta falanca ıssız ormanda yatıyor" dedi. Ben bir adama ücret vererek beni o ormana götürmeye razı ettim. O beni ormana ulaştırdı. O ıssız ormana ulaşın­ca onun baygın olarak yattığını gördüm. Başının altına yarım tuğla parçası koy­muştu. Ben ikinci defa selam verdim. O (gözünü açtı ve) beni tanıdı. Ben hemen nun başını tuğladan kaldırıp kendi kucağıma koydum. O başını çekti ve birkaç şiir okudu. Onlardan ikisi şudur:Ey dostum!dünya nimetlerine aldanma Ömür bitecek bu nimetler zail olacaktır. Sen bir cenazeyi kabre götürdüğünde Bil ki seninde bir gün cenazen taşınacaktır.Ondan sonra o bana, "Ebû Âmir! Benim ruhum çıktığı zaman, beni yıkayıp bu elbisemle kefenle!" dedi. Ben, "Ey sevdiğim sana kefen olarak yeni kumaş al­sam ne sakıncası var?" dedim. O, "Yeni kumaşları hayattaki insanlar daha fazla hak etmektedirler" dedi. (Bu cevap Hz. Ebû BekrSıddıkrad/ya//ahuan/)'ın cevabıdır. O da vefatı sırasında, "Beni bu bezlerle kefenleyin" demişti. Yeni kefen alınması için ondan izin istenince o da aynı cevabı vermişti). Çocuk dedi ki: "Kefen (eski olsun yeni olsun mutlaka) eskiyecektir. İnsanla beraber sadece onun ameli ka­lacaktır. Şu benim peştamalımı ve ibriğimi kabrimi kazacak kişiye ücret olarak verirsin. Bu yüzük ve Kur'an-ı Kerim'i Harun Reşid'e ulaştır. Yalnız onun eline vermeye dikkat et. Verirken ona şöyle söyle; <Bunlar bir yabancı garib çocuğun, benim yanımdaki emanetleridir. O size şöyle diyerek ahirete gitmiştir; 'Sakın bu gaflet ve aldanma halinde size ölüm gelmesin'>". Böyle dedikten sonra ruhunu teslim etti. O vakit ben onun bir şehzade olduğunu anladım. O vefat ettikten son­ra, ben onun vasiyetine uygun olarak onu defnettim. İki şeyi de kabir kazan ada­ma verdim. Kur'an-ı Kerim ve yüzüğü alıp Bağdat'a vardım. Padişahın sarayına yaklaştığımda padişahın süvarileri çıkıyordu. Ben yüksek bir yerde durdum. Ön­ce çok büyük bir askeri birlik çıktı. Onda takriben bin tane atlı süvari vardı. Ondan sonra birbiri ardından 10 tane askeri birlik çıktı. Onuncu birlikte bizzat Emîr-ül Mü'minin vardı. Ben yüksek sesle bağırarak, "Ey Emîr-ül Mü'minin! Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm seninle olan yakınlığı ve akrabalığı hakkı için biraz duru­nuz" dedim. Benim bağırmam üzerine bana bakılınca, ben hızla ileri atılıp, "Benim yanımda bir yabancı çocuğun şu emanetleri var. O bana bu iki şeyi size kadar ulaştırmamı vasiyet etmişti" dedim. Padişah onları görünce (tanıdı ve) bir müd­det başını eğdi. Onun gözünden yaşlar akmaya başladı. Bir muhafıza, "Bu ada­mı yanına al. Ben dönünce çağıracağım benim yanıma ulaştır" dedi. Dışarıdan geri döndüğünde köşkün perdelerini indirip kapıcıya, "Her ne kadar benim der­dimi tazelese de o şahsı çağır gelsin" dedi. Kapıcı yanıma geldi ve "Emîr-ül Mü'minin çağırıyor. Şunu göz önünde bulundur ki, Emîr çok üzüntülü. Eğer sen ona on şey söyleyeceksen beş şeyle yetin" dedi ve beni Emîr'in yanına götürdü. O an Emîr tamamen yalnızdı. Bana, "Yakına gel" dedi. Ben yakınına gidip otur­dum. O, "Benim o oğlumu tanıyor muydun?" dedi. Ben, "Evet onu tanıyordum" dedim. O, "Ne iş yapardı?" dedi. Ben, "İnşaat işçiliği yapardı" dedim. O, "Sen de na ücretle bir iş yaptırdın mı?" dedi. Ben, "Yaptırdım" dedim, O, "Sen şunu hiç düşünmedin mi ki, onun Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem ile yakınlığı vardı, (çünkü butlar Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseliam'm  amcası  Hz.  Abbas radıyaliahu anft'mevlatlarıdır)". Ben, "Ey Mü'minlerin Emîri! Ben önce Allah ceiie ceiaiuhu Ğan af dili­yorum, ondan sonra sizden özür diliyorum. Ben o anda onun kim olduğunu bilmi­yordum. Ben vefat edeceği sırada onun durumunu öğrendim" dedim. O, "Sen onu kendi ellerinle mi yıkadın" dedi. Ben, "Evet" dedim. O, "Ellerini getir" dedi. Benim ellerimi göğsüne koydu ve şu manada birkaç şiir okudu: "Ey yüreğimi eriten ve kendisi için gözlerimin yaşlar akıttığı misafir! Ey kabri uzak olan, ancak gammı bana yakın olan kimse! Şüphesiz ölüm en güzel olan bütün zevkleri bulandırır. O misafirin (yüzü) bir ay parçasıydı. (Onun yüzü) saf ve halis bir gümüş dalı (olan bedeni) üzerindeydi. Artık ay parçası da kabre ulaştı, gümüş dalı da kabre ulaştı".Ondan sonra Harun Reşid Basra'ya, onun kabrine gitmeye niyet etti. Ebû Âmir rahmetuiiahi aleyh de onunla beraberdi. Harun Reşid onun kabrine varınca birkaç şiir okudu. Onların manası şöyledir: "Ey seferinden asla dönmeyecek olan misafir! Ölüm onu henüz ömrü küçükken çabucak kaptı götürdü. Ey benim gözü­mün nuru! Sen benim sevgim ve kalbimin huzuruydun. Uzun gecelerde de kısa gecelerde de... Senin içtiğin ölüm kadehinden pek yakında baban da ihtiyarlık halinde içecektir. Hatta dünyadaki her insan onu içecektir. İster o çölde otursun ister şehirde otursun... O halde bütün hamdler yazılmış olan takdirinin böyle hay­ret verici yönleri bulunan, bir olan ve ortağı olmayan Allah'a aittir".Ebû Âmir rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Ondan sonra gece ben günlük tesbihatımı tamamlayıp yatmıştım ki, rüyamda nurdan bir kubbe gördüm. Üzerine bulut gibi nur üzerine nur yayılıyordu. O nur bulutu içinden o çocuk bana şöyle seslendi: "Ey Ebû Âmir! Sana Allah ceiie ceiaiuhu hayırlı mükafatlar versin (sen benim teçhiz ve tekfinimi ve vasiyetimi yerine getirdin)". Ben ona, "Ey benim sevdiğim! Senin başından neler geçti" dedim. O, "Ben öyle Mevlâya kavuştum ki, O çok Kerim ve benden çok razıdır. Bana O Mâlik hiçbir gözün görmediği, hiç bir kulağın işitme­diği ve hiçbir insanın kalbinden hayalinin geçmediği şeyler ihsan etti" dedi. (Bu meşhur olan bir hadisin ifadeleridir. Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem buyurdu ki: "Allah ceiie ceiaiuhu buyuruyor ki; <Ben iyi kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiç bir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbinden geçmeyen şeyler hazırladım>"). Hz. Abdullah İbni Mes'ud radıyaliahu anh buyurdu ki: Tevrat'ta şöyle yazıyor; "Allahu Teâlâ geceleyin yanlan yataklarından uzak duranlar (yani teheccüd namazı kı­lanlar) için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın kal­binden hayalinin geçmediği şeyler hazırlamıştır. Onları ne mukarreb melekler bi­lir ne de bir peygamber". Bu ifade Kur'an-ı Kerimde şöyle geçmektedir:"Hiçbir kimse onlar için saklanmış göz aydınlatıcı nimetlerin ne olduğunu bilemez" (Secde-17), Daha sonra o çocuk, "Allah ceiie ceiaiuhu yemin ederek,kim benim çıktığım gibi dünyadan çıkıp gelirse, ona da bana yapılan izzet ve ikramın aynısının yapılacağını buyurdu" dedi,[53]Ravz adlı eserin yazarı diyor ki: Bu kıssa bana başka bir yolla da ulaşmış­tır. Onda şu da vardı: "Bir adam Harun Reşid'e oğluyla ilgili soru sorunca o şöyle dedi; <Bu çocuk ben padişah olmadan önce dünyaya gelmişti. Çok güzel terbiye edilmişti. Kur'an-ı ve diğer ilimleri okumuştu. Ben padişah olduktan sonra beni bırakıp gitti. Benim dünyalığımdan o bir rahatlık görmedi. Giderken ben annesine 'Ona şu yüzüğü ver' dedim. O yüzüğün yakutu çok kıymetliydi. Ancak bunu da kullanmadı. Ölürken geri iade etti. O annesine çok itaat ederdi>"[54]Bu evladın, dünya ehlinden olması sebebiyle rencide olarak ayrılıp gittiği babası, yani Harun Reşid rahmetuiiahi aleyh çok iyi kalpli padişahlardan sayılmakta­dır. Devlet ve servet içinde hatalar mutlaka olmaktadır. Ancak onun dînî yönden yaptığı başarılı işler tarih kitaplarında mevcuttur. Padişahlığı zamanında vefatına kadar her gün 100 rekat nafile namaz kılmak onun âdetiydi. Kendi şahsi malın­dan günde bin dirhem sadaka verirdi. Bir sene hacca gider, bir sene cihada katı­lırdı. Hacca gittiği sene kendisiyle beraber yüz tane alimi ve onların çocuklarını hacca götürürdü. Hao-yapmadığı sene bütün masraf, elbise ve diğer ihtiyaçlarını karşılayıp onları hacca gönderirdi. Onlara bol bol harçlık ve çok şahane elbiseler verirdi. Zaten onun yanında her zaman iyilik ve bahşişler boldu. İsteyenlere de verilir, istemeyenlere de daha başlangıçta verilirdi. Onun meclisinde âlimlere çok izzet ve saygı gösterilirdi O âlimleri çok severdi. Gözleri görmeyen âmâ bir mu-haddis olan Ebû Muâviye Darîr rahmetuiiahi aleyh bir defa onunla yemek yedi. Ye­mekten sonra Harun Reşid rahmetuiiahi aleyh bizzat onun ellerini yıkadı ve "Ben ilme izzet ve saygıdan dolayı yıkadım" buyurdu.Bir defasında Ebû Muâviye rahmetuiiahi aleyh içinde Hz. Adem ve Hz. Musa aieyhimüsseiam in tartışması olan bir hadis beyan etti. Bir adam, "O ikisi ne zaman görüştüler?" deyince padişah sinirlendi ve "Kılıcımı getirin! Zındık, dinsiz Rasû­lullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'm hadisine itiraz ediyor" dedi. O kendisine nasihat edildiğinde (etkilenir ve) çok ağlardı.[55]

