46.7, İFTİRA (KAZF) CEZASI 46.7.1. Tanımı
«Kazf» kelimesinin aslı, taş ve benzeri şeyleri atmak demektir. Musa'nın annesi
hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de geçen şu âyet bu manaya gelmektedir:
«Musa'yı bir sandığa koy da suya at.» (Tâhâ : 39.) Zina konusunda kazf, bu
manadan alınmıştır. Burada, atmaktan şer'i mana kastedilmiştir; yani zina suçu
atmak.
İslâm Dini, insanların mallarını himaye etmeyi, şereflerini muhafaza etmeyi ve
kerametlerini korumayı hedef almıştır. Bunun için, iyi insanlara ayıb isnad
etmek isteyen kişilerin yoluna set çekmiş ve kötü kişilerin dillerine engel
olmuştur. Böylece, toplum nazarında lekelenmek ve malların zarar görmesi
şeklinde nefislerin zaafa uğramasına mani olur. İnsan hayatı, fuhuş kötülüğünün
yaygınlaşmasından temizleninceye kadar, iman edenler hakkında* fuhuş
dedikodusunun yayılmasını şiddetle önler.
İslâm, iftirayı kesin bir şekilde haram kılmış ve onu çirkin bir iş ve günah
saymıştır.
İslâm Dini, ister kadın olsun, ister erkek olsun, iftira edene seksen sopa
vurmayı, şehadetini kabul etmemeyi, Allah'ın rahmetinden kovulmak, lanete
uğramak ve üzerine fasıkhk damgası vurulmakla hüküm verilmeyi, dünya ve ahirette
acıklı bir azaba layık olmayı gerekli görmüştür. Ancak, başkasına suç isnad
edenin, şüpheye yer bırakmayacak şekilde getireceği delillerle sözünün doğru
olduğunu isbatlasa bile, suç isnad edilen kişinin fuhşa düştüğüne dair dört
şahid getirmesi gerekir.
Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: «İffetli kadınlara zina isnad edip de, sonra dört
şahid getirmeyenlere seksen değnek vurun, Ebediyyen onların şahidliğini kabul
etmeyin. İşte onlar yoldan çıkmış kimselerdir. Ama bundan sonra, tevbe edip
düzelenler bunun dışındadır. Şüphesiz Allah bağışlar ve merhamet eder.»
(Nur : 4 - 5)
«İffetli, habersiz, mümin kadınlara zina isned edenler, dünya ve ahirette
lanetlenmişlerdir. Kendi dilleri, elleri ve ayaklan, yapmış olduklarına şahidlik
ettikleri gün, onlar büyük azaba uğrayacaklardır. O gün, Allah onlara
kesinleşmiş cezalarını verecektir. Allah'ın apaçık hak olduğunu bileceklerdir.»
(Nûr : 23-25)
«Müminler arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara dünya ve
ahirette can yakıcı azab vardır.» (Nûr i 19)
Buharı ve Müslim'in rivayetine göre Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: «Helak eden yedi şeyden sakınınız!» Ashab; «Ey Allah'ın Rasülü bu
yedi şey nedir?» diye sorduklarında Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu : «I—Allah'a şirk koşmak. 2 — Sihir yapmak. 3 — Allah'ın öldürülmesini
haram kıldığı bir cam öldürmek. 4 — Faiz yemek. 5—Yetim malı yemek. 6 — Düşmana
hücum sırasında harpten kaçmak. 7 — Zinadan masun olan hatırından bile geçmeyen
müslüman kadınlara zina isnad etmek.»
İftiranın haram kılınışı, müminlerin annesi Aişe (r.a.) hakkında vaki olan «İfk
hadisesi» sebebiyle nazil olan âyetle sabit olmuştur. Aişe (r.a.), bu olayı
şöyle anlatmıştır: «İffetli olduğum hakkında âyet nazil olunca, Nebi
aleyhisselam minbere çıktı, olayı anlattı ve geîen âyeti okudu. Minberden
inince, iftira eden iki erkekle bir kadının dövülmelerini emretti ve onlara
iftira cezası uygulandı. Bu kişiler, Hassan, Mustah ve Hun-ne'dir.» (Hadisi Ebû
Davud rivayet etmiştir.)
46.7.2. İftira Cezasında Koşulan Şartlar
İftiranın, sopa cezasını gerektirecek bir suç olabilmesi için, bir takım
şartların bulunması gerekmektedir. Bu şartların bazüarının iftira edende,
bazılarının iftira edilende, bazılarının ise iftira edilen konu hakkında
bulunması gerekir.
46.7.2.1. İftira Edende Bulunması Gerektiren Şartlar
İftira edende bulunması gereken şartlar şunlardır:
1 — Akıl,
2 — Bulûğ,
3 — İhtiyar.
Çünkü bu şartlar, teklif için gerekli olan şartlardır. Bunlar bulunmadan teklif
sözkonusu olmaz. Deli, çocuk, zorîa yaptırılan kişi iftirada bulunduğu zaman, bu
tür kişilere had cezası uygulanmaz. Çünkü Rasûlüllah sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurmuştur: «Üç kişiden teklif kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar
uyuyandan, bulûğ çağına erinceye kadar çocuktan, ayı-lıncaya kadar deliden.>
Başka bir hadiste Rasûlüllah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmaktadır:
«Ümmetimden, hata, unutma ve zorla yaptırılan günah kaldırılmıştır.» (Yani
bunlardan dolayı hesaba çekilmeyeceklerdir.)
Şayet çocuk, mürahık Cbülûğ çağına yakın) hale gelip de yaptığı iftiralarla
çevreye eziyet veriyorsa, kendisine uygun tâ'-zir cezasma çarptırılır.
46.7.2.2. İftira Edilende Bulunması Gereken Şartlar
İftira edilende bulunması gereken şartlar şunlardır:
a. Akıl: Had cezası, şüphesiz, iftira edilene vaki olan zarar sebebiyle meydana
gelen eziyeti men etmek için meşru' kılınmıştır. Aklını kaybedene zarar vermek,
iftira konusunda mevzubahis olmadığı için, iftira eden had cezasına
çarptırılmaz.
b. Bulûğ: İftira edilenin bulûğ çağına ermiş olması gerekir. Bulûğa ermemiş
erkek ve kız çocuğuna iftira edene had cezası uygulanmaz. Bulûğ çağma ermeden
önce, kendisiyle ilişki kurmak mümkün olan kız çocuğuna zina suçu isnad
edilirse, alimlerin çoğu, bunun iftira sayılmayacağını söylemişlerdir. Çünkü bu
zina değildir, öyleyse, had cezası değil ta'zir cezası gerekir.
îmam Malik; «Şüphesiz bu iftira olup iftira edene had cezası verilir.» demiştir.
İbn Arabi şöyle demiştir: «Meselenin şüpheye ihtimali vardır. Malik, iftira
edilenin ırzını ön planda tutmuş, diğerleri ise iftira edenin tarafını himayeyi
gözetmişlerdir. İftira edilenin ırzını himaye etmek daha evlâdır. Çünkü, iftira
eden, lisanıyla, gizli tutulması gerekeni açığa çıkarmış oluyor ki, bu bakımdan
kendisine had cezası gerekir.»
İbn Münzir şöyle demiştir: «İmam Ahmed, dokuz yaşındaki cariye hakkında iftira
edene sopa vurulur, demiştir. Bulûğ çağma eren çocuk da bunun gibidir.
Dolayısıyla iftira eden dövülür.»
İshak şöyle demiştir: «Çağdaşları ilişki kurabilecek durumda olan köle iftira
ederse, ona had uygulanır. Cariye de dokuz yaşını geçmişse bunun gibidir.»
İbn Münzir şöyle demiştir: «Bulûğ çağma ermeyene had cezası uygulanmaz. Çünkü bu
bir yalandır, ki karşı tarafa verdiği eziyetten dolayı ta'zir cezasma
çarptırılır."
c. Müslüman olması: İftira edilenin müslüman olması şarttır. Şayet iftira edilen
gayri müslimlerden olursa, alimlerin çoğunluğuna göre, iftira edene had cezası
uygulanmaz. Şayet aksi olup, hiristiyan veya yahudi birisi, bir müslümana iftira
ederse, bunlara — müsîümanlara uygulandığı gibi — seksen sopa vurulur.
d. Hür olması: Köle, ister iftira edenin mülkünde olsun, ister başkasının
mülkünde olsun, hür bir kimsenin köleye iftira etmesiyle, ona had cezası
uygulanmaz. Her ne kadar, hür bir kimsenin köleye iftirası haram ise de, kölenin
mertebesi, hür bir kimsenin mertebesinden değişiktir. Çünkü Rasûlüîlah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: .Her kim kölesine zina isnad
ederse, ona kıyamet gününde sopa vurulacaktır. Ancak, dediği gibi çıkarsa o
müstesnadır.» (Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.)
Alimler şöyle demişlerdir: «Hadiste geçen 'sopa vurulacaktır' ifadesi, köleye
malik olma durumunun kalktığı ahirette vaki olacaktır. Çünkü orada şerefli ile
aşağıdaki tabakadan olanlar, hür ile köle olanlar eşit hale gelecektir. Takvâ'nm
dışında kimsenin kimseye üstünlüğü olmayacaktır. Durum böyle olunca, mazlumun
zalime hakkım bağışlaması dışında, insanlar had cezalarında ve hürmette denk
olup birinin diğerine yaptığı suçtan dolayı kısas olunurlar. Köle ile efendinin
dünyada denk sayılmamalarının sebebi, köle-efendi ilişkisinin bozulmaması ve
efendinin kölelerine söz geçirebilmesi içindir. Böylece, köleler efendilerine
karşı saygılı olurlar ve onların emirlerini yerine getirirler.»
Bir kimse, köle zannettiği kimseye iftira eder de sonra bu kimsenin hür olduğu
ortaya çıkarsa, üzerine had cezası uygulanır.
Bu görüş, Îbn'ül-Münzir'in beğendiği görüştür.
Hasan Basra ise; «Bu kişiye had uygulanmaz.» demiştir.
İbn Hazm, âlimlerin çoğunluğunun görüşüne muhalefet ederek şöyle demiştir:
«Köleye iftira edene had uygulanır. Çünkü, suç ve ceza konusunda hür ile köle
arasında fark yoktur. 'Köle ve cariyenin saygın olmadığı' şeklindeki sözler
doğru değildir. Çünkü, mümin için büyük bir saygınlık vardır.»
e. İffetli olması: İftira edilenin, — başka suçlardan ister temiz olsun ister
olmasın — isnad edilen suçtan temiz olması gerekir. Meselâ, bir kimse bulûğ
çağının ilk dönemlerinde zina etmişken, sonra tevbe ederek halini düzeltir ve
ömrünü bu şekilde temiz geçirirken bir kimse buna iftira ederse, bu iftira,
Örtülmesi gerekeni ve gizlenmsi vacib olanı açığa çıkardığı için ta'zîr cezasını
gerektirir. Dolayısıyla, iftira edene had cezası uygulanmaz. ■
46.7.2.3. İftira Edenin Sözlerinde Bulunması Gereken Şartlar
İftira edenin sözlerinde bulunması gereken şartlar; sözün, zinayı açık olarak
belirtmesi veya iftiranın açıktan ta'riz yollu bir ifade ile anlatılmasıdır. Bu
konuda söz ve yazı eşittir.
Açık söze misâl: iftira edenin, hitabını başkasına yönelterek; «Ey zinâkâr!»
demesi veya bu manaya gelen başka bir ifade kullanması CNesebsiz kişi' demesi
gibi).
Ta'rize misâl: İki kişi münakaşa ederlerken, birinin diğerine; «Ben zinâkâr
değilim, annem de zinâkâr değildi.» demesi gibi.
Alimler ta'riz konusunda ihtilaf etmişlerdir:
Malik şöyle demiştir: -Açık tariz, açık olan sözden sayılır. Çünkü her ne kadar
söz yerinde kullanılmamış olsa da, adete ve Örfe göre kullanılan kinaye, açık
nas yerine geçer. Ömer (r.a.) bu görüşü benimsemiştir.»
Malik'in, 'Umre binti Abdurrahman'dan rivayetine göry; Ömer Cr.a.) devrinde iki
adam birbirlerine karşılıklı olarak sövdüler. Biri diğerine, «Vallahi, benim ne
babam, ne de annem zina etmiştir.» dedi. Bunnu üzerine Ömer (r.a.), bu konuda
istişarede bulundu. Topluluktan birisi, «Bu adam babasını ve annesini medhetti.»
dedi. Diğerleri ise, «Babasının ve annesinin med-hedilecek başka yönleri de
vardı. Biz bu adama sopa atılmasını uygun görüyoruz.» dediler. Bunun üzerine
Ömer (r.a.) adama seksen sopa vurdurdu.»
İbn Mes'ûd, Ebû Hanife, Şafi'i, Sevri, İbn Ebi Leylâ, tbn Hazm, Şia ve Ahmed'den
bir rivayete göre; «Ta'rizde had cezası yoktur.» Çünkü ta'riz ifadesinde başka
manaya gelme ihtimali de vardır, ihtimal ise şüphe demektir. Had cezalan da
şüphe ile düşerler. Ancak Ebû Hanife ve Şafi'i, bu ifadeyi kullanana ta'zîr
cezası verilmesini uygun görmüşlerdir.
«Ravdat'un-Nediyye» kitabının yazarı şöyle demektedir: «Bu konuda doğru olanı
açıklayarak şöyle diyoruz : Gerçek şu ki, Allah'ın kitabında zikredilen iffetli
müslüman kadınlara iftira atmaktan maksat, iftira edenin lûgaten, şer'an ve
örfen zina suçunu isnad etmeye delalet eden bir lâfzı söylemesidir. Öyle ki,
orada bulunan kişiler, bu sözle zinadan başka bir şeyin kaste-dilmedigini ve bu
söze başka bir tevil getirilemeyeceğini anlamış olmalıdırlar. İşte bu türden bir
söz, seksiz ve şüphesiz iftira cezasını gerektirir. Yine bunun gibi, iftira
edenin, zinaya ihtimali olmayan veya çok uzak ihtimali bulunan bir söz
söylemesi, ancak, bu sözle zinayı kastettiğini ikrar etmesi halinde yine had
cezası gerekir. Ama, başka bir anlama gelen lâfızla ta'rizde bulunur da, zinayı
kastettiğine dair ne sözünden, ne de durumundan herhangi bir işaret
anlaşılmazsa, üzerine herhangi bir şey lazım gelmez. Çünkü, sadece ihtimallerde
bu kişinin cezaya çarptırılmasına yol yoktur.»
46.7.3. iftira Cezası Ne ile Sabit Olur?
İftira cezası, iki şeyden birisiyle sabit olur:
a. İftira edenin kendi ikrarıyla.
b. İki âdil şahidin şehadetiyle.
46.7.4. İftira Edene Verilerek Maddî Ceza
İftira edene, söylediğinin doğru olduğuna dair açık delil getiremezse, maddi
ceza olarak seksen sopa vurulur. Bu bir terbiye cezasıdır. Aynca bu kişinin
ebedî olarak şahidliği kabul edilmez. Allah katında ve insanlar yanında
adaletsiz olduğu için kendisine «fâsık» damgası vurulur. Bu iki ceza, Allah'ın
kitabında beyan edilmiştir:
-İffetli kadınlara zina isnad edip de, sonra dört şahid getirmeyenlere seksen
değnek vurun. Ebedİyyen onların sahiciliğini kabul etmeyin. İşte onlar, yoldan
çıkmış kimselerdir. Ama bundan sonra tevbe edip düzelenler bunun dışındadır.
Şüphesiz Allah bağışlar ve merhamet eder.» (Nûr: 4 - 5)
İftira eden, tevbe etmediği takdirde, bu ceza âlimler arasında ittifak
konusudur. Ancak bu konuda, âlimlerin ihtilâf ettikleri iki mesele vardır:
Birinci mesele: Kölenin cezası, hürün cezası gibi midir, değil midir?
Köle, evli olan hür bir kişiye iftira ettiği zaman, üzerine had cezası
uygulanır. Lâkin, uygulanacak had, hürün cezası kadar mıdır, yoksa yansı kadar
mı? Bu konu sünnet'te açıklanmamıştır. O bakımdan fakihlerin görüşleri değişik
olmuştur.
