MELEKLERE ÎMAN
Melekler Nasıl Varlıklardır?
Melekler Allah'ın nurdan yarattığı, gözümüzle göremediğimiz ruhanî varlıklardır.
Melekler, sırf hayır işlemek ve Allah'a ibâdette bulunmak için yaratılmışlardır.
Kötülük yapmaya kabiliyetleri yoktur. Çünkü Allah onlara, şehvet ve gazap gibi
kötülüğe itici duygular vermemiştir.
Meleklerin bizim gibi yemeleri içmeleri, yatıp uyumaları, evlenip çoğalmaları
da yoktur. Onlar için erkeklik - dişilik söz konusu değildir. Gökte, yerde, her
tarafta bulunurlar; kısa zamanda en uzak mesafeleri aşıp gitmeye, diledikleri
şekil ve surette görünmeye güçleri yeter. Allah, onlara bu kuvveti vermiştir.
Melekler, gece gündüz Allah'a ibâdetle, zikir, tesbih ve takdîs ile meşgul olurlar.
Bu, onların gıdası hükmündedir. Allah'a asla isyan etmez, onun emirlerinden zerre
kadar dışarı çıkmazlar. Mâsum ve itâatlidirler.
Melekleri Neden Göremiyoruz?
Melekler nurdan yaratılmış lâtif cevherler, ruhanî varlıklar oldukları için, aslî
hüviyetleri ve gerçek mâhiyetleri ile insan gözüne gözükmezler. Görme kabiliyetimiz,
melekleri görebilecek şekilde yaratılmamıştır. Ancak Cenâb-ı Hak Peygamberlerine,
melekleri görme kabiliyetini verdiğinden, onlar melekleri hakikî şekilleri ile
görebilmişlerdir.
Melekleri hakikî mâhiyetleri ile göremememiz ve 5 duyumuzla hissedemeyişimiz,
onların yok oldukları iddiasını gerektirmez. Duyu organlarımızın maddî âlemde
kendi dahi hissedemedikleri pek çok şey vardır. Kulağımız çok tiz ve çok pes sesleri
işitmez. Bugün varlığı âletlerle tesbit edilen ışık dalgalarının hepsini, hele
röntgen ve ültraviyole ışınlarını gözle görebilseydik, dünyayı şimdikinden çok
başka şekilde tanıyacaktık. Biz daha kendi âlemimizdeki tezahürlerin hakikatına
vâkıf değilken, Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı nâmütenâhî âlemlerdeki nâmütenâhî hâdiselerin
varlığını nasıl inkâr edebiliriz?
Demek ki bir şey'i gözle görememek, o şey'in yok olduğuna delil olmaz. Gözle göremediğimiz
pek çok şey var ki, o şey'in vücudunu aklımızla, ilim ve tecrübe ile, deneylerle
kabûl ediyoruz. İşte, melekler de gözle göremediğimiz halde, varlığını kabûl ettiğimiz
nesnelerdendir.
Meleklerin Vâr Olduğuna Neye İstinâden İnanıyoruz?
Meleklerin varlığını, başta İslâm, bütün semavî dinler haber vermiş, Peygamberler
onları hakikî hüviyetleriyle görüp kendilerinden vahiy almışlardır. Kur'an ve
diğer mukaddes kitablar da meleklerin varlığından bahsetmişlerdir. Bütün bunlar,
meleklerin varlığına, gözle görmek gibi kesin bir delil teşkil ederler.
Bütün Hak dinlerin ve Peygamberlerin varlığında ittifak ettiği; Peygamberimizin
ve Kur'an'ın varlığını haber verdiği meleklere "gözümle göremiyorum"
diye inanmamak, büyük bir cehalet ve inkârdır. Allah'a inanan bir kimse için,
Meleklere inanmamak söz konusu olamaz.
Meleklere İmanın, İman Esasları İçindeki Yeri Nedir?
Meleklere îman, îman esasları içinde mühim bir yer işgal eder. Çünkü melekler,
Allah'tan aldıkları İlâhî vahyi peygamberlere ulaştıran birer elçi durumundadırlar.
Bu bakımdan vahye ve peygamberlere inanmak, önce onlara vahyi ve peygamberliği
getiren meleklerin varlığına inanmayı gerektirmektedir. Meleklere inanmamak, peygamberlere
de inanmamayı netice verecektir.
Meleklere îmanın Allah'a îmandan hemen sonra zikredilmesinin sebebi de budur.
Melekler Kaç Gruba Ayrılır, Vazifeleri Nelerdir?
Melekler başlıca 3 grupta toplanabilir:
1. İlliyyûn - Mukarrebûn melekleri,
2. Müdebbirât melekleri,
3. İnsanla alâkalı melekler..
* İlliyyûn - Mukarrebûn Melekleri:
Bunlar her an Cenâb-ı Hakk'ı zikirle, O'nu noksan sıfatlardan tenzihle ve her
türlü kemâl vasıflarıyla takdîsle meşguldürler. Allah'ın mârifeti ve muhabbeti
içinde kendilerinden geçmiş haldedirler.
* Müdebbirât Melekleri:
Bunlar kâinatı idare eden, düzenini, nizam ve intizamını te'min eden İlâhî Kanunları
tatbik ile vazifeli meleklerdir. âlemde, Allah'ın irâde ve kudretinin tecellilerine
nezaretçi ve seyirci durumundadırlar.
* İnsanla İlgili Melekler:
Bu meleklerin başında Cebrâil (as) gelir. Vazifesi, İlâhî vahyi peygamberlere
ulaştırmaktır. Bu sebeble, ona Vahiy meleği de denir.
İnsanla alâkalı meleklerin diğer bir görevi de, Allah'ın Peygamberlerine ve salih
kullarına kuvvet vermek, sıkıntılı ve üzüntülü zamanlarında onları teselli etmek,
mâneviyatlarını yükseltmek, gerekirse fiilen yardım yapmaktır. Asr-ı Saâdette
cereyan eden Bedir, Uhud ve Huneyn harblerinde meleklerin mü'minlere fiilen yardım
ettiklerini Kur'an bize haber vermektedir.
İnsanla alâkalı meleklerin bir başka görevi de, insanlara iyi ve hayırlı şeyleri
telkin etmek, böylece onların doğru yola girmelerini, ruhen yükselmelerini sağlamaktır.
Bu kısma giren meleklerden bâzılarının özel vazifeleri vardır:
* Hafaza Melekleri:
Her insanda hafaza adlı iki melek vardır. Bunlar insanların iyi-kötü her türlü
hareketlerini, söz ve davranışlarını yazarlar. Kur'an'da bu meleklere Kirâmen
Kâtibîn ismi verilir.
* Münker - Nekir Melekleri:
Öldükten sonra insanı kabirde sorguya çeken, "Rabbin kim, dînin ne, peygamberin
kim?" gibi sualleri soran meleklerdir.
* Azrâil (as):
İnsanların ruhlarını kabzetmek, bedenlerden çekip almak ile vazifelidir. Melekü'l-Mevt,
yani, ölüm meleği adı da verilir.
* Mîkâil (as):
Rızıkları sahiplerine ulaştırmak ve yağmur, rüzgâr gibi tabiat hâdiselerini Allah'ın
irâdesine göre düzenlemekle meşgul melektir.
* İsrâfil (as):
Sûr adı verilen boruyu öttürüp kıyâmetin kopuş zamanını ilân ile vazifeli melektir.
İsrâfil (as) kıyâmetin kopup kâinatın yıkılmasından ve bütün canlıların ölümünden
sonra, Sûr'a ikinci bir defa daha üfleyecek, bu üfleyişle insanlar dirilerek kabirlerinden
kalkacak, Mahşer meydanında toplanacaklardır.
En Büyük Melekler Hangileridir?
En büyük melekler 4 tanedir. Bunlar da Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil ve Azrâil Aleyhimüsselâm'dır.
Bunların vazifelerinin ne olduğunu yukarıda zikrettik.
Meleklere İmanın İnsan Hayatına Verdiği Faydalar Nelerdir?
Meleklere îmanın insan psikolojisi üzerinde müsbet te'sirleri vardır. Bunlardan
birkaçını şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Her insan, kıymetli bir sözünün veya işinin veya bir kabiliyetinin unutulup
gitmesini önlemek, takdir edilmesini sağlamak için, şiir yazarak, kitab hazırlayarak,
yahut başka san'at dallarına kendini vererek o söz, fiil ve kabiliyetini ebedîleştirmeye
çalışır. Bu duygu, insanda fıtrî olarak vardır.
Bu fıtratta bulunan bir insanın, yaptığı bütün iş ve fiillerini, bütün söz ve
meyillerini "Kirâmen Kâtibîn" adlı meleklerin yazdığını, ebedî âlemde
kendine ve başkalarına göstermek üzere kaydettiğini îmanla bilmesi; ona ne derece
sevinç ve huzur vereceği, ruhunu genişletip kalbini ferahlatacağı açık bir hakikattır.
2. İnsanın en kıymetli varlığı ruhudur. Ölüm esnasında bu kıymetli varlığın mahvolup
yok olması, hiçliğe gitmesi, hiç şüphesiz insan için azabların en büyüğü, acıların
en dehşetlisidir.
İşte insan, bu büyük acıdan ve dehşetli endişeden meleklere îman şuûru ile kurtulabilir.
Çünkü îman, ona, vefatı esnasında en kıymetli varlığı olan ruhunun Azrâil (as)
gibi vazifeli bir memurun eline emanet edildiğini, asla kaybolup yok olmadığını
bildirir.
3. Herkesin istisnasız gireceği kabir ve mezardaki yalnızlık, karanlık, darlık,
soğukluk, hapislik vahşetinden ve ümidsizliğinden insanı Münker - Nekir meleklerinin
arkadaşlığı kurtarır. Onlarla sohbet eder. Kalb ve kabir, bu sayede genişler,
ısınır, nurlanır, ruhlar âlemine pencereler açılır.
4. İnsan, zaman zaman gurbetlere düşer, sevdiklerinden, tanıdıklarından ayrı,
kimsesiz, yapayalnız kalır. Bu gurbet, maddî olabileceği gibi mânevî de olabilir.
Kişinin inanç ve fikirlerini kendinden başka paylaşacağı hiç kimse bulamaması,
herkesin kendisine zıd ve düşman olduğu bir muhitte yaşaması mânevî bir gurbet
hâlidir. Bu sıkıntı ve yalnızlıklar içinde dünya o kişinin başına yıkılacak gibi
olur. Bu durumda da yine meleklere îman şuûru imdada yetişir. Kâinatı ve o şahsın
karanlık dünyasını aydınlatır, şenlendirir, melekler ve ruhanîlerle doldurur.
Âlemini sevinçlerle güldürür. Onu yalnızlık ve vahşetten, kimsesizlik ve dehşetten,
cemiyette kimse tarafından dinlenilmemek ıstırabından kurtarır. "Cemiyette
kimse senin müsbet fikir ve inançlarını dinlemez ve kabul etmezse sen sakın üzülme!
Melekler dinler, ruhanîler kulak verir. Sana yine sevab meyvelerini kazandırır"
der, teselli eder.
Cin ve Şeytanlar
Cin ve şeytanlar, saf ateşten, yani, dumansız ateş alevinden yaratılmış ruhanî
varlıklardır.
Cinler de melekler gibi görünmeyen gizli varlıklar olup çeşitli suret ve şekle
girmeye ve zor işler başarmaya muktedir, fakat cins ve mahiyet bakımından meleklerden
ayrı yaratıklardır.
Cinler arasında da insanlar gibi evlenme vardır. Onlar da Allah'a îman ve ibâdetle
mükelleftirler. Bâzıları isyankâr olup kâfir, bâzıları da itâatli mü'mindirler.
Ancak şeytanların hepsi isyankâr ve kâfirdirler. Sırf şer işleyen, insanları yoldan
çıkarmakla meşgul olan varlıklardır. Şeytanların mü'mini ve itâatlisi yoktur.
Cinler, Allah'ın izni ve hükmü olmadan hiç kimseye ne iyilik, ne de kötülük yapabilirler.
Cinler gaybı bilmez, Allah'ın Peygamberlerine bildirdiği İlâhî vahye muttali olamazlar.
Cinler insandan evvel yeryüzünün idare ve tedbirini görmekle vazifelendirilmişlerdir,
ancak yeryüzünde çok kötülük yaptıkları, fesad çıkardıkları için, sonunda bu görevden
azledilmişlerdir. Yerlerine, insanoğlu tayin edilmiş, yeryüzünün sâhipliği makamına
getirilmiştir.
Peygamberimiz, insanlara olduğu gibi cinlere de elçi olarak gönderilmiş, tebliğ
vazifesini cinler arasında da yerine getirmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de Cin sûresinde
bu husus, açık bir şekilde beyan buyurulmuştur.
Meleklerin ve Şeytanların İnsan Davranışlarına Te'sirleri Var
mıdır?
İnsan, yaratılış bakımından, madde ve ruhtan teşekkül eder. Maddî cephesini, fizikî
görünüşü olan bedeni ve onun tabiî ihtiyaçları; mânevî cephesini de, mâhiyeti
bilinmeyen ruhu ve aklı teşkil eder. Bu yaratılışının neticesi olarak, yüce Allah,
insana iki türlü duygu vermiştir.
Birincisi, insanın ruh ve mânâ cephesi ile ilgili olan yüce duygulardır ki, bunlar
insanı ruhanî ve ulvî hayata sevkeder.
İkincisi ise, insanın maddî ve fizikî yönü ile alâkalı olan bir takım süflî duygulardır.
İnsan bu duygularına kayıtsız şartsız tâbi olursa, ruh cebhesi zayıflar, âdeta
maddeleşerek âdileşir.
İnsandaki bu iki çeşit duyguya mukabil, kâinatta da iki çeşit varlık yaratılmıştır:
Melekler ve şeytanlar.
Melekler insandaki ulvî duyguları harekete geçirir, ona iyiliği telkin ederler.
Şeytanlar ise, insandaki süflî duyguları körükleyerek onu dâima kötülük işlemeye
sevk ederler.
Hadîs-i şerîfte bu husus şu şekilde belirtilir:
"İnsan kalbine iki yönden baskı ve telkin gelir. Birisi melektendir ki, hayrı
söyler, hakkı tasdik eder. Kalbinde bunu bulan kimse bilsin ki, bu, Allah'tandır.
Ve Allah Teâlâ'ya hamdetsin.
Diğer telkin ise, Şeytandan gelir; şerri teşvik eder, hakkı yalanlar ve insanı
hayırdan men'eder. Kalbinde bunu bulan kimse, derhal Şeytanın şerrinden Allah'a
sığınsın."
Şu halde, mânen yükselmek, ruhen inkişaf etmek isteyen herkes, Şeytanın içinde
uyandırdığı süflî ve kötü arzuları susturmak ve onunla mücadele etmek zorundadır.
OKUMA PARÇASI: CİBRÎL HADÎSİ
Hz. Ömer (ra) anlatıyor:
"Bir gün biz, Hazret-i Peygamber'in (asm) yanında bulunurken huzur-u Nebevîye,
üzerinde yolculuk eseri görünmeyen, hiçbirimizin tanımadığı bir adam geliverdi,
Peygamberimizin ta yanına oturdu. Diz kapaklarını O'nun diz kapaklarına dayadı.
Ellerini dizlerine koydu ve:
- Ey Muhammed, bana İslâm'dan haber ver? dedi. Allah'ın Resûlü buyurdu ki:
- İslâm, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in (asm) Allah'ın Resûlü
olduğuna şehadet etmen (Kelime-i Şehadet), namaz kılman, zekât vermen, Ramazan
ayında oruç tutman, (yol bakımından gücün yeterse) hac etmenden ibarettir.
- Doğru söylüyorsun, dedi. [Ömer diyor ki: "Biz buna hayret ettik. Hem soruyor,
hem de Peygamberi tasdik ediyordu."].
Adam devam ederek:
-Bana îmandan haber ver, dedi. Allah'ın Resûlü buyurdu ki:
-İman, Allah'a, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe ve bir
de hayır ile şer (her şey)'in Allah'ın takdîri ile olduğuna inanmandan ibarettir.
Adam:
- Doğru söylüyorsun, dedi ve devam ederek ilâve etti:
- Bana ihsandan haber ver?
Allah'ın Resûlü bu suâle de:
- İhsan, Allah'a, görür gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen onu görmesen de
O seni görür, buyurdu.
Adam devam etti:
- Bana Sâat'ten (Kıyâmetin zamanından) haber ver.
Allah'ın Resûlü:
- Bu mes'ele hakkında kendisine sorulan kimse, sorandan daha bilgili değildir.
(Yani bu hususta ben de senden fazla bir şey bilmiyorum) Lâkin onun alâmetleri
vardır, karşılığını verdi.
Adam, bunun üzerine Allah Resûlünden, Kıyâmetin alâmetlerini haber vermesini istedi.
Allah Resûlü de, Kıyâmetin bâzı alâmetlerinden bahsetti.
Adam, bundan sonra huzur-u Nebevîden ayrılıp gitti. Arkasından Resûlüllah (asm)
ashâbına hitâben:
- O adamı bana geri çeviriniz, diye emretti. Ashab adamı geri getirmek için derhal
harekete geçtiler.. Fakat adamı bir türlü bulamadılar. Yer yarılmış, sanki içine
girmişti. Bunun üzerine Allah'ın Resûlü:
- İşte o Cibrîl'dir. İnsanlara dinlerini öğretmek için insan kılığında geldi,
buyurdu. (Tecrid Tercemesi)
* * *
MELEKLER KİŞİNİN İYİLİK VE KÖTÜLÜĞÜNÜ NASIL YAZARLAR?
Hz. Süfyan bin Uyeyne'ye: "Bir insan, bir işi yapmaya niyet eder, sonra yapmazsa,
o kimse o ameli işlemediği halde, Kirâmen Kâtibîn melekleri nasıl yazarlar?"
diye sordular. Cevaben buyurdu ki:
"İnsanın iyiliğini ve kötülüğünü yazan melekler gaybı bilmezler. Lâkin güzel
ve hayırlı bir amel yapmayı kalbinden geçirince, kişiden misk gibi güzel kokular
yayılır. Melekler bu kokuyu aldıkları zaman o kimsenin iyilik yapmaya niyet ettiğini
anlarlar. Kötülük yapmağa niyet ettiğinde de, kişiden rahatsız edici bir koku
yayılır. Bu kötü kokudan melekler o kimsenin kötülük yapmaya niyet ettiğini anlarlar.
Güzel amel işlemeğe niyet edince, kul yapmasa da melekler o niyeti yazarlar. Kötülüğe
niyet edince ise, o kötülüğü yapmadıkça yazmazlar.
Bu, Allah Teâlâ'nın kuluna fazl ve ihsanındandır."
KİTABLARA ÎMAN
Kitablara İman Deyince Neyi Anlıyoruz?
Allah Teâlâ insanlara gönderdiği Peygamberlerin bir kısmına, birer de kitab indirmiştir.
Bu kitablarda Allah, insanlara emir ve yasaklarını bildirmiş; onlara iyiyi, güzeli
öğretmiş, doğru yolu göstermiştir.
İşte bu kitablara, Allah'ın kitabları mânasına İlâhî Kitablar denir. Ayrıca semâvî
kitablar, mukaddes kitablar adı da verilir.
İslâm dîni Allah'ın indirdiği bütün İlâhî Kitablara inanmayı emreder. Bu îmanın
özü şudur:
Her Peygambere vahiy gelmiştir. Bâzı Peygamberlere gelen vahiyler, bir araya getirilerek
müstakil birer kitab halini almıştır. Kendilerine kitab verilmeyen peygamberler
ise, daha önce indirilmiş olan İlâhî bir kitaba tâbi olmuş, onun hükümlerini,
gönderildikleri insanlara anlatmışlardır.
