ŞEHİT HASAN EL-BENNA'NIN TAKDÎMİ
İslâm Daveti, Umumî Oluşu ve Gayesi
Mısır'lı yazar, ilim
ve hareket adamı. Ezhcr Üniversitesi ulemasından ve
İhvan-ı Müslim'in yetiştirdiği önemli kişilerden biri. Mısır'da Müslüman
Kardeşler teşkilatının kuruluşundan hemen sonra bu harekete katıldı ve Şchid Hasan cl-Bcnna'nm en yakın yakın
yardımcılarından biri oldu. Özellikle müslüman
gençliğin yetiştirilmesi için programlanan eğitim çalışmalarını başarıyla
yürüttü.
Seyyid Sabık'ın çalışmaları daha çok, çağımızın sorunlarına islâm fıkhı açısından çözümler aramak ve hadis ilminde
derinleşmek şeklinde devam etti.
Seyyid Sabık'ın ilmî birikiminin en çaplı ürünü olan
elinizdeki «Fıkh-us Sünne»si,
taharetlen cihad'a kadar, müslümanın
günlük hayatında ihtiyaç duyduğu bütün fıkhî
konuları içeren kapsamlı bir çalışmadır.
Bundan başka Türkçeye kazandırılan «el-Akâid'ül
İslâmiyye» (İslâm Akaidi) adlı eseri de, bir mü'minin iman etmesi gereken temel esasları ayet ve
hadislerle özlü bir şekilde ortaya koymakladır.
Sabık halen Mısır'da
ve diğer Arap ülkelerinde, müslüman gençliğin İslâmî eğitimi ve yetiştirilmesi için konferanslar vermekte
ve zaman zaman da çeşitli dergilerde makaleleri yayınlanmaktadır.
Bu çeviri Beyrut'ta
bulunan "Dar'ül -Kilab'il-Arabî"
yayınevinin 1977 yılında yayınlanmış olan Arapça üçüncü baskısı esas alınarak
yapılmıştır.
Seyyid Sabık,
Fıkh-Us Sünne,
Pınar Yayınları:
İslâm, akide ve amel
gibi birbirini tamamlayan iki temel unsurdan meydana gelir. Akidesiz amel
etmenin bir anlamı olmadığı gibi, amelsiz imanın da devamlı ve sıhhatli olması
mümkün değildir.
Aîlahu Tcâlâ, Ankcbût
süresinde: "İnsanlar sadece 'iman etlik' demekle, denemeden geçirilmeden birakılıvereceklerini mî sandılar?" (Ayet: 2)
buyurarak yalnız iman etmenin yeterli olmadığını bizlere bildirmektedir. Kur'ân'da İman'dan söz edilen hemen her âyette, arkasından
"sâlih amel" ifadesi kullanılır. Bunun en
güzel örneğini Asr sûresinde görürüz. Bu sûre,
hüsrana uğramaktan kurtulmanın sadece iman etmekle değil, buna ilaveten salih amellerde bulunup hakk'ı ve
sabr'ı tavsiye etmekle mümkün olacağını
belirtmektedir.
Allah'ın Rasûlü de —salât ve selam üzerine
olsun— : "Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şahadet edinceye, namazlarını kılıp
zekâtlarını verinceye kadar insanlarla savaşmaya emrolundum."
diyerek, sadece iman'ın kurtuluş için yeterli olmadığını ifade buyurmuştur.
Şu halde amei, imanın tamamlayıcısıdır ve amel olmadan, yalnızca
imanla bu dünya imtihanı kazanılmaz.
İslâm'ın amel cephesi,
yani muamelât; fert ve toplum hayatının tâbi olması gereken kurallarla helâl ve
haram hudutlarını tayin eder. Müslüman, yapması ve yapmaması gerekenleri bilmek
zorundadır. Aksi halde İslâm'ı yaşaması mümkün olmaz.
İslâm Fıkhı: Teorik
kalıplardan, faraziyelerden ve birtakım soyut tc-rimlerndcn ibaret olamaz. Fıkıh: Pratik, canlı ve delillere
dayalı olmak zorundadır.
