ÖNSÖZ
Bismillahirrahmanirrahim.
Her şeyimi Allah’a borçluyum. Bana doğru yolu
gösteren, öğrenme yeteneğini ve imkanlarını veren odur. Yaşadığım sürece onun
doğru saydığı şekilde yaşamam için bana yardım etmesini diler, ona hamd ve
şükrederim.
Nurlu sözleri ve parlak uygulamalarıyla yolumuzu
aydınlatan Allah'ın son elçisi Muhammed’e, onu güzel bir şekilde izleyen
ailesine, arkadaşlarına ve gittiği aydınlık yoldan giden herkese dualar eder,
selamlar gönderirim.
Herkes başkasının malına veya işine ihtiyaç duyar.
Karşılığını ödemeden bunlardan yararlanmak zordur. Karşılığını ödeyip mal almak
alış veriş olur. Bir şey verir, bir başka şey alırsınız. İş ve hizmet ise bir sözleşmeyle alınır. Mal ve
hizmetlerin üretiminden tüketimine kadar geçen faaliyetler bütünü iktisatın
konusuna girer. Bu işlerin düzgün yürümesi için dinin emirleri, toplumların
gelenek ve görenekleri ve devletlerin kanunları vardır. İşin bu kısmı hukukun
konusudur.
Müslümanlar, her konuda olduğu gibi iktisadi ve
hukuki ilişkilerinde de Kur'an'a uygun bir davranış göstermek zorundadırlar.
Bu, onların inançlarının gereğidir. Kur'an'ın konu ile ilgili emirlerinin bir
kısmı şöyledir:
“Müminler,
mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin, ama karşılıklı rıza ile yapılan bir
alım satımla yemek haksızlık olmaz" (Nisa
4/29)
"Mallarınızı
aranızda haksızlıkla yemeyin ve insanların mallarının bir kısmını, bile bile
günaha girerek yemek için onları yetkililere teklif etmeyin." (Bakara 2/188)
Müminler!
Allah’tan korkun, faizden geriye ne kalmışsa onu bırakın. Eğer inanmış
kişilerseniz (böyle
yaparsınız.)
Bunu
yapmadınız mı bilin ki; Allah ve Elçisi tarafından bir savaşla yüz yüze
gelirsiniz. Eğer tevbe ederseniz, ana mallarınız sizindir. Ne haksızlık
edersiniz ne de haksızlığa uğrarsınız." (Bakara
2/278-279)
Bu ve benzeri
emirler, müslümanları iktisadi ilişkilerde farklı bir konuma sokmuştur. Farkın
en belirgin olduğu yer, alım satım ile faizli işlemler sahasıdır. İktisadın bu
iki alanı öteden beri karıştırılır ve aynı şeymiş gibi gösterilmeye çalışılır.
Hâlbuki faiz, borçtan elde edilen gelirdir. Borçtan gelir elde etmek başka, mal
alıp satmak başkadır.“Allah alım satımı
helâl, faizli işlemi haram kılmıştır." (Bakara 2/275) Faizin haram
olması iktisadi ilişkilerde önemli değişikliklere yol açar. Kredi sistemini ve
bu sisteme göre kurulan bankaları çalışamaz hale getirir. Bu, faizsiz finans
kurumlarına duyulan ihtiyacın da ana sebebidir.
İhtiyaç duyulan sermayenin faizli yoldan sağlanması
insanlık tarihi kadar eski olmalıdır. Sermayenin ortaklıklar yoluyla sağlanması
da öyledir. Faiz yasak olunca sermaye birikimi için ortaklık kurmaktan başka
yol kalmaz. Bu, ister istemez iki ayrı iktisat sisteminin oluşmasına zemin
hazırlar. Bunlardan biri kredi sistemi, diğeri de ortaklık sistemidir.
Bu çalışma, ortaklık sistemini ve bu sistemin gereği
olan iktisadi ilişkileri özet olarak anlatmak için yapılmıştır. Ortaklık
sisteminin doğru anlaşılabilmesi için kredi sistemine ve bu sistemin işleyişine
temas etmek zorunlu olmuştur.
Elinizdeki bu kitap, tek başına yapılmış bir
çalışmanın ürünü değildir. İstanbul Müftülüğünde 1978'de kurduğumuz İstanbul
Müftülüğü İlmî İstişare Heyeti benim için bir okul olmuştu. Heyette Hayrettin
KARAMAN, Halil GÜNENÇ, Mehmet SAVAŞ, Sabahattin ZAİM, Nevzat YALÇINTAŞ, İbrahim
Kâfi DÖNMEZ, Mehmet ERKAL, Ahmet TABAKOĞLU
ve daha nice hocalar vardı. Bu çalışmalar 1983'ten itibaren İslamî
İlimler Araştırma Vakfı büyesinde yapılan ilmî toplantılarla devam etti. Ali
ÖZEK hocanın başkan olduğu bu vakfın, 1993 yılına kadar genel sekreteri olarak
bu çalışmaları bizzat organize ettim. Bu benim çok sayıda ilim adamından istifade
etmeme sebep oldu.
Kitaptaki bilgiler Süleymaniye Vakfı'nda
olgunlaşmıştır. Burada 1993'ten itibaren düzenli ilmî çalışmalar yapan bir
heyet vardır. Nazım EKREN ile Yusuf TUNA'nın bu çalışmalara önemli katkıları
olmuştur. Kendinden yararlandığım kişiler arasında Sabri ORMAN'ı da saymak
gerekir. Bu ilim adamlarına ve burada ismini sayamadığım bir çok ilim adamına
içten teşekkürler ederim.
Çalışma bizden başarı Allah'tandır.
GİRİŞ
Tasarrufları, faiz ödeyerek toplayıp faizli borç
verme sistemine kredi sistemi denir. Çağdaş ekonomiler bunu, fon[1]
oluşturmanın temel yolu görürler. Bu işi daha çok bankalar yürütür.
Tasarruflar, ortaklık sermayesi olarak da
toplanabilir. Küçük tasarrufları, bu şekilde bir araya getirip büyük sermayeler
oluşturmak ve onları ticaret veya ortaklıklar yoluyla işletmek mümkündür. Buna
ortaklık sistemi diyoruz. Bu işi daha çok faizsiz finans kurumları
yürütür.
Finans kurumları, tasarruf sahibiyle bir mudarebe =
emek-sermaye sözleşmesi yapar. Ülkemizde buna kâr/zarar ortaklığı adı verilir.
Finans kurumu, topladığı tasarrufları bir tüccar sıfatıyla işletmeyi
ve elde edeceği kârı, sözleşmeye göre, tasarruf sahibiyle paylaşmayı kabul ve
taahhüd eder. Eğer bir zarar olursa, o sermaye ile elde edilmiş kârdan
karşılanır. Kârı aşan zararlar ise tasarruf sahibinin sermayesinden gider. Bu
durumda finans kurumunun zararı, yaptığı işten gelir elde edememekle
sınırlı kalır.
Tasarrufların faizli borç olarak verilmesi öteden
beri bilinen bir uygulamadır. Ama önceleri ancak belli büyüklükte tasarrufu
olanlar faizli borç verebilirken kredi sistemi ile küçük tasarruf sahipleri de
faizli borç verebilir hale gelmişlerdir. Onlar borcu bankaya verirler, banka bu
küçük tasarrufları bir araya getirip büyük fonlar oluşturur ve talep edenlere
kredi olarak verir.
Tasarrufları ortaklık sermayesi olarak vermek de öteden
beri bilinen bir uygulamadır. Ama önceleri ancak belli büyüklükte tasarrufu
olanlar ortak bulurlarken ortaklık sistemi ile küçük tasarruf sahipleri de
ortak bulur hale gelmişlerdir. Finans kurumu veya gerekli donanıma sahip bir
şirket, onları ortak olarak kabul edip ellerindeki tasarrufları toplar ve
büyük fonlar oluşturur, sonra bu fonları bir tüccar ve sanayici gibi kullanır.
Kredi sisteminde sermayenin bir maliyeti vardır. Buna
finansman maliyeti veya sermaye maliyeti denir. Üretimden
pazarlamaya kadar her safhada fiyatlara eklenen finansman maliyeti fiyatları
sürekli yükseltir. Sermayeye ödenen faiz, finansman maliyetinin ana sebebidir.
Tasarruf sahibinin alacağı faiz bundan düşüktür. Banka, kredi verdiği kişiden
mesela %15 faiz alırsa tasarruf sahibine %10 kadar verir. Böyle bir ortamda
fiyat artışı en az %15 civarında olacağı için tasarruf sahibinin alacağı faiz,
fiyat artışları karşısında yok olduğu gibi onun ana paradan da kaybı olur.
Mesela şekerin kilosu 100 lira iken %10 faizle bankaya 1000 lira yatıran kişi,
dönem sonunda bankadan 1100 lira alır ama bu esnada şeker en az 115 liraya
çıkar. Bir yıl önce 1000 lirayla 10 kilo şeker alırken şimdi 1100 lirayla ancak
9.5 kilo şeker alabilir. Böylece parasının gerçek değeri yaklaşık %5 oranında
azalmış olur.
Bu kayıp, parasını bir kenarda saklayanlarda daha
büyük olur. Onların paraları artmadığı için ellerindeki bin lira ile şimdi 8.5
kilo kadar şeker alabilirler. Onların kaybı %15 civarındadır. Çünkü %15 faizle
kredi alan kişi, bu krediyle ürettiği mal ve hizmet için %15 finansman
maliyeti koyarsa aynı oranda bir finansman maliyetini de kendi öz sermayesi
ile ürettiği mal ve hizmetler için koyar. Kredi sisteminin etkili olduğu
ekonomilerde hiç kredi kullanmayanlar bile ürettikleri mal ve hizmetlere
finansman maliyeti koyarlar. Böylece fiyatlar sürekli artarken dar ve sabit
gelirlilerin serveti hızlı bir biçimde erir. Kredi sisteminin etkin olduğu
yerlerde bu sistem, halkın servetinin zenginlere akmasına yol açar.
Ortaklık sisteminde sermayeye ödenmesi gereken bir
bedel yoktur. Onun için bu sistemde finansman maliyeti veya sermaye
maliyeti diye bir şey olmaz. Bu sistemde fiyatların artması veya azalması
kendi tabii seyri içinde olur. Sermaye sahipleri, yapılan ticari veya sınai
faaliyetin kârından pay alacakları için ortaklarıyla birlikte büyür veya
küçülürler. Çünkü kâr gibi zarar da ortaklar arasında pay edilir.
Toplumda girişimcilerin sayısı azdır. Kredi
sisteminde riskin büyük olması sebebiyle kredi alabilecek girişimcilerin sayısı
daha da azalır. Herkes böyle büyük bir riski göze alamaz; alsa dahi alacağı
krediye teminat gösteremez. Böylece bütün bir toplumun tasarrufları kredi
sistemi yoluyla küçük bir grubun eline geçer.
Kredi sistemi, tasarruf
sahiplerini etkisiz hale getirir. Onların ne olup bittiği ile ilgilenmeleri
gerekmez. Zaten güçsüz olan bu insanlar, belli bir süre paralarıyla da ilgiyi
kesince donuklaşırlar. Bunların
yapacağı şey gidip bir iş yerinde çalışmaktır. Alacakları ücret veya maaş
belli olduğu için iş yerinin gidişatı da onları ilgilendirmez. Onlar
ücretlerini alır ve kendi işlerine bakarlar. Bunlar daha çok işçi ve memur
sınıfını oluştururlar. Ellerindeki tasarruflar zamanla eriyip yok olur.
Aldıkları ücret veya maaşlar da geçimlerine yetmemeye başlar. Giderek, geçim
için borçlanmak zorunda kalırlar. Büyük kitleyi oluşturan bu insanlar kendi
içine kapalı ve geçim derdi ile boğuşan kişiler haline gelirler. Kendilerini
sıkan bu gelişmelere de içten içe tepki duyarlar. Gün geçtikçe tepkileri artar.
Sonunda mutsuz ve umutsuz geniş halk kitleleri ortaya çıkar.
Diğer taraftan zenginler, sürekli artan servetleriyle
tatmin olamamaya başlar, ülkenin sosyal ve politik hayatını da yönlendirme
gayretine girerler. Bütün dengeler bozulur.
Ortaklık sisteminde de büyük zenginler olabilir.
Ancak tasarruf sahipleri, ortaklarıyla birlikte büyüdüğü veya küçüldüğü için
ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelere karşı duyarlı olurlar. Böylece
kimsenin kimseye yük olamadığı ve haksızlık edemediği, herkesin kendi
gayretiyle işin bir ucundan tutma zorunluluğu hissettiği serbest iş ortamı
doğar.
Kredi sistemi sermayeyi
sahibinden bağımsızlaştırır. Ortaklık sisteminde sermayenin sahibiyle
bağlantısı mecburen devam eder. Çünkü bu sistemde kişi, parasının akibetini
düşünmek ve ekonominin gidişatını takibetmek zorunda kalır. Ortak olmanın
verdiği sorumluluk onu, daha dikkatli ve etkili bir hale getirir. Çünkü o,
ortak olacağı kişileri tanımaya ve ne olup bittiği ile ilgilenmeye ihtiyaç
duyar. Yoksa kâr beklerken zarar edebilir. Bu süreç içinde piyasayı öğrenir ve
iş adamlığı yeteneği kazanır.
Ortaklık sisteminde
ekonomik ve sosyal gerginlikler azalır, verimlilik artar. İş sahipleri
toplumun güvenini kazanmak için özel bir gayret göstermek zorunda kalırlar.
Böylece bir huzur ve güven ortamı doğar. Sistem, mantığına göre işlerse
çağdaş toplumlarda rastlanan işçi işveren sürtüşmesi de olmaz.
“Allah
alım satımı helâl, faizli işlemi haram kılmıştır." (Bakara
2/275) Faiz yasağı kredi sistemini işlemez hale getirir. Bu sebeple
müslümanlar ortaklık sistemini geliştirme zorunluluğu içinde olurlar.
Kitapta ortaklık sistemi ile ilgili önemli başlıklar vardır.
Bir çok kimse, alım satım ile faiz arasındaki farkı
görmek istemez. Bunlar ikisi arasındaki farklara değil, benzerliklere bakarlar.
Farklara bakınca ikisinin ayrı şeyler olduğu açıkca ortaya çıkar. Bu husus ayrı
bir bölümde incelenmiştir.
Faiz, Kur’an-ı Kerim’in en ağır yasaklarındandır.
Faizi yasaklayan hadisler ve fakihlerin bunlarla ilgili ictihadları vardır.
Neyin Allah’ın emri, neyin Peygamberin açıklaması, neyin de fakihlerin ictihadı
olduğunu bilmek gerekir. Bu çalışmada bunlar ayrı ayrı işlenmiştir.
Temel fıkıh kitapları, paranın altından ve gümüşten
basıldığı devirlerde yazılmıştır. O paralar dünyanın her yerinde değerliydi
ama kağıt para ancak, siyasi otoritenin kararı ve insanların kabulü ile bir
değer kazanır. Bunun milli sınırlar dışında para olarak kabul edilebilmesi,
uluslararası ilişkilere, o parayı çıkaran devletin itibarına ve insanların
bunu kabul etmelerine bağlıdır.
Borç öderken
alınan değerle verilen değer arasındaki denklik, şimdiye kadar üç ölçü birimi
ile hesabedilirdi. Bunlar tartı (vezn), ölçek (keyl) ve sayı (adediyat-ı
mütekâribe) idi. 100 gr. altın borcu olan, aynı ayarda 100 gr. ödeyince
borçtan kurtulurdu. Buğday borçlanan borcunu ölçek ile, yumurta borçlanan da
sayı ile öderdi.
İnsanlar, üzerindeki rakama aldanarak kağıt parayı
adedî (sayısal) mallardan saymaktadırlar. Ama o, böyle değildir. Adedî mallar,
yumurta, ceviz ve belli standarttaki fabrikasyon mallar gibi birimleri
arasında önemli değer farkı olmayan mallardır. Onlardan her biri gerçek
maldır ama kağıt para öyle değildir.
Kağıt para adedî mal olsaydı, boyutları aynı olan 1
ABD doları ile 100 ABD dolarının aynı değerde olması gerekirdi. Çünkü iki
yumurtadan birine yazılan 100 rakamı, onu diğerinden değerli kılmaz. 100 TL.
ile 100 doların aynı değerde olmaması da onların maddesi ve yapısıyla ilgili
değildir. Bu sebeple kağıt para adedi mal değil, satın alma gücüne göre işlem
gören bir maldır. Bugün bütün dünyada kağıt para, altın ve gümüş paralar gibi
adedi mal sayılmaktadır. Bu da para ile yapılan işlemlerde büyük haksızlıkların
doğmasına sebep olmaktadır. Bütün hukuk
metinleri değiştirilmeli; kağıt paranın, üzerinde yazılı rakama göre değil,
temsil ettiği satın alma gücüne göre işlem göreceği hükme bağlanmalıdır. O
zaman, bu yolla yapılan haksızlıklar
büyük ölçüde önlenmiş olur.
Faizsiz finansman, ortaklık sisteminin en önemli kuralıdır.
Sermaye birikimi ortaklık yoluyla sağlanır. Finans kurumu, emek-sermaye
ortaklığı (mudarebe) ile küçük tasarrufları toplayıp ticaret ve sanayide
kullanarak elde ettiği gerçek kârı, tasarruf sahibiyle paylaşır. Bankacılık
hizmetleri de faizsiz olarak yapılır. Faizsiz finans kurumları bu konuda
belli bir başarı göstermişler ama beklenen düzeye ulaşamamışlardır. Kitapta
bankacılık hizmetlerine ve finans kurumlarının çalışma sistemine de yer
verilmiştir.
Günümüzde, tahvil, hazine bonosu ve şirketlerin hisse
senetlerinin alınıp satıldığı borsalar kurulmuştur. Gerek borsada satılan
menkul kıymetler ve gerekse buralara menkul kıymet arzeden kuruluşlar ayrı bir
inceleme konusudur. Bu sebeple kitabın son bölümü menkul kıymetler borsasına
ayrılmıştır.
Burada sahasında ilk sayılacak bölümler vardır. En
önemlisi faizin farklı bir yaklaşımla ele alındığı bölümlerdir. Bu bölümlerde
altın, gümüş, arpa, buğday, hurma ve tuz satışını düzenleyen hadislerin, faizi
yasaklayan ayetlere ilave bir hüküm getirmediği, aksine alım satım adı altında
faizli işlem yapılmasını engellediği ortaya çıkarılmıştır. Halbuki, bugüne
kadar hadislerin farklı bir sahayı düzenlediği varsayılmış, fakihlerin
büyük çoğunluğu sistemlerini bu farklı saha üzerine kurmuş ve faizi
anlaşılamaz, içinden çıkılamaz bir hale getirmişlerdir. Bu yeni yaklaşım,
konuya farklı bir boyut kazandırmıştır. Faizi belli bir esasa oturtmak için bu
boyut çok önemlidir. Yapılacak tenkid ve tavsiyeler, bu yöndeki
çalışmalarımıza ışık tutacaktır .
BİRİNCİ
BÖLÜM
ALIM
SATIM VE FAİZ
Mallar ya alım satım, ya da ödünç şeklinde
değiştirilir. Değiştirilen iki malın birbirinden az çok farkı varsa alım satım olur. Para verip ekmek almak
öyledir. Onun peşini de olur, vadelisi de. Aralarında fark bulunmayan mallar
ancak vadeli olarak değiştirilebilir. Bir kile buğday verip daha sonra aynı
özellikleri taşıyan bir kile buğday almak böyledir. Buna ödünç denir. Alım
satımdan gelir sağlanabilir. 75 liraya alınan ekmek 100 liraya satılırsa 25
lira kâr edilmiş olur. Ödüncün peşini olmaz. Hiç kimse, karşılığını hemen
ödemek üzere ödünç almaz. Ödünçte ne verilmişse geriye onun dengi alınır. Fazla
bir şey şart koşmak faiz olur. Ödünç dışındaki borçlarda da durum
aynıdır. Ona dua ve selam olsun, Allah'ın Elçisi,“Faiz yalnızca borçta olur.[2]”
demiştir. Dolayısıyla borçtan gelir sağlamaya yönelik her işlem, faizli
işlemdir.
İslam öncesi Araplara Cahiliye Arapları denir.
Onlar borç verdikleri zaman ana mala dokunmadan, her ay belli bir gelir
sağlamak şartıyla verirlerdi. Vadesi dolunca alacaklarını isterler, eğer
borçlu ödeyemezse, yeni bir faiz tesbit ederek vadeyi uzatırlardı[3].
Mesela her ay için bir altın almak üzere bir yıl vade ile 100 altın ödünç
vermişlerse, vade sonunda borçludan 112 altın alırlardı. Eğer borç ödenmezse,
yeni bir faiz tespit ederek vadeyi uzatırlardı.
Borç, vadeli satıştan doğmuşsa, ödeme zamanı
gelince borçluya, “Borcunu ödeyecek misin, yoksa artıracak mısın?” diye sorarlar,
borçlu ödeme yaparsa yapar, yoksa borca ilave yapıp vadeyi uzatırlardı[4].
Borçtan gelir elde etme ayrı, mal alım satımı
ayrıdır. Bakara Suresi'nin 275. ayetinde buna vurgu yapılmakta,“Alım satım da tıpkı faizli işlem
gibidir." diyenlerin, şeytanın
aklını çeldiği kimse gibi davrandığı bildirilmektedir. Alım satım ile faizli
işlemi aynı saymak, gerçekten tam bir yanıltma olur.
Ayet-i kerimeye göre faize karşı çıkanlar şöyle demiş
olurlar: “Faizli işlem, başka değil alım satımın mislidir.” yani
tıpkısıdır. Çünkü onlar, alım satımla faizli işlem arasında benzetme yapmamış,
ikisini aynı saymışlardır. Bugünkü değeri 100 lira olan bir malı bir ay
vadeli 110 liraya satmak ile bugün 100 lira verip bir ay sonra 110 lira almak
arasında benzerlik vardır. Nitekim şarap üzüm şırasına benzer, ikisi de üzüm
suyundandır. Ama “şıra tıpkı şarap gibidir”, denemeyeceği gibi “alış veriş
tıpkı faizli işlem gibidir” de denemez. Çünkü bir ay sonra 110 lira almak
üzere birine 100 lira vermek bir satış değil, faizli ödünç işlemidir. Verilen
100 liranın yerine 100 lira, fazla olarak da 10 lira alınır. Bugünki değeri 100
lira olan bir malı bir ay vadeli 110 liraya vermek ise bir satıştır. Bir ay sonra
verilen o mal ve ayrıca 10 lira alınmaz, sadece 110 lira alınır. Çünkü 110
liranın tamamı, o malın bedelidir. Bu konu, Vade Farkı ve Faiz başlığı altında,
daha geniş işlenmiştir.
I-
AYET VE HADİSLERDE FAİZ YASAĞI
Burada âyet, Allah Teâlâ'nın Kur'an'da yer alan sözü
anlamındadır. Kur'an'ın tamamı Allah'ın sözlerinden oluşur.
Hadis deyince öncelikle Allah'ın
Elçisi'nin sözleri, davranışları (fiil) ve onayları (takrir) anlaşılır. Burada
onun, faizle ilgili açıklamalarına yer verilecektir. Bu açıklamalar müslümanlar
için önemlidir. Çünkü bir ayet şöyledir:
"(Ey
Elçi!) Sana bu Kur'an'ı indirdik ki, kendilerine ne indirildiğini insanlara
açıklayasın. Belki düşünürler." (Nahl
16/44)
Kur'an-ı Kerim'de ve hadislerde faiz yerine riba kelimesi
geçer. Riba'nın sözlük anlamı artma ve çoğalmadır[5].
Terim olarak borçtan elde edilen gelir veya bu geliri elde etmek için yapılan
işlem anlamına gelir.
Faiz, kesin olarak yasaklanmıştır. Bu konuda Allahu
Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Faiz
yiyenler, şeytanın içine sokulup aklını çeldiği[6] kimsenin davranışından farklı
bir davranış göstermezler. Bu onların, “Alım satım da tıpkı faizli işlem
gibidir” demeleri sebebiyledir. Allah alım-satımı helâl, faizli işlemi haram
kılmıştır. Her kime, Rabbinden bir öğüt ulaşır da faize son verirse geçmişte
olan kendinindir; artık onun işi Allah’a aittir. Kim de devam ederse, işte
onlar cehennemliktir. Onlar orada temelli kalacaklardır.
Allah
faizi eksiltir, sadakaları bereketlendirir. Allah, nankörlük edip duran
günahkarların tamamını sevmez.
Kimler de
inanmış, iyi işler yapmış, namazı kılmış, zekatı vermiş olurlarsa onların
Rableri katında ücretleri vardır. Üstlerinde ne bir korku olur, ne de üzüntü
çekerler.
Müminler!
Allah’tan korkun, faizden geriye ne kalmışsa onu bırakın. Eğer inanmış
kişilerseniz (böyle yaparsınız.)
Bunu
yapmadınız mı bilin ki; Allah ve Elçisi tarafından bir savaşla yüz yüze
gelirsiniz. Eğer tevbe ederseniz, ana mallarınız sizindir. Ne haksızlık
edersiniz ne de haksızlığa uğrarsınız." (Bakara
2/275-279)
Demek ki, 100 gr. altını %1 faizle borç veren kişi,
borçlusundan sadece bu 100 gr.'ı alabilir, kalan 1 gramı alamaz. Çünkü o 1 gr.
faizdir.
Borçlu darlık içinde ise ona süre tanınır. Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Borçlu
darlık içinde ise genişliğe çıkıncaya kadar beklenir. Ama bağışta bulunmanız
sizin için daha hayırlıdır. Bunu bir bilseydiniz.” (Bakara 2/280)
Hz. Muhammed, ona dua ve selâm olsun, faizle
ilgili olarak şunları söylemiştir:
“Faiz yalnızca borçta olur.[7]”
Faiz
(geliri) çok da olsa sonu darlığa döner[8].”
Bir
toplumda faiz ve zina ortaya çıkarsa onlar Allah’ın cezasını haketmiş olurlar[9]“ .
“Bir
toplumda faiz ortaya çıkınca kıtlığa yakalanırlar. Bir toplumda rüşvet ortaya
çıkınca da korkuya kapılırlar[10]."
A-
Faizli İşlemler
Borçtan gelir elde etmeye yönelik her işlem faizli
işlemdir. Borç, ya ödünçten ya mal veya hizmet akdinden ya da tazminattan
doğar. Ödünçte ne verilmişse o alınır. Daha sonra 101 altın almak üzere 100
altın vermek faizli işlem olduğu gibi, borç ödeninceye kadar evinde oturmak
veya tarlasının gelirinden yararlanmak üzere 100 altın vermek de faizli
işlemdir.
Borcun vadesini uzatmaya karşılık alınan her türlü
gelir de faiz olur.
Faiz yasaklanınca insanlar, görünüşte meşru olan bir
yolu kullanarak faizcilik yapmak isteyeyebilirler. Alım satım, faizin üstünü
örtmenin en uygun yolu olabilir. Hz. Peygamber, koyduğu yasaklarla bu yolu
tümüyle kapamıştır.
B-
Alım Satım Görüntüsü Altında Faiz
Hz. Muhammed, ona dua ve selâm olsun, altın, gümüş,
buğday, arpa, hurma ve tuzun bazı satış şekillerini
faizli işlem sayarak yasaklamıştır. Bu yasaklar, ödüncü satış gibi gösterip
faiz yasağını aşmaya engel olmaktadır.
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) Allah'ın Elçisi'nin, ona dua
ve selam olsun, şöyle dediğini bildirmiştir:
"Altına
karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday, arpaya
karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma ve tuza karşılık tuz misli misline ve
peşin olur. Kim artırır ya da fazlasını isterse faize girmiş olur. Bu konuda
alan da veren de birdir[11].”
Aynı anlamı taşıyan başka hadisler de vardır. Bunları
faizli ödünç kapsamında değil de alım satım kapsamında
değerlendirenlerin ilk tepkisi şu olur: İnsanlar, altına karşılık altın,
gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday... alma ihtiyacını neden
duysunlar? O mallar kendilerinde varsa, onları neden misliyle değiştirsinler?
Kimsenin yapmayacağı bir işlem, niçin faize sebep olsun? Ama hadis, faizli
ödünç kapsamında değerlendirilirse bu tepkiler olmaz. Çünkü o altı mal, en çok
ödünç verilen mallardandır. Faizli ödünç, alım satım şeklinde de verilebilir.
11 altın almak üzere 10 altın ödünç verme yerine 10 altını, vadeli 11 altına
karşılık satmak da mümkündür. Bunlardan birine faizli işlem, diğerine
satış denirse alım satımla faiz karıştırılmış olur. Nitekim“Alım satım tıpkı faizli işlem gibidir” diyenler bu karıştırmayı
yaparak şöyle söylerlerdi:
“Bir malı 10’a alıp 11’e satmak helâlsa, 10 altını 11
altına satmak da helâl olmalıdır. Bu iki işlem arasında mantıki bir fark
yoktur[12]."
Alım satımda
bedeller az çok farklı olur. Bu fark sebebiyle bir kişi, diğerinin elinde
olana sahip olma ihtiyacı duyar. Ama borçlar dengi ile ödenir.
Alım satım esasen peşin yapılır ama ödüncün
peşini olmaz. Alım satım şekli verilmiş ödüncün de peşini olmaz. Hiç kimse 10
adet Reşat altınına karşılık 10 adet Reşat altınını peşin olarak vermez. Çünkü bu, onun ihtiyacını karşılamaz. Onun
ihtiyacı, 10 adet Reşat altınını belli bir süre kullanmaktır.
Alım satım helâl, faizli işlem haram olunca faizli
ödünce alım satım görüntüsü vermenin bir kafa karışıklığı meydana getireceği
kesindir. İşte o altı madde ile ilgili yasaklar bu karışıklığı önlemektedir.
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selam olsun, şöyle demiştir:
“Bir
dinarı iki dinara, bir dirhemi iki dirheme, bir sa’ı iki sa’a satmayınız.
Çünkü faize girmenizden korkuyorum[13].”
"Faize
girmenizden korkuyorum" ifadesi önemlidir. Çünkü altın
verip altın bilezik almak gerçek bir alış veriştir. Buğday ununa ihtiyacı
olanın onu buğday vererek alması, deniz tuzuna ihtiyacı olanın da onu kaya
tuzu vererek alması gerçek bir alış veriştir. Fakat o altı mal, en çok ödünç
verilen mallardan olduğu için bunların değişiminde yeterli tedbir alınmazsa
alım satım adı altında faizli ödünç işlemine engel olunamaz. Hadisler, ona
açılan yolları tümüyle kapamıştır. Şimdi kapanan faiz kapılarını tek tek
görmeye çalışalım.
1- Altı malı kendi cinsiyle peşin değişme
Hadis, altın, gümüş, buğday, arpa, tuz ve hurmayı
kendi cinsiyle değiştirirken değişimin peşin olmasını şart koşmuştur. Ödünç
verilebilen bu malları kendi cinsiyle peşin değiştirme şartı, faize
açılabilecek bir kapıyı kapamıştır.
Buna göre altın bileziğe ihtiyacı olan onu altınla,
gümüş kemere ihtiyacı olan da onu gümüşle alacaksa bedellerin elden ele peşin
değiştirilmesi gerekir. Bu yasak 10 altını, vadeli 11 altına satmayı, faizli
işlem kapsamına sokmuştur. Bu çok önemlidir; çünkü o, satış sayılırsa, o zaman
faizli ödünçler satış şeklinde verilmeye başlanır. 100 lira, vadeli 110 liraya
karşılık satılır ve faiz yerine bir ticari işlem yapılmış olurdu.
2- Altı malı kendi cinsiyle eşit miktarlarda
değişme
Hadiste, altı malı kendi cinsiyle değiştirirken
miktarların eşit olması şart koşulmuştur. Buna göre 10 adet Reşat altını verip
peşin 11 adet Reşat altını almak da faizli işlem olur. Allah'ın Elçisi, “Faiz sadece borçta olur[14]
“dediğine göre, bu yasağın borçla ilgili olması gerekir. Biraz düşünülünce bu
ilgi kurulabilir.
Faizcinin asıl isteği, verdiği 10 altına karşılık 11
altın alacaklı duruma gelmektir. Bu işlemi meşru yoldan yapabilirse onu borca
çevirmek zor olmaz. Meselâ önce 11 altın ödünç verir, bunun için gerekli
teminatları alır, sonra bir başka 10 altını verip borçludaki 11 altını satın
alır. Bu iki işlem sonunda o, 10 altın vermiş, 11 altın alacaklı duruma geçmiş
olur. İstenmeyen bir durumun doğmaması için bu işlem ya evrak üzerinde
yapılır, ya da faizcinin güvendiği bir kişi, borçluya vekil olup işlemleri yürütürdü.
Bunun kurumları da oluşurdu. Ama bu malların kendi cinsleriyle değiştirilmesi
halinde bedellerin eşit miktarlarda olması şartı bu kapıyı kapamıştır.
Nitekim eskiden, ödünç işlemlerinde alacaklıya yasal
bir menfaat sağlamak için muamele-i şer'iyye adı verilen göstermelik bir
satış yapılırdı. Mesela ödünç alacak taraf bir malını, ödünç verecek kişinin
önüne koyar ve "Bunu sana 10 altına sattım." der, o da onu satın ve
teslim alır ve parayı öderdi. Sonra ona; "Bu malı, bedelini bir yıl sonra
ödemem şartıyla bana 11 altına sat." der, o da satardı. Böylece o, alım
satım görüntüsü altında, 10 altına karşılık bir yıl vadeli 11 altın borçlanmış
olurdu. Bunun bir çok usulü vardı. Eski İstanbul Müftüsü Selahattin KAYA[15]'nın
anlattığına göre Osmanlı döneminde kurulan bankalardan Emniyet Sandığı'nda bir
cep saati varmış. Kredi alanların ödeyecekleri faizi yasallaştırmak için her
gün defalarca satılır, Sandığ'a hibe edilirmiş. Eğer yukarıdaki yasak olmasaydı
bu defa cep saati yerine bankada bir görevli bulundurulur, bu görevli kredi
alacak kişi adına daha önce belirtilen işlemleri tamamlayıp onu 11 altın
borçlandırdıktan sonra 10 altın verirdi.
Eğer ilgili hadisler, daha önce böyle yorumlansaydı
muamele-i şer'iyyeye geçit verilemezdi. Biraz sonra yapılan yanlış yorumlardan
bahsedilecektir.
3- Ödünç verilebilen yakın cinsleri peşin değişme
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle
demiştir:
“Altına
karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday,
arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma ve tuza karşılık tuz
misli misline, dengi dengine ve peşin olur. Bu cinsler değişik olursa peşin
olması şartıyla istediğiniz gibi satabilirsiniz[16].“
İlgili hadislerde, farklı cins olarak, aynı türden
olan altın ile gümüş ve buğday ile arpa sayılmış, farklı türlerden olan hurma
ile tuza yer verilmemiştir. Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle
demiştir:
“Gümüşe
karşılık altın elden ele satıldığında gümüşün fazla olmasında bir zarar yoktur,
fakat veresiyesi olmaz. Arpaya karşılık buğday elden ele satıldığında arpanın
fazla olmasında bir zarar yoktur, fakat veriseyesi olmaz[17].”
Altın ile gümüş ve buğday ile arpa birbirlerinin
yerine konabilirler. Bunların fiyatları arasında uzun süre büyük değişiklik
göstermeyen oranlar bulunur. Bu malların birbiri ile değişiminde peşinlik
şartının olması, faize açılabilecek bir kapıyı daha kapamıştır. Meselâ 1 dinar
10 dirhem değerinde olursa, 1000 dirhem 100 dinar değerinde olur. Bunları veresiye değiştirmek yasak olmazsa,
faizci elindeki 1000 dirhemi bir yıl sonra ödenecek 120 dinara karşılık satıp
alım satım perdesi altında %20 faizli ödünç işlemi yapabilir. Aynı şey arpa ve
buğday için de olabilir. İki kile buğday, üç kile arpa değerinde ise bir sene
sonra ödenecek 400 kile arpaya karşılık 200 kile buğday verilir ve alım satım
yolu kullanılarak faizli ödünç işlemi yapılabilir. İşte hadisler bunu satış
değil, faizli işlem saydığı için bu kapı da kapanmıştır. Buna göre Türk
lirası verip karşılığında vadeli döviz alınamaz. Meselâ 1000 Amerikan
dolarının bugünki değeri kadar Türk lirası verip bir yıl sonra ödemek üzere
1200 Amerikan doları alınamaz. Çünkü bunlar birbirlerinin yerine geçebilen
şeylerdir. Yukarıdaki hadislerden bunun faiz olacağını anlamak zor değildir.
4- Farklı
paraları günün fiyatı (günlük kur) üzerinden değişme
Abdullah b. Ömer dedi ki; Beqî'de deve satardım.
Dinara karşılık satar yerine dirhem alırdım, dirheme karşılık satar yerine
dinar alırdım. Allah'ın Elçisi’ne geldim, Hafsa’nın evindeydi; “Ey Allah'ın
Elçisi, müsaadenle bir şey sormak istiyorum; ben Beqi'de deve satıyorum;
dinara karşılık satıp yerine dirhem alıyorum. Dirheme karşılık satıp yerine
dinar alıyorum. Ona karşılık onu alıyor, bunu karşılık bunu veriyorum.” dedim.
Ona dua ve selâm olsun, dedi ki:
”Günün
fiyatıyla almanda bir sakınca yoktur; yeterki, aranızda bir şey bırakarak ayrılmayın[18].”
Buna göre altın ile gümüşü değişirken o günün
fiyatıyla değişmek
gerekir. Eğer böyle olmasaydı faiz
yasağı yine delinebilirdi. Meselâ 1 dinar, 10 dirhem değerinde iken faizci önce
11 dinar ödünç verir, gerekli teminatları alır, sonra da elindeki 100 dirhemi,
borçludaki 11 dinara karşılık satardı. Bu iki işlem sonunda o, alım satım
görüntüsü altında %10 faizli ödünç vermiş olurdu. Bunun yasal kurumları da
oluşturulabilirdi. Ama bedelleri günün fiyatı ile değiştirme şartı bu kapıyı kapamıştır.
Böylece hadisler, alım satım adı altında faizli ödünce açılan tüm kapıları
kapamış olmaktadır.
C-
Hadislerle Doğan Sıkıntılar
Hadisler, alım satım görüntüsü altında faizli ödünce
açılabilecek kapıları kaparken bazı sıkıntıların doğmasına da sebep olmuştur.
Örnek olarak kuyumcular, hurda veya has altın verip altın bilezik alma işini
ancak bedellerin aynı ağırlıkta ve peşin olması şartıyla yapabilirler. Bunu
kimse yapamayacağından bir sıkıntı doğacaktır. Ama bilezikler bir başka
değerle, mesela kağıt para ile alınabileceği için işlerini yürütebileceklerdir.
Hadislerle konan yasaklar bazı sıkıntılar doğurmakla
beraber faiz kapısını sıkı sıkıya kapama gibi önemli bir menfaati de sağlamış
olmaktadır. Sağlanan menfaat, verilen sıkıntıdan fazladır. Böyle bir durum,
konan yasağın gerekçesi olmaya layıktır. Nitekim bir ayette içki ve kumarın yasaklanma
gerekçesi şöyle anlatılır:
“Sana
içkiyi ve kumarı soruyorlar, de ki; ikisinde de büyük günah ve insanlar için
yararları vardır. Ama bunların günahı yararlarından büyüktür.” (Bakara 2/219)
Bu durum şu kaide ile ifade edilir: "Def'-i
mefâsid celb-i menâfi'den evlâdır[19]."
Yani zararlı şeyleri gidermek faydalı şeyleri elde etmeye tercih edilir.
II- HADİSLERLE İLGİLİ YANLIŞ YORUMLAR
Allah, alım-satımı
helâl, faizli işlemi haram kıldığı[20]
halde meşhur dört mezhep, faiz sistemlerini alım satım üzerine kurmuşlardır.
Bu durum, altı madde ile ilgili hadisleri yanlış yorumlamalarından
kaynaklanmıştır.
Faizli işlemler; altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve
tuzun bazı alım satım şekilleri ile sınırlandırılamayacağından onlar, ilgili
hadislerden faizli işleme sebep olabilecek özellikler (faiz illetleri)
çıkararak faizin kapsamını kıyas
yoluyla genişletmişlerdir.
Hanefiler iki şeyi faiz illeti
saymışlardır. Bunlar kadr ve cinstir. Kadr, ölçek ve tartıyı
içerir. Cins ise iki aynı cins malın değişimi anlamına gelir. Cins, hadislerdeki
“Altına karşılık altın, buğdaya karşılık
buğday....” sözünden, kadr ise
“misli misline” sözünden çıkarılmıştır.
Kadri, tartı (vezin) ve ölçek (keyl) diye belirlemeleri, ilgili hadislerde yalnızca bu iki ölçü
biriminin geçmesi sebebiyledir.
Hadislerde şu ifade de yer alır:“Bu cinsler değişik olursa peşin olması şartıyla istediğiniz gibi
satabilirsiniz[21].“ Bundan da cinsleri aynı olup ölçü
birimleri farklı olan veya ölçek yahut tartı ile işlem gördüğü halde cinsleri
farklı olan iki malın değişiminin peşin olması gerektiğini anlamışlardır.
Buna göre hurda demire karşılık çubuk demir alınırsa
her iki demirin aynı ağırlıkta olması ve değişimin peşin olması gerekir, yoksa
faizli işlem olur. Çünkü bunlar, tartı ile satılan aynı cins mallardır. Demire
karşılık bakır almak istenirse her iki bedeli peşin ödemek yeterli olur. Bunlar
da tartıyla satılır fakat cinsleri farklı olduğu için biri diğerinden fazla
olabilir ama veresiyesi olmaz, yoksa faize girilir.
Bu durumda altın veya gümüşten basılı bir paraya (nükûd
=) karşılık tartıyla satılan bir malı veresiye almak
faizli işlem sayılmalıdır. Çünkü altın ve gümüş, tartıyla alınıp satılır. Ama
Hanefîler bunu caiz görür, altın ve gümüşten basılı paraların sanca
[22]
denen ağırlık birimleriyle, diğer malların da men (
)[23]
ile tartıldığını, ayrıca bu paraların tayinle taayyün etmediğini[24]
ama diğer malların tayinle taayyün ettiğini, bu paraları her defasında tartmak
gerekmediğini ama diğer malları tartıyla satabilmek için her defasında tartmak
gerektiğini söyleyerek bu farklardan dolayı altın ve gümüş paralar ile tartıyla
satılan diğer malların tartı bakımından her yönüyle ortak olmadıklarını
söylerler[25].
Altın ve gümüşün tartı ile satıldığına dayanarak
tartıyı (vezn) faiz illeti sayıp onları diğer mallarla değişirken
bu illete riayet etmemek tam bir çelişkidir. Hanefilerin tartıyı bir illet
saymayıp şöyle demeleri gerekirdi: "Altın ve gümüş her ne kadar tartı ile
alınıp satılsa da tartıyla satılan
diğer mallar ile bunlar arasında bazı temel farklar olduğu için vezin faiz
illeti olamaz."
Vezin faiz illeti olamayınca ister istemez kile
de faiz illeti olamaz ve iki illetten biri olan kadr, faiz illeti
olmaktan çıkar. Bu da Hanefîlerin alım satıma dayalı faiz sistemini tümüyle
çökertir.
Aynı tenkit Hanbeliler için de geçerlidir.
Çünkü onlar da bu konuda Hanefiler ile
aynı görüştedirler.
Malikîler hadislerde sözü edilen
arpa, buğday, hurma ve tuza bakarak temel gıda maddesi olup saklanabilen veya
gıda maddelerini lezzetlendirin şeyleri faize konu mallardan saymışlardır. Bunlar kendi cinsleriyle değiştirilince
miktarların eşit ve değişimin peşin olmasını, farklı cins gıdalarla
değiştirilince de miktarlar farklı olsa da değişimin peşin olmasını şart
koşmuşlar, aksi takdirde faizli işlem meydana geleceğini söylemişlerdir.
Bu görüş, her ne kadar alım satım ile faizli işlemi
ayıran ayete aykırı ise de kendi içinde tutarlıdır. Çünkü arpa, buğday ve hurma
hem temel gıdalardandır hem de saklanabilirler. Tuz da yiyecekleri tadlandırmaya
yarar ve saklanabilir özelliktedir.
Malikîler, biriktirilsin veya biriktirilmesin bütün
gıda maddelerinin veresiye değiştirilmesi[26]
ile her çeşit eşyanın kendi cinsiyle veresiye, bire iki değiştirilmesini ribe’n-nesie[27]
saymışlardır. İşte bunun bir dayanağı yoktur. Çünkü hadisler, ribaya konu
olan mallar arasında böyle bir ayırım yapmaya müsait değildir.
Şafiîlere göre riba
kelimesi mücmel yani kapalıdır. Onu Allah'ın Elçisi açıklamıştır[28].
Açıklama dedikleri, altı malın satışı ile ilgili hadisleridir. Bu hadislerden
bir de faiz tarifi çıkarmışlardır[29].
Faiz tarif edilecekse"Vadeli
işlemden başkasında faiz yoktur[30]." hadisinden hareket edilmeliydi.
Bu, ayetlere de uygun olurdu. Bunu neden yapmadıklarını İmam Şafiî şöyle
açıklamaktadır:
"Diğer hadisler sebebiyle"Vadeli işlemden başkasında faiz yoktur[31]." hadisini bıraktık. Şunu dedik:
"Riba, iki yerde; vadeli işlemde ve peşinde olur. Çünkü riba, peşinde kile
ya da tartı fazlasıyla, vadeli işlemde de vade fazlasıyla olabilir. Bazen vade
ile birlikte ödemedeki fazlalık sebebiyle de olabilir[32]."
Şafiîler şöyle derler: "Faizin haramlığı taabbüdîdir,
faizli işlem sebebi olarak gözüken her şey sadece onun hikmeti olur, illeti
değil[33]."
Taabbüdî demek, illeti (asıl
sebebi) anlaşılamayan ama kul olma gereği uyulan emir veya yasak demektir[34].
İlleti anlaşılamayan bir şey üzerine kıyas yapılamaz. Ama bu sözü sanki hiç
söylememişler gibi faizli işlemin iki illetinin olduğunu, bunların tu’miyet
ve semeniyetten[35]
ibaret bulunduğunu belirtmiş ve sistemlerini bu iki illet üzerine
kurmuşlardır. Tu'miyet yiyecek maddesi olma, semeniyet ise altın, gümüş ve bu
iki madenden basılı para olma anlamına gelir. Bu mantığı anlamak gerçekten zordur.
Faizin haramlığı taabbüdî ise bu illetler nereden çıkıyor? Eğer bu illetler
varsa neden taabbüdî diyorsunuz?
III-
VADE FARKI VE FAİZ
A-
Vade Farkı
Vade farkı, bir
malın peşin fiyatı ile vadeli fiyatı arasındaki farktır. Bunun faizle ilgisi
yoktur. Çünkü bu, borçtan gelir elde etme değil, bir alış veriş türüdür. Toptan
ile perakende arasında nasıl fiyat farkı olursa peşin satışla vadeli arasında
da olur. İşin yapısı bunu gerektirir. Bu konuda Hz. Peygamber'in ve Hz. Ali'nin
görüş ve uygulamaları ile dört mezhebin olumlu görüşü vardır. Önce bunlara
bakalım, sonra da vade farkının faizle ilgisi olmadığını izaha geçelim. 1- Hz. Peygamber’in Uygulaması
Abdullah b. Amr’ın
bildirdiğine göre, Allah'ın Elçisi ona, bir ordu hazırlamasını emretmiş ama
develer yetmemişti. Bunun üzerine ona, zekattan alınacak genç dişi develere (kalus
) karşılık deve (
) almasını emretmişti. O, sadaka develerinin toplanacağı
süreye kadar bir deveyi iki deveye alıyordu[36].
Devenin büyüğü gencinden değerli olduğu için burada
bir devenin, veresiye iki deveye değiştirildiği söylenemez. Ancak iki genç dişi
deve, bir büyük deveden değerli olacağı için de peşin ile veresiyenin farklı
olacağına delil olabilir.
2- Hz. Ali’nin Uygulaması
Hz. Ali (r.a.)nin Useygîr
adındaki devesini veresiye dört deve karşılığında sattığı bildirilmiştir[37].
3- Mezheplerin Görüşleri
Fakihler arasında vade farkını caiz görmeyen, onu
faizli işlem ile karıştıran bir kişinin var olduğunu bilmiyoruz. Bütün
mezhepler, bir malın peşin fiyatı ile vadeli fiyatının farklı olabileceğini;
bir mala, vadelere göre değişen fiyatlar istenebileceğini kabul etmişlerdir.
