ÖNSÖZ..................................................
GİRİŞ ..................................................
A) Kur’an’ın Abdestsiz Okunması
B) Kur’an’ın Boy Abdesti Olmadan
Okunması C) Konuyla İlgili
Deliller
MEZHEPLERİN GÖRÜŞLERİ
A) Hanefi Mezhebi
....................................
B) Şafii Mezhebi
....................................
C) Maliki Mezhebi
...................................
D) Hanbeli Mezhebi
..................................
E) Zahiri Mezhebi
...................................
F) Diğer Görüşler
...................................
Kur’an’a Abdestsiz Dokunulması .......................
Kur’an’a Boy Abdesti Olmadan
Dokunulması ............
Konuyla İlgili Deliller .............................
MEZHEPLERİN GÖRÜŞLERİ
A) Hanefi Mezhebi
...................................
B) Şafii Mezhebi
....................................
C) Maliki Mezhebi
...................................
D) Hanbeli Mezhebi
..................................
E) Zahiri Mezhebi
...................................
F) Diğer Görüşler
:..................................
Mescitlere Abdestsiz Girilmesi ......................
Boy Abdesti Olmadan Mescitlere
Girilmesi ............
Konuyla İlgili Deliller .............................
MEZHEPLERİN GÖRÜŞLERİ
A) Hanefi Mezhebi
....................................
B) Şafii Mezhebi
.....................................
C) Maliki Mezhebi
.....................................
D) Hanbeli Mezhebi
...................................
E) Zahiri Mezhebi
....................................
F) Diğer Görüşler
....................................
Rasulullah’dan Bu Yana Mezhep
Anlayışı ..............
SONUÇ
...............................................
DERLEMECİNİN NOTU:
Bu
çalışma sadece (oku) emriyle başlayan Kur’an-ı okuyabilmeyi kolaylaştırmak,
Allah’ın kullarıyla Allah’ın kelâmı ya da Allah’ın evleri arasına giren
engelleri kaldırmak amacıyla sizlere sunulmuştur.
Abdest,
ibadet ilişkisine fıkhi boyutta büyük ölçüde ışık tutmaya çalıştığımız bu
eserde konuyla ilgili sadece ashabdan bu yana ihtilâf edilen konular
incelendiğinden “abdestsiz namaz” ya da “abdestsiz oruç” gibi konulara
değinilmemiştir.
Çalışmamızda, sonucun önceden tayin
edilip, Kur’an ve sünnetten delillendirilmeye çalışılması yerine adım adım,
araştırma ruhuyla, zikredilen sonuçlara ulaşmak esas alınmış, güç nisbetinde
tüm gayret bu yolda sarfedilmiştir. Aksine bir anlayış ve yaklaşımdan Rabbime
sığınırım.
Kitap
içerisindeki bilgiler, taşınması ya da ulaşılması külfetli kitaplarda,
ağırlıklı olarak Arap diliyle, genellikle tek mezhebin görüşleri çerçevesinde,
okuyucular açısından biraz daha dağınık
bilgiler olarak yer almaktaydı. Biz bu kitabı yazarken her kesimden insanın
anlayabileceği sade anlaşılır bir uslûb benimsemeye özen gösterdik. Bütün
mezheplerin görüşlerini ezber mantığıyla değil, (fıkıh) anlama mantığıyla
delilleriyle ortaya koymaya çalıştık. Rahat taşınması ve her ortamda ulaşmanın
kolay hale gelmesi için ebatlarını amaca uygun ölçülerde tuttuk
Araştırma
sizlere beş bölümde aktarıldı. “Birinci Bölüm”de Kur’an-ı Kerimi abdestsiz
okumayla ilgili hükümler, “,İkinci Bölüm”de Kur’an-ı kerime abdestsiz
dokunmayla ilgili hükümler, “Üçüncü Bölüm”de ise mescitlere abdestsiz girmeyle
ilgili hükümler, delilleriyle ve mezheplerin değerlendirmeleriyle ortaya
konuldu. Her bölümün sonunda araştırmacının ulaştığı sonuç “Diğer Görüşler”
bölümünde yine delilleriyle aktarıldı. “Dördüncü Bölüm”de, doğuşu, gelişimi ve uygulanışıyla
“Mezhepler” konusuna genişçe yer verildi. Zira her ne kadar bu konu, üzerinde
durulan diğer konulara uzak gibi gözükse de uygulama sahası kapatılmış
mezheplerin görüşlerinin bilinmesi kanaatimizce hiçbir anlam ifade
etmemekteydi. Son olarak da “Sonuç” bölümünde kitabı okuduğumuzda elde
edeceğimiz bilgilerin bize kazandırdıklarına
özet olarak değinildi.
Acize
böyle bir araştırma imkânı sağladığı için öncelikle Rabbime sonsuz hamdeder,
araştırmamın her safhasında büyük teşvik ve desteğini gördüğüm değerli hocam
Doç. Dr. Abdülaziz Bayındır’a da kalbi şükranlarımı arz ederim.
Dini
terimde gusül: Bütün bedenin yıkanması, boy abdesti alınmasıdır. Buna taharet-i
kübra (büyük temizlik) denir. Böyle bir temizliği gerektiren hal ile kadınların
hayız ve nifas (loğusalık) kanamalarının sona ermesi de cünüplüktür. Cünüplük
hali şehvetle meninin atılmasından ve cinsel ilişkiden meydana gelir. Bu
durumda olan kimsenin bazı dini hükümleri yerine getirmesi haramdır.
Hayız:
Bir kadının rahminden, hastalık veya doğuma bağlı olmayarak belirli günler
içinde gelen kandır. Buna "Adet" hali de denir. Bu şekilde gelen bir
kana "hayız kanı" denir. Bu kan sebebiyle meydana gelen şer'i engele
"Hayız" denir. Böyle adet gören bir kadına ise "Hayızlı"
denir. Hanefi mezhebinde bunun en azı üç gün (72 saat), en çoğu da on gün (240
saat) dir. Bundan daha azı veya fazlası istihaze yani özür kanı olur. Bu halde
bulunan kadınların namaz. oruç, tavaf gibi bazı sorumlulukları kaldırılmış ya da
yapılması temizlik günlerine ertelenmiştir.
Abdest;
belli organları usulüne uygun bir şekilde yıkamaktan ve meshetmekten ibaret bir
temizliktir. Bu temizliği gerektiren haller abdestsizliktir. Abdestsiz olan
kimseler de bu hallerini gidermedikçe namaz, tavaf gibi bazı ibadetleri
yapmaktan menedilirler.
Söz konusu haller burada hatırlatma
amacıyla özet olarak verilmiştir. Geniş bilgi sahibi olmak isteyenler ilmihal
kitaplarına bakabilirler.
I.
Kur’an’ın Abdestsiz Okunması
Abdesti olmayanların mushafa dokunmadan Kur'an okuyabileceklerine
dair alimler arasında ittifak vardır. Zira abdestsiz kişinin Kur'an
okuyamayacağı hususunda Kur'an ve sünnette bir yasaklama bulunmamaktadır. Konu,
"Eşyada asl olan ibahadır."(Aksine bir delil bulunmadıkça her şeyin
mubah olması esastır) kuralı çerçevesinde değerlendirilmiş ve böyle bir hükümde
birleşilmiştir.
II.
Kur’an’ın Boy Abdesti Olmadan Okunması
Boy abdesti bulunmayan kişilerin,
yani hayızlı, loğusa ve cünübün Kur'an okumasının haram olduğuna dair de
Kur'ani bir yasak görülmemektedir. Rivayet edilen hadislerin sahihlik ve
zayıflık yönünden hadis alimleri tarafından net bir tesbiti de yapılamadığı
için konunun bu ciheti ihtilâf makamında olmaktan kurtulamamıştır.
Her iki görüşün savunucuları
haramlık ya da helâllik yönündeki iddialarını ispat sadedinde bazı deliller
ortaya koymuşlardır. Bu delilleri metin ve senedindeki farklılıklarıyla ve
muhaddislerin değerlendirmeleri ile birlikte zikrediyoruz:
(........)
Abdullah b. Seleme'den rivayet
edilmiştir: "Biri bizden biri de zannediyorum Beni Esed'tendi, iki kişi
ile birlikte Hz. Ali'nin yanına girdim. Onları bir göreve gönderdi ve "Siz
kuvvetli kimselersiniz, dininiz uğrunda mücadele edin." dedi. Sonra helâya
girdi. Çıktığı vakit su istedi. (Getirdiler). Bir avuç su alıp onunla (elini)
temizledi. Sonra Kur'an okumaya başladı. Ali 'nin (r.a) abdestsiz Kur'an
okumasını uygun görmediler.
Bunun üzerine Hz. Ali:
"Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) helâdan çıkar, bize Kur'an
okutur, bizimle et yerdi. O'nu cünüplükten başka hiçbir şey Kur'an okumaktan
alıkoymazdı."[1] dedi.
Hz. Ali’den (r.a) rivayet
edilmiştir. "Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) cünüplük dışında
her durumda bize Kur'an okuturdu."[2]
Abdullah b. Seleme'den rivayet
edilmiştir: "Ben iki kişiyle birlikte Hz. Ali’nin (r.a) yanına girdim.
Bize şöyle dedi: “Rasûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) helâdan çıkar,
Kur'an okur, bizimle et yerdi. O'nu cünüplükten başka bir şey Kur'an'dan
alıkoymazdı.[3]"
Ali'den (r.a.) rivayet edilmiştir.
"Rasûlüllah (sallâllahu aleyhi ve sellem) cünüplük dışında her durumda
bize Kur'an okurdu."[4]
Abdullah b. Seleme'den (r.a)
rivayet edilmiştir. "Ben Ali b. Ebî Talib'in yanına girdim.
Buyurdu ki: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) helâya uğrayıp,
ihtiyacını giderdikten sonra çıkar, bizimle beraber ekmek ve et yer, Kur'an
okurdu. Cünüplükten başka hiçbir şey, O'nu Kur'an okumaktan alıkoymazdı."
[5]
Bu hadisi ayrıca Ahmet, İbn Hibban,
el-Hakim, el-Bezzar, Darekutni, el-Beyhaki tahriç etmişler[6], İbnü's Seken, Abdu'l -Hakk ve
Begavi sahih, Tirmizi ise hasen-sahih[7] olduğunu söylemişlerdir.
İmam Şafii, hadis ehlinin bu hadisi
sahih görmediğini söyler. Beyhaki bunun sebebini şöyle açıklar: “Hadis Abdullah
b. Seleme kanalı ile gelmektedir. O da yaşlılığından dolayı zihni bulanmış, bir
manâda bunamıştı. Bu sebeple naklettiği hadisler kabul edilmiyordu. Bu hadisi
de yaşlandıktan sonra rivayet etmiştir.”
Şûbe der ki: Tirmizi bu hadisin
hasen-sahih olduğunu söylüyor, İbn Hibban ve Hakim de bunu sahih görmüştür.
Halbuki ne Hakim ne de İbn Hibban Abdullah b. Seleme'yi güvenilir kabul
etmezler. Ravisine güvenmedikleri bir hadise "sahih" demeleri
çelişkili bir durumdur.[8]
Konuya delil olarak zikredilen
ikinci hadis:
...............
İbn Ömer'den (r.a) rivayet
edilmiştir. Rasulüllah (sallâllahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Hayızlı
ve cünüp Kur'an'dan bir şey okumasın.”[9]
..............
İbn Ömer’den (r.a) rivayet
edilmiştir. Rasulûllah (sallâllahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki:"Cünüp
ve hayızlı Kur'an okumaz.”[10].
..............
İbn Ömer (r.a), Rasûlüllah'ın
(sallâllahu aleyhi ve sellem) şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Cünüp
ve hayızlı Kur'an'dan bir şey okumaz."[11]
Bu hadisi Tirmizi, İbn Mace,
Darekutni ve Beyhaki rivayet etmiştir. Zehebi "Mizan", İbn Hacer de
"Tezhib" adlı eserlerinde hadisin "batıl" olduğunu
zikretmişlerdir.[12]
Tirmizi'nin açıklaması ise
şöyledir:
İbn Ömer (r.a)'in hadisini yalnız
İsmail b. Ayyaş'ın, Mus'ab b. Ukbe'den, Nafi'den, İbn Ömer'den,
Rasûlüllah’dan (sallâllahu aleyhi ve sellem)
olan rivayeti ile bilmekteyiz. Muhammed b. İsmail el-Buharî'nin, İsmail b.
Ayyaş hakkında şöyle dediğini işittim: İsmail b. Ayyaş Hicaz ve Irak ehlinden
münker[13] hadisler rivayet ediyor. İsmail b.
Ayyaş'ın ancak Şamlılardan yapacağı rivayetler kabul edilebilir."[14]
Tirmizi şerhi "Tuhfe"
yazarı der ki: Rivayet edilen bu hadis zayıftır. Çünkü hadis imamları İsmail b.
Ayyaş'ı Şam halkından yaptığı rivayetlerde güvenilir saymışlar, fakat
Hicazlılardan yaptığı rivayetlerde zayıf görmüşlerdir. Kendisi bu hadisi Hicaz
halkından olan Musa b. Ukbe'den rivayet etmiştir.[15]
Bu hadisle amel eden Hanefi
alimleri de hadisin zayıf olduğunu eserlerinde beyan etmişlerdir.[16]
Ne var ki sahih kabul
etsin etmesin müçtehitlerden bir bölümü bu hadislerle amel etmişlerdir.
Dilerseniz bir de mezheplerin
konuya bakış açılarını ve değerlendirmelerini irdeleyelim.
A-
HANEFÎ MEZHEBİ [17]
Hanefi mezhebinde cünüp, hayızlı ve
loğusanın Kur'an'dan tam bir ayet okuması haramdır. Hanefi alimlerinden Tahâvî[18] okunan yerin bir ayetten kısa olduğu
taktirde caiz görülebileceğini söylemiştir. Zâhîdi[19] bu görüşün İbn Semâa[20] tarafından Ebu Hanife'den rivayet
edildiğini ve alimlerin çoğu tarafından kabul edildiğini belirtmiştir.
Kerhi[21]
bu görüşe katılmamış, bir ayetten az bile olsa cünüp, hayızlı ve loğusanın
Kur'an okumasının caiz olamayacağını savunmuştur. Hidaye yazarı Merginâni[22]
Kâfî yazarı[23] ve
Hanefilerden bir grup da bu görüşü tercih etmişlerdir.
İbrahim el-Halebi, Tahâvî'nin
"cünüp, hayızlı ve loğusa olanlar bir ayetten azını okuyabilir."
sözünü şöyle yorumlar:
"Kişi uzun bir ayeti bölümlere ayırarak okumak isterse,
okuyacağı her bir bölümün toplam üç kısa ayetten az olması gerekir. Meselâ bir
ayetin Kevser Sûresi uzunluğunda bir bölümünü okursa Kur'an okumuş sayılır. Ama
okuyacağı bölüm bundan, yani Kevser sûresinin tamamından daha kısa olursa
Kur'an okumuş sayılmaz."
Hülâsâ[24] adlı kitapta Arapların konuşurken
kullandıkları (............)sümme nazar-(.....) lem yelid-(.........) ve lem
yûled gibi kısa ayetleri de okumalarının caiz olduğu zikredilir.
Sevinçli bir haber duyulduğunda
(..........)elhamdulillâh üzüntülü bir haber duyulduğunda (..............) inna
lillâhi ve inna ileyhi râciun
denmesinde, ya da Kur'an niyetiyle olmaksızın besmele çekilmesinde bir mahzur
yoktur. Dua maksadıyla Fatiha Sûresi, ya da (.............................)
Rabbena âtina fi’d -dünya haseneten ve fi’l -âhireti haseneten ve kına azabe’n
-nâr.âyeti kerimesi gibi dua ayetleri ya da Cenab-ı Hakkı övgü mahiyetinde onun
yüce sıfatlarını belirten (........)innallahe alîmun hakîm, (................)
ve hüve’l ganiyyu’l hamîd gibi âyetler de okunabilir.
Ayrıca Ebu Hanife'den, cünübün
ağzını yıkadığı taktirde Kur'an-ı Kerim'i okumasının caiz olduğu görüşü de
nakledilmiştir.[25]
Kur’an’ı abdestsiz okumanın caiz olduğu fakat bu amel
için abdestli bulunmanın daha faziletli olduğu da belirtilmiştir.[26]
Hanefi Mezhebinin Delilleri:
Hanefi alimlerinin, hayızlı ve
cünübün Kur'an-ı Kerim okumasının yasaklığına dair getirdikleri deliller, iki
hadisten ibarettir. Bu hadisler Hz. Ali’nin “Rasûlüllah’ı (sallâllahu aleyhi
ve sellem) cünüplükten başka hiçbir şey Kur'an okumaktan alıkoymazdı." hadisiyle
İbn Ömer’in "Cünüp ve hayızlı Kur'an okumaz." hadisleridir.
Söz konusu rivayetler hakkındaki değerlendirme yukarıda geçmişti.
Ancak hemen akla takılıveren bir
soruyu burada dile getirmekte fayda var. Delil aldığı hadislerden birinde
hayızlı ve cünübün Kur'an'a ait hiçbir şeyi okumayacağı ifade edilmesine rağmen
Hanefi alimleri gusül abdesti olmayan bu kişilere "bir ayetten daha azını
okuyabilir" şeklinde bir fetvayı nasıl vermişlerdir?
Bu sorunun cevabını Hanefi
alimlerinden Kemâluddîn b. Hümam şöyle veriyor: "Bir âyetten daha az bir
bölümün Allah (c.c) kelâmı mı, yoksa insan sözü mü olduğu pek anlaşılmaz. Bunun
için namazda bir ayetten daha az okumak kıraat sayılmaz ve bununla namaz caiz
olmaz. Namazda bir ayetten daha azı kıraat sayılmadığına göre namaz dışında da
sayılmaz. Bu sebeple bir âyetten daha azını okumak caizdir."
Alimlerden Kerhî hadisi yorumsuz
ele aldığı için bir âyetten az bile olsa Kur’an’a ait bir şeyin okunmasına
cevaz vermemiştir.[27]
Abdestsiz Kur'an-ı Kerim okumanın
caiz olmasına da bu konudaki icmâ ve Hz. Ali'nin "Rasulullah’ı
(sallâllahu aleyhi ve sellem) cünüplükten başka bir hiçbir şey Kur'an okumaktan
alıkoymazdı." hadisi delil getirilir. Akli yaklaşım ise: “Kişinin
abdesti bozulduğunda abdestsizliği ağzına ulaşmaz, bunun için abdest alırken
ağzın içini yıkamak farz değildir ve bu halde Kur'an okunabilir. Fakat cünüplük
ağıza ulaşır. Cünübün Kur'an okuyamaması ve gusül abdesti alırken ağzını
yıkamasının farz olması da bu sebepledir”şeklindedir.[28]
B)ŞAFİÎ MEZHEBİ [29]
Şafii
mezhebinde cünüp ve hayızlının Kur'an'dan bir harf dahi okuması haram kabul
edilmiştir. Okumaktan maksat, söylediğini kulağının işiteceği bir sesle
okumaktır. Tabi burada kastedilen işitmeyle ilgili problemi bulunmayan bir
kulaktır. İçinden okumaya bir mani yoktur. Kur'an okuma kasdı olmaksızın
Kur'an'daki zikirleri de okuyabilir.
Kur'an'ı
abdestsiz okumak ise caizdir.
Şafiî Mezhebinin Delilleri:
Bu konuya ait iki hadis bulunduğunu
ve bu hadislerden birisinin Abdullah b. Seleme kanalıyla geldiği için İmam
Şafii tarafından kabul edilmediğini söylemiştik. İmam Şafii de geriye kalan İbn
Ömer'in (r.a) rivayet ettiği "Hayızlı ve cünüp Kur'an'dan bir
şey okumasın." hadisiyle amel etmiştir. Şafiiler bu hadisi hasen kabul
ettiklerini de beyan ederler.[30]
C) MALİKİ MEZHEBİ [31]
Maliki mezhebinde cünübün Kur’an okuması haramdır.
Hayızlının ise unutma korkusu olsun olmasın kıraatte bulunması caizdir. Mushafa
dokunmadıktan sonra ezber ya da bakarak okumak arasında fark yoktur. Malikî
alimlerinden bu genel hükme iki ayrı istisnai durum ekleyenler olmuştur.
Bunlar:
1
Hayızlı hayız hali bittikten sonra gusül abdesti alıncaya kadar kıraatten men
edilir.
2- Hayızlıda hayzına ilâveten cünüplük de varsa Kur'an
okumaktan men edilir. Bunun dışında hayzın bitmesiyle gusül arasındaki zaman
dahil her zaman Kur'an okuyabilir, ifadeleriyle Maliki kitaplarında yer
almıştır.
Kur'an'ın
abdestsiz okunması caizdir.[32]
Maliki Mezhebinin Delilleri:
Maliki Mezhebi Hz. Ali’nin (r.a)
"Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem)'ı cünüplükten başka bir şey
Kur'an okumaktan men etmezdi." hadisini delil alarak cünübün
kıraatinin haram olduğunu söylemiştir.
Hayızlının kıraati konusunda diğer
mezheplerden farklı bir görüş ortaya koyan Maliki Mezhebi, bu hususta hayızlıyı
cünübe kıyas etmemiştir. Bunun sebebini büyük Maliki alimlerinden İbn Rüşd
"İmam Malik bu fetvayı istihsan yoluyla vermiştir", sözüyle açıklar.[33]
İstihsan nedir?