Bugün, Türkiye müslümanları genelde, iki uç noktada seyrediyorlar: Ya mü'mini delillere ulaşmaktan
alıkoyan taklitçi, kolaycı ve yer yer bid'atlara boğulmuş, şekilcilikten kurtulamayan bir Islâmî anlayış (yani ifrat), ya
da müslümani yine delillere ulaşmaktan alıkoyan,
amelden çok akideye, dua ve zikirden çok cihad,
tebliğ vb. konulara önem veren 'radikal' anlayış (yani tefrit), islâm sadece cihaddan ibaret
olmadığı gibi, yalnızca dua ve zikirden de ibaret değildir. İslâm; Kuran ve
sünnet'te iman edilmesi emredilen şeylere inanmak, yapılması İstenenleri
yapmak, yasaklanan şeylerden kaçınmaktır.
işte "Fıkh'us-Sünne", müslümanın günlük hayatında yapması ve yapmaması
gerekenleri en ince ayrıntılarıyla, Kuran, sünnet ve selef-i sâlihin'den deliller sunarak ortaya koyan mufassal bir
eser. Müslüman, ihtiyaç duyduğu bütün fıkhı konuları bu eserde genelde
delilleriyle birlikte bulacaktır. Eserde hemen bütün fıkhı meseleler ele
alınmış olup, konuyla ilgili sahabe, tabiîn ve müetehid
imamların (Ebû Hanife,
Mâlik, Şafiî, Hanbel, Ev/.âî,
Scvrî vb.) görüşlerine de yer verilerek delillerinin
kuvvet-liği veya zayıflığı da incelenmiştir.
Bu arada elinizdeki
eserin yayınlanmasını bize tavsiye eden, birinci cildin tercümesinde Tayyar
Hoca ile beraber çalışan ve baştan sona kadar kontrolden geçiren Ahmed Hoca'mızdan bahsetmeyi yerine getirilmesi gereken bir
görev olarak görüyoruz. Ahmed Hoca bu tür delillere
dayalı, Kuran ve sünnet çizgisinde eserlerin yayınlanmasını büyük bir heyecanla
istiyordu. Kendisinden "Fıkh'us-Sünne'yi tercüme etmesini istediğimizde, zaman olarak hiç
de müsait olmamasına rağmen, sadece bu yüzden kabul etti. Tayyar Hoca ile
birlikte, büyük bir titizlikle birinci cildin tercümesini tamamladılar.
Ahmed Hoca bu süre içinde bize, "Fıkh'us-Sünne" gibi kaynak eserlerin mutlaka dilimize
kazandırılması gerektiğini ve bunun gerçek bir hizmet olacağını telkin
ediyordu. Bir gün kendisine tbni Kayyım'm
"Zad-ül Mead", Şevkânî'nin "Feüı'ul
Kadir" adlı eserlerini tercüme ettirmeyi düşündüğümüzü söylediğimizde,
heyecanla elini uzatarak bizi susturdu. Ve memnuniyetini belirten bir ifadeyle
"bir kitap ismi daha söylerseniz bu hasta kalbim böylesi bir heyecanı
kaldırmaz, beni kalpten gönderirsiniz" dedi. Evet biz bir kitap ismi daha
söylemedik ama, o basta kalp, her zaman taze olan heyecanı gerçeklen
kaldıramadı. Heyecanla, tercümesine ortak olduğu bu birinci cildin basımını
göremeden genç yaşta Rahmct-i Rahman'a kavuştu.
Kendisini rahmetle anıyor, "Fıkh'us-Sünne'nin, delillerle, amel etme düşüncesinin bir basamağı
olması dileğini, aynı zamanda kendi dileğimiz olarak da tekrar ediyoruz...
Hamd Allah'a mahsustur. Salât ve
selam, efendimiz Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem'e, ö'nun âline ve ashabına
olsun.
"Mü'minlcrin tümünün savaşa çıkmaları gerekmez. Her
topluluktan bir grubun toplanıp dini iyice öğrenmeleri (fıkhetmeleri)
ve kavimleri kendilerine dönüp geldikleri zaman onları uyarıp korkutmaları
gerekir. Umulur ki onlar yanlış lıarckettten
kaçınıp-sak miri ar" (Tevbe: 122)
Şüphesiz, İnsanları
Allah'a yaklaştıracak amellerin en büyüklerinden biri de; islâm
davetini ve bu davetin hükümlerini yaymak ve islâm'ın
fıkhı yönünü açıklayarak sonuçta insanları ibadet ve muamelatta belli bir eses üzerinde birleştirmektir. Nitekim Rasulüllah
sallallahu aleyhi ve sel-lem
şöyle buyurmuştur:
"Allah -—celle celâlülü—, kendisine hayır
dilediği kişiyi dinde fakîh yapar."
Şüphesiz, ilim
Öğrenmekle olur. Muhakkak âlimler, nebilerin mirasçılarıdır. Nebîler, ne bir
dirhem, ne de bir dinar miras bırakmışlardır. Onların bıraktığı miras sadece
ilimdir, ilme nail olan ise, büyük bir nasibe ve yüksek bir mertebeye ulaşmış
demektir.