60) Bir defasında Harun Reşid rahmetuiiahi aleyh hacca gidiyordu. Yolda Kû-fe'de birkaç gün kaldı. Oradan hareket etme vakti gelince halk padişahın süvari­lerini seyretme heyecanıyla şehrin dışında toplandı. Behl-ül Mecnûn da oraya vardı. Yoldaki bir çöplüğün üzerine oturdu. Çocuklar her zaman onu rahatsız eder, ona taş atarlar, onunla alay ederlerdi. Onlar yine âdetleri üzere onun etra­fına toplanmışlardı. Padişahın süvarileri yaklaşınca bütün çocuklar oraya buraya kaçıştılar. Behlül yüksek sesle, "Ey Emîr-ül Mü'minin! Ey Emîr-ül Mü'minin!"dedi. Harun Reşid süvarisinin perdesini kaldırıp, "Lebbeyk ya Behlül! Lebbeyk ya Beh-lül! (Behlül ben hazırım. Behlül ben hazırım). Söyle ne söylüyorsan" dedi. Behlül, "Bana Eymen şu hadisi beyan etmiştir; Hz. Kudâme radıyatiahu anh diyor ki: <Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem hacca giderken ben onu Minâ'da bir deveye bin­miş olarak gördüm. Onun üzerinde çadır örtülü basit bir kafes vardı. Ne insanlar önünden dağıtılır ne de çekilin, sakının diye gürültü yapılırdı>. Emîr-ül Mü'minin! Sizin de bu seferinizde tevazu içinde yürümeniz, tekebbürlü yürümenizden hayır­lıdır" dedi. Harun Reşid bu sözü duyunca ağlamaya başladı. Sonra, "Behlül! Allah sana rahmet etsin biraz daha nasihat et" dedi. Behlül bunu duyunca iki şiir okudu. Onların manası şöyledir: "Kabul etki sen bütün dünyanın padişahı oldun. Bütün dünyadaki mahlukat sana itaat ettiler. Sonra ne olacak? Yarın mutlaka se­nin kalacağın yer kabir çukuru olacaktır. Biri bu taraftan toprak atıyor diğeri o ta­raftan toprak atıyor olacaktır". Bunun üzerine Harun Reşid çok ağladı ve "Behlül! Sen çok güzel şeyler söyledin. Biraz daha söyle" dedi. Behlül, "Emîr-ül Mü'minin! Bir kimseye Allah ceiie ceiaiuhu mal ve cemal verir de, o kimse kendi malını Allah yolunda harcar ve kendi cemalini de günahlardan korursa. O Allah indinde salih-lerden yazılır" dedi. Harun Reşid, "Sen çok güzel söyledin. Bunun karşılığı olarak mükafatını alman gerekir" dedi. Bunun üzerine Behlül, "Mükafat vereceğin parayı kendilerinden (vergi vs.) aldığın kimselere iade et. Benim, senin mükafatına ihti­yacım yoktur" dedi. Harun Reşid, "Eğer birine borçlu İsen onu Ödeyeyim" dedi. Behlül, "Emîr-ül Mü'minin! Borçla borç ödenmez (yani senin yanında bulunan paralar başkasının hakkıdır. Sen onlara borçlusun). Hak sahiplerine haklarını iade et. Önce kendi borcunu öde, sonra başkalarının borcunu sor" dedi. Harun Reşid, "Senin için bir maaş bağlıyalım. Onunla senin yiyeceğin temin olmuş olur" dedi. Behlül, "Ben ve sen her ikimiz de Allah'ın kullarıyız. O'nun senin rızkını gö­zetip de benim rızkımı gözetmemesi muhaldir (imkansızdır)" dedi. Onlardan son­ra Harun Reşid bineğinin perdesini indirdi ve yoluna devam etti.[56]Harun Reşidin nasihat dinlerken çok ağlaması meşhurdur. Bir defasında hacca gidiyordu. Sa'dûn Mecnûn yolda karşısına çıktı ve şu manaya gelen bir kaç şiir okudu: "Kabul etki sen bütün dünyanın padişahı oldun. Ancak en sonun­da ölüm gelmeyecek mi? Dünyayı kendi düşmanlarına bırak. Bugün seni güldü­ren dünya, yarın seni çok ağlatacaktır". Bu şiirleri duyunca Harun Reşid bir çığlık attı ve bayılarak düştü. Baygınlığı o kadar uzun sürdü ki, üç vakit namazı kazaya kaldı.[57] Onun yüzüğünün üstünde şöyle yazıyordu:Büyüklük ve Kudret Allah'ındır

