Allah Yolunda Cihâd Beş Şeyle Gerçekleşir :
İslâm'da Cihâdın Ana Vasıtası :
Cihâdın Farziyeti Günün Şartlarıyla Belirginleşir :
Cihad Ne Zaman Farz-İ Ayn Olur?
Cihâd Müslümanlardan Kimlere Vâcibdir?
SAVAŞA ÇIKMAK İÇİN
ANA-BABANIN MÜSAADESİNİ ALMAK
Savaş İçin Kâfirlerden Yardım İstenir Mi?
Allah Yolunda Cihâd Edenin Cennetteki Derecleri :
Allah Sözü Daha Yüce Olsun Diye Cihâd Etmek :
Askeri Sevk Ve İdare Eden Kumandana Gereken Hususlar :
Peygamber (AS.) Efendimizin Bir Yere Hareket Edem Orduya
Tavsiyeleri :
İkinci Halîfe Ömer (R.A.)'in Orduya Tavsiyesi :
Savaşa Başlamadan Önce Duâ Etmek :
SAVAŞTA EMİR VERİLMEDİKÇE GERİYE DÖNMEMEK
Savaşta Hile Ve Yalana Cevaz Var Mıdır?
Savaşta Düşman Kuvveti İki Mislini Aşarsa..
Savaşta Mü'minlerin Dikkat Edecekler Hususlar :
Savaşta Düşmana Gece Baskım Yapmak :
Cizye Hangi Fertlerden Alınır?
Kişi Başına
Ne Kadar Cizye Alınır?
Gayr-İ Müslimîerle Yapılan Bu Tür Sözleşme Ne İle
Bozulur?
İslâm'da genel kural
olarak, barış esastır; savaş arızî ve istisnaîdir. O halde aşağıda belirtilen
şartlar gerçekleşmedikçe savaşmak, barışı bozmak, esas kuralı kaldırmak
demektir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ashabına, «(Savaşmak için) düşmanla
karşılaşmayı temenni etmeyin. Ancak onlarla karşılaştığınız zaman (arka
çevirmeyin), sabredip (düşmanın mukavemetini kırın)!» buyurarak, savaşın her
zaman arzulanan bir şey olmadığını, aslolan barış ve huzurun devamını sağlamayı
hatırlatmak istemiştir.[1]
Ancak :
a) Vatan,
millet, can, mal ve namusa saldırmak isteyenler ortaya çıktığında veya
bu yolda ciddi bir plân hazırladıkları kesinlikle öğrenildiğinde,
b) însanları Allah yoluna, ahlâk ve fazilete davet
edenleri bu hizmetten alıkoymaya çalışanlar fiilî duruma geçtiklerinde savaşmak
farz olur.
Birinci şartın şu
âyetten istidlal edildiğini söyliyebiliriz :
«Sizinle savaşmaya
kalkışanlarla Allah yolunda (Onun rızası uğrunda) savaşın, aşırı gitmeyin.
Çünkü herhalde Allah aşırı gidenleri sevmez.» [2]
Bu konuda Resülûllah
(A.S.) Efendimizde şöyle buyurmuştur :
«Kim malından dolayı
Öldürülürse o şehîddir. Kim kanından dolayı Öldürülürse, o şehîddir. Kim
dininden dolayı öldürülürse o şehîddir, Kim de çoluk-çocuğundan dolayı
öldürülürse o da şehîddir.»[3]
Kur'ân'da savaş'm
sebeblerinden biri şöyle açıklanıyor :
«Bize ne olmuş da
Allah yolunda savaşmıyalım ki memleketimizden ve çocuklarımızdan çıkarılıp
uzaklaştırıldık.» [4]
Fitne ortaya çıkmayıp
yalnız Allah'ın dini ortada kalıncaya kadar onlarla savaşın! [5]«Ve
eğer (fitne ve saldırıdan) vazgeçerlerse, (artık dokunmayın). Zulmedenlerden
başkasına karşı düşmanlık söz konusu değildir.»
O halde zulüm yapmak
için savaşa hazırlananlarla, haklan çiğneyip ortalığı fitne ve fesada boğmaya
çalışanlarla savaşmak vâcib-dir. Çünkü İslâm güçlü olduğu takdirde dünya
nizamını korumakla yükümlüdür. Özellikle kendi müntesiplerine bir saldırı ve
fitne söz konusu ise, müslümanların varlığını, düzenini korumak için savaş
meşru' kabul edilir.
Cana kasdeden düşmanı
savmak için savaşmak-bütün semavi dinlerde meşru' bir emirdir. Mezheplerin de
görüşü bu doğrultudair. Bu bakımdan müslümanlara karşı düşmanca davranmıyan,
sal-ırmayı plânlamıyan milletlere karşı savaş açmak caiz değildir. Çimil bu
bir bakıma zulüm ve haddi tecâvüz sayılır. Allah (C.C.) ise m konuda haddi
aşanları sevmediğini açıklamıştır. Sevmediğine göle, bu husustaki âyet muhkemdir,
kaabil-i nesh değildir. Çünkü had-li aşmak zulümdür, Allah (C.C.) ise zulmü hem
kendisine, hem in-ianlara haram kılmıştır.
Görüldüğü gibi, savaşı
meşru hale getiren sebeplerden biri, mü'-ninler arasında fitne çıkarmak,
onların hürriyetini ellerinden almaktır. Bu ise zulümdür. Zâlimin zulmünü
-yetecek' kuvvet bulunduğu takdirde- durdurmak, fitneyi kaldırmak,
hürriyetleri tecâvüzden korumak farzdır.
Nisa sûresinde bu
husus şöyle açıklanıyor :
«Size ne oluyor da
Allah yolunda ve «Rabbimiz! Halkı zâlim ve zorba olan şu ülkeden bizi çıkarıp
kurtar ve kendi katından işlerimizi düzene koyacak bir sahip ve kendi
tarafından bize bir yardim-jci gönder» diyen zavallı erkekler, kadınlar ve
çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?» [6]
«îmân edenler Allah
yolunda savaşırlar; inkâr edenler, Tâğut (bâtıl, zulüm ve azgınlık) yolunda
savaşırlar. O halde siz şeytanın dostlariyle savaşın. Doğrusu şeytanın hilesi
pek zayıftır.» [7]
îslâm düşmanları,
savaşmaktan vazgeçip barışa yanaşırlarsa o takdirde barış daha hayırlı kabul
edilir. Kur'ân bu hususu çok duyarlı bir cümleyle açıklıyor :
«Eğer düşmanlarınız
barışa meylederse, sen de yanaş ve Allah'a dayanıp güven. Şüphesiz ki Allