SAVAŞIN MEŞRUİYETİ 2

İSLÂM'DA CİHÂD.. 3

Allah Yolunda Cihâd Beş Şeyle Gerçekleşir : 3

İslâm'da Cihâdın Ana Vasıtası : 4

Cihâdın Farziyeti Günün Şartlarıyla Belirginleşir : 4

Savaşın Vâcib Kılınması : 4

Cihâd Farzı Kifâye Midir?. 5

Cihad Ne Zaman Farz-İ Ayn Olur?. 5

Cihâd Müslümanlardan Kimlere Vâcibdir?. 6

SAVAŞA ÇIKMAK  İÇİN ANA-BABANIN MÜSAADESİNİ ALMAK.. 6

Cihâd Îçin Alacaklının Îzni : 7

Savaş İçin Kâfirlerden Yardım İstenir Mi?. 7

CİHÂDIN   FAZİLETİ 8

CENNET MÜCÂHİD İÇİNDİR.. 8

Allah Yolunda Cihâd Edenin Cennetteki Derecleri : 9

CİHÂDIN BİR DENGİ YOKTUK.. 9

ŞEHÎDLİĞİN FAZİLETİ 9

Şehîdler Üç Grupta Toplanır : 10

Allah Sözü Daha Yüce Olsun Diye Cihâd Etmek : 10

Sınırlarda Nöbet Bekleme : 11

Askeri Sevk Ve İdare Eden Kumandana Gereken Hususlar : 11

Peygamber (AS.) Efendimizin Bir Yere Hareket Edem Orduya Tavsiyeleri : 11

İkinci Halîfe Ömer (R.A.)'in Orduya Tavsiyesi : 12

ASKERE GEREKEN İTAATTİR.. 12

Savaşa Başlamadan Önce Duâ Etmek : 13

Savaş Esnasında Duâ : 13

SAVAŞTA EMİR VERİLMEDİKÇE GERİYE DÖNMEMEK.. 14

Savaşta Hile Ve Yalana Cevaz Var Mıdır?. 15

Savaşta Düşman Kuvveti İki Mislini Aşarsa.. 15

Savaşta Merhametli Olmak : 16

Savaşta Mü'minlerin Dikkat Edecekler Hususlar : 16

Savaşta Düşmana Gece Baskım Yapmak : 17

Savaşın Sona Ermesi : 17

Düşmanın Âmân Dilemesi : 18

Cİ ZYE. 18

Cizye Hangi Fertlerden Alınır?. 18

Kişi  Başına Ne  Kadar Cizye  Alınır?. 19

Cizye Kimlerden Düşer : 19

Gayr-İ Müslimîerle Yapılan Bu Tür Sözleşme Ne İle Bozulur?. 20


SAVAŞIN MEŞRUİYETİ

 

İslâm'da genel kural olarak, barış esastır; savaş arızî ve istisnaî­dir. O halde aşağıda belirtilen şartlar gerçekleşmedikçe savaşmak, barışı bozmak, esas kuralı kaldırmak demektir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ashabına, «(Savaşmak için) düşmanla karşılaşmayı te­menni etmeyin. Ancak onlarla karşılaştığınız zaman (arka çevirme­yin), sabredip (düşmanın mukavemetini kırın)!» buyurarak, savaşın her zaman arzulanan bir şey olmadığını, aslolan barış ve huzurun devamını sağlamayı hatırlatmak istemiştir.[1]

Ancak :

a) Vatan,    millet, can, mal ve namusa saldırmak isteyenler or­taya çıktığında veya bu yolda ciddi bir plân hazırladıkları kesinlik­le öğrenildiğinde,

b) însanları Allah yoluna, ahlâk ve fazilete davet edenleri bu hizmetten alıkoymaya çalışanlar fiilî duruma   geçtiklerinde   savaş­mak   farz olur.

Birinci şartın şu âyetten istidlal edildiğini söyliyebiliriz :

«Sizinle savaşmaya kalkışanlarla Allah yolunda (Onun rızası uğrunda) savaşın, aşırı gitmeyin. Çünkü herhalde Allah aşırı giden­leri sevmez.» [2]

Bu konuda Resülûllah (A.S.) Efendimizde şöyle buyurmuştur :

«Kim malından dolayı Öldürülürse o şehîddir. Kim kanından do­layı Öldürülürse, o şehîddir. Kim dininden dolayı öldürülürse o şe­hîddir, Kim de çoluk-çocuğundan dolayı öldürülürse o da şehîddir.»[3]

Kur'ân'da savaş'm sebeblerinden biri şöyle açıklanıyor :

«Bize ne olmuş da Allah yolunda savaşmıyalım ki memleketimiz­den ve çocuklarımızdan çıkarılıp uzaklaştırıldık.» [4]

Fitne ortaya çıkmayıp yalnız Allah'ın dini ortada kalıncaya ka­dar onlarla savaşın! [5]«Ve eğer (fitne ve saldırıdan) vazgeçer­lerse, (artık dokunmayın). Zulmedenlerden başkasına karşı düşman­lık söz konusu değildir.»

O halde zulüm yapmak için savaşa hazırlananlarla, haklan çiğ­neyip ortalığı fitne ve fesada boğmaya çalışanlarla savaşmak vâcib-dir. Çünkü İslâm güçlü olduğu takdirde dünya nizamını korumakla yükümlüdür. Özellikle kendi müntesiplerine bir saldırı ve fitne söz konusu ise, müslümanların varlığını, düzenini korumak için savaş meşru' kabul edilir.

Cana kasdeden düşmanı savmak için savaşmak-bütün semavi dinlerde meşru' bir emirdir. Mezheplerin de görüşü bu doğrultudair. Bu bakımdan müslümanlara karşı düşmanca davranmıyan, sal-ırmayı plânlamıyan milletlere karşı savaş açmak caiz değildir. Çim­il bu bir bakıma zulüm ve haddi tecâvüz sayılır. Allah (C.C.) ise m konuda haddi aşanları sevmediğini açıklamıştır. Sevmediğine gö­le, bu husustaki âyet muhkemdir, kaabil-i nesh değildir. Çünkü had-li aşmak zulümdür, Allah (C.C.) ise zulmü hem kendisine, hem in-ianlara haram kılmıştır.

Görüldüğü gibi, savaşı meşru hale getiren sebeplerden biri, mü'-ninler arasında fitne çıkarmak, onların hürriyetini ellerinden al­maktır. Bu ise zulümdür. Zâlimin zulmünü -yetecek' kuvvet bulundu­ğu takdirde- durdurmak, fitneyi kaldırmak, hürriyetleri tecâvüzden korumak farzdır.

Nisa sûresinde bu husus şöyle açıklanıyor :

«Size ne oluyor da Allah yolunda ve «Rabbimiz! Halkı zâlim ve zorba olan şu ülkeden bizi çıkarıp kurtar ve kendi katından işleri­mizi düzene koyacak bir sahip ve kendi tarafından bize bir yardim-jci gönder» diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda sa­vaşmıyorsunuz?» [6]

«îmân edenler Allah yolunda savaşırlar; inkâr edenler, Tâğut (bâtıl, zulüm ve azgınlık) yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın dostlariyle savaşın. Doğrusu şeytanın hilesi pek zayıftır.» [7]

îslâm düşmanları, savaşmaktan vazgeçip barışa yanaşırlarsa o takdirde barış daha hayırlı kabul edilir. Kur'ân bu hususu çok du­yarlı bir cümleyle açıklıyor :

«Eğer düşmanlarınız barışa meylederse, sen de yanaş ve Allah'a dayanıp güven. Şüphesiz ki Allah işitir ve bilir.»[8]

Bütün âyet ve hadislerden anlıyoruz ki, savaşa sebep küfür de­ğil, onun saldırganlığı, fitnesi, hürriyetlere tecâvüzü ve Allah yo­lundan alıkoymaya çalışması sebep kabul edilmiştir.

Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, öldürülmüş bir kadına rastladığında, «Bu kadının öldürülmesi, savaştığı için değil, çünkü savaşacak durumda değil..» buyurmuş ve üzüntülerini belirtmişlerdi. Kadın müşrike olmakla berebar savaşan müşriklerle birlikte sa­vaşa katılmadığı için Peygamber onun öldürülmesini haram kabul etmiş ve bu gibi ölçüsüz davranışları kınamıştı.

Bunun gibi, Efendimiz (A.S.) hangi savaşa bizzat katılmış ve­ya katılmayıp asker göndermişse, savaşa katılmayan düşman kadın­larına, çocuklarına, din adamlarına dokunmamış ve dokunulmama-sı için ihmal etmeden gereken emir ve tavsiyeleri vermiştir.

Çünkü İslâm'a göre, dine sokmak için savaşılmaz, kimse dine gir­mek için zorlanmaz. Kur'ân'da bu husus iki yerde gayet açık biçim­de belirtilmiş ve mü'minlerin dikkati yeterince konuya çekilmiştir.

«Dinde hiçbir zorlama yoktur. Gerçekten hak batıldan, doğru eğ­riden, iyilik kötülükten iyice ayrılmıştır.»[9]

«Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunan kimselerin hepsi birbiri geriye kalmamak üzere imân ederlerdi. (Hikmet ve gerçek) bu olun­ca, insanları inanan kişiler olmaya sen mi zorlayacaksın?»[10]

Siyer ve tarih kitapları bize şu gerçeği her vesileyle bildirmek­tedir : Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devrinde olsun, dört halîfe dev­rinde olsun savaşlarda elde edilen esirlerden hiçbiri İslâm'a girmek üzere zorlanmamış, sadece imân etmeleri için kendilerine nezaketle öneride bulunulmuştur. Kabul edenler dinde kardeş sayılmış, etmi-yenlerden kurtuluş akçesi alınarak -burunları bile kanamadan- ser­best bırakılmışlardır.

Nitekim Ebû Hüreyre (R.A.)  anlatıyor :

  Savaşta Sümate el-Haneü adında bir adam esir düşmüştü Re­sûlüllah (A.S.) Efendimiz ona uğradı ve sordu :

  Ya Sümâte, ne düşünüyorsun?

O da Peygamberimize şu cevabı verdi :'

  Öldürmek istersen, kan sahibini öldürürsün,    lütfedip öldür-mezsen, teşekkür edeni bulursun; mal ister isen kurtuluş akçesi ola­rak istediğini vermeye hazırız.. [11]

 

İSLÂM'DA CİHÂD

 

Cihâd, sözlükte «cehd» kökünden türetilen bir masdardır ki, bir konu hakkında bütün güç ve enerjiyi ortaya koymak, olanca gay­reti sarfetmektir. Dini terim olarak : Allah'ın dinini yaymak; dine karşı çıkıp onun nurunu söndürmek istiyenleri te'sirsiz hale getir­mek, bu uğurda canla, başla, malla ve kalemle hizmeti sürdürmek­tir.

Dini yaymak, kalbleri dine ısındırmak, küfrün, tuğyanını durdur­mak, günün şartlarına, gelişen metotlarına göre uygulanır. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi, hiç bir fert, toplum ya da millet silâh tehdidi altında dine sokulmaz. Çünkü din ve dindarlık akıl, vicdan, ilim ve irfan işidir. îslâm, ilimle sahneye ayak basmış, onunla dâva­sını yürütmüş ve onunla sonuç almaya çalışmıştır. Fitne ve saldır­ganlığı sanat edinenleri de önce barışa davet eder, kabul edilmediği takdirde, insanlığın ve dinin, ahlâkın adalet ve faziletin selâmeti adına savaşa başvurup tenkil etmeye yönelir. [12]

 

Allah Yolunda Cihâd Beş Şeyle Gerçekleşir :

 

1 — Sağlam köklü bir imân,

2 — Dayanma ve sabır,

3 — Kusur ve günahlar üzerinde durmamak,   teslimiyet göste­renleri bağışlamak, ilâhî rahmet havasını estirmek,

4 — İnkarcıların yüz çevirmelerine, alaylı tavırlarına aldırış et­meyip hizmeti sürdürmek,

5 — Güzel söz, Örnek davranış sergilemek..

Kur'ân cihâdın bu mânevi vasıtalarını şöyle açıklıyor :

  «Mü'minler ancak o kimselerdir ki,    Allah anıldığı   zaman kalbleri titrer; âyetleri okunduğu zaman bu onların imânım artırır ve Rablerine güvenip dayanırlar; namazı kılarlar ve kendilerine ver­diğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcarlar.»[13]

  «Babbin hükmüne   (Onun buyruğu takdiri yerine gelinceye kadar) sabret. Şüphesiz ki sen bizim nezaretimiz altındasın..»[14]

  «Bunlar imân etmiyen bir millettir» denilmesi üzerine, Allah : «Onlara pek aldırış etme, geç selâmet dile, yakında  (gerçeği)  bile­ceklerdir.» [15]

-— «O halde onları bağışla da giizel-tatlı davranmaya devam et..»[16]

  îmân edenlere söyle : Allah'ın günlerinin   (geleceğini)    um-mayanlann (sataşma ve üzücü hareketlerine) pek aldırış etmesinler. Çünkü Allah her millete ancak kazandıklarına göre karşılık verir.»[17]

  Kötülüğü en güzel ve uygun olanı ile sav. Onların vasfcde geldiklerini herhalde biz daha iyi biliriz.»[18]

 

İslâm'da Cihâdın Ana Vasıtası :

 

İslâm'da cihâdın ana vasıtası Kur'ân'dır ve bir de Kur'ân'm ru­hunu mayasına dayalı olan ilim, kanıt, delil ve sağlam mantıkîn1. Kur'ân'ı yeterince bilmiyen, mantığı işlemiyen, ilim sahibi olmayan kişilerin cihâdda öncülük yapması söz konusu değildir. Bunlar an­cak, belirtilen hususlarda söz sahibi olan kişilere uyarak cihâdı sür­dürebilirler. Çünkü cihâdın bir kanadını sağlam ölçülere dayalı olan irşad oluşturur.