Br bakıma bu konu her an onun gözü önünde bulunuyordu.

61) Hz. Mâlik bin Dinar rahmetuiiabî aleyh buyurdu ki: Ben bir defasında Basra civarında gidiyordum. Sa'dûn Mecnûn adıyla meşhur olan Hz. Sa'dûn'u gördüm. Ben ona, "Nasılsın?" dedim. O, "Sen sabah ve akşam her vakit uzun bir sefer için hazır bekleyen ve sefer için yanında hiçbir çeşit azığı, hiçbir sefer eşyası vs. olmayan kimsenin hangi halini soruyorsun? O öyle bir Mevlâya gidecek ki, o son derece Âdil ve çok Kerim'dir, O, insanlar arasında o vakit karar verecektir" dedi. Böyle diyerek hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ben "Niçin ağlıyorsun?" dedim. O, "Ben ne dünyanın elden gitmesine ne de Ölümden korkarak ağlıyorum. Aksine ben ömrümde herhangi bir iyi amelden boş kalan günlere ağlıyorum. Allah'a ye­min olsun ki, beni sefer eşyamın azlığı ağlatıyor. Sefer çok uzun ve çok meşak­katlidir. O seferde pek çok tehlikeli geçitler gelmektedir. Benim yanımda hiçbir sefer eşyası yoktur. O seferin bütün zorluklarına katlandıktan sonra bilmiyorum ki Cennet'e mi gideceğim yoksa Cehennem'e mi atılacağım" dedi. Ben ondan bu hikmetli sözleri duyunca, "İnsanlar size deli diyorlar. Halbuki siz çok güzel sözler söylüyorsunuz" dedim. O, "Sen de dünyacıların demesine aldandın. Halbuki ben deli değilim. Benim Mevlâm'ın sevgisi benim kalbime, ciğerime, etime, derime, kemiğime işlemiştir. Onun aşkıyla ben hayran ve perişan kalmışım (bu yüzden dünya delileri bana mecnun diyorlar)" dedi. Ben, "Sen insanlardan kaçıyorsun (sahrada kalıyorsun)" dedim. Bunun üzerine o, şu manaya gelen iki şiir okudu: "İnsanlardan devamlı uzak dur. Her zaman Allahu Teâlâ'nın arkadaşlığını seç. Sen insanları hangi halde denemek istersen dene. Her durumda onları akrep olarak bulacaksın. Onların eziyet vermekten başka işleri olmaz'[58]

62)  Hz. Abdulvahid bin Zeyd rahmetuüahi aleyh Çeştiye Meşâyih'inin meşhur bir büyüğüdür. Buyuruyor ki: Ben üç gece devamlı şu duayı yaptım; "Allah'ım! Cennet'te bana arkadaş olacak olan zatı benimle dünyada görüştür". Üç gün sonra bana, "Senin arkadaşın Meymûne Sevdâ'dır" denildi. (O Habeşistanlı bir kadındı. O kadar siyahtı ki onun lakabı Sevda olmuştu). Ben, "O nerede bulunur?" dedim. Bana, "Kûfe'nin falan kabilesinde" denildi. Ben onunla görüşmeye gittim. Kûfe'ye varınca onun durumunu sordum. Bana, "O koyun güdüyor falan vadidedir" denildi. Ben o vadiye ulaştım. O eski püskü, yamalı bir bez parçasını örtmüş na­maz kılıyordu. Hemen onun yakınında koyunlarla kurtlar beraberce yayılıyorlardı. Ben oraya varınca o namazını kısaltıp selam verdi. Selam verdikten sonra, "Ab­dulvahid! Bugün değil. Bugün git. Görüşme vaadi yarın (kıyamet gününde)dir" dedi. Ben ona, "Allah sana rahmet etsin! Sen benim Abdulvahid olduğumu nere­den bildin?" dedim. O, "Sen ruhların (ezelde) hepsinin bir asker gibi bir arada ol­duklarını bilmiyor musun? Orada birbirleriyle tanışanlar, burada da tanışırlar" dedi. (Bu meşhur bir hadisi şerifin ifadesidir). Ben ona, "Bana bir nasihat ediniz" dedim. O, "Kendisi vaiz olan birinin başkasından nasihat talep etmesi çokşaşılacak bir şeydir. (Sen zaten büyük bir vaizsin)" dedi ve sonra şöyle devam etti: "Bana büyüklerimden şöyle bir şey ulaştı ki, <Bir kimseye Allah ceiie ceiaiuhu dünyanın erhangi bir nimetini (mal servet vs.) verir de, o kimse yine de onun peşine düşerse, Allahu Teâlâ kendisiyle baş başa kalma sevgisini o kimseden alır. Ken­disine yakınlık yerine, uzaklığı ona musallat eder. Kendine ünsiyet yerine, ürkek­liği başına bindirir>". Ondan sonra şu manaya gelen birkaç şiir okudu: "Ey vaiz! Sen halka vaaz, nasihat ve uyarı için ayağa kalkıp, insanları günahtan alıkoyu­yorsun. Halbuki sen kendin o günahların hastasısın. Sen başkalarını ıslah et­mekten önce kendini ıslah etseydin, kendi günahlarına tevbe etseydin, senin söylemen onların kalbine tesir ederdi. Kendin o günahlara mübtela olduğun hal­de başkalarını alıkoyuyorsun. O halde sen bu alıkoymanda kendin şüphedesin" (Bir kimsenin kendisi bir şeyde tereddüd ederse, o başkasına güçlü bir şekilde ne söyleyebilir?). Ben, "Senin koyunların kurtlarla birlikte yayılıyorlar. Kurtlar on­lara bir şey yapmıyor mu?" dedim. O, "Git kendi işine bak. Ben kendi Mevlâm ile barıştım. O da benim koyunlarımla kurtları barıştırdı" dedi.[59]Ben böyle acayib olayları amcam Mevlânâ Muhammed İlyas rahmetuiiahi afeyh'in yanında devamlı görürdüm. Onun evinde pek çok kediler ve tavuklar bütün gün beraberce kalırlardı. Ufak tefek kırıntıları yerlerdi. Ne tavuklar o kedi­lerden kaçar ne de o kediler tavuklara bir şey yapardı.