İstihsan:Zahiren kıyası bırakıp insanların ihtiyacına uygun olanı
almaktır. Diğer bir ifade ile: Kolaylık için güç olanı terk etmek ve herkesin
alışık olduğu işlerde, dini yönden bir müsaadeye bağlı kolaylık tarafını arayıp
benimsemek demektir.[34]
Bu tanım doğrultusunda Maliki mezhebinin
izlediği yol daha net anlaşılabilir. Şöyle ki: Kur'an okumak isteyen bir cünüp
gusleder ve okur. Fakat hayızlı için uzun süre temizlenme imkânı yoktur ve onun
da Kur'an okumaya ihtiyacı vardır. Burada bir güçlük ortaya çıkar ki, bu
güçlüğü kaldırmak için kıyas terk edilerek hayızlı cünübe benzetilmemiş ve onun
Kur'an okumasına izin verilmiştir. Hayız hali sona erdikten sonra cünüple aynı
hükümde olması ve yıkanıncaya kadar kıraatten men edilmesi bu halde cünüp gibi
istediği zaman temizlenme imkânına sahip olması sebebiyledir.
D)HANBELİ MEZHEBİ [35]
Hanbeli mezhebi de Hanefiler gibi
hayızlı ve cünübün Kur'an'dan tam bir ayet okumasını haram kabul eder.
Hanbeli alimlerinden bir
grup:"Elhamdülillah","Bismillâh" gibi Kur'an'dan olduğu
anlaşılmayan zikirlerin Kur'an kastıyla olmadığı taktirde okunmasının caiz
olduğunu. söylemiştir. Çünkü bunların Allah’ı (c.c) zikretmelerinin caiz olduğu
ittifakla kabul edilmektedir. Zaten guslederken de Allah'ı zikretmeye ihtiyaç
duyarlar, bunları söylemekten kaçınamazlar. Diğer bir grup da : Kur’an okumak
kastedilsin edilmesin, bir ayetten az olan zikirler ile icaz hasıl
olmayacağından bu gibi şeyleri okumanın caiz olacağı görüşünü savunurlar
İcaz: insanları benzerlerini
yapmaktan aciz bırakan şey anlamındadır. Kur'an bir mucizedir. Ayetlerin her
biri de bir mucizedir. Fakat bir ayetten daha azı mucize olmaktan çıkar. Çünkü
buna benzer sözleri insanlar da söyleyebilir.
Kur’an-ı
abdestsiz okumak caizdir.
Hanbeli mezhebi bu konuda daha önce
açıklanan Hz. Ali'nin (r.a), "Rasulûllah cünüplük dışında her durumda
Kur'an okurdu" ve İbn Ömer’in (r.a) "Cünüp ve hayızlı Kur'an
okumaz" hadislerini delil almış ve hadisler hakkındaki yorumlarını şu
şekilde dile getirmiştir:
"İbn
Ömer'in (r.a) rivayet ettiği hadisin ravileri içinde İsmail b. Ayyaş
bulunmaktadır. Buhari: "Onun rivayeti ancak Şam ehlindendir" diyerek
İsmail b. Ayyaş'ın Hicaz ehlinden yaptığı bu rivayeti zayıf bulmaktadır.
Bu hadis zayıf kabul edildiği
taktirde elimizde sadece Hz. Ali’nin (r.a) "Rasûlüllah’ı (sallâllahu
aleyhi ve sellem) cünüplükten başka bir şey Kur'an okumaktan
alıkoymazdı”." hadisi kalır. Bu hadiste hayızlıya bir yasaklama
getirilmemiştir. Fakat biz hayızlıyı cünübe kıyas ederek onun da Kur'an
okumasının haram olduğunu söyleriz. Çünkü ondaki hades, yani manevi kirlilik,
cünübünkinden daha çoktur. Bu sebeple ona cinsel ilişki ve oruç haram kılınmış
ve üzerinden namaz mesuliyeti düşürülmüştür.[36]
E) ZAHİRİ MEZHEBİ [37]
Zahiri mezhebinde cünüp, hayızlı ve abdestsizin Kur'an'ı
Kerim okuması caizdir.[38]
Zahiri Mezhebinin Delilleri:
Zahirilere göre, Kur'an okumak,
mushafa dokunmak ve Allah’ı (c.c) zikretmek mendub ve ecri olan hayırlı
işlerdendir. Bu hayırlı işlerin yapılmasına engel getiren varsa delil getirmek
de ona düşer.
Cünübün kıraatini haram görenler,
"Rasûlüllah’ı (sallâllahu aleyhi ve sellem) cünüplükten başka hiç bir
şey Kur'an okumaktan alıkoymazdı." hadisiyle amel etmişlerdir.
Zahirîler bu hadisin söz konusu görüş sahiplerinin lehine bir delil
olamayacağını belirtirler Çünkü Hz. Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem)
Kur'an okumaktan cünüplük nedeniyle kaçındığını ifade etmemiştir. Dolayısıyla
başka bir sebeple kıraati terk etmiş olması da ihtimal dahilindedir. Ayrıca
onlara göre hadiste bir nehiy, yasaklama da görülmemektedir. Rasûlüllah, şahsı
adına cünüplük sebebiyle kıraatten kaçınmış olsa bile kimseyi böyle davranması
konusunda uyarmamıştır. Allah Rasûlünün (sallâllahu aleyhi ve sellem), hiçbir
zaman Ramazanın dışında tam bir ay oruç tutmadığını, on üç rekatten fazla gece
namazı kılmadığını hiçbir zaman masada yemek yemediğini, dayanarak da
yemediğini bilmekteyiz. Ramazanın dışında bir ay oruç tutmak, on üç rekâtten
fazla teheccüt namazı kılmak, masada yemek yemek ya da dayanarak yemek bu
mantığa göre haram mı kabul edilecektir? Böyle bir şey söylenemeyeceğine göre
aynı manâyı ifade eden benzeri bir hadisten haram hükmünün çıkarılmasının
sebebi sorgulanmalıdır. Zahirilere göre bu sadece Rasûlüllah’ın ( sallâllahu
aleyhi ve sellem ) bağlayıcı olmayan bir davranışıdır.
Zahirîler hayızlı ve cünübün Kur’an
okumasının haramlığını yansıtan eserlerin tamamının senedinin zayıf, sahih
kabul edilebilecek özellikte olmadığını belirtirler. Ayrıca onlara göre sahih
bile olsalar, bir ayeti ya da bir ayetten az bir bölüm okumayı caiz görenlere
karşı delil olur. Çünkü yasaklama kabul ediliyorsa bu Kur'an'ın tamamı için
olmalıdır. Kur’an’dan, sünnetten,icmadan, sahabe kavlinden, kıyastan ne de
doğru olan görüşten hiçbirisinin desteklemediği cünüp, bir ayet veya bir
ayetten azını okuyabilir ya da hayızlı okuyabilir, cünüp okuyamaz gibi sözler
boş sözlerdir. Bir âyet şüphe yok ki Kur’an’dır. Ayetin bir bölümü de Kur’an’ın
bir bölümü olur. Ayrıca bir ayeti okumayı mubah görmekle diğer ayeti okumayı
mubah görmek arasında bir fark yoktur. Biri mubahsa diğeri de mubahtır. Bunu
söyleyenler sahabe arasında ihtilâfın mevcut olduğu bilinmeyen bir konuda
muhalif hareket ederek yanlış bir davranış içerisine girerler Bir de ayetlerin
içinde (....)ve’l fecr[39](.. ) müdhâmmetan[40] gibi bir kelimelik olanları da
vardır, borç ayeti[41] gibi bir sayfalık olanları da.
Borç ayetinin ayete'l kürsinin tamamını veya bir kısmını okumaya izin vererek
(...) “müdhammetan” gibi tek kelimelik "bir âyeti tam okumayacaksın
demek" gerçekten tuhaftır denilmektedir.
Cünüple, hayızlıyı ayırarak hayzın
müddeti uzun olduğu için hayızlıya kıraat izni vermek de bunun gibidir. Şayet
onun Kur'an okuması haramsa müddetin uzaması ile helâl olmaz. Yok eğer helâlse,
o zaman da süresinin uzun olmasını gerekçe göstermenin bir anlamı yoktur."
Zahiri uleması, muhaliflerinin
görüşlerine bu akli delillerle karşı çıkmıştır. Nakli deliller ise şöyle
sıralanır:
Yunus b. Zeyd, Rebia'nın:
"Cünübün Kur'an okumasında bir mahzur yoktur." dediğini nakletmiştir.
Hammâd'dan nakledilmiştir:
Said b. Müseyyeb'e[42]: "Cünüp Kur'an okur mu?"
diye sordum. "Nasıl okumaz. Kur'an onun içindedir" diye cevap verdi.
Nasru'l
Bahilî'den nakledilmiştir:
“İbn
Abbas[43] cünüpken Bakara sûresini
okurdu."
Hammad b. Ebi Süleyman'dan
nakledilmiştir:
"Said b. Cübeyr'e[44] Kur'an okuyan cünübün durumunu
sordum. Bunda bir mahzur görmedi ve dedi ki: 'Kur'an onun içinde değil midir?'
"[45]
Ele aldığımız konu muvacehesinde
farklı bir yaklaşım ortaya koyan Zâhiri uleması bu görüşlerinde İbn Münzir, İbn
Abbas ve Taberi gibi alimler tarafından da destek görmüştür.
En muteber hadis kitabımız olan
Sahih-i Buhari'nin konuyla alâkalı bölümünde zikredilen hadis ve eserler de bu
müçtehitlerimizi destekler mahiyettedir.
Bu
hadis ve eserleri zihnî mesaimizle birlikte aktarıyoruz:
1- İbrahim en-Nehaî[46] "Hayızlı kadının âyet
(Kur'an) okumasında beis yoktur." demiştir.
2- İbn Abbas cünübün kıraatte
bulunmasında ( Kur’an okumasında) bir mahzur görmemiştir.
3- "Peygamber (sallâllahu
aleyhi ve sellem) zamanlarının tamamında (yani her halinde) Allah'ı
zikrederdi."[47]
Açıklama: Zikredilen hadis, cünüp
ve hayızlının Kur'an okumalarının caiz olduğuna delildir. Zira Peygamberimiz’in
(sallâllahu aleyhi ve sellem) istisnasız her durumda Allah'ı zikrettiğini haber
vermektedir. “Zikr” ile Kur'an İslâm literatüründe aynı anlamı taşırlar. Bu
ikisinin ifade ettiği manâyı farklı değerlendirenler sadece insanlardır.
Cenab-ı Hak (.................... )"Zikri biz indirdik ve onu biz
muhafaza edeceğiz."[48] ayetinde olduğu gibi bir çok ayeti
kerimede Kur'an'ı "zikir" olarak nitelendirmiştir.
Buhari'nin rivayet ettiği bu hadisi Müslim ve Ebu Davud
da Hz. Aişe'den rivayet etmiştir.[49]
Rasulüllâh'ın (sallâllahu aleyhi ve sellem) eşlerinin
O'nun her halinde Allah'ı zikrettiğini haber vermesi Hz. Ali'nin hadisinin hükmünü
ortadan kaldıracaktır. Çünkü Hz. Ali'nin Hz. Aişe gibi Rasulullah'ın bütün
cünüplük hallerini tespit etmesi mümkün değildir. Belki onun tesâdüf ettiği
zamanlarda Hz. Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) cünüplükten bir an önce
temizlenmek amacıyla Kur'an okumaktan veya onlara okutmaktan kaçınmış olabilir.
4- Ümmü Atiyye'nin şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Biz hayızlı kadınlara (namazgâha) çıkmamız, mü'minlerle
birlikte tekbir almamız ve dua etmemiz emrolundu.[50]
Açıklama: Cenab-ı Hakk A’raf Sûresi
180. âyette şöyle buyuruyor: "Allah'ın güzel isimleri vardır.
O'na bu isimlerle dua edin."
Esma binti Zeyd’den (r. anha) rivayet edildiğine göre
Rasulûllah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın
İsmi Azam'ı şu iki ayettedir: (......)[51]
"Sizin tanrınız tek tanrıdır; Rahman ve Rahim olup O'ndan başka
tanrı yoktur." Bir de Âl-i İmran Sûresinin başlangıcı:
(....................) "Elif, lâm, mîm. Allah, kendisinden başka tanrı
bulunmayan Hayy ve Kayyum'dur."[52]
Bu hadis hasen-sahih olup bir hanım
tarafından rivayet edilmiştir. Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem)
efendimizin "Allah'ın güzel isimleri vardır. O'na bu isimlerle dua
edin" ayetini bildiği halde kadınlara, Cenab-ı Hakkın isimlerinin
hangi ayetlerde bulunduğunu açıklamaktan çekinmemesi ve hiçbir sınırlama
getirmeden dua etmelerini emretmesi kadınların bu hallerde Kur'an okumasının
helâl olduğu sonucunu doğurmaktadır.
5- İbn Abbas'ın şöyle söylediği
rivayet edilmiştir: "Bana Ebu Süfyan haber verdi ki; Herakliyus,
Peygamberin mektubunu istemiş ve okumuştur. Bu mektupda: "Bismillahirrahmanirrahim.
Ey kitap ehli: Hepiniz bizimle sizin aranızda müsavi bir kelimeye gelin:
Allah'tan başkasına tapmayalım, O'na hiçbir şeyi ortak tutmayalım. Allah'ı bırakıp
da kimimiz kimimizi Rabb'ler edinmeyelim."[53]sözleri vardır”.[54]
Açıklama: Yüce kitabımız Kur'an'ı Kerim'in muhtelif
birçok ayetinde mü'minlere Allah yolunda cihad emredilmiş, Rasulullah
(sallâllahu aleyhi ve sellem) efendimiz her fırsatta ümmetini cihada teşvik
ederek, Allah yolunda cihad etmenin önemini beyan buyurmuşlardır. Hatta bir
hadis-i şerifte:"Cihâda iştirak etmeden ve cihad niyeti taşımadan ölen,
bir çeşit nifak üzere ölmüştür."[55]
buyurulmaktadır.
Dinimizin ısrarla emrettiği ve bu emri yerine getirmekten
geri kalanların ağır bir şekilde tehdit edildiği bu "cihad" nedir?
Savaş meydanlarında mücadele vermek, ölmek, öldürmek, ya da gazi olmakla
sınırlı bir fiil midir?
Cihad: İnsanların davranışlarını
öncelikle İslâm'a göre tanzim etmesini sağlamak amacıyla verilen kutsi bir
mücadeledir. Bu mücadele yerine göre bazen canla, bazen malla ve bazen de dille
yapılır. Nitekim Peygamberimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem): "Mallarınız,
canlarınız ve dillerinizle müşriklere karşı cihad ediniz"[56] buyurmaktadır. Kendisi dille
yapılan cihad konusunda da ümmetine örnek olmuş, İslâm'a daveti Kur'an
okuyarak, Kur'an'dan ayetleri insanlara duyurarak yapmıştır. Çünkü Kur'an
okunup anlaşılmadan sağlıklı bir müslümanlık söz olamaz. Ayrıca insanları
İslâm'a çağırırken yapılacak en önemli iş onlara Kur'an okuyup anlamalarını
sağlamaktır.
Durum
böyle iken tebliğ için şart olan ilmi, yani Kur'an'ı öğrenmeye belki daha da
güzeli ezberlemeye ya da öğretmeye çalışan ve bu şekilde cihada iştirak etmek
isteyen müslümanların karşısına çıkan ve onları, tek dayanakları Kur'an'dan
uzaklaştıran bu büyük engel nedir? Bir insan cünüp iken canıyla cihadda
bulunabildiği ve bu durumda öldüğü taktirde Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve
sellem) tarafından müjdelendiği halde diliyle cihad yapamayacak mıdır? Hayızlı
kadın her ayın bir haftası, belki daha da uzun bir vakit İslâm'ı tebliğ
görevinden geri mi kalacaktır?
Denilir ki Kur'an okuması şart
değil, tebliğ yapmak istiyorsa İslâm'ı kendi cümleleriyle de anlatabilir.
Şüphesiz ki İslâm dinini en iyi
bilen ve uygulayan tek kişi Allah'ın Rasûlüdür ve bu yüce insan, müşriklere
İslâm'ı tebliğ amacıyla yazdığı mektupta muhataplarının hem kâfir, hem de cünüp
olduğunu ve bu mektubu da okuyacaklarını bildiği halde onlara İslâm'ı kendi
sözleriyle değil Cenab-ı Hakkın kelâmıyla anlatmıştır. Dolayısıyla kendisine
peygamberi “usve” (örnek) edinmiş bir müslümanın peygamberine muhalif hareketi
tasavvur edilemez.
Bu konuda ortaya atılmış başka
itirazlar da olmuştur. Meselâ: “Herakliyus kâfirdir. Kur'an'ın hürmetine
inanmaz ve gusülle de mes'ul değildir. Bunun için Kur'an'ı okumasında bir
sakınca yoktur.” denilmektedir.
Kur'an'ı hayızlı ve cünübün okumasının yasaklanmasının sebebi,
Kur'an'ın pis bir ağız tarafından okunmasının engellenmesi ve bundan dolayı
Kur'an'a karşı oluşacak bir saygısızlığın ortadan kaldırılması ise, kâfirin
ağzı bu kişilere karşı kıyas kabul edilmeyecek derecede pistir. Zira pisliği
Kur’ani nass ile tescil edilmiştir. Kâfir Kur'an'ı kirli olarak okumaktan
sorumlu olmasa bile kâfire onu okutan, yani ayetleri ona gönderen Kur’an’a
yönelik bir saygısızlığa sebeb olduğu için sorumlu olacaktır. Rasûlüllah
(sallâllahu aleyhi ve sellem) bu ayetleri ona göndermişse, bu durum kâfirin ve
dolayısıyla gusülsüz kimselerin de Kur'an okumasının caiz olduğunu gösterir.
Allah Rasûlünün Herakliyus’a
gönderdiği mektup doğruluğunda şüphe olmayan ve aslı halen Topkapı Sarayı'nda
bulunan bir mektuptur. Buhari şerhi Fethu'l -Bâri kitabının yazarı olan
Kastalani'nin de dediği gibi söz konusu mektup, cünüp ve hayızlının Kur'an
okumasının caiz olduğuna dair açık bir delildir.
6- Ata b. Ebi Rebah Cabir (r.a)'in
şöyle dediğini rivayet etmiştir. Ayşe hayız olduğunda Kâbeyi tavaf
hariç bütün hac fiillerini yapmıştı. Bir de namaz kılmıyordu.
Açıklama: Hac fiilleri tavaf, namaz gibi dua ve zikri de
içine almaktadır. Ravî "Allah'ı zikretmedi" şeklinde bir tabir
kullanmadığına göre Hz. Aişe (r. anha) hayızlıyken Kur'an da okumuş olabilir.
Çünkü daha önce açıklandığı gibi şeriatte Kur'an ve zikir aynı anlamı
taşımaktadır. Nitekim Kur'an okuyan birisine hiç kimse sen Kur'an okuyorsun,
Allah'ı zikretmiyorsun diyemez.
7- Hakem b. Uteybe: Ben cünüp iken
hayvan keserim. Allah da “Üzerlerine Allah'ın ismi anılmayanlardan
yemeyin; çünkü bu muhakkak bir fısktır." buyuruyor.
Açıklama: Cenab-ı Hak: "Üzerlerine
Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyin" buyurmaktadır. Bir kimse
Kur'an'dan bir ayet okuyarak da Allah'ın ismini anabilir. Buna da herhangi bir
yasak getirilmemiştir.
Buharî'nin şerhi Fethu'l- Bâri sahibi şöyle der:
"Hayızlı
ve cünübün Kur'an okumasının yasaklığına dair rivayet edilen hadisler her ne
kadar başkaları tarafından delil kabul edilse de Buhari tarafından sahih
görülmemiştir. Zaten söz konusu hadisler te’vil edilir durumdadır"
İlk önce Hz. Ali'nin (r.a) "Rasûlüllah’ı
(sallâllahu aleyhi ve sellem) cünüplükten başka hiçbir şey Kur'an
okumaktan alıkoymazdı." hadisini ele alalım.
Bu hadis sahih olsa bile, sadece
Hz. Peygamberin bir fiilini anlatmaktan ibarettir. İçinde bir emir ya da
yasaklama bulunmamaktadır. Zaten Hz. Ali'nin (r.a) Rasulullah’ın (sallâllahu
aleyhi ve sellem) bütün cünüplük hallerini tesbit etmesi mümkün de değildir.
Kitaplarımızda sarımsak, soğan
yiyenlerin mescide gelmelerinin adaba uygun olmadığı zikredilir. Oysa ki Hz.
peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem), müslümanları kokulu yiyecek yedikten
sonra mescide gelmemeleri hakkında defalarca uyarmış, hatta bu gibi şeyleri
yiyenleri mescitten çıkarıp Baki mezarlığına göndermiştir.