Kur'an, en son İlâhî Kitabdır. Son Peygamber Hz. Muhammed'e (asm) indirilmiştir.
Kur'an'da çeşitli peygamberlerden bahsedilmekte ve bu peygamberlerden bâzılarına
kitablar verildiği anlatılmaktadır. Her Müslüman, Kur'an'a inandığı gibi, Kur'an'ın
haber verdiği bu İlâhî kitablara da inanmalıdır. Bu îman, İslâm'ın inanç esasları
arasında mühim bir yer tutar. Çünkü Kur'an da, daha önce indirilmiş İlâhî kitablar
gibi bir İlâhî kitabdır. Geçmişteki İlâhî kitablara inanmak Kur'an'a inanmayı
gerektirdiği gibi, Kur'an'a inanmak da geçmişteki İlâhî kitabların varlığını kabûl
etmeyi icab ettirir.
İlâhî Kitablar Kaça Ayrılır, İsimleri Nelerdir?
Kur'an'dan önce indirilmiş olan İlâhî Kitablar ikiye ayrılır:
1. Küçük kitablar, 2. Büyük kitablar.
- Kur'an'dan önce indirilmiş olan küçük kitablara, sahifeler mânasına "Suhuf"
denir. Bunlar, kitab denemeyecek hacimde birkaç formalık kitabcık veya risaleciklerdir.
Hepsi 100 sahifedir.
Kendilerine suhuf verilen peygamberler: Âdem, Şît, İdris ve İbrahim Peygamberlerdir.
Bunlardan âdem Peygambere 10 sahife, Şît Peygambere 50 sahife, İdris Peygambere
30 sahife ve İbrahim Peygambere 10 sahife verilmiştir.
Kur'an'ın dışındaki büyük kitablar üç tanedir. İsimleri: Tevrât, Zebûr ve İncil'dir.
Böylece Kur'an'la birlikte 4 büyük kitab olmuş olur.
Bunlardan Tevrat, Mûsâ Peygambere, Zebûr Dâvud Peygambere, İncil de İsâ Peygambere
indirilmiştir. Kur'an ise, hepimizin bildiği gibi Peygamberimiz Hz. Muhammed'e
(asm) indirilmiştir.
Diğer İlâhî Kitablarla Kur'an Arasındaki Fark Nedir?
Kur'an'dan önce gelen ve bugün elde mevcut bulunan İlâhî Kitabların hiçbiri, Allah'ın
peygamberlerine indirdiği semavî kitabların orijinali değildir. Bunların zamanla
asıl nüshaları kaybolmuş, insanlar tarafından yeniden yazılmışlardır. Bu yüzden
de içlerine hurafeler ve bâtıl inançlar karışmıştır. Meselâ Tevrat'ın, Hz. Mûsâ'dan
sonra uzun asırlar esir ve sürgün hayatı yaşayan, hattâ bir ara inançlarını bile
kaybedip putperestliğe düşen Yahudiler tarafından muhafaza edilemediği; bugün
elde olan nüshanın Hz. Mûsâ'dan çok sonra bâzı din adamları tarafından yazıldığı,
fakat Tevrat'ın aslı imiş gibi yeniden din kitabı olarak kabûl edildiği bilinen
tarihî gerçeklerdendir. Böyle uzun ve karışık bir devreden sonra ortaya çıkarılan
bir kitabın Hz. Mûsâ'ya indirilen Tevrat'ın aynısı olamıyacağı açıktır. Bu yüzdendir
ki, içinde peygamberlere yakışmayacak isnad ve iftiralar yer almakta; tevhid dininin
ruhuna aykırı düşen hükümler bulunmaktadır.
Dâvud'a (as) gelen Zebûr da, Tevrat'ın mâruz kaldığı âkıbetten kurtulamamıştır.
İncil'e gelince, Hz. İsâ (as) kendisine gelen vahiyleri yazdırmamıştı. Çünkü 30
yaşında peygamber olmuş, 33 yaşında da peygamberlik vazifesi son bulmuştu. Üç
sene gibi kısa bir süre içinde de köyden köye, şehirden şehire dolaşıp, halkı
irşâd için uğraşmıştı. Son zamanlarında ise, zaten Yahudîlerin kışkırtmasıyla
Romalı idareciler tarafından sürekli tâkip altında idi. Bu durumda İncil'i yazdırmak
için ne zaman, ne de imkân bulabilmişti. Nitekim bugün elde mevcut olan İnciller,
müelliflerinin adıyla anılmakta ve içinde Hz. İsâ'nın havârilerine verdiği vaazlarını,
ders ve irşadlarını ihtiva eden bir siyer kitabı görüntüsünü taşımaktadırlar.
Üstelik de bunları yazanlar Hz. İsâ'nın havârileri olan ilk mü'minler değil, onları
görüp Hz. İsâ'ya gelen İlâhî sözleri onlardan dinliyenlerdir.
Eldeki mevcut İncillerde bir takım muhteva ve anlatış farkları görülmektedir.
Aslında bu İnciller, M.S. 325 tarihinde İznik'te toplanan bin kişilik bir ruhanî
konsülün kararı ile kabûl edilmiştir. Bu hey'et, yüzlerce İncil'i incelemişler,
318 üyenin ittifakı ile aralarında Hz. İsâ'nın ulûhiyet tarafı olduğunu ileri
süren bugünkü 4 İncil'i kabûl edip diğerlerini yakıp imha etmişlerdir.
Görüldüğü gibi, Hz. İsâ'nın (hâşâ) Allah'ın oğlu olduğu prensibi, Hz. İsâ'dan
yıllar sonra bir meclis kararı ile kabûl edilmiştir. Hattâ bu karara bâzı Hıristiyan
kiliseleri uymamışlardır. Bu bakımdan bugünkü 4 İncil'in, Hz. İsâ'ya indirilen
İncil'in aslına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.
Kur'an'ın Dışındaki İlâhî Kitablar Tahrif Edildiklerine Göre,
Bunlara İman Nasıl Olur?
Biz Müslümanlar, Hz. Mûsâ, Hz. Dâvud ve Hz. İsâ aleyhimüsselâm'a Tevrat, Zebûr
ve İncil adını taşıyan İlâhî kitablar gönderildiğine ve bu kitabların hak ve tevhid
dînine aykırı hiçbir hüküm taşımadığına inanırız. Fakat ne var ki, bu kitablar
sonradan muhafaza edilemeyerek asılları kaybolmuştur.
Bugün Yahudi ve Hıristiyanların ellerinde bulunan kitabların içinde, peygamberlere
indirilmiş olan vahiylerden hiçbir şey yoktur diyemeyiz. Fakat, içine hurâfe ve
bâtıl itikadların karıştığı da bir vâkıadır. Bu sebeble, bu kitablara karşı ihtiyatlı
davranırız. İçinde bulunan Kur'an'a uygun hükümlerin, vahiy mahsulü olduğunu kabûl
ederiz. Kur'an'a zıd düşen hükümlerin ise, sonradan o kitablara ilâve edildiğine
ihtimal veririz. O kitabların Kur'an'a uygunluk veya zıd düşme durumu söz konusu
olmayan haberlerinde ise, sükût ederiz. Ne kabul, ne de reddederiz. Çünkü onların
vahiy eseri olma ihtimali olduğu kadar, olmama ihtimali de vardır.
Bu hususta Ebû Hüreyre (ra) şöyle demiştir:
"Ehl-i Kitab, Tevrat'ı İbranice (metni) ile okurlar, Arab diliyle de Müslümanlara
tefsir ederlerdi. Bu hususta Resûlüllah (asm) ashabına şöyle buyurdu:
- Siz ehl-i kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzib ediniz. Ancak deyiniz ki:
"Biz Allah'a, bize indirilen Kur'an'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yâkub
ve torunlarına indirilenlere; Mûsa'ya ve İsâ'ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere
Rabları katından gönderilen (kitab ve âyetler)'e îman ettik. Onlardan hiçbirini
(kimine inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerlerinden ayırdetmeyiz. Biz
(Allah'a) teslim olmuş Müslümanlarız." (el-Bakare, 136)."
Kur'an Tahriften Nasıl Uzak Kalmıştır?
Allah'ın son mukaddes kitabı, bütün insanlığa İlâhî fermanı olan Kur'an, 23 senede
âyet âyet, sûre sûre nâzil olmuştur. Peygamber Efendimiz kendisine nâzil olan
âyet ve sûreleri yanında bulunan sahâbelerine okur, sahâbeler de onu ezber ederler,
bir kısmı da yazardı. Bundan ayrı olarak, Peygamber Efendimizin vahiy kâtipleri
vardı. Bunlar nâzil olan âyetleri ve sûreleri özel olarak yazmakla vazifeli idiler.
Gelen âyet ve sûrenin nerede yer alacağı, Kur'an'ın neresine gireceği de bizzat
Peygamberimize Cebrâil (as) vasıtasıyla bildiriliyor, o da vahiy kâtiplerine tarif
ederek, gerekeni yaptırıyordu. Böylece Hz. Peygamberin sağlığında Kur'an'ın tamamı
yazılmış, nereye neyin gireceği belli olmuştur. Ayrıca Cebrâil (as) her Ramazanda
gelir, o güne kadar nâzil olmuş âyet ve sûreleri Peygamberimize yeni baştan okurdu.
Efendimizin vefatından evvelki son Ramazanda Hz. Cibrîl yine gelmiş, ancak bu
sefer Kur'an'ı Peygamberimizle iki sefer okumuşlardı. Birinci sefer Hz. Cibrîl
okumuş, Peygamberimiz dinlemiş; ikinci seferde ise Peygamberimiz okumuş, Hz. Cibrîl
dinlemişti. Böylece Kur'an, son şeklini almıştı.
Bununla beraber, Hz. Peygamber'in sağlığında Kur'an, henüz müstakil bir cilt hâlinde
bir araya toplanmış da değildi. Sayfalar halinde Sahâbeler arasında dağınık olarak
bulunuyor, hâfızalarda ezberlenmiş halde duruyordu. Fakat neyin nereye gireceği
gayet kesin ve net şekilde bilinmekteydi.
Nihayet Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti zamanında görülen lüzum üzerine Zeyd bin Sâbit'in
başkanlığında vahiy kâtiplerinden ve kuvvetli hâfızlardan müteşekkil bir komisyon
kuruldu. Kur'an'ın bir cilt hâlinde bir araya toplanma işi, bu komisyona havale
edildi. Ashabdan herkes, elinde yazılı bulunan Kur'an sayfalarını getirip bu komisyona
teslim ettiler. Hâfızların ve vahiy kâtiplerinin elbirliği ile çalışmaları sonunda
sayfalar, sûre ve âyetler Peygamberimizin tarif ettiği şekilde yerli yerine kondu.
Böylece Kur'an, Mushaf adıyla tek kitab hâline getirilmiş oldu.
Artık Kur'an için unutulma, kaybolma, tahrif ve tebdile uğrama diye bir şey söz
konusu olamazdı. Zira aslı, Hz. Peygambere gelen şekliyle eksiksiz ve noksansız
şekilde tesbit edilmişti.
Hz. Osman zamanında görülen lüzum üzerine, bu Mushaftan yeni nüshalar çoğaltılıp
çeşitli memleketlere gönderildi.
Bugün elde mevcut olan Kur'an'lar, işte bu Kur'an'dan çoğaltılmıştır.
Kur'an tesbit edilişindeki sağlamlık itibariyle, diğer İlâhî Kitablardan farklı
olarak, hiçbir tahrifat ve değişikliğe uğramadan vahiy mahsulü olan şekliyle tesbit
edilip ortaya konmuş; 1400 senedir de muhafaza edilerek gelmiştir. Bunda, Kur'an'ın
edebî îcaz ve İ'câzının, yani, ezberleme kolaylığının, hiçbir insan sözüne benzememesinin
ve söz olarak hiçbir taklidinin yapılamamasının, edebiyat ve belâgatına erişilememesinin
ve zaptında a'zamî titizlik gösterilmesinin büyük rolü olduğu kesindir. Fakat
asıl sebeb, Kur'an'ı Cenâb-ı Hakk'ın hıfz ve himayesine alması, onu kıyâmete kadar
lâfız ve mânâ bakımından bir mu'cize olarak devam ettirmeyi taahhüd etmesidir.
Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulur:
"Muhakkak ki bu Kur'an'ı biz indirdik ve onu koruyacak, muhafaza edecek,
devam ettirecek de biziz.." (el-Hicr, 9).
Bugün yeryüzündeki bütün Kur'an'lar aynıdır. Hiçbir farklılık ve değişiklik yoktur.
Ayrıca milyonlarca hâfızın ezberinde bulunmakta, her an milyonlarca dil ile kırâet
edilip okunmaktadır. Bu özellik, Kur'an'dan başka herhangi bir beşerî kitaba nasîb
olmadığı gibi, semavî kitablardan hiçbirine dahi nasib olmamıştır. Allah'ın son
kelâmı, hükmü kıyâmete kadar geçerli ezelî fermanı olan Kur'an'ın, böyle eşsiz
bir makam ve ulvî bir şerefe nail olması da, elbette zarurî ve lüzumludur.
Kur'ân-ı Kerîm Niçin Arabça Olarak Gelmiştir?
"Kur'ân-ı Kerîm'in Arapça gelmiş olmasındaki sebeb ve hikmetler cümlesinden
şu kadarını söylemek yerinde olur ki: Arabça, fiil çekimleri, şahıs zamirleri
ve kelime türeyişleri ile fevkalâde zengin ve kıvrak bir dil olmak özelliğine
ilâveten, her türlü mâna kaymalarına ve yanlış anlamalara karşı son derece sağlam
bir ifade kudret ve kabiliyetine de sâhiptir. Bu bakımdan İngilizce ve Fransızca
gibi en gelişmiş diller de dahil, yeryüzünde hâlen hiçbir dil, Arabça ile boy
ölçüşebilecek ifade gücüne sahip değildir. İşte birçok bilginler, Kur'ân-ı Kerîm'in
Arab dili ile gelmiş olmasını büyük ölçüde Arabçanın bu özelliği ile açıklar ve
ondaki ifade gücüne bağlarlar.
Fakat onların da dikkatlerinden kaçmış olan çok önemli bir husus daha vardır ki,
o da; Arabçanın en fonetik (telâffuzu en kolay) bir dil olmasıdır. Çünkü Arabça,
sadece dört sesli harf kullanır. Dünya dilleri arasında en az sesli harf kullanan
bir dil olması bakımından da dünyanın en kolay telâffuz edilebilen bir dilidir.
Çünkü bir dilin telâffuzundaki zorluk, o dildeki sesli harflerin çokluğu ile ölçülür.
Bilindiği gibi Türkçede sekiz sesli harf vardır. İngilizce ve Fransızca'da sesli
harflerin sayısı 10'ün üstündedir. Diğer dünya dilleri de yedi, sekiz sesliden
daha az değildir. Halbuki Arabça'da (A, E, İ ve U) olmak üzere yalnız dört sesli
harf vardır, bunlar da, hemen hemen bütün dillerde bulunan ve en çok kullanılan
seslilerdir. Bu itibarla bir Arab, başka bir dili öğrenmek ve iyi konuşabilmek
için aslında kendi ana dilinde olmayan bâzı sesleri de öğrenmek ve kendini bu
seslere alıştırmak zorundadır. Halbuki aslen Arab olmayan biri, Arabçadaki seslere
intibak bakımından hiçbir zorlukla karşı karşıya kalmayacaktır. Çünkü zaten Arabçadaki
sesler, kendi dilinde de en çok kullanılan ana seslerdir.
Kur'an-ı Kerîm'in namazda aslından okunması lüzumu ve bunun Arab olmayan diğer
Müslümanlar için de bir farz olduğu düşünülürse, Kur'an'ın Arabça olması ile diğer
Müslüman milletlere nasıl bir kolaylık sağlandığı ve İslâmiyetin neden cihanşümûl
bir din olduğu daha iyi anlaşılmış olur. Böylece Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerîm'i
Arabça indirmekle, sadece anlaşılmak bakımından da en fazla kolaylık sağlayan
bir dil seçmiştir: Çünkü, "Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez.."
(Bakare, 186)." (Kur'an'ın Getirdiği, Emin Işık).
OKUMA PARÇASI: YAHUDİ NASIL MÜSLÜMAN OLDU?
Hicrî ikinci asır sonlarında hilâfet makamına oturan Abbasî halifelerinden El-Me'mun,
dış dünyaya açık bir devlet adamıydı. Zamanında Müslüman - Hıristiyan bütün ilim
adamları ondan itibar görmüş, yabancı dildeki ilim kitabları Arabçaya tercüme
edilerek bilgi alış verişinde bulunulmuştur. O kadar ki Me'mun zamanında yerin
yuvarlak olduğu resmen tesbit edilmiş, kurulmuş olan "Nısfünnehar" usûlüyle
arzın kuturunu ölçmek gibi bâzı ilim mes'elelerinde kesin hükme varılmıştı.
Bu çalışmaları sırasında Me'mun, meclisinde cin fikirliliği ile dikkatini çeken
bir Yahudi ilim adamına bir gün şöyle bir sual sordu:
-Mâdem hâdiseleri bu kadar akılcı bir anlayışla inceleyebiliyorsun? Neden Müslüman
olmuyorsun? Kur'an'la, İncil, Tevrat arasındaki farkı bilmiyor musun?
Yahudi şöyle cevap verdi:
- Bu mevzuda çalışma yapıyorum. Çalışmam bitince vardığım kararı size bildiririm.
Me'mun Yahudi'ye baskı yapmayı düşünmedi. Çünkü biliyordu ki baskıyla îmana gelinmez,
korkuyla Müslüman olunmazdı.
Yahudiyi kendi hâline terkeden Me'mun, ona bir daha bu mevzuda sual sormadı. Aradan
bir sene geçmiş ve Yahudi yine Me'mun'un meclisindeki ilim adamlarıyla sohbete
başlamıştı.
Ancak, bu Yahudi, bir sene önceki Yahudi değildi. Bu defa İslâm'ı bütünüyle benimsemiş,
Kur'ân'ın ahkâmını tamamıyla kabullenmişti.
Me'mun buna şaştı:
- Hayırdır inşâallah. Bir sene önceki Kur'an'la bir sene sonraki Kur'an arasında,
ne fark var ki o zaman îman etmediniz de bu sene İslâm'a girdiniz?
Yahudi şöyle îzah etti:
- Efendim, şüphesiz bir sene önceki Kur'an'la bir sene sonraki Kur'an arasında
hiç bir fark yoktur. Beni İslâm'a yaklaştırıp, îmana girmeme sebeb olan da budur
zaten.
- Nedir, Kur'ân'ın değişmezliği mi?
- Evet. Bakın çalışmalarım nasıl cereyan etti ve ben nasıl bir sonuçla Müslüman
oldum, onu arzedeyim sizlere. Ve şöyle devam etti:
- Önce evime çekildim. Günlerce İncil yazmaya koyuldum. Üç tane İncil nüshası
yazdım. Birincide birkaç satırı eksik bıraktım. Ötekinde hiç bir eksik yoktu.
Üçüncüsünde ise birkaç satır fazlaydı. Kendimden yapmıştım ilâveyi. Ben bu üç
İncil'i de alıp kiliseye gittim. Papaza gösterdim. Papaz efendi üçünü de inceledi,
tahkik etti. Sonunda satın aldı ve yaptığım hizmetten dolayı da beni tebrik etti.
Dönüp geldim, aynı şeklide üç Tevrat nüshası yazdım. Bunun da birincisinde bazı
âyetleri yazmadım. Eksik kaleme aldım. İkincisi noksansızdı. Üçüncüsünde de birkaç
satır ilâve ederek olmayanları da var gösterdim. Bunu da Haham'a gösterdim. Haham
inceledi, üçünü de beğendi, parasını vererek satın aldı, ayrıca da teşekkür etti.