İlim ehlinin çoğu, köleye iftira suçu sabit olduğunda kırk sopa vurmak gerektiği
görüşündedir. Çünkü zina suçu gibi, had cezaları da köle için yarıya indirilir.
Alîahu Teâlâ şöyle buyur maktadır:
«Eğer cariyeler, evlendiklerinde zina edecek olurlarsa, onlara, hür kadınlara
edilen azabın yansı edilir.» (Nisa: 25)
Malik şöyle demiştir: «Ebû'z-Zenâd demiştir ki: 'Abdullah bin Âmir bin Rebi'a'ya
bu konuda sordum, şöyle dedi: «Ömer, Osman ve halifelerle daha nicelerine
yetiştim. Yalan yere iftira eden köleye hiç birisinin kırktan fazla sopa
vurduğunu görme-dim.>
İbn Mes'ûd, Zührî, Ömer bin Abdülaziz, Kabîsa bin Züeyb, Evzâ'î ve îbn Hazm'dan
rivayet olunduğuna göre, onlar köleye seksen sopa vurulacağı görüşündedirler.
Çünkü bu ceza, insanoğlu için hak olan bir cezadır. Şüphesiz cinayet, iftira
edilenin ırzına vaki olmuştur ki, cinayet hüre göre başka, köleye göre başka
olmaz.
îbn Münzir şöyle demiştir.- «Şehirlerde uygulanan tatbikat birinci görüş olup
biz de bu görüşü tercih etmekteyiz.»
«Müsennâ» kitabında, yazan; «İlim ehli bu görüş üzeredir.» demektedir.
«Ravdat'un-Neddiyye» yazarı, birinci görüşü münakaşa ettikten sonra ikinci
görüşü tercih ederek şöyle demiştir: «Bu âyeM kerime umumi olup hür ve köleyi
içermektedir. Kölenin hüer yaptığı iftira, hürün hüre yaptığı iftiradan daha
aşağılayıcıdır. İftira suçunda, köleye cezasının yansının verileceğine dair ne
kitab'dan, ne de sünnet'ten bir delil yoktur. Kendisine dayanılacak delillerin
en büyüğü, zina konusundaki şu âyet-i kerimedir :
«Cariyelere, hür kadmlara edilen azabın yansı vardır.» (Nisa : 25)
«Şüphe yok ki, âyette geçen bu ceza, iftira suçunun dışındaki bir suç içindir.
İftira suçunu zina suçuyla aynı tutmaya gelince; özellikle sebeplerin değişik
olmasıyla birlikte, birisinde yalnız Allah'ın hakkının bulunması, diğerinin ise
kul hakkıyla da ilgili olması, meseleyi şüphe götürür duruma sokmaktadır.»
İkinci mesele : İftira eden, tevbe ettiği zaman, itibarı geri gelip tekrar
şahadeti kabul edilir mi, edilmez mi?
Fakihler, iftira eden tevbe etmediği sürece şahadetinin kabul edilmeyeceğinde
ittifak etmişlerdir. Çünkü bu kimse, fışkı gerektiren bir suç işlemiştir. Fısk
ise, adaleti giderir. Buna karşılık adalet, şahadetin kabulünde şarttır. Bu
kimse, yaptığı suçtan henüz tevbe etmemiştir. Dayak cezası, her ne kadar
işlediği suça kefaret olmuş ve iftira sahibi ahiretteki azabdan kurtulmuşsa da,
bu ceza, şahitliğini reddetmeyi gerektiren iftiracının fasık olmasını kaldırmaz.
Tevbe edip, tevbesinde kararlı olduğu zaman itibarım tekrar kazanabilir mi?
Şahitliği kabul olunur mu, olunmaz mı? İşte bu konuda âlimler iki görüşe
ayrılmışlardır:
Birinci görüş; «Samimi bir şekilde tevbe ettiği takdirde, iftiradan dolayı ceza
yiyenin şahitliğinin kabul edileceği* şeklindedir. Malik, Şafi'i, Ahmed, Leys,
'Atâ, Süfyan bin Uyeyne, Şa'bi, Kasım, Salim ve Zührî bu görüştedir.
Ömer (r.a.), «İftiradan dolayı had cezası uyguladığı kişilerden birisine: «Eğer
tevbe edersen, şahidliğini kabul ederim.» demiştir.
İkinci görüşe gelince; bu, şahidliğin kabul olunmayacağı yönündedir. Bu görüşte
olanlar; Hanefiler, Evza'î, Sevrî, Hasan, Sa'îd bin Müseyyeb, Şurayh, İbrahim
Neha'i ve Sa'id bin Cü-beyr'dir.
Bu ihtilâfın esası, şu âyet-i kerimenin tefsirinden kaynaklanmaktadır:
«Ebediyyen onların sahiciliğini kabul etmeyin. İşte onlar yoldan çıkmış
kimselerdir. Ancak tevbe ederlerse...» (Nûr: 4)
Acaba, âyetteki istisna, şehadetin kabul edilmemesi ve hakkında fasıklıkla hüküm
verilmesini birlikte mi kapsamaktadır? Yoksa, sadece faslkhk hükmünü mü istisna
etmektedir?
«istisna, her ikisini de içine almaktadır.» diyenler, tevbeden sonra
şahitliğinin kabul olacağını caiz görmüşlerdir. İstisnanın sadece fasıkhk
hükmüne ait olduğunu söyleyenler ise, «ne kadar tevbe ederse etsin, şahitliği
kabul edilmez.» demişlerdir.
46.7.5. İftira Edenin Tevbesinin Şekli
Ömer (r.a.) şöyle demiştir : «iftira edenin tevbesi, ancak had cezasına
çarptırılmadan, iftira ettiği konuda kendisinin yalan konuştuğunu kabul
etmesiyle olur.» Ömer (r.a.), Muğire'ye şa-hidlik edenlere; «Her kim, yalan
konuştuğunu itiraf ederse, gelecekte şahidlik yapmalarına izin vereceğim. Bunu
yapmayanın şahidliği ise kabul olunmayacaktır.» demişti. Bunun üzerine, Şibl bin
Ma'bed ve Nâfi1 bin Haris bin Kelde, yalan söylediklerini itiraf ettiler ve
tevbe ettiler. Ebû Bekre ise, kendisini yalanlamaktan kaçındı ve daha sonra
şahidliği kabul olunmadı.
Bu görüş, Şa'bi'nin görüşü olup Medine ehli'nden de rivayet olunmuştur.
Alimlerden bir grup da şöyle demiştir: «Bu kişinin tevbesi, her ne kadar yalan
söylediğini itiraf etmese bile, ıslah olması ve halini düzeltmesi ile olur.
Yaptığı iftiradan dolayı pişmanlık duyması, tevbe ve istiğfar etmesi ve tekrar
iftira etmeyi terk etmesi gerekir.»
Bu görüş ise, Malik ve İbn Cerîr'in görüşüdür.
46.7.6. Çocuklarına İftira Edene Had Cezası Uygulanır Mı?
Ebû Sevr ve Îbn'ül-Münzir şöyle demişlerdir: «İftiracı, oğluna iftira ettiği
zaman, Kur'ân'ın zahirine göre, kendisine had cezası tatbik edilir. Şüphesiz,
iftira edenle iftiraya uğrayanın arası ayrılmamıştır.»
Hanefiler ve Şafi'iîer ise şöyle demişlerdir: «Bu kişiye had cezası uygulanmaz.
Çünkü, iftira edenin baba ve anne olmaması şart koşulmuştur. Anne ve babanın
evladı sebebiyle öldürülmesi mümkün olmayınca, her ne kadar ta'zir cezası
verilse de, iftira cezasının uygulanmaması evlâ yoluyla mümkün olmaz.. Çünkü
iftira cezası bir eziyettir.»
46.7.7. Bir Kişiye İftira Cezasının Tekrar Verilmesi
Bir kimse, başka birisine bir kaç defa iftirada bulunsa, yaptığı ilk iftiradan
dolayı had cezasına çarptırılmadığı müddetçe, hepsi için bir ceza uygulanır.
Eğer birinciden dolayı had uygulandıktan sonra ikinci defa iftirada bulunursa,
tekrar ceza uygulanır. Üçüncü defa iftira ederse, bunun gibi cezalar da tekrar
edilir.
46.7.8. Bir Topluluğa İftira Etmek
Bir kimse, bir topluma iftira eder de onlara zina suçu isnad ederse ne olur?
Fakîhler bu konuda üç ayn görüş belirtmişlerdir: Birinci görüş-, Yalmzca had
cezasının uygulanacağı şeklindedir. Bu görüşü savunanlar, EbûHanife, Malik,
Ahmed ve Sev-
ri'dir.
İkinci görüş; toplumdaki her bir ferd için, bu kişiye birer had cezası
uygulanır, diyenlerin görüşüdür. Şafi'i ve Leys bu görüştedir.
Üçüncü görüş; Bu görüşü savunanlar, iftira edenin, topluluğun hepsine; «Ey zina
edenler!» demesiyle, toplumdaki her ferde tek tek, «Ey zina eden!" demesinin
arasını ayırmışlar, «birinciyi kullanana bir had, ikinci ifadeyi kullanana ise,
toplumdaki her ferd için bir had uygulanır.» demişlerdir.
İbn Rüşd şöyle demiştir: «Topluma iftira edene sadece bir had uygulanır.»
diyenlerin dayandıkları esas, Enes (r.a.) ve diğerlerinin rivayet ettikleri şu
hadistir: «Hilâl bin Ümeyye, karısının Şerik bin Semha ile zina ettiğine dair
iftirada bulundu. Durum Nebi aleyhisselâm'a bildirildiğinde, Nebi aleyhisselâm
aralarında li'ân'la (lânetleşme) hüküm verdi. Fakat Şerik'e had cezası
uygulamadı. «Bu uygulama, karısına bir adamla zina suçu isnad edene yapılacak
muamele hakkında ilim ehlince bir ic-madır.»
had gerekir.»
«Topluluğa iftira edene, topluluğun her ferdi için ayrı ayrı gerekir.»
diyenlerin, delilleri şudur: İftira, kul hakkına te-alluk etmektedir. Toplumdan
birisi, hakkını affetse bile, diğeri affetmez. Hepsi hakkını bağışlamayınca, had
cezası da düşmez. «Bir kelime veya birkaç kelime ile bir mecliste veya birkaç
mecliste iftira etmenin ceza bakımından farklı olduğunu söyleyenlere gelince;
«Bu kimseye, iftira ettiği kişilerin sayısınca had cezası gerekir. Çünkü iftira
edilenlerin ve iftiranın sayısı çoğalınca, had cezasının da o nisbette çoğalması
gerekmektedir.» demişlerdir.
46.7.9. Had Cezası Allah'ın Haklarından mıdır. Yoksa Bir Kul Hakkı mıdır?
Ebû Hanife; -Had cezasının Allah'ın haklarından bir hak olduğu ve bu cezanın
Allah'ın hakkı olarak uygulanması gerektiği» görüşündedir. Şöyle ki: Mesele
hakime götürüldüğünde, iftiraya uğrayan hakkından vazgeçse bile, hakimin yine de
had cezasını"uygulaması gerekir. İftiraya uğrayanın affetmesiyle ceza düşmez.
İftira edenin yapacağı tevbe, kendisiyle Allah arasında geçerli olur. Kölenin
cezası ise, zinada olduğu gibi yarıya düşer.
Şafi'î ise; «Had cezasının bir kul hakkı olduğu» görüşündedir. Bunun böyle
olmasından dolayı, iftiraya uğrayan istemediği takdirde, iftira edene had
uygulanmaz. Affetmesiyle had cezası düşer. İftiracıya, iftira edilen hakkını
helâl edinceye kadar tevbe fayda vermez.
46.7.10. İftira Cezasının Düşmesi
İftira cezası, İftira edenin dört şahid getirmesiyle düşer. Çünkü şahidler, had
gerektiren iftira sıfatını bu kişiden kaldırmış oldukları gibi, yaptıkları
şahidlikle de zinanın meydana geldiğini isbatlamış olurlar.
Bu durumda, iftira edilen kişi, zina cezasına çarptırılır. Çünkü zina yaptığı
sabit olmuştur. Yine, iftiraya uğrayanın, zina yaptığını ikrar etmesi ve
kendisine suç isnad edenin doğru söylediğini itiraf etmesi de bunun gibidir.
Kadın, kocasına iftira ettiği zaman, şartlar yerine geldiğinde üzerine had
uygulanır. Ancak koca, karısına iftira edip delil getiremezse, üzerine had
uygulanmaz. Bu durumda, ikisi lâ-netleşirler. (Bu konu daha önce li'ân bahsinde
geçti.)
46.8. DİNDEN DÖNME (RİDDE)'NİN CEZASI
46.8.1. «Ridde» Nedir?
Ridde; 'daha önce geldiği yoldan geri dönmek' anlamına gelir. Ridde «irtidat»
kelimesi gibi olup irtidat, sadece küfre mahsus bir tabirdir. Burada «ridde» den
maksat ise; akıllı ve bulûğ çağına ermiş —erkek veya kadm— müslümanm, hiç kimse
tarafından zorlanmadan kendi isteği ile küfre dönmesidir. Mükellef olmadıkları
için, deli ile çocuğun dinden dönmeleri dikkate almmaz. Çünkü Nebi aleyhisselâm
şöyle buyurmuştur: -Üç kimseden teklif kaldırılmıştır. Uyanmcaya kadar
uyuyandan. İhtî-Iâm oluncaya kadar çocuktan. AkıIIanıncaya kadar deliden.»
(Hadisi Ahmed, Tirmizî, Nesâî, Ebû Davûd ve İbn Mâce rivayet etmiştir. Tirmizi
hadisi «hasen» saymıştır. Hakim ise, hadisin Buharı ve Müslim'in şartlarına göre
sahih olduğunu söylemiştir.)
Kalp iman ile dolu olduğu müddetçe, zorîa küfür kelimesi söylemek, müslümanı
dinden çıkarmaz. Nitekim, Ammar bin Ya-sir Cr.a.) küfür kelimesini söylemeye
zorlanınca, mecburen söylemiştir. Bunun üzerine Allahu Tealâ şu âyet-i kerimeyi
inzal buyurmuştur:
«Gönlü imanla dolu olduğu halde, zor altında olan kimse müstesna, inandıktan
sonra Allah'ı inkâr edip gönlünü kâfirliğe açanlara Allah katından bir gazap
vardır. Büyük azap da onlar içindir.» CNahl: 106)
İbn Abbas şöyle demiştir: «Müşrikler, Ammar'ı, babasını ve annesi Sümeyye'yi,
Suheyb, Bilâl, Habbab ve Salim'i yakalayıp onlara eziyet ettiler. Sümeyye'yi iki
devenin arasına bağladılar. Ön taraftan bir harbe getirerek, ona 'bu adamlar
yüzünden müs-lüman oldun' dediler. Daha sonra onu ve kocasını öldürdüler. İşte
İslâm'da ilk şehid düşenler bu ikisidir. Ammar ise, müşriklerin istediği
kelimeyi zorla söyleyiverdi. Durumunu Nebi aley-hisselâm'a şikayet ederek
anlatınca, Nebi sallallahu aleyhi ve seîlem kendisine; «Kalbini nasıl
buluyorsun?» diye sordu. Ammar (r.a.); «İman ile dopdolu» diye cevap verdi.
Bunun üzerine Ra-sûlülîah sallallahu aleyhi ve sellem; «Eğer seni tekrar
zorlarlar-sa, aynı şekilde cevap ver.» buyurdu.
46-8.2. Batıl Bir Dinden Başka Bir Batıl Dine Dönmek Ridde Sayılır mı?
Biz deriz ki: Müslüman İslâm'dan çıktığı zaman «mürted» olur ve Allah'ın
mürtedler hakkındaki hükmü bu kişiye tatbik edilir. Fakat, «ridde», sadece
İslâm'dan çıkan müslümanlara mı aittir? Yoksa, gayri müslimlerin, dinlerini
terkederek diğer batıl dinlere girmelerini de kapsamakta mıdır?