63) Hz. Utbe Ğulam rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Ben Basra çölünde gidiyor­dum. Çöl insanlarına ait birkaç çadır gördüm. Onların orada ziraatleri de vardı. O çadırlardan birinde deli bir kız vardı. Ben ona selam verdim. O benim selamımı almadı. (Selamı duymamış olabilir veya bu zat selamın cevabını duymamıştır. Veya selama cevap verme mesuliyetinin düştüğü bir vakit olabilir. Çünkü pek çok yerde selama cevap vermek sakıt olmaktadır). O şu manaya gelen birkaç şiir okudu: "Kendi Mevlâ'larını razı etmek için karınlarını aç bırakan âbid ve za-hidler felaha ermişlerdir. Onlar geceleri gözlerini uyanık tutmuşlardır. Onların bü­tün geceleri müşahede halinde geçmektedir. Onları Allahu Teâlâ'nın sevgisi öyle hayrete düşürmüştür ki, dünyacılar onları mecnûn zannetmektedirler. Halbuki zamanın en akıllı insanları, bu yüce insanlardır. Ancak o (insanların) halleri, on­ları ıstırab içinde bırakmıştır". Utbe diyor ki: Ben o mecnûnenin yanına gittim ve "Bu tarla kimin?" dedim. O, "Eğer sağ salim kalırsa bizimdir" dedi. Ben ondan sonra diğer çadırları gezdim. O esnada kuvvetli bir yağmur yağdı. Gökten sağa­nak halinde öyle su boşalıyordu ki, sanki kırbanın ağzı açılmıştı. Ben, "Şu mec-nûne'ye bakayım. Bu yağmur hakkında ne diyor?" diye düşündüm. (Çünkü bu yağmurla bütün ekili araziler berbad olmuştu). Ben gidip baktım ki onun tarlasını tamamen su kaplamıştı. O mecnûne ayakta durmuş şöyle diyordu: "Kendi halis sevgisinden bir parçayı benim kalbime koyan o yüce Zât'a yemin olsun ki, benim kalbim Sen'den razı kalmakta sağlamdır". Sonra o bana dönüp şöyle dedi: "Bak efendim! O, bu ekini sabit kıldı. O, büyüttü. O, onu dosdoğru dikip doğrulttu. O, ona başaklar ekledi. O, başaklarda tahıllar yarattı. O, yağmur yağdırarak, o ekini esledi. Onu zayi olmaktan korudu. Onun biçilmesi yaklaşınca, O, onu zayi etti". Sonra o yüzünü semaya doğru çevirerek şöyle dedi: "Bunların hepsi Senin mah-lukatın, Senin kullarındır. Onların hepsi ancak Senin zimmetindedir. Sen ne di­lersen onu yap. Söz sahibi Sen'sin". Ben ona, "Sen bu tarlanın berbad olmasına nasıl sabrettin?" dedim. O, "Utbe! Sus! Benim Rabbim çok zengindir. Hamde la­yıktır. O'ndan devamlı yeni rızık gelmektedir. Bütün hamdler, bana, benim arzu­ladığımdan daha fazla nimetler veren O yüce Zât'a aittir" dedi. Utbe diyor ki: Ben ne zaman onun halini ve onun sözlerini hatırlasam elimde olmadan ağlıyorum.[60]

64)  Hz. Ebûrrebi rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: Ben bir köyde Fizza adında meşhur, saliha bir kadın olduğunu duydum. Hiçbir kadınla görüşmek benim âde­tim değildi. Ancak ben onun öyle hallerini duydum ki, onun yanına gitmeyi arzu ettim. Ben o köye gittim ve onu araştırdım. Halk bana, "Onun yanında bir keçi var. Onun memesinden hem süt hem bal çıkıyor" dedi. Ben bunu duyunca hayret ettim. Yeni bir tas satın aldım ve onun evine gidip, "Ben senin keçinle ilgili şöyle bir şöhret duydum ki, o hem süt hem de bal veriyormuş. Ben de onun bereketini görmek istiyorum" dedim. O keçiyi bana teslim etti. Ben onun sütünü sağdım. Ger­çekten de ondan hem süt hem de bal çıktı. Biz onu içtikten sonra, "Bu keçi senin yanına nereden geldi?" dedim. O, "Biz garib insanlarız. Bizim yanımızda bir keçi­den başka bir şey yoktu. Onunla geçinirdik. Bir de Kurban Bayramı geldi. Kocam, <Bizim başka bir şeyimiz yoktur. Yanımızda bu keçi var. Getir onu kurban edelim> dedi. Ben, <Bizim yanımızda geçimimiz için bundan başka hiçbir şey yoktur. Böyle durumda kurban kesme emri yoktur. Öyleyse bizim kurban kesmemiz gerekli mi-dir?> dedim. Kocam bu fikri kabul etti ve kurban kesme işini erteledi. Ondan sonra ittifaken o gün bize bir misafir geldi. Ben kocama, <Misafire ikram edilmesi emre­dilmiştir. Başka bir şeyimiz yoktur. Bu keçiyi kesiver> dedim. O, keçiyi kesmeye baş­ladı. Ben, <Küçük çocuklarım bu keçinin kesilmesini görüp ağlar> düşüncesiyle, <O keçiyi dışarı götürüp duvarın arkasında kes. Çocuklar görmesin> dedim. Ko­cam onu dışarı çıkardı. Onun boğazına bıçağı çaldığında bu keçi bizim duvarın üzerinde duruyordu. Oradan kendisi inerek evin avlusuna geldi. Ben, <Belki de o keçi kocamın elinden kurtulmuştuk düşüncesiyle ona bakmak için dışarı çıktım. Kocam keçinin derisini yüzüyordu. Ben ona, <Hayret edilecek bir şey. Aynı bunun gibi bir keçi eve geldi> dedim ve keçi olayını anlattım. Kocam, <Belki de Allahu Te­âlâ bize bunun karşılığını ihsan etmiştir>dedi. İşte bu süt ve bal veren keçi o keçi­dir. Bunların hepsi misafire ikramdan dolayıdır" dedi. Sonra o kadın çocuklarına şöyle söyledi: "Ey çocuklarım! Bu keçi gönüllerde yayılmaktadır. Eğer sizin kalbiniz iyi ise onun sütü güzel olacak eğer sizin kalbiniz bozulursa, onun sütü de bozula­caktır. Kalplerinizi güzelleştirin, o zaman herşey sizin için güzel olacaktır".[61]

