ORUÇ
"Oruç sırf Benim rızâm için edilen bir ibâdettir. Onun mükâfatını da Ben
veririm.." Hadîs-i Kudsî
ORUÇ İBÂDETİ
Oruç Nedir?
Oruç, imsak vakti dediğimiz ferc-i sâdık (ikinci fecir) zamanından güneşin batışına
kadar geçen süre içinde hiçbir şey yememek, içmemek, cinsî muamelede bulunmamak
demektir.
Oruç, kelime olarak, Farsçadan Türkçeye girmiş bir isimdir. Kelimenin aslı "ruze"dir.
Türkçede "oruze" şeklinde kullanılırken, zamanla "oruç" hâlini
almıştır. Arapçadaki karşılığı savm ve siyâm kelimeleridir.
Oruç tutmaya imsâk de denir. İmsâk, nefsi, meylettiği şeylerden uzak tutmak, onları
yapmamak mânasındadır. İmsâkin mukabili iftar kelimesidir ki, oruç açmak, oruç
bozmak mânalarına gelir.
Orucun Hükmü:
Oruç tutmak, İslâm'ın dayandığı 5 temel esastan birisidir. Aynı zamanda, İslâm
şeâirlerinin de büyüklerindendir. Medine'de hicretten 1.5 yıl sonra, Şaban ayının
10. günü farz kılınmıştır. Farziyyeti, Kitab, Sünnet ve İcma' ile sâbittir.
Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır:
"Ey îman edenler! Sizden evvelki (ümmet)lere borç olarak yazıldığı (farz
kılındığı) gibi, sizin üzerinize de Oruç tutmak yazıldı (farz kılındı)."
(el-Bakare, 183).
Oruç da namaz gibi bedenî ibâdettir. Bu ibâdetin en başta gelen özelliği, insanları
kötülüklerden alıkoyması, nefsin azgın istek ve arzûlarını gemlemesidir. Hadîs-i
şerîf'te şöyle buyurulur:
"Oruç bir kalkandır (oruçluyu beşerî ihtiraslardan, kötülüklerden korur).
Oruçlu kimse, cahillik edip kötü söz söylemesin. Oruçlu, kendisiyle dövüşmek,
itişip dalaşmak isteyen kimseye, sadece 'ben oruçluyum' desin."
Orucun insanı kötü meyillerden koruması sebebiyledir ki, Resûlüllah Efendimiz
bekâr gençlere, şehevî hislerin baskısından kurtulmak için oruç tutmalarını tavsiye
etmiştir. Orucun şehevî duyguları teskîn ettiği, bugün ilmen de kabûl edilen bir
gerçektir.
Oruç ayı geldiği zaman cem'iyette suç işleme nisbetinde umumiyetle bir düşüş görülür.
kötülükler asgarî hadde iner. Buna mukabil hayır-hasenat çoğalır. Ferdler arasında
candan bir kaynaşma ve muhabbet hâsıl olur. Karşılıklı yardımlaşma, dayanışma
artar. Orucun bu içtimaî te'sirinin sebebini Resûlüllah Efendimiz şu hadîs-i şerîfleriyle
beyan buyurmuşlardır:
"Oruç ayı Ramazan geldiğinde, Cennet kapıları açılır, Cehennem kapıları kapanır
ve bütün şeytanlar da zincire vurulur."
Orucun Allah katındaki büyük değer ve kıymeti, bir hadîs-i kudsîde şöyle belirtilir:
"İnsanoğlunun işlediği her hayır ve ibâdet(te) kendisi için (bir haz ve menfaat
endişesi var)dır. Fakat oruç böyle değildir. Oruç sırf Benim rızam için edilen
bir ibâdettir. Onun mükâfatını da Ben veririm."
Diğer bir hadîs-i kudsîde ise şöyle buyurulur:
"Her iyiliğe karşı, 10 mislinden 700 misline kadar mükâfat vardır. Ancak
orucun mükâfatı bu ölçünün dışındadır. Çünkü o Benim içindir. Onun mükâfatını
ancak Ben veririm."
Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, her hayır ve ibâdet için 10 haseneden 700 haseneye
kadar belli bir sevab takdir edildiği halde, oruç için sevab miktarı hudutsuz
tutulmuştur. Onun mükâfatını takdir etmeyi de, Allah Teâlâ meleklerine bırakmayıp
kendi Zât-ı Akdesine saklamıştır. Bu yüzden mü'minler kıyâmet günü, tutmuş oldukları
oruca karşılık, hiç ummadıkları miktarda büyük sevablar ile karşılaşabileceklerdir.
Resûlüllah Efendimiz bu hususa şu şekilde işaret buyurmuşlardır:
"Oruçlunun iki sevinci vardır: Birisi, iftar vaktindeki (oruç açmak) sevinci;
diğeri, Rabbine kavuştuğu zamanki orucu(nun mükâfatı) ile sevincidir."
Oruç tutan kimselerin nâil oldukları yüksek fazilet ve şerefli mevkie bâzı hadîslerde
şu şekilde işâret buyurulur:
"Cennette Reyyan denilen bir kapı vardır. Bu kapıdan kıyâmet gününde (Cennete)
yalnız oruçlular girerler. Onlardan başka hiçbir kimse giremez. (Kıyâmet gününde)
"Oruçlular nerede?" diye nidâ edilir. Oruçlular kalkıp girerler. Oruçlular
girdikten sonra da kapı kapanır, artık hiç kimse o kapıdan içeri giremez."
"Allah'a yemin ederim ki, oruçlu ağzın açlık kokusu, Allah katında, misk
kokusundan daha hoş, temiz ve daha sevimlidir."
"Üç kimsenin duası reddolunmaz:
1 - İftar edinceye kadar oruçlunun,
2 - Adaletli devlet reisinin,
3 - Mazlumun."
OKUMA PARÇASI: ORUÇ VE SABIR
"Oruç sabrın yarısıdır. Sabır ise, îmanın yarısı.." (Hadîs meâli).
Oruç, Müslümanın sabır idmanıdır. Sabır ise ruhu temizleyen ve irâdeyi terbiye
edip nefse hâkimiyet kazandıran bir iç cehdidir. Orucun psikolojik ifadesi budur.
Ferd, irâdesine sâhip ve nefsine hâkim olma fazîletini sabırla elde eder. Sabır
ferdin metânetini arttırır ve ruhunu sabûr olan Allah'a yükseltir.
Sabır, insanî kemâl ve fazîletin başı olduğu gibi, her hayırlı muvaffakiyetin
de sırrıdır. Harbde sabreden kumandan kazanır. İlim ve san'at yolunda sabreden,
âlim ve san'atkâr olur. Ticârette, siyâsette, hulâsa, hayatın her sahasında muvaffakiyet,
sabrın mükâfatıdır. Deha böyle "uzun bir sabrın meyvesidir."
Sabır, insanda iki şekil alır: Biri, elem ve kedere tahammül, diğeri de arzû ve
iştihalara mukavemettir. Oruçta bu iki şeklin ikisi de mevcuttur. Körük ağzında
demir döven oruçlu bir mü'mini düşününüz. Bu kâmil insan, bir taraftan açlık ve
susuzluğun elemine sabrederek çekici ile kızgın demiri döverken, öbür taraftan
da arzû ve iştihalarına direnmek suretiyle hırçın nefsini dövüp terbiye etmektedir.
Bunun içindir ki sabır fazîleti, Kur'ân-ı Kerîm'in müteaddid âyetlerinde övülmüş
ve "Allah sabreden kullarıyla beraberdir" buyurulmuştur. Ayrıca Peygamber
Efendimiz de sabrı "îmanın yarısı" olmakla tavsif buyurmuşlardır. Sabra
götürdüğü ve bu fazîletin iktisabına en müessir bir vâsıta olduğu içindir ki,
oruç Müslümanlara farz kılınmıştır.
Sabretme fazîletiyle bezenmiş bir mü'minin, en kötü işler ve hâdiseler karşısında
bile ümidsizlenip nefsine hâkimiyeti sarsılmaz. Bu sebebdendir ki mü'minler arasında
intihar vak'ası görülmez. Çünkü intihara götüren başlıca sebeb, ümidsizlik, bezginlik,
kısaca, sabırsızlıktır. "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz"
emrine inkıyâd eden mü'mini ümidsizliğe ve bezginliğe düşürecek dünya hâdiselerinden
hiçbir hâdise yoktur. Mü'min en kötü hâdiseyi bile sabır silâhı ile karşılamağa
dâima hazırdır. Oruç sayesinde bu hususta kâfi derecede idmanlıdır.
Buna mukabil sabır fazîletinden mahrum olan bir kimseyi, ömrünün her ânında ya
hastalık veya ölüm tehlikesi beklemektedir. Böyle bir insanı aldığı âni bir âcı
haber, karşılaştığı kötü bir vaziyet birden yere serebilir.
Zamanımızda şeker, kalb ve tansiyon hastalıklarının alabildiğine arttığı malûmdur.
Bu artışın sebeblerinden biri ve hekimlerin dediğine bakılırsa en ehemmiyetlisi;
üzüntü, huzursuzluk, yâni, sabırsızlıktır. Her gün nâhoş vaziyetlerle karşılaşan
günümüz insanları sabır fazîletinden mahrum oldukları için, içlerini kemirmekte
ve çok sevdikleri hayatı kendilerine zehir edip hastalanmaktadırlar.
En yakın ve sevdiği bir kimsenin ölüm haberini alan bir mü'minin sabırlı ve cesaretli
bir edâ ile "Hepimiz Allah'ın inâyeti ile vâr olduk ve hepimiz dönüp Allah'a
gideceğiz" meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyarak sükûta varması ne ulvî bir
levhadır. Bir de bunun yanında feryâd edip saçını başını yolan münkirin perişan
hâlini düşünürseniz, sabrın insan hayatı için ehemmiyetini anlarsınız.
Her nimet gibi ahlâkî fazîletler de cehd ile ve eleme tahammül idmanıyla elde
edilir. Sabır fazîletinin idmanı da, İslâm'ın farz kıldığı oruçtur. (Ali Fuad
Başgil, Yeni İstiklâl - 1962, sayı: 60-62).
* * *
ORUCUN FAYDALARI
Ramazan orucunun, dünyevî ve uhrevî, ferdî ve içtimaî pek çok faydaları vardır.
Biz burada bu faydalardan sadece mühim birkaçına işaret edeceğiz:
Orucun, İlâhî Nimetlerin Şükrüne Bakan Faydası:
Cenâb-ı Hak, yeryüzünde insanların istifadesine sunmuş olduğu hesapsız nimetleri
için, fiyat ve karşılık olarak, onlardan sadece şükür istemektedir. Şükür ise,
bütün nimetleri Allah'tan bilmek, o nimetlere hakikî ihtiyacını hissedip kıymetini
tam takdir etmekle olur.
İşte Ramazan orucu, hakikî, hâlis, çok büyük ve umumî bir şükrün anahtarıdır.
Zira başka vakitler çok kişi, hakikî açlık duymadığı için, pek çok nimetlerin
kıymetini takdir edemez. O nimetlere ne derece ihtiyacı olduğunu hakkıyla hissedip
bilemez. Halbuki iftar vaktinde hakikî açlığın verdiği iştahla, kuru bir ekmeğin
bile ne kadar kıymetli bir nimet olduğu yakînen hissedilir. En zengininden en
fakîrine kadar her mü'min, nimetlere ihtiyacını hissedip değerini anlamakta mânen
bir nevi şükre mazhar olur.
Hem oruçlu herkes, yemeden içmeden uzak kalma mecburiyeti cihetiyle, nimetlerin
hakiki sâhip ve mâlikini de idrâk eder. Nimeti nimet bilir ve o nimeti vereni
düşünür. Bu cihetle de mânen bir nevi şükür vazifesini yerine getirmiş olur.
Orucun İçtimaî Hayata Bakan Faydası:
İnsanlar, maişet ve geçim yönünden aynı seviyede yaratılmamış; fakir, zengin,
orta halli gibi bâzı sınıflara ayrılmıştır. Cenâb-ı Hak, maişetteki bu farklılık
sebebiyle, zenginleri fakirlerin yardımına dâvet etmektedir. Tâ ki zenginle fakir
arasında büyük bir yaşayış farkı meydana gelmesin. Fakirler de zenginler gibi
insanca bir yaşayışa, zarurî ihtiyaçlarını te'min edebileceği normal bir hayat
seviyesine kavuşsun..
Cem'iyette sınıflar arasında gerçek bir yardımlaşma ve dayanışmanın te'sis edilmesi
büyük bir zarurettir. Aksi takdirde fakirlerde zengine karşı kin ve hased, zenginlerde
ise fakire karşı küçümseme ve hakkını gasbetme duyguları gelişir ki, bunun sonucu
olarak da toplumun huzur ve saadeti kaybolur, âsâyiş ve iç güvenliği tehlikeye
düşer. Demek ki huzurlu bir cem'iyet yapısına kavuşmak için, sınıflar arasındaki
uçurumların doldurulması, zenginle fakir arasında tam bir yardımlaşmanın temini
ve karşılıklı hürmet, merhamet ve sevgi bağlarının te'sisi şarttır.