Açıktır ki, kâfir bir kişi, kendi dininden diğer bir batıl dine geçtiği zaman,
yeni geçtiği dini üzere kabul edilir ve ona bir engel çıkarılmaz. Çünkü bu kişi,
batıl bir dinden yine batıl bir benzeri dine geçmiştir. Küfrün hepsi bir millet
sayılır. Ancak, İslâm Dini'nden başka bir dine geçen bunun dışındadır. Çünkü bu
kimse, hidayeti ve hak dini terkedip sapıklığa ve küfre geçmiştir. Oysa Allahu
Teâlâ şöyle buyurmakta dır:
«Kim İslâmiyet'ten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir.» (Âl-i
İmrân : 85)
Bir hadiste şöyle denmektedir: «Her kim, dini olan İslâmiyet'i değiştirirse,
boynunu vurunuz.- (Hadisi Taberani İbn Ab-bas'tan merfu' olarak rivayet
etmiştir.)
Bu konuda Şafi'i'nin iki görüşü vardır: Birincisi; «islâmiyet'ten başka bir dine
girenden, ancak yeniden müslüman olması kabul olunur. Olmazsa Öldürülür.» Bu
görüş, Ahmed'den gelen iki rivayetin birine uymaktadır. Şafi'i'nin ikinci görüşü
şöyledir: -Dininden dönen kimse, eğer kendi dini gibisine veya "ondan daha
yükseğine dönerse, bu ondan kabul edilir. Şayet kendi dininden daha düşük bir
dine dönerse, kabul olunmaz. Meselâ, Yahudilik'ten Hıristiyanlığa dönerse kabul
edilir. Çünkü Yahudilik, esasta semavi din olmak bakımından Hıristiyanlık'la
benzer Özelliğe sahiptir. Daha sonra bu dinler tahrif edilmiş ve İslâmiyet
onları neshetmiştir. Yine bunun gibi, Yahudiliğe veya Hıristiyanlığa geçen
mecusi'ye dokunulmaz. Çünkü kendi dininden daha yüksek bir dine dönmüştür.
Benzer bir dine dönmek caiz olunca, kendi dininden daha üstün bir dine dönmek,
evlâ yoluyla caiz olur. Yahudi veya Hıristiyan birisi Mecusî dinine geçerse, bu
ondan kabul edilmez. Çünkü, kendi dininden daha düşük bir dine dönmüştür.»
46.8.3. Müslüman Günah İşlemekle «Kâfir» Sayılmaz
İslâm, akide ve hayat tarzıdır. Akide, imani konulan düzenler : Allah'a îman,
Peygamberlere iman, Öldükten sonra dirilmeye iman Ahiret'teki ceza ve mükafata
îman gibi.
282
Şer'i Şerif ise şu konuları düzenler:
1. İbadetler: Namaz, oruç, zekat ve hacc gibi.
2. Âdab ve ahlâk: Doğruluk, vefa ve emanet gibi.
3. Medeni muamelât: Alışveriş gibi.
4. Ailevî bağlar: Nikâh ve talak gibi.
5. Suçlarla ilgili cezalar: Kısas ve had cezaları gibi.
6. Devletlerarası ilişkiler; Anlaşmalar ve ittifaklar gibi.
Böylece İslâm'ı, hayatın bütün yönlerini düzene koyan genel bir program olarak
bulmaktayız. Bu program, Kitab ve Sün-net'in ortaya koyduğu ve müslümanîann ilk
asırda anladıkları genel ve özel tüm meselelerde tatbik ettikleri İslâm'ın umumi
manasıdır.
Bu nizamı din olarak benimseyen her fert, müslüman toplumun bir parçası kabul
edilir ve İslâm ümmetinin bir ferdi sayılarak kendisine İslâm hükümleri geçerli
sayılır. İslâm öğretisi ona tatbik edilir.
Ancak, insanlar arasında zeki, kuvvetli, güçlü, çalışkan ve becerikli kişiler
olduğu gibi, anlayışsız, zayıf, aciz, tembel ve beceriksiz olanlar da vardır.
Yine bunun gibi, insanlar bedenî kuvvetleri, nefsi, akli ve ruhi özellikleri
bakımından da farklıdırlar. Bu tür farklı özelliklere sahip bulunan insanlardan
bir kısmı İslâm'a yaklaşırken, bir kısmı da İslâm'dan uzaklaşır. Allahu Teâlâ
şöyle buyurmaktadn-:
-Sonra bu kitabı, kullarımızdan seçtiğimiz kimselere miras bırakmışızdır.
Onlardan kimi kendine yazık eder, kimi orta davranır, kimi de Allah'ın izni ile
iyiliklere koşar.» (Fatır: 323
Ancak, İslâm'ı din olarak benimseyen kimse, günah işleyerek İslâm'dan
uzaklaşmakla İslâm dairesinden çıkmış olmaz. Manasını kasdetmeden, küfre delalet
eden bir söz söyleyen veya dış görünüşü ile küfrü gerektiren bir fiil yapan,
fakat bununla İslâm'dan çıkmayı murad etmeyen bir müslümanın «kâfir» olduğuna
hüküm verilemez. Müslüman, her ne kadar günah işlese de, suç batağına dalsa da o
yine müslümandır. Bu tür kimseleri dinden dönmekle ( irtidat) itham etmek caiz
değildir.
Buhari'nin rivayet ettiğine göre, Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: «Her kim, Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet eder, kıblemize
döner, namazımızı kılar ve kestiğimizi yerse, o müslümandır, Müslümanın lehine
olanlar onun lehine, müslümanın aleyhine olanlar, onun da aleyhinedir.»
Nitekim, Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem, müslüman-lann birbirlerini
küfürle itham etmelerini büyük bir tehlike saymış ve onlan böylesine bir
cinayetten sakındırarak şöyle buyurmuştur :
«Kişi, kardeşini küfürle itham ederse, bu ithamı ikisinden birine döner.»
(Hadisi Müslim, îbn Ömer (r.a.)'dan rivayet etmiştir.)
46.8.4. Müslüman Ne Zaman Mürted Olur?
Müslüman, ancak içinden küfrü benimseyerek kalbi küfürle dopdolu olur ve bilfiil
küfre girerse, işte o zaman İslâm'dan çıkmış sayılır ve «mürted» hükmü
uygulanır. Çünkü Allahu Te-âlâ şöyle buyurmaktadır:
«Fakat küfre göğsünü açan...» (Nahl: 106)
Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem; «Ameller niyetlere göredir ve herkes
için, ancak niyet ettiği şey vardır.» buyurmuştur.
Kalpte olanlar, Allah'tan başkasının bilemeyeceği gaybîar-dandır. Bir kimsenin
kâfir olduğunu söyleyebilmek için yorum* ihtimal bırakmayacak kesin bir delil
bulunması gerekir, imam Malik'e nisbet edilen şöyle bir söz vardır:
«Bir kimseden doksandokuz yönden küfür ihtimali olan bir söz sadır olsa ve bu
sözün bir yönden iman ihtimali bulunsa, o kişinin sözü iman üzere hamledilir.»
Küfre delalet eden şeylerden bazıları şunlardır:
1. Zaruri olarak dinden bilinenleri inkar etmek. Meselâ; Allah'ın birliğini,
âlemi yarattığını, meleklerin mevcudiyetini, Mu-hammed aleyhisselâm'ın
peygamberliğini, Kur'ân-ın Allah'tan gelen bir vahiy olduğunu, öldükten sonra
dirilmeyi ve cezayı. Namaz, Zekât, Oruç ve Hacc farzlarını inkâr etmek gibi.
2. Müslümanların, haram olduğunda icma ettikleri bir yasağı mubah saymaz. İçki,
zina, faiz, domuz eti yemeyi mubah saymak ve masum insanların kanlarını ve
mallarını helâl kabul etmek gibi.
3. Müslümanların, helâl olduğunda icma ettikleri bir şeyi haram saymak. Temiz
şeyleri haram saymak gibi.
4. Peygamberlik müessesesini alaya almak. Allah'ın nebilerinden herhangi
birisine küfretmek ve alaya almak da bunun gibidir.
5. Dine küfretmek, Kur'ân ve hadislerde kusur aramak. Kur'ân ve hadisle hüküm
vermeyi terketmek, diğer sistemleri Kur'ân ve hadis nizamından üstün görmek.
6. Herhangi birinin kendisine vahiy İndiğini iddia etmesi.
7. Mushaf-ı Şerifi, küçümsemek ve içindeki emirleri hafife almak niyetiyle pis
yerlere atmak. Hadis kitapları da bunun gibidir.
8. Allah'ın isimlerinden bir ismi, emirlerinden bir emri, ne-hiylerinden bir
nehyi, vaadlerinden bir vaadi —yeni müslüman olmak, İslâm'ın hükmünü bilmemek
gibi mazeretler dışında — hafife almak. Şayet, cehalet sebebiyle İslâm'dan bir
şey inkâr ederse, kâfir olmaz. Burada, müslümanlann üzerinde icma ettikleri bazı
meseleler vardır ki, bunları ancak özel kişiler bilebilirler. Şüphesiz, bu
meseleleri inkâr edenler kâfir olmayıp cehaleti ve bu tür meseleler hakkındaki
bilgilerin umuma yaygın olmaması sebebiyle, inkâr edenler mazur sayılabilirler.
Meselâ, bir kadını halası ve teyzesi ile beraber nikahlamanın haram olması,
kasden katil olanın varis olamayacağı, nineye altıda bir mirasın düştüğü ve
benzeri hükümler gibi.
Kişi, içine düştüğü bu vesveselerden dolayı küfre girmiş olmaz. Şüphesiz bunlar,
Allah'ın kullarını hesaba çekmeyeceği meselelerdir.
Müslim'in Ebû Hüreyre Cr.a.) 'den rivayet ettiğine göre, Rasûlüllah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: «Şüphesiz Allahu Teâlâ, ümmetimin içinden
geçen vesveseleri, yapmadığı veya konuşmadığı müddetçe affetmiştir.»
Yine Müslim'in Ebü Hüreyre (r.a.l 'dan rivayet ettiğine göre, o şöyle demiştir:
«Nebi aleyhisselâm'ın ashabından bazı insanlar gelerek, Nebi sallallahu aleyhi
ve sellem'e; «Bizler, içimizden öyle şeyler geçiriyoruz ki, onlan söylemekten
çekiniyoruz.» diyerek durumlarını sordular. Nebi aleyhisselâm; «Siz gerçekten
içinizden geçenleri söylemekten çekiniyor musunuz?» dedi. Ashab; «Evet!» diye
karşılık verdiler. Bunun üzerine Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
«İşte bu, açık olarak imanınızın varlığını göstermektedir.»
Müslim'in Ebû Hüreyre (r.a.) 'den rivayet ettiği bir başka hadiste ise,
Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır : «İnsanlar soru
sormaya devam ederler. Hatta, 'Bu mahlu-kâtı Allah yarattı, peki Allah'ı kim
yarattı?' demeye başlarlar. Her kim, içinde böyle bir vesvese bulursa, «Allah'a
inandım.» desin.»
46.8.5. Mürtedin Cezası
Dinden dönme, daha önce yapılan İyi amelleri boşa çıkaran ve ahirette de
şiddetli azabı gerektiren suçlardan biridir. Alla-hu Teâlâ şöyle buyurmuştur :
«Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak Ölürse, işte onların bütün yaptıkları
ameller dünyada da ahirette de boşa çıkmıştır. İşte onlar ateş halkıdır ve orada
ebedî kalacaklardır.» (Bakara: 217)
Bu âyetin manası şudur: İslâm dininden küfr'e dönen ve kâfir olarak Ölünceye
kadar küfründe devam eden kimsenin bütün hayırlı amelleri boşa gider ve dünyada
da amellerinin semeresinden mahrum kalır. Bu kimsenin, müslümanlarla arasında
hiç bir hukuk kalmaz. Ahiret nimetlerinden mahrum kalarak, ebediyyen acıklı
azaba çarptırılır.
İslâm Dini, ahirette mürted'i bekleyen vaad olunmuş azab bir yana, bu dünyada da
acil bir ceza kararlaştırmıştır ki, bu da ölümdür.
Buharı ve Müslim'in îbn Abbas (r.a.)'dan rivayetlerine göre, Rasûlüllah
sallaîlahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: -Dinini değiştireni öldürünüz.»
İbn Mesûd'dan rivayet olunduğuna göre Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmuştur: «Müslüman kişinin, kam, ancak üç şeyden birisiyle helâl olur:
İmandan sonra küfre dönmek, evli olduğu halde zina etmek, haksız yere adam
öldürmek.»
Câbir (r.a.) 'den rivayet olunduğuna göre; Ümmü Mervân denilen bir kadın dinden
döndü. Bunun üzerine Nebî aleyhisse-lâm, «Kendisine İslam'ın anlatılmasını,
tevbe ederse dokunul-mamasını, şayet tevbe etmezse öldürülmesini» emretti.
Kadın, İslâm'ı kabul etmekten kaçındı. Bunun üzerine öldürüldü. (Hadisi
Dârekutni ve Beyhakî rivayet etmiştir.)
Ebû Bekir (r.a.î, dinden dönen (rnürted) Araplarla, İslâm'a dönünceye kadar
savaştı ve âlimlerden hiç birisi mürtedierin öldürülmesi konusunda ona muhalefet
etmedi. Ancak, dinden dönen kadın hakkında ihtilâf ettiler:
Ebû Hanife şöyle dedi: «Kadın, dinden döndüğü zaman öldürülmez, ancak
hapsedilir. Hergün hapisten çıkarılarak kendisine tevbe teklif edilir ve İslâm
anlatılır. Bu durumda, İslâm'a dönünceye veya Ölünceye kadar devam edilir. Çünkü
Nebî aley-hisselâm, kadın mürtedin öldürülmesini nehyetmiştir.»
Alimlerin çoğunluğu bu görüşe muhalefet ederek şöyle demişlerdir : «Kadın
mürtedin cezası, erkek mürtedin cezasına eşittir. Çünkü, kadın mürtedin dinden
dönmesinin etkisi ve zararları erkek mürted gibidir. Nebi aleyhisseîâm, Mu'âz'ı
Yemen'e gönderirken şöyle buyurmuştur : «Herhangi bir erkek dinden dönerse, onu
İslâm'a çağır. Eğer İslâm'a dönerse ne âlâ. Şayet dönmezse boynunu vur. Hangi
kadın ki İslâm'dan dönerse, onu İslâm'a çağır. Eğer dönerse ne âlâ. Şayet
dönmezse boynunu vur.» (Hadisi Hafız 'hasen1 saymıştır.) İşte bu hadis, ihtilâf
vukuunda açık bir delil sayılır.»
Beyhakî ve Dârekutnî'nin rivayetine göre; Hz. Ebû Bekir (r.a.), müslüman
olduktan sonra dinden dönen Ümmü Kırfe adındaki bir kadına tevbe teklifinde
bulundu. Tevbe etmeyince onu öldürdü.
Kadınları Öldürmekten nehyeden hadise gelince; Bu hadis, kadınların zayıf
olmaları ve savaşa katılmamaları sebebiyle harp halinde onları öldürmeyi
yasaklamaktadır. Onlann öldürülmesini yasaklamasının sebebi de şuydu: Nebi
aleyhisseîâm Öldürülmüş bir kadm görmüş ve şöyle demişti: «Bu kadın Öldürülmek
İçin değildir.» Sonra kadınları öldürmeyi yasakladı.
Kadm, had cezalarının tümünde istisnasız olarak erkekle aynıdır. Kadın, evli
olduğu zaman ona had cezası nasıl uygulanıyorsa, aynı şekilde dinden dönme
cezası da kendisine uygulanır. Arada bir fark yoktur.
46.8.6. Mürtedi Öldürmenin Hikmeti
İslâm Dini, hayat için mükemmel bir nizamdır. O din ve devlet, ibadet ve irade,
ruh ve madde, dünya ve ahiretin hepsini kuşatmıştır. İslâm akıl ve mantığa
dayalı olup delil ve burhanla kâme olur. Onun akidesinde ve getirdiği
prensiplerde insan fit-ratıyla çelişen, insanın maddi ve edebi olgunluğa
ulaşmasına engel olan hiç bir esas yoktur. İslâm'a giren, onun hakikatini
kavrar, tadını tadar, islâm'a girdikten ve onun hakikatini idrak ettikten sonra
İslâm'dan çıkan ve böylece mürted olan kimse, hakikatten ve mantıktan çıkmış,
aklı selimden ve doğru fıtrattan sapmış demektir.