65) Hz. Behlül rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: Ben bir defasında Basra'nın bir caddesinde gidiyordum. Yolda birkaç çocuk ceviz ve bademlerle oynuyorlardı.Bir çocuk onlara yakın bir yerde dikilmiş ağlıyordu. Ben, "Bu çocuğun yanında ceviz ve badem yoktur. Bundan dolayı ağlıyor" diye düşündüm. Ona, "Oğlum ben sana ceviz ve badem satın alayım da onlarla oyna" dedim. O gözünü bana doğru kaldırarak, "Ey gidi akılsız! Biz oyun için mi yaratıldık?" dedi. Ben, "Öyley­se hangi iş için yaratıldık" dedim. O, "İlim öğrenmek ve ibadet etmek için" dedi. Ben, "Allah celle ceiaiuhu senin ömrüne bereket versin. Sen bunları nereden öğren­din?" dedim. O dedi ki: "Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:Sizi sadece boşuna yarattığımızı ve gerçekten Bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz? (Mü'minûn-115)". Ben, "Evladım senin büyük bir hikmet ehli ol­duğun anlaşılıyor. Bana biraz nasihat et" dedim. O şu manaya gelen birkaç şiir okudu: "Ben hergün dünyanın akıp gittiğini görüyorum (bugün bu gidiyor yarın şu gidiyor). Her an yürümek için paçalarını toplamış (koşmak için hazır beklemek­tedir). Öyleyse ne dünya herhangi bir canlı için bakî kalır ne de bir canlı dünya için bakî kalır. Öyle anlaşılıyor ki, ölüm ve dünya hadiseleri insana doğru süratle koşup gelen iki at gibidirler. Öyleyse ey dünyanın kendini aldattığı ahmak! Biraz düşün ve kendin için (ahirette işe yarayacak) güveneceğin bir şey götür". Bu şiiri okuduktan sonra o çocuk yüzünü gökyüzüne doğru çevirdi ve ellerini kaldırdı. Gözyaşı incileri yanaklarından süzülmekteyken şu şiiri okudu:Ey O Zât ki, acizlikle O'na boyun eğilir Ey O Zât ki, Kendisine dayanıp güvenilir. Ey O Zât ki, Kendisine ümit besleyen biri Ümitlenince, ümidi yerine getirilir.Bu şiiri okuyunca bayılıp düştü- Ben hemen onun başını kaldırıp kucağıma koydum. Elbisemin kenarıyla onun ağzına bulaşan toz ve toprağı silmeye başla­dım. O kendine gelince ben, "Evladım! Sen niçin şimdiden bu kadar korkuyor­sun? Sen henüz küçük bir çocuksun. Şu an senin amel defterine hiçbir günah yazılmayacak" dedim. O, "Behlül çekil oradan. Ben annemin daima şöyle yaptı­ğını gördüm; O ateş yakmak istediğinde önce küçük küçük ağaç parçalarını oca­ğın altına koyuyor, sonra büyük odunları koyuyor. Belki de Cehennem ateşine küçük ağaç parçaları yerine ben konulurum diye korkuyorum" dedi. Ben, "Evla­dım! Senin büyük bir hikmet ehli olduğun anlaşılıyor. Bana kısaca nasihat et" dedim. O bunun üzerine 14 şiir okudu onların manaları şöyledir:"Ben gaflete düşmüşüm. Ölümü sürüp koşturan ardımdan ölümü sürüpgetiriyor. Ben bugün gitmezsem yarın mutlaka gideceğim. Ben vücudumu güzel  vumusak elbiselerle donattım. Halbuki benim bedenim için (kabre giderek)kokma ve çürümekten başka bir çare yoktur. Kabirde çürümüş bir halde yatmak­ta olduğum manzara sanki şu an gözümün önündedir. Benim üzerimde toprak yığını olacak. Altımda kabir çukuru. Benim bu güzellik ve cemâlim gidecek ve ta­mamen silinecektir. Hatta benim kemiklerim üzerinde ne et kalacak ne de deri kalacaktır. Ben ömrümün tükendiğini görüyorum. Arzular tatmin olmuyor. Büyük bir sefer önümdedir. Yanımda hiç yol azığı yoktur. Ben günahlarımla kendi göz­cüm ve koruyucuma karşı koydum. Çok kötü hareketler yaptım. Artık onlar geri döndürülemez (yani işlenen günah işlenmemiş gibi olamaz). Ben kusurumu bilmesin diye halktan gizlemek için üzerini örttüm. Ancak benim gizli olan ne ka­dar günahım varsa, yarın o Mâlik'in huzurunda açığa çıkacaktır. (O'nun mahke­mesine takdim edilecektir.) Şüphesiz ben O'ndan korkuyordum. Ancak ben O'nun hilminin genişliğine güvendim (bundan dolayı günaha cüret ettim). Ben O'nun çok Gafur (bağışlayıcı) olmasına güvendim. O'ndan başka kim affedebilir ki? Şüphesiz ki bütün hamdler o yüce Zât içindir. Eğer öldükten sonra kokma ve çürümeden başka bir afet olmasaydı, Rabbim tarafından Cennet vaadi ve Cehen­nem tehdidi de olmasaydı. Yine de ölmek ve çürümekte, oyun ve eğlenceden sa­kınmak için yeterli bir uyarı ve ikaz vardır. Ancak ne yapalım. Bizim aklımız gitmiş (hiçbir şeyden ibret almıyoruz. Artık şundan başka bir çare yoktur;) Keşke günah­ları bağışlayan beni bağışlasaydı. Şüphesiz ben Mevlâsına verdiği söze hıyanet eden en şerli bir kulum. Terbiyesiz kölenin hiçbir söz ve kararı muteber olmaz. Ey Mevlâm! Senin ateşin benim bedenimi yakınca hâlim ne olur! Halbuki en sert taş­lar bile o ateşe dayanamazlar. Ben ölüm vaktinde de yalnız başıma kalacağım. Kabire de tekbaşıma gideceğim. Kabirden yalnız olarak kalkacağım (hiçbir yerde benim hiçbir yardımcım ve imdadıma yetişen olmayacak). O halde ey bir olan, tek olan, ortağı olmayan yüce Zât! Tamamen yalnız başına kalan kimseye rahmet et".Behlül rahmetuiiahi aleyh diyor ki: Onun bu şiirlerini dinleyince ben öyle etki­lendim ki, bayılıp düştüm. Uzun bir süre sonra kendime geldiğimde o çocuk git­mişti. Ben orada bulunan çocuklara, "O çocuk kimdi?" dedim. Onlar, "Sen onu bilmiyor musun? O Hz. Hüseyin radtyaiiahu anb'\n evlatlarındandır" dediler. Ben, "Ben de <bu hangi ağacın meyvesidir?> diye hayret ediyordum. Gerçekten bu meyve ancak o ağacın meyvesi olabilirdi" dedim. Allahu Teâlâ bizleri o neslin bereketlerinden faydalandırsın. Amin[62]