Zenginlerin ve imkân sahiplerinin, fakir-fukaranın yardımına koşması ise, ancak
onların acınacak hallerini ve açlıklarını, imkânsızlıklarını yakînen bilmeleri,
bir nebze olsun yaşamaları ve hissetmeleri ile mümkündür. Bu da en iyi şekilde
oruçla gerçekleşir.
Orucun, Nefsin Terbiyesine Bakan Faydası:
İnsan nefsi, kendisini hür ve serbest ister, kendisine hiç karışanı olmadan, dilediği
tarzda hareket etmeyi fıtrî olarak arzular. Mahiyetindeki âcizlik ve zayıflığı,
kusur ve hatâları hiçbir vakit görmeye yanaşmaz. Hadsiz nimetlerle beslenip yaşatıldığını,
terbiye olunduğunu asla düşünmek istemez. Üstelik, servet ve iktidarı da varsa,
gaflet içinde, ilâhî nimetleri, gâsıbâne ve hırsızcasına hayvan gibi tutar. Âdeta
demirden bir vücudu, ölümsüz bir hayatı varmış, gibi bütün varlığıyla dünyaya
sarılır, birçok kötü ahlâk ve günahlar içinde yuvarlanıp gider.
İşte Ramazan-ı şerîf'te tutulan oruç, en zengininden en fakirine, en gafilinden
en mütemerridine kadar herkese, nefsinin gerçek mahiyetini gösterir. Hiç kimsenin
kendi nefsine mâlik olmadığını; Allah'ın izni ve emri olmadan hiçbir şey yapılamayacağını
hatırlatır. Oruç sayesinde nefsin ne derece zayıf ve âciz olduğu, demirden sanılan
vücudun ise, ne kadar çürük ve dayanıksız bulunduğu bütün çıplaklığıyla ortaya
çıkar. Nefsinin gerçek mahiyetini bu şekilde görüp idrâk eden insan, artık başıboşluğu,
serseriliği, nefsine itimat ve gururu bir tarafa bırakarak hakikî vazifesi olan
şükür ve kulluk görevini omuzlarına yüklenip; kötü ahlâktan, günah ve sefahetlerden
vazgeçer.
Orucun, Nefsin Fir'avunluk Damarını Kırmasına Bakan Faydası:
İnsandaki nefs-i emmâre, Rabbini tanımak, O'nun emirlerine boyun eğmek istemez.
Fir'avn gibi, bizzat kendisi rablık ve ilâhlık dâvasında bulunur. Nefsin bu damarını
açlıktan başka hiçbir şekilde kırmak mümkün değildir.
İşte Ramazan orucu, doğrudan doğruya nefsin fir'avunluk cephesine darbe vurup
kırar; ona za'fını ve fakrını hissettirerek Allah'ın âciz bir kulu olduğunu bildirir.
Rivayete göre, Cenâb-ı Hak nefse:
- Ben kimim, sen kimsin? diye sormuş. Nefis de:
- Ben benim, sen sensin! diye cevab vermiş. Bunun üzerine Allah ona azab vermiş,
Cehenneme atmış, sonra yine sormuş:
- Ben kimim, sen kimsin?
Nefsin cevabı aynı olmuş:
- Ben benim, sen sensin!
Hangi azâbı verdiyse, nefis gurur ve enaniyetinden vazgeçmemiş. Nihayet uzun süre
aç bırakarak bir nevi oruç tutturmuş, sonra tekrar sormuş:
- Ben kimim, sen kimsin?
Nefis bu sefer şu cevabı vermiş:
- Sen benim Rabb-i Rahîmimsin, bense senin âciz bir kulun..
Orucun, Kur'ân-ı Kerîm'in Nüzûlüne Bakan Faydası:
Oruç ayı olan Ramazan ayı, Kur'ân-ı Hakîmin Resûl-i Ekrem'e (asm) indirilmeye
başlandığı mübarek bir aydır. İlâhî vahyin ilk lemeân etmeye, hidâyet nurlarını
saçmaya başladığı böyle ulvi ve yüce bir aya, insanların ne çok hürmet etmeleri
gerektiği ve bu İlâhî hâtırayı kalb ve gönüllerinde devamlı olarak yaşatmalarının
ne derece zaruret olduğu apaçık ortadadır.
İşte, oruç ibâdetinin bu ayda farz kılınmasının bir hikmeti de budur.
Oruç ibâdeti, Kur'ân'ın ruhu ve dâvetiyle, hedef ve gayesiyle ve indirilmesindeki
İlâhî hikmetle son derece mütenasibdir. Kur'an bizatihî hidâyet ve nurdur. İnsanları
takvâ ve merhamete, adâlet ve eşitliğe, iyi muamele ve muaşerete, doğruluğa, ihlâsa,
nefsin hile ve desiselerinden temizlenmeye teşvik eder. Oruç ve onun hikmeti de
böyledir. Çünkü oruç da insanları doğruluğa, ihlâsa, iyiliğe, nefis terbiyesine,
merhamete yöneltir. Nefsi sabra, güçlük ve meşakkatlere katlanmaya, karşılaşılacak
her türlü zorlukları yenmek ve engelleri aşmak için gereken dikkat ve metanete
sevk eder.
Kısacası, oruç, Kur'an ayı olan Ramazan ayına en lâyık bir ibâdettir ve Kur'ân-ı
Kerîm'in nüzûlünün sene-i devriyesini tes'îd ve ihyâ mahiyetinde büyük bir mânevî
festivaldir.
Orucun, İnsanın Uhrevî Kazancına Bakan Faydası:
İnsanoğlu bu dünyaya, âhireti için ziraat ve ticaret etmeye gelmiştir. Oruç ayı
olan Ramazan-ı Şerîf ise, insanın bu uhrevî ticaret ve ziraati için en bereketli
bir zamandır. Çünkü Ramazan-ı şerîf'te işlenen amellerin sevabı bire bindir. Kur'ân-ı
Hakîm'in herbir harfinin sevabı, hadîslerin bildirdiğine göre, on hasene iken,
Ramazan-ı şerîf'te herbir harfin sevabı on değil bin ve Âyete'l-Kürsî gibi bâzı
âyetlerin herbir harfi binler ve Ramazan-ı şerîfin Cumalarında daha fazla olur.
Ve Kadir gecesinde de 30 bine kadar çıkar. Bu bakımdan Ramazan-ı şerîf, âhiret
ticareti için, çok kârlı bir pazar; uhrevî hâsılat için gayet bereketli bir zemindir.
Cenâb-ı Hakkın Rububiyet saltanatına karşı, beşerî ubudiyetin resmî geçiş yaptığı
parlak ve kudsî bir bayram hükmündedir.
Gerçekten de Ramazan-ı şerîf, bu fâni dünyada, fâni ömür içinde, kısa bir hayatta,
bâkî bir ömür ve uzun bir hayatı kazanmaya en büyük vesiledir.
İşte böyle kudsî bir bayram veya kârlı bir pazarda, insanın oruç tutmak suretiyle
yemek, içmek gibi süflî meşguliyetlerini, nefsin heves ve zevklerini muvakkaten
terk etmesi ne derece lüzumlu, fıtrî, tam yerinde bir vazife olduğunu artık siz
düşününüz..
Orucun Beden Sağlığına Bakan Faydaları:
Orucun beden sağlığına yaptığı müsbet te'sir ve faydaları şöylece sıralayabiliriz:
* Oruç, sıhhatın anahtarıdır. Bir yıl çeşitli yemeklerle ve içilen meşrubatla
yorulan, yıpranan sindirim organlarımıza dinlenme, toparlanma, güç ve kuvvet kazanma
imkânları hazırlar. Devamlı çalışan bir makinanın muayyen zamanlarda nasıl bakıma
ihtiyacı var ise, bunun gibi yorulan sindirim organlarımızın da hiç olmazsa senede
bir ay dinlenmeye ve bakıma ihtiyacı vardır. Bunu da en iyi şekilde oruç ibâdeti
yapmaktadır.
* Oruç vücudun açlığa, susuzluğa karşı mukavemetini de arttırır. İnsana dayanıklılık
ve tahammül gücü kazandırır.
* Oruç ömrü de uzatır. Çünkü o, sıhhatın devamını ve gençlik çağının uzamasını
te'min edebilir. Uzun yaşayan bir hasta, tıp nazarında uzun ömürlü sayılmaz. Uzun
ömür, vücûdun dinç ve sağlam kalması demektir.
Oruç, aynı zamanda, çalışan kimseler için sıhhat ve rahatlık kaynağıdır. Çünkü
orucun verdiği hafiflik ve rahatlık sâyesinde iç organlarımız yediğimiz günlere
nisbetle çok daha rahat çalışırlar. Bu rahat çalışma, bütün bedenimizde bir hafiflik
ve zindelik meydana getirir. Ramazan günlerinde kendimizi kuş gibi hafif hissedişimizin
sebebi, orucun verdiği bu zindeliktir.
Oruçlu olan kimse, günde iki defa yemek yer: Birisi iftarda, diğeri de sahurda.
Bugün modern tıbbın öngördüğü yaşama tarzında da yemek öğünü ikidir. Çünkü ikiden
fazla yemek öğünleri, hem bedenimize zarar vermekte, hem de zaman kaybına sebeb
olmaktadır. Öğle yemeği te'siriyle vücudumuz kuvvetini ve canlılığını kaybeder,
tenbelleşip uyuşur. Böyle bir bedenle işe başladığımızda randıman yarı yarıya
düşecektir. Halbuki mide boş iken, beden daima hafif kalır. Çalışmasına aynı âhenkle
devam eder.
Aslında, iftar ve sahurda aşırı yemek, mideyi tıkabasa doldurmak da doğru değildir.
Çünkü o takdirde beden ve ruha dinlenme, rahatlama imkânı, vücut fabrikasına yıllık
bakım ve tamir fırsatı verilmemiş, oruçtan beklenen netice ve fayda da te'min
edilememiş olur.
Orucun vücut sağlığı açısından taşıdığı önemi Peygamberimiz hadîs-i şerîflerinde
şu şekilde beyan buyurmuşlardır:
"Oruç tutun! Vücudunuz sağlam (ve sıhhatli) olsun."
"Her şey'in bir zekâtı vardır. Vücudun zekâtı da oruçtur."
Yani, zekâtı vermek, nasıl malı ve malın pisliğini giderip temizliyorsa, oruç
da vücudu temizleyip vücuttaki zehirleri, fazlalıkları bertaraf eder; insanı hastalıklardan
kurtarır.
Orucun Ruh Sağlığına Bakan Faydaları:
Orucun, insanın ruh sağlığına ve mânevî hayatına verdiği bâzı faydaları şöylece
sıralayabiliriz:
* Oruç, insan için maddî bir perhiz olduğu kadar mânevî bir perhizdir de.. Çünkü
insan nefsi, yeme, içme konusunda dilediği şekilde hareket ettikçe, kişinin beden
sağlığına zarar verdiği gibi helâl-haram demeyip rastgelen şey'e saldırmak ve
bulduğunu yutmakla da mânevî hayatını zehirler, ruh sağlığını tehlikeye düşürür.
Artık kalb ve ruhun emrettiklerini yapmak, gösterdiği yolda gitmek, o nefse zor
gelir. İnsanı kendi istediği, canının çektiği istikamete doğru sürükleyip götürmeye
başlar.
İşte Ramazan-ı şerîf'te oruç vasıtasıyla, nefis, bir nevi perhiz ve riyazete alışır
ve emir dinlemeyi öğrenir. İlâhî emre boyun eğerek helâl işleri bile terk ettiğinden,
haramlardan çekinmek hususunda da tam bir meleke ve kabiliyet kazanır. Böylelikle
bedenî olduğu kadar mânevî ve ruhî sıhhat ve âfiyete de kavuşur.
* İnsan midesi, vücuttaki bütün duygu ve cihazlarla alâkalı bir şekilde yaratılmıştır.
Âdeta mide büyük bir fabrika, vücuttaki bütün duygu ve cihazlar da o fabrikanın
hademesi, işçisi, yardımcısı hükmündedir. Bu mide fabrikası, bütün sene boyunca
hiç tatil ettirilmeden çalıştırılırsa, nefis, mideye yardımcı durumunda olan bütün
duygu ve cihazları, devamlı mide ile meşgul ettirir; onların kendilerine mahsus
ibâdetlerini ve ulvî vazifelerini insana unutturur. İnsanoğlu sanki dünyaya sadece
yiyip içmek için gelmiş gibi, kalbi, ruhu, aklı, fikri ve sair bütün duyguları
ile midenin ihtiyacını te'min, rızkını bulmak için seferber olur. Bütün duygularıyla
midesini düşünür hâle gelmesi ise, insanı mânen alçaltır, hayvancasına bir hayatın
sâhibi kılar.
İşte Ramazan-ı şerîf orucuyla, her müslüman, bu dünyadaki vazifesinin, sırf mideyi
beslemek onun ihtiyaçlarını te'min etmek olmadığını anlar. Her bir duygu ve cihazını,
kendine mahsus ibâdet ve ulvî vazifelerinde istihdam eder. Bu sebeble, Ramazan-ı
şerîf'te mü'minler, derecelerine göre, ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevî sevinçlere
mazhar olurlar. Kalb ve ruh, akıl ve sır gibi lâtifeler, o mübarek ayda oruç vasıtasıyla
çok terakki ve tefeyyüzde bulunur. Midenin ağlamasına bedel, sair duygular mâsumâne
gülerler..