Bu defa sıra Kur'an'daydı. Kur'an büyüktü. Tamamını yazamazdım. Sadece üç cüz
yazabildim. Birinci cüz'ünde birkaç satırını eksik bıraktım. İkinci cüz'ü tamam
yazdım. Üçüncü cüz'ünü de birkaç satır ilâve ile olmayanı var göstererek yazdım.
Büyük bir tecessüs ve ihtimamla bütün din adamlarını gezdim. Hepsine de yazdığım
Kur'an'ı gösterdim, almalarını söyledim. Hepsi de önceden memnuniyetle alacaklarını
söylediler. Ama şöyle bir bakıp inceleyince hepsi de aynı yerleri yakaladılar.
- Bu cüzde şu, şu satırlar eksik, bu cüz ise tamam. Şu cüzde ise şu şu satırlar
ilâve edilmiş, fazla yazılmış. Kur'an'ın aslında böyle bir kelime yoktur.
Hepsi de benim yazdığım Kur'ân'ı ezberlerinden eksiksiz okudular, tashih ettiler.
Ben anladım ki, Kur'an nasıl nazil olmuşsa aynen zabtedilmiş, aynı tazelik ve
sağlamlığını da muhafaza etmektedir. Kur'an'da ilâve-noksan söz konusu değil.
Nazil olduğu şekli aynen koruyan en son kitabdır. Bundan sonra Müslüman oldum.
İşte İslâm'a girmeme sebeb olan araştırma böyle oldu.
O sırada Basra kadısı olan Yahya bin Eksem bu hâdiseyi hacca gittiğinde büyük
velî Süfyan bin Uyeyne'ye anlatır. Süfyan Hazretleri şöyle cevap verir:
- Bu hâdise, Kur'an'ın, bir âyetinin de fiilî tasdikıdır. Rabbimiz (Tevrat ve
İncil'i) ben muhafaza edeceğim diye bir te'minat vermemiştir. Ama Kur'ân-ı Kerîm
için böyle bir te'minat-ı İlâhiyye vardır. Hicr sûresinin dokuzuncu âyetinde şöyle
buyurur:
- Kur'ân'ı biz indirdik, onu biz muhafaza edeceğiz!
Vak'ayı İmam-ı Süyûtî "Hasâis"inde kaydeder.
* * *
KUR'AN-I KERİM
Kur'an Nedir?
Kur'an-ı Kerîm, Allah'ın insanlara indirdiği son Mukaddes Kitaptır.
Kur'an, son Peygamber Hz. Muhammed'e (asm) Cebrâil (as) tarafından vahiy yoluyla
indirilmiş ve ondan tevatür (*) yoluyla nakl edilerek günümüze kadar gelmiştir.
Kur'an-ı Kerîm ferde ve cem'iyete, bütün insan sınıflarına, bütün memleketlerde
ve bütün devirlerde insan hayatının bütününe, maddî - mânevî bir hidayet rehberidir.
Hükûmet başkanından, kumandandan sade vatandaşa ve sokaktaki adama kadar herkes,
orada kendisiyle alâkalı olanı bulur. Dünyevî ve uhrevî huzur ve saadeti için
gerekli bilgi ve dersleri ondan alır.
Kur'an'ın sâhip olduğu meziyet ve özellikler, âyetlerde ve hadîslerde şu şekilde
beyan buyurulmuştur:
* "İşte bu Kur'an muazzam bir kitabdır. Onu biz indirdik. Çok mübarektir.
(Fayda ve bereketi çoktur). Artık buna uyun, emirlerine bağlanın ve Allah'tan
korkun. Tâ ki merhamet olunasınız" (el-En'âm, 155).
* "Şu indirilmiş Kur'an, mübarek ve feyizli bir kitabdır ki elleri önündekini
(Tevrat ve İncil'i) tasdik edicidir. Tâ ki onunla Mekke halkını ve bütün çevresindeki
insanları korkutsun. Âhirete îman edenler, namazlarına gereği üzere devam ettikleri
gibi, Kur'an'a da inanırlar" (el-En'âm, 92).
* "Onlar, hâlâ Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunu ve mânasını düşünmeyecekler
mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki içinde birbirini
tutmayan birçok söz ve ifadeler bulurlardı." (en-Nisâ, 82).
* "O Kur'an, insanları Hakk'a ulaştırır; helâl ile haramda ve din hükümlerinde
hakkı bâtıldan ayırır.." (el-Bakare, 185).
* "Kur'ân-ı Kerîm doğru yol gösterici, mü'minlere derecelerle kurtuluşu müjdeleyicidir"
(el-Bakare, 97).
* "Bu Kur'an, akıl sâhiplerinin, âyetlerini iyice düşünüp anlamaları ve ders
almaları için, sana indirdiğimiz saadet kaynağı bir kitabtır" (Sâd, 29).
* Hâris bin A'ver'den rivayet edilmiştir:
Bir gün Hz. Ali şöyle dedi: "Bakınız, ben Resûlüllah'dan (asm): "Yakında
fitneler kopacaktır" buyurduğunu işittim. Bunun üzerine, "Ey Allah'ın
elçisi, bu fitnelerden kurtuluşun çaresi nedir?" diye sordum. "Allah'ın
kitabı, Kur'an'dır" buyurdular. (Daha sonra Hz. Peygamber, Kur'an'ın özelliklerini
şöyle açıkladı:)
Onda, sizden öncekilerin tarihi, sonrakilerinin haberi ve aranızdaki mes'elelerin
hükmü vardır. O, Hak ile Bâtılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür. Her kim
hidâyeti ondan başkasında ararsa, Allah onu şaşırtır. O, Allah'ın kopmayan sağlam
ipi, kuvvetli fikir kitabı ve doğru yoldur. O, akılların sapıtıp şaşırmamasına
ve dillerin karışmamasına yegâne sebebdir. Kur'an, ilim adamlarının doymadığı,
asla tekrarlanmaktan eskimeyen ve hayret veren üstünlükleri bitip tükenmeyen bir
kitaptır. Yine O, öyle eşsiz bir eserdir ki, cinler dahi onu dinlediği zaman,
"Biz, doğruluk ve olgunluk yolunu gösteren hârikulâde bir Kur'an dinledik"
demekten kendilerini alamamışlardır. Ona dayanarak konuşan doğru söylemiş, O'nu
tatbik eden sevab kazanmış, O'nunla hükmeden adâlet etmiş ve insanları O'na dâvet
eden dosdoğru yola yöneltmiş olur.
* "Kur'an apaçık bir nur, hakîm bir zikir ve en doğru yoldur."
* "Kur'an-ı Kerîm, Allah Teâlâ'nın gökten yeryüzüne uzatılmış bir ipidir."
* "Kur'an'ın sair sözlere üstünlüğü, Rahman'ın mahlûkatına nazaran üstünlüğü
gibidir."
* "Kim Allah'ın kitabından bir âyet okursa, Kıyâmet günü kendisine nûr olur."
* "Evlerinizi namaz kılarak ve Kur'an okuyarak nurlandırınız."
Kur'an'ın isimleri:
Kur'an, kelime olarak, "toplamak, okumak, bir araya getirmek" mânalarına
gelir. Bu isim, Kur'an'a, bizzat kendisi tarafından verilmiştir (Bak: el-Bakare,
185).
âyet ve sûreleri bir araya getirdiği; İslâm'ın îtikad, ibâdât, ahlâk, hukuk, v.s.
esaslarını toplayıp ihtiva ettiği; dünyada en çok okunan ve okunacak olan kitab
olduğu için bu ismi aldığı ifade edilir.
Kur'an'ın daha bir çok isimleri vardır. Bu isimlerden bâzıları şunlardır: Kitab,
Fürkan, Zikr, Hükm, Hikmet, Şifa, Hüdâ, Rahmet, Ruh, Beyan, Nimet, Bürhan, Nur,
Hakk..
Kur'an'ın unsurları:
Kur'an'ın 4 unsuru vardır:
1. Lâfız, yani, okunur olması.
2. Arapa olması.
3. Hazret-i Muhammed'e (asm) indirilmesi.
4. Ondan bize eksiksiz, noksansız, tevatür yoluyla nakledilmiş olması. Bu 4 unsurundan
biri eksik olunca Kur'an olmaz. Binaenaleyh tercüme ve meâllere Kur'an denilemez
ve bunlar Kur'an'ın yerini tutamaz.
Vahy-i metlûv:
Allah, Cebrâil (as) vasıtasıyla bâzan da başka şekillerde, doğrudan doğruya kelâmını,
emir ve iradesini, hikmetlerini Peygamber Efendimize indirmiş, bunlar Kur'an'ı
meydana getirmiştir. Kur'an, vahyin en yüksek şeklidir.
KUR'AN NEDİR?
"Kur'an, şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi.. Ve âyât-ı
tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi.. Ve şu âlem-i gayb
ve şehâdet kitabının müfessiri.. Ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i İlâhiyyenin
mânevî hazinelerinin keşşâfı.. Ve sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakâıkın miftahı..
Ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı.. Ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında
olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifat-ı ebediye-i Rahmaniyye. Ve hitabat-ı
ezeliye-i Sübhâniyyenin hazinesi. Ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli,
hendesesi. Ve avâlim-i uhreviyyenin mukaddes haritası.. Ve Zât ve Sıfat ve Esmâ
ve şuûn-u İlâhiyyenin kavl-i şârihi, tefsîr-i vâzıhı, bürhân-ı kâtı'ı, tercümân-ı
sâtı'ı. Ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi. Ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin
mâ' ve ziyâsı. Ve nev'-i beşerin hikmet-i hakikiyesi. Ve insaniyeti saadete sevkeden
hakikî mürşîdi ve hâdîsi. Ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua,
hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubûdiyet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir
kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci' olacak çok
kitabları tazammun eden tek, câmi' bir KİTAB-I MUKADDES'tir. Hem bütün evliyâ
ve sıddîkîn ve urefâ ve muhakkıkînin muhtelif meşreblerine ve ayrı ayrı mesleklerine,
her birindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvîr edecek ve herbir mesleğin
mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütübhâne
hükmünde bir Kitab-ı Semâvîdir.
KUR'AN; Arş-ı A'zam'dan, İsm-i A'zam'dan, her ismin mertebe-i A'zamından geldiği
için, bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah'ın kelâmıdır. Hem, bütün mevcudâtın
İlâhı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır. Hem bütün semâvat ve arzın Hâlikı namına
bir hitabdır. Hem Rububiyyet-i Mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem, saltanat-ı
âmme-i Sübhâniyye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem, Rahmet-i vâsia-i muhîta
nokta-i nazarında bir defter-i iltifat-ı Rahmâniyyedir. Hem, ulûhiyyetin azamet-i
haşmeti haysiyetiyle, başlarında bâzan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır.
Hem İsm-i A'zamın muhîtinden nüzûl ile Arş-ı A'zam'ın bütün muhatına bakan ve
teftîş eden hikmetfeşân bir Kitâb-ı Mukaddestir. Ve şu sırdandır ki, "Kelâmullah"
ünvanı, kemâl-i liyâkatla Kur'an'a verilmiş ve daima da veriliyor. Kur'an'dan
sonra sair enbiyânın kütüb ve suhufları derecesi gelir. Sâir nihayetsiz kelimat-ı
İlâhiyyenin ise bir kısmı dahi has bir itibarla cüz'î bir ünvan ile hususî bir
tecellî ile cüz'î bir isim ile ve has bir Rububiyyet ile ve mahsus bir saltanat
ile ve hususî bir rahmet ile zâhir olan ilhâmât suretinde bir mükâlemedir. Melek
ve beşer ve hayvanın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibariyle çok muhteliftir.
KUR'AN; asırları muhtelif bütün enbiyânın kütüblerini ve meşrebleri muhtelif bütün
evliyânın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyânın eserlerini icmâlen
tazammun eden ve cihât-ı sittesi parlak ve evham ve şübehâtın zulümâtından musaffa
ve nokta-i istinadı, bilyakîn vahy-i semavî ve kelâm-ı ezelî. Ve hedefi ve gayesi,
bilmüşahede saadet-i ebediye. İçi, bilbedahe hâlis hidâyet. Üstü, bizzarure envâr-ı
îman. Altı, bi-ilmelyakîn delil ve bürhan. Sağı, bittecrübe teslîm-i kalb ve vicdan.
Solu, bi-aynelyakîn teshîr-i akıl ve iz'an. Meyvesi, bihakkal-yakîn rahmet-i Rahmân
ve dâr-ı cinan. Makamı ve revâcı, bil-hadsi's-sâdık makbûl-ü melek ve ins ve cân
bir Kitâb-ı Semâvîdir." (Bediüzzaman, Sözler)
Kur'an, sadece mânası değil, aynı zamanda lâfızları itibariyle de Peygamberimizin
kalbine vahyedilmiştir.
Kur'an'a vahy-i metlûv denilmesi bundandır. Binaenaleyh Kur'an sadece mâna değil,
lâfız ile mânanın bütünüdür.
Kur'an, Peygamber Efendimize toptan gelmemiştir. Âyet âyet, sûre sûre nâzil olmuştur.
Kur'an mu'cizesi:
Kur'an, insanlığın hakikî saadetini te'min edecek her türlü îtikad, amel ve ahlâk
esaslarını ihtiva eder. Hem lâfzı, hem de mânası itibariyle, en büyük ve ebedi
bir mu'cizedir.
Peygamberimiz bu hususta şöyle buyurmuştur:
"Hiçbir peygamber yoktur ki, onlara kendi zamanlarındaki insanların inandıkları
kadar mu'cize verilmiş olmasın. Mu'cize olarak bana verilen ise, ancak Allah'ın
bana vahyettiği (Kur'an)dır. Bunun için kıyâmet gününde ben, peygamberlerin en
çok ümmeti bulunanı olacağımı ümid ederim."
Gerçekten de, diğer peygamberlerin mu'cizeleri devirleri geçtikçe bitmiştir. Kur'an
mucizesi ise, kıyâmete kadar bâkîdir.
Kur'an-ı Kerîm'in muhtelif âyetlerinde Kur'an'ın mu'cize olduğu hususu, ısrarla
belirtilir:
"De ki, bu Kur'an'ın benzerini meydana getirmek için insanlar ve cinler bir
araya gelseler ve hattâ birbirlerine yardım da etseler, onun gibisini meydana
getiremezler.." (el-İsrâ, 88).
Nitekim, Kur'an'ın lâfzındaki üslûb ve belâgata, şimdiye kadar hiç kimse nazîre
getiremediği gibi, bundan sonra da getiremiyecektir..
Kur'an, lâfzı gibi, mânası bakımından da mu'cizedir.
Peygamber Efendimiz okuma-yazma bilmezdi. Kimseden bir şey öğrenmemişti. Bu yüzden
ümmî sayılıyordu. Böyle olduğu halde, onun ortaya koyduğu kitab, en yüksek hakikatları
ihtiva etmekte; ilmin ve tecrübenin yüzyıllarca uğraşarak ortaya koyduğu birçok
ilmî gerçekleri 14 asır evvel haber vermektedir. Bu da Kur'an'ın doğrudan doğruya
Allah kelâmı olduğunu göstermektedir.
Meselâ, Güneşin kendi etrafında dönerek, ayrıca kendine bağlı birçok gezegeniyle
birlikte sâbit bir noktaya doğru yol aldığı; ehramların açılıp Fir'avn'ın mumyalarının
ortaya çıkarılması gibi ilmî ve arkeolojik keşifler, son asrın keşifleridir. Halbuki
Kur'an bu ve bunun gibi birçok gerçeği, asırlar öncesinden haber vermiştir.
İlim ve fen ne kadar ilerlerse ilerlesin, Kur'an'a aykırı düşemez. Bil'akis müsbet
ve içtimaî ilimlerin ilerlemesi Kur'an'ın tefsîrini ve açıklanmasını kolaylaştırır.
Bediüzzaman'ın ifade buyurduğu gibi "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşmekte;
ihtiva ettiği hakikatlar daha parlak şekilde ortaya çıkmaktadır."
Kur'an-ı Kerîm'in diğer bir mu'cizelik ciheti de, sonradan olacak birçok şeyleri
önceden haber vermesidir. Verdiği haberler, sonradan aynen çıkmıştır. (Bizanslıların
ateşperest İranlıları yeneceği; Mekke'nin fethedileceği haberleri gibi..)
Kur'an-ı Kerîm'in ihtiva ettiği hakikatler
Kur'an-ı Kerîm, insanlara îtikad, ibâdet, ahlâk, içtimaiyat, iktisad, siyaset,
tarih, hukuk, insan, kâinat ve kâinat ötesi gibi birçok hakikatlerden bahsetmiştir.
Kur'an'ın bahsettiği bu hakikatlarîn en önemlilerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Kur'an bütün insanları Allah'ın varlığına, birliğine îmana, yani, tevhid inancına
dâvet eder. Zihinlerde Allah'ın kudret ve azametini tespit edip yerleştirir..
2. İnsanları putperestlik ve şirkten şiddetle men'eder. Yalnız ve yalnız, tek
olan Allah'a ibâdet etmeye ve O'na hiçbir şey'i şerik koşmamaya dâvet eder..
3. Kur'an insanları ilme, irfana, tefekküre çağırır. İnsanları gaflet içinde şuursuzca
yaşamaktan men'eder. Allah'ın kudret ve hikmetine dikkat etmelerini, kâinata ve
hâdiselere ibret gözüyle bakmalarını ister.
4. İnsanlara gönderilmiş bâzı peygamberler ve onların ümmetlerini irşad ve tebliğ
tarzları hakkında bilgi verir. Geçmiş ümmetlerin hallerinden ders almamızı söyler.
5. İnsanların nefislerine esir olmamalarını, dünyayı âhirete tercih etmemelerini,
dünyada her an imtihan içinde olduklarını unutmamalarını bildirir.
6. Müslümanların dinlerinde sebat etmelerini, daima hakka tâbi olup hakkı savunmalarını,
düşmanları karşısında kuvvetli olmalarını tavsiye eder.
7. İçtimaî, iktisadî ve siyasî hayatta tâkip edilmesi gereken temel esasları ve
saadet düsturlarını haber verir.
8. İnsanlar arasında adalet, istikamet, tevâzu', sevgi ve şefkat, ihsan, afv,
edeb ve eşitlik gibi ahlâkî değerleri tavsiye eder.
İnsanları zulümden, hıyânetten, kibirden, cimrilikten, intikam duygularından,
katı yüreklilikten, fuhşiyattan, haramdan men'eder.
9. Allah'ın kâinata koymuş olduğu kanunların değişmeyeceğini, muvaffakıyet için
bu kanunlara riayet etmenin lüzumunu anlatır. İnsana kendi gayret ve çalışmasından
başka hiçbir şey'in fayda vermiyeceğini bildirir.
10. İslâm'a uyanların Cennete, uymayanların ise Cehenneme gireceğini bildirir.
Bu dünyanın, âhiretteki ebedî Cenneti ve saadeti kazandıracak bir imtihan meydanı
olduğunu haber verir.
Kur'an'a Karşı Vazifelerimiz
* Bir müslüman olarak Kur'an'a karşı ilk vazifemiz, onun ve ihtiva ettiği hakikatların
hak olduğunu tasdik etmektir. Daha sonra, onu okumak, mânasını anlamak ve emirlerini
tatbik edip yaşamak, ulvî düsturlarını, ferd ve cem'iyet olarak hayatımıza hâkim
kılmak gibi diğer vazifeler gelir.
* Her müslümanın, namazı câiz olacak kadar Kur'an'dan bir bölüm ezberlemesi farz-ı
ayndır. Fâtiha sûresiyle birlikte başka bir sûreyi daha ezberlemek vâcibdir. (Bununla
farz da yerine getirilmiş olur).
Kur'an-ı Kerîm'in bütününü ezberlemek ise, farz-ı kifâyedir. Yani bir kısım müslümanların
hâfız olması, diğer müslümanları mes'ûliyetten kurtarır. Ancak Kur'an'ı ezbere
bilen hiç kimse kalmazsa bütün müslümanlar mes'ul olur.
* Kur'an'ı namaz dışında yüzünden okumak, ezbere okumaktan daha faziletlidir.
Zira bu okuyuşa hem göz, hem de dil iştirâk eder. Tefekküre de daha müsaittir.
Ezbere okumaya ise sadece dilin iştirâki vardır. Kur'an'ı namaz dışında da, kıbleye
yönelerek, temiz giyimli olarak ve edeblice oturarak okumak müstehabtır.
* Okumaya başlarken Eûzü-Besmele çekilmesi de yine müstehabdır.
* Kur'an'ı yüzünden abdestli olarak okumak farzdır. Çünkü abdestsiz Kur'an'a el
sürülmez.
* Kur'an'ı ayda bir defa hatmetmek, umumiyetle güzel görülmüştür. Senede 1, 40
günde bir, haftada 1 hatmi tercih edenler de vardır. Ancak 3 günden az zamanda
hatim caiz görülmemiştir. Çünkü bu takdirde Kur'an'ı sür'atli okumaktan dolayı
mânasını düşünmek kâbil olmaz, ayrıca telâffuz hatâları yapılabilir.
* Kur'an-ı Kerîm'i dinlemek farz-ı kifâyedir. Bir mecliste Kur'an okunurken, dinliyenin
bulunması, dinlemeyenlerden mes'uliyeti kaldırır. Ancak başka işlerle meşgul olan
kimselerin yanında yüksek sesle Kur'an okunması uygun görülmemiştir.
* Kur'an okumak, nafile ibâdet yapmaktan; Kur'an'ı sesli okumak ise, sessiz okumaktan
efdaldir.
* Bir kimse, yürürken veya bir iş görürken Kur'an okuyabilir. Yalnız bu hâlin
Kur'an'ı gafletle okumağa sebeb olmaması gerekir.
Bil'akis okuduğu Kur'an, onu gaflete dalmaktan sıyırmalıdır.
* Namaz kılınması mekruh olan vakitlerde dua, tesbih, Peygamberimize salât ü selâm,
Kur'an okumaktan efdaldir.
* Kur'an'ı güzel sesle ve tecvidle okumak müstehabdır. Peygamber Efendimiz bir
hadîs-i şerîflerinde "Kur'an'ı seslerinizle tezyîn ediniz" buyurmuştur.
* Kur'an'ı tecvide aykırı şekilde nağmelerle okumak câiz değildir. Kelimeleri
değiştiren, mânayı bozan okumalar da haramdır.
* Kur'an okumayı öğrenmiş olan kimse, sonradan yüzünden okuyamıyacak derecede
unutsa günahkâr olur.
* Kur'an'ı okumak gibi, başkasına okutmak, öğretmek de sevabı çok bir ibâdettir.
* Ücretle Kur'an okumayı bâzı âlimler caiz görmüşse de, bunu bir geçim yolu olarak
benimsemekten kaçınmak gerekir.
* Yırtık ve eski olup kullanılmayan mushaf yakılmaz. Temiz beze sarılıp toprağa
gömülür. Yahut toz gelmeyen temiz bir yere konur. (Tatarhâniye'den).
* Kur'an okumak ve okutmanın fazileti ile ilgili olarak hadîs-i şeriflerde şöyle
buyurulmuştur:
Ebû Mûsâ el-Eş'ari (ra) Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kur'an'ı okuyan ve gereğini olduğu gibi tatbik eden mü'min, kokusu hoş,
tadı güzel turunç meyvesi gibidir. Kur'an okumayan, fakat gereğini tatbik eden
mü'min, tadı olan ve fakat kokusu bulunmayan hurmaya benzer. Kur'an okuyan, fakat
gereğini tatbik etmeyen münâfık da, sadece kokusu hoş olan fesleğen gibidir. Kur'an
okumayan münâfık da, tadı acı ve kokusu çirkin Ebû Cehil karpuzuna benzer."
"Ümmetimin yapacağı en faziletli ibâdetlerden biri de Kur'an-ı Kerîm'i yüzüne
bakarak okumasıdır."
"Kul, Kur'an-ı Kerîm'i hatmettiği zaman hatim duası esnasında 10 bin melek
ona bağış talebinde bulunur."
"Şu ibâdet işinde gözlerinizin hazzını verin.. O da Mushaf'a bakarak okumak
ve üstünde tefekkür etmek, acâibatından ibret ve ders almaktır."
"Evlerinizde Kur'an okumayı artırınız. Bir ev ki, onda Kur'an okunmaz, o
evin hayrı azalır, şerri çoğalır. Ehline darlık gelir.."
"Kur'an'ı oku, yasak ettiği şeyleri anla. Şayet okuman seni yasaklardan almıyorsa,
onu okumuş, anlamış sayılmazsın."
"Oruç ve Kur'an, kıyâmet günü kula şefaat edecekler. Oruç diyecek ki:
- Ey Rabbim, ben onu yemekten ve şehevî şeylerden gündüzleri alıkoydum. Ona şefaatimi
kabûl buyur.
Kur'an da diyecek:
- Ey Rabbim, onu geceleri uykudan aldım. Ona şefaatimi kabûl buyur.
Şefaatleri kabul buyurulur."
"Herhangi bir cemaat, Allah'ın evlerinden birinde toplanır, Allah'ın Kitabını
okur ve mânasını aralarında anlamaya çalışırlarsa, onlara sakînet (kalb huzuru
ve itmi'nan) iner. Kendilerini rahmet kaplar, çevrelerini melekler sarar ve Allah
Teâlâ yanında bulunanlara onları anlatır."
"Kur'an hâfızları, ehl-i Cennetin reisleridir."
* Kur'an Okumanın Mânevî Yönleri:
Okunan Kur'an'ın, insan ruhuna hâkim olması ve onu mânen yükseltmesi için, dikkat
edilmesi gereken bâzı hususlar vardır. Bu hususları şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Okunan Kur'an'ın büyüklük ve ulviyetini anlamak..
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
"Eğer biz Kur'an'ı bir dağın üzerine indirseydik, muhakkak o dağı, Allah
korkusundan baş eğmiş ve parçalanmış görürdün.." (el-Haşr, 21)
Allah, dağların bile çekemiyeceği bir yükü, insanlara vermiş olduğu kabiliyet
ile taşıtmaktadır. Şu halde Kur'an okuyan kimse, ilk olarak, okuduğu kelâmın azamet
ve ulviyetini idrâk etmelidir.
2. Mütekellimi tâzim:
Kur'an okuyan kimse, o Kur'an'ın sâhibinin (mütekelliminin) Allah olduğunu düşünmeli,
okuduklarının bir beşer sözü olmadığını her an hatırlamalıdır.
3. Kur'an'ı kalb huzuru içinde okumak, nefsin dedikodularını terk etmek..
Bir âlime, "Sen Kur'an okurken gönlüne başka şeyler gelir mi?" diye
sorulmuş. O da "Benim için Kur'an'dan daha sevimli bir şey yoktur ki hâtırıma
gelsin" şeklinde cevab vermişler.
4. Tedebbür (okuduğu hakikatları düşünmek)..
İnsanın bâzen Kur'an'ı, üzerinde düşünmeden okuduğu olur. Halbuki Kur'an kırâetinden
esas maksad, onu düşünmek, ders ve ibret almaktır. Düşünmeye imkân verdiği için,
Kur'an'ı ağır ağır okumak sünnet kabûl edilmiştir.
Hazret-i Ali, "Anlamadan yapılan ibâdette, düşüncesiz yapılan kırâette hayır
yoktur" demiştir.
Peygamber Efendimiz Âl-i İmran sûresinin 90. âyetini okumuş, daha sonra da: "Bu
âyeti ağzınada okuyup (veya geveleyip) de üzerinde düşünmeyenin veyl hâline.."
buyurmuştur.
5. Tefehhüm (anlamak)..
Kur'an okuyan kişi, okuduğu kısmın mânâsını imkân nisbetinde anlamaya da çalışmalıdır.
6. Kur'an'ı anlayışa mâni olan hallerden uzaklaşmak..
Kur'an'ın mânâsını anlamaya mâni hallerin başlıcaları şunlardır:
a) Taklid ve taassub: Bâzı fikirlere taassubla bağlanmak veya taklid yoluyla bilgi
edinmek, Kur'an'daki inceliklerin keşfine ve anlaşılmasına mâni olur.
b) Kibir, günahta ısrar veya dünyanın geçici heveslerine iptilâ gibi haller de,
Kur'an'ın hakikatlerini anlamaya perde olur.
c) Kur'an tercümelerini okuyup, Kur'an'ın bütün mânasının o tercümede geçen söz
ve bilgilerden ibaret olduğunu zannetmek.
Bu durum, Kur'an'ı anlamaya en büyük manilerdendir. Günümüzde pek çok kimsenin,
Kur'an tercümelerini okuyup Kur'an'ın hakikatlarının o zâhirî mânalardan ibaret
olduğunu zannederek kalbi bozulmakta, Kur'an'a karşı hürmeti zedelenmektedir.
7. Kendini muhatab etmek.
Kur'an okuyan kimsenin Kur'an'ın bütün hitablarında kendinin kastedildiğini kabûl
etmesi gerekir. Yani, Kur'an'a, nefsini muhatab ederek okumalıdır.
8. Teessür..
Teessürden maksad, Kur'an okuyan kimsenin kalbinin, âyetlerin mânasından duygulanıp
müteessir olmasıdır. Kul, okuduğu âyetin bahsettiği muhtevaya uygun bir hâl içine
girmelidir. Azab âyetlerini okurken, hemen ölecekmiş gibi korkudan küçülmeli,
rahmet ve mağfiret âyetlerinde de neş'elenip uçan kuş gibi sevinmelidir. Allah'ın
zikri, sıfatları, isimleri geçen âyetleri okurken Allah'ın yüceliği karşısında
başını eğip azamet-i ilâhiyeyi düşünmelidir. Kâfirlerin Allah'a isnad ve iftiralarını
okurken sesini kısmalı, içinden müteessir olmalı, o sözlerden dolayı utanmalıdır.
Cennetin sıfatlarını bildiren âyetlerde Cennete karşı iştiyak ve arzu duymalıdır.
Cehennemden bahseden âyetlerde de tüyleri ürpermelidir. Hakikî mânada yapılan
Kur'an tilâvetinde dil, akıl ve kalb birlikte vazife görür. Dilin görevi, tertîl
ile harflerin hakkını vererek okumaktır. Aklın vazifesi, mânaların tefsirini yapmaktır.
Kalbin görevi ise, okunanın etkisi altında kalarak kendine çeki düzen vermektir.
Binaenaleyh Kur'an dil ile okunur, akıl tercüme eder, kalb ise ders alır.
9. Terakki..
Bundan maksad, Kur'an'ı okuyan kimsenin onu kendinden değil, Allah Teâlâ'dan dinliyormuşçasına
rûhen yükselerek okumasıdır.
10. Teberri..
Teberriden maksad, Kur'an okuyan kimsenin kendi havl ve kuvvetinden, nefsine itimad
ve iltifattan vazgeçmesidir. Salihler için olan müjde ve medh âyetlerini okuduğu
zaman, mü'min kendini o sâlihler içinde görmemeli, ancak o nuranî kafileye kendini
de katması için Allah'a yalvarmalıdır.
Âsî ve günahkârları zemmeden âyetleri okuduğunda ise, kendini de o âsi kullar
içinde saymalı, korkarak Allah'ın rahmetine sığınmalı, günahlarından tevbe ve
istiğfar etmelidir.
OKUMA PARÇASI: KUR'AN'I NASIL OKUMALI?
Bir Kur'an mualliminden, çok genç bir delikanlı ders almaktaymış. Bu delikanlının
benzinin cidden solgun olduğunu farkedenler, hocaya demişler ki: "Bu genç
Kur'an okumak için bütün gece uyanık duruyor ve Kur'ân'ı bir gece zarfında hatmediyor."
Bunun üzerine hoca sormuş:
-Oğlum, haber aldım ki, sen bütün gece uyanık duruyor ve Kur'an'ı hatmediyormuşsun.
Delikanlı bu söylenenin doğru olduğunu bildirince, hoca:
- Oğlum, şu halde bütün gece zarfında Kur'an okurken beni önünde farzet ve namazda
bana Kur'an okuyormuş gibi yap, fakat beni hiç hâtırından çıkarma, demiş.
Genç talebe bu teklifi kabul etmiş ve sabah olunca aralarında şu konuşma geçmiş:
-Dediğimi yaptın mı?
- Evet efendim.
-Kur'an'ı hatmedebildin mi?
- Hayır, yarısından fazlasını okuyamadım.
- Oğlum, o halde bu gece, Hz. Peygamberden Kur'an'ı dinlemiş olan herhangi bir
sahâbîyi düşünerek oku. Dikkatli ol, çünkü sahâbîler Kur'an'ı bizzat Hazret-i
Peygamberden dinlemiştir. Bu sebeble okurken sakın hatâ işleme.
Delikanlı "peki" dedikten sonra, o gece yine Kur'an okumuş, fakat bu
sefer ancak dörtte birini okuyabildiğini hocasına söylemiş. Ertesi gece için de
hocası onun bu sefer bizzat Hazret-i Peygamberi düşünerek okumasını tavsiye etmiş,
genç adam da öyle yapmış, fakat Kur'an'ın sadece bir cüz'ünü okuyabildiğini fark
etmiş. Nihayet, şeyh ona:
- Oğlum, bu gece de Allah'a tevbe et ve kendini hazırla.. Ve Allah'ın huzurunda
Kur'an okuduğunu düşün.. demiş.
Ertesi gün, hoca, talebesinin gelmesini beklemiş, fakat gelen olmamış. Durumu
öğrenmek üzere gönderdiği bir adam, gencin hasta yattığı haberini getirince, üstad
bizzat giderek talebesini ziyaret etmiş ve onu ağlarken bulmuş. Genç adam hocasına:
-Hocam, Allah size çok sevablar ihsân eylesin. Ben şimdiye kadar Kur'an'ı yalan
yanlış okuduğumu, ancak bu son gece fark ettim. Çünkü Fâtiha sûresini açıp okumak
istediğim zaman "Ancak sana ibâdet ederiz" âyetine gelince, kendi nefsime
bir baktım ve Cenâb-ı Hakk'ı bu âyetle tasdik ettiğimi göremedim. Bu sebeble de
"Ancak sana ibâdet ederiz" (İyyâke na'büdü) demekten, (yani bu âyeti
okumaktan) utandım.. Mütemâdiyen "Mâliki yevmiddîn" âyetine kadar gelip
bir türlü "İyyâke na'büdü" âyetini okuyamadım.. Böylece rükûa vardığım
zaman, artık tan yeri ağarmıştı.." demiş.
İbnü'l-Arabî'nin rivâyetine göre, bu delikanlı bir saat sonra rûhunu teslim etmiş.
Bir müddet sonra da üstad, bu gencin kabrini ziyârete gittiği zaman, mezardan
şu sesin geldiğini işitmiş:
- Ey üstâdım, ben diri (olan Allah'ın) indinde diriyim. Allah beni herhangi bir
bakımdan hesâba çekmedi..
PEYGAMBERLERE ÎMAN
Peygamberlere İman Ne Demektir?
Allah Teâlâ'nın, emirlerini ve yasaklarını kullarına bildirmek üzere elçi seçtiği
büyük insanlara Peygamber denir.
Peygamberlere îman, Allah'ın insanları doğru yola iletmek, emir ve yasaklarını
onlara duyurmak için Peygamber denilen elçiler gönderdiğine inanmak, Peygamberlik
müessesesinin varlığını kabûl etmek, Kur'an'da Peygamber olduğu zikredilen şahısların
Peygamber olduklarını tasdik etmek demektir.
Peygamberler de bizim gibi insan olmakla beraber, onlar Allah'ın seçkin kullarıdır.
İnsan çalışıp çabalamakla, istemekle Peygamber olamaz. Peygamberlik, Allah vergisidir.
Peygamberler Niçin İnsanlar Arasından Seçilmiştir?
Allah'ın insanlara elçi olarak gönderdiği Peygamberlerini yine insanlar arasından
seçmesi, onların insanlara her hususta rehberlik, örneklik, mürşidlik yapabilmeleri
içindir.
Peygamberler melekler arasından gönderilseydi, hiç şüphesiz bu netice alınamazdı.
İnsana en iyi rehberliği, yine insanın yapabileceği açık bir gerçektir.
Resûl ve Nebî Ne Demektir?
Kendisine müstakil bir din ve kitab verilen peyamberlere Resûl, müstakil bir din
ve kitab sâhibi olmayıp kendinden önceki bir peygamberin kitabına uygun hareket
etmekle vazifeli peygamberlere de Nebî adı verilir.
İnsanlar Niçin Peygamberlere Muhtaçtırlar?
İnsanlar kendi akıllarıyla Allah'ın varlık ve birliğini anlayabilseler bile, O'na
mahsus sıfatları tamamen kavrayamazlar. Ona ne şekilde ibâdet edileceğini bilemezler.
Âhiret işlerini, âhiretteki mes'ûliyeti idrâk edemezler. Bütün bu hususları Allah'ın
kendilerine bildirip öğretmesine muhtaçtırlar.
İşte Allah, insanların bu ihtiyaçlarına cevab vermek üzere, onlara peygamberler
göndermiştir. Onlar vasıtasıyla, bilmeye muhtaç oldukları maddî ve mânevî her
hususu insanlara öğretmiştir.
Eğer peygamberler gelmeseydi, insanlar Allah'ın varlık ve birliğini bilmenin dışında,
hiçbir dinî hükümle mükellef tutulamazlardı. Hattâ bâzı Kelâm âlimlerine göre,
Allah'ın varlığını, birliğini anlamaktan bile mes'ul olmazlardı. Nitekim âyet-i
kerîmede de:
"Resûl göndermediğimiz müddetçe, hiçbir kavme azâb edici değiliz." (el-İsrâ,
15) buyurulmuştur.
İnsanlık hiçbir şey'i bilmez durumda iken her şey'i, her san'atı ve her hüneri
peygamberlerden öğrenmişlerdir. Dünya ve âhirette mutlu olmanın ve huzurlu yaşamanın
yollarını, birbirleriyle hoş geçinme düsturlarını, ahlâk ve görgü kaidelerini
insanlara öğreten yine peygamberler olmuştur.
Okuma Parçası : PEYGAMBERİN GEREKLİLİĞİ
Necip Fazıl Kısakürek vapurla Karaköy'e geçerken, yanına biri yaklaşıp:
- Üstad, diye sormuş. Peygamberlere ne diye gerek duyuldu, biz kendimiz yolumuzu
bulabilirdik.
Necip Fazıl okuduğu kitaptan başını kaldırmadan:
- Ne diye vapura bindin ki, cevabını vermiş. Yüzerek geçsene karşıya.
Peygamberlerin Vazifeleri Nelerdir?
Peygamberlerin vazifeleri:
- Allah'ı insanlara tanıtmak,
- Allah aldıkları îmanî hükümleri ve ibâdet şekillerini insanlara öğretmek,
-İnsanlara ahlâkî fazîlet ve güzel huyları aşılamak,
-Ferd ile ferdler, ferd ile cem'iyet arasındaki münasebetleri en medenî ve âdil
ölçüler içinde tanzim etmek, aradaki sosyal bağları kuvvetlendirmektir.
Kısacası, maddî ve mânevî her sahada insanlara tam bir rehber olmaktır.
Peygamberler Kaç Tanedir?