Hz. Peygamber’in (sallâllahu aleyhi
ve sellem) bu derece sert bir şekilde yasakladığı bir şeyi yapmak âdaba aykırı
kabul edilirken, hiç emretmediği, ya da yasaklamadığı bir fiili işlemeyi haram
saymak ne derece doğru olur? Üstelik bu hadiste
hayızlıdan hiç bahsedilmemektedir. Hayızlıyı cünübe kıyas etmek ve sen de
ömrünün büyük bir bölümünde Kur'an-ı Kerim'den uzak kalacaksın demek için
elimizde ciddi deliller bulunması gerekir. Zira bu sözümüzle bir çok hafızın
yavaş yavaş Kur'an'dan uzaklaşarak hıfzını unutmasına veya kadınların Kur'an-ı
Kerimi öğrenmeye olan heveslerinin kırılmasına sebep oluruz. Bu da az bir
sorumluluk değildir.
Gelelim "Hayızlı ve cünüp
Kur'an okumaz"hadisine...
Dikkatle incelenirse cünüp ve
hayızlıya kesin olarak yasaklanan ibadetler namaz, tavaf ve hayızlıya mahsus
olmak üzere oruçtur. Bunlar farz olan ibadetlerdir. Yani haram sözü farzın
karşıtıdır. Kur'an okumak ise sünnettir. Sünnet bir ibadette yapılan yasaklama
ya mekruhluk ya da efdaliyet ifade etmekten öteye gitmeyecektir.
Ayrıca hayızlıya getirilen bir yasağı Peygamber
(sallâllahu aleyhi ve sellem) efendimizin kendi eşlerine veya mü'min hanımlara
değil de, sadece bir erkeğe söylemesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir
konudur.
.ABDESTSİZ KUR'AN'A DOKUNMAK
I.
Kur’an’a Abdestsiz Dokunulması:
Abdestsiz
kişilerin Kur’an’a dokunmasının hükmü ile alâkalı müçtehitlerin ortak bir
görüşü bulunmamaktadır. Zira – sıhhati tartışılmış da olsa- meselenin cevazı ya
da haramlığını yansıtan deliller mevcuttur. Bu deliller inşaallah detaylarıyla
ileride incelenecektir.
Alimler Kur’an-ı Kerime dokunma
konusunda abdest şartını ele alırken abdestsizlik ile boy abdestsizliği
arasında bir ayırım gözetmemişlerdir. Dolayısıyla abdestsiz kişinin Kur’an’a dokunması hakkında oluşan ihtilaf
boy abdesti olmayanlar hakkında da tekerrür etmiştir. İhtilafın sebebi bu
konuda esas alınan ayet ve hadislerin biraz kapalı oluşudur.
Konuyla İlgili Deliller:
Kur’anla abdest arasında bir irtibat ihtimalini gündeme
getiren deliller şöyle nakledilir:
Cenab-ı Hakk buyuruyor ki:
(arapça
metin)
"Şüphesiz O şerefli bir
Kur'an'dır. Korunmuş bir kitaptadır. O'na temizlenmiş olanlardan başkası
dokunamaz." [57]
Rasulûllah (sallâllahu aleyhi ve
sellem) Yemen’de bulunan Amr b. Hazm’a yazdığı mektupda şöyle buyurmuştur: “Kur’
an’a temiz olandan başkası dokunamaz.[58].
Cenab-ı Hakkın Vakıa suresinde “
O’na temizlenmiş olanlardan başkası dokunamaz”. âyetiyle kastettiği “temizlik”
vasfından kasdın ne olduğu ; bu vasıfdan uzak kişilerin dokunamayacağı şeyin
elimizde bulunan mushaflar mı yoksa Kur’anın da içinde saklı bulunduğu
gökyüzündeki kitap “Levh-i Mahfuz” mu olduğu; haber cümlesiyle ifade edilmiş
bir ayete emir anlamı yüklemenin caiz olup olmadığı alimlerin düğümlendiği üç
ayrı nokta olmuştur.
Tefsîr-u Taberî ve Tefsîr-u
Kurtubî’de İbn Abbas'ın "korunmuş kitab”ı “gökyüzündeki kitap” ,
"temiz olanlar"ı da “melekler” olarak tefsir ettiği rivayet
edilmiştir. Ayrıca Enes, Mücahid, Said b. Cübeyr, Ebu Nehik, Ebu'l-Aliye,
Katade, Cabir b. Zeyd, Kelbi’nin de bu görüşte olduğu kaydedilmektedir.[59]
Katade: "Cenab-ı Hakkın
yanında bulunan kitaba sadece temiz olanlar dokunur. Ama dünyadaki kitaba pis
olan mecusi de, münafık da dokunabilir." yorumunu yapmıştır.[60]
Ferra ise: "O'nun faydasını,
bereketini, tadını ancak temiz olan, Kur'an'a inanan kişiler anlar”. demiştir.[61]
Hüseyin b. Faddal buna: "O'nun
tefsirini ve te’vilini (yorumunu) ancak Allah'ın şirkten ve nifaktan
temizlediği kişiler bilirler" yorumunu eklemiştir.
Diğer bir grup alim de
"korunmuş kitab"ı elimizde bulunan mushaflar, "temiz olanlar”ı
da, “cünüplükten ve abdestsizlikten arınmış olanlar olarak"
yorumlamışlardır.[62]
'Arapça
metin) ........................................................
“Temizlik”
kelimesinin şumûlü bağlamında aynı ihtilâfların zuhur ettiği İbn Hazm’ın hadisi
üzerinde buna ilâveten bir de sıhhat değerlendirmeleri yapılmıştır.
Hadisin ravi ve metin kritiği şöyledir:
"Zühri"yi, Ömer b. Abdulaziz zamanındaki
alimler güvenilir buldular. Yahya b. Muin ravilerden "Süleyman b. Davud
el- Havlani"nin,aleyhinde konuşmuştur. Abdurrahman b. Ebi Hatem
bab--asının, Muhammed b. Ebu Hatem'de Ebu Zur’a'nın onun hakkında..........
"bir zararı yoktur" ifadesini kullandığını söylemişlerdir. Ahmed b.
Hanbel ve diğerleri bu zatın güvenilir olduğu görüşündedirler. Hadisin başka
tarikten rivayetinde Süleyman b. Erkam bulunmaktadır. Nesei, onun
hadislerinin metruk[63]
olduğunu, kabul edilemeyeceğini söylemiştir. İbn Rüşd İbn Hazm’ın hadislerinin
“musahhah” (bazı harflerinin yerlerinin değiştirilmiş ) olması sebebiyle
alimler arasında ihtilâfa sebep olduğunu söylemiştir. [64] Müteahhirinden bir grup huffaz (hadis
hafızları); hadisin her ikisi de zayıf görülen iki ravi üzerinde dönüp
dolaştığını, tercih edilen ravinin Süleyman b. Erkam olarak takdim edildiğini,
ancak onun da metruk rivayetleri sebebiyle hadislerinin kabul edilemeyeceğini
beyan etmişlerdir.[65]
Söz konusu mektubun "Kur'an'a
temiz olandan başkası dokunamaz" ibaresinin bulunduğu bölümünü
Hakim tahric etmiştir. Mektubun isnadının sahih olduğu savunan Hakim
:"Bütün çabalarıma rağmen bu mektubu şerhsiz hiçbir yerde bulamadım,
mektup bana insanlar tarafından yapılan açıklamalarıyla metinle şerh birbirine
karışmış olarak ulaştı." diyerek "sahih"lik ifadesinde ciddi bir
çelişki göstermiştir.[66] "Nasbu'r Raye' adlı eserde
Ebu Davud'un bu mektubu “Merasil”inde [67] zikrettiği kaydedilmektedir. Ancak
Nasbur'r-Raye'nin haşiyesi Buğyetu'l- Elmai fi Tahrici’z- Zeylâi Ebu Davud'un
"Merasili"nde bu mektubun bulunmadığını haber vermektedir.[68] Ve yine mektubu Nesei'nin de
tahric ettiği belirtilmesine rağmen Nesei’de sadece sadakalarla (zekâtla)
ilgili izahlar bulunan bir mektup bulunmakta “Kur'an'a temiz olandan başkası
dokunamaz” gibi bir ibare yer almamaktadır. Dolayısıyla Hakim'le Nesei'nin
rivayetleri farklılık arzetmektedir. Ahmed b. Hanbel ise mektubun diğer
kısımlarının değil sadece sadakalarla (zekâtla) ilgili bölümün sahih olduğuna
dikkat çekmiştir.
Hanefi mezhebinde cünüp, hayızlı ve
abdestsizin mushafa dokunması haramdır. Mushafdan tamamen ayrı, ona yapışık,
bağlı veya dikili olmayan kılıfı ile tutmaya izin verilmiştir. Bu kişilerin
üzerinde tam bir ayet yazılı olan kağıda, paraya veya levhaya dokunması da
haram kabul edilmiştir. Mushafı kılıfı, paraları da kesesi ile tutabilirler
denmektedir.[69] "Kâfi" yazarı kabın
bitişik veya ayrı olmasını zikretmeyip sadece kılıfı ile tutabilir demiştir.[70]Buna göre herhangi bir şarta bağlı
kılınmaksızın Kur’an’ın cildine dokunmak caiz olmaktadır.
Mushafı elbisenin kolu ile tutmayla
ilgili olarak iki ayrı görüş zikredilir:"Hidaye" yazarı Merginani
mushafa yen (elbisenin kol ağzı) ile dokunmanın mekruh olduğunu, sahih olan
görüşün de bu olduğunu savunurken, Mevsılî, "El- İhtiyar" adlı
kitabında bunun bir sakınca arzetmediğini belirtmiştir. Müçtehitlerin çoğu da
bu görüştedir.[71] Kişinin üzerinde bulunan ve onunla
birlikte hareket eden her kumaş parçasının elbisenin kolu hükmünde olduğu da
beyan edilmektedir.[72]
Ebu Hanife'den cünübün elini
yıkadığı taktirde Kur'an'a dokunmasının caiz olduğu görüşü rivayet edilmiştir.
Sahih olan ise cünüplükten tamamen temizlenmeden Kur’an’a dokunmanın haram
olmasıdır.[73]
İmam Ebu Yusuf'a göre cünüp,
hayızlı ve abdestsizin kişilerin Kur'an'ı yazmalarında bir sakınca yoktur. İmam
Muhammed ise; yazmamalarının daha güzel olacağını söylemiştir.[74]
Ebu Yusuf'un; "Kur'an'ı
yazmalarında bir sakınca yoktur" sözünü Hanefi alimlerinin açıklamaları
farklı boyutlarda olmuştur.
Bir grub: “Kur’an yazılırken el ile
levha arasına bir engel konur, ve elin levhayla teması engellenebilirse
Kur'an'ın yazıya dökülmesinde bir mahzur olmaz,fakat böyle bir engel bulunmadan
yazmak caiz değildir”.derken diğerleri de; “mekruh olan yazıya dokunmaktır,
yazısız bölüme dokunabilir”.demişlerdir.[75]
Kur'an'ın tercümesi ve tefsirine
dokunma hakkında Hanefi kitaplarında haramlığı[76]-mekruhluğu ve cevazına yönelik üç
ayrı görüşe rastlanmaktadır. Ebu Hanife’nin fetvası ve esah (daha doğru kabul
edilen) görüş. Kur’an’ın tercüme ve tefsirine dokunmanın caiz olmasıdır.
Kur’an’ın tercüme ve tefsirine
dokunma konusunda oluşan ihtilâf hadis ve fıkıh kitapları için de söz konusu
edilmiştir. İmameyn bu tür kitaplara dokunmanın mekruh olduğunu savunurken,
İmam Ebu Hanife cevazına yönelik fetva vermiştir. Burada da esah olan görüş Ebu
Hanife’nin görüşüdür.
Tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarına
çıplak elle dokunmanın mekruh olduğunu söyleyenler elbisenin kolu ile dokunmaya
izin vermişlerdir.[77]
Ebu Yusuf, kâfirin de Kur'an'a
dokunmasının haram olduğunu söylerken, İmam Muhammed guslettiği taktirde
dokunabileceğini belirtmiştir.[78]
Çocuklara Kur'an-ı Kerimi veya
üzerinde Kur'an yazılı bir levhayı vermek mahzurlu görülmemiştir.[79]
Mushafın yangın, sel gibi bir
afette zayi olması tehlikesi karşısında, yahut kâfirlerin İslâm memleketini
işgal etmesi halinde ya da pis yere atılmış olan bir mushafı kurtarmak
niyetiyle abdestsizin, hatta cünübün onu taşıması vacibdir. Mushafın saygınlığı
bunu gerektirir, denilmektedir.[80]
Hanefi alimleri bölüm girişinde hakkındaki ihtilâflardan
bahsedilen Vakıa Sûresinin 77-78 ve 79. ayetleri olan(Arapça)" O
şerefli Şüphesiz bir Kur'an'dır. Korunmuş bir kitaptadır. O'na arınmış
olanlardan başkası dokunamaz." kelâm-ı ilahisini delil almışlardır.
Onlara göre "O'na arınmış olanlardan başkası dokunamaz" ayetinde
Cenab-ı Hakkın (â) zamiri O'na ifadesi ile kastettiği şey ya “Levhi Mahfuz” ya
da elimizde bulunan mushaflardır. Fakat her ne şekilde olursa olsun sonuç
aynıdır; mü'minlerden istenen Kur'an'a abdestsiz dokunmamalarıdır. Çünkü ayet-i
kerime Kur'an'ı övmek için nazil olmuştur. Kur'an yücedir ve temiz
olmayanlardan korunmuştur. Bundan Kur'an'a saygı göstermenin vücûbiyyeti ve
korunmasının gerekliliği anlaşılır. Kur'an'a abdestsiz dokunmak ta'zim sayılmaz
ve temiz olmayanın dokunmasından da onu korumak gerekir.[81] Velhasıl bu ayeti kerime
kendisiyle nehiy (yasaklama) murad edilmiş haberdir. Amr b. Hazm’ın "Kur'an'a
temiz olandan başkası dokunamaz" hadisi Hanefilerin ayete bu
yorumla yaklaşmalarında önemli bir etken olmuştur.
Hanefi
alimleri bir ayet ve hadisten oluşan nakli delillerini sıraladıktan sonra
Kur’an’ı yen ile tutmanın mekruhluğuna dair verilen fetvayı şu akli delile
dayandırarak açıklarlar:
Kişinin Kur'an'a dokunmasının hükmü
ne ise üzerinde bulunan ve onunla birlikte hareket eden şeylerin hükmü de aynı
olmalıdır. Çünkü elbise sahibine tabidir. Tabi olana ise ayrıca hüküm verilmez.
Nitekim bir kişi yerde oturmayacağım diye yemin etse de üzerindeki elbise ile
otursa yeminini bozmuş olur. Ve yine namaz kılarken yerde bulunan necasetin
üzerine elbisenin kolunu yaysa namazı caiz olmaz.[82]
Bu izahlardan sonra ister istemez
akla gelen bir soru vardır. “Tabi olanın hükmü farklı verilmiyorsa Kur'an'a el
ile dokunmak haram kabul edilirken niçin yen ile dokunmanın hükmü mekruhtur ? ”
Bu soruya maalesef Hanefi
kitaplarında açık ve net bir cevap bulunamamaktadır. Fakat bilinen bir gerçek
var ki; Hanefi kitaplarında kayıtsız olarak zikredilen mekruhluk ifadesi harama
yakınlığı gösterir. Yani bu meselenin hükmü “mekruhtur” denildiğinde onun
hükmünün tahrimen mekruh olduğu anlaşılır. Şayet tenzihen mekruh ise bu açık
bir şekilde belirtilir. Bu konudaki hükmün haram değil de ”mekruh” ifadesiyle
ortaya konmuş olması muhtemelen delilin kuvvetli olmamasından
kaynaklanmaktadır.
Kur'an'a yen ile dokunmanın caiz
olduğunu söyleyenler yenin, yani elbisenin kolunun bir engel teşkil ettiğini,
yasaklanan "mess" (dokunma) olayına mani olduğunu söylemişlerdir.
Bunun gibi Kur'an'a yapışık dahi olsa cildinin kişi ile Kur'an arasında engel
oluşturması sebebi ile ciltli Kur'an'lara da dokunmanın caiz olduğunu
belirtmişlerdir.
Fıkıh, tefsir, hadis kitaplarına
dokunmayı mekruh kabul edenler;bu kitaplarda ayet bulunacağını,dolayısıyla
kitaba dokunanın ayete dokunmuş sayılacağını belirtmişlerdir. Fakat bu tür
İslâmî ilimleri ihtiva eden kitaplara dokunmaya duyulan şiddetli ihtiyaç ve bu
kitapların Kur’an-ı Kerim gibi ezbere okunabilir bir özellikte olmaması onlara
zaruret icabı yen ile dokunulmasını caiz hale getirmiştir.
İçinde ayet yazılı kitaplara dokunmayı şartsız olarak caiz gören
Ebu Hanife kitapların içinde bulunan ayetlerin o -kitaba ait olduklarını ve bu
tür kitaplara da Kur'an denmediğini, yasak olanın ise Kur'an'a dokunmak
olduğunu belirtmiştir. Bu görüşe göre içinde ne kadar çok ayet bulunursa
bulunsun Kur’an ismini taşımayan her kitaba dokunulabilir.[83]
Şafiiler; cünüp hayızlı ve abdestsizin
Kur'an'ı Kerim'e dokunmasının haram olduğu görüşündedirler. Kur'an'ı Kerim'in
yazısız yapraklarına, kendisine bitişik kılıfına, hatta kendisinden ayrı fakat
onun için hazırlanmış ve içinde Kur'an bulunan çanta ve sandığa dahi
dokunulması haramdır. Bu çanta ve sandık Kur'an’ın haricinde şeyler de konma
düşüncesiyle hazırlanmışsa o zaman dokunulabilir.
Kur'an öğretmek için yazılmış olan
kitaplara , içinde bir ayetin anlamlı bir bölümü bulunuyorsa dokunmak haramdır.
Üzerinde
bir ayet ya da sûre yazılı paralara dokunmak caizdir.
Kur'an ve ondan başka bir kitap bir
cilt altında toplansalar, cildin her iki tarafına da dokunmak haram olur.
Abdest almaya, hatta teyemmüm dahi yapmaya gücü yetmeyen
kişi, Kur'an'ın pisliğe bulaşmasından, yanmasından ya da düşman eline
geçmesinden korkar, emanet edeceği birisini de bulamazsa onu taşıyabilir ve
üzerine oturabilir. Sadece zayi olmasından korkarsa taşıyabilir fakat üzerine
oturamaz. Çünkü üzerine oturmak daha kötü bir harekettir. Çalınma korkusu
bulunmadığı taktirde değerli ilim kitaplarının üzerine oturmak da haramdır.
Şafii Mezhebinin Delilleri:
Şafiiler bu konuda rivayet edilen
Amr b. Hazm’ın: "Kur'an'a temiz olanlardan başkası dokunamaz".
hadisini sahih kabul ettiklerini beyan etmişler ve onunla amel etmişlerdir.
İçinde Kur'an bulunan Kur'an için
hazırlanmış sandık veya bohçaya dokunmak ise Kur’an için hazırlanmış şeylerin
onun cildi yerine geçeceği düşüncesinden yola çıkılarak haram kılınmıştır.
Üzerinde sûre veya ayet yazılı
paralara dokunmanın caiz olmasının sebebi; bunlar ders ya da ezber için paranın
üzerine yazılmamıştır, bu nedenle
Kur'an hükmü para üzerinde cereyan etmez şeklinde açıklanmıştır.[84]
Maliki mezhebinin abdestsiz
Kur'an’a dokunmayla ilgili hükmü Kur’an okumayla ilgili hükmüyle paralellik
arzetmektedir. Malikîler diğer meşhur üç mezhepden farklı olarak öğrenci, öğretmen ya da Kur’an’ı yerine
kaldırma ihtiyacı duyan hayızlı ve abdestsiz kişilerin Kur’an’a dokunmasına izin
vermişlerdir. Onlara göre Kur'an'dan bir ayete bakmaya ihtiyaç duyan kimse de
talebe hükmündedir.
Hayızlı veya abdestsiz olanlar
eğitim için ellerinde bulundurdukları levhaya (kitaba) dokunabilirler. Öğretmen
talebelerin levhalarına, öğrenci ise sadece kendi levhasına dokunabilir.
Malikî alimlerinden Acc öğrenci ve
öğretmen konumunda bulunan hayızlı kadında cünüplük de bulunursa, cünüplükten
temizlenmeden Kur'an'a dokunması caiz değildir demiştir. Ali el -Adevi ise,
hayızlının cünüp olup olmadığı önemli değildir diyerek verilen fetvayı genellemiş
ve her durumda dokunmanın caiz olduğunu belirtmiştir.
Çocukların Kur'an'a dokunmak için abdestli olmaları farz
değildir.[85]
Malikî Mezhebinin Delilleri:
Malikîler cünübün, talebe ve hoca
konumunda bulunmayan hayızlı ve abdestsizin Kur’an’a dokunmasını Cenab-ı Hakkın
"O'na temiz olanlardan başkası dokunamaz" kavli şerifi
sebebiyle haram görmüşlerdir.
Talebe, hoca ve Kur'an'ı yerine
kaldırmak isteyen hayızlı ve abdestsiz hakkında sağlanan kolaylık İmam Malik'in
Kur'an okuma mevzuunda olduğu gibi istihsânı esas alması sebebiyledir. Yani
zorluğu gidermek için şer’i bir müsaadeye bağlı kalarak ihtiyaca uygun olan
tercih edilmiştir. Bu şer’i müsaade cünüp için geçerli değildir. Çünkü
cünüplüğü gidermek kişinin kendi elindedir. Belki abdestsizliği gidermek de
insanın elindedir, ama abdestsizlik hali cünüplük gibi değildir, sık sık
tekrarlandığı için, her defasında abdest almakta zorluk vardır.[86]
Hanbeli mezhebinde cünüp, hayızlı
ve abdestsizin Kur'an'a engelsiz dokunmaları haramdır. Kılıfı ile birlikte ya
da eşya içerisinde taşımalarına izin verilmiştir.
Tefsir, fıkıh kitapları gibi içinde
ayet bulunan kitaplara ve mektuplaşmalarda yazılan ayetlere dokunmak caizdir.
Kağıda dokunmadan Kur'an'ın yazılmasında da sakınca yoktur.
Hanbelî
Mezhebinin Delilleri:
Cenab-ı Hakkın; "O'na temiz
olanlardan başkası dokunamaz." kavli şerifi ve Amr b. Hazm’ın "Kur'an'a
ancak temiz olan dokunur." hadisi Hanbelilerin bu konudaki
delilleri olmuştur.
İçinde
ayet bulunan kitap ve mektuplara dokunmanın cevazı hususunda Hz. Peygamber'in
Kayser'e gönderdiği içinde ayet bulunan mektup esas alınmıştır. Bir gayr-i
müslimin oradaki ayetlere dokunması caiz ise herkesin dokunması caizdir. Ayrıca
bu kitaplara mushaf denmez ve içinde ayet var diye mushafın haramlığı bunlar
üzerinde tahakkuk etmez.
Bir engelle Kur'an'a dokunmanın
caiz olması aradaki engelin yasaklanan "mess" yani dokunma olayına
mani olması sebebiyledir.
Bir
Hanbeli kitabı olan ve metin bölümünde yukarıda zikredilen görüşler bulunan
el-Muğni'nin haşiyesinde ise adeta metne reddiye tarzında şu ibareler yer
almaktadır:
"O'na temiz olandan başkası
dokunamaz." ayeti ile delil getirmekte şüpheli bir durum vardır. Çünkü
ayetteki “kitap” saklı olarak vasıflanmıştır. O da Kur’an’ın indirildiği
“Levh-i mahfuz” dur. Temiz olanlar da meleklerdir. Cenab-ı Hakkın “Güvenilir
kâtiplerin elleriyle yazılıp tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış
mukaddes sahifelerde yazılmış bu âyetler bir hatırlatma ve öğüttür."[87] ve "Hakikatte onların
yalanladıkları aslı Levh-i Mahfuzda bulunan şerefli bir Kur'an'dır."[88] kavli şerifleri de bu kabildendir.
Amr b. Hazm'ın hadisi ise üzerinde
hadis alimlerinin büyük ihtilâfları bulunan bir hadistir. Hadis sahih bile olsa
ibarede "temiz" kelimesi yer almaktadır. Temiz olanlar ise Cenab-ı
Hakkın "Ey iman edenler ancak müşrikler pistir.[89]." kavli şerifinde olduğu gibi
şirk pisliğinden temiz olanlardır denerek mezhebin görüşü ciddi bir biçimde
tenkit edilmiştir.[90]
Zahiri mezhebinde cünüp, hayızlı ve
abdestsizin Kur'an'a dokunmaları câizdir.[91]
Zahiri Mezhebinin Delilleri:
Zâhirî alimleri abdestsizlik
halinde bulunanlar için Kur'an'a dokunma yasağı getirenlerin delillerinin sahih
olmadığını ileri sürmüş ve onlara karşı kendi görüşlerini el-Muhallâ adlı
eserde şöyle ortaya koymuştur:
Peygamber (sallâllahu aleyhi ve
sellem), dokunacağını yakînen bildiği halde Hristiyan olan Herakliyus’a içinde:
"Bismillâhirrahmanirrahim. Ey Kitap ehli! Hepiniz bizimle sizin aranızda
müsâvi bir kelimeye gelin. Allah'tan başkasına tapmayalım, O'na hiçbir şeyi
ortak tutmayalım. Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabb'ler
edinmeyelim"[92]) ayeti bulunan bir mektup
göndermiştir.
Peygamberimizin (sallâllahu aleyhi
ve sellem) mektuba yazdığı sadece bir ayettir denilecek olursa, deriz ki; evet
Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) sadece bir ayet yazmıştır, fakat
bundan fazlasını da yasaklamamıştır. Sonra sizler kıyas ehli kimselersiniz.
Niçin bir ayeti ondan daha çoğu ile kıyaslamıyorsunuz?
Şayet delil olarak, "Peygamber (sallâllahu aleyhi ve
sellem), Kur'an ile düşman topraklarına gitmeyi düşmanın eline geçme
korkusu ile yasaklamıştı" hadisini zikredecek olurlarsa, bu
kendisine uyulması gereken bir gerçektir deriz. Hadiste kâfir veya cünüp
Kur'an'a dokunmasın şeklinde bir ifade yer almamaktadır. İstenilen O'nun ehli
harbin, yani düşmanın eline geçmemesidir.
Cenab-ı Hakkın
(...................). “O korunmuş kitaptadır. . O'na temiz olandan
başkası dokunamaz”, ayetini zikredecek olurlarsa, bu ayette onlar için bir
delil olmadığını söyleriz. Çünkü içinde emir değil sadece haber vardır. Açık
bir nass ve yakînen bilinen bir icma bulunmadıkça haber lâfzına emir anlamı
vermek caiz değildir. Allah'u Azimuşşân (c.c); temiz olmayanların Kur'an'a
dokunamayacağını haber vermiştir ve şüphesiz O'nun söylediği doğrudur,
gerçektir. Bizler mushafa temiz olanın da, olmayanın da dokunduğunu görüyorsak
anlarız ki Allah Azze ve Celle orada mushafı değil başka bir kitabı
kastetmiştir.
(................)
Muhammed b. Said, bize Said b.
Cübeyr'in : "O'na temiz olanlardan başkası dokunamaz' ayetiyle
kastedilenin gökteki melekler olduğunu söylediğini haber vermiştir.
(.....................)
Alkame'den nakledilmiştir:
Süleyman b. Farisi'ye gitmiştik.
Tuvaletten çıkıp yanımıza geldi. Biz; Ya Eba Abdillah, abdest alsan da bize şu
sûreyi okusan dedik. Süleyman bize: "O saklı bir kitaptadır. O'na
temiz olanlardan başkası dokunamaz" ayetini okudu ve âyette
zikredilenin semada bulunan kitap olduğunu ve O'na meleklerden başkasının
dokunamayacağını söyledi.[93]
(.............................)
İbrahim en-Nehaî'nin bildirdiğine
göre, Alkame b. Kays bir mushaf edinmek istediği zaman bir Hristiyan'dan
kendisine bir nüsha Kur'an yazmasını isterdi.[94]
E)DİĞER GÖRÜŞLER:
Şimdiye kadar aktarılan
bilgilerden, ortada birbirine taban tabana zıt iki ayrı görüş bulunduğunu
müşahede ediyoruz.. Bunlardan birisi Hanefi, Şafii ve Hanbeli mezhebinin
müdafisi olduğu abdestsizlik halindeki kişilerin Kur’an’a dokunmasının
haramlığı görüşü;bir diğeri de Zahirilerin üzerinde durduğu kâfir olsun
abdestsizlik halindeki mü’min olsun her durumda Kur’an’a dokunulabileceği
görüşü. Bu arada talebe ve hoca konumunda bulunan abdestsiz ya da adetli
kişilerin Kur’an’a dokunabileceklerini söyleyen Mâliki mezhebinin fetvası her
iki görüşün orta noktası durumunda bir görünüm arzediyor.
Dokunmanın haramlığı hakkında iki
delil zikrediliyor. Bunlar, bir âyeti kerime ve bir hadisi şerif. Ayetin nüzûl
sebebine ve ilk dönemden bu yana yapılan yorumlarına baktığımızda bu âyetin
Kur'an'a dokunmanın haramlığı hususunda açık ve net bir delil olmadığını
görüyoruz. Hadisi-i şerif ise hem zayıf, hem de haramlık ifade eden bir emri
içermiyor. Hükmün haramlığını savunanlar dönüp dolaşıp bir fikir üzerinde
birleşiyorlar: “Deliller kesin olmasa bile Kur'an'a abdestsiz dokunmak
saygısızlıktır. Kur'an'a saygısızlık ise haramdır”. Öte yandan Zâhirî uleması
görüşlerini Ashab-ı kiramdan yaptığı nakiller ve en önemlisi açık ve sıhhati
sabit bir hadis-i şerif ile ortaya koyuyor. Bu hadis Peygamber (sallâllahu
aleyhi ve sellem) efendimizin bir Hristiyana gönderdiği -aslı halen Topkapı
Sarayında mevcut- içinde ayet bulunan bir mektup. Rasûlullah (sallâllahu aleyhi
ve sellem).Kur'an'ı bir gayri müslime göndermiş ise anlaşılan âyette geçen ve
pek çok ihtilâflara sebep olmuş temiz kelimesinin anlamı abdestli demek
değildir. Zira gayri müslimlerin abdestsiz olacağı şüphesizdir ve Allah Rasûlü
bu durumu yakînen bildiği halde bir Hristiyan’a dokunması gereken ayet yazılı
bir metin göndermiştir.
İslâm litaratüründe
.(....)"temiz" kelimesi başka ne gibi anlamlara gelmektedir ve bu
anlamlardan her biri,“O’na temizlenmiş olanlardan başkası dokunamaz” âyetini
ve"Kur'an'a temiz olandan başkası dokunamaz" hadisini nasıl
etkiler?
1- (....) "Temiz"
kelimesi itikadi temizlik anlamında kullanılmıştır. Cenab-ı Hakkın (......................)
“Ancak müşrikler necistir (pisliktir)”[95] kavli şerifi ve Hz. Peygamberin
(..........................) “Mü'min necis olmaz”[96] hadis-i şerifi "necis"in
manevi pislik, imansızlık hali ve dolayısıyla "tahir"in de mümin
olarak kullanıldığına delildir.
Tahiri mü’min olarak
algıladığımızda âyet,O’na (Kur’an’a ya da Levh-i Mahfuz’a mü’min olanlardan
başkası dokunamaz; hadis ise"Kur'an'a mümin olandan başkası dokunamaz
şeklinde anlaşılacaktır. Levh-i Mahfuz’a mü’min olsun, kâfir olsun beşerin
teması mümkün olmadığına göre bu âyetle Kur’an yazılmış sayfalara mü’minlerin
dışındakilerin dokunamayacağı belirtilmiş ya da mü’min olanların dışındakilerin
Kur’an’a dokunması yasaklanmıştır denilebilir. İlk ihtimalin imkânsız olduğu
zaten pratikte gözlemlenmektedir, çünkü mü’mini de, münafığı da, kâfiri de
Kur’an’a dokunmaktadır. İkinci ihtimal ise sahih hadislerle çakışması ve haber
lâfzıyla ifade edilmiş âyet ve hadise emir anlamı yüklemeyi gerektirdiğinden
çok isabetli gözükmemektedir. Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) Kur’an
yazılı sayfalara mü’minlerin dışındakilerin dokunmasını yasaklayıp da bu yasağı
bir Hristiyan olan Herakliyus’a ayet yazılı mektup göndererek çiğnemesi
düşünülemezdi. Allah Rasulünün bu uygulaması –bir âyet Kur’an sayılmaz- düşüncesine
rağmen gayr-ı müslimlerin Kur’an’a dokunabileceğinin en açık delilidir. Zira
Kur’an-ı Kerim Rasulûllah (sallâllahu aleyhi ve sellem) zamanında yazı
malzemeleri üzerinde zaten âyet âyet bulunuyordu, toplanarak kitap haline
getirilmesi Hz. Ebu Bekir zamanında olmuştur. Dolayısıyla Hz. Peygamber
(sallâllahu aleyhi ve sellem)’in, yazılı haldeki Kur'an’dan bahsettiğinde bir
veya birkaç ayetten fazlasını kastetmesi mümkün değildi.
2- "Tahir", hakiki
pisliklerden uzak olma, bedende kan, idrar, dışkı gibi maddi olarak hissedilen
bir necasetin bulunmaması, ya da sadece örfi olarak değer verilen bir şeye veya
kişiye dokunma durumunda pis olarak kabul edilen çamur vs. gibi şeylerden
arınmış olma halidir. “Necasetten taharet” terimi tahir kelimesinin bu anlamda
kullanıldığının en bariz örneğidir.
Bu tanıma göre ayetin anlamı O’na
(Levh-i Mahfuz ya da Kur’an’a) dünyevi bir pislikle dokunulamaz ;hadisin anlamı
ise"Pislik bulaşmış bir uzuvla Kur'an'a dokunamazsınız" olur.
Herhalde saygısızlık kavramına en yakın olan da bu olacaktır. Zira yeryüzünde
tabiatı bozulmamış hiçbir insan yoktur ki böyle bir davranışı hoş karşılasın ve
kirli ellerle kutsal bir şeye dokunmayı hakaret kabul etmesin.
3- "Tahir" kelimesi,
hükmi pisliklerden, yani cünüplük, hayız ve abdestsizlikten uzak olma anlamına
gelmektedir.
Cenab-ı Hakk Maide Sûresi ayet 6'da
mü'minlere namaz kılacakları zaman abdest almalarını, cünüp olanlara boy
abdesti ile temizlenmelerini emretmiş ve "Allah size herhangi bir
güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi tertemiz kılmak ve size nimetini
tamamlamak istiyor, umulur ki şükredersiniz"
buyurmuşlardır. Bir hadis-i şerifte de Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve
sellem): (...............................................)Allah taharetsiz
(abdestsiz) hiçbir namazı kabul etmez buyurmuştur[97].
Ayeti kerime ve hadis-i şeriften
anlaşıldığına göre cünüp, hayızlı ve abdestsiz de dışarıdan bakanın
anlayamayacağı hükmi bir pislik bulunmaktadır ve temizlik bu hallerden uzak
olma anlamında kullanılmıştır.
Hadisi şerife "tahir"
kelimesinin bu anlamı yerleştirildiğinde, hadisin anlamı "Kur'an'a ancak
abdestli olan dokunur" olacaktır. Fakat bu yorum şekli de pek çok nakli ve
akli delile ters düşmektedir. Çünkü Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem)
efendimizin Kur'an'ı yazmakla memur bulunan vahiy kâtiplerini abdestsiz
bulunduklarında bu vazifeden nehyettiğine dair hiçbir rivayet bulunmamaktadır.
Her gün Kur’anla iç içe bulunan Ashab-ı kiram tarafından abdestsiz Kur'an'a
dokunmalarının haram kılındığını belirten tek bir açıklama yapılmamıştır. Kur'an'ı
Kerim’e son derece ilgi ve muhabbet besleyen, hayatını Kur’anla yönlendiren bu
insanların en küçük ayrıntıları kendisinden sonraki nesillere naklettikleri
halde böylesi önemli bir yasakla karşılaşıp da sükût etmelerinin tasavvuru dahi
mümkün değildir. Ayrıca "Kur'an'a temiz olandan başkası dokunamaz"
hadisini rivayet eden tek bir sahabi de yoktur. Hadisin mürsel olması bunu
göstermektedir. Rasulullah'ı görmeyen tabiinden bir zat kimden duyduğunu
belirtmeksizin Rasulullah'tan hadis rivayet etmiştir.
Dikkate alınması gereken diğer bir
husus da “ Kur’an’a temizlenmiş olanlardan başkası dokunamaz âyetinin Mekke’de
nazil olmasıdır. İlim ehlince ma’lum bir gerçek var ki Mekke’de nazil olan
âyetlerde amelî değil itikadî konular ağırlıklıdır. Mekki sûreler îmana dâvet
eden, Allah’ın varlığını, birliğini vurgulayan, âhiret hayatına yönelik
kıyamet, cennet, cehennem tasvirlerini ön plânda tutan âyetlerle doludur. Zira
akide binanın temelidir ve temeli atılmayan binâya kat çıkmak mümkün değildir.
“Allah ve Rasulü ile savaş”olarak nitelendirilen “faiz”in Medîne’de ve dört
merhalede yasaklanmış olması ve yine kötülüğü hakkında dört ayrı uyarı bulunan
içkinin yasaklanmasının Medine’de gerçekleşmiş olması hep bu sebepledir..
Dolayısıyla “Oku” emriyle başlayan bir kelâma ulaşmaya daha Mekke’de sınır
getirilmesi ilâhi kanuna muhâlif bir tavır olarak gözükmektedir.
Müslümanlara namaz dışında hiçbir
ibadet için abdestin farz olmadığı Kur'an'da abdest emrinin namaza kalkma
şartına bağlı kılınmasından da anlamak mümkündür
. Alkame b. Fağva Hz. lerinden ve
benzer manada Ebu Cehm'den rivayet edildiğine göre Maide sûresinin abdestle
alâkalı 6. âyeti indirilinceye kadar Peygamber (sallâllahu aleyhi ve
sellem).abdesti bozulduğunda yeniden abdest alıncaya kadar ne konuşur, ne konuşulana
cevap verir, ne selâm verir, ne de selâm alırdı.[98] Ashab-ı kirama da deve eti ya da
diğer bir rivayette ateşte pişmiş bir taamı bile yediklerinde abdest almayı
emrettiği beyan edilmektedir.[99]
Medine-i Münevvere’de nâzil olan ve en son inen sûreler arasında
bulunan Maide sûresinin 6.ayeti ile bu uygulamanın hükmü neshedilmiş ya da en
azından abdest ve guslün namaza kalkma eylemiyle kayıtlanması namaz harici
ibadetler için alınan abdestin farz olmadığını belgelemiştir.
Bu manâya uygun olarak Ebû Dâvud ve
Tirmîzi’de zikredilen ve hasen olarak kabul edilen bir hadis ise şu mealdedir:
"Allah Rasulü abdestini bozmuştu. Kendisine bir yemek takdim
edildi. Abdest suyu getirmeyelim mi diye sordular. Bunun üzerine: "Ben
ancak namaza kalktığımda abdest almakla emrolundum."[100] buyurdu.”
4) “Tahir” kelimesini hükümlerini
kabul etsin etmesin Kur'an-ı Kerim’e saygı gösterebilecek, O’na hakaret edip
zarar vermeyecek kişi ya da kişiler olarak düşünmek de mümkündür. Kelimenin bu
anlamda kullanıldığına dair bir delil bulunmamakla birlikte Rasulüllah
(sallâllahu aleyhi ve sellem) efendimizin Kur'an ile düşman topraklarına seferi
düşmanın O'na zarar vermesinden korktuğu için yasakladığı rivayeti [101] bizleri bu anlayışa götürmüştür.
Zira Hz. Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) burada Kur'an'ı kâfirden değil
düşmandan korumayı emretmiştir. Maksat kâfir olsaydı Medine'de bulunanlar için
de bir yasaklamanın getirilmesi gerekirdi.
Bu yorum şekline göre kâfirler de
iyi niyetli yaklaştıktan sonra Kur'an'ı alıp okuyabilirler. Zaten bunun aksini
tatbik etmek İslâm'ın yayılmasına büyük bir darbedir. Ma’lûmdur ki; nice gayr-i
müslim, sadece Kur'an'ı okuduğu ve O'nun mûcizevi yönünü müşahade ettiği için
müslüman olmuştur.
Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve
sellem) Yemen'in yeni fethedilen bir bölge olması ve orada bulunan "İslâm düşmanı" kâfirlerin zaten az
sayıda bulunan âyet yazılı nüshalara zarar vermelerini önlemek niyetiyle mü'min
olanları "Kur'an'a temiz olandan başkası dokunamaz" şeklinde düşmana
karşı temkinli davranmaları için uyarmış olabilir.
5- "Tahir" kelimesiyle
meleklerin kastedilmiş olması da mümkündür. Vakıa Suresinin "O'na temiz
olanlardan başkası dokunmaz" âyetinin nüzul (indirilme) sebebinde
açıklandığı gibi; kâfirler Kur'an'ın şeytanlar tarafından indirildiğini iddia
ediyorlardı. Cenab-ı Hak: "O'na temiz olanlardan başkası dokunamaz"
âyeti kerimesi ile inanç hususunda pisliğiyle şöhret bulmuş şeytanın pisliğinin
Kur'an'dan uzak olduğunu ve Levh-i Mahfuz'daki Kur'an'a sadece temiz olan
meleklerin dokunup O'nu dünyaya indirdiklerini haber vermiştir.
En'am suresinin indirilişini
anlatan rivayetler de bu manâyı destekler mahiyettedir. Bu rivayetlerde
Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Kur'an'da En'am Suresinden başka bir sure
bana tümü birden inmedi ve şeytanlar bu süre için toplandıkları kadar hiçbir
süre için toplanmamışlardı. Bu süre bana Cibril ile emrinde elli bin melek
olduğu halde gönderildi. Bunu kuşatmışlar, bir düğün debdebesiyle
getirdiler."[102]
Tahir kelimesinin anlamını “melek”
olarak algıladığımızda Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) yeni fethedilen
bir yere ve İslâm'dan habersiz bulunan Yemenlilere bir mektup ile İslâm'ın bazı
hükümlerini bildirmiş ve orada bulunan kâfirlerin müslümanları olumsuz yönde
etkilemesine mahal vermemek için Kur’ân’ın vasfını, yüceliğini, şeytanın
pisliğinden berî tertemiz olduğunu “O’na temizlenmiş olanlardan başkası
dokunamaz” âyetinin tefsiri mahiyetinde izah buyurmuştur, denilebilir.
Hz. Peygamber (sallâllahu aleyhi ve
sellem)’in söz konusu mektubunu incelediğimizde mektubun emirler, nehiyler ve
İslâmî konuların îzahı olmak üzere üç bölüme ayrıldığını müşahade ediyoruz.
"Kur'an'a temiz olandan başkası dokunamaz" cümlesi emir ya da
nehiylerin değil izahların bulunduğu bölümde yer alıyor.
Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve
sellem) efendimizin Amr b. Hazm’a yazmış olduğu ve içinde “Kur’an’a temiz
olandan başkası dokunamaz” ifadesinin yer aldığı mektubun ilgili bölümünü
öncesi ve sonrasıyla aynen naklediyoruz:
(.........)
"Umre küçük hactır. Kur'an'a
temiz olandan başkası dokunamaz. Evlenmeden boşanma olmaz. Satın almadan köle
azad edilmez."
İbare bütünüyle incelendiğinde
birbiri ardına gelen cümlelerin aksini tatbîke imkân vermeyen konuları içerdiği
görülüyor. "O'na temiz olanlardan başkası dokunamaz" cümlesi
bağlantılı olduğu cümleler itibariyle bizi şöyle bir anlayışa götürüyor:
Evlenmeden önce boşanmak ve satın almadan köle azad etmek ne kadar imkânsız ise
temiz olandan başkasının Kur'an'a dokunması da o kadar imkânsızdır. Böyle bir
şey olur diyenlerin sözü, satın almadığı bir köleyi azad ettim diyen kişinin
sözü gibi boştur.
Mektubdan naklettiğimiz cümlelerin
hemen akabinde: "Sizden hiçbiriniz bir yanı açık namaz kılmasın, sizden
hiçbiriniz saçları örülü namaz kılmasın" gibi nehiy cümleleri
bulunmaktadır. Şayet, Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) "Ona temiz
olandan başkası dokunamaz" cümlesi ile bir yasaklama murad etmiş olsaydı
ibare yukarıdaki izah cümleleri arasında değil bu bölümde yer almış olurdu.
Tahir, kelimesine şimdiye kadar
değindiğimiz anlamlarından en çok yakışan İbn Abbas, Enes, Mücahid, Saîd b.
Cübeyr, Ebû Nehik, Ebu’l Aliye, Katade, Cabir b. Zeyd, Kelbî
ve Katade’nin de tercihiyle “melek”
anlamdır. Zira Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde Kur'an'a abdestsiz
dokunmayın ya da sadece abdestliler dokunsun tarzında açık bir emir ya da
yasaklama cümlesi bulunmamaktadır. Bizlere sadece Kur'an'a temiz olanlardan
başkasının dokunamayacağı haber tarzında ifade edilmiştir. Dünyada kirli olarak
kabul ettiğimiz kişiler Kur'an'a dokunuyorsa ki dokunuyor, o taktirda âyette
kastedilen Kur'an Levh-i Mahfuz’daki Kur'an . olmalıdır. Nitekim Cenab-ı Hakk “
Hayır yıldızların yerleri üzerine yemin ederim. Gerçekten bilseniz bu büyük bir
yemindir. Şüphesiz O şerefli bir Kur’an’dır, korunmuş bir kitaptadır. O’na
temizlenmiş olanlardan başkası dokunamaz. Alemlerin Rabbi tarafından
indirilmedir. Siz bu sözü mü küçümsüyor sunuz ?”[103] buyurmuş öncelikle Levh-i
Mahfuz’un bulunduğu bölgeye yıldızların yerleri üzerine yemin ederek burada
bulunan Kur’an’ın özelliklerini belirtmiş ve onun yüceliğine dikkat çekmiştir.
Hemen akabinde devam eden âyette de bu Kur’an’ın dünyaya indirildiği haber
verilmektedir. “O’na temizlenmiş olanlardan bakası dokunamaz” âyetinin
“Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir” ayetinden sonra değil “O saklı bir
kitaptadır” âyetinin ardında yer alması da temiz olmayanların dokunamayacağı
şeyin Levh-i Mahfuz’daki Kur’an olduğunun bir göstergesidir. Ayrıca âyetin
devamında siz bu sayfaları, Kur’an yapraklarını mı küçümsüyorsunuz denmemiş,
“Siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz.” buyurulmuştur. Çünkü yazılı olan şey
Arapça’da Kur’an değil mushaf, sahife ya da mektup gibi kelimelerle ifade
edilir. Mushaflara Kur’an denilmesi halk diline yerleşmiş hatalı bir
kullanımdır. Ve Cenab-ı Hakk âyet-i kerimede manâsı okunan demek olan “Kur’an’ı
methetmektedir.
Dikkatleri çeken diğer bir husus da
Kur’an’ın içinde bulunduğu kitabı tasvir ederken kullanılan “meknûn”
kelimesidir. Vakıa suresinin 23. âyetinde incinin gizliliğini ifade ederken
kullanılan “meknûn” kelimesi burada Kur’an’ı içinde bulunduran kitabın vasfını
beyan için tercih edilmiştir. Elimizde bulunan mushaflar istiridye içindeki
inci gibi insan eli ulaşmayacak ya da nadiren ulaşacak şekilde saklı
tutulmadığına göre inci gibi saklı tutulan temizlik vasfını haiz meleklerin
dışındakilere kapalı bulunan “Levhi Mahfuz” dan başka bir şey olmamalıdır.
Bu arada elimizde bulunan
mushafları Levh-i Mahfuz’da bulunan Kur’an’a kıyas etmek ve bunlara saygı
amacıyla abdestli dokunmayı elzem görmek “saygı” kavramını bir kere daha gözden
geçirmeyi gerekli hale getirmektedir. Cenab-ı Hakkın zatının isimlerine ya da,
peygamberlerine ya da Beytullah olarak adlandırılan kâbeye ya da diğer kutsal
kitaplara dokunmak haram mı ki bunlara kıyasen onlar gibi kutsal bir değere
dokunmak haram olsun ? Allah’ın saygısızlık olarak addetmediği ya da böyle bir
şeyi açıkca izhar etmediği bir fiilden yola çıkarak Kur’an ile insanlar arasına
girmek yakîn (kesin) bilgi varken zanna tabi olmaktır. Yani Kur’an yazılı bir
nüshaya abdestsiz kişilerin dokunabileceğini sahih ve açık bir şekilde
belgeleyen bir Herakliyus hadisi varken manâsı müphem bir âyet ve hadisin
peşine düşmektir ki, bu hareketle Cenab-ı Hakkın: “Onlar sadece zanlarına
tabi oluyorlar”[104] âyet-i kerimesindeki kınanan
“zanna tabi olma” fiili işlenmiş olunur.
Saygı
sebebiyle Kur'an'dan uzak kalma düşüncesi ilk bakışta önemsiz gibi gözükmesine
rağmen belki de İslâm âleminin Kur'an'dan uzaklaşmasında en büyük rolü oynamış
ve Kur'an'a yapılacak gerçek saygısızlığın tohumlarını atmıştır. Kur'an
mü'minlerin rehberi, kılavuzudur ve oku emriyle başlayan kılavuz sadece okuyana
kılavuzluk eder. Gerekçesi saygı da olsa rehberinden uzaklaşanların elde
edeceği en iyimser sonuç yolunu şaşırmak olacaktır. İnsanların kılavuzlarına
dokunmalarına birtakım engeller getirmek onları ya bu rehberden soğutacak ya da
bıkkınlığa yol açan sıkıntılara girmelerine sebep olacaktır. Şeker hastalarını
ya da sıkça tuvalet ihtiyacı hisseden kişileri düşünecek olursak durumun
güçlüğü daha iyi anlaşılır. Oysa ki Allahü Azimüşşa'n Kelâm'ı Mecidinde
(........................................) "Allah size dinde bir güçlük
yaratmamıştır"[105]
buyurmaktadır.
Ortada sübûtî ve manâya delâleti
kat’i bir delil bulunmadan verdiğimiz hükümler insanların sıkıntıya girmesine
sebep oluyorsa bu hükümleri değiştirmek Cenab-ı Hakkın yukarıda zikredilen
kavli gereğince üzerimize vacib derecesinde bir vazife olmalıdır.
Şüphesiz en doğrusunu Cenab-ı Hakk
bilir.
.
1-Mescide Abdestsiz Girilmesi:
Görüşlerini incelediğimiz mezheplerin
tamamı abdestsiz kişilerin mescide girmelerine şer’an bir mahzur bulunmadığında
müttefiktirler. Sadece Hanefi alimlerinden bir bölümü namazı beklemek ya da
ilim öğrenmek gibi şer'i (İslâma uygun) bir amacı bulunmayanların abdestsiz
olarak mescitte durmalarının mekruh olduğunu söylemişlerdir.[106]
2. Mescide Boy Abdesti Olmadan
Girilmesi:
İslâm alimleri hiçbir asırda, boy
abdesti olmayan kişilerin yani; cünüp hayızlı ve lohusanın mescide girmelerinin
hükmü hakkında tek yönlü ortak bir görüş serdetmemişlerdir.
Tabi bunun en önemli sebebi mesele
ile alâkalı âyet ve hadislerin farklı şekillerde yorumlanmaya müsait olmasıdır.
Konuyla
İlgili Deliller:
(...... )
"Ey iman edenler, sarhoşken ne
söylediğinizi bilinceye, cünüpken de yol geçen müstesna yıkanıncaya kadar
namaza (namaz yerine) yaklaşmayın."[107]
( ......... )
Cesra binti; Dicace [108] Hz. Aişe’den (r.anha) rivayet
etmiştir. Ashab-ı Kiram'ın evlerinin yönü (kapısı) Rasûlüllah’ın (sallâllahu
aleyhi ve sellem) mescidine bakıyordu. Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem)
mescide gelerek ashabına: "Bu evlerin yönünü mescitten çeviriniz"
dedi ve evine girdi. Ashab bu konuda kendilerine bir ruhsat gelir ümidiyle bir
şey yapmadılar. Daha sonra Hz. Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) tekrar:
"Bu evlerin yönlerini mescitten çeviriniz. Çünkü ben hayızlı ve cünübe
mescidi helâl kılmıyorum" buyurdu.[109]
Bu hadisi Taberani[110] ve Tarihu’l-Kebîr adlı kitabında
Buhari tahriç etmiştir. İbn Huzeyme[111] “sahih”, İbn Kattan “hasen”
olduğunu söylemişlerdir. İbn Seyyidi’n-Nas hadisin "hasen"liğinin
hasenlikte en alt mertebede olduğunu belirtmiştir. Buhari hadisin ravileri
içinde bulunan "Cesra" için (
) "acaib" ifadesini kullanmış, rivayet ettiği bu hadisin
mescide açılan kapıların kapatılmasıyla ilgili diğer hadislere muhalif olduğunu
bildirmiştir. Hattabi alimlerden bir grubunun ravi Eflet'in meçhul olması
sebebi ile bu hadisi zayıf gördüklerini haber vermiştir. Buna mukabil
Zühri, Eflet'in kimliğini açıklayarak :
Eflet Halife'nin oğludur. Ona Fuleyt b. Halife denir, Amir ya da Zehli
kabilesine mensuptur, künyesi Ebu Hisan'dır, demiş ve Eflet'i meçhul olmaktan
çıkarmıştır. Beyhaki[112] hadisin kuvvetli olmadığını
bildirmiştir. Ebu Davud ise sadece rivayet etmekle yetinerek metni ve ravileri
hakkında herhangi bir yorumda bulunmamıştır.[113]
İbn Mace'nin rivayet ettiği benzer
manada ikinci hadis:
(........ )
Ümmü Seleme’den (r. anha) rivayet
edilmiştir. Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) bu mescidin avlusuna
girerek en yüksek sesiyle: "Şüphesiz mescit, cünüb ve hayızlıya helâl
değildir." buyurdu.[114]
İbn Mace bu hadisi rivayet ettikten
sonra altına şöyle bir not düşmüştür: "Zevaid adlı kitapta hadisin
isnadının zayıf olduğu zikredilir. Çünkü hadisin ravilerinden Mahduc güvenilir
değil, Ebu'l-Hattab ise meçhuldür. Ayrıca İmam Zahiri; Mahduc'un Cesra'dan
mu'del[115] hadisler rivayet ettiğini de haber
vermiştir.
( ........)
Ebu Said Hudri (r.a) şöyle
demiştir: Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) bir hutbe verdi ve
hutbesinde:
"Allah, bir kulu dünya ile
kendi yanında olan şeyler arasında (ikisinden birini seçme hususunda) serbest
bıraktı. O kul da Allah'ın katındakileri seçti" dedi. (Bu söz üzerine)
Ebu Bekr (r.a) ağladı. Ben, kendi kendime: Allah'ın bir kulu dünya ile kendi
yanında olan şey arasında muhayyer bırakmasında, onun da Allah'ın yanındakileri
tercih etmesinde ne var ki bu ihtiyar ağlıyor? dedim. Meğer o muhayyer kılınan kul, Rasûlüllah’ın
(sallâllahu aleyhi ve sellem) kendisi imiş. Ebu Bekr bunu hepimizden daha iyi
anlamış. Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) "Ya Eba Bekr, ağlama.
Arkadaşlığı ve malı hususunda insanların içinde bana karşı en cömerdi Ebu
Bekr'dir. Ümmetimden bir dost edinecek olsa idim muhakkak Ebu Bekr'i edinirdim.
Fakat İslâm kardeşliği ve sevgisi (daha faziletlidir) Mescide açılan hiçbir
kapı kalmasın, mutlaka kapatılsın. Bundan Ebu Bekr'in kapısı müstesna"
buyurdu.[116]
( ..............)
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir:
Rasûlüllah (sallâllahu aleyhi ve sellem) vefatı ile neticelenen hastalığı
sırasında başını bir bez ile bağlamış olarak mescide geldi ve minber üzerine
oturdu. Allah'a hamd ve sena etti. Sonra şöyle buyurdu: "Şu muhakkak
ki, insanlar içinde nefsi ve malı itibariyle bana karşı, Ebu Kuhafe'nin oğlu
Ebu Bekr'den daha cömerdi yoktur. İnsanlardan bir dost edinecek olsaydım
muhakkak Ebu Bekr'i kendime dost edinirdim. Lâkin İslâm kardeşliği (daha
faziletlidir). Ebu Bekr'in penceresinden başka mescide açılan bütün pencereleri
kapatın."[117]
Son zikredilen Hz. Ebu Bekir ile
alakalı iki hadis-i şerif Sahih-i Buhari'de yer almaktadır ve hadisler hakkında
sıhhatini zedeleyecek en ufak bir söz söylenmemiştir.
Hz. Aişe’den (r.anha) rivayet
edilmiştir. Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) bana buyurdu ki: "Mescitten
seccadeyi bana ver." Ben hayızlıyım, dedim. O: “Senin hayzın elinde
değildir.” buyurdu.[118]
Tirmizi, bu hadisin hasen-sahih
olduğunu, ilim adamlarının tamamının bunu kabul ettiğini, hadis hakkında
aralarında ayrılık bulunmadığını bildirmiştir.[119]
( )
Cabir b. Abdullah'dan rivayet
edilmiştir. Rasûlüllah (sallâllahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Yeryüzü
bana mescit ve temizleyici kılındı. Onun için ümmetimden kendisine namaz
vakti erişen herkes namazını kılsın.”[120]
( )
Hz. Aişe’den (r.anha) rivayet
edilmiştir: “Arap kabilelerinden birisine ait siyah bir cariye vardı. Onu
azat ettiler. Bu kadın Rasûlüllah’a (sallâllahu aleyhi ve sellem) gelerek
müslüman oldu. Mescitte ona ait bir kıl çadır veya küçük bir oda vardı.”
( )
Ebu Hureyre'den rivayet edilmiştir:
Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Mümin necis (pis)
olmaz.”[121]
Son olarak zikrettiğimiz Cabir, Aişe ve Ebu Hureyre
hadisleri Sahih-i Buhari'de yer alan ve sahihliği tartışmaya mahal bırakmamış
kuvvetli hadislerdir.
( )
İbnü’l Münzir, Zeyd b. Eslem'den
rivayet etmiştir: “Rasûlüllah’ın (sallâllahu aleyhi ve sellem) ashabı
cünübken mescitte yürürlerdi.”[122]
Bu hadisin rivayet zincirinde Hişam
b. Sa’d bulunmaktadır. Ebu Hatim onun rivayetiyle delil getirmek doğru
değildir, demiştir. Aynı zamanda İbn Main, Ahmed b. Hanbel ve Nesai onun zayıf
olduğunu tesbit etmişlerdir.[123]
............
Peygamber’in (sallâllahu aleyhi
ve sellem) ashabı abdestsizken mescitte konuşurlardı. Cünüp olan da abdest
aldıktan sonra (mescide) girer ve konuşmaya katılırdı.”[124]
Ebu Hanife ve arkadaşlarına göre
gusül abdesti olmayanların içinde durmaksızın geçmek suretiyle de olsa mescide
girmeleri haramdır. Ancak evinin kapısı mescide açılan kişiler kapılarının
yönünü değiştiremiyorlar ve oturacak başka bir ev de bulamıyorlar ise ortada
bir zaruret bulunduğu için mescitten geçebilirler.
Hanefilere göre mescitte iken cünüp
olan kişi bulunduğu yerde teyemmüm edip, hemen dışarıya çıkmalıdır. Cünüp
olduğunu unutup mescide girdikten sonra durumunu hatırlayan da aynı şekilde
hareket etmelidir. Teyemmüm yapılmadan süratle mescidin terkedilmesi de caizdir. Dışarı çıkmaya gücü yetmiyorsa
teyemmümle orada kalabilir. Fakat bu teyemmüm ile namaz kılamaz, Kur'an
okuyamaz.[125]
Cünüb, hayızlı ve lohusanın iş
yerlerinde veya okullarda mescit olarak tahsis edilen bölgelere girmelerinde
bir mahzur yoktur. Çünkü Hanefi Mezhebinde gusül abdesti olmayan kişilerin
girişinin haram kılındığı "mescitler" her zaman halka açık bulunan
alanlardır. Oysa ki okul ve işyeri, kapatılması halinde cemaatten uzak
kalacaktır.[126]
Hanefi Mezhebinin Delilleri:
Hanefi alimleri Cesra binti
Dicace’nin "Ben hayızlı ve cünübe mescidi helâl kılmıyorum"
mealindeki hadisi ile amel etmişlerdir.[127]
Şafii Mezhebinde gusül abdesti
olmayanların mescitte durmaları haramdır. Fakat kişi mescitte iken ihtilâm
olmuş ve mescidin kapıları üzerine kapatılmışsa yahut gusül abdesti olmayan
herhangi bir kişi mescitten çıktığı taktirde malının telef olmasından korkarsa
zaruret icabı- teyemmüm yaparak mescitte kalabilir.
Şafii mezhebi hayızlı ve cünübün mescitten geçmesini ayrı
bir konu olarak ele almış ve cünübün mescitten geçmesinin caiz olduğunu
söylemiştir. Hayızlı kadının mescidi kirletme korkusu varsa geçmesi haram,
böyle bir korkusu yoksa mekruhtur denilmektedir.
Şafii Mezhebinin Delilleri:
Şafiiler hayızlı ve cünübün
mescitte durmasının haramlığı hususunda Hz. Aişe'den rivayet edilen: Rasulullah
(sallâllahu aleyhi ve sellem) bana buyurdu ki: "Mescitten seccadeyi
bana ver.” Ben, hayızlıyım dedim. O da: “Senin hayzın elinde değildir”
buyurdu mealindeki hadisi delil olarak zikrederler.
Onlar ayrıca: "Ey iman
edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye, cünüpken de yol geçen
müstesna yıkanıncaya kadar namaza (namaz yerine) yaklaşmayın, [128] ayeti kerimesini cünübün mescitten
geçmesine bir ruhsat olarak değerlendirirler. Şafii alimlerine göre âyeti
kerimede zikredilen ( ) "yol geçen" kelimesi ancak
karşıdan karşıya geçen anlamına gelebilir. Çünkü başka türlü yol geçmek
imkansızdır. ( ) “Abir” kelimesine
karşıdan karşıya geçen anlamı verildiğinde ise ayetin akışı gereği, namazın bir
yakasından öbür yakasına geçilmesi gibi bir anlam ortaya çıkmaktadır. Böyle bir
eylem imkânsız olduğu için Şafiiler zorunlu olarak ( ) namaz kelimesine de âyet içerisinde "namaz yeri"
anlamı vermişler ve âyeti kerimeyi cünüp olduğunuz zaman yol olarak kullanan
gelip geçen hariç namaz yerine yani mescitlere yaklaşmayın şeklinde tefsir
etmişlerdir.[129]
Maliki mezhebinde cünüp ve
hayızlının mescide girmesi haramdır. [130]
Maliki
Mezhebinin Delilleri:
Malikiler, Cesra’nın: “Ben mescidi hayızlı ve cünübe
helâl kılmıyorum” [131] hadisini delil alarak hayızlı ve
cünübün mescide girmesinin haram olduğunu söylerler.
Bidayetu’l Müctehid ve Nihayetül
Muktesid'de İmam-ı Malik'in konu hakkındaki görüşü "bu hadis, hadis ehlinin görüşüne göre sahihliği tesbit
edilmemiş bir hadistir"
ifadesiyle eleştirel bir yaklaşımla aktarılmıştır.
Hanbeli Mezhebinde cünüp ve
hayızlının mescitte durması haramdır. İhtiyaç halinde içeride kalmaksızın bir
şey almak ya da bir şey bırakmak amacıyla mescidin içinden geçilmesi caizdir.
Cünübün mescitte durmasının haram
olması abdesti olmadığı taktirdedir. Abdesti olan cünüp mescitte durabilir.
Tabii burada söz konusu edilen abdest, gusül abdesti değil namaz için alınan
abdestdir. Gusül abdesti alan kimsede zaten cünüblük kalmaz.[132]
Hanbeli Mezhebine ait olmayan bazı
kitaplarda bu mezhebin görüşü olarak; hayızlı kadının kanının kesilmesi halinde
cünüple aynı hükümde olacağı yani namaz için alınan abdestle mescitlere girebileceği zikredilir.[133] Fakat biz, Hanbeli kaynak kitaplarında böyle bir ibareye
rastlamadık.
Hanbeli
Mezhebinin Delilleri:
Hanbeli Mezhebi Cesra’nın "Ben
hayızlı ve cünübe mescidi helal kılmıyorum" [134] hadisini delil alarak gusül
abdesti olmayanların mescitte durmasını haram kabul etmişlerdir."Ey
iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye, cünüpken de yol geçen
müstesna yıkanıncaya kadar namaza (namaz yerine) yaklaşmayın" [135] ayetini cünübün mescitten
geçmesine bir ruhsat olarak değerlendiren Hanbeli alimleri “Rasulullah'ın
ashabı cünüpken mescitte yürürlerdi." [136] hadisini ve Hz. Aişe'nin
hayızlıyken mescitten seccadeyi alması için verilen ruhsatla ilgili hadisi
gusül abdesti olmayanların mescitten geçebileceklerine delil olarak
zikrederler.
Ayrıca Hanbelilere ait namaz
abdesti alan cünübün mescide girebileceği görüşünün delili de: “Peygamber’in
(sallâllahu aleyhi ve sellem) ashabı abdestsizken mescitte konuşurlardı. Cünüp
olan da abdest aldıktan sonra mescide girer ve konuşmaya katılırdı.”
mealindeki rivayettir.[137] Hanbelilere göre hadis ashabın
tamamının bu şekilde hareket ettiğine dolayısıyla abdestli cünübün mescide
girmesinin cevazı hususunda “icma” oluştuğuna işaret etmektedir.
Zahiri mezhebinde abdestsizin,
hayızlı ve cünübün mescide girmeleri ve orada durmaları caizdir.
Zahiri
mezhebinin Delilleri:
Zahiri Mezhebine göre, gusül
abdesti olmayanların mescide girmesinin haramlığına dair bir delil
bulunmamaktadır. Onlar ; cünüp ve hayızlının mescitte durmasının haram olduğunu
fakat oyalanmadan içinden geçmenin caiz olduğunu söyleyen ve buna delil olarak
Allahu Teala'nın “ Ey iman edenler: İçkiliyken ne söylediğinizi bilinceye
cünüpken de yol geçen müstesna yıkanıncaya kadar namaza yaklaşmayın [138] ayetini zikr edenlere bu âyetin
onların fetvalarına geçerli bir delil olamayacağını söyleyerek cevap
vermişlerdir. Zahirilere göre lâfzında (...............) namaz kelimesi bulunan
bu âyeti “namaz yeri” tefsiriyle ele almak oldukça hatalı bir yaklaşımdır. Zira
sonuçta ortaya çıkan Allah böyle demek istememiştir gibi asla caiz görülemeyecek
bir manâ olacaktır.
Ashab-ı Kiram'dan, Ali b. Ebi
Talib'e İbn Abbas'a ve bir diğer topluluğa göre de bu ayet namaz yeri değil
namazın kendisi hakkındadır. Ayrıca Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem): "Mümin
necis olmaz" buyurmuşlardır.
Zahiriler hayızlı ve cünübün mescide girişinin
haramlığına işaret eden hadislerin tamamını da zayıf kabul ederler. Buna
mukabil Ashab-ı Suffe’nin , Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) zamanında
mescitte gecelediklerini zikrederler. Ashab-ı Suffe büyük bir topluluktu ve
içlerinde ihtilam olanların bulunacağında da şüphe yoktu. Buna da herhangi bir
yasak getirilmemişti, denilir.
. Diğer
bir delil ise Hz. Aişe’den (r.anha) gelen bir rivayettir: Arap
kabilelerinden birisine ait siyah bir cariye vardı. Onu azat ettiler. Bu kadın
Rasulullah’a (sallâllahu aleyhi ve sellem) gelerek müslüman oldu. Mescitte ona
mahsus bir kıl çadır veya küçük bir oda vardı.[139] Hadiste zikr edilen zenci kadın
mescitte ikamet ediyordu. Hayız kadınlarda bilinen bir durum olduğu halde Hz.
Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) bu kadını mescitte oturmaktan men
etmemiş ve herhangi bir kısıtlama da getirmemiştir. Peygamberin yasaklamadığı
bir şey ise mubahtır.
Başka bir hadis-i şerifte: "Yeryüzü
bana mescit kılındı" [140] buyurulmaktadır. Yeryüzünün tamamının
hayızlı ve cünübe mübah olduğu hususunda kimse ihtilâf etmemiştir. Bu
durumda söz konusu yasağı bazı mescitlere tahsis edip de diğerlerini ayırmak
caiz değildir.
Şayet hayızlının mescide girmesi haram olsaydı Hz.
Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) bunu muhakkak Hz. Aişe'ye bildirirdi.
Fakat o sadece tavafı yasaklamakla yetindi, denilmektedir.
Bu
bölümde neredeyse başka yoruma ihtiyaç bırakmayacak derecede zengin fetva çeşidi bulunmaktadır.
Zahiri mezhebi gusül abdesti olmayanların
mescide girmesini hiçbir şarta bağlamadan caiz kabul ettiğini belirtti. Diğer
dört mezhep; cünübün namaz için alınan abdesti alarak mescitte durabileceği[141], cünübün mescitten geçebileceği,
gibi[142]- istisnai görüşlerle beraber bu
hallerde olan kişilerin mescide girmesinin haram olduğunu söylediler .
Cünübün mescitten geçişinin caiz
olduğunu kabul edenler Nisa Suresi'nin 43. ayetini durmasının haram olduğunu
söyleyenler de: Ben hayızlı ve cünübe mescidi helal kılmıyorum hadisini
delil getirdiler.
Görüşlerini irdelediğimiz beş
mezhebin dışında İmam Buhari’nin konuya ilişkin tavrı dikkatleri çekmektedir.
Hayızlı ve cünübün mescide girişinin haramlığını gösteren hadisin ravisi Cesra
hakkında (............)“acaib” ifadesini kullanan İmam Buhari, Cesra’nın rivayet
ettiği ve bir haramlığı gündeme getiren hadisin diğer sahih hadislere ters
düştüğünü ifade etmektedir.[143] Çünkü Hz. Peygamber (sallâllahu
aleyhi ve sellem) sahih olan hadislerde kapıların kapatılma sebebini açıklamış
ve Hz. Ebu Bekir'in kapısının açık kalmasına müsaade etmiştir. Kendi eşlerine
ait evlerin kapıları da hayatının sonuna kadar açık kalmıştır. Eğer hayızlı ve
cünübün mescide girmesi haram olsaydı hem Hz. Peygamber ve eşleri hem de Hz.
Ebu Bekir (r.a) ve eşleri için bu yasağa uymak zorunlu olacaktı. Zira farzlar
ve haramlar hususunda insanlar arasında farklı uygulamalarda bulunmak İslamın
temel prensiplerine aykırıdır.
Ayrıca sahih olan hadislere
bakıldığında emirlerden birinin kapılarla diğerinin ise pencereler ile alâkalı
olduğunu görülür. Sanki ortada iki ayrı yasak vardır.
Alimlerden bazılarına göre ashab-ı
kiram kapıların kapatılması emrini müteakip kapılarının yönlerini değiştirmiş
fakat bu defa da mescit yönünde pencereler açmışlardı. Rasulullah (sallâllahu
aleyhi ve sellem) bunu dahi hoş görmemiş ve aynı şekilde pencerelerin de
kapatılmasını emir buyurmuştu. [144]
Mescide açılan kapıların
kapatılmasının sebebi hayızlı ve cünübün mescide girmesini engellemektir
denirse, pencerelerin kapatılma sebebini izah oldukça güçleşecektir. Zira artık
su ihtiyacı için evlerinden çıkan mü’minler kapıyı kullanacak ve mescidden
geçmeye ihtiyaç kalmayacaktır.
Olaylar bu şekilde ele alındığında
kapı ve pencerelerin kapatılma emrinin birbiriyle sıkı bir bağlantısı olduğu
görülmektedir. Kapıların kapatılmasıyla istenilen sonuç elde edilemediği,
maksat hasıl olmadığı için pencerelerin de kapatılması istenmiştir.
Kapı ya da pencerelerin peygamber
mescidine açılmasının ne gibi mahzurları olabilirdi ?
Gerek kapılar gerekse pencereler
ile ilgili hadislerde bir husus dikkatleri çekmektedir. Rasulullah (sallâllahu
aleyhi ve sellem) efendimiz, Hz. Ebu Bekir’e (r.a) bir dizi övgü ile iltifatta
bulunduktan sonra onun kapısı ya da penceresi dışındakilerin kapatılmasını
emretmiştir. Burada akla ilk gelen kapıların ya da pencerelerin mescide
açılmasının büyük bir ayrıcalık olduğudur. Muhtemelen Hz. Peygamber kendi
vefatından sonra ashab-ı kiramın bu evleri paylaşma hususunda içine düşecekleri
olası bir tartışmaya mahal vermemek için böyle bir yasaklama getirmiştir.
Hz. Ebu Bekir'in kapısının açık
durmasına müsaade edilmesi onun ashab-ı kiram içerisindeki müstesna yerinin Hz.
Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) tarafından bir kez daha onaylanmasıdır
denilebilir.
Kapıların kapatılma sebebi evlerden
çıkan gürültülerin ya da yemek kokularının mescide girmesini ve Hz. Peygamberin
eşlerine ait ziyaretçilerin namaz kılanların zihnini dağıtmasını engellemek de
olabilir. Yahut da mescittekilerin ev halkını görmemesi için böyle bir tedbir
alınmıştır.
Aslına bakılacak olursa bu konuda
delil olarak gösterilen Nisa suresinin 43.âyeti de gerek nuzül sebebiyle olsun
gerek usül yönüyle olsun gusül abdesti olmayan kişilerin mescide girmelerine
engel olacak bir özellik taşımamaktadır. Ayette ihtilaf konusu bazı kelimelerin anlamlarını ve ayetin nüzul
(iniş) sebebi hakkındaki bilgileri en güvenilir kaynaklardan aktarıyoruz.
"Ey iman edenler! Siz
sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar- cünüb iken de yolcu olan (ya da yol
geçen) müstesna gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın eğer hasta olur veya
bir yolculuk üzerinde bulunursanız, yahut sizden birisi heladan gelirse, yahut
da kadınlara dokunup da bir su bulamamışsanız o zaman temiz bir toprakla
teyemmüm edin: yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici ve
bağışlayıcıdır.
Ayette yer alan ( ) ve ( ) kelimeleri üzerinde yoğunlaşmak konuyu anlamak açısından
oldukça faydalı olacaktır.
“Salat”, kelimesi lugatte: Dua, namaz, rahmet gibi manalara
gelmektedir.
“ Abir” kelimesi ise
karşıdan karşıya geçen yol kat eden rüya tabir eden kişi anlamlarını
taşımaktadır. [145]
“Abir” kelimesine ayet içerisinde karşıdan karşıya geçen
kişi anlamı verildiğinde ( ) kelimesine
de namaz yeri (cami, mescit) anlamı verilmesi zorunludur. Zira bu yapılmazda
( ) namaz kelimesi asıl anlamı verilirse
ortaya namazın bir yakasından öbür yakasına geçmek gibi garip ve anlaşılması
güç bir mana çıkar. Manayı hakiki teazzür ettikte mecaza gidilir yani bir
kelimeye sözlük anlamı verildiğinde anlaşılması imkansız hale geliyorsa o
kelimeye mecazi anlamlar verilir kaidesi gereğince ( ) abir kelimesine karşıdan
karşıya geçen kişi anlamı verildiğinde (
) salat kelimesine de namaz yeri anlamı verilmesi zorunludur.
Fakat ( ) abir kelimesine taşıdığı anlamlardan sadece birini yüklemek
için böyle bir zorlanmaya girmekte gereksizdir. En geniş Arapça lügatlarımızdan
olan "Lisanu’l- Arap" ve "Kamus" da ( ) "abir" kelimesinin karşıdan
karşıya geçen anlamının yanı sıra "yol kateden" manasına da geldiği
belirtilmiştir. "Yol katetmek" yol almak demektir. Yol kateden ya da
yol alan kişiye de yolcu denir.
Kelimenin ikinci anlamını birincisi
ile karıştırmamak lazımdır. Yol kateden kişi yol boyunca giden kişidir. Çünkü
yollar karşıdan karşıya geçerek kat edilmez. En azından böyle yol katedenler
varsa bunlar kaide değil istisna olarak zikredilir. Rüya tabircisine de ( ) abir denilmesi rüyayı başından sonuna
kadar düşündükten sonra fikrini anlattığı içindir.
Sözün özü, Nisa Suresinin 43. ayeti
içerisinde bulunan ( ) salat namaz
kelimesine kendi taşıdığı anlamın dışında bazı manalar yüklemek için asıl
anlamı ile ayetin anlaşılamayacak bir duruma, bir çıkmaza girmesi lazımdır.
Oysa ki ( ) abir kelimesine yolcu
anlamı verilirse bu problem kendiliğinden ortadan kalkacaktır.
Cenab-ı Hak (c.c) ayetin
başlangıcında cünüb iken yolcu olan müstesna namaza yaklaşmayın buyurmuş ve
daha sonra yolculuk halindeki cünübün durumuna açıklık getirerek ona da namaz
için teyemmüm yapmasını emir buyurmuştur. Aynı konuyu açıklayan Maide suresinin
6. ayetinde ( ) yerine açıkça ( ) yolculukta olduğunuzda ifadesi
kullanılarak buradaki tereddüt bir diğer ayetle de giderilmiştir.
Nisa Suresinin 43. ayetin nüzul
sebebi ise tefsirlerimizde şöyle açıklanır. İçkinin henüz haram kılınmadığı bir
dönemde Abdurrahman b. Avf hazretleri bir gün yemek ve şarap hazırlayarak
ashab-ı kiramdan birkaç kişiyi evine davet etmişti. İçlerinden bir zatı Hz.
Ali’yi imamete geçirip namaza başladılar. O zat sarhoşluk tesiri ile “ben
sizin taptıklarınıza tapmam” [146] ayeti kerimesini ( ) “taptıklarınıza taparım"
şeklinde okuyarak anlamı tersine çeviren bir kıraatte bulundu. Söz konusu
hâdise üzerine bu ayeti kerime nazil olmuştur. [147]
Nüzul (iniş) sebebinden de anlaşıldığı gibi cünüb ile
aynı yasak kapsamına giren sarhoşlar bu ayet-i kerime ile namaz yerine değil
namaza yaklaşmaktan men edilmişlerdir ve dolayısı ile ayet, gusül, abdesti
olmayanların mescide girmesinin haramlığına dair bir delil olmaktan da uzaktır.
Kapıların kapatılma
sebebi bu zikredilenlerden herhangi birisi ise "Bu kapıların yönünü
mescitten çeviriniz. Çünkü ben hayızlı ve cünübe mescidi helal kılmıyorum"
hadisi nasıl anlaşılacaktır?
İlk olarak şunu belirtmek gerekir:
Bir konuda kuvvetli ve sahih hadislerle zayıf hadisler çatışıyorsa sahih
hadislerle amel edilir. Kapıların kapatılma sebebini hayızlı ve cünüb olarak
gösteren hadis diğerlerine yani Hz. Ebu Bekir'in kapısının istisna edildiği
rivayetlerine göre zayıf kabul edilir.
İkinci olarak; hadis hayızlı ve
cünüb için mescide girmenin haramlığına tam ve açık olarak bir yasaklama
getirmemiştir. Çünkü hadiste geçen ( )
mescit kelimesi Arapçada secde etmek anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla Hz.
Peygamber'in bu hadisle hayızlı ve cünübe namazı ya da tilavet şükür secdeleri
gibi herhangi bir secde fiilini yasaklamış olması da muhtemeldir.
Şayet Rasulullah (sallâllahu aleyhi
ve sellem) ( ) mescit sözü ile böyle bir secdeyi ya da namazı kast etmişse bu
hadis ile kapıların kapatılmasıyla alakalı hadis arasında herhangi bir bağlantı
kalmayacaktır. Hz. Peygamber bir gün mescide açılan kapıların kapatılmasını
emretmiş, başka bir gün veya farklı bir zamanda da hayızlı ve cünübe namazın ya
da secdenin helâl olmadığını açıklamış olabilir. Muhtemelen hadisleri rivayet
eden zat her iki hadisi birbiri peşine söylediği için daha sonra bunlar bir
hadismiş gibi algılanmış ve yanlış yorumlara sebebiyet verilmiştir.
Meseleyi bu şekilde çözüme
kavuşturmak zannımızca takip edilmesi gereken en uygun yoldur. Zira Rasulullah
(sallâllahu aleyhi ve sellem) müşrikleri dahi mescide almıştır. Ayeti kerimede
de müşriklerin sadece mescid-i harama girmeleri yasaklanmıştır.[148]Necisliği (pisliği) ayet ile sabit
olan müşrikler bile sadece mescidi haramdan uzaklaştırılırken, temizliği “Mümin
necis olmaz” [149] hadisi ile belgelenen müminlerin
çok açık ve kesin bir delil olmadan bütün mescitlerden dışlanması kanaatimizce
uygun düşmemektedir. Zira İslam'da böyle bir uygulama yapıldığını gören gayrı
müslimler bu dinin içinde değil dışında olduklarından memnuniyet duyacaklardır.
Hayızlı mescidi kirleteceği için
girmesi haramdır demek de nakle ve akla uygun bir gerekçe değildir. Zira bunu
söyleyenler aynı necaseti çevresine bulaştırma özelliğine sahip özürlü kişilerin camilere girmesinde hiçbir
sakınca görmemektirler.
Ayrıca Hz. Peygamber aşırı kanamalı
bir yaralıyı, orada devamlı ikamet etmek üzere bir kadını, hatta ve hatta bir
deveyi bile mescide almıştır. [150] Devenin ise necaseti gerek
bulaştırma gerek temizleme hususunda kadınlardan daha duyarlı olduğu
söylenemez.
Rasulullah’dan Bu Yana Mezhep Anlayışı:
Allah rasulü döneminde İslâmi mezhepler yoktu. Zira sahabiler
Asr-ı saadette bir mesele olduğunda, Hz. Peygambere gelip soruyorlardı.
Rasulullah hüküm veriyor, muhakeme için gelenlerin davalarını neticeye
bağlıyordu. Şayet sorulan şey yeni ve hakkında ayet nazil olmayan bir mesele
olursa, Allah’ın hükmünü bekliyor indirilen ayet-i kerime açıklama
gerektiriyorsa , peygamber o ayeti izah ediyordu.
Rasulullah ( sallallahu aleyhi ve sellem) bir meselede ne
diyorsa, sahabiler onu yapıyorlardı. Zira ayet-i kerimede : “Peygamber size
neyi emretmişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan kaçının.”[151] buyurulmaktaydı.
Asr-ı saadette her meselede hükmü Allah ve Rasulü
bildirdiği için bu dönemde farklı mezheplerin olması mümkün değildi.
Rasulüllah ( sallallahu aleyhi ve sellem ) efendimizin
vefatından sonra İslâm alemi genişledi. İran, Irak, Suriye gibi yerler
fethedildi. Her sahabi bulunduğu yerde fetva ve ilim öğretme işiyle meşgul
oldu. Sahabiler kendilerine yöneltilen sorularda öncelikle Kur’an-ı mübine
müracaat ediyorlar, Kur’anda bulamazlarsa cevabı sünnette arıyorlardı. Onda da
bulamayacak olurlarsa Kur’an ve hadisin ruhuna uygun olarak kendileri ictihat
yapıyorlardı. Onlara içtihat yetkisini Muaz b. Cebel hadisi ile bizzat Hz.
Peygamber vermişti. Şöyle ki:
Rasulüllah Muâz b. Cebel’i Yemen’e kadı olarak
gönderirken aralarında şu konuşma geçmişti:
-Sana bir uyuşmazlık getirildiğinde neye göre hüküm
vereceksin?
-Allah’ın kitabındakine göre.
-Allah’ın kitabında bulamazsan?
-Rasulüllah’ın sünnetine göre.
-Allah’ın kitabımda ve Rasulüllah’ın sünnetinde
bulamazsan?
-Kendi görüşüme göre içtihat ederim ve vazgeçmem ( davayı
hükümsüz bırakmam).
Hz. Peygamber bu cevabı alınca eliyle onun göğsüne
vurarak:
-Peygamberinin elçisini Peygamberinin hoşnut olduğu (cevaba) muvaffak kılan Allah’a
hamdolsun................................
Kur’an’ın her ayetinin Rasulüllah tarafından tek tek
açıklanmamış olması ve Rasulüllah’ın söz ve hareketlerinin her sahabinin bakış
açısı ve o anki Allah Rasulü hakkında sahip olduğu bilgiye göre değerlendirmeye
müsait olması sahabe arasında farklı içtihatların ortaya çıkmasına sebebiyet
vermişti.
Sahabe’den sabah namazında kunut okuyan da vardı,
okumayan da. Namazda besmeleyi açıktan okuyan da vardı, gizli okuyan da. Ateşte
pişmiş bir yemeği yediği için abdest alanlar da vardı, almayanlar da. Hz. Aişe
ve İbn Abbas gibi sahabilerden eşek
etini yemeyi helâl görenler de vardı haram görenler de.
Ayet ve hadislerdeki farklı anlayışlara sebebiyet veren
bu esneklik kesinlikle onlardaki bir kusurun değil, ancak derin bir bakışla
görülebilecek bir güzelliğin nişanesiydi.
Küçüğünden büyüğüne her meselenin hükmünün haram ya da
helâl olarak açıklanması çabası içerisinde bulunan ashab-ı kirama bakınız
Cenab-ı Hakkın cevabı nasıl olmuştu:
“Ey iman
edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın. Eğer
Kur’an indirilirken onları sorarsanız size açıklanır.( Açıklanmadığına göre
Allah onları affetmiştir. ( Siz sorup da başınıza iş çıkarmayın ). Allah çok
bağışlayıcıdır. Aceleci değildir. Sizden önce de bir toplum onları sormuş,
sonra da bunları inkâr eder olmuştu.”[152]
Cenab-ı Hak bu ayetiyle net olarak
açıklamadığı konuların hükmüyle alâkalı rahat hareket imkânı sağlayan bir alanı
kullarının menfaati doğrultusunda esnek
bıraktığını beyan etmişti. Varılan sonuç hatalı bile olsa, iyi niyet ve
samimiyetle yaklaşılarak bu sonuca varılmış ise söz konusu hatadan kulların
sorumlu tutulmayacağı bildirilmekte idi. Rasulüllah ( sallallahu aleyhi ve sellem ) efendimizin müçtehidin içtihadında yanıldığında bir,
doğruya isabet ettiğinde iki sevap aldığını haber vermesi de bu ayetin beyanı
ve şerhi mahiyetindeydi.
İslâm’ın bu engin anlayış ve
hoşgörüsünü içlerine sindirmiş güzide ashab ve sonra gelen üç nesil birbirlerine ters düşen pek çok
fetva vermelerine rağmen hiçbir zaman çekişme ve nizaya girmemişlerdi. Basit
bir örnek, olarak akan kanın abdesti
bozduğunu söyleyen Ebu Hanife bunun aksini iddia eden İmam Şafiiyi abdestsiz
namaz kılmakla itham etmemiş görüşüne sadece saygı göstermişti.
Evet, her sahabinin kendisine ait
benimsediği ve fetva verdiği farklı görüşleri vardı. Ve bu görüşler (gidilen
yol manasına gelen) sahabenin mezhebini oluşturuyordu. Ömrünü Allah rasulünün
yanında geçiren isimlerin bile o dönemde kendi mezhebini tek doğru olarak kabul
ettirme çabasına girmemesi ilk dönemdeki mezhep anlayışını başka bir açıklamaya
ihtiyaç bırakmayacak derecede net
ortaya koymaktaydı.
Hicri ikinci ve üçüncü asırlarda
Ebu Hanife, Malik b. Enes, Muhammed b. İdris eş- Şafii ve Ahmed b. Hanbel gibi
meşhur fakihler bulunmaktaydı. Bu fakihler, insanların kendi dönemlerinden
başlayan taassub ve kolaycılığa olan temayüllerini farketmişler halkın
Kur’an’dan uzaklaşarak ulemayı ulvileştirmeye başlamalarını önlemek için
fetvalarını alıp, uygulamak isteyen insanlara önemli ikazlarda bulunmuşlardır.
Şah Veliyyullah Dihlevi söz konusu
ikazları bize şöyle aktarır:[153]
İmam Ebu Hanife’nin talebelerinden
Ebu Yusuf ve İmam Züfer’in şöyle söylediği rivayet edilir: “Delilimizi
bilmeden bir kimsenin bizim görüşlerimizle fetva vermeye kalkışması caiz
değildir.”
İmam Ebu Hanife bir fetva
verdiğinde şöyle derdi: “Bu Numan b. Sabit’in ( kendisini kastediyor )
görüşüdür. Bu bizim ulaşabildiğimiz en güzel sonuçtur. Kim bundan daha güzel
bir sonuca ulaşırsa, elbetteki ona uymak daha isabetli olacaktır.”
İmam Şafii: “Hadis sahih
olduğu zaman benim mezhebim odur.” Başka bir rivayette de: “Benim
sözümün, hadise ters düştüğünü görürseniz, siz hadisle amel edin ve benim
sözümü duvara çalın.” demişti.
İmam Malik: “Raslullahdan
başka istisnasız herkesin sözü kabul de, red de edilebilir.”
İmam Ahmed b. Hanbel: “Ne beni, ne Malik’i, ne
Evzaiyi, ne Nehaiyi, ne de bir başkasını taklit et! Hükümleri onların aldığı
yerden; Kitap ve Sünnetten al!”
Ebu Yusuf’un oğlu İsam’a; “Sen Ebu Hanife’ye çokça
muhalefette bulunuyorsun dediklerinde.” Şöyle cevap vermişti: “Çünkü
eğer Ebu Hanife bizde olmayan çok üstün bir anlayışa sahipti. Bu anlayışıyla
bizim anlayamadığımız şeyleri anlamıştı. Bu itibarla anlamadıkça, onun
görüşleriyle fetva vermemiz bize caiz olmaz.”
İbni Hazm ise şöyle der:
“ Ashap ve tabiin istisnasız tümü
icma halinde, herhangi bir kimsenin gerek kendilerinden ve gerekse öncekilerden
birinin görüşüne yönelerek tümüyle onu almasını, başka bir şeye bakmamasını
caiz görmemişler ve kendileri de böyle bir davranışa girmemişlerdi.
Bu durumda kim İmam Ebu Hanife,
İmam Malik, İmam Şafii ya da İmam Ahmed’in görüşlerini tümüyle alır, tabi
olduğu imamın görüşlerinden hiçbirini terketmez, başka görüşlere bakmaz, konu
hakkında Kitap ve Sünnette yer alan nasslara dayanmaz, hep belli bir insanın
mezhebi üzerinde saplanır kalırsa, o baştan sona bütün ümmetin icmaına açıkça
muhalefet etmiştir. Bu kesindir ve en ufak kuşkuya mahal yoktur. Böyle bir
tavır sergileyen kimse, kendisine bir selef bulamayacağı gibi, haklarında hüsnü
şehadette bulunulan ilk üç nesil içerisinde böyle yapmış tek bir insan da
bulamaz. Böylece o mü’minlerin yolundan çıkmış, başka bir mecraya girmiş olur
ki, böyle bir durumdan Allah’a sığınırız.
Ayrıca bütün mezkur fakihler,
başkalarını taklit etmeyi yasaklamışlardır. Bu durumda onları taklit edenler,
bizzat onlara muhalefet etmiş olurlar.
Öbür taraftan bu fakihleri, Hz.
Ömer, Hz. Ali, İbn Mes’ud, İbn Ömer, İbn Abbas, mü’minlerin annesi Hz. Aişe (R.
anhum) gibilerinden üstün kılan nedir? Eğer taklit caiz ise, o zaman bu
saydıklarımızdan birine uymak,
diğerlerine uymaktan daha uygun olurdu.”
İmam Şafii’nin talebesi olan
el-Müzeni (Ö.264 / 877), muhtasar adlı eserinin başında şöyle demiştir: “Bu
kitabı İmam Şafii’nin ilminden özetledim. Özetle şöyle diyor: “Faydalanmak
isteyenlerin istifadesine yaklaştırdım.
Bununla birlikte ben İmam Şafii’nin, gerek kendisinin ve gerekse başkalarının
taklit edilmesini yasakladığını bundan maksadının da, herkesin kendi dini
yaşantısında bizzat düşünmesi ve ihtiyatlı davranmasını öğrenmesi olduğunu
bildirmek isterim. (Yani kim İmam Şafii’nin ilminden faydalanmak isterse bilsin
ki, İmam Şafii taklidi yasaklıyor.)
Bütün bu ikazlara rağmen bakınız
sonuç ne olmuştur. Dört imama tabi olduklarını söyleyenler gerçek ilimden ve
imamlarının nasihatlerinden uzak oldukları için taklidi şiar edinmişler ve
farketmeden de olsa daha başlangıçta onların gösterdikleri yoldan çıkmışlardır.
Cahillik ve aklı devre dışı bırakma
üzerine inşa edilmiş taassup, zamanla insanları takım tutan fanatikler gibi “en
büyük imam bizim imam” (İmam-ı a’zam) sloganlarıyla ortada dolaşır ve tüm
insanlık için tayin edilen en büyük İmamın Allah Rasulü olduğunu neredeyse
unutur hale getirmiştir. İmamların sözleri ayet ya da hadislere ters düşmüş
olsa dahi onu kabullenmek fazilet sanılmış hatta onların içtihatlarından yüz
çevirenler sapıklık ile itham edilmiştir.
Kendi benimsediği imamının görüşü
diye kendisine başka bir görüş de takdim edilmiş olsa mukallit o görüşü savunma
ihtiyacı hisseder olmuştur. Mesela İmam Ebu Hanife, ismi Kur’an olmayan her
kitaba abdestsiz dokunabileceği görüşünde olmasına rağmen, Hanefi mezhebinin
fetvalarını aktaran pek çok kitapta abdestsiz dokunmanın mekruh olduğu
zikredildiği için mukallid, imamını ne pahasına olursa olsun koruma ve
sahiplenme adına mezhep imamlarından belki de hiç tanımadığı birisinin fetvasını
tüm gücüyle savunur durur.
Tabi olduğu mezhebin dahi
görüşlerini ve delillerini bilmekten aciz olan kişinin onu diğer mezheplere
kıyas ederek kendi imamının üstünlüğünü ortaya koyması, ayakkabı tamircisinin
hasta muayene edip reçete yazmasına denk bir tutum olduğu halde oldukça revaç
bulmuş, taraftar toplamıştır.
İşin en vahim ciheti: ilim
sahipleri de bu akıma kendilerini kaptırmışlar ve bu imamlardan sonra
yaşayanların onların bilgisine asla ulaşamayacaklarını, Cenab-ı Hakkın “Her
ilim sahibi üzerinde daha iyi bir bilen vardır.”[154] ayetine muhalif olmasına rağmen ilân
edivermişlerdir.
Ayrıca halkın, diğer mezheblerin
görüşlerini de uygulamasını imkansız kılmak için, kendilerine ne Kur’an’dan, ne
sünnetten ve ne de sahabe kavlinden bir delil bulamadıklarından “takva”
kelimesinin ardına sığınmış ve insanlara bir mezhebin dışında taklit ruhsatı
verildiğinde diğer mezheplerin kolay görüşlerini alarak uygulayacakları ve
dolayısıyla da takvadan ayrılmış olacaklarını söylemişlerdir.
Oysa ki hepimizden çok muttaki olan
Allah resulü iki işle karşılaştığında kendisine kolay geleni tercih etmiş[155] “kolaylaştırın zorlaştırmayın,
müjdeleyin nefret ettirmeyin.”[156]
buyurmuşlardır.
Bakınız Hanefi mezhebinde otorite
kabul edilen Kemaluddin b. Hümam ve Ömer Nasuhi Bilmen farklı mezhebleri taklit
konusunda neler söylüyorlar:
Dediler ki; içtihada ve bir delile
dayanarak bir mezhebi bırakıp diğerine geçen günâhkârdı, cezalandırılması
gerekir, içtihada ve delile dayanmadan olursa öncelikle cezalandırılır.
İçtihad sözü ile araştırma ve
kalbin bir kanaata varması kastedilmiş olmalıdır. Yoksa avamın (yani dini emir
ve yasakların dayandığı âyet ve hadisler konusunda yeterli bilgisi olmayan
kişilerin) içtihat yapması söz konusu olmaz.
Sonra bir mezhebi bırakıp diğerine
geçmek daha önce taklid edilerek uygulanmış özel bir konuda gerçekleşebilir.
Yoksa kişinin mesela Ebu Hanifeyi fetva verdiği bütün konularda taklit edeceğim
deyip o fetvaların neler olduğunu bilmeden onları uygulamayı kendime görev
bildim demesi gerçek bir taklit değil belki yapacağı taklidi bir yere bağlamak
veya bu konuda söz vermek olur. Çünkü bu şahıs kendi hayatında ortaya çıkacak
konularda Ebu Hanifenin görüşünü uygulamayı kendine görev bilmiştir. Bir
mezhebe bağlılıktan bunu kastediyorlarsa kişinin sözü veya niyetiyle kendini
belli bir müçtehide uymaya zorlamasının onun buna uymasını şer’an zorunlu
(vacip) kılacağına dair bir delil yoktur.
Aksine bu konudaki delilimiz,
kişinin ihtiyaç duyduğu yerde bir müçtehidin görüşüne göre amel etmesinin
gerektiği yolundadır. Çünkü Allah’u Teala (c.c) “Eğer bilmiyorsanız,
zikir (ilim) ehline sorun”[157]
diye emretmiştir.
Genel olarak bir mezhebe
bağlanmakla ilgili sözler halkın ruhsatlara uymasına engel olmak için, o
sözleri söyleyenler tarafından yapılan zorlamalardır. Böyle olmazsa halk her
konuda kendine hafif gelen bir görüşü alarak uygular...
Ben ne nakli ne de akli delillerden
böyle bir davranışa engel bir şey bilmiyorum. Peygamber (sallâllahu aleyhi ve
sellem ) efendimiz, ümmetinin yükünü hafifleten şeyi severdi.[158]
Avamdan bir kimse bir hadise
hakkında iki veya daha ziyade müftüye müracaat edip muhtelif cevaplar alsa
muhayyer olur. Bunlardan birinin cevabı ile amel eder. Velev ki bu taklit
ettiği müçtehit, diğer müçtehitlere nazaran mefzül, diğerleri efdal bulunmuş
olsun. Çünkü sahabe-i kiramdan ve seleften bazı zatlar, daha fazıl zatlar
mevcut olduğu halde fetva vermişlerdir. Bu tekerrür ve iztihar etmiştir. Artık
bir kimse ise müçtehitlerden birini diğerine tercih edecek iktidara malik
değildir. O bunlardan dilediğine tabi olabilir.[159]
Şayet müçtehitlerin hüküm
çıkarmadaki metodları incelenecek olursa her birinin ayet ve hadisleri
anlayabilmek için ne derece titizlendikleri, en ince ayrıntılar üzerinde dahi
durarak gayretlerini sabır ile nasıl bütünleştirdikleri hayranlıkla müşahade
edilecektir. İlmin kendilerine verdiği hoşgörü ve edep içerisinde içtihatları
neticesi birisinin helal dediğine diğeri haram demiş olsa dahi karşı tarafın
fikrini Allah ona merhamet etsin, Allah ondan razı olsun gibi övgülerle ifade
etmişlerdir.
Önümüzde Cenab-ı Hakkın “Allah’ın
ipine sarılın, ayrılmayın”[160]
ayeti ve bu emri uygulama konusunda bu kadar güzel örnekler mevcutken
Müslümanların tefrikaya düşmek ve birbirlerini kınamak için bu derece gayret
sarf etmesi gerçekten teaccubu gerektiren bir durumdur.
Alimler bizim manevi
doktorlarımızdır. Ömür boyunca bir doktora bağlı kalmak şart olmadığı gibi bir
alime bağlı kalmak da şart değildir. Ne var ki, gideceğimiz doktorun bilgi ve
becerisini araştırdığımız gibi soru sorduğumuz müçtehidin de o konudaki bilgi
ve becerisini ve ilâveten delillerini
gücümüz nisbetinde araştırmak bir sorumluluktur.
SONUÇ
Günümüzde bir takım zevat
tarafından içtihat kapısının kapatılmış olması ya da önceki dönemlerde yapılan
içtihatlardan sadece birini alma yönünde yoğunlaşan baskılar, pek çok kişinin
insanların koyduğu bu kurallar zincirine İslâmla özdeşleştirerek karşı
çıkmasına sebebiyet vermiştir. İslâmın
özünü anlamaya fırsat vermeyen bu baskılar çok üzücüdür ki, insanların dinin
güzelliklerine kapılarını kapatmasına sebep olmuştur.
Tek mezhebi taklitten taviz
vermemek uğruna ömrünü tüketenler, ömrün uğruna verilmesi gereken değerin,
Kur’an’ın okunması, anlaşılması ve uygulanması olduğunu adeta
unutuvermişlerdir. İnsanlar Kur’anla şereflendirilmek, onunla içli dışlı
edilmek yerine “oku” diyen, fakat sürekli kendilerinden uzaklaştırılan bir
kitapla muhatap kılınmışlardır.
Kur’an ve sünneti rehber edinerek
fetva vermiş, doğru ya da yanlış bir sonuca ulaşmış müçtehitlere söz söylemek kimsenin haddi değildir. Problem bu
müçtehitlerin sözlerini Allah’ın sözü gibi vazgeçilmez doğrular olarak
görmektir. Ya da bir görüşü almış kişinin kendine göre tercih ettiği fetva
diğerlerine göre biraz daha ağır olduğu için ibadetini samimiyete değil
başkalarına hakaretle şımarıklığa çevirmesidir.
Belli bir mezhebi taklit Kur’an ya
da sünnetin bir emri değildir. Ancak bu kaynaklarda bize Allah’ın kibirlenen ve
şımarıklık içerisinde olan kullarını sevmediği sık sık hatırlatılmıştır.
Bizler elimizden geldiği kadarıyla
bu kitapçıkta fıkhi birkaç konuyu özden detaya hareketle aktarmaya çalıştık ve
istedik ki insanlar neyi niye yaptıklarını bilsinler ve en azından fetva
sahiplerinin birbirlerine gösterdiği saygıyı taklit bazında da olsa
yaşayabilsinler.
Abdestsiz ya da gusül abdestsiz
Kur’an-ı Kerim okumak, Kur’an-ı Kerim’e dokunmak veya mescitlere girmek ilk dönemden beri hükmü tartışılmış
konulardır. Fıkıhta bunların benzeri yüzlerce konu bulmak mümkündür. İhtilâf
makamı olan konular her dönemde farklı uygulamalara sebep olmuştur ve bu asla kınanacak
bir davranış da değildir. Bu İslâm dininin güzelliklerinden ve Rabbimizin bize
olan merhametinin tezahürlerindendir.
Maide suresinin 6. Ayetinde Cenab-ı
Hakk abdesti namaz ibadeti ile bağlantılı olarak zikretmiş, “Namaza
kalktığınızda yüzünüzü, kollarınızı, ayaklarınızı yıkayın, başınıza meshedin”
diyerek teferruatlı bir açıklama yapmış, namazın dışında bir ibadet için abdest
şartını vurgulamamıştır. Aynı surenin 101. Ayetinde ise: “Ey iman edenler! Açıklandığı zaman sizi
sıkıntıya sokacak şeyler hakkında soru sormayın. Zira Kur’an’ın nazil olduğu
sırada onlar hakkında soru sorarsanız size açıklanır, (o da sizi sıkıntıya
sokar). Allah onlardan sizi sorumlu tutmayacaktır.” İfadesi yer almaktadır.
Evet... Rabbimiz hükmünü açık bir
şekilde belirtmediği konularda yapılan yanlışları affetiğini açıklamıştır.
Hatayı Yaradanın affettiği bir makamda herhalde kulların bağışı fazla bir önem
arzetmemektedir.
Şunu unutmamak gerekir ki fetvalar
ilâçlar gibidir. Hangi dozda verilen ilâç manen kendimizi iyi hissetmemizi
sağlıyorsa –diğer insanların da bünyelerini düşünerek ve onlara da dil
uzatmadan- gerekli tedavimizi ikmal etmek
ömür boyu sağlıklı olmamızda önemli rol oynayacaktır.
Şüphesiz her şeyin en doğrusunu Cenab-ı Hak bilir.
[1] Ebû Davud,
Kitabu’t-Tahâre,229.
[2]
Tirmizi,K.Tahâre,146.
[3] Sünen-i
Nesei, K. Tahâre,171.
[4] Sünen-i
Nesei, K. Tahâre,171.
[5] İbn. Mace,
K. Tahâre,594.
[6] Tahric:Bir
hadisi kaynak eserlerden bulmak,çeşitli yönlerden değerlendirmesini yapıp ilk
eserlere nisbet ederek kendisinin veya başkasının senediyle rivayet etmek.,
Sahih-i Buhari Tercemesi İndeksi,çev. Hikmet Tekin, İstanbul 1990, s. 41.
[7]
Hasen-sahih:a) Senetleri çoğalarak sahih derecesine ulaşan hadis. b) Birden
fazla senedi olup bunlardan bazısı hasen bazısı da sahih olan hadis. c)Bazı
alimlerce hasen, bazılarınca da sahih kabul edilen hadis. Sahih-i Buhari ve
Tercemesi İndeksi,çev. Hikmet Tekin, İst.1990, s.20.
[8] Hattabî,
el-Menhelü’l-Azbu’l-Mevrud, y.s 1351, c.2, s.305; İbn. Hümam,Kemâluddîn,
Fethu’l-Kadir, Bulak 1315, K.Tahâre, c.1, s.116.
[9] Tirmizi,
K.Tahâre, 131.
[10] İbn. Mace,
K.Tahâre, 595.
[11] İbn. Mace,
K.Tahâre, 596.
[12] Tirmizi, K
Tahâre, 131.
[13] Sadece
zayıf bir ravi tarafından rivayet edilen hadise “münker hadis” denir. Bilmen,
Ömer Nasuhi, Hukuk-i İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1985,
c.1, s.29.
[14] Sünen-i
Tirmizi Tercemesi, çev. Mollamehmetoğlu, Osman Zeki, İstanbul 1981, K. Tahâre,
596.
[15] İbn. Mace,
Sünen-i İbn. Mace Tercemesi ve Şerhi, Hatiboğlu, Haydar, İstanbul 1983, K.
Tahâre, 131.
[16] Hattâbi,
a.g.e., c.2, s. 302.
[17] Mezhebin
kurucusu Ebu Hanife’dir. Kendisinin adı Nûman, babasının adı Sabit’dir. Hicri
80 tarihinde Kûfe’de doğmuş, 150 tarihinde Bağdat’da vefat etmiştir. Allah’ın
rahmeti üzerine olsun. Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1990,
s. 34.
[18] Ebu Cafer
Abdülmelîk el- Ezdî et-Tahavi. Mısır’ın yetiştirdiği en büyük Hanefi fıkıh
alimidir. Hicri 239 tarihinde Mısır’da doğmuş 321 tarihinde yine Mısır’da vefat
etmiştir. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Özel, Ahmet, Hanefi Fıkıh Alimleri, Ankara
1990, s.30.
[19] Ebu’r-Reca
Mahmud b. Muhammed ez-Zahidî el-Gazmınî. Tanınmış Hanefi fıkıh alimlerinden
olup hicri 658 tarihlerinde yaşamıştır. Özel, Ahmet,a.g.e.,s.66.
[20] Muhammed b.
Semaa b. Ubeydullah b. Hilâl et-Temîmi el- Kûfi. Hicri 130-233 tarihleri
arasında yaşamıştır. Ebu Yusuf Şeybâni, Hasan b. Ziyad ve Leys b. Sa’d’ın
talebesidir. Güvenilir alimlerden olup halife el-Me’mun zamanında Bağdat’ta
kadılık yapmıştır. Özel, Ahmet, a.g.e., s.27.
[21] Ebu’l
–Hasen Ubeydullah b. Huseyn b. Dellâl el-Kerhi Büyük Hanefi
müçtehitlerindendir. Hicri 260 tarihinde Kerh’de doğmuş, 340 tarihinde
Bağdat’da vefat etmiştir. Özel, Ahmet, a.g.e.,s.32.
[22] Ebu’l Hasen
Burhanuddin Ali b. Ebû Bekr b. Abdulcelîl el-Fergani el- Merginani er-
Riştanî.Hicri 593 tarihlerinde yaşamış büyük Hanefi alimi ve müçtehit. Metinde
geçen el-Hidaye adlı fıkıh kitabını 13 senede te’lif etmiştir. Özel, Ahmet,
a.g.e.,s.57.
[23]
Hakimu’ş-Şehid Ebu’l-Fadl Muhammed b. Muhammed el-Mervezî el-Belhi, Büyük
Hanefi alimlerinden olup hicri 241-334 tarihleri arasında yaşamıştır.”el-Kâfi”
adlı eseri , İmam-ı Muhammed’in “Zahiru’r-Rivaye” diye anılan altı eserinden
derlenerek te’lif edilmiştir. Daha sonra bu kitap Serahsi tarafından otuz cilt
halinde şerh edilmiştir. Özel, Ahmet, a.g.e., s.32.
[24] Hanefi
fıkıh alimlerinden Hüseyin b. Muhammed es- Semenkani ( hicri 8. Asır.)
tarafından yazılmış fıkıh kitabıdır. Özel, Ahmet, a.g.e., s.76.
[25] Halebî,
İbrahim, Halebî Kebir, İstanbul 1925, s.56 vd.
[26] Hattabi,
a.g.e., c.2, s.305.
[27] Halebi
İbrahim, a.g.e.,s.57.
[28] Hattabi, a.g.e.,
c.2.,s.305, Burhanuddîn el-Merginanî, el- Hidâye, K.Tahâre, Kahire, 1938, c.1,
s.18.
[29] Mezhebin
kurucusu İmam Muhammed b. İdris eş-Şafii’dir. Hicrî 150 tarihinde Askalan’da
veya Şam beldelerinden Gazze’de doğmuş, 204 tarihinde Mısır’da vefat etmiştir.
Allah’ın rahmeti üzerine olsun.
[30] Ahmed
b.Hacer el- Heytemi, Tuhfetü’l-Muhtâc, y.t. yok, c.1, s.271.
[31] Mezhebin
kurucusu İmam Mâlik b. Enes’dir. Hicrî 93 tarihinde Medine-i Münevvere’de
doğmuş, 179 tarihinde yine Medine’de vefat etmiştir. Allah’ın rahmeti üzerine
olsun.
[32] Muhammed
el- Huraşî, ( el-Huraşî veya Haraşî ) alâ Muhtasarı Seydi Halîl, Dâr-ı Sâdır,
Beyrut, c.1, s.209, Haşiyetü’ş-Şeyh Ali el- Adevi
[33] İbn Rüşt,
Bidâyetü’l-Müctehit ve Nihayetü’l Muktesid, K. Tahâre, Kahire 1333, c.1,s.38.
[34]Bilmen, Ömer
Nasûhi, Büyük İslâm İlmihali, K. Kerâhe ve’l İstihsan, İstanbul 1990, s.435.
[35] Mezhebin
kurucusu İmam Ahmed. B. Muhammed b. Hanbelî’dir. Şeyban kabilesine mensubtur.
Aslen Mervez’lidir.Hicri 164 tarihinde Bağdat’da doğmuş, 241 tarihinde yine
Bağdat’da vefat etmiştir. Bilmen Ömer Nasûhi, İslâm İlmihali, s.35.
[36] İbn Kudame,
Muğnî, Mısır t.y.,c.1, s.144.
[37] Mezhebin
kurucusu Ebu Süleyman Davud b.Aliyyü’l Isfahânî’dir. Hicri 202 tarihinde
Kûfe’de doğmuş, 270 tarihinde Bağdat’da vefat etmiştir. Zahirilerin kavillerine,
hilâflarına mutlaka itibar olunur. Ebu Mansûri Bağdadî’nin kanaati böyledir.
Şafiilerce sahih görülen de budur. Bilâhare reyler, bu vecihle karargih
olmuştur. Eimme-i müteahhirin , Davudi Zahirî’nin mezhebini kitaplarında irad
etmişlerdir. Şeyh Ebu Hamid, Maverdî, Kadı Ebuttayyib gibi meşahir bu
cümledendir. Bilmen, Ömer Nasûhi, Hukuki İslamiyye Kamusu, c.1, s.348 vd.
[38] İbn Hazm,
el- Muhallâ, Beyrut 1984, K. Tahâre
[39] Fecr, 89
/1.
[40] Rahman, 55
/ 64.
[41] Bakara, 2 /
282.
[42] Tabiinin
büyüklerinden bir zattır. Medine-i Münevvere’deki “Fukaha-i Seb’a “ dandır.
Kendisine “Fakîhu’l- Fukaha” yani “fakihlerin fakihi” denilirdi. Hicrî 91
tarihinde vefat etmiştir.
[43] Rasûlüllah
efendimizin amcası Hz. Abbas’ın oğludur. Kendisine ilminin çokluğundan dolayı
bahr:deniz ve tefsire pek ziyade vukufundan dolayı “Tercümetü’l-Kur’an” ünvanı
verilmiştir. Hicrî 68 tarihinde Taif’de vefat etmiştir.
[44] Tabiinin
büyüklerindendir. Tefsir, hadis, fıkıh ilimlerinde mütehassıs olmuştur. Hicrî
95 tarihinde vefat etmiştir.
[45] İbn Hazm,
el- Muhallâ, Beyrut 1984, K. Tahâre, c.1, s.96.
[46] Kadîm ulema
ve fukahadandır. Hz. Aişe validemize mülâkî olmuştur. Hicri 96 tarihinde vefat
etmiştir.
[47] Sahih-i
Buhari, K. Hayz, 8.
[48] Hicr, 15/
9.
[49]Müslim,
Müsafirin, 139, Ebu Davud, Menasik, 45.
[50] Sahih-i
Buhari, K. Hayz, 8.
[51] Bakara, 2 /
163.
[52] Tirmizi, B.
Dua , 3705.
[53] Al-i İmran,
3 / 64.
[54] Sahih-i
Buhari, K. Hayz, 8.
[55] Müslim,
İmare,158, Ebu Davud, Cihad, 2502.
[56] Ebu Davud,
Cihad, 2504.
[57] Vakıa,56 /
77,78,79.
[58] Hakim
el-Müstedrek, tarih ve yer yok, K.Zekât, c.1, s.395 vd.
[59] Taberî,
Tefsir-u Taberi, Beyrut 310 h.,Vakıa suresinin tefsiri, c.11,s.660 vd.;
Kurtûbi, Tefsir-u Kurtûbi, Beyrut 1408 h.,Vakıa suresinin tefsiri, c.17, s.145.
[60] İbn Kesir,
Tefsir-i ibn. Kesir, Vakıa 79’un tefsiri.
[61] Kurtubî,
Tefsir-i Kurtubi, Vakıa 79’un tefsiri.
[62] İbn Kesir,
Tefsir-i İbn Kesir, Vakıa 79’un tefsiri.
[63]
Yalancılıkla itham edilmesi , aşırı yanılması, fazla gafleti veya açık
fasıklığı gibi bir nedenle zayıflığı hakkında icma edilen bir ravinin tek
başına rivayet ettiği hadistir. Hatiboğlu, Haydar, Sünen-i İbn Mace Tercemesi
ve Şerhi, İstanbul 1982, c.1, s.xxxvıı.
[64] İbn Rüşd,
a.g.e.,K. Tahâre, c.1,s. 32.
[65] Cemâluddin
Ebi Muhammed Abdullah b. Yusuf (v.562 h.), Nasbu’r-Raye, Kahire 1357 h.,
K.Zekât,c.2, s.340.
[66] Hakim, a.g.e.,
c.1, s.395.
[67] Merâsil:
Rasulûllah’ı (sallâllahu aleyhi ve sellem) görmeyen tabiinin sahabe ismi
zikretmeksizin “Rasulûllah şöyle buyurdu.” diyerek rivayet ettiği hadislerin
bulunduğu kitap.
[68] Abdullah b.
Yusuf, Cemaluddin Ebi Muhammed,a.g.e., c.2, s.340.
[69] Halebî,
İbrahim, a.g.e., c.1, s.58 vd.
[70]
MÜLTEKA........................
[71]
el-Merginani, Burhaneddin, el-Hidaye, K.Hayz, Kahire, 1356, c.1,s.18,
el-Mevsıli, Mahmud b. Mevdud, el-İhtiyar, K. Tahâre, İstanbul 1989, s.13.
[72] İbn Hümam,
Kemaluddin, a.g.e.,c.1,s.117.
[73] Halebi,
İbrahim, a.g.e.,c.1,s.58 vd.
[74] el-Kâsâni,
Ebu Bekr b. Mes’ud , Bedayiu’s-Sanai, Lübnan ts., c.1, s.37 vd.
[75] Halebi,
İbrahim, a.g.e.,c.1,s.58 vd.
[76] el-Kâsânî,
a.g.e.,c.1,s.37 vd.
[77]
Halebî,İbrahim,a.g.e.,c.1,s.58 vd.
[78] el-Kâsâni,
a.g.e., c.1, s.37.
[79] Halebî,
İbrahim, a.g.e.,c.1,s.58 vd.
[80] Hattabî,
a.g.e.,c.2,s.304.
[81]
el-Kâsânî,a.g.e., c.1, s.33 vd., Halebi, İbrahim, a.g.e.,s.58 vd.
[82] İbn Hümam,
a.g.e.,c.1,s.117.
[83] Halebi,
İbrahim, a.g.e., s.58 vd.
[84] el-Heytemî,
Ahmed b. Hacer, a.g.e., c.1, s.145.-153.
[85]el-Huraşî
veya Haraşî alâ Muhtasarı Seydi Halîl,Dar-ı Sâdır, Beyrut ts., c.1,
s.161.Hamişindeki kitap: Haşitetu’ş-Şeyh Ali el-Adevi; İbn Rüşd, a.g.e.,c.1,
s.42.
[86] el-Huraşi
alâ muhtasarı Seydi Halil,c.1,s.161.
[87] Abese,80/
11-16.
[88] Buruc,85/ 21-22.
[89] Tevbe,9/28.
[90] İbn Kudâme,
a.g.e.,c.1,s.147 vd.
[91]
İbn.Hazm,a.g.e.,s.97 vd.
[92] Al-i
İmran,3/ 64.
[93] Bu rivayet
zinciri içinde bulunan Yahya b. el-Alâ el-Beceli için Ahmed b. Hanbel
......”yalancıdır”, “hadis uydurur”; İbn Maîn, ...”güvenilir değildir”, Veki
de...”yalan söylerdi” ifadelerini kullanmışlardır. İbn Hazm’ın adı geçen
eserine Abdulgaffar Süleyman el-Bendarî tarafından yazılmış haşiye, c.1, s.98.
[94] İbn
Hazm,a.g.e.,c.1, s.97 vd.
[95] Tevbe,9 /
28.
[96] Sahih-i
Buharî, K.Gusl, B. 23, H.34.
[97] İbn Mace,
K. Tahâre, 271.
[98] İbn Rüşd,
a.g.e.,s.36-37; Emiroğlu, Tahsin, Esbab-ı Nuzül, Konya 1969, c.4, s.29.
[99] Tirmizî, K.
Tahâre, 79, 81.
[100]
Ebu Dâvud, K. Et’ıme, 11, Tirmizî, K. Et’ıme, 1908.
[101]
Müslim, K. İmâre, 94.
[102]
Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dîni Kur’an Dili, İstanbul ts.,c.3, s.375.
[103]
Vâkıa, 56/ 75-81.
[104]
En’am, 6/ 116.
[105]
Hacc, 22/ 78.
[106]
Hattabi, a.g.e., c.2, s.313. (Hanefi kitaplarında bu hükümle alâkalı bir delil
zikredilmemiştir.)
[107]
Nisa, 4/ 43.
[108]
Kelimenin Dicace şeklinde okunduğu Fethu’l Kadir’de belirtilmiştir.
[109]
Ebu Davud, Tahâre, 93, H.232.
[110]
Süleyman b. Ahmedi’l-Lahmi; Meşhur bir muhaddistir.260-360 tarihleri arasında
yaşamıştır. Irak, Hicaz, Yemen, Mısır gibi İslâm merkezlerinde 32 sene kadar
seyahat ederek birçok hadisi şerifi zabt etmiş “Mu’cem-i Kebîr”, “Mu’cem-i
Evsat”, “Mu’cem-i Sagir” de üç hadis kitabını te’life muvafık olmuştur. Ömer
Nasûhi Bilmen, Hukuki İslâmiyye Kamusu, İstanbul 1985, c.1, s.461.
[111]
İbn Huzeymete’n-Neysaburi, Şafii fukahasından muhaddis bir zattır. Hicri
223-311 tarihleri arasında yaşamıştır. Ö.N.Bilmen, Kamus, s.406.
[112]
Beyhaki Ahmed Ebu Bekr, Ebu’l Huseyn, Şafii fukahasının en büyüklerindendir.
Hadis ilminde de hakim Ebu Abdullah’ın kibârı ashabından idi. İmamu’l Harameyn
demiştir ki: Hiç bir Şafiu’l mezheb yoktur ki üzerinde İmam Şafii’nin minneti
olmasın. Beyhaki müstesna. Çünkü Şafii üzerinde onun minneti vardır. 382
tarihinde Beyhek’de doğmuş olan bu zat 458 senesinde vefat etmiştir. Allah’ın
rahmeti üzerine olsun. Ö.N.Bilmen, Kamus, c.1, s.340.
[113]
Hattabi, a.g.e., c.2, s.315, Halebi İbrahim, a.g.e., c.1., s.60-61.
[114]
İbn Mace, K. Tahâre, 645.
[115]
Mu’del: Senetten alettevali ( birbiri peşine ) bir veya daha fazla ravi sakıt
olan hadislere “mu’del hadis” denir. Zeynuddin Ahmed Abdillatifi’z-Zebîdi,
Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecridi Sarih Tercemesi (Ahmet Naim), Ankara 1984,
c.1, s. 149.
[116]
Sahih-i Buhari, K. Salât, B. 80, H. 111.
[117]
Sahih-i Buhari, K. Salât, B.80, h.112.
[118]
Sahih-i Buhari, K. Gusl, B.23, H.34.
[119]
Tirmizi Tercemesi, Osman Zeki Mollamehmetoğlu, K. Tahare, B.101, H.134.
[120]
Sahih-i Buhari, K. Salât, B. 56, H.84.
[121]
Sahih-i Buhari, K. Gusl, B.23, H.34.
[122]
Daremi, Vudu, 117’de ( ) şeklinde geçmektedir.
[123]
Yıldırım, Cemâl, Ahkâm Hadisleri, Konya 1986, c.1, s.374.
[124]
İbn. Kudame, Muğni, s.146.
[125]
Hattabi, a.g.e., c.2, s.313., Bilmen, Ö.N, İlmihal, s.87 vd.
[126]
Alâuddin el- Haskefi, Reddü’l – Muhtar alâ Durri’l-Muhtar, ( Haşiyetü İbn
Abidin ), t.y -y.y, c.1, s.213.
[127]
Hattabi, a.g.e. c.2, s.315. Bu hadis ile ilgili değerlendirme yukarıda
geçmişti.
[128]
Nisa, 4/43.
[129]el-
Heytemi, Ahmed b. Hacer, Tuhfetu’l Muhtac, K. Gusl, c.1, s. 268.
[130]
İbn Rüşd, a.g.e., c.1, s.38 ; Rivayeti Sehnun an Malik b. Enes, el-
Müdevvenetü’l Kübrâ, el Matbaatu’l- Hayriyye, 1324 h.,c.1, s,37.[ el-
Müdevvenetü’l Kübra, Sehnun’un rivayet ettiği İmam Malik’den sonra onun nassen
sabit reyleri ile fetvalarından istinbat yoluyla alınanların toplanılarak
yazıldığı bir eserdir. el- Müdevvene İmam Malik’in usûlü ve yolu üzere
yürüyen-talebelerinin ondan rivayet ettikleri ve onların anladıkları Maliki
mezhebinin bir suretidir. Kitap Maliki alimlerince hüsnü kabul görmüştür. (
Prof. Muhammed Ebu Zehra, İmam Malik, Ankara 1984, s.16 ) ]
[131]
Ebu Davud, K. Tahare B. 93, H.232. Hadisle ilgili değerlendirme daha önce
geçmişti.
[132]
İbn Kudame, Muğni, c.1, s.146.
[133]
el-Ceziri, Abdurrahman, Mezahibu’l-Erbaa, trc. Hasan Ege, İst.1991, K. Tahâre,
c.1, s.157.
[134]
Ebu Davud, K. Tahâre, B.93, H.232.
[135]
Nisa, 4 / 43.
[136]
Daremi, Vudu, 117.
[137]
İbn Kudame, Muğni, c.1, s.146.
[138]
Nisa, 4 / 43.
[139]
Sahih-i Buhari, K. Salât, B.57, H. 85.
[140]
Sahih-i Buhari, K. Salât, B.56, H. 84.
[141]
Bu görüş Hanbelilere aittir.
[142]
Bu görüş Şafii ve Hanbeli mezhebine aittir.
[143]
Hattabi, a.g.e.,c.2, s.315.
[144]
a.e, c.2.,s. 310 vd.
[145]
İbn Münzir, Lisanü’l Arab, Kamus ( Okyanus’un tercümesi )
[146]
Kâfirun 109 / 2.
[147]
Muhammed Ali es- Sabûni, Safvetü’t Tefasir, Cidde 1986, c.1, s.277, Bilmen,
Kur’an-ı Kerim Meali Alisi ve Tefsiri, İstanbul 1985, c.2, s.596.
[148]
Tevbe, 9/28
[149]
Sahih-i Buhari, K. Gusl, B.23, H.34.
[150]
Sahih-i Buhari, K.Salat, B. 56, 77, 78, H.84, 109, 110.
[151]
Haşr, 59 / 7
[152]
Maide, 5 / 101.
[153]
Dihlevi, Şah Veliyyullah, Hüccetullahi’l Bâliga, trc. Mehmet Erdoğan, İstanbul
1994, c.1, s.561-570
[154]
Tevbe, 9/ 76.
[155]
Sahih-i Buhari, B.80, H.151.
[156]
Sahih-i Buhari, B.80, H.151.
[157]
Nahl, 16/ 43.
[158]
ibn Hümam, Kemalüddin, Fethü’l Kadir Bulak, s.1356, K. Kada, c.5, s.417
[159]
Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuki İslamiye Kamusu, c.8, s.256.
[160]
Al-i İmran,3/103.