* * *
ORUCUN KISIMLARI
Oruç altı kısma ayrılır: Farz, Vâcib, Sünnet, Mendub, Nâfile ve Mekrûh.. Şimdi
bunları sırası ile görelim:
1. Farz Oruç: Ramazan ayı orucunun edâsı da, kazâsı da farzdır.
2. Vâcib Oruç: Nâfile olarak tutulan, sonradan bozulan orucun kazâsı vâcibdir.
Nezir oruçları da vâcib oruçlardandır. Meselâ, "Şu iş şöyle olursa şu kadar
gün oruç tutacağım" diye oruç tutmaya söz vermiş bir adamın, dileği gerçekleştiği
zaman, bu oruçları tutması vâcib olur.
3. Sünnet Oruç: Muharrem ayının 9 ve 10'uncu veya 10 ve 11'inci günleri oruç tutmak
sünnettir. Bu oruca Aşûra Orucu denir. Hadîs-i şerîf'te: Aşûra orucunun geçmiş
yılın günahlarına keffâret olacağı belirtilmiştir. Bu oruç, aşûra günü olan Muharrem'in
10'uncu gününe, öncesinden veya sonrasından bir gün ilâve ile birlikte tutulmalıdır.
Çünkü sadece Muharrem'in 10'uncu günü oruç tutmak mekruhtur.
4. Mendub Oruç: Her kamerî ayın 13, 14 ve 15'inci günü tutulan oruçlar menduptur.
Bu günlere eyyâm-ı bîz denir. Her haftanın Perşembe ve Pazartesi günleri ve Ramazan'ı
tâkib eden Şevval ayında 6 gün oruç tutmak da menduptur.
Resûl-i Ekrem'e (asm) Pazartesi günü oruç tutmak hakkında sorulunca, "Bu,
benim doğduğum, Peygamber olarak gönderildiğim ve bana Kur'an indirilen gündür"
buyurmuştur. Şevval ayında tutulan 6 gün orucu hakkında ise, "Kim Ramazan
orucunu tutar da sonra ona Şevval'den 6 gün katarsa, bütün seneyi (sevabca) oruçlu
geçirmiş gibi olur" demiştir..
Dâvut Aleyhisselâm'ın yaptığı gibi, bir gün oruç tutup bir gün iftar etmek de
menduptur. Bu tarz tutulan oruca Savm-ı Dâvud denir. Resûlüllah Efendimiz:
"Allah indinde en makbûl oruç, kardeşim Dâvud'un orucudur. Bir gün yer, bir
gün tutardı" buyurarak ümmetini bu şekilde oruç tutmaya teşvik etmiştir.
Şa'ban ayı, oruç tutmak bakımından, en sevablı ve faziletli aylardan biridir.
Resûlüllah Efendimiz, hiçbir ayda, Şa'ban ayındaki kadar çok oruç tutmamıştır.
Sebebi kendisine sorulunca şöyle izah etmişlerdir:
"Bu ay, Receb ile Ramazan ayı arasında insanların kendisinden gafil oldukları
bir aydır. Halbuki o, içerisinde amellerin Rabbü'l-Âlemîn'e arz olunduğu bir aydır.
Binaenaleyh, ben, amelimin, oruçlu olduğum halde Allah'a arz olunmasını dilerim."
5. Mekruh Oruç: Mekruh olan oruçlar ikiye ayrılır: Tenzîhen mekruh oruçlar, tahrîmen
mekruh oruçlar..
Muharrem ayının sadece 10'uncu günü veya ilkbaharın başlangıcı olan Nevrûz günü
yahut da Mehrican denilen sonbahar günü oruç tutmak tenzihen mekruhtur. Yalnız
Cuma günü oruç tutmak da tenzihen mekruhtur. Cuma günü oruç tutmaktan nehyin sebebi,
o günün bir nevi bayram günü olmasıdır. Hadîs-i şerîf'te, Cuma gününün yeme, içme
ve zikir günü olduğu belirtilmiştir.
Yalnız Cumartesi günü oruç tutmak da tenzîhen mekruh sayılmıştır.
Ramazan bayramının birinci günü ile Kurban bayramının dört gününde oruç tutmak
ise tahrîmen mekruhtur. Bugünlerde oruç tutmayı haram sayan da vardır. Bu sebeble,
bunlara haram oruç da denebilir. Bugünleri, Cenâb-ı Hak kulları için bayram ilân
etmiştir. Nimetlerinden yenilip içilerek Allah'a bol bol şükredilecektir. Bugünleri
oruçlu geçirmek ise, Allah'ın nimetlerinden ve ziyafetinden yüz çevirmek mânasına
gelir ki, bu sebeble bu oruçlar haram veya harama yakın mekruh sayılmıştır.
Ara vermeden yani, akşam iftar etmeden 2-3 gün peş-peşe oruç tutmak (ki buna savm-ı
visâl denir) mekruhtur. Savm-ı visâl Resûlüllah Efendimiz hakkında câizdi. Zor
ve meşakkatli olduğu için, ümmeti hakkında câiz olmamıştır.
Bayram günleri de dahil bütün sene boyunca aralıksız her gün oruç tutmak da mekruhtur.
Buna savm-ı dehr denir. Bayram günleri oruç tutulmayıp iftar edildiği takdirde
ise, bütün sene oruç tutmakta bir beis yoktur.
Kocasının rızası ve izni olmadan kadının nâfile oruç tutması da mekruhtur. Kocası
dilerse, bu orucu bozdurabilir.
Ücret mukabilinde çalışan bir işçi veya hizmetçi, ancak yaptığı işe ve hizmete
zarar vermemek kaydıyla nafile oruç tutabilir. Eğer tutulan oruç, yapılan işi
aksatacaksa o takdirde ücreti ödeyen patron veya işverenden izin almak şarttır.
Patron izin verirse nafile oruç tutar, vermezse tutmaz.
6. Nâfile Oruç: Yukarıda sayılan vakitler dışında, kerahet olmayan günlerde oruç
tutmak ise nâfiledir. Nafilenin mânası, farz ve vâcibden ayrı olarak, hiçbir dinî
mükellefiyet olmaksızın, sırf fazilet ve sevab için yapılan ibâdet demektir.
* * *
ORUCUN ŞARTLARI
Ramazan Orucu Kimlere Farzdır?
Bülûğa ermiş, aklı başında kadın ve erkek her müslümana, Ramazanda oruç tutmak
bir kulluk borcudur ve farz-ı ayndır. Bülûğa ermemiş çocukların oruç tutması ise
farz olmamakla beraber onları da namaz gibi, küçük yaşlardan itibaren yavaş yavaş
oruç tutmaya alıştırmak, oruca heveslendirmek lâzımdır.
Yolcu ve hasta olanlara da oruç farzdır. Ancak Ramazanda tutmaları mecburî değildir.
Çünkü Ramazan orucunun Ramazan içinde edâsının farz olması için, sıhhat ve ikâmet
şarttır. Yolcularla hasta olanlara şeriatın izin ve ruhsatı vardır. Dilerlerse
oruçlarını Ramazanda tutarlar, dilerlerse yolcular yolculuktan evlerine döndüklerinde,
hastalar da iyi olduklarında gününe gün kazâ ederler.
Orucun Sıhhat Şartları Nelerdir?
Tutulan oruçların sahih olabilmesi için de iki şart vardır: 1. Niyet, 2. Kadınlar
için hayız ve nifastan temizlik.
Niyet edilmeden tutulan oruçlar dînen muteber sayılmaz. Orucun sahih olabilmesi
için niyet şarttır.
Nifas hâlindeki kadınlar (lohusalar) ile âdet gören kadınlar da bu halde iken
ne namaz kılabilir, ne de oruç tutabilirler. Fakat bu halden kurtulduktan sonra,
tutamadıkları oruçlarını gününe gün kazâ ederler. Namazlarını ise kazâ etmezler.
Çünkü hayız - nifâs hâlinde kılınmayan namazların kazâsında meşakkat ve zorluk
olduğundan Cenâb-ı Hak, lûtfuyla, kadınları bu borçtan afvetmiştir.
Oruç Tutma Vakti Ne Zamandır?
Orucun vakti, imsâk vakti dediğimiz fecr-i sâdık zamanından, akşam güneşin batışına
kadar olan müddettir.
Orucun başlama ve bitme zamanı hakkında şübhe ile zannın hükümleri ayrıdır. Şöyle
ki:
* Fecrin (imsâk vaktinin) başlayıp başlamadığında şübheye düşen kimse için, yiyip
içmeyi terk etmek efdaldir. Bununla beraber yiyip içecek olsa, orucu sahihtir.
Ancak sonradan, fecirden sonra da yiyip içtiği kesinlikle anlaşılırsa, orucu bozulmuş
olur. Gününe gün kazâ etmesi gerekir.
* Oruçlu kimsenin, güneşin battığı hususunda şübhe içinde iken iftar etmesi helâl
olmaz. İftar edip de sonradan işin gerçeği anlaşılmazsa, üzerine sadece kazâ lâzım
gelir. Fakat güneşin batmasından evvel iftar ettiği sonradan kesin şekilde meydana
çıkarsa, keffâret de lâzım gelir.
* Güneşin battığı zannıyla iftar eden kimse ise, sonradan güneş batmadan evvel
iftar ettiğinin farkına varırsa, üzerine sadece kazâ lâzım gelir.
Demek ki imsâk vaktinin girip girmediğini iyice kestiremeyen kimse için, yeme
içmeyi terkederek bir an evvel oruca başlamak ve güneşin battığını tam kestiremeyen
kimse için de, hemen orucu bozmamak ihtiyat îcabıdır.
* * *
ORUÇTA NİYET
Oruçta Niyetin Hükmü Nedir?
İbâdet niyet ile olacağı için oruç ibâdetinde de niyet şarttır. Niyet, asıl insanın
kalbindedir. Yarın oruç tutacağını bilmek ve içinden geçirmektir. Dil ile söylemek
ise, şart olmamakla beraber sünnettir. Gece sahura kalkmak da niyet yerine geçer.
Oruca Ne Zaman Niyet Etmelidir?
Ramazan orucuna, zamanı belirlenmiş adak orucuna ve nâfile oruçlara; akşamdan
itibaren ertesi günü kuşluk vaktine kadar niyet edilebilir.
Ramazan orucunun kazası ile vakti belirtilmemiş adak orucuna, nâfile olarak başlanıp
bozulmuş oruçların kazâsına ve keffâret oruçlarına niyet ise, akşamdan itibaren
imsâk vaktine kadar yapılır. Bu vakitten sonra yapılan niyetle bu oruçlar sahih
olmaz.
Şâfiîlere göre, nâfile oruç için, güneş batana kadar niyet câizdir. Yeter ki niyete
kadar orucu bozucu birşey yapılmasın.
* Bir kimse geceleyin herhangi bir oruç için niyet ettiği halde, imsâk vaktinden
önce bu niyetinden dönse, bu dönme sahihtir.
* Ramazan-ı şerîfin her günü için ayrı niyet lâzımdır. Çünkü araya geceler girmekte
ve her günün orucu, ayrı bir ibâdet sayılmaktadır.
* Bir kazâ orucuna güneşin doğuşundan sonra niyet edilse, o oruç kazâ yerine geçmez,
nâfile oruç tutulmuş olur. Kazâ oruçlarına mutlaka imsâk vaktinden önce niyet
edilmesi şarttır.
* Bir kadın, henüz hayız hâlinde iken geceden oruca niyet etse, imsâk vaktinden
evvel de hayız hâlinden çıksa, niyeti sahih olur, oruç tutması gerekir.
* * *
ORUCU BOZMANIN CEZASI: KAZA ve KEFFARET
Oruç, niyet edip tutmaya başlamakla mükellef üzerine borç olmuştur. Bu sebeble,
meşrû' bir mâzeret olmadıkça başlanmış orucu bozmak günahtır. Ayrıca bozulan orucun
sonradan gününe gün kazâ edilmesi de lâzımdır. Farz olan Ramazan orucunu kasden
bozmakta ise kazâ ile birlikte fazladan bir de keffaret denilen iki kamerî ay
(yaklaşık 60 gün) aralıksız oruç tutmak cezası vardır.
Kazâ ve Keffâret Nedir?
Kazâ: Hiç tutulmayan veya tutulmaya başlanıp da bozulan bir orucu sonradan günü
gününe tutmaktır.
Keffâret ise: Kasden bozduğu bir günlük Ramazan orucu yerine, ceza olarak iki
ay birbiri ardınca oruç tutmaktır. Bu cezayı, yaşlılık, zayıflık ve hastalıktan
dolayı yerine getiremeyen kimse, 60 fakiri sabah ve akşam olarak iki öğün doyurur.
Doyurmak; yedirmek suretiyle olacağı gibi, yemek parasını fakirin eline vermekle
de olur. 60 fakir yerine bir fakiri, 60 gün doyurmak da câizdir.
Oruç tutmaya bedenî gücü yetmediği gibi fakiri doyurmaya da mâli gücü kâfi gelmeyen
bir kimseden ise, keffaret cezası kalkar. Artık onun yapacağı şey, Allah'tan af
ve mağfiret dilemektir.
Keffaret Orucu Tutanların Dikkat Edecekleri Hususlar Nelerdir?