Yukarıda da görüldüğü gibi cihâdın gerçekleşmesine medar olan beş şey de tamamiyle Kur'ân'a ve irşâd metoduna dayanmaktadır. [19]

 

Cihâdın Farziyeti Günün Şartlarıyla Belirginleşir :

 

Bilindiği gibi, Peygamber (A.S.) Efendimiz Mekke'de iken, müş­riklerin her türlü azgınlık, saldırı, işkence ve hezeyanlarına karşı gizli bir mücahede ve mücadele vermiş, her şeyden önce İslâm'ın gü­cünü meydana getirmeyi, müslümanları çoğaltmayı ve dâvaya inan­dırmayı planlamıştır. O, yüksek dehası ve aldığı ilâhî vahiy üzerine bu plânım çok kademeli fakat sabırla uygulamaya koyulmuş, saldı­rılara saldırıyla cevap vermemiştir. Çünkü ortam ve şartlar Onun ve İslâm'ın aleyhine idi. Bunun için gizli, kapalı, plânlı bir cihâd sür­dürülmüş, günün şartlarını hiçbir zaman dikkatten uzak tutmamıştı.

O bakımdan Mekke'de cihâd ile ilgili bütün emir ve tavsiyeler, Kur'ân'm açık mu'cizesi, Hz. Muhammed (A.S.) yüksek şahsiyeti ve varlık alemindeki ilâhî kudretin yüceliğine delâlet eden belgeleri ser-giliyerek yapılmaya yönelik bulunuyordu.

Müşriklerin saldın ve ezası artıp şiddetlendi ve yapılacak başka bir uygulama kalmayınca hicret emri geldi. Çünkü bu dönemde açık bir cihâda imkân yoktu.

Kur'ân o günleri hatırlatarak diyor ki :

«O küfredenler seni bağlayıp tutuklamayı, veya öldürmeyi ya da bir yere sürmeyi plânlayıp tuzak kuruyorlardı. Onlar böyle bir tu­zak kurarken Allah onların tuzağını bozuyor, hilesini boşa çıkarıyor­du. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır (tuzak kuranların tuzağı­nı başlarına geçirir).»[20]

Peygamber (A.SJ Efendimizi Medine'ye hicret edip yerleştikten ve yeni İslâm'a girenlerle bir güç oluşturduktan, şehir devletinin ya­zılı anayasasını meydana getirdikten sonra herhangi bir saldırıya karşı koyacak duruma gelmiş oldu. Bu bakımdan cihâda izin veren ilk âyet şu mealde indi :

«Şüphesiz ki Allah imân edenlerden azgın müşriklerin, sapık inkarcıların) gaile ve saldırısını savar. Çünkü Allah hainliği sanat edinip nankörlüğü benimseyen hiç kimseyi sevmez.

Kendileriyle savaşıp zulme uğrayanlara savaşmaları için izin verilmiştir. Şüphesiz ki, Allah'ın onlara yardımda bulunmaya kud­reti yeter.

Onlar ki haksız yere ve sadece «Allah Rabbimizdir..» dedikleri için yurtlarından çıkarıldılar. Ve eğer Allah insanların bir kısmının (şerrini) diğev bir kısmıyla savmamış, olsaydı, herhalde manastırla, kiliseler, havralar ve içinde Allah ismi çokça anılan nıescidler yıkı­lıp yok olurdu ve herhalde Allah kendi (diline) yardım edenlere yar­dım edecektir. Şüphesiz ki Allah çok güçlü ve çok üstündür.[21]

Görüldüğü gibi bu âyetlerle savaşa üç sebepten dolayı izin ve rihniştir :

1 — Zulme uğramak ve yurtlarından çıkarılmak,

2 — Savaş meşru    kılınmamış  olsaydı,     azgınlar yeryüzündeki bütün mâbedleri yıkıp yakarlar, hiçbir hak ve vecibe tanımazlardı. Bunun için azgınlığı, haklara tecâvüzü durdurmak,

3 — Yeryüzünde namaz kılınmayı, zekât verilmeyi, iyilikle em­retmeyi, fenalıktan men'etmeyi yerleştirmek için savaşmak meşru' dür. [22]

 

Savaşın Vâcib Kılınması :

 

îslâm biraz güç bulunca, önce savaşa -saldırıyı durdurmak, ma­sum insanları korumak, azgınlığı bertaraf etmek için- izin verildi. Aradan bir süre geçtikten sonra îslâm düşmanları Allah'ın yeryü­zündeki nurunu söndürmek, son dini kökünden kesip atmak için bir takım hazırlıklara giriştiler. Bunun üzerine sadece savaş izni yeter­li bir çare olarak kalmadı, ikinci bir emirle savaş mü'minlere farz kılındı :

«Savaş, (insanî duygularınızdan ve ilâhî rahmeti yansıtan bir ümmet olmanızdan dolayı) hoşlanmadığınız halde size farz kılındı. Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir; sevdiğniz bir şey de sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.» [23]

Böylece savaş, diğer bir tabirle açıktan cihâd mü'minlere farz kılınmış olur. Bu emir şunu hatırlatıyordu : İslâm'a karşı çıkan, onun faaliyetini durdurmaya kalkışan, haklara tecâvüz eden, dini hürri­yeti kısıtlayan müşriklerle herhalde savaşılacaktır. Artık savaşı gö­ze alan inkarcı sapıklar bu gibi davranışlarda isterlerse bulunsunlar, hiç tereddüt edilmeden mü'minlerden sert bir karşılık görecekler­dir. [24]

 

Cihâd Farzı Kifâye Midir?

 

«Farz-ı kifâye»den maksat, mü'minlerden bir kısmının o vecîbe­yi yerine getirmesiyle diğerlerinin üzerinden kalkmış olur.

Bu mânayla, cihâd bütün mü'minlere farz-ı ayn değil, farz-ı ki-fayedir. Bunda cumhurun ittifakı vardır. Ancak düşman çok güçlü ve topyekûn seferber olur da savaşa hazırlanırsa, o takdirde mü'min-lerin de topyekûn savaşa hazırlanmaları ve katılmaları -bazı istis­nalarla- gerekir.

Kur'ân'da bu husus şöyle açıklanmaktadır :

«Mü'minlerin toptan (hiç kimse geriye kalmamak şartiyle) sava­şa çıkmaları uygun değildir. Her grup tkabile ve yöre) savaşa çıkar­ken aralarından birkaç kişinin dinî ilimleri (gereken bilgileri) öğ­renmeleri ve (savaşa çıkanlar) geri döndükleri zaman -sakınsınlar diye- kavimlerini bu hususta uyarmaları gerekmez mi?»

«Ey iman edenler; Kâfirlerden size yakın olanlarla savaşın. On­lar sizden sertlik ve üstün gayret (azmini) görsünler. Bilin ki, Allah kötülüklerden, haksızlık ve adaletsizlikten, sakınıp korunanlarla be-ramerdir.»[25]

İbn Abbas'dan Buharînin naklettiği rivayette «infîrü süba-tîn» emrinden maksad", bölükler halinde savaşa çıkmaları, müfreze­ler halinde savaş taktiğini uygulamaları emrediliyor. Tabii bu emir, günün şartlan elverdiği takdirde uygulanır.

Nitekim Peygamber (A.S.) Efendimiz de Arap kabilelerinden bir kısmını tenkile Ashabın hepsini değil, bazı müfrezeleri hazırlayıp göndermiştir. Çünkü eli silâh tutanların hep birden savaşa çıkması ve durmadan şu ve bu kabileyle, milletle savaşması, işlerin aksama­sına, hayatın durmasına, dinî konuların askıya alınmasına, ilmî ça­lışmaların kesintiye uğramasına sebep olacağı münakaşa götürmez bir gerçektir, İslâm Dini ise, savaşı belli sebeplerle meşru sayar ve daha çok barışa, ilmî çalışmaya, dinin yayılmasına, neslin ciddi bi­çimde eğitilmesine yönelir, önem verir. [26]

 

Cihad Ne Zaman Farz-İ Ayn Olur?

 

Normal zamanlarda, yani düşmanın tam bir istilacı güçle değil, belli çaptaki kuvvetle savaşa hazırlanması durumlarmda, mü'min-lerden onları alt edecek, saldırılarını savacak kadar kişilerin savaşa çıkması gerekirdi ki buna farzi kifâye deniliyordu.

Düşman topyekûn seferberlik ilân eder ve bütün güçlerini oluş­turup istilâcı bir niyetle savaşa hazırlanırsa, o takdirde mü'minler-den ergen olup eli silâh tutanların hepsinin savaşa çıkması farz olur ki buna «farz-i ayn» denilir.

Bir de savaşa katılan kişiler düşman karşısında mevzilendiği tak­dirde artık geri dönüş yoktur, katılanların hepsinin savaşması fan olur. Ayrıca bir tarafa gönderilen bir müfreze, ya da daha geniş çap­ta bir birlik düşman il& karşılaşır ve savaş kaçınılmaz olursa, o tak­dirde mevcut askerimizin düşman ile savaşabilecek bir gücü mevcut­sa, o takdirde hepsini fülen savaşa katılması gerekir.

Kur'ân'da bu hususlar şöyle açıklanıyor :

«Ey imân edenler! (Savaşmak üzere çıkan) bir düşman toplulu­ğu ile karşılaştığınız vakit, (korkmayın) sebat edin; Allah'ı çokça anın ki kurtuluşa eresiniz.»[27]

«Ey imân edenler! (Savaş için çikdığınzda) yavaş yavaş ilerler­ken kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arka çevirmeyin.

«Kim o gün -savaşmak için bir tarafa veya diğer bir fırkaya ula­şıp mevzilenmek dışında- onlara arkasını döndürürse, şüphesiz ki, Allah'ın gazabına uğrar ve onun yurdu cehennemdir. Orası ne kötü bir uğraktır.»[28]

Bu durumda düşman ordusu îslâm şehirlerinden birini kuşatır­sa şehirde bulunanlardan eli silâh tutanların hepsinin savaşması farz olur. Tabii düşmana karşı koyacak bir güçleri varsa, bu böyle­dir. Karşı koyacak bir güçleri yoksa, körükörüne savaşıp ölmelerine gerek yoktur, İslâm güçleri gelinceye kadar savunmaya geçmeleri veya benzeri bir taktik uygulamaları daha iyi olur.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz âyetin ışığı altında şöyle buyur­muştur :

«Mekke fethedildikten sonra artık hicret yoktur, ama cihâd ve niyet vardır. Savaşa çıkmanız sizden istenildiğinde herhalde çıkınl»[29]

Kur'ân'da bu konuya ağırlık kazandırılarak şöyle Duyuruluyor:

«Ey imân edenler! Size ne oluyor ki, «Allah yolunda seferber

olun!» denildiği zaman ağırlaşıp kalıyorsunuz? Yoksa âhiretten (yüz çevirip)  dünya hayatına mı razı oldunuz? Dünya hayatının yarar ve geçimliği âhirete oranla, pek azdır.»

«Eğer seferber olup çıkmazsanız. O sizi elem verici bir azapla azâplandınr ve yerinize başka bir millet getirip koyar da siz Ona hiçbir zarar veremezsiniz. Allah'ın her şeye hakkıyle gücü yeter.»[30]

 

Cihâd Müslümanlardan Kimlere Vâcibdir?

 

Allah ve millet uğrunda savaş, diğer bir deyimle Allah yolunda cihâd, şu sıfatlan kendinde taşıyan kişilere vâcibdir :

a) Müslüman olmak,

b) Erkek olmak,

c) Aklı dengesi yerinde olmak,

d) Savaşacak sağlığa sahip olmak,

e) Savaşta kendi nafakası île geriye bıraktığı çoluk çocuğun nafakası te'min edilmiş bulunmak..

O halde savaş, diğer bir tabirle Allah yolunda cihâd, gayr-i müs-limlere, kadınlara, çocuklara, aklî dengesi bozuk onlanlara, hasta ve sakatlara vâcib değildir. Bunların geri kalmasında bir vebal ve gü­nah söz konusu değildir.

Kur'ân'da bu husus  açıklanarak buyuruluyor ki :

«Zayıflara, hastalara ve (savaşta) sarf edeceklerini bulamıyan-lara, -Allah'a ve Peygamberine bağlı kalıp hayırlı davrandıkları tak­dirde- bir sorumluluk ve sakınca yoktur. İyilikte bulunmayı prensip edinenleri kınamaya yol yoktur. Allah çok bağışlayan ve çok merha­met edendir.»[31]

Bu konuda îbn Ömer (R.A.) diyor ki:

«Uhud savaşma çıkıldığı gün beni Peygamber (A.S.) Efendimi­ze sundular, savaşa çıkmak istiyordum. Yaşım 14 idi. Çık .ama izin vermedi. [32]

Hz. ÂişeCR.A.) Validemiz :anlatıyor :

Peygamber  (A.S.) Efendimize sordum, dedim ki :

  Kadınlar üzerinde cihad vecibesi var mıdır?

Cevap verdi :

  İçinde savaş olmayan cihâd onlara farzdır. Hac ve Umre.[33]

Ezvâc-i Tahirattan Hz. Ümmü Seleme anlatıyor : Peygamber (.A.S.) Efendimize sordum, dedim ki :

  Ey Allah'ın Peygamberi! Erkekler savaşıyor, kadınlar savaş­mıyor ve bize mirasta erkeklerin yarısı veriliyor?!

