İSLÂM'DA DİNÎ VE ŞER'Î HÜKÜMLERİN KAYNAKLARI
İslâm'da, dinî hükümler, iki temel kaynağa dayanmaktadır:
1. Kitâb,
2. Sünnet..
İslâm'ın ortaya koyduğu bütün dinî ve şer'î hükümler, bu iki kaynaktan alınmıştır. Bu kaynaklardan başka hiçbir esastan ve kanundan, İslâmî bir hüküm alınmış değildir.
Bu iki temel kaynaktan ayrı, Kıyâs ve İcmâ' adında, iki şer'î delil daha vardır ki, bunlar asıl itibariyle müstakil kaynaklar değildir. Kitab ve Sünnete râcidirler. Şu halde İslâmî hükümlerin hepsi, Kitab ve Sünnetten çıkmıştır.
Şimdi bu kaynakları birer birer îzah edelim:
1. Kitab:
Kitabdan maksad, Kur'an-ı Kerîm'dir.
2. Sünnet:
Peygamberimizin söylediği sözlere ve yaptığı işlere Sünnet denir. Bu da üç kısma ayrılır:
a. Kavlî sünnet,
b. Fi'lî sünnet,
c. Takrirî sünnet..
Peygamberimizin sözlerine Kavlî Sünnet; işlerine Fi'lî Sünnet; Sahâbelerden birinin söylediği bir sözden, yahut işlediğini gördüğü bir işten, onu men'etmeyip susmalarına da Takrirî Sünnet denir.
Bunların hepsine birden Hadîs denebilirse de, bu tâbir, bilhâssa, Peygamberimizin sözleri (Kavlî Sünnet) için kullanılır.
Peygamberimizin sünneti, şer'î delil olan Kur'an'dan sonra mühim bir asıldır. Sünnet, Kur'an'daki dinî hükümlere bir açıklık ve tefsir getirdiği gibi, Kur'an'da olmayan yeni hükümler de koymuştur.
3. Kıyâs:
Kur'an ve Sünnet'e istinad eden şer'î ve dinî bir delildir.
Kıyâs, bir mes'ele hakkında Kitab ve Sünnette bulunan şer'î bir hükmü, aralarındaki illet ve sebeb benzerliğinden dolayı diğer bir mes'ele hakkında da vermektir.
Meselâ: Şarabın içilmesi haram olduğu, hem Kitab, hem de Sünnet ile sâbittir. Şarabın haram olma illeti sekr, yani, sarhoşluk vermesidir. O halde şarabın dışında sarhoşluk veren bütün alkollü maddelerin içilmesi de haram olmalıdır. Bu hüküm kıyâs yoluyla ortaya çıkmaktadır. Kıyâsı, ancak müctehid seviyesindeki din ve fıkıh âlimleri yapabilir.
4. İcmâ'-ı Ümmet:
Bir asırda bulunan İslâm müctehidlerinin bir mes'ele üzerinde ictihad yoluyla verdikleri hükümlerinde ittifak etmelerine "İcmâ'-ı Ümmet" denir.
Hakkında icma' olan bir mes'ele, şüphesiz ki en kuvvetli bir mes'eledir.
* İctihad Nedir?
İctihad, şer'î bir hükmü, şer'î delilinden çıkarmak için olanca ilmî kuvvetini sarfetmektir. İctihadı yapacak ilmî ehliyete sâhip olan kimseye müctehid denir.
İctihad yapabilmek için Kitabı, Sünneti, Kıyâs'ı, İcma'ı, bütün teferruatıyla ve incelikleriyle bilmek şarttır.
"Bir hâdisenin hükmü Kur'an ve Sünnette açıkça belirtilmemiş ise ictihâda gidilir. Yani, Kur'an ve Sünnet'in ışığı altında hükmünü çıkarmak için cehd ve gayret gösterilir. İctihad yüce dinimizin en büyük meziyyetlerinden biridir. İctihad sebebiyle hayat sahnesinde ortaya çıkan bütün hâdiselerin hükmü beyan edilir. Dînimizin her asrın bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir kabiliyete sahip olmasının sebeblerinden biri de budur." (Halil Günenç -Günümüz Mes'elelerine Fetvalar)

İBADETLER
"Ben insi ve cinni, ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım." (ez-Zâriyât, 56)
İBADET MÜKELLEFİYETİ VE ŞARTLARI
Teklif Nedir, Mükellef Kime Denir?