66) Hz. Şibli rahmetuiiahi aleyh buyuruyor ki: Bir defasında kalbim bana, "Sen cimrisin" dedi. Ancak nefsim, "Hayır ben cimri değilim" dedi. Kalbim tekrar, "Sen cimrisin" dedi. Ben onu ölçmek için şuna karar verdim ki, benim yanıma ilk önce gelecek şeyi (ne kadar olursa olsun) ilk karşılaştığım fakire vereyim. Henüz bu niyetimi bitirmemiştim ki, bir adam bana 50 dinar hediye etti. Ben onu alıp niyeti­me göre bir fakir aramak için çıktım. İlk önce gözleri görmeyen bir fakirle karşı­laştım. Bir berbere saçlarını kestiriyordu. Ben hepsini o âmâya verdim. Âmâ,Bunları (berber ücreti olarak) berbere ver" dedi. Ben, "Bu 50 altındır (bu kadar altın hiç berberlik ücreti olarak verilir mi?)" dedim. O âmâ başını yukarı kaldırıp, "Biz demedik mi, <Sen cimrisin>" dedi. Bunun üzerine ben o altınları çabucak berbere verdim. Altınları verince berber bana, "Bu âmâ saçlarını kestirmek için oturunca ben onun sefaletini görüp, <Ondan ücret almayacağım> diye niyet et­miştim" dedi. Ben (o ikisinin konuşmalarını duyunca o kadar o kadar mahcup oldum ki) o altınları nehire attım ve "Allah senin belanı versin! Sana kim biraz gö­nül verirse, Allahu Teâlâ onu işte böyle zelil eder" dedim.[63]İnsanın gayreti coştuğu anda bu gibi durumların meydana gelmesi olmayacak bir şey değildir. EğerHz. Süleyman aieyhisseiam şu ayette geçtiği gibi yapabiliyorsa,"O atların boyunlarını ve ayaklarını kesti (kurban etti)" (Sâd-33). ÜmmülMü'mİnİn  Hz. AİŞe radıyallahu anha RaSUİUİlah sallallahu aleyhi vesellem"\r. yanında dİğer kumasının kabını kırabiliyor ve onun yemeğini atabiliyorsa, Hz. Abdullah bin Amr İbnil Âs radıyaiiahu anh Usfur rengiyle renklendirilmiş şalını sadece Rasûlullah saiiaiiahu aleyhiveseiiemln, "Ne giydin böyle?" diye sormasından dolayı fırında yaka-biliyorsa ve Ensardan bir sahâbi Rasûlullah saiiaiiahu aleyhi veseiiem'ın kendisine ilti­fat etmediğini görünce yapmış olduğu kubbeyi yıkabiliyorsa, öyleyse Hz. Şibü rahmetuiiahi altınları (nehre) atmasında anlaşılmayacak bir şey yoktur.

67) Hz. Zünnûn Mısrî rahmetuiiahi aleyh (Sufiyâ-i Kiram'ın büyüklerindendir) buyuruyor ki: Ben bir çölde gidiyordum. Bir kaç genç gördüm. Yüzünün iki yanın­da sakalın meydana getirdiği iki çizgi vardı (yani sakalı çıkmaya başlamıştı). Beni görünce onun bedeni titremeye başladı. Yüzü sarardı ve benden kaçmaya baş­ladı. Ben, "Ben de senin gibi insanım (cin değilim). Öyleyse niçin böyle koşarak kaçıyorsun?)" dedim. O, "Zaten siz (insanlardan) kaçıyorum" dedi. Ben onun pe­şine gittim ve ona, "Allah hakkı için biraz dur" dedim. O durdu. Ben ona, "Sen bu vîran çölde tamamen yalnız başına kalıyorsun, başka bir arkadaşın da yok. Sen korku hissetmiyor musun?" dedim. O, "Hayır benim yanımda gönül verdiğim biri var" dedi. (Ben onun arkadaşının bir yere gitmiş olduğunu zannederek), "O ne­rede?" dedim. O, "Her an benimle beraberdir. O benim sağımda, solumda, önüm­de, arkamda, her tarafımdadır" dedi. Ben ona, "Senin yanında yemek içmek için birşey yok mu?" dedim. O, "O da var" dedi. Ben, "Nerede?" dedim. O, "Annemin kar­nında bana rızık veren Zât, ben büyüdükten sonra da rızkıma kefil olmuştur" de­di. Ben, "Yemek içmek için bir şey olması lazımdır. Onunla gece teheccüd nama­zında ayakta durmak için kuvvet meydana gelir, gündüz oruç tutmak için destek o-lur. (Beden kuvvetiyle) Mevlâ'ya hizmet (ibadet) de en güzel şekilde yapılabilir" de­dim. Ben yeme ve içmenin üzerinde çok durunca şu manaya gelen birkaç şiir o-kuyup kaçtı: "Allah'ın velisi için hiçbir eve ihtiyaç yoktur. O, gayri menkul eşyasının lmasına asla tahammül edemez. O, vadiden dağa doğru yürüdüğü zaman vadi onun ayrılığından dolayı ağlar. O, gece taheccüd namazına, gündüz de oruca çok fazla sabredendir. O, kendi nefsine, <Ne kadar yapabilirsen o kadar mihnet ve meşakkate katlan. Çünkü Rahman'ın hizmetinde utanılacak bir şey yoktur (O çok övünülecek bir şeydir)> der. O, Rabbi ile konuştuğu zaman, onun gözlerin­den yaşlar boşalır. Ve O, <Allah'ım! kalbim uçmak üzere (ona bak)> der. Ve O, <Allah'ım! Ben ne (Cennet'te) içinde huriler bulunan yakuttan ev isterim, ne Adn Cennet'ine hevesliyim ne de Cennetin meyvelerini arzuluyorum. Benim bütün temennim sadece Seni görmektir. Onu bana ihsan eyle> der. İşte bu övünülecek büyük bir şeydir"[64]