Bunun üzerine şu âyet indi :

«Allah'ın kiminizi kiminizden üstün kıldığı hususları temenni edip durmayın. Erkeklere kazandıklarından bir pay; kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Siz Allah'tan bol nimetini, cümert-çe ihsanını isteyin. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir.»[34]

Kadınlar Savaşa, savaşmak için değil savaşanlara yardım etmek için, yaralıları tedavi etmek, bazı gıda maddelerini hazırlamak için çıkabilirler. İslâm bazı şartlarla buna cevaz vermiştir :

a) Kadının kocası ya da mahremlerinden biri yanında olması,

b) Genç olmaması, orta yaşlı ya da onun üstünde bulunması,

c) Tesettüre,  yani îslânıî ölçülere göre  örtünmeye riâyet  et­mesi,

d) Erkekler arasına karışmayıp, geri hizmetlerde ve diğer ka­dınlarla birlikte bulunması bu cümledendir.

Nitekim Hz. Enes (R.Â.) diyor ki :

«Uhud savaşında İslâm ordusu dağılıp geri çekilince, Peygamber (A.S.) Efendimiz az kimseyle meydanda kalmış durumda idi. Bir ara Hz. Ebûbekir SIDDÎK (R.A.)'m kızı Hz. Âişe ile Ümmü Süleym'i gör­düm, eteklerini toplayıp kırbalarla su getirip susuzlara, yaralılara su değaıtıyorlardi, o kadar ki ayak bileklerindeki halhali rahatlıkla görebiliyordum.»[35]

Yine Hz. Enes (R.A.) diyor ki :

«Peygamber (A.S.) Efendimiz, beraberinde Ümmü Süleym ve Ansardan bazı kadınlar bulunduğu halde savaşıyordu. Bu kadınlar su dağıtıyor ve yaralıları tedavi ediyorlaardı.» [36]

 

SAVAŞA ÇIKMAK  İÇİN ANA-BABANIN MÜSAADESİNİ ALMAK

 

Farz olan cihâdda ana-babamn iznini almak gerekir mi? Fuka-haya göre, farz cihâdda buna itibar edilmez, yani ana-babamn iznini almaya lüzum yoktur. Bunun sebebi açıktır: İslâm'da ana-babaya günahı gerektirmiyen hususlarda itaat edilir. Nafile ibâdette iken çağırdıklarında nafile bırakılarak çağrılarına gidilir. Farz ve vâcib olan ibâdetlerde ancak Allah'ın buyruklarına uyulur.

Ashabın ileri gelenlerinden îbn Mes'ud (B.A.) diyor ki : Peygamber (A.S.) Efendimizden şunu sordum :

  Hangi amel Allah yanında daha güzel ve sevimlidir? Cevap verdi :

  Vaktinde kılınan namaz..

  Ondan sonra hangi amel daha sevimlidir?

— Ana-babaya iyilik ve ihsanda bulunmak..

  Ondan sonra hangisi?

  Allah yolunda cihâd etmek.[37]

Yine Ashabdan îbn Ömer (R.A.) anlatıyor :

  Bir adam Peygamber (A.S.)  Efendimize gelerek cihâda çık­mak için izin istedi. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) ona sordu.

— Anan-baban hayattâla mı?

  Evet, dedi. Peygamber (A.S.) ona :

  O halde onların yararına çalış,  (onlara hizmet et), buyurdu.[38]

Bütün bu rivayetler, farz olan cihâd ile ilgili değildir. Çünkü bir müslünıanm herhalde savaşa çıkması gerekiyorsa, o takdirde savaş ona farz olmuş oluyor. Diğer müslümanlarm savaşa çıkması kâfi ge­liyorsa, geride yaşlı, hizmete muhtaç ana-baba bulunuyorsa, o tak­dirde nafile cihâda çıkmaktansa onlara hizmet etmek efdaldır.

Nitekim Şir'atül-îslâm adlı eserde deniliyor ki :

«Cihâda ancak çoluk çocuğunun bakım ve ihtiyacından fariğ olup ana-babasının hizmetiyle kayıtlı ve bağlı bulunmayan kimse çı­kar, çünkü bunların ihtiyacını karşılamak ve hizmetlerinde bulun­mak cihâddan (yani nafile savaştan) önde gelir. Belki de, bu, cüıadin en üstünüdür. [39]

 

Cihâd Îçin Alacaklının Îzni :

 

Cihâda çıkmak için borçlu kimse alacaklının iznini alır mı? Bu­na gere1 var mıdır? Topyekûn bir seferberlik olmadığında, Allah tC.C.) yolunda cihâda çıkmak istiyen borçlu kimsenin alacaklıların­dan izin istemesi gerekir. Fukahanın çoğu bu görüştedir. Delil ola­rak da şu hadisi nakletmişlerdir:

Bir adam Peygamber (A.S.) Efendimize sordu :

— Allah yolunda cihâd eder de öldürülecek olursam, günahla­rım bağışlanır mı, ne dersiniz?

Peygamber (A.S.) ona cevap verdi :

— Evet, sabreder, karşılığını yalnız Allah'tan bekler, düşmana yüzçevirir arka çevirmezsen -bu durumda öldürüldüğünde- günah lann bağışlanır; ancak (kulların) alacağı değil.. Çünkü Cebrail bu­nu bana söyledi.» [40]

O halde savaşa çıkmadan önce, mümkünse bütün borçlan öde­mek, mümkün değilse, alacaklıların iznini almak en uygun yoldur. Peygamber (A.S.) Efendimizin sünneti de bu anlamda bir tavsiye ta­şımaktadır.

Kul hakkı, diğer günahlarla kıyaslanmıyacak kadar ağır ve ve-bâlhdır. Bir de hileli yoldan bu haklara tecâvüz edilmişse, vebal o nisbette katmerli ve taşınmaz bir yük halini alır.       

Savaşa çıkıp çıkmama hususu kişilerin isteğine mi bırakılmış­tır? Şeklinde bir soru hatıra gelebilir. Gerçi İslâm'ın ilk yıllarında, yani Peygamber (A.S.) Efendimiz devrinde durum böyle idi. Hiç kim­se savaşa çıkmak için zorlanmaz, bu tamamen kişilerin imân, irfan ve arzusuna bırakılırdı. Hem o devirde askerlik bugünkü ölçü ve an­lamda yasal yollarla disipline edilip belli bir müessese haline geti­rilmemişti. Her müslüman gönüllü asker olarak bulunuyordu. Bir savaş tehlikesi baş gösterdiğinde, münafıklar bir yana diğer samimi müslümanlar zaten canla, başla savaşa koşardı. İslâm büyük bir dev­let halini alınca yavaş yavaş askerlik konusu müesses eleştirildi, pa­ralı parasız askerler bulunduruldu.

Ayette belirtilen husus, daha çok bugün için İslâm ülkesinde gö­nüllü asker, gönüllü savaşçı arandığında, kişilerin durumuyla ilgili­dir. Çünkü genel bir seferberlik halinde artık gönüllü gönülsüz diye bir ayrım yapmak söz konusu değildir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz genel bir seferberlik anlamı taşıyan Uhud savaşma çıkar­ken bir ayrım yapmadı, münafıkların da savaşa katılmasına taraf-dar oldu. [41]

 

Savaş İçin Kâfirlerden Yardım İstenir Mi?

 

Mezhep imamlarının bu husustaki ictihad ve tesbitleri farklıdır:

a) İmanı Mâlik'e göre, ne kâfirlerden  yardım istenir, ne de on­lara yardım edilir. İmam Ahmed bin Hanbel de ayni görüştedir. An­cak kâfirlerden Müslümanların hizmetinde bulunanlar müstesna, on­lardan gerektiğinde bazı hizmetler beklenebilir.

b) İmam A'zam'a göre, Müslümanlar güçlü durumda olur, kâ­firler ise akalliyette bulunursa,   o takdirde   gerektiğinde   onlardan yardım istenilir ve yardımlarına gidilir.

c) İmam Şafii'ye göre, kâfirlerden savaşa katılmaları ve müs-lümanlara yardım etmeleri ancak şu iki şartla istenir

1 — islâm cephesiyle küfür cephesi arasında kuvvet dengesiz­liği olur, kâfirler daha güçlü durumda bulunursa, dengeyi sağlamak için barış içinde geçinen müşriklerden yardım istenebilir.

2 — Yardımı istenen müşriklerin Müslümanlardan yana iyi dü­şünce ve görüş sahibi olduklarının bilinmesi ve İslâm'a az da olsa bir ilgi duymalarının anlaşılması şarttır. [42]

 

CİHÂDIN   FAZİLETİ                    

 

Cîhâd, Allah sözünün daha yüce olması, sunulan doğru yolun yeryüzünde yaygınlaştırılması, hak dinin kök salıp güç bulması ni­yetiyle yapılır. Bu bakımdan nafile anlamda olan cihâd; nafile hac umreden ve nafile namaz ve oruçtan daha fazâletli ve sevaplıdır. Çünkü cihâd zahirî ve bâtını birçok ibâdetleri ve faziletleri kendinde taşımaktadır. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, bu hususta şöyle buyurmuştur :

 «Ümmetimin rehbaniyyeti, Allah yolunda cihâddır,» [43]

 Kur'ân bu çok yönlü ibâdeti en duyarlı biçimde açıklıyor ve Al  lah'm mücâhitlere olan inayetine dikkâtleri çekiyor :

 «Şüphesiz ki Allah, Tevrat'da, İncil'de ve Kur'ân'da vaTdediIen  bir hak olarak karşılığında kendilerine cennet verilmek üzere mü'-minlerden canlarını, mallarını satın almıştır; Oıtüar Allah yolunda ci- had ederken öldürürler ve öldürülürler. Allah'tan daha fazla va'di- ni yerine getiren kim? O halde yaptığınız alım-satımdan dolayı muj delenip sevinin. İşte bu selâmete giden büyük bir kurtuluştur.»[44]

Bundan da anlaşıldığı gibi, cihâd bütünüyle imân, irfan, Allah'ı  güvenip dayanma, karşılığını yalnız Ondan bekleme meselesidir. Bı  bakımdan mükâfatı da o nisbette büyüktür.

Bunun için İslâm, cihâda çıkmayanları kınamış, çoğunu müna  fıkhk damgasiyle damgalamış ve içlerinde ikiyüzlülük hastalığı bulunduğunu, inançlarının köklü ve sağlam olmadığım belirtmiştir. O [cadar ki, cihâd bir bakıma mü'minle münafık arasında gerçek bir kıstas kabul edilmiş, bir bakıma alâmet-i farika sayılmıştır.

Allah Yolunda Cihâd Eden, İnsanların Hayırlısıdir.

Ashab'dan Ibn Abbas (R.A.) bu hususta Peygamber (A.S.) Efen­dimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir :

«Size insanların hayırlısını haber vereyim mi? Atının dizginini tutup Allah yolunda (cihâd eden) kimsedir. Ondan sonra insanların hayırlısının kim olduğunu bildireyim mi? Azıcık koyunlariyle bir kö­şeye çekilip ondaki Allah hakkını çıkarıp veren kimsedir.

Size insanların en şerlisini bildireyim mi? Kendisinden Allah adına istenir, de Allah adına bir şey vermiyen kimsedir.» [45]

Yine bu konuda Peygamber (A.S.)  Efendimizden soruldu :

  İnsanların daha üstünü kimdir? Cevap verdi :

  Allah yolunda canıyla, malıyla cihâd eden mü'min...

  Ondan sonra kim daha üstündür?

  Dağ eteklerinde kuytu bir yere çekilip Allah'tan korkan ve insanları kendi şerrinden uzak tutan kimse...[46]

Cemaatten ayrılıp bir köşeye çekilmek, fitne zamanında uygula­nan bir çaredir. Kâşi çevresine yararlı olamadığı ve yakasını da orta­da dönen fitneden kurtaramadığı takdirde cemiyeti terkedip bir kö­şeye keçilmesi, daha hayırlıdır. Normal zamanlarda ise inzivaya çe­kilmek doğru değildir. Çünkü her mü'min, bir takım sorumluluklar taşımaktadır. Sırası gelince hizmet vermesi, Allah'ın dinine, insanla­rın selâmet ve saadetini te'mine çalışması farzdır. Sadece kendini düşünüp bir tarafa çekilmesi, onu bu farzı yerine getirmekten uzak­laştırır ki bu Sünnete aykırıdır. [47]

 

CENNET MÜCÂHİD İÇİNDİR

 

Yapılan sahih rivayete göre, bir adam cemiyetten ayrılıp uzlete çekilmek istedi, bunun için Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek ar­zusunu dile ge irdi. Peygamber (A.S.) Efendimiz ona söyle buyurdu :

«Öyle yapma. Çünkü sizden birinin Allah yolundaki makamı, evinde yetmiş yıl kıldığı namazından daha üstündür. Allah'ın sizi ba­ğışlamasını ve cennete koymasını istemez misiniz? O halde Allah yo­lunda cihâd ediniz. Kim Allah yolunda devenin iki sağımı arasında­ki süre kadar savaşırsa, cennet herhalde ona vâcib olur.»[48]

Çünkü milletleri ayakta tutan beş önemli unsur vardır : Âlimle­rin ilmi, hükümdarların adaleti, kahramanların cesareti, zenginle­rinde sehaveti (cömertliği), salihlerin duâ ve niyazı...

O halde bir ülkenin özellikle îslâm ülkesinin ilim adamlarına ne kadar ihtiyacı varsa, Allah'a imân eden üstün cesaretteki kahraman­lara da o nisbette ihtiyacı vardır. [49]

 

Allah Yolunda Cihâd Edenin Cennetteki Derecleri :

 

Bize kadar gelen sahîh rivayetlerden, Allah yolunda savaşan bir mücâhidin cennette yüz derecesi vardır. Çünkü canını seve seve Al­lah'ın rızası uğruna vermekten çekinmeyen bir insan elbetteki çok büyüktür ve Allah katında kıymetlidir. Nimetler ise külfetlerle oran­tılıdır, bir insanın Allah' ve din uğrunda canım vermesinden büyük bir külfet düşünülemez.                                     