Teklif, lügatte, bir kimseye meşakkatli bir şey'i yapmasını emretmek, onu o şey'i işlemekle mükellef kılmak demektir.
Istılahta ise, İslâm dîninin insanlara Allah'ın emirlerini yapmalarını, yasaklarından da kaçınmalarını emretmesi mânasına gelir.
Allah'ın emir ve yasaklarını, dinî ibâdetleri yerine getirmekle vazifeli olan kimselerin herbirine "mükellef" denir.
İnsanların Allah'ın emir ve yasaklarına ve dinî ibâdetlere muhâtab oldukları yer olması sebebiyle, içinde yaşadığımız dünyaya da "dâr-ı teklif" yani, teklif yeri adı verilmiştir.
Mükellefiyet Ne Zaman Başlar?
Kişinin mükellefiyet altına girmesi ve dinî hükümlerden sorumlu tutulabilmesi için,
a. Müslüman,
b. âkıl,
c. Bâliğ olması şarttır.
Buna göre mükellefiyetin birinci şartı olarak kişinin Müslüman olması gerekmektedir. Müslüman olmayan kimseler, Allah'a ve Peygambere îman edip İslâm dînine girmedikçe, Allah'ın ibâdetle ilgili emir ve yasaklarına muhatap değildirler.
Mükellefiyetin ikinci şartı da, âkıl olmaktır. âkıl demek, ne yaptığını bilen, iyi ile kötüyü birbirinden ayırdedecek temyiz kabiliyetine sâhip olan kimse demektir.
Mükellefiyetin son şartı da, kişinin bâliğ olması, yani, bülûğa ermiş bulunmasıdır.
Bülûğa Ermek Ne Demektir?
Bülûğa ermek, çocukluktan çıkıp erginlik çağına girmek, cinsî duygu ve hisler kendisinde başlamış bulunmak demektir.
Bülûğ Çağı Ne Zamandır?
Bülûğ çağı, İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre kızlarda 9-15; erkeklerde 12-15 yaşları arası olarak belirlenmiştir. Yalnız İmam-ı A'zam Hazretleri, bülûğ çağının sonu olarak kızlarda 17; erkeklerde ise, 18 yaşını kabul eder.
Bülûğa Erildiği Nasıl Bilinir?
Kişinin bülûğa ermesi erkeklerde ihtilâm denilen cinsî boşalmanın olması; kızlarda ise hayız ve aybaşı adı verilen muayyen hâlin ortaya çıkması ile gerçekleşir.
Kaç Çeşit Bülûğ Vardır?
Ay hâli veya ihtilâmla bülûğa ermeye "tabiî bülûğ" denir. Tabiî bülûğ yoluyla rüşdüne eren kişi, bülûğa erdiği andan itibaren mükellefiyet altına girer. Bâzan olur ki, erkek ve kız, yaş olarak bülûğ çağına girdikleri halde, kendilerinde ihtilâm ve ay hâli görülmez (Böyle erkek çocuklara "mürâhik", kızlara da "mürâhika" denilir.)
Bu durumda mükellefiyetin başlangıcı olarak bülûğ çağının sonu kabûl edilen onbeş yaş esas alınır. Yani, onbeş yaşına basan kız veya erkek, henüz tabiî şekilde bülûğa ermemiş olsalar da, artık hükmen bülûğa ermiş sayılır ve teklif altına girerler. Bu şekilde bülûğa ermiş sayılmaya da, hükmî bülûğ denir.
MÜKELLEFLERİN YAPMALARI GEREKEN DİNÎ VAZİFELER
Mükelleflerin Yapmaları Gereken Dinî Vazifeler Nelerdir?
Mükellefiyet çağına giren her Müslümanın yapmak zorunda olduğu bâzı dinî vazifeler vardır ki, bunlara fıkıh ve ilmihal kitablarında "mükelleflerin yapacağı vazifeler" mânasına "Ef'âl-i Mükellefîn" denir. Bunlar 8'e ayrılır.
1. Farz,
2. Vâcib,
3. Sünnet,
4. Müstehab,
5. Mübâh,
6. Haram,
7. Mekrûh,
8. Müfsid.
Bu 8 fiilden ilk 5'i yapılması; 3'ü ise yapılmaması, yani, terki istenen vazifelerdir. Yapılması istenen fiillere "emir"; terki istenenlere de "nehiy" adı verilir.
Farz Nedir?
Farz, yapılması kat'î ve açık delillerle emredilen dinî iş ve vazifelerdir.
Abdest almak, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi..
Farz ikiye ayrılır:
Farz-ı Ayn: Yerine getirilmesi her Müslümana ayrı ayrı borç olan farzlardır.
Bunlar, bir Müslümanın yapmasıyla diğer Müslümanların üzerinden düşmez. Namaz, oruç gibi..
Gerek namaz ve gerekse oruç, istisnasız her Müslümanın yapmak zorunda olduğu, dinî birer vecibedir.
Farz-ı Kifâye: Yerine getirilmesi her Müslümana ayrı ayrı borç olmayan, Müslümanlardan bâzısının yapmasıyla diğerlerinden borçluluk hâli kalkan farzlardır. Bu gibi farzları, hiç kimsenin yapmaması hâlinde, bütün cem'iyet mes'ul ve günahkâr olur. Bir Müslümanın cenaze namazını kılmak gibi. Cenaze namazının bâzı Müslümanlar tarafından kılınması, diğer Müslümanlar üzerinden mükellefiyetin kalkması için yeterlidir. Ancak, hiç kimse kılmayacak olsa, bütün Müslümanlar mes'uliyet altına girmiş olurlar.
Farz-ı kifâyenin sevabı, sadece yapana aittir. Tamamen terkinden dolayı gelen günah ise, bütün Müslümanlarındır.
Farzın Hükmü Nedir?
Yapılırsa büyük sevab vardır. Özürsüz olarak terkedender, dünyada huzur bulamayıp iç sıkıntısından kurtulamadıkları gibi, âhirette de çetin azablara çarptırılırlar.
Farzın inkârı Müslümanı dinden çıkarır.
Vâcib Nedir?
Yapılması farz kadar açık bir şekilde istenilmemekle birlikte, kuvvetli delillerle sâbit olan iş ve vazifelere denir. Kurban kesmek vitir ve bayram namazı kılmak gibi.
Vâcib'in Hükmü Nedir?
Vâcibin hükmü de, farz gibidir. Yani, işlenmesi halinde sevab, terkinde ise azab vardır. Ancak îtikad bakımından vâcib, farz gibi değildir. Vâcibi inkâr eden dinden çıkmaz. Fakat dinde olan bir emri inkâr ettiği için bid'at işlemiş, büyük bir günaha girmiş olur.
Sünnet Nedir?
Resûl-i Ekrem'in (asm) farz ve vâcibden ayrı olarak bizzat yaptığı, "yapın" dediği veya yapılmasını hoş karşıladığı fiillerdir. Sünnetler "nâfile" adı altında toplanır.
Sünnetler ikiye ayrılır:
1 - Sünnet-i Müekkede,
2 - Sünnet-i gayr-ı müekkede.
Sünnet-i Müekkede:
Resûlüllah Efendimizin (asm) umumiyetle yapmaya devam edip pek az terketmiş oldukları sünnettir. Lügat mânası, kuvvetli sünnet demektir. Sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleri gibi. Ezan, ikâmet, cemaate devam gibi İslâm şeâirlerinden sayılan sünnetler de, sünnet-i müekkededir. Bunlara sünnet-i Hüdâ da denir.
Sünnet-i Gayr-i Müekkede:
Resûlüllah Efendimizin ibâdet maksadıyla bâzan işleyip bâzan da terkettikleri sünnettir. İkindi ile yatsının ilk sünneti gibi.