* Üzerinde keffaret borcu olan bir adam, bu 2 aylık orucu, hiç ara vermeden peşpeşe
tutmak zorundadır. Binaenaleyh, araya, Ramazan ayı veya kendisinde oruç tutmanın
haram olduğu günlerin girmemesi lâzımdır. Aksi takdirde keffaret orucunu tutmaya
yeniden başlamak gerekir.
* Yolculuk, Ramazan orucunun edâsını te'hire sebeb olmakla beraber; keffaret orucu
tutmakta olan kimse, yolculukta da bu orucu devam ettirmek zorundadır.
* Hayız, nifas hâline giren kadının keffareti bozulmaz. Bu günleri geçirdikten
sonra, keffaret orucunu kaldığı yerden tutmaya devam eder.
* Keffaret; orucu tutmamanın değil, tutulan orucu kasden bozmanın cezasıdır. Bu
bakımdan, Ramazan-ı şerîf'te oruç tutmaya hiç niyet etmiyen bir kimse, tutmadığı
bu oruçları sonradan sadece kazâ eder. Kendisine ayrıca keffaret gerekmez.
Orucu Bozup Hem Kazâ Hem de Keffareti Gerektiren Haller Nelerdir?
Aşağıda sayılacak hususlardan herhangi birini mecbur kalmadan, zorlanmadan, unutma
durumu olmadan isteyerek işleyen bir kimse için hem kazâ, hem de keffaret lâzım
gelir:
1 - Cinsî münasebette bulunmak.
2 - Yemek, içmek veya ilâç yutmak.
3 - Ağzına ihtiyarsız giren yağmur, dolu ve kar suyunu isteyerek yutmak.
4 - Tütün içmek, tütün veya benzeri bir tütsü maddesini yakıp dumanını içine çekmek.
5 - Enfiye çekmek.
6 - İçyağı, pastırma veya çiğ et yemek.
7 - Susam tanesi kadar bir şey'i ağzına alıp yutmak veya çiğneyerek yemek.
8 - Azıcık tuz yemek. (Çok tuz yemek ise, sadece kazâyı gerektirir.)
9 - Zevcesinin veya sevdiği bir kimsenin tükrüğünü, ağız suyunu yutmak.
Bu saydığımız şeylerde, bedenin tedâvisi veya tegaddîsi (gıdalanması ve beslenmesi)
veyahut telezzüzü (zevk ve lezzet alması) vardır. Bu sebeble kazâ ile beraber
keffâreti de gerektirir.
Keffareti Düşüren Şeyler Nelerdir?
Bile bile oruç bozduktan sonra, aynı gün hayız ve nifas gibi oruç yemeyi mübah
kılan bir durum ortaya çıkarsa, keffaret düşer. Sadece kazâ borcu kalır. Oruç
tutmaya mâni bir hastalığın zuhuru hâlinde de, hüküm aynıdır.
Orucu bozduktan sonra, kendi isteğiyle veya mecburen seyahate çıkmak, yahut da
kendini zorla hasta etmek, keffareti düşürmez.
Orucu Bozup Yalnız Kazâyı Gerektiren Haller Nelerdir?
1 - Çiğ pirinç yemek.
2 - Sade un veya sade hamur yemek. (Hamurun içinde yağ ve şeker katılmışsa keffaret
de gerekir.)
3 - Bir anda çok miktarda tuz yemek. (Az miktarda tuz yemek ise, keffareti de
gerektirir.)
4 - Taş, toprak, çakıl taşı, demir, bakır, altın gümüş gibi madenleri yutmak.
5 - Zeytin veya kiraz çekirdeği yemek. Kayısı çekirdeğinin içi yenirse, keffaret
de gerekir.
6 - Ayva gibi olgunlaşmadan yenmeyen bir meyveyi, ham iken, tuzlamadan ve pişirmeden
yemek. (Olmuş, pişmiş, tuzlanmış olursa keffaret de gerekir.)
7 - Henüz içi olmamış yeşil cevizi yemek. Veya bademi, fındığı ve kuru fıstığı
kabuğuyla birlikte çiğnemeden yutmak.
8 - Arka yola fitil koymak, ilâç akıtmak.
9 - Burna ilâç çekmek.
10 - Kulağın içine yağ damlatmak.
11 - Boğaza huni ile bir şey akıtmak.
12 - Karında veya başta bulunan herhangi bir yaraya sürülen ilâcın vücuttan içeri
nüfuz etmesi.
13 - Boğaza kaçan yağmur, kar veya doluyu istemeyerek yutmak.
14 - Abdest alırken boğazına veya burna su çekerken genzine hatâ ile suyun kaçması.
15 - İsteyerek boğazına veya burnuna duman çekmek. Sigara, anber gibi lezzet ve
keyif verici bir duman olursa, keffaret de gerekir.
16 - Başkasının zorlaması sebebiyle oruç bozmak.
17 - Uyurken boğazına birisi tarafından su dökülmek.
18 - Unutarak yiyip içtikten sonra, orucum bozuldu zannıyla bilerek yiyip içmek.
19 - Dişleri arasında kalan nohut tanesi kadar şey'i yemek.
20 - Kendi isteğiyle dışarı kusmak. Bu kusma ağız dolusundan az da olsa orucu
bozar.
21 - Ağız dolusu kendiliğinden gelen veya isteyerek getirilen kusmuğu mideye çevirmek.
22 - Sahur vakti geçtiği halde, geçmedi zannıyla sahur yemek.
23 - Güneş battı, iftar oldu zannıyla oruç bozmak.
24 - Ramazan orucundan başka bir orucu bozmak. İsterse kasden olsun..
25 - Hanımını öpmek, okşamak, sarılma, v.s. sebebiyle erkekten ve kadından meninin
gelmesi. Şehvetlenip sadece mezinin gelmesi ile oruç bozumaz.
26 - Ramazan orucunu tutmaya niyet etmeden gündüz yeyip içmek de sadece kazâyı
gerektirir. Keffaret icab etmez. Çünkü keffaret oruç tutmamanın değil, tutulan
orucu bozmanın cezasıdır.
27 - Başkasının tükürüğünü veya ağzından çıkan lokmasını yutmak veyahut kendisinin
ağzından çıkarıp dışarda biraz beklettiği lokmasını yemek.. İnsan tabiatı bu gibi
hallerden iğreneceği için, sadece kazâ gerekir: Ancak insanın, sevdiklerinin tükrüğünü
yutması keffareti de icab ettirir. Çünkü insan bundan lezzet alır.
28 - Ön veya arka yolların içine parmakla veya başka bir vasıta ile, su yahut
yağ gibi bir yaşlığın iletilmesi. Bu bakımdan oruçlunun istinca yaparken dikkatli
olması, elindeki yaşlığı ön ve arka mahallerin içine değdirmemesi şarttır.
29 - El ile meni getirmek (istimna' - mastürbasyon).
30 - Kan yutmak. Çoğunluğunu tükrük teşkil eden ağızdaki az kanı yutmak orucu
bozmaz.
Orucu Bozmayan Şeyler Nelerdir?
1 - Unutarak yemek içmek ve cinsî münasebette bulunmak, unutarak yapılan bu işler
orucu bozmaz. Ancak oruçlu olduğunu hatırladığı anda, bu işleri yapmaktan geri
durmalıdır.
* Birinin unutarak yiyip içtiğini görürsek ne yapmalıyız?
Eğer yeyip içen adam, güçsüz, zayıf ve ihtiyar birisi ise, hatırlatmamak daha
iyidir. Zira bu, Allah'ın, o kimseye, güçsüzlüğüne merhameten orucunu unutturmak
suretiyle ikram ettiği bir rızıktır. Unutarak yeyip içen kimse güçlü, kuvvetli
biri ise, hemen hatırlatılmalıdır.
2 - Uyurken ihtilâm olmak.
3 - Hanımını öpmek, elle tutmak, okşamak.. Bu durumda meni gelmedikçe oruç bozulmaz.
4 - Kadına el sürmeden sadece bakmak, veya şehevî konuları düşünmek sebebiyle
tahrik olup meninin gelmesi.
5 - Geceden cünüp olan kimsenin, yıkanmayı sahurdan sonraya, oruçlu vaktine bırakması.
6 - Ağza gelen balgamı yutmak.
7 - Kafasından burnun içine gelen akıntıyı çekip yutmak.
8 - Denize, yahut başka bir suya dalınca, kulağına su kaçmak.
9 - Kendi isteğiyle olmayarak boğazına sigara dumanı gibi keyif verici bir duman
girmek.
10 - Boğazına toz veya sinek kaçmak. Gözyaşı veya yüz teri ağıza girecek olsa,
eğer bir-iki damla kadarsa orucu bozmaz. Ancak tuzluluğu bütün ağız içinde hissedilecek
kadar çok olup oruç hatırda iken yutulursa orucu bozar.
11 - Sahurdan dişleri arasında kalmış nohut tanesinden küçük şeyleri yutmak..
Nohut tanesinden büyük olursa, orucu bozar.
12 - Hariçten susam veya buğday tanesi kadar bir şey'i ağzına alıp yavaş yavaş
ve tadı boğazına varmayacak şekilde çiğneyip yoketmek.
13 - Kendiliğinden gelen kusuntu, yine kendiliğinden geriye gitse, ağız dolusu
bile olsa orucu bozmaz. Kusma isteğiyle ağıza getirilen az miktardaki kusmuk ise,
kendiliğinden içeri gitse, orucu bozmaz. Fakat miktarı ağız dolusu ise, orucu
bozar.
14 - Kan aldırmak.
15 - Göze sürme çekmek.
16 - Ön ve arka yola kuru olarak sokulan parmak da orucu bozmaz. Ancak parmak
yağlı ve ıslak olursa oruç bozulur.
17 - Derideki gözeneklerden (mesamattan) içeri giren şeyler orucu bozmaz. Buna
binaen vücuda sürülen yağ veya yıkanılıp soğukluğu içeri nüfuz eden su, orucu
bozmaz. Çünkü bunlar mesamat yoluyla içeri girerler.
18 - Baş veya karındaki bir yaraya konulan ilâç, vücuttan içeri girmedikçe oruç
bozulmaz.
Aşı ve İğneler Orucu Bozar mı?
İnsan vücudunda gıdalanmaya esas olan kanal ve yollar iki kısımdır:
a. Burun, kulak, ön ve arka yollar gibi tabiî ve aslî kanallar. Bunların herhangi
bir yerinden vücudun iç kısmına geçecek olan maddeler ittifakla orucu bozarlar.
İç kısma ulaşmıyanlar ise, orucu bozmazlar.
b. İkinci kısım yollar ise, sonradan meydana gelen ârızî kanal ve yollardır. Vücuddaki
bir kesik, yara, v.s. gibi. Bu yollardan içeri geçiş kesinlik kazandığı takdirde
orucun bozulacağında yine ittifak vardır. Ancak iç kısma geçiş şüpheli durumlarda,
İmameyn orucun bozulmadığı hükmünü vermiş, İmam-ı A'zam ise oruç bozulur demiştir.
Görüldüğü gibi İmam-ı A'zam ile iki talebesi arasındaki ihtilâf esasta değil,
keyfiyet üzerindedir. Yani içe nüfuz kat'iyet kazandığı zaman, onlara göre de
oruç bozulmuş olmaktadır.
Bir de iğne, mermi, ok gibi bir şey'in vücuda saplanıp vücudun içinde kaybolma
durumu vardır ki, bu durumda da oruç bozulur. Ancak vücuda saplanan bu maddelerin
bir kısmı vücud dışında kalırsa oruç bozulmaz.
Bu genel kaideler ışığında iğne ve aşıları incelediğimizde şu durum ortaya çıkmaktadır:
Çiçek aşısı gibi deri üzerinden yapılan aşı ve ilâçlamalar, orucu bozmaz. Çünkü
deri vücudun dış kısmını teşkil eder.
Bunun dışında kalan iğne ve aşılar, genel olarak damardan, kaba etten ve deri
altından yapılmaktadır. Her üç halde de ilâç verilmeksizin vücudun derinliğine
batırılan iğnenin bir tarafı dışta kaldığı için, yalnız batırmakla oruç bozulmaz.
Ancak içeri ilâç, su gibi maddeler enjekte edilirse oruç bozulur. Çünkü bu maddeler
vücud içinde kararlaşıp yerleşir.
Damardan verilen ilâçlar ise, doğrudan doğruya kana intikal eder. Oradan organlara
dağılır. Kaba et ve deri altındaki ilâçlar da yine içeriye nüfuz etmiş sayılır.
Bu itibarla vücuda ilâç zerketmek için yapılan aşı ve iğneler, orucu bozarlar.
Ancak keffaret icab etmez. Yalnızca kaza kâfi gelir.
Önemli hastalığı olanlar, zaten oruçlarını bozabilirler. Bunlara oruçlu halde
yapılan iğne ile oruçları bozulur. Sağlık durumları düzeldiğinde oruçlarını kazâ
ederler.
Bu gibi kimselerin mümkünse iğneyi geciktirerek geceleyin yaptırmaları daha iyidir.
Vücuda dışardan kan vermek, ilâç vermek gibidir. Orucu bozar. Fakat kan aldırmak
orucu bozmaz.
19 - Abdestte ağza su verip geri boşalttıktan sonra, arta kalan yaşlığın tükrük
ile beraber yutulması orucu bozmaz.