Malın bedeli söylenirken meselâ, peşin 100 TL. bir ay vadeli 105 TL. iki ay
vadeli 110 TL. üç ay vadeli 115 TL. gibi uzayıp giden fiyat listesi
sunulabilir. Satış, bu fiyatlardan birinin kabul edilmesiyle bitirilmelidir.
Dört mezhebin konu ile ilgili sözlerinin özeti budur. Aşağıdaki açıklamalar
daha fazla bilgi isteyenler içindir.
a- Hanefî Mezhebi
Hanefî mezhebine göre vadeli satışta fiyat
belli olursa vade farkının bir sakıncası yoktur. Ama satış, tek bir fiyat
üzerinde anlaşma yapılarak bitirilmelidir. el- Mebsut’ta konu şu şekilde
ifade edilir:
“Bir kimse satışı, şu vadeye kadar şu fiyata; peşin
şu fiyata, ya da bir ay vadeli şu fiyata iki ay vadeli şu fiyata, diye yaparsa
bu akit fâsid olur. Çünkü tek bir fiyat üzerinde anlaşıp satışı bitirmemişlerdir.
Hz. Muhammed, ona dua ve selâm olsun, bir satış içinde iki şartı yasaklamıştır.
Yukarıdaki örnek, bu hadisin açıklamasıdır. Herhangi bir kayda bağlı olmayan
yasak (mutlak nehiy), şer’i akitlerde bulunursa o akit fâsid
olur. Bu, tarafların anlaşmayı yukarıdaki gibi tamamlayıp ayrılmaları
halinde böyledir. Eğer ayrılmadan anlaşmayı bir tek fiyat üzerine kesinleştirirlerse
o zaman caiz olur. Çünkü bu durumda, akdin geçerlilik şartını yerine getirdikten
sonra ayrılmış olurlar[38].”
Feth’ül-Kadîr’de konu
ile ilgili olarak şöyle denir:
“Bir satışın, peşin olması halinde 1000’e, vadeli
olması halinde de 2000’e yapılmasında bir faizli işlem anlamı yoktur[39].”
b- Şafiî Mezhebi
Şafiî mezhebi Hanefî
ile aynı görüştedir. Tuhfet’ül-muhtâc’da şöyle denir:
“Hz. Muhammed, ona dua ve selâm olsun, bir satış
içinde iki satışı yasaklamıştır. Bu hadisi Tirmizi rivayet etmiş ve
sahih olduğunu da belirtmiştir. Meselâ satıcı der ki, “Bunu sana peşin 1000’e
veya bir yıl vadeli 2000’e sattım, sen ya da ben veya falan şahıs bu
fiyatlardan hangisini kabul edersek ona alın.” Böyle bir akitte bilinmezlik
(cehalet) olduğu için yasaklanmıştır. Yoksa peşin bine, bir yıl vadeli
ikibine veya malın yarısı bine, yarısı da ikibine satılabilir[40].”
c- Mâlikî Mezhebi
Malikî Mezhebinin görüşü
de Hanefî ve Şafiîlerle aynıdır. Onların farkı, yaptıkları farklı
yorum ile muhayyerliğin her iki tarafta olması halinde bunu caiz görmeleridir.
Onların görüşleri şöyledir:
İmam Malik, bir malı
peşin 10 dinara, veya vadeli 15 dinara
alan ve bu iki bedelden birini ödeme yükümlülüğü altına giren kişi hakkında
şöyle dedi: "Bu uygun olmaz. Çünkü 10 dinarı sonra verse vadeli 15 olur.
10 dinarı peşin verse, vadeli 15 dinarı 10 dinara satın almış olur[41].
Bu sözü, Malikî fakihlerden İbn Rüşd şöyle
açıklar:
Malik'e göre bu yasağın sebebi faize götürecek yolu
kapamaktır (sedd-i zerîa). Çünkü mümkündür ki, muhayyer olan
taraf, peşinine veya vadelisine bakmadan akdi bitirmek ister, sonra durum kendi
açısından netleşir ama bunu açığa vurmaz. (Her iki bedel de onun borcu haline
geldiği için) bu durumda sanki o, bunlardan birini diğerine karşılık veresiye
satmış veya veresiye fazlasına satmış olur. Bedeller nakit yani altın
veya gümüş para olduğu takdirde bu böyledir. Bedeller yiyecek maddesi ise bu
defa da yiyeceği (taamı) yiyeceğe (taama) karşılık fazlaya satma
söz konusu olur[42].
Bunun iki satış sayılması, bedelin iki tane
olmasındandır[43].
İmam Malik, her iki
tarafın da muhayyer olmasını kabul eder. Sahnûn bu konuda, Abdurrahman
b. Kasım'a şöyle bir soru sormuştur:
"Baksana, yanında bir mal olan kişiye geldim,
"Bunu kaça satarsın?" dedim, "Peşin elliye, veresiye yüze"
dedi. Ben de onu veresiye yüze veya peşin elliye almak istedim. Malik'in
görüşüne göre bu caiz olur mu?"
Sahnûn'un cevabı şu oldu:
"Malik şöyle dedi: Eğer satıcı isterse
satar, isterse satmaz, alıcı da isterse alır, isterse almaz durumda ise bunun
bir zararı yoktur. Ama taraflardan biri bırakmak isterse bırakır, almak isterse
alır fakat bu diğerini bağlarsa onda bir hayır yoktur. Her ikisini de bağlarsa
yine mekruhtur, onda da bir hayır yoktur[44]."
d- Hanbelî Mezhebi
Vade farkı konusunda Hanbelî mezhebinin görüşü
şöyledir:
"Hz. Muhammed, ona dua ve selâm olsun, bir satış
içinde iki satışı yasaklamıştır. Bunun anlamlarından birisi şudur: “Satıcı
müşterisine der ki, bu köleyi sana peşin on’a, veresiye onbeş’e sattım... Bu,
batıl bir satıştır... Çünkü bedel belli edilmemiştir... Sana bunu peşin şu fiyata,
veresiye de şu fiyata satarım der de bedellerin biri üzerine akit yapılırsa
bunun bir mahzuru yoktur[45].”
Görüldüğü gibi, akit sırasında satış fiyatı tam
tesbit edildiği taktirde, bütün mezhepler vade farkını caiz görmektedirler.
B-
Vadeli Satış ve Faiz
Vadeli satış ile faizli
işlem arasında benzerlik vardır. Çünkü peşin fiyatı 100 lira olan bir malı iki
ay vadeli 120 liraya satmak ile bugün verilen 100 liraya karşılık iki ay
sonra 120 lira almak birbirine benzer. Ama arada önemli farklar da vardır.
Kimileri bu farkları görmezlikten gelirler. Kur’an, bunu ciddi bir yanılgı
sayar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Faiz
yiyenler, şeytanın peşine takılıp aklını çeldiği[46] kimsenin davranışından farklı
bir davranış göstermezler. Bu onların, “Alım satım da tıpkı faizli işlem gibidir”
demeleri sebebiyledir. Allah alım-satımı helâl, faizli işlemi haram
kılmıştır.” (Bakara
2/275)
Fahreddin er-Razî’nin konu
ile ilgili tespitleri şöyle özetlenebilir:
“1- Faizi helâl görenlere göre faizli işlem ile alım
satım her yönüyle aynıdır. Öyleyse nasıl olur da biri helâl, diğeri haram
olur. Peşin fiyatı 10 lira olan bir malı bir ay vadeli 11 liraya satmak
helâlsa, 10 lirayı bir ay vadeli 11 liraya satmak da helâl olmalıdır. Bu iki
işlem arasında mantıki bir fark yoktur.
2- Alım satımın helâl olmasının sebebi insanların
ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Faizli işlem de ihtiyacı karşılar. Bugün
parasız ve ihtiyaç içinde olan bir kişinin, ileride eline geçecek malı bulunabilir.
Eğer faiz yasak olsa para sahipleri bu şahsa hiç bir şey vermez, o da sıkıntı
ve ihtiyaç içinde kalır. Ama faize izin verilirse para sahibi, daha çok alma
arzusuyla onun ihtiyacını karşılar. Borçlu da eline mal geçince borcunu
fazlasıyla öder. Eline mal geçtiğinde fazla ödeme yapması, o zamana kadar
ihtiyaç içinde kalmaktan kolay gelir. Öyleyse faiz helâl olmalıdır. Nitekim diğer
alım satım çeşitlerinin helâl olmasının sebebi de ihtiyacın karşılanmasıdır[47].”
Fahreddin
er-Razî’nin ifadelerinden de anlaşıldığı gibi faizli işlem ile alım satımı
aynı görenler, buna veresiye satıştaki vade farkını örnek gösterirler.
Ama alım satım esasen peşin olur ve satıcı ondan kâr eder. Fakat hemen
ödenecek bir borcun faizi olmaz. Borçtan gelir elde etmek için borçluya vade
tanımak şarttır. Satıcı, 8 liraya aldığı bir malı hemen orada, peşin 10 liraya
satarak 2 lira kâr edebilir. Ama bu şekilde bir faiz geliri sağlamak mümkün olmaz.
Kâr ile faiz birbirine benzetilebilir. Fakat alış
verişle faizli işleme teker teker bakılırsa faizin karşılıksız fazlalık olduğu
ama kârın böyle olmadığı görülür. 10 altın alacağı olan kişi, borçludan 11
altın alınca bir altın fazla almış olur. Çünkü borç alınan şeyle ödenen şey
aynı özelliği taşır. 10 altın borç alan kişi borcunu ödemiş olmak için 10
altın verir. Bu ikisi birbirinin karşılığıdır. Faiz olarak vereceği 1 altın ise
karşılıksızdır. Peşin fiyatı 10 altın olan bir ceketi, bir ay vadeli 11 altına
satın alan kişi, bir ay sonra o ceketi ve üstüne de 1 altın ödemez. Eğer öyle
bir ödeme şartı olsaydı o zaman bir altına, karşılıksız fazlalık denebilir ve
alım satım ile faizli işlem birbirinin aynısı olurdu. Ayrıca satıcı o ceketi
peşin 10 altına satsaydı yine kâr edecekti. Burada satıcının kârı 1 altından
fazla olduğu halde faizcinin aldığı faiz 1 altından ibarettir.
Bedeller aynı özelliği taşımıyorsa birinin diğerinden
fazla olduğu iddiası geçersiz olur.
“10 tane yumurta mı çoktur, yoksa 10 tane portakal mı?” ya da “1 gr. altın mı
çoktur yoksa bir sandık elma mı?“ diye soru sorulamaz. Çünkü yumurta portakala
benzemez, altın da elmaya. Bu bedelleri eşitlemek mümkün olmaz ki, birinin
diğerinden çok olduğunu tespit mümkün olsun. Yumurta bol, portakal kıt olursa
bir portakal, on yumurta hatta daha çok yumurta değerinde olabilir. Portakal
bol olup yumurta kıt olursa, o zaman da 10 yumurtaya bir sandık portakal
alınabilir.
Vadeli satışı faizli işlemden ayıran başka şeyler de
vardır; bunları farklı başlıklar altında inceleyelim.
1- Fiyat
Para, belli bir satınalma
gücünü temsil eder; bu güç, kişilere, şartlara ve mekana bağlı olarak
değişmez. Paranın, satınalma gücünün, zaman zaman değişmesi ayrı bir
konudur. Mallar para gibi değildir. Hiç bir malın, para gibi belli bir
değeri, sabit bir fiyatı olmaz. Ne peşin fiyatı sabit olur, ne de vadeli fiyatı.
Malların fiyatı kişilere, şartlara ve mekana bağlı olarak sürekli değişir.
Bunun için bazı örnekler verelim:
a- Peşin fiyatın sabit olamıyacağına örnekler:
Palto üreten bir konfeksiyoncuya bir müşteri gelir,
bir paltoyu peşin 100 lira'ya alır. Aynı palto mağazada 150 lira olduğu için
müşteri memnundur.
Arkasından üç kişi gelir, iyi pazarlık yapar, 90'ar
liradan birer palto alarak giderler.
Sonra bir öğretmen beş öğrenciyle gelir, özel indirim
talep eder, her bir paltoyu 80 liradan alır.
Konfeksiyoncu paltoyu 75 liraya mal etmiş olsa, o gün
ödemesi gereken 9000 lira tutarında borcu ve kasasında 800 lira parası olsa,
bu durumda bir müşteri gelip peşin parayla 110 palto istese, konfeksiyoncu
müşteriyi kaçırmamak için her türlü kolaylığı gösterir. Gerekirse maliyetin
altında bir fiyatla satarak o günki para ihtiyacını karşılar. Bunlar alım
satımda olur, ama faizli işlemde olmaz. Çünkü vadeli işlem olmayan yerde faiz
de yoktur.
b- Vadeli fiyatın sabit olamıyacağına
örnekler:
Yukarıdaki konfeksiyoncuya müşteri gelir, yarısı
peşin, yarısı üç ay vadeli yirmi palto ister, iyi bir pazarlıkla paltoları
seksener liradan alır.
İkinci müşteri gene yirmi paltoyu, üç ay vadeli olmak
üzere 79 liradan alabilir. Çünkü o, devamlı müşteridir. Konfeksiyoncu kumaşı,
ipliği, astarı vs. hep vadeli aldığı için bu müşteriden alacağı çekler kendine
peşin para gibi gelir.
Üçüncü bir müşteri iki ay vadeyle 100 palto almak
ister. Konfeksiyoncu ona güvenmediği için satmak istemez. Müşteri malı
alabilmek için satıcıyı memnun etmeye çalışır. Dolayısıyle yüz paltoyu iki ay
vadeyle 100'er liradan almaya razı olabilir.
Bunlar piyasada devamlı olagelen durumlardır. Şimdi
bu malın peşin fiyatı ile vadeli fiyatını nasıl ayırabiliriz? Paltoyu bir kişiye peşin 100 liraya
sattığını esas alırsak vadeli fiyatların hepsi peşin fiyatın altındadır. Peşin
fiyatı 90 liradan sayarsak durum farklı, 80 liradan sayarsak farklı olur.
Bu sebeple mal fiyatları durum ve şartlara göre
değişiklik gösterir. Ancak zamanımızda kapitalizmin tesiriyle piyasalarda tekeller
ve karteller oluştuğu için bir çok malın peşin fiyatı ile vadeli fiyatı net
olarak ayırdedilmektedir. Böyle bir piyasada dahi vade farkı faiz sayılamaz.
Çünkü malların üreticisi, toptancısı ve perakendecisi vardır. Ama paranın
üreticisi sadece devlettir. Paranın toptancısı ve perakendecisi de olmaz.
Büyük bir bankanın kasasındaki 100 lira ne ise, bir çocuğun cebindeki 100 lira
da odur. Bir üretici paltoyu ucuza verebilir ama Merkez Bankası ürettiği 100
lirayı 99 liraya veremez. Yani faizin oluşumundaki ilişkiler ile, fiyatlarının
oluşumundaki ilişkiler farklıdır. Şimdi olayın bir başka yönüne değinelim.
2- Mal - para ilişkisi
Eminönü’nde 10 liraya alınan bir kalem, Beyoğlu’nda
12.5 lira olabilir. İki kardeşten biri Eminönü’nden, diğeri de Beyoğlu’ndan
birer kalem alsalar, kaleme 12.5 lira ödeyen kardeş, 2.5 lirasının fazladan
alındığını iddia edebilir ama buna faizciler de faiz diyemezler. Çünkü her iki alım da peşin yapılmıştır.
Kaleme değer biçilirken piyasa faktörü devreye girmiştir. Kalemin fiyatı
Eminönü'nde 10 lira iken, Beyoğlu'nda 12.5 lira olabilir. Dolayısıyle her iki
kardeş de kalemi normal fiyatla almış, aldanmamıştır.
Eminönü piyasasında kalemin fiyatı 10 lira iken
alıcının bilgisizliğinden yararlanılarak 12.5 liraya satılmışsa gene faizden bahsedilmez. Burada gabn-ı
fahiş, yani müşteriye fahiş fiyatla mal satarak onu aldatma söz konusu
olabilir. Eminönü için gabn-ı fahiş sayılan bir fiyat Beyoğlu için normal
olabilir.
Aynı çarşıda bir malın değişik fiyatları olabilir.
Meselâ Eminönü’nde bir satıcı, kalemi 9 liraya satarken, diğeri 10 liraya üçüncüsü de 11 liraya satabilir. O zaman
kalemin Eminönü piyasasındaki fiyatı 9 ila11 lira arasında demektir.
Fahiş fiyat bu sınırları aşan
fiyattır. Meselâ bir kişi, piyasayı bilmediği için o kalemi 12 liraya alırsa
fahiş fiyatla satınalmış olacağı gibi bir satıcı da piyasayı bilmediği için
kalemi Eminönü’nde 8 liraya satmışsa, fahiş bir ucuzlukla satmış olur. Her
ikisi de aldandığını iddia ederek alım satımın bozulmasını talep edebilir.
Sonuç olarak bir kalemin karşılığı Eminönü’nde 10
lira, Beyoğlunda 12.5 lira olabilir. Burada fazla gibi gözüken 2.5 lira karşılıksız
değildir. Bu para, kalemin bedelinin bir parçasıdır.
Ama hangi piyasada olursa olsun, 10 lira verip 11
lira alınırsa buradaki 1 lira karşılıksız fazlalık olur.
3- Peşin fiyat ve vadeli fiyat
Biri bir paltoyu peşin 100 liraya alırken bir başkası
aynı paltoyu aynı satıcıdan iki ay vadeli 100 liraya satınalmış olabilir.
Burada paltoyu veresiye alan müşterinin karşılıksız bir fazlalık elde ettiği
iddia edilemez. Peşin 100 lira nasıl o paltonun bedeli ise iki ay vadeli 100
lira da aynı şekilde o paltonun bedelidir.
Bir malın bedelini tespitte piyasanın etkisi inkar
olunamaz. Fiyatların belirlenmesinde karşılıklı rıza önemlidir. İki ayrı
müşterinin aynı fiyata razı olmaları gerekmez. Satıcılar bu konuda esnek
davranmanın gerekli olduğunu bilir ve mallarına ona göre fiyat isterler.
Pazarlığı da bu yüzden yaparlar.
Faizli işlemde böyle şeyler olmaz.
4- Peşin ile veresiyenin farkı
Peşin olarak alınan bedelle yeni bir iş yapılabilir.
Veresiyenin geç ödenmesi yanında hiç ödenmeme tehlikesi de vardır. Bu sebeple
bir malın peşin fiyatı ile vadeli fiyatı arasında fark olabilir, işin tabiatı
bunu gerektirir.
Bedel peşin, mal veresiye ise bu defa da mal, peşine
nisbetle daha fazla olur. Ya da bir başka ifadeyle bu mal için ödenecek bedel
peşine nisbetle daha az olabilir. Böyle bir alım satım, selem veya istisna
şeklinde gerçekleşir. Bunlardan daha sonra bahsedilecektir. Önce bu konuda
sorulan bazı soruları cevaplamaya çalışalım.
C-
Vade Farkı İle İlgili Sorular
Bu başlık altında bazı tekrarlar olacaktır. Bunun
sebebi konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır.
1- Vadeli satışla faizli işlemin yapısı
Soru- Vadeli satışla faizli işlemin farklı bir yapısı
var mıdır?
Cevap- Vadeli satışta üç şartın gerçekleşmesi
gerekir.
a- Mal mevcut ve belli olmalıdır. Meselâ 6 m2'lik
şu Türkmen el halısı gibi.
Mal mevcut değilse satış bâtıl, mal mevcut fakat
nasıl bir mal olduğu taraflar arasında anlaşmazlık doğuracak derecede bilinmez
(cehâlet-i fâhişe) olursa satış fâsid olur[48].
b - Fiyat belli olmalıdır.
Eğer akit sırasında fiyat sabitlenmezse satış fâsid
olur[49].
c- Parayı ödeme günü ve taksitler belli olmalıdır.
Meselâ fiyat 250 TL, bunun 150 TL.’si peşin ve kalanı her ay 25 TL. olmak
üzere dört ayda ödenecek, ya da tamamı veresiye olup dört ay sonra tek taksitte
ödenecek diye anlaşma yapılabilir.
Vade ve taksitler belli olmazsa bu satış fâsid olur[50].
Bu üç şarta uyduktan sonra peşin fiyatın ne olduğuna
bakılmaksızın vadeli satış geçerli olur.
Faizli işlemde de bu
üç şart yerine getirilir. Yani borç veya borçlanılacak meblağ mevcut ve belli
olur. Alınacak faiz belli olur. Bir de borcu ödeme günü ve taksitler belli
olur.
Soru- Her ikisinin yapısı da aynı olduğu halde neden
birine vade farkı ve kâr, diğerine de faiz deniyor?
Cevap- Daha önce belirtildiği gibi farklı hükme
varmanın sebebi, bu ikisi arasındaki benzerlikler değil, farklılıklardır. Bir
elma ağacının yanına iki kişi gelir, bu ağacın elmasından alıp götürmek
isterler. Birisi hemen kabını doldurup gider. Diğeri ise ağacın sahibini bulur,
ondan izin alır ve sonra kabını doldurur.
Bunlardan birincisi hırsızdır. Çünkü elmaları sahibinden izinsiz olarak
koparıp götürmüştür. Ama sahibinden izin almayı gözardı ederseniz birinciyi de
ikinciyle aynı sayarsınız. Aynı ağacın elmalarından alan bu iki kişiden birini
hırsız sayıp diğerini saymamak sırf o izinden dolayıdır.
Soru- Yani Allah kârı helâl, faizi haram kıldı
diyorsunuz?
Cevap- Bu doğru. Allah'a boyun eğmiş bir insan bundan
başka bir gerekçe aramaz. Ama burada faizle alış veriş arasındaki yapı farkına
dikkat çekilmektedir.
Faizli işlemde mevcut ve belli olan borç veya
borçlanılacak meblağdır. Ama vadeli satışta mevcut ve belli olan şatışa konu
maldır. Bu, yukarıdaki üç şarttan birincisidir. İkincisi, alınacak bedelin
belli olmasıdır. Faizli işlemde alınacak bedel, borç ile faizin toplamıdır.
Yani borçlu, eğer 10 altın borç almışsa ödeme günü hem 10 altını hem de onun
faizini verir. Ama vadeli mal alan kişi, borcunu öderken aldığı malı veya onun
dengi bir malı geri vermez, sadece satıcıyla aralarında kararlaştırdıkları
bedeli verir. Satılan mal artık devreden çıkmıştır. Peşin fiyatı 10 altın olan
bir mal, vadeli 11 altına satılmış, o malın fiyatı, ödeme gününde 15 altına
çıkmış veya 5 altına düşmüş olabilir. Bunun ödemeye bir etkisi yoktur. Faizli
borçta böyle bir şey olmaz. Çünkü ödünç verme günündeki 10 altın ne ise bugünki
10 altın da odur; onbirinci altın faiz olur.
Üçüncü şart da borcu ödeme gününün ve taksitlerin
belli olmasıdır. Bu şart, faizli işlemde ve vadeli satışta aynıdır. Ancak bu
şart, vadeli satışta alacaklıyı bağladığı halde faizli işlemde bağlamaz. Faizli
işlemde alacaklı bazı gerekçeler ileri sürerek, meselâ borçlunun maddi
durumunun veya ekonomik şartların bozulduğunu iddia ederek borcun kısa süre
içinde faizi ile birlikte ödenmesini isteyebilir. Meselâ, bir yıl vadeyle kredi
vermiş olan bir banka, ekonominin bozulduğu gerekçesiyle kredinin 15 gün içinde
ödenmesini isteyebilir. Bu da kredi kullananları, beklenmedik bir anda hızla
çöküşe sürükler.
Asıl fark, borcun zamanında ödenmemesi halinde
ortaya çıkar. Vadeli satışta, gününde ödenmeyen borca ilave yapılmaz. Çünkü bu
ilave faiz olur. Enflasyonlu ortamlarda, borcun gecikmesinden dolayı meydana
gelen değer kaybını almanın faizle bir ilgisi yoktur. O, alacaklının zararını
önlemek ve borçlunun haksız kazanç sağlamasına engel olmak içindir. Vadeli
satışta zamanında ödenmeyen alacakların tahsili için teminatlar devreye
sokulur veya icra yoluna gidilir. Borçlunun ödeme gücü yoksa, genişliğe
çıkıncaya kadar beklenir. Fakat faizli alacaklar öyle değildir. Gününde ödenmeyen
borcun tahsili için bir taraftan teminatların devreye sokulması ve icra
işlemleri yürütülürken diğer taraftan yeni faiz oranı tespit edilir ve geciken
her gün için borç sürekli artırılır. Bu da ödeme güçlüğüne düşen borçluyu
büsbütün yıkar.
2- Tüketici kredisi ve vadeli satış
Soru- İhtiyacımız olan bir malı meselâ bir otomobili
tüketici kredisiyle de, vadeli olarak da alabiliriz. Tüketici kredisiyle
meselâ peşin fiyatı 5000 lira olan otomobili bir yıl vadeli 8000'e alıyorum.
Finans kurumlarının murabaha sistemiyle de aynı vade ve aynı peşinatla
yine 8000'e alabiliyorum. Tüketici kredisiyle aldığım otomobilin vergisini
5000 üzerinden, finans kurumundan aldığım otombilin vergisini de 8000 üzerinden
ödediğim için o daha pahalıya mal oluyor. Fakat siz tüketici kredisine faiz,
diğerine vadeli satış diyorsunuz. Bunların ne farkı vardır?
Otomobili
murabaha usulüyle aldığım zaman pazarlığı finans kurumu yapmıyor, ben
yapıyorum. Ama malı onlar alıyor, ben de onlardan taksitle alıyorum. Tüketici
kredisi ile alırsam banka benim adıma kredi tahsis ediyor ve onu doğrudan otomobili
satan firmaya veriyor. Ben de bu krediyi, bankaya taksit taksit ödüyorum.
Burada bir fark doğuyor. Neticede her ikisinin yaptığı da finansman sağlama
işlemidir. Helâl ise her ikisi de helâl, haramsa her ikisi de haram olmalıdır.
Cevap- Peşin fiyatı 5000 lira olan otomobili bir yıl
vadeli 8000'e alınca bunun tamamı otomobilin bedeli olur. Ama bir yıl içinde
8000 lira ödemek üzere 5000 lira kredi alıp otomobili bu kredi ile alınca iki
işlem yapılmış olur. Birincisinde bankadan 5000 lira kredi alınmış ve buna
karşılık 8000 lira borçlanılmış olur. Bu, açıkca faizli bir işlemdir. İkinci
işlemle otomobil peşin 5000 liraya alınmış olur. Bunda faiz yoktur. Banka 5000
lirayı kredi alana da verebilir, otomobil satıcısına da. Parayı satıcı firmaya
ödemesi işlemin bu özelliğini değiştirmez.
Vadeli alımda
Otomobil bedeli
8000 TL.
Toplam borç 8000
TL
Kredili alımda
Otomobil bedeli 5000
TL.
Bankadan alınan kredi 5000 TL..
Bankaya ödenecek faiz 3000
TL.
Toplam borç 8000
TL.
Soru- Alınan mal aynı, borçlanılan bedel aynı, her
ikisi de bir bakıma kredi kullanıyor, ama bunlardan biri alım satım,
diğeri faizli işlem oluyor, öyle mi?
Cevap- Evet tam öyle. Olayı bir de şöyle anlatalım.
Aynı marka ve aynı model birer otomobil almak için sen, ben ve Hasan birlikte
bir oto galerisine gittik. Otomobilin peşin fiyatı 5000 lira. Ben onu,
bir yıl vadeli 8000 liraya aldım. Hasan
sana dedi ki, “5000 lira vereyim, otomobili peşin al, bana bir yıl içinde
7500 lira öde.” Sen bunu kabul ettin ve otomobili peşin 5000 liraya aldın.
Soru- Bu anlaşıldı, arada gerçekten bir fark var.
Otomobili Hasan alıp 7500 liraya bana satsaydı faizli işlem olmayacaktı. Ama
olayın püf noktası finansman sağlamak değil midir? Hasan otomobili kendi adına
alıp bana satsa bile onun niyeti otomobil almak değil, bana finansman
sağlamaktır. Esas burayı aydınlatmak gerekir. Evet, burada şeklen bir
farklılık var, ama işin aslı itibariyle faizli işlemle bunun arasında bir fark
yokmuş gibi gözüküyor. İki şahıstan biri otomobili, ticari yoldan daha pahalıya,
diğeri faizli dediğimiz yoldan daha ucuza almış oluyor. İşin aslı bir araba
almaktır. Bu bir hukuki fark gibi gözüküyor. Ne diyorsunuz, ikisi arasında
temel bir fark var mıdır?
Cevap- İşte o hukuki fark, bu iki şeyi ayırmakta,
birine alım satım, diğerine de faizli işlem denmesine sebep olmaktadır.
Bankalarla faizsiz finans kurumlarını ayıran da budur. Bu eğer basit bir farksa
bankalar neden finans kurumu gibi çalışamazlar. Taşıt kredisi
verecekerine o taşıtı alsın tüketiciye satsınlar. Ama bunu yapamazlar. Çünkü o
zaman bir kredi kurumu değil, ticari kurum olurlar. Bu onların ne yapısına ne
de işleyişine uyar. Bu bir hukuki farktır.
"İşin aslı bir araba almaktır." diyorsunuz.
Yukarıda anlatılan hırsızlık olayı, "işin aslı elma yemektir." denerek
savunulabilir mi? O olayı hatırlayalım. Bir elma ağacının yanına iki kişi
gelir, bu ağacın elmasından alıp götürmek isterler. Birisi kabını doldurup
gider. Diğeri ise ağacın sahibini bulur, ondan izin alır ve sonra kabını
doldurur. Hukuk, ikincisine bir şey demez ama birincisini hırsız sayıp
cezalandırır. Çünkü o, elmayı sahibinden izinsiz olarak koparıp götürmüştür.
"İkisi arasında temel bir fark var mıdır?"
diye soruyorsunuz. Hukuki fark, temel farkın olduğunu gösterir. Meselâ,
otomobillerde önemli bir fabrikasyon hatası çıksa ve onları geri versek, ben
ödediğim peşinatı, taksitleri ve imzaladığım senetleri geri alır işi bitiririm.
Sen de ödediğin 5000 lirayı alırsın ama Hasana olan borcun bitmez. O, vadeleri
bekler ve senden 7500 lirayı alır. Hâlbuki, otomobili Hasan alıp sana satsaydı,
böyle olmazdı. Onu geri verir, işi bitirirdin. "Benim otomobil almaya
niyetim yoktu, onu senin için aldım." deyip geri almazlık edemezdi.
Soru- Doğru. Bu durumda Hasan'a olan borcum üzerimde
kalır ve sıkıntıya düşmüş olurum. Elimde otomobil yok ama 2500 lira faiz borcum var. Bu da anlaşıldı. Vadeli
satışlarda fiyat farkı, geçerli faiz hadlerine göre hesabediliyor. Bu hususta
ne diyeceksiniz?
Cevap- Malını vadeli satan herkes, vade farkı
isterken bir hesap yapar. Hesabı, faiz hadlerini dikkate alarak yapmanın bir zararı olmaz. Sonuçta satıcı
müşteriye bir fiyat teklif eder. Müşteri bu fiyata razı olursa satış olur,
yoksa olmaz. Yani burada yapılan, faizli borç verme değil mal satışıdır.
Soru- Borcunu zamanında ödemeyen kişilerden temerrüt
faizi adı altında bir fark alınmaktadır. Anlatılanlara bakılırsa bunun faiz
olmaması gerekir. Bu konuda ne dersiniz?
Cevap- Temerrüd faizi, adı üstünde faizdir. Çünkü
satış yapılmış, mal devreden çıkmış, ilişki, bir borçlu alacaklı ilişkisine
dönüşmüştür. Artık ödeme geciktiği için alınan fark, borçtan gelir elde etmek
olur. Borçtan elde edilen gelir de faizden başka bir şey değildir.
Soru- Peşin fiyatı 100 lira olan bir malı iki ay
vadeli 120 liraya alan kişi, malı tüketse, satsa yahut geri verilmesini
engelleyen bir işlem yapsa sonra gelip, sürenin dört aya, borcun da 140 liraya
çıkarılması konusunda satıcıyla anlaşsa yine faiz olur mu?
Cevap- Böyle bir durumda mal devreden çıkmış, alıcı
ile satıcı arasındaki ilişki, borçlu alacaklı ilişkisine dönüşmüş, borca
yapılan ilave, vadenin uzatılmasına karşılık olmuştur. Bu, borçtan gelir
elde etmek olur. Bu gelir faizdir[51].
Satınalınmış mal elde mevcut ve hazır olur, alıcı o
malı geri verir, satıcı da alırsa satış bozulur. Bundan sonra yeni vade ve yeni
fiyat ile yeni bir satış yapabilirler. Bu faiz olmaz. Bu iş, o malın olduğu
yerde yapılabilir. Malı alıp başka yere götürmek gerekmez.
Soru- Vadeli mal alıp borcunu zamanında ödemeyenler
hem borcu geciktirmiş, hem de meydana gelen enflasyondan yararlanmış
olmaktadırlar. Bu durumda ne yapmak gerekir?
Cevap- Borcun ödenmesi gerektiği günden itibaren
meydana gelen para değer farkı borçludan alınır. Bu faiz değildir. Bu konu
enflasyon bölümünde işlenmiştir.
Soru- Ödeme gücü olduğu halde parayı başka yerde
kullanıp borcunu ödemeyenlere verilecek bir ceza yok mudur?
Cevap- Bu durumda o kişinin, verdiği sıkıntıya denk
bir sıkıntı içine sokulması ve yaptığının dengiyle cezalandırılması gerekir.
Yani borçlu, 100 lira olan borcunu haksız olarak 1 ay geç öderse, alacaklının
fazladan 100 lira alıp 1 ay kullanma hakkı doğar. Bu konu, Ödemeyi Geciktiren
Borçluyu Cezalandırma, başlığı altında incelenmiştir.
Soru- Peşin fiyatı 100 lira olan bir malı iki ay
vadeli 120 liraya alan kişi bir ay sonra gelip borcunu 10 lira eksiği ile 110
lira olarak ödemek istese, alacaklı da bunu kabul etse burada tersine işleyen
bir faiz olur mu?
Cevap- Bu konu, ıskonto başlığı altında işlenmiştir.
Oraya bakılması uygun olur.
3-Bir satış içinde iki satış
Soru- Vadeli satışta bir akitte iki akit yapıldığı
iddiası vardır. Birinin peşin için, diğerinin de vadeli için yapıldığı ve Hz.
Peygamberin bunu yasakladığı iddia ediliyor, buna ne dersiniz?
Cevap - Bir rivayette Allah'ın Elçisi'nin bir satış
içinde iki satışı yasakladığı bildirilmiştir[52].”
Bir başka rivayet ise onun, bir safka içinde
iki safkayı yasaklığı şeklindedir[53].”
Safka Arapçada el sıkışma anlamına gelir. Satıştan
sonra el sıkışma adeti olduğu için safka alım satım anlamında kullanılır. El
sıkışma Türkçede de aynı anlama gelir. Bu sebeple her iki hadis de bir satışta
iki satışın yasaklanmasıyla ilgilidir..
Bu yasak vadeli satışla değil; tek bir bedel üzerinde
anlaşmadan satışı bitirmek olarak yorumlanmıştır. Buna göre satıcı bir buzdolabına
peşin 2500 TL, bir yıl vadeli 4000 TL ister, müşteri, "Bu fiyatlara
aldım.” der, ama peşin 2500'e mi, yoksa bir yıl vadeli 4000'e mi aldığını
belirtmez. İşte bu, bir satış içinde yapılmış iki satış olur. Çünkü
buzdolabının peşin 2500 TL’ye satılması bir satış, bir yıl vadeli 4000 TL’ye
satılması da ikinci satıştır. Bu iki satıştan hangisinin yapıldığı belirtilmeden
ikisi bir akit içine sokulmuştur. İşte bir satış içide iki satış böyle anlaşılmıştır[54].
Fiyattaki bilinmezlikten dolayı bu satış fâsid, yani
geçersiz sayılmıştır, ama taraflar bedellerden yalnız biri üzerinde anlaşırlarsa
satış geçerli hale gelir. Meselâ peşin 2500'e, ya da bir yıl vadeli 4000
liraya anlaşırlarsa satışı fâsid kılan bilinmezlik ortadan kalkar ve akit
sahih olur.
Bedelin belli olması şartı yalnız vadeli satışlarda
değil, bütün satışlarda aranmıştır. Bu durumda bir malın 35 DM'ye ya da 20 ABD
dolarına satılması da fâsid satış olur. Çünkü bedelin hangisi olduğu belli
olmamıştır[55].
4- Listeye
göre fiyat
Soru- Veresiye olarak bir buzdolabı almak isteyenin
önüne liste konuyor. Dolabın peşin fiyatı 2500 TL ise, listede 1000 TL peşin,
kalanı altı ay taksitle şu fiyata; bir yıl taksitle şu fiyata diye yazıyor.
Peşin ve taksit miktarları değiştikçe fiyat da değişiyor. Böyle bir satış yapılabilir
mi?
Cevap- Listedeki fiyatlardan biri kabul edilip satış
ona göre yapılırsa bir mahzuru yoktur. Pazarlık sırasında çeşitli fiyatlar
teklif edilebilir. Bu liste, satıcının değişen şartlara göre teklif ettiği fiyatları
gösterir. Sonuçta satış bir tek fiyat üzerinden bitirilir. Önemli olan da
budur.
Soru- Bazı fabrikalar, ürettikleri mallar için
müşterilerine bir fiyat listesi gönderirler. Listede, “Malın bir ay vadeli fiyatı
şudur. Teslim gününden itibaren bir hafta içinde ödemede bulunana şu kadar
ıskonto yapılır. Bir ayı geçtikten sonraki her ay için % 5 (ya da daha değişik
oranda) fark uygulanır.” şeklinde ifadeler yer alır. Müşteri ödemeyi nasıl yaparsa
fiyat ona göre belirlenmiş olur. Bu
şekildeki bir satış caiz midir?
Cevap- Bu satış esasen fâsittir. Teklif edilen
fiyatlardan biri kabul edilip akit ona göre yapılırsa fâsid olmaktan kurtulur.
Ancak piyasada bu şekilde bir örf oluştuğu, yani bu usul kabul edilip
uygulandığı, bir ayetin veya hadisin
açık hükmüne aykırı olmadığı için fasit olmaz. Çünkü oluşan örf sebebiyle bu
bilinmezlik taraflar arasında bir çekişme meydana getirmez.
Allah'ın Elçisi'nin bir satış içinde iki satışı
yasaklaması[56]
bir malı peşin şu fiyata, veresiye şu fiyata satmayı açıkca yasaklayan bir hadis
değildir. Bu, bir kısım fakihlerin hadis ile ilgili yorumlarıdır. Bu hadisi
başka şekilde yorumlayanlar da vardır.
Fâsid satışta mal
teslim alınmamışsa, satış hiç yapılmamış sayılır. Eğer mal teslim alınmışsa
ya geri verilir ya da yeni bir akitle sahih bir alım satım yapılır. Mal teslim
alındıktan sonra elden çıkarılmışsa o takdirde, miktarı ne olursa olsun, malın
teslim günündeki değerini ödemek gerekir.
IV-
ISKONTO
Iskonto sözlükte indirim anlamına gelir. Terim olarak
borçtan, ödünçten veya bir borç senedinde yazılı miktardan indirim yaparak
borcu vadesinden önce ödeme anlamında kullanılır.
A-
Borcun Iskontosu
Burada sözü edilen borç, satıştan, kiradan, bir iş
veya hizmetten doğan borçtur. Buna mal veya hizmet akdinden doğan borç denir.
Bu borçlar, vadesinden önce istenemezler.
Fakihlerin çoğu, vadeyi uzatmaya karşılık borca
yapılan ilâve ile vadeyi kısaltmaya karşılık borçtan yapılan indirimi aynı
kapsama sokarak borcun ıskontosunu faizli işlem saymışlardır. Meselâ bir malı, üç ay vadeli 120 liraya
alan kişi, bir ay sonra alacaklıya; "110 liraya razı isen borcu hemen
ödeyeyim" der, alacaklı da razı olursa, 10 liralık iskonto yapılmış olur.
Borcu iki ay geciktirmeye karşılık alınacak 10 lira fazlalık nasıl faiz ise,
fakihlerin çoğuna göre iki ay erken ödemeye karşılık yapılan 10 liralık ıskonto
da faizdir.
Bu konuda İmam Malik şöyle der:
"Bize göre üzerinde görüş ayrılığı olmayan kötü
iş şudur: "Bir kişinin, vadesi gelmemiş alacağı olur, o alacaktan
indirimde bulunur, borçlu da ödemeyi hemen yapar." Bize göre bu, zamanı
gelen borcun vadesini uzatmaya karşılık borca ilave yapmakla aynıdır. Bu, tam
faizli işlemdir; bunda şüphe yoktur[57]."
Hanefîlerin konu ile ilgili görüşü şöyledir:
"Vadeli bin dirhem alacağı olan kişi,
borçlusuyla peşin 500'e anlaşsa caiz olmaz. Çünkü peşin, vadeliden hayırlıdır.
Borcun peşin olması, o borcu doğuran akitle elde edilmiş bir hak değildir. Öyle
ise bu indirim, öbürünün vadede yaptığı indirime karşılıktır. Bu, zamana değer
biçmek olur, o da haramdır[58].
Çünkü zaman mal değildir[59].
Bize göre bu gerekçe Hanefî mezhebi için bir
çelişki oluşturmaktadır. Çünkü onlar, diğer mezhepler gibi bir malı peşin
1000’e, vadeli 2000’e satmayı kabul ederler[60].
Vadeli satışta fazladan ödenen 1000 lira, zamana değer biçmek olmaz mı?
Şafiî, Hanbelî ve Zahirî
mezhepleri de ıskontoyu caiz görmezler[61].
Borçlu taraf, bir şart koşmadan borcunu erken öder,
alacaklı da kendiliğinden ikramda bulunursa bunu bütün mezhepler kabul
ederler.
Bir kimse bir malı, alacağına karşılık olmak üzere vadesinden
önce alabilir. Bunu hem İmam Malik, hem de diğerleri kabul etmiştir. İsterse
malın değeri alacaktan az olsun[62].
Mesela 100 liralık alacağa karşılık 50 liralık bir mal vadesinden önce alınabilir.
Bu ıskonto kapsamına girmez.
İbni Kayyım el-Cevziyye ıskontoyu
caiz görür. Ona göre "Borcu erken ödemeye karşılık yapılan indirim
faizin tam zıddı bir işlemdir. Çünkü faizli işlem, vadeyi uzatmaya karşılık
borcu artırmaktır. Ama bu, vadeyi kısaltmaya karşılık borcun bir kısmını
düşürmeyi içerir. Her iki taraf da bundan yararlanır. Haram sayanlar, bunu
faize kıyaslamışlardır. Ama "Ya vadesinde ördersin, ya da borcu artırırsın"
sözü ile "Borcu bana erken öde, ondan bir yüzlük bağışlayayım."
sözü arasındaki açık fark, görmezlikten gelinemez. Biri nerede diğeri nerede?
Bunu yasaklayan ne bir nas, ne bir icma ne de sahih bir kıyas vardır.
İbni Kayyım bunun İbni Abbas'ın görüşü olduğunu,
Ahmed b. Hanbel'den yapılan iki rivayetten birinin böyle olduğunu ve hocası
(İbni Teymiyye)'nin de bu görüşü tercih ettiğini bildirmektedir[63]."
İbni Kayyım'ın dediği
doğrudur. Bu tür bir ıskontoyu yasaklayan ne ayet, ne hadis, ne de icma
vardır. Faiz, borca yapılan ilavedir. Iskonto ise borca ilave değil, tam tersi
borçtan indirdim yapmaktır. Ama İbn Kayyım'ın "Her iki taraf da bundan
yararlanır." şeklindeki gerekçesi kabul edilemez. Çünkü iki taraf,
faizden de yararlanır. Biri, faiz geliri elde eder, diğeri de aldığı ödünçle
bir ihtiyacını görür. Burada önemli olan bu işlemin faiz olup olmamasıdır.
İmam Malik'in dediği
gibi ıskonto ile faiz arasında benzerlik vardır. Gerçekten vaktinden 1 ay önce
ödenen borçtan %5 indirim yapmakla, bir ay sonra ödenecek borca %5 ilave
yapma bir yönüyle iki aynı işlem gibi gözükür. Bu, zamana değer biçme yönüdür.
Böyle bir benzerlik vadeli satış ile faiz arasında da kurulmuş ve "Peşin
fiyatı 10 lira olan bir malı bir ay vadeli 11 liraya satmak helâl ise, 10
lirayı bir ay vadeli 11 liraya satmak da helâl olmalıdır." denmiştir.
Benzerliğe bakılarak hüküm verilseydi vadeli satışı faizli işlem kapsamına
sokmak gerekirdi. Çünkü her ikisinde de bedel, vadeye bağlı olarak
artırılmaktadır. Ama bunu Kur'an reddetmiş, alım satım ile faizi kesin olarak
ayırmıştır. Bu konu daha önce geçmişti. Öyleyse faize benzeyen yönü var diye
ıskontoyu faiz kapsamına sokmamak gerekir. Çünkü arada temel bir fark vardır.
Faiz borçtan elde edilen gelir, ıskonto ise borçtan yapılan indirimdir.
Borçtan gelir elde etmeyi yasaklayan ayetler ve hadisler olduğu halde borçtan
indirim yapmayı yasaklayan bir şey yoktur. İndirime faiz denemeyeceği için ıskonto
faiz kapsamına alınamaz. Sonuç olarak bize göre borcun ıskontosu caizdir.
B-
Ödüncün Iskontosu
Ödünçten doğan borç, bir mal veya hizmet akdinden
doğan borçtan farklıdır. Kişi aldığı ödüncü kendi malı gibi tüketir ve daha
sonra onun dengini öder. Örnek olarak 100 gr. altın veya bir kile buğday ödünç
alan kişi parayı kullanır veya buğdayı tüketir; sonra bir başka 100 gr. altını
veya başka bir kile buğdayı ödeyerek borcundan kurtulur.
Bir mal veya hizmet satan ise ondan gelir elde eder.
Bu gelirin miktarı yapılacak ödemenin zamanına göre değişir. Peşin fiyatı 100
lira olan bir mal veya hizmetin bir ay vadeli fiyatı 105, iki ay vadeli fiyatı
da 110 lira olabilir. Onu iki ay vadeli 110 liraya alan kişi, parayı iki ay
sonra ödemek için bu fiyata razı olmuştur. Bu sebeple bu tür alacaklar
vadesinden önce istenemez. Bu kişi, yapılacak 5 liralık ıskontoya karşılık
borcunu vadesinden bir ay önce 105 lira olarak öderse, bu beş lira alacaklının
kârından yaptığı indirim olur.
Ödünçten elde edilen her gelir faiz sayılıp
yasaklandığı için faizsiz ödüncün ıskontosu, faizden yapılan indirim değil,
alacaklının borçluya bağışı olur. Çünkü onun vadesinin alacaklıyı bağlaması
için bir sebep yoktur. O, bankadaki vadesiz mevduat gibidir, her an istenip
alınabilir. Bu sebeple ödünçten indirim yapmak, ödeme zamanı gelmiş bir
alacaktan indirim yapmaktır. Mebsut'ta konu ile ilgili şu ifadeler yer alır:
"Bir kişi diğerine ödünç olarak dirhemler vermiş olsa, sonra borçlunun
daha az bir ödeme yapması hususunda anlaşsalar caiz olur[64]."
Böyle bir indirim, vadesi gelmiş diğer alacaklarda da olabilir.
C-
Senet Iskontosu
Borç senetleri, bir borcun yazılı belgeleridir.
Bunlar; tahvil, hazine bonosu, çek ve senet diye değişik isimlerle anılırlar.
Tahvil, faizli borç senedidir.
Onu çıkaran kuruma göre devlet tahvili, banka tahvili veya şirket tahvili
diye adlandırılır. Hazine bonosu da bir tahvildir.
Çek, bankadan alacaklı bulunan bir
kişinin, hamiline veya çek üzerinde adı yazılı kişiye ödeme yapması için
bankaya verdiği yazılı emirdir. Çeklerde vade olmayacağından çekin ıskontosu
da olmamalıdır. Ama Türkiye’de vadeli çek kullanımı yaygındır. Vadeli çek,
bir borç senedi mahiyetindedir. Onun ıskontosu senet ıskontosu ile aynıdır.