Ashab'dan Ebû Saîd el-Hudrî (E.A.)    Peygamber (A.S.) Efendi-İzin şöyle buyurduğunu söylüyor :

—«Ya Ebâ Saîd! Kim Allah'ın Rab, İslâm'ın din, Muhammed'in jygamber olduğuna razı olursa., cennet ona vâcib olur.» Peygamberin bu sözü Ebû Said'in çok hoşuna gittiği için :

  Bunu bir daha söyler misiniz? diye dilekte bulundu. Peygam-sr (A.S.) devamla :

— «Bir diğeri de kul o sebeple cennette yüz derece yükseltilir, er iki derece arası, gökle yer arası kadardır.» Bunun üzerine Ebû Saîd sordu :

  O diğeri nedir? Cevap verdi :

  Allah yolunda cihâddır, Allah yolunda cihâddır... [50]

«Şüphesiz ki cennette (genel anlamda) yüz derece vardır; Allah onları, Allah yolunda cihâd edenlere hazırlamıştır. Her iki derece arası, gökle yer arası kadardır. Allah'tan istediğiniz zaman, Firdevs'i isteyin, çünkü Firdevs cennetin ortasmdadır ve en yüksek noktasın­da yer almıştır; onun üstünde (yani tavanı) Rahmân'ın Arşı bulu-nuyordur. Cennetin ırmakları Firdevs cennetin kaynayıp akar.[51]

 

CİHÂDIN BİR DENGİ YOKTUK                         

 

Cihâd sevap ve fazileti yüksek düzeyde olan bir ibâdettir Gerek Kur'ânda, girene Hadislerde ondan yeterince soz edunns ve mu;-minler bu konuda aydınlatılmıştır.                        

Bir adam Peygambere sordu :

-  Allah yolunda cihâda hangi amel denk olabilir?

Cevap verdi :

— Ona güç getiremezsiniz.

Adam avnl soruyu tekrar sordu veya bunu üç defa tekrarladı. Peygamber her defasında ona «Güç getiremezsiniz diye ce­vap verdi. Üçüncü defasında ise şöyle buyurdu ,

«Allah yolundaki mücahidin misali, geceleri namaz kılan, Al­lah'ın âyetlerine ümit bağlayan, mücahid Allah yolundan dönünceye kadar namaz ve orucuna ara vermiyen oruçluya benzer.»[52]

 

ŞEHÎDLİĞİN FAZİLETİ

 

Şehîdlik bir bakıma Peygamberlik derecesinden sonra gelen ve insanı ebediyen mutlu kılan yüksek bir derecedir. Samimi imân, iyi niyet ile Allah yolunda savaşırken ölüdürülen bir mü'minin Allah ka­tındaki yeri, derecesi elbetteki kelimeyle anlaştılamıyacak kadar anlamlıdır.

Ashab'dan Ebû Saîd el-Hudrî (R.A.)    Peygamber (A.S.) Efendi­mizin şöyle buyurduğunu söylüyor :

—«Ya Ebâ Saîd! Kim Allah'ın Rab, İslâm'ın din, Muhammed'in Peygamber olduğuna razı olursa, cennet ona vâcib olur.»

Peygamberin bu sözü Ebû Saîd'in çok hoşuna gittiği için :

  Bunu bir daha söyler misiniz? diye dilekte bulundu. Peygam­ber (A,S.) devamla :

  «Bir diğeri de kul o sebeple cennette yüz derece yükseltilir, her iki derece arası, gökle yer arası kadardır.»

Bunun üzerine Ebû Said sordu :

  O diğeri nedir? Cevap verdi :

 Allah yolunda eihâddır, Allah yolunda cihaddır...[53]

«Şüphesiz ki cennette (genel anlamda) yüz derece vardır; Allah onları, Allah yolunda cihâd edenlere hazırlamıştır. Her iki derece arası, gökle yer arası kadardır. Allah'tan istediğiniz zaman, Firdevs'i isteyin, çünkü Firdevs cennetin ortasmdadır ve en yüksek noktasın­da yer almıştır; onun üstünde (yani tavanı) Rahmân'm Arşı bulu-nuyordur. Cennetin ırmakları Firdevs cennetin kaynayıp akar.»[54]

 

Şehîdler Üç Grupta Toplanır :

 

Ayet ve hadislerin ışığında konuyu inceleyen ilim adamlarımız şehîdliği üç grupta toplamışlardır :

1 — Hem- dünyada, hem âhirette şehîdlik mertebesine erişenler. Bunlar Allah yolunda,    din uğrunda mallariyle    canlariyle savaşıp meydanda öldürülen mü'minlerdir.

2 — Yalnız dünyada şehîd sayılıp âhirette şehîdlik mertebesine erişmiyenler.

Bunlar savaşırken ganimet malına haksız yoldan el uzatanlarla, düşmana arka çevirip kaçarken öldürülenlerdir. Ganimet malında bütün savaşanların hakkı vardır. Herkesin hissesi belli ölçülerle ve­rilir. Bu bakımdan savaşta ganimet malına el uzattıktan sonra öldü­rülen kimse zahiren şehîd sayılır, ama hakikatte şehîd değildir, çün­kü ihanet ve haksızlıkta bulunmuştur.

3 — Yalnız âhirette şehid sayılıp, dünyada şehîd sayılmıyanlar. Bunlar hadîs-i şeriflerde   sözü edilen   mü'minlerdir : Allah yolunda ölenler, kolera ve benzeri bulaşıcı ve öldürücü bir hastalıktan dolayı ölenler, iç hastalıklarından biriyle ölenler, denizde, ırmakta ve ben­zeri bir suda boğulanlar bu cümledendir.

Birinci ve ikinci mertebede olan şehîdler, yıkanmaz, kefenlen­mez, kanlanyle, kanlı elbiseleriyle defnedilirler. Üçüncü mertebede olanlar normal şekilde yıkanıp kefenlendikten sonra defnedilirler.

Her üç mertebede olanların cenaze namazı kılınır. [55]

 

Allah Sözü Daha Yüce Olsun Diye Cihâd Etmek :

 

Bir savaşın gerçek anlamda cihâd olabilmesi, bu adla anılaİ bilmesi için, Allah rızası gözetilerek yapılmasına bağlıdır. Burada Ali lah rızasından maksat, Allah sözünün, Kelime-i Tevhîd'in daha yd-ce olması amacını taşımasıdır. O halde bir mü'nımin mücâhid sayıl! ması için şu şartların gerçekleşmesine dikkat edilir :

a) Kahramanlık göstermek niyetinden uzak,

b) Kişisel çıkar elde etme niyetinden beri,

c) Allah'ın hoşnutluğuna erişme- niyetine dayalı,

d)  Allah sözü, Kelime-i Tevhid daha yüce olsun azmine yönç

e) Küfrü, bâtılı, ahlâksızlığı yok etme düşüncesiyle iç-içe of-ması...                                                                                              

O halde kim kahramanlık sergilemek, dünyalık elde etmek, şahsî çıkarlar sağlamak için savaşırsa, ona Allah'tan ne bir mükâfat; rie de bir sevap vardır. Savaşmasına karşılık niyetine göre karşılık al­mış, âhirete bir pay bırakmamıştır.                                               

Ashabdan Ebû Mûsâ (R.A.) anlatıyor :                                     

— Bir adam, Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek sordu: «Ey Al­lah'ın Peygamberi! Adam ganimet elde etmek için savaşır; adam halk arasında isim yapmak, meşhur olmak için6 savaşır; adam kendi­sine itibar edilsin, yeri ve makamı bilinsin diye savaşır. Bunlardan hangisi Allah yolundadır?» Peygamber (A.S.) şu cevabı verdi :

«Kim, Allah sözü (Kelime-i Tevhîd) daha yüce olsun diye sata­şırsa» işte o Allah yolundadır.»[56]

Bir adam, Peygamber (A.S.) Efendimize sordu :

— Ey Allah'ın Peygamberi! Bir adam karşılık ve ün bekliyerj|k savaşırsa, onun için ne vardır?

Cevap verdi :

  Onun için hiçbir şey yoktur.[57]

Soran adam ayni soruyu üç defa tekrarladı.   Peygamber (A.S.) Efendimiz son olarak ona şöyle cevap yerdi :

  «Onun için bir şey yoktur. Çünkü Allah herhalde amelin ka­tıksız olanını kabul eder, kendisi için, hoşnutluğuna erişilmek için iş­leneni mükâfatlandırır.»

Bu bakımdan ilim adamları diyor ki : Niyet, amelin ruhudur. Bir âmel niyetten sıyrılınca, ölü bir âmel olur, onun için Allah katında bir tartı olmaz. Nitekim sahih hadîste, «Ameller ancak niyetlere gö­redir ve herkes ancak niyetine göre vardır.[58]

Amele asıl değerini kazandıran, ıh1âs, 11 r. Bu bakımdan öyle mü'minler var ki, iyi niyet ve ıhlâsiyle kendini şehîdler derecesine yükseltir. Nitekim Peygamber (A.S.) Efendimiz buyurdu ki :

«Kim içinden gelen bir samimiyet ve doğrulukla Allah'tan şehit­lik isterse, yatağında ölse bile Allah onu şehîdler makamına erişti­rir. [59]

«Doğrusu Medine'de birkaç topluluk bulunur ki siz tey mücahit­ler) , ne kadar bir yol bir vadiye ayak basıp aştınızsa mutlaka onlar sizinle beraber bulunuyorlardı; (ne var ki), onları evlerinde tutan özürleri olmuştur.[60]

Bütün bu sahih "hadîsler, kişinin niyetine ve ıhiâsma sunulan de­ğeri açıklamakla ve amellerin ancak niyet ve samimiyet derecesine göre karşılık göreceğini bize öğretmektedir. [61]

 

Sınırlarda Nöbet Bekleme :

 

İslâm, sadece savaşmayı teşvik etmekle yetinmemiş, ülkenin düş­mandan her zaman korunmasına dikkatleri çekerek bu konuda ma­nevî, müeyyideler ve mükâfatlar koymuştur. Çünkü Allah yolunda cihâd'm bir diğer yönü ve anlamı, müslümanlarm bulundukları top­rak parçasını düşman istilasından korumak ve bunun için yeterince tedbir almaktır.

Gerek savaş zamanlarında, gerekse diğer normal zamanlarda sınırlarda nöbet beklemenin sevap ve fazileti üzerinde yeterince du­rulmuş ve bunun da savaşmak kadar vâcib olduğu belirtilmiştir.

Bu' bakımdan ilim adamları,    sınırda nöbet tutmanın Mekke Kabe'nin yamnda ikamet etmekten daha faziletli olduğunda ittifak halindedirler. Çünkü Mekke'nin de, Kur'ân ve İslâm'ın da korunması sınırları düşman sızmasından korumaya, İslâm'ın ve ülkenin varlı­ğım muhafaza etmeye bağlıdır.

0  halde askerliğin dindeki yeri ve değeri oldukça önemlidir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz buyurdular ki

«Bir gün ve bir gece nöbet beklemek, bir ay (nafile) oruç tuiup (nafile) namaz kılmaktan daha hayırlıdır. Eğer o bu vaziyette Ölür­se, (amel defteri kapanmaz), yapageldiği o âmelinin sevabını (yine yapıyormuş gibi) devam eder. (Mânevi) rızkı da aynen devam eder ve fitnelerden güven içinde kalır.»[62]

«Ölen her kişinin ameli kapanır, ancak Allah yolunda nöbet bek-Hyenin ameli kapanmaz, devam eder, kıyamete kadar artıp sürer ve kabir fitnesinden emin olur.» [63]

 

Askeri Sevk Ve İdare Eden Kumandana Gereken Hususlar :

 

Askere nisbetle onları sevk ve idare ile görevli bulunan kuman­danın bazı özellikleri ve sıfatları üzerinde durulmuştur. Çünkü baş olacak, önderlik yapacak kişilerin daha çok örnek durumda olması gerekir. Bu bakımdan İslâm, askeri sevk ve idare eden kumandana vâcib olan hususları şöyle belirlemiştir :

1 — Diğer savaş taktiğini ve sanatını bilen kumandanlarla mü­şavere etmesi, yalnız kendi görüşüyle hareket etmemesi,

Nitekim Ebû Hüreyre (R.A.) diyor ki: «Hiç kimseyi kendi arka-daşlariyle müşavere etmekte, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz kadar da­ha çok ilgili ve duyarlı görmedim. O bilhassa savaş konularında ar-kadaşlariyle sık sık istişare eder, onların görüşlerini alırdı.»[64]

2 — Hem disiplin ve otorite sağlaması, hem de onlara şefkatli bir baba gibi davranması,

Hz. Câbir (R.A.1 diyor ki :

— «Savaşa çıkıldığında çoğu zaman Resûlüllah (A.S.) Efendimiz orduyu arkadan izîer, yolda kalmışlara, zayıflara, hastalananlara yardımcı olmak. içi# elinden geleni yapardı.

3 — Aklın, dinin ve örfün iyi-yararlı gördüğü şeyleri emretme­si, bunların kötü kabul ettiği şeylerden askerini uzak tutması ve ha­rama kalmalarını önlemesi,

4 — Her gün askeri teftiş edip, sayım yaptırması, firar edenleri tesbit etmesi,

5 — Savaşta çok tecrübeli kişilerin görüşünü alıp öylece mev-zilenmesi,

6 — Ordunun karargah kurması için en uygun ve emin yerleri seçmesini bilmesi,

7 — Etrafa gözcüler koyması, düşmanın durumunu   yakından öğrenebilmek için casuslar salıvermesi, bu cümledendir.

Ayrıca yemek: konusunda sıradan bir nefer gibi olmalı, askerin dikkatini çekecek şatafat ve mükellef sofra tertiplemekten kaçınma­lı, onlar gibi bir hayat tarzı seçmelidir. [65]

 

Peygamber (AS.) Efendimizin Bir Yere Hareket Edem Orduya Tavsiyeleri :

 

Resûlüllah (A.S) Efendimiz her yerde ve her zaman Allah'ın anılmasını tavsiye eder ve her konuda Allah sevgi ve korkusunun gönüllerde taşınmasını isterdi. Bunun için îslâm her konuda Allah'ı, Onun varlığını birliğini arar ve her zaman, her yerde mü'minlerin Allah ile beraber bulunmasını emreder.