İlk peygamber Hz. Âdem'den son peygamber Hz. Muhammed'e (asm) gelinceye kadar
arada birçok peygamber gelip geçmiştir. Kuvvetli bir rivayete göre bu peygamberlerin
sayısı 124 bin, diğer rivayete göre de 224 bin kadardır. Bunlardan sadece 25 tanesinin
ismi Kur'an'da geçmektedir.
Kur'an'da Bahsi Geçen Peygamberler Kimlerdir?
Şunlardır:
Âdem, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yâkub, Yûsuf, Şuayb,
Mûsâ, Hârun, Dâvud, Süleyman, Eyyûb, Zülkifl, Yûnus, İlyas, Elyesa', Zekeriyya,
Yahyâ, İsâ ve Hz. Muhammed Aleyhimüsselâm..
Bunlardan ayrı Kur'an'da ismi geçen Üzeyr, Lokman ve Zülkarneyn'in (as) peygamber
olup olmadıkları ihtilâflıdır.
Kur'an'da ismi geçmediği halde peygamber olarak meşhûr olanlar da şunlardır: Şît,
Yûşâ, Cercis, Danyal Aleyhimüsselâm.
İnsanlara Ayrı Ayrı Peygamberler Gelmesinin ve Her Peygamberin
Getirdiği Dinde Bâzı Farklılıklar Olmasının Sebebi Nedir?
İslâm inancına göre, bütün peygamberler aynı dâva için çalışmışlar, aynı îman
ve ibâdet esaslarını insanlara tebliğ ve telkin etmişlerdir. Bununla beraber peygamberlerin
getirdikleri dinler arasında bâzı farklar bulunduğu da bir gerçektir. Bunun da
en mühim sebebi, asırların ve cem'iyetlerin ihtiyaçları ve idrâk seviyeleri başka
başka olmasıdır. Peygamberler, insanların idrâk seviyelerine göre konuşmuş ve
ihtiyaçlarına göre hareket etmişlerdir. Söz ve şekillerde, dînin tatbikatına ait
bâzı ayrılıkların bulunması gayet tabiî ve fıtrîdir. Aynı zamanda âlemdeki tekâmül
kanununun da bir îcabıdır. Bütün bu ayrılıklar ve farklılıklar, hak dinlerin özde
ve gayede bir olmalarına te'sir etmez.
Peygamberler çeşitli aralıklarla ayrı ayrı asırlarda gelmiş olsalar bile, gelen
peygamberler, bir önceki peygamberin dâvasını, kaldığı yerden yürütmeye devam
etmiştir. İki peygamber arasındaki zaman süresinde, halkta yanlış inançlara sapmalar
olmuşsa, yeni gelen peygamber bu yanlışı düzeltmiş, insanları ıslah ve irşâd etmiştir.
Nihayet İslâm Dîninin gelmesi ile, insanların tekâmülüne paralel olarak dinlerin
tekâmülü de son mertebeye ulaşmış; Hz. Muhammed (asm) diğer peygamberlerden farklı
olarak bütün insanlığa, kıyâmete kadar gelecek bütün asırlara peygamber olarak
gönderilmiştir.
Peygamberlerde Bulunan Müşterek Vasıflar Nelerdir?
Bütün peygamberlerde ortak olan vasıflar ve özellikler şunlardır:
1. Sıdk (Doğruluk): Bütün peygamberler Allah'tan alarak verdikleri bütün haberlerinde
doğru sözlüdürler. Onlar hakkında kizb (yalancılık) vasfı düşünülemez.
2. Emanet (Emin ve güvenilir olmak): Peygamberler Allah'ın kendilerine verdiği
vazifeleri yerine getirme hususunda emin ve güvenilir kimselerdir. Peygamberlerde
asla hıyânet hâli görülmez.
3. Tebliğ: Peygamberler Allah'tan kendilerine vahyolunan şeyleri ümmetlerine noksansız,
ilâvesiz olarak aynen bildirirler, tebliğ ederler. O haberleri ketmedip gizlemek,
tahrif edip değiştirmek söz konusu değildir. Kitman, yani, hakikatı gizleme vasfı
peygamberlerde yoktur.
4. Fetanet: Peygamberler üstün bir akıl ve zekâya, kuvvetli bir hâfızaya ve yüksek
bir mantık ve ikna kabiliyetine sâhiptirler.
Peygamberlerin delilik, gafillik, cahillik gibi sıfatlarla uzaktan yakından hiçbir
alâkaları yoktur.
5. İsmet (Ma'sûmiyet, günahsızlık): Peygamberler gizli - açık her türlü günahlardan,
kusurlardan, kötü hallerden, peygamberlik şerefiyle bağdaşmayacak hareketlerden
uzaktırlar. Mâsiyet, yani, günah işlemek peygamberler hakkında muhaldir.
Vahiy Nedir?
Vahiy, Allah tarafından geldiğine dair kat'î bir bilgi ve itmi'nan ile beraber,
vasıtalı veya vasıtasız olarak peygamberlerin ruhunda (kalbinde) bulduğu bir bilgi
ve marifettir.
Peygamberler Allah'tan aldıkları hüküm ve hakikatları vahiy yoluyla alırlar. Peygamberlerin
hepsi de Allah'ın vahyine muhatap olmuşlardır.
Vahyin de pek çok çeşitleri ve mertebeleri vardır:
Vahyin en yaygın şekli, vahiy meleği olan Cebrâil (as) vasıtasıyla peygamberlere
İlâhî hükümlerin bildirilmesi, tebliğ edilmesidir. Kur'an'ın indirilişi böyle
olmuştur. Cebrâil'in (as) vahyi getirmesinin de çeşitleri vardır. Melek, aslî
hüviyeti ile peygambere görüneceği gibi, insan suretine girerek de gelir ve vahiy
getirir. Bâzan da hiç görünmeden çan sesi veya arı vızıltısı gibi bir sesle gelir
ve vahyi peygamberin kalbine bırakır.
Bâzan da Allah Teâlâ emir ve hükümlerini vasıtasız, doğrudan doğruya peygamberine
söyler ve işittirir. Tûr dağında Mûsâ'nın (as) ve Mi'rac'da Peygamberimizin vahyi
doğrudan doğruya Allah'tan almaları gibi.
OKUMA PARÇASI: KAÇIRILAN KİTAB: BARNABA İNCİLİ
Hıristiyan dünyasının taassub bulutlarıyla gölgelendiği kara günlerde, her gücün
üstünde kabul edilen ruhban sınıfı, mukaddes kitab İncil'i tahrif etmek için,
âdeta, büyük yarışa girmişlerdir.
Her önüne gelen, ayrı bir İncil yazmakta ve bu mukaddes kitab şahsî fikirlere
göre değiştirilmektedir. Sayısı yüzleri bulan ve birbirinden farklı olan İncillere,
her geçen gün bir yenisi katılır. Fakat yazarının adı ile zikredilen bu İncillerin
sayısı o kadar çoğalır ki, tedbir almak kaçınılmaz hâle gelir. Ve İznik'te toplanan
bir hey'et, uzun süren bir çalışma sonucunda, o âna kadar yazılmış bulunan İncillerden
396'sının okunmasını yasaklar.
Ancak bu İncillerden bir tanesi üzerinde özellikle durulur ve bunu okuyanların
şiddetle cezalandırılacağı ilân edilir.
M.S. 492 yılında Papa olan I. Celasyüs tarafından da yasaklanan bu İncil, Havârîlerin
en eski talebelerinden biri olan Barnaba'ya aittir ve diğer İncillerde bulunmayan
bir özelliğe sâhip olduğu için yasaklar listesine alınmıştır.
Yasaklanan İnciller büyük bir hızla toplatılır. Bir kısmı ise, çok ağır olan cezalardan
korkan halk tarafından imha edilir.
Ancak bu arada dindar bir papaz, her şey'i göze alarak Barnaba İncillerinden bir
tanesini kaçırmaya muvaffak olur. Bu İncil, daha sonra Viyana'daki İmparatorluk
Kütübhanesine ulaştırılarak İngilizceye çevrilir.
Fakat Kilise, Barnaba İncilinin izini tekrar bulmuştur. Bir hafta içinde bu İncilin
bütün nüshaları imha edilmek üzere toplatılır. Ancak Kilisenin bütün gayretleri
boşa gidecektir. Çünkü, İnciller imha edilirken iki tanesi tekrar kaçırılır. Bunlardan
biri Biritanya Müzesine, diğeri ise Amerikan Kongresi Kütübhanesine gönderilir.
İnciller, gönderildikleri yerlerde her nedense askerî sır gibi büyük bir titizlikle
saklanarak halka kapalı tutulur.
Bu sırrın ortaya çıkarılması ise, bir Müslüman General'e nasib olacaktır. Amerika
Birleşik Devletlerinde askerî ateşe olarak görev yapan Pakistanlı General Abdurrahim,
bu İncil'in mikrofilmlerini gizlice çekerek Pakistan'a kaçırmaya muvaffak olur.
Mikrofilmler daha sonra Pakistan'daki Beşum Aısha Baıany Vakfı tarafından kitab
hâline getirilerek İslâm dünyasına kazandırılır.
Mikrofilmler banyo edilince, Barnaba İncili'nin geçirmiş olduğu bu büyük maceranın
hikmeti anlaşılır. Çünkü bu İncil, Peygamber Efendimizin geleceğini çok öncesinden
müjdelemekte ve kâinatın onun için yaratıldığını, bizzat mübarek ismiyle zikrederek
ilân etmektedir.
Batı dünyasının Asr-ı Saâdet münafıklarına has olan bir inad ve gayretle bu İncil'i
yok etmeye çalışması, gerçekten son derece ibret vericidir.
Barnaba İncil'i de tahrif edilmiş olmasına rağmen, içinde İlâhî hakikatlerden
bir kısmını muhafaza etmektedir.
Eserin 44. sayfasında Hz. İsâ (as), kendisinden sonra gelecek olan peygamberi,
Havârîlerine şöyle tarif etmektedir:
"Size söylüyorum, Allah'ın Resûlü bütün mahlûkata rahmettir. O, anlayışlı
ve tesellici, hikmetli ve kudretli, Allah aşkı ve korkusuyla dolu, dakik ve yumuşak
ruhludur. Rahmet ve yardımseverlik ruhu ile, adalet ve acıma hissi ile, nezaket
ve sabır ruhu ile hareket eder. Cenâb-ı Hak, bütün yaratıklarına verdiğinin üç
katını ona vermiştir. O, bu dünyaya geldiğinde saadet devridir. Bana inanınız.
Bütün peygamberlerin Allah'ın onlara verdiği nübüvvet gözü ile gördüğü gibi, ben
onu gördüm. Ben onu görünce ruhum teselli ile doldu ve "Ey Muhammed, Allah
seninle beraber olsun ve beni senin ayakkabının bağı olmak şerefi ile şereflendirsin.
Eğer ben bu muradıma erersem Allah'ın mübarek bir kulu ve büyük bir peygamberi
olacağım. Ve Hz. İsâ (as) bunu söyledikten sonra Allah'a şükr etti."
Hz. Peygamberden çok önceleri ona "Ey Muhammed" diye hitab ederek peygamberliğini
tasdik ile haber veren Hz. İsâ (as) ve Barnaba İncili, O'nun en büyük peygamber
olduğunun inkâr edilemez bir delilidir.
Yine aynı eserde Hz. İsâ (as), bir kadının, "Beklenen Mesih sen değil misin?"
sorusuna şu cevabı vermektedir:
- "Ben yalnız İsrail oğullarına gönderilmiş kurtarıcı bir peygamberim. Lâkin
benden sonra Allah tarafından âleme Muhammed adında bir Resûl gönderilecektir.
Esasen Allah, bu kâinatı onun için yaratmıştır" demiştir (Barnaba İncili,
Fasıl 96, Cümle 8). Barnaba İncil'inde Hz. İsâ'nın ne ilâhlığından söz edilmekte,
ne de çarmıha gerildiğine yer verilmektedir.
Yine Barnaba İncil'inde Hz. İsâ (as): "Ben bütün yeryüzündeki kabilelerin
beklediği Mesih değilim." (Barnaba İncili, Fasıl 96; Cümle, 12) demektedir.
Hz. Muhammed'in (asm) bizzat ismini söyleyerek "Muhammed, Arab yarımadasında
zuhur edecek, putları ve putlara tapanları te'dib edecektir." (Fasıl, 163;
Cümle, 7) demektedir.
(Zafer Dergisi, Sayı: 72).
ÂHİRET GÜNÜNE ÎMAN
Âhiret Günü Ne Demektir?
Âhiret gün, bu dünyanın ömrü tükendikten sonra yeniden başlayacak ve sonsuza kadar
devam edecek olan zamandır. Bu zamanın başlangıcı, kıyamet dediğimiz dünya hayatının
sonudur.
Âhiret Gününde Olacak İşler Nelerdir?
İnsanların yeniden dirilmeleri (haşir), hesap, sual, mîzan, sırat köprüsünden
geçiş, cennet ve cehenneme giriş, bunların hepsi âhiret günü olacak, insanın başına
gelecek işlerdir.
Âhiret Gününe İman Ne Demektir?
Kıyâmetin kopmasından sonra başlıyacak zamana âhiret günü dendiğine göre, âhirete
îman; her şey gibi dünyanın da ömrünün biteceğine, sonra bir başka şekle gireceğine,
insanların tekrar dirilip kabirlerinden kalkacağına, dünyada yaptıklarından dolayı
hesaba çekileceklerine, amel defterlerinin ellerine verileceğine, sırat köprüsünden
geçileceğine, iyilerin cennete, kötülerin cehenneme gireceğine inanmak demektir.
Âhiret Gününe İmanın İnsan Hayatı Üzerindeki Te'sirleri Nelerdir?
Âhiret gününe ve bu günde olacak hâdiselere inanmanın, îman esasları içinde hususî
ve mühim bir yeri vardır. Kur'an-ı Kerîm'de îman esasları çok defa "Allah'a
ve âhiret gününe îman" olarak özetlenir.
Allah'ın kudret ve irâdesi ile yaratılan insan, bu dünyada az veya çok yaşadıktan
sonra ölecek, bedeni çürüyerek toprak olacaktır. Fakat insanın cevherini, hakikî
varlığını ve üstün cihetini teşkîl eden ruh, maddî olmadığı için yaşamaya devam
edecektir.
İnsanı ilk defa yoktan vâr eden Allah, onun cismini kıyâmet günü tekrar yaratacak,
ruhunu ona döndürerek tekrar diriltecek, bu dünyada yaptıklarından hesaba çekip
ceza ve mükâfatını verecektir.
Onun için insanın, dünya hayatına inandığı ve oradaki saadetine çalıştığı gibi,
âhiret hayatına da inanması ve oradaki mutluluğu için de çalışması gerekir. Aslında
bu dünya bir deneme yeri, bir imtihan salonu ve âhiretin ekin mahallidir. Burada
ne ekilirse, orada o biçilecektir. Bu sebeble âhiret hayatı, dünya hayatının gayesidir.
İnsan dünyası için çalıştığı gibi, ebedî hayat yeri olan âhireti için, oradaki
saadet ve mutluluğu için de çalışmalıdır.
Bu ise onun âhirete inanarak Allah'ın emirlerine uyması, yasaklarından kaçması,
hayırlı işleri yapması, böylece Rabbinin rızasını kazanması, yani, tam bir İslâmî
hayat yaşaması ile mümkündür.
Peygamberimiz bu bakımdan "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın hemen
ölecekmiş gibi âhiret için çalışınız" buyurmuştur.
Âhirete îmanın önemini bu şekilde belirttikten sonra, insan hayatı üzerindeki
te'sirlerini de şu şekilde özetleyebiliriz:
Yüce Allah'a ve ebediyet ülkesi ahirete îman, insanların ümidlerini yenilemek,
acılarını hafifletmek ve karşılaştığı zorlukları yenmekte en büyük yardımcıdır.
Çünkü böyle bir îmana sâhip olan bir kimse, bütün musibetlere sabırla karşılık
verir, başına gelen felâketler karşısında ümidsizliğe düşmeden, o engelleri aşmaya
şevkle ve ümidle çalışır.
Âhirete îman, insanı iki güzel vasfa sâhip kılar:
1. Bollukta, verdiği nimetler için Allah'a şükretmek,
2. Darlıkta ise, hâline sabretmek ve Rabbine isyân etmemek..
Allah'a ve âhirete îman, insanı daima iyilik ve hayır işlemeye, şerden ve kötülüklerden
kaçınmaya, ahlâk ve fazilet ile zinetlenmeye, Allah'tan korkarak her işinde O'nun
koyduğu İlâhî ölçülere uymaya da sevkeder.
Böyle bir îman sâhibi, hiçbir işinde doğruluktan ayrılmaz. Her şey'i zamanında
ve eksiksiz yapar. Nefsine, ailesine, çevresine, vatan ve milletine, hattâ insanlığa
karşı dürüst hareket eder. Onlara samimî olarak sevgi ve şefkat göstermeyi, faydalı
olmayı, hizmet edebilmeyi kendine hayat düsturu bilir.
Hak ve adaletten de ayrılmaz, kimseye zulmetmez. Zengin olmak istese, kötü yollara
sapmaz, hile yapmaz, kimseyi aldatmaz. Malını daima hayırlı ve faydalı işlere
sarfeder. Kendi hakkını bilir, başkalarının da hukukunu gözetir. Fakir ve düşkünlere
yardım elini uzatmaktan zevk duyar. Kendisi için sevdiğini mü'min kardeşi için
de sever. Çünkü o, ceza ve mükâfat günü olan âhirete kesin olarak inanmakta, bu
dünyada yapılan işlerin orada hesabının verileceğini bilmekte, her hareketini
bu esasa göre ayarlamaktadır. Bu esas, ferd ve cem'iyetin hayatını düzenleyen,
sulh ve huzuru te'min eden çok önemli bir faktördür.
Kıyâmet Nedir?
Her şey'in bir ölümü olduğu gibi, dünyanın da bir ölümü vardır. Er veya geç, bir
gün mutlaka bu dünyanın, yer ve göklerin düzeni bozulacak, yerde ve gökte olanlar
hep ölecektir. İşte buna Kıyâmet denir.
Allah'ın emri ile İsrâfil (as) Sûr'a üfleyince yer ve gök yerinden oynayacak,
herşey altüst olacaktır. Kıyâmetin zelzelesi öyle dehşet ve korku verici olacaktır
ki, o gün herkes kendinden geçecek, sersemleyecek, yer yerinden oynayacaktır.
Dağlar pamuk gibi atılacak, göktekiler darmadağın olacak, dünyayı ışığı ile aydınlatan
güneş kararıp dökülecek, denizler kaynayıp birbirine karışacak, yerlerin altındakiler
hep açığa çıkacak, kısacası, yerlerin ve göklerin düzeni tamamıyla bozulup herşey
harâb olacaktır.
Kıyâmetin kopacağı, bütün dinlerin ve semavî kitabların beyanları ile sâbit olduğu
gibi, aklen ve ilmen dahi sâbittir. Bugün dünyanın ve kâinatın yıkılıp harâb olması
hususunda pek çok ilmî teoriler ortaya konulmuş, kesin hesaplarla er veya geç
bir gün kâinatın sonu geleceği ve kıyâmetin kopacağı ispatlanmıştır. Bunlardan
bir tanesine temas edelim:
Fizikçiler ve astronomlar, kâinatın entropisinin devamlı arttığını bildiriyorlar.
Hareket olan yerde, çevrenin entropisi artar. Bu artış bir maksimumdan geçer ve
nihayet artış miktarı sıfır olur. İşte o anda, bütün hareket durur. Bu ise kâinatın
sonu demektir.
Öldükten Sonra Dirilme Ne Demektir?
Kıyâmet koptuktan sonra her şey yok olacak, hiçbir canlı kalmayacak, yalnız Allah
bâki kalacaktır. Bu yokluk bir müddet devam ettikten sonra, Allah, İsrâfil'e Sûr'a
ikinci defa üflemesini emredecek; Sûr'a üfürülmesini müteâkip de insanların cisim
ve bedenlerini yeniden yaratıp ruhları o bedenlere geri gönderecek, böylece ölüleri
ihya edip diriltmiş olacaktır.