Alacağı belgeleyen borç senedini, üzerinde
yazılı miktardan daha az bir bedel karşılığında vadesinden önce ciro etmeye[65]
senet ıskontosu veya senet kırdırma denir. İki ay vadeli 100 liralık bir borç
senedini peşin seksen liraya ciro etmek böyle bir ıskontodur. Senedi alan kişi,
iki ay sonra yüz lira almak üzere şimdi seksen lira ödünç vermiş olur. Bu bir
faizli ödünçtür. O senet ise verilen faizli ödüncün belgesidir. Çünkü iki ay
sonra yüz lira almak üzere bugün seksen lira veren kişi borçludan, 100 liralık
bir borç senedi alır. Ona güvenmezse kefil vs. ister. Kırdırılan senette borçlu
dışında bir başkasının da imzasının olması, alacaklıya güven verir. Çünkü
senet üzerinde kaç kişinin imzası olursa alacağını o kadar kişiden
isteyebilir.
Bankalar da senet ıskontosu yaparlar. Iskonto
ettikleri senedi Merkez bankasına tekrar ıskonto ettirirler ki, buna reeskont
denir. Reeskont faizi, ıskonto faizinden azdır. Mesela Bir ay vadeli 1000
liralık bir senedi 950 liraya iskonto etmişlerse bunu Merkez Bankasına iskonto
ettirerek (reeskont) 975 lira alırlar. Bu ikisi arasındaki fark bankanın faiz
geliri olur.
V-
KÂR HADDİ
Soru - Veresiye satışlarda bazan yüzde yüzü aşan
kârlar oluşmaktadır. Meselâ 80 liraya alınan bir mal, peşin 100 liraya
satılırsa bir yıl vadeli 200 liraya satılabilir. Alım-satımda bir kâr haddi
var mıdır?
Cevap - Alım satımda kâr haddi olmaz. Hz. Peygamber,
fiyatların serbest rekabet ortamı içinde oluşmasına önem vermiş, bunlara engel
olacak şeyleri yasaklamıştır. Medine'de fiyatlar yükselmiş, halk
Allah'ın Elçisi'nden narh koymasını
istemişti. Narh, bir malın en çok kaça satılabileceğinin yetkili makam
tarafından belirlenmesi demektir. Bu istek üzerine Allah'ın Elçisi, ona dua ve
selam olsun, şöyle demişti: Fiyatları
belirleyen, daraltan, genişleten ve rızık veren yüce Allah’tır. Benim asıl
istediğim, sizden birinizin kanı ve malı konusundaki bir haksızlıktan dolayı
benden bir talebi olmadan Rabbıma kavuşmaktır[66].
Bu sözüyle o, narh koymayı yasaklamıştır. Bazı
fakihlerin narha fetvâ vermeleri tamamen zorunlu hallerle ilgilidir. Ama bu
fetvalar hem konan yasağa aykırı hem de uzun vadede halkın zararına sebep
olmaktadır. Çünkü narh konunca piyasaya daha az mal gelir. Kıtlık ve karaborsa
yüz gösterir. Bolluk ve ucuzluk ancak serbest piyasa ile sağlanabilir.
Soru- İmâm Ebû Hanife’nin kâr haddini yüzde yüzle
sınırlandırdığı iddia ediliyor. Deniliyor ki, “Ebû Hanife’ye göre bir kimsenin
aynı mal üzerinden bir defada veya birden fazla satışlarda toplam yüzde yüzü
aşan bir kâr sağlaması caiz değildir. Önceki kârın son satışta ana paradan düşülmesi
gerekir.” Bu hususta ne dersiniz?
Cevap- Ebû Hanife bir kâr haddi tesbit etmemiştir.
Sözü edilen husus, kâr haddi ile değil, murabahalı satışla ilgilidir.
Murabahalı satış, malın alış fiyatının, ya da mal oluş fiyatının eksiksiz
belirtildiği, satıcının elde ettiği kârı, müşteriye tam olarak bildirildiği
satıştır. Ebu Hanife’nin bu konudaki sözlerinin özeti şudur:
"Bir kimse 10 liraya satınaldığı bir malı 20
liraya satar, sonra aynı malı tekrar 10 liraya alırsa bu mal ona bedavaya mal
olmuş olur. Maliyeti sıfır olan bir malı murabahalı olarak %10, % 20 gibi bir
kârla satmak mümkün olmaz. Sıfırın %
10’u, % 20’si de sıfırdır. Bu sebeple Ebû Hanife, böyle bir olayda murabahalı
satış yapılamayacağını söyler[67].
Buna karşılık Ebû Yusuf ve Muhammed der ki, biz, ilk alım satımı dikkate
almayız. Madem bu kişi bu malı tekrar 10 liraya satın almıştır, öyleyse
murabaha oranı bu 10 lira üzerinden hesabedilir[68].
Dolayısıyla Ebû Hanife’nin murabahanın gerçekleşmiyeceği yolundaki görüşünü,
kâr haddi ile karıştırmak yanlıştır. Yoksa bu kişi bu malı murabahalı olarak
değil de serbest pazarlık usulüyle, yani malın alış fiyatını veya maliyetini
söylemeden tekrar 20 liraya satsa Ebu Hanife’ye göre bunun bir mahzuru yoktur.
Soru - Mecelle’nin[69]
bir kâr haddi tesbit ettiğinden bahsediliyor. Bu hususta bilgi verir misiniz?
Cevap - Mecelle’nin 165. maddesinde belirtilen gabn-ı
fahiş hadlerini kâr haddi ile karıştıranlara rastlanmaktadır. Bunun kâr haddi
ile ilgisi yoktur. Gabn-ı fâhiş ayrı bir konudur. O konu aşağıda izah
edilecektir.
Soru - Satın aldığımız bir malın fiyatı artarsa biz
de fiyatı artırabilir miyiz? Meselâ 100 liradan aldığımız bir malı 110 liraya
satarken bu malın alış fiyatı 140 liraya çıkarsa kalanını yeni oluşan fiyata
göre satabilir miyiz?
Cevap - Malı yeni oluşan fiyata göre satabilirsiniz.
Malı satarken onu kaça aldığınıza bakılmaz, onun o günki piyasa fiyatının
ne olduğuna bakılır. 10 liraya aldığınız bir malın piyasadaki fiyatı 100
liraya çıkmışsa 100 liraya satarsınız. Diğer taraftan 100 liraya aldığınız
bir malın fiyatı 10 liraya düşmüşse onu da 10 liradan satarsınız. Bu, alım
satımın tabii kuralıdır.
Soru - Bazıları derler ki, elinizdeki malı yeni
fiyattan satamazsınız, eski fiyatından satmanız gerekir. Bunun bir dayanağı
var mıdır?
Cevap- Bu sözün bir dayanağı yoktur. Bu, fiyatların
karşılıklı rıza ile oluşmasını emreden ayete de aykırıdır. Çünkü fiyatlar
arttığı halde eldeki malın eski fiyatla satılmasını istemek satıcıyı, razı olmayacağı
bir satışa zorlamak olur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:“Müminler, mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin, ama
karşılıklı rıza ile yapılan bir alım satımla yiyebilirsiniz" (Nisa
4/29) Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle demiştir: “Gönül
rızası yoksa kimsenin malı kimseye helâl olmaz[70].”
VI-
GABN-I FAHİŞ
Soru - Piyasa fiyatının üstünde vade farkı
uygulamak caiz olur mu? Gabn-ı fahiş
sebebiyle akdi fesih hakkı doğar mı?
Cevap- Müşterinin bilgisizliğinden yararlanarak
piyasa fiyatının üstünde vade farkı uygulamak caiz olmaz. Eğer bir gabn-ı fahiş
tespit edilirse akdi fesihetme hakkı doğar.
Gabn, aldatmak demektir. Bir kimsenin bir malı,
piyasa fiyatının üstünde bir fiyatla satınalması ya da piyasa fiyatının
altında bir fiyatla satması halinde gerçekleşir. Eğer malın piyasa değerini
bilerek böyle bir farka razı olmuşsa yapılacak bir şey yoktur. Ama bu fark,
taraflardan birinin diğerini aldatması suretiyle doğmuşsa bakılır: Eğer aldatma
fahiş ölçülerde ise aldanan tarafın akdi feshetme hakkı doğar[71].
Aldatma sınırını tesbit için mal o piyasayı bilen ve
mallara değer biçme yeteneğine sahip olan kişilere gösterilir. Meselâ, 10
TL’ye satınalınmış bir mala bunlardan bir kısmı 5 TL, bir kısmı 6, bir kısmı
da 7 TL kıymet biçerse o zaman bu malın fahiş bir fiyatla satıldığı ortaya
çıkar ve buna gabn-ı fâhiş denir. Çünkü bu şahıslardan hiçbiri o mala, 10 lira
kıymet biçmemiştir. Ama biri 8, biri 9, biri de 10 lira kıymet biçerse malın
fahiş bir fiyatla satılmadığı ortaya çıkar. O zaman bu, gabn-ı yesîr,
basit bir aldanma olur[72].
Peşin fiyatı 1000 lira olan bir malı bir yıl vadeli
1600 liraya alan bir kişi aldatıldığını iddia ederse mal, o piyasayı bilen ve
mallara fiyat biçen kişilere gösterilir. Bunlardan biri, bu malın bir yıl
vadeli fiyatı 1600 lira eder, derse fahiş fiyatla satış yapılmış olmaz. Ama
eğer mallara kıymet biçen kişilerden hiçbiri bu fiyatı vermezse o zaman bir
gabından bahsedilebilir.
Özet olarak bir malın peşin, ya da veresiye
satılmış olması piyasadaki fiyatını etkileyeceğinden veresiye satılan bir malın,
piyasa fiyatının üstünde satıldığından bahsedebilmek için, taraflardan
birinin diğerini aldatmak suretiyle fahiş bir fiyat uygulaması gerekir.
Alışverişte ufak tefek aldanmalar olabileceğinden fahiş ölçülere varmayan
bir fiyatın akde tesiri olmaz.
Mecelle’nin 165. maddesi gabn-ı fahiş için bazı
oranlar belirlemiştir. Madde şöyledir:
“Gabn-ı fâhiş, uruzda
(ticaret mallarında) nısf-ı uşur (yani yüzde beş) hayvanatta (canlı hayvan
satışında) uşur (yani yüzde on) ve akarda (taşınmaz mal satışında) humus (yani
yüzde yirmi) miktarı veya daha ziyade aldanmaktır.”
Mallara fiyat biçen kişilerin, malın alındığı çarşı
için belirlediği üst ve alt sınırlar bu oranlarda aşılmışsa bir gabn-ı fahiş
var demektir. Bundan daha az aşılmışsa ona da gabn-ı yesîr denir. Gabn-ı yesîr
sebebiyle akdin bozulması yoluna gidilmez.
Meselâ bir ticaret malını 10 liraya alan kişi,
aldatıldığını iddia ederek akdin bozulmasını talep ederse bu mal, o çarşıyı
bilen ve mallara kıymet vurma yeteneğine sahip olan kişilere gösterilir.
Bunlardan hiç biri mala, 9.5 liradan fazla fiyat vermezse alıcının %5 oranında
aldandığı ortaya çıkar. Mecelle’ye göre bu, ticaret malları için akdi bozmaya
kafi bir orandır.
VII-
YASAKLANMIŞ BAZI ALIM SATIMLAR
Allah'ın Elçisi bazı alım satımları yasaklamıştır.
Bunlar piyasanın serbestçe oluşmasını sağlayan ve aldanmayı önleyen şeylerdir.
Malları yolda karşılayıp pazara ulaşmadan alma, ihtikâr, mevcut olmayan
malları satma, malı teslim almadan satma ve müşteri kızıştırma yasağı
bunlardandır.
A- Malları Yolda Karşılayıp Almak
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selam olsun şöyle
demiştir: “Malları yolda karşılamayın da
pazara kadar ulaşsın.” Çünkü pazara ulaşmayan mal, bilgisizlikten ucuza
satılabilir. Bir başka hadiste, malını yolda satan satıcının, pazara geldiğiinde
fiyatı yüksek bulması halinde satıştan cayabileceği bildirilmiştir[73].
B- İhtikâr Yasağı
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selam olsun şöyle demiştir:
“Dışardan
mal getiren kazançlı olur, ihtikar yapan da lanete uğrar.[74]”
Onun bir sözü
de şöyledir: “İhtikâr yapan suçludur[75]"
İhtikar sözlükte zulüm ve haksızlık anlamına gelir.
Terim olarak farklı tanımları vardır. Hanefî mezhebinden Ebu Yusuf’a göre ihtikâr, “ Satın aldığı bir malı, halkın çok
ihtiyaç duymasına rağmen satmamaktır.
Bu kişiye, kendine ve ailesine yetecek miktardan fazlasını satması
emredilir. Böyle yapmaz da ihtikarda direnirse yetkili mahkemeye çıkarılır.
Hakim ona nasihat eder ve onu tehdit eder, üçüncü kez hâkimin huzuruna
çıkarılınca böyle yapmaması için onu hapseder ve tazirde bulunur. Ama hâkim o
malı, ne zorla satabilir ne de narh koyabilir[76].
C- Elde Olmayan Malı Satmak[77]
Hakîm b. Hizâm dedi ki, Allah'ın Elçisi'ne geldim,
dedim ki, “Bana biri geliyor ve bende olmayan bir malı satınalmak istiyor. Ben
de çarşıdan onun için alıp ona satıyorum. Allah'ın Elçisi, ona dua ve selam
olsun dedi ki: “Yanında olmayanı satma[78]."
D- Malı Teslim Almadan Satmak[79]
Hadislerde,
teslim alınmadan satılması yasaklanan malların tamamı yiyecek maddesidir.
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selam olsun şöyle demiştir:”Bir taam (yiyecek) satın alan onu teslim almadan satmasın.[80]”
E- Müşteri Kızıştırmak
Bunun Arapçası neceştir. Mal almaya niyetli
olmayan biri, satıcının yanına gelir, müşteri gibi davranarak malı metheder ve
diğer müşterileri heyacana getirip fiyatın artmasını sağlar. Allah'ın Elçisi
bunu yasaklamıştır[81].
VIII-
KAPARO VEYA PEY AKÇESİ
Soru: Bazı alış-verişlerde caymayı önlemek için,
satıcı müşteriden, kaparo veya pey akçesi adı altında bir miktar
peşin ödeme almakta, eğer müşteri cayarsa kaparo olarak verdiği para satıcıya
kalmaktadır. Bu para satıcıya helâl olur mu?
Cevap: Hanefi Mezhebine göre meşru bir şekilde
yapılan ve kesinlik kazanan bir satım akdi, ancak tarafların karşılıklı
rızalarıyla veya mahkeme kararıyla bozulabilir. Müşterinin veya satıcının, tek
taraflı olarak akdi bozma yetkisi
yoktur. Alıcı veya satıcı, yahut her ikisi belli bir müddet muhayyer olmaları
şartıyla alış-veriş yapabilirler. Muhayyer olan taraf, bu müddet içinde
alış-verişi bozabilir. Malda bir kusur çıkması halinde de müşteri için bir
muhayyerlik vardır[82].
Fakat alış-verişte şart koşulsa bile verilen kaparonun, müşterinin cayması
halinde satıcıya kalması caiz olmaz. Çünkü bu, hibe veya sadaka olmadan bir
malın karşılıksız olarak elde edilmesidir. Bu haksız bir kazanç sayılır ve
satıcıya helâl olmaz[83].
Hanbeli Mezhebine göre, bir satım akdi yapılır, müşteri
satıcıya kaparo adı altında bir ödemede bulunur "Malı satın almaktan
vazgeçersem bu para senin olsun" der, sonra vazgeçerse kaparo olarak
verilen şey satıcıya helâl olur.
Malikîler kaparoyu caiz görmezler. İmam Malik, el-
Muvatta' adlı hadis kitabının el-Büyû' bölümüne şu hadisle başlar:
"Allah'ın Elçisi, ona dua ve selam olsun,
kaparolu satışı yasakladı[84]
"
İmam Malik, bu konuyu şöyle açıklar:
"Bize göre kaparolu satış (beyu'l-urbân ) Allahu a'lem şudur: Kişi bir köleyi veya küçük bir cariyeyi
satın alır, yahut bir hayvanı kiralar, sonra satıcıya veya hayvan sahibine,
sana bir dinar veya dirhem, daha çok veya daha az vereyim; eğer malı alırsam
veya hayvana binersem bu şey malın bedeline veya hayvanı kiralama ücretine
katılsın. Ama malı almaktan veya kiralamadan cayarsam verdiğim şey senin olsun;
der. Bu batıldır bir şeye karşılık değildir[85]."
Şafii Mezhebi
de kaparolu satışı () kabul etmez.
Mezhebin konu ile ilgili görüşü şöyledir:
"Kaparolu satış sahih olmaz. Bu, bir kişinin mal
satın alıp satıcıya bir miktar para vermesidir; şu şartla ki, eğer malı kabul
ederse verdiği para mal bedeline mahsup edilsin; yok eğer cayarsa bu para
satıcıya hibe olsun. Bunun sahih olmaması iki sebebten kaynaklanır
1- Bu konuda peygamberimizin bir yasağı vardır. Ancak
hadisin senedi Resulullah'a kadar ulaşmamaktadır.
2- Burada akdi bozucu (müfsid) iki şart vardır: Biri
hibe şartı diğeri de malın geri verilmesi şartıdır. Bunlar müşterinin cayması
halinde olur[86].
Ahmed b. Hanbel, kaparolu satışla ilgili hadisin
senedinin Allah'ın Elçisi'ne kadar ulaşmadığını yani münkatı' olduğunu sebep
göstererek hadisi zayıf bulmuş ve kaparolu satışı caiz görmüştür. Onlara göre
Hz. Ömer ve oğlu Abdullah da bunu meşru saymışlardır. Hanbeli Mezhebi'nin konu
ile ilgili görüşü şöyledir:
"Kaparolu satış sahihtir. Bu, müşterinin bir şey satın
alması ve satıcıya, bedelin bir kısmını kaparo olarak vermesidir. Şu şartla
ki, eğer malı alırsa kaparo bedele mahsup edilecek, ama eğer cayarsa satıcının
olacaktır. Müşteri malı alınca kaparo olarak verdiği meblağ mal bedeline mahsup
edilir, cayarsa kaparo satıcının olur. Fakat satışta böyle açık bir şart yoksa
satıcı kaparoya sahip olamaz.
Bir satım akdi yapılmadan müşteri bir miktar para
vererek satıcıya, "Bunu başkasına satma, eğer onu ben almazsam bu para
senin olsun" der de malı satın almazsa o zaman satıcı kaparoya sahip
olamaz. O para müşterinindir[87]."
Araplar kaparoya urbân arbûn
veya urbûn
derler. Bu kelime Arapça değildir[88].
İstanbul Hukuk Fakültesi emekli Profesörlerinden Dr. İsmet SUNGURBEY'in verdiği
bilgiye göre kaparonun Yunancası arhabon'dur, Romalılar buna arra veya arha
derler. Demek ki bu kelime Arapçaya
Yunancadan geçmiştir.
İKİNCİ
BÖLÜM
BANKA
VE ÖZEL FİNANS KURUMU
Tasarrufları, faiz ödeyerek toplayıp faizli borç
olarak verme sistemine kredi sistemi denir. Bu işi daha çok bankalar
yürütür.
Tasarruflar, ortaklık sermayesi olarak da toplanabilir.
Küçük tasarrufları, bu şekilde bir araya getirip büyük sermayeler oluşturmak
ve onları ticaret veya ortaklıklar yoluyla işletmek mümkündür. Buna ortaklık
sistemi diyoruz. Bugün bu işi daha çok faizsiz finans kurumları yürütür.
Finans kurumu, tasarruf
sahibiyle bir mudarebe = emek-sermaye sözleşmesi yapar, buna
kâr/zarar ortaklığı adı verilir. Finans kurumu, topladığı tasarrufları bir
tüccar sıfatıyla işletmeyi ve elde edeceği kârı, sözleşmeye göre, tasarruf
sahibiyle paylaşmayı kabul ve taahhüd eder. Eğer bir zarar olursa, o sermaye
ile elde ettiği kârdan karşılar. Kârı aşan zararlar ise tasarruf sahibinin
sermayesinden gider. Bu durumda finans kurumunun zararı, yaptığı işten gelir
elde edememekle sınırlı kalır.
Tasarrufların faizli borç olarak verilmesi öteden
beri bilinen bir uygulamadır. Ama önceleri ancak belli büyüklükte tasarrufu
olanlar faizli borç verebilirken kredi sistemi ile küçük tasarruf sahipleri de
faizli borç verebilir hale gelmişlerdir. Onlar borcu bankaya verirler, banka bu
küçük tasarrufları bir araya getirip büyük fonlar[89]
oluşturur ve talep edenlere kredi olarak verir.
Tasarrufları ortaklık sermayesi olarak vermek de öteden
beri bilinen bir uygulamadır. Ama önceleri ancak belli büyüklükte tasarrufu
olanlar ortak bulurlarken ortaklık sistemi ile küçük tasarruf sahipleri de
ortak bulur hale gelmişlerdir. Finans kurumu veya gerekli donanıma sahip bir
şirket, onları ortak olarak kabul edip ellerindeki tasarrufları toplar ve
büyük fonlar oluşturur, sonra bu fonları tüccar veya sanayici gibi kullanır.
Faizsiz olarak verilen krediye faizsiz ödünç denir.
Bir kimseye sermaye verip kazanç sağlamasına yardımcı olmak, ama elde edeceği
kârdan pay almamak insan tabiatına uymaz. Bu sebeple faizsiz ödünç, bir fon
temini yolu olarak kullanılmaya elverişli değildir.
Tasarrufları faizsiz olarak işletmenin tek yolu
ortaklık sistemidir. Bu sistemde tek veya bir kaç işlemlik ortaklık
kurulabileceği gibi geniş kapsamlı ve uzun vadeli ortaklık da kurulabilir.
Böylece sistemi işletmek kolay olur.
I-
BANKA
Banka, İtalyanca "banca"
kelimesinden alınmıştır. Para bozma gişesi, para bozma yeri anlamına gelir[90].
Arapça'ya el-benk () şeklinde geçmiştir. Araplar bankaya el-masrif (
) de derler.
İslâm ülkesinde ilk banka, 1845 yılında İstanbul'da,
İstanbul Bankası adıyla kurulmuş ve bir çok Batılı kurum gibi gün geçtikçe
yaygınlaşmıştır.
Bankalar, çeşitli yollarla elde ettikleri mevduatı,
bazı kişi ve kuruluşlara kredi şeklinde tahsis eden; sermaye, para ve kredi ile
ilgili her türlü işlemi yapan mali aracılardır. Çalışmalarında iki temel
hedefleri vardır:
1- Bankacılık hizmetleriyle gelir ve itibarlarını
artırmak.
2 - Faizli işlemler yapmak
A- Bankacılık Hizmetleri
Bankacılık hizmetleri; havâle, çek kullandırma, kredi
mektubu ve kredi kartı verme, mevduat kabulü, senet tahsili, iskonto ve
reeskont işlemlerini yapma, teminat mektubu verme, emanet kabulü, akreditif
açma vs.dir. Bankalar bir de para, altın, gümüş ve menkul kıymetlerin alım
satımını yaparlar.
Bankacılık hizmetlerinin çoğu, belli bir komisyon
karşılığında faizsiz olarak yürütülür. Bunlar, daha sonra anlatılacaktır.
B- Faizli İşlemler
Bankanın asıl işi, parası olanlarla paraya ihtiyacı
olanlar arasına girerek birinden aldığı mevduatı, diğerine faizli kredi olarak
tahsis etmektir. Bunun iki ayağı vardır; biri mevduat, diğeri de kredidir.
1- Mevduat
Bankanın ödünç olarak topladığı paraya mevduat denir.
Mevduat ya vadeli ya vadesiz olur. Vadeli mevduat faizli, vadesiz
mevduat ise faizsiz olur. Bazı ülkelerde vadesiz mevduata, kanun zoruyla
faiz uygulansa da bu, sistemin mantığına uymaz.
Vadesiz mevduat, bankalara önemli imkânlar sağlar. Bu
sebeple onlar, vadesiz mevduat toplamak için de çaba sarfederler. Çek, kredi
kartı ve kredi mektubu gibi ödeme araçları, daha çok bunun için icad
edilmiştir.
2- Kredi
Kredi, faizli ödünçtür. Bankalar, topladıkları
mevduattan kredi verirler. Çünkü mevduat vadeli ise olağanüstü bir durum
olmadan vadesinden önce çekilmez. Vadesiz mevduat her an çekilebilir ama
onlar, tecrübeleriyle vadesiz mevduatta büyük bir değişiklik olmadığını
görmüşlerdir. Çünkü bazı hesaplar çekilse de açılan yeni hesaplar kayıpları
karşılamaktadır. Hal böyle olduğu için bankalar, vadesiz mevduattan da kredi
verirler. Ama para taleplerini karşılamak gayesiyle vadesiz mevduatın belli
bir kısmını kasalarında nakit olarak tutarlar. Buna kasa ihtiyatı
veya munzam karşılık denir.
Mevduat iki şekilde krediye çevrilebilir:
A- Nakit kredi
Borçluya veya
onun talebiyle üçüncü şahsa nakit olarak ödenen kredidir.
B- Çekle kullandırılan kredi
Banka, verdiği krediyi daha çok çekle kullandırmak
ister. Bunun için borçlu adına bir vadesiz mevduat hesabı açar, krediyi oraya
kaydeder ve borçluya bir çek koçanı verir. O da krediyi çekle kullanır.
Kullanmadığı kısım bankada kalır.
Günümüzde ödemelerin büyük kısmı çekle ve bankalarda
açılmış hesaplar arası nakillerle (havale) yapılır. Bankadan çıkmayan ve
vadesiz mevduat olarak borçlunun hesabına geçirilen kredi bir başkasına tekrar
kredi olarak tahsis edilir ve zincir halkalar halinde uzar gider.
Çek veren gibi, çeki alanın da bir bankada hesabı
olabilir. Zaten çek alış verişi çoğunlukla çek kullananlar arasında olur.
Böyle olunca alacaklı taraf, çeki nakit olarak tahsil etme yerine, götürüp
hesabının bulunduğu bankaya verir. Çünkü çeki böyle tahsil etmenin bazı
koyalıkları vardır. Eğer borçlunun hesabı da aynı bankada ise banka, önce çekte
yazılı meblağı borçlunun hesabından düşüp alacaklının hesabına kaydeder.
Bankadan para çıkmadan işlem tamamlanmış olur.
Hesapların ayrı bankalarda olması halinde de borç ve
alacak işlemi yine araya nakit girmeden tamamlanabilir. Çünkü bu bankanın
müşterisi nasıl karşı bankanın bir müşterisine borçlu ise, o bankanın başka
müşterisi de bu bankanın bir diğer müşterisine borçlu olabilir. Bu iki veya
daha fazla borç karşılıklı takas edilir. Takas işlemlerinin sonucuna göre bu
bankaların birinden diğerine ya hiç para gitmez yada az bir para ile işlem
tamamlanır.
Takas iki banka arasında değil, bütün bankalar
arasında olur. Birinci banka, ikinci bankadan alacaklı, üçüncü bankaya borçlu;
ikinci banka da üçüncü bankadan alacaklı ise bankaların karşılıklı borç ve
alacaklarının eşit olması halinde hesaplar arasında kaydi ayarlamalar yoluyla
işlem bitirilir. Borç ve alacaklarda bir fazlalık varsa yalnızca bu fazlalık
için, borçlu bankadan alacaklı bankaya nakit akışı olur. Bu işlemler takas
(clearing) odası aracılığıyla yürütülür.
II-
ÖZEL FİNANS KURUMU
Özel Finans Kurumu, ortaklık sistemiyle fon toplayıp
ticarî faaliyetler ve bankacılık hizmetleri yapmak üzere kurulmuştur. Bankanın
faiz vererek topladığı parayı o, kâr ve zarara katılma (mudarebe) akdi ile
toplar. Finans kurumu kredi vermez, fonlarını akıllı ve ilerisini düşünen bir
tüccar sıfatıyla kullanır.
Bankanın topladığı paraya mevduat, finans
kurumunun topladığına da fon adı verilir. Fon (fonds), fransızca bir
kelimedir; büyükçe para, sermaye ve belli bir iş için gerektikçe ödenmek
üzere ayrılıp işletilen para anlamlarına gelir[91].
İslâm, faizi kesin olarak yasakladığı için İslâm
ekonomisinde sermaye, kredi sistemi ile değil ortaklık sistemi ile sağlanmıştır.
XVI. asırdan beri Amerika ve Afrika kıtasında ve
daha başka yerlerde edine geldikleri sömürgelerine 20. asrın başlarında bir
çok zengin İslâm ülkesini de katan Batılılar, sömürgelerinden elde ettikleri
gelirleri bankalarda birleştirmiş ve büyük yatırımlar, yeni kalkınma hamleleri
gerçekleştirmişlerdir. Batılı iktisatçılar, yazdıkları kitaplarda dikkatleri
yapılan sömürüden başka yöne çekmeye ve kalkınmalarının, bankacılık sistemiyle
sıkı ilişkisi olduğunu vurgulamaya özen göstermişlerdir. Bu ve benzeri
görüşler İslâm âleminde batı tesiriyle kurulmuş iktisat fakültelerinin ders
kitaplarında da yer almıştır[92].
Onlara göre kalkınmak için sermaye birikimine ihtiyaç
vardır. Sermaye birikimi sadece bankalar yoluyla sağlanabilir. Bankacılık
sistemi de ancak faizle yürür. Faiz yasağı, bankacılığı ve dolayısıyla
kalkınmayı engellemektedir. Varılmak istenen sonuç ise faizi yasaklayan
İslâmın ihtiyaçlara cevap veremediğidir. Bir çok müslümanın zihni bu konuda
hâlâ karışıktır.
Halbuki, kredi sisteminin karşısında ortaklık sistemi
vardır. Bu sistem, faizin doğurduğu sakıncaları ortadan kaldırarak sermaye
birikimi sağlamaya elverişli ve öteden beri bilinen ve uygulanan bir
sistemdir. İslam faizi kabul etmeyince kredi sistemini devre dışı bırakmıştır.
Son iki asırdır, batılıların etkisiyle dikkatler kredi sistemi üzerinde
yoğunlaştığı için ortaklık sistemi unutulmaya yüz tutmuştur. Halbuki, bugün
yaşanan ekonomik krizlerin, gelir ve servet dağılımındaki uçurumun ortadan
kalkmasında ve bozulmuş dengelerin yeniden kurulmasında ortaklık sistemi büyük
bir rol üstlenebilir. Bu sistemi bütün açıklığı ile insanlığa sunmak gerekir.
Batılıların kredi sistemine getirdikleri iki
yenilikten söz edilebilir. Bunlardan biri, küçük tasarrufları toplayıp büyük
sermayeler oluşturmak için banka kurmuş olmalarıdır. Bankalar bugün, insanların
günlük işlerinde kullanacakları paralara varıncaya kadar bütün parayı
ekonominin emrine vermeyi başarmışlardır. Parayı vucuttaki kana benzetirsek
bunun bir yerde birikmeyip dolaşmasının önemi kolayca anlaşılabilir. Kan dolaşımı
önemli olduğu gibi kanın kalitesinin bozulmaması ve mikroplardan arındırılmış
olması da önemlidir.
Küçük tasarrufları toplayıp büyük sermayeler
oluşturma işi ortaklık sistemi ile de
yapılmaktadır. Bu sistemde faiz olmadığı için faizin sebep olduğu olumsuzluklar
da yoktur.
İkinci yenilik, kaydi para üretim mekanizmasını
kurmalarıdır. Bu mekanizma bütün dengeleri bozmuş, çağdaş insanın hayatına enflasyonu, gelir dağılımındaki
adaletsizliği, sosyal sınıfları, terörü ve daha bir çok sıkıntıyı
yerleştirmiştir. Artık zenginler alabildiğine büyümüş ve devletlerin yerine
geçmeye başlamıştır.
III-
ÖZEL FİNANS KURUMUNUN BANKADAN FARKI
Banka[93]
ile özel finans kurumu arasında hem benzerlikler hem de farklılıklar vardır.
Benzerlikleri dikkate alanlar bu iki kurumu aynı saymak isterler. Ama
farklılıklar dikkate alınınca bunların birbirinden tamamen ayrı olduğu ortaya
çıkar. Zaten iki şeyi ayıran aradaki farklılıklardır. Kadınla erkeğin benzer
yönleri çoktur ama bunlardan birine kadın, diğerine erkek dememiz aradaki
farklılıklardan dolayıdır.
Bankalarla finans kurumları arasında tespit
edebildiğimiz farklar şunlardır:
1- Bankalar kredi sistemine, özel finans kurumları
ise ortaklık sistemine göre çalışırlar. Bankalar mevduatlarını, faiz ödeyerek
toplarlar. Özel finans kurumları ise mudarebe (emek-sermaye ortaklığı) ile
toplarlar.
Bankaların mevduat sahipleri ile ilişkisi, bir borçlu
alacaklı ilişkisidir. Bu sebeple biri diğerinin zararına katlanamaz. Fon
sahipleri ile özel finans kurumunun ilişkisi ise bir ortaklık ilişkisidir, biri
diğerinin kârından da zararından da etkilenir.
2- Bankalar topladıkları mevduatı kredi, yani faizli
borç olarak verip gelir elde ederler. Finans
kurumları müşterilerine borç vermezler. Onlar, akıllı ve ilerisini
düşünen bir tüccar gibi davranır, ticaret ve sanayiin içine girerek gelir elde
ederler. Mesela peşin aldıkları bir malı müşterilerine veresiye olarak satarlar
ya da onlara ortak olurlar.
3- Bankalar, kredi verdikleri kişilerin durumunu
tehlikede görürlerse vadenin dolmasını beklemeden krediyi geri isteyebilirler.
Vermezlerse temerrüd faizi uygulamaya başlar, aldıkları teminatları
nakde çevirir ve onları büsbütün çıkmaza sokabilirler. Mesela bir kişi bankadan
iki yıl vadeli ve %15 faizli kredi alıp kullandıktan sonra banka, durumu iyi
görmediğini belirterek krediyi 15 gün içinde geri ödemesini yoksa temerrüde
sokacağını bildirebilir. Böyle bir borç, bu kadar kısa bir sürede ödenemeyeceği
için borçlu temerrüde sokulur. Sonra banka faiz oranlarını tek taraflı olarak
artırır. Bir de bakarsınız koskoca bir kuruluş, küçücük bir borç yüzünden
batmıştır. Bu sebeple bankadan kredi alanlar gözlerinin önünü pek göremezler.
Özel finans kurumlarının müşterileri bu gibi
sıkıntıları yaşamaz. Çünkü onların borcu ticari borçtur, vadesinden önce talep
edilemez. Onunla bir iş ortaklığı yapmışlarsa finans kurumu, her ortak gibi
kâra da zarara da katılır. Böylece finans kurumlarının müşterileri gözlerinin
önünü görerek çalışırlar.
4- Özel finans kurumları müşterilerine karz-ı hasen
(faizsiz ödünç) verebilirler. Bunu kredi ile karıştırmamak gerekir. Kredi,
bir satınalma gücünün bir menfaat karşılığında vadeli olarak verilmesidir. Ama
karz-ı hasende (faizsiz ödünçte) herhangi bir menfaat beklenmez. Karz-ı
hasende belirlenen süre bağlayıcı değildir. Alacaklı taraf, istediği zaman
alacağını talep etme hakkına sahiptir[94].
Bu sebeple karz-ı hasen yoluyla istenilen miktarda parayı bulmak kolay olmadığı
gibi ne zaman isteneceği belli olmayan bir parayla önemli bir ekonomik faaliyet
de yapılamaz. O, bir birine güvenen kişiler arasında ufak tefek yardımlaşma
şeklinde olur. Finans kurumunun vereceği karz-ı hasen de tıpkı bir tüccarın
güvendiği bir kişiye kısa vadeli faizsiz borç vermesi gibidir.
5- Çek kullandırma bakımından da bankalarla
özel finans kurumları arasında önemli farklar vardır.
Özel finans kurumu bir ticaret veya sanayi kuruluşu
gibi çalıştığı için onun müşterisine kredi tahsis edip bunu cari hesaba
geçirmesi ve krediyi kullansın diye ona bir çek koçanı vermesi söz konusu olamaz. O, her tüccar gibi satacağı
malı kendisi alır, çek kesecekse kendi keser, bu çekin karşılığı da kasasında
bulunur. Bu sebeple finans kurumu banka parası üretemez. Eğer bir iş ortaklığı
yapmışsa ortak, bu iş için tahsis edilmiş parayı finans kurumunun vekili
olarak kullanır. Bu durumda da o paranın hesaptan hesaba nakli suretiyle kaydi
para üretimi mümkün olmaz.
Bankalara gelince, onlar kredi verdikleri kişi adına
vadesiz hesap açar, krediyi oraya kaydeder ve çekle kullandırırlar.
Bugün ödemelerin büyük kısmı çekle ve bankalarda
açılmış hesaplar arası nakillerle yapılmaktadır. Bankadan çıkmayan ve vadesiz
mevduat olarak müşterinin hesabına geçirilmiş olan kredi, bir başka müşteriye
tekrar kredi olarak tahsis edilir ve zincir halkalar halinde devam eder. Bu
durum, ciddi bir para şişkinliği meydana getirir. Enflasyonun ve pahalılığın
en önemli sebebi budur.
Prensipte satınalma gücü üreten kurum Merkez
Bankasıdır, ama bankalar, çekler yoluyla gereğinden fazla para üreterek
piyasada ciddi para şikinliği meydana getirirler.
6- Ticari bankaların topladığı mevduat onların
borçlarıdır. Tahsis ettikleri kredilerin kullanılması için verdikleri çeklerin
karşılığını ödemeleri gerekir. Bu onları önemli bir borç altına sokar. Buna
kredilerin batma tehlikesi de ilave edilince bankaların bunları karşılayacak
kadar bir öz sermayeye sahip olmaları gereği ortaya çıkar.
Mevduatlarının tamamını kredi olarak vermemek ve bir
miktar ihtiyat akçesi (munzam karşılık) bulundurmak suretiyle
bankalar tahsis ettikleri kredilere ait çekleri ödeyebilirler. Fakat kredilerin
batması halinde bunu karşılayacak bir sermaye gerekir. Aksi takdirde önemli
dengesizliklere sebep olabilirler.
İyi bir ekonomide kredilerin batma oranının %8'i
geçmediği tespit edilmiştir. Bu sebeple bir banka, elindeki mevduatın %8' i kadar bir sermaye tabanına
oturursa işlerini rahat yürütür. Yani 100 birim gerçek aktifleri varsa bunun
sekiz birimi kadar sermayesi olmalı ki, bir ödeme problemi çıkınca borç bu sermayeden
ödensin. Ekonominin kötü olduğu bir
yerde daha fazla bir tabana ihtiyaç duyulur. Sermaye tabanı da her zaman
problemleri çözmeye yetmez.
Mesela, 80 lira işletme sermayesi olan bir bankanın,
500 lirası vadeli, 500 lirası da vadesiz olmak üzere 1000 lira mevduat
toplamış olduğunu ve mevduatın tamamını krediye çevirdiğini düşünelim. Munzam
karşılık oranı da %10 olsun. Bu bankanın açtığı kredilerin toplamı 9.000 lira
olur. Bu banka, vadesiz mevduat sahiplerine 500 liralık çek kullanma imkanı
vermiş olur. Buna göre toplam 9500 liralık çekin karşılığının bankada bulunması
gerekir. Bu bankanın Merkez Bankasına
herhangi bir şey yatırmadığını düşünelim; toplam 9.500 liralık borcuna
karşılık sermaye tabanı 80 liradır.
Burada kaydi para konusunu biraz açmak gerekir.
Çek kullananlar, ödemeleri nakit olarak değil, çekle
yaparlar. Çeklerin karşılığı tam olarak bankada bulunmaz, sadece kayıtlarda
gözükür. Bu çekler para gibi dönüp dolaştığı için bunlara kaydi para denir.
Kaydi paranın ilk örnekleri madeni para sisteminin
yaygın olduğu devirlere dayandırılır. Rivayete göre eski bankerler, kendilerine
emanet olarak külçe veya sikke bırakanlardan bazısına hamiline yazılı makbuz
vermişler, bazısına da hesap açmışlar. Yazılı talimat verdiği takdirde bu
hesaptan onun adına ödeme yapmışlar. Hesap sahibinin talimatı bir çek görevi
görmüş. Hamiline yazılı bu çekler piyasada para gibi kullanılmaya başlamış.
Kimi iş adamları bu çeklere daha çok güveniyor ve onları nakitlere tercih ediyorlarmış.
Çünkü altın ve gümüş paralarda ağırlık ve ayar büyük önem taşır. Bankerler bu
konuda uzman olduklarından onlarda bulunan paranın ağırlık ve ayarına
güveniliyormuş.
Bankerler, kasalarındaki altın ve gümüşlerin fazla
talep edilmediğini, çek ve makbuzların tercih edildiğini görmüşler. Bunu
fırsat bilmişler ve ellerindeki altın ve gümüşlerin, nakit talebini
karşılayacak kadar olmasına dikkat ederek kredi isteyenlere hamiline yazılı
makbuz vermeye veya çek yazabilecekleri birer cari hesap açmaya başlamışlar.
Böylece verdikleri kredi, elerindeki altın ve gümüş stokunun bir kaç katına
çıkmış, piyasayı bu çek ve makbuzlar sarmış[95].
Bankalar da benzeri bir tecrübe yaşamışlar ve vadesiz
mevduattan kredi verilebileceğini keşfetmişler. Çünkü tecrübeler, bu
hesapların uzun vadede fazla değişmediğini, vadesiz mevduat hacminin oldukça
düzenli yürüdüğünü, bazı hesaplar çekilse de açılan yeni hesapların sağladığı
fonlarla kayıpların giderilebildiğini göstermiştir. Ancak her şeye rağmen
beklenmedik nakit talebi olabilir ve bankalar sıkıntıya düşebilirler. Bu
sebeple ihtiyatlı bankacılar mevduatın belli bir kısmını kasalarında nakit
şeklinde tutarak bu poblemi halletmeye çalışmışlardır. Buna bankacılık dilinde
kasa ihtiyatı veya munzam karşılık
denmektedir.
Bankaların kaydî para mekanizmaları şöyle
işler:
Bankaya bin
liralık mevduat yatırıldığını düşünelim. Banka bu parayla kendine gelen kredi taleplerini karşılar. Birinci kişiye
bin lira kredi açar, bunu onun cari hesabına kaydeder ve ona bir çek koçanı
verir. Para bankadan çekilmediği için onu, aynı usulle ikinci müşteriye kredi
olarak tahsis eder. Onun için de bir cari hesap açar ve bir çek koçanı verir.
Bu işlemi üçüncü, dördüncü, beşinci ilh. müşterileriyle yapar gider. Böylece
kendine yatırılmış olan bin lirayı onlarca müşterisine borç vermiş ve bu
borcun kullanıldığı çekler yoluyla piyasaya bol miktarda kaydi para sürmüş
olur. Bunun bir sınırı yoktur.
Elinde çek bulunan kişiler veya vadesiz mevduat sahipleri
bankadan nakit para çekebilirler. Bunu karşılamak için bir miktar kasa
ihtiyatı bulundurmak gerekir. Bu sebeple çıkaracakları kaydi paranın belli
bir sınırı olur.
Bir
bankanın bulundurması gereken ihtiyat oranı %10 ise kendine yatırılan bin
liralık mevduat ile şu şekilde bir kaydi para ihracı seyri meydana gelir :
İşlem |
Mevduat |
İhtiyat |
Kredi |
1. |
1000 |
100 |
900 |
2. |
900 |
90 |
810 |
3. |
810 |
81 |
729 |
4. |
729 |
72.9 |
656 |
n |
... |
.... |
..... |
Toplam kaydi para miktarı 9.000
Mevduat vadesiz ise hesap sahibi onu çekle kullanmak
isteyebilir. O zaman kaydi para miktarı on bin liraya çıkar.
Banka, yaptığı ilk işlemde yüz lira ihtiyat olarak
ayırmış, 900 lira kredi vermiştir. Bu 900 lirayı vadesiz hesaba kaydettiği için
tekrar kredi açma imkanı doğmuş, bu defa onun 90 lirasını ihtiyat olarak
ayırıp 810 lirasını ikinci kişiye kredi olarak vermiştir. Bir kaç işlemden
sonra kredi verdiği miktar dokuz bine, vadesiz mevduat sahibine verdiği çekle
birlikte ihraç ettiği kaydî para on bine çıkmış olur.
Bu 10.000 lira, bankanın kredi verdiği kişiler adına
ödemeyi üstlendiği borçtur. Buna karşılık sermaye tabanının 80 lira olması
istenmektedir. O zaman bu banka iyi bir banka sayılır. O alacaklar
kendilerinden talep edildiği takdirde hiç bir banka onları ödeme gücüne sahip
değildir. Onun için bankalar, bir ekonomik krizden en çok etkilenen
kurumlardır. Batmamak için kredi tahsis ettikleri kişilere baş vurup kredilerin
vadesinden önce ödenmesini istemeleri, krizin iş hayatına yansımasına ve
boyutlarının büyümesine yol açar. Bu sebeple bankalar ekonomide ciddi
sıkıntıların kaynağı olabilmektedirler.
Finans kurumları fon sahiplerine karşı yalnızca emeği
ile ve dürüst davranmakla sorumlu olduğu için onlarda sermaye tabanı
problemi yoktur. Çünkü bunlar mudarebe prensiplerine göre çalışırlar.
Mudarebede işletmeci durumunda olan mudaribin ana sermayeyi ve belli bir kârı
garanti etmek diye bir görevi yoktur. O, dikkatli ve dürüst bir tüccar olarak
emeğini koyar ve kendine verilmiş
fonları kullanır. Bir kâr elde ederse onu, önceden anlaştığı oranda fon sahibi
(rabb’ül-mal) ile paylaşır. Bir kâr meydana gelmemişse, dönem sonunda, emeğine
bir karşılık almaksızın fonu olduğu gibi sahibine verir. Zarar olmuşsa bu zarar
tamamen fon sahibine aktarılır. Böyle bir yapı içinde kaydi para ihracı söz
konusu olmadığı için sermaye tabanı problemi olmaz.
7- Etkinlik ve verimlilik bakımından da finans
kurumlarının iyi bir yeri vardır. Verimlilik kârlılık demektir. Yani bir
finansal kurum belli bir zamanda, varlığını devam ettirecek kadar kâr elde
edebilirse verimli demektir. Bu bakımdan Türkiye’deki finans kurumları, kısa
sürede verimli çalışarak önemli başarılar elde etmişlerdir.
Etkinlik bir finansal kurumun faaliyette bulunduğu
ekonominin büyümesi, rekabeti ve istikrarı için önemli alanlara para aktarıp
aktarmaması ile ilgilidir. Türkiyede banka kredilerinin önemli kısmının ekonominin
ihtiyacı olan alanlara gitmediği açıktır. Özel finans kurumları ise piyasanın
içine girip paralarını ekonominin ihtiyaçlarına tahsis ettiği için ekonomiye,
çok açık şekilde katkıda bulunmaktadırlar.
8- Bankalar, para dolaşım hızını anormal
olarak artırırlar. Çünkü aldıkları faiz ve sebep oldukları enflasyon insanların
paradan kaçmasına, nakit bulundurmak istememelerine ve fazla düşünmeden
harcama yapmalarına yolaçar. Paranın anormal bir hızla dolaşması da para miktarını artırıcı ve değerini
düşürücü bir rol oynar.
Özel finans kurumlarının para dolaşım hızını artırıcı
etkileri olmaz. Çünkü bunlar faize ve enflasyona sebep olmazlar. Piyasadaki
fonksiyonları normal bir tüccarınki ile aynıdır.
9- Özel finans kurumları enflasyona sebep
olmazlar.
Faizli bankacılık sistemi piyasada para miktarının
ihtiyaçtan fazla artmasına ve bunun sonucu olarak para değer kaybının meydana
gelmesine yol açar. Bu sebeple enflasyonun en büyük sebeplerinden biri faizli
bankacılık sistemidir[96].
Faizli bankalar, gerek sistemlerine giren paranın birkaç katı banka parası
üretmeleri ve gerekse para dolaşım hızını artırmaları sebebiyle piyasadaki
para miktarını anormal biçimde şişirirler. Faizin meydana getirdiği pahalılık
da buna katılınca kredi sistemi, enflasyonun ve pahalılığın en önemli sebebi
haline gelir. Ama finans kurumlarının bu bakımdan bir etkisi olmaz.
10- Özel finans kurumlarının fonları daha akılcı
şekilde kullanılabilir.
Faizli kredi alanlar kolayca sıkıntıya düşebilirler.
Sıkıntıyı azaltmak için bu kredileri ya kısa vadeli ihtiyaçlarında ya da kısa
vadede yüksek kâr getirecek yatırımlarda kullanmak zorunda kalırlar. Bu
sebeple banka kredileriyle orta ve uzun vadeli yatırımları gerçekleştirmek pek
mümkün olmaz.
Kredi alanlar, ayrıca yüksek kâr elde etmek
zorundadırlar. Çünkü kazançları, ödeyecekleri faiz miktarının altına düşerse
iflasa varan sıkıntılar baş gösterir. Zira banka, kredi kullananın hiç bir
riskini kabul etmez.
Özel finans
kurumu kredi vermediği için bu tür sıkıntılara sebep olmaz. O,
müşterileriyle ya alım satım akdi, ya ortaklık (mudarebe, müşareke) ya da
finansal kiralama yapar. Alım satım normal seyri içinde yürüyeceği için
müşteriye ek külfet yüklemez. Borcun gecikmesi halinde temerrüt faizi de olmaz.
Özel finans
kurumu ile orta ya da uzun vadeli ortaklık yapılabilir. Yatırımın her
türlü riskine finans kurumu da katılacağı için yatırımcı, doğabilecek
tehlikeyi tek başına göğüslemek zorunda kalmaz.
11- Özel finans
Kurumu bankadan daha rahat bir ortamda çalışır.
Banka, çoğunlukla borçlarına karşılık %10 gibi bir
ihtiyat bulundurup diğer paralarını kredi olarak dağıtır. Bu sebeple ekonomik
yönden sıkıntılı yıllarda meydana gelen ani mevduat azalışları bankayı zora
sokar. Hele bu iş için banka ihtiyatları kafi gelmezse mevduat sahipleri
arasında bir panik meydana gelir ve sonuçta bir çok banka batar.
Özel finans kurumunda böyle sıkıntılar yaşanmaz.
Çünkü bu sistemde katılma hesabı sahiplerinin her biri kurumun iş ortağıdır.
Parasını çekmek isteyenin ortaklık şartlarına uyması gerektiğinden ne kurum
sıkıntıya girer ne de panik doğar. Eğer ortada bir zarar varsa buna hesap
sahibi de katlanır.
12-Özel finans kurumu gerçek kazanç elde etme imkânı
verir.
Mevduat sahiplerinin bankadan aldıkları faiz, çoğu zaman enflasyonun altında kalır. Bu sebeple onlar
enflasyonun gönüllü kurbanı sayılırlar. Meselâ Türkiye’de l935’te tahvile
para yatırmış birinin % 7 net bileşik faiz hesabıyla gelirini de ana paraya
eklediği halde 1975’te mal varalığı İstanbul Ticaret Odası endekslerine göre
eksi değerinin % 17’si olduğu hesabedilmiştir[97].
Bu kişi % 83 oranında kayba uğramış olmaktadır. Aslında bu tablo her yerde
buna yakındır. Halkın tasarruflarının miktarı daima düşmektedir. Meselâ 1910 yıllarında dünyada toplam
tasarrufun % 80’i halkın biriktirdiği paralardan oluşmakta iken 1960’larda bu
oran % 42-45 civarına inmiştir[98].
2000 yılının Türkiye'sinde halkın tasarrufunun toplam tasarrufa oranı iyice
azalmıştır.
Özel finans
kurumları, katılma hesabı sahiplerine kârdan pay vadederler. Kâr etmiş
sayılabilmeleri için mevcut enflasyonun üzerinde bir gelir temin etmeleri
icabeder. Bu sebeple finans kurumlarının görevleri hem ellerinde
bulundurdukları paraları enflasyona karşı korumak hem de o paralarla gerçek
kâr elde ederek katılma hesabı sahiplerine bundan pay vermektir. Çünkü
kendileri ancak gerçek kârdan pay alabilirler.
IV-
ÖZEL FİNANS KURUMUNUN İŞLEYİŞİ
Özel Finans Kurumu, fonlarını emek-sermaye ortaklığı
(mudarebe) ile toplayıp akıllı ve ilerisini düşünen bir tüccar sıfatıyla
kullanır, ayrıca bankacılık hizmetlerini yürütür. Faizsiz mali aracılık da
yapabilir.
A-
Malî Aracılık
Malî aracılık, tasarruf sahiplerine güven vererek
ellerindeki paraları toplayıp belli esaslara göre işletmektir.
Özel finans kurumları hem vadeli hem de vadesiz fon
kabul ederler. Vadeli fonlar mudarebe esaslarına uygun olarak alınır.
Bunların önemli bir bölümü, müşterilerin talep ettikleri malları almak için
kullanılır. Genellikle peşin parayla aldıkları malı vadeli olarak
sattıklarından müşterilerinin durumunu iyice araştırmak, onlardan kefil,
rehin vs. gibi teminatlar almak zorunda kalırlar. Bundan başka aşağıda
belirtilen selem, ıstısna, mudarebe, müşareke, ithalat, ihracat, finansal kiralama
gibi işlemleri de yaparlar. Ortaklıklar kurar veya sanayiin ihtiyacı olan
takım, teçhizat, hammadde vs. alıp onlara vadeli olarak satarlar. Böylece
finans kurumları tasarruf sahipleri ile ona ihtiyaç duyanlar arasında bir mali
aracılık yapmış olurlar.
Vadesiz fonlar ödünç
esaslarına uygun olarak alınır. Kurum isterse bu parayı kullanır. Bundan
dolayı fon sahibine bir kâr vermez. Vadesiz fon sahibi istediği zaman parasını
çekebilir.
B-
Faizsiz Finansman Yolları
Finansman (financement) sözlükte
"gerekli parayı verme" anlamına gelir[99].
Finans kurumları, gerekli parayı sadece ortaklık yoluyla verebilirler. Bunun
dışında paraya ihtiyacı olanlara para değil, o parayla almak istedikleri mal
veya hizmeti alıp onlara satarak yardımcı olabilirler. Bu, paraya olan ihtiyacı
faize girmeden karşılama imkanı verir. Bunu, para temini ve mal temini ve
hizmet temini diye üçe ayırabliriz.
1- Para temini
Ortaklık sisteminde para temini, yani finansman
sadece mudarebe ve müşareke yoluyla olabilir.
a- Mudarebe
Mudarebe, bir taraftan sermaye,
diğer taraftan emek olmak üzere kurulan bir ortaklıktır. Elde edilecek kârın
hangi orana göre pay edileceğini önceden belirlemek şarttır. Böylece parası
olduğu halde onu işletemeyenlerle iş yapma kabiliyeti olduğu halde parası
olmayanlar mudarebe ortaklığı ile bir araya gelmiş ve her iki tarafın
ihtiyacı da karşılanmış olur.
Bir iş için gerekli sermayenin tamamını finans
kurumu verir, ikinci taraf da işe yalnız emeği ile ortak olursa bu bir mudarebe
olur. Kurum, iş bitiminde sermaye ile birlikte kendine düşen kârı alır. Kâr
yoksa yalnızca sermayeyi alır. Böylece risk, dengeli olarak paylaşılmış olur.
Finans kurumu, parasından bir gelir elde edememiş, işletmeci de çalışmasının
karşılığını alamamış olur. Zarar olursa, mudarebede zarar sermayeye
yükleneceğinden finans kurumu bu zararı kabul eder.
b- Müşareke
Müşareke ile her türlü ticari ve
sınai ortaklık kastedilir. Müşarekede taraflardan her biri az veya çok
sermaye koyar. Sermayelerin birleşmesi daha büyük iş yapma imkanı verir. Elde
edilen kazanç tarafların önceden yaptıkları anlaşmaya göre bölüşülür.
Finans kurumlarının yaptığı ticari ortaklıklar,
belli işlerin yapılıp bitirilmesi ile sınırlı kalır. Yani bir malın alım
satımı, üretimi veya pazarlanması için çoğunlukla bir işlemlik ortaklık
kurulur. İş bitince ortaklık sona erer. Bir ticaret veya sanayi kurumunu
işletmek üzere ortaklık kurulmasına da
bir engel yoktur[100].
Ortaklık, ister mudarebe, isterse müşareke şeklinde
olsun, parayı tehlikeye atmak olur. Ama ekonomik hayatta tehlikesiz iş
yoktur. Alınan bütün teminatlara rağmen banka kredilerinin dahi geri dönmeme
tehlikesi daima vardır. Mudarebe ve müşarekede tehlike daha fazladır ama kazanç
umudu da fazladır. Bu umut, insanları o tehlikeye girmeye zorlar.
Unutmamalıdır ki, ortaklıklar, ekonomik hayatın motorlarıdır. Onlar olmasa ne
bankanın kredi vereceği ne de finans kurumunun iş yapacağı kuruluş kalır. Banka
ve finans kurumu da birer ortaklıktır. Banka da ortaklık sistemine göre kurulur
ve ortaklık sisteminin kurumlarından yararlanarak çalışmalarını sürdürür.
Ortaklıklardan doğacak tehlikeyi azaltıcı ve kazanç
ihtimalini artırıcı tedbirler alınabilir. En önemlisi riski yaymak
olmalıdır. Bunun için her bir ortaklığa ayrılacak sermayeyi sınırlı tutup müşareke
ve mudarebe sayısını artırmak gerekir. Böylece birinin zararını diğerlerinin
kârlarıyla karşılayıp karlı duruma geçmek kolay olur.
Mudarebede proje ile ilgili detaylar ortaya konmalı
ve paranın projeye uygun harcanması denetlenmelidir. Çünkü mudarib iyi
denetlenmezse gerekli titizliği gösteremeyebilir.
Müşarekede ise ortakların daha çok sermaye koymasına
dikkat etmeli ve yönetimde etkili konuma gelmelidir. Ortakların daha çok
sermaye koyması ellerini taşın altına sokmalarına sebep olacağından kâr
ihtimali yüksek olur.
2- Mal temini
Finans kurumu peşin fiyatla mal satmaz. Çünkü peşin
parası olan gider, malı başkasından alır. Finans kurumuna gelenler, kendi
paraları olmadığı için gelirler. O, bunların istedikleri malı piyasadan
alır ve onlara satar veya kiraya verir. Bu sebeple finans kurumunda mal temini;
vadeli satış, selem, ıstısna ve finansal kiralama (leasing) yollarıyla olur.
a- Vadeli satış (mürabaha)
Malın peşin satılması arzu edilse de veresiye
satışlar vazgeçilemez bir ihtiyaçtır. Cebinde parası olmayan bir memur, maaş
gününe kadar aç bekleyemez, ihtiyacını veresiye alım yaparak giderir. Bu
ihtiyacı, zaman zaman herkes duyabilir. Malların peşin fiyatı ile vadeli fiyatı
arasında fark olabilir. Bu fark faiz değildir.
Bir alım satımda, satıma konu olan mal mevcut ve
belli olur, fiyatı konusunda taraflar anlaşır, taksit miktarları ile ödeme
günleri belli olursa bu, geçerli bir satış olur. Artık o malın peşin fiyatı ile
vadeli fiyatının farklı olmasının önemi olmaz[101].
Finans kurumları, bazı kişi ve kuruluşlara bu
şekilde mal temin etmekte ve peşin fiyatla aldıkları malları bunlara vadeli
olarak satmaktadırlar. Böylece satıcı, malı peşin satma imkanını, alıcı da
ihtiyaç duyduğu bir malı veresiye satın alma imkanını elde etmiş olur. Bu
satışa murabaha adı verilir.
Murabaha, ister peşin, ister
veresiye olsun bir malın maliyetinin ve ondan elde edilen kârın borçluya tam
olarak söylenmesi suretiyle yapılan satıştır. Müşteri, finans kurumunun ne
kadar kâr ettiğini ayrıntılarıyla bildiği için böyle bir satışa fıkıhta murabaha
denir. Ama bizde murabaha kelimesinin kötü bir geçmişi vardır. Osmanlılar bu
kelimeyi muamele-i şer'iyye karşılığı kullanmışlardır.
Muamele-i şer'iyye, faizli
kredi almanın hileli yollarındandır. Burada alacaklıya sağlanan menfaat, alım
satımdan doğmuş bir kâr şekline sokulur. Mesela kişi bir malını, borç verecek
olanın önüne koyar ve "Bunu sana 10.000 liraya sattım." der, o da onu
satın ve teslim alır ve parayı öder. Sonra ona; "Bu malı, bedelini bir
yıl sonra ödemem şartıyla bana 11.200 liraya sat." der, o da satar.
Böylece istediği 10.000 lirayı elde etmiş, sattığı mal tekrar kendine dönmüş ve
karşı tarafa, bir yıl sonra ödeyeceği 11.200 lira borçlanmış olur. Bunun bir
çok usulü vardır. Osmanlı döneminde kurulan bankalardan Emniyet Sandığı'nda
bir cep saati varmış. Kredi alanların ödeyecekleri faizi meşrulaştırmak için
hergün defalarca satılır, müesseseye hibe edilirmiş. O zaman bu gibi yöntemlerle
çalışan çok sayıda para vakfı vardı. Bunlar halka kredi verir, alacakları faizi
göstermelik satışlarla meşrulaştırırlardı.
Muamele-i şer'iyye faize
kılıf uydurma olduğu için halk vicdanı buna tepki duymuş ve murabaha kelimesi
zamanla faizcilik ve tefecilik anlamında kullanılmıştır. Fahiş faizle borç
verip halkı soyan insafsız bankere murabahacı adı verilmiştir[102].
Dilimizdeki bu murabaha ile finans kurumlarının murabahası arasında kelime
benzerliği dışında bir benzerlik yoktur.
b- Selem
Selem, para peşin ve mal veresiye
olmak üzere yapılan bir satım akdidir. Veresiye satışın tam tersine işler.
Selemde malın cinsinin, nev'inin, özelliklerinin, miktarının, bedelin
miktarının, teslim yerinin ve teslim tarihinin akit sırasında tespiti şarttır[103].
Şartlarına uygun olarak yapılan bir selem akdi sebebiyle ileri bir tarihte
üretilecek mallar şimdiden satılmış ve ihtiyaç duyulan para elde edilmiş olur.
Diğer taraftan müşteri de ileri bir tarihte ihtiyaç duyacağı malı şimdiden
satın almış ve taraflar faize girmeden ihtiyaçlarını karşılamış olurlar.
c- Istısna
Bu bir sipariş akdi, bir şeyi yapmak üzere
imalatçı ile yapılan anlaşmadır. Istısna’ın selemden farkı, paranın peşin
verilmesinin şart olmaması ile malı teslim tarihinin kesin olmamasıdır. Bu
şekilde imalatçı, imal edeceği mal için ihtiyaç duyduğu parayı elde ettiği
gibi onu satmayı da sağlama almış olur. Müşteri de kendisine lazım olan malın
siparişini vermenin rahatlığı içinde bulunur.
Finans kurumunun devreye girmesiyle müşteri
siparişini finans kurumuna, finans kurumu da imalatçıya verir. Malın
üretilememesi veya üretimin isteğe uygun olmaması halinde müşteri finans kurumunu
sorumlu tutar. Bu durumda finans kurumu o malı bir başka yerden temin edip
müşteriye vermek zorunda kalır. Finans kurumu da imalatçıyı sorumlu
tutar.
d- Finansal kiralama (leasing)
Finansal kiralama, bir malı satın alarak ona ihtiyaç
duyan kişi ve kuruluşlara kiralamaktır. Bu, faize girmeden yatırım yapma
imkanı sağlar. Kiralama ya normal şekilde, ya da mülkiyetin devriyle
sonuçlanacak bir şekilde yapılmaktadır.
Normal kiralama, kiraya
verilen malın, kira müddeti bitiminde geri alınması şeklinde olur. Meselâ bir
leasing şirketi, sanayicinin ihtiyaç duyduğu bir fabrika binasını yaptırır
veya satın alır, ona 10 yıllığına kiraya verir. Süre sonunda sözleşme yenilenmezse
binayı geri alır. Şirketle sanayici arasında bu konuda bir ön sözleşme
yapılabilir. Böylece taraflar, karşılıklı taahhüde girmiş olurlar. Bu taahhüd
taraflardan birinin diğerini zarara sokmasını önleyecek biçimde
yapılabilir. Fabrikanın kurulması için
gerekli takım ve tezgahlar vs. de aynı usulle alınıp kiralanabilir.
Mülkiyetin devriyle sonuçlanan kiralama ise satım ile
kiranın birleşmesinden doğan yeni bir akit sayılmaktadır. Buna göre, kiralanan
mal 100 hisse itibar edilirse ilk taksitte bunun 1 hissesisinin bedeli, 99
hissesinin kirası alınır. Yani yapılan her ödemenin bir kısmı mal bedeli, bir
kısmı da kira bedeli olur. Taksitler ödendikçe kiracının o maldaki payı artar.
Bu pay yüzde yüze ulaşınca kiracı, malın
sahibi olur.
Bize göre bu, vadeli satıştan başka bir şey değildir.
Bu sebeple hukuki ilişkiler, vadeli satışa göre düzenlenmelidir.
3- Hizmet temini
Finans kurumu, banka gibi kredi kuruluşu değil, mal
ve hizmet satan ticari bir kuruluştur. Bu sebeple mal ve hizmet satan kuruluşlar
ne iş yaparlarsa finans kurumu da o işleri yapar.
Finans kurumu taşeronluk yapabilir. Mesela, bir
işletmenin bazı hizmetlerini belli bir meblağ karşılığında belli bir süre için
üstlenebilir. Bu süre içindeki İşçi ücretlerini ve sabit giderleri karşılar.
Böylece nakit sıkıntısı içinde olan veya elindeki nakitleri bir başka işte
kullanma durumunda olan işletme, bu ihtiyacını faize girmeden karşılamış olur.
Yine bir reklam ajansı gibi çalışıp, basın ve yayın
organlarından aldığı reklamları pazarlayabilir.
Bir oteli veya seyahat şirketini belli bir süre için
kiralayarak bu süre içindeki bütün gelirlere sahip olabilir.
Finans kurumu, meşru ölçüler içinde her türlü hizmeti
yapabileceği için büyük bir iş sahasına hizmet satabilir.
C-
Bankacılık Hizmetleri
Emanet kabulü,
ikraz (ödünç verme), istikraz (ödünç alma), banka havalesi, senet
tahsili, poliçe, kredi mektubu, banka kartı, çek, banka teminat mektubu, kredi
kartı, aval, kambiyo işlemleri, altın ve gümüş alım satımı (sarf), gibi bankacılık
hizmetleri, bir komisyon karşılığında faizsiz olarak yürütülebilir. Burada bu
hizmetler ele alınacaktır.
1- Emanet kabulü
Bankalar, menkul değerleri ve bir kısım kıymetli eşyayı
emanet olarak kabul edip saklarlar. Bunun için kiralık kasalar bulundururlar.
Kıymetli eşyanın güvenli bir şekilde saklanması zaman
zaman ciddi bir ihtiyaç olur. Hz. Muhammed, ona dua ve selâm olsun, Allah'ın
Elçisi olmadan önce Mekkeliler ona güvenir, para ve kıymetli eşyalarını onun
yanında saklarlardı. Bu özelliğinden dolayı kendisine el-Emîn (güvenilir kişi)
lakabı verilmişti. Allah'ın Elçisi olduktan sonra kimi Mekkeliler, her ne
kadar inanmamış ve karşı gelmiş olsalar bile ona olan güvenlerini yitirmemişlerdi.
Allah'ın Elçisi Mekke’den Medine’ye hicret ederken yanındaki emanetleri Hz.
Ali’ye (r.a.) teslim etmiş ve onları sahiplerine ulaştırmasını istemişti[104]
Hz. Ali, bu malları teslim ettikten sonra Medine’ye hicret etmişti.
2- Mevduat kabulü
Saklanması için bırakılan şeye vedîa () denir. Mevduat, mevdûe'nin çoğuludur, vedîa olarak
bırakılmış mallar anlamına gelir. Bankaya yatırılan paralara da mevduat denir.
Bu paralar fıkıh bakımından mevduat değildir.
Çünkü mevduatın korunması ve kullanılmaması
gerekir. Zayi olması halinde bakılır, eğer onu kabul eden kişinin bir kusuru
yoksa tazmin etmez. Halbuki, bankalar bu paraları kullanma hakkına
sahiptirler. Zayi olsa, bankanın kusuru var mı, yok mu diye bakılmadan para
sahipleri, onları bankadan isteyip alabilirler. Bu sebeple bankalara mevduat
yatırmak onlara ödünç vermek yani ikrazda bulunmaktır.
Ödünç (karz), mislini
geri almak için mislî bir malı vermek üzere yapılan sözleşmedir.
Mislî mal, değerini
etkileyen önemli bir fark olmaksızın çarşı pazarda dengi bulunabilen maldır.
Borçlu, borç aldığı malın aynısını değil, mislini yani dengini vermekle yükümlüdür.
Karz için tesbit edilen vade de
alacaklıyı bağlamaz[105].
Gerek finans kurumlarında ve gerekse bankalarda
bulunan vadesiz hesaplar müşteriler tarafından bu kuruluşlara ödünç
verilmiş paralardır. Bu kurumlar o paraları kullanıp gelirinden yararlanabilirler.
Emanet bırakılan bir mal, emanetçinin kusuru olmadan
zayi olsa emanetçiye ödettirilmez[106].
Bir de emanetçi bu malları sahibinin izni olmadan kullanamaz. Halbuki karz
(ödünç) öyle değildir. Ödünç alınan şey, hiç kullanılmadan ve bir kusur
işlenmeden zayi olsa borçlunun onu ödemesi gerekir.
Karz, her zaman istenip
alınabileceğine ve zayi olması halinde tazmin ettirilebileceğine göre
tasarruf sahibi, parasını emanet bırakmak yerine karz olarak vermeyi tercih
eder. Karz olarak bırakmak karşı taraf için de yararlıdır. Çünkü bu takdirde
o, parayı kullanabilecek ve ondan faydalanacaktır.
Sahabeden Zübeyr b. Avvam (r.a.), güvenilir
kişilerdendi. Halk, kıymetli mal ve paralarını ona emanet ederdi. Oğlu Abdullah
b. Zübeyr’in (r.a.) bildirdiğine göre kendisine bir şeyi emanet bırakmak isteyene
şöyle derdi:
- Hayır. Sadece ödünç olarak kabul edebilirim, çünkü
zayi olmasından korkuyorum.
Zübeyr b. el- Avvam’ın[107]
yanında bu şekilde iki milyon ikiyüzbin dirhem birikmişti[108].
4.35 gr.lık bir Bizans altını o devirde on dirhem değerinde olduğu için
biriken para, 220.000 adet Bizans altını eder. Bu, önemli bir meblağdır.
Bankalara verilen vadesiz mevduat karz, yani onlara
verilmiş ödünçtür.
3- İstikraz (ödünç alma)
Kısa vadeli para ihtiyacı istikraz yoluyla
karşılanabilir. Ödünç bazen sadakadan efdal olur. Faizsiz verilen ödünce karz-ı
hasen denir.
Finans kurumları, bazı müşterilerine, herhangi bir
menfaat beklemeksizin ödünç verebilirler. İstismara açık olan bu imkanı çok
dikkatli kullanmak gerekir.
4- Banka havalesi
Banka havalesi, bir kimsenin kendi adına, diğer bir
kimseye para, kıymetli evrak ya da benzeri şeyleri vermeye bir üçüncü kişiyi
yetkili kılmasıdır. (Borçlar Kanunu m. 457). Bu, fıkıh açısından havale değil,
bir vekâlet işlemidir. Banka havalesi yaptıran kişi bu konuda bankayı kendine
vekil etmiş olur. Çünkü vekil, başkasının bizzat yapması gereken bir işi yüklenir
ve kendini o konuda onun yerine koyar. Mesela birine bir miktar para verecek
olan, o parayı bir başkası aracılığıyla da verebilir. Bu başka kişi o şahsın
vekili olur. Fıkıh açısından havale poliçe konusu işlenirken anlatılacaktır.
Gerek şehir içinde ve gerekse şehirler arasında para
taşıyanlar, gönderenin vekili olur. Vekilin elindeki şeyler emanet olacağı
için bir kusuru olmadan bunlar kayıp ya da telef olursa vekilin onu ödemesi gerekmez.
Vekil, elindeki emanetleri kendi malına katamaz ve
kendi işi için kullanamaz. Eğer böyle yaparsa
kaybolma veya telef halinde, kusurlu olup olmadığına bakılmaksızın
onların bedelini ödemesi gerekir. Bugün finans kurumları ve bankalar havale
için aldıkları paraları kendi paralarına katmakta ve kısa bir süre için de
olsa, kendi işleri için kullanmaktadırlar. Bu sebeple onların aracılığı ile
havale edilen paraların çalınması veya zayi olması halinde bedelini ödemeleri
gerekir.
5- Senet tahsili
Banka veya finans kurumu, alacaklı adına borçlunun
parasını tahsil eder. Gerek senet tahsili ve gerekse banka havalesi için
alınan ücret vekalet ücretidir.
6- Poliçe
Poliçe, İtalyanca polizza'dan alınmıştır[109].
Fıkıh kitaplarında geçen el-bolîsa ()[110]
da o kelimeden alınmış olmalıdır. Ömer Nasuhi BİLMEN buna poliçe demiştir[111].
Ancak el-bolîsa poliçeden biraz farklıdır, süftece anlamındadır.
Süftece, banka kartı başlığı altında gelecektir.
Poliçe, bir alacaklının borçlusuna hitaben
düzenlediği bir kambiyo senedidir. Bu senet, borçlunun belli bir tarihte ödeyeceği
bir borcu, üçüncü bir kişiye ya da onun havale edeceği başka bir kişiye ödemesi
emrini içerir.
Kambiyo senedi, bono, çek ve poliçeye verilen ortak
addır. (TK 582). Bunlara ticari senet de denir.
Bir poliçede, keşideci, muhatap ve lehdar'dan oluşan
üç taraf vardır. Keşideci poliçeyi düzenleyen alacaklı, muhatap ödemeyi yapacak
olan borçlu, lehdar da senedi teslim alan üçüncü kişidir. Muhatap ödemeyi ona
yapar.
Muhatap poliçeyi kabule zorlanamaz, ama kabul edince
ilişkinin bir tarafı haline gelmiş olur. Lehdar poliçeyi vadesinden önce ciro
edip bir başkasına teslim edebilir. Böylece o, poliçeden doğan bütün haklarını
devretmiş olur.
Ciro, ticari senetleri veya
çekleri, arka yüzüne imza atmak suretiyle devretmektir. Ciro eden lehdara ciranta
denir. Bu imza ile o, muhataba, bu borcu yeni bir lehdara ödemesi için talimat
vermiş olur. Cironun usulüne uygun olması için cirantanın imzası yeterlidir.
Senedi rehin bırakmak amacıyla da ciro yapılabilir. Bu takdirde senedin
arkasına "bedeli teminattır" veya "bedeli rehindir" gibi
bir ibare yazılır. Poliçede bir çok ciranta bulunabilir. Poliçe, muhatap
tarafından ödenmezse bütün cirantalar, senedi en son elinde bulunduran hamile
karşı zincirleme kefil sayılırlar.
Poliçe, fıkıh bakımından bir havaledir. Fıkıhta
havale, borcu bir zimmetten diğerine nakletmek, yani borcu ödeme yükünü
başkasına yüklemek demektir.
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, şöyle
demiştir:
Sizden
biri ödeme gücü olana yönlendirilirse o, ona yönelsin[112].
Ödeme gücü
olanın borcunu geciktirmesi zulümdür. Kim (borçlusu tarafından) ödeme gücü olan
birine havale edilirse onu kabul etsin[113].
Havalede üç taraf bulunur. Birincisi havaleyi yapan
borçlu (muhîl), ikincisi havaleyi kabul eden alacaklı (muhalun leh)
üçüncüsü de havale ödeyicisi (muhalun aleyh) dir. Havalenin geçerli olması
bu üçü tarafından kabul edilmesine bağlıdır. Havale yalnız alacaklı (muhalün
leh) ile havale ödeyicisi (muhalün aleyh) arasında da olabilir[114].
Muhalün aleyh (havale ödeyicisi) ya da muhalün leh (alacaklı) havale
sırasında hazır bulunmayabilir. Bunlar diğer iki kişi arasında yapılmış olan
havaleyi daha sonra kabul ederlerse havale geçerlilik kazanır[115].
Ahmet borçlu, Mehmet alacaklı, Hasan borcu ödemeyi kabul
eden üçüncü şahıs ve borç miktarı 100 lira olsun. Böyle bir işlemde genellikle
Hasan'ın da Ahmed'e aynı tarihte ödenecek 100 lira borcu olur. Normal havalede
Ahmed Mehmed'e, "Alacağını git Hasan'dan al." derken poliçe'de Ahmet
Hasan'a der ki, bana olan borcunu Mehmed'e öde. Burada ilişkilerde temel bir
değişiklik olmadığı için poliçe havale kapsamına girmektedir.
Fıkıh bakımından ciro, tekrar havalede bulunmak demektir
ki, bu mümkündür.
Cirantaların zincirleme kefil
olmalarına fıkıh bakımından bir engel yoktur. Bu durumda havale ile birlikte
kefalet işlemi de yapılmış olur[116].
Bu kefalet, poliçenin ciro edilmesi konusundaki örften dolayı kendiliğinden
olur.
Bugünki bankacılık hizmetlerinden banka kartı, kredi
mektubu ve çek düzenleme işlemleri ile menkul kıymetlerin ciro edilmesi işlemi
fıkıh bakımından birer havaledir.
7- Kredi Mektubu
Kredi Mektubu, bir
bankanın, muhtelif şubeleri ya da muhabirleri ile ilişkide bulunabilecek
müşterisine, gerektiğinde o şube veya muhabirlerinden para çekme imkanı vermek
üzere düzenlediği mektuptur. Buna itibar mektubu da denir.
Urvetü’l-Bâriki, Allah'ın Elçisi'nden bir şey
istemiş, o da bir alamet (nişan, simge) vererek “Hayber’deki vekilime git, bu
alamete dayanarak sana istediğini versin.” demişti[117].
Kredi mektubu da bu alamet gibidir. Hayber'deki vekil, o alameti görünce bu
şahsa nasıl ödeme yapmışsa, bankalar da, ilgili bankanın veya finans kurumunun
kredi mektubunu görünce o şahsa ödeme yapmaktadırlar. Bu tür hizmetlere her
zaman ve her yerde ihtiyaç duyulur.
Kredi mektubu düznelemeye karşılık alınan ücret bir
hizmete karşılık alınmış ücrettir.
8- Banka Kartı
Banka kartı, bankanın
müşterisine verdiği bir çeşit kimliktir. Üzerinde müşterinin adı, hesap
numarası, fotoğrafı, imzası ve kartın geçerlilik süresi yazılır. Bu kartla
birlikte kullanılabilecek bir de çek karnesi vardır. Banka şubeleri bu çekleri
belli bir miktara kadar provizyon almadan yani hesabında para olup olmadığını
araştırmadan kabul ederek ödeme yaparlar.
Hem banka kartı hem de kredi mektubu düzenleme birer
havale işlemidir. Alacaklı durumda olan müşteri muhalün leh, kredi mektubunu
ya da banka kartını veren muhîl, ödemede bulunan banka da muhâlün aleyh‘tir.
Buna fıkıhta süftece veya bolîsa () denir. Süftece, bir yerde verilen bir paranın, bir ödüncün
bir ödeme emri ile diğer yerde tahsil edilmesidir. Bir kimse, bulunduğu yerde
bir tüccara bir miktar para verip ondan aldığı ödeme mektubuyla bu parayı
gideceği yerdeki tüccardan ya da başka birinden alacak olsa bir süftece işlemi yapılmış olur.
Mekke’de Abdullah b. Abbas (r.a.) Kufe’ye
süftece yazmak üzere dirhemler kabul
ederdi. Abdullah b. ez-Zübeyr de Mekke’de bazı kişilerin dirhemlerini alır ve
Irak’ta bulunan kardeşi Mus’ab b. ez-Zübeyr’e süftece yazardı. Bunlar o süfteceyi
götürür Mus’ab’tan paralarını alırlardı. O zaman böyle işlemler yapılırdı[118].
Süftece, daha çok yol tehlikesini ve para taşıma külfetini ortadan kaldırmak
için yapılırdı. Para, süfteceyi yazacak kişiye borç olarak verilirdi. Süfteceyi
yazan kişi muhîl, onu götüren kişi muhalün leh, süfteceyi kabul edecek olan
muhatap da muhalün aleyh durumundadır.
9- Çek (check, cheque)
Kelimenin aslı Arapça sakk () tır[119].
Günümüz Arapça’sında çek yerine şîk (
) kelimesi kullanılır. Bankalar ve finans kurumları, vadesiz
hesabı olan bazı müşterilerine çek koçanı vererek çek kullanmalarına imkan
sağlarlar.
Çek, ödeme emri olarak yazılan bir belgedir. Çek
sahibi parasını önceden vadesiz olarak yatırıp alacaklı duruma gelir. Bir mal
ya da hizmet almak veya borç ödemek için bir çek yazıp alacaklısına verir.
Alacaklı da bu çeki vererek finans kurumundan alacağını tahsil eder.
Çekle yapılan işlem, fıkıh bakımından bir havale
işlemidir. Çeki yazan muhîl, çeki alan muhalün leh, banka veya finans kurumu
da muhalün aleyh olur.
İranlı seyyah Nasır Hüsrev, 11. asırda (437-444 h./
1045-1052 m. senelerinde) yaptığı gezilerle ilgili anılarını yazdığı
Sefernâme adlı eserinde, Basra’da gördüğü bir olayı şöyle anlatır:
“..Basra’da sabahleyin Huzaa çarşısında, öğleyin
Osman çarşısında, akşamleyin de Kaddâhîn çarşısında olmak üzere günde üç
pazar kurulur. Pazarda işlem şöyledir: Herkes parasını sarrafa vererek ondan
sakk (çek) alır. Sonra lazım gelen her şeyi satın alır ve bedelinin ödenmesini
sarrafa havale eder. Müşteri şehirde kaldığı süre içinde sarrafın sakk’ından
başka bir şey kullanmaz[120].”
Ahmed Emin’in bildirdiğine göre hicrî IV. asır
ortalarında Halep Devleti Emiri olan Seyfüddevle el-Hemedânî, bir sarrafa hitaben
ilk çek keşidesi yapmış kişidir. Bu çek, Seyfüddevle’nin Bağdat’ı ziyareti sırasında
Bağdat’lı bir sarrafa hitaben yazılmıştır[121]
.
Çek kullanma halk arasında yaygınlaştıktan sonra
edebi eserlerde keşide edilmiş çeklerle ilgili parçalara rastlanır olmuştu[122].
Şair Cehza () el-Bermekî (234-324 h./848-936 m.) karşılıksız çeklerle
ilgili olarak iki beyt söylemiştir.
Ödülleriniz parmaklarla ve elle yazılan kağıt
parçaları ise
O kağıtlar bir fayda sağlamaz. İşte benim yazım, alın
onu bin tane bine[123].
Mal ve hizmet akışı önemli ölçülere vardığı zaman,
alınan malın ve yapılan hizmetin bedelini ödemek için büyük meblağlar bulundurmak
ve bunları bir şehirden diğerine ya da bir ülkeden diğer ülkeye nakletmek
gerekir. Taşıma güçlüğü yanında bunların çalınma ve kaybolma tehlikesi de
vardır. Eğer eskiden olduğu gibi ödemeler altın ve gümüş para ile yapılacak
olsa, buna bir de bu paraların ağırlık ve ayarlarını bilme ihtiyacı eklenir.
Bankalar ve finans kurumları bu açıdan önemli hizmetler sunmaktadırlar.
Verilen borca karşılık para taşıma külfetinden ve
yol tehlikesinden kurtulma nimetini elde edilmektedir ki, fıkıh bakımından bu,
ödünçten sağlanan bir menfaattir. Menfaat sağlayan her ödünç faiz sayıldığı
için bazı fakihler bunun caiz olmayacağını belirtirken bir kısmı da mekruh
saymıştır. Ancak para, ödünç olarak verilirken bir süftece yazma ya da sakk
(çek) verme şartı koşulmazsa bir sakıncası görülmemiştir[124].
İmam Malik’e şöyle bir soru soruldu:
- Bir kişi başka bir şehirde ödemek üzere birinden
ödünç dinarlar ve dirhemler alsa ne olur ?
İmam Malik dedi ki: “Borç veren kişi, arkadaşına
iyilik etmek ve kolaylık sağlamak istemiş de Iraklıların süftecelerle yaptığı
gibi kendisi için (o beldede ödemeyi) garantilesin diye vermemişse onda bir
sakınca görmem[125].”
Hanbelî mezhebine göre “Kişinin, kendi lehine bir
süftece yazılması şartıyla borç vermesi caizdir. Ancak buna karşılık bir şey
alması doğru olmaz[126].”
Çünkü her iki taraf da bundan yararlanır ve bunun taraflardan birine bir zararı
olmaz. Zaten şeriat bir zarar doğurmayan iyi şeyleri yasaklamaz, aksine meşru
kılar[127].
Bize göre günümüzde para nakillerinde yaygın bir
zorunluluk (umûm’ul-belvâ[128])
olduğu ve süftece yazmayı engelleyecek bir ayet veya hadis de bulunmadığı
için bunda bir sakınca yoktur.
10- Banka teminat mektubu
Bankanın, bir kişi ya da kuruluş adına belli bir
meblağa kadar doğacak borcu, belli süre için üstlenmeyi kabul ettiğine dair verdiği
belgeye banka teminat mektubu denir. Bu, her ne kadar kefâlet işlemine benzese
de kefâletten farklıdır. Çünkü kefâlet bir şahsın borcunu üstlenmek ve o
borcun borçlu ile birlikte kendinden istenmesini kabul etmektir. Kefâlette
kefil olunan kişi aleyhine doğmamış olan bir borç kefilden istenemez, ama teminat
mektubunda istenebilir. Meselâ bir yerden 1 milyon TL. tutarında veresiye mal
alacak olan kişi, oraya bir teminat mektubu verse de henüz hiçbir şey satın
almamış olsa, orası mektupta yazılan meblağı ilgili kurumdan alma hakkına sahiptir.
Bu durum fıkıh bakımıdan kabul edilemez.
Kefâlet iyilik ve teberru sayıldığı için bundan ücret
alınması caiz görülmemiştir[129].
Kefâlet, kefilin söylediği bir söz ile
tamam olur. Bunun için bir belge düzenlenmesi şart değilidir. Ama teminat
mektubu, adı üstünde bir mektup, özel ifadeler içeren bir belgedir. Bu belgeyi
herkes değil, belli finansal kuruluşlar düzenleyebilir. Bunlar hayır kurumları
değildir. Bu sebeple banka teminat mektubu düzenleme işi, bir kişinin bir başkasına
kefil olmasından farklıdır. Bu sebeple banka teminat mektubundan komisyon
alınabilir.
Belge düzenleme, ücretle yapılabilecek işlerdendir.
Nitekim bir fakih verdiği fetva karşılığında ücret alamaz, ama fetvasını bir
kağıda yazdığı takdirde bundan ücret alabilir[130].
Çünkü “Bizzat tecviz olunamıyan şey bi’t-teba tecviz olunabilir[131].”
Yani tek başına yapılması caiz olmayan bir iş, başka bir şeye bağlı olarak
yapılabilir. Fetvasını bir kağıda yazan fakihin alacağı ücret bir katiplik
ücreti değildir. Katip, hazır bir belgeyi yazar. Ama fakih yeni bir belge
hazırlar. Kefalet belgesi düzenlenmesi halinde de ücret alınabilir.
11- Akreditif
Akreditif, bir ithalatçının, yabancı ülkede bulunan
satıcıdan alacağı malın bedelinin tamamına veya bir kısmına bir bankanın
kefil olmasıdır. Banka böylece, bir taraftan ithalatçıyı desteklemiş, bir
taraftan da ithal edilecek malın bedelinin ödeneceğine dair diğer ülkedeki
satıcıya güven vermiş olur. Bu, dış ticarette önemli bir işlemdir. Böyle bir
kefâlet caizdir.
Akreditif açmak için gerekli muameleleri yapma
karşılığında komisyon alınabilir. Çünkü bu yalnızca bir kefâlet değil, içinde
kefâlet de bulunan bir işlemler bütünüdür.
12- Kredi kartı
Kredi kartının üzerinde sahibinin adı, soyadı, kartın
numarası vs. bulunur. Taklit edilmemesi için çeşitli tedbirler alınır. Bu kartı
veren kuruluş kart sahibinin belli
yerlerden belli miktara kadar alacağı malların bedelini ödemeyi kabul
etmiş sayılır.
Meselâ A bankası B isimli müşterisine 1 milyon ile
sınırlı kredi kartı vermişse B’nin belli yerlerden 1 milyona kadar
yapacağı alımların bedelini ödemeyi
kabul etmiş olur. B gider, kredi kartını kabul eden C mağazasından 1000 liralık
mal alır ve bu iş için hazırlanmış fişi imzalarsa C mağazası bu fişi ilgili
banka şubesine ya da muhabirine ibraz ederek parasını alır. Sonra kredi kartı
sahibi aldığı malın bedelini bankaya öder. İşlem bu şekliyle hem bir kefâlet[132]
hem de vekalet işlemidir.
Bankanın kefil olması, kredi kartı sahibinin satınalacağı
belli miktardaki malın bedelini ödemeyi üstlenmesinden dolayıdır. Vekil
olması da borçları takip edip kendi adına ödeme yapması için kart sahibi
tarafından yetkili kılınmış olmasındandır.
Banka, yaptığı bu hizmete karşılık bir ücret alır, bu
bir vekalet ücreti sayılır. Bu ücret, önceden kararlaştırılan oranda, satış
bedelinden kesilmek şeklinde tahsil edilir. Bu çoğu zaman, satıcının kart
sahibine yaptığı bir indirim olur. Mesela, kredi kartını kabul eden kuruluş,
100 liralık satışa karşılık bankadan 95 lira alıyorsa sattığı mal ve hizmetin
fiyatından 5 liralık bir indirimde bulunmuş sayılır. Bunu kabul etmeyen
kuruluşlar da vardır. Onlar bu farkı, komisyon adı altında müşteriden alırlar.
Kredi kartı sahibi, bankanın tanıdığı süre içinde
ödeme yapmadığı taktirde banka, faiz tahakkuk ettirir. Faize girmemek için
ödemeyi zamanında yapmak gerekir.
Faizsiz finans kurumları da müşterilerine kredi
kartı verirler. Onlar, ödemenin geciktirilmesine karşılık faiz alamazlar.
Gecikme süresi içinde para değer kaybı olmuşsa bunu alabilirler. Bunun için
sözleşmeye şart koyabilirler. Temerrüde düşen borçlulara uygulanabilecek ceza
aşağıda gelecektir.
13- Aval
Aval, Arapça havale kelimesinden Fransızca’ya
geçmiştir[133].
Ama havâle anlamında değil, borca kefil olma anlamında kullanılmaktadır.
Aval, bir poliçede ya da emre yazılı senette imzası bulunanlar ödemezse senet
bedelini o senedin hamiline ödeyeceğine dair üçüncü kişinin verdiği teminattır.
Aval veren kefil olduğu şahıs derecesinde sorumludur. (TK m. 612-614).
Aval tam bir kefalettir. Aval uygulamasında geçerli
olan şu iki husus fıkha uymaz.
a-Kefalette esas borcun geçersiz olması halinde kefil
borçtan kurtulurken aval verenin borcu, esas borç geçerli olmasa bile devam
eder.
b-Kefalette kefil, esas borçluya ait defileri[134]
ileri sürebilirken aval veren, lehine aval verdiği kişiye ait şahsi defileri
ileri sürerek borcu ödemekten kaçınamaz.
14- Kambiyo işlemleri
Kambiyo, iki ayrı ülke parasının birbiriyle
değiştirilmesidir. Buna döviz alım satımı denir. Finans kurumları bu işi
yaparlar.
Allah'ın
Elçisi Hz. Muhammed zamanında para, altından basılan dinar ile gümüşten
basılan dirhem idi. Gerek dinar ve dirhemin ve gerekse bunların maddesi olan
altın ve gümüşün kendi cinsiyle ya da birbiriyle değiştirilmesi Allah'ın
Elçisi tarafından bazı kurallara bağlanmıştır.
Para olma özelliği dışında altın ve gümüşle ortak
yanı olmayan kağıt parada dinar ve dirhemlerin alım satımındaki kuralların
geçerli olup olamıyacağı tartışmalıdır. Rabıtatü’l-alemi’l-İslâmî’nin fetva
heyeti, kağıt paraları dinar ve dirhemler gibi saymıştır. İslam Konferansına
bağlı İslam Fıkıh Akademisi’nin () 4 numaralı kararı da böyledir. Uygulama hep bu
doğrultudadır. Bize göre altın ve gümüş ile kağıt paranın ortak bir yönü
yoktur. Bu sebeple onları dinar ve dirhemler gibi saymak doğru olmaz. Bu konu
aşağıda gelecektir.
15- Altın ve gümüş alım satımı (Sarf)
Sarf, altın ve gümüş paraların birbiriyle
değiştirilmesidir. Allah'ın Elçisi Hz.
Muhammed'in hadisine göre altına karşılık altın ve gümüşe karşılık gümüş
alınırsa, değişimin eşit ağırlıkta ve peşin olması gerekir. Altına karşılık
gümüş alınırsa ağırlıklar farklı olabilir ama değişimin peşin olması şarttır.
Bu şartlara uyulmazsa faiz olur. Bu konu aşağıda Altın Gümüş ve Para Alım
Satımı başlığı altında incelenecektir.
16- Kıymetli evrak alım satımı
Bankalar, tahvil, hisse senedi ve çeşitli kambiyo
senetlerinin alım satımını yaparlar. Bu alım satımlardan bir kısmı İslâm'a
göre caiz bir kısmı da yasak ve haramdır.
Hisse senedi, bir ticaret veya sanayi kuruluşuna
ortaklığı belgeler. Bu sebeple haram işlerle meşgul olmayan kuruluşların
hisse senetleri alınıp satılabilir. Ancak menkul kıymetler borsaları haksız
kazanca yol açacak bir yapıda oldukları için bu yapı düzelmeden bu borsalardan
hisse senedi alım satımı yapmak caiz olmaz.
Tahvil faizli borç senedidir. Bu sebeple tahvil alım
satımından elde edilen gelir faizdir.
Poliçe, bono ve çekler kambiyo senetleridir. Bunlar
parayı veya borcu temsil ederler. Üzerlerinde yazılı değerden daha düşük
değerle alınıp satıldıkları için bu satışlardan elde edilen gelir faiz olur.
V-
DÖVİZ SATIŞI
Para yenilmez, içilmez, yemeğe tuz, ekmeğe hamur
olmaz. Ama yiyecek, içecek ve diğer ihtiyaçlar onunla karşılanabilir. Bu,
parayı ekonominin ana direği yapar. Bu sebeple para satışı, başka satışlara
benzemez, daha fazla dikkat ister.
Dinar ve dirhemler dolaşımdan kalkmış, yerine kağıt
para geçmiştir. Ama dolaşımda olan dinar ve dirhemle kağıt para arasındaki tek
ortak nokta para olma özelliğidir. Hadislerde, dinar ve dirhem satışına faiz
açısından yaklaşılmıştır. Kağıt para üzerinde, altın ve gümüşten daha çok
oyunlar oynanabilmekte ve insanların malı bu yolla, haksız olarak yenebilmektedir.
Enflasyon bunların başında gelir. Bu da kağıt para konusuna, dinar ve dirhemlerden
farklı olarak haksız kazanç açısından da yaklaşma zorunluluğunu ortaya
koymuştur.
Sarf ve haksız kazançla ilgili hükümleri kağıt parada
uyguladığımız zaman şu durumlar ortaya çıkar.
A- Aynı Cins
Kağıt Paraların Alım Satımı
Aynı cins paraları değiştirirken miktarların eşit ve
bedellerin peşin olması gerekir. Mesela, elinizdeki beşyüz lirayı verip yerine
ellilik almak isterseniz peşin olması şartıyla ancak on tane ellilik alabilirsiniz.
Ödemede yapılacak bir gecikme veya bedellerden birinin fazla olması faiz veya
haksız kazanç olur.
Ödemenin peşin olması gerekir, çünkü verilen 500
liranın karşılığı hemen alınmazsa daha sonra ödenecek 500 liranın değeri farklı
olacağından bu fark taraflardan birinin haksız kazancı olur. Kağıt paradaki
değer değişmesi her an olabilir. Bazı paraların değeri değişmiyor gibi gözükse
bile bunu dünya çapında düşününce değer değimesinin çoğunlukta olduğu görülür.
Allah Teâlâ haksız kazanca izin vermez. O, şöyle buyurmuştur:“Müminler, mallarınızı aranızda haksız yollarla
yemeyin.“ (Nisa 4/29)
Daha sonra 550 lira almak üzere 500 lira vermek
satış değil, faizli işlem olur. Zira satışta bedeller az çok farklı olur. 500
lira verip bir ceket alınırsa iki bedelden biri 500 lira, diğeri cekettir.
Bunlardaki farklılıktan dolayı bir kimse diğerindeki malı almak için kendi
malını vermeye razı olur. Ama faizde verilen 500 liranın yerine gene bir 500
lira, bir de fazladan bir şey alınır. Faiz, o fazlalığın adıdır. Enflasyonu
bununla karıştırmamak gerekir. O konu daha sonra gelecektir.
B- Farklı Kağıt Paraları Alıp Satma
Farklı cinsten kağıt paraların alım satımına döviz
satışı veya kambiyo denir. Bunu yaparken miktarların eşit olması gerekmez ama
bedellerin peşin ödenmesi gerekir. Mesela 1 Amerikan doları satınalmak için
çok miktarda Türk Lirası verilebilir ama bedellerin peşin ödenmesi şarttır.
Bunların her ikisi de para olduğundan bedellerden birinin ödenmesinde meydana
gelecek gecikme faiz veya haksız kazanç olur.
Eğer farklı paraların değişimi peşin olmazsa, alım
satım yolu kullanılarak faiz yasağı aşılabilir. Çünkü TL ile ABD doları, Alman
Markı ve diğer kağıt paralar, tıpkı dinar ve dirhem gibi birbirlerinin yerine
geçebilecek, yakın cinslerdir. Türkiye'de TL borcu olan, onun yerine ABD doları
veya Alman Markı; dolar veya mark borcu olan da TL verebilir. Suudi
Arabistan'da riyal ile dolar arasında değişmez bir ilişki vardır. 375 Rişay
raila 100 ABD dolarıdır. Benzeri durum konvertibl olan diğer paralar için düşünülebilir. O^^nların fiyatları
arasında da ya değişmeyen oranlar olur, ya da değişimin nasıl bir seyir
izleyeceği önceden tahmin edilebilir.
1 ABD dolarının 10 TL değerinde olduğunu düşünelim.
Bunları veresiye değiştirmek uygun görülürse faizci elindeki 1000 TL yi bir
yıl sonra ödenecek 110 ABD dolarına karşılık satar. Müşteri 1000 TL yi bir yıl
kullanır ve zamanı gelince onun yerine 110 ABD doları öder. Böylece alım satım
görüntüsü altında faizli ödünç işlemi yapılmış olur. Bu sebeple veresiye
para satışı faiz olur.
Eğer farklı paraların değişiminde peşinlik şartı
olmazsa, o zaman da alım satım yolu kullanılarak haksız kazanç sağlanabilir.
Mesela 1 ABD doları 10 TL değerinde iken bir kişi, daha sonra 1200 TL almak
üzere 120 ABD doları satsa ve ödeme günü doların değeri 15 TL. ye çıksa,
alacağı 1200 lira ile ancak 80 ABD doları alabileceğinden onun 40 doları, haksız
olarak karşı tarafa geçmiş olur. Bu süre içinde doların değeri 7.5 liraya
düşecek olsa, bu defa 1200 lira ile 160 dolar alınabileceğinden alacaklı taraf
haksız kazanç elde etmiş olur. Bunu enflasyon farkı saymak mümkün olmaz.
Çünkü iki farklı paranın değerini enflasyon dışında etkileyen şeyler de
vardır. Bu sebeple vadeli döviz satışı caiz değildir.
C- Vadeli İşlem (Forward)
Forward, ileri bir tarihte ödenecek iki farklı
paranın şimdiden satılması demektir. Mesela 1 ABD dolarının değeri 10 TL iken
üç ay sonra teslim edilecek 100 ABD doları için teslim tarihinde 1200 lira
ödenmesi şimdiden kararlaştırılır, o gün gelince doların değeri ister 9 TL,
isterse 13 TL veya daha yüksek değerde olsun, anlaşma gereği, taraflardan biri
100 ABD doları, diğeri de 1200 lira vermek zorunda olur. Bu işlem caiz
değildir. Çünkü bu meblağlar tarafların üstlendikleri borçtur. Allah'ın Elçisi
borcu borca karşılık satmayı yasaklamıştır: [135].
D- Kağıt Para Satışı İle İlgili Değerlendirme
Mezheplerin faiz ve sarf ile ilgili görüş ve
prensiplerini kağıt para satışı üzerinde uygulayınca şaşırtıcı sonuçlar ortaya
çıkar. Bu sebeple burada bir değerlendirme yapmak kaçınılmazdır.
Hanefî mezhebi’ne göre ağırlık veya kile ile işlem
görmediği için yalnızca aynı cins kağıt paraların veresiye değişimi yasak
olur. Mesela 100 TL, daha sonra ödenecek 90, 100 veya 101 TL'ye karşılık
satılamaz. Satılırsa faizli işlem olur. Ama Türk lirası ile Alman Markı veya
Amerikan Doları ve diğer kağıt paralar arasında cins birliği olmadığı için
bunların peşin veya veresiye her türlü alım satımı yapılabilir. Hanbelî mezhebinin
tercih edilen görüşü de Hanefi mezhebi gibidir. Bu görüş kabul edilemez.
"Farklı Cinsten Kağıt Paraların Alım Satımı" başlığı altında
verdiğimiz bilgilere göz atılırsa bunun faize ve haksız kazanca kapı açtığı
açıkca görülür. Orada geçen şu örneği tekrarlayalım: 1 ABD doları 10 TL değerinde
olsa, faizci elindeki 1000 TL yi bir yıl sonra ödenecek 110 ABD dolarına
karşılık satsa bu, alım satım görüntüsü altında faizli ödünç olur. Bu sebeple
veresiye kağıt para satışı faiz olur.
Şafiî mezhebine ve Malikî mezhebinin tercih edilen
görüşüne göre kağıt paralar altın, gümüş veya bir gıda maddesi olmadığı için
ister aynı cinsten, isterse farklı cinslerden olsunlar, bunların peşin veya
veresiye her türlü alım satımı yapılabilir. Bu konuda Zahirî mezhebi de aynı
görüştedir. Çünkü kağıt para, hadislerde geçen altı maddeden biri
değildir.
Bu görüşler de kabul edilemez. Çünkü daha sonra 550
lira almak üzere 500 lira satılabilirse bu yolla her türlü faizli işlem
yapılabilir ve faiz yasağının bir anlamı kalmaz.
Eskiden kağıt para olmadığı için büyük fakihlerin bu
konuda kafa yormamış olmaları yadırganamaz. Felsler o zamanın bozuk
parasıydı, sadece küçük ödemelerde kullanılırdı. Bozuk paranın miktarı az
olacağından onunla faizli işlem yapmak isteyen çıkmaz. Bu sebeple felste böyle
bir tehlike yoktu. Bugünki kağıt para, dinar ve dirhemlerin yerini almıştır.
Bunu gözden uzak tutup faiz yasağını çiğneten görüş ve prensiplere uyulamaz.
Böyle bir davranış bir müslümanı sorumluluktan kurtaramaz. Çünkü bunun Allah'a
isyan olacağı açıktır. Allah'ın Elçisi şöyle demiştir:"Yaratıcıya İsyan olan yerde yaratılmışa boyun eğilmez[136]." Onun bir başka sözü de şöyledir:"Boyun eğme sadece marufta olur[137]." Maruf, Kur'an'a, sünnete ve örfe uygun şey demektir. Kaldı ki,
adı geçen mezhepler zamanında böyle bir problem olmadığı için bu konuda onlar
da suçlanamaz.
Malikî mezhebinin meşhur olmayan görüşü, bir şeydeki
para olma özelliğinin (mutlaku’s-semeniyyet) onun ribaya konu olabilmesi
için yeterli görülmesidir[138].
Buna göre kağıt para alım satımı tamamen sarf kurallarına göre, yani dinar ve
dirhemlerin alım satımı gibi olmalıdır. Bu, İmam Malik'in de görüşüdür. O şöyle
demiştir: "Felsleri değiştirme, ne göz kararı ile, ne tartıyla ne de
ölçekle olur. Bu şekilde, misli misline peşin de olmaz veresiye de. Sayıyla
bir felsi bir felsle değiştirmenin sakıncası yoktur. İster peşin, ister
veresiye olsun bir fels verip iki fels almak caiz değildir. Burda felslerin sayıyla
işlem görmesi, dinar ve dirhemlerin tartıyla işlem görmesi gibidir[139].
Kağıt paranın bu kapsama gireceği açıktır.
Tabiînden[140]
Yezid b. Ebî Habîb (53-128 h. / 673-746 m.), Ubeydullah b. Ebî Cafer (öl. 99
h./ 718 m.), Yahyâ b. Saîd (öl.144 h. / 761 m.) ve Rabîa’nın (öl. 136 h./ 753
m.) altın ve gümüş dışında para olarak kullanılan maddeleri dinar ve dirhemler
gibi kabul ettiği bildirilmiştir.
Leys b. Sa’d (94-175 h./ 713-791 m.), Yahya b. Said
ve Rabia’nın şu görüşünü nakleder: “Felsi felsle değiştirirken fazlalık veya
gecikme mekruhtur. Çünkü artık o, dinar ve dirhemler gibi basılı para olmuştur.“
Bu görüşlerin bu konuda isabetli olduğu açıktır.
VI-
KAĞIT PARA İLE ALTIN VE GÜMÜŞ ALIM SATIMI
Dinar ve dirhem artık para değildir. Eski dinar ve
dirhemler birer ticari mal olmuşlardır. Onlar dolaşımdan kalkınca, eskiden de
ticari mal haline gelirlerdi[141].
Altın ve gümüşün külçeleri sadece sarf açısından dinar ve dirhem gibi sayılırlar[142].
Mezheplerin faiz ve sarf ile ilgili görüş ve
prensiplerini kağıt para üzerinde uygularsak şu durumlar ortaya çıkar:
Hanefî mezhebi’ne göre ağırlık veya kile ile işlem
görmediği ve aralarında cins farklılığı olduğu için kağıt paralarla peşin
veya veresiye her türlü altın ve gümüş alım satımı, selem ve ıstısna yapılabilir.
Selem, para peşin, mal veresiye olmak üzere yapılan satıştır. Bunun için
paranın tamamını peşin vermek, istenen altını belli bir tarihte almak
gerekir. Altın ve gümüşten çeşitli mallar üreten kişilerle istısna (sipariş)
akdi de yapılabilir. İstısna, bir üretimin yapılması için sipariş vermektir.
İstısnaın selemden farkı, paranın tamamını peşin ödenmenin şart olmaması ve
malın teslim tarihinin kesin olmamasıdır. Siparişte, anlaşmaya göre paranın
tamamı veya bir kısmı peşin verilebileceği gibi daha sonra da verilebilir.
Hanbelî mezhebinin görüşü de böyledir.
Şafiî mezhibine göre kağıt paralar ne altın veya
gümüş ne de bir gıda maddesidir. Tıpkı Hanefî mezhebinde olduğu gibi kağıt
paralarla peşin veya veresiye her türlü altın ve gümüş alım satımı, selem ve
istısna yapılabilir. Zahirî mezhebinin görüşü de böyledir.
Malikî mezhebinde konu ile ilgili iki görüş vardır.
Birincisine göre altın ve gümüşte faiz illeti galibiyettü’s-semeniyet[143],
yani malın özünde ağırlıklı olarak para olma özelliğinin bulunmasıdır. Bu
özellik ancak altın ve gümüşte olur, başka bir şeyde olmaz. Mezhebin meşhur
olan görüşü budur. Buna göre kağıt para ile altın ve gümüş alım satımı Şafiî
mezhebindeki gibi özel bir kurala tabi değildir
Buraya kadar anlatılanlar şu şekilde özetlenebilir.
"Kağıt para ile altın ve gümüş alım satımı yapmanın özel bir kuralı
yoktur. Bu, Hanefî, Şafiî, Hanbelî ve Zahiri mezheplerinin görüşüdür. Malikî
mezhebinin tercih edilen görüşü de böyledir.
Malikî mezhebinin meşhur olmayan görüşüne göre bir
şeyde bulunan para olma özelliği (mutlaku’s-semeniyyet), onun ribaya konu
olabilmesi için yeterlidir[144].
Buna göre kağıt para alım satımı tamamen sarf kurallarına göre yani dinar ve
dirhemlerin alım satımı gibi olmalıdır. Bu, İmam Malik'in de görüşüdür. O
şöyle demiştir: "Eğer insanlar,
basılı olup belli bir değeri temsil eden deri parçalarını kendi aralarında para
gibi dolaştıracak olsalardı onlarla altın veya gümüş alırken bir anlık gecikmeyi
bile mekruh sayardım[145]." İmam Malik'in para olarak
kullanılan deri parçaları ile ilgili sözlerinin aynı işi gören kağıt parçalarını
da kapsayacağı açıktır.
İslam Fıkıh Akademisi ()nin Eylül 1988’de aldığı 4 numaralı karar bu son görüşe
uygundur. Karar şöyledir:
“Kağıt para
itibari paradır. Onda para olma özelliği tam olarak vardır. Altın ve gümüş
için konmuş olan faiz, zekat, selem ve diğer hükümler kağıt parada da geçerlidir[146].”
Bu görüş sahipleri, kağıt para ile altın veya gümüş
alırken paranın peşin ödenmesini, altın veya gümüşün hemen teslim alınmasını
şart koşmakta ve aksi davranışı faiz saymaktadırlar.
Rabıtatü’l-alemi’l-İslâmî’nin fetva heyeti de böyle fetva vermiştir. İslâm
alemindeki yaygın kanaat bu doğrultudadır.
Bugün kağıt para, dinar ve dirhemlerin, yani altından
veya gümüşten basılı paraların yerini almıştır. Dinar ve dirhemler dolaşımdayken
hem para, hem de altın veya gümüş olarak değerleri vardı. Artık şimdi, sadece
altın veya gümüş olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Kağıt para ile bunlar
arasında hiç bir ortak nokta kalmamıştır. Zaten kağıt paranın para olma dışında
bir değeri yoktur. Dolaşımdan kalksa, kağıdı bir işe yaramaz. Bu sebeple
altın ve gümüşle kağıt para, aynı sınıfa konamaz.
Osmanlı lirası 75 yıldır dolaşımda olmadığı halde,
serveti biriktirme veya zinet gayesiyle satın alınmakta, İstanbul Darphanesi
talepleri karşılamak için onları basmaya devam etmektedir. Ama Osmanlı
döneminde, altın paranın yerine geçsin diye basılmış olan kağıt paranın yani
kaimenin bugün talep edilmesi söz
konusu değildir. Halk böyle bir paranın varlığından bile habersizdir. Çünkü kaimelerin
para olma vasfı ortadan kalkınca hiç bir değeri kalmamıştır. Şimdi onlar, ancak
antikacılarda ve müzelerde bulunabilir.
Kağıt para ile altın ve gümüş arasında hiç bir ortak
nokta yoktur. Kağıt paranın değeri, altın ve gümüşe göre de tespit edilmez.
Kağıt para açısından demir, bakır, petrol, buğday ve diğer mallar ne ise, altın
ve gümüş de odur. Bu sebeple kağıt para verip altın ve gümüş almak için genel
ticaret kuralları dışında bir kural koymanın haklı bir gerekçesi yoktur. Böyle
bir alım, peşin de olur, veresiye de. Kağıt para ile altın ve gümüş arasında
selem ve ıstısna akitleri de yapılabilir. Elde bir delil olmadan bu satışı
sınırlandırmaya, hele bunu, faiz hükümleri kapsamına almaya hiç kimse yetkili
değildir.
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
BORÇLARDA
ENFLASYON FARKI
Fıkıh kitaplarının çoğu, dinar ve dirhemlerin
kullanıldığı devirlerde yazılmıştır. O paralarla kağıt para arasında çok fark
vardır. Biri, içindeki altın veya gümüş sebebiyle dünyanın her yerinde değerli
olduğu halde diğeri küçük bir kağıt parçasından başka bir şey değildir. O
ancak, siyasi otoritenin kararı ve insanların kabulü ile bir değer kazanır.
Bunun milli sınırlar dışında para sayılması, uluslararası ilişkilere, o
parayı çıkaran devletin itibarına ve insanların bunu kabul etmelerine
bağlıdır.
Altın ve gümüş, değerli maden oldukları için
dolaşımdan kalkan dinar veya dirhemin değeri fazla düşmezdi. Alacaklı taraf, o
para ile ödeme yapılmasını dahi kabul edebilirdi. Osmanlı lirası 1920’lerden
beri dolaşımda olmamasına rağmen değerini korumakta ve talepleri karşılamak
için İstanbul Darphanesinde basılmaktadır. Çünkü o halâ, serveti biriktirmek
veya zinet amacıyla satınalınmaktadır.
İlk zamanlar kağıt paranın karşılığı ilgili
yerlerde altın veya gümüş olarak,
kısmen veya tamamen bulunur yahut ileri bir tarihte karşılığının ödeneceği
vadedilirdi. Bu da basılacak para miktarını sınırlardı.
Bugünki kağıt paralar karşılıksızdır. Yani hazineler
veya merkez bankaları, kendilerine getirilecek paraya karşılık bir şey ödeme
yükü altında değillerdir. Bu paranın, üzerinde yazılı itibari değeri dışında
bir değeri yoktur. Dolaşımdan kalkan kağıt paranın hiç bir değeri kalmaz.
I-
PARANIN ÖZELLİKLERİ
Burada amacımız, borçların ödenmesinde para değer
kaybının önemini vurgulayan bazı özellikleri kısaca görmektir.
Para, ihtiyaçları doğrudan gidermez. Yenilip içilmez
ama ihtiyaçları gidermenin en önemli aracıdır.
Para hazır satınalma gücüdür. Onunla her türlü mal ve
hizmet alınabilir. Bunları para dışındaki şeylerle almak zordur.
Para bir hak ölçüsüdür. Ücretler, kiralar, borçlar,
nakdî ceza ve tazminatlar büyük ölçüde onunla belirlenir.
Paraya gösterilen itibar, değerini korumasıyla
orantılıdır. Değerini koruyamayan para, haksızlığa ve zulme yol açar ve
insanları kendinden kaçırır. Herkes onu, değerini koruyabilen şeylerle
değiştirmek ister. Kötü para iyi parayı kovar, denmesi bundandır. Değeri düşen
paranın dolaşım hızı artar, dolaşım hızı artan paranın değeri daha da düşer.
Paraya olan güven, para otoritesine duyulan güvenle
alakalıdır. Kıymetli maden olarak basılan paralarda bu o kadar önemli değildi.
Ama kağıt paraya güvenebilmek için onu çıkaran otoriteye güvenmek gerekir. Bu
güveni sarsan her davranış, paranın değerini doğrudan etkiler.
Her malı üretebilirsiniz ama para basamazsınız.
Para, ancak kamu adına devlet tarafından basılabilir. Eskiden altını ve gümüşü
olan herkes darphanede kendisi için para bastırabilirdi ama kendi adına
darphane kuramazdı.
Bu sebeple para, diğer mallar gibi değildir. Onun
alımı, satımı ve onunla olan borçlanmalar da diğer mallardan farklı ve kendi
tabiatına uygun olmalıdır. Biraz da enflasyon konusuna değinmek gerekir.
II-
ENFLASYON
Enflasyon, fiyatlarda görülen sürekli artış diye
tarif edilebilir. Bunun sebebi ya paranın değer kaybetmesi ya da maliyetlerin
artmasıdır. Birinci durumda talep enflasyonu, ikinci durumda maliyet
enflasyonu olur.
Talep enflasyonu, para
bolluğundan dolayı daha fazla mal ve hizmet talep edilmesine ve fiyatların
artmasına yol açan olaydır.
Maliyet enflasyonu, üretilen mal ve hizmetlerin
maliyetinin sürekli artmasıdır. Emek, sermaye ve tabii kaynaklar gibi üretim
faktörleri, üretilen mal ve hizmetlerin gerçek maliyetini oluşturur.
Dolayısıyla bunların piyasa fiyatlarının artması, kaçınılmaz olarak maliyetlerin
artmasını gerektirir.
Maliyet enflasyonu ile talep
enflasyonu, tavukla yumurta gibi, biri diğerinin sebebidir. Her ikisinin
sebebi de ekonomide dengelerin bozulmasıdır.
Fiyatlar, mal ve hizmetlerle para arasındaki dengeye
göre oluşur. Para miktarındaki artış, mal ve hizmet miktarındaki artış ile
dengeli olursa fiyatların genel seviyesi değişmez. Ama bunlardan biri
diğerinden fazla üretilirse az üretilen kıymetli hale gelir.
Mal ve hizmet üretimini artırmak kolay değildir.
Bunun için yeni yatırıma, yetişmiş personele, ham madde, mamül ve yarı mamül
maddelere, binaya, takım ve techizata, enerjiye ve uzunca bir zamana ihtiyaç
duyulur. Ama kağıt para üretimini artırmak kolaydır. Üzerindeki rakama bir
sıfır ekleyerek onu on kat, iki sıfırla yüz kat, üç sıfır koyarak bin kat
artırmak mümkündür. Bunun için ne ek yatırıma, ne bir zamana ne de yeni
personele ihtiyaç duyulur. Yapılacak iş, para basma makinasını daha çok sıfır
basacak şekilde ayarlamaktır.
100 lira ile on kalem mal alırken, para miktarı
artınca daha az mal alır hale gelirsiniz. Piyasadaki para bolluğu, size para
kıtlığı olarak yansır. Çünkü para miktarındaki her artış, sizdeki paranın
değerini düşürür.
Böyle bir şey madeni parada olmaz. Çünkü o madenler,
kağıt kadar bol değildir. Elde ne kadar altın veya gümüş varsa ancak o kadar
para basılabilir. Bir de altın ve gümüşün değeri, ağırlık ve ayarıyla ölçülür.
Aynı ağırlık ve ayardaki iki altın paradan biri dünyanın en fakir ülkesinde,
diğeri de en zengin ülkesinde basılmış olsa, bunların değerleri arasında
önemli bir fark olmaz.
Kağıt parada ise kağıdın ağırlığı, büyüklüğü ve
kalitesi para değeri açısından önemli değildir. Mesela 1 ABD doları ile 100
ABD doları hemen hemen aynı boyutlardadır ama biri diğerinin 100 katı değerle
işlem görür. Bugün Amerikan doları her yerde aranan değerli bir para olduğu
halde fakir ülkelerin paraları, kendi ülkeleri dışında kabul görmez.
Milli para, hükümetlerin, yabancı para da büyük
devletlerin insafına bırakılmıştır. Artık bir çok ülkede partiler demokrasisi
hakimdir. İktidara gelen parti, devletin parasını, kendi yandaşlarına çeşitli
adlar altında aktarabilmektedir. Bu yüzden hükümetlere yakın olanlar
alabildiğine zenginleşirken ona uzak olanlar fakirleşirler. Zenginlerin ve
medyanın hükümetleri desteklemesi veya iktidara aday olan partilere destek
olmaları bundandır.
Servet, sabit gelirliler aleyhine yeniden paylaşılır.
İşçi ve memurların ücret ve maaşları, uzunca bir dönem için tesbit
edildiğinden onların alım gücü devamlı düşer ve servetleri başka kesimlere
kayar.
Gelir ve servetin haksız bir şekilde yeniden
dağılması, orta sınıfın erimesine, çok yüksek ve çok düşük gelirli zıt
kutupların oluşmasına yol açar. Bu,
başlı başına bir dengesizlik, huzursuzluk ve gerginlik kaynağı olur.
Sanayi ve ticaret erbabı ile meslek sahipleri, yani
ürettikleri mal ve hizmetlere zam yapabilenler enflasyona karşı kendilerini
koruyabilirler.
Enflasyondan kârlı çıkanlar, daha çok hükümetlerin
koruduğu kesimdir. Hükümetten destek
almadığı halde enflasyondan kârlı çıkan iş sahipleri de vardır.
Enflasyon, en yüksek kazancı en kolay şekilde sağlar.
Bu kazancı harcamak da kolay olur. Böyle yerlerde sefaletle lüks hayat bir
arada görülür. Aile bağları zayıflar, boşanmaların ve başıboş çocukların
sayısı artar. Yüksek gelir grupları oyun ve eğlenceden, dar gelirliler de geçim
sıkıntısından dolayı ailelerine hâkim olamaz hale gelirler.
Enflasyonist ortamda ilmin ve faziletin değeri
kaybolur. Cebi şişkin cahiller ve zenginleştikçe bencilleşen insanlar çoğalır.
Toplumları ayakta tutan temel değerler değişir. İnsanların hayatları ve
gayeleri, maddeden ibaret hale gelir. Çünkü kolay kazanan ve bol harcayanlar,
iştahları kabartır. Daha çok kazanma uğruna her şeyinden fedakarlık yapacak
insanlar çoğalır.
Enflasyonist ortamda borçlu kârlı, alacaklı zararlı
çıktığından, vadesinde ödenmeyen borçların sayısı ve miktarı artar. Parola
şudur: «Alacağından çok borcun olsun!»
Paralarının bütün dünyada dolaşımını sağlayabilen
güçlü devletler, bir tomar kağıdı para diye verip, istedikleri ülkeden,
istedikleri şeyi alabilirler. Bunlar her yerde kendilerine bağlı gruplar
oluşturur ve dengeleri bozarlar. Bazı devletleri destekler, bazılarını zayıf
düşürürler. Bunlar bütün insanlığı bir şekilde kendilerine bağlarlar.
Bütün bunlardan dolayı enflasyonun ana sebebi kağıt
para sistemidir. Bu sistemden ya vazgeçilmeli, ya da bütün hukuki düzenlemeler
bu paranın özelliğine göre yapılmalıdır.
III-
BORÇ ÖDEMEDE DENKLİK
Borçların ödenmesinde temel prensip, ödemenin borca
denk olmasıdır. Buna mümâselet denir. Bu, evrensel bir prensiptir.
Çünkü hiç kimse hakkının, sebepsiz yere başkasına geçmesini kabul etmez.
Mümaselet, şimdiye kadar üç ölçü birimi ile sağlanırdı. Bunlar tartı (vezn),
ölçek (keyl) ve sayı (adediyat-ı mütekâribe) idi. 100 gr. altın
borcu olan, aynı ayarda 100 gr. altın ödeyince borcundan kurtulurdu. Buğday
borçlanan borcunu ölçek ile, yumurta borçlanan da sayı ile öderdi. Faiz, bu
ölçünün üzerinde olan kısımdır. Çünkü faizli ödünç veren, verdiğinin dengini
aldıktan sonra belli bir fazlalık almayı, buna karşılık alacaklısına belli bir
süre tanımayı kabul eder.
Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “Müminler, mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin.” (Nisa
4/29). Buna göre borcu eksik ödeyen alacaklının malını haksız olarak yemiş,
fazla ödemeye zorlanan da malını haksız yolla yedirmiş olur.
Üzerinde rakam var diye, kağıt para adedî
(sayısal) mallar gibi işlem görmektedir. Bu yüzden 100 ABD doları ödünç
alan, daha sonra 100 ABD doları ödeyince borcunu ödemiş sayılmakta, aradan geçen
süre içinde bu paranın değerinde meydana gelen değişme dikkate alınmamaktadır.
Kağıt para adedi mal değildir. Adedî mallar, yumurta, ceviz ve belli
standarttaki mallar gibi birimleri arasında önemli değer farkı olmayan gerçek
mallardır.
Kağıt para adedi mal olsaydı, boyutları aynı olan 1
ABD doları ile 100 ABD dolarının aynı değerde olması gerekirdi. Çünkü iki
yumurtadan birine yazılan 100 rakamı, onu diğerinden değerli kılmaz. 100 TL.
ile 100 doların aynı değerde olmaması da onların maddesi ve yapısıyla ilgili
değildir.
Kağıt para
bir çeşit senettir. Piyasadan alınabilecek bir çok malın senedidir. Bugünki
100 lira, 1 kilo peynir, 800 gr. et, 60 yumurta, 20 ekmek vs. demek iken, iki
ay sonraki 100 lira 900 gr. peynir, 720 gr. et, 54 yumurta, 18 ekmek vs.
karşılığı olmaktadır. İki ay önce ödünç
alınan 100 lira, yine 100 lira olarak ödenirse alacaklının 10 lirası haksız
yere yenmiş olur. Çünkü yapılan ödeme, rakam olarak 100 olsa da satınalma gücü
olarak 90 lira değerine inmiştir.
Kağıt parayı mislî mallardan sayma zorunluluğu
vardır. Mislî mallar, ölçüyle, tartıyla veya sayıyla işlem gören
mallar olduğu halde kağıt para bu ölçülerden hiçbirine girmez. Bunun ölçü birimi
satınalma gücüdür.
Kağıt para ile yapılan işlemlerde paranın satınalma
gücü esas alınır. 100 TL. 100 ABD Doları ve 100 DM ile alış verişe çıktığınızda
herkes bunların satınalma gücüne bakar. Halbuki, elinizdeki para dinar veya dirhem olsaydı, onun Türkiye'de,
Almanya'da veya Amerika'da basılmasından çok ağırlığının ve ayarının ne
olduğuna bakılırdı. Madem kağıt para ile olan işlemlerde sırf paranın
satınalma gücü esas alınıyor, öyleyse borçların ödenmesinde de aynı şey esas
alınmalıdır. Kağıt para ile olan borçları misliyle ödemenin başka yolu yoktur.
Buna yaşanmış bir örnek verelim:
1950 senesinde bir kişi babamdan 450 TL ödünç almış
ve bu yazının kaleme alındığı Eylül 2000'e kadar ödememişti. Bu tarihte
Türkiye'de en küçük para 10.000 TL idi. Bir sakız 25.000 liraya
alınabilmekteydi. Halbuki, 1950 senesinde 450 lira ile 75 gr. altın
alınabilirdi. Çünkü o zaman 1 gr. 24 ayar altın 6 liraydı[147].
Bugünki kanunlar, borcu 450 lira olarak kabul
ederler. Çünkü babam o parayı verirken ne bir ödeme tarihi belirlemiş, ne de
başka bir şart koşmuştur. Borç, 450 TL değil de 75 gr. altın veya 100 kile
buğday, ya da 22.000 adet tavuk yumurtası olsaydı bunların fiyatlarındaki
artma veya azalmaya bakılmaksızın aynen ödenmesi kabul edilebilirdi. Bu da
önemli bir haksızlığa yol açmazdı. Ama borç 450 TL dir. Bu para ne altın gibi
tartılabilir, ne buğday gibi ölçülebilir, ne de yumurta gibi sayılabilir. Bunun
ölçü birimi yalnızca satınalma gücüdür. 1999 Türkiye'sinde 450 liranın hiçbir
değeri yoktur. Artık böyle bir para da yoktur. Borcun 450 lira olarak kabul
edilmesi, ödemeyi 49 sene geciktirmiş olan borçlunun ödüllendirilmesinden
başka bir şey değildir. Ama ödeme, bu
paranın borç verildiği günki satınalma gücüne göre yapılırsa bunun ne borçluya
bir zararı olur, ne alacaklı zarara uğratılır.
İslam Fıkıh Akademisi (Mecma’ul-fıkh’il-İslâmî)nin
Eylül 1988’de aldığı 4 numaralı kararı şöyledir:
“Herhangi bir kağıt para ile olan borç, kıymetiyle
değil, misliyle ödenir. Çünkü borçlar misilleriyle ödenir. Sebebi ne olursa
olsun, zimmette sabit olan borçları fiyatlara bağlamak caiz değildir.”
Bu karar yanlıştır. Doğrusu şöyle olmalıydı: “Borçlar
misilleriyle ödenir. Kağıt parada mümaselet (denklik) ancak satınalma gücüne
yani kıymetine göre belirlenebildiği için kağıt para ile olan borç, onun
kıymetiyle ödenir.”
IV-
DELİLLER
Kağıt para ile
yapılan borçlanmalarda paranın satınalma gücünün esas alınması
gerektiği aşağıdaki delillerle ispatlanabilir.
1- Allah Taala şöyle buyurmuştur:«Müminler, mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin.» (Nisa
4/29)
Kağıt paranın satınalma gücündeki düşmeyi dikkate
almadan borcunu ödeyen, paranın kaybettiği değeri haksız olarak zimmetine
geçirmiş olur.
2- Ona dua ve
selam olsun, Allah'ın Elçisi şöyle demiştir: «İslam’da, zarar verme ve zararı
zararla karşılama yoktur[148].»
Paranın satınalma gücü düştüğü halde, borcu aynı rakamla ödemek alacaklıya
zarar vermektir.
3- Maslahat (kamu yararı) delili:
Paranın değer
kaybının ödettirilmesi kamu yararınadır. Böyle olmazsa bir taraftan, kimse
kimseye ödünç vermez, diğer taraftan kimi borçlular, para değer kaybından
daha fazla istifade için borçlarını mümkün olduğu kadar geç öderler. İhtiyaç
içinde olanlara ödünç vererek yardımcı olmak, özendirilmesi gereken yararlı bir
iş, yani maslahat olduğu gibi haklı bir sebep olmadan borcu geciktirmek de
karşı çıkılması gereken zararlı bir iş, yani
mefsedettir.
V-
ENFLASYON FARKI VE FAİZ
Faiz, borçtan elde edilen gelirdir. Buna ribe'l-kard
() = ödünç faizi veya ribe'n-nesie (
) = kredi faizi de denir. İslam öncesi Arap toplumuna
cahiliye toplumu adı verilir. Onlar arasında faiz yaygın olduğu için bunun bir
adı da cahiliye faizi, yani ribe’l-cahiliyye'dir.
Allah
alım-satımı helâl, faizli işlemi haram kılmış[149]
ve şöyle buyurmuştur: «Eğer faizcilikten
vazgeçerseniz ana mallarınız sizindir. Ne (fazla alarak) [150] haksızlık edersiniz, ne de (noksan alarak) [151] haksızlığa uğrarsınız.» ( Bakara
2/279)
Kağıt para ile olan bir borcu, eksiği ve fazlası
olmadan ödemenin tek yolu, borçlanılan para ile ödenen paranın aynı alım gücüne
sahip olduğunu tespittir. Bundan fazlası faiz, azı da alacaklıya zulüm olur.
Bu hükümler, kağıt para ile olan borçlanmalarda
paranın satın alma gücünün esas alınmasını, aksi takdirde ya faize, ya da
haksızlığa girileceğini göstermekterdir. Borçların ödenmesinde para değerini
dikkate almak, verilen para ile alınan para arasında eşitliği sağlamaktır.
Çünkü kağıt paralarda eşitlik ancak bu
şekilde sağlanabilir.
VI-
PARA DEĞER KAYBI İLE İLGİLİ OSMANLI UYGULAMASI
Osmanlılar altın karşılığında kağıt para basmışlar ve
bu para zamanla önemli ölçüde değer kaybetmiştir. Paranın değer kaybetmesinin
bazı borçların ödenmesinde dikkate alnması için 13 Rebiülevvel 1298 (13 Mart
1881) tarihinde şu irade-i seniyye (padişah emri) çıkarılmıştır:
«Eytam sandıklarından kaime olarak idâne
edilen mebaliğin ve kaime ile bey’ olunup müşteri zimmetinde kalan semen-i
mebiin hîn-i idâne ve akd-i bey’de kaime ile altun ve gümüş sikke rayici her ne
ise o hesap üzre istifası mukarrerdir[152]».
Sadeleştirilmiş şekli:
Eytam Sandıklarından kaime[153]
olarak verilen borçlar ile kaime karşılığı satılan malların bedellerinden
ödenmemiş olanların, borçlanma gününde ve satışın yapıldığı sırada altın veya
gümüş paraya göre değeri her ne ise onun ödenmesi kararlaştırılmıştır.
V-
DEĞER FARKINI HESAPLAMA USULÜ
Değer farkı, altına, gümüşe ve enflasyon oranına göre
hesap edilebilir. Bugün altın ve gümüş, para olmaktan çıkmış, diğer mallar
gibi olmuştur. Artık o da değer kazanmakta ve zaman zaman ucuzlamaktadır.
Mesela 1980 yılının ilk aylarında bir ons (31 gr.) altın 850 dolarken[154],
9 Mart 1982 günü 335,5 dolara düşmüştü[155].
İki yıl içinde doların da değer kaybettiği dikkate alınırsa altının değer
kaybının daha büyük olduğu görülür. Ancak altının borsalarda dalgalanması ve
değerinin inip çıkması kısa vadelidir. Altın, uzun vadede değerini
koruyabilecek özelliktedir. Paranın değer kaybının, altına göre hesap
edilmesi, çok defa zararı karşılayabilir.
Para değer kaybının enflasyon oranına göre hesaplanması
en uygun yol olsa da enflasyon oranının tam olarak tesbiti güçtür.
Üçüncü yol piyasada geçerli yabancı paraların
esas alınmasıdır. Onlar da birer kağıt
para olduğu için hem enflasyona maruz kalmakta hem de uluslararası
borsalardaki genel eğilime paralel olarak dalgalanmaktadır.
Bu konuda her yerde geçerli bir prensip koymak
zordur. Bunu, her yerin kendi durumuna ve şartlarına göre tespit etmek
gerekir.
Para değer kaybının ödenmesi için tarafların önceden
anlaşmaları gerekmez. Çünkü bu bir haktır, ama borcun özelliğine göre bazı
farklı uygulamalar olabilir.
Ödünçlerde ödeme, ödünç alma günündeki değer
üzerinden yapılır. Çünkü denklik (mümaselet) ancak bu şekilde sağlanabilir.
Böylece ne borçlu haksız kazanç sağlar, ne de alacaklı zarara girer.
Enflasyonun normal seyrettiği dönemlerde veresiye
mal alıp borcunu zamanında ödemeyenler, ödeme gününden itibaren meydana
gelecek değer kaybını karşılarlar. Çünkü böyle bir ortamda vadeli fiyat
belirleyenler, paranın ödeme gününe kadar uğrayacağı değer kaybını dikkate alırlar.
Daha sonraki değer kaybına rızaları olmadığından onu karşılamak gerekir.
Enflasyon oranı beklenmedik bir şekilde artarsa,
vaktinde ödenen borçlarda bu artış dikkate alınır. Mesela enflasyon %50
civarında iken %75'e çıkarsa %25 lik
artış borçludan talep edilir.
Para değer kaybedince ücret ve maaşların satınalma
gücü düşer. Bu sebeple ücret ve maaşlara para değer kaybı oranında zam yapmak
icabeder.
Para değer kaybettikçe kiraların da o oranda
yükselmesi gerekir. Vadeli satıştaki prensip burada da geçerlidir. Yani
enflasyon normal bir seyir takibeder ve kira, zamanında ödenirse fazla bir şey
talep edilemez. Ama enflasyon beklenen oranın üzerinde olursa kirayı öderken
bu oran dikkate alınır.
VIII-
FAKİHLERİN KONUYA İLİŞKİN GÖRÜŞ VE PRENSİPLERİ
Borçların misliyle ödenmesi
temel prensiptir. Ama bazan borcu değeriyle ödemek gerekebilir. Fakihlerin
bunlara ilişkin görüşlerine bakalım:
A- Borcu Misliyle Ödemek
Mallar, mislî ve kıyemî olmak üzere ikiye ayrılır. Mislî
mal, değerini etkileyen önemli bir fark olmaksızın çarşı pazarda dengi
bulunabilen maldır. Altın, gümüş, arpa, buğday ile bir fabrikanın belli
standartta ürettiği mallar birer mislî maldır. Çarşı pazarda dengi bulunamayan,
bulunsa dahi önemli değer farkı olan mallara kıyemî mallar denir. Yazma
kitaplar, el işi kablar ve hayvanlar kıyemî mallardandır.
Kıyemi mallar ile
birimleri arasında farklılık bulunan mallar ödünç verilmez. Çünkü bunların
dengini bulup geri ödemek imkansızlaşır[156].
Ödünç alınan şey tüketilir ve yerine onun dengi sayılan bir başka şey verilir.
Kullanmak üzere alınan mallara ödüç değil, ariyet denir. Kullanıp geri vermek
üzere alınan keser, testere vs. aletler birer ariyet olur.
Şafiî ve Hanbelî
mezheplerine göre misli bir malı ödünç alan, ödeme zamanında, değerindeki
değişmeyi dikkate almadan onun mislini ödemelidir. Kıymeti önemli ölçüde düşmüş
ve pek az bir değere inmiş olsa da netice değişmez. Çünkü aslolan borcun
mislini ödemektir[157].
Ebu Hanife'nin
görüşü de aynıdır. Ona göre, kıt ve pahalı olduğu bir zamanda ödünç alınan bir
kile buğday, bol ve ucuz olduğu bir zamanda ödenirse, aynı özellikte bir kile
buğday olarak ödenir. Çünkü borç, bir kile buğdaydan ibarettir. Onun piyasa
fiyatı tarafların dışındaki bir olaydır[158].
Bütün mezhepler, dinar ve dirhem olarak borçlanılması
halinde borcun misliyle ödenmesi gerektiğini, fazlasının faiz olacağını kabul
ederler. Görüş farkı sadece fels ve mağşuş[159]
para ile olan borçlanmalarda görülebilir.
Felslerin
veya mağşuş paraların değeri düşerse Ebu Hanife’ye göre ödemelerde bir
değişiklik yapılmaz. Ebu Yusuf'un da bu görüşte olduğu ama aşağıda
görüleceği gibi daha sonra onun görüşünün değiştiği rivayet edilmiştir.
Şafiîler felsleri ticaret malı (uruz)
sayarlar. Onlara göre felsin bir mala bedel olması, malların takasında birinin
diğerine bedel olması gibidir. Dolayısıyla dolaşımdan kalkmış da olsa, fels
ile olan borçlar misliyle ödenir[160].
Malikîlerin şu ifadeleri de aynı mahiyettedir: “Fels
veya nakitten (yani dinar veya dirhemden) oluşan bir borç, ister ödünçten isterse
başka sebepten doğmuş olsun, bu paraların dolaşımdan kalkmasından veya
bunlarda değişiklik olmasından sonra dahi önceki emsaliyle ödenir[161].“
Hanbelîlerin şu ifadesi konuyu daha da
netleştirmektedir:
Paranın değerinin düşmesi borcu ödemeye mani olmaz,
isterse düşüş çok olsun. Mesela, 10’u bir dânike[162]
satılırken 20 si bir dânike kadar düşse yahut değer kaybı daha az olsa sonuç
değişmez. Çünkü paranın kendine bir şey olmamış, sadece değeri değişmiştir.
Bu, borç alınan buğdayın değerinin artmasına veya azalmasına benzer[163].
B- Borcu Kıymetiyle Ödemek
Borcun kıymetiyle ödenebileceği her mezhepte kabul
görmüş ama her biri konuya farklı açıdan yaklaşmıştır. Bu sebeple incelemeyi
tek tek yapmak gerekir.
1- Hanefî Mezhebi
Hanefîlerden Ebu Yusuf'a göre, kıt ve pahalı
iken ödünç alınan bir kile buğday, bol ve ucuz olduğu zaman bir kile buğday
olarak ödenirse haksızlık olur. Bunu önlemek için bir başka cinsten, o
buğdayın değerini ödemek icabeder.
Ebu Yusuf'un prensibi şudur: Ödünç alınmış mislî
malların kıymetleri, fiyatların yükselmesi veya başka bir sebeple artar veya
eksilirse bunların, borç alma günündeki kıymetlerini ödemek icabeder[164].
Ebu Yusuf'a göre, felsler veya mağşuş paralarla alış
veriş yapılır veya borç alınır da sonra paranın değerinde düşme veya yükselme
olursa borçlunun, alış verişin yapıldığı yahut borcun alındığı günki değer
üzerinden ödeme yapması gerekir[165].
Ebu Yusuf’un bu görüşü, Hanefi Mezhebi’nde müftâ bih olan yani tercih edilerek
kendisiyle fetva verilen görüştür[166].
El-Fetava’t-Tatarhaniye’nin bildirdiğine göre Ebu Yusuf, paranın değeri
düştüğü takdirde satıcının alış verişi feshedebileceğini de söylemiştir[167].
el-Fetâvâ’l-Bezzaziye’de kiralamanın
satım ve borç (deyn) gibi olduğu, nikâh akdi ile erkeğin yüklendiği mehir
borcunu ödemek için nikahın kıyıldığı günki dirhemlerin kıymetini vermek
gerektiği belirtilmiştir[168].
2- Hanbelî Mezhebi
Hanbelîler borcun değeriyle ödenmesini, sadece
dolaşımdan kalkmış para için kabul ederler. Çünkü ödünç alınan malda yeni bir
kusur oluşursa alacaklının onu kabul etmesi gerekmez. Felslerin veya mağşuş paraların
dolaşımdan kaldırılması, yeni bir kusur oluşması anlamına gelir. Bunu şöyle
ifade ederler: "Borç, fels veya kırık (mağşuş) para ile olur da
sultan parayı dolaşımdan kaldırır ve onunla işlem terkedilirse alacaklının
hakkı, onun değeridir. Borçlu parayı kullanmış olsa da olmasa da farketmez.
Çünkü para onun mülkünde iken kusurlu hale gelmiştir[169].”
3- Mâlikî Mezhebi
Malikîlerin görüşü de Hanbelîlerin görüşüne yakındır.
Ancak onlar, paranın değeriyle ödenmesi için eski paranın bulunamamasını şart
koşarlar. Eğer eski paradan bulunabiliyorsa o ödenir. Çünkü borçların misliyle
ödenmesi esas prensiptir. Değeri ile ödenecekse değer tespiti, paranın
bulunamadığı gün ile ödeme gününden hangisi daha yakınsa ona göre yapılır.
Mesela para ayın ilk gününde dolaşımdan kalkmış veya durumu değişmiş ve borcun
ödeme süresi de ayın sonunda dolmuşsa paranın değeri ayın son gününe göre
hesabedilir. Ödeme günü ayın başında, paranın bulunamaması da ayın sonunda ise
paranın bulunamadığı günki değerini ödemek gerekir. Borcun vadesi ertelenir ve
para birinci vadede bulunamaz hale gelirse birinci vadedeki kıymeti ödemek
gerekir. Çünkü böyle durumdaki bir borç ancak kıymeti karşılığında ertelenir.
Paranın yok olmasından önce ve sürenin dolmasından
sonra borç ertelemesi yapılmış ve para bulunamaması erteleme süresi
içinde olmuşsa ikinci sürenin dolduğu
günki değeri ödemek gerekir.
Paranın bulunamaması ikinci sürenin dolmasından sonra
olmuşsa paranın bulunamadığı günki değeri ödemek gerekir.
Bu hükümler
borçlunun ödemeyi keyfi olarak geciktirmediği durumlar içindir. Eğer borçlu
keyfi dolarak ödemeyi geciktirirse (mumâtale) aldığı malı ödemesi icabeder.
Çünkü mumâtalede bulunmakla haksızlık etmiş olur[170].
4- Şafiî Mezhebi
Şafiîlerde borcun değeriyle ödenmesi kavramı vardır.
Borçlanılan misli mal büsbütün değersizleşirse borcun doğduğu günki değer
üzerinden ödemede bulunmak gerekir. Mesela bir kişi çölde birinin suyunu
gasbetse, sonra suyun kıymetsiz olduğu bir yerde, bir ırmak kenarında suyun
mislini ödemeye kalkışsa bu kabul olunmaz. Suyun çöldeki değerini vermesi
icabeder[171].
Onlarda, Ebu Yusuf’un görüşüne uygun olarak, misli
malların, ödünç alındığı günki kıymetinin ödenmesi görüşü de vardır. Ancak bu,
mezhep içerisinde zayıf bir görüştür; (denildi=) sözüyle ifade edilmiştir[172].
Şafiî Mezhebi'nin konuya ilişkin bir başka görüşü
şöyledir[173]:
"Malda olan eski bir ayıp sebebiyle müşteri malı
geri verip satışı bozabileceği gibi satıcı da paradaki eski bir ayıp (ayb-ı
kadîm) sebebiyle parayı geri verip satışı bozabilir. Eski ayıp, satış
anında var olan veya teslim almadan önce meydana gelen ve satışın feshine kadar
devam eden değer düşürücü şeydir[174].
Şafiî mezhebine mensup fakihler, alışverişteki hiyar-ı aybın yani
kusurluluk muhayyerliğinin, satılan malla ilgili kısmına ağırlık vermişler ve
bunu şöyle açıklamışlardır: "Genellikle parada dalgalanma olmaz.
Dolayısıyle değerinin düşmesi pek az görülür[175]."
Bu gerekçe onların yaşadıkları devir için doğru ve geçerlidir.
Para, ya muayyen veya zimmette[176]
olur. Muayyen olur da satıcı parayı, ondaki bir ayıp sebebiyle geri verirse
akit bozulur. Para zimmette ise, onda meydana gelen ayıp akdi bozmaz. Bu
durumda değer farkını ödemek gerekir[177].
Aybın Tarifi:
Ayb, maksada engel olacak şekilde,
bir şeyin kendini veya değerini azaltan her şeydir. Şartı, bunun o malda
genellikle olmamasıdır. Aybın akit sırasında var olması ile teslimden önce
meydana gelmesi aynıdır[178].
Bu ölçülere göre enflasyon bir ayıp sayılır mı?
Enflasyon, hızına göre üçe ayrılır.
a- Belirsiz veya sürünen enflasyon. Bu durumda
enflasyon yavaş seyreder.
b- Kronik enflasyon. Hızı dengeli, süresi uzun
olur.
c- Aşırı enflasyon[179]
Kağıt para sisteminde enflasyon kaçınılmaz bir
hastalık sayıldığından[180]
Şafii Mezhebi’ne göre belirsiz ve kronik enflasyonu para için ayıp saymak zor
olur. Satıcı bu durumu bilerek malını sattığından neticesine katlanır. Ancak
borcunu zamanında ödemeyenlerden ödeme gününden itibaren meydana gelecek
değer kaybının istenmesinin uygun olacağı anlaşılıyor. Çünkü bu, maksada engel
olacak bir değer düşüşüdür.
Yukarıdaki tarife göre, aşırı enflasyon, parada ayıp
sayılmalı ve normalin üzerinde meydana gelen değer kaybı borçluya
ödettirilmelidir.
Görüldüğü gibi bütün mezhepler, yapılan ödemenin
borca denk olmasını şart koşmuşlar ve bazı durumlarda borcun değerinin
ödenmesini gerekli görmüşlerdir. Böylece misli mallarda "değer"
kavramı denkliği sağlayan diğer kavramlar arasına girmiştir. Diğerleri, tartı
(vezn), ölçek (keyl) ve sayı (adediyat-ı mütekâribe) kavramlarıdır.
Kağıt para ile yapılan bütün işlemlerde paranın
değeri esas alınır. Borç ödeme işlemi de bu para ile yapılacaksa o zaman da
paranın değerinin esas alınması gerekir. Çünkü kağıt para ile olan borçları misliyle
ödemenin başka yolu yoktur. Bu hüküm, bütün mezheplerin görüş ve prensiplerine
ve hakkaniyete uygun olan görülmüştürr. Böylece kimse kimseye haksızlık etmemiş
olur.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur«Eğer faizcilikten vazgeçerseniz ana mallarınız sizindir. Böylece ne
haksızlık edersiniz, ne de haksızlığa uğrarsınız.» ( Bakara 2/279)
DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM
ÖDEMEYİ
GECİKTİREN BORÇLUYU CEZALANDIRMA
Fakihlerin konu ile ilgili on ayrı görüşü vardır.
Bunlar iki ana başlık altında incelenebilir. Başlıklardan biri, borcu
geciktirme sıkıntısına çözüm arayan görüşleri, diğeri de bu sıkıntıya çözüm
olamayan görüşleri içine alır.
I-
SIKINTIYA ÇÖZÜM ARAYAN GÖRÜŞLER
Sıkıntıya çözüm arayan sekiz ayrı görüş vardır.
Bunlardan bir tanesi, işlenen suça uygun cezayı öngörür, biri de sıkıntıyı
gidermek için yeni bir akit türü önerir. Kalan altı görüş ise altı farklı
açıdan konuya yaklaşarak imkanı olduğu halde ödemeyi geciktiren borçluya
gecikme cezası verilmesi konusunda birleşir. Ama bu ceza, işlenen suça uygun
değildir. Bu sekiz çözüm teklifinden biri hariç, hepsi faizli işlem kapsamına
girmektedir.
A- Borcu Geciktirme Suçuna Uygun Ceza
Ödeme gücü olduğu halde borcunu ödemeyen cezayı
hakeder. Ona verilecek ceza, işlediği suça denk olmalıdır. Bu konuda Allah'ın
Elçisi, ona dua ve selam olsun, şöyle demiştir: " Ödeme gücü olduğu halde borcunu geciktiren, ayıplanmayı ve
ukubeti hakeder[181]."
Ukubet () sözlükte, kişiyi yaptığı bir
kötülüğe karşılık cezalandırma[182],
anlamına gelir.
Kur'an-ı Kerim, ukubette uygulanacak prensibi tam
olarak ortaya koymuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Eğer
ukubet (ceza) vermek
isterseniz size ne yapıldıysa onun aynıyla ukubet (ceza) verin. Sabrederseniz and olsun ki bu,
sabredenler için daha iyidir. (Nahl 16/126)
Bu
böyledir; kim kendisine verilen kadar ukubet (ceza) verirse ve kendisine yine de saldırılırsa,
Allah ona, elbette yardım eder. Allah şüphesiz, affeder ve bağışlar. (Hacc
22/60)
Yukarıdaki hadis, imkânı olduğu halde borcunu
geciktirenin ukubeti hakettiğini hükme bağlamıştır. Ayetler ise ukubetin suça
denk olmasını hükme bağlamıştır. Ödemeyi haksız yere geciktiren borçlunun suçu,
alacaklının malını bir süre elinde tutmaktır. Suçuna denk ukubet (ceza) ise,
borcunu ödemekle birlikte o miktarda bir başka malını alacaklıya vermesi ve
alacaklının o malı, gecikme süresi kadar kullanıp geri vermesidir. Mesela, bir kişinin 1000 lira borcu olsa,
bunu haklı bir sebep olmadan 1 ay geciktirse, borcunu öderken alacaklıya 2000
lira vermesi gerekir. Alacaklı bunun 1000 lirasını alacağına karşılık alır,
kalan 1000 lirayı da 1 ay kullanıp geri verir. Böylece borçlu, yaptığı suçun
cezasını çekmiş olur.
Soru - 1000 lirayı ödemeyen 2000 lirayı nasıl öder?
Bu cezanın uygulanması nasıl mümkün olur?
Cevap- Faizli sistemde borcun belli bir oranı kadar gecikme
faizi alınır. Faizsiz sistemde de buna benzeyen ama faize götürmeyen bir
yol izlenebilir. Mesela, ceza olarak alınacak şeyin miktarı azaltılıp kullanma
süresi uzatılabilir. 1000 liralık bir borcu haksız yere 1 ay geciktiren
kişinin fazladan 100 lira verdiğini düşünelim; 100 lira, borcun onda biri olduğundan
alacaklı o parayı gecikme süresinin 10 katı kadar kullanıp geri verir. Bunun
tersi de olabilir. Bu kişi fazladan 2000 lira verse; 2000 lira, borcun iki katı
olduğundan alacaklı o parayı gecikme süresinin yarısı kadar kullanıp geri
verir. Böylece borçlu yine işlediği suça denk bir ukubete, gecikme cezasına
çarptırılmış olur.
Soru- Sözleşmeye bu konuda bir cezaî şart
konabilir mi?
Cevap- Evet, konabilir. Ödeme özürsüz olarak bir ay
gecikirse meselâ %10, iki ay gecikirse % 20, üç ay gecikirse %30 ilh. oranında
ceza alınacağı, uygun sürelerle kullanılarak geri verileceği şartı sözleşmeye
konabilir. Alınan ceza, borcun %10'u kadar olursa, sürenin 10 katı, %20'si
olursa 5 katı, %30'u olursa 3.3 katı kullanılıp iade edilir.
Soru - Elektrik, su ve gaz gibi şeyleri satan resmi
veya özel şirketler, ödemeyi geciktiren müşterilerine, faiz sayılmayacak bir
cezayı nasıl uygulayabilirler?
Cevap - Bunlar sözleşmelerine cezai şart koyar,
ödemeyi geciktiren müşteriden gecikme cezası olarak fazla bir ödeme alırlar.
Bu fazla kısmı, uygun bir süre kullanır, sonra yeni faturadan düşmek suretiyle
geri öderler. Müşteri bu hizmetleri almaktan vazgeçmişse o zaman ödemeyi nakit
olarak yaparlar. Mesela gaz satan bir şirketin sözleşmeye koyduğu cezai şart,
aylık %5 olsa, 1 ay geciken alacağı %5 fazlasıyla tahsil eder. %5, asıl paranın
yirmide biri olduğu için şirket o parayı gecikme süresinin 20 katı olan 20 ay
kullandıktan sonra yeni faturadan bu miktarı düşerek parayı geri ödemiş olur.
Eğer müşteri bu esnada gaz almaktan vazgeçmişse geri ödemeyi nakit olarak
yapar.
Soru - Faizsiz sistemde vergi borçlarını
geciktirenler için ne yapılabilir?
Cevap- Vergi borcunu geciktiren de yukarıdaki gibi
cezalandırılabilir. Ondan kesilen cezalar, uygun sürelerle devlet kasasında
kaldıktan sonra yeni vergi borçlarından düşülebilir. Bu süre içinde o kişi
vergi mükellefi olmaktan çıkmışsa o durumda devlet bu parayı uygun süre
sonunda geri öder.
Soru- O parayı almak için mahkeme masrafı, iade
ederken de vergi ödemek gerekirse bunları kim ödemelidir?
Cevap- Bunlar, ödemeyi haksız olarak geciktiren
borçluya yüklenir. Çünkü bunlara sebep olan odur.
Soru- Kur'an'da ve sünnette ukubet ile ilgili
uygulama var mıdır?
Cevap- Bu konuda bir çok uygulama vardır.
Allahu Teâlâ ihramlıya[183]
kara avını yasaklamış, yasağı çiğneyen olursa, yaptığının dengi bir
cezaya çarptırılmasını hükme bağlamıştır. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
Ey
İnananlar! Siz ihramlı iken avı öldürmeyin. Sizden kim, bile bile onu öldürürse
cezası, öldürdüğüne denk bir ehli hayvanı kabeye ulaşacak kurban olarak
vermesidir. Bunu içinizden iki adil kimse kararlaştırır....
Deniz avı
ve yiyeceği size helâl kılındı ki, hem size hem de (denizde) seyir halinde
olanlara bir geçimlik olsun. İhramlı bulunduğunuz sürece kara avı size haram
kılınmıştır. Huzuruna toplanacağınız Allah'tan sakının.
(Maide 5/95-96)
İhramlının yaptığı suçun ukubeti, hem avladığı
hayvandan yararlanamamak hem de onun dengi bir hayvanı av hayvanları arasına
katmak olmalıdır. Bu av ona haram olduğu için ondan yararlanamaz. Onu elinden
çıkarması gerekir. Onu öldürmesinin cezası olarak, ona denk bir hayvanı kırlara
salıverip av hayvanları arasına katması gerekirdi. Ama bu imkânsız olduğu için
buna en yakın ceza, onun dengi bir hayvanı Allah rızası için kurban kesmektir.
Böylece suçunun cezasını ödemiş olur.
Ukubet prensibinin uygulandığı hadisler de vardır.
Allah'ın Elçisi'ne, ağaçtaki meyve soruldu; dedi ki;
"İhtiyacı olan kişi, eteğine koymadan ondan yerse bir şey olmaz. Kim de
bir şey alıp çıkarsa ona onun iki katı ve ukubet gerekir[184]."
Ağaçtaki meyveyi, eteğine koyup götüren, iki suç
işlemiş olur. Bunlardan birincisi meyveyi, sahibinden izinsiz olarak koparıp
bahçeden çıkarmak, ikincisi de haksız yere ona el koymaktır. Bunlar cezayı
gerektiren davranışlardır. Meyveyi, sahibinden izinsiz olarak koparıp bahçeden
çıkaran, onu kendi için değil, sahibine götürmek için çıkarsa bile cezayı hakeder. Diğer yandan,
haksız yere meyveyi eteğine dolduran kişi, henüz bahçeden çıkmadan yakalansa
yine cezayı hakeder. Bu kişinin meyveyi bahçeden koparıp çıkarmasının
ukubetini Hz. Peygamber belirlemediğinden yetkili makam, onun durumuna uygun
bir ceza verir. Haksız yere ona el koyan, yani meyveye sahiplenen kişinin
cezası ise onu iki katı ile ödemektir. Bahçeden iki kilo meyve alıp götürmüşse
dört kilo öder. Bunun iki kilosu çaldığı meyve, iki kilosu da onu çalmanın
cezası olur. Çünkü ayette: Eğer ukubet
(ceza)vermek isterseniz size ne
yapıldıysa onun aynıyla ukubet (ceza)verin.
(Nahl 16/126) buyurulmuştur. İki
kilo meyve çalmanın ukubeti fazladan iki kilo meyve ödetmek olur.
Konu ile ilgili ikinci hadis de şudur:
Ebû Hureyre'den yapılan rivayete göre Peygamber, ona
dua ve selam olsun, şöyle dedi:
"Gizlenip saklanmış kayıp devenin cezası
hem onu, hem de onun dengini vermektir[185]."
Kaybolmuş deveyi koruma altına almak güzel bir davranıştır.
Ama kayıp olduğunu açıklamadan ona el koymak suçtur. Bu suçun dengi ceza, hem
onu hem de onun dengi bir deveyi ödemek olur[186].
Ayetteki ukubet prensibi ancak böyle gerçekleşir.
Yukarıdaki ayet ve hadislerden açıkca anlaşılır ki,
ödeme gücü olduğu halde borcunu ödemeyene verilecek ceza, onun, borçla birlikte
borca denk bir ödeme yapması ve alacaklının o şeyi, gecikme süresi kadar
kullanıp geri vermesi olmalıdır. Alacaklı onu sahiplenmeyeceği için bunun
faizle bir ilgisi olmaz. Bu görüş, bu
kitabın yazarına aittir.
B- Borcu Geciktirme Suçuna Uygun Olmayan Ceza
Teklifleri
Borçlunun, ödemeyi haksız yere geciktirmesini önlemek
için alınacak tedbirlerle ilgili son zamanlarda çok sayıda araştırma ve ilmi
toplantı yapılmıştır. Ancak bu çalışmalar, kredi sisteminin etkisi altında
yapıldığı için daha çok, gecikme faizinin başka kelimelerle ifadesi dışında bir
yenilik getirmemişlerdir. Bunların faiz sayılmaması için de naslar ve
prensipler zorlanmıştır. Aşağıda bunu açıkca görmek mümkündür.
1- Borcu geciktirmeyi menfaat gasbı sayıp
tazmin ettirmek
Al Baraka Grubu'nun
Istanbul'da düzenlediği 3. İslam İktisadı Kongresi'nde, ödeme gücü olduğu halde
ödemeyi geciktiren borçlunun, gecikme süresi içinde meydana gelecek zararı
karşılaması gerektiği yolunda karar alınmış, toplantıya katılan sekiz ilim adamından
üçü bu karara muhalefet etmiştir. Üç bölümden oluşan karar şöyledir:
1- Meşru bir özrü olmadan ödemeyi geciktiren borçlu,
bu gecikmeden dolayı alacaklının uğradığı zararı karşılamakla yükümlü
tutulabilir. Çünkü böyle bir borçlu zalim olur. Bu konuda Allah'ın Elçisi, ona
dua ve selam olsun, şöyle demiştir:"Gücü
olanın ödemeyi geciktirmesi zulümdür." Onun yaptığı gasba benzer. Fakihler, gasb fiilini işleyen
kişinin gasbettiği malı geri vermekle birlikte gasb süresince o malın menfaatlerini
tazmin etmesini de kararlaştırmışlardır. Bu, çoğunluğun görüşüdür[187].
Karara katılanlardan biri de görüşünü[188]
mesâlih-i mürseleye[189]
dayandırarak gecikme bedelinin, meşru hayır işlerine harcanmak üzere
borçluya, cezai şart olarak yüklenebileceğini belirtmiştir.
2- Alacaklının uğradıgı zarar, alacağını zamanında
alıp meşru bir şekilde çalıştırmış olması halinde elde edebileceği normal kâr
oranı kadar belirlenir.
Mahkeme bunu, meşru kazanç yollarına bağlı olarak
bilirkişi marifetiyle tayin eder. Alacaklının bulunduğu şehirde faizsiz finans
kurumu varsa, onun bu süre içinde, fon sahipleri hesabına gerçekleştirdiği
gelir miktarını dikkate alır.
3- Geçerli faiz oranında faizcilik yapmalarına bahane
teşkil etmemesi için alacaklı ile borçlunun, gecikme bedeli üzerinde önceden
anlaşmaları caiz değildir[190]."
Bu karar, bir çok yönden yanlıştır.
a- Karar yanlış bir gerekçeye dayandırılmıştır.
Kararın iki ayrı dayanağı vardır; bunlardan biri
gasbedilmiş malların menfaatlerinin tazminine, diğeri de mesâlih-i mürseleydir.
Her iki dayanak da yanlıştır. Mesâlih-i mürsele konusuna daha sonra
girilecektir.
Gasbedilen malın menfaatlerinin tazmin edilmesini
Şafiî ve Hanbelî mezhepleri kabul eder ama, böyle bir malın kiraya
verilebilecek özellikte olmasını ve telef edilmemiş bulunmasını şart koşarlar.
Şafiî mezhebinin temel kitaplarından Tuhfet'ul-muhtâc'ın konu ile ilgili
ifadesi şöyledir:
"Ev ve köle gibi kiraya verilebilen şeyler
gasbedilirse menfaatleri tazmin edilir. Bu tazminat, o malı kullanmaya
veya evi kilitlemek gibi kullanılmasına engel olmaya karşılık alınır. Çünkü
menfaatler yasal mallardır, gasbedilince diğer mallar gibi tazmini gerekir....
Telef olurlarsa telef zamanından itibaren menfaatlerinin tazmini gerekmez[191]."
Çünkü telef edilen mal kiraya verilemez.
Hanbelîlerin görüşü Şafiîlerle aynıdır. Hanbelî
fakihlerinden Ahmed el-Kârî'nin konu ile ilgili ifadesi şöyledir:
"Kiraya verilmesi adet olan bir malı gasbeden,
onu iade edinceye veya mal telef oluncaya, eğer iade edilemeyecek durumda ise
değerini verinceye kadar kirasını öder... Telef zamanından sonra kira gerekmez[192]."
Gasbedilmiş bir mal telef olursa borca dönüşür. Yani
gasbeden kişi onun bedelini mal sahibine borçlanmış olur. Borç ise kiraya
verilemez. Çünkü borcun kirası faizden başka bir şey değildir. Bu sebeple
yukarıdaki karar Şafiî ve Hanbelîlerin gasb ile ilgili görüşlerine dayandırılamaz.
Öyle ise karar, meşru bir dayanaktan yoksundur.
b- Alacaklının zarara uğradığı iddiası
Ödemenin gecikmesi, alacaklıyı sıkıntıya sokar ama
bunun onu zarara uğratttığı iddiası her zaman geçerli olmaz. Sıkıntı ile zarar
farklı kavramlardır. Bir kumarbaza olan borcunu geciktiren borçlu, onun bu
parayı da kumarda kaybetmesini önlemiş olabilir. Zarar, ana parayı
azaltan şeydir. Burada ana para alacaktır. Ödemenin gecikmesi ondan bir şeyi
eksiltmemiştir. Kâr kaybına da zarar denmez. Kâr, ticari işlemlerden
elde edilir. Bunun için biri alım, diğeri de satım olmak üzere en az iki işlem
yapılması gerekir. 100 liraya aldığı bir malı daha fazlaya satan kâr etmiş
sayılır. Onu satamaz, yahut 100 liraya veya daha az bir fiyata satarsa kâr
ettiği söylenemez. Borç, bir alım satım işleminde kullanılmadığı için onu
geciktirmekten dolayı bir zarar meydana geldiği iddiası batıl bir iddia olur.
Gecikme süresi içinde meydana gelen enflasyondan
dolayı paranın değerindeki düşme ise farklı bir olaydır. Borçlar, dengiyle
ödenir. Kağıt parada denklik ise sadece paranın alım gücüyle belirlenebilir.
Alım gücü düşen para aynı rakam üzerinden ödenemez. Paradaki değer kaybını,
haklı sebeplerle borcunu geciktirenler de ödemelidir. Burada sözü edilen
borçlular, haksız yere ödemeyi geciktirenlerdir.
Borçtan elde edilen gelire faiz denir. Faiz, kâr
gibi, biri alım, diğeri de satım olan iki işleme muhtaç değildir. Bunun için
alacaklı ile borçlunun anlaşması yeterlidir. Faizli işlemde zarar da olmaz. Bu
sebeple borcunu geciktiren kişinin gecikme bedeli ödemesi kararı borçtan elde
edilen gelirden başka bir şey değildir. Kur'an'da faiz yerine riba kelimesi
geçer. Riba'nın terim anlamı borçtan elde edilen gelirdir. Faiz deyince anlaşılan
budur. “Allah alım-satımı helâl, ribayı
haram kılmıştır.” (Bakara
2/275)
c- Gecikme bedeli üzerinde önceden bir anlaşma
olmaması
Kararın son bölümü şöyledir: "Geçerli faiz
oranında faizcilik yapmalarına bahane teşkil etmemesi için alacaklı ile borçlunun,
gecikme bedeli üzerinde önceden anlaşmaları caiz değildir[193]."
Bu şartın geçerli olabilecek yanı yoktur. Çünkü
yukarıdaki karar kabul edilip uygulamaya konursa, faizsiz finans kurumlarından
birinin o süre içinde, fon sahipleri hesabına gerçekleştirdiği gelir oranı,
tarafların önceden kabul ettikleri gecikme bedelinin ölçüsü olur. Bunu
tarafların önceden kabul etmemiş olması düşünülemez.
d- Geçerli faiz oranının reddi
Kararın son bölümünde yer alan "Geçerli faiz
oranı" ifadesinin bir anlamı yoktur. Bir şey faiz ise, geçerli faiz
oranının altında veya üstünde olması onu faiz olmaktan çıkarmaz. Bu ifade,
gecikme tazminatına onay verenlerin onu faiz saydıklarını, üstü kapalı bir
biçimde göstermektedir.
2- Mesâlih-i mürseleye dayanarak gecikme
cezası vermek
Al
Baraka Grubu'nun 3. İslam İktisadı Kongresi'nde alınan karara
katılanlardan biri[194],
görüşünü mesâlih-i mürseleye dayandırarak gecikme bedelinin alınıp meşru hayır
işlerine harcanmasını şart koşmuştur.
Mesâlih, maslahatın çoğuludur. Maslahat, hayra ve
iyiye vesile olan şey; mürsele ise serbest saha, kabul veya reddine dair bilgi
bulunmayan şey anlamına gelir. Mesâlih-i mürsele, İslamın kabul veya reddettiğine
dair bir bilgi olmadığı halde hayra ve iyiliğe vesile olan durumları ifade
eder. Bu konu, mesalih-i mürsele kapsamına girmez. Çünkü gecikme bedeli
borçla ilgilidir, borçtan elde edilen gelir ise faizdir. Faiz, vadeye karşılık
alınır. Burada sözü edilen gecikme bedeli de vadeye karşılıktır. Başka bir ad
vermek onu faiz olmaktan çıkarmaz.
İslamî hükümlerin maslahata uygun olduğu
doğrudur. Çünkü İslamın ana hedefi, insanları hayra ve iyiliğe sevkeden
şeyleri gerçekleştirmek, onları korumak ve onlardan zararı uzaklaştırmaktır.
Ne var ki, dünya ile ilgili işler arasında yüzde yüz hayır ve iyilik sayılan
bir şey yoktur. İyi ve hayırlı olan her şeyin önünde sıkıntı ve güçlükler
bulunur. Mesela yeme, içme, evlenme, eğitim ve öğretim iyi ve hayırlı şeylerdendir.
Ama sıkıntı ve güçlüklere girmeden onların iyilik ve hayrından yararlanmak
mümkün olmaz. Buna karşılık kötü ve zararlı şeylerin de yararlı yanları vardır.
Bir çok kişi, öndeki sıkıntı ve güçlükleri göze alamadığı için iyi ve hayırlı
olan bazı şeylerden uzak kalır; evlenmez, çalışmaz veya okumaz. Niceleri de
kötü ve zararlı olan bir işi yaparken onun iyi ve yararlı yönleriyle kendini
aldatır. İyi şeylere güçlükle ulaşıldığı halde kötü şeylere kolayca ulaşılabilir.
İyiliklere, ancak aklını ve iradesini iyi kullananlar ulaşabilirler.
Fahreddin er-Râzî
tefsirinde, Allah Teâlâ'nın“...Bu
onların, “Alım satım da tıpkı faizli işlem gibidir”, demeleri sebebiyledir...”
(Bakara 2/275) sözünü
açıklarken şöyle demiştir:
"O toplum, faizi helâl sayma konusunda böyle bir
şüphe içine girmişti... Madem bir kişinin, peşin 10 değerinde olan bir
elbiseyi bir ay vadeli 11'e satması
caiz oluyor, öyleyse bugün 10 verip bir ay sonra 11 alması da caiz olmalıdır.
Çünkü akla vurulunca bu iki işlem arasında bir fark gözükmez. Satışın caiz sayılması,
o konuda tarafların karşılıklı rızasının oluşmasından dolayıdır. Faiz de
öyledir. Taraflar razı olurlarsa onun da caiz olması gerekir. Alım satım
türlerinin meşru kılınması sadece ihtiyaçları giderme gayesiyledir. Önemli
ihtiyaçlar içinde olan bir kişinin bugün bir şeyi olmaz ama ilerisinde eline
çok mal geçecek olabilir. Faiz
kabul edilmezse kimse ona borç vermez, o da sıkıntı ve ihtiyaç içinde kalır.
Faiz kabul edilirse malı olan, faiz almak için ona borç verir. O da, eline mal
geçtiğinde borcunu fazlasıyla öder. Eline mal geçince bu fazlalığı vermesi ona,
o ana kadar sıkıntı içinde kalmaktan kolay gelir. Bu da faizin helâl olmasını
gerektirir. Çünkü diğer satışların helâllığına karar verirken de ihtiyacı
giderme gayesini gütmüştük."
İşte bu, o toplumun şüphesidir. Allah Teâlâ'nın buna
cevabı şudur:"Allah alım satımı
helâl, faizli işlemi haram kılmıştır[195]."
“Alım
satım da tıpkı faizli işlem gibidir"
diyenlerin şüphe ve tereddütlerine şu soruları da eklenebilir: "Bir mala
ihtiyacı olup parası olmayan kişi onu, peşin fiyatından fazla bir fiyatla veresiye
alabilir. Size göre, peşin satış ile vadeli arasındaki vade farkı helâldır.
Madem bu helâldır, öyle ise o kişinin aynı farkı vererek aynı süre için ödünç
alması da helâl olmalıdır. Çünkü akla vurunca bu iki işlem arasında bir fark
gözükmez. Siz o farkı satıcıya ödemeyi kabul ediyorsunuz ama ödünç veren
kişiye ödemeyi kabul etmiyorsunuz."
Allah Teâlâ bu görüş sahiplerinin yanılgı içinde
olduklarını bildirmiş ve şöyle demiştir:
"Faiz
yiyenler, şeytanın peşine takılıp aklını çeldiği[196] kimsenin davranışından farklı
bir davranış göstermezler. Bu onların, “Alım satım da tıpkı faizli işlem
gibidir” demeleri sebebiyledir. Allah alım-satımı helâl, faizli işlemi haram
kılmıştır.” (Bakara
2/275)
Alım satım ile faizli işlem arasında açık bir fark
vardır. Çünkü faiz borçtan, kâr ise satıştan elde edilir. Borç ile satış
arasındaki fark açıktır. Bu, bankalarla faizsiz finans kurumlarının
temel farkını ortaya koyar. Bankalar gelirlerini borçtan, faizsiz finans
kurumları ise ticari faaliyetlerden elde ederler. Kanunlar, bankaların
ticaret yapmasına izin vermez. Faizli borcun bazı faydaları vardır ama bundan
doğacak zarar, elde edilecek faydadan fazladır. İmkânı olduğu halde ödemeyi
geciktiren borçluya, gecikme bedeli ödetmenin de bazı yararları olabilir; ama
ondan doğan zarar, beklenen faydadan fazladır. Çünkü borçtan elde edilen
gelirin faiz olduğu konusunda tam bir ittifak vardır.
3- Bazı hadislere dayanarak gecikme cezasına
hükmetmek
Abdullah b. Süleyman el-Menî'[197],
konu ile ilgili olarak yazdığı uzun bir makalede, ödeme gücü olduğu halde
borcunu geciktiren kişinin gecikme bedeli ödemesi gerektiğini bir çok yönden
ispatlamaya çalışmaktadır. O yollardan birinde bazı hadislere dayanır.
el-Meni', konu ile ilgili olarak şunları söylemektedir:
"Borçlunun, ödemeyi geciktirmesi sonucu
alacaklının uğradığı menfaat kaybını tazmin etmesi görüşü, şeriatın köklerine,
temellerine, konu ile ilgili açık ve net ifadelerine dayanan bir görüştür...
İmkânı olduğu halde ödemeyi geciktiren borçluyu hapsetme yerine sebep olduğu
noksanlık ve zararı ödetmek haksızlığa uğramış alacaklı için daha yararlı
olur. Maddi ceza, hem suça engel olur hem de hukuka saygıyı sağlar[198]."
Abdullah
el-Menî', makalesinde maddi cezalarla ilgili gördüğü bütün hadisleri
sıralamış bulunmaktadır, ancak onlar arasında tazminat ödeme ile ilgili sadece
iki hadis vardır. Bu hadisler daha önce geçmişti. Onlardan birincisi şudur:
Allah'ın Elçisi'ne, ağaçtaki meyve soruldu; dedi ki;"İhtiyacı olan, eteğine koymadan ondan
yerse bir şey olmaz. Kim de bir şey alıp çıkarsa ona onun iki katı ve ukubet
gerekir[199]."
İkinci hadis de şudur:
Ebû Hureyre'den yapılan rivayete göre Peygamber, ona
dua ve selam olsun, şöyle dedi:
"Gizlenip
saklanmış kayıp devenin cezası hem onu, hem de onun dengini vermektir[200]."
Bu hadislerden her ikisi de Abdullah el-Meni' için
delil olmaz. Aksine onun iddiasının geçersizliğini gösterir. Allah'ın Elçisi,
ağaçtaki meyveyi, kendisinin olsun diye eteğine koyup götürene biri maddi ceza,
diğeri de tazir[201]
olmak üzere iki ceza kesmiştir. Çünkü o, iki suç işlemiştir. Bunlardan biri
meyveyi, sahibinden izinsiz olarak koparıp bahçeden çıkarmak, diğeri de haksız
yere ona el koymaktır. Haksız yere ona el koyan, yani meyveyi sahiplenen
kişinin cezası onu iki katı ile ödemek olmalıdır. Bahçeden iki kilo meyve
götürmüşse dört kilo ödemelidir. Bunun iki kilosu el koyduğu meyvenin
karşılığı, iki kilosu da ona el koymanın cezası olur. Çünkü ayette: Eğer ceza vermek isterseniz size ne
yapıldıysa onun aynıyla ceza verin. (Nahl
16/126) buyurulmuştur. Borçlu borcun ne bir kısmına ne tamamına el koymuştur.
Onun suçu, ödemeyi geciktirmektir.
İkinci hadiste Allah'ın Elçisi sadece tazminata
hükmetmiştir. Çünkü kaybolmuş bir deveyi koruma altına almak güzel bir davranıştır.
Ama ona el koymak suçtur. Bu suçun dengi ceza, hem onu hem de onun dengi bir
deveyi ödemek olur[202].
Ayetteki ukubet prensibi ancak böyle gerçekleşir. Borçlu ise, alacaklının hiç
bir şeyini, ona el koymak için almamıştır. Dolayısıyle bu hadislerin, borcu
geciktirmekle bir ilgisi yoktur.
Abdullah el-Meni', imkânı olduğu halde ödemeyi
geciktiren borçlunun noksanlık ve zarara sebep olduğunu iddia etmektedir. Bu
iddiayı kabul etmek mümkün değildir. Borcun miktarında bir azalma olmayacağı
için noksanlık ve zarar iddiası yersizdir. Bu husus yukarıda (1) fıkrada (b) başlığı altında
açıklanmıştır.
Maddi cezanın, suça engel olduğu ve hukuka saygıyı
temin ettiği iddiasına gelince, verilen cezanın işlenen suça denk olması
şartıyla bu iddia kabul edilebilir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Eğer ceza vermek isterseniz size ne
yapıldıysa onun aynıyla ceza verin." (Nahl 16/126)
Ödemeyi haksız yere geciktiren borçlunun suçu,
alacaklının malını bir süre elinde tutmaktır. Suçuna denk ceza ise, borcunu
ödemekle birlikte o miktarda bir başka malını alacaklıya vermesi ve alacaklının
o malı, gecikme süresi kadar kullanıp geri vermesidir. Bunun dışındaki cezalar
o suça denk olmaz.
4- Cezai şartla gecikme cezasını aynı yere koymak
Abdullah b. Süleyman el-Menî'in, imkânı olduğu halde
ödemeyi geciktiren borçluya gecikme cezası verilmesi görüşünü dayandırdığı
şeylerden biri de cezâî şart konusudur. Bu konuda Suudi Arabistan'da bulunan ve
kendisinin de üyesi olduğu Büyük İlim Adamları Kurulu'nun () ittifakla aldığı bir karara dayanmaktadır. Karar şöyledir:
"Sözleşmelerde uygulanmakta olan cezai şart
doğru ve yerindedir. Yükümlülüğü yerine getirmeye engel meşru bir özür olmadığı
takdirde bu şarta uymak gerekir. Böyle bir özür varsa, ortadan kalkıncaya kadar
şarta uymak gerekmez. Cezaî şart, örfe göre maddi yönden tehdit oluşturacak
derecede fazla ve şer'î prensiplerin gerektirdiği miktardan uzak olursa
kaybolan menfaat veya meydana gelen zarar dikkate alınarak adalet ve insaf
prensiplerine göre hareket edilir. Doğacak bir ihtilaf, mahkemeye başvurularak
bilirkişi marifetiyle halledilir[203]."
Abdullah el-Meni', bu kararın dayandığı ayet, hadis
ve sahabi sözünü gecikme tazminatı için de delil saymıştır.
Ayet şudur:"Müminler,
akitleri yerine getirin." (Maide 5/1)
İkinci delil, Allah'ın Elçisi'nin şu sözüdür:
"Müslümanlar koştukları şartlara uyarlar.
Haramı helâl, helâlı haram kılan bir şart olursa o başka[204]."
Hz. Ömer şöyle
demiştir: "Hakların
kesiştiği yer şartların yanıdır." Şu tercüme daha güzel olabilir:
"Şartlar varsa haklar biter." Bu söz, yukarıdaki hadisi açıklar. Yani
şart konmuşsa o şarta aykırı hak talebi olmaz.
Abdullah el-Meni' daha sonra şöyle diyor:
"Yukarıda anlatılanlardan şu sözün haklılığı
ortaya çıkar: İmkânı olduğu halde ödemeyi geciktiren borçlu, gecikme sebebiyle
alacaklı aleyhine meydana gelen eksilmeyı tazmin eder. Borcu doğuran sözleşmede
ödemeyi geciktirenin kaybolan menfaat kadar bir ödeme yapacağının cezai şart
olarak konması da sahihtir ve o şartın yerine getirilmesi gerekir[205]."
Abdullah el-Meni' burada enflasyon sebebi ile paranın
değerinde meydana gelen eksilmeyi kasdetmiyor, çünkü o, şöyle diyor: "...
Kesin olarak gerçekleşmemiş ama bir kazanç fırsatının yok olması sebebiyle
ortaya çıkmış, bu tahmini menfaat kaybını karşılamak için cezai şart konabilir[206]."Çünkü
enflasyon sebebiyle borcun değerinde meydana gelen azalma, yukarıda olduğu gibi
tahmini değil, gerçek bir azalmadır.
Cezaî şart konusunun Abdullah el- Meni' lehine delil
olması mümkün değildir. Çünkü borç için konan cezai şart, haramı helâl kılmak
için konmuş bir şart olur. Her fırsatta ifade edildiği gibi borçtan elde edilen
gelir faizdir.
5- Kaparoya bakarak gecikme cezasına hükmetmek
Abdullah b. Süleyman el-Menî'in,
imkânı olduğu halde ödemeyi geciktiren borçlunun gecikme bedeli ödemesi
gerektiğini dayandırdığı şeylerden biri de kaparo konusudur.
Kaparo, kişinin bir mal için satıcıya bir miktar para
vermesidir. Şu şartla ki, malı alırsa bu para mal bedeline mahsup edilecek,
almaktan vazgeçerse satıcının olacaktır. Ahmed b. Hanbel, bunun
sakıncalı olmadığını söylemiştir. Hz. Ömer bu işi yapmıştır. Abdullah
b. Ömer'in bunu caiz gördüğü bildirilmiştir. İbn Sîrîn dedi ki,
"Maldan hoşlanmadığı zaman onu ve beraberinde bir şeyi geri vermesinde bir
sakınca yoktur. Ahmed b. Hanbel dedi ki, kaparo bu anlamdadır[207]."
Abdullah el-Meni' diyor ki; "Kaparo, müşterinin,
muhayyerlik süresi içinde, kararını kesinleştirmesine kadar malı sattırmamasına
karşılıktır. Müşterinin cayması halinde satıcının kaparoyu haketmesi ise bu
malı, belki arzu ettiği iyi bir fiyatla satma fırsatını kaybetmesine
karşılıktır. Çünkü o bu malı, müşteriye cayma hakkı veren bir satışla satmıştır[208]."
Burada da yanlış bir kıyaslama (kıyas maa'l-fâriq)
vardır. Çünkü kaparo, alım satım sahasında; gecikme bedeli ise faiz sahasında
meydana gelir. "Allah alım satımı
helâl, faizli işlemi haram kılmıştır[209]." Buraya şunu eklemek gerekir:
Kaparo, ne müşterinin belli bir süre malı sattırmamasına, ne de satıcının
arzu ettiği iyi bir fiyatla satma fırsatını kaybetmesine karşılıktır. Abdullah
el-Meni'in kaynak gösterdiği İbn Kudâme bu konuda şöyle der:
"Kaparonun, satıcının beklemesine ve bu sebeple
satışı geciktirmesine karşılık sayılması doğru değildir. Eğer öyle olsaydı,
müşterinin malı satınalması halinde kaparonun mal bedeline katılması caiz
olmazdı. Zaten satışta, bekleme süresine karşılık bir bedel alınması caiz
değildir. Eğer caiz olsaydı, elbette kira gibi miktarının belli olması
gerekirdi[210]."
6- Gecikme
cezasını alıp hayır yollarına harcamak
Albaraka Grubu'nun 6.
İslâm İktisadı Kongresi'nde bu konuda yeni bir karar alınmıştır. Karar
şöyledir:
Soru - Ödeme gücü olduğu halde borcunu
geciktirenlerin maddi tazminat ödemeleri şart koşulabilir mi?
Karar: İmkânı olduğu halde ödemeyi geciktiren
borçluları caydırıcı mahiyette gecikme tazminatı şart koşulabilir. Şu
şartla ki, bu tazminatları hayır yollarına harcamak gerekir[211].
Bu karar da yanlış bir yere oturtulmuştur. İmkânı
olan bir kişinin borcunu geciktirmesini engellemek kuşkusuz doğru bir
davranıştır. Çünkü bu, zulmü önlemektir. Ama bunu yanlış yere oturtmak da zulüm
olur. Çünkü zulüm, bir şeyi azaltarak veya artırarak yahut zamanını
veya yerini değiştirerek olması gereken durumdan başka duruma sokmaktır[212].
Allah Teâlâ bir çok ayette zulmü kesin olarak
yasaklamıştır. Konumuzla ilgili bir ayette şöyle buyurmuştur:
Bir
kötülüğün karşılığı, tıpkı onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder ve
barışırsa, onun ecri Allah'a aittir. Doğrusu o, zulmedenleri sevmez. (Şûrâ
42/40)
Ayetten şu açıkça anlaşılır ki, suç ile ceza
arasındaki dengesizlik zulüm olur. Burada da dengesizlik vardır. Çünkü ödemeyi
geciktirme ile maddi tazminat arasında benzerlik yoktur. Bu şekilde elde
edilen tazminatları hayır yollarına harcamak bu zulmü ortadan kaldırmaz. Bu,
hayırlı bir davranış da değildir. Çünkü Allah'ın Elçisi, ona dua ve selam
olsun, şöyle demiştir:
"Ey insanlar, Allah temizdir, temizden başkasını
kabul etmez. Allah, elçilerine verdiği emri müminlere de vermiş ve şöyle
demiştir: Elçiler! Temiz şeylerden yiyin
ve iyi iş yapın. Ben ne yaptığınızı bilirim. (Müminûn 23/51)[213]"
Burada şu soruya cevap vermek gerekir:
"Alınması öngörülen gecikme tazminatı helâlsa
alacaklının malı olur. Öyleyse onu hayır yollarına harcamasını neden şart
koşarsınız? Eğer o haram ise alınmasına nasıl onay verebilirsiniz?"
C- Yeni Bir Akit Türü Önerisi
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku
profesörlerinden Dr. Hayrettin KARAMAN, vadeli satış için yeni bir akit
türü önererek imkânı olduğu halde ödemeyi geciktiren borçlunun doğurduğu
problemi çözmek istemiştir. Onun görüşü şöyledir:
"Satıcı, sürelere göre değişen vade farklarını
gösterir bir liste üzerinde müşteriyle anlaştıktan sonra malı teslim eder.
Bundan sonra bakılır; müşteri mal bedelini hangi vadede öderse akit o zaman
kesinlik kazanır. Bu akitte fiyatları gösteren bir liste bulunduğu için fiyat
belirsiz değildir. Teamül de olursa akit fasit olmaz."
"Günümüzde vadeli satış yapan bir satıcı
müşteriye bir ay, iki ay, üç ay gibi değişik vadeler ve 11, 12, 13 lira gibi
vadeye göre değişen fiyatlar sunar. Müşteri bu vade ve fiyatlardan uygun
gördüğünü seçip malı satın alır. Bu, yerleşik bir usuldur. Ben diyorum ki;
alıcı ve satıcı vadelere göre değişen fiyatları gösterir bir liste üzerinde
anlaşıp ilk vade ve fiyata göre senet düzenleyerek satışı
gerçekleştirebilirler. Müşteri ödemeyi ilk vadede yaparsa senette yazılı
fiyatı, son vadede yaparsa listede yazılı son fiyatı öder. Bu iki vade arasında yaparsa o vadeye uygun fiyatı
öder. Burada ne bir aldatma, ne de tarafları nizaya sokacak ölçüde cehalet
vardır. Yapılan her ödeme malın bedelidir. Vadeye göre değişen fark da vade
farkıdır, yoksa gücü olduğu halde ödemeyi geciktiren borçluya yüklenmiş
gecikme bedeli değildir.
Fakihler, mal bedelinin ve vadenin belirsiz olması
halinde satışın fasit olacağını söylemişlerdir. Çünkü bu belirsizlik nizaya
sebep olur. Yukarıda teklif edilen akit türünde, nizaya sebep olacak ölçüde bir
belirsizlik yoktur[214]."
Hayrettin KARAMAN bu görüşüyle, borcu ödeme günü
kavramını ve fiyat kavramını değiştirmektedir. Bunları değiştirmek, alım
satımın tabiatını değiştirmek olur. Bunun kabul edilemeyeceği açıktır. Çünkü
o takdirde satıcı malı kaça sattığını ve bedelini ne zaman alacağını bilemez.
İş böyle yürümeyeceğinden, senet hangi tarih için düzenlenmişse bedelin o
tarihte ödeneceği kesinleşmiş sayılacak, tarafların üzerinde anlaştıkları
liste ise borcun gecikmesi halinde ödenecek faiz miktarını gösterme dışında
bir işe yaramayacaktır.
Bize göre burada biri satış diğeri de faiz olmak
üzere iki akit önerilmektedir. Satış, listede yazılı birinci bedel üzerinden
yapılacak, mal teslim edilecek ve mal bedelinin yerine borç senedi
imzalanacaktır. İkinci akit ise, borcun zamanında ödenememesi halinde tahakkuk
edecek faiz miktarını gösteren bir liste üzerinde anlaşma şeklinde olacaktır.
Çünkü borç senedinde yazılı miktarın üzerine, vadeye bağlı olarak yapılan her
ilave, borçtan elde edilecek geliri gösterme dışında bir anlam taşımaz.
Borçtan elde edilen gelir ise faizdir.
Şunu da eklemek gerekir ki, Hayrettin KARAMAN'ın
teklifi doğru kabul edilirse borcu son ödeme günü listede yazılı son vade
olur. Bu tarihte ödemede bulunmayanlar borcu geciktirmiş olurlar. Bu teklifte
onlara karşı bir tedbir yoktur.
II-
SIKINTIYA ÇÖZÜM OLAMAYAN GÖRÜŞLER
Eski alimlerden bir kısmı, imkanı olduğu halde
ödemeyi geciktiren borçlunun hapsedilebileceğini söylemişlerdir. Bir de
zamanımızda, gecikme cezasını haklı olarak faiz sayan, ama bu probleme başka
bir çözüm teklif etmeyenler vardır. Bu iki görüş, bu sıkıntıya çözüm olacak
nitelikte değildir.
A- Borçluya Hapis Cezası
Allah'ın Elçisi, ona dua ve selam olsun, şöyle
demiştir:"Ödeme gücü olduğu halde
borcunu geciktiren ayıplanmayı ve ukubeti hakeder[215]." Eski fakihlerden Süfyan[216],
Veki'[217],
Ali et-Tenâfisî[218]
ve İbn'ul-Mubârek[219],
hadiste geçen ukubeti hapis cezası diye anlamışlardır. Bu anlayış doğru
değildir. Hapis, borcu geciktirmenin cezası olamaz. Çünkü borçlu burada alacaklının
kendini değil, malını alıkoymuştur. Dolayısıyle onun suçu ile hapis cezası arasında
bir benzerlik yoktur.
Borçlunun hapsedilmesini Ebû Hanîfe de kabul
etmiştir. Ancak o bunu, ödemeyi geciktirmenin cezası değil, borçluyu ödemeye
zorlamanın ve haksızlığı önlemenin bir yolu olarak görmüştür. Zira Ebû Hanîfe,
borçlunun mallarının haczedilip satılmasını kabul etmez. Ona göre,
"Borçlunun malı varsa, hâkim o mal üzerinde tasarrufta bulunamaz. Borçluyu
süresiz olarak hapseder ki, malını satsın ve borcunu ödesin. Bunu, alacaklılar
haklarını alsınlar ve zulüm önlensin diye yapar[220]."
Borçlu, borcu ödeyince hapisten çıkacağına göre
bunun, borcu geç ödemenin cezası olmadığı açıktır. Mahkemenin verdiği hapis
cezasını infazdan önce borcunu öderse hapse bile girmez. O zaman onun,
alacaklıya verdiği sıkıntı cezasız kalmış olur. Hapis cezası, doğan sıkıntıyı
gidermediği için bugün başka arayışlara girilmiştir.
B- Borçluya Maddi Cezayı Faiz Sayıp Başka Bir Şey
Önermeme
Suudi Arabistan'da bulunan Rabıta'ul-alem'il-islâmî
adlı kuruluşa bağlı el-Mecma'ul-fıkhî'nin aldığı karara göre ödemeyi
geciktiren borçluya verilecek maddi ceza faiz olur. Bu karar, Ürdün İslam
Bankası'nın danışmanı tarafından sorulan bir soruyu cevaplandırmak için
yapılan toplantıda alınmıştır. Soru şöyledir:
- Borçlu borcunu vadesinde ödemeyip geciktirirse
bankanın borçluya belli bir oranda maddi ceza yükleme hakkı var mıdır?
Bu soru üzerine toplanan el-Mecma'ul-fıkhî'nin
üyeleri, aşağıdaki kararı ittifakla almışlardır:
"Alacaklı taraf, borçlunun borcu vadesinde
ödememesi halinde belli bir ceza vermesini veya borcun belli bir oranında
fazla ödeme yapmasını şart koşar, yahut ona böyle bir borç çıkarırsa bu şart
veya borç batıl olur. Bunun ne yerine getirilmesi gerekir ne de onu yerine
getirmek helâl olur. Bu şartı koşanın banka olmasıyla başka biri olması arasında
fark yoktur. Çünkü bu, Kur'an'ın yasakladığı cahiliye faizidir[221]."
Bu karar doğrudur ama bir çözüm sunmamaktadır.
III-
DEĞERELENDİRME VE SONUÇ
Ödeme gücü olmadığı için borcunu ödeyemeyenlere bir
ceza verilemeyeceği konusunda ittifak vardır. Çünkü bu konudaki ayet açık ve
nettir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Eğer
borçlu darlık içinde ise genişliğe çıkıncaya kadar beklemelidir. Borcu
bağışlamanız hakkınızda daha hayırlıdır. Bunu bir bilseydiniz.”
İmkânı olduğu halde borcunu ödemeyen, cezayı hakeder.
Ona verilecek cezanın hem işlediği suça denk olması hem de faiz olmaması için
tek yol, bu konunun başında önerilen yoldur. Yani 100 lira borcu olan kişinin
ödemeyi haksız olarak 1 ay geciktirmesi halinde alacaklının ondan, alacağı
dışında 100 lira daha alıp 1 ay kullanmasını esas almaktır. İmkânı olduğu halde
borcunu ödemeyenlerle ilgili olarak sunulan diğer çözümlerin tamamı faizli
işlem kapsamına girer. Çünkü o çözümler, kredi sisteminde olduğu gibi borçtan
gelir elde etme sonucunu doğurmaktadır.
Borcun bir alım satımdan doğması ile ödünçten doğması
arasında fark olmadığı için bu görüşler faize kapı açar. Meselâ biri diğerinden
bir günlüğüne veya daha kısa bir süre için borç alır, borcunu bu süre içinde
ödemez, daha sonra geçen süreler için gecikme cezası öder. Artık bundan sonra
faizin adı gecikme cezası olur.
Eğer gecikme cezası, alacaklının bulunduğu şehirdeki
faizsiz finans kurumunun bu süre içinde, fon sahipleri hesabına
gerçekleştirdiği gelir miktarı kadar olur, denirse, bu miktar, meşru faiz oranını
oluşturur. Nitekim yer yer böyle uygulamalar görülmektedir.
Yok eğer gecikme cezasının miktarı, borçlanma
sırasında, cezaî şart olarak belirlenebilir, denirse taraflar istedikleri faiz
oranını belirlemede serbest hale gelirler.
Hayrettin KARAMAN'ın görüşü
kabul edilip uygulanırsa bir durum daha ortaya çıkar: Vadeli satışlarda borçlu,
borcunu zamanında ödemeyince vade farkı, borcu ödediği güne kadar tahakkuk
ettirilir. Hayrettin KARAMAN, meselâ 100 liralık bir malın, 1 aydan 9 aya kadar
değişen fiyatları gösterir bir liste üzerinde anlaşılarak satılmasını caiz
görmekte, ama bu süreden sonra yapılan ödemelerde bir fark alınmasını caiz
görmemektedir. Bu durumda vade farkını 9. ayda durdurmanın mantıklı bir
gerekçesi olmadığı için müşteri ödemeyi 12. ayda yaparsa insanlar vade farkını
12. aya kadar yürütürler. Derler ki; "Son ödemenin 12. aya kayabileceği
baştan düşünülseydi bu fiyat listeye yazılırdı, onu listeye yazmamak bir şeyi
değiştirmez."
Yukarıdaki sekiz görtüşten birincisi dışında hangisi
kabul edilirse edilsin, ondan sonra faiz yasağının bir anlamı kalmaz.
BEŞİNCİ
BÖLÜM
MENKUL
KIYMETLER BORSASI
Menkul kıymetlerin
alınıp satıldığı yere menkul kıymetler borsası adı verilir. Menkul kıymetler
kapsamına tahvil, hazine bonosu ve hisse senetleri girer.
Tahvil ve hazine bonosunun alım satımı faizli işlemlerden olduğu için daha önce
anlatılmıştı. Burada şirketlerin hisse senetlerini borsada alıp satmadan
söz edilecektir. Borsaya hisse senedi sürme hakkı yalnızca anonim şirketlere
tanındığından önce anonim şirketlerin yapısı incelenecek, birer anonim şirket
olan holdinglerden bahsedilecek sonra borsa konusuna geçilecektir.
I.
ANONİM ŞİRKET
Anonim şirket, bir ünvana sahip, esas sermayesi
belirli ve paylara bölünmüş olan, borçlarından dolayı yalnız mal varlığıyla
sorumlu tutulan şirkettir. Ortakların sorumluluğu ise üstlenmiş oldukları
sermaye paylarıyla sınırlıdır.
Anonim şirket tüzel kişiliğe sapihtir. Tüzel
kişilik ona, insan olmadığı halde insan gibi bazı hak ve sorumluluklar
verir. Onun mülkiyet hakkı, akit yapma ve sorumluluk altına girme yetkileri
vardır. Bir insan gibi doğar, yaşar ve ölür. Ölen insanın malı mirasçılarına,
tasfiye edilen şirketin malı da ortaklarına kalır. Şirketin borcu malına denk
ya da daha fazla ise ortakların alacağı bir birşey yoktur. Ortaklar şirketin
mal varlığını aşan borçlardan sorumlu tutulmazlar. Onlar sadece sermaye ile
sınırlı bir sorumluluk üstlenmişlerdir. Tüzel kişiliğin beyni yönetim
kuruludur. Yönetim kurulu genel kurula karşı sorumludur. Kim genel kurula hâkim
olursa anonim şirketin her şeyine hâkim
olur.
A- Sorumluluk
Şirketi idare edenler her ne kadar gerçek şahıslar
ise de Türk Ticaret Kanunu (T.T.K.) 336'ya göre yönetim kurulu üyeleri şirket
nâmına yaptıkları sözleşmelerden ve işlemlerden dolayı şahsen sorumlu olamazlar.
Aynı kanunun 321'inci maddesi ise temsile veya
idareye yetkili kişilerin görevlerini yaptıkları sırada işledikleri haksız
fiillerden anonim şirketi sorumlu tutar. Anonim şirkette kimi şahıslar, şirket
yoluyla elde edecekleri menfaatlerden yararlanırlar ama kendi elleriyle meydana
gelen haksız fiillerin sorumluluğuna katlanmazlar. Her ne kadar şirketin bu
şahıslara rücu hakkı varsa da bu hakkın kullanılması genel kurulun kararına
bağlıdır. Bunun böyle olması birçok haksızlığın kapısını aralamaktadır.
Genel kurulu etkiliyecek durumda olan pay sahipleri
şirkete tam hâkim olurlar. T.T.K. m. 363'e göre diğer ortaklar şirketin iş
sırlarını öğrenmeye yetkili değillerdir. Şirketin ticârî defterleriyle
yazışmalarının incelenmesi yalnız genel kurulun açık müsadesi ya da yönetim
kurulunun kararıyla mümkündür.
Küçük pay sahiplerinin talepleri genel kurul, ya da
yönetim kurulu tarafından kabul edilmediği takdirde bunlar şirketle alakalı
herhangi birşeyi öğrenme hakkını elde edemezler.
Ana sözleşmede aksine bir hüküm yoksa şirket genel
kurulu şirket sermayesinin en az dörtte birini temsil eden pay sahiplerinin
katılmasıyla toplanır. Kararlar mevcut oyların çoğunluğuyla alınır[222].
A. Ş. kurulduktan sonra şirketin sona ermesi için
T.T.K. 434'te belirtilen infisah sebeplerinin bulunması icabeder. Yoksa pay
sahibi şirkette bulunan mal varlığını isteyip şirketten ayrılma hakkına sahip
değildir. Sadece sahip olduğu hisse senetlerini bir başkasına satabilir ve bu
şekilde şirketin ortağı olmaktan çıkar. Şirketin gerçek değerini ne kendisi, ne
de hisseleri alan kişi bilemeyeceği için hisse senetleri için istediği fiyat,
sadece tahmini fiyat olacaktır.
Hisse seneleri ya nâma ya da hamiline yazılı olur.
Hamiline yazılı hisse senetlerinin devri mümkündür. Fakat nâma yazılı hisse
senetlerinin devredilebilmesi için ana sözleşmede aksine bir hükmün bulunmaması
gerekir.
Şirketlerin hisse senetleri, A grubu, B grubu, C
grubu gibi değişik gruplara ayrılabilir. Ana sözleşmede yönetim kurulunun
kararı olmadan, nama yazılı hisse senetlerinin tamamının veya bir grubunun
satılamayacağı ya da hisse senedini satmak isteyen kimsenin evvela ortaklara
müracaat etmesi gerektiği, ortaklar almadığı takdirde başka kimselere
satabileceği şeklinde maddeler konabilir. Bu durumlar pay sahiplerinin sahip
oldukları payı satma yetkisini sınırlar. Ana sözleşmede başlangıçta bu gibi
hükümler olmayabilir. Fakat genel kurula hâkim olan ortaklar ana sözleşmeyi bu
yolda değiştirebilirler.
Kanunla belirlenmiş olan bu gibi şeylerle, küçük pay
sahipleri büyük ortakların insafına terkedilmiş olmaktadır. Büyük ortaklar
insaflı ve hakkaniyete uygun bir şekilde davranırlarsa şirkette fazla bir
problem çıkmaz. Fakat şirketin yapısı onları hakkaniyete uygun bir davranışa
zorlamamaktadır.
Daha sonra belirtileceği gibi haksızlığa uğradığını
iddia eden pay sahibinin bunu ispatlaması da zor şartlara bağlanmıştır. Öyleki
A. Ş.'lerde genel kurula hâkim olan büyük ortaklar küçük ortakları ezmek için
her türlü imkâna sahip kılınmışlardır. Hatta büyük sermayeye sahip olmadan bile
ana sözleşemeye konabilen bir takım maddelerle şirketin yönetimini elde tutmak
mümkündür. Mesela ana sözleşmede A grubu hisse senedine sahip olan kişiler
yönetim kurulunun dört üyesini seçer, beşinci üye de B grubu hisse senedi
sahibi olan kişiler arasından seçilir şeklinde maddeler olabilir. A grubu
hisse senedi sahipleri şirketin %10'ununa, %20'sine sahip olabilirler. Her
nasılsa ana sözleşmeye konan böyle bir madde bir azınlığın şirkete hâkim
olmasına imkan tanır.
B- Büyük Ortakların Yapabilecekleri Haksızlıklar
Kapitalist sistemler menfaatinden başka birşeyi
düşünmeyen ekonomik adam modeli üzerine kurulmuştur. Bazı müslüman
yazarların buna karşılık müslüman adam
modelini ortaya koyduklarına şahit oluyoruz. Ama İslâm hukuku ve iktisadı müslüman
adam modeli üzerine kurulmuş değildir. Yani hükümler, insanlara zulüm
yapmaktan sakınan, hakkına razı olan ahlâklı bir insana göre düzenlenmemiştir.
Çünkü insanla ilgili olarak Kur’an-ı Kerimde ve Allah'ın Elçisinin sözlerinde
geçen tanımlar, sözleşmelerin haksızlığa açılabilecek kapıları kapayacak
şekilde hazırlanmasını zorunlu kılmıştır.
İbrahim Sûresinin 34. âyeti şöyledir:
"Allah
size istediğiniz herşeyden vermiştir. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalksanız
sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim çok nankördür."
İsra Sûresinin 83. âyeti de
şöyledir :
"İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirip
yan çizer, ona bir de zarar dokunacak olsa iyice karamsarlığa düşer."
Hacc
Sûresinin 66. âyetinde şöyle buyurulur :
"Gerçekten
insan çok nankördür."
Meâric Sûresinin 19. 20 ve 21.
âyetlerinin meali şöyledir :
"Gerçekten
insan pek hırslı yaratılmıştır.
Kendisine
fenalık dokunduğunda sızlanır feryad eder.
İyilik
dokunduğunda da pinti kesilir, kimseye bir şey vermek istemez."
Alâk Sûresinin 6 ve 7. âyetlerinde
de şöyle buyurulmuştur:
"İnsan ne de olsa taşkınlık eder,
kendini
kendine yeter görmesiyle.
Ona dua ve selam olsun, Allah'ın Elçisi şöyle
demiştir:
"Eğer
insanların tek taraflı iddiaları yeterli sayılsaydı birbirlerinin kanını ve
malını dava ederlerdi[223]."
İnsan böyle
tanımlandığı için fakihler akitlerde haksızlık sayılan şartların konmasını
yasaklamış, haksızlığa sebep olabilecek şartları da "müfsit şart"
yani akdi bozucu şart olarak kabul etmişlerdir. A.Ş.'lerde her iki tür şart
mevcuttur. İnsanların eline haksızlık yapma imkanının verilmemesi esastır.
Biraz sonraki örneklerde görüleceği gibi Kanun A.Ş.'lere hâkim olan sermaye
sehiplerinin haksızlık yapmalarına imkan tanımaktadır.
1 - Kârdan pay vermemek suretiyle yapılan haksızlık
Halka açık olmayan A. Şirketlerde kârdan pay
verilmesi yani temettü dağıtılması genel kurulun kararına bırakılmıştır. Genel
kurul karar vermedikçe kâr dağıtımı yapılamaz. Bir A. Şirkette 2 kişinin %49
sermayeye, 3 kişinin de %51 sermayeye sahip olduğunu kabul edelim. Bu üç kişi şirketi
gayet iyi çalıştırarak zengin bir hale getirmiş fakat yıllık genel kurullarda
temettü dağıtılmasını kabul etmemiş olsun. Böyle bir durumda zengin şirketin
%49'una sahip olan ortaklar, şirketin zenginliğinden hiç bir şekilde istifade
edemezler. Bunların yapabilecekleri tek şey hisse senetlerini satabilmektir.
Eğer hisse senetlerinin satılması yönetim kurulunun müsadesine bırakılmışsa
%49'luk paya sahip olan kişilerin işleri büsbütün zorlaşmış olacaktır. Büyük
bir şirketin hissesine sahip olmalarına ve çok zengin bulunmalarına rağmen bu
pay sahibleri zenginliklerinden hiçbir şekilde istifade edemezler. Eğer
Müslüman iseler zekatlarını vermekle de sorumlu olurlar. Trilyonluk servete
sahip olan bu ortaklar, bir taraftan zekât mükellefi diğer taraftan bir lokma
ekmeğe muhtaç ve fakr-u zaruret içinde olan kişiler haline gelebilirler.
Yönetimi ellerinde bulunduran ortaklar, maaş, huzur
hakkı, çeşitli masrafların şirkete yüklenmesi vesair yollarla zenginliğin
keyfini çıkarabilirler.
2 - Küçük ortakların haklarına el konması
Küçük ortak, genel kurula hâkim olamadığı için şirket
yönetiminde söz sahibi olamaz. Genellikle %51'lik payı ellerinde bulunduran
ortaklar, şirketin her türlü muamelesine hâkim olduğundan %49'luk pay sahipleri
küçük ortak sayılırlar. Küçük ortakların malları çeşitli yollarla gasp
edilebilir. Bunlardan iki türüne örnek verelim:
a- Küçük ortağın şirketteki payının düşürülmesi
Yukarıda çok iyi çalışan ve zengin olan bir şirket
örneği verildi. O şirket 100 milyonluk bir sermayeyle kurulmuş, yapılan yeniden
değerlemeyle değerinin bir milyara çıktığı tespit edilmiş olsun. Büyük ortaklar
isterlerse şirketin artan 900 milyon liralık değeri karşılığında hisse senedi
çıkarıp ortaklara bedelsiz olarak verebilirler. Fakat buna mecbur
tutulmadıkları için bunun yerine sermaye artırımına da gidebilirler. Sermayeyi
100 milyondan 1 milyar liraya çıkarma kararı alınınca ortaklara rüçhan hakkı
doğar. Rüçhan, üstünlük demektir. Rüçhan hakkı, her ortağın, şirketin
yeni hisse senetlerinden kendi payına düşeni alma üstünlüğü demek olur. Bunun
için belli bir süre tanınır. Süresi içinde rüçhan hakkını kullanan ortak
şirketteki payını korur, yoksa büyük kayba uğrar.
Şirketin o andaki değeri zaten 1 milyar olduğundan
rüçhan hakkını kullanan her ortak, kendi öz malını, para vererek satın almış
olur. %49'luk pay sahipleri bunun için 441 milyon lira vermek zorunda olurlar.
Büyük ortaklar, kendi paylarına düşen senetleri kuruş ödemeden alabilirler.
Bunun için muhasebeye bir talimat vermeleri yeterlidir. Kayıtlara onların bu parayı
verip senetleri aldığını yazmak zor değildir. Eğer küçükler rüçhan haklarını
kullanmazlarsa büyükler onların paylarına düşen senetleri de aynı yolla
alabilirler. Yeni hisse senetlerinin tamamını %51'lik paya sahibi büyük
ortaklar alırsa, küçük ortakların şirketteki payları, %49'dan %4.9'a düşer.
Yani şirket mal varlığından sahip oldukları her 10 liranın 9 lirası, kanuni
yollarla büyük ortaklara geçmiş olur. Genel kurula hâkim olan ortaklar, yeni
senetleri para vererek de alabilirler. Kendi ödeme şartlarını dikkate alarak
sermaye artırımına gidecekleri için yeni hisse senetlerinin tümünü almaları zor
olmaz. Bu durumda şirketin gerçek değeri bir milyar dokuzyüz milyona çıkmış
olur. Daha sonraki yıllarda sermaye artırımı aynı usulde devam ederse küçük ortakların
şirketteki payları %0'lı rakamlara kadar düşer. Bunu şikayet edecek bir makam
yoktur.
Bilindiği gibi bir şirketin kuruluş yılları büyük
sıkıntıların ortaklar tarafından paylaşıldığı
yıllardır. Kâra geçilmesi için uzun süre beklemek icap eder. Yatırımı
yapıp bundan kâr bekleyen ortaklar, bir müddet sonra şirkete hâkim olan kötü
niyetli kişilerin bazı kanunları kullanarak kendilerine zulmetmelerini kabul
edemezler. Bu durum huzursuzluklara, kavgalara ve topluma küsmüş kişilerin
ortaya çıkmasına sebep olur. Kanunlar, insanların kötü niyetli davranacakları
düşünülerek hazırlanmalı, haksızlığa uğrayan insanların haklarını sonuna kadar
aramalarına imkân vermelidir.
b- Şirket mal varlığının zimmete geçirilmesi
Şirkete hâkim
olan kimseler sermaye artırımı yapmadan da şirketteki mal varlığını
zimmetlerine geçirebilirler. Şirketin bir fabrikaya sahip olduğunu, çeşitli
makina takım ve tezgahlara, nakil vasıtalarına ve arsalara malik bulunduğunu
düşünelim. Büyük ortaklar ikinci bir şirket kurup bu şirketin mallarını ikinci
şirkete aktarabilirler. Mesela, şirketin sahip olduğu vasıtaları ucuz
fiyatlarla öbür şirkete satmaları mümkündür. Bir üçüncü şahsa ucuza satıp ondan
sonra yeni şirkete geçirme imkanları da vardır. Aynı şey fabrika için, arsalar
için ve diğer varlıklar için de düşünülebilir. Şirketin içi bir müddet sonra
tamamen boşalır ve mahkemeden şirketin tasfiyesi istenir. Bir müddet önce
milyarlarca liralık mala sahip olan küçük ortaklar, şimdi malları ellerinden
alınmış ve yapacağı hiçbir şey olmayan zavallı kişiler olurlar. Bir süre de
mahkeme kapılarında sürünür sonra kendi kaderiyle başbaşa kalabilirler.
Genellikle miras yoluyla küçüklere ya da kadınlara
intikal eden şirket payları kötü niyetli kişiler tarafından bu yollar
kullanılarak yok edilebilmektedir.
Bir başka yol da şirketin kârının bir başka şirkete
transfer edilmesidir. Bunun da çeşitli usulleri vardır. Mesela bankadan kredi
alınarak kredinin faizi bu şirkete ödetilir. Fakat kredi büyük ortaklar
tarafından kurulmuş ikinci bir şirkette faizsiz olarak kullanılabilir. Yani
kredinin kârı öbür şirkete riski ve zararı bu şirkete yükletilebilir.
c- Küçük pay sahiplerinin şikayet hakkı
T.T.K. 347 ve
devamı maddeleri şirketlerde murakıp bulundurulmasını mecburi tutar. Her pay
sahibi, şirketin yönetim kurulu üyesi veya müdürleri aleyhine murakıplara baş
vurabilir. Murakıplar bu başvuruları incelemek zorundadırlar. Şikayetin haklı
olduğu sabit olursa durumu yıllık raporlarına yazarlar. Bu rapor genel kurulda
okunur. Baş vuranlar esas sermayenin 1/10'una sahipseler azınlık hakları sözkonusu olur. Bu durumda murakıplar
yapılan şikayet hakkındaki fikir ve görüşlerini raporlarına yazmak ve gerek
gördükleri takdirde de genel kurulu olağanüstü toplantıya davet etmek zorundadırlar.
Ama böyle bir şeyin olabilmesi için %10 oranındaki hisse senedine sahip olan
ortakların bunları muteber bir bankaya rehin olarak bırakmaları icabeder. Bu
senetler genel kurulun ilk toplantısının sonuna kadar orada kalır.
Genel kurul, yapılan ihbarı değerlendirmezse başvuru
sonuçsuz kalır. Bu durumda büyük ortaklardan şikayetçi olan küçük ortak, tekrar
büyük ortaklar tarafından engellenmiş ve fasit bir daire ile yapılan başvuru sonuçsuz
ve gereksiz hale gelmiş olur.
T.T.K. 348. maddesine göre genel kurulun toplantı
vaktinden itibaren en az altı ay önceden beri esas sermayenin en az 1/10'una
eşit paylara sahip oldukları sabit olan pay sahipleri, son iki yıl içinde
şirketin kuruluşuna veya idarî muamelerine
ilişkin bir yolsuzluğun olduğu ya da kanuna yahut esas sözleşme hükümlerine
aykırı önemli davranışların yapıldığı iddiasında oldukları takdirde bunları
veya bilançonun gerçekliğini tahkik için özel murakıplar tayinini genel kuruldan
isteyebilirler. Bu istek reddolunursa ortaklar, gerekli masrafları peşin ödemek
ve dava sonuçlanıncaya kadar rehin kalmak üzere sahip oldukları hisse
senetlerini muteber bir bankaya tevdi etmek şartıyla mahkemeye müracaat hakkı
kazanırlar. Bu talebin mahkemece kabul edilebilmesi için iddia olunan hususlar
hakkında yeterli delil ve emare gösterilmesi lazımdır.
Küçük ortaklar şimdi de güçlerinin yetmiyeceği bir
şeyle karşı karşıya bırakılırlar. Çünkü T.T.K. 363. maddesine göre şirketin
ticârî defterleriyle muhaberatının incelenmesi yalnız genel kurulun açık müsaadesi
ya da yönetim kurulunun kararıyle mümkün olmaktadır. Bir de hiç bir ortak
şirketin iş sırlarını öğrenme yetkisine sahip değildir. Bu durumda mahkemeye
başvurmuş bulunan ortaklar yeterli delil ve emareyi gösteremeyeceklerdir.
Böylece kanun, kaşıkla vermiş olduğunu kepçeyle geri almakta, küçük pay
sahiplerini fasit bir daire içerisinde yormaktadır.
II-
HOLDİNGLEŞME OYUNU
Fıkıhta, ancak nakit para şirket sermayesi olabilir.
Ayınlar, yani nakit para dışındaki mallar sermaye olamaz. T.T.K. ya göre ise
ayınlar şirket sermayesi olabilir. Durum böyle olunca bir şirketin hisse senedi
diğer şirket için sermaye olmakta ve bununla ikinci bir şirket
kurulabilmektedir. İkinci şirketin hisse senedi ile üçüncü, üçüncününki ile de
dördüncü ya da bir kaç şirketin hisse senetlerinin birleştirilmesiyle beşincisi
kurulabilmektedir.
Holding, bir kaç şirketi tek elden idare etmek için
kurulur. Bir şirketin hisse senedinin diğer şirket için sermaye olarak
gösterilebilmesi gerçekte küçük sermayeli olan kişilerin ya da ailelerin büyük
sermayeli olarak gözükmelerine, büyük iş sahibi rolüne soyunmalarına sebep
olmaktadır. Mesela 100 milyon lira sermayeli bir şirketin 51 milyon liralık
hissesine sahip olan bir aile, bu hisseleri sermaye olarak göstererek bir
Holding kurabilir. Holdingin bir kısım hisselerini halka ya da eşe dosta
satarak bundan elde ettiği sermaye ile üçüncü bir şirket kurar ve böylece
şirketlerin sayısını zincirleme olarak artar. Bu üç şirketten her birinin
toplam sermayesi 300 milyon lira olarak gözüküyorsa topu topuna 51 milyon liralık sermayeye sahip olan aile toplum
karşısına 300 milyon lira sermayeli üç şirketin büyük sahibi ve yöneticisi
olarak çıkar ve hisse senedi satın alma durumunda olan insanları bu
görüntüsüyle aldatabilir. Bu konuya Muharrem Karslı'nın Borsa adlı kitabının
95. sayfasında geçen şu örneği verelim.
"Sancaktar ailesi, 100 milyon lira sermayeli
Sancaktar Boya Sanayii A.Ş.'nın %51 hissesine, yani 51 milyon lira nominal
değerde 51.000 hisseye sahiptir. Bu 51 milyon lira nominal değerdeki hisse
senetlerine mahkeme kanalıyla değer biçtirildiğini ve bu değerin 102 milyon
lira olduğunu kabul edelim. Sancaktar ailesi 200 milyon lira sermayeli
Sancaktar Holdingi kurarak 102 milyon lira değer biçilen Sancaktar Boya Sanayi
A.Ş.'nın hisse senetlerini Holdinge alır. Holdingin geri kalan %49 hissesini
halka satar; halktan aldığı 98 milyon lira ile 192 milyon lira sermayeli
Sancaktar Vernik ve Reçine Sanayi A.Ş.'ni kurar ve %51 hissesini Holdingin
portföyüne koyar. Yeni şirketin geri kalan 94 milyonluk hisselerini piyasadan
tanıdığı diğer müteşebbislere, diğer holdinglere veya halka satar.
Böylece, Sancaktar ailesi cebinden bir kuruş yeni yatırım yapmadan iki şirket
ve bir holdingin sahibi ve hâkimi olur."
Halbuki şirket sermayesinin nakit para olması şartı
getirilecek olsaydı Sancaktar ailesi topu topuna 51 milyon liralık hisse
senedine sahipken toplam 492 milyon sermayeli şirketlerin sahibi gibi
gözükmeyecek ve karşısında bulunan muhatapları bu yolla aldatma imkânını elde
edemeyecekti.
III-
BORSA
Menkul kıymetlerin alınıp satıldığı yere menkul
kıymetler borsası adı verilir. Menkul kıymetler kapsamına tahvil, hazine bonosu
ve hisse senetleri girer. Tahvil ve hazine bonosu faizli borç senetleridir.
Bunların alım satımı faizli işlem kapsamına girer. Hisse senetleri ise
şirketlerin ortaklık senetleridir. Bunları alanlar, ilgili şirketin ortağı
olurlar. Bunlar küçük ortak olacağından A.Ş'nin büyük ortaklarının insafına
terkedilmiş olurlar. SPK. (Sermaye Piyasası Kanunu) ve yönetmeliklerle
bunların durumu iyileştirilmeye çalışılmıştır. Ancak A.Ş'lerin yapısında temel
değişiklikler yapılmadan, yönetimi üstlenen kişiler, yaptıkları haksız
davranışlardan bizzat sorumlu tutulmadan, en küçük ortağın hakkını koruyacak
değişiklikler yapılmadan bu haksızlıkların önüne geçmek mümkün olmaz. Bugüne kadar
yapılan değişiklikler yeterli olmamıştır.
A- Menkul Kıymetlerin Halka Arzı ve Satışı
SPK. nun 6. maddesine göre, " Menkul kıymetlerin
halka arzında açıklanacak bilgiler izahnâmede yer alır. İzahnâmede hangi
bilgilerin bulunacağı hisse senetleri ve tahvil ihraçları bakımından ayrı ayrı
olmak üzere T.T.K.nun ilgili maddelerindeki hususlar göz önünde tutularak kurul
tarafından belirlenir.
Halka arz
izninin verilmesinden sonra izahnâme Ticaret Siciline tescil ve ilan edilir.
Halkın menkul kıymetleri satın almaya davet edilmesi izahnâme ve esas
sözleşmeye, Kurulun gerekli maddeleri eklediği bir sirküler ile yapılır.
Yapılacak ilan ve açıklamalar, ne gerçeğe uymayan abartılı veya yanıltıcı
bilgiler içerebilir ne de halka arz izninin resmî bir teminat olarak yorumlanmasına
yol açacak açık veya dolaylı bir ifade taşıyabilir. Kurul, yanıltıcı nitelikte
gördüğü reklâmları yasaklar."
SPK'nın 10. maddesinde izahnâme ile halka açıklanan
konularda meydana gelen değişikliklerin ilgili A. Şirket tarafından en geç 10 gün
içerisinde Sermaye Piyasası Kuruluna bildirilmesi zorunlu tutulmaktadır. T.T.K.
281. maddesine göre izahnâme şirketin maksat mevzu ve müddeti ve esas
sermaye olarak konan ayınlar ve bu ayınların karşılığı ve mevcut bir
işletmenin ya da bazı ayınlarının devralınması esas mukavele hükümlerinden ise
onun bedelini ve kuruluş genel kurul toplantılarının yerini ve toplanma usulünü
ihtiva eder.
Yukarıdaki hükümler, bir şirketin hisse senedini
alacak kişilerin şirketle ilgili bilgilere sahip olmasını sağlar gibi
gözükmektedir. Ancak bunlar, şirketi ve şirket mallarını görme hakkına sahip
olmadıklarından izahnâmede yazılı bilgilerle yetinmek zorunda kalırlar. Bir şey
yazılı veya sözlü olarak ne kadar anlatılsa gözle görmek gibi olamaz. Bu
sebeple fıkıhta görme muhayyerliği müşterinin temel hakkı sayılmıştır. Bu hak
taraflarca ortadan kaldırılamaz. Ona dua ve selam olsun, Allah'ın Elçisi şöyle
demiştir: "Kim görmediği birşeyi satın alırsa görünce muhayyer olur"
Müşteri, ben görme muhayyerliğinden vaz geçtim dese de onun bu hakkı düşmez[224].
İzahnâmede verilen bilgilerin gerçeğe aykırı olduğu
ortaya çıksa, ya da yapılan ilan ve açıklamaların gerçeğe uymayan abartılı
beyanlar olduğu tesbit edilse, bu yüzden zarar gören kişilerin zararı
karşılanamaz. Mesela 2000 liraya satılması gereken bir hisse senedi, yanlış
beyanlar sebebiyle 3000 liraya ya da daha yüksek fiyata satılmış olsa
vatandaşın bunu şikayet edeceği bir makam bulması mümkün değildir. Bu konuda
vatandaş korumasız kalır.
Aldatma fahiş ölçülere varmışsa (gabn-ı fahiş)
aldanan taraf satışı bozabilmelidir[225].
Yani yanlış bilgilere kanıp hisse senedini yüksek fiyatla satın almış olan
kişi, onu geri verme hakkına sahip olmalıdır. Borsada böyle bir hak kabul
edilmez. Gerçek değeri bin lira olan hisse senetlerinin, büyük reklam
kampanyaları sayesinde 100 bin liradan satıldığı ve kısa süre sonra bu değerin
hızla gerilediği yaşanan olaylardandır. Hisse senetlerini bu şekilde piyasaya
süren şirketler, büyük paralara hükmedecek konuma gelmektedir.
Mecelle, taşınır mallarda %5'lik aldanmayı akdi bozma
sebebi saymıştır. Buna göre gerçek kıymeti 2000 lira olması gereken bir senedi,
gerçeğe aykırı ilan ve reklamlara aldanıp 2100 liradan alan kişi onu geri
verebilir. Ama menkul kıymetler borsası bu hakkı hiç kimseye tanımaz.
S.P.K. nun 47. maddesine göre, halka yapılan yazılı
açıklama ve ilanlarda menkul kıymetlerin değerini etkileyecek önemli
hususlarda gerçeğe aykırı veya noksan bilgi verenler 100 bin liradan 1 milyon
liraya kadar ağır para cezası ve 1 aydan 2 yıla kadar hapis cezası ile tecziye
edilirler. Bu kanunun 10. maddesine aykırı hareket edenler ise ellibin liradan
beşyüzbin liraya kadar ağır para cezasına çarptırılırlar.
Ceza
sözlükte, İşlenen bir suçun karşılığı anlamına gelir. Burada suç, hisse senedi
alan vatandaşları maddi yönden zarara sokarak haksız kazanç sağlamaktır.
Verilecek ceza bu suça engel olmalı ve bu yolla zarara uğrayanların zararını
gidermelidir. Devlete ödenecek nakdi cezaların ve hapis cezasının bu zararı
karşılamayacağı açıktır.
S.P.K. 49. maddesi, zarar gören vatandaşa bu konuda
dava açma hakkı tanımamıştır. Bu suçlardan dolayı kovuşturma yapılabilmesi için
Sermaye Kurulunun teklifi üzerine Maliye Bakanlığı tarafından Cumhuriyet
Savcılığına yazılı baş vuruda bulunulması gerekir. Konuyla ilgili bilgi sahibi
olan Cumhuriyet Savcıları da Maliye Bakanlığını haberdar ederek durumun
incelenmesini isteyebilirler. Yanlış izahnâmeden dolayı zarar gören Maliye
Bakanlığı veya savcılık değil vatandaştır. Onların konuyu mahkemeye intikal
ettirmesini beklemek kimi tatmin eder? Kanun koyan kişiler ne olup bittiğinden
haberdar olamayan en zayıf vatandaşların bile hakkını korumaya mecburdurlar.
B- Kâr Dağıtımı
SPK. nın halka açık şirketlerle ilgili olarak
getirdiği ve sonuçları itibariyle çok önemli sayılan yenilik kâr dağıtımıyla
ilgilidir. Kanunun 15. maddesinde şu ifade yer alır. "Hisse senetleri
halka arz yoluyla satılan A. Ortaklıkların esas sözleşmelerinde birinci
temettü oranının gösterilmesi zorunludur. Bu oran Kurul tarafından tesbit
oluncak miktardan aşağı olamaz."
A. Şirketlerde genel kurul, kâr dağıtıp dağıtmama
konusunda serbesttir. Sermaye Piyasası Kanununa tabi şirketlerde genel kurulun
böyle bir serbestisi yoktur. Kâr varsa dağıtımı mutlaka yapılır. Ancak
bilançoda eski yıllardan kalan zarar kapatılmadıkça şirket kâr dağıtmına
zorlanamaz. Kâr dağıtımının en önemli özelliği birinci temettü oranında gözükür.
T.T.K. da %5 olarak tesbit edilen birinci temettü oranı[226]
halka açık şirketler için Sermaye Piyasası Kuruluna bırakılmıştır. Kanun bu
oranın kurul tarafından tesbit edilecek orandan az olmamak üzere ana
sözleşmede gösterilmesini emretmektedir. Birinci temettü ayrılmadıkça başka
yedek akçe ayrılmasına, ertesi yıla kâr aktarılmasına ve yönetim kurulu
üyeleri ile memur, müstahdem ve işçilere kârdan pay dağıtılmasına karar
verilemez.
Birinci temettü ile ilgili şu kural getirilmiştir:
"Hisse senetleri halka arz yoluyla satılan A. Ortaklıkların birinci
temettü oranı uzun vadeli devlet iç borçlanma tahvillerinin ilgili hesap
döneminin son günlerindeki faiz oranıdır. Ancak ödenmiş sermaye üzerinden
hesaplanacak bu birinci temettü oranı hesap dönemi net kârından vergi ve
benzerleri düşülmek suretiyle bulunan dağıtılabilir kârın yarısından az ve
%75'inden çok olamaz[227]."
Bilançolar üzerinde oynanabildiği ve kâr oranı düşük
gösterilebildiği bilinen bir gerçektir. Buna göre şirketler, uzun vadeli devlet
tahvilinin faiz oranı kadar kâr dağıtımı ile yetinebilirler. Bu faizin %50
oranınında olduğunu düşünelim. Bu oran, hisse senedinin nominal değerine göre belirlenir.
Senetlerin üzerine bin lira yazdığı için her senet için 500 lira kâr vermekle
yetinilebilir. İsterse bu senet borsada 50 bin lira üzerinden işlem görsün.
Eğer kâr payı 1000 lira olursa şirket %100 kâr dağıtmış sayılır.
C- Bilanço Kârını Etkileyen İşlemler
S.P.K'un 15. maddesinde, şirketlerin bilanço kârını
düşürebilecek işlemlere mani olunmaya çalışılmaktadır. Maddenin 3. bendi şöyle
der:
"Hisse senetleri halka satılan bir A. ortaklık
yönetim, denetim veya sermaye bakımından dolaylı veya dolaysız olarak ilişkili
bulunduğu diğer bir teşebbüs veya şahısla emsallerine göre bariz bir şekilde
farklı bir fiyat, ücret ve bedel uygulamak gibi işlemlerde bulunarak yıllık
kârını azaltamaz."
Bu kanuna aykırı davranışın cezası 100 bin liradan 1
milyon liraya kadar ağır para cezası ve bir aydan 2 yıla kadar da hapis
cezasıdır. Bu konuda kovuşturma yapma yetkisi Maliye Bakanlığına bırakılmıştır.
Bir alım-satımda malın emsallerine göre bariz bir
şekilde farklı bir fiyatla alınıp-satıldığını kim, nasıl tespit edebilir?
Mallara biçilen fiatların piyasada bariz bir şekilde farklılık gösterdiği
bilinen bir gerçektir. Faizli ekonomilerde ve enflasyonun olduğu yerde fiyat
istikrarını sağlamak çok zordur. Bu durumda yukarıdaki kanunu uygulamak
imkansız gibidir.
Türk Ticaret Kanunun 336. maddesine göre yönetim
kurulu üyeleri şirket adına yaptıkları sözleşme ve işlemlerden dolayı şahsen
sorumlu olmazlar. Bu kanunun konuyla ilgili bir istisnası vardır. Buna göre
gerek kanun, gerekse esas sözleşmenin idare meclisi azalarına yüklediği
vazifelerin kasten veya ihmal sonucu yapılmaması halinde ilgili kişiler sorumlu
tutulabilirler. Bu durumda SPK. 15. maddesinde belirtilen işlemin kasıt veya
ihmal sonucu olması gerekir ki, bunun ispatı da çok zordur.
D- Batık Şirketlerin Hisse Senetlerinin Borsada
Satışı
Sermaye Piyasasının Teşviki Kanununun[228]
5. maddesinin a fıkrasına göre finansman güçlüğü içinde bulunan anonim
şirketlerden alacaklı olan bankalar, alacaklarının sermayeye dönüştürülmesi
teklifinde bulunabilirler.
Aynı kanunun 7. maddesinin a bendine göre bu
bankaların iktisab ettikleri iştirak paylarının, iştirak edilen sermaye
şirketinin sermayesinin %15'ini aşması halinde aşan paylar 1992 yılından
itibaren yedi yıl içinde Sermaye Piyasası Kuruluna bilgi verilerek satılabilir.
7. maddenin c bendi şöyledir: "Bu kanunun uygulanması dolayısıyla borsaya
kote edilecek hisse senetleri için hisse senetlerini çıkaran A. Şirketin
kârlılığı aranmaz"
Burada birbirine zıt ve ortaklık kavramıyla uyuşmayan
birçok şey vardır:
a- Mesela borç nasıl sermaye olabilir. Sermaye, işletilebilip şirkete gelir getirebilen,
şirketin işlerinin kendisiyle rahatlıkla yapılabileceği şeydir. Borcu
sermayeye dönüştürmek şirketin tabiatı ile bağdaşmaz.
b- Şirketlerin bankalara olan borcu hisse senedine
dönüştürülerek vatandaşlara satılır ve bu satışın yapılması için ilgili
şirketin kâra geçip geçmemesi aranmazsa bu kanun batık şirketlerde alacağı olan
bankaları kurtarırken vatantadaşı batağa atmış olmaz mı?
E- Hisse Senedi Fiyatlarında Sun'i Dalgalanma
Şirket
yöneticileri, şirketi bir sene kârlı göstererek hisse senedi fiyatlarının
artmasına, ikinci sene de kötü göstererek hisse senedi fiyatlarının düşmesine
sebep olabilirler. Fiyatları düşünce senetleri ucuz fiyatla toplayıp ikinci
sene pahalıya satarak büyük ölçüde haksız kazanç sağlayabilirler. Maalesef
bugünki kanunlara göre bunu önlemenin imkânı yoktur. Çeşitli yayın ve basın
organları ve bir kısım gazete yazarları ile devlet yetkilileri de hisse
senetlerinin sun'i olarak düşüp çıkmasında etkili olmaktadırlar.
Sağlıklı bir mali yapı, devlet adamlarının beyanına
bağlı olmayan ve şirket yöneticilerinin yanlış davranışlarına imkân vermeyen,
çeşitli basın ve yayın organlarının insanları yanlış etkilemesine fırsat
tanımayan bir yapıdır. Bunun gerçekleşmesi köklü değişikliklerin yapılmasına
bağlıdır.
F- Sıfır Maliyetli Kredi
Şirketlerin yapısındaki bozukluk, borsada satılan
senetlerin bedellerinin, sıfır maliyetli krediye dönüştürülmesine imkân
vermektedir. Mesela yöneticiler, kredi alıp bu krediyi bir başka şirketlerine
aktarabilirler. Halka açık şirket o kredinin faizini öderken, diğer şirket onun
gelirinden yararlanır. Böylece bu şirketten öbürüne kâr aktarılmış olur. Bir
müddet sonra birinci şirket borçlarını ödeyemez hale gelir. Haberin piyasada yayılmasıyla
hisse senetleri panik içerisinde satılmaya ve nominal değerin de çok altında
bir fiyatla piyasaya sürülmeye başlanır. Mesela 40-50 bin liraya satın alınmış
hisse senetleri 40-50 liraya müşteri bulamayabilir. Daha sonra da tasfiye
masasına giden şirket, borsa kotundan çıkarılır. Genellikle böyle şirketler,
bankalardan aldıkları borcu kapatamayacakları için, hisse senedi almak için
verilmiş paraların tamamı kötü niyetli yöneticilerinin bir başka şirketlerine
sermaye olmuş olur. Usulüne uygun yapıldığı takdirde bunun denetlenmesi mümkün
değildir. Bu durumda şirketi batıran kimseleri sorumlu tutacak bir mekanizma
da yoktur.
IV-
SONUÇ
Sonuç olarak anonim şirketlerinin bugünki yapısı ve
borsanın işleyişi karşısında hisse senetlerinin Menkul Kıymetler Borsasından
alım-satımını caiz görmek mümkün değildir. Çünkü bu, insanların mallarının
haksız^ yere yenmesine göz yummak olur. Allahü Teâlâ, ekonomik ilişkilerin bel
kemiği sayılan bir âyet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“Müminler,
mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin, ama karşılıklı rıza ile
yapılan bir alım satımla yiyebilirsiniz" (Nisa
4/29)
Başarı Allah'tandır.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
KİTAPLAR
Kur'an-ı Kerim.
Abdullah b. Kudâme (öl. 620 h.),
el-Muğnî, Beyrut, 1404/1984.
Abdullah b. Mahmud b. Mevdûd
el-Mevsılî, el-İhtiyar li ta'lîli'l-Muhtar, Mısır 1370/1951.
Abdullah b. Süleyman el-Meni',
Buhûs fî'l-iktisâd el-İslâmî, Beyrut 1416/1996.
Abdullah b. Yusuf ez-Zeylaî,
Nasb'ur-râye li ehâdîs'il-Hidâye, Kahire 1357.
Abdullah DIRAZ, er-Riba fî
nazari'l-kanûni'l-İslamî, Kuveyt.
Abdurrahman b. Süleyman (Damad),
Mecmaü'l-enhür, İstanbul,1301.
Abdurrahman el-Cezîrî, el-fıkh
ale'l-mezâhib'il erbaa, Mısır.
Abdussettar Ebû Gudde ve İzettin Hoca, Fetâvâ Nedevât'il-Bereke,
5. baskı, Cidde1417 h. 1997 m.
Abdülazîm b. Abdülkavî el-Münzirî,
et-Terğîb v'et-terhîb, Kahire, l356 h. l937 m.
Abdülaziz BAYINDIR İslâm Muhakeme
Hukuku Osmanlı Devri Uygulaması, İstanbul 1986.
Ahmed b. Abdullah el-Kârî,
Mecellet'ül-ahkâm'iş-şer'iyye (Abdülvehhab İbrahim Ebû Süleyman ve Muhammed
İbrahim Ahmed Ali'nin tahkikikyle) Cidde, 1401/1981
Ahmed b. Hacer el-Heytemî,
Tuhfet’ül-muhtac bi şerh’il-minhac,(Şirvânî ve İbn Kasım el-Abâdî’nin
haşiyeleriyle birlikte) Tarih ve yer yok.
Ahmed b. Muhammed b. İbrahim
el-Hattabî (319-388 h.), Meâlimü's-sünen, (Sünenu Ebî Davûd ile birlikte)
İstanbul 1981.
Ahmed Cevdet Paşa, Maruzât, İstanbul l980, (Yayına
hazırlayan Yusuf HALAÇOĞLU)
Ahmed Emin, Zuhrul-İslam, 3.
baskı, Kahire 1962.
Ahmet ÖZEL, Hanefî Fıkıh Alimleri,
Ankara l990.
Alâuddin el-Kasânî,
el-Bedai'us-Sanai' Beyrut 1394/1974.
Alâüddin el-Haskefî,
Dürrü'l-muhtâr -İbn Abidin ile birlikte- Mısır 1386/1966.
Ali b. Ahmed b. Hazm el-Endelüsî,
el-Muhallâ b'il-âsâr, Beyrut, 1408/1988.
Ali b. Ebîbekr b. Abd'il-Celîl
el-Merğinânî, el-Hidâye, Şerhu Feth'il-Kadîr ile birlikte, Dar'ul-fikr, Beyrut.
Ali b. Ebîbekr el-Merğinânî (öl.
593 h. /ll97 m.) el-Hidâye,
(Feth'ül-Kadîr ile birlikte) Bulak l316.
Ali b. Ebîbekr el-Merğinânî,
el-Hidâye şerhu Bidâyet'il-mübtedî, İstanbul 1985.*
Ali el-'Adevî, Hâşiye ale'l-Haraşî
alâ muhtasar-i Seydî Halil, Beyrut.
Ali Haydar, Dürer'ül-hükkâm şerhü
Mecellet'il-ahkâm, İstanbul 1330.
Ali Himmet BERKİ, Osman KESKİOĞLU,
Hz. Muhammed ve Hayatı, Ankara l981.
Ali ÖZGÜVEN, İktisat Bilimine
Giriş, İstanbul l983.
Alim b. Alâ başkanlığıda bir heyet,
el-Fetâvâ't-Tatarhâniye, el yazması, İstanbul Müftülüğü Kütüphanesi No l0.
Ankaravî, Muhammed Efendi (v.
1099/1688), Fetâvâ'l-Ankaravî, Matbaa-i Amire.
Büyük Larus Ansiklopedi ve Sözlük,
İstanbul 1985- l986.
Cihangir AKIN, Faizsiz Bankacılık
ve Kalkınma ,İstanbul l986.
Çatalcalı Ali Efendi, (v.
1103/1692), taş basma, tarih ve yer yok.
Ebû Cafer et-Tahâvî, şerhu
Maânî’lâsâr, (M. Zihnî en-Neccâr’ın tahkikiyle), Beyrut l407/l987.
Ebu'z-ziya Nureddin Ali b.
el-Kahirî, Nihayet'ül-Muhtâc haşiyesi , Mısır.
Ebubekr Ahmed b. Ali
el-Cessas (305-370 h.), Ahkâm'ül-Kur'an , Beyrut,
Ebûssuud Efendi, (v. 982/1574),
Maruzat, el yazması, Süleymaniye Kütüphanesi, Hafîd Efendi 113.
Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR, Hak
Dini Kur'an Dili, İstanbul.1935.
Erol ZEYTİNOĞLU, İktisat Tarihi,
İstanbul l993.
F.Neumark, Genel Ekonomi Teorisi,
İstanbul, 1948.
Fahreddin er-Râzî, Ebu Abdillah M.
b. Ömer b. Hüseyn (v. 606/1209) et-Tefsirü'l-Kebîr, Mısır, 1357/1938.
Feridun ERGİN, Emisyon Rejimleri,
Ak İktisat Ansiklopedisi. İstanbul l973.
Feridun ERGİN, Enflasyon, Ak İk.
Ansk. İstanbul l973.
Feridun ERGİN, Kredi Sistemi,
İstanbul l980.
Feridun ERGİN, Para Türleri, Ak
İktisat Ansiklopedisi, İstanbul l973.
Feyzullah Efendi, (v. 1115/1703),
Fetâvây-ı Feyziyye, taş basma.
Halil Ahmed es-Sahhar, Bezl'ül-
Mechud fi halli Ebi Davud, Beyrut.
el-Haraşî, alâ muhtasar-i Seydi
Halil, Beyrut,
Hayerddin ez-Ziriklî, el- A'lâm,
c. III, s. 74, tarih ve yer yok. Üçüncü baskı.
İbn Abidîn , Muhammed Emin b. Ömer
Abidin, Tenbîh'ür-rükûd alâ mesâil'in-nükûd, Resâil-i İbn Abidîn, İst. l319.
İbn Abidîn , Muhammed Emin b. Ömer
Abidin, Reddü'l-muhtâr, Kahire
İbn Hişâm, Siyre,
el-Kısmü'l-evvel, 2. baskı, Kahire 1953.
İbn Kâdî Simâve (Bedreddin Simâvî
öl. 823 h./1420 m.) Câmi'u'l-fusûleyn, Kahire 1300.