Resûlüllah'ın yeyip içme, giyinip kuşanma, oturup kalkma gibi günlük normal davranışları ve âdâb-ı muaşerete taallûk eden işleri de sünnet-i gayr-ı müekkedeye dahildir. Bunlara sünnet-i zevâid adı da verilmiştir.
Sünnetin de farz gibi ayn ve kifâye kısımları vardır. Meselâ, Ramazan'ın son on gününde i'tikâfa girmek, teravihi cemâatla kılmak, teravihi hatimle kılmak sünnet-i kifâyedir. Farz namazları cemaatla kılmak ise, sünnet-i ayn'dır.
Sünnete Uymanın Lüzum ve Faydaları Nelerdir?
Kur'ân-ı Kerîm'de mü'minler, Allah Resûlünün sünnetine uymaya teşvik edilerek şöyle buyrulur:
"Allah'ın Resûlünde sizin için kendisine uyulacak en güzel örnek ve nümûneler vardır." (el-Ahzâb, 21).
Diğer bir âyette ise:
"Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun, benim sünnetlerime tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin.." (âl-i İmran, 31) denilmiştir.
Demek ki, Allah'ı sevmenin alâmeti ve kendini Allah'a sevdirmenin yolu, Resûlünün sünnetine ittiba' etmekten geçmektedir. Çünkü Allah'ı gerçekten seven bir kişi, elbette Allah'ın sevdiği ve râzı olduğu zât'a benzemeye, onun hareketlerini kendisine örnek almaya çalışacaktır.
Sünnet'e uygun hareket etmenin pek çok uhrevî sevab ve nurları vardır. Sünnet-i seniyyenin mes'eleleri, hattâ en küçük edebleri bile, birer pusula gibi Müslümana, hayatın fırtına ve dağdağaları içinde nasıl hareket edeceğini bildirir ve ona en selâmetli ve emniyetli yolu gösterir. Ona şaşmaz ve değişmez değer ölçüleri kazandırır.
Kısacası, "Sünnet-i seniyye dünya ve âhiret saadetinin temel taşı ve kemâlât-ı insaniyenin mâdeni ve menba'ıdır."
Sünnetin bütününe birden uymak çok zordur. Ehass-ı havassa, yani en büyük velilere ve din büyüklerine bile zor nasib olan bir husustur. Ancak sünnetin hepsini bilfiil yapmaya herkesin gücü yetmemekle beraber, ona ittiba' niyet ve kasdında olmak, taraftarâne ve iltizamkârâne bir tavır takınmak, herkesin elinden gelir. Böylece insan, sünnetlere olan ittiba' niyet ve kasdı ve tarafgirliği sebebiyle, Allah Resûlünün şefâatinden mahrum kalmamış ve sünnetin feyzinden istifadeye uzak durmamış olur.
Şu halde şartların elverişsizliği sebebiyle yerine getiremediğimiz sünnetlere karşı içimizde ittiba' arzu ve niyetini, iştiyakını daima korumalıyız. İfa edebileceğimiz sünnetlere karşı da sebebsiz yere ihmale, tenbellik ve lâkayıtlığa düşmemeliyiz.
Sünnetin Hükmü Nedir?
Sünnet-i müekkedenin yapılmasında büyük sevablar vardır. Kasden veya tenbellikle terkedilmesinde Cehennem azâbı yoksa da, şefâatten mahrumiyet gibi büyük bir kayıp ve ziyan söz konusudur. Böyle kimseler Resûlüllah tarafından kınanıp levmedilmeye de müstehak olurlar. Bu sünnetlerin değiştirilmesi veya inkârı ise bid'attır, dalâlettir.
Sünnet-i gayr-ı müekkedenin yapılması da pek güzel ve sevablıdır. Yemek, içmek, giyinmek, v.s. gibi günlük fıtrî hareket ve muameleler, sünnete ittiba' yoluyla, ibadet hükmüne geçerler. İşlenmesi âdet olan fiiller, böylece hayatlanır, şefâate vesile hâline gelirler. İnsan ruhuna feyizler bahşederler. Çünkü, sünnetin en küçük bir edebine riâyet dahi, Allah Resûlünü hâtıra getirir, kalbe nûr ve huzur verir.