İbadete teallûk eden hükümlerle, bütün ümmete sunulacak olan umumî
dinî bilgiler başta olmak üzere, islâm fıkhını
öğretirken takib edilecek en güzel mcıod; akıllara ve kalplere hitab
edecek yolu seçmek, İslâm fıkhını bir takım teknik terimlerden ve
varsayımlardan uzaklaştırmak, mümkün olduğu kadar kolay ve akıcı bir üslûpla
Kuran ve hadisten delillere dayandırmaktır. Ayrıca fıkıh ilmini okuyanların,
öğrendikleri şeylerden dünya ve ahirette
yararlanmalarını sağlamak ve doğrudan doğruya Allah ve Rasûlü'nün
hükümlerine bağlandıklarını hissetmeleri için, bu delillerdekİ
hüküm ve faydalara da işaret edilmelidir.
Bu metod;
müslümanlann bilgilerinin artmasını ve onların ilme
yönelmesini sağlayacak güçlü ve sevkedici bir metoddur.
Allah —celle celâlühü— faziletli üstad Seyyid Sabık'ı bu yolda muvaffak
kılmıştır. O, bu kitabını, kolay bir üslûpla ve kaynaklara dayanarak
açıklamıştır. İnşallah, bu çalışmasıyla Allah'ın bahşedeceği sevaba nail olmuş
ve islâm'ı öğrenmeye çalışanların takdirini kazanmış
olacaktır.
islâm'a olan hizmeti, Ümmet-i Muhammed'i faydalandırması ve islâm'a yaptığı davetten dolayı Allah —celle
celâlühü— kendisini hayırla mükafatlandırsın ve bu
çalışmasıyla Allah Teâlâ kendisine ve insanlara hayır
ihsan eylesin.
Amin
Hicrî: 1365 (15 Şaban)
Kahire
Allah Teâlâ (ceîle celâlühû),
Muhammed (saüallâhu aleyhi ve sel-lem)'i,
insanlar için düzenli bir hayatı garanti eden, onlara en olgun ve en yüce
mertebelere ulaştıran mükemmel tevhid diniyle,
evrensel islam niza-mıyla
gönderdi.
Rasûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem), yaklaşık yirmiüç sene boyunca,
insanlara Allah'a davet konusunda bu mükemmel nizamla hükmetti ve dini tebliğ
edip insanları bu dinde toplamak amacına da ulaştı.
İslam dini, daha
önceki dinler gibi, bir nesle ya da kabileye mahsus
olan ve diğerlerini ilgilendirmeyen mahallî, sınırlı bir din değildir. Bilâkis,
yeryüzündekilerin hepsini kuşatan umumî bir dindir. Bir bölgeye veya belirli
bir zaman dilimine has değildir. Allah Teâlâ şöyle
buyuruyor: "Bütün âlemlere bir korkutucu olsun diye, kuluna Kuranı indiren
Allah'ın şanı ne yücedir"[2] Yüce
Allah yine şöyle buyuruyor: "Ey Rasulüm, biz seni
ancak insanlara Cenneti müjdeleyici, azabı haber verici bir peygamber olarak
gönderdik"[3] Bir başka ayette de şöyle
deniyor: "Rasulüm de ki: 'Ey insanlar! Gerçekten
ben sizin hepinize gelen Allah'ın peygamberiyim. O Allah ki, göklerin ve yerin
tasarrufu O'nundur. O'ndan başka hiç bir ilah yoktur, Öldürür ve diriltir.
O'nun için hem Allah'a, hem de bütün kelimelerine iman getiren o ümmî
peygambere, Rasûlüne iman edin ve o peygambere uyun
ki, doğru yolu bulaşınız"[4]
Keza sahîh bir hadiste
de şöyle buyurulur: "Her nebî, hususî olarak
kendi kavmine gönderilmiştir. Ben İse kızıl ve siyah derili bütün insanlara gönderildim."
Bu davetin genel ve
kapsamlı olduğunu pekiştiren deliller şunlardır:
1- İslâm
dininin, insanlar için, inanması zor ve yaşanması güç olan bir tarafı yoktur.