68) Hz. İbrahim Havas rahmetuiiahialeyh diyor ki: Ben bir defasında çölde gidi­yordum. Yolda Hristiyan bir rahiple karşılaştım. Beline Zünnar[65] bağlamıştı. O be­nimle beraber olmak istediğini açıkladı. (Kafir dervişler çoğu zaman Müslüman der­vişlerin hizmetlerinde kalmışlardır). Ben onu yanıma aidim. Yedi gün boyunca be­raber yürüdük (ne yemek yedik ne de bir şey içtik). Yedinci gün o nasrâni bana, "Ey Muhammedî! Haydi kerametini göster! (Kaçgün oldu hiçbirşeyyemedik)"dedi.Bu­nun üzerine ben Allahu Teâlâ'ya şöyle dua ettim: "Allah'ım! Bu kafirin önünde beni zelil etme". Bir baktım ki hemen önümüze bir sofra kondu. Sofraya ekmek­ler, kızarmış et, taptaze hurmalar ve bir sürahi su konulmuştu. İkimiz yemeği yedik, suyu içtik ve yürüdük. Yedi gün boyunca yürüdük. Yedinci gün (o nasrâni tekrar benden bir şey istemesin düşüncesiyle) aceleden ona, "Bu sefer sen bir şeyler göster, şimdi senin sıran" dedim. O bastonuna dayanarak dikildi ve dua etmeye başladı. O esnada içinde benim soframda olan şeylerin iki misli bulunan iki sofra önümüze geldi. Ben çok utanmıştım. Benim yüzümün rengi kaçmıştı Hayretler içinde kalmıştım. Üzüntümden dolayı yemek yemeyi reddettim. O nas­râni bana yemek için ısrar ettiyse de ben mazeret beyan ettim. O, "Sen ye ki ben sana iki müjde vereyim. Onlardan birincisi şudur:Ben Müslüman oldum" dedi. ve zünnarmı kırıp attı. Sonra, "İkinci müjde şudur: Ben yemek için şöyle dua yapmıştım; <Allah'ım! Bu Muhammedînin, Senin yanında bir manevi makamı varsa, onun hürmetine bize yemek ver>. Bunun üzerine bu yemek nasib oldu ve ben bundan dolayı Müslüman oldum" dedi. Ondan sonra ikimiz yemeğimizi yedik ve yolumuza devam ettik. Sonunda Mekke-i Mükerre-me'ye ulaştık. Hac yaptık. O yeni Müslüman Mekke'de kaldı ve orada vefat etti.[66]Allah onu bağışlasın afirlerin bu şekilde Müslüman olduklarına dair tarih kitaplarında pek çok vakıalar bulunmaktadır. Yukarıdaki olaydan anlaşıldı ki: Allahu Teâlâl bazen bir kimseye başkasının hürmetine rızık vermektedir. Kendisine nzık verilen de ah­maklığından dolayı onu kendi üstün başarısı ve çalışmasının neticesi zannet­mektedir. Hadislerde şu konu sık sık geçmektedir: "(Çoğu zaman) size, sizin za­yıflarınız sayesinde rızık verilmektedir". Bu olaydan bir de şu bilinmiş oldu ki: Ba­zen kafirlere de Müslümanların sebebiyle manevi kapılar açılır. Dış görünüşü iti­bariyle onun kendilerine yardım olduğunu zannederler. Ancak gerçekte o başka­sının hürmetine meydana gelmektedir.

69) Bir Allah dostu buyuruyor ki: "Ben bir köle satın aldım. Onu getirince, "Senin adın nedir?" dedim. O, "Efendim hangi adı koyarsa odur" dedi. Ben, "Ne iş yaparsın?" dedim. O, "Efendim siz neyi emrederseniz onu yaparım" dedi. Ben, "Sen ne yemek istersin (tâ ki ben senin için onu fikredeyim)" dedim. O, "Efendim siz ne yedirirseniz" dedi. Ben, "Senin de bir şey yemeyi gönlün çekmiyor mu?" dedim. O, "Efendinin karşısında kölenin arzusu nedir ki? Efendinin hoşlandığı şey kölenin arzusudur" dedi. Onun bu cevabını duyunca ağladım ve "Benim de Mevlâm ile böyle muamelem olmalı" diye düşündüm. Ben ona, "Sen bana (zikri yüce olan) Mevlâma karşı edep öğrettin" dedim. Bunun üzerine o şu manaya ge­len iki şiir okudu: "Eğer Senin bir kuluna tam olarak hizmet edebilirsem, benim için bundan daha büyük hangi nimet olabilir ki! Öyleyse Sen kendi lütuf ve kere­minle benim kusur ve gafletimi af eyle. Zira ben Seni çok ihsan edici ve çok rahmet edici biliyorum"[67]