Ebû Mûsâ (FLA.) anlatıyor :

— «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ashabından birini veya birka­çını bir yere gönderdiğinde, onları bir görevle bir tarafa sevkettiğin-de şöyle tavsiyede bulunurdu :

«Müjdeleyin., nefret ve bıkkınlık vermeyin. Kolaylaştırın zorlaştırmaym.[66]

Bunun gibi, Muaz bin Cebel'i Yemen'e gönderirken de şu tavsi­yede bulunmuştu :                                                                          

Kolaylaştırın, zorlaştırmayın müjdeleyin nefret ve bıkkınlık ver­meyin; aynılığa düşmeyi bırakın, uyum halinde olmaya bakın.»

Savaşa gönderdiği askere de şu emri vermiştir :

«Allah'ın ismiyle gidin, Allah'tan yardım dileyin. Resûlüll&n'ın dini üzere bulunun. Sakın iyice yaşlanmış kimseleri, küçük çocuk­ları ve kadınları öldürmeyin. Ganimet malında hıyanette bulunma­yın, ganimetlerinizi biraraya getirin, birbirinizi düzeltmekte kusur etmeyim, birbirinize güzel" davranın, iyilikte bulunun. Şüphesiz ki Al­lah iyilik yapanları sever.» [67]

 

İkinci Halîfe Ömer (R.A.)'in Orduya Tavsiyesi :

 

İkinci Halife- Ömer   (R.A.)  başkumandan Sa'd b. Ebî Vakalis'a (R.A.) ve kumandası altındaki orduya şu tavsiye mektubunu göndermişti :

Allah'a hamd, Peygamber (A.S.) Efendimize salât-ü selâmdan sonra söze şöyle başlamıştır :                                                      

«Sana da beraberindeki askere de, her hâl-ü kârda Allah'tan kor­kup fenalıklardan sakınmanızı emrediyorum. Çünkü herhalde Al­lah'tan korkup fenalıklardan sakınmak, düşmana karşı en üstün ha­zırlanmış, malzeme ve savaşta kullanılan hilenin en güçlüsüdür. Sa­na ve beraberinde bulunanlara, düşmanınızdan daha çok günahlar­dan kaçınmanızı emrediyorum. Çünkü askerin günah işlemesi, on­lara karşı düşmanlarından daha korkunç bir felâkettir. Müslüman­ların yardıma mazhar olması, ancak düşmanlarının Allah'a karşı gü­nah işlemeleriyledir. Eğer onların bu durumu olmasaydı, bizim ken­dilerine karşı (kahredici) bir kuvvetimiz olmazdı. Çünkü sayı bakı­mından onlardan azız, teçhizat bakımından da onların seviyesine ulaşmış değiliz. Eğer onlarla günah işlemekte eşit duruma gelirsek, kuvvet hususunda onlarda bizden üstündürler. Ve bizler ancak fa­zilet (dindarlık, güzel ahlâk, iffet ve namusumuz) sebebiyle yardıma erişiyoruz, kuvvetimizle değil.

Bilmiş olun ki, bu seferlerinizde Allah'tan gönderilen koruyucu melekler üzerinizde bulunuyorlardı, işlediklerinizi biliyorlar. Artık onlardan utanın, Allah (C.C.) yolunda bulunduğunuz halde Allah'a karşı günah işlemeyin.. «Düşmanımız bizden daha şerir ve daha kö­tüdür; o halde bize tasallut edemezler!.» demeyin. Çünkü bazen da­ha şerir ve azgın olanlar daha az şerir ve azgın olanlara musallat edilir. Nasıl ki Allah (C.C.) ateşperest kâfirleri İsrail oğullarına mu­sallat etmişti. Çünkü onlar işledikleri günah ve tuğyanla Allah'ın ga­zabını kendilerine çekmişlerdi.

Düşmanınıza karşı nasıl yardım istiyorsanız, biz de hem kendi­miz hem sizin için Allah'tan yardım diliyoruz.

Sefer süresince müslümanlara şefkatli bir arkadaş gibi davran; onları fazla yorup bıkkınlığa düşürecek şekilde meşakkate sürükle­me. Düşmanlarıyla karşılaşıncaya kadar her konakladıkları yerde ayni şefkati göster ki sefer onların kuvvetini noksanlaştırmasın, çün­kü -unutma ki- onlar, eyleşik ve istirahat halinde bulunan bir düş­man üzerine gidiyorlardır. Her cuma, bir gün bir gece sen ve aske­rin yola devam etmeyip dinlenin ki kendilerini tazelemiş olsunlar ve daha güçlü yola devam edebilsinler. Yol boyunca, sulh anlaşması yaptığınız ve bize vergi veren kasaba ve şehirlerden daima uzak bu­lunun; onlara ancak çok güvendiğin kişileri gönder, yani dindar ol­duğuna daha çok güvendiğin kimseler o yerlere girebilirler. Sakın barış anlaşması yaptığınız ülke halkını incitmeyin, çünkü onların hürmet ve anlaşma yönünden bağlılıkları vardır. Anlaşmaya bağlı kalmakla imtihan edildiğinizi hatırınızdan çıkarmayın, nasıl ki an­laşmaya karşı sabretmekle denenmiş bulunuyorsunuz. Onlar size karşı sabrettikleri sürece, siz de onlara hep hayırhah davranın. Sava­şan düşmanlara karşı barış ehline zulmederek yardım sağlamaya-kalkışmayın!.

Düşman topraklarına ayak bastığında kendinle düşman arasın­da gözcüler koy, onların durumu sana kapalı kalmasın.»

İkinci Halîfe Ömer'in (R.A.) mektubunun baş kısmından terce-mesini sunduğumuz kısım, İslâm'ın insancıl ve hakseverliğinin güzel örneklerinden birini teşkil etmektedir. [68]

 

ASKERE GEREKEN İTAATTİR

 

İslâm herkesin bir baş olmasını değil, yetenekli kişiler başa ge­çince veya geçirilince, diğerlerinin -Allah'a karşı isyan ve günahı ge­rektirmeyen, vatan ve millete ihanete kapı açmayan- hususlarda ona itaat etmelerini vâcib kılmıştır. Sevgili Peygamberimiz (A.S.)'in tes­ti  kilatlanmaya, toplumu sevk ve idareye çok büyük önem verdiği ke­sindir. Üç kişi bir yere gönderdiğinde, onlara : «Birinizi kendinize baş seçin!» diye emretmesi bunun açık örneklerinden biridir.

O halde iç ve dış düşmanlara karşı hazır bir kuvvet olarak gö­rev başında bulunan askerler arasında kumanda durumu her zaman için söz konusudur ve geçerlidir. Bunun için Peygamberimiz (A.S.) şu açıklamayı yaparak mü'minleri uyarmış, onlara en doğru yolul göstermiştir :

«Bana itaat eden kimse, gerçekten Allah'a itaat etmiştir. Bana isyan eden, emirlerimin dışına çıkan, cidden Allah'a isyan etmiştir. Kim başındaki enin- (kumandan ve liderle itaat ederse, gerçekten bana itaat etmiştir. Kim de emîre isyan ederse, şüphesiz ki bana is­yan etmiştir.»[69]

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Allah'a isyanı gerektiren husus­larda -ölüm tehdidi söz konusu olmadıkça veya bir organ kesme tec­didi altında bulunmadıkça- itaat edilmez. Çünkü Allah'a isyanda hiç­bir mahlûka itaat yoktur.                                                                

Baştaki kumandan veya emîrin Allah'a günah ve isyanı gerek­tiren emri hakkında Peygamber (A.S.) Efendimizin tepki ve uyarışı pek sert olmuştur; Hz. Ali (R.A.) anlatıyor :

«Besûlüllah (A.S.) Efendimiz bir müfreze askeri bir tarafa gön­derdi. Ansardan bir adamı da onların başına geçirdi. Sonra da on­lara başlarına geçirilen o adamı dinlemelerini, itaat etmelerini em­retti. Buna rağmen onlar o Ansardan olan adamı dinlememişler, ona karşı gelmişlerdi. Adam fazlasiyle üzülmüş ve onlara, odun toplama­larını emretmiş. Odun toplamışlar, adam onlara «ateş yakın» demiş.. Yakmışlar. Sonra da onlara şöyle demiş : «Peygamber (A.S.) Efendi­miz size emirleri duyup itaat etmenizi buyurmadı mı?» diye sormuş, onlar da, «evet, buyurdu»,Tdiye cevap vermişler. Bunun üzerine adam onlara, «şimdi şu ateşe girin!» diye emretmiş. Onlar birbirinin yüzü­ne bakarak, «Biz ancak ateşten kaçıp Peygambere gittik. (Ona ina­nıp bağlandık)» demişler. Öylece durup beklemişler, netice adamın öfkesi geçmiş ve yakılan ateş de sönmüş. Derken dönüşlerinde du­rumu gelip Peygamber (A.S.) Efendimize anlattılar. Efendimiz CA.S.) şöyle buyurdu :

«Eğer onu dinleyip ateşe girselerdi bir daha ondan ebediyen çı­kamazlardı. Allah'a karşı isyan ve günahı gerektiren hususlarda kimseye itaat edilmez. îtaât ancak ma'ruf olan (dine, akle ve örfe uygun olan)  şeylerdedir.»[70]

 

Savaşa Başlamadan Önce Duâ Etmek :

 

Savaşa başlamadan önce duâ etmek vâcibdir. Çünkü asker kuv­vet ve kudretin Allah'a ait olduğunu bilerek Ona yönelir de el kal­dırıp yardım ve zafer dilerse, hem cesareti artar, hem morali düzelir, hem de ilâhî nusret ve rahmeti kendine çekmiş olur.

Bu konuda Hz. Büreyde (R.A.) şöyle anlatıyor :

— Peygamber CA.S.) Efendimiz bir müfreze veya ordu hazırla­yıp sefere çıkarmak istediğinde başlarına birini emir olarak ta'yin eder ve özellikle takva (Allah'tan korkmak, fenalıklardan sakın­mak) la tavsiyede bulunur ve hem emîre, hera kumandasındaki as­kerlere Allah'tan hayır diler, sonra da şöyle duâ ederdi: «Allah'ın ismiyle Allah yolunda savaşın. Allah'ı inkâr edenlerle vuruşun. Sa­vaşın, ama hiyânette bulunmayın, gadretmeyin, düşman askerleri­nin organlarını kesmeyin, onlara işkence etmeyin. Çocukları öldür­meyin!.»

«Sen de ey emîr! Müşriklerden olan düşmanınla karşılaştığında onları şu üç husustan birine davet et. Hangisini kabul ederse, sen de kabul et ve onlara artık dokunma, savaşa girme :

a) Onları önce İslâm'a davet et.. Olumlu cevap verirlerse, ken­dilerinden kabul et ve savaşmaktan vazgeç.

b) Sonra da onları kendi yurtlarından   Muhacirlerin   yurduna (Medine'ye)  hicret etmelerini teklif et ve kendilerine, bunu yerine getirdikleri takdirde, muhacirlerin lehine ve aleyhine olan her şey onların da lehine ve aleyhine olacağını haber ver. Hicret etmek istemelzerse, kendilerine şunu bildir : Bu durumda Bedevi olan Müslü­manlar seviyesinde olacaklar. Allah'ın mü'minler hakkında câri olan hükmü onlar hakkında da aynen câri olacak. Bedeviler hakkında ol­duğu gibi, onlara elde edilen ganimetten -müslümanlarla beraber sa­vaşa çıkmadıkları sürece- bir şey verilmiyecek. Bunlara razı olmaz­larsa, o takdirde kendilerinden cizye (vergi) iste.

c) Bütün bunları kabul etmezlerse, o takdirde kendilerinin ciz­ye vermesini öner. Buna olumlu vecap verirlerse, kabul et. Savaşı bı­rak. Olumsuz cevap verirlerse, Allah'ın yardımını dileyerek kendile­riyle savaş..»[71]

Ashabdan Selmân el-Fârisî kumandasında bulunan bir ordu İran kalelerinden birini muhasara etmiş bulunuyordu. Selmân onla­ra şöyle seslendi: «Ben de sizden bir kimseyim, İranlıyım. Gördüğü­nüz gibi Araplar bana itaat etmektedir. Eğer İslâm'a girerseniz, bi­zim lehimize olan sizin lehinizedir; aleyhimize olan sizin aleyhinize-dir. Kaoul etmez de kendi dininizde kalmak isterseniz, sizi kendi ha­linize bırakırız, cizye vermeniz şartiyle. Bütün bunları Farsça onla­ra söyledi ve durumun nezaket ve ciddiyetini anlattı. Kale halkı bu tekliflerin hiçbirini kabul etmeyip savaşacaklarını söylediler. Selmân üç gün üstüste onları ayni ölçülere davet etti. Netice alamayınca, sa­vaşa karar verdi ve kısa zamanda kaleyi fethettiler. [72]

 

Savaş Esnasında Duâ :

 

Savaşın da bir takım adap ve erkânı vardır. Çünkü savaş bir ba­kıma milletler arasında denge sağlar, tuğyanı durdurur, azıp sapı­tan bazı milletlerin dönüş yapmasına yardımcı olur. Bir musibet bin nasihattan yeğdir, sözü her zaman geçerlidir. O halde müslümanlar hem savaşa başlamadan önce Allah'a dayanıp yardım isterler, hem savaşırken Allah'ı sık sık hatırlayıp duâ ederler. Bu daha çok müminlerin cesaretini artırır, ölümün şehîdlik mertebesine eriştirici olduğunu hatırlatarak hayata aşın bağlılığın bir anlam taşımadığını öğretir.