însan, İslâm gibi yüksek bir seviyeye çıkınca, mürted olmakla en alçak mertebeye
düşmüş ve bayağılığın en son noktasına yuvarlanmış olur. Bu tür bir insanın
hayatını muhafaza etmesi mümkün olmadığı gibi, hayatın devamı konusunda da
hırslı olamaz. Çünkü, artık onun hayatı ulvi bir gaye ve şerefli bir amaç
taşımamaktadır. Bu, meselenin bir yanıdır.
Öte yandan İslâm, insan hayatını düzenleyen genel bir program, ve onun
gidişatını kuşatan hakiki bir nizamdır. Bu nizam, kendisini koruyan bir zırha ve
onu himaye eden bir kuvvete sahip olmaktan geri duramaz. Kuşkusuz her sistem
himaye ve korumayla, sistemin temellerini sarsacak, ana dayanaklarını
dinamitleyecek tehlikeleri bertaraf etmeyle ayakta kalabilir. Bir nizamı
korumanın ve onu himaye etmenin en etkin yollarından biri de, nizamın dışına
taşanları engellemektir. Çünkü, nizamın dışına çıkmak, o nizamın yapısını tehdit
etmekle kalmayıp onu yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya bırakır.
İslâm'ın dışına çıkmak ve ondan irtidat etmek, İslâm aleyhine bir ayaklanmadır.
İslâm'a karşı ayaklanmanın cezası, bs-şeri düzenlerin, devlet nizamına ve
onaylanmış kanunlara karşı ayaklananlara verilecek ceza konusunda ittifak
halinde bulundukları müeyyideden farklı değildir. Sosyalizmde ve kapitalizmde
devlet aleyhine çalışan herhangi bir kişi vatana ihanet suçuyla itham, edilir.
Vatana ihanetin cezası da ölümdür. İslâm'ın mürtede idam cezası vermesi, diğer
nizamlar bir yana, kendi içinde mantıklı ve tutarlı bir uygulamadır.
46.8.7. Mürted'in Tevbeye Davet Edilmesi
İrtidat (dinden dönme), çok kere nefsi tırmalayan ve imanda karışıklık meydana
getiren şüphelerden kaynaklanır. Bu şüphe ve tereddütlerden kurtulmak için
elbette bir zemin hazırlamak, kalbe imanı ve nefse kesin bilgiyi dolduracak
delil ve burhanları sunmak, vicdana bağlı bulunan şüphe ve tereddütleri idermek
gerekir. Bu yüzden, tekrar etse bile mürtede tevbe ei-nıe imkanı vermek gerekir.
Umulur ki, bu zaman zarfında nefsine müracaat eder, şeytani vesveselerin doğru
olmadığını, bu konudaki fikirlerinin yanlışlığım anlar. Eğer, şüpheleri ortadan
kalktıktan sonra durumunu düzeltir ve İslâm'a dönerek şahadet getirirse, inkâr
ettiği şeyi itiraf ederek İslâm'a muhalif olan bütün dinlerden uzaklaşırsa,
tevbesi kabul olunur. Değilse, üzerine had cezası uygulanır.
Bazı âlimler, tevbe müddetini üç gün olarak takdir etmiş, bazıları ise belli bir
müddet takdir etmeyerek; -İslâm'a asla dönmeyeceğine dair galip bir zan
oluşuncaya kadar onunla münakaşaya devam edilir ve İslâm'ın tebliği tekrarlanır.
Şayet ümit kesilirse, kendisine had uygulanır.» demişlerdir.
Üç gün müddet tayin edenler şu rivayete dayanmaktadırlar : «Şam tarafından gelen
bir adama Ömer (r.a.); 'Geldiğin uzak diyardan bir haber var mı?1 diye sordu.
Adam; 'Evet, bir adam müslüman olduktan sonra küfre döndü.' dedi. Bunun üzerine
Ömer (r.a.), 'O adama ne yaptınız?' dedi. Adam; 'Onu böğründen yakalayarak
boynunu vurduk.' dedi. Ömer (r.a.); «Onu hapsedip hergün çörekle doyurarak tevbe
teklif etseydiniz ya! Ola ki, tevbe eder Allah'ın emrine dönerdi. Allah'ım! Ben
orada değildim. Ben böyle bir emir vermedim. Haber bana ulaşınca ben razı da
olmadım. Allah'ım! Onun kanından sorumlu olmadığımı sana iletiyorum.» dedi. (Bu
rivayet Şafi'î'ye aittir.)
İkinci görüşü benimseyenler Ebû Davud'un şu rivayetine dai yanmaktadırlar: «Mu'âz
Yemen'e gelince, Ebû Musa el-Eş'ari'ye uğradı. Ebû Musa'nın yanında bağlı bir
adam gördü. Bunun üzerine Mu'âz, -Bu nedir?» diye sordu. Ebû Musa, -Bu adam
Yahudi iken müslüman oldu. Sonra tekrar Yahudiliğe dönerek Yahudi oldu.» dedi.
Bunun üzerine Mu'âz; «Bu adam Öldürülün-ceye kadar oturmayacağım. Rasûlüllah'ın
bu konudaki hükmü budur.» dedi ve bu ifadeyi üç defa tekrarladı, sonra emretti
ve adam öldürüldü. Ebû Musa ise, Mu'az'ın gelişinden önce yirmi veya yirmiye
yakın gece adamı tevbeye davet etmişti.»
Bu rivayetin Abdurrezzak'tan gelen bir tarîkinde ise; «Adamı iki ay İslâm'a
davet ettiler.» şeklindedir.
Şevkani şöyle demiştir: -Mürted tevbeye davet edilir» diyenler; şu konularda
ihtilaf ettiler: Bir defa davet yeterli midir? Yoksa üç defa mı davet etmek
gerekir? Üç davet, bir mecliste mi, yoksa üç günde mi yapılacaktır?
İbn Battal'in, Müminlerin Halifesi Ali (r.a.) 'den rivayet ettiğine göre;
mürteci, bir ay tevbeye davet edilir.
Nehâ'i'den gelen rivayette ise, devamlı olarak tevbeye çağırılır.
46.8.8. Mürted'in Hükümleri
Müslüman, mürted olup İslâm'dan döndüğü zaman, daha önce bulunduğu durum
değiştiği gibi, müslüman olarak yapmış olduğu muameleler de buna tabi olarak
değişir. Bu kişi hakkında, aşağıda özet olarak sunduğumuz hükümler geçerli olur:
46.8.8.1. Evlilik Bağı
Koca veya kandan biri mürted olduğu zaman, aralarındaki evljHk bağı kesilir.
Çünkü, herhangi birisinin mürted olması, aralarının ayrılmasını
gerektirmektedir. Bu ayrılık, fesih olarak gerçekleşir. Mürted olan eş, tevbe
edip islâm'a döndüğü zaman, evlilik hayatına başlamak isterlerse, yeni bir nikâh
akdi ve yeni bir mehir gerekir.
Mürted'in, dönmüş olduğu dinden birisiyle evlenme akdi yapması caiz değildir.
Çünkü o ölüme müstehaktir.
46.8.8.2. Mürtedin Mirası
Mürted, ölen akrabalarından hiç birisine varis olamaz. Çünkü mürtedin dini
yoktur. Dini olmayınca da müslüman yakınına varis olamaz. Şayet mürted, İslâm'a
dönmediği halde öldürülür veya ölürse, malı, müslüman vereselerine intikal eder.
Çünkü mürted, dinden döndüğü zaman Ölü hükmündedir.
Ali bin Ebİ Talib (r.a.)'a ihtiyar bir Hıristiyan getirmişlerdi. Adam müslüman
olduktan sonra İslâm'dan dönmüştü. Bunun üzerine Hz. Ali (r.aJ hıristiyana; =Eelki
mirastan hisseni almak için dinden döndün, sonra tekrar İslâm'a döneceksin.»
dedi. Adam, «Hayır,» dedi. Ali (r.a.); «Belki de bir kadına talib oldun, seninle
evlenmekten kaçınınca, onunla evlenmek için irti-dat ettin, sonra yine İslâm'a
döneceksin.» dedi. Adam yine, «Hayır,» dedi. Ali (r.a.), «İslâm'a dön.» dedi.
Adam; «Hayır, İsa'ya kavuşacağım.» dedi. Bunun üzerine Ali (r.a.), onun
öldürülmesini emretti. Adamın boynunu vurdular, mirasını ise müslüman
çocuklarına verdiler.
İbn Hazm şöyle demiştir: «Bu olay, aynı şekilde îbn Mes'-ud'dan rivayet olunmuş
olup, içlerinde Leys bin Sa'd, İshak bin Râhûye'nin de bulunduğu bir grup
tarafından da nakledilmiştir. Ebû Yusuf, Muhammed ve bir rivayete göre Ahmed de
bu görüştedir.»
46.8-8.3. Mürted'in Başkasına Velayet Ehliyetini Kaybetmesi
Mürtedin başkasma velayet hakkı yoktur. Bu bakımdan, kız-kardeşlerini ve küçük
kızlarını evlendirme akdini üzerine alması caiz değildir. Dinden dönmekle,
onların üzerindeki velayet
hakkını kaybettiğinden, onlar hakkında yapacağı akid de batıl sayılır.
46.8.8.4. Mürted'in Malt
Dinden dönenin mülk edinme ehliyeti aleyhine hüküm verilemeyeceği gibi, malında
olan tasarruf hakkı da dinden dönmesiyle gitmez. Malı elinden alınamaz. Maundaki
tasarruf hakkı, kâfirin, maundaki tasarruf hakkı gibidir. Dilediği gibi
harcamakta serbesttir. Tasarruf ehliyeti tam olduğu için, mahnda-ki her türlü
tasarrufu da geçerlidir. Çünkü Sâri', mürted için had cezası olarak
öldürülmekten başka bir ceza tayin etmemiştir. Bu durumda mürted, üzerine kısas
veya recm hükmü verilen kişi gibidir ki, kısas veya recm sebebiyle öldürülmesi,
bu kişiyi mülkiyet hakkından mahrum bırakamaz. Aynı şekilde onu malından
tasarrufta bulunma hakkından da alıkoyamaz. ■
46.8.8.5. Mürted'in Dâr-t Harb'e İltihak Etmesi
Mürted, dâr-ı harb'e iltihak ettiği zaman, malı kendisi için mülk olmaya devam
eder ve yed-i emin'e teslim edilir. Çünkü, onun dar-ı harb'e iltihak etmesi
mülkiyet hakkının elinden alınmasını gerektirmez.
46.8.9. Zındık'ın Dinden Dönmesi
Ebû Hatim Es-Sicistâni ve diğerlerine göre; «zındık», Farsça'dan Arapça'ya
geçmiş bir kelime olup aslı *zinde-kerû»dur. Dehr tevren) 'in devamlı olduğunu
söyleyenler materyalistlerdir.
Sa'leb ise bu kelime için şöyle demiştir: «Arap lisanında 'zındık' diye bir
kelime yoktur. Ancak, Araplar, hayal gücü kuvvetli olana 'zındıki' derler.
Genelde kullanılan manasıyla 'zındık' demek istedikleri zaman, «mülhed» veya «dehri»
tabirlerini kullanırlar. Yani materyalist anlamındaki bu kelimelerle zındıklığı
kastederler.»
Cevheri; -Zındık, iki tannya inanandır.» demiştir.
îbn Hacer şöyle der: «Mîlel ve Nihal konusunda yazılmış eserlerden edinilen
gerçek kanaat şudur ki; zındıklığın kaynağı Deysan, ondan sonra Mani'nin ve
Mazdek'in izleyicileridir.» (l)
Nevevi şöyle demiştir: «Zındık, herhangi bir dini benimsemeyen kişi demektir.»
Müsevvâ'da yazan özetle şöyle demiştir; «Hak dini itiraf etmeyip kalben ve dış
görünüşte onu kabullenmeyerek muhalefet eden kişidir. Şayet, lisanıyla itiraf
eder, kalbiyle küfrederse o münafıktır. Eğer kalben ve zahiren hak dini kabul
eder, fakat zaruri olarak dinen sabit olan meseleleri, sahabe ve tabiîn'in
tefsir ettiğinin ve ümmetin icma ettiğinin hilafına yorumlarsa, o «zindık»tır.
Meselâ .- «Kur'ân'ın hak olduğunu ve Kur'ân'da geçen cennet ve cehennem
ifadelerini kabul eder, fakat cennet'-ten maksad; iyi alışkanlıkların sebep
olduğu sevinme ve mutluluk, cehennemden maksad ise, kötü alışkanlıkların sebep
olduğu üzüntü ve kederdir cennet ve cehennem bundan başka bir şey değildir.»
derse, o kişi zındıktır.
«Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Onlar Cenâb-ı
Allah'ın benî kendilerinden uzaklaştırdığı kimselerdir.»
eğil münafıklar hakkındadır, engellemek ve dinden dönmeye n-için, mürtedlere ölü
mcezası verdi-engellemek ve dinde söylenmesi sa-
..^ ^^naydii üüzuk Dır yoruma gidilmesine mani olmak için
ölüm cezası vermiştir. olak ŞÖyledİr: Ayd3nhk «
na gelen varlıklardır TM !?: 3yÜlk ?&Van^ *« aydınlıktan meyda-
bir ^zS Sr^k m? ^^ KİST&t°^ öedesi Behram,
dan çok az Ur™SSi,m S ?, ,°nU ™ arkad^lannı öldürttü. Onlar-az mr gnıp kurtulup
Mazdek'e tabi oldular. İslâm yeryüzünde ege-
«Müsevvâ» yazan devamla şöyle demiştir: «Tevil iki çeşittir. Birisi, Kitab,
Sünnet ve ümmetin ittifakıyla kesin olan hükümlere muhalif olmayan tevildir.
Diğeri ise, kesin hükümlere muhalif olan tevildir ki, bu zındıklıktır. Şefaati
inkâr eden, Kıyamet günü Allah'ı görmeyi inkâr eden, kabir azabını, münker ve
nekir'in sualini inkâr eden, sıratı ve hesâb gününü inkâr eden, 'raviîere
güvenmiyorum' veya 'ravilere güveniyorum' diyerek hadisin tevil edilmiş olduğunu
söyleyen ve daha önce hiç duyulmamış bozuk bir tevile başvuran kimseler
zındıktır.
«Ebû Bekir ve Ömer (r.a.)'in cennetle müjdelenmeleri tevatür derecesinde hadisle
sabit olduğu halde onların cennet ehli olmadıklarını söyleyen, veya «Nebi
aleyhisselâm'm son peygamber olduğunu» söyleyerek, ancak bunun 'ondan sonra hiç
kimseye «Nebi» denemeyeceği' şeklinde anlaşılması gerektiğini, -Ne-bi'nin
manasının, Allah tarafından gönderilmiş, insanlara ibadetleri farz kılan,
günahlardan ve görülen yerlerde hata işlemekten korunmuş bulunan kimseler
olduğunu ve bu sıfatların da daha sonraki imamlarda mevcut olduğunu» söyleyen
kimse zındıktır.»
Şafii ve Hanefiler, bu manaya gelen sözleri söyleyenlerin Öldürülmeleri
gerektiği konusunda ittifak etmişlerdir.
46.8.10. Sihirbaz Öldürülür mü?
Alimlerin ittifakına göre, sihr'in etkisi var olup, sihri helâl sayan kâfir
olur. Ancak, âlimler, sihr'in küfür olup olmadığı konusunda ihtilâf etmişlerdir.
Hatta -sihir bir hakikat mıdır, yoksa hayal midir?» konusu da tartışılmıştır.
Aynı ihtilâf, sihir yapan kişi hakkında da sözkonusudur.
Ebû Hanife, Malik ve Ahmed, «Sihir yapan, sihir öğretmek ve sihir yapmakla,
küfre girdiği için tevbeye davet edilmeden öldürülür.» demişlerdir.
Şafi'iler ve Zahiriler şöyle demiştir: «Eğer sihir yapılan fiil veya söz küfrü
gerektiriyorsa, sihir yapan mürted oiur ve kendisine, tevbe etmediği müddetçe
mürted hükmü uygulanır. Şayet küfrü gerekt irmiyorsa, kâfir olmadığı için
öldürülmez, sadece günahkâr olmuş olur.»
men olduğu sıralarda zındık kavramı bu inançta olanlar için kullanılıyordu.