Bütün semavî dinler, bu inanç esasında müttefiktirler. Kur'an'da şöyle buyurulur:
"Kendi yaratılışını unutup, 'bu çürümüş kemikleri kim diriltecek', diyerek
bize misal getirene de ki: 'Onu birinci defa kim yoktan vâr etti ise, işte yine
O diriltecektir." (Yâ-sîn, 78-79).
Bu âyet, dirilmenin mümkün, hattâ ilk yaratılışa göre daha kolay olduğunu anlatmaktadır.
Şu âyetler de aynı mânâyı te'yid etmektedir:
"Biz ilk yaratışta acz mi gösterdik ki, ikinci yaratışta acze düşelim? Hayır,
onlar yeni yaratılıştan şübhe içindedirler."
"Bir de şöyle dediler: 'Biz, kemik ve toz yığını olduğumuz vakit mi, gerçekten
biz mi, yeni bir yaratılışla diriltileceğiz.' (Ey Resûlüm onlara) söyle; 'İster
taş, ister demir olsun, yahut gönlünüzde büyüyen (dağlar ve gökler gibi kuvvetli)
herhangi bir yaratık olsun, muhakkak öldürülecek ve dirileceksiniz'. Onlar şöyle
diyeceklerdir: 'O halde, öldükten sonra bizi kim diriltip geri çevirecek?' Sen
de ki: 'Sizi ilk defa yaratmış olan kudret sâhibi Allah diriltecek..'" (el-İsrâ,
49-51).
"Onlar: 'Allah ölen kimseyi diriltemez' diye en kuvvetli yeminlerle Allah'a
yemîn ettiler. Hayır, bu ölüleri diriltmek Allah üzerine gerçekleşen bir vaaddir.
Fakat insanların çoğu bilmezler." (en-Nahl, 38)
"Yağmur rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen O Allah'tır.
Nihayet bu rüzgârlar buhar ile yüklü, ağır ağır bulutları yüklendiği zaman, bakarsın
ki biz, onları ölmüş (kurumuş) memleketere sevketmişizdir. Böylece o bulutla,
o yere su indiririz de o su ile her çeşit meyveleri çıkarırız. İşte bu ölü araziden
bitkileri (nebatatı) çıkardığımız gibi, ölüleri de böyle çıkaracağız (dirilteceğiz).
Gerektir ki, düşünür ve ibret alırsınız" (el-A'râf, 57).
Kur'an'da haşirden bahseden âyetler, hep şu husus üzerinde dururlar: "Yoktan
vâr etmeye, koskoca kâinatı yaratmaya ve kuruyan ölü toprağı canlandırıp yeşertmeye
kadir olan Hak Teâlâ, hiç şübhesiz ölerek toprak olan insan bedenini de yeniden
diriltmeye, ruhunu bedenine iade etmeye kadirdir."
Görüldüğü gibi, Kur'an'da haşirden bahseden âyetlerde esas maksad, haşrin nasıl
olacağını izah etmek değil, haşrin mümkün olacağını isbattır. Âyetlerde haşrin
nasıl olacağının sarih olarak zikredilmemesi, Kelâm ve İlâhiyat âlimleri arasında
fikir ayrılıklarına yol açmıştır. Münâkaşa, bilhassa haşrin sadece ruhen mi olacağı,
yoksa cismanî yani ruh ve beden birlikte mi gerçekleşeceği hususu üzerinde toplanmaktadır.
Ehl-i Sünnet îtikadı, haşrin cismanî olacağı üzerindedir. Haşrin
cismânî oluş hikmeti şu şekilde îzah edilmiştir:
"Cisim dediğimiz madde, kendi âleminde yeknesak (monoton) bir durumda değildir.
Biz, uzayda yer kaplayan ve ağırlığı olan her şey'e madde diyoruz, ama havaya
göre su, suya göre de toprak daha sert ve daha katı bir cisimdir. Seyyareler arasını
ve bütün uzayı dolduran, eskilerin havadan daha lâtif bir cisim olduğuna inandıkları
ve esir dedikleri şey, eğer bir madde ise (çünkü esirin bir takım enerji dalgaları
olduğu söyleniyor) hava buna göre çok katı bir cisim sayılır. Bütün madde cinsleri
arasında çeşitli madenlerden meydana gelmiş olan toprak, Allah'ın Kudret, Hâlikıyet
ve Rubûbiyet sırrına hepsinden fazla mazhar olmuştur. Bitkilerin hayatına menşe'
olan toprak, Allah'ın en üstün mahlûku olan insan hayatına da sahne olmuştur.
Böylece toprak, kendinden daha lâtif olan sâir madde cinslerinden daha çok İlâhî
lütfa ermiştir. Yani, maddenin en katısı, en üstün durumdadır.
İnsanın mânevî hayata yükselmesine yardım eden duyu organları da maddî unsurlardır.
Gözünü kaybeden, şekil ve renklerin güzelliğinden, kulağı işitmeyen de ses ve
nağmelerdeki âhengin zevkinden mahrum kalacaktır. Güzel kokudan alınan tad, güzel
sesten alınan tada göre daha maddî, yemek ve içmekten alınan lezzet de şekil ve
renklerden aldığımız hazza göre daha maddî sayılır. Duyu organlarının sağlam ve
sıhhatli olması, düşünceye güzel ve işe yarar malzeme hazırlar. Hasta duyular
yanlış idrâklere, yanlış idrâkler de hatâlı düşüncelere yol açarlar. Sağlam ve
sıhhatli bir düşünce, mânevî hayatın temel unsurlarından biridir. Görüldüğü gibi
insanın mânevî hayata yükselebilmesi, maddî duyulardaki kuvvet ve hassasiyete
bağlı kalmaktadır. İnsanın maddî duyulardan ve kuvvetlerden tecrîd edilmesi, onun
mânevî hayatta sür'atle yükselmesini te'min edecek yerde, mânevî hayata geçişi
tamamen imkânsız kılmaktadır. İnsan vücudu, ruhu Allah'a götürecek bir enerji
deposudur ve maddîdir. Bu sebeble de, maddenin ruha zıd ve düşman bir şey olmayıp,
ona zemin hazırlayıp destekleyen ve tamamlayan bir vasat olduğunu söyleyebiliriz.
Âhiret hayatının cismen de mümkün olduğunu gösteren canlı misaller vardır. Bu
dünya hayatı, ruh ile cismin müşterek bir hayatı değil midir?"
(Emin Işık, Kur'an'ın Getirdiği).
İnsan Ölünce Vücudunun Çürüyüp Toprak Olduğunu Biliyoruz. O Hâlde Cismanî Haşir
Nasıl Gerçekleşecektir?
Bu hususta Peygamber Efendimiz şu açıklamayı yapmışlardır:
"Bütün Âdemoğullarını toprak yiyecektir. Ancak insanın "acbüzzeneb"
denilen uzvu bundan müstesnadır. İnsanoğlu ondan yaratılmıştır, yine ondan terkip
olunarak vücûda gelecektir."
Hadîsin ifadesine göre, her insanda acbüzzeneb denen çürüyüp kaybolmayan temel
bir parçacık vardır. O parçacık, tıpkı çekirdek ve tohum gibidir. Ağaç nasıl çekirdek
üzerine inşa ediliyorsa, insan vücudu da acbüzzeneb tohumu üzerine inşa edilecektir.
Bu ilk yaratılışta böyle olduğu gibi, diriltilişte de böyle olacaktır. Acbüzzeneb
üzerine terekküb eden insan bedenine ruh iade edilecek, böylece o insan, ruh ve
cesediyle birlikte diriltilmiş, yeniden yaratılmış olacaktır. Bu hususu, Bediüzzaman
şu şekilde ifade etmiştir:
"Nebâtâtın tohumları gibi acbü'z-zeneb denilen bir kısım zerreler, insanın
tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insanî, neşv ü nemâ ile
teşekkül eder." (İşârâtü'l-İ'câz).
Mahşer Nedir?
Mahşer, dirilen insanların kabirlerinden kalkıp toplanacakları yerdir. İnsanlar
bu meydanda sual ve cevaba çekilecek, amel defterleri kendilerine verilecek, amelleri
mizana vurulup tartıldıktan sonra Sırat denilen ince bir köprüden geçilecek, neticede
ya Cennete veya Cehenneme girilecektir.
Hesab Nedir?
İnsanların dirildikten sonra, dünyada yaptıklarının hesabını Allah'a vermeleri,
bu hususta sorgu ve suale çekilmeleri demektir.
Her insan iyi olsun, kötü olsun dünyada yaptığı her şey'i ikrar ve itiraf edecektir.
El, ayak, göz, kulak gibi bütün organlar "ben şunu yaptım, ben bunu yaptım"
diyecek; yapılan her iş ortaya dökülecektir. İşte o zaman herkes kendi derdine
düşecek, kimsede kimseyi düşünecek hâl kalmayacaktır.
Defter-i A'mâl Nedir?
Her insanın dünyada yaptığı iyi veya kötü işlerin yazıldığı defterdir. İnsanda
Kirâmen Kâtibîn adı verilen iki melek bu işle görevlidir. Mahşer günü hesaba çekilirken
meleklerin yazdıkları bu defterler, insanın eline verilecektir. "Al, kitâbını
oku" denecektir. Eğer defterde kötü ameller çoksa, defter, sâhibinin sol
eline; eğer iyi ameller çoksa, sağ eline verilecektir. Defteri kendisine soldan
verilen büyük bir feryâd ve figan koparıp dehşetli bir pişmanlık içine düşerken,
sağ eline alanlar da, büyük bir sevinç ve mutluluk duyacaktır.
Mizan Nedir?
Mahşerde herkesin amellerini tartmaya mahsus bir adalet ölçüsüdür. Bununla amellerin
iyilik ve kötülük miktarı ölçülür.
Cenâb-ı Hak Mizan'da amelleri tarttığı zaman iyiliklerin kötülüklere, sevabların
günahlara galibiyeti veya mağlûbiyetine göre hüküm verecektir. Hem kötülük ve
günahların sebebleri çok, yapılmaları kolay olduğu için, bâzan kulunun razı olduğu
iyi bir amelinden dolayı, çok kötülük ve günahlarını afvedecektir.. Bu hususta
Peygamberimizden pek çok hadîs-i şerîf rivayet edilmiştir. Bunlardan biri de şudur:
"Birisi Mekke yolunda giderken ansızın susuzluğu artar. Hemen yol üstünde
rastladığı bir kuyuya iner, suyundan kana kana içerek tekrar yukarı çıkar. Kuyu
başında bir köpek ile karşılaşır. Hayvan susuzluktan dilini çıkarıp solumakta,
toprağın rutubetli kısımlarını yalamaktadır. Bu yolcu kendi kendine, 'Bana erişen
susuzluk gibi, bu hayvana da susuzluk ârız olmuş; su bulamazsa ölecek zavallı,'
diye düşünür ve hayvana acır. Kuyuya tekrar iner, ayakkabısının içine su doldurur.
İçi su dolu ayakkabıyı ağzıyla tutarak kuyudan dışarı çıkarır. Suyu böylece köpeğe
içirir. İşte onun bu iyi hareketinden dolayı, Allah o kulundan razı olmuş, onu
meleklerine karşı medhetmiş ve bütün günahlarını bağışlayarak Cennetine koymuştur.."
Bâzı rivâyetlerde, köpeğe su veren kimsenin, "fâhişe" bir kadın olduğu
da kayıtlıdır.
Mü'minler, birbirleriyle olan münasebet ve muamelelerinde, Allah'ın Mizan-ı Ekber'deki
bu adalet düsturuna uygun hareket etmelidir.
Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten fazla gelse,
o adamın sevgi ve hürmete lâyık olduğu unutulmamalıdır.
Sırat Nedir?
Cehennem üzerine kurulmuş, üzerinden geçilmesi pek zor bulunan bir köprüdür. Bu
köprüden, herkes işlediği iyi amellerin çokluğuna ve îmanının kuvvet ve nuruna
göre geçer.
Kâfirler ve kötü amel sahibi mü'minler, bu köprüyü geçemeyip Cehennem'in içine
düşeceklerdir. Kâfirler orada ebedî olarak kalırken, günahkâr mü'minler ise, cezalarını
çekip tekrar Cennet'e gireceklerdir. Peygamberimiz bu hususu şu şekilde ifade
buyurmuşlardır:
"Sırat köprüsünü geçmek, herkesin îman nuruna bağlıdır. Kimi göz açıp yumuncaya
kadar, kimisi şimşek, kimisi bulut, kimisi yıldız akması, kimisi koşu meydanında
seğirten at gibi sırat köprüsünü geçerler."
Cennet Nedir?
Hâtır ve hayâle gelmeyen maddî ve mânevî nimetlerle dolu olan ve el'an mevcut
bulunan, 8 tabakaya ayrılmış ebedî bir mükâfat yeridir. Mü'minler Cennette pek
çok nimetlere kavuşacaklardır. Bu nimetlerin en büyüğü Cenâb-ı Hakk'ı görmek ve
cemâlini seyretmek nimeti olacaktır. Bu nimetin cennetteki diğer bütün nimetlerden
daha tatlı, kıymetli ve zevkli olduğu rivayetlerde gelmiştir.
Cehennem Nedir?
Bütünüyle kâfirler için yaratılmış, muvakkaten günahkâr mü'minlerin de içine gireceği,
7 tabakaya ayrılmış sonsuz azab yeridir.
"Her dinde mükâfat ve mücâzat fikri vardır. Cennet ve Cehennem hakikatı,
bu fikrin müşahhas şekilde ifadesidir. Zira din, insanlar içindir. Mükâfat ve
mücâzat ise, insanın hamurunda var olan birer histir. İnsan gönlünden, bu hisleri
kazıyıp atmak mümkün değildir. Kudret eli insanı, hazzı sever ve elemden kaçar
tıynette yaratmıştır. Mükâfat insandaki hazzı arama meylinin, mücâzat da elemden
kaçma yaratılışının cevabıdır.
Kaldı ki dindarların yüksek tabakaları, dinî vazifelerini yerine getirirken asla
mükâfat ve mücâzat kaygısı içinde değildirler. Yüksek seviyeli bir dindar için,
iyilik ve adalet, Allah'ın emridir. Bunu yerine getirmek ise, sırf kulun Hâlikına
kulluk vazifesidir. Zulüm ve kötülük de, Allah'ın yasak ettiği hareketlerdir.
Bunlardan kaçınmak da yine kulluk vazifesidir. Yüksek seviyeli dindar; zâhid ve
müttekîdir, ibâdetlerini sırf livechillâh yapar. Kıldığı namazın, tuttuğu orucun,
verdiği sadakanın mükâfatını beklemez ve bunu aklına bile getirmez.
Fakat bu zühd ve takvâ derecesi herkesten beklenemez. Dindarların kalabalık kitlesini
teşkil eden halk tabakaları için, mükâfat ve mücâzat fikri zarurîdir. Çünkü bu
fikir, yaratılışta mevcut derin bir his hâlinde insanın hamurunda vardır. İnsan,
tıynet ve tabiatı itibariyle mükâfata meyleder ve mücâzattan kaçar. Dindeki Cennet
ve Cehennem akîdesi insanoğlunun bu fıtrî yapısına cevab verir." (Ali Fuad
Başgil)
"Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten ebede doğru uzanıp giden iki daldan
tezahür eden iki semeredir ve kâinatın teselsülen gelmekte olan silsilelerinin
iki neticesidir ve ebede doğru akıp giden kâinat seylinin iki mahzeni ve iki havuzudur.
Evet, Cenâb-ı Hak, gayr-ı mütenâhî hikmetler için bu âlemi imtihana sahne yaptı;
yine sonsuz hikmetler için tegayyürata, tehavvülâta, inkılâblara mahal olmasını
irâde etti; ve yine, hayır ile şerri, nef' ile zararı, hüsün ile kubhu, hulâsa,
iyilikle kötülüğü karışık bir şekilde Cennet ve Cehenneme tohum olmak üzere kâinatın
şu mezraasına serpti.
Evet, madem ki bu âlem, nev'-i beşerin imtihan meydanıdır ve müsâbaka yeridir;
iyilikle kötülüğün birbirinden tefrik edilemiyecek derecede muhtelit ve karışık
olmaları lâzımdır ki, insanların dereceleri tezahür etsin. İmtihan ve tecrübe
zamanları bittikten sonra, kötü insanlar:
"Ey mücrimler! (günahkârlar) Bir tarafa çekiliniz." (Yâ-sîn, 59) diye
olan tüy ürpertici, sâikavâri, şiddetli emr-i İlâhîye mâruz kalacakları gibi;
iyi insanlar da
"Dâimî kalmak üzere Cennete giriniz" (Zümer, 73) diye olan Cenâb-ı Hakkın
mün'imâne, şefîkane, lütufkârane emirlerine mazhar olacaklardır. İnsanlar bu iki
kısma ayrıldıktan sonra, kâinat da tasfiye ameliyatına uğrayacak. Kötülüğü, şerri,
zararı tevlid eden maddelerin bir tarafa çekilmesiyle Cehennemin; iyiliği, hayrı,
nef'i doğuran maddelerin de diğer tarafa çekilmesiyle Cennetin techizatları ikmâl
edilecektir."
(Bediüzzaman, İşârâtü'l-İ'câz, 159 - 160).
Havz-ı Kevser Nedir?
Mahşer günü Allah Teâlâ'nın Peygamberimize ihsan buyurduğu gayet büyük bir havuzdur.
Suyu pek tatlı, berrak, ferahlatıcıdır. Sâlih mü'minler bu sudan içecek, mahşerin
dehşetinden meydana gelen hararetlerini bununla gidereceklerdir.
Şefâat Nedir?
Âhiret günü bir kısım günahkâr mü'minlerin afvedilmesi ve itâatli mü'minlerin
de daha yüksek mertebelere ermeleri için, Peygamberimizin ve diğer büyük zâtların
Allah Teâlâ'dan niyâz ve istirhamda bulunmalarıdır.
Peygamberimiz (asm), sair peygamberlere verilmemiş büyük bir şefâatin sâhibidir.
Bu büyük şefâatini, Mahşer günü insanlara ait muhakeme ve muhasebenin bir an evvel
yapılıp insanların mahşerin dehşetinden bir an önce kurtulmalarını te'min yolunda
kullanacaktır.
Onun bu şefâatine "Şefâat-i uzma" denir. Ve Peygamberimizin hâiz olduğu
bu büyük imtiyaz ve yüksek şefâat makamına ise, "Makam-ı Mahmûd" adı
verilir.
Peygamberimizin (asm) bütün insanlığı alâkadar eden bu büyük şefâatinden ayrı,
ümmeti hakkında hususî şefâatleri de olacaktır.
OKUMA PARÇASI: ÖLÜLER NASIL DİRİLECEK?
Hazret-i İbrahim Filistin'den kalkıp sık sık Mekke'ye geliyor, oğlu İsmâil ile
hanımı Hacer'i ziyaret ediyordu. Bu mûtad ziyaretlerinden birinde, yolculuğunu
sahilden yapmak zorunda kalmıştı. Deniz kenarında bir hayvan leşi gördü. Leş üzerine
dalgalar vuruyor ve dalgalarla birlikte gelen balıklar ve deniz hayvanları, o
leşten yiyorlardı. Dalga çekilince, bu defa da kara hayvanları ve kuşlar leşin
başına üşüşüyorlardı. Her bir hayvan, leşten bir parça koparıp midesine indiriyordu.
Gördüğü bu manzara Hz. İbrahim'in merakını çekti. "Cenâb-ı Hak, acaba bu
hayvanı nasıl diriltecek? Herbiri başka bir hayvanın midesinde olan zerrelerini
nasıl toplayıp bir araya getirecek?" diye düşündü.