Savaşta taraflardan birini galip, diğerini mağlup kılan ilâhî sün­nettir. Allah (C.C.) zâlimlerden, azgınlardan yana değildir. Ama azıp sapıtan bir milleti terbiye etmek için daha azgınlarını onların üze­rine sevkedip dilediği sonucu gerçekleştirir. Bu, zâlimlerden yana ol­mak değil, zume müstehak olmuş bir milleti uslandırmaktır. Nitekim tsrâil oğulları, Musa Peygamberden sonra Tevrat'ın hükümle-Kyle pek âmel etmediler, faizciliğe yöneldiler, insan haklarına tecâvüz edip Allah'ı unuttular, Bu tutum had safhaya varınca, Allah İ(C.C.) Babil hükümdarım güçlü bir orduyla onların üzerine şevketti. Çünkü başka türlü İsrail oğullarının uslanması, yola gelmesi müm­kün değildi.

O halde îslâm mücahitleri sevaşırken de Allah'tan meded-u ina­yet beklerler, Onun yardımım dilerler, işledikleri günah ve kusurlar­dan tevbe edip bağışlanmalarını isterler. Bu, hem Peygamber (A.S.) Efendimizin, hem Ashabının güzel sünnetlerinden'biridir.

Nitekim yapılan sahih rivayete göre, Efendimiz (A.S.) şöyle bu­yurmuştur :

«İki dua red olunmaz: Namaza davet edildiğinde (yani ezan oku­nurken) yapılan dua ile (savaşmak üzere) saf bağlanıp iki ordu bir­birine girdiğinde yapılan dua...» [73]

Kur'ânda da savaş esnasında mü'minlerin Allah'tan meded-u inayet istemeleri söz konusu edilerek Duyuruluyor ki :

«Hani siz Rabbinizin yardımına sığmıyordunuz, O da, «Ben size ardarda bin melek gönderip yardım eder, sizi desteklerim,» diye ce­vap vermişti.» [74]

Ashabdan Abdullah b. Ebi Evfâ (R.A.) anlatıyor ;

— Resûlüllah (A.S.) Efendimiz savaş günlerinden bir gün düş­mana karşı ordusunu hazırlıyordu. Düşmanla karşıkarşıya gelmiş idi. Bir süre, bekledi, güneş meyledince Efendimiz ayağa kalktı ve şöyle buyurdu :

«Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah'-tan afiyet dileyin. Düşman ile karşılaştığınızda ise artık sabredin; bi­lin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.»[75]

Râvi devamla diyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu sözlerin­den sonra şöyle duâ etti :

«Ey kitabı indiren Allahım! Ey bulutları hareket ettiren, ordula­rı dağıtıp perişan edan Allahım! Düşmanımızı bozguna uğrat ve on­lara karşı bize yardım et..»

Peygamber (A.S.) Efendimizin savaş esnasında yaptığı dualar­dan biri de şudur :

«Allahım! Sen benim desteğim ve yardımcımsın. Seninle savaş düzenini kurarım ve senin yardımınla düşmana hamle ederim ve yi­ne senden aldığım güçle savaşırım.»[76]

Ahzâb savaşında da şöyle dua ettiği sahih rivayetlerle sabit ol­muştur :                          .  .

«Ey kitabı indiren, hesabı çarçabuk gören Aîlahım! Düşman hi­ziplerini hezimete uğrat. Allahım, onları dağıtıp perişan eyle ve (kor­ku ve dehşetle) onları sars..» [77]

 

SAVAŞTA EMİR VERİLMEDİKÇE GERİYE DÖNMEMEK

 

Mü'minler düşman ile karşılaşıp savaş başlayınca, artık Allah'a dayanmalı ve bütün cesaretini kullanıp İslâm'ın yenilmez gücünü ol­taya koymalıdır. Çünkü îslâm hep yücedir ve yükselmeye lâyıktır, başka milletler ona üstünlük sağlamam alıdır.

Bu bakımdan baştaki kumandan geriye dön emri vermeden bir müslüman askerin geri dönmesi veya cepheden kaçması haramdır, büyük günahlardandır.

Kur'ân bu davranışı yasaklar mahiyette şu hükmü taşımaktadır:

«Ey imân edenler! (Savaşmak üzere çıkan) bir düşman toplulu-u ile karşılaştığınız vakit, (korkmayın) sebat edin; Allah'ı çokça nın ki kurtuluşa eresiniz.»

«Ey imân edenler! (Savaş için çıktığınızda) yavaş yavaş (tem­kinli) ilerlerken kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arka çevir-neyin. Kim o gün -savaşmak için bir tarafa veya diğer bir fırkaya üaşıp mevzilenmek dışında- onlara arkasını döndürürse, şüphesiz ti Allah'ın gazabına uğrar ve onun yeri cehennemdir. Orası ne kötü bir uğraktır.»[78]

O halde savaşta düşmana arka çevirmenin sadece iki istisnasılar : Ya stratejik önemi daha iyi olan bir mevziye geçmek, ya da iüşmanm ağırlık verdiği cephenin sağ ya da sol cenahlarına geçmek, veya savaşı idare eden kumandana dönmek...

Nitekim  Saîd b.  Mensur   (R.A.)   anlatıyor  :  Irak dolaylarında üşmanla savaşmakta olan Ebû Ubeyde b. Cerrâh-ı kasdederek Hz. pmer şöyle söyledi : «Eğer Ebû Ubeyde (R.A.) diğer bir fırkaya ula­şıp mevzilenmek üzere dönüp Medine'ye gelirse, şüphesiz ki onun için ben o fırka sayılırım.»

İbn Ömer (R.A.) da şöyle rivayet ediyor :

— Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sabah namazı için evinden çık­mış bulunuyordu. Bu sırada dayanamıyarak savaşı bırakıp Medi­ne'ye kaçıp gelen bir grup mü'minle karşılaştı. Onlar, Resûlüllah CA.S.) Efendimizin huzuruna çıkarak, «Ya Resûlallah! Bizler savaş­tan kaçıp gelenleriz..» dediler. Bunun üzerine Efendimiz (A.S.) onla­ra şöyle buyurdu: «Hayır, sizler savaştan kaçıp gelenler değil, yeni­den savaşmak için kendini toparlamak istiyen ve bu sebeple bir fır­kaya ulaşıp mevzilenmek istiyenlersiniz ki ben o fırka olarak bulu­nuyorum.. Ben sığınıp mevzilenmek istiyen her müslümanm fırka-sıyım..»

Görüldüğü gibi, daha iyi savaşabilmek, daha iyi tedbir almak için savaş alanını terkedip geriye çekilmekte bir sakınca yoktur. Asıl sakıncalı olan çekilme, savaştan, ölümden korkup meydandan firar etmektir.

Resûlüllah (A.S.)  Efendimiz yedi yok edici tehlikeye dikkatleri çekerek şöyle uyarıda bulunmuştur :

— «Helak edici yedi şeyden kaçının!» Bunun üzerine Ashab sordu :

  Onlar nelerdir Ey Allah'ın Peygamberi!?

Cevap verdi :                                                                                

  «Allah'a ortak koşmak, sihir ve büyücülük yapmak, Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı bir insanı öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş esnasında savaşı bırakıp kaçmak, namuslu iffet­li, zinadan beri nıü'mine kadına zina isnad etmek...»[79]

Görüldüğü gibi, savaştan kaçmak da yedi helak edici amellerden biridir. [80]

 

Savaşta Hile Ve Yalana Cevaz Var Mıdır?

 

İslâm, doğruluk temeli üzerine- kurulmuş son dindir, onda an­cak doğruluk, güzellik, iyilik, fazilet ve adalet vardır. Hile ve yala­na cevaz vermez. Ancak İslâm'ın varlığı, yararıı saadeti ve zaferi sözkonusu olan savaş ve bsnzeri yerlerde buna cevaz verilmiştir; çün­kü karşıda İslâm'ın nurunu söndürmek, mü'minleri yok etmek ve­ya ülkeyi harap etmek, ele geçirmek istiyen bir düşman vardır ve bin çeşit hile ve tuzaklarla kendini donatarak sahneye çıkmıştır. Düş­manın silahıyla düşmana karşı kovulmadığı takdirde, sonuç mü'min-lerin aleyhine olabilir.

O halde savaşta, diplomatik münasebetlerde düşmana karşı hile yollarını arayıp bulmak, gerektiğinde yalan söylemek mubahdır. Hem hile ve yalan savaşın tabiatında mevcuttur, onu söküp atmak mümkün değildir.

Ancak düşman ile yapılan barış, sözleşme ve andlaşmalarda ya­lan ve hilenin yeri yoktur. Karşı taraf barış bozmadıkça veya and-laşmayı ihlâl etmedikçe Müslümanlar bozmazlar, neticeyi sabırla beklerler.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz savaşın karekterini çizerek onu bir cümlede hulasa etmiştir :

«Savaş, aldatma, düzen ve hiledir.» [81]

Sahabiyeden Ümmü Gülsüm binti Akabe CR.A.) diyor ki :

— «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz savaşta, iki kişinin arasını bu­lup düzeltmekte, adamın kendi karısına, kadının da kendi kocasına (bazı önemli durumlarda, ailevî sırlarda) yalan söylemesi dışında hiç­bir şeyde yalana ruhsat verdiğini duymadım.» [82]

 

Savaşta Düşman Kuvveti İki Mislini Aşarsa..

 

Ayetin açık anlatımından savaş alanından iki durumun dışında kaçmanın, geri çekilmenin haram olduğu anlaşılmıştı. Bunun dışın­da önemli bir husus daha var ki o da yine Enfal Sûresinin başka bir âyetiyle açıklanıyor Düşman kuvveti, İslâm kuvvetinin iki mislim aşar şekilde fazla olur, teçhizatı da o nisbette yerinde bulunursa, o takdirde imha edilme tehlikesi baş gösterdiğinde savaş alanından geri çekilmekte bir sakınca yoktur. Çünkü bile bile ölüme gitmek ha­ramdır. Ama düşman kuvveti iki mislini aşmazsa, o takdirde ikiye bir durumu ortaya çıkmış oluyor ki, bu durumda savaşı bırakıp ge­ri çekilmek, yani savaş alanından kaçmak haramdır.

Kur'ân'da bu önemli husus şöyle açıklanıyor :

«Ama şimdi ise Allah sizden yükü hafifletti ve sizden bir zaaf olduğunu bildi. Sizden sabreden yüz kişi olursa -Allah'ın izniyle-iki-yüz kişiyi yenip alteder. Sizden bin kişi olursa, -Allah'ın izniyle- iki-bin kişiyi yenip alteder. Allah sabredenlerle beraber.»[83]

Mühezzeb sahibi kendi eserinde bunu açıklıyarak diyor ki :

«Düşman sayısı, müslümanlarm sayısının iki mislini aşarsa, fi­rar caiz olur. Ancak buna rağmen imha edilemiyeceklerini kuvvetle tahmin ederlerse, sebat etmeleri daha uygun olur.

İmha edilmeleri tehlikesi varsa ve bu belirgin haldeyse, iki du­rum sözkonusudur :

1 — Savaş alanını terkedip ayrılmak. Çünkü, kendi elinizle kenj-dinizi tehlikeye atmayın! Emri vardır. Bu emre uymak vâcibdir.

2 — Savaş meydanını terketmeyip cansiperane savaşıp ya düş­manı yüdırmcaya ya da şehîd düşünceye kadar sürdürmek. Bunun müstehab olduğunu söyleyenler var.

Ancak bu hususta âyetin açık anlatımını dikkate alıp savaşma­mak daha zahir bir hükümdür ve uyulması vâcibdir. Vacibin terki ise günahı gerektirir.

Fukahanm bir kısmına göre ise, düşman askerinin sayısı müs­lümanlarm sayısının .iki mislini aştığı durumlarda, her mücâhid ora­daki ortamı dikkate alarak bir karar vermelidir. Düşmana karşı ko­yabileceğini kestiriyorsa, sebat eder, kestiremiyor, mutlak bir tehli­ke görüyorsa, savaşı terkeder. [84]

 

Savaşta Merhametli Olmak :

 

islâm Dini, savaştan önce barışı benimser. Savaşı son çare ola­rak kabul eder. Çünkü insan kanı dökmenin bir takım sakıncaları vardır. Mesele, insanları imha etmek değil, onları İslah edip iyi kişi­ler haline sokmaktır.

Bu balamdan düşman savaş kapısını açmadıkça, müslümanlar bu kapıyı açmazlar. Düşman savaşı bıraktığı takdirde, müslümanlar da bırakır. Barış teklif edilince, arada müslümanlarm aleyhine bir durum sözkonusu değilse, kabul edilir.

Savaş kaçınılmaz hal alır da düşman mutlaka savaşmak isterse o takdirde İslâm ordusu Allah'a dayanarak savaşır. Düşmanı püskürtüp ülkelerine ayak bastığı takdirde, yine de merhamet adalet ve hak­kaniyetten ayrılmazlar; bunun için İslâm ordusu savaşta ve fethetti­ği ülkede :

a) Kadınlara dokunmaz, onları öldürmez, iffet ve namuslarını korur, onlara kötü muameleyi yasaklar.

b) Ergen olmayan çocukları öldürmez, onlara şefkatla davra­nır, aç ve perişan kalanları himayeye alıp doyurur.

c) Hasta ve sakatlara dokunmaz, gerekirse, yardımcı olur.

d) Yaşlıları öldürmez, İslâm'ın merhamet ve adaletini onlara göstermeye çalışır.

e) Din adamlarını, kendini ibâdete verenleri öldürmez,   onları ibâdetlerinde serbest bırakır.

f) Esirlere kötü muameleyi yasaklar, organ kesilmesine kesin­likle cevaz vermez. [85]

 

Savaşta Mü'minlerin Dikkat Edecekler Hususlar :

 

Düşman askerlerinden yaralı olarak esir edilenlerle meydan or­tasında yaralı bulunanları tedavi etmek sünnettir. Onları bu vaziyet­te kendi hallerinde terketmek doğru değildir. Ayni zamanda onları büsbütün yaralayıp eziyet etmek haramdır.