20 - Dişlerin arasından çıkan kan, az olup tükrük içinde kaybolmakta ise, bu kanın
yutulması oruca zarar vermez. Ancak kan tükrüğe galebe çalacak çoğunlukta ise,
bunu yutmakla oruç bozulur.
Oruçluya Mekrûh Olup Olmayan Şeyler Nelerdir?
1 - Oruçlu kimse için su ile ıslatılmış misvak ve fırça kullanmak, İmam Ebû Yûsuf'a
göre mekruhtur. İmam-ı A'zam ile İmam-ı Muhammed'e göre ise oruçlunun su ile ıslatılmış
misvak veya fırça kullanmasında hiç bir kerahet yoktur.
Oruçlu iken diş macunu sürülmüş fırça kullanmakta ise, mutlak mânada kerahet vardır.
Sakınılması icabeder.
2 - Oruçlu kimsenin, bir şey'in tadına bakması mekruhtur. Ancak kocası çok titiz
ve huysuz olan kadınlar boğazlarına kaçırmamak şartıyla pişirdikleri yemeğin tadına,
tuzuna bakabilirler.
Oruçlu kimse, satın alacağı bal, yağ gibi bir şeyde aldatılmaktan korkuyorsa,
boğazına kaçırmamak şartıyla, bunları tatmasında bir beis yoktur.
3 - Oruçlu kimsenin abdest alırken ağzına, burnuna su almakta mübalâğa göstermesi,
ağzını su ile doldurup bu suyu ağzında fazla tutması da mekruhtur.
4 - Sakız çiğnemek. Sakız çiğnemenin sadece mekruh olup orucu bozmaması için,
şu şartların bulunması gerekir.
a. Ağız yaşlığıyla, sakızdan mideye tatlılık v.s. gibi bir şey'in gitmemesi.
b. Sakızın önceden çiğnenmiş beyaz sakız olması.
c. Sakızın ağızda eriyip dağılır cinsten olmaması..
Bu şartları taşımayan sakızlar, orucu bozarlar.
5 - Oruçlunun kan aldırması, oruçluyu orucunu tutamayacak kadar zayıf düşürecekse
mekruhtur. Böyle bir durum söz konusu değilse câiz olur.
6 - Ramazan-ı şerîf'te serinlemek maksadı ile ağza burna su almak veya soğuk suyla
yıkanmak, İmam-ı A'zam'a göre mekruhtur. Ebû Yûsuf'a göre bunda hiçbir kerâhet
yoktur.
7 - Nefsine güvenemeyen kimsenin hanımını öpüp okşaması da mekruhtur. Zira meni
gelerek orucun bozulma ihtimali vardır. Fâhiş olmamak ve kendinden emin bulunmak
şartı ile, hanımını öpüp kucaklamakta kerâhet yoktur.
8 - Karı ile kocanın çıplak halde birbirlerine sarılmaları, nefislerinden emîn
bile olsalar, mekruhtur. Buna fâhiş mübâşeret denir.
9 - Erkeğin hanımının dudaklarını emmesi de mekruhtur.
10 - Tükrüğünü ağzında biriktirip yutmak. Bu da orucun mekruhlarındandır.
* Oruçlu kimselerin gül ve misk gibi bir şey'i koklaması mekruh değildir.
* Oruca niyetli kimsenin cünüp olarak imsâk vaktine girmesi orucuna zarar vermez.
Fakat geceden yıkanmak mümkün olduğu takdirde yıkanmadan sabahlamak kerâhetten
tamamıyla uzak da değildir.
Orucun Âdâbı (Müstehabları) Nelerdir?
Orucun belli başlı edebleri şunlardır:
1 - Sahura kalkmak.
Resûl-i Ekrem (asm) bir hadîs-i şerîflerinde: "Sahur yemeğini yeyiniz. Zira
sahur yemeğinde bereket vardır" buyurmuştur.
Diğer bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyurulmaktadır:
"Bizim orucumuzla ehl-i kitabın orucu arasındaki ayırıcı fark, sahur yemeği
yemektir."
Sahur yemeği oruç için insana kuvvet verir. Böylece oruç tutmak daha kolay hâle
gelir.
2 - Sahuru geç yemek, iftarı ise acele yapmak, yani, güneş batar batmaz hemen
orucu açmak.
Hadîs-i şerîf'te, "İnsanlar iftar etmeyi acele yaptıkları ve sahuru da geciktirdikleri
müddetçe daima hayır ile yaşarlar" buyurulmuştur. Bir hadîs-i kudsîde de,
"Kullarımın en sevimlisi, iftar yapmakta son derece acele davranandır"
buyurulmaktadır.
* Resûlüllah Efendimiz iftar etmedikçe akşam namazını kılmazlardı. Önce bir-iki
hurma tanesi yiyerek veya bir yudum su içerek iftar ederler, sonra namaz kılarlar,
asıl yemeği de namazı kıldıktan sonra yerlerdi.
* İftarda acele edilmesinin sebebi, Yahudi ve Hıristiyanların, iftarı, yıldızlar
görününceye kadar te'hir etmeleridir. Onlara benzememek için, iftarda acele davranılması
müstehab olmuştur.
* Namazdan önce, iftarı açmak için yenilen lokma veya içilen suyun, mideyi uyarıcı
ve asıl yemeğe hazırlayıcı bir rolü olduğu da söylenir.
* Sahurun ne zamana kadar geciktirilebileceği hakkında Zeyd bin Sâbit'ten gelen
şu rivâyet, bize bir ölçü vermektedir.
"Biz Resûlüllah ile beraber sahur yemeği yedik. Sonra sabah namazına kalktık.
(Enes sordu):
- Sahur ile sabah namazı arasında ne kadar zaman vardı?
- 50 âyet okuyacak kadar."
Bu süre, ortalama bir okuyuşla 5-10 dakika eder. Bir abdest alacak kadar zamandır.
Bâzıları el-Hâkka, diğer bâzıları da Mürselât sûresini misâl verirler. Hâkka sûresi
52, Mürselât sûresi ise 50 âyettir.
3 - İftarı açarken şu duâyı yapmalıdır:
"Allahümme leke sümtü ve bike âmentü ve aleyke tevekkeltü ve alâ rizkıke
eftartü."
Meâli: "Ey Allahım, Senin için oruç tuttum. Ve Sana îman ettim. Ve Sana dayanıp
güvendim, tevekkül ettim. Ve verdiğin rızıkla da (şu anda) orucumu açtım."
4 - İftarı hurma gibi tatlı bir yiyecekle, yoksa su ile açmak.
5 - Orucun mühim bir âdâbı da, mide gibi, bütün duygulara da bir nevi oruç tutturmaktır.
İnsanda mideden başka, göz, kulak, kalb, hayâl, fikir gibi pek çok duygu ve cihazlar
vardır. İnsan oruçlu iken, bütün bu duygularını mâlâyânilikten ve haramlardan
çekerek, herbirini kendine mahsus ubudiyet ve kulluk vazifesine sevk etmelidir.
Meselâ, dilini yalandan, gıybetten, galiz ve çirkin sözlerden uzak tutmak ve onu
Kur'an tilâveti, zikir, tesbih, salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek.
Gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men'edip gözünü
ibrete ve kulağını hak söz ve Kur'an dinlemeye sarf etmek.
İşte bunlar gibi sair duygu ve cihazlara da bir nevi oruç tutturmak mümkündür.
Oruçtan beklenen kemal ve fazilet de ancak bu şekilde tahakkuk eder.
Resûlüllah Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
"Kim ki yalan söylemeyi ve yalanla amel etmeyi bırakmazsa, Cenâb-ı Hak o
kimsenin yeme ve içmeyi terk etmesine hiç kıymet vermez, iltifat etmez."
Diğer bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyrulur:
"Beş şey orucu bozar (yani sevabını ve faziletini giderir) : Yalan konuşmak,
gıybet etmek, kovuculuk (arada lâf götürüp getirme), yalan yere yemîn etmek ve
harama şehvetle bakmak."
Görüldüğü gibi hadîs-i şerîflerde, Allah katında makbûl bir oruç için, mide gibi
sair âzalara da oruç tutturulması lüzumu üzerinde durulmaktadır. İbn-i Hacer,
"Tam ve kâmil olan oruç; bütün günahlardan ve Allah'ın yasakladığı şeylerden
uzak durmaktır" der.
6 - İftar ve sahurda aşırı derecede yememek, mideyi tıka-basa doldurmamak da orucun
edeblerindendir. Çünkü oruçtan bir maksad da, beden ve ruhumuza dinlenme, rahatlama,
vücut fabrikamıza baştan sona yıllık bir temizlik ve bakım fırsatı vermektir.
Akşama kadar yemeyip de ezanı duyar duymaz bütün hız ve hışmıyla sofraya kapanmak,
sofrada tıka-basa yemek, edebe aykırıdır. Hattâ beden sağlığı açısından da zararlıdır.
Çünkü sindirim organlarımız, bu hücum ve baskın karşısında son derece zorlanır,
ıztıraba düşer.
Şu halde sahurda ve iftarda mal kaçırır gibi sofradakileri mideye doldurmaya çalışmamalıdır.
Az ve öz yiyerek, oruçlu olmanın hikmet ve gayesine uygun hareket etmelidir.
7 - Oruç ayı olan mübarek Ramazan ayında, bütün mü'minler, daha çok ibâdet etmeli,
verdiği sonsuz nimetler sebebiyle bütün ruhuyla Allah'a şükretmeli, daha çok iyilik
ve ihsanlarda bulunmalıdır. Bu ayda Kur'an okumanın, Kur'an dinlemenin sevabı
çoktur. Binaenaleyh, Kur'an okumasını bilenler bol bol Kur'an okumalı, hiç olmazsa
Ramazan boyunca bir hatim indirmeye çalışmalı; bilmeyenler ise, camilere gidip
güzel sesli hâfızların ağzından Allah'ın âyetlerini dinlemelidirler.
Ramazan-ı şerîf gibi mübarek bir aya, lâyık olduğu ihtiram, ancak bu şekilde gösterilir.
OKUMA PARÇASI: ORUCUNUZ HANGİ CİNSTEN?
Biz oruç tutmuş olmanın verdiği huzur ve saâdet içinde mübarek günleri yaşarken,
acaba hiç düşünmüş müyüz:
- Nasıl oruç tutuyoruz?
Diyeceksiniz ki:
- Orucun da nasılı olur mu? Normal oruç tutuyoruz işte. Oruç bozucu şeyleri yemiyor,
içmiyor, kitablarda orucu bozucu olduğu bildirilen hususlardan uzak duruyoruz.
- Doğrudur. Orucu bozucu şeylerden uzak kalınca oruç tutulmuş, borçtan kurtulunmuş
olunur. Ancak böylesi oruç (avâm) orucudur. Bir de (havâs), ondan sonra da (havâssü'l-havâs)
orucu vardır. Acaba bunlardan da hissemiz var mı? Yoksa sadece (avâm) orucu ile
mi iktifâ etmiş oluyoruz?
Zannederim, bu tasnifi pek işitmediniz. Birazcık açayım:
Üç türlü oruç vardır; avâmın orucu, havâs'ın orucu, havâssü'l-havâs'ın orucu.
* Avâmın orucu bizimkidir. Sadece orucu bozucu yemek-içmek gibi maddî şeylerden
kaçınırız.
* Havâssın orucu sadece bunlardan kaçınmakla kalmazlar. Onlar bütün (uzuvlarıyla)
oruçludurlar. Meselâ, oruçlu ağızlarıyla asla gıybet etmezler, yalan söylemezler,
birinin aybına bakmazlar, bilseler bile açıklamazlar. Ayaklarıyla haram yola gitmezler.
Elleriyle haram şey tutmazlar. Yani, özel bir hayatları olur oruçlu iken..
* Havâssü'l-havâs'ın oruçları ise, aynı şeyleri fiilleriyle yaptıkları gibi kalbleriyle
de aynı titizliğe sâhip olurlar. Kalblerine Allah'tan, Allah rızâsından gayri
bir şey getirmemeğe gayret gösterirler.
Mübah olan dünyevî sohbetler bile, onlara orucu bozucu hallerden sayılır. Gönüllerine
dünya endişesi sokmazlar. Âhiret saâdetinden gayri şeyi akıllarına getirmemeye
ehemmiyet verirler. Şâyet dünya endişesi, para arzûsu, câh hissi kalblerine gelirse
çok üzülürler, oruçlarını yaraladıklarını kabûl ederler..
Şimdi, sizler, bizler, yani, hepimiz bir düşünelim:
- Orucumuz kimin orucu cinsindendir? Avâmınkinden mi? Havâssınkinden mi, yoksa
siz daha da ileri gitmişsiniz de Havâssü'l-havâs'ın orucundan mı nasiblisiniz?
(Ahmed Şahin, Bakışlar).
* * *
KİMLER ORUÇ TUTMAYABİLİR?
Hiçbir özrü yokken oruç tutmamak veya başladığı orucu bozmak günahtır. Hem de
kaza ve (eğer başladığı Ramazan orucunu kasden bozmuşsa) keffaret olarak cezası
vardır.
Bâzı hallerde ise, oruç tutmamak veya başlanmış orucu bozmak şer'an câiz hâle
gelir. Bu haller, şunlardır:
1 - Hastalık: Oruç tuttuğu takdirde hastalığının şiddetlenmesinden veya çok sürmesinden
korkan kimsenin sonradan kazâ etmek üzere oruç tutmaması veya başladığı orucu
bozması câizdir.
2 - Yolculuk: Ramazanda yolculuğa çıkanların oruç tutmayıp sonraya bırakmaları
câizdir. Ancak yolda meşakkate, bedenî bir halsizlik ve rahatsızlığa mâruz kalmak
söz konusu değilse, oruç tutmak, tutmamaktan efdal ve hayırlı görülmüştür.
3 - İkrâh (Tehdit ve Zorlama): Orucunu bozmadığı takdirde dövülmek veya yaralanmak
veyahut öldürülmekle tehdit edilen bir kimse de oruç tutmayabilir.
4 - Gebelik ve emziklilik: Oruç tuttuğu takdirde kendisine yahut çocuğuna bir
zarar geleceğinden korkan hâmile veya emzikli kadın, oruç tutmayıp sonradan kazâ
eder. Emzirdiği çocuğun başkasının çocuğu olması hükmü değiştirmez.
5 - Şiddetli açlık ve susuzluk: Açlık ve susuzluktan dolayı helâk olacağından
veya aklî muvazenesinin bozulacağından korkan kimse orucunu bozabilir.
6 - Düşkünlük derecesinde ihtiyarlık: Böyle kimselerin de oruç tutmaması câizdir.
Böyleler oruç tutmayacakları gibi, kazâ da edemeyeceklerinden fidye verirler.
7 - Hayız - nifas hâli: Bu hallerde oruç tutulması haramdır.
* Nâfile oruç tutanlar için, ziyafete dâvet edilmek bir özürdür. Böyle bir kimse,
hane sahibinin ısrarı üzerine orucunu bozabilir.
Oruçlu Olmadığı Halde, Oruçlu Gibi Davranması Gereken Kimseler:
* İmsâk vaktinden sonra yolculuğu biten bir yolcunun da günün geri kalan kısmında
oruçlu gibi davranması, yani, yemeden içmeden ve ailevî münasebetten kaçınması
gerekir.
* Gündüz iyileşen hasta için de hüküm aynıdır. O da oruçlu gibi davranmalıdır.
Böyle hareket etmek, bir görüşe göre vâcib, diğer bir görüşe göre de müstehabtır.
* Yolcu, hasta, hayızlı ve lohusa olanlar, kendilerini oruçlu gibi göstermek zorunda
değildirler. Yeyip içebilirler. Ancak kendilerinin mâzeretini bilmeyen halkın
su'-i zannına sebeb olmak ihtimaline karşı, bunu alenen yapmaktan kaçınmak, gizlice
yeyip içmek âdâba daha uygundur.
* * *
OKUMA PARÇASI: ORUÇ TEDAVİSİ
Oruç, islâm ülkelerinin dışında da hızla yayılıyor. Bu konuda bir çok kişi araştırma
yaparken, hastalıkların önlenmesi için orucu tavsiye eden mütehassıs doktorların
sayısı da her geçen gün artıyor.
Şu anda Batı Almanya'daki pek çok klinikte, oruç ile tedavi yapılıyor. Ve oruç,
hemen hemen her hastalığı tedavi ettiği gibi, fazla kiloların da sağlıklı bir
şekilde atılmasını sağlıyor. Oruç Mütehassısı olarak bilinen Dr. Hellmut Lützner'e
göre oruç, vücudun senelerce depo ettiği zehirleri ve pislikleri dışarıya atmanın
en tabiî yoludur.
BİR DOKTORUN TESBİTLERİ
Dr. Buchinger'in oruç üzerindeki araştırmalarında tesbit ettiği bazı hususlar:
* Oruç sırasında, daha iyi bir konsantrasyon (düşünceleri bir noktada toplama
kabiliyeti) sağladım.
* Vücudumla birlikte düşünce ve his dünyamda, büyük bir hassasiyet elde ettim.
* Günlük streslerimin (gerginliklerimin) azaldığına şahit oldum.
* Yürüme ve bisiklete binme gibi bazı sporlarda, vücut dayanıklığının arttığını
farkettim.
BIÇAKSIZ AMELİYAT: ORUÇ
Vücut, acıktığı zaman, bünyede birikmiş olan zararlı maddeleri ve hatta hücreleri
yiyerek temizlemek suretiyle kanser ve verem dâhil her çeşit hastalığa sebep olan
dâhilî âmilleri bertaraf etmektedir. Bu sebeple Dr. Berholet oruç için: "Bıçaksız
ameliyat" tâbirini kullanmaktadır. İlk günlerde oruçluda görülen ağız kokusu,
sözünü ettiğimiz zararlı maddelerin temizlenme ve tasfiye edilmesi sonucu vukua
gelmektedir. Tedâvi alâmeti olan bu koku için Hz. Peygamber (sav): "Nefsimi
kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki oruçlunun ağız kokusu Allah katında
misk kokusundan da hoştur" der.
ORUÇ İNSANI BAĞLILIK DUYGUSUNDAN KURTARIYOR
Oruçlu bir insan, yemek yeme telâşesinden kurtulduğu gibi, ikide bir de yemek
hazırlamak derdinden de kurtuluyor. Bu arada insan, bambaşka şeylerden kurtulduğunu
da anlıyor. Psikolog Jurgen Von Scheidt, bu konuda şunları söylüyor: "Özellikle
kendini eşyaya bağımlı hissedenler için bağımsızlık kazanmak, son derece kıymetlidir.
Orucun verdiği bağımsızlık duyguları ile, böyle bir hazineye sahip olmak mümkündür.
Oruç ile, esas problemleri bağımlılık olan bütün insanların, psikoterapi yoluyla
tedavi edilmeleri mümkün oluyor."
AÇLIK GREVİ İLE ORUÇ ARASINDAKİ FARK
Oruç mütehassıslarından biri olan, bayan Dr. Helga Bühler, "açlık grevi"
ile "oruç" arasındaki farkı şöyle belirtmektedir:
"İkisinin arasındaki tek fark, insanın niyetidir. Oruç, pozitif ve istekli
bir harekettir. Açlık grevi ise, öfke ve gazaptan kaynaklanır. Bilindiği gibi
öfke ve sinirlilik
hâlleri mide asidi üretmekte, mide asidi ise acıkmaya sebep olmaktadır. Dolayısıyla
oruçlu kişi açlık hissetmezken, diğeri büyük bir açlıkla karşı karşıyadır."
***
FİDYE
Fidye Nedir?
Tâkatsizliği ve güçsüzlüğü her geçen gün artarak devam eden ve artık düzelmesi
ihtimali olmayan düşkün ihtiyarlar ve şifâsız hastalar, farz ve vacib olan oruç
borçlarından kurtulmak için, her oruca mukabil bir fidye verirler. Bir fidye -
âyet-i kerîmede de belirtildiği gibi - bir fakiri tam bir gün doyurmaktır. Bir
günde ise iki öğün vardır.
Fidyeler, yalnız bir fakire verilebileceği gibi, birden fazla fakirlere de verilebilir.
Ramazan içinde verilebileceği gibi, evvelinde veya sonunda da verilebilir. Fakirleri
sabah - akşam günde iki öğün doyurmak suretiyle olabileceği gibi, öğünlerin parasını
vermek suretiyle de olabilir. Para toptan da verilebilir, her gün ayrı ayrı da..
Oruç tutma gücünde olmayan kimse, fidye verebilecek kadar zengin de değilse, yapacağı
iş, Allah'tan afv ve mağfiret dilemektir. Fidye vermek mecburiyeti, onun üzerinden
kalkmıştır.
* * *
NEZİR (ADAK)
Nezir Nedir?
İslâmî ıstılahta "nezir" olan ve Türkçemizde "adak" olarak
geçen bu kelime; "Allah Teâlâ'yı tâzim ve rızâsını kazanmak için, mübah bir
fi'lin yapılmasını kendi nefsine vâcib kılmak" mânasına gelir. Nezir yapana,
yani, adak sâhibine nâzir denir.
Nezrin Hükmü Nedir?
İbâdet sayılacak bâzı şeyleri kendine vâcib kılmak, yapmaya Allah için söz vermek;
hem makbûldür, hem de sevaba vesiledir. Fakat bu nezrin, sırf Allah rızâsı için
yapılması, rızâ-yı İlâhî'nin esas maksad tutulması şarttır. Yoksa dünyevî bâzı
gayeler ve menfaatler esas alınsa ve nezir sırf o dünyevî maksadın yerine gelmesi
maksadıyla yapılsa, bu durum, ibâdet ve tâatlerde aranılan ihlâsa zıd bir hâl
olur. Makbûl adak odur ki, sırf Allah'ı tâzim ve rızâsını tahsil için yapılsın..
Adak sâhibi, adağına riayete mecburdur. Zira yaptığı nezirle, Allah ile bir nevi
muahede, sözleşme yapmış olmaktadır. Şu halde nezrini îfa etmesi, yani, adak olarak
nefsine vâcib kıldığı şeyi yerine getirmesi onun için bir borçtur.
Kur'ân-ı Kerîm'de, Hac sûresinin 29. âyetinde, mü'minler adaklarını yerine getirmeye
dâvet edilmektedirler.
Hadîs-i şerîf'te ise şöyle buyurulmaktadır:
"Kim tâat olan bir şey'i nezrederse, onu yapsın. Günah olan bir şey'i nezrederse
yapmasın.."
Nezirleri îfa mecburiyeti, Kitab ve Sünnet ile sâbit olduğu gibi İcma' ile de
sâbittir.
Nezrin Şartları Nelerdir?
Bir nezrin (adağın) şer'î yönden sahih olabilmesi için, şu şartların bulunması
gerekir:
1 - Adanılan şey'in cinsinden bir farz veya vâcib bulunmalıdır. Namaz, oruç, sadaka
gibi.. Namaz ve oruç, farzı olan îbâdetlerdendir. Sadakanın farzı ise zekâttır.
Buna binaen hastayı ziyaret etmek, Kur'an okumak; mescid, kabir veya türbe ziyareti
yapmak v.s. gibi şeyleri nezretmekle, nezir sahih olmaz. Çünkü bunların hiçbiri
ne farz, ne de vâcib olan ibâdetlerdir.
2 - Adanılan şey'in cinsinden bulunan farz veya vâcib, bizzat maksûd olmalıdır.
Başka bir farz veya vâcibe vesile olmamalıdır. Buna binaen, abdest almaya nezredilmez.
Çünkü abdest bizzat maksûd değil, belki bâzı ibâdetlerin îfası için bir vesiledir.
3 - Adanılan şey, zaten yapılması farz veya vâcib olan bir şey olmamalıdır. Meselâ:
"Yarınki sabah namazını kılmaya nezrettim" tarzında yapılan bir adak
sahih olmaz. Zira sabah namazının kılınması zaten farzdır.
4 - Nezredilen şey, mübah olmalı, günah bir iş olmamalıdır. Buna binaen, intihar
nev'inden bir nezir (Meselâ: "Nefsimi Hakk'a kurban edeyim" şeklinde
bir adak) sahih değildir.
5 - Adanılan şey, adayanın mülkünden fazla veya başkasına ait olmamalıdır.
Meselâ: 1000 lirası olan bir kişi 10.000 lira tasadduk etmeyi nezr edemez. Kendisine
ancak en fazla 1000 lira tasadduk etmek vâcibdir. Veya başkasının malını fakirlere
dağıtmayı nezreden kimsenin de, bu nezri sahih değildir.
Nezrin Kısımları Nelerdir?
Nezir, ya hiçbir şarta bağlı olmayarak mutlak olur, veya "nezrim olsun, kurban
kesip etini fakirlere dağıtayım" diye yapılan bir nezir, muteberdir. Fakat,
"şu hastalıktan iyi olursam bir koyun keseyim" veya "filân türbe
için bir kurban keseyim" gibi Allah rızası gözetilmeyen nezirler bir nezir
mahiyetinde değildir. Çünkü Allah rızasından başka hiçbir yer ve kimse namına
kurban kesilmesi câiz olmadığı için, bu şekilde yapılan nezirler muteber olmaz.
Nezir kurbanlarından adak sâhiplerinin kendileri yiyemiyecekleri gibi; hanımları,
usul ve füru'ları, yani, ana-baba, çoluk-çocuk gibi aile efradları da yiyemezler.
Şayet yerlerse yenilen miktarın kıymeti, sadaka olarak fakirlere dağıtılmalıdır.
* * *
İTİKÂF
Îtikâf Nedir?
Îtikâf, lügatte, bir şey'e devam etmek, bir şey'i bekleyip durmak mânasına gelir.
Istılahtaki mânası ise, 5 vakit cemaatle namaz kılınan bir camide, ibâdet niyetiyle
durmak, ikâmet etmek demektir. Îtikâfa giren kimseye ise, mûtekif veya âkif denir.
Îtikâfın Hükmü Nedir?
Îtikâfın meşrûiyeti, Kur'an ve Sünnet ile sâbittir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Mescidlerde (camilerde) îtikâf hâlinde iken kadınlarınızla ailevî münasebette
bulunmayınız" (el-Bakare 187).