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Allah bir
kimseye ancak gücü yettiği kadar teklif eder. "[5] "Allah
size kolaylık diler, güçlük dilemez."[6] "Allah din işlerinde üzerinize birgüçlük yüklemedi."[7] Buhâri'de, Ebû Sa'îd el-Hudrî'den yapılan rivayete
göre, Rasulüllah (sallallahu
aleyhi ve sellem); "Bu din kolaydır; kim bu dini
zorlaştırmaya kalkarsa, "din ona galib
gelir," buyurmuştur. Müslim'de, Rasulüllah (sallalahu aleyhi ve sellem) den
rivayet edilen hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Allah'a en sevimli gelen din, kolay din olan islâmiyet'tir."
2- Apaçık
delillerle gelmesi ve ifadelerinin anlaşılır bir şekilde olmasından dolayı;
zaman ve mekanın değişmesiyle, itikad ve ibadet hükümleri
değişmez. Hiç bir kimsenin bunlara ilavede bulunmaya veya nok-sanlaştırmaya
yetkisi yoktur. Dinî masiahat, siyasî işler ve harp
durumları gibi zaman ve mekanın değişmesiyle değişen unsurlar; her asırda
insanların maslahatlarına uygun düşsün, ûlülemr'in
hak ve adaleti yerine getirmesi mümkün olsun diye anahatlarıyla
zikredilmiştir.
3- İslâm'daki
her talimat i!e, dinin, akim, neslin ve malın muhafazası kasdedilmiştir.
Bu durumun fıtrata uygunluğu, akla ve ilerlemeye her zaman ve mekânda uygun
olduğu apaçıktır. Allah'u Teâlâ
şöyle buyuruyor: "De ki: 'Allah'ın kulları için çıkardığı zineti, temiz ve hoş nzıklan kim
haram etmiş?' De ki: 'bu zinet ve hoş nzık, dünya hayatında iman edenler içindir. Kâfirler de
faydalanır. Fakat kıyamet gününde yalnız mü'minlere
aittir.' Böylece ayetlerimizi bilen kimselere açıklıyoruz!" "De ki:
'Rabbim şunları haram elti: Bütün fuhşiyyatı,
-açığını ve gizlisini-, her türlü günahı, haksız isyanı ve Allah'a, hakkında
hiç bir zaman bir burhan indirmediği herhangi bir şeyi ortak koşmanızı ve
bilmediğiniz şeyleri Allah'a isnad etmenizi!"[8]
"Rahmetim her
şeyi kuşatmıştır. Fakat ahirette onu; küfürden sakınanlara,
zekâtı verenlere ve ayetlerimize iman etmiş olanlara has kılacağım. Onlar ki,
yanlarında bulunan Tevrat ve incil'de ismini yazılı
buldukları ümmi Nebi olan o Resule tabi olurlar. O kendilerine iyiliği emrediyor,
fenalıklardan alıkoyuyor; onlara nefislerine haram ettikleri temiz şeyleri
helâl kılıyor, murdar şeyleri de üzerlerine haram kılıyor; onların ağır
yüklerini, üzerlerindeki bağlan indiriyor. Ve onlar ki, o Rasûl'e
îman ederler, kendisine tazim ederler, O'na yardım ederler ve kendisine
indirilen Kur'an'a tabi olurlar, işte bunlar
kurtulanlardır."[9]
islâm davetinin yöneldiği gaye; nefisleri temizlemek,
insanları Allah'ı öğrenme ve O'na ibadet etme yoluna scvkelmck,
insanlık bağlarını kuvvetlendirerek o bağları sevgi, rahmet, kardeşlik, ve
adalet esasları üzerine oturtmaktır. İşte insan, bununla dünya ve ahiret saadetine erer. Ailâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Çoğu okuma-yazma bilmeyen
araçlar için, soylarından bir Rasâl gönderen O'dur.
Üzerlerine O'nun ayetlerini okuyor, onları temizliyor, kendilerine Kur'ân ve şeriat Öğretiyor. Halbuki bundan önce açık bir
sapıklık içinde idiler"[10] "Biz
seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."[11] Hadisde ise; "Ben hidayet yolunu gösteren bir
rahmetim" buyurulmaktadır.
islâm teşrii, İslâm davetinin düzenlediği mühim kısımlardan
birisidir. Risaletin amelî bölümünü temsil
etmektedir, islâm şeriatı, Allah'ın Nebisine olan
vahyinden başka bir şeyden çıkmış değildir. Rasulüllah
sallallahu aleyhi ve sellem'in
gayreti, şeriatı tebliğ ve açıklama dairesini aşmamaktadır. Allâh'u
Teâlâ: "O, kendi nefsine göre konuşmaz: O'nun
konuştukları, kendisine gelen vahiyden başkası değ ildir."[12] buyurmuştur.