Bunların bir tasmi, öldürülmekten, korktukları için müslüman olduğunu söy. leyip
içinde küfrü gizleyea herkesin zındık olduğu görüşündedirler.
Açık olan şudur Ki; sihir, büyük günahlardan bir günah olup sihir yapan bu
davranışından dolayı öldürülmez. Ancak, sihrin helâl olduğuna inanırsa, o zaman
mürted olmuş olur ki, bu da sihir yaptığı için değil, Allah'ın haram saydığını
helâl saydığı içindir.
Ebû Hüreyre (r.a.)'ın rivayetine göre Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmuştur: «Helak eden yedi şeyden sakının!» Ashab; «Ey Allah'ın Rasûlü,
bu yedi şey nedir?- diye sorduklarında Rasûlüllah saîlallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu ; «1. Allah'a şirk koşmak. 2. Sihir yapmak. 3. Allah'ın
öldürülmesini haram kıldığı bir canı Öldürmek. 4. Faiz yemek. 5. Yetim malı
yemek. 6. Düşmana hücum sırasında harpten kaçmak.. 7. Zinadan masun olup
hatırından bile geçmeyen müslüman kadınlara zina isnad etmek.»
İbn Hazm; sihir yapanın kâfir olduğu ve Öldürülmesi gerektiği hakkındaki
delilleri tartıştıktan sonra şöyle demiştir: «Sahih olarak belli olmuştur ki,
sihir küfür değildir. Sihir yapan kâfir olmayınca, sihirbazı öldürmek de helâl
değildir. Çünkü Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
«Müslüman kişinin kam ancak üç şeyden birisiyle helâl olur: îmandan sonra küfre
dönmek, evli olduğu halde zina etmek, haksız yere adam öldürmek.» Sihir yapan
kâfir değildir, katil değildir ve evli olduğu halde zina etmiş de değildir.
'Allah'a Rasûlü'ne Karşı Gelenler' bahsinde geleceği üzere, öldürüleceğine dair
sahih bir delil de yoktur ki, bu üçüne ilave edilsin.»
Ibn Hazm devamla şöyle demiştir: «Sihir yapanın kanının haram olduğu, kendisinde
şüphe bulunmayan kesin bir delille ortaya çıkmıştır. Şi'a, sihir yapanın mürted
olup hakkında mürted hükmünün geçerli olduğu görüşündedir.»
Kâhin (1) ve Ârrâj'tn (2) Hükmü:
îmam Ebû Hanîfe, kâhin ve arrâf'ın öldürülmeyi hak ettikleri görüşündedir. Çünkü
Ömer Cr.a.); «Her sihirbaz ve kâhin'i öldürünüz.» demiştir.
Ebû Hanife'den bir başka rivayette ise; «Tevbe ederlerse öldürülmez.» demiştir.
İlk Hanefiler, -Kâhin ve arrâf, kendisi için şeytanlann dilediğini yaptıklarını
iddia eder ve buna inanırsa kâfir olur, bun-
(1) Kâhin : Kendisine hafcer getiren cinlerle İrtibat kuran klşL
(2) ArrĞf: Oaybı bildiğini İddia eden, şüphe ile konuşan Kişi.
lann bir hayal olup gerçek olmadığına inanırsa kâfir olmaz.» görüşündedirler.
46.9. ALLAH VE RASÛLÜ'NE HARB AÇMAK (İSYAN)
46.9.1. Tanımı
îsyân (Hırâbe); silahlı bir grup insanın, İslâm ülkesi (dâr'-ül-İslâm) 'nde
anarşi çıkarmak, kan dökmek, malları gasb etmek, ırz ve namusu çiğnemek,
ekinleri ve nesli yok etmek için İslâm nizamına baş kaidırmasıdır. Bunların
amacı, dini, ahlâkı, düzeni ve kanunu yok etmektir.
Bu isyan çıkaran grubun, müslüman, zimmi, sözleşmeli, düşman, yahut da harb
halindeki düşman olması arasında bir fark yoktur. Dâr'ül-İslâm'da ayaklanmış
olmaları, canı ve malı koruma altında bulunan müslüman veya zimmî vatandaşlara
düşmanlık kastıyla hareket etmeleri yeterlidir.
İsyan, bir grubun ayaklanmasıyla gerçekleşebileceği gibi, bir ferdin
ayaklanmasıyla da gerçekleşir.
Şayet, bir ferd, üstünlüğü, galibiyeti, güç ve kudretini insanların can, mal ve
namusunu ayaklar altına almak yolunda kullanarak topluma galebe çalıyorsa, bu
isyancıdır, Allah ve Rasûlü'ne karşı harb açmıştır.
İsyan grupları içerisinde değerlendirilmesi gereken toplulukların bir kısmı da
silahlı örgütlerdir. Meselâ : İntihar komandoları, çocuk kaçırma örgütleri, ev
ve banka soymak için kurulan hırsızlık şebekeleri, çocuk ve yetişkin kızları
kaçırarak onlara tecavüz eden örgütler, yeryüzünde fitneyi yaymak ve can
güvenliğini sekteye uğratmak için adam öldüren örgütler, ekinleri telef etmek,
hayvanları ve davarları öldürmek gibi zararlar veren şebekeler gibi...
İsyan anlamına gelen «Hırâbe» kavramı, «harb» sözcüğünden alınmıştır. Çünkü,
İslâm nizamına karşı isyan eden bu grup, bir taraftan topluma karşı savaş ilan
ederken, öbür taraftan da toplumun güven ve mutluluğunu sağlamak, onların hak ve
hukukunu muhafaza etmek için gönderilmiş bulunan İslâm öğretilerine karşı harb
açmış olmaktadır.
Bu grubun, bu şekilde İslâm nizamının dışına çıkmaları 'muharebe' olarak kabul
edilir. Bu bakımdan, bu tür taşkınlıklara,topluma karşı savaşma anlamına gelen
«hırabe» ismi verilmiştir. Topluma ve dine yönelik bu tür saldırılara «hırâbe»
dendiği gibi «yol-kesicilik» de denilir. Çünkü insanlar, bu tür saldırgan
gruplar yüzünden, kanlarının dökülmesi, mallarının soyulması, eşyalarının
dağıtılması ve karşı koymaya güçlerinin yete-meyeceği bir saldırıya uğramaları
korkusuyla yola çıkamazlar. Bazı fakihler buna «büyük hırsızlık» da derler.
46.9.2. İsyan Büyük Bir Suçtur
İslâm cemaatine karşı savaş açma veya yol-kesicilik büyük suçlardan sayılır. Bu
bakımdan Kur'ân-ı Kerîm, bu suçu işlemek gibi tehlikeli bir adım atanları,
«Allah ve Rasûlü'ne karşı savaş açanlar ve yeryüzünde fesad çıkarmaya
çalışanlar» olarak isimlendirerek çok ağır bir ifade kullanmıştır. Bunu
yapanlara yine çok ağır bir ceza da lâyık görülmüştür. Allahu Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
«Al!ah ve Rasûlü'yle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası
öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayaklan kesilmek ya da
yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara ahirette
büyük bir azab vardır.» (Maide: 33)
Rasûlülîah sallallahu aleyhi ve sellem, bu cinayeti işleyen kimselerin, İslâm'a
nisbet edilme şerefleri bulunmadığını bildirerek şöyle buyurmuştur: «Bizim
aleyhimize silâh taşıyan bizden değildir.» (Hadisi, Buhari ve Müslim, îbn Ömer
(r.a.)'den rivayet etmiştir.)
Bu kimselerde diri iken İslâm şerefi bulunmadığına göre, öldükten sonra da
bunlar için herhangi bir şereflilik sözkonu-su değildir. Şüphesiz nisanlar
öldükleri durum üzere dirilirler, yaşadıkları durum üzere de ölürler.
Ebû Hüreyre (r.a.) 'den rivayet olunduğuna göre, Nebi aley-hisselâm şöyle
buyurmuştur: «İtaattan çıkan ve cemaatten ayrılarak ölenin ölümü caniliyet
ölümüdür.» (Hadisi Müslim rivayet etmiştir.)
46.9.3. İsyancılarda Bulunması Gereken Özellikler
Allah ve Rasûlü'ne karşı savaş açanlarda bir takım özelliklerin bulunması
gerekmektedir ki, sonuç olarak bu suç için kararlaştırılan cezayı hak etmiş
olsunlar. Bu şartların özeti aşa-
gıdadır:
1. Teklif,
2. Silah taşıyor olması,
3. İsyancının, yerleşim bölgesinin dışında bulunması,
4. Eşkıyalığın açıktan yapılması.
Fakihler bu şartlar konusunda ittifak halinde bulunmayıp aşağıda özetleyeceğimiz
şekliyle tartışmışlardır.
46.9.3.1. Teklif Şartı
Yol kesicilerde akıl ve buluğ şart koşulur. Çünkü had cezalarının uygulanmasında
bu ikisi teklifin şartlandır.
Çocuk ve deliye gelince; bunlar ne kadar yol kesenlerle beraber bulunsa da,
şer'i teklif kendilerinde bulunmadığı için Allah ve Rasûîüne harp açmış
olanlardan sayılmazlar. Bu konuda fakihler ihtilaf etmemişlerdir. Ancak ihtilaf,
yol kesenler arasında çocuk ve delilerin bulunması halinde nasıl hüküm
verileceği konusundadır.
Hanefiîer şöyle demişlerdir: «Evet had cezası düşer. Çünkü had cezası, aynı
grubun içindeki bazılarından düşmüştür. Bu düşme, sorumlulukta hepsinin ortak
olması itibariyle, tümünü içine alır, yol kesme konusuyla ilgili had cezası
düşünce, bu durumda, âdi suç olarak kabul edilen ve üzerinde kararlaştırılmış
ceza bulunan suçlardan ne işlediğine bakılır. Eğer işlenen suç, adam öldürme
ise, iş öldürülenin velisine borakılır. İsterse af eder, isterse de kısas
isteyebilir. Diğer suçlar da bunun gibidir.»
Maliki, Zahiri ve diğer mezheplerin görüşü ise; günah ve düşmanlıkta ortak
oldukları için çocuk ve delilerden yol kesi-cilik cezasının düşmesi
değerlerinden düşmeyi gerektirmediği şeklindedir. Çünkü bu ceza Allah'ın
hakkıyla ilgili bir cezadır. Bu cezayı uygularken ferdler dikkate alınmaz. Aynı
şekilde yol kesenlerin erkek ve dişi olmaları da şart koşulmaz. Çünkü kadınlığın
ve köleliğin Allah'a ve Rasûlü'ne karşı gelmekte diğerlerinden bir farkı yoktur.
Bazan kadın ve kölede, silah taşımak gibi, azgınlık ve isyan çıkarma kkonusunda
diğer insanlarda bulunmayan bir kuvvet bulunabilir. O bakımdan diğer insanlara
uygulanan «Allah ve Rasûlü'ne karşı gelme» cezası bunlara da uygulanır.
46.9.3.2. Silah Tapma Şartt
Allah ve Rasûlü'ne karşı gelen isyancı yol kesicilerde silahın bulunması
şarttır. Çünkü onlann bu suçu İşlerken şüphesizdayandıkları kuvvet silahtır.
Yanlarında silah bulunmayınca bunlar yol kesici olmaz. Çünkü bu kişiler silahsız
olarak karşı koyan lan engelleyemezler.
Şayet silah olarak sopa ve taş bulundururlarsa, bu kişiler yol kesici sayılırlar
mı? îşte bu konuda fâkihler ihtilaf etmişlerdir.
Şafi'î, Malik, Hanbeliler, Ebû Yusuf, Ebû Sevr ve İbn Hazm; -Bunlar yol kesici
sayılırlar. Çünkü silahın çeşidi ve çokluğu önemli değildir, önemli olan yol
kesici olmalarıdır.» demişlerdir.
Ebu Hanife ise; «Yol kesici sayılmazlar.» demiştir. 46.9.3.3. Yerleşim
Bölgelerinden Uzak Sahrada Bulunmaları Şartı
Bazı fâkihler yol kesicilerin sahrada bulunmalarını şart koşmuşlardır. Şayet
işledikleri suçu yerleşim bölgelerinde işlerlerse yol kesici sayılmazlar. Çünkü
yol kesicilik ancak sahrada Dİur, şehirde saldırıya uğrayanlara çok kerre yardım
ulaşır ve saldırganların silahlarını ellerinden alırlar. O bakımdan bunlar yol
kesen değil yan kesici olup üzerlerine had cezası gerekmez. Bu görüş Ebû Hanife,
Sevri, îshak ve ekseri Şia fukaha-sının görüşüdür. Hanbelilerden Htrüki de bu
görüşte olup «Veciz- isimli kitabmda bunu kesin bir şekilde ifade etmiştir.
Âlimlerden diğer bir grup ise, yol kesmenin şehirde ve şehir dışındaki hükmünün
aynı olduğu, çünkü âyetin umumi manasının, tüm Allah'a ve Rasûlü ne karşı
gelmeleri kapsadığı görüşündedir. Çünkü eşkıyanın şehirdeki zararı daha çok
olup, şehirdeki eşkiyanın yol kesenler kısmına girmesi daha evlâdır.
Soygun, yağma ve adam Öldürme olarak bu tür cinayetlerle uygunluk gösteren
eşkiyalık da yol kesenler topluluğuna girer. Şâfi'î, Hanbeliler ve Ebû Sevr'in
görüşü budur. Evza'î, Leys, Maliki ve Zahiriler de aynı görüşü benimsemişlerdir.
Açık olan odur ki; bu ihtilafın kaynağı, şehirlerin ve bölgelerin birbirinden
farklı oluş 1 arındandır. Burada sahra şartına riayet edenler, genel olan
duruma, yahut kendi ülkesinde buna benzer yerlerde söz konusu olayların meydana
gelmeyeceği ha-kikatma bakarak bu şartı ileri sürmüşlerdir. Durumları böyle
olmayanlar ise bu şartı söz konusu olay için zorunlu kabul etmemişlerdir.Bunun
için Şafi'i şöyle demiştir; «İdare zayıf düştüğü zaman şehirde eşkıya üstün
gelirse, bu durum isyana girer.» Şayet böyle olmazsa, Şafi'î'ye göre o zaman bu
yankesicilik sayılır.
46.9.3.4. Yol Kesiciliğin Açıktan Olması
Yol kesiciliğin açıktan olmasının şartlarından birisi, malın açıktan
alınmasıdır. Şayet mallan gizli alırlarsa o zaman hırsızlık yapmış sayılırlar.
Eğer kapkaç şeklinde mal aşırırlarsa bunlar yağmacı oîup üzerlerine kesme cezası
yoktur. Bir veya iki kişinin diğer bir kafileye saldırarak onları soymaları
durumu da bunun gibidir. Çünkü soyulan bu kafile, engellemeye ve kuvvete
başvurmadılar. Şayet az sayıda bir kafileye saldırır da onlara üstünlük
sağlarlarsa, bunlar yol kesicidir. Bu görüş, Hanefî, Şafi'İ ve Hanbelilerin
görüşüdür. Maliki ve Zahiriler ise bu görüşe muhalefet ettiler.
Maliki olan İbnü'l-Arabi der ki:
-Bizim tercih ettiğimiz görüşe göre isyan geneldir. Ha şehirde olmuş, ha çölde
olmuş fark etmez. Biri diğerinden daha çirkin de olsa, bu onların durumlarını
değiştirmez. Hırabe (İsyan) kavramı onların hepsini kapsar ve hırabe'nin manası
hepsinde mevcuttur. Eğer bir grup şehirde sopa ile devlete isyan ederse, kılıçla
onlara karşı koyulur ve öldürülürler. Yani daha şiddetli bir şekilde karşılık
verilir. Ondan daha hafif bir şekilde karşılık verilmez; zira o, kişiyi yatırıp
hayvan gibi boğazla-mıştır. Kişiyi yatırıp boğazlamak ise mücahere fiilinden
daha çirkindir. Bu nedenle mücaherenin Öldürülmesinde bağışlama sözkonusudur ve
bu kısasa dönüşebilir. Fakat kişiyi yatırıp boğazlayan konusunda bağışlama
yoktur ve bu isyan olarak değerlendirilir. Böylece anlaşılmıştır ki yol kesmek
öldürülmeyi zorunlu kılar.»