Resûl-i Ekrem (asm) Medine'ye hicretinden sonra, âhirete irtihallerine kadar her
Ramazan'ın son 10 gününü îtikâf ile geçirirlerdi.
İhlâs ile yapılan bir îtikâf, amellerin en faziletlisi sayılmaktadır. Bu sayede
kalbler bir müddet için de olsa, dünya işlerinden sıyrılıp Hakka müteveccih olur.
İslâm Büyüklerinden Atâ şöyle der:
"İtikâfa giren kimse ihtiyacından dolayı büyük bir zâtın kapısında oturup
"Hâcetimi yerine getirmedikçe buradan ayrılıp gitmem" diye yalvaran
bir kimseye benzer. O da Allah Teâlâ'nın bir mâbedine sokulmuş, "Beni bağışlayıp
mağfiret etmedikçe buradan ayrılıp gitmem" demektedir."
Bir mü'min için, cami gibi kudsî bir mahalde, Ramazan ayı gibi nurlu, mübarek
bir ayda, bir müddet dünyanın her türlü meşgalesinden sıyrılıp Rahîm olan Rabbine
bütün varlığıyla yönelmesi ve sâf bir kalb ve temiz bir dille O'na ibâdet ve tâatta
bulunması, mânevî bir zevka dalması, ne müstesna bir ganimettir.
Mûtekif, bütün vakitlerini namaza ayırmış, her ânı ibâdet içinde geçen bir kimse
hükmündedir. Çünkü o, bilfiil kılmadığı vakitlerde de, cami içinde devamlı namazı
bekler bir haldedir.
Bu bekleyiş ise, ona devamlı namazda imişçesine sevab kazandırır.
Kısacası, îtikâf sayesinde insanın mâneviyâtı yükselir, kalbi nurlanır, sîmasında
kulluk nişaneleri parlar, feyizlere mazhar olur.
Îtikâfın Kısımları Nelerdir?
Îtikâflar 3 kısımdır: Vâcib îtikâf, sünnet îtikâf ve müstehab îtikâf..
* Vâcib olan îtikâf, nezir îtikâfıdır. Yâni bir kimse îtikâfa girmeyi adarsa,
onu yapmak kendisine vâcib olur.
* Ramazan'ın son 10 gününde îtikâfa girmekse sünnet îtikâftır. Bu îtikâf, vefatına
kadar Resûlüllah Efendimizin devamlı yaptıkları bir ibâdet olduğu için, müekkede
sünnettir. Aynı zamanda sünnetin kifaye kısmındandır. Bir beldede bir kişinin
bu ibâdeti yerine getirmesiyle, diğerlerinin üzerinden sâkıt olur. Aksi takdirde
bu müekked sünnet terkedilmiş olur.
* Nezredilmeyen ve Ramazan-ı şerîf'in son 10 günü dışında yapılan îtikâflar müstehabdır.
Îtikâfın Müddeti Ne Kadardır?
Vâcib îtikâfın en az müddeti, bir gündür. Müstehab îtikâf için, belli bir müddet
yoktur. Niyet ederek camide yarım saat, bir saat durmakla bile îtikâf yerine getirilmiş
olur.
Sünnet îtikâfın müddeti ise, Ramazan-ı şerîf'in son 10 günüdür.
Îtikâfın Şartları Nelerdir?
Bir îtikâfın sahih ve şer'an muteber olması için şu şartların bulunması gerekir:
1 - Mûtekif; Müslüman, akıllı ve temiz olmalıdır.
Buna binaen, gayr-ı müslimin, delinin, cünübün, hayız ve nifas hâlindeki kadının
îtikâfı câiz olmaz. Îtikâf için bülûğ şart değildir.
2 - Îtikâfa niyet edilmiş olmalıdır. Niyetsiz olarak yapılan camide uzlete çekilmeler,
îtikâf yerine geçmez.
3 - Îtikâf, içinde cemaatle namaz kılınan herhangi bir mescid ve camide yapılmalıdır.
Büyük camilerde yapılması efdaldir.
Bu hüküm erkekler içindir. Kadınlar kendi evlerinde devamlı namaz kıldıkları,
bir nevi mescid edindikleri bir odada îtikâfa girerler. Kadınların, dışardaki
mescidlerde îtikâfa girmeleri câiz ise de, kerâhetten uzak değildir.
Şâfiîlere göre, evlerde îtikâfa girilmesi uygun değildir.
4 - Vâcib olan îtikâfta, mûtekif oruçlu bulunmalıdır. Bu halde yanlışlıkla orucun
bozulması îtikâfa zarar vermez.
Müstehab olan îtikâflar için ise, oruç şart değildir.
Şâfiîlere göre, vâcib îtikâflar için de oruç şart değildir.
* Kadının îtikâfa girmesi kocasının iznine bağlıdır. Koca izin vermezse, kadın
nezrettiği îtikâfı bile yerine getiremez.
Bir kimse, hanımına îtikâf için izin verse, artık bundan dönemez.
Îtikâfı Bozup Bozmayan Şeyler Nelerdir?
1 - Îtikâfa giren bir kimse îtikâfa girdiği yerden dışarı çıkamaz. Çıkarsa îtikâfı
bozulur. Ancak şer'î veya tabiî veyahut zarurî bir özür ve ihtiyaçtan dolayı dışarı
çıkılmasında bir mahzur yoktur. Îtikâf bozulmaz.
* Şer'î özür, mûtekifin Cumayı başka bir camide kılmak için dışarı çıkmasıdır.
* Tabiî özür, def'-i hâcet yapmak, abdest veya gusül almak için camiden çıkmaktır.
* Zarurî özür ise, mûtekifin bulunduğu mescidin yıkılması, yahut kendisine veya
çoluk çocuğuna bir zarar gelmesi gibi hallerden dolayı çıkma mecburiyetinde kalmaktır.
Şâfiîlere göre, Cuma namazı için başka bir camiye çıkmak, bir özür sayılmaz, îtikâfı
bozar.
2 - Hasta ziyareti için, cenaze namazı için dışarı çıkılması da îtikâfa mânidir.
3 - Mûtekife, îtikâfı sırasında, birkaç günlük baygınlık veya delilik ârız olsa,
îtikâfı bozulmuş olur.
4 - Mûtekif, yemesini içmesini, nefsi ve ailesi için mutlak zarurî olan bâzı âlışveriş
muamelesini dışarı çıkmadan hep mescidde yerine getirir. Bu, îtikâfa mâni değildir.
Ancak satın aldığı şeyleri camiye getirip yığamaz. Zarurî ihtiyaçları dışında
ticarî muamelelerde bulunmak da mekruhtur.
Mescidden dışarı çıkma sûretiyle îtikâfın bozulması durumu, vâcib olan îtikâflara
göredir. Nâfile olan îtikâflarda bir özre mebni olsun olmasın dışarı çıkmakla
îtikâf bozulmuş olmaz. Sadece îtikâftan çıkılmış olur.
Vâcib olan bir îtikâf bozulunca kazâsı lâzım gelir.
Başlandıktan sonra terkedilen nâfile bir îtikâfın ise kazâsı lâzım gelmez.
6 - Mûtekif için hanımıyla cinsî temas veya bunu dâvet edici öpme ve okşama gibi
hareketler, gerek gündüzün olsun ve gerekse geceleyin haramdır. Cinsî temas, ister
kasden olsun ister unutularak îtikâfı bozar; öpme ve okşama ise cünüplük durumu
olmadıkça îtikâfı bozmaz. Sırf bakma ve düşünme ile cünüplük meydana gelmesi de,
îtikâfa mâni değildir.
7 - Mûtekif ezan okumak için minareye çıkabilir. İsterse minarenin kapısı caminin
dışında olsun. Bu durum îtikâfa mâni sayılmaz.
Bir Mes'ele:
* Bir kimse nezrettiği bir îtikâfı yapmadan vefat edecek olsa, her günü için bir
fidye verilmelidir. Çünkü vâcib olan bir îtikâf, orucun bir fer'idir. Binaenaleyh,
oruçtaki fidye, îtikâfda da câri olur. Ne var ki fidye veremeyecek kadar fakir
olursa, onun için Allah'tan sadece afv ve mağfiret dilenir.. Fidye verilme mecburiyeti
ortadan kalkar..
Îtikâfın Âdâbı Nelerdir?
1 - Îtikâf sırasında hayırdan başka söz söylenmemelidir. Günahı gerektirmeyen
sözlerde gerçi bir beis yoktur, fakat mûtekif için boş konuşmayıp, hayırlı şeyler
konuşmak âdâbdandır. İbâdet inancıyla tamamen susup, hiç konuşmamak ise, mekruhtur.
Çünkü susmak bizim dînimizde ibâdet değildir. Ama dilini gıybet, boş söz gibi
şeylerden korumak niyetiyle susmak ise, mekruh olmadığı gibi aynı zamanda makbûl
bir ibâdet de sayılır.
2 - Îtikâf esnasında, Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerle meşgul olmak, Peygamberimizin
ve diğer peygamberlerin hayatlarına ve kıssalarına dair kitablar okumak, kısacası
dinî mes'elelerle gerek okumak, gerekse yazmak suretiyle iştigal etmek de âdâbdandır.
3 - Mûtekif, îtikâfa girerken, en temiz elbiselerini giymeli ve üzerine güzel
kokular sürünmelidir.
4 - Îtikâfta bulunmaya nezreden kimse buna yalnız kalben niyet etmekle yetinmemeli,
dili ile de söylemelidir.
KEFFARETLER
Keffâret Nedir?
Keffâret kelimesi, lügatte, silmek ve yoketmek mânalarına gelir. Fıkıhta ise,
ibâdet ve amellerde yapılan bâzı kusur ve günahlardan dolayı, Allah Teâlâ'nın
afvını, o günah ve kusurları silip yok etmesini istemek niyetiyle yapılan ve cezaî
mahiyette olan bâzı ibâdetlere denir.
Allah Teâlâ kullarının işledikleri amellerde ve ibâdetlerde yaptıkları yanlışlık
ve eksiklikleri tamamlamak ve düzeltmek için, keffâretleri vesile kılmıştır.
Keffâretlerin Çeşitleri Nelerdir?
5 çeşit keffâret vardır. Şimdi bunları sırayla görelim:
I - Keffâret-i savm (Oruç keffâreti):
Ramazan-ı şerîf'te özrü olmaksızın kasden orucunu bozan kimseye gereken keffârete
denir.
Orucunu kasden bozan, bu yüzden kendisine keffâret gereken kimse, 2 ay aralıksız
oruç tutmak mecburiyetindedir. Buna gücü yetmiyorsa, 60 fakiri, sabahlı-akşamlı
doyurur. Yemek paralarını nakid para olarak da kendilerine verebilir. Bir fakiri
60 gün doyurmak da mümkündür.
* Keffâret oruçlarında devamlılık şarttır. Araya hiç fasıla girmemelidir. İki
ay tamam olmadan özürsüz yere veya yolculuk veya hastalık gibi bir özre binaen
bir gün bile oruca ara verilse, yahut da araya bayram günleri gibi kendisinde
oruç tutulması haram olan bir gün girse, keffâret bozulur. Yeniden tutmaya başlamak
gerekir. Ancak kadının hayız hâli bundan istisnadır. Hayız hâline girdiği için
oruç tutmayı bırakan kadının keffâreti bozulmaz. Hayızdan kurtulur kurtulmaz,
hiç ara vermeden kaldığı yerden keffâret orucunu tutmaya devam eder.
* Keffâret orucunun müddeti, iki kamerî aydır. Kamerî aylar ise, bâzan 29, bâzan
30 olabildiği için bu iki aylık müddet 58-60 arasında değişmektedir. Halk arasında
60 gün oruç tutmak sözünün yaygın oluşu, ekseriyetten kinâyedir.
Keffâret orucuna kamerî aylardan birinin başında başlanırsa, o ay ve o aydan sonra
gelecek ay tamamiyle oruçlu geçirilerek keffâret yerine getirilmiş olur. İsterse
bu müddet 58 veya 60 gün olsun. Fakat ayın başında başlanmayıp içinde bir gün
başlanacak olsa bu durumda ilk ay, üçüncü aydan ikmâl edilmek üzere 30 gün hesap
edilir. Ortadaki ikinci ay ise kâmilen tutulur. Bu görüş, İmam-ı Muhammed ile
İmam-ı Ebû Yûsuf'un görüşüdür. İmam-ı A'zam'a göre ise, bu durumda 60 gün oruç
tutulması îcab eder.
* Bir veya daha fazla Ramazan ayı boyunca keffâreti gerektirecek şekilde birden
fazla oruç bozulmuşsa, bunların hepsi için bir keffâret yeterlidir. Herbiri için
ayrı bir keffâret tutulması gerekmez.
II - Keffâret-i Yemin (Yemin keffâreti):
Ettiği yemini yerine getirmeyip bozmaktan dolayı lâzım gelen keffârettir.
Yeminin keffâreti olarak 10 fakiri akşam ve sabah olarak günde iki öğün doyurmak
veya giydirmek cihetine gidilir. Buna güç yetirilmezse, 3 gün ardarda oruç tutulur.
Bu oruçların arasına hiç bir mâni girmemelidir. Girerse keffâret bozulur, yeni
baştan tutulması gerekir.
Şâfiîlere göre yemin keffâretini ardarda tutmak mecburiyeti yoktur.