Hüküm verme, siyaset
ve harp gibi dünya işleriyle ilgili teşrie gelince: Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem,
bu konularda müşavereyle emrolunmuştur. Bazan bir meselede -Bedir ve Uhud
savaşlarında olduğu gibi- görüş belirtir, sonra ashabının görüşüne dönerdi. Ashab, bilmedikleri konulan Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem'e
sorar, ayetlerin manasından kapalı olanların açıklamasını ister ve kendi
anladıklarını Rasûlüllah
sallallahu aleyhi ve sellem'e
sunarlardı. Rasûlüliah sallallahu
aleyhi ve sellem, bazan
onların anlayışlarını beğenir, bazan da görüşlerinin
hatalı yanlannı onlara açıklardı.
İslâm'ın, ışığında
yürümeleri için müslümanlara koymuş olduğu genel
kaideler şunlardır:
1- Meydana
gelmeyen bir olay hakkında soru sormayı, olay meydana gelinceye kadar nehyetmesi. Allah'u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Ey îman edenler! Öyle
şeylerden Rasûl'e sormayın ki; size açıklanırsa
fenanıza gidecektir. Halbuki, Kur'ân indirilirken
sorarsanız, onlar size açılır, meydana çıkar. Allah, şimdiye kadarki
sorularınızı bağışladı. Allah çok bağışlayıcıdır, azabında aceleci
değildir."[13] Bir hadîs-i şerifinde
Nebî aleyhisselatu ve's-selam,
meydana gelmemiş meseleler hakkında soru sormaktan nen yetmiştir.
2- Çok soru
sormaktan ve karmaşık meseleler ortaya atmaktan sakındırması. Hadiste şöyle geçmektedir: "Allâh'u Teâlâ size, dedikoduyu, çok soru sormayı ve malı zâyî
etmeyi hoş görmez." Yine bir başka hadiste şöyle buyuruluyor:
"Allah'u Teâlâ bir
lakım farzlar koymuştur, onları zayi etmeyiniz; bir takım hudutlar çizmiştir,
onları aşmayınız; bir takım haramlar koymuştur, onları çiğnemeyiniz; bir takım
şeyler hakkında -unutmaksızın- sizlere rahmet olsun diye hüküm belirtmemiştir,
onları araştırmayınız." Yine bir hadiste; "İnsanların en suçlusu, bir
şey haram değilken, onun sorusundan dolayı haram kılındığı kişidir,"
denmektedir.
3- Dinde
tefrika ve ihtilaftan uzak durmak. "İşte bu dininiz, esasta tek bir
dindir."[14] "Elbirlik
Allah'ın dinine sımsıkı sarılın. Birbirinizden ayrılıp dağılmayın."[15],
"Çekişmeyin, sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. "[16]
"Dinlerini ayrı ayrı fırkalara ayırıp parçalayanlar var ya,
senin onlarla hiç bir ilgin yoktur. "[17],
"Böylece parça parça olmuşlardı."[18] Ey Mü'mlnler! Kendilerine açık deliller ve ayetler geldikten
sonra parçalanıp ayrılığa düşen Hıristiyan ve Yahudi'ler gibi olmayın. İşte
onlar için çok büyük bir azab vardır."[19]
4-
Tartışmalı konuları, şu âyet-i kerimeyle amel ederek Kitab
ve Sünnet'e döndürmek: "Bir şey hakkında çekiştiğinizde, hemen onu Allah'a
ve Rasûlü'ne arzediniz."[20]
"Anlaşamadığınız herhangi bir şey hakkında hüküm Allah'a aiuir."[21]
Bunun sebebi, Kur'ân-ı Kerîm'in din'i açıklamış
olmasıdır. "Sana bu kitabı, her şeyi beyan etmek için ve bir hidayet, bir
rahmet, müminlere de bir müjde olarak peyderpey gönderdik."[22]
"Biz o kitapta hiç bir şeyi noksan bir akmadık."[23] Bu
hususu amelî sünnet de açıklamıştır: "Ey Rasûlüm!