İbn Arabî daha sonra şunları ilave eder:
«Ben hakimlik yaptığım sıralarda bir olayla karşılaştım. Bir takım kimseler
isyan ederek bir grup müslümana saldırmış ve bir kadını kocasından ve kocası ile
birlikte bulunan müslüman-lardan zorla alıp kaçırmışlar. O'nu bir süre
uzaklaştırmışlar sonra ısrarlı takip üzerine yakalanıp getirilmişlerdi. Ben o
sırada Allah'ın başıma belâ ettiği müftülere onların durumlarını sordum. Bana:
«Bunlar isyancı değildir. Çünkü isyan eylemi ancak mallarda olur. Irzın ayak
altına alınması ise isyan değildir.- dediler.
«Ben onlara: «İnnâ lillah ve innâ ileyhî râci'ûn» dedim. Siz namusun, ırzın ayak
altına alınmasının, malların gasbedilme-sinden daha çirkin olduğunu bilmiyor
musunuz? İnsanların tüm mallarının gasbedilmesine ve gözleri önünde talan edilip
götürülmesine razı oldukları halde, kişinin kendi eşinin ve kızının ırzına
geçilmesine razı olmadıklarını düşünmüyor musunuz?... Eğer Allah'ın belirlediği
cezanın dışında başka bir ceza olsaydı, bu ceza ırz ve namusa tecavüz edenlere
layık görülürdü. Cahillerle sohbet etmek, özellikle fetva ve hüküm konusunda
onlara danışmak belâ olarak yeter size!»
Kurtubi der ki: «Aldatan da isyan eden gibidir. Aldatma, bir kişinin malını
almak için onu herhangi bir hile ile öldürmektir. Bu konuda silah kullanmış
olması şart değildir. Kişi ile ya bir yolculukta arkadaşlık etmiş, yahut
herhangi bir bahane ile evine getirmiş, adama zehir içirerek öldürmüştür. Bu aBu
adam hadden öldürülür. Kısas olarak değil. İbn Hazm'in görüşü de buna yakındır.
Diyor ki: 'Muharib (isyancı), büyüklenen kimsedir. Yolda gidenleri korkutandır.
Yolların düzenini bozandır. Bu işi ister silahla, ister silahsız, ister gündüz,
ister gece yapmış olsun, farketmez. Eylemini ister şehirde, ister herhangi bir
çölde, ister halifenin sarayında, isterse camide gerçekleştirmiş olsun, durum
değişmez. Yine eylemi ister bir ordu ile, ister or-dusuz, isterse medeni yerle
ilişkisini kesmiş bir çölde, ister herhangi bir köyde olsun, ister bunlar kendi
evlerinde otursun, isterse bir kale halkı olsun, ister büyük bir şehrin, ister
küçük bir şehrin halkı olsun, yine durum değişmez. İsyancıların bir kişi olması,
yahut daha fazla olması da durumu değiştirmez. Yani yoldan geçenlerle savaşan ve
yolun güvenliğini, adam öldürmekle yahut mallarını almakla yahut yaralamakla
yahut da namuslarına el uzatmakla sarsan herkes isyankârdır. Bunların azlığı ile
çokluğu arasında hüküm olarak fark yoktur.»
Buradan anlaşılıyor ki: isyancılar konusunda Ibn Hazm'm görüşü görüşlerin en
kapsamlı olanıdır. Bu konuda Malikilerin görüşü de, onunkisi gibi kapsamlıdır.
Her ne şekilde olursa olsun ve hangi bölgede bulunursa bulunsun, yolun
güvenliğini sarsan herkes İsyancı olarak kabul edilir ve isyancılık cezasına
müs-tehak olur.
46.9.4. İsyanın Cezası
Yolkesiciliğin cezası hakkında Allahu Teâlâ şu âyeti indirmiştir : «Allah ve
Rasûlüyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öldürülmek
veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayaklan kesilmek yada yerlerinden
sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara ahirette büyük azap
vardır. Ancak onları yakalamanızdan önce tevbe edenler bunun dışındadır. Biliniz
ki Allah bağışlar ve merhamet eder.»
Bu âyeti kerime müsîüm anlardan yol kesmek üzere çıkanlar ve yeryüzünde
bozgunculuğa uğraşanlar için nazil olmuştur. Çünkü Allah'u Teâlâ «Ancak onları
yakalamanızdan önce tevbe edenler bunun dışındadır.» buyurmuştur.
Alimlerin icmaına göre; «şirk ehli» müslümanların ellerine düşer de İslâm'ı
kabul ederlerse; islâm'dan önce cezayı gerektirecek bir suç işlemiş olsa bile
kanlan ve mallan korunmuş olur.
«İnkâr edenlere, eğer savaştan vazgeçerlerse geçmişlerinin bağışlanacağını
söyle.» (Enfal: 37)
Bu âyet göstermektedir ki; yukandaki âyet «ehli îslâm» hakkında nazil olmuştur.
«Allah ve Rasûlüne harp açanlar.» cümlesinin manası; verdikleri ızdırap,
çıkardıkları anarşi ve saldırılar ile korku neticesinde müslümanlara karşı savaş
açanlar demektir. Aynı zamanda İslâm İn öğretisinden çıkarak ve İslâm nizamına
isyan ederek İslam'a karşı savaş açmışlardır. Savaş kelimesinin Allah ve
Rasûiüne izafe edilmesi, müslümanlarla harp etmenin, Allah ve Rasûlü'yle
harbetmek demek olduğunu bildirmek içindir. Şu âyeti kerime buna örnektir:
-Bunlar Allah'ı ve insanları aldatmaya çalışırlar.» (Bakara: 9)
Buradaki harp açma ifadesi mecazidir. Kurtubi şöyle demiştir : «Allah'a ve
_Rasjîlü'ne karşı savaş açanlar» ifadesi, istiare ve mecazdır. Çünkü Allahu
Teâlâ'da kemal sıfatları bulunduğundan, onunla savaşılmaz ve ona üstün
gelinmez.»
Allah'ın, insanlarla benzer ve zıd sıfatlardan münenezzeh olması ve âyetteki
-harp açma» manasının Allah'ın dost kullarına savaş açma anlamına gelmesini
gerektirmektedir. Allahu Teâlâ'nm, kullar yerine kendi zatını ifade buyurması,
yol kesenlerin dost kullarına yaptıkları eziyetin büyüklüğünü göstermek içindir.
Mesela; «Allah'a kat kat karşılığını artıracağı güzel bir ödünç takdiminde kim
bulunur?» (Bakara: 245) âyetinde Allahu Teâlâ zayıf ve fakir insanlara bolca
vermeyi teşvik ederek, onların yerine kendi ismini ifade buyurmuştur. Sahih
sünnette de bunun benzeri vardır: «Senden yemek istedim, fakat beni
doyurmadın......»
46.9.4.1. Bu Âyetin Nüzul Sebebi
Alimlerin çoğu bu âyetin nüzul sebebi hakkında şöyle demişlerdir : «Urani
kabilesinden bir grup Medine'ye gelerek müs-lüman oldular. Fakat Medine'de karın
hastalığına yakalandılar. Bunun üzerine Nebi aleyhisselâm zekat develerinin
yanlarına çıkmalarını ve onlann süt ve sidiklerinden içmelerini emretti. Onlar
da aynen bunu yaptılar. Sonra iyileşince deve çobanlarını öldürdüler ve
İslâm'dan dönerek develeri de beraberlerinde alıp kaçtılar. Rasûlüllah
salîallahu aleyhi ve sellem bunları yakalatmak için arkalarından takipçiler
gönderdi. Takipçiler daha gün akşam olmadan mürtedleri yakalayıp getirdiler.
Rasûlüllah salîallahu aleyhi ve sellem bunların el ve ayaklarını çaprazlama
olarak kestirdi, gözlerini de oydurdu. (Onlar çobanların gözlerini oydukları
için kısas olarak onların da gözleri oyuldu.) Sonra onları Harre (1) mevkiinde
bıraktı. Susayıp da su istedilerse de, kendilerine su bile verilmedi. Böylece
ölüp gittiler.»
Ebû Kılâbe şöyle demiştir: «Bunlar, hırsızlık yapan, adam öldüren İmandan sonra
küfreden, Allah'a ve Rasülü'ne karşı savaş açan kişilerdi ki, Allahu Teâlâ
bunlar hakkında şu âyeti inzal buyurdu: «Allah'a ve Rasûlüne karşı savaş
açanların cezası..." (Maide: 33)
46.9.4.2. Bu Âyeti Kerimenin Kararlaşttrdığı Ceza
Allah ve Rasülü'ne savaş açanlar ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanlar için bu
âyeti kerimenin kararlaştırdığı ceza, şu dört cezadan birisidir:
1 — öldürülmeleri,
2 — Asılmaları,
3 — Çaprazlama el ve ayaklarının kesilmesi,
4 — O yerden sürgün edilmeleri.
Bu cezalar, âyeti kerimede «ev» harfi ile atıf yapılarak getirilmiştir. Bunun
üzerine bazı alimler şöyle demişlerdir: «Buradaki atıf muhayyerliği gerektirir.
Bunun manası şudur: Hâkim, yol kesicilerin işledikleri suçun çeşidine bakmadan
maslahat gereği bu cezalardan herhangi birini seçebilir.»
(1) Harre : Medine dışında siyah taşlık bir yer.
Alimlerin çoğu ise şöyle demişlerdir: -Şüphesiz bu âyetteki atıf harfi ceza
çeşitlerini bildirmek için olup, muhayyerlik için değildir. Bunun gereği de
işlenen suça göre, uygun düşen cezayı vermektir. Bu cezalar, işlenen suçların
tertibine göre verilmekte, yoksa muhayyerlik belirtmemektedir.
46.9.4.3. Atfın Muhayyerlik İçin Olduğunu Söyleyenlerin Delilleri
Bu görüştekiler demiştir ki: Şüphesiz atfın muhayyerlik için olduğu hem
dilbilgisi kurallarının gereği olup hem de Kur'ân'ın nazmıyla uyuşmaktadır. Bu
mananın dışında sünnetten her hangi bir rivayet sabit olmamıştır. Allah ve
Rasûlüne savaş açanlar ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların hepsinin cezası,
hakimin bu cezalardan herhangi birisini uygularken gördüğü maslahat üzere ya
öldürülmek, ya asılmak, yahut el ve ayaklan çaprazlama kesilmek, veya
yeryüzünden sürgün ediimektir. îster adam öldürsünler, ister öldürmesinler,
ister mal alsınlar ister almasınlar, ister bir suç, ister daha fazla suç işlemiş
olsunlar farketmez. Bu âyette, hakimin, yol kesenlere bir cezadan fazla ceza
vermesi veya eşkiyayı cezasız bırakma hakkı yoktur.
Kurtubi şöyle demiştir; -Ebû Sevr demiştir ki; 'âyetin zahirine göre hakim
muhayyerdir.' Malik de böyle demiş olup, bu görüş İbn Abas'dan rivayet
edilmiştir.»
Sa'id bin Müseyeb, Ömer bin Abdülaziz, Mücahid, Dehhâk ve Neha'î aym şeyi
söyleyerek demişlerdir ki: «Hakim, yol kesenler hakkında hüküm vermekte
muhayyerdir. Allahu Teâlâ'mn, âyetin zahirinden anlaşılan öldürmek, asmak,
kesmek veya sürgün etmek şeklinde gerekli kıldığı cezalardan herhangi birisini
verebilir.»
İbn Abbas; «Kur'an-ı Kerim'de «ev» atıf harfiyle gelen bütün âyetlerde emrin
muhatabı muhayyer bırakılmıştır. Bu âyetin de zahirinden bunu anlamaktayım.»
demiştir.
îbn Kesir şöyle demiştir: «Kur'ân'daki benzer ifadelerde olduğu gibi «ev» atıf
harfinin zahiri manası muhayyerlik içindir.»
Meselâ av cezasında olduğu gibi:
«... Sizden bile bile avı öldürene, ehli hayvanlardan Öldürüldüğü kadar olduğuna
içinizden iki âdil kimsenin hükm edeceği, Kâ'be'ye ulaşacak bir kurbanı ödeme,
yahut düşkünlere yemek yedirme şeklinde yada yaptığının ağırlığını tatmak üzere
bunlara denk oruç tutma vardır.» (Maide : 95)
Allahu Teâlâ fidye kefaretinde şöyle buyurmuştur: «İçinizde hasta olan veya
başından rahatsız bulunan varsa fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi
yada kurban kesmesi gerekir.» (Bakara: 196)
Yemin kefaretinde de şöyle buyurmuştur: «Yemin keffa-reti ailenize
yedirdiğinizin ortalamasından on düşkünü yedirmek yahut giydirmek yada bir köle
azad etmektir.» (Maide: 89)
Bu âyetlerdeki atıf harflerinin tümü muhayyerlik içindir, böylece muharebe
âyetinin de muhayyerlik için olması gerekir.
46.9.4.4. Atıf Harfinin Ceza Çeşidini Bildirmek İçin Olduğunu Söyleyenlerin
Delilleri
İkinci görüşün sahipleri; Arap lügatini en iyi bilen ve Kur'-ân-ı Kerim'i en iyi
anlayan îbn Abbas'tan gelen rivayetle delil getirmişlerdir. Şafi'i «Müsned«inde
bu rivayeti nakletmiştir; »Yol kesiciler adam öldürür ve mal alırlarsa
aşılarlar. Adam Öldürür, mal almazlarsa, sadece öldürülür fakat asılmazlar.
Şayet mal ahr da adam öldürmezlerse, öldürülmezler, fakat el ve ayakları
çaprazlama kesilir. Eğer kervanı korkutur da mal almazlarsa o zaman, o yerden
sürgün edilirler.»
İbn Kesir demiştir ki: -Eğer senedi sahihse, İbn Cerir'in Tefsirinde rivayet
ettiği hadis bu manayı tasdik etmektedir. Bu rivayetinde İbn Cerir şöyle
demiştir: -Ali bin Sehl ve Velid bin Müslim'in Yezid bin Habib'den bize
naklettiğine göre; Abdül-melik bin Mervan, Enes bin Malik'e bu âyet hakkında
sormak üzere bir mektup yazdı. Mektubunda bu âyetin Uryanîlerden bir grup
hakkında nazil olduğunu ona haber verdi. Bu grup Be-cile ismindeki bir
kabiledendi. Enes şöyle demiştir: «İslâm'dan döndüler, çobanlan öldürdüler,
develeri alıp kaçtılar. Kervanı korkuttular ve haram olan namuslara dokundular.
Enes devamla demiştir ki; Rasülüllah sallallahu aleyhi ve sellem yol kesenlerin
hükmü hakkında Cebrail'e sordu. Bunun üzerine Cebrail aleyhisselam; -Her kim mal
çalar ve kervanı korkutursa, hırsızlığı sebebiyle elini, korkuttuğu için de
ayağını kes. Eğer adam Öİdürmüşse, onu öldür, şayet adam öldürmüş, yolcuları
korkutmuş ve haram olan namusu helâl saymişsa o zaman onu as!»
Alimler şöyle demişlerdir: «Bu âyetin, cezalan açıklamak için olup muhayyerlik
için olmadığı görüşünü tercih edenler, yolicesicilik suçu için derece derece
cezalar tayin ettiği görüşündedirler. Çünkü yankesicilik yapanların işledikleri
suçlar değişiktir. Bunlar adam öldürmek, soymak, yağmalamak, ırza geçmek ekini
ve davarları helak etmektir.»