Gerek yemin, gerekse oruç keffâretlerinde yapılacak ilk iş bir köle azâd edilmesidir.
Ancak günümüzde kölelik kalktığı için bu maddenin tatbikına imkân kalmadığından
zikretmeye lüzum hissetmedik.
III - Keffâret-i halk (Traş keffâreti):
Hacı olmak için ihrama girip de bir özür sebebiyle, saçlarını henüz haccını tamamlamadan
vaktinden evvel kestiren kimseye terettüb eden bir keffârettir.
Hac için ihrama giren kimse, haccını tamamlamadan saçlarını kestiremez. Kestirdiği
takdirde, keffâret olarak 3 gün oruç tutması gerekir. Bu orucu ardarda tutmak
şart değildir. Ayrı ayrı günlerde de tutabilir.
IV - Keffâret-i katl (Adam öldürme keffâreti):
Bir müslüman veya bir zimmîyi (gayr-i müslimi) kasden değil, bir hatâ neticesinde
öldüren bir müslümana lâzım gelen keffârettir. Ava atılan bir kurşunun, bir adama
isabet edip onu öldürmesi gibi..
Böyle bir kimse, keffâret olarak, iki ay ardarda oruç tutmalı; ayrıca bir de maktûlün
ailesine diyet ve tazminat ödemelidir. Maktûlün ailesi o diyeti katile bağışlarlarsa,
bu takdirde diyet düşer. Aksi takdirde mutlaka diyet ödenmesi gereklidir.
V - Keffâret-i zıhar:
Erkeğin karısının vücudunun tümünü veya bir kısmını, kendisinin ebediyyen evlenemiyeceği
bir kadının vücudunun tümüne veya bir kısmına benzetmesine zıhar denir.
Meselâ: Bir kişinin hanımına, "Sen bana anam gibisin" veya "Senin
arkan bana anamın arkası gibidir" dese, zıhar yapmış olur.
Zıhar, keffâreti gerektirir ve keffâreti ödenmedikçe de kadınla cinsî temasta
bulunmak haram olur.
Zıharın keffâreti ise, aynı oruç keffâreti gibidir.
OKUMA PARÇASI: ZIHAR OLAYI NASIL BAŞLADI?
İslâmiyet gelmeden önceki günlerde Arablarda hükmünü kesinlikle icrâ eden enteresan
bir boşanma olayı vardı. Bu olayın cereyan şekli şöyleydi:
Karısını boşamak isteyen bir erkek, önce onu bir yakınına benzetir, yakın akrabasından
birine teşbih ederdi. Karısını böyle yakın bir akrabaya benzetişi kâfi gelirdi
ayrılmak için.
- Ben karımı şu, yahut bu yakın kadın akrabama benzettim, falana teşbih ettim.
Öyle ise artık bu kadın bana yasak oldu, âile bağım çözüldü." der, böylece
karısını boşadığına inanırdı.
Gariptir ki böyle bir benzetme ile boşanan kadınlar, başka erkekle de evlenemezlerdi.
Câhiliyye âdeti bunu gerektirmekteydi.
İslâmiyet gelince birçok âdetleri iptâl etti, yerine doğrusunu, sağlamını vaz'etti.
Ama, böyle benzetme yoluyla yapılan boşanmaya henüz bir hüküm getirmemişti.
Zâten Kur'an'ın bütün âyetleri de nâzil olup ahkâm sona ermiş değildi.
Bu sıralarda ashâbdan Evs, bir gün karısına bir mes'eleden dolayı kızdı. Kızgınlığı
öylesine sardı ki onu, birden ayağa fırlayarak, câhiliyye âdeti üzere, söyleyeceği
sözü de söyleyiverdi:
- Artık sen bana anam gibisin. Bacım gibisin!
Yani, âilesini nihâhı ebedî haram olan bir yakınına benzetmiş oldu, boşanmış saydı.
Ne var ki, bu öfke az sonra geçip de, yaptığının neticesini düşününce işin fecâatı
dikkatini çekti, başladı teessür ve üzüntü duymaya.
Durumun farkına varan karısı Havle ise, ondan daha derin üzüntüye kapıldı, "çoluk
çocuğumuzu da mı düşünmedin?" diyerek feryada başladı.
Evin içi ana-baba günü olduğu sırada çare arayan Evs, karısına:
- Git, Resûlüllah'a durumu anlat, bir çare sor. Bana kalırsa bu iş burada bitmiş,
sen artık benden boş olmuşsundur.." dedi.
Telâş ve teessür içinde Resûlüllah'ın huzuruna çıkan Havle:
-Yâ Resûlâllah, çoluk çocuk mahvolduk, âile ocağımız yıkılmak üzere, sen bir çare
bul, bir yol göster," diye yalvarmaya başladı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz ise, kendiliğinden bir çare bulamaz, bir hükmü değiştiremezdi.
O, ne söylerse Hak'tan gelen bir emir ve işâret üzerine söylerdi. Halbuki o âna
gelinceye kadar, câhiliyye âdeti üzerine yapılan bu tür boşanmaya âit bir ilâhî
hüküm gelmemiş, Rabbânî bir irşâda muhatap olmamıştı.
Kadın bunları hesaba katmıyor:
- Yuvamın yıkılmasını, çoluk çocuğumun perişan olmasını önle, yâ Resûlâllah!"
diye durmadan feryâd ediyordu.
Havle'nin bu yalvarması bir rica ve istirham havasını aşmış, bir mücadele durumuna
gelmişti. Âdeta, ya benim durumumu kolaylaştırıcı bir hüküm bildirirsiniz, yahud
da ben buradan ayrılmam, mücadeleme devam ederim, der gibi bir ısrar arzediyordu.
Kadına:
- Allah'a yalvar, durumunu kolaylaştırıcı bir âyet göndersin, İlâhî hüküm nâzil
olsun," dediler.
Kadın orada ellerini açtı, öylesine gönülden ve kalbden dua etti ki, sanki ciğeri
görünüyor, kalbi deliniyordu. Çoluk çocuğunun ortada kalacağı endişesi onu kendinden
geçer hâle getirmişti.
Çok sürmedi, "Mücâdele" sûresinin ilk âyetleri nâzil olmaya başladı.
Sûrede önce kadının yaptığı mücadeleyi Allah'ın bildiği haber veriliyor, sonra
da, câhiliyye âdeti üzere yapılan boşanma, boşanma olmaktan çıkarılmış, böyle
bir teşbihle karısını yakınına benzeten adama, altmış gün arka arkaya oruç tutma
cezası yükletilmişti.
Âyetin îzahından anlaşıldığına göre, şu meâlde bir hüküm nazara veriliyordu:
- İnsanın karısı, cinsî hislerle yakınlık duyduğu bir yabancı kadındır. Anası,
kızı, kızkardeşi, halası, teyzesi.. gibi yakın akrabaları ise, cinsî hislerle
değil, ulvî duygularla, hürmet ve saygı niyetleriyle muhatap olduğu yakın akrabalarıdır.
Böylesine ulvî duygularla bağlı bulunduğu yakınlarına cinsî hislerle bağlı bulunduğu
karısını benzetmesi; İslâm'ın tasvib etmediği haram bir alışkanlıktır. Bununla
beraber, İslâm böyle bir teşbihi boşama olarak görmez, sadece bunu yapana arka
arkaya altmış gün oruç tutma cezası vermek suretiyle, yuvasını yıkmaktan korur,
âilesini perişan kalmaktan muhafaza eder.
Gelen âyetin hükmüne göre boş olmaktan kurtulup, kocasının keffâret orucu borcunu
öğrenen Havle, sevinç gözyaşlarıyla koşarak kocasına gitti ve onu, Resûlüllah'ın
huzuruna gönderdi.
Evs, Resûlüllah'a gelince, durumunu sordu. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz "zıhar"
yapmış olan Evs'e:
- Ara vermeden altmış gün oruç tutacaksın.. buyurdu.
Evs:
- Hâlimi görüyorsun, bu sıhhatle altmış gün ara vermeden keffâret orucu tutamam.
Yaşlılığım buna imkân vermez!
- Öyleyse, altmış fakiri akşam-sabah yemek vermek suretiyle doyuracaksın.
- Malî imkânımın buna müsaade etmeyeceğini siz de bilirsin. Ama bana bir miktar
hurma yardımında bulunursanız bunu yapabilirim.
Resûl-i Ekrem Efendimiz Evs'e yardımda bulundu. O da Medine fakirlerinden altmış
kişiye birer ölçek hurma vermek suretiyle, sarfettiği hatâlı sözün cezasını ödemiş,
keffâretini vermiş oldu.
Bundan sonra Müslümanlar, nikâhlılarını böyle bir teşbihle benzetme yoluna asla
yaklaşmadılar. Böyle bir hataya düşenler de altmış gün keffâret orucu tutmadıktan
sonra, karısının yanına yaklaşamaz oldular.
* * *
YEMİN
Yemin Nedir?
Yemin, lügatte, kuvvet mânasına gelir. Dindeki mânası ise, bir işi yapmak veya
yapmamak hususunda iddiayı kuvvetlendirmek için ya Allah'a kasem edilerek veya
talâk (boşanma) gibi birşey'e bağlayarak yapılan akid demektir.
Meselâ: "Vallahi filân işi yaptım veya yapmadım" şeklinde yapılan yemin,
Allah'a kasem suretiyle yemindir.
"Şu işi yaparsam karım boş olsun" deme ise, boşamaya bağlı yemin çeşididir.
Yemin edene hâlif denir. Yeminini tutmaya berr, yeminini tutan kimseyede bârr
adı verilir. Yemini bozmaya veya yalan yere yemin etmeye ise hins; böyle olan
kimseye de hânis denilir.
Allah'a Yemin Hangi Sözlerle Yapılır?
Allah'a yemin, ya vallahi, tallahi, billahi demek suretiyle Allah Teâlâ'nın zât
ismine,
Veya Rahmân, Rahîm gibi mübarek isimlerden birine,
Veyahut da izzet-i İlâhiye, kudret-i Rabbaniye gibi zâtî sıfatlarından birine
and içilerek yapılır.
Peygamberlere, Kâ'be'ye, Kur'an'a veya varlıklardan herhangi birinin başına veya
hayatına yemin edilmez.
Yalnız bir görüşe göre, Kur'an, kelâm-ı İlâhi olduğu için ona yapılan yemin muteberdir.
Kasem ederim, yemin ederim, Allah'a hamdolsun, Allah Teâlâ ile misakım olsun gibi
sözler de yemin sayılır.
Helâl bir şey'i kendine haram saymak da, yemin sayılır. "Şu işi yaparsam,
şu şey bana haram olsun" demek gibi..
Allah'a Kasem Şeklinde Yapılan Yeminin Çeşitleri Nelerdir?
Kasem şeklinde yapılan yeminler üçe ayrılır:
1 - Yemin-i lâğv,
2 - Yemin-i gamus,
3 - Yemin-i mün'akide.
Yemin-i Lâğv Nedir?
Yanlışlıkla veya doğru zannıyla yalan yere yapılan yemindir. Bir kimsenin borcunu
ödemediği halde ödediğini zannederek "vallahi ödedim" diye yemin etmesi
gibi. Bu nevi yeminden dolayı yemin sebebine keffâret gerekmez. Allah'ın afvı
ve bağışlaması umulur.
Ağızdan yemin kastedilmeksizin yanlışlıkla irade dışı çıkan vallahi sözü de bu
yemin kısmına girer.
Yemin-i Gamus Nedir?
Bile bile yalan yere yapılan yemindir. Borcunu ödemediğini bilen kimsenin, bile
bile, ödedim diye yemin etmesi gibi..
Bu gibi yalan yeminler çok büyük günahtır. Böyle yalan yere yapılan yeminlerin,
yurtları viran ve yalancıları da mahv u perişan edeceği rivayetlerde vardır. Bunun
bağışlanması için keffâret yoktur. Çünkü ortada kasdî bir durum vardır. Ancak
tevbe istiğfar etmek, hakkı zâyi olan varsa ondan da helâllık almak gerekir.
İmam-ı Şâfiî'ye göre keffâret de gerekir.
Yemin-i Mün'akide Nedir?
Mümkün olan ve geleceğe âit bulunan bir şey hususunda yapılan yemindir. "Vallahi
yarın borcumu ödeyeceğim" demek gibi..
Böyle bir yemine riayet vâcibdir. Ancak riayet edildiğinde umumun zararı söz konusu
ise, o takdirde yemine riayet edilmez, bozulur, sonradan keffâreti verilir ve
ayrıca Allah'tan da af dilenir.
Meselâ: Bir kimse borcunu vermemeğe yemin etse, bu yemine riayet etmek değil,
etmemek vâcibdir. Bu sebeble yemin bozulur. Keffâreti verilir.
* Birden fazla yemin edilip bozulunca her yemin için ayrı bir keffâret gerekir
mi?
Evet, yeminin sayısı artarsa, keffâretin sayısı da ona orantılı olarak artar.
Yeminleri ayrı yerde söylemiş olmak bile, bu hükmü değiştirmez.
Fakat İmam-ı Muhammed'e göre, yemin keffaretleri çoğalınca bir tek keffaretle
hepsinden kurtulunmuş olur. Fakihlerin çoğu bu görüşü tercih ederler.
* * *