Bu ikinci kısım sünnetlerin terkinde, hiçbir günah olmadığı gibi, kınama ve azar (levm ve itab) da yoktur. Fakat yukarıda saydığımız büyük sevabları kaybetmek ve sünnetin nurundan ve hakiki edebden istifade edememek durumu vardır.
Sünneti terkeden hakiki görgü ve edebi de terketmiş olur ki, neticesi Rabbimizin lütuflarından mahrûmiyettir.
Sünnet-i Seniyyeye İttiba' İle İlgili Güzel Sözler ve Hadîs Meâlleri:
"Kim ümmetimin fesada gittiği zamanda benim sünnetime sarılır, hayatında tatbik ederse, o kimse yüz şehid sevabına nâil olur." Hadîs-i Şerîf meâli
"Cenâb-ı Hakk'a îman eden, elbette O'na itâat edecek.. Ve itâat yolları içinde en makbûlü ve en müstakîm ve en kısası, bilâ-şübhe, Habîbullah'ın göterdiği ve tâkib ettiği yoldur.." Lem'alar'dan
"Sünnet-i seniyye edebdir, hiçbir mes'elesi yoktur ki altında bir nur, bir edeb bulunmasın.." Lem'alar'dan
"Edebin enva'ını Cenâb-ı Hak Habîbinde cem'etmiştir. Onun sünnetini terkeden, edebi terkeder." Lem'alar'dan
"Kim sünnetimi ihyâ ederse beni sevmiş olur. Beni seven ise, Cennette benimle beraberdir." Hadîs-i Şerîf meâli
"Şübhesiz sözlerin en güzeli Allah'ın Kitabı (olan Kur'an)'dır. Yolların en hayırlısı Muhammed'in (asm) yoludur." Hadîs-i Şerîf meâli
"Size benden sonra iki şey bıraktım. Onlara sarıldıkça asla sapıklık ve dalâlete düşmezsiniz:
1 - Allah'ın Kitabı,
2 - Resûlünün Sünneti.." Hadîs-i Şerîf meâli
"Sünnet-i Seniyye'ye ittiba'ı kendine âdet edinen, âdâtını ibâdete çevirir. Bütün ömrünü semeredâr ve sevabdâr eder.." Lem'alar'dan
Mübâh Nedir?
Yapılmasında veya terkinde dinî yönden hiçbir mahzûru bulunmayan, yani, mükellefin yapıp yapmamakta tamamen serbest olduğu işlerdir. Oturmak, yemek, içmek, uyumak gibi..
Mübah olan bu gibi işlerin ne yapılmasında sevab vardır, ne de terkinde günah..
Ancak bu fiilleri işlerken, mü'min sünnet-i seniyyeyi düşünür, o niyetle hareket ederse o vakit sünnet sevabını kazanır.
Eşyada aslî vasıf, mübah ve helâl olmaktır. Mübahlığın ortadan kalkması için, o şey'in mübah olmadığına dair bir şer'î delil gerekir. Mübahlığı ortadan kaldırıcı bir delil olmadığı müddetçe, eşya mübahlığını korur.
Helâl ise, yapılması câiz görülen, işlenmesinde dinî yönden hiçbir mahzur bulunmayan şeydir. Helâlin her türlü şâibeden uzak, saf ve temiz olan kısmına "tayyib" denir.
Her tayyib şey helâl, fakat her helâl olan şey ise tayyib değildir.
Müstehab Nedir?
Lügatte, "sevilmiş şey" mânâsına gelir. Istılahta ise Resûlüllah Efendimizin (asm) arasıra yapmış oldukları şeydir. Kuşluk namazı gibi.
Peygamber Efendimiz (asm), müstehab denilen hususları sevip zaman zaman yapmışlar, Selef-i Sâlihîn de bunları seve seve işlemiş ve diğer ehl-i îmânı da yapmaya teşvik etmişlerdir.
Müstehaba, sünnet-i gayr-i müekkede hükmünü verenler olduğu gibi, mendub, nâfile, tatavvu', edeb ismini verenler de vardır.
