1. BÎR İŞTEN MAKSAT NE İSE HÜKÜM ONA GÖREDİR :
2. AKİDLER
İTİBAR MAKSAD VE
MANAYADIR; ELFAZ VE MEBÂNİYE DEĞİLDİR :
3. YAKÎN
(KESİNLİK İFADE EDEN ŞEY)
ŞÜPHE İLE ZAİL OLMAZ :
4. BİR ŞEYİN BULUNDUĞU HAL ÜZERE KALMASI ASILDIR :
5. KADÎM KADEMİ ÜZERE TERK OLUNUR :
8. ARIZÎ SIFATLARDA ASLOLAN ADEMDİR
9. BİR ZAMANDA SABİT OLAN ŞEYİN HİLÂFINA DELİL OLMADIKÇA
BAKASÎYLE HÜKMOLUNUK
10. YENİ MEYDANA GELEN BİR OLAYIN HÂLE (ŞİMDİKİ ZAMANA)
EN YAKIN VAKTE İZAFESİ ASILDIR :
11. KELÂMDA ASLOLAN MÂNAY-İ HAKİKİDİR :
12. SARAHAT KARŞISINDA DELÂLETE İTİBAR YOKTUR :
13. MEVRİD-İ NASDA İÇTİHADA MESAĞ YOKTUR :
14. KIYASA AYKIRI OLARAK SABİT OLAN ŞEY BAŞKA ŞEYE
MAKÎSÜN ALEYH OLAMAZ :
15. İCTİHÂDLA İCTİHA0 NAKZ OLUNMAZ :
16. MEŞAKKAT KOLAYLIĞI CELBEDER :
17. BİR, İŞ DARALINCA GENİŞLEMEYE YÜZ TUTAR :
18. ZARAR VE MUKABELE-İ BİZZARAR YOKTUR :
20. ZARURETLER MAHZURLU ŞEYLERİ MUBAH KILAR..
21. ZARURETLER KENDİ MİKTARINCA TAKDİR OLUNUR :
22. BİR ÖZÜR İÇİN CAİZ OLAN ŞEY, O ÖZRÜN ZEVÂLİYLE BÂTIL
OLUR, (HÜKÜMSÜZ KALIR).
23. MÂNİ ZAİL OLDUKTA MEBNÛ' AVDET EDER :
24. BİR ZARAR KENDİ MİSLİYLE İZÂLE OLUNMAZ :
25. ZARAR-I
ÂMMI DEFİ' İÇİN
ZARAR-I HASS İHTİYAR OLUNUR :
26. ZARAR-I EŞED, ZARARI AHAF İLE İZÂLE OLUNUR :
27. İKİ FESÂD
TAARÜZ ETTİKDE AHAFFİNİ
İRTİKÂB İLE AZABININ ÇARESİNE BAKILIR !
28. İKİ SERDEN EHVEN OLANÎ İHTİYAR OLUNUR :
29. DEFİ MEFÂSİD, CELBİ MENFAATTEN EVLÂDIR..
30. ZARAR İMKÂN NİSBETÎNDE GİDERİLİR :
31. HACET UMUMÎ OLSUN, HUSUSÎ OLSUN ZARURET MENZİLESİNE
TENZÎL OLUNUR
32. İZTİRAR GAYRİN HAKKINI ÎBTAL ETMEZ :
33. ALINMASI YASAK
(HARAM) OLAN ŞEYİN VERİLMESİ DE
YASAKTIR :
34. İŞLENMESİ
YASAK OLAN ŞEYİN
İSTENMEDİ DE YASAKTIR .
36. NÂSIN
İSTİ'MALİ BİR HÜCCETTİR Kİ, ONUNLA AMEL VÂCİB OLUR :
37. ÂDETEN MÜMTENİ OLAN ŞEY, HAKÎKATEN MÜMTENİ GİBİDİR..
38. ZAMANIN DEĞİŞMESİYLE AHKAMIN DEĞİŞMESİ İNKÂR OLUNMAZ
:
39. ÂDETİN DELALETİYLE HAKİKİ MÂNA TERK OLUNUR...
40. ÂDET
ANCAK MUTTARİD YAHUT
GAAIİP OLDUKTA MUTEBER OLUR.
41. İTİBAR GALİB-İ ŞAYİADIR; NÂDİRE DEĞİLDİR.
42. ÖRFEN MÂRUF OLAN ŞEY ŞART KILINMIŞ GİBİDİR.
43. TİCARET ERBABI ARASINDA MÂRUF OLAN ŞEY, ONLAR
ARASINDA ŞART KILINMIŞ GİBİDİR.
44. ÖRF ÎLE TAYİN, NASS İLE TAYİN GİBİDİRİ:
45. MÂNİ' VE MUKTAZİ TAARRUZ ETTİKTEN MÂNİ' TAKDİM
OLUNUR.
46. VÜCUDDE BİR ŞEYE TÂBİ OLAN HÜKÜMDE DAHİ1 ONA TABİ
OLUR.
47. TABİ' OLAN ŞEYE AYRICA HÜKÜM VERİLMEZ.
48. BÎR ŞEYE MÂLİK OLAN KİMSE ONUN ZARURİYATIN^ DAN O1AN ŞEYE DE MÂLÎK OLUR.
49. ASIL SAKIT OLDUKTA FERİ DAHÎ SAKIT OLUR.
50. SAKIT OLAN ŞEY DÖNMEZ, YANİ GİDEN GERİ GELMEZ.
51. BİR ŞEY BÂTIL
OLDUKTA (HÜKÜMSÜZ KALDIKTA) ONUN
ZIMMINDAKİ ŞEY DE BÂTIL OLUR.
52. ASLIN İFÂSI
(YERİNE GETİRİLMESİ) KABUL
OLMADIĞI HALDE BEDELİ İFA OLUNUR :
53. BİZZAT TECVİZ
OLUNMAYAN ŞEY BÎTTEBA' TECVİZ
OLUNABİLİR :
54. İBTİDÂEN TECVÎZ OLUNMAYAN ŞEY BAKAAN TECVİZ
OLUNABİLİR :
55. TEBERRU'
ANCAK KABZ (TESLİM ALMAKLA) TAMAM OLUR :
56. LİDERİN HALK ÜZERİNDEKİ TASARRUFU MASLAHATA BAĞLI VE
ONA DAYANIR :
57. VELÂYET-İ HASSE, VELÂYET-İ AMMEDEN AKVADIR :
58. SÖZÜN İ'MÂLİ İHMALİNDEN EVLÂDIR :
59. HAKÎKÎ MÂNÂ
MÜMKÜN OLMADIĞINDA MECÂZE GİDİLİR :
60. BİR KELÂMIN İ'MÂLİ MÜMKÜN DEĞİLSE İHMÂL OLUNUR :
61. MÜTECEZZİ OLMAYAN BÎR ŞEYİN BİR KISMINI ZİKRETMEK
TÜMÜNÜ ZİKRETMEK GİBİDİR :
62. MUTLAK İTLÂKI ÜZERE CÂRİ OLUK; MEĞER KÎ NASSAN VEYA
DELÂLETTEN TAKYİDİ DELİL BULUNA :
63. HAZIRDAKİ VASIF LAĞV, GÂİBDEKİ VASIF MUTEBERDİR.
64. SUAL, CEVAPTA İADE OLUNMUŞ SAYILIR :
65. SÂKÎTE BİR SÖZ İSNAD EDİLEMEZ.
66. BÎR ŞEYİN UMUR-Î BÂTİNEDE DELİLİ, O ŞEYİN YERİNE
GEÇER :
67. YAZI İLE BEYÂN, SÖZLE BEYÂN GİBİDİR : (MÜKÂTEBE
MUHATEBE GİBİDİR.)
68. DİLSİZİN BtlİNEN İŞARETİ, DİL İLE BEYÂN GİBİDİR :
69. TERCÜMANIN SÖZÜ HER HUSUSTA KABUL OLUNUR)
70. HATÂSI ZAHİR OLAN ZANNE İTİBAR YOKTUR :
71. DELİLDEN
MEYDANA GELEN İHTİMAL
KARSISINDA HÜCCET KALMAZ :
73. BURHAN İLE SABİT OLAN ŞEY AYNEN SABİT GİBİDİR :
74. BEYYİNE MÜDDEİ İÇİN YEMİN İNKÂR EDEN ÜZERİNEDİR :
75. BEYYİNE HUCCET-İ MÜTEADDİYE; İKRAR İSE HÜCCET-İ
KASIRADIR :
76. KİŞİ ÎKRARİYLE İLZAM OLUNUR :
77. TANAKUZ İLE HÜCCET KALMAZ :
78. ASIL SABİT OLMADIĞI
HALDE FER'ÎN SABİT
OLDUĞU VARDIR :
79. ŞARTIN SÜBUTU HALİNDE ONA BAĞLI OLAN ŞEYİN DE SÜBÜTU
LÂZIM GELİR :
80. İMKAN NİSBETİNDE ŞARTA RİÂYET OLUNUR :
81. VA'DLER, SURET-İ TALİKİ İKTİSAB İLE LÂZIM OLUR :
82. BÎR ŞEYİN NEFÎ, ZAMANI MUKABELESİNDEDİR :
83. ÜCRET İLE ZAMAN) CEM' OLMAZ :
84. MAZARRAT MENFAAT KARŞILIĞINDADIR :
85. KÜLFET NİMETE, NİMET DE KÜLFETE GÖREDİR :
86. BİR FİİLİN HÜKMÜ FAİLİNE MUZAF KILINIR; VE MÜCBİR
OLMADIKÇA ÂMİRİNE MUZAF KILINMAZ :
88. ŞER'Î CEVAZ TAZMİNE AYKIRIDIR :
89. BİR FİİLİ BİZZAT İŞLİYEN, BUNU
KASDEN YAPMASA BİLE YİNE DE
TAZMİN GEREKİR
90. MÜTESEBBİP
(BİR FÎÎLE SEBEB OLAN KİMSE)
KASDEN O FİİLİ İŞLEMEDİKÇE KENDİSİNE TAZMİN GEREKMEZ :
91. HAYVANIN KENDİLİĞİNDEN OLARAK YAPTIĞI CİNAYET VE ZARARI HEDERDİR :
92. BAŞKASININ MÜLKÜNDE TASARRUFLA EMRETMEK BÂTILDIR :
93. MEŞRU BÎR SEBEP
OLMAKSIZIN BAŞKASININ MALINI ALMAK CAİZ DEĞİLDİR :
94. BİR ŞEYDE TEMELLÜK SEBEBİNİN DEĞİŞMESİ, O ŞEYİN
DEĞİŞMESİ YERİNE GEÇER :
95. KİMKİ BİR ŞEYİ VAKTİNDEN EVVEL İSTİCAL EYLER İSE
MAHRUMİYETLE MUÂTAB OLUR :
96. HER KİMKİ KENDİ TARAFINDAN TAMAM
OLAN ŞEYİ NAKZA SA'YEDERSE
SA'Yİ MERDUTTUR :
97. HAK MUHTEREMDİR VE KORUNMASI VÂCÎBDİR :
98. MUBAH İLE HERKES ÎNTİFÂ EDEBİLİR :
99. HERKES KENDİ MÜLKÜNDE
İSTEDİĞİ GİBİ TASARRUF EDER :
100. ZAHİR
OLAN SÖZLERİN TE'VİL
VE TEFSİRE İHTİYAÇ YOKTUR :
101. VEFATLA ZİMMET ZAİL OLUR :
Açıklama :
— Bir iş üzerine
terettüp edecek hüküm, o işten maksat ne ise ona göre olur. Meselâ :
a) Bir şey hem helâllik, hem haramlık vasfını taşıyorsa
bunlardan hangisi kasdedilerek işlenmişse ona göre hüküm alır. Yerde bulunan
bir eşyayı, sahibini bulup vermek için almak helâldir. Kendine maletmek için
almak haramdır.
b) Kurulan çadıra bir av hayvanı takılıp kalırsa,
bakılır : Eğer çadır bu maksatla kurulmuşsa, takılan hayvan çadır sahibinin'
olur; bu maksatla değilse ona sahip olamaz. Asıl o hayvanı avlamak isteyip onu
izleyen kimse sahip olur. [1]
Yapılan bir akidde
kasdedilen mana başka, lâfız da başka olursa, itibar manayadır. Meselâ :
a) Beş gram altın 4,5 gram altınla değiştirme muamelesi
«Beyi = ahm-satım» ismi altında cereyan etse bile bu, mana yönünden faiz
muamelesine girer ve caiz değildir.
b) Vefaen beyi'de «rehin» Hükmü câri olur. Çünkü bir
malı kararlaştırılan şartlara göre semen ve mebi' (malın değeri olan para ve
satışı yapılan mal) tekrar iade edilmek üzere satışını yapmaya, her ne kadar
lâfız yönünden «bey'i bi'1-vefâ» deniliyorsa da, mana yönünden «rehin»
muamelesine girdiği için bunda rehin hükmü câridir. Bir nev'i ipotek olup
borcu te'minata bağlamaktır. [2]
Meselâ :
— (A)'nın (B) üzerinde
1000 lira alacağı var. (B) bu borcu (A)'-ya ödediğine dair hüccet ve delil
gösteriyor. (A) da hâlâ 1000 lira (B)'de alacağı olduğuna hüccet ve delil
gösteriyor. Bu durumda (A)'-nın delili, bu alacağının diğer 1000 lira alacağını
(B) ödedikten sonra yenilendiğini beyyine ile isbat etmedikçe kabul olunmaz.
Çünkü beyyine hüccet-i kaviye demektir ki, şehadet ikrar ve yeminden nü-kûle
şâmildir. (B)'nin bu borcu ödediğini delile dayanarak söylemesi yakın (kesin
bilgi) ifade eder. (A.) 'nm iddiası ise, her ne kadar delile dayansa da şüphe
ifade eder. [3]
Bir şey bulunduğu,
tesbit edildiği zamanda ne hal üzere ise, aksine bir delil sabit olmadıkça o
hal üzere kalması, değişikliğe uğramaması asıldır; ona göre hüküm verilir.
Bilindiği gibi, eşya
zamanla değişir, değişikliğe uğrayabilir. Her değişmeyi bir hadis meydana
getirir. Fakat bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması muhakkak, değişime
uğraması ise muhtemeldir. Bu bakımdan muhakkak olan hal, muhtemel olan hale
nazaran önde gelir.
Meselâ :
a) Bir şahıs uzun müddet kaybolur; sağ veya ölü olduğuna
dair kesin bir bilgi elde edilmezse, -Hanefilere göre 90 yaşını bitirinceye
kadar- onun sağ bulunduğuna hükmedilir ve buna göre miras ve bâzı hususlar da
dikkate alınır.
b) Evin bir kısmı satıldıktan sonra, biri o kısma Şerîk
(ortak) olduğunu iddîa ederek şuf'a talebinde bulunur, müşteri de elinde satın
aldığı kısım hakkındaki bu iddiayı inkâr ve red ederse, müşterinin sözü asıl
olarak kabul olunur; şüf'a iddiası ise ancak delil ve hüccet ile sübut bulur.
Çünkü bulada asıl olan satılan kısmında başkasının şüf a'dar olmasıdır ve
böylece o, bulunduğu hal üzere kalır. [4]
Çünkü bu hususta asıl
olan bir şeyi bulunduğu hal üzere bırakmaktır.
Bir şeyin ötedenberi
devam edegeldiği hal, onun o hal üzere meşguliyetine delil sayılır. Zira bu kaide
esas tutulmayacak olursa,, bir çok tarihî kıymetler bulunduğu hal üzere
bırakılmama ve böylece asliyetini kaybetme tehlikesiyle başbaşa kalır.
Meselâ :
a) Vakıf olduğu bilinen, fakat vakfiyesi ve vakıf şartı
tesbit edilmîyen bir vakfm gailesi (geliri) ötedenberi nereye sarfediliyor ve
nasıl kullanılıyorsa
öylece dokunulmadan devam eder; dokunulmaz.
b) Tarla sahibi ötedenberi tarlasının içinden geçen yol
veya suyu kaldırmak istese veya yoldan ve sudan istifade edenlere mâni' olmak
istese, bakılır : Eğer ötedenberi bunun böyle devam edip geldiği isbat
edilirse, kademi üzere kalır; tarla sahibinin müdahalesi men'edilir. [5]
Genel olarak zararlı
bilinen şeylerin işleyip yapılmasına cevaz verilmez. Bu, hemen hemen her devir
ve idare sisteminde böyledir. Müstesna olarak, böyle bir şeye müsamaha edilmiş
veya yapılırken görülmemişse, umumî kaideyi bozmıyacağından kademine bakılmaksızın
kaldırılır.
Meselâ :
a) Birine ait ağaç yola sarkmış, gelip geçenlere zarar
veriyorsa, bu ağaç bir asır önce bile buraya dikildiği isbat edilse bile, kesilir.
Çünkü zarar kadim olamaz.
b) Bir evin lağım veya mutfak suyu sokağa açıktan
akıyor; gelip geçenlere zarar veriyor, komşuların sıhhatim bozuyorsa, ev yapıldı
yapılalı bu suyun sokağa aktığı isbat edilse bile, derhal kaldırılır. [6]
Suç sonradan işlenir.
însan önce suçlu değildir; sonra bir sebeb ve fiilden dolayı suçlu olabilir.
Meselâ :
a) Hırsızlık suçu iddiasiyle hâkimin huzuruna çıkarılan
kimsî hakkında ilk düşünülen husus,
hırsız olmamasıdır. Hırsız olduğî
beyyine ile isbat edilmedikçe suçsuz
olduğu kanaatına varılarak serbest bırakılır. Çünkü beraat-i zimmet asıldır.
b) Bir kimse bir diğerinin malını telef eder de o malın
miktarında ihtilâfa düşerlerse, mal sahibi iddia ettiği fazlalığı isbat edemediği
takdirde, söz o malı telef edenindir. Yani onun sözü kabul edilip hüküm
verilir. [7]
Genel olarak sıfat
ikiye ayrılır : Biri aslî, diğeri arızî, Aslî olan sıfat hayat, bekâret gibi
nıevsufla birlikte var olan şeylerdir. Arızî olan sıfat, mevsufla birlikte var
olmayıp sonradan -ölüm, hastalık dulluk gibi- arız olan şeylerdir.
Meselâ :
a) Müdarebe şirketinde kâr sağlanıp sağlanmadığı ihtilaf
konusu olursa, ademi (kâr sağlanmadığı)
asıl olduğuna göre söz mü-daribindir; sermaye sahibi ise kâr
sağlandığını isbata muhtaç olur.
b) Ölen kimsenin vârisleri, (meselâ oğullan) babamız şu
yerdeki tarlayı, (A)'ya, şuuruna sahip olmadığı bir zamanda satmıştır, diye
davacı olsalar, (A) da bunun aksini (yani şuuru yerindeyken sattı) iddia etse,
beyyine davacıya aittir. Çünkü asıl olan şuurlu bir halde satışın yapılmasıdır.
Bunama ve gayrî şuuri hal, hareket ve sözler arızidir. [8]
Az yukarıda da
belirtildiği gibi kadîm kıdemi üzere terkolunur. Çünkü bu hususta aslolan, bir
şeyi bulunduğu hal üzere bırakmaktır.
Meselâ :
a) Bir zamanda bir yerin (A)'ye ait olduğu, onun
mülkiyeti altında bulunduğu sabit olduğu takdirde, mülkiyeti izâle eder bir
hal sübut bulmadıkça o yerin ötedenberi mülkiyeti altında bulunduran (A) ya ait
olduğuyla hükmolunur.
b) Bir kadının ölen (B) 'ye vâris olduğunu iddia edip
davacı olması halinde bakılır :
Kadın (B) 'nin nikâhlı
karısı ise, onu boşadığma dair beyyine olmadıkça, iddiası kabul edilip (B) 'ye
varis olacağına hükmedilir. [9]
Sonradan meydana gelen
bir olayın ne zaman meydana geldiğinde ihtilâf edilirse, uzak bir zamanda
vuku' bulduğu isbat edilmezse, şimdiki zamana en yakın olan vakta izafe
olunarak hükme bağlanır.
Meselâ :
a) Akm-satımda akid yapılırken alıcı için (hiyâr-i Şart)
a (Pişman olma müddeti) yer verilir ve sonra bu akdi alıcı bozmak ister de
hiyar-i şartın müddetinin bitip bitmediğinde ihtilâfa düşerlerse, fesh zamanı
hâle en yakın olan vakta izafe edilir ve
muhayyer olan alıcıya (ki bunun muayyen müddeti içinde feshettiğini iddia
ediyordu) beyyine düşer.
b) (A) ölmeden önce (B) benim vârisimdir diye ikrar da
bulunur ve sonra ölürse, (B) ile (A) 'nın vârisleri bu ikrarın sıhhatli iken
mi, yoksa ölüm hastalığında mı edildiği üzerinde ihtilafa düşerlerse, burada
vârislerin sözüne itibar edilir; beyyine de (B) 'ye düşer. [10]
Kelimenin delâlet
ettiği hakiki manâya göre hükme varılır; karine olmadıkça mecâz-i manaya veya
tağlîb kaidesine göre mânâ çıkarmaya gidilmez.
Meselâ :
a) Bir kimse oğlu için birşeyler vasiyet ederse, oğlunun
oğlu buna girmez. Çünkü kelimenin hakiki mânası oğlu ifâde ediyor; Torunu
değil.
b) (A) «Şu kadar
malımı evlâdıma vakfettim» dedikten sonra ölürse, (A.)'nın erkek v e kız bütün
çocukları buna girer; çünkü ör-fen «evlâd» kelimesi umumiyetle erkek ve kız
çocuklarına delâlet eder; yani mânay-i
hakikisi budur. [11]
Sözle bir şeyi irâde
etmek sarahattir. Fiil veya sükût ile irâd etmek, delâlettir. Bir hususun
yapılmasında sarahatle delâlet arasında ihtilâf vuku bulursa, sarahatle amel
edilir. Çünkü delâlet sarahat gibi kesinlik ifâde etmez.
Meselâ :
a) Bir evde misafir olarak bulunan topluluktan biri
bulunduğu evin aynasını alır bakar, sonra diğer birine verir, derken ara yerde
kırıhrsa, hiç- birisi buna zâmin olmaz. Çünkü bu gibi hallerde delâ-leten
müsaade vardır. Ama ev sahibi mevcut hiçbir eşyaya dokunmayın veya aynaya felan dokunmayın demiş olsaydı,
o zaman delâletin hükmü kalmaz, sarih beyanla amel edilir ve aynayı kıranlar zâmin
olurlardı.
b) Üçüncü bu şahıs (B)'nin namu hesabına fuzûli olarak
bir mal satın alır, (B) de bu malın kendisine teslimini arzu ederse, bu
akde (alım-satıma) delâleten izin vermiş sayılır. Ama (B) kendi namına satın
alman malın reddini emrettikten sonra kendisine teslimini irâde ederse red
emri sarahat, teslim etme iradesi ise delâlet ifâde ettiğinden, red emri ile
amel olunur. [12]
Yani bir mesele hakkında
âyet veya hadiste kafi bir beyân varsa, bu o mesele hakkında bir nass
sayılacağından artık o mesele hakkında içtihada cevaz yoktur. Çünkü ictihad
ancak kesin ve sarih olmayan meselelerde şâriin muradını arayıp bulmak için
meşru'dur.
Meselâ :
a) Hâkim, boğazlanırken
besmelenin kasden terkedildiği
bir hayvanın etinin satışına ve yenilmesine cevaz verecek olursa, -her ne
kadar Şâfî mezhebinde buna cevaz
verilmişse de- hâkimin bu hükmü infaz
edilmez.
b) Yeni Hâkim, davacıyla davalı arasındaki ihtilâfı
hallederken, davacı, davalıda 1000 lira alacağı olduğunu iddia ediyor; dâvâlı
da bunu inkar ediyor. Hakim davacıya yemin, davâhya da beyyine teklif ederse,
böyle bir içtihadın hiç bir şer'i kıymeti yoktur. Çünkü Mütevâtir hadîste:
«Beyyine müddeiye aittin Yemin de münkir üzerinedir» buyurulmuştur ki bu bir
nasstır artık buna karşı içtihada cevaz olmaz.
[13]
Genel kaideye aykırı
olarak sabit olan şey, istisna teşkil edeceğinden başka şeye makîsün aleyh
olamaz. Yani başka şey ona kıyas edilemez.
Meselâ :
a) Hazret-i Peygamber (A.S.)'ın, yalnız olarak Htizeyme
(R.A.)'-şehâdetini kabul buyurması ve : «Hüzeyme kime şâhid olursa bu ona
kâfidir!» ilâve etmesi gibi. Çünkü genel kaide «İki erkek şâhid» dinletmektir.
Kur'ân'da sarîh beyân vardır. O halde Hüzeyme'nin yaptığı şahitliğin kabul
edilmesi istisna teşkil eder; başkası ona kıyas edilemez:
b) Müslüman erkekler ancak hür kadınlardan 4 tane1 ile
evlenebilirler. Kur'ân'da bu kesin olarak tahdit edilmiştir. Demek ki genel
kaide budur. Ama Hz. Peygamber'in 9 kadınla evlenmesi istisna teşkil eder,
başkası ona kıyasla 4'den fazla kadınla evlenemez. [14]
Yani ictihâd etme
seviyesinde olan bir müctehidin bir mesele hakkındaki içtihadını, diğer bir
müctehidin içtihadı bozamaz. Bu ic-mâ ile sabit olmuştur. Nitekim Ebûbekir
(R.A.) bâzı meselelerde ic-tihadda bulunup hükümler vermiştir. Hz. Ömer ona o
hükümlerde muhalefet etmiştir.
Bunun gibi müctehid
bir.mesele hakkında hüküm verir, sonra bu husustaki içtihadını değiştirecek
olursa, evvelki ictihadiyle verilen hüküm bozulmaz. [15]
Güçlük kolaylığa,
sıkıntı genişliğe yol açar : Darlık vaktinde genişlik gösterilmek gerekir.
Faizsiz ödeme, havale, hicir gibi bir çok fıkhı meseleler bu asıl kaideye göre
hükme bağlanır.
Kolaylığı celbeden
meşakkatin tahlil sebebleri yedidir :
1. Yolculuk..
2. Hastalık..
3. İkrah (Zorlama)
4. Bilgisizlik..
5. Güçlük..
6. Umumî belvâ..
7. Nakız.
Meselâ :
a) Selem usûlü. (Alım - Satımda mebiin mevcut olması
iktiza ederken, para sıkıntısı çeken kimsenin ileride elde edeceği malı şimdiden
satıp bedeli olan parayı alması caiz görülmüştür.) Bu bir nevi ihtiyaç
karşısında ruhsat olmuş oluyor. [16]
Şöyleki; bir işte
darlık ve meşakkat görülünce, genişlik ve ruhsat gösterilir. Bâzıları bu hususta
şöyle bir kaide zikreder : «Bir iş daralıp sıkışınca genişler.. Bir iş fazla
genişleyince de daralır..»
Gerçi bu kaide
yukarıdaki kaideden çıkarılmıştır; fakat arada bir takım ince farklar vardır.
Meselâ :
a) Borçlu belirtilen vakitte borcunu ödeyemez de
sıkıntıya düşerse, ona borcu ödeyebilecek kadar geniş bir müddet verilir..
b) Nafaka vermekle yükümlü tutulan kimsenin mali durumu
bozulur; tâyin edilen miktarı ödemekten âciz kalırsa, kudretine göre bir imkan
tanınır. [17]
Başlangıçta başkasına
zarar verilmiyeceği gibi zarara zararla karşılıkta bulunmak da yasaktır. O
halde zarar; zarar vermiyecek bir şekilde giderilir.
Meselâ :
a) Ev komşusu, kendi evinin çatısını tamir ederken
bitişiğindeki başkasına ait evin çatısını tahrib eder ya kiremitlerini kıracak
olursa, bu bir zarardır; yapılmamalıydı. Ama kazara veya cehâleten olduğuna
göre bu zarara zararla mukabele edilmez. Ancak mevcut zararın telâfisi cihetine
gidilir.
b) Umuma ait yoldan herkes geçebilir. Ama birisinin
başkasının geçeceğine engel olacak şekilde bir yüklü arabayı getirip yolun
ortasına bırakması yasaktır.. Bu vaziyete
başkası da karşılık olsun diye onun yolunu kapamaz. [18]
Bu kaide yukarıdaki
kaidenin sonucu mahiyetindedir. Çünkü zarara zarar ile mukabele edilmiyeceğine
göre, mevcut zararı gidermek gerektirir. Hz. Peygamber CA.S.) (İslâm'da, zarar
ve mukabele-i bizzarar yoktur). buyurmuştur, yâni kişi kardeşine ne başlangıçta
zarar verir, ne de onun zararına karşılık bir zarar verir...
Fıkhın birçok babları
bu kaide üzerine kurulmuştur : Ayıplı malı reddetmek, pişmanlık,.şüf a, kısas,
hudut, keffarat v.s,
Meselâ :
Zarar mümkünse aynen,
değilse karşılığı ödettirilerek giderilir..
a) Zor ve zulümle alınan bir malın, ayni muhafaza
ediliyorsa aynen sahibine iade ettirilir; bu surette, o malı zorla zimmetine geçiren,
«ben onun kıymetini vereyim.» diyemez. Ayni muhafaza edilmiyorsa yâni telef
olmuş veya itlaf edilmiş ise, misli varsa misliyle, değilse kıymetiyle ödenir.
b) Üzerine su bırakmak suretiyle tahrib edilip
kullanılmaz hale getirilen bir tarlada, zararı misliyle ödemek mümkün
olmadığında bedeli cihetine gidilir. [19]
îslâmda zaruretler
tahdit edilmiştir.. Haramla karşı karşıya gelen kimse bu tahdit çerçevesine
giriyorsa, onu ihtiyaç nisbetinde kullanabilir; aksi halde caiz değildir.
Meselâ :
a) Kıtlık yıllarında ölmüş bir hayvanın etinden başka
yiyecek birşey bulunmaz da adam açlıktan ölmek tehlikesiyle karşı karşıya kalırsa,
ölmeyecek kadar o etten yiyebilir. Bunun gibi susuzluktan ölüm tehlikesiyle
karşılaşırsa, ölmeyecek kadar şarap içebilir.
b) Silâh tehdidiyle, ölüm tehdidiyle küfre, zorlanan
kimse, kalben mü'min olduğu halde elfaz-i küfürden birini söyleyebilir.
Veya bir kimse, tehdit
ve cebir ile diğer bir kimsenin malını itlaf etse, bu işe zorlanan kimse
mes'ûl tutulmaz. Çünkü arada cebir vardır; zaruri olarak bu yola tevessül
edilmiştir.
c) Açlıktan ölüm tehlikesi geçiren kimse, başkasına ait
olup sahibinin müsaadesini almadan -ileride bedelini ödemek niyetiyle- malından
ölmiyecek kadar alıp yiyebilir. [20]
Bu kaide yukarıdaki
kaidenin tamamlayıcısı mahiyetindedir. İşaret edildiği gibi, zaruri bir sebeble
mubah olan şey ancak zaruret miktarmca mubah olur; fazlası mubah olmaz. Çünkü
haramı mubah kılan cevaz illeti, zaruret miktarıyla kalkmış olur; fazlası ise
za-rûretsiz alınmış olur.
Meselâ :
a) Soğuktan donmak üzere bulunan bir kimse, tehlikeyi
atla-tacak miktarda başkasına ait odun veya yakıttan -ileride bedelini ödemek niyetiyle-
kullanabilir; fazlası ise haramdır.
b) Yukarıdaki kaidede geçen misallerden ikisi buna da
misal olur.. [21]
Önce caiz olmayan,
fakat bir özürden dolayı caiz olan şey, mevcut özrün ortadan kalkmasıyle
hükümsüz kalır.
Meselâ :
a) Vücudundaki bir hastalıktan dolayı su kullanamayan
kimse, bu özründen dolaya teyemmüm eder.. Ama mevcud hastalığın giderilmesiyle
özür kalkmış olacağından artık su ile abdest alınır; teyemmüm edilmez.
Bunun gibi suyu
kullanmaya sıhhati müsaid olmakla beraber su bulamıyan kimse bu özründen dolayı
teyemmüm eder. Su bulununca da teyemmüm hükümsüz kalır.
b) Şahitlik üzerine şahitlik.. Asıl şahit hasta olur
veya seferde bulunursa, bir özre mebni şahadet üzerine şehâdet caiz olur. Ama
asıl olan şâhid iyileşir veya seferden dönerse, o zaman fer'in yani asıl
olmayan şahidin şehâdeti batıl olur. [22]
Bir şeyin sıhhat ve
cevazına mâni teşkil eden şey zail oldukta, memnu' (men'olunan şey) avdet
eder.
Meselâ :
a) îki kız kardeşi bir kişi nikâhı altında bulunduramaz.
Şöyle ki (A.) ile (B) kız kardeştirler. (C), (A) il© (B)'den birisiyle evlenebilir.
Bu caizdir.. Fakat hangisiyle evlenirse, diğeri muvakkaten kendisine haram,
olur, Farzedelim ki, CC) (A), ile evlendi, bu takdirde, (A), (Cî'nin
(B) ile evlenmesine mâni teşkil
eder. (A) ölecek olursa (C), (B) ile
evlenebilir. Çünkü mani zail olmuştur.
b) Satın alman bir malda eski aybmdan başka yeni bir
ayıp meydana gelirse artık o malı eski aybmdan dolayı reddetmek caiz olmaz.
Ancak yeni ayıp kendiliğinden veya bir müdahale ile giderilirse, o takdirde
«mâni' kalktığı için memnu avdet eder» kaidesince iadesi caiz olur. [23]
Zarar ne kendisinden büyük
bir zararla ne de kendisine müsavi olacak bir zararla giderilmez. Belki,
kendisinden hafif bir zararla giderilmeye çalışılır.
— «İki serden en hafif olanı ihtiyar olunur.»
— Büyük zarar, hafif bir zararla giderilir.»
Kaideleri bunu açıklar..
Meselâ :
a) Mevcut bir dükkânın yanında- veya karşısında başka bir dükkân açılır ve bu
sebeble ilk dükkânın alış - verişinde bir azalma ve kesad başlar da sahibi
zarara girdiğini beyânla açılan dükkânın kapatılmasını isterse, bu dava
reddolunur ve ikinci dükkân kapatılmaz.
b) Açlıktan ölüm derecesine gelen bir kimse, diğerini
ölümden .kurtaracak kadar mevcut yiyeceğini alıp yiyemez. Çünkü zarar, kendi
misliyle izâle olunmaz. [24]
Bu kaide, yukarıdaki
kaideyle birleşir ve onu açıklar mahiyettedir. Demekki, umuma zarar veren bir
şey -şahsın zararına da olsa-gidermek lâzımdır.
Meselâ :
a) Birinin evinin balkonu v«ya duvarı umuma ait yolu
daral-jtıyor, gelip geçenlere zarar veııyorsa, onu yıkıp kaldırmak -şahsın !
zararına da olsa- vâcibdir.
b) Fahiş fiâtla satılan bir mala rayiç koymak yani satış
fiatını tahdit etmek -her ne kadar satıcının zararmaysa da, umumun menfaatini
dikkate almak bakımından- gerekir. [25]
Bu kaide de 23.
maddede geçen kaideyi açıklar mahiyettedir. Büyük ve daha tehlikeli zarar daha
hafif olan zararla giderilmeye çalışılır :
Meselâ :
a) Borcunu ödemiyen veya vâcib olan nafakayı vermiyen
kimse, -ödeme imkanına sahipse- ödemesi için icbar edilir. Baba, küçük
çocuğunun nafakasını vermekten imtina ederse hapsolunur.
b) Bir tavuk kıymetli bir taş yutacak olursa bakılır;
hangisinin kıymeti yani tavuktan ve taştan hangisinin kıymeti fazlaysa, fazla
kıymette olanın sahibi, az kıymette olana zarar nisbetini öder. [26]
Fesadı gerektiren iki
şey gelip çatıştığında, zararı az olan dikkate alınarak en hafifi sayılarak
alınır.. Meselâ birbirine eşit iki belâ ile karşıkarşıya gelen kimse bu
ikisinden dilediğini seçip kabullenir. Eşit olmadığı takdirde ise en hafif
olanını alır.
Meselâ :
a) Başında yara bulunan kimse bu vaziyette secde edecek
olursa, yarası akıntı yapıp tehlike arzederde, baş işaretiyle secdeleri yerine
getirir; fakat Namazı terketmez. Çünkü secdeyi terketmek namazı terketmekten
daha hafiftir. Nitekim hayvan üzerinde işaretle secde edilir; ama abdestsiz
namaz kılınmaz. [27]
Bu kaide, yukarıdaki
kaideye yakındır.. Zarar ve şerri gerektiren iki hâdise birden gelip çatarsa
en kolay ve zaran az olan tercih edilir..
Meselâ :
a) Bir koçun başı kazara bir küpe girip çıkması mümkün
olmazsa bakılır : Hangisinin kıymet ve zararı daha azsa o ihtiyar edilir :
Koyunun kıymeti küpünkünden daha fazlaysa küp kırılır ve kıymeti sahibine
ödenir. Küpün kıymeti daha fazlaysa koç boğazlanır ve kıymeti sahibine ödenir. [28]
Bir şeyde hem zarar,
hem ve fayda birleşecek olursa, o fayda için mevcud zarar irtikab edilmez. Bu
bakımdan zararı def etmek evlâ-olur. Çünkü şeriatın menhiyati gidermede
gösterdiği hassasiyet ve itina, meşru' şeylere karşı gösterilmemiştir.
Meselâ :
a) Cünüblükten dolayı kadına gusül gerektiğinde erkeklerin göremiyeceği bir yer bulamazsa
yıkanmak için guslü geciktirir. Çünkü yıkanmak faydalıysa da erkeklerin bir
kadını çıplak görmesi zararlıdır.
b) Bir kimse mülkinde istediği gibi tasarruf edebilir,
başkasına zarar vermediği müddetçe..
O halde mülkinde tasarrufundan
dolayı başkasına açıktan açığa zarar verecek olursa, bu tasarruftan
men'edilir. [29]
Meselâ :
a) Az yukarıda da
geçtiği gibi imkân olduğu halde çocuğuna nafaka vermiyen bir baba hapsolunur.,
b) Hz. Peygamber CA.S.) «Müslümanlara karşı kılıç çeken
kimsenin kam helâl olur.» buyurmuştur. Çünkü o kimse tuğyan edip müecâviz hale
gelmiş olduğundan bu zararı ancak vücudunu ortadan kaldırmakla gidermek ve
ikinci bir kimsenin böyle bir tuğyana teyessül etmemesini sağlamaktır. [30]
Fert ve cemiyetin
ihtiyacını karşılamak gerekiyorsa bu ihtiyaç zaruret gibi kabul edilip
memnuiyet kalkar ve böyle bir ihtiyaç karşısında kıyas terkedilir;
a) «Bey'ün bi'l-Vefâ»ya cevaz verilmesi bu kabildendir..
Buhara halkından borç alıp verme muamelesi çoğalınca görülen ihtiyaç özerine
bu muameleye cevaz verilmiştir.
b) Bunun gibi kıyas hilafına seleme de cevaz yermiştir..
Çünkü alım - satımda, mâdumun (henüz mevcud olmıyan şeyin) bey'i yapılamaz.
Fakat ihtiyaç bu kıyasın hilafına cevaz vermeyi gerektirmiştir.
c) Akde giren yararlanma nisbeti belli olmamakla beraber
hamamda yıkanmak, halkın ihtiyacına mebni tecviz edilmiştir. Bu, kıyasa
aykırıdır. Çünkü ücret belli olmakla beraber menfaat belli değildir. Hamama
giren kimsenin ne kadar kalacağı, ne kadar su sar-fedeceği meçhuldür. [31]
Zarurât, mahzuratı
mubah kılar kaidesini tavzih ejder mahiyettedir.. Aç kalıp ölüm derecesine
gelen bir kimse başkasına ait ekmekten yiyecek olursa, bilâhare onun kıymetini
ödemesi gerekir. Çünkü o ekmekten yemesi her ne kadar zarurî ise de, bu zaruret
başkasının hakkını ibtâl «tmez. Bu balamdan yer v© fakat bedelini öder. [32]
Bir şeyin alınması haram
kılınmışsa, o takdirde verilmesi de haramdır.
a) Rüşvet (bunu almak haramdır; o halde vermek de haramdır.)
b) Riba (bunu almak haramdır; o halde vermek de
haramdır.) Bunlar gibi daha birçok misâller vardır. [33]
Bu. (işlenmesi haram
olan şeyin istenmesi de haramdır kaidesine yakındır.)
Meselâ :
a) Uyuşturucu madde kullanmak haramdır. O halde bu madde
nin kullanılmasını istemek de haramdır.
b) Adam öldürme fiili haramdır; başkasının bunu
işlemesini istemek de haramdır.
c) Zina etmek haramdır; ö halde başkasının da zina
işlemesini istemek haramdır. [34]
Örf ve adet, umumun
yararına ise, muteberdir.. Çünkü Hz. Peygamber (A.S.) «Mü'minlerin iyi ve
güzel görüp kabul ettiği şey, Allah katında da iyidir.» buyurmuştur.
Meselâ :
a) Birisi : «Vallahi ayağımı falan adamın evine koymam»
diye yemin ederse, bundan eve girmiyeceği
manası anlaşılır. Çünkü bu tâbir âdet haline gelmiştir. Sadece ayağını
koymak mânası ise âdete uygun değildir.
b) Bir işte çalıştırmak üzere tutulan amele, aralarında
hususi bir anlaşma yapılmamışsa - O beldede işçi sınıfının kaç saat çalışması
adet ise o da o kadar çalışır. [35]
Bu kaide, yukarıdaki
kaidenin açıklaması veyahut mütemmimi mahiyetindedir. Halkın bir mesele
hakkındaki örf ve âdeti, -nüsusun örfle âdet arasında fark vardır. Örf akleıı ve dinen
iyi bilinen şeyler demektir. Adet ise işlenilegelen itiyadlar demektir. Örf
denilince sadece aklan ve dinen iyi olan şeyler hatıra gelir; «Kötü örf» olmaz.
Adet ise böyle değildir. Onun iyisi de olabilir, kötüsü de. Bu bakımdan bu
-Umumun yararına» ise dedik
Meselâ :
a) Akar suyun haddi ve miktarı halkın bu husustaki
telakkisine göre tâyin edilir.
b) Bir kuyuya düşen koyun dışkısının azlık ve çokluğu, bu
hususla ilgili şahısların görüşüne göre takdir edilir.. Çünkü az bir şey kabul
edilirse suyu necis etmez; çok olarak kabul edilirse suyu necis
eder.
Ama bir şeyin meselâ,
ölçüye ve tartıya girdiği nass ile sabit olmuşsa artık .o şey hakkında nâsın
örf ve âdetine itibar edilmez. Şöy-leki : Buğday ve arpa ölçeğe, altın ve
gümüşün tartıca girdiği meşhur Hadîs-i Şeriflerle sabit olmuştur. O halde
halkın bu nassın hilâ-fuıa olan örf ve adetine itibar edilmez: [36]
Meselâ :
a) (A)'nın (BVye 1000 Ura borçlu olduğunu ikrar etmesi,
yalan bile olsa hakikat olarak kabul edilir. Çünkü bir kimsenin yalan yere bir
başkasına borçlu olduğunu ikrar etmesi âdeten mümteni'dir. Öyle ise böyle bir
ikrar hakikat gibi .kabul edilir.
b) Nesebi belli olan (A) için, (B), bu benim oğlumdur, derse bu âdeten
mümteni' olduğundan hakikaten mümteni' gibidir.
c) Çok fakir olan (A)'nın (B)'ye bir milyon ödünç para
veya mal verdiğini iddia etmesi de âdeten mümteni'dir. [37]
Bu, örf ve âdete
dayanan hükümler hakkındadır; yoksa iki ana kaynağın temel hükümleriyle ilgili
değildir.
a) Câmi'lerin kapısının daima cemaate açık
bulundurulmosı hem sünnet, hem de içinde kıymetli eşya bulunmadığında sünnet
idi, bulunduğu zaman ise bir âdet-i müstehsene idi. Hırsızlık olayları
tehlikeli bir hal alınca, namaz vakitleri dışında kapanmasına cevaz
verilmiştir.
b) Bir beldede Câmi-i Şerife gönderilen mum yakıldıktan
sonra geriye kalan yansını veya üçte birini o Camiin İmam ve Müezzinin alıp
kendi ihtiyacında kullanması âdet olduğu halde, sonraları Câmi'e getirilen mum
ve sair aydınlatma araçları sadece Câmi'de kullanılır, kaydına bağlanıyorsa, o
takdirde İmam ve Miioz-^n, getiren kimseden izin almadan onu kendi ihtiyacında
kullanamam, [38]
Bir cümleden anlaşılan
hakiki mânâ, bazen âdetin delaletiyle ter-kedilip hükme bağlanmaz..
Meselâ :
a) Bir kimse et yemiyeceğine dair yemin ederse, ıztırar
halinde domuz veya insan eti yiyecek olursa yeminini bozmuş sayılmaz; çünkü
âdet ve teamüle göre bunlar yenilen et gurubuna girmemektedir. Âdeten bu ikisi
de" yenilmez.. (Bu, imameyne göredir).
b) Bir kimse «Vallahi falan adamın eşiğine ayak
basmıyaca-ğım» derse ve eşiğe ayak basmadan içeri girerse yine de yeminini
bozmuş olur. Çünkü her ne kadar hakiki mânâ «Eşiğe ayak basma-maksa da» örf ve
âdete göre bununla o adamın evine girmiyeceği mânâsı kasdecüliyor.. [39]
Demek ki, her âdet
muteber sayılmaz; ancak devam edegelen veya galip durumda olan âdetler muteber
sayılır.
Meselâ :
a) Alım-satımda altın lira üzerine pazarlık yapılırsa o
belde de devam edegelen yahut ekseri kullanılan altın lira hangisiyse o itibar edilir.
b) Bir pazarda iki kişi alım - satım yaparken peşin
veresiye diye bir şey beyân edilmezse, o belde de o mal hakkında cari olan örf
ve âdete göre muamele edilir..
el Tanesi 50 kuruştan
bir miktar yumurta ısmarlanır ve yumurtanın gramajı belirtilmezse, o beldenin
câri yahut galip olan âdeti itibar edilir. [40]
Bu kaide yukarıdaki
kaidenin tamamlayıcısı mahiyetindedir. Müstesna umumî kaideyi taozmıyacağı
gibi, vukuu nâdir olan şey de galib-i şayi' olan şey hakkındaki hükmü bozmaz.
Meselâ :
a) Fazla geri zekâlı olup kendisini kontrol
edemiyen (Sefih) kimse rüşde ermedikçe
malında tasarruftan men'edilir. Çünkü ekseri sefih olanlar 15 yaşma girdikten
sonra az - çok kendilerini kontrol edebiliyorlar. Ama bir sefih nadiren 15
yaşma varmadan kendini kontrol edebilse de buna kıyasla hükmedilmez... Çünkü bu
nadirat-tandır, yok hükmünde sayılır.
b) Uzun yıllar kaybolan, nerede olduğu bilinmeyen bir
kimsenin, bâzı fukâhaya göre 90 yaşma kadar beklenir. Bu yaşa eriştiği sabit
olunca öldüğüne hükmedilir. Ama nadiren biri 100-İ10 yaş da yaşamış olabilir;
galib-i Şayi' olan ömre te'sir etmez. [41]
Bir belde halkı
arasında mutad olagelen şey «Örfenmâruf-olduğundan şart kılınmış gibi hükme
medar olur.
Mesela :
a) Kızını kocaya veren bir baba, onun için hazırlayıp
verdiği çe-hizi, bilahare emaneten verdiğini iddia edecek olursa, bu hususta
beldenin örfüne göre hükmedilir. O belde kıza verilen çeyizi emanet olarak
değil, mülk olarak veriyorsa, babanın
bu husustaki iddiası reddedilir.
b) Bahçe veya tarlasına tuttuğu işçiye, yemek de verilip
verilmi-yeceği, söz konusu edümemişse de işçiler yemek de istiyecek olurlarsa
bu hususta da o beldenin mâruf olan örfüne göre hareket edilir. [42]
Bu kaide, yukarıdaki
kaidenin tamamlayıcısı ve açıklaması mahiyetindedir. [43]
Meselâ :
a) Hakkında nass bulunmayan bir şeyde örfe itibar
edilir... Ölçü veya tartıya girdiği hakkında nass bulunmayan bir şey hakkınca
örfe göre muamele yapılır.
b) Çarşıdaki esnafın çoğu, çarşıyı korumak, için ücretle
bekçi tutacak olurlarsa, -esnaftan bir kısmı buna muhalif kalsa bile- bekçi
ücretini hepsi de bilâ istisna ödemek mecburiyetindedir. [44]
a) Bu kaideye göre» bir adam alacaklısı bulunan kimse
eline rehîn bırakmış olduğu malım başkasına satamaz. Çünkü buna mâni' olan
borçtur Onu ödemedikçe veya mürtehin
icazet vermedikçe satılması iktiza eden merhunu satamaz.
b) Müşterek (Ortak) bir malın hisse-i şayiasının
ortakdan başkasına icarı doğru değildir. [45]
Meselâ :
a) Gebe bulunan bir hayvan satıldığında karnındaki
yavrusu da ona tabi' olarak satılmış olur. Çünkü rahimdeki yavru vücudda
anasına tabidir; o halde satış hükmünde de ona tabi olur.
b) Bir arazi satıldığında, içinde bulunan ağaç ve su da
ona tabi olarak satılmış olur. Bunun gibi, rehin olarak verilen gebe bir hayvana
veya ağaçlı bir araziye, doğan yavru ile mevcut ağaçlar da dahildir; ayni hükme girer.[46]
a) Bu kaide yukarıdaki kaideyi açıklar mahiyettedir.
Meselâ: Bir hayvanın karnındaki yavrusu ayrıca satılmaz.
b) Bir evin kapı ve penceresi takılı olduğu halde ayrıca
satılmaz. Satılan ev ile birlikte onlar da satılmış kabul edilir. Ama yavru
doğduktan, kapı ve pencere söküldükten sonra satılabilir; artık' yavrusu
anasına, kapı pencere de eve tâbi değildir. [47]
Meselâ :
a) Bir evi satın alan kimse o eve giden yola da malik
olur. Çünkü, yol evin zaruratından sayılır.
b) Yine bir evi satın alan kimse o evin önünde bulunan
hela ve ağaca da mâlik olur. [48]
Meselâ :
a) Asü borçlu bulunan kimse borcunu ödeyip Ijurtulunca
onun kefili olan kimse de o borçtan kurtulmuş olur. Çünkü borçlu asıldır; Kefil
onun fer'idir. Asü beri olunca fer'i de beri olur. Aksi değil.
b) Alacaklı alacağını tamamen alsa, yaranda rehin bulunan şeyi elinde tutma
hakkı kalkar. Çünkü rehin alacağa bağlı ve onun feri sayılır. [49]
Hukuken varlığı kalmıyan
bir şey tekrar vücud bulmaz,. Ancak benzeri meydana getirilebilir.
Meselâ :
a) Vârisler, murisin yapmış olduğu üçte birden fazla
vasiyetine rıza gösterdikten, sonra bir daha dönmezler.
b) Necis olan az suyun üzerine akar su bırakılır da
çoğalıp taşar ve tekrar azalırsa, artık bu su yine necis oldu, necisliğe döndü
denilmez. Çünkü çok suyun ona karışıp taşırmasiyle temiz olmuştu; azalmasıyla
ayni temizlik devam eder; necisliğe avdet etmez. [50]
Bir şey ister aslen,
ister vasfen gayr-i sahih bir durum alırsa onun zımmında ki şey de gayr-i sahih
olur.
Meselâ :
a) (A), (B)'ye, «Kanımı sana bin liraya sattım» dese (B)
de bu sebeble vurup onu öldürse, kısas lazım gelir. Çünkü insan kanını satmak
gayr-ı sahîh olduğuna göre zımnmdaki rıza ve teklif de bil olmuş oluyor.
b) Nikâhını mehir ile yeniliyecek olursa, bu gayr-i
sahih sayılır. Çünkü birinci nikâh bozulmadık, duruyor. O halde ikinci nikah
bâtıl olduğu için mehir de hükümsüz kalır. [51]
Bir şeyin aslım ödemek
edâ sayılırsa, bedelini ödemek kaza olur. Bu bakımdan aslını ödemek mümkün
olduğu müddetçe bedelini ödeme cihetine gidilemez.
Meselâ :
a) Gasp olunan bir mal aynen duruyorsa sahibine olduğu
gibi iadesi lâzım gelir. Aynı telef olmuşsa, o takdirde varsa misli yoksa
bedeli ödenir;
b) Bir evin bir ay icâ.rla tutulmasında hilâl asıldır.
İsterse hilâl 28 günde tamamlanmış olsun. Ama ayın ortalarında icar edilirse, o
zaman ay 30 gün itibar edilerek ödenir. [52]
Meselâ :
a) Alıcı, satm aldığı şeyi, teslim almaya satıcıyı vekil
edecek olursa, bu caiz olmaz. Ama satm aldığı zahireyi ölçüp koymak için
satıcıya çuvalı verse, o da zahireyi çuvala koyacak olursa, bu zımnen ve
teb'an teslim alınmış sayılacağından caiz olur. Çünkü satıcının malı teslim
almada alıcıya vekil olması doğru olmaz; ancak zımnen ve hükmen caiz olabilir.
b) Görmediği bir şeyi satm alıp teslim alınmasına
birisini vekil edecek olur; vekil de henüz malı görmeden «Ben görme muhayyerliğini
iskat ettim.» derse müvekkilinin görme muhayyerliği sakıt olmaz. Ama vekil
görüp de malı teslim alacak olursa, artık müvekkilinin görme muhayyerliği sakıt
olur. (Bu îmam Ebû Hânife'ye göredir, îmameyn bu hususta muhalif
kalmışlardır.) [53]
Umumun hak ve
düzeniyle ilgili olmayan mesele ve muamelelerde, başlangıçta caiz olmadığı
halde, -bir mahzur yoksa- sonuç itibariyle caiz olabilir.
Meselâ :
a) Hisse-i şayıah olan bir malı bu şekliyle başlangıçta
hibe etmek caiz değildir. Fakat hibe olunan bu malın şayi' hissesini müs-tehak
olan kimse zaptedecek olursa, geri kalan kısmında hibe hükümsüz olmaz;
kendisine hibe edilenin malı olarak kalır.
b) CA), (B)'ye
bir ev hibe ettikten sonra yarısına rücû eder, yani yarısının hibesinden
vazgeçer de ev ikisi arasında şayıalı olursa, bu hibenin devamını ve bakasını
men'etmez.
«Baka ihtidadan
esheldir» kaidesi de bunun tamamlayıcısı ve izahı mahiyetindedir. [54]
Meselâ :
CA), (B) 'ye bir şey
hibe etse, teslim alınmadan önce hibe tamam olmaz. Çünkü hibe de icâb kabul ve
kabzı gerektiren bir akittir. Sadaka da böyledir. [55]
Bu balamdan İslâm
fıkhına göre Sultan, katili affedip kısas olunmaktan kurtaramaz. [56]
Bir vakfe mütevelli
olan şahsın velayeti, hâkimin velayetinden daha kuvvetlidir; çünkü mütevellinin
velayeti hususîdir, hâkimin ise umumidir,
Bu itibarla :
a) Kaadı, velisi bulunan yetimi evlendiremez. Ancak o
yetimin velisi olmadığı zaman velâyet-i amme yetkisiyle evlendirebilir.
b) Maktulün velisi kısas talebeder-, dilerse sulha gidip
affedebilir. Fakat İmam (Lider)
affetmeye yetkili değildir. Çünkü liderin velâyet-i ammedir, velisinin
ise hassedir.. [57]
Yani bir söz, bir
mânâya hamli mümkün oldukça ihmâl olunma-malıdır; İ'mali mümkün olmadığında ise
ihmal (manasız itibar) edilir.
Meselâ :
a) (A) malım evlâdına vakfeder ve fakat (A)'nın evlâdı
olmayıp torunları olduğu tesbit edilirse evlâd kelimesini torunlara hamlederek
İ'nıâl etmek ihmâlinden evlâdır; mecaz yollu amel edilir.
b) (B) (Ben oğlumu oğulluktan çıkardım» derse, bu sözü
mâ-nâlandırmak mümkün olmadığında ihmâl
(manâsız itibar) edilir. Çünkü
babalık ve oğulluk tabii bir olaydır; manâsız kılınamaz. [58]
Meselâ :
a) (B) «Şu un'dan
yemiyeceğine yemin edecek olur ve un'dan yapılan ekmek ve herhangi bir şeyden
yiyecek olursa, yeminini bozmuş olur. Ama o undan yiyecek olursa yeminini
bozmuş olmaz. Çünkü burada hakikî mânâ mümkün olmadığından mecazi mânâya gidilmiştir.
b) (C) Babasının
kim olduğu bilinen karısını kasdederek : «Bu benim kızımdır» derse, (C)'nin bu
sözüyle karısı kendisine haram olmaz. Çünkü kelimeyi burada hakîki mânâsına
almak mümkün değildir. [59]
Yani bir sözün hakikî
ve mecazî bir mânâya hamli mümkün oi~ mazsa, o halde mühmel, yani manasız
bırakılır.
Meselâ :
Yukarıdaki (b) maddesindeki
misâl, buna da misâldir... [60]
Yani parçalanmayan bir
şeyin bir kısmını anmak, tümünü anmak gibidir.
Meselâ :
a) (D) «Ben
karımı yarım talakla boşadım» derse talak bölün-I me kabul etmiyeceği için bir
talakla boşamış olur.
b) Maktulün velilerinden bir kısmı kaatile kısas
yapılmamasını isterse bütün velierin isteği gibi kabul edilir.. Çünkü kısas bölünmez. [61]
Yani nassan veya
delâleten bir kayıt ile müka^yed olmadığı takdirde mutlak itlâkı üzere câri
olur.
Mutlak : Cinsinde
şayi' olan; şümul ve tayîn olmaksızın birçok hisseleri ihtimal edinen lâfızdır.
Takyid : Herhangi bir
sebeble şuyû'dan çıkan lafızdır. Meselâ :
a) (A) kendisine ait tarlayı (B) 'ye hiç bir kayıt
koymaksızm icâre verse, (B) bu tarlayı
istediği şekilde kullanabilir; İsterse buğday eker, isterse sebze...
b) (A) Kendisine ait ham (B) 'ye ariyet olarak verse ve
hiç bir takîyedde bulunmazsa, (B) bu hanı isterse depo olarak, isterse oturmak
için kullanabilir.
Ancak bu hususlarda
örf ve âdete uymayan şeyleri yapamaz. Yani örf ve âdete uymayan işi o handa
yapamaz.
Delâleten bir takyîd
bulursa.
Meselâ : (A), Kurban
bayramına takaddüm eden günlerde (B)'-yi, kendisine bir koyun almak üzere vekil
etse, her ne kadar buradaki lâfız mutlaksa da delâieten bir kayıt mevcuttur; o
da kurban bayramının yaklaştığı, bu itibarla (B)'nin koyunu istediği vakit
değil de Kurban günlerinden önce satın alıp getirmesi gerekir. [62]
Yani alım - satım
esnasında, meydanda olan bir malı vasfetmek boştur; bir değer taşımaz. Çünkü
görmek, tariften de tavsiften de kuvvetli sayılır. Meydanda gözle .görülmeyen
bir malın vasıflarına itibar edilir. Çünkü görüp muayene imkânı mevcut
değildir.
Meselâ :
a) (A) kendisine
ait hazır bir kır atı tBÎ'ye, «Bu yağız, atı şu kadar liraya sana sattım»
derse, (B) atı gördüğü halde alırsa (AJ'nin «Yağız» diye vasfetmesi boştur, bir
mânâ taşımaz ve (B) de satın aldıktan sonra «Sen yağız dedin, halbuki at
kırdır, ben kabul etmem.» diyemez.
b) (A) Bağdaki üzümü görüp beğendikten sonra bağ
sahibine bana şu bağın üzümünden şu kadar sat derse, bağ sahibi de, üzüm siyah
olduğu halde, şu beyaz üzümden sana şu kadar sattım derse; akit bittikten sonra
(A) «Sen beyaz üzüm dedin, halbuki bana
verdiğin siyah çıktı, bu bakımdan iade edip akdi bozacağım,» diyemez. [63]
Yani bir soruda sorulan ne
ise, ona verilen cevapta ayni söz tekrar etmiş sayılır. «Şu atını bana şu
kadar liraya sattın mı?» diye sorsa, at sahibi de «evet» dese, bundan «şa atımı
sana şu kadar liraya sattım» mânâsı çıkar; böylece sual cevapta iade olunmuş
olur.
Bir iki misâl :
a) (A) «(B)'nin
karısı boştur ve (B) şu eve girecek olursa Kâ-bei Muazzama'ya gitmesi vâcib
olur» derse (B) de «evet» diye tasdik
de bulunursa, suâl cevapta tekrar ettiğinden her iki hususta da (B) yemin etmiş sayılır.
b) (AVnm karısı (O,
kocasına hitaben «Ben boşum!» derse, (A) da «evet» diye cevap verirse
tC) boşanmış olur.. [64]
Yani (A) 'nın söylemediği
bir sözü «söyledi veya söylemiştir» de-jnilemez. Ancak söz söylenmesi ihtiyaç
hissedilen yerde susmak be-jyân sayılır.
Meselâ :
a) (A) pazara çıktığında başka bir yabancının kendisine
(yani Ca) 'ya) ait malı satmakla meşgul olduğunu görür ve fakat onu men'-etmez ve
susarsa, buradaki susmak yabancıyı vekil tâyin ettiğine delâlet etmez.
b) Bunun gibi mürtehin râhinin rehin olarak bırakılan
şeyi sattığını görür ve susarsa, rehinin hükmü bâtıl olmayacağı gibi, bu bir
rıza da sayılmaz.
Yalnız 37 mesele bu
kaidenin dışında kalır. Bu meselelerde sükût izin mânâsına kullanılmaz. [65]
Yani hakikatına ittilâ güç
olan kapalı hususlarda zahirî deliliyle hükmolunur.
Meselâ :
a) Hatâen (A), karısına «Sen hoşsun» diyecek yerde «Sen
boşsun» derse, karısı boş düşer.
Burada batini bilinmediği için zahirî deliyle hükmedilir. İmam-ı Şafiî
buna muhalefet etmiştir.
b) Uykuda olan birinin ağzından «Sen boşsun!» veya «Karım boştur» şeklinde
çıkan söz irâde dışı vuku bulduğu ve kasden söylenmediği yani bâtını durumu
bilindiği için, zahirî sebebe de burada itibar edilmiyeceğinden bir hüküm ifâde
etmez. [66]
Meselâ :
a) Borçlu, alacaklının kendi el yazısıyla «falan kimsede
bulunan şu kadar alacağımı aldım." Veya «borçlum adı geçen borcunu tamamen
kapatmıştır.» yazılı olduğunu iddia eder ve yazılı kâğıdı çıkarıp isbat ederse,
iddiası kabul edilir. Çünkü yazı ile beyân sözle beyân gibidir.
b) (A) ölmeden önce hazırladığı vasiyetnamesine «falan
adama şu kadar borcum var» diye yazarca bu, sözle beyân yerine geçeceğinden
muteber sayılır. [67]
Konuşma melekesi
yerinde olan veya bir ân için dili tutulan kimsenin işaretine itibar
edilmez.
Dilsizin işareti alım
- satım da, icâre ve hibede rehin ve nikâhta, talâk ve ibrada, ikrar ve kısasta
muteberdir; hududda değil... Bu hususlarda yazı yazma kudreti de olsa yine
işaretine itibar edilir. [68]
Tercüman, bir dili
başka bir dile çeviren kimseye denilir. Mütercimin ibaresi, sahibinin ibaresi
gibidir. îmam Ebû Hanîfe ile îmam Ebû Yusuf a göre mütercimin bir kişi olması
da yeter. [69]
Bir şeyin vukuu zannedilir;
sonra da öyle olmadığı tesbit edilirse, o zanna itibar edilmez. Meselâ : (A),
(B) 'ye borçlu olduğunu zannederek bir miktar para ona verdikten sonra borçlu
olmadığı anlaşılırsa, zanna itibar edilmiyeceğinden verdiği parayı geri alır.
b) Kendisine ait olduğunu zannederek bir koyun kesip yer
veya satar, sonra başkasına ait olduğu anlaşılırsa onu ödemesi gerekir. [70]
Yani delil ve emareden
neş'et eden ihtimal muteber tutulur ve buna mukabil hüccet olan şeye itibar
edilmez.
Meselâ :
a) Ölüm hastalığı içinde iken varislerinden birine şu
kar... borçlu olduğunu ikrar
eder; fakat diğer vârisler bunu tasdik etmezse, bu ikrar muteber değildir.
Çünkü diğer vârislerden mal kaçırma ihtimali daha kuvvetlidir.
b) (C) 70 yaşında olduğunu iddia edip bunu şahitlerle
isbat eder ve fakat görünüşü bunun doğru olmadığını gösteriyorsa, iddiası ve
şahitlerin şehâdeti kabul olunmaz... [71]
Tevehhüm, sadece kalbe arız
olan hakikatten uzak bir vehimdir.. Şüphe derecesinden bile' zayıftır. O halde
mücerred tevehhümle hüküm sabit olmaz.
Meselâ :
a) Elinde kanlı bıçak ile heyacarilı bir vaziyette bir
evden çıkan (A)'dan hemen sonra o eve girilir ve içeride bir adamın bıçakla öldürüldüğü
görülürse kaatilin (A) olduğuna
hükmedilir; Öldürülen adamın intihar ettiğine itibar edilmez. Çünkü bu olayda
intihar bir vehimden, ibaret kalır.
b) (A) ile
(B)'nin evleri arasında fâsü olarak bulunan (A)'ya ait duvarda (A) hava almak
için bir insan boyu yüksekliğinde bir delik açar; delik de insan boyunu aştığı
için oradan (B) 'nin evinin veya avlusunun içini görmek mümkün olmaz, fakat
(B) bu vehme ka-püırsa, (A) bu deliği
açmaktan men'edilir mi, hayır, edilmez. [72]
Kesinlik ifâde eden
mukaddemelerden meydana gelen veya bey-yine-i âdile ile sabit olan şeye
«burhan» denilir. Buna kuvvetli ve kesin delil de denilebilir.
Burhan ile sabit olan
şey, ilm-i istidlalidir; gerçeğe dayanmakta üm-i zarurîye benzer. Bu itibarla
burhan ile sabit olan şey, muayene ve müşâhade ile sabit olan şey gibi kesinlik
ifâde eder.
Meselâ :
Dâvâlı olan CA) hâkim
huzurunda aleyhinde iddia edilen dâvayı ikrar edecek olursa, hâkim beyyine
araştırmadan davayı hükme bağlar. Çünkü kişinin kendi aleyhindeki iddiayı ikrar
etmesi, muayene ve müşahede derecesinde sayılır. [73]
Hazret-i Peygamber
(A.S.) : (Beyyine müddeî üzerine, yemin de inkâr eden üzerine düşer,
buyurmuştur. Hukukta bu hadis esas olarak kabul edilmiştir.
Çünkü Beyyine hilaf-i
zahiri isbat için, yemin ise aslı ibka içindir.
Beyyine, müddeanın
doğruluğunu, gizli ve kapalı olan şeyin is-bâtmı meydana koyacak kuvvetli delil
demektir. Şahadet, ikrar, sened gibi...
Meselâ:
(A), (B) 'den alacak
dâva eder, (B) borçlu olduğunu inkâr ederse, burada borçlu olmamak asıldır ve
açıktır. Borçlu olmak ise, arızi olacağından gizli ve kapalıdır, O halde
(A)'dan beyyine tâleb edilir. (A)
beyyine getirmezse (B)'ye yemin gerekir.
Hanefüere göre beyyine
getirmeyen davacıya yemin verilmez. Şâfiüere göre davacıya iki yerde yemin
teklif edilir :
1. Davasını isbata yalnız bir şâhid getirdiğinde...
2. Davasını isbat edemediği için önce dâvâlıya yemin
teklif edilir; davalı bundan imtina ettiğinde... [74]
Yani beyyine, herkes
hakkında bir hüccet sayılır; sadece onu ikame eden için değil... İkrar ise
sadece mukirre (ikrar eden) için bir hüccettir; başkasına geçişli değildir.
Çünkü ikrar, mukirrin şüpheli iddiası üzerine kurulan bir hücettir; başkasına
hüccet olamaz. Hem mukirrin başkası üzerine velayeti de yoktur. Beyyineyi
hüccet olarak kabul eden hâkimin ise umumi velayet hakkı vardır.
Meselâ :
(A), ölmüş olan
(Bi'ııin vârisi olduğunu iddia eder; (B)'nin asıl vârislerinden (C) de (A)'nm
bu iddiasını kabul edip ikrarda bulunursa, (C) 'nin bu ikrarı ancak kendi
hakkında muteber sayılır. Ama (A) bu iddiasını beyyine ikame ederek isbat
edecek olursa, hüküm bütün
vârisler hakkında muteberdir. Çünkü hâkimin velâyet-i âmme hakkı vardır. [75]
İkrar, lügat olarak : Bir
şeyi dil veya kalb ile veyahut her ikisiyle isbât etmektir; İnkârın zıddı
olmuş oluyor. Şeriat lisanında : Kendi üzerinde bulunan başkasına ait hakkı
haber vermektir. Bu bakımdan ikrar mukırri ikrar ettiği şeyle ilzam eder...
Ama (B) kendi lehinde (A)'nın yapmış olduğu ikrarı reddederse artık (A)
ikrariyle ilzam olunmaz.
Meselâ :
a) (A), (B) 'ye 1000 lira borçlu olduğunu ikrar eder,
(B) de bunu reddetmezse, (A) üzerine 1000 lira borç gerekli olur.
b) (AJ'nın, evinden çalınan bir malı, (B) «Ben çaldım»
diye ikrar ederse, tazmin ve tecziyesi gerekli olur. [76]
Davacı, getirdiği
hüccet hilâfına bir ikrar da bulunmuşsa, artık o hüccetin bir değeri kalmaz.
Şahitler şehadette bulunduktan sonra, bundan dönecek olurlarsa, şehâdetleri
hüccet olmaz.
Meselâ :
a) (B), (C) de
olan alacağımın hepsini aldım» diye ikrarda bulunduktan sonra, (O'de şu kadar daha alacağım kaldı diye dava ederse, davası dinlenmez..
b) (A), (B) ye
ödünç para verdiğini iddia eder, (B) de
bunu reddeder, bunun üzerine CA) davasını hüccetle isbât ettikten sonra (B)
«Ben ona olan borcumu ödemiştim» derse davası dinlenmez. [77]
Meselâ :
a) Bir kimse «falanın falana şu kadar lira borcu vardır;
ben ona kefilim» dese ve aslın inkârı üzerine alacaklı alacağını iddia etse,
mezkûr borcu kefilin vermesi lâzım gelir.
«Asıl sakit oldukta
fer dahi sakıt olur» kaidesi muttarid olmakla beraber; bazen asıl sabit
olmadığı halde fer' sabit oluyor; Yukarıdaki misâlde olduğu gibi. [78]
Şart ve ceza ile
birbirine bağlı olan iki cümlenin taşıdığı manâ arasındaki bağlantı gibi. Buna
«Ta'lik» denilir. Yani birinci cümlenin mazmumunun tki buna «ceza cümlesi»
denilir) meydana gelmesi, birinci .cümlenin mazmunun meydana gelmesine
bağlıdır.
Meselâ :
a) (A) kendi karısına «eğer falan adamın evine gidersen
benden boş ol!» derse burada bir şart vardır; «falanın evine gitmek.» Şartın sübutuyla,
ona bağlı olan «kadının boş düşmesi» de sübut bulur.
b) (A), «falan kimse şu malımın fuzûlen sana satışını
yapmışsa, ben de icazet veriyorum» derse o takdirde mal o adam tarafından
satılmışsa (A)'nm icazeti muteber tutularak hüküm ifâde eder. [79]
Buradaki şartla 79. maddede
geçen şart arasında fark vardır : i 79. maddedeki şart belirtildiği gibi talik
mânâsına olup şartla ceza cümleleri arasındaki bağlantıyı ifâde eder. Burada
ise, akidlerde ileri sürülen bir takım kayıt ve şartlardır.
Meselâ :
a) Vakfedilen bir gayr-ı menkulün gailesinin o semtteki
Camie veya medreseye sarfedilmesi şart kılınmışsa, buna mümkün olduğu
müddetçe riayet olunur.
b) (A), (B)'den
satın alacağı bir malı, 24 saate kadar geri verebilir şartiyle alacak olursa,
o takdirde bu müddet içinde CB) malı geri verebilir; (A) da bu şarta riâyet
eder. [80]
Yani va'd bir şeye
talik edilirse, gerekli olur.
Meselâ :
a) (B), (C) 'ye, «Sen bu malı (D) 'ye sat, eğer parasına
vermezse ben veririm derse, o malı satın alan (D) de paraya vermezse, vaidde
bulunan (B) 'nin malın karşılığı olan parayı ödemesi gerekir.
b) (A), (B)'ye şu işimi yaparsan, (C)'ye olan borcunu ben
öderim der-, (B) de o işi yapacak olursa, (A)'nın o borcu ödemesi lâzımdır.. [81]
Yani bir şeyi telef
olduğu takdirde zararı kime ait ise, onun zimmetinde demek olup o, kimsenin bu veçhile kefilliği
o şey ile intifaa mukabil olur..
Meselâ ;
Hiyar-i ahb ile reddolunan
bir hayvanı, alıcının kullanmış olmasından dolayı satıcı ücret alamaz. Zira
reddetmeden önce telef olsaydı zararı alıcıya ait olurdu. [82]
Yani bir şey tazmin
edilince, o şeyin kullanılma ücreti alınmaz.
Meselâ :
(A), (B) 'nin atını
veya evini gasbedip kullandıktan sonra, (A) '-nın bu malı ondan tazmin
edilince, artık kullandığı günlerin ücreti kendisinden alınmaz. [83]
Yani bir şeyin
menfaatine nail olan kimse, o şeyin mazarratına da katlanır.
Meselâ :
a) Müşterek bir arabanın sağladığı menfaat ortaklara ait
olduğu gibi arabanın bu tamirine sarfedilen de yine onlara aittir.
b) Müşterek bir mülkün hâsılat ve menfaati ortaklarının
hisselerine göre olacağı gibi, onarım ve ıslahı için yapılan masraf da yine
onların iştirak hisseleri nisbetine göre olur.
[84]
Bu kaide, yukarıdaki
kaideyi açıklar mâhiyettedir.. [85]
Çünkü bir şeyi
işlemeye dair verilen emir, zorlayıcı ve ilzam edici değildir. Çünkü âmirin
verdiği emir, o işin yapılmasını veya fiilin işlenmesini tâlebden ibarettir. Fiilin
işlenmesi ise, memurun ihtiyar ve isteğiyle oluyor. O halde, mücbir bir sebeb
olmadıkça işlenen fiilin hükmü failine izafe edilir; âmirine değil...
Ancak birkaç yerde
müstesna, yani o yerlerde hüküm âmir izafe edilir; me'mure değil.
Meselâ :
1. Âmir Sultan (hükümdar) olursa,
2. Âmir; Me'murun efendisi, yani me'mur köle olursa,
3. Me'mur sabiy (Çocuk olursa). [86]
Meselâ : Birinin umuma
ait yolda kazmış olduğu kuyuya, başkası, birinin hayvanını atıp itlaf etse, o
zâmin (mislini veya bedelini ödemekle yükümlü) olur. Kuyuyu kazıyan kimseye
tazmin gerekmez. [87]
Yani bir şeye şer'an
(hukuken) cevaz verilmişse, o şey sebebiyle vuku bulacak bir zarar, o şeyin
sahibine tazmin edilmez.
Meselâ :
Bir adama kendi
mülkünde kazmış olduğu kuyuya birinin hayvanı düşüp telef olsa, tazmin
gerekmez. Çünkü şahsın kendi mülkinde tasarruf hakkı vardır.. [88]
Çünkü o fiile bizzat
başlaması, isim, mânâ ve hüküm yönünden illet sayılır. [89]
Meselâ :
Kasden olmaksızın
hırsızlığa yol gösteren, adam öldürmeye delâlet eden kimseye tazmin gerekmez;
ancak muahaza edilir (kınanır.) Çünkü ara yerde fail-i muhtar mevcuttur. [90]
Yani sahibinin ihmal
ve kasdı olmaksızın bir hayvan bulunduğu . mer'ada bir zarar yapacak olursa, o
zarar hederdir; hayvanın sahibinden tazmin edilmez.
Çünkü başkasının
mülkünde izni olmadıkça tasarrufa kimsenin hakkı yoktur. [91]
Yani bir şey aslında
(mefsülemrde) değişmediği halde temellük sebebi değişince, o şey de değişmiş
sayılır :
Meselâ :
Zekât, zengine
verilmez. Fakat zekât alan fakir ona sahip olduktan sonra onu bir zengine hibe
edebilir. [92]
Meselâ :
Bir şahıs erken mirasa
konmak için murisini öldürecek olursa, irsten mahrum olur; Çünkü mirasa,
vaktinden evvel sahip olmak istemiştir.
Ancak 8 mesele bu
kaidenin dışında kalır ki el-Eşbah ve'n-Ne-zair'de belirtilmiştir. [93]
Yani bir kimse kendi
rızâsı ve fiiliyle, tamam, olan hukuki bir muameleyi bozmağa çalışırsa, bu
kabul olunmaz[94].
Meselâ :
Denizlerden,
göllerden, ırmaklardan herkes yararlanabilir. [95]
Zahir, söylenince ne
kasdeditdiği anlaşılan sözdür. Manâ açık olduğundan te'vil ve tefsire ihtiyaç
olmaz. [96]
Ancak başkasının,
vefat eden üzerindeki ve onun da başkası üzerindeki hakları zimmet olarak
kabul edilir. [97]
[1] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/419.
[2] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/419.
[3] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/420.
[4] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/420.
[5] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/420-421.
[6] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/421.
[7] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/421-422.
[8] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/422.
[9] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla
İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/422-423.
[10] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/423.
[11] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/423.
[12] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/424.
[13] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/424.
[14] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/425.
[15] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/425.
[16] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/425-426.
[17] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/426.
[18] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/426-427.
[19] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/427.
[20] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/427-428.
[21] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/428.
[22] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/428.
[23] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/429.
[24] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/429.
[25] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/430.
[26] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/430.
[27] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/430-431.
[28] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/431.
[29] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/431.
[30] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/431-432.
[31] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/432.
[32] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/432.
[33] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/432.
[34] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/433.
[35] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla
İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/433.
[36] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/433-434.
[37] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/434.
[38] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/434-435.
[39] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/435.
[40] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/435.
[41] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/436.
[42] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/430.
[43] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/436.
[44] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/437.
[45] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/437.
[46] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/437.
[47] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/437-438.
[48] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/438.
[49] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/438.
[50] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/438.
[51] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/438-439.
[52] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/439.
[53] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/439-440.
[54] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/440.
[55] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/440.
[56] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/440.
[57] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/440-441.
[58] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/441.
[59] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/441.
[60] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/441-442.
[61] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla
İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/442.
[62] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/442-443.
[63] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/443.
[64] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/443.
[65] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/444.
[66] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/444.
[67] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/444-445.
[68] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/445.
[69] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/445.
[70] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/445.
[71] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/445-446.
[72] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla
İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/446.
[73] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/446.
[74] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/447.
[75] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/447-448.
[76] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/448.
[77] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/448.
[78] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/448-449.
[79] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/449.
[80] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/449.
[81] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/449-450.
[82] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/450.
[83] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/450.
[84] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/450.
[85] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/451.
[86] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/451.
[87] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla
İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/451.
[88] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/451.
[89] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/451.
[90] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/452.
[91] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/452.
[92] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/452.
[93] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/452-453.
[94] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/453.
[95] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/453.
[96] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/453.
[97] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/453.