Bu düşünce, onda "dirilme" hâdisesini gözüyle görmek arzusunu uyandırmıştı.
Allah'a yönelerek,
"Ey Rabbim! Ölüleri nasıl diriltirsin? Bana göster" diye dua etmeye
başladı.
Hz. İbrahim'in bu dua ve niyazına Allah:
"Ey İbrahim! Ölüleri Allah'ın dirilteceğine îmanın yok mu? Bu hususta herhangi
bir şübhen mi mevcut?" sorusuyla karşılık verdi.
Hazret-i İbrahim cevaben:
"Ey Rabbim! Ben ölüleri dirilteceğine kesin olarak inanıyor, bu hususta hiçbir
şübhe duymuyorum. Ancak bu hârika fi'lini gözümle de görüp kalben tam tatmîn olmak
istiyorum" dedi.
İnsan bâzan, kesin olarak bildiği, inandığı şeyleri, gözüyle de görmek ister.
Bu, son derece tabiî bir haldir.
Hz. İbrahim'in isteği de bu nevidendi. Şübhesiz onun, Allah'ın ölüleri dirilteceğine
inancı tamdı. Bu konuda hiçbir şüphesi yoktu. Buna rağmen, dirilme hâdisesini
merak ediyor, gözüyle de görmek istiyordu.
Allah'ın Hz. İbrahim'in niyetini bildiği halde, "sen îman etmedin mi?"
diye sorması da düşündürücüdür. Böylece Hz. İbrahim'in içindeki niyyetini açıklamasına
imkân vermiş oluyordu. Hâdiseyi sonradan duyan insanların onun hakkında kötü düşünmelerine
fırsat bırakmıyordu.
Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim'in, ölülerin nasıl diriltildiğini görme isteğini
kabul ederek, ona:
"Ayrı cinsten 4 kuş al. Onları önce iyice kendine alıştır. Sonra kes. Parçalarını
birbirine karıştır. Bu parçalardan herbirini etrafında görünen şu dağların ayrı
bir yerine koy. Sonra o kuşları isimleriyle çağır. Sür'atle, âzaları tam ve diri
olarak sana geldiklerini göreceksin" dedi.
Hazret-i İbrahim verilen bu emri yerine getirdi. Önce kuşları bulup kendine alıştırdı.
Sonra kesti. Tüylerini yolarak herbirini 4 parçaya ayırdı. Her parçayı diğerleriyle
karıştırarak, başlarını da yanlarına koydu. Dört ayrı dağın tepesine baktı. Sonra
o kuşları, isimleriyle çağırdığı zaman, hepsinin canlı olarak kendisine uçup geldiğini
gördü.
Bu manzara karşısında kalbi heyecanla çarpmaya başlamıştı. Çünkü ölülerin dirilişi
hakikatini bizzat görme nimetine nail olmuştu. Bundan dolayı, Allah'a hamd ve
şükürlerde bulunuyordu. Kalbi tam itmi'nan bulmuş, huzur ve vecd içinde kalmıştı.
(Mehmed Dikmen - Peygamberler Tarihi)
KAZA VE KADERE ÎMAN
Kaza ve Kadere İman Nedir?
Kader, Cenâb-ı Hakk'ın ezelden ebede kadar olmuş ve olacak, iyi-kötü her şey'in
oluş zamanını, yerini ve her türlü özelliklerini ezelden bilmesi, öylece takdir
ve tesbit etmesidir.
Kazâ ise, zamanı gelince ezelî ilmine ve takdîrine uygun olarak eşya ve olayları
yaratmasıdır.
Bu tariften anlaşıldığına göre, kader yüce Allah'ın ilim ve irâde sıfatının bir
tecellisi, kaza da tekvîn sıfatının eseridir.
Allah bütün kâinatı ve kâinat içinde bulunan canlı - cansız bütün varlıkları bir
programa göre yaratmıştır. Allah kainatta meydana gelecek bütün hâdiseleri bildiği
gibi, en ufak bir zerrenin ne gibi hareketler yapacağını dahi, en ince teferruatına
kadar bilir. İlmi her şey'i kaplamıştır.
Kâinatta görünen eşsiz nizam ve hârika düzen, onu, Allah'ın bilerek plânladığını,
programladığını ve her şey'i o plân ve programa göre, zamanı gelince yaratmakta
olduğunu gösterir.
İşte Allah'ın kâinatı yaratmadan evvel ezelde çizdiği bu programa kader denir.
Zamanı gelince bu programı tatbika koyması da kazâ'dır.
Şu halde kazâ ve kadere îman; Allah'ın her şey'i bildiğine, ezelde programladığına,
sonra da zamanı gelince eşya ve olayları o bilgi ve programa göre yaratmakta olduğuna
tereddütsüz olarak îman etmektir.
Âlemde Hayrın Yanında Şerler de Yaratılmaktadır.
Allah'ın Şerleri Yaratması Nasıl Olur?
Hayrı da, şerri de yaratan Allah'tır. Bu inanış, Kadere îmanın bir cüz'üdür.
Ancak âlemde yaratılan hayırlar asıl, şerler ise fer'îdir. Hayırlar küllî, şerler
cüz'îdir.
Şerrin yaratılması, "her şey zıddıyla bilinir" kaidesiyle, hayrın hakikatı
ve güzelliği ortaya çıkması içindir. Meselâ hastalık olmasa, sıhhatın nasıl kıymetli
bir nimet, büyük bir ganimet olduğu bilinemezdi. Karanlık olmasa, ışığın değeri
anlaşılamazdı. Kötülük olmasa, iyiliğin fazîlet ve üstünlüğü idrâk edilemezdi.
Âlemde hayrın yanında cüz'î kalan şerler hiç yaratılmasa idi, hayrın mâhiyeti
ve güzelliği tam görülemediği gibi; hayrın nevîleri, dereceleri, çeşitleri de
anlaşılamazdı. Böylelikle cüz'î bir şerrin yaratılmaması neticesinde pek çok hayırlar
vücuda gelemezdi, dolayısıyla büyük bir şer ve zarar ortaya çıkardı.
Ayrıca şer ve hayır telâkkisi, çoğu zaman insanın anlayışına ve bakış açısına
göre de değişmektedir. İnsan bâzı şeyleri kendisi için şer ve çirkin bulurken,
aslında o şey onun hakkında tamamiyle hayırdır. Fakat insan hodgâm (bencil) ve
zâhir-perest olduğu için, ilk bakışta kendi menfaatine aykırı bulduğu her hâdiseye
şer hükmünü verebilmektedir. Bunu bir misalle açıklayalım: Mühim bir iş için uçağa
binecek bir adam, bineceği uçağı kaçırsa, bu ona büyük bir şer olarak gözükür.
Çünkü menfaati zedelenmiş, dünyevî bir işi aksamıştır. Ancak daha sonra havada
uçağın kaza yapıp düştüğünü farz edelim. Bu durum karşısında da, aynı insan, daha
önce şer telâkki ettiği şey'in, aslında kendisi için ne kadar hayırlı olduğunu
düşünmeye başlıyacaktır.
Demek ki ilk bakışta insana şer gibi görünen pek çok hâdise, netice itibariyle
iyi ve hayırlı olabilmektedir.. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri bu hakikatı
ne güzel dile getirmiştir:
"Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Ârif anı seyreyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.."
Şerrin Allah'ın ilmi ve iradesi dışında meydana geldiğini ve Allah'ın şerleri
yaratmadığını söylemek; Allah'ın İlim, İrâde ve Kudret sıfatlarının bir hududu
ve sınırı olduğunu iddia etmek demektir. Bu ise, ulûhiyetin şânına bir noksanlık
isnâdı olduğu gibi, kâinatın bir plân ve programa göre yaratıldığı gerçeğine de
zıddır.
Bunun içindir ki Hayır ve şerrin de Allah'tan olduğu, Allah tarafından yaratıldığı
hususu, Kaza ve Kadere îmanın içinde yer almış ve bu inanç üzerinde ayrıca durulup
te'yid edilmek lüzumu duyulmuştur.
İnsanın İşlediği Hayrı da, Şerri de Allah Yarattığına Göre,
İnsan Nasıl Yaptığı Şerden Mes'ûl Tutulabilir?
Allah Teâlâ bizim yapacağımız iyi-kötü bütün hareketlerimizi, hayır ve şer bütün
davranışlarımızı bilir ve zamanı gelince de yaratır. O'nun bu bilmesi ve yaratması,
bizim mes'ûliyetten kurtulmamızı gerektirmez. Zira Allah, biz insanlara, iyi ile
kötüyü, hayır ile şerri birbirinden ayırdedip bunlardan birini tercih etme irâde
ve ihtiyarını, kabiliyet ve hürriyetini de vermiştir. İnsandaki bu ihtiyar ve
irâdeye, "cüz'-i ihtiyar" veya "cüz'-i irâde" denir. İnsan
bu kabiliyetini kullanarak iyiyi veya kötüyü, hayrı veya şerri seçebilir. Allah
da onun bu tercihine göre, fi'lini yaratır. Demek ki, Allah kulun iyi veya kötü
fiillerini, onu iyilik ve kötülük yapmaya zorlayarak değil, bil'akis irâde ve
ihtiyarını kullanması sonucu yaptığı tercihe göre yaratmaktadır. Kul iyiyi tercih
ettiyse iyiyi yaratır, kötüyü tercih ettiğinde de kötüyü.. Bu durumda mes'ûliyet
de, seçim ve tercihi yapan insana ait olur.
Özet olarak denebilir ki, kulun fiillerinde şerri ve kötüyü yaratan Allah'tır;
fakat onu isteyen, kazanan, kesbeden insandır. Bu sebeble mes'uliyet de insana
aittir.
Allah Ezelde, Olacak Her Şey'i Bilmekle Bizi O Şey'i Yapmaya
Zorlamış Olmaz mı?
Hayır. Çünkü kulun bir şey'i yapacağını Allah'ın bilmesinin, kulun fi'li üzerinde
zorlayıcı bir te'siri yoktur. Bunu bir misalle izah edelim:
Astronomik incelemeler neticesi 1 sene sonra ay'ın tutulacağını bildiğimizi farzedelim.
Günü gelince ay tutulsa, bu, ay'ın biz bildiğimiz için tutulduğu mânasına gelebilir
mi? Hayır. Çünkü ay, biz bildiğimiz için değil, tutulma sebeblerinin varlığından
dolayı tutulmuştur. Biz o sebebleri daha bir sene önceden ilmî incelemelerle keşfederek
ay'ın tutulacağı hususunda bilgi sahibi olduk. Hiçbir zaman biz ay'ın tutulacağını
söylediğimiz için ay tutulmadı.
Aynen bu misal gibi, Allah da kulun irâdesini hayır veya şerden hangi istikamette
kullanarak nasıl bir davranış yapmak istediğini önceden bilir, onu tesbit ve takdîr
eder. Zamanı gelince de kulun istediği istikamette yaratır. Allah'ın bu bilmesi,
kulun o fi'li işlemeyi istiyeceği içindir. Yoksa, Allah bildiği için kulun o işi
yapmayı istemesi ve işlemesi söz konusu değildir.
Şu halde, kulun irâdesini kullanarak işlediği fiillerini Allah'ın ezelde bilip
takdîr etmesi, kulu mes'uliyetten kurtarmaz. Çünkü, bu bilişte kulu bir zorlama,
irâde ve ihtiyarını ortadan kaldırma durumu kesinlikle yoktur.
Kaza ve Kader İnancının, âmentü İçinde Yer Almasının Hikmeti
Nedir?
Kaza ve Kadere îman, aslında imanın son hududunu gösteren, hal ve vicdanla ilgili
çok ince bir mes'eledir. Mü'min kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna îman
ile, her şey'i, hatta nefsini ve fiillerini bile Cenâb-ı Hakk'a verir. Bu durumda,
mes'uliyetten kaçmaması için karşısına cüz'-i ihtiyârî çıkar. "İstek ve iradenle
yapıyorsun, o halde mes'ulsün" der. İnsan cüz'-i ihtiyârîsine dayanıp yaptığı
iyilik ve kemâlâtı nefsine mâl edip mağrur olacakken, bu sefer de karşısına kadere
iman çıkar. "Haddini bil, yapan sen değilsin. Yapan ve yaratan, takdîr ve
irâde eden Allah'tır" der.
Görüldüğü gibi, kader nefsi gururdan, kibirden kurtarmak; cüz'-i ihtiyarî de mes'uliyet
ve mükellefiyetten kaçmasına fırsat vermemek için îmanın esasları arasına dahil
olmuşlardır.
Bunun aksi, yani, insanın mes'uliyetten kurtulmak için kadere yapışması; yaptığı
iyilik ve hasenelerle gururlanması için de cüz'-i ihtiyarîye sarılması, kadere
îmanın sır ve hikmetine aykırıdır.
Kaza ve Kadere İnancın İnsan Hayatı Üzerindeki Te'sirleri Nelerdir?
Kaza ve Kader inancı, insanda ye'sin ve ümidsizliğin ve kederin en büyük ilâcıdır.
İnsan, başına gelen felâket ve musîbetlere, kadere olan inancı sebebiyle, Allah'ın
takdîri gözüyle bakıp kendini teselli eder. Onun takdîrine rıza gösterir. Kudreti
sonsuz bir Rabbın murâkabesi altında olduğunu hisseder. O belâ ve musibetin Allah'tan
geldiğini bildiğinden, kurtulmak için yalnızca O'na iltica eder, O'na yalvarır.
Gelen musibetin kendisi için keffâret ve afv sebebi olduğunu düşünür, sabır ve
metanet gösterir.
Bu sırdandır ki,
"Kadere îman eden, kederden emîn olur" denilmiştir.
Kadere îman, insan rûhunu dünya kadar ağır yüklerden de kurtarır. Çünkü insan,
bütün kâinatla alâkadardır. Maksadları ve arzuları, ideal ve hedefleri sonsuzdur.
Kudret, irâde ve hürriyeti ise, sınırlı ve mahduddur. Arzu ve maksadlarının, düşünce
ve fikirlerinin bâzan binde birini bile gerçekleştirmeye gücü yetmez. Bu durumda
insanın gerçekleşmeyen arzu, ideal ve düşünceleri, onu mânen baskı altında tutar,
ruhunu ezer, kalb ve vicdanını sızlatır. Ümidsizliğe düşürür. İşte kadere îman,
bu durumdaki bir insanın en büyük teselli kaynağı, şevk ve gayret menba'ı, ümid
ışığı, üzerindeki ağırlıkları yükleyebileceği metin bir istinad noktasıdır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, kader, insanı gurur ve kibirden kurtarır. Nefsin
ve benliğin insanı havalandırarak yoldan çıkarmasına, bir nevi fir'avunlaştırmasına
mâni olur. Tevazu' ve mahviyet sâhibi kılar.
OKUMA PARÇASI: ASHÂB-I KİRÂMIN KAZA VE KADER ANLAYIŞI
Rivâyet olunduğuna göre bir hırsızı yakalayıp Hz. Ömer'e getirdiler. Hz. Ömer
(ra) ona:
-Niçin çaldın? diye sordu. Hırsız:
- Çaldımsa Allah'ın takdîriyle çaldım. Allah böyle takdîr etmiş, diye cevab verdi.
Hz. Ömer bu cevaba hiçbir şey demedi, yalnız emir verip hırsızlık cezası olarak
elini kestirdi ve ayrıca da dayak attırdı. Kendisine niye böyle iki ceza verdiği
soruldu.
- El kesmek hırsızlıktan, dayak da Allah'a yalan ve iftirasından dolayı, cevabını
verdi.
* * *
Hz. Osman'ın katli hâdisesine iştirâk edenlerden bâzıları, Hz. Osman'ı kendilerinin
öldürmediğini, onu öldürenin Allah olduğunu ileri sürmüşlerdi. Evini muhasara
ettikleri zaman ok atarken, Hz. Osman'a:
- Bu okları sana attıran Allah'tır, diyorlardı. Hz. Osman (ra) onlara şu güzel
cevabı vermişti:
- Allah'a iftira ediyorsunuz ey yalancılar! Eğer oku Allah attırsa idi, hedefe
isabet etmez miydi?
* * *
Bir ihtiyar, Hz. Ali'ye şunu sordu:
- Bizim Şam'a (Sıffîn Harbi'ne) yürümemiz, Allah'ın kaza ve kaderiyle miydi? Bunu
bize söylemelisin!
Hz. Ali şu cevabı verdi:
- Bitkileri, çimenleri bitiren, mahlûkata can veren Allah aşkına derim ki, hangi
yere ayak bassak ve hangi yere konsak, bu ancak Allah'ın kaza ve kaderiyle değil
de nedir?
- Öyle ise bizim yorulmamız boşuna, bizim için mükâfat, ecir ve sevaba hak kazanmak
yok gibi..
- Ey ihtiyar, siz giderken Allah size gidişiniz için büyük ecir verdi. Dönüşde
de dönüşünüz için ecir verdi. Çünkü siz bunları yaparken zorla yaptırılmış, buna
mecbur edilmiş değilsiniz. Bunları arzunuzla yaptınız.
-Bizi kaza ve kader sevketmedi mi?
- Yazık! Sen, kaza sana yapıştı, kader sana sarılıp takıldı sanıyorsun. Eğer iş
öyle olsaydı, sevab ve ıkâb bâtıl olurdu. Va'd ve vaîde, emir ve nehye lüzum kalmazdı.
Günah işleyene Allah ıkâb etmez, iyilik sâhibini de övmezdi. İyilik yapan övülmeğe,
kötülük yapandan lâyık olmazdı. Kötülük işleyen de yerilmeğe, iyilik yapandan
daha müstehak sayılmazdı. Bu gibi saçma sözler, putlara tapanların, şeytanın ordularının,
yalancı şahitlerin, doğruyu görmeyen körlerin sözleridir. Onlar, bu ümmetin Kaderiyesi
ve Mecusîleridirler. Allahü Teâlâ kullarını muhayyer bırakmak suretiyle emretti.
Sakındırmak için de nehyetti. Kolay olan şeyleri teklif etti. Zorlayarak isyana,
boynundan çekerek itâata mecbur etmedi. İnsanlara peygamberleri boşuboşuna göndermedi.
Gökleri, yerleri ve bunlar arasında olan varlıkları boş yere yaratmadı. "Böyle
şeyler kâfirlerin zanlarıdır, yuh olsun kâfirlere, onlara cehennem var."
Bunun üzerine yine sordular:
- Öyleyse bizi sevkeden kaza ve kader nedir?
Hz. Ali:
- O, Allah'ın emri ve hükmüdür, dedi ve arkasından şu âyet-i kerîmeyi okudu:
"Rabbin ancak kendisine kulluk etmenizi emir buyurdu."
İhtiyar sevinerek kalktı ve:
- Sen o zâtsın ki, sana itâat sayesinde kıyâmet günü Allah'ın rızası umulur. Dinimizin
anlayamadığımız mes'elesini bize açıkça îzah ettin. Allah, sana bunun en güzel
ecrini versin."
MEZHEBLER
Mezheb Nedir?
Mezheb, gidilen yol, benimsenen metod ve görüş demektir. Dinî mânada mezheb ise,
müctehid bir âlimin fikir ve görüşlerini benimseyen insanların meydana getirdiği
dinî ekollere denir.
Mezhebler arasında esasta hiçbir ayrılık yoktur. Ayrılık, teferruatta, dînin özüne
dokunmayan fer'î mes'elelerdedir.
Ayrıca hiçbir müctehid kendi adına bir mezheb kurmak iddiasıyla ortaya çıkmamıştır.
Kur'an ve hadîslerden çıkardıkları hükümlerin başkaları tarafından benimsenmesi
neticesinde, kendiliğinden o müctehid adına bir mezheb teşekkül etmiştir.