Sana da Kur'an'ı indirdik ki, kendilerine indirileni
insanlara anlatasın."[24]
"Gerçekten biz kitabı sana hak olarak indirdik ki, insanlar arasında
Allah'ın sana gösterdiği şekilde hüküm veresin."[25]
Bununla Allah'ın emri tamam oldu ve islâm'ın esasları
açıklığa kavuştu. "Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki
nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçtim "[26]
Dinî meseleler bu
kaideler üzerine bina edildiği, hakem olması için başvurulacak asıl merci belli
olduğu müddetçe ihtilâfın anlamı ve yeri yoktur. "Rabbin hakkı için,
onlar, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin
hükümden nefisleri hiç bir darlık duymadan lam bir teslimiyetle boyun
eğmedikçe îman etmiş olmazlar. "[27]
Ashab ve hayırla anılan ashaba tâbi nesiller bu kaidelerin
ışığı altında yürümüşlerdir. Farklı müracaat kaynakları ve bazısının bildiğini
diğer bazısının bilmemesi gibi bir kaç mesele dışında, aralarında ihtilaf olmamıştır.
Dört mezhep imamlarına
gelince; bunlar da öncekilerin çığırma girmişlerdir. Yalnız, bazısı -Hicaz
bölgesi gibi- sünnete daha yakındı, hadis bilenler ve hadis rivayet edenler
çoğunluktaydı; bazısı ise -Iraklı'lar gibi-rey
taraftarıydılar, çünkü vahyin doğduğu yerden uzak olmaları sebebiyle hadis
hafızları azdı. Bu imamlar olanca gayretleriyle insanlara dinlerini öğretmeye
ve onları hidayete erdirmeye çalıştılar. Onlar kendilerinin taklit edilmesini nehyederek şöyle diyorlardı: "Bizim delilimizi
bilmeden bir kimsenin sözümüzü söylemesi caiz değildir." Mezheblerinin "sahih hadis" olduğunu açıkça
belirtmişlerdi. Çünkü maksatları, Rasûlüllah sallal-lahü aleyhi ve sellem gibi masum kabul edilip taklid
edilmek değil, bilakis insanlara, Allah'ın hükümlerini anlamada yardımcı
olmaktı.
Ancak, sonraki
insanların gayretleri gevşedi, azimleri zayıfladı. Onlarda hikaye ve taklid huyu harekete geçti. Her topluluk kendi mezhebinin
muayyen görüşüyle yetinerek onun etrafında dönüp durmaya ve taassupla onu
savunmaya başladı; onun zaferi için bütün kuvvetini kullanmaya ve imamının
görüşünü Allah'ın sözü mertebesine çıkarmaya çalıştı. İmamının verdiği fetvaya
ters düşen bir mesele hakında, kendisini fetva vermeye
yetkili görmedi, imamlara güvenme o dereceye ulaştı ki, hatta Kerhi; "eshâbımızın (mezheb alimlerimizin) görüşüne ters düşen bir âyet ve hadis
ya mensuhlur veya te'vîl edilmiştir," demiştir.
Mezhebleri taklid ve taassub sebebiyle ümmet, Kur'ân
ve Sünnetin hidayet yolunu kaybetti. "Iclihad
kapısı kapalıdır" sözü ortaya çıkarak, şeriat, fukahânın
sözleri; fukâhânın sözleri de şeriat kabul edildi. Fukahâ'nın sözlerinden çıkanlar, sözlerine güvenilmeyen,
fetvaları geçerli olmayan bidatçılar olarak kabul
edildi. Bu yanlış ruhun yayılmasına, iktidar sahiplerinin ve zenginlerin
yaptırdıkları medreseler ve bu medreselerde bir mezheb
veya belli mezhebler üzerine yapılan tedrisât da
yardım etti. Bu durum, kendileri için tâyin edilen maaşları korumak endişesiyle
İctihaddan yüz çevirmeye ve mezheblere
taassupla bağlanmaya sebep oldu.
Ebu Zura'a, hocası Bulkinî'ye: "Şeyh Takiyyuddin
Sübki ictihad araçlarını
mükemmelleştirmişken niçin içtihadı ihmal etti?" diye sorunca Bulkînî sustu. Ebû Zura'a şöyle dedi: "Bence içtihaddan
kaçmışları, dört mezheb üzere olan fakihlere verilen görevler sebebiyledir. Çünkü bu mezheplerden
çıkanlar makama nail olamayacaklardır; hüküm verme hakkından mahrum
kalacaklar, insanlar onlara fetva sormaktan sakınacaklar ve onlara bidatçı diyecekler." Bunun üzerine Bulkînî
güldü; bu konuda onu haklı buldu.
Taklide bağlanıp, Kitab ve Sünnet'in rehberliğini kaybettikten sonra, "İçtihad kapısı kapalıdır" sözüyle Ümmet-i Muhammed en
büyük belâlara uğrayarak Rasûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in
sakındırmış olduğu keler yuvasma[28]
girdi. Bu taklidin sonucu olarak, ümmet grup ve hiziplere ayrıldı. Hatta onlar,
Hanefi bir müslümanla Şâfî'i
bir müslümanın evlenmesinde ihtilafa düştüler.