Bilhassa güzel ve medhe lâyık bir haslet ve davranış olması sebebiyle, fıkıh kitablarında müstehab yerine edeb tabiri çok kullanılmıştır. Edeb'in çoğulu âdâb'dır.
Müstehab'ın Hükmü Nedir?
Müstehab'ın yapılmasında sevab vardır. Yapılmaması hâlinde ise, yalnızca bu sevabdan mahrumiyet söz konusudur.
Haram Nedir?
Yapılması, kullanılması, yenilip içilmesi dînimizce kat'î olarak yasak edilmiş şeylere denir. İçki içmek, kumar oynamak, zinâ etmek, adam öldürmek, gıybet ve iftirada bulunmak gibi..
Haram kılınan eşya veya fiil, kendisinde bulunan, hiç ayrılmayan bir zarar, kötülük ve pislik sebebiyle haram kılınmış ise, buna liaynihî (bizzat) haram denir. Domuz eti ve şarap gibi.
Kendi tabiat ve vasfından dolayı değil de elde etme şekli, kazanma yolu gibi dıştan bir sebeble haram kılınmış ise, buna da ligayrihî (bilvasıta) haram denir. Çalınmış ekmek, gasbedilmiş para gibi..
Haramın Hükmü Nedir?
Haramın terkinden dolayı büyük sevab vardır. İnsanı takvâ mertebesine çıkarır. İşlenmesi hâlinde ise, kalblerin kararıp vicdanların paslanması, îmanın zayıflaması, huzur ve neş'enin gitmesi, ibadetten zevk alma duygusunun yok olması gibi zarar ve kayıpların yanısıra, âhirette de çetin bir azab söz konusudur.
Haramlığı kesin olan bir şey'i helâl kabûl etmek, Allah korusun insanı îmandan çıkarır.
Mekrûh Nedir?
Mekrûh, lügatte, sevimsiz bulunan, nâhoş ve kerih görülen şey demektir. Istılahta ise, dînen yapılması çirkin ve kötü görülen işler mânasına gelir.
Abdest alırken ve gusül ederken suyu israf etmek, kısa kollu elbise ile veya başı açık namaz kılmak gibi hususlar mekruhlardandır.
Mekrûh iki kısma ayrılır:
1 - Tahrîmen Mekrûh: Harama yakın olan mekrûha denir. Abdest alırken suyu israf derecede harcamak gibi..
2 - Tenzîhen Mekrûh: Helâla yakın olan mekruhtur. Burnu sağ el ile temizlemek gibi..
Mekrûhun Hükmü Nedir?
Tahrîmen mekrûhun terkinde sevab vardır. İşlenmesinde ise, âhirette azâba uğrama ihtimali mevcuttur. Yani, harama yakın olan mekrûhu işleyen kimsenin âhirette hesaba çekilmesi ve azâba uğramasından korkulur. Bu, İmam-ı A'zam ile Ebû Yûsuf'a göredir. İmam-ı Muhammed ise, tahrîmen mekrûhu, aynen haram gibi telâkki eder. âhirette azab muhakkaktır, der.
Tenzîhen mekrûhun işlenmesi ise, azâbı gerektirmez. Fakat terki sevablıdır.
Mekruhları helâl telâkki etmek, hatâ olmakla beraber, insanı dinden çıkarmaz.
l Mekrûh kelimesi, fıkıh kitablarında tenzîhen veya tahrîmen kayıtları konmaksızın geçiyorsa, bununla tahrîmen mekruh kastediliyor demektir.
Müfsid Nedir?
Başlanmış bir ibâdeti bozan ve ibtâl eden şeydir. Müfsidin özürsüz, kasden yapılması günâhı mûcibdir. Hatâ ile, sehven meydana gelmesinde ise günah ve azab yoktur. Namaz içinde kendisini alamayıp gülmek gibi.
Sahîh Nedir?
Bütün şartlarına ve rükünlerine uyularak eksiksiz ifa edilen bir ibâdet veya muameledir. Meselâ: Farz ve vâciblerine riayet edilerek kılınan namaz sahihdir.
Câiz Nedir?