Yol keesnlerden, bu suçlardan ikisini veya daha çoğunu bir anda işleyenler
vardır. Hakim için, dilediği suça dilediği cezayı verme hakkı yoktur. Bilakis
hakimin suçu miktannea ve yaptığı bozgunculuk nisbetinde ceza takdir etmesi
gerekir ki adalet bunu gerektirmektedir. «Bir kötülüğün karşılığı aynı şekilde
bir kötülüktür.» (Şura : 40)
Şafi'i, kendisinden gelen iki rivayetin en sahihinde Ahmed, bu konudaki geniş
açıklamasından anlaşıldığı üzere Ebu Hani-fe bu görüştedirler. «BedaTus-Senâi»
kitabında Kâsânî, âyetteki atıf harfinin muhayyerlik için olduğunu söyleyenlerin
görüşlerini ilmi bir şekilde tartıştıktan sonra, şöyle demiştir: «Değişik
hükümlerde şekil bakımından, tahyirlik harfi ile gelen muhayyerlik, hükmün vacib
olma sebebi bir olduğu zaman yemin ve av cezasının keffaretinde olduğu gibi,
zahiri manasına alınır. Ama hükmün vacib olmasının sebebi değişik olursa, şu
âyetlerde olduğu gibi, her mesele, kendisi için geçerli olacak bir hüküm alma
durumunda kalır; «Zülkarneyn, onlara azab da edebilirsin, iyi muamelede de
bulunabilirsin dedi.» (Kehf: 86) Bu âyetteki atıf harfi zikri geçen iki mesele
arasmda muhayyerlik için değildir. Bilakis vücub sebebi değişik olduğundan kendi
nefsinde her mesele için hükmü açıklamak içindir. Bu âyetin yorumu; «Onlardan
zulm edenlere azab, iman edip ameli salih işleyenlere de iyi muamelede
bulunabilirsin.» şeklindedir. Mesela, şu âyeti kerime de aynı manayı
kuvvetlendirmektedir: «Haksızlık yapana azab edeceğiz; sonra Rabbine döndürülür,
onu görülmemiş bir azaba uğratır. Ama inanıp salih amel işleyene, mükafat olarak
güzel şeyler vardır.» (Kehf: 87)
Yol kesiciük esas itibariyle bir olsa da kendi içinde kısımlara ayrılmıştır.
Bazan yol kesen, yalnız mal alır bazan adam öldürür, başka bir şey yapmaz, bazan
iki suçu birden işler, bazan yalnız yolcuları korkutur, başka bir şey yapmaz. Bu
durumda hükmün vücub sebebi değişik olmuş olur ki, muhayyerlik üzerine
hamlediiemez. Bilakis her çeşit suç için ayrı bir hüküm gereği anlaşılır. Veya
bu bir ihtimaldir, yukarıda zikredilenler de bir ihtimaldir. İhtimalle beraber
kesin hüccet olmaz.
Bu âyeti kerimeyi, mutlak olarak muharebelerde, zahiri muhayyerliğe çevirmek
mümkün olmayınca, ya tertip üzere hamledilir veya zikri geçen her hükümde yol
kesme çeşitlerinden birisi takdir edilir. Allahu Teâlâ'nın buyruğunu şöyle
yorumlayabiliriz : «Allah ve Rasûlüyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa
uğraşanların cezası; şayet adam öldürürlerse asılmaları, mal alıp başka bir suç
işlemezlerse çaprazlama olarak el ve ayaklarının kesilmesi, sadece kervanı
korkuturlarsa o yerden sürgün edilmeleridir.»
Ebû Berdet'ül-Eşlemi, arkadaşlarıyla müslüman olmak için gelen insanların
yollarını kesince Cebrail aleyhisselam, Rasûlül-lah'a âyeti kerimede geçen
tertip üzere bunların cezalarını zikretmiştir :
-Adam öldüren öldürülür, mal alıp adam öldürmeyenin eli ve ayağı çaprazlama
olarak kesilir, adam öldürüp mal alan asılır. Her kim İslâm'ı kabul ederek
gelirse, o kişinin müslüman olması, daha önce bulunduğu şirk durumunu yıkar.»
46.9.4.5. Suç Değiştiği Zaman Cezanın da Değişeceğim Söyleyenlerin Görüşleri
Biz deriz ki; cumhur fukaha, suçun cinsine göre cezanın da değişeceği görüşünde
olup, bu cezalar üç kısma ayrılırlar:
a — Yol kesiciliğin, yoldan geçenleri korkutmak ve yol kesmek şeklinde olması.
Bunun dışında yol kesenlerin bir suç işlememeleri : Bunlar o yerden sürgün
edilirler. Sürgünün manası, yol kesenleri bozgunculuk yaptıkları yerden başka
bir İslâm beldesine çıkarmaktır. Ancak kâfirleri, küfür beldesine nakletmek
caizdir. Bunun hikmeti, bu kişilere, uzaklaştırmak ve sürgün etmek suretiyle
yaptıklarının cezasını tattırmak, kötülük ve bozgunculuk şeklinde fesat
çıkardıkları yerden bunları temizlemek ve onlardan geride kalan kötü izleri ve
acı hatıraları silmektir.
Malik'den rivayet olunduğuna göre; «Nefyln manası, tevbe edinceye kadar tutuklu
bulundurmak üzere suçluyu bir beldeden bir başka beldeye çıkarmaktır.»
İbn Cerir bu görüşü tercih etmiştir.
Hanefiler, sürgünün hapis demek olduğu görüşündedirler, îyi halleri belli
oluncaya kadar hapiste kalırlar; çünkü hapis, dünyanın genişliğinden dar bir
yerine girmektir. Bu dar yer de hapistir, sanki hapsedildiği yer müstesna o
yerden sürgün edilmiş olur. Bu görüşlerine bazı mahkûmların şu sözleriyle deliİ
getirdiler.
«Biz dünya ehlinden olduğumuz halde dünyadan çıktık. Artık biz dünyada ne diri
ne de ölüleriz. Bir gün gardiyan bir iş için bize geldiğinde hayretle şöyle
diyoruz : 'Bu adam dünyadan geldi'.»
b — Yol kesiciliğin, adam öldürmeden sadece mal almak şeklinde olması: Bu suçun
cezası sağ el ve sol ayağm kesilmesidir. Çünkü bu cinayet, yol kesme şeklinde
olduğundan, hırsızlıktan daha büyük bir suçtur. El ve ayaklardan kesilen yerler,
ateşle yakılması, kaynar zeytinyağına batırılması veya herhangi bir yolla
iyileştirilmesidir, ki kanı tamamen akarak ölümüne sebebiyet verilmesin.
Çaprazlama kesilmesinin sebebi de el ve ayaklarından istifade etmekden tamamen
mahrum kalmamasıdır. Böylece sol el ve sağ ayağını kullanabilir. Şayet cezaya
çarptırılan tekrar yol keserse sol eli ve sağ ayağı kesilir.
Cumhur fukaha, soyulan malın nisab miktarına ulaşması ve muhafazalı yerden
alınmasını şart koşmuştur. Çünkü hırsızlık, kendisi için kararlaştırılmış bir
ceza bulunan suçtur. Suç meydana gelince de, o suçu işleyen ister tek kişi
olsun, isterse topluluk olsun cezaya müstehak olurlar. Şayet soyulan mal nisaba
ulaşmaz, muhafazalı yerden de alınmazsa, o zaman kesme işlemi yapılmaz.
Eğer yol kesenler topluluk olurlarsa, herbirinin soyduğu malın nisaba ulaşması
şart mıdır, değil midir?
Bu soruya İbn Kudâme cevap vererek şöyle dedi: «Yol kesenlerden herbirine düşen
miktar nisaba ulaşmamış olsa bile, toplam soyulan mal belli miktara ulaşırsa,
hırsızlık konusunda sözümüze kıyasen el ve ayakları çaprazlama olarak kesilir.»
Şafi'i ve arkadaşlarının kıyasma göre ise, herbirine düşen hisse nisab miktarına
ulaşıncaya kadar cezası verilemez ve yol kesenler için şüphenin de bulunmaması
gerekir.
Maliki ve Zahirîler bu görüşe katılmayıp, soyulan mahn nisaba ulaşmasını ve
muhafazalı yerden çalınmasını şart koşma-mışlardır. Çünkü yol kesicilik, başlı
başına bir suç olup nisaba ulaşması ve muhafazalı olmasını dikkate almamayı
gerektirmektedir. Yol kesme suçu, hırsızlık suçunun dışında olup
herbirer-lerinin cezası da değişiktir. Çünkü Allahu Teâlâ hırsızlık suçu için
bir ölçü takdir etmiş olup, yol kesicilik için ise böyle birölçü koymamıştır.
Bilakis yankesiciliğe verilecek cezayı belirtmiştir. Bu da yol kesicilere,
işledikleri suç üzerine ceza vermeyi gerektirmektedir.
Hanbelî ve Şafi'i'nin iki görüşünden birisine göre; «Eğer caniler arasında,
mallan soyulanlardan yakın akrabası olanlar varsa, bu durumda akrabası olana
kesme işlemi uygulanmayıp, canilerden soyguna iştirak eden diğerlerine ceza
uygulanır.»
Hanefiler şöyle demişlerdir: «Canilerden yakını olana nis-betle diğer caniler
hakkında şüphe bulunduğunda kesme cezası uygulanmaz. Çünkü caniler birbirlerinin
kefili durumundadırlar. Soyulan kişiye akraba olandan ceza düşünce,
diğerlerinden de ceza düşer.»
İbn Kudâme; Şafi'î ve Hanbelilerin görüşünü tercih ederek şöyle demiştir :
«Buradaki şüphe tek kişiye mahsus olup, diğerlerinden cezayı düşürmez. Bunun
manası şudur: Cezanın düşmesi şüphesi, akrabalık bağı alanını aşmadığından,
sadece bu kişinin üzerine ceza uygulanmaz, çünkü şüphe bu kişiyi aşarak,
diğerlerine geçmez.»
c — Yol kesiciliğin, mal almadan sadece adam Öldürme şeklinde olması: Bu durum;
hakim, onlan yakalattığı zaman Öldürülmelerini gerektirir. Öldüren bir kişi de
olsa, casus öldürüldüğü gibi bütün yol kesenler öldürülürler. Çünkü bunların
tümü yol kesmekte ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmakta ortaktırlar. Öldürülenin
velisinin affetmesi veya diyete razı gelmesine itibar edilmez. Çünkü velinin
affetmesi veya diyete razı olması kısssta geçerli olup, yol kesicilikte geçerli
değildir.
d — Yol kesiciliğin, adam Öldürmek ve mal soymak şeklinde olması: Bunun cezası
adamı öldürmek ve asmaktır. Yani bu kişilerin cezası, ölmeleri için canlı oîarak
asılmalarıdır. Bir ağaca bir direğe veya benzeri dikili herhangi bir şeye elleri
açık vaziyette bağlanır. Sonra ölünceye kadar işkence yapılır.
Fakihlerden bazıları; «önce öldürülür, sonra ibret ve Öğüt için asılır,»
demişler.
Bazıları ise; «üç günden fazla ağaçta asılı kalmaz,» demişlerdir.
Buraya kadar geçen bilgiler, imamların içtihadıdır. Bu ic-tihadlar da âyeti
kerimenin tefsirinin sınırlan içindedir. Her imam için, doğru bir bakış yönü
vardır. Kararlaşmiş bu cezalardan herhangi birini seçmekte hakimin muhayyer
olduğu görüşünde olanlar; «ev- harfi iîe atfın üzerine delalet ettiği şekli
benimsemişlerdir. Bu durumda bozgunculuğun kalkması ve maslahatın gerçekleşmesi
için uygun olanı seçmek hakime bırakılmıştır. Âyette, her suç için belli bir
ceza olduğu görüşünde olanlar İse, bozgunculuğun kalkması ve maslahatm
gerçekleşmesi ile birlikte adaletin de gerçekleşmesini esas almışlardır.
Bunların hepsi de bozgunculuğu gidermek ve maslahatı gerçekleştirmek bakımından,
Şer'i Şerifin gayesini gerçekleştirmek üzere alimlerce icma konusudur.
Bu ictihadlar, delilleri anlamak için emir sahiplerine kolaylık sağlar ve
ictihad yolunu kolaylaştırır. îlim öğrenenlerin gerçeğe ulaşmasına yardımcı
olur. Şüphe yok ki, fakihîerin işaret ettikleri suçların dışında bozgunculuk
yapan ve yol kesenlerin yaptıkları daha pek çok suçlar vardır. İşte fakihîerin
âyeti ke-rime'den çıkardıkları kısmî hükümlerin ışığı altında yeni çıkan bu
suçlar için de hükümler çıkarmak mümkündür.
46.9.5. Bir İtirazın Reddi ve Bir Karışıklığın Giderilmesi
«Menâr- tefsirinde, yazan şöyle demiştir: «Abd bin Humeyd ve İbn Cerir'in
Mücahîd'den rivayet ettiklerine göre; «Buradaki fesad'dan maksat; zina,
hırsızlık, kadınîan öldürmek, ekin ve hayvanatı helak etmektir. Bütün bu suçlar
yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak işlemidir.» Fakihîerin bazılan ise; Mücahid'in
bu sözüne itiraz ederek şöyle dediler: «Zina, hırsızlık ve benzeri suçlar için,
bu âyette geçenlerin dışında Şer'i Şerifte cezalar vardır. Zina, hırsızlık ve
adam öldürmek için had cezalan vardır. Ekin ve hayvanatın helak edilmesi ise;
helâl edilen miktarca takdir edilir. Zarar, yapana ödettirilir ve hâkim kendi
içtihadına göre bu kişiye tâ'zir cezası verir.» Bu itirazcılar, âyette geçen
cezanın, ûlü'l-emr'e karşı gelen İslâm ahkamına baş eğmeyen bozguncular ve yol
kesicilere mahsus olduğunu unuttular. Had cezalan ise; tek tek zina eden
hırsızlık yapan, ancak İslâm'ın emrine fiili olarak boyun eğen kişiler içindir.
Bunların hükmü Kur'ân-ı Kerim'de tekil olarak ismi fail kipi ile getirilmiştir :
Meselâ; «Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesiniz.»
(Maide: 28) «Zina eden kadınla, zina eden erkekten herbirine yüzer değnek
vurunuz.» (Nur; 2) Bu suçla-n işleyenler, suçlarını gizleyip, kendilerinin
başkalarına kötü örnek olmamaları için bozgunculuklarını açığa çıkarmazlar.
Kendilerini Şer'i Şerifin pençesinden kuvvet kullanarak kurtarmak için toplumu
yaptıkları bozgunculuğa alıştırmazlar. O bakımdan bunlara Allah ve Rasûlü'ne
karşı savaş açan ve bozgunculuk çıkaranlar demek doğru olmaz. Yol kesicilikte
hüküm, beraber iki vasıfla ilgilidir. Fakihler yol kesen lafzını mutlak olarak
kullandıkları zaman şüphesiz bununla yol kesmeyi ve bozgunculuğu
kastetmektedirler. Çünkü bu iki vasıf birbirinin tamamlayıcısı durumundadır.
46.9.6. Hâkime ve Ümmete, Yol Kesiciliğe Çare Bulmalarının Gerekli Olduğu
Hakim ve Ümmet, nizamı korumak, güveni sağlamak fertlerin kanlarını mallarını ve
ırzlarını muhafaza etmek üzere haklarım korumaktan sorumludur. Bir grup
toplumdan ayrılır, yol keser, insanların hayatmı anarşi ve ızdıraba boğarsa,
bunlarla savaşmak, hakime vacib olur, Rasülüllah sallallahu aleyhi ve sellem,
Ûrani'lere aynı muameleyi yapmış, daha sonraki halifeler de aynı yoldan
yürümüşlerdir. Aynı şekilde, bunların köklerini kazımak, sonlarını kesmek üzere
hakime yardımcı olmak, müslümanların görevidir. Neticede insanlar güven içinde
rahat yaşasınlar, istikrar ve huzurun lezzetini hissetsinler ve herkes, kendisi
için ailesi ve ümmet için hayır yolunda çalışmaya devam etsin.
Eğer yol kesenler, savaş meydanında yenilgiye uğrar ve sağa sola dağılırlarsa,
azimleri kırılır, arkalarından kimse onlara tabi olmaz ve bu yaralarını bir daha
saramazlar. Ancak öldürme cinayeti işlemiş ve mal soymuşlarsa, yakalayıncaya
kadar bunlara saldırılar düzenlenir, kendilerine yolkesicilik cezası uygulanır.
46.9.7. Yol Kesenlerin Yakalanmadan Önce Tevbe Etmeleri
Yol kesici ve bozguncular, yakalanmadan ve ele geçmeden önce tevbe ederlerse,
şüphesiz Allahu Teâlâ geçmiş suçlarını bağışlar ve yol kesicilikle ilgili özel
suçlarım kaldırır. Çünkü Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur: -Bu onlara dünyada bir
rezilliktir. Onlara ahirette büyük azab vardır. Ancak onlan yakalamazdan önce
tevbe edenler bunun dışındadır. Biliniz ki, Allah bağışlar ve merhamet eder.»
(Maide: 34)
Yol keesnler tevbe edince, Allah'ın affına nail olurlar. Çünkü yakalanmadan ve
ele geçmeden önce tevbe etmeleri, vicdanlarını arıttıklarına, Allah'a ve
Rasûlüne karşı gelmekten vazgeçip bozgunculuktan uzak temiz bir hayata başlamaya
karar verdiklerine delildir. O bakımdan Allah'ın affının kapsamına girmişlerdir.
Şayet ceza gerektirecek bir suç işlemişlerse, Allah'ın hakkıyla ilgili bu
suçlarını Allahu Teâlâ kaldırmıştır. Ama kul haklarına gelince, bu haklar
düşmez. Bu takdirde ceza, yol kesmek açısından değil, kısas açısından uygulanır
ve bu durumda iş, hâkime değil cinayete maruz kalanlara bırakılır. Eğer yol
kesenler adam öldürmüşlerse, öldürülmesi konusundaki kesin hüküm kalkar,
öldürülenin velisi için affetmek veya kısas ta-leb etmek hakkı vardır. Eğer adam
öldürmüş ve mal almışlarsa, idam edilerek öldürülmesi ile ilgili kesin hüküm
kalkar, sadece kısas ile mal ödeme baki kalır. Eğer mal almışlarsa, kesme işlemi
düşer, elinde bulundurduğu mallar alınır, şayet har-camışsa, kıymetini öder.
Çünkü bu gasb sınıfına girer. Gasb ettiği mallan elinde tutamaz, onları
sahiplerine verir veya sahibi bulununcaya kadar o mallar hakimin yanında
bekletilir. Çünkü soyulan mallar, sahibine geri verilinceye kadar yol kesenlerin
tevbeleri kabul olmaz.
Şayet ûlü'1-emr, fesatçılardan soydukları malı düşürmeyi umumi maslahat gereği
uygun görürse, o zaman hazineden bu malı ödemesi gerekir.
İbn Rüşd, «Bidâyet'ül-Müctehid» kitabında bu mesele hakkındaki âlimlerin
görüşlerini özetleyerek şöyle demiştir:
«Yol kesenden, tevbe etmesiyle düşen cezalar konusunda alimler ihtilaf
etmişlerdir:
«Birinci görüş: Tevbe, sadece yol kesme cezasını düşürür. Bunun dışındaki Allah
hakkı ve kul hakları kendisinden alınır. Bu görüş Malik'indir.
«İkinci görüş: Tevbe, yol kesme cezasıyla, zina, içki, hırsızlıktan dolayı elin
kesilmesi gibi tüm Allah'a ait haklan düşürür. Ancak, ölenin velilerinin
affetmesi dışında kan ve mal olarak insan hakkıyla ilgili olan cezalar düşmez.
(Bu görüş bizim seçtiğimiz en adaletli bir görüştür.)
-Üçüncü görüş: Tevbe, Allah'a ait bütün haklan kaldırır. Kan ve mallara gelince;
bunlardan bizzat elde bulunanlar alınır.
•Dördüncü görüş: Tevbe, bizatihi mevcut olan mallar dışında, kan ve mal
cinsinden insan haklarının tümünü düşürür.»
46.9.7.1. Tevbenin Şartlan
Tevbenin bir zahirî bir de batini kısmı vardır. Fıkıh ilmi, tevbenin Allah'tan
başka kimsenin bilemeyeceği batınına değil, zahirine bakar. Eğer, yol kesenler
yakalanmadan önce tevbe ederlerse, tevbeleri kabul olunur ve tevbenin sonuçlan,
üzerine lazım, gelir. Bazı alimler tevbe edenin hakimden eman dilemesini,
hakimin de ona eman vermesini şart koşmuşlardır.
Denildi ki: «Bu şart değildir. Devlet reisinin, her tevbe edenin tevbesini kabul
etmesi gerekir.» Yine denildi ki: «Silahı atması, suç mahallinden uzaklaşması ve
devlet reisine müracaata ihtiyaç kalmadan insanlardan eman dilemesi kâfi gelir.»
îbn Cerir'in naklettiğine göre o şöyle demiştir : O, Ali bize rivayet etti. Dedi
ki: Bize Velid bin Müslim rivayet ederek şöyle dedi: Ebû Leys demiştir ki: Bana
Musa el-Medenî rivayet etti (O yanımızda emirdir) : «Aliyy'ül-Esedî yolkesicilik
yaptı, yolcuları korkuttu, kan akıttı ve mal soydu. îdareciler ve halk onu
yakalamak istediler, fakat adam kaçtı, bir türlü yakalayama-dılar. Neticede adam
tevbe ederek geldi. Bunun tevbe etmesi de, yaranda bir adamın şu âyeti kerimeyi
okumasından dolayı idi: «Ey Muhammed, de ki; Ey kendilerine kötülük edip aşın
giden kullarım. Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah
günahların hepsini bağışlar. Çünkü o, bağışlayandır. Merhametlidir.» CZümer: 53)
Aliyyü'l-Esedı bu âyeti işitince durdu. Adam'a; «Tekrar okur musun?» dedi. Adam
âyeti tekrar okudu. Bunun üzerine AIiyy'ül-Esedi, kılıcını kınına soktu, sonra
tevbe ederek, seher vaktinde Medine'ye geldi. Boy abdesti alarak Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem'in mescidine geldi ve sabah namazını kıldı. Sonra
kalabalığın içinde Ebû Hüreyre'nin yanına oturdu. Gün aydınlanınca insanlar onu
tanıdı ve yanına dikildiler. Bunun üzerine Aliyy'ül-Esedi; -Bana saldırmanıza
yol yoktur. Çünkü ben yakalanmadan önce tevbe ederek geldim.'- dedi. Bunun
üzerine Ebû Hüreyre tr.a.); «Doğru söyledi.» dedi ve elinden tutarak onu Mervan
bin Hakem'in CMuaviye zamanında Medine valisi idi) yanına getirdi. «Bu
Aliyy'ül-Ese-di'dir, tevbe ederek geldi. Buna saldırmanıza ve öldürmenize yol
yoktur. Yaptığı işlerin hepsini terk etmiştir.» dedi. Ebû Hüreyre (r.a.) devamla
şöyle demiştir • «AHyy'ül-Esedi tevbe ederek Allah yolunda gazaya çıktı. Ordu
Rumlarla karşılaşınca, gemisini Rumların gemilerinden birisine yaklaştırdı ve
onlar geminin içindeyken Rumların gemisine zorla girmeyi başardı. Rumlar geminin
öbür tarafına toplu halde kaçınca gemi yan yatarak battı ve hepsi boğuldular.»
46.9.7.2. Canilerin Mahkemeye Çıkmadan Önce Tevbe Etmeleriyle Had Cezalarının
Düşmesi
Daha önce geçtiği üzere, yol kesenler yakalanmadan önce tevbe ederlerse, yol
kesicilik cezası üzerlerinden düşer. Çünkü Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
«Ancak onları yakalamanızdan önce tevbe edenler bunun dışındadır. Biliniz ki
Allah, bağışlar ve merhamet eder.» (Maide: 34)
Bu hüküm sadece yol kesmek cezasına ait değildir. Bilakis bütün had cezalarını
düzenleyen genel bir hükümdür. Had gerektiren bir suç işleyen kimse, mahkemeye
intikal etmeden önce tevbe ederse, üzerinden had cezası düşer.
Çünkü yol kesenlerden, tevbe ettikleri zaman had cezası düşünce, diğer suçlar da
evlâ yoluyla düşer. Diğer suçlar yol kesme suçundan daha hafiftir.
İbn Teymiye bu görüşü tercih ederek,şöyle demiştir: -Her kim, mahkemeye intikal
etmeden önce, zina, hırsızlık ve içki içmekten tevbe ederse, sahih olan görüşe
göre, yol kesenlerin yakalanmadan önce tevbe ettiklerinde cezalan icma ile
düştüğüne göre, bunların da cezalan düşer.»
Kurtubî şöyle demiştir: «îçki içenler, zina edenler ve hırsızlık yapanlar, tevbe
edip hallerini düzeltir ve hallerini düzelttikleri belli olursa, sonra mahkemeye
çıkanlsalar da, bunlara had cezası uygulanması uygun olmaz. Ancak mahkemeye
çıkanldık-tan sonra; «Tevbe ettik, «derlerse, tevbe etmeden yakalanan yol
kesenler gibi bu durumda serbest bırakılmazlar.»
Bu konudaki ihtilafı îbn Kudâme açıklayarak şöyle demiştir: «Yol kesenler
dışında üzerine had cezası gereken tevbe edip halini düzelttiği zaman bu konuda
iki rivayet vardır:
«Birincisi: Üzerinden had cezası düşer; çünkü Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
«İçinizden zina eden iki kimseye eziyet edin, tevbe edip düzelirlerse onları
bırakın. Doğrusu Allah tevbeleri daima kabul ve merhamet eder.» (Nisa: 16)
«Allahu Teâlâ hırsızlığın cezasını belirttikten sonra da şöyle buyurmuştur:
«Ettiği zulümden dolayı tevbe edip düzelen kim-
se bilsin ki, Allah onun tevbesini kabul eder, Allah şüphesiz bağışlayandır,
merhametli olandır.» CMaide : 39)
-Nebi aleyhisselam da şöyle buyurmuştur: «Günâhmdan tev-be eden günah işlememiş
gibidir.» Bir kimsenin günahı yoksa, ona had cezası uygulanamaz demektir.
Nitekim Nebi aleyhis-seîam'a, Mâiz'in kaçtığı haber verilince, şöyle demişti:
«Keşke onu tevbe etmeye bıraksaydımz, Allah onun tevbesini kabul ederdi.» Çünkü
bu suçlar, Allah hakkıyla ilgili olduklarından yol kesenler gibi tevbe etmekle
düşerler.
«İkincisi: Tevbe ile bu suçların düşmeyeceği görüşüdür ki; Malik, Ebû Hanife,
bir sözüne göre Şafi'i bu görüştedir. Çünkü Allahu Teâlâ şöyje buyurmuştur:
«Zina eden kadın ve erkeğin herbirine yüzer değnek vurun." <Nûr: 2) Bu âyet
gerek tevbe edenler, gerekse etmeyenler hakkında umumidir. Yine Allahu Teâlâ;
«Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret
verici bir ceza olarak ellerini kesin.» (Mai-de: 39) buyurmuştur. Nebi
aîeyhisselam da Maiz'i ve Mamidi-ye'yi recmetmiş; had cezasının uygulanmasıyla
temizlenmeyi ister oldukları halde ve tevbe ederek gelmelerine rağmen, hırsızlık
suçunu ikrar ederek gelenlere had cezası uygulamıştır. Hatta Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem, onların bu hareketini tevbe olarak isimlendirmiş ve
bir kadın hakkında; «O Öyle bir tevbe etmiştir ki, eğer onun tevbesi Medine
ehlinden yetmiş kişiye dağıtılsa, onlara yeterdi.» buyurmuşlardır.
-Amr bin Semure, Nebi aleyhisselâm'a gelerek «Ya Rasû-lallah, ben filancanın
devesini çaldım. Beni işlediğim suçtan temizle.» dedi. Bunun üzerine, Nebi
aleyhisselam bu kişinin üzerine had cezası uyguladı. Çünkü had cezası, yemin ve
adam öldürme kefareti gibi kefarete benzemektedir ki, tevbe ile düşmez. Aynı
zamanda bu suçlar için belirli cezalar takdir edilmiş olup yakalandıktan sonraki
yol kesenler gibi üzerlerinden had cezası düşmez.»
İbn Kudame devamla demiştir ki: -Tevbe ile had cezasının düşürülebileceğini
söylediğimiz zaman; 'yalnız tevbesiyle mi, yoksa tevbeyle beraber halini de
düzeltmesi yi e mi had cezası düşer?' şeklinde iki görüş ortaya çıkıyor:
«Birinci görüş: Yalnız tevbeyle had cezası düşer. Bu, bizim arkadaşlarımızın
görüşüdür. Çünkü tevbe, had cezasını düşürmektedir ki, bu bir nevi yakalanmadan
önce tevbe eden yol kesicilerin tevbesine benzemektedir.
«ikincisi; Halini düzeltmesi dikkate alınır. Çünkü Allahu Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
-Tevbe edip düzelirlerse onları bırakın.» [Nisa: 16)
«Ettiği zulümden dolayı tevbe edip düzelen kimse, bilsin ki,
Allah onun tevbesini kabul eder. Allah şüphesiz bağışlayandır;
merhametli olandır.» (Maide : 39)
«Bu görüşe göre, tevbesinde samimi olduğu ve niyetini düzelttiği bilininceye
kadar bir müddetin geçmesi dikkate alınır. Yoksa bunun için belli bir müddet
takdir edilemez.
«Şafi'ilerden bazıları; «Halini düzeltme müddetinin bir sene olduğunu»
söylemişlerse de, bu belirli bir vakti olmayanı va-kitlemektir ki caiz
değildir.»
46.9.8. Kişinin Kendisini ve Başkasını Savunması
Bir kimseyi öldürmek, malını almak, mahreminin ırzına geçmek niyetiyle bir
saldırgan saldırırsa, bu kimsenin canını, malını ve ırzını korumak için, mümkün
olabilecek en kolay yolla, saldırganla savaşması hakkı vardır, önce sözle
kendini savunmaya çalışır. Sonra bağırır, sonra eğer saldırganı bu yolla
defetmek mümkünse insanlardan yardım ister. Şayet vurmanın dışında bir yolla
kendini savunamazsa, onu döver. Şayet dövmeyle kendini savunamazsa, onu öldürür.
Katil üzerine kısas olmadığı gibi, kefaret de yoktur. Öldürülenin diyetini de
vermek gerekmez. Çünkü bu kişi saldırgan zalimdir. Saldırgan zalimin ise kanı
helâl olup ödenmesi gerekmez.
Eğer, kendisine saldırılan kişi ölürse, o canı, malı ve namusunu savunmak
durumunda bulunduğundan «şehid»dir.
Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: «Zulüm gördükten sonra hakkını alan kimselere,
işte onların aleyhine bir yol yoktur.» (Şûra : 41)
Ebû Hüreyre (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, o şöyle demiştir : «Bir adam
Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'e gelerek şöyle demiştir: «Ya Rasûlallah;
malımı almak üzere gelen adam hakkında ne dersiniz?» Rasûlüllah sallallahu
aleyhi ve sellem; «Malını ona verme.» buyurdu. Adam; «Benimle savaşırsa ne
yapayım?» dedi. Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem; «Sen de onunla savaş.»
buyurdular. Adam; «Eğer beni öldürürse, ne buyurursunuz?» diye sordu. Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem; «Sen şehid olursun.» dedi. Adam; «Ya ben onu
öldürürsem?» deyince, Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem; «Bu durumda o
cehenneme girer.» buyurdular.
Buhari'nin rivayetine göre; Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu; «Malı uğruna ölen şehittir.»
Rivayet olunduğuna göre, bir kadın odun toplamak için dışarıya çıktı. Arkasından
bir adam ona musallat oldu. Kadın, kendisine musallat olan bu adama bir taş attı
ve adamı öldürdü. Durum Ömer (r.J'a arzedilince, Ömer (r.a.) «Ne iyi! Allah
bundan dolayı (kadına) asla bir ceza vermez.» dedi.
insanın kendi nefsini, malını ve namusunu savunması gerekli olduğu gibi,
öldürme, mal alma, ırza geçme gibi bir durumla karşılaşırsa başkasını da
savunması gerekir. Ancak bunu yaparken kendi canını tehlikeye atmaması şartı
vardır.
Çünkü başkasının hakkını savunmak, bir kötülüğü yok etmek ve haklan korumak
kabilindedir. Rasüîülîah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: «Sizden
biriniz bir kötülük gördüğü zaman onu eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü
yetmezse diliyle değiştirsin. Eğer buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzet-süi;
imanın en zayıf noktası budur,»
İşte, başkasının hakkını savunmak, kötülüğü değiştirmek kabilindedir.