İbn Kudâme, Abdullah b. Ahmed (öl.
620 h.) el-Muğnî, Beyrut 1404/1984.
İbn Manzûr, Lisan’ul-Arab, Beyrut,
l410-l990
İbn Rüşd, Muhammed b. Ahmed, (v. 520/1126) Mukaddimât
(el-Müdevvenetü'l-Kübrâ ile birlikte), Matbaa-i Hayriyye, 1324
İbn Rüşd, Muhammed b. Ahmed,
Bidaâyet'ül-müctehid, Mısır.
İbn Sa'd, Tabakâtü'l-kübrâ, Beyrut
1957.
İbn'ül-Bezzâz, Muhammed b.
Muhammed el-Kerderî ( Öl. 827 h. /l424 m. ) el-Fetâvâ’l-Bezzaziyye,
(el-Fetâvâ'l- Hindiyye ile beraber) Bulak l3l0.
İbnü Kayyim el-Cevziyye, Ebû
Abdillah Muhammed b. Ebîbekr (öl. 751 h./1350 m.), İlâm'ul-Muvakkıîn, (Muhammed
Muhyiddîn Abdulhamîd'in tahkikiyle), Beyrut, 1407/1987
İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an,
Darü ihyâi'l-kütübi'l-Arabiyye, 1957.
İbrahim ve Cevriye ARTUK, İstanbul
Arkeoloji Müzeleri Teşhirindeki İslâmî
Sikkeler Kataloğu, İstanbul l970.
İmam Şafiî, Ebû Abdullah, Muhammed
b. İdris (öl. 204), el-Ümm, (Hadislerini tahric edip notlar ekleyerek yayına
hazırlayan Mahmud Matarcı), Beyrut, 1413 h. 1993 m.
el-Haraşî, alâ muhtasar-i Seydi
Halil, Beyrut,
İslam Fıkıh Akademisi'nin
Kuveyt'te yaptığı 5. dönem toplantı tutanağı.
İsmail KURT, Para Vakıfları
Nazariyat ve Tatbikat, İstanbul l996.
Joseph Schacht, İslam Hukukuna
Giriş, (Tercüme Mehmet Dağ, Abdülbaki Şener), Ankara 1977.
Kadı Beydâvî, Abdullah b. Ömer
el-Beydâvî, Envâr'ut-tenzîl ve esrâr'ut-te'vîl. Tarih ve yer yok.
Kâdîhan, Hasan b. Mansur
el-Özcendi (v. 592/1196), Fetâvâ Kâdîhan, el-Fetâvâ'l-Hindiyye ile birlikte,
Bulak l310.
Kemâlüddin b. el-Hümâm, Şerhu
fethi'l-Kadîr, Bulak 1316.
Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b.
Ahmed el-Ensârî, (v. 671/1272), el-Câmi li-Ahkâmi'l-Kur'ân,
Darü'l-kitabi'l-Arabi, 1387/1967.
Malik b. Enes,
el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, (Sehnûn'un ibn
Kasım'dan rivayeti) Mısır, Matbaa-t’üs-saâde l323.
Muhammed b. Ahmed er-Ramlî
(öl.l004 h./l593m.), Nihâyet'ül-muhtâc ilâ şerh'il-minhâc, Mısır.
Muhammed b. Mahmud el-Bâbertî,
(öl. 786 h) el-İnâye ale'l-Hidâye, (Şerhu feth'il-Kadîr ile birlikte)
Dar'ul-fikr.
Muhammed b. Muhammed el-Kerderî, el-Fet^vâ'l-Bezzâziye (el-Fetâvâ'l-Hindiyye
IV. cildin hamişinde) Mısır.
Muhammed Şata ed-Dimyâtî,
İanet'ütt-tâlibîn (Feth'ül-muîn haşiyesi), tarih ve yer yok.
Muharrem KARSLI, Borsa, İstanbul,
Tarih yok.
Nasır Hüsrev Alevî, Sefernâme ,
(Arapça'ya tercüme eden Yahyâ el-Haşşâb), Kahire 1945.
Netîcet'ül-fetâvâ, Şeyhülislâm
Muhammed Arif Efendi'nin Fetvâ Emîni Ahmed Efendi'nin emriyle derlenmiştir. Taş
basma.
Ömer Hilmi Efendi, İthâf'ül-ahlâf
fî ahkâm'il-evkâf, İstanbul 1307.
Ömer Lutfi Barkan ve Ekrem Hakkı
Ayverdi, İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546) Tarihli, İstanbul.
Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı
İslamiyye Kamusu, İstanbul l985
Refii Şükrü Suvla, Para ve Kredi,
İstanbul 1963.
Sabri ORMAN, Modern İktisat
Literatüründe Para, Kredi ve Faiz, (Para, Faiz ve İslam kitabı içinde yer alan
bir tebliğ) İstanbul l992.
Sadî Çelebî veya Sadî Efendi,
Sadullah b. İsa, (öl. 945 h.) Şerhu feth'il-Kadîr haşiyesi, (Şerhu
feth'il-Kadîr ile birlikte) Dar'ul-fikr.
Salname-i devlet-i aliyye-i
Osmaniyye, altmışsekizinci Sene, 1333-1334, İst. 1334.
Sami Hasen Hamûd,
Tatvîru'l-a'mâli'l-masrifiyye bi mâ yettefiku ve'ş-şeriâti'l-İslâmiyye, 2.
baskı, Amman 1402/1982.
Selîm Rüstem Bâz, Şerhu'l-Mecelle,
Beyrut 1406/1896.
es-Seyyid Sâbık, Fıkh'üs-Sünneh,
Kahire.
Şemsuddin es-Serahsî, el-Mebsût,
Beyrut, 1409 h. 1989 m.
Şemseddin Sâmî, Kamus-i Türkî,
Dersaadet 1317.
Şemsüddin Muhammed b. Abdullah
el-Gazzî, et-Timurtâşî, Tenvîr'ül-ebsâr, Mısır
Tahsin SARAÇ, Fransızca Türkçe
Büyük Sözlük, Ankara 1976
Timurtâşî, Dürr'ül-muhtar,
m.Amire.
Yakut el-Hamevî, Mucemü'l-udebâ,
Mısır.
Yusuf b. Abdullah el-Kurtubî,
Kitâb'ül-kâfi fi fıkhi ehl-i Medînet'il-Mâlikî, Riyad, 1398/1978
Zeynüddin el-Milibârî,
Feth'ül-muîn (İanet'ütt-tâlibîn ile birlikte), tarih ve yer yok.
HADİS KİTAPLARI
Müsnedu Ahmed b. Hanbel
Sahihu'l- Buhârî.
Sahihu'l- Müslim.
Sünenu Dârimî.
Sünenu Ebî Davûd
Sünenu İbn Mâce.
Sünenu'n- Neseî.
Sünenu't- Tirmizî.
KANUNLAR VE KANUN MECMUALARI
Bank-ı Osmânî İmtiyaznamesiyle
Nizamnamesi.
Devlet-i Osmaniye'nin usul-i
sikkesi, Salnâme-i Osmaniye, 1333-1334 sene-i mâliye, İst. l334.
Düstur, tertîb-i evvel, C. II,
İst. l289.
Düstur zeyli, tertib-i evvel,
Matbaa-i Amire l298 .
Düstur, tertîb-i sânî, c. VIII
İst. 1923.
Düstûr, tertîb-i sânî, c. VI, Dersaadet l334
Kavanin-i Nakdiyyenin Neşrinden
Evvel ve Tedavülü Zamanındaki Müdayenât ve Muamelât Hakkında Kararname Layihası
Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye
Meskûkât-ı Osmaniyye Hakkında
Kararname Layihası
SPK. (2499 sayılı Sermaye Piyasası
Kanunu)
Sermaye Piyasası Kurulunun
26.2.1982 tarih ve 17617 sayılı resmî gazetede yayınlanan tebliği
Sermaye Piyasasının Teşviki Kanunu (3332 sayı ve 25 Mart 1987
tarihli)
Tevhid-i meskûkât hakkında kanun-i
muvakkat (26 Mart l332 = 8 Nisan l916 tarihli)
Türk Ticaret Kanunu
Vergi Usul Kanunu
Zeyl-i Düstur l, İstanbul l298. (
Kavâim-i nakdiyye ile olan müdayenata dair fî 2 Ramazan 96 tarihinde neşr ve
ilan olunan kararnameden emval-i eytâmın istisnası hakkında madde-i mahsusa)
ŞER’İ SİCİLLER
Evkâf-ı Hümâyûn Müfettişliği
Mahkemesi, 4 ve 743 nolu siciller İstanbul Müftülüğü Şer'iyye Sicilleri Arşivi
.
İstanbul Kadılığı 65 numaralı Emir
ve Ferman Defteri İst. Müftülüğü, Şer'iyye Sicilleri Arşivi.
İstanbul Kadılığı 213 nolu Emir ve
Ferman Defteri, İst. Müftülüğü Şer'iye Sicilleri Arşivi.
İstanbul Kadılığı 334 numaralı
Ferman Defteri İst.Müftülüğü Şer'iye Sic. Arşivi.
[1]-
Fon (fonds), fransızca bir kelimedir; büyükçe para, sermaye ve belli bir iş
için gerektikçe ödenmek üzere ayrılıp işletilen para anlamlarına gelir.
(Tahsin SARAÇ, Fransızca Türkçe Büyük Sözlük, Ankara 1976, c.I s. 575.)
[2]- Dârimî, Büyu, 42
().
[3]-Fahrü'r-râzi,
Fahreddin er-Râzî, Ebu Abdillah M. b. Ömer b. Hüseyn (v. 606/1209)
et-Tefsirü'l-Kebîr, VII, Mısır, 1357/1938, sh.91.
[4] - İbn Rüşd, (v.
520/1126) Mukaddimât (el-Müdevvenetü'l-Kübrâ ile birlikte), III, sh.18,
Matbaa-i Hayriyye, 1324; İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, Darü
İhyâi'l-Kütübi'l-Arabiyye, 1957, c.I, s. 241. İbnü'l-Arabî burada veresiye alış
verişten dolayı tahakkuk eden alacağı söz konusu etmektedir. Yukarıya bu
yazılmıştır.
[5]- Bkz., İbn Manzûr, Lisan'ul-Arab, Dar Sâdır, Beyrut.c. XIV, s.
304 vd.
[6]- Ayette geçen, ifadesi, genellikle
"şeytanın çarpıp delirttiği" şeklinde tercüme edilir. Bu tercümede , mecaz olarak "delilik" anlamına alınır () Sanki cin çarpmış da kişiyi deli etmiştir. ( Rağıb
el-İsfahânî, el-Müfrdât maddesi) Bize göre bu
tercüme Kur'an'a uymamaktadır. Çünkü Kur'an'ın hiç bir yerinde cin çarpmasından
bahsedilmez.
ifadesi Arapça aklını çelerek onu
bozuyor, anlamına da gelir. (Muhammed Murtaza ez-Zebîdî, Tâc'l-arûs, maddesi) aklı ve organı bozma
demektr: (Lisan'ul-Arab maddesi)
dokunma anlamınadır.
Ama biriyle sarmaş dolaş olma anlamını da içerdiği için Kur'an'da cinsel ilişki
yerine de kullanılmıştır. "... onlara dokunmadan (yani cinsel ilişkiye
girmeden) boşamışsanız..." (Bakara 2/237)
Kur'an'da kelimesi, şeytanın insanın içine sokulması anlamına da
kullanılmıştır. İlgili ayet şöyledir:"Korunan
kimseler, içlerine şeytandan bir kuruntu düşünce zihinlerini toparlar ve hemen
gerçeği görürler. Onlar kendileriyle kardeş olanları da azgınlığa sürükler
sonra da yakalarını bırakmazlar." (Araf
7/201-202) .
Biz burada kelimesi şeytanın sokulması, kelimesini de "kişinin aklını çelmesi" anlamında
kullanılmıştır. Bu tercüme hem Arap lugatına, hem de Kur'an'a daha uygundur.
Alım satımla faizi aynı görmenin bir şeytan yanıltması olduğunu göstermesi
bakımından da önemlidir.
[7]- Dârimî, Büyu, 42
().
[8]-Ahmed b. Hanbel,
Müsned, c.I, s. 395.
[9]-Ahmed b. Hanbel,
Müsned, c.I, s. 402.
[10]-Ahmed b. Hanbel,
Müsned, c.IV, s. 205.
[11]- Müslim, Müsâkât,
82 (1584).
[12]- Fahrüddin er-Razî, a.g.e. c.VII, s.98.
[13]- Ahmed b. Hanbel,Müsned c. II, s. 109.
[14]- Müslim, Müsâkât,
102 (1596); Nesâî, Büyu, 50 ()
[15]- Selahattin KAYA,
1978'den 1999 yılına kadar, İstanbul Müftüsü olarak görev yapmıştır.
[16]- Müslim, Müsâkât,
81(1583).
[17]- Ebû Davud, , 12; hadis no 3349.
[18]- Ebû Davud, , 14; hadis no 3354;
Nesâî, Büyu, 50 ()
[19]- Mecelle-i
ahkâm-ı adliyye 30. madde.
[20]- Bakara 2/275.
[21]- Müslim, Müsâkât,
81(1583).
[22]- çoğuluFarsçadan Arapçaya geçmiş bir kelimedir (Lisan’ul- Arab)
Farsçasıkelimeleridir. (Ekmelüddin Muhammed b. Mahmud el-Bâbertî,
Şerh’ül-Hidâye c.V, s.274; Feth’ül-Kadîr ile birlikte)
[23]- Men, 260 dirhemlik
bir ölçüdür. (Ömer Nasuhi BİLMEN, Kamus, c. IV, s. 126) Bir şer’î dirhem 2.975
gr. geldiğinden yaklaşık 774 grlık bir ağırlık eder.
[24]- Paranın tayinle
taayyün etmemesi demek, bir mal veya
hizmet satınalırken gösterilen paranın kendisini vermenin zorunlu olmaması
demektir. Çünkü paranın kendisi değil, temsil ettiği satınalma gücü önemlidir.
Ama diğer malların kendisi önemlidir.
Meselâ elinizdeki bir adet beşyüzlüğe karşılık bir
çift ayakkabı satınalsanız, ayakkabıcıya, onun yerine bir başka beşyüzlük veya
beş adet yüzlük verebilirsiniz. Çünkü satıcı ayakkabıyı o paranın satınalma
gücü karşılığında vermiştir. Paranın kaç parçadan ibaret olduğu, kağıdının
büyüklüğü, üzerindeki yazıların şekli ve seri numarası önemli değildir. Para
altın veya gümüşten basılı olduğu zaman da durum aynıdır. Elindeki bir adet
reşat altınına karşılık bir çift ayakkabı alan kişi, satıcıya bir başka Reşat
altınını verebilir.
Ama müşterinin beğenip satınaldığı ayakkabı yerine
bir başka ayakkabı verilemez. Çünkü mallar tayinle taayyün eder. Yani satınalma
kararında ayakkabının rengi, deseni, dikiş özelliği, büyüklüğü, duruşu,
görünümü vs. önem taşır. Bunlardan biri eksik olursa müşterinin razı olmayacağı
bir iş yapılmış olur ki, bu da alım satım kurallarına aykırıdır.
Buna göre bir gemide giderken beşyüzbin liraya
bir çift ayakkabı satınalan kişi parayı ödemek için uzattığında rüzgar parayı
denize uçursa satış geçersiz hale gelmez. Müşteri bir başka beşyüzbin lira ile
ayakkabının bedelini ödemeye zorlanabilir. Çünkü beşyüzbin liranın denize
uçması akdi bozmaya sebep değildir. Ama müşteri daha teslim almadan ayakkabı
denize uçsa alış veriş batıl olur. Artık ne müşteri, o ayakkabı yerine bir
başka ayakkabı almaya zorlanabilir, ne de satıcı o ayakkabı yerine başka ayakkabı
vermek zorunda kalır.
[25]- Bkz. Hidaye,
Feth’ül-kadîr ve Bâbertî’nin Hidaye şerhleri, c V, s. 274 vd.
[26]- el-Huraşî, C. V,
s. 56-67.
[27]- İbn Rüşd,
Mukaddimât, III, s.49-51. Ribe’n-nesie, faize konu iki malın değişiminin
veresiye olması sebebiyle meydana gelen faize denir. Bir kile buğdayı, vadeli 1
kile buğdaya veya vadeli iki kile arpaya karşılık değişmek gibi.
[28]- Fahrü'r-râzî,
VII, s. 99.
[29] -Ahmet b. Hacer
el-Heytemi, Tuhfet'ül Muhtac bi Şerh'il-Mihac, IV, s. 272. Tarif şöyledir:
"Faizli işlem, belli malları, akit sırasında şer’î ölçekle eşitliği
bilinmeden peşin, veya bedellerden her ikisini yahut birini veresiye
değiştirmek üzere yapılan sözleşmedir."
[30]- Buhârî, Büyu 79
(), Müslim, Müsâkât, l01 (1596).
[31]- Buhârî, Büyu 79
(), Müslim, Müsâkât, l01 (1596).
[32]- İmam Şafiî,
el-Ümm, c. III, s. 25, er-Riba.
[33]- İbn Hacer, IV,
s. 272-278.
[34]- Bkz. Şirvânî,
Tuhfet'ul-muhtâc haşiyesi, c. IV, s. 272, Riba bahsinin başı.
[35]- İbn Hacer, IV,
s. 273.
[36]- Ebu Davud, , 16, hadis no 3357.
[37]- İbn Kudâme,
el-Muğnî,c.IV, s.143.
[38] - Şemsüddin
es-Serahsî, el-Mebsût, Mısır, c. XIII,
s. 8.
[39] - Kemâlüddin b.
el-Hümâm, Fethü'l-kadir, c. V, s. 218.
[40] - İbn Hacer
el-Heytemî, Tuhfe,c. IV, s. 294, ˙
[41]- İmam Mâlik,
el-Muvatta', Büyu, bâb 33, parafraf no 74.
[42]- İbn Rüşd,
Bidâyet'ül-müctehid, c. II, s. 134, , üçüncü fasıl, üçüncü vech. Tercümede lafza değil, manaya
dikkat edilmiştir.
[43]- el-Huraşî alâ Muhtasari
Seydî Halil, c. V, s. 72, 'nın sonlarıına doğru.
[44]- İmam Malik,
el-Mudevvenet'ul-Kübrâ, cüz IX, s. 151, .
[45]- Abdullah b.
Kudâme, el-Muğnî, Beyrut, 1404/1984, c. IV s. 259.
[46]- Ayette geçen, ifadesi, genellikle
"şeytanın çarpıp deli ettiği " şeklinde tercüme edilir. Burada neden
farklı bir mana verildiği konusu daha önce açıklanmıştı.
[47]- Fahrüddin er-Razî, a.g.e. c.VII, s.98.
[48]- Ömer Nasuhi
BİLMEN, Hukukî İslâmiyye Kamusu, c. VI, s. 29 vd.
Batıl satış, alım satımla ilgili hiçbir hükmün gerçekleşmediği,
tarafların bedelleri birbirine iade etmesinin şart olduğu satış demektir.
Fasit satış, aslında normal bir satış yapılmış olmakla birlikte bazı şartların
etkisi ile meşru olmayan satış demektir.
[49] - BİLMEN, a.g.e.
c.VI, s. 39.
[50] - BİLMEN, a.g.e.
c. VI, s. 40 vd.
[51]- Abdurrahman b.
Süleyman (Damad), Mecmau'l-enhür, , c.II, s. 303 vd; İbn Rüşd, Mukaddimat c. III, s. 18.
[52]- Tirmizî, büyu
18; Neseî, büyu 73; Muvatta, büyu 72 (Bâb 33); Ahmed b.Hanbel, II/71, 174, 175,
177, 179, 205.
[53]- Ahmed b. Hanbel, I/398.
[54]- Abdullah b.
Yusuf ez-Zeylaî, Nasb'ur-râye li ehâdîs'il-Hidâye, Kahire 1357, c. IV, s. 20;
Şemsüddin es-Serahsî, el-Mebsût, Kemâlüddin b. el-Hümâm, Fethü'l-kadir, c. V,
s. 218; İbn Hacer el-Heytemî, Tuhfe,c. IV, s. 294, ; Ebû Ömer, Yusuf b. Abdullah el-Kurtubî, Kitâb'ül-kâfi fi
fıkhi ehl-i Medînet'il-Mâlikî, Riyad, 1398/1978, c. II, s. 739-740. Abdullah b.
Kudâme, el-Muğnî, Beyrut, 1404/1984, c. IV s. 259; c. XIII, s. 8.
[55] - Bkz. Alâuddin
el-Kasânî, el-Bedâi'', c. V, s. 158 ve Mecelle m. 237-238.
[56]- Tirmizî, büyu
18; Neseî, büyu 73; Muvatta, büyu 72 (Bâb 33); Ahmed b.Hanbel, II/71, 174, 175,
177, 179, 205.
[57]- El- Muvatta',
bab 39, 83 nolu hadisten sonra düşülen not, s. 673.
[58]- Ebu'l-Hasen, Ali
b. Ebîbekr b. Abd'il-Celîl el-Merğinânî (öl. 593 h./1197 m.) el-Hidâye, Şerhu
Bidâyet'il-mübtedî, Şerhu Feth'il-Kadîr ile birlikte, Dar'ul-fikr, Beyrut, c.
VIII, s. 426, .
[59]- Kasânî,
el-Bedâi'’ c.VI, s. 45, .
[60] - Kemâlüddin b.
el-Hümâm, Fethü'l-kadir, c. V, s. 218.
[61]- İbn Hacer,
Tuhfe, c.V s. 192-193, ; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, c.II, s. 125. İbn Kudâme,
el-Muğnî, c.V, s. 24-25, madde 3504; İbn Hazm,
el-Muhallâ, c. VI, s. 356, l205 nolu mesele.
[62]-İbn Rüşd,
Bidâyet’ül-müctehid, c.II, s.125
[63]- İbnü Kayyim
el-Cevziyye, Ebû Abdillah Muhammed b. Ebîbekr (öl. 751 h./1350 m.),
İlâm'ul-Muvakkıîn, tahkîk, Muhammed Muhyiddîn Abdul Hamîd, Beyrut, 1407/1987,
c. 3, s. 371, .
[64]- Şemseddin
es-Serahsî, el-Mebsût, Mısır, c. XIV, s. 38.
[65]- Ciro, emre
yazılı bir senetteki bütün hakların, alacaklısı tarafından başkasına devri,
anlamına gelir.
[66] - Tirmizi, Büyû
73.
[67]- "Çünkü
murabahalı satışta kâr, alış fiyatının belli bir oranıdır" el-Bedâi'' ,
c.V, s. 221.
[68]- el-Bedâi'', c.
V,s. 224.
[69]- Kısaca Mecelle
diye adlandırılan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, Osmanlı Devleti zamanında,
Tanzimattan sonra Ahmed Cevdet Paşa’nın gayretiyle hazırlanmış ve yarım asırdan
fazla yürürlükte kalmış bir hukuk mecmuasıdır. Daha çok ticaret ve yargı ile
ilgili konuları düzenler.
[70]- Ahmed b. Hanbel,
V/72.
[71]- Mecelle m. 357.
[72]- İbn Abidin, Redd'ül-Muhtâr,
c.V, s. 142-143. Manaya sadık kalınarak ifadeler güncelleştirilmiştir.
[73]- el-Bedâi'', c. V, s. 232. Bu konudaki hadisler için bkz. Ebû Cafer et-Tahâvî, şerhu
Maanî’lâsâr, M. Zihnî en-Neccâr’ın tahkikiyle, Beyrut 1407/1987, c.IV,s.7 vd.
[74]- İbn Mâce, ticârât 6, Darimî, Büyu 12.
[75]- Müslim, müsâkât 130.
[76]-el-Bedâi'', c. V, s.129 ve 232.
[77]- Bkz. Bilmen, a.g.e. c.VI,
s. 29 vd.
[78]-Tirmîzî, Büyu’ 19, h.No 1232; Ebu Davud, Büyu 68,h.no 3503; Neseî,
Büyu, 60. Metin Tirmîzî'nindir.
[79]- Bkz. Mecelle m. 253.
[80]- et-Tahâvî, şerhu Maanî’lâsâr,
c.IV,s.37, konu ile ilgili bütün hadisler burada zikredilmiştir.
[81]- Bkz. el-Bedâi'', c. V. s. 232.
[82]- Mecelle, madde
300 den 309'a kadar.
[83]- Halil Ahmed
es-Sahhar, Bezl'ül- Mechud fi halli Ebi Davud. Kitab'ül-buyu, Bab'ül-urbân,
XV/177, Beyrut.
[84]- Ayrıca bkz. Ebu
Davud Büyû' 69 Beyu'l-urbân, hadis no 3502; İbn Mâce, Ticârât 22 Beyu'l-urbân
hadis no 2192-2193.
[85]- Malik bin Enes
(İmam Malik) el Muvatta Kitab'ül-büyu'un baş tarafı, c. II s. 609. İstanbul
[86]- Ahmet b. Hacer,
Tuhfe, , c. IV, s. 321-322.
[87]- Abdullah b.
Ahmed b. Kudame, el-Muğnî, 3128 nolu paragraf, Bey'ul-arbûn, c. IV, s. 302-313;
Ahmet b. Abdullah el-Qârî, Mecellet'ül Ahkam'iş-Şer'iyye, madde 309, Tahkik
edenler, Abdülvehhab Ebu Süleyman ve Muhammed İbrahim Ahmet Ali, Cidde
1401/1981.
[88]- İbn Hacer,
Tuhfe, Kitab'ül-Bey', c. IV, s. 322.
[89]- Fon (fonds),
fransızca bir kelimedir; büyükçe para, sermaye ve belli bir iş için gerektikçe
ödenmek üzere ayrılıp işletilen para anlamlarına gelir. (Tahsin SARAÇ,
Fransızca Türkçe Büyük Sözlük, Ankara 1976, c.I s. 575.)
[90]- Büyük Larousse,
İst. 1985, Banka maddesi.
[91]- Tahsin SARAÇ,
Fransızca Türkçe Büyük Sözlük, c.I s. 575.
[92]- Örnek
olarak F.Neumark,'ın İstanbul 'da
1948,'de basılan Genel Ekonomi Teorisi,
adlı kitabının 22-25, ve 437 ve devamı
sayfalarına bakılabilir.
[93]- Bu karşılaştırma
ticari bankalarla finans kurumları arasında yapılmaktadır. Burada kullanılan
banka terimi ticari banka anlamındadır.
[94]- Ömer Nasuhi
BİLMEN, Hukukı İslamiyye Kamusu, c. VI, s.94 vd.
[95]- Feridun ERGİN,
Kredi Sistemi, İst.l980, s. 9-l0.
[96]- Refii Şükrü Suvla, Para ve Kredi, İstanbul
1963, s. 59, 107.
[97]- Bu dönemlerde
Türkiye’deki mevduat faizleri bu miktarı geçmiyordu.
[98]- Feridun ERGİN,
Kredi Sistemi, İstanbul l980, s. 44.
[99]- Tahsin SARAÇ,
Fransızca Türkçe Sözlük..
[100]- Haziran l995’te
İstanbul’da yapılan bir ilmî toplantının konuyla ilgili kısmı şöyledir:
Sabri
ORMAN- Müşareke ve mudarebe orta ve uzun vadede kullanışlıdır. Ama kısa vadede
problemi onunla çözmek gayet zordur. Çünkü anlık veya bir işleme dayalı ihtiyaçlar
ortaya çıkmaktadır.
Abdülaziz
BAYINDIR- Fıkha göre ortaklıklar prensip olarak işlem bazında yapılır, ama
başka şekilde ortaklık kurmaya da engel yoktur.
Yaşar
AKGÜN- Bir işleme mahsus ortaklık kurulabilmesi büyük bir esnekliktir.
Nazım EKREN- O zaman işlem
bazındaki finansmanlarda kâr- zarar ortaklığı daha mantıklıdır.
[101]- Konuyla ilgili
geniş bilgili için Vade Farkı ve Faiz bölümüne bakılması gerekir.
[102]- Şemseddin Sâmî,
Kamus-i Türkî, Dersaadet 1317.
[103]- Mecelle m. 386.
[104]- İbn Hişâm,
Siyre, el-Kısmü'l-evvel, 2. baskı, Kahire 1953, s. 485.
[105]- Ömer Nasuhi
BİLMEN, Hukukı İslamiyye Kamusu,c. VI, s.94 vd.
[106]-Mecelle 768.
[107]- Zübeyr b. el-
Avvâm, Hz. Peygamberin halasının oğlu, Cennetle müjdelenmiş on sahabiden
biridir. 36 h.656 m. tarihinde Cemel vak'asında şehit edilmiştir. (Hayerddin
ez-Ziriklî, el- A'lâm, c. III, s. 74, tarih ve yer yok. Üçüncü baskı.)
[108]- İbn Sa'd,
Tabakâtü'l-kübrâ, Beyrut 1957, C.II, s. 159.
[109]- Büyük Larus
Ansiklopedisi, poliçe maddesi, İstanbul 1985.
[110]- İbn Abidin,
redd'ül-muhtâr, havâle, c. V, s. 350, İstanbul 1984.
[111]- Ömer Nasuhi
BİLMEN, Hukukı İslamiyye Kamusu, c. VI, s. 287, süftece maddesi.
[112]- Buhârî,
el-Havâlât 1.
[113]- Ahmed b. Hanbel,
Müsned-i Ebî Hureyre, c. II, s. 463; İbn Mâce, Sadakât, 8, el-Havâle, Hadis No
2403.
[114]- Mecelle 681.
[115]- Mecelle,
682-683.
[116]- el-Haskefî,
Dürrü'l-muhtâr -İbn Abidin ile birlikte- Mısır, C.V, s. 351.
[117]- Serahsî,
el-Mebsut, c. XIX, s. 2.
[118]- Serahsî, el-Mebsût c. XIV, s. 37; İbn
Kudâme, Abdullah b. Ahmed (öl. 620 h.) el-Muğnî, Beyrut 1404/1984, c. IV, s.
320.
[119]- Joseph Schacht,
İslam Hukukuna Giriş, Tercüme Mehmet Dağ, Abdülbaki Şener, Ankara 1977, s. 87.
[120]- Nasır Hüsrev
Alevî, Sefernâme , (Arapça'ya tercüme eden Yahyâ el-Haşşâb), Kahire 1945, s.
96.
[121]- Ahmed Emin,
Zuhr’ul-İslam, C.I, 3. baskı, Kahire 1962, s. 108 (Paris'te elyazması olarak
bulunan el-Hamedânî'den naklen).
[122]-Sami Hasen Hamûd,
Tatvîru'l-a'mâli'l-masrifiyye bi mâ yettefiku ve'ş-şeriâti'l-İslâmiyye, 2.
baskı, Amman 1402/1982; s.
[123]- Yakut el-Hamevî,
Mucemü'l-udebâ, Mısır, II, 241-242.
[124]- el-Kâsânî,
el-Bedâi''' C.VII, s. 395-396.
[125]- Malik b. Enes,
el-Müdevvenet'ül-Kübrâ, (Sehnûn'un ibn
Kasım'dan rivayeti) Mısır, Matbaa-t’üs-saâde l323, c.IV, s. 135.
[126]- Ahmed b. Abdullah el-Kârî,
Mecellet'ül-ahkâm'iş-şer'iyye (Abdülvehhab İbrahim Ebû Süleyman ve Muhammed
İbrahim Ahmed Ali'nin tahkikikyle) Cidde, 1401/1981, s.271, m.743.
[127]- İbni Kudâme,
el-Muğnî, c. IV, s.391.
[128]-
Umum’ul-belvâ, bir konuda yaygın bir
sıkıntının olması demektir. Allah Teâlâ dinde yapılması güç olan bir hüküm
koymadığı için (Hacc 22/78) böyle durumlarda sıkıntıyı ortadan kaldıracak
ictihadlar yapılır.
[129]- Abdullah b.
Mahmud b. Mevdûd el-Mevsılî, el-İhtiyar li ta'lîli'l-Muhtar, Mısır 1370/1951,
II, 167.
[130]-Alauddin
el-Haskefi, c. VI, s. 92.
[131]- Mecelle madde
54.
[132]- Mecelle, madde
636 ”...Filanda sabit olacak alacağına... veyahut filana satacağın malın
semenine kefilim dedikde kefil ancak bu ahvalin tahakkukunda yani ... malın
bey’ ve teslimi vukuunda mutaleb olur.”
[133]- Joseph Schacht,
İslam Hukukuna Giriş ,s. 87.
[134]- Defi, bir davada davacının iddiasını
çürütmek için davalının karşı delil ortaya koymasıdır.
[135]-Abdullah b. Yusuf
ez-Zeylaî, Nasb'ur-râye li ehâdîs'il-Hidâye, Kahire l357, c. IV, s.40
[136]- Müslim, imaret
39; Ebû Davud,Cihad 87.
[137]- Buharî, ahkâm 4,
Müslim, imaret 39-40.
[138]- Ali el-'Adevî,
Hâşiye 'ale'l-Haraşî, V, sh.56.
[139]- Elimdeki kitapta
tartı diye tercüme ettiğim kelime el-veriq şeklinde yazılmıştır. Doğrusu el-vezn olmalıdır. Yazma
nüshada, “ üzerindeki noktanın ʆ'un üstüne kaydığı ve
onu ‚ olarak okuttuğu
anlaşılmaktadır.
[140]- Allahın Elçişi
Hz. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin ashabını görmüş olan müslümanlara
tabiîn denir.
[141]- Ebu Yusuf'a,
ticari (dolaşımdan kalkmış) dirhemlerle mudarebe soruldu da dedi ki, ona cevaz
versem Mekke'de taam ile mudarebe yapılmasına da cevaz veririm. Yani Mekke
halkı taamla alım satım yapar, nitekim Buharalılar da peşin buğdayla alım satım
yaparlar. (Şemseddin es-Serahsî, el-Mebsût,
c. XXII, s. 21, Mudarebe.)
[142]- el-Kâsânî,
el-Bedâi'', mudarebe c. VI, s. 82.
[143] - Ali el-'Adevî,
Hâşiye 'ale'l-Haraşî , c. V, s. 56.
[144]- Ali el-'Adevî,
Hâşiye 'ale'l-Haraşî, V, sh.56.
[145]- Malik b. Enes, el-Müdevvenet'ül-Kübrâ,
c.III, s. 396.
[146]- İslam Fıkıh
Akademisi'nin Kuveyt'te yaptığı 5. dönem toplantısının karar metninden
alınmıştır.
[147]- Bu rakam Dünya
Haberler Ajansı'ndan alınmıştır.
[148]- İbn Mâce, Ahkâm
l7; el-Muvatta' Akziye 31; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned c.V, s. 327.
[149]- Bakara 2/275.
[150]- Kadı Beydâvî,
Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, Envâr'ut-tenzîl ve esrâr'ut-te'vîl, yukarıdaki
ayetin tefsiri.
[151]- Kadı Beydâvî,
aynı eser, aynı yer.
[152]- Zeyl-i Düstur 1,
s. 2, İst. 1298.
[153]-Kâime, bu devirde kağıt paraya verilen addır.
[154]-Günaydın Gazetesi
İstanbul Baskısı, Şubat l982.
[155]- Günaydın
Gazetesi İstanbul baskısı, 9 Mart l982.
[156]- Timurtâşî,
Dürr'ül-muhtar, m.Amire, c.V, s.161. Karz.
[157]- İbn Hacer, Tuhfe, c.VI, s.21; Abdullah b.
Kudâme, el-Muğnî, Beyrut, 1404/1984, c IV, s.396.
[158]- Ömer Nasuhi BİLMEN, Hukukı İslamiyye
Kamusu, c.VI, s. 96.
[159]- Burada sözü
edilen mağşuş para, içindeki yabancı madde, saf altın veya gümüşten fazla olan
dinar ve dirhemlerdir. Bunlara kırık para (mükesser) de denir.
[160]- İbn Hacer, Tuhfe, c.IV, s. 256. bey' /
[161]- el- Haraşî c. V, s. 55.
[162]- Bir dirhemin altıda birine dânik denir.
(Fîrûzabâdî, Kâmus)
[163]- Abdullah b.
Kudâme, el-Muğnî, Beyrut, 1404/1984, c IV, s.396.
[164]- Ömer Nasuhi BİLMEN, Hukukı İslamiyye Kamusu, c.VI, s. 96.
[165]- Muhammed b.
Muhammed el-Kerderî, el-Fet^vâ'l-Bezzâziye ( el-Fetâvâ'l-Hindiyye IV. cildin
hamişinde) Mısır, c. I, s. 510. el-Kerderî.
[166]- el-Kerderî, a.g.e. c. I, s. 510.
[167]- Alim b. Alâ
başkanlığıda bir heyet tarafından yazılan el-Fetâvâ't-Tatarhâniye, c.
III, s. 85 Büyu' 5. fasıl, el yazması,
İstanbu. Müftülüğü Kütüphanesi No 10.
[168]- Bu bölümün
örnekleri dışında kısmı İbn Abidîn'in ,
Tenbîh'ür-rükûd alâ mesâil'in-nükûd (Suriye, 1301) adlı risalesinin bir
özetidir.
[169]- Abdullah b.
Kudâme, el-Muğnî, Beyrut, 1404/1984, c IV, s.396.
[170]- el- Haraşî c. V, s. 55.
[171]-Bakz. İbn Hacer,
Tuhfe, c.VI, s. 21 ve devamı. Bunlar Şafiî mezhebinin gasb ile ilgili
prensiplerindendir. Bunları buraya almamızın sebebi, karzda da aynı
prensiplerin geçerli olduğunun belirtilmesidir. Bkz. İbn Hacer, Tuhfe, c.V,
s.44.
[172]- İbn Hacer,
Tuhfe,c.V, s. 45.
[173]- Bu konu, Şafiî
mezhebine ait fıkıh kitaplarında Büyu'un bölümlerinde
geçmektedir.
[174]- Zeynüddin
el-Milibârî, Feth'ül-muîn (İanet'ütt-tâlibîn ile birlikte)c.III, s.30; Muhammed
b. Ahmed er-Ramlî, Nihâyet'ül-muhtâc ilâ şerh'il-minhâc, Mısır, c.IV, s. 25;
el-Milibârî, Feth'ül-muîn c.III, s.30; Muhammed Şata ed-Dimyâtî,
İanet'ütt-tâlibîn (Feth'ül-muîn haşiyesi), c.III,s.30.
[175]- Kitabın yazıldığı
sıralarda para istikrarının sağlandığını göseren bir ifade olması bakımından
önemlidir. Yazar er-Remlî 1004 h./1593
m. tarihte vefat etmiştir.
[176]- Muayyen olması
ödenecek paranın akit sırasında, şu dinar, bu 500 TL gibi bizzat belirlenimiş
olması demektir. Zimmette olması da
ödenecek para miktarının ve özelliğinin belli olmasına rağmen paranın şu dinar
veya bu 500 TL gibi bizzat belirlenmemiş olması demektir.
[177]- Ebu'z-ziya
Nureddin Ali b. el-Kahirî, Nihayet'ül-Muhtâc haşiyesi , Mısır, c.IV, s. 25.
[178]- İbn Hacer, Tuhfe, c. IV, s. 357-358, .
[179]- Feridun ERGİN, enflasyon, Ak İk. Ansk.
[180]- Ahmed en-Neccar,
Aralık 1982'de İstanbul'da verdiği bir konferansta şöyle demişti: "Bugünki
kisatçılar enflasyona karşı güçsüz olduklarını itiraf etmişlerdir.
Azaltabileceklerini, ancak kökten kurutamayacaklarını ifade ediyorlar.
Enflasyon devamlı tasarufları çalıyor ve yok
ediyor. Bu, en büyük haksızlıktır. " Ahmed en-Neccar haklıdır.
Çünkü günümüz iktisatçıları faizsiz bir ekonomi düşünememektediler. Mevcut
kredi sisteminden ve kağıt para sisteminden vazgeçilmemektedir. Bu sebeple
onların bu problemi ortadan kaldırmak için yapabilecekleri bir şey yoktur.
[181]- Buhârî İstikrad
13 (; Ebû Davud, Akdıye, 29 (); Nesâî, büyu 100 (); İbn Mâce, sadakât 18, hadis no 2428, (); Ahmed b. Hanbel, IV, s. 222.
[182]- Lisân'ul-Arab, maddesi, c. I, s.
619.
[183]- İhram, yasaklı duruma
girmek demektir. Terim olarak hac veya umreye niyet edip telbiye getiren bir
müslümanın bazı konularda yasaklı hale gelmesi anlamı ifade eder. Kara avı avlamak da bu yasaklardandır.
[184]- Ebû Davud,
Lukata, hadis no 1710.
[185]- Ebu Davud,
Lukata, Hadis no 1718
[186]- Ömer b.
el-Hattâb'ın bu hadisi aynen uyguladığı, Ahmed b. Hanbel'in de bu görüşte
olduğu bildirilmiştir. Diğer fakihler bu görüşte değillerdir. (Ebu Davud'un
şarihi el-Hattâbî (319-388 h.) Ebu
Davud, İstanbul, c.II. s. 339, Lukata)
[187]- Bu toplantı, 23
- 25 Eylül 1985 tarihlerinde İstanbul'da yapıldı. Toplantıya Mustafa ez-Zerkâ,
Zekeriyya el-Birrî, Muhammed et-Tayyib en-Neccar, Hasan Abdullah el-Emîn,
es-Sıddîk Muhammed el-Emîn ed-Darîr, Abdulvehhab Ebû Süleyman, Abdussettar Ebû
Guddeh ve Abdulaziz BAYINDIR katılmışlardır. Tartışmalar, Mustafâ ez-Zerkâ'nın
hazırlayıp sunduğu araştırma üzerinde olmuştur. Onun sunduğu gerekçeyi kabul
edip karara katılanlar; Zekeriyya el-Birrî, Muhammed et-Tayyib en-Neccar ve
Hasan Abdullah el-Emîn'dir. es-Sıddîk Muhammed el-Emîn ed-Darîr ise bundan
sonra açıklanacak mesalih-i mürsele gerekçesi ile karara katılmıştır. Karara
muhalif kalanlar ise Abdulvehhab Ebû Süleyman, Abdulaziz BAYINDIR ve
Abdussettar Ebû Guddeh'dir.
[188]- Bu, es-Sıddîk
Muhammed el-Emîn ed-Darîr'in görüşüdür.
[189]- Mesalih-i
mürsele, İslamın kabul veya reddettğine dair bilgi olmadığ halde hayra vesile
olan durumları ifade eder. Bazı fakihler bunun, halk arasında yürütülen bazı
işlemlerle ilgili kararlara dayanak olabileceğini kabul etmişlerdir. Borçtan
elde edilen gelir, faiz sayıldığı için yukarıdaki kararda mesalih-i mürseleye
dayanılaması söz konusu olamaz.
[190]- Abdussettar Ebû
Gudde ve İzettin Hoca, Fetâvâ Nedevât'il-Bereke, 5. baskı, Cidde1417 h. 1997 m.
s. 55-56.
[191]- İbn Hacer,
Tuhfet'ül-Muhtâc bi Şerh'il-Minhâc, Gasb, c. VI, s. 29-31.
[192]- Ahmed Abdullah
el-Kârî, Mecellet'ul-ahkâm'iş-Şer'iyye, tahkik edenler, Abdulvehab Ebû Süleyman
ve Muhammed Ahmed Ali, Cidde, 1401/1981, s. 434.
[193]- Fetâvâ
Nedevât'il-Bereke, s. 55-56.
[194]- Bu, es-Sıddîk
Muhammed el-Emîn ed-Darîr'in görüşüdür.
[195]- Fahreddin
er-Râzî, et-Tefsîr'ul-kebîr, c. II, s. 534
[196]- Ayette geçen, ifadesi, genellikle
"şeytanın dokunup çarptığı " şeklinde tercüme edilir. Burada neden
böyle bir mana verildiği konusu daha önce açıklanmıştı.
[197]- Bu zat, Al
Baraka Grubu Hukuk Komisyonu ve İslam Fıkıh Akademisi üyesidir.
[198]- Abdullah b. Süleyman el-Meni', Buhûs
fî'l-iktisâd el-İslâmî, Beyrut 1416/1996, s. 292 vd.
[199]- Ebû Davud,
Lukata, hadis no 1710.
[200]- Ebu Davud,
Lukata, Hadis no 1718.
[202]- Ömer b.
el-Hattâb'ın bu hadisi aynen uyguladığı, Ahmed b. Hanbel'in de bu görüşte
olduğu bildirilmiştir. Diğer fakihler bu görüşte değillerdir. (Ebu Davud'un
şarihi el-Hattâbî (319-388 h.) Ebu
Davud, İstanbul, c.II. s.339, Lukata)
[203]- Karar sayısı 25,
tarihi 21.8.1394 h. Kararın tamamı için bk. Abdullah b. Süleyman el-Meni',
Buhûs fî'l-iktisâd el-İslâmî, Beyrut 1416/1996, s. 409-412.
[204]- Tirmizî, Ahkâm
17.
[205]- Abdullah
el-Meni', Buhûs fî'l-iktisâd, s. 414-415.
[206]- Abdullah b.
Süleyman el-Meni', Buhûs fî'l-iktisâd el-İslâmî, s. 412.
[207]- Ahmed b. Ahmed
b. Kudame, el-Muğnî, 3128 nolu paragraf, Bey'ul-arbûn, c. IV, s. 302-313,
Beyrut 1404 h. 1984 m.
[208]- Abdullah b.
Süleyman el-Meni', Buhûs fî'l-iktisâd el-İslâmî, s. 412.
[209]- Fahreddin
er-Râzî, et-Tefsîr'ul-kebîr, c. II, s. 534.
[210]- Ahmed b. Kudame,
el-Muğnî, 3128 nolu paragraf, Bey'ul-arbûn, c. IV, s. 313.
[211]- Abdussettar Ebû
Gudde ve İzettin Hoca, Fetâvâ Nedevât'il-Bereke, s. 91.
Rağıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 527,maddesi.
[213]- Müslim, Zekât,
Hadis no 65 (1015).
[214]-Yukarıya alınan
1. paragraf, Hayrettin KARAMAN'ın kendi el yazısıyla bana verdiği görüşüdür.
İkinci paragraf ise İstanbul'da düzenlenen bir toplantıda yaptığı konuşmanın
özetidir.
[215]- Buhârî İstikrad
13 (; Ebû Davud, Akdıye, 29 (); Nesâî, büyu 100 (); İbn Mâce, sadakât 18 no 2428, (); Ahmed b. Hanbel, IV, s. 222.
[216]- Sahih-i Buhârî,
istikrâd, 13, . Süfyân b. Saîd b. Mesrûk es-Sevrî tebe-i tabînden büyük bir
fakih ve büyük bir muhaddistir. 97 h 716 m. de Kûfe'de doğmuş, 161 h. 778 h.'de
Basra'da vefat etmiştir. (Ö. N. BİLMEN, I. Fıkhiyye Kamusu c. I, s. 463)
[217]- Ahmed b. Hanbel
c. IV, s. 222. Veki b. el-Cerrâh (127-197 h. 745-813 m.), Hanefî mezhebine
mensuptur ve Kûfelidir. (Ö. N. BİLMEN, I. Fıkhiyye Kamusu c. I, s. 452)
[218]- İbn Mâce,
sadakât 18, , hadis no: 2427.
[219]- Ebû Davud,
akdiye 29, , hadis no: 2628. İbn'ul-Mübârek (118-181 h. 736-797 m.) Ebû
Hanîfe'nin önde gelen öğrencilerindendir. (Ö. N. BİLMEN, I. Fıkhiyye Kamusu c.
I, s. 414)
[220]- Ali b. Ebîbekr
el-Merğinânî, el-Hidâye şerhu Bidâyet'il-mübtedî, Kitâb'ul-hacr, Babu'l-hacr bi
sebebi'd-deyn, c. III, s. 285, İstanbul 1985.
[221]- Abdullah
el-Meni', Buhûs fî'l-iktisâd el-İslâmî, Beyrût, s.425-426.
[222]- TTK m. 372.
[223]- Müslim Akdiye 1, İbn Mâce Ahkam, 7.
[224]- Mahmut b. Mevdud
el-Mavsılî, el-İhtiyar li-Talîl'il-Muhtar. Basım yeri ve tarıhi yok. II. Cilt
Sayfa. 15,16.
[225]- Bkz. Mecelle
357.
[226]- T.T.K. 298 ve 466.
[227]- 26.2.1982 tarih ve 17617
sayılı resmî gazetede yayınlanan tebliğinin 7. maddesi.
[228]- 3332 sayı ve 25 Mart 1987 tarihli
Kanun.
* - Bu araştırmada her üç nüshadan da yararlanıldığı için bunlar ayrı
ayrı zikredilmiştir.