Mezhebler Nasıl Ortaya Çıkmıştır?
Peygamberimizin Asr-ı Saâdetinde sahâbenin bir kısmı devamlı olarak Allah Resûlünün
yanında kalıyor, Kur'ân'ı ve hadîsleri ezberliyor, onların mânâlarını iyice kavramaya
çalışıyorlardı. Hazret-i Peygamber'in Kur'an'ın hükümlerini nasıl uyguladığını
bizzat görüyor, âyetlerin iniş sebeblerini biliyorlardı.
Hz. Peygamber'in vefatından sonra, bu sahâbeler Mekke ve Medine dışına çıktılar,
çeşitli İslâm memleketlerine gittiler. Bunlar, gittikleri yerlerde Hicaz'dakinden
farklı örf ve âdetlere sâhip insanlarla karşılaştılar. Halk gelip dinî mes'eleleri
kendilerine soruyor, onlar da o mes'ele hakkında Kur'an ve Sünnetin hükmünü bildiriyorlardı.
Sorulan mes'ele hakkında Kur'an'da ve hadîste hüküm bulamazlarsa, o mes'elede
ictihâd edip mes'eleyi açıklığa kavuşturuyorlardı. Sahâbe, gittikleri şehirlerde,
hem hâkim, hem müftü, hem vali, hem muallim durumunda idiler. Bulundukları yerde
âdeta birer ekol meydana getirmişlerdi. Birbirlerinden çok farklı yerlere dağıldıkları
ve farklı örf ve âdetlere sâhip insanlar içinde yaşadıkları; bilgi, zekâ ve kavrayış
bakımından da aralarında farklar olduğu için, sorulan mes'eleler karşısında pek
tabiî olarak farklı ictihadlar, ayrı görüş ve kanaatlar ortaya çıkabiliyordu.
Bir sahâbînin etrafında toplanan talebeleri, o sahâbînin kendisinden sonra da
onun sistemi ve metodu doğrultusunda ictihad yapmaya, kapalı olan mes'eleleri
çözmeye, cem'iyette yeni ortaya çıkan durumlara hükümler bulmağa çalıştılar. Bu
çalışmalar neticesinde, zamanla fıkhî mezhebler teşekkül etmeye başladı. Bâzı
mezhebler kendilerine fazla taraftar bulamadığı için, zaman içinde kaybolurken;
bugünkü 4 büyük mezheb umumun teveccühünü kazanarak kuvvet buldu, yaygınlaştı
ve günümüze kadar geldi.
Mezhebler Arasında Görüş Ayrılıkları Olması Nereden Kaynaklanmaktadır?
Bu ayrılıklar, çeşitli sebeblerden ileri gelir. Kur'an'da hüküm ifade eden âyetleri
(ki bunlara, nass denir) anlayış, herkes için başka başka olabilir. Zira nassların,
usûl-i fıkıhta beyan edildiği üzere, pek çok kısımları vardır: Hafî, mücmel, sarîh,
kinâye, mecaz, hakikat, mutlak - mukayyed, hâs - âmm gibi. Bu yüzden müctehidlerin
aynı nassı anlayışları farklı farklı olmaktadır.
Ayrıca, hadîslerin de nevileri, çeşitleri vardır. Mütevâtir, meşhûr, haber-i vâhid,
mürsel, muttasıl, münkatı' gibi.
Bu hadîsleri delîl olarak kullanma konusunda da müctehidler ihtilâf etmişlerdir.
Bunun neticesinde de farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Meselâ Hanefîler hadîsler
konusunda titiz davranır. Haber-i vâhidi (Tek sahâbenin rivâyet ettiği hadîsi)
delil olarak kabûl etmezler. Şâfiîler ise, haber-i vâhidi kabûl eder ve onu Kıyâs'a
tercih ederler. Hanefîler mürsel hadîsi alır, Şâfiîler almazlar.
İşte bu gibi delillerdeki ihtilâf ve kabûl edilen delilleri de farklı anlayış,
müctehidlerin aynı mes'elede farklı hükümler vermelerine sebeb olmuştur.
Fetva verilen beldenin örf ve âdetleri de, müctehidlerin yaptıkları ictihadlara
te'sir etmiştir.
Müctehidler Arasında Görüş Ayrılıkları Olmasının Mahzûru Var
mıdır?
Hayır, bil'akis bu ihtilâflar, ümmet için rahmet olmuştur.
Herhangi bir mes'ele hususunda bir mezhebde zorlukla karşılaşınca, zaruret halinde,
o mes'ele başka bir mezhebin kolaylık ifade eden hükmü ile halledilme yoluna gidilmiştir.
Böylece mezheblerin varlığı ümmet için kolaylık ve genişliğe vesile olmuştur.
"Ümmetimin ihtilâfında rahmet vardır" meâlindeki hadîs-i şerîfin ifade
etmek istediği mânâ da bu olsa gerektir.
Mezheblere Ne Lüzum Var? Herkes Kendisi Kur'an'ı ve Hadîsi
Okuyup Hüküm Çıkaramaz mı?
Müslüman olan her ferdin, dinî mes'eleleri ve hükümleri doğrudan doğruya Kur'an
ve Sünnetlerden öğrenmesi mümkün değildir. Bunu, ancak müctehidlik pâyesine erişmiş,
salâhiyetli İslâm âlimleri yapabilir. Geriye kalan Müslüman halka, o büyük din
âlimlerinin îzah ve görüşlerini anlamak ve benimsemek, onların yolundan gitmek
düşer. İlâçların ham maddesi bitkiler, otlar, madenler vs. olduğu halde, nasıl
herkes ondan ilâç yapamıyor, bu iş için ayrıca eczacılık tahsili gerekiyorsa,
dinî mes'elelerde temel kaynak Kur'an ve Sünnet olduğu halde, ondan hüküm çıkarmak
işini de sıradan her Müslüman yapamaz; ancak müctehidlik seviyesine ulaşmış âlimler
yapabilir. Herkesin dinî kaynaklardan hüküm çıkarmağa ilmi, bilgisi, aklı, idrâk
seviyesi, basiret ve feraseti yetmez.
Mezhebler Kaça Ayrılır?
Mezhebler önce 2'ye ayrılır:
1 - Fıkhî mezhebler,
2 - İtikâdî mezhebler..
Fıkhî Mezhebler Kaça Ayrılır?
4'e ayrılır: 1 - Hanefî mezhebi, 2 - Mâlikî mezhebi, 3 - Şâfiî mezhebi, 4 - Hanbelî
mezhebi.
Bu 4 mezhebin, hepsi de haktır, doğrudur. Şimdi bunları sırası ile görelim:
Hanefî Mezhebi:
Hanefî mezhebinin kurucusu İmam-ı A'zam Hazretleridir.
İmam-ı A'zam, en büyük imam demektir. Asıl adı Nu'man olan İmam-ı A'zam'ın, künyesi
Ebû Hanife'dir. Hicretin 80'inci yılında Kûfe'de doğmuş, Hicrî 150'de Bağdat'ta
vefat etmiştir.
Hanefî mezhebi, önce Irak'ta doğmuş, oradan doğuya ve batıya yayılmıştır. Abbasîler
devrinde hâkimlerin çoğu Hanefî idi. Anadolu ve Balkanlardaki Türkler arasında,
Hanefî mezhebi yaygındır.
Mâlikî Mezhebi:
Kurucusu İmam Mâlik bin Enes Hazretleridir. Hicrî 93 tarihinde Medine'de doğmuş,
H. 179'da yine Medine'de vefat etmiştir.
Mâlikî mezhebi, önce Hicaz halkı tarafından benimsenmiş ve hacca gelenler vasıtasıyla
Kuzey Afrika'ya ve o zaman Endülüs denen İspanya'ya yayılmıştır.
Şâfiî Mezhebi:
Kurucusu İmam-ı Şâfiî Hazretleridir. İmam-ı Şâfiî'nin asıl ismi Muhammed'dir.
H. 150 tarihinde Gazze'de doğmuş, 204 tarihinde Mısır'da vefat etmiştir. Hâşimoğulları
soyundan gelmektedir.
Şâfiî mezhebi önce Mısır'da yayılmış, sonra kısmen Suriye, Yemen, Irak ve Horasan
taraflarına geçmiştir. Bugün Mısır'ın çoğunluğu Şâfiîdir. Anadolu'nun güney taraflarında,
Suriye ve Irak'ta da Şâfiî mezhebinde olanlar mevcuttur.
Hanbelî Mezhebi:
Kurucusu Ahmed bin Hanbel Hazretleridir. H. 164 tarihinde Bağdat'ta doğmuş, 241
tarihinde yine orada vefat etmiştir.
Hanbelî mezhebi daha çok Necid taraflarında tutulmuştur. Hâlen Necid'de Hanbelî
mezhebi hâkimdir.
Hak Bir Olur. Halbuki 4 Mezhebin de Hak Olduğunu Kabûl Ediyoruz.
Bu Nasıl Olur?
Bir su, 5 ayrı mizaçtaki hastaya göre 5 ayrı hüküm alır. Meselâ, birinin hastalığının
nev'ine göre ilâçtır. Tıbben ona vaciptir. Diğer birine, hastalığı sebebiyle,
zehir gibi zararlıdır. Tıbben ona haramdır. Diğer birine az zarar verir, tıbben
ona mekruhtur. Diğer birine zararsız olduğu gibi, faydası da vardır. Tıbben ona
sünnettir. Bir diğerine de ne zararlı, ne de faydalıdır. Tıbben ona mübahtır.
Hastanın durumuna göre, bunların 5'i de haktır. "Bu ilâç, yalnızca vaciptir"
denilemez.
İşte bu misaldeki gibi, İlâhî hükümler de, mezheblere tabi' olanların durumuna
göre değişir. Farklı farklı olur. Üstelik herbiri de hak olur. Buna bir misal
verelim:
İlâhî hikmetin tensibiyle, İmam Şâfiî'ye ittiba' edenlerin çoğu, köylülük ve bedevîliğe
yakındırlar. Bunlar cem'iyet hayatında geri olduklarından, herbiri bizzat dergâh-ı
İlâhiyeye kendi derdini söylemek, hususî dileğini bizzat arzetmek mizacındadırlar.
Bu yüzden de, imam arkasında Fâtiha'yı tek tek okurlar. Bu hüküm hak ve doğrudur.
İmam-ı A'zam'a ittiba' edenlerin çoğu ise, şehirliliğe ve medeniyete daha yakın,
ictimaî hayatı benimsemiş kimselerdir. Bunların nazarında bir cemaat bir şahıs
hükmüne girip bir tek adam da umum o cemaat adına, sözcü olarak konuşur; kendileri
de onun kalben tasdikcisi olurlar. Bu bakımdan Hanefî mezhebinde imam arkasında
tek tek Fâtiha okunmaz. İmam, cemaat adına okur. Cemaat da âmîn diyerek onu tasdik
eder. Bu hüküm de, evvelki gibi, hak ve doğrudur.
İtikadî Mezhebler Kaça Ayrılır?
İtikad hususunda başlıca iki mezheb vardır:
1. Ehl-i Sünnet mezhebi, 2. Ehl-i Bid'a mezhebi.
Ehl-i Sünnet mezhebi:
Hz. Peygamberin yolundan gidenler, o yoldan hiç sapmayanlar demektir.
Ehl-i Sünnetin dayanağı Kitab ve Sünnettir. Kitab ve Sünnette ne buyurulmuşsa,
Ehl-i Sünnet öyle inanır, öyle hareket ederler.
Ehl-i Sünnet de, Matüridiyye ve Eş'ariyye olmak üzere ikiye ayrılır.
Mâtüridiyye Mezhebi:
Kurucusu Ebu Mansur Muhammed Hazretleri'dir. Semerkand köylerinden Mâtürid'de
doğmuştur. H. 333'te vefat etmiştir.
Bütün Hanefîler, genellikle Türkler, Mâtüridî mezhebindedirler.
Eş'ariyye Mezhebi:
Kurucusu Ebu'l-Hasan Eş'arî Hazretleridir. Asıl adı Ali'dir. H. 200 tarihinde
Basra'da doğmuş, 324'de Bağdat'da vefat etmiştir.
Mâlikîler ve Şâfiîler, itikadda Eş'arî mezhebini benimsemişlerdir. Hanbelîler,
fıkıh gibi îtikadda da İmam Ahmed bin Hanbel'e bağlıdırlar. Ayrı bir îtikadî mezhebleri
yoktur.
Eş'arî ile Mâtüridî mezhebleri arasında, bâzı küçük görüş ayrılıkları dışında,
büyük bir farklılık yoktur. İkisinin de temel görüşleri aynıdır ve Sünnete uygundur.
Ehl-i Bid'a:
Hazret-i Peygamberin getirdiği hükümleri ve Kur'an'ın emirlerini kendi arzularına
göre yorumlayan, az veya çok Sünnet yolundan sapan, bid'ata giren kimselerdir.
Bid'at, Hz. Peygamber ve Sahâbe devrinde bulunmadığı halde, sonradan ortaya atılan
ve dînin esaslarına zıd düşen, her türlü söz, düşünce ve işe denir.
Ehl-i bid'ayı Peygamberimiz şiddetle kınamışlardır:
"Sözlerin en hayırlısı Allah'ın Kitabı; yolların en hayırlısı da Muhammed'in
(sav) yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan çıkarılanlardır. Ve her sonradan uydurulan
şey (bid'at) de delâlettir, sapıklıktır."
İnançla ilgili olan bid'atlar, îtikadî bid'atlardır. Bunlar, îtikadî hususlarda
Hz. Peygamberden sağlam bir şekilde nakledilen esaslara zıd düşen inançlardır.
Mu'tezile, Cebriye gibi bâzı fırkaların inançları, bu kısma girer.
İş ve amelle ilgili bid'atlere ise, amelî bid'at denir. Bazı şiîlerin, çıplak
ayağa meshetmeleri gibi.. Sünnet olan mesh ise, mestler üzerine meshetmektir.
Dînin îtikadî ve amelî esaslarını doğrudan doğruya ilgilendirmeyen veya bu esaslara
bir zıdlık ve aykırılık taşımayan yenilikler, sonradan ortaya çıkma şeyler, bid'attan
sayılmazlar.
Bid'atı ikiye ayırarak tasnif eden âlimler de vardır:
1. Bid'at-i hasene: İyi ve güzel bid'at, İslâmî esaslara zıd düşmeyen, yeni âdet
ve fiiller.. Meselâ, namazdan sonra tesbih kullanmak gibi.
2. Bid'at-ı seyyie: Kötü ve İslâm'a aykırı bid'at.. Evliya türbelerine mum dikmek,
mezarlıklardan medet ummak, vb. gibi şeyler.
İtikadî bir mezheb olarak ehl-i bid'a ayrıca kendi arasında birçok kollara ayrılır
ki, başlıcaları şunlardır:
1. Cebriye,
2. Mu'tezile,
3. Mürcie,
4. Haricîlik,
5. Şîa,
6. Vehhâbîlik.
Ehl-i bid'anın bu temel mezheblerinin her biri de, kendi arasında pek çok fırkalara,
gruplara ayrılırlar.
OKUMA PARÇASI: MEZHEBLERİN DOĞMASI NEDEN ZARURÎ?
Namazın farz olduğunda bütün mezhebler ittifak halindedirler. Namaz için abdest
almanın farziyetinde de bütün mezhebler müttefiktirler.
Bu abdestin içinde başa meshedilmesinde de, keza bütün mezhebler müttefiktirler.
Ayrılık, sadece bu meshin şekli ve miktarı gibi temel olmayan hususlardadır, mesihte
değildir.
Meselâ:
1. İmam-ı Mâlik ve Ahmed bin Hanbel, başa meshedilirken tamamının meshedilmesini
zarurî görmüşlerdir.
2. Ebû Hanîfe ise, tamamı değil dörtte biri de olsa kâfidir, demiştir.
3. İmam-ı Şâfiî de birkaç kıla bile meshedilmesi kifayet eder kanaatına varmıştır.
İmamların bu ayrılığına bakan bâzıları diyorlar ki:
- Madem ki âyet bir, hadîs bir, teferruatta da olsa bu ayrılık olmamalıydı.
Böyle diyenlerin kimi bilemediklerinden iyi niyetle böyle düşünmekteler. Kimi
de inançlarını iyice zayıflatıp şüphe kuyularına düştükleri için, tahrip ve yıkıntı
meydana getirmek kasdıyla böyle konuşmaktalar.
Halbuki ne iyi niyetlilerin böyle bir vesveseye kapılmalarına sebeb var, ne de
kötü niyetlilerin düştükleri vesvese kuyusundan böyle bir yıkıntı meydana getirmeleri
mümkün.
Şöyle ki:
Dillerin en zengin ve en olgunu arabçadır. Arab lisanında sadece (Ceale) kelimesi
15 mânâya geldiği gibi, harfler de böyle şümûllü ve zengin mânâlara gelir.
Meselâ: Türkçede (B) harfinin kendi başına bir mânâsı yoktur. Ama Arabça'da ise
(B) harfinin de kendi başına mânâları vardır. Hangi kelimenin başına (B) harfi
gelirse kelimenin istikametine te'sir eder, mânâsına müessir olur.
İsterseniz buyurun (B) harfinin geldiği mânâlara bir göz atalım:
1 - B, sadece kelimeyi güzelleştirmek için gelir, mânâsı olmaz.
2 - B, "bâzı" mânâsına gelir.
3 - B, "bitiştirmek" mânâsına gelir.
İşte bu mânâlara şâmil olan (B) harfini Rabbimiz "başınıza meshediniz"
emrini verdiği âyetindeki "rüûsiküm" kelimesinin başına koyarak "Bi-rüûsiküm"
buyurmuştur.
Demek ki Rabbimizin "başınıza meshediniz" emrinden muradı, (B) harfinin
şâmil olduğu mânâlara da şâmildir.
İşte bu şümûl hikmetinden dolayıdır ki, İmam-ı Ahmed'le İmam-ı Mâlik:
- Başa meshederken başın tamamı meshedilmelidir. Zira buradaki (B) harfi, kelimeyi
güzelleştirmek için gelmiş olan zâid (B) dir. Kendi başına mânâsı yoktur, der.
Ebû Hanîfe ise:
- Bu (B) bâzı mânâsına gelen B'dir. Başın bâzısına meshedilse de kâfi gelir, der.
İmam-ı Şâfiî de:
- Bu (B) bitiştirmek mânâsına gelen B'dir. Sadece elin başa bitişmesi, birkaç
kıla bile değmesi kifayet eder, mesih tamam olur, der.
O halde gerçek böyle iken, kim hangi ictihad sahibini hatâ ile itham edebilir,
mezheblerin teferruattaki bu ayrılığının dinde ayrılık mânâsına geldiğini iddia
edebilir. Kelimeyi gönderen Rabbimizdir. Başına (B) harfini koyarak telâffuz buyuran
yine Rabbimizdir.
Huzûr-u İlâhî'de bu müctehidlerden her biri:
- Yâ Rab, senin mukaddes kelâmındaki harflerden anladığımız mânâları tercih edip
ortaya koyduk, deyince mes'ûl mü olurlar?
Rabbimizin:
- Benim muradım da bu idi, demeyeceği ne ile bellidir?
Bir anne oğullarına yazdığı mektubunda bana (MEYVE) getirin dese, oğullardan biri
elma, diğeri portakal, bir başkası muz, dördüncüsü de şeftali alıp getirseler,
bunların dördü de annenin isteğini yerine getirmiş olmaz mı? Çünkü (MEYVE) kelimesi
bunların hepsine de şâmildir. Herkes kendine göre ictihad edip annesinin o meyveyi
kasdettiğini tahmin etmiştir. Hepsi de annesine itâat etmiş evlât sevabını alacaklardır.
Bunlar suçlanabilir mi?
* * *