Savaş meydanını terkedip kaçan düşmanı kovalamak doğru de­ğildir. Kaçan canını kurtarmak istemiştir. Mesele insanları öldürmek değil, küfür ve tuğyanı, haklara tecâvüzü durdurmaktır.

Nitekim Sevgili Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz, bir yere asker hazırlayıp gönderirken yetenekli bir kimseyi kumandan tayin ettik­ten sonra şu yolda tavsiyede bulunuyordu :

«Allah'tan korkmanızı, fenalıklardan sakınmanızı, sana ve be­raberindeki askerlere hayır ve iyiliği tavsiye ederim. Allah'ın ismiy­le Allah yolunda savasın. Allah'ı inkâr edenlerle vuruşun. Savaşın, hıyanetlik yapmayın, haklara tecâvüz etmeyin. Kimseye gadretme­yin; kimsenin organını kesmeyin, işkenceyle adam öldürmeyin. Ço­cukları katletmeyin.»

Nâfi'in Abdullah bin Ömer (R.A.) 'dan yaptığı sahih rivayete gö­re, savaşlardan bir savaşta Resûlüllah (A.S.) Efendimiz savaş neti­cesinde meydanda durumu incelerken düşman tarafından bir kadının öldürülmüş bir halde bulunduğunu görünce üzüldü ve savaşta da olsa, kadınlarla çocukları öldürmeyi yasakladı.

Bir gün yine savaş alanında öldürülmüş bir kadına gözü ilişti, ol­duğu yerde durdu ve fazlasiyle üzülerek şü emri verdi : «Çabuk Haldd bin Velid'e gidin, çocukları öldürmesinler, İslâm ordusuna iltica edenlere ve kadınlara dokunmasınlar!»

Abdullah bin Zeyd (R.A.) diyor ki: «Peygamber (A.S.) Efendi­miz yağmacılığı ve (esirlerin) işkenceyle öldürülmesini yasakladı.»[86]

Ashab'dan îmrân b. Husayn (R.A.) da diyor ki :

  Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bizi sadaka vermeye teşvik eder, insanlara işkenceden, organ kesmekten men'ederdi.»

Peygamber mektebinin seçkin talebesi Ebubekir SIDDÎK (R.A.) de halifeliği zamanında Usâme kumandasındaki orduyu savaşa gön­derirken şu tavsiyeyi yapmıştı:

«Sakın hiyânette bulunmayın, haklara tecâvüz etmeyin; gadret­meyin, işkence ve benzeri hareketlerde bulunmayın; çocukları, yaşlı­ları, kadınları öldürmeyin, atları boğazlamayın, yakmayın; meyve ağaçlarını kesmeyin, koyun, keçi, sığır ve deve gibi hayvanları kes­meyin, ancak yemeniz için boğazlıyacağmız müstesna.. İleride öyle kavim ve milletlere uğrayacaksınız ki onlardan kendilerini mâbed-de ibâdete verenler vardır, onları kendi hallerine terkedin..» [87]

 

Savaşta Düşmana Gece Baskım Yapmak :

 

İmam Tirmizi bu konuda diyor ki :

  «İlim adamlarından bir kısmı düşmana gece yarılarmdajj bas­kın yapmaya cevaz verirken diğer bir kısmı bunu hoş karşılamamış-tır.»                                                                                            

Düşman büyük bir tehlike halini alır, durmadan taktik değişti­rip müslümanları imhayı plânlarsa, o takdirde onun kuvvetini kır­mak için gece baskını yapmakta bir sakınca yoktur. Bu durumda ka­dın ve çocuklardan bir kısmı farkına varılmadan öldürülmüş ola­bilir. Nitekim İmam Şafiî bu konuda diyor ki : «Düşmanın kadın ve çocuklarının öldürülmesinin yasaklanması, diğerlerinden ayırd edil­diği zamanlara mahsustur. Gece baskınlarında ve çok sisli hayalarda yapılan savaşlarda farkına varılmadan   öldürülürse,   bunda bir vebal yoktur.»

Böylece İslâm, insanlık dini olduğunu savaşlarda düşmanına kar­şı bulunduğu sıralarda da ortaya koymuş, insan haklarına saygı gös­termeyi, insana işkenceden sakınmayı emretmiş; kadın, çocuk, yaş-Ilı, din adamı gibi zayıf ve zararsız unsurların korunmasını her za­man tavsiye etmiştir. Ne yazık ki, İslâm bu güzel ve âdil hasletleri­ni uygularken düşmandan hiçbir zaman böylesine bir fazilet göre­memiştir. [88]

 

Savaşın Sona Ermesi :

 

İslâm'a göre, başlatılan savaş ancak şu beş husustan birinin ger­çekleşmesiyle sona erer :

1 — Savaşan düşmanların ya hepsinin, ya da bir kısmının İsla­ma girmesi,

Bu durumda artık Müslümanlarla kardeş olmuş kabul edilirler, ayni haklara sahip olurlar. Yani müslümanların aleyhine olan şey onların da aleyhine, müslümanların lehine olan şey onların da lehi­nedir.

2 — Düşman tarafının savaşın belli bir süre durdurulmasını is­temesi,

Bu durumda samimiyetleri kesin bilinirse, o takdirde kan dök­menin anlamsızlığı ortaya çıkar ve böylece savaş ertelenir. Nitekim Hudeybiye anlaşmasında Resûlüllah (A.S.) Efendimiz karşı tarafın bu anlamdaki teklifini kabul etmiş ve ona göre bir anlaşma yapmış­lardı.

3 — Kendi dinleri üzere kalıp Müslüman Devletine belli ölçüde cizye (vergi) ödemeyi taahhüt etmesi,

Bu durumda savaşmak caiz değildir. Düşman baş eğmiş, vergi vermeye yanaşmıştır. Bu, İslâm'ın zaferidir. Amaç adam öldürmek değil, küfrün tuğyanım durdurmaktır.

4 — Düşman ordusunun hezimete   uğratılması,   Müslümanların üstünlük sağlayıp zaferi elde etmesi,

Bu durumda düşman bütün erzak ve cephanesiyle müslüman-lara ganimet olmuştur. Artık kimse öldürülmez, sadece silahları el­lerinden alınır.

5 — Düşman askerlerinden hayli kimseler güven istiyerek İs­lâm ülkesine sığınma hakkı isterlerse, o takdirde geriye kalan düş­manın morali bozulup savaşı bırakırsa, artık müslümanlar savaşı sür­dürmez, iltica edenleri kabul edip onları güven altına alır.

Özetlediğimiz hususların açıklanması :

Savaşı terkedip erteleme isteğinde bulunan düşmanın ciddi ve samimi olduğu tesbit edilir, bir taktik ve ihanet içinde olmadığı an­laşılırsa, müslümanlar savaşı bırakır. Barış anlaşması yapılır; gere­kirse bir süre belirlenir, yani iki, üç, dört yıl saldırmazlık imzalanır.

Ancak bu anlaşma, yani banş anlaşmasının başlıca iki sebebi vardır; onu dikkatten uzak bulundurmamak gerekir

1 — Bu isteğin düşman tarafından gelmiş olması. O takdirde  du­rum incelenir ve isteğe olumlu cevap verilir.

Kur'ân'da bu husus şöyle belirtilmiştir :

«Eğer (düşmanlarınız) barışa meylederlerse, sen de ona yanaş; Allah'a güvenip dayan. Çünkü Allah muhakkak işiten ve bilendir.

Eğer hile yapıp seni aldatmak isterlerse, şüphesiz ki Allah sana yeterdir, seni de mü'minleri de yardımıyla destekleyip güçlendiren Odur. Mü'minlerin kalblerini birbirlerine ısındırıp onlan bir araya getiren de Odur...» [89]

Nitekim az yukarıda da belirttiğimiz gibi, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Hudeybiyye senesi düşmanların bu isteğine olumlu cevap vermiş ve on yıllık bir saldırmazlık anlaşması yapmışlardı. Bundan amaç kan dökülmesini önlemek, barışa kapıyı açık bulundurmak, kin ve düşmanlığı asgariye düşürmektir.

2 — Haram aylarının girmesi, savaşı bırakmayı gerektirir. Çün­kü eskiden bu Arap müşrikleri arasında pek yaygındı, yani Haram Ayları girince savaşmazlardı. İslâm bu hürmeti uzun süre korumuş­tur. Ancak müşrikler bu aylarda saldırıya geçerse, o takdirde müs­lümanlar da savaşa başlar, bunda bir sakınca yoktur. Bunun gibi, Ha­ram ayları girmeden savaş başlamışsa, Haram Ayları girdiği halde düşman bunu devam ettiriyorsa, o takdirde Müslümanlar da savaşa devam eder.

Haram Ayları bilindiği gibi dörttür : Zilkaade, Zilhicce, Muhar­rem ve Recep.. [90]

 

Düşmanın Âmân Dilemesi :

 

Düşmanın aman dilemesi iki şeyden biriyle gerçekleşir : Ya İslâ-nıiyeti kabul edip Kelime-i Şehâdeti getirmekle, ya da cizye vermeyi taahhüt etmekle..

Kur'ân'da bu husus şöyle açıklanır :

«Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a âhiret gününe inanma­yanlar, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymiyan-lar ve hak dini din edinmiyenlerle, boyun eğip küçülmüş olarak el­den cizye verinceye kadar savaşın.»[91]

Ashabdan Hz. Muğîre (R.A.) meşhur Nihavend Savaşında düş­mana şöyle seslenmişti .

«Ey Allah'ın düşmanları! Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz sizin­le, Bir olan Allah'ı bilip Ona ibâdet edinceye ya da elden cizye ve­rinceye kadar savaşmamızı emretmiştir.»[92]

Böyle bir anlaşmanın belli vakti yoktur. Düşman cizye vermeyi kabul ettiği takdirde, bu akdi bozmadıkça müslümanlarm güveni al­tında sayılırlar. Bozdukları takdirde savaş meşru duruma gelir.

Düşman cizye vermeyi kabul edip gereken anlaşma yapıldıktan sonra müslümanlarm şu hususlara dikkat etmesi ve uygulaması ge­rekir :

a) Onlarla savaşmak haram olur,

b) Mallan canları ve namusları korunur,

c) Hürriyetleri ellerinden alınmaz,

d) Onlara işkence ve eziyet edilmez,

e) Diğer hakları korunur..

Cizye verip îslâm'm hükümranlığını kabul edenlerin dikkat ede­ceği hususlar :

a) Mâlî muamelatta İslâm'ın, koymuş olduğu prensiplere uyarlar. Bu hususta İslâmm gösterdiği ölçülere, koyduğu düzene aynen riayet ederler. Örneğin faiz sistemine kapı açan muamelattan sakı­nırlar.

b) Suç ve cezalarda İslâm'ın koymuş olduğu ahkâma tabi tu­tulacaklarından ona göre, hareket etmeleri gerekir.

Nitekim zina eden Yahudi'nin suçu sabit görüldüğünden, Resû-lüllah (A.S.) Efendimiz tarafından recmedilnıesi emredilmiştir.

Diğer evlenme, boşanma, ibadet ve benzeri konularda kendi inanç ve âdetlerine göre hareket etmeleri serbesttir, dokunulmaz. An­cak bu konularda da İslâm hâkimine başvuracak olurlarsa o takdir­de İslâmî ahkâma göre aralarında hükmedilir.

Nitekim bu husus Kur'ân'da şöyle açıklanıyor :

«Şayet sana gelirlerse, aralarında hükmet, (istersen) kendilerin­den yüzçevir. Yüzçevirecek olursan sana elbette hiçbir zarar vere­mezler. Hükmedecek olursan, aralarında adaletle ve insafla hükmet. Çünkü Allah âdil ve insaflı olanları çok sever.» [93]

 

Cİ ZYE

 

Cizye, «ceza» kökünden türetilmedir. Müslüman Devletin hikâyesini kabul edip vergi verme hususunda gayr-i müslimlerin yü­kümlü tutulduğu mal ve para hisbetidir.

Cizyenin meşruiyeti kitap ve sünnet ile sabit olmuştur :

Kur'ân'da az yukarıda mealini verdiğimiz Tevbe Sûresi 29. âyet cizyeyle ilgilidir.

Sünnete gelince, Abdurrahman b. Avf (R.A.) diyor ki :

— Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Arap Yarımadasında Hecer Mecusîlerinden cizye aldı.»[94]

Ayrıca Resûlüllah (A.S.) Efendimizin Bahreyn Mecusilerinden İkinci Halîfe Ömer'inde İranlılardan, Üçüncü Halîfe Osman'ın Ber-berîlerden cizye aldıkları sahih rivayetlerle sabit olmuştur.

Cizyenin meşruiyetinin sebeplerinden biri, Müslümanlardan alı­nan zekât mukabilinde gayr-i müslim vatandaşlardan cizye, vergi alınması, vergi konusunda adaleti sağlamaya yöneliktir. Çünkü her iki zümre de îslâm bayrağı altında, İslâm'ın himayesinde yaşamak­tadır. Ayrıca onlardan alınan bu vergi karşılığında bir çok hakları korunmaktadır. [95]

 

Cizye Hangi Fertlerden Alınır?

 

Erkeklerden, teklif çağma girmiş, hürriyeti elinde olup kölelik, esirlik kaydı altında olmayanlardan alınır. Bu tarife göre, cizye, ka­dınlardan, çocuklardan, köle ve esirlerden alınmaz. Ayni zamanda akli dengesi yerinde olmayanlardan da alınmaz.

Nitekim İmam Mâlik diyor ki : «Sünnet cizyenin ancak ergen ol­muş hür erkeklerden alınacağını; kadınlardan, çocuklardan ve köle­lerden almmıyacağmı hükme bağlamıştır.»