Bazıları; "sahih olmaz, çünkü Şâfî'iler imanlarında
şüphe içindedirler" derken, (Şâfi'îlerce 'inşaallah ben mü'minim' demek
caiz olduğu için...) diğer bazıları da, "gayri müslimle
evlenmenin caiz olmasına kiyasen caiz olur"
demişlerdir. Yine bu taklidciliğin eseri olarak
bidatler yayıldı, sünnet'in izleri gizlendi. Aklî hareket öldürülerek fikrî
heyecan durduruldu. Ümmetin şahsiyetini zayıflatacak biçimde, ilmî bağımsızlık
kayboldu. Böylece ümmete, kurtarıcı bir hayatı kaybettirerek gelişmesini ve
ayağa kalkmasını engellediler. Yabancılar, bununla bir gedik bularak İslam'ın
özüne nüfuz etmeye başladılar. Seneler geçti, asırlar bitli. Allah-u Teâlâ, bu ümmete, her zaman dinini ihya edecek, onları uykularından
uyandıracak ve doğru yöne çevirecek kişiler gönderdi. Fakat bu kişiler, onları
ikaz etmeye devam etlikçe, onlar bulundukları hale tekrar dönüyor veya daha da
şiddetleniyorlardı. Sonuç olarak, Allah'ın, bütün insanların hayatını
kendisiyle tanzim ettiği, dünya ve ahiret hayatları
için bir kanun kıldığı İslâm nizâmı, örneği görülmemiş bir dereceye düştü, çok
derin bir çukura girmiş oldu. İslâm teşrii ile uğraşmak; aklı ve kalbi, bazan da zamanı Öldürme olarak-telakki edildi. Artık İslâm
teşrii Allah'ın dinini ifade etmez, insan hayatını tanzim etmez duruma düştü.
İşte, son fakihlerden birinin yazdığı bir misal: "İbn Arefe, icâre'yi
tarif ederek şöyle dedi: 'Gemi ve hayvan dışında, kendinden doğan makul bir
karşılığı olmadan, o karşılığın bâzısı, menfaatin bâzısına denk gelecek şekilde
olmayan ve nakli mümkün olmayan menfaatin satılmasıdır. Öğrencilerinden birisi
hocasına itiraz ederek, buradaki "bâzı" kelimesinin, tarifin kısa
olması kuralına ters düştüğünü, zikredilmesinde de zaruret olmadığını
söyleyince, hocası iki gün düşündükten sonra, "-bazı" kelimesinin ıarifte bir anlamı olmadığına karar verdi."
İşte şer'î meseleler
bu noktada kaldı. Âlimler, metinlerden başka bir şey onaya koyamaz oldular.
Haşiyelerden, haşiyelerdeki farazî soru ve itirazlardan, bilmecelerden ve
bunlar üzerine yazılan takrirlerden başka birşey
bilemez oldular. Nihayet, Avrupa, eliyle Şark'ın başına vurmaya, ayağıyla da
tekmelemeye başladı. Bu darbelerle uyanması ve sağma-soluna dönerek kendine
gelmesi gerekirken, o, durmadan yürüyen hayatın gerisinde kaldı; yürüyen
kafilenin karşısında oturmaya devam etti. Halbuki o, kendini, tamamı hayat,
kuvvet ve gelişme olan yeni bir âlemin önünde bulmaktaydı. Gördüğü şey onu
korkuttu: Tanık olduğu durum ise şaşkına çevirdi. Tarihini inkâr edip ecdadına
karşı gelen, din ve âdetlerini unutanlar şöyle bağırdılar: "Ey şarklılar!