Yapılması dînen yasak olmayan şeydir. Bu kelime, bâzan sahih, bâzan da mübah yerine kullanılır.
Bâzı muameleler vardır ki, dünyevî hükümler bakımından sahih olduğu halde, uhrevî hükümler bakımından câiz olmaz. Cuma ezanı okunurken yapılan alış-veriş muamelesi gibi.. Böyle bir muamele dünyevî bakımdan sahihtir; fakat mânevî mes'uliyeti de gerektirdiği için, dînen câiz değildir.
Bâtıl Nedir?
Rükünlerine veya şartlarına tamamen veya kısmen uyulmayan herhangi bir ibâdet ve muameledir. Abdestsiz namaz kılmak gibi..
Bâtıl, sahîh'in zıddıdır.
OKUMA PARÇASI: HARAMDAN KAÇANI ALLAH KORUR
Timur İmparatorluğu hükümdarlarından Şahıruh (H. 779-850) zamanında, Nimetullah Efendi adında haramdan kaçınmaktaki titizliği ile meşhur, bir mâneviyat büyüğü yaşamıştır. Aşağıda zikredeceğimiz hâdise, onun bu husustaki şöhretinin ne kadar yerinde olduğunu ortaya koymaktadır.
Şahıruh, bir gün ziyaretine gelen Nimetullah Efendi'ye mânâlı bir ifade ile takılır.
"İşittiğime göre gönderilen hediyelerden yiyormuşsunuz. Halbuki hediyelerin içinde bâzılarının haram maldan kazanılmış şeyler olma ihtimali kuvvetlidir. Bu haramlardan nasıl yersiniz?" der.
Nimetullah Hazretleri şu cevabı verir:
"Bize helâl tarafı gelir, haram yemeyiz. Allah haramdan kaçan kulunu korur, ona haram yedirmez. Yeter ki o kul, haram yememek azminde olsun."
Şahıruh, Nimetullah Efendi'nin bu sözünün zayıflığını isbat etmek için adamlarına gizlice emir verir. Hemen koşarlar, şehrin dışında tek kuzusunu otlatan bir kadıncağız görürler. Dövme tehdidi ile korkuttukları kadıncağızın elinden, kuzusunu alıp saraya götürürler.
Kuzu orada hemen kesilir, güzelce kebab yapılır. Ziyafete haram yemeyen Nimetullah Efendi'yi de dâvet ederler.
Hazret, dâveti reddetmez, icâbet eder. Saraydakiler de az sonra mahcub olacağı düşüncesiyle neticeyi heyecanla beklerler.
Şahıruh, Nimetullah Efendi'yi sofraya buyur eder. Birlikte otururlar. Vezir, vükelâ hepsi de önlerindeki kuzu etinden iştiha ile yerler. Tabiî ki Nimetullah Efendi de aynı iştiha ile yer, hem de arada sırada Allah'ın helâl nimetine şükreder.
Yemekten kalkanlar ellerini yıkarlar, sedir üzerine oturup işin sonunu beklerken, Şahıruh tebessüm ederek konuşur:
"Hazret," der, "'Allah haramdan kaçan kullarını korur, haram yedirmez' diyordunuz. Bak işte, haramı bal gibi sen de yedin. Allah seni korumadı. Buna ne buyrulur?"
"Ben haram yemedim. Benim yediğim helâldı. Haramı siz yediniz."
"Nasıl olur? Senin yediğin bu kuzuyu adamlarımız kırda bir kadının elinden zorla aldılar. Gasben alınan bu kuzunun haram etinden sen de bizimle birlikte yedin. Bunun te'vil, tefsir tarafı yok ki?"
"Te'vil, tefsir değil, gerçeğin tâ kendisinden söz ediyorum. Bu kuzu benim için helâldı. Sizin için ise haram. İsterseniz, kuzuyu elinden zorla aldığınız kadını bulun ve sorun."
Şahıruh'un adamları koşarlar, kuzusunu elinden zorla aldıkları kadıncağızı bulurlar, ondan kuzuyu niçin otlattığını sorarlar.