İkinci Halîfe Ömer (R.A.) de bu sünneti aynen uygulamış ve fe­tih yapan İslâm kumandanlarına şu mealde emirname yazıp gönder­miştir : «Çocuklardan ve kadınlardan cizye almayın, onu ancak saçı-sakalı çıkmış ergen erkeklerden alın..» [96]

 

Kişi  Başına Ne  Kadar Cizye  Alınır?

 

İslâm bu konuda standart bir ölçü koymamıştır. Cizye vermeye razı olan ülkenin ekonomik durumuna göre, yetkili devlet adamı ya da kumandanın takdirine bırakmıştır. Adalete uygun düşeni de bu­dur. Belli bir nisbet konulmuş olsaydı, fakir ülke ezilecek, zengin ül­ke bunun ağırlığını hissetmiyecekti,

Ashab-ı Sünenin yaptığı sahih tesbite göre : Resûlüllah CA.S.) Efendimiz Muâz Hazretlerini Yemen'e gönderdiğinde ona şu emri de vermişti :

— «Ergen olan her adamdan bir dinar veya o değerde bir elbise cizye al!»

İkinci Halife Ömer (R.A.) zengin ülkelere başeğdirdiğinde, adam başına dört dinar veya kırk dirhem cizye koymuştur.

Nitekim tabiinin ileri gelen ilim adamlarından Mücahid'e soru­luyor : «Neden Şam halkından adam başına dört dinar, Yemen halkından bir dinar alınıyor?»   O şu cevabı vermiştir:    «Bu, tamamen ekonomik duruma bağlıdır.»[97]

İmam Ebû Hanîfe ve bir rivayete göre İmam Ahmed b. Hanbel bu rivayeti sened olarak almışlar ve ona göre ictihadlannı yürütmüş­lerdir. Bu iki imam şöyle bir tesbitte bulunmuşlar : Zenginlerden 48 dirhem, orta hallilerden 24 dirhem, fakirlerden 12 dirhem alınır. Ta­bii bu nisbet senelik vergi olarak belirlenmiştir.

İmam Şafiî'ye göre, cizyenin en az nisbeti bir dinardır. Fazlası için bir sınır yoktur. İslâm devleti, boyun eğdirdiği ülkenin ekonomik durumuna göre, bir dinardan aşağı olmamak üzere bir takdirde bu­lunur. İmam Ahmed'in de bu görüşte olduğu başka bir rivayet yo­luyla bilinmektedir.

İmam Mâlik'e göre, cizyenin ne az, ne de çok nisbetine bir ölçü koymak doğru değildir, günün ve ülkenin şartlarına göre, ayarlanır. Ama hiçbir fert gücünün yetmiyeceği bir nisbeti vermekle zorlanamaz.

Ahnef b. Kays'in yaptığı tesbite göre, Hz. Ömer (R.A.) İslâm bay­rağı altına girmeyi kabul eden gayr-i müsümlerden cizye vergisi dı­şında, İslâm askerlerine bir gün bir gece ziyafet vermelerini ve bir de ülkedeki yıkık köprüleri onarmalarını, ihtiyaç hissedilen yerlerde köprü yapmalarını, yolları düzeltmelerini de bir mükellefiyet ola­rak koymuştur. Onların ülkesinde bir Müslüman öldürülecek olursa, diyetini tam ödemelerini de hükme bağlamıştır.

Eslem'in yaptığı tesbite göre, Şam sakinlerinden bir grup insan Hz. Ömer'e başvurarak, müslümanların kendilerine uğradıkları za­man koyun, tavuk gibi şeyleri kesmelerini istedikleri ve bu hususta bazen ciddi emir verdikleri oluyor, şeklinde şikâyette bulunmuşlar. Hz, Ömer (R.A.) «Hayır onların istediklerini değil, kendi yiyeceğiniz ne ise ondan ikram ediniz..» diye emir vermiştir.

Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Kitap Ehline şefkatla mua­mele edilmesini, güç getiremiyecekleri şeylerin teklif edilmemesini tavsiye etmiştir. İbn Ömer (R.A.) diyor ki ; «Peygamberimizin (A.S.) en son tavsiyelerinden biri şu olmuştur : Vatandaşlık hakkını tanı­dığım gayr-i müslimler hakkındaki güveni muhafaza edin!»[98]

«Kim bir muahide (= İslâm Devletine bir vergi Ödeyerek kendi­ni korutmakta olan gayr-i müslim) zulmeder veya ona güç getiremi-yeceği şeyi yüklerse, herhalde ben onun savunucusu olurum.»[99]

 

Cizye Kimlerden Düşer :

 

Gayr-i müslimlere vatandaşlık hakkı tanıdıktan sonra belli bir nisbette alınan vergiye cizye deniliyordu. Bu bir bakıma Müslüman­ların verdiği zekât dikkate alınarak konulmuş bir vergidir.

Ancak gayr-i müslim vatandaş İslâm'a girip Kelime-i Şehadeti getirirse, o takdirde cizye denilen vergi kalkar, bu defa zekât ver­mekle yükümlü olur.

Sahih rivayete göre :

Yahudi muahidlerden biri İslâm'a girdiği halde yine de kendi­sinden cizye istenmişti. Yahudi ben Müslüman olmadan önce korun­mam için bu vergiyi veriyordum; şimdi ise İslâm'a girdim, İslâm'ın kendisi zaten koruyucudur ve sığınmaktır, diyerek itiraz etmişti. Bu­nun üzerine durum İkinci Halîfe Hz. Ömer'e bildirilmiş, o da İslâm'­ın kendisinin koruyucu olduğunu, İslâm'a girenden artık cizye alın-mıyacağmı bildirmişti.[100]

Cizye yalnız Gayr-i Müslim Vatandaşlardan değil, İslâm Devle­tine vergi vermeyi kabul edip kendi ülkesinde idari bakımdan bağım­sız olanlardan da alınır. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Nec-ran Hıristiyanlanna kendi ülkelerinde müstakil bir idare altında bu­lunmalarına izin vermiş ve her yıl gereken cizyeyi de almıştır. Çün­kü bu vergi bir bakıma yine onları korumaya yöneliktir. Bu tecavü­ze uğradıkları takdirde İslâm Devleti o tecavüzü defetmekle yüküm­lüdür. [101]

 

Gayr-İ Müslimîerle Yapılan Bu Tür Sözleşme Ne İle Bozulur?

 

İslâm Devleti onlardan vergi alıp onları himaye ederken, bazı şartları beraberinde getirir. Onlar o şartlara bağlı kaldıkları sürece İslâm'ın himâyesi altında kabul edilirler. Şartlan şöyle sıralıyabiliriz :

a) Müslümanlardan birini, toplanıp öldürdüklerinde,

b) Kötü  davranışlarından ve düzene uymadıklarından  dolayı hâkim karar verdiğinde,

c) Müslümanlar arasında fitne çıkartmaya çalıştıklarında,  

d) Müslüman kadınla zina ettiği sabit olduğunda,               

e) Cinsel sapıklıkta bulunduklarında,                                   

f) Yol kestiklerinde, devletin güçlerine karşı koyduklarında,

g) Başka devlet adına casusluk yaptıklarında,

h) Casusluk yapanları himaye ettiklerinde,

i) Allah'a veya Peygambere ya da Kur'ân'a dil uzattıklarında yapılan anlaşma hükümsüz kalır, İslâm himayesinden çıkarılırlar.

Nitekim büyük sahâbi İbn Ömer'e, «Falan rahip vatandaşımız ol­duğu halde Peygamberimize dil uzattı.» denildiğinde, İbn Ömer (R.A.) onu öldürmek gerekir. Çünkü biz onlara, kutsal değerlerimi­ze dil uzatsınlar diye eman vermedik.» demiştir.

Gayr-i müslim bir vatandaş yukarıda belirtilen hususlardan bi­rini işlerse, onun vatandaşlık hakkı kalkar, çoluk çocuğun hakkı de­ğil. [102]

 



[1] Buharı - Müslûm : Ebû Hüreyre (R.A.)'den.

[2] Bakara Sûresi : 190.

[3] Ebû Davut - Tirmizi - Nesaî - Ahmed b. Hanbel ; Sa'd b.  Zeyd  (R.A.).

[4] Bakara Sûresi : 246.

[5] Bakara Sûresi : 193.

[6] Nisa, Suresi : 75.

[7] Nisa, Sûresi : 76.

[8] Enfal Sûresi : 6i.

[9] Bakara Sûresi : 256.

[10] Yûnus Sûresi : 99.

[11] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/348-351.

[12] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/352.

[13] Enfal Sûresi : 2-3.

[14] Tür Sûresi : 48.

[15] Zuhruf Sûresi : 89.

[16] Hicir Sûresi : 85.

[17] Câsiye Sûresi: 14.

[18] Mü'minûn Sûresi i 96.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/352-353.

[19] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/353.

[20] Enfâl Sûresi ı 30.

[21] Hacc Sûresi : 38-3S-40.

[22] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/354-355.

[23] Bakara Sûresi : 216.

[24] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/355.

[25] Tevbe Sûresi  122 –123.

[26] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/355-356.

[27] Enfâl Sûresi i 45.

[28] Enfâl Sûresi ; 15- 16.

[29] Buharı :îbn Abbas  (R.AJ'dan.

[30] Tevbe Sûresi: 38 – 39.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/356-358.

[31] Tevbe Sûresi; 91.

[32] Buharı - Müslim : îbn Ömer (R.A.)'dan.

[33] Ahmed b. Hanbel - Euharî: Hz. Âişe (R.A.)'dan.

[34] El-Vahidî - Süyuti - Nisa Sûresi: 32.

[35] Buhari - Müslim ve Ashab-ı Siyer.

[36] Sahih-i Müslim - Ebû Dâvud - Tirmizî: Enes (R.A.)'den.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/358-360.

[37] Buharı - Müslim : îbn Mes'ud (R.A.)'den.

[38] Buharı - Ebû Dâvud - Nesâi - Tirmfel: İbn Ömer (R.A.)'den.

[39] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/360-361.

[40] Ahmed b. Hanbel - Müslim : Ebû Katade hadîsinden.

[41] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/361-362.

[42] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/362-363.

[43] Ahmed bin Hanbel Müsnedi: 3/82 – 266.

[44] Tevbe Sûresi : 111.

[45] Et-Terğib ve't-Terhib.

[46] Ahmed bin Hanbel.

[47] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/363-364.

[48] Tirmizî - Sened-i Sahih ile.

[49] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/365.

[50] Müslim - İmaret bahsi : 186 - Buhari ~ İmân bahsi : 18 - Tirmizi - Birr bah­si i 3 - Ahmed b. Hanbel Müsnedi1:1/41 – 418.

[51] Ashab-ı Sünen - Sened-i sahihle rivayet etmişlerdir.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/365-366.

[52] Kütüb-i Sitte'den beşi rivayet etmiştir – Sahihtir.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/367.

[53] Müslim - İmaret bahsi : 166 - Buharı - îmân bahsi : 18 - Tirmizî - Birr bah­si i 3 - Ahmed b. Hanbel Müsnedü; 1/41 – 418.

[54] Ashab-ı Sünen - Sened-i sahihle rivayet etmişlerdir.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/369-370.

[55] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/370.

[56] Ashab-ı Sünen : Ebû Mûsâ (R.A.)'den.

[57] Ebû Dâvud – Nesâî.

[58] Buharı- Ömer b. Hattab (R.A.)'den.

[59] Müslim - Ebû Davud - Tirmizî - İbn Mâce - Ahmed b. Hanbel : Sehl'den.

[60] Fıkhı's-Sünne ; 2/635.

[61] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/371-372.

[62] Sahîh-i Müslim : Selmân (R.A)'den.

[63] Ebû Dâvud - Tirenizi - îbn Asâkir : Fazâle b. Ubeyd'den.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/372-373.

[64] Ahmed bin Hanbel - İmam Şafii.

[65] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/373-374.

[66] Ashab-ı Süntfn - Sened-i Sahihle.

[67] Ebû Dâvud : Enes (R.A.)'den.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/374-375.

[68] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/375-376.

[69] Buhari - Müslim : Ebû Hüreyre (R.A.)'den.

[70] Buharî - Müslim : Hz. Ali (R.A.)'den.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/376-378.

[71] Buharı hariç beşi rivayet etmiştir.

[72] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/378-379.

[73] Ebü Dâvud - İbn Hibbân - İbn Asâkir : Sehb. Sa'd (R.A.) 'den.

[74] Enfâl Sûresi ; 9.

[75] Kutüb-i Şilteden üçü rivayet etmiştir.

[76] Ashab-ı Sünen.

[77] Buharı = Müslim.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/379-381.

[78] Enfal Sûresi: 15 –16.

[79] Buharı - Müslim - Ebû Dâvud - Nesâi: Ebû Hüreyre (R.A.)den.

[80] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/381-383.

[81] Sahih-i Buhari - Câbir (R.A.)'den.

[82] Sahih-i Müslim : Ümmü Gülsüm (R.A.)'den.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/383-384.

[83] Enfal Sûresi i 65.

[84] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/384-385.

[85] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/385-386.

[86] Sahîh-i Buhari.

[87] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/386-387.

[88] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/387-388.

[89] Enfâl Sûresi .60-61.

[90] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/388-390.

[91] Tevbe Sûresi: 29.

[92] Buharî: Muğîre (R.A.)'den.

[93] Mâide Sûresi; 42.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/390-391.

[94] Buharî – Tirmizî.

[95] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/391-392.

[96] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/392.

[97] Sahîh-i Buhaii.

[98] Fıkhü's-Sünne : C. 2/688.

[99] Fıkiıü's-Sünno : C. 2/668.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/392-394.

[100] Ahmed b. Haabel -. Ebû Daâvud : İbn Abbas'dan merfuan.

[101] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/394.

[102] Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/394-395.