70)  Hz. Mâlik bin Dinar meşhur Allah dostudur. Bu kitapta onun bir çok kıssaları geçmiştir. Onun başlangıçtaki hali iyi değildi. Bir adam ona, "Senin ba­şına ne geldi ki, sen ondan dolayı tevbe ettin" diye ona tevbe etme olayını sordu. O şöyle dedi: Ben bir askerdim. Şarabı çok severdim ve ona çok alışkındım. Her an şarap içmekle meşguldüm. Ben bir cariye satın aldım. Çok güzeldi. Ona çok bağlıydım. Ondan benim bir kızım oldu. Onu da çok seviyordum. O da bana çok yakındı. Nihayet ayakları üstüne basmaya ve yürümeye başladı. Onu daha çok sevmeye başladım. Her zaman o benim yanımda kalırdı. Ancak onun şöyle bir âdeti vardı. Ben şarap kadehini içmek için elime aldığım zaman elimden alır elbi­seme atardı (sevdiğimden dolayı onu azarlamayı gönlüm kabul etmiyordu). O iki yaşına girince vefat etti. Onun üzüntüsü kalbimi yaraladı. Bir gün Şaban ayının 15. gecesi ben şarap içmiş kendimden geçmiştim. Yatsı namazını da kılmadım. O hal üzere uyudum. Rüyamda gördüm ki; Mahşer hazırlanmış insanlar kabirle­rinden çıkıyorlar. Ben de mahşer meydanına gidenler arasındaydım. Arkamdan bir ayak sesi gibi bir şey duydum. Dönüp bakınca büyük bir kara ejderhanın pe­şimden koşup geldiğini gördüm. Onun gözleri maviydi. Ağzını açmıştı. Dolu diz­gin benim tarafıma doğru geliyordu. Ben onun korkusundan dehşete düşerek orkuya kapılan birinin gücüyle kaçıyordum. O benim peşimden koşarak geliyordu ki, çok güzel elbise içinde, kendisinden son derece güzel kokular gelmekte olan bir yaşlı adamla karşılaştım. Ben ona selam verdim. O selamımı aldı. Ben ona, "Allah aşkına bana yardım ediniz" dedim. O, "Ben zayıf bir adamım o ise çok kuvvetli. Ona benim gücüm yetmez. Ancak sen yine de kaç. Belki ilerde bundan kurtulma­na sebeb olacak bir şeyle karşılaşırsın" dedi. Ben çok hızlı bir şekilde kaçıyordum. Bir küçük tepe gördüm. Oraya tırmandım. Ancak oraya tırmanır tırmanmaz tepe­nin arkasında alev alev yanmakta olan Cehennem ateşine gözüm ilişti. Onun deh­şet verici şeklini ve manzarasını gördüm. Bütün bu halleri gördüğüm halde üzeri­me o yılanın dehşeti öyle binmişti ki, aynı şekilde kaçıyordum. Az kalsın Cehen­nem çukuruna düşecektim. O esnada yüksek bir ses duydum. Biri bana, "Geri çe­kil sen o (CehennemTık) insanlardan değilsin" dedi. Ben oradan tekrar arkaya doğru koştum. O yılan da dönüp benim arkamdan gelmeye başladı. Ben tekrar beyaz elbiseli yaşlı adamı gördüm. Ona tekrar, "Ben daha önce de bu ejderhadan nasıl kurtulacağımı size sormuştum, siz kabul etmemiştiniz" dedim. O yaşlı zat ağlamaya başladı ve "Ben çok zayıfım, o ise çok kuvvetli. Ben ona karşı koyamam elbette karşıda bir diğer tepe var. Oraya tırman, orada Müslümanların bazı ema­netleri konulmuştur. Mümkündür ki, kendisinin yardımıyla ejderhadan kurtulabile­ceğin senin de herhangi bir emanetin olabilir" dedi. Ben koşarak o tepenin üzerine çıktım. O ejderha benim arkamdan geliyordu. Orada yuvarlak bir dağ gördüm. Onda pek çok pencereler açılmıştı. Onların üzerine perde örtülmüştü. Her pen­cerenin altında iki kanat vardı. Onun üzerine yakut işlenmişti. İncilerle yüklüydü. Pencerenin her kanadı üzerinde ipekten bir perde asılıydı. Ben o dağın üzerine çıkmak isteyince melekler, "Pencereyi açın ve perdeyi kaldırın. Sonra dışarı çıkın. Belki sizin aranızda, bu perişan durumda olan adamı, şu anki durumundan kur­taracak bir emaneti vardır" dedi. O sesle birlikte birden pencere açıldı ve perde kalk­tı. Oradan yüzleri ay gibi olan pek çok çocuk çıktı; Ancak ben son derece perişan­dım. Çünkü o yılan benim yanıma tamamen gelmişti. O esnada o çocuklar şöyle bağırmaya başladılar; "Hey! Hepiniz çabucak dışarı çıkın! O yılan, adamın yanına kadar geldi". Bunun üzerine akın akın çocuklar çıkıp geldiler. Benim gözüm aniden onlar arasındaki iki yaşında ölen kızıma ilişti. O beni görür görmez ağlamaya ve şöy­le demeye başladı; "Allah'a yemin olsun ki, bu benim babamdır". Böyle der demez bir ok gibi fırlayarak nurdan bir sedir üzerine çıkıp, sol kolunu benim sağ omuzuma doğru uzattı. Ben çabucak ona sarıldım. O sağ elini o yılana doğru uzattı. Yılan derhal geriye kaçmaya başladı. Sonra o beni oturttu ve kendisi benim kucağıma oturdu. Sağ eliyle benim sakalımı okşamaya başladı ve şöyle dedi; "Babacığım!<İman edenler (den günaha bulaşmış olanlar) için Allah'ı anma ve üzerine indirilen hakka karşı kalplerinin saygıyla yumuşama zamanı daha gelmedi mi?> (Hadid-16)". Onun bu sözünü duyunca ağlamaya başladım ve "Kızım sen ur'an-ı Kerimin hepsini biliyor musun?" diye sordum. O, "Biz hepimiz Kur'an'ı sizden fazla biliyoruz" dedi. Ben, "Kızım bu benim peşime takılan yılan neyin be-lasıydı?" dedim. O, "Senin kötü amellerindi. Sen onu kendi günahlarınla o kadar güçlendirdin ki, o şimdi seni sürükleyerek Cehennem'e atma fikrindeydi" dedi. Ben, "O beyaz elbiseli ihtiyar kimdi?" dedim. O, "Senin iyi amellerindi. Sen onu o kadar zayıf bıraktın ki, o yılanı senden uzaklaştıramadı (ama elbette kurtulmanın yolunu haber verecek kadar yardım etti)" dedi. Ben, "Kızım sen bu dağda ne arı­yorsun?" dedim. O, "Bizler hepimiz Müslümanların çocuklarıyız. Kıyamete kadar burada kalacağız. Sizin gelmenizi bekleyeceğiz. Siz hepiniz gelince biz şefaat edeceğiz" dedi. Ondan sonra benim gözlerim açıldı. O yılanın dehşeti hâlâ üze­rimdeydi. Ben kalkar kalkmaz. Allah ceiie ceialuhu huzurunda tevbe ettim ve kötü amellerimi terk ettim.[68]Bu kitap tahminimizden çok fazla büyük oldu. Başlangıçta kısaca yazmayı düşünüyordum. Ancak iradem dışında uzayıp gitti. Artık o dereceye ulaştı ki ben de onun okunacağı ümidi de azaldı. Çünkü dini kitapları okumak için de bizim vak­timiz yoktur. Bundan dolayı bu kitaba birden son verdim. Allahu Teâlâ lütfü ve kere-miyle her zaman günahlara ve dünyaya batmış bulunan bu aciz kuluna da Kendine dönmek için tevfik versin ve şu pis dünyadan nefret etmenin tadını nasip eylesin.Bu kitaba Hicri Şevval 1366 (Miladi 1942)'de başladım. Ancak arada öyle arızalar meydana geldi ki, bitirmekte geciktim. Şimdi bile buna pek çok şeyi ilave etmeyi düşünüyordum. Ancak bu kitap çok uzun olduğundan dolayı bugün Hicri 22 Safer 1368 (Miladi 1944)'de Cuma gecesi son verdim.

 

Zekeriyya Kandehlevi rahmetuiiahi aleyh

Mezâhir-ul Ulum Medresesi

Sehrenpur

 



[1] Mİşkât

[2] Bevan-ül Kur'an

[3] Târih'ül Hulefâ

[4] Dürrü Mensur

[5] Târik-ül Hulefâ

[6] İhya

[7] İhya

[8] İhya

[9] İhya

[10] Dürrü Mensur

[11] Dürrü Mensur

[12] Tehzîb'üt Tehzîb

[13] İthaf

[14] İthaf

[15] İthaf

[16] Müsâmerât

[17] Dürrü Mensur

[18] Eşher

[19] İthaf

[20] ithaf

[21] ithaf

[22] ithaf

[23] İthaf

[24] İthaf

[25] İthaf

[26] İthaf

 

[27] İthaf

[28] İthaf

[29] İthaf

[30] İthaf

[31] İthaf

[32] İthaf

[33] İthaf

[34] İthaf

[35] İthaf

[36] 14-Rebîul Evvel 1382 H. (1966) tarihinde Lahtfda vefat etmiştir.

[37] İthaf 

[38] İthaf 

[39] Yaklaşık üç kilogram

[40] Müsâmerât, 1. cild

[41] İthaf

[42] İthaf

[43] Müsâmerât

[44] Ravz

[45] Dürrü Mensur

[46] Ravz

[47] Ravz

[48] Ayet'el Kûrsi

[49] Ravz

[50] Ravz

[51] Ravz

[52] Müslim

[53] Dürrü Mensur

[54] Ravz

[55] Tarihi Bağdad lil Hatîb

[56]  Ravz

[57]  Ravz

[58]  Ravz

[59] Ravz

[60] Ravz

[61] Ravz

[62] Ravz

[63] Ravz

[64] Ravz

[65] Küfür eti olarak Hristiyanlann bağland.klar, ucu haç., kemer yada kuşak

[66] Ravz

[67] Ravz

[68] Ravz