Bir şeyden habersiz kadıncağız, aynen şu cevabı verir:
"Burada Nimetullah Efendi adında bir büyük zâtdan bahsediyorlardı. Kuzumu ona götürüyordum. Fakat sizler elimden aldınız. O zâtın hakkını yediniz. Haram yemiş oldunuz."
Haramdan kaçanı Allah'ın koruduğunu bu hâdise ile göstermiş olan Nimetullah Efendi, Şahıruh zamanında Kirman'da vefat etmiştir. Türbesi Mahan'dadır. Allah rahmet eylesin.
(Ahmed Şahin, Bir Oku Bin Düşün)
* * *
"HARAMDAN FAKİRE SADAKA OLMAZ"
Devrinin hükümdarı, Seyyid Ebûl-Vefâ Hazretlerini imtihan etmek istemişti. İhlâs ve velâyet derecesini anlamak istiyordu. Bunun için, helâl yoldan kazanılmış yüz dînârın içine, haram yoldan kazanılmış on dînâr koydu. O on dînârın üzerine, kendisinin anlayabileceği bir işâret bıraktı. Bunların hepsini bir kese içine koyarak, adamlarından birine verdi ve "Bunları Ebû'l-Vefâ'ya götür, talebelerine dağıtsın" dedi. Gönderdiği kimse, Ebû'l-Vefâ'nın huzûruna gelerek, halifenin dediğini söyledi. Ebû'l-Vefâ Hazretleri, "Keseyi çevir de mührü açılsın" buyurdu. O kimse söylenileni yaptı ve kesenin içindekileri bir tabağa boşalttı. Seyyid Ebû'l-Vefâ, "Şunları ayır. Şunları da, şunları da" diyerek, halifenin karıştırdığı haram yoldan kazanılmış olan on dinârı birer birer ayırdı. Helâl yoldan kazanılmış olan yüz dînârı alıp kabûl etti. On dînârı da bir keseye koydurarak, "Bu dînârlar, fakirlere nafaka olarak harcanamaz. Götür kendisi harcasın" diyerek, halifeye geri gönderdi. Halife, on dînârı eline alınca gördü ki, işâretlediği ve haram yoldan kazanılmış olan dînârlar idi. O zaman anladı ki, Tâc-ül-ârifîn Seyyid Ebû'l-Vefâ Hazretleri, Allahü Teâlâ'nın velî kullarındandır. Cenâb-ı Hak sevdiği kullarını haramdan korur.
* * *
HARAMDAN UZAK OLANIN DUASI MAKBÛLDÜR
Şöyle anlatılır: Evliyâ'nın büyüklerinden Ebû'l-Hasen-i Harkânî'nin talebeleri, memleketlerine izinli gidiyorlardı. Kendisinden duâ istediler. "Korkulu yerde 'Yâ Ebe'l-Hasen' deyiniz" dedi. Bir gece yolda eşkıyânın hücûmuna uğradılar. Bağırıp "Yâ Allah" dediler. Yalnız birisi: "Yâ Ebe'l-Hasen" dedi. Eşkıyâlar onu görmediler. Diğerlerinin hepsini soydular. Sabah olup onu selâmette görünce şaşırdılar. Sebebini sordular. O da: "Yâ Ebe'l-Hasen, dedim, kurtuldum" dedi. Hocalarına gelip: "Biz Allah deyip soyulduk. Bu ise, yâ Ebe'l-Hasen diyerek sana sığınıp kurtuldu" dediler. Bunun sırrını, sebebini bildirmesi için yalvardılar. O da: "Ağzınızdan haram girer, haram çıkar. Allahü Teâlâ'yı hakkıyla tanımazsınız. Sadece dilden Allah dersiniz. Böyle kimselerin duâları kabûl olmaz. Allahü Teâlâ, o arkadaşınızın sesini Ebû'l-Hasen'e duyurdu. Ebû'l-Hasen de, onu kurtarması için Allahü Teâlâ'ya yalvardı. Ebû'l-Hasen ise, haram yemez, haram içmez. Haram söz söylemez. Allah'a yalnız diliyle değil gönlüyle de bağlıdır. Bu bakımdan duâsı kabûl olup o kurtuldu" dedi.
* * *