işte Avrupa! Onların yoluna girin, iyi ve kötü işlerde, İman ve küfürde, acı ve
tatlı her şeyde onları taklid edin!" O zamana
kadar vaziyete aldırış etmeyenler, cevap olarak "lâ havle" ve "innâ lillâh" kelimelerini
tekrarlamakla yetinip, kendi içlerine kapanarak evlerine çekildiler. Bu durum,
böyle gafillerin elinde, islâm'ın, yükselme yoluna
giremeyeceği ve zamanla yanşamayacağı şeklindeki yanlış kanaate dair diğer bir
delil oldu. Yabancı kültürler; dinine, örf ve adetleri zıt olmasına rağmen
Doğunun hayatını kontrol eder hale geldi. Avrupa kültürü, evlere, sokak ve
caddelere, okul ve üniversitelere kadar saldırıya geçti. Her bölgeden
takviyeler alarak galibiyetler elde etmeye başladı. Doğu, az kalsın dinini ve âdeticrini unutacak hale geldi. Geçmiş ile arasındaki bağları
kopardı. Ancak, yeryüzü, Allah'ın yoluna hüccetle çağıranlardan hiç bir zaman
uzak kalmamıştır, islâm davetçileri, Batı'ya aldanan
bu kimseleri uyandırmaya başladılar: "Tedbirlerinizi alın, onların
propagandalarından sakının. Muhakkak ki, Batılıların bozuk ahlâkı, onları kötü
bir sonuca ulaştıracaktır. Yaradılışlarını sağlam bir imanla, tabiatlarını
yüksek bir ahlak örneği ile düzeltmedikleri sürece, Batılıların sahip oldukları
ilim yakında harab olup bozulacak, medeniyetleri
ateşe dönüşerek onları yutacak ve üzerlerine son hükmü geçerli kılacaktır:
"Ey Muhammedi Rabbinin, hiç bir memlekette benzeri ortaya konmayan
sütunlara sahip irem şehrinde oturan Âd milletine ne
ettiğini görmedin mi? Vadide kayaları, kesip yontan Semûd
milletine, memleketlerde aşırı giden, oralarda bozgunculuğu artıran sarsılmaz
bir saltanat sahibi Firavuna Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? Rabbin onları azab kırbacından geçirmiştir. Doğrusu Rabbin hep
gözetlemekteydi. "[29]
Hak davetçileri, bu
donmuş insanları, değerli hidayete ve temiz kaynağa çağırmak için şöyle
sesleniyorlardı: "Haydi, Kitab ve Sünnet kaynağına
dönün! Dininizi o ikisinden alın. Başkalarını o ikisiyle müjdeleyin. Bu
durumda, bizi şaşırtan dünya sizinle hidayete erecek, azap çeken insanlar
sizinle mesud olacak!" "Ey insanlar! Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve âhirel
gününe inanmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Rasülüllah
en güzel örnektir.''[30]
Allah'ın fazlıdandır
ki, bu davayı pek çok iyi insan hoş karşıladı. Samimi kalpler kabul etti ve
gençler onu kucaklayarak canlarını ve malik oldukları mallarının en
değerlilerini bu yolda feda ettiler.
Acaba Allah, nurunun
yeryüzünü aydınlatmasına izin verecek midir? insanın; îman, sevgi, iyilik ve
adaletin yönettiği temiz bir hayatla hayat bulmasını takdir edecek midir? işte
bu sorulara: "Bütün dinlerden üstün kılmak üzere Rasûlünü
doğruluk rehberi Kur'ân ve Hak din ile gönderen
O'dur."[31] "Onun hak olduğu
meydana çıkıncaya kadar, varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada ve
hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin her şeye şahid
olması yetmez mi? "[32] ayetleri
en güzel şekilde cevap vermektedir.
[1] Bu önsöz, Fıkhu's-Sünne'nin Dâriil-Fikryayınlannca 1977'de yayınlanan 1. baskısından tercüme
edilmiştir.
[2] Furkan: 1.
[3] Sebe':28.
[4] A'raf; 158.
[5] Bakara: 286.
[6] Bakara: 185.
[7] Hac: 78.
[8] A'râf: 32-33.
[9] A'raf: 156-157.
[10] Cuma: 2.
[11] Enbiyâ: 107.
[12] Necin: 3-4.
[13] Mâide: 101.
[14] Mü'minûn: 52.
[15] Âl-i İmrân; 103.
[16] Enfâl: 46.
[17] Enam: 159.
[18] Rûm: 32.
[19] Âl-i İmrân: 105.
[20] Nisa: 59.
[21] Şûra: 10.
[22] Nahl: 89.
[23] Enam: 38.
[24] Nahl: 44.
[25] Nahl: 89.
[26] Mâide: 3.
[27] Nisa: 65.
[28] Yazar şu hadise aufla
bulunmuştur: "Sizler kanş karış, zira zir'a sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz. Halta
insanın giremeyeceği küçük bir keler deliğine girecek olsalar, siz de onları lakib edeceksiniz." (Ashab)
Sorduk: "Ya Rasûlallah!
Bunlar Yahudiler ve Hıristiyanlar mı olacak?" (Cevaben) "Ya kimler olacakü?" (Tâc: 1/43)
yy. notu-
[29] Fecr:6-14.
[30] Ahzâb:21.
[31] Fetih:28.
[32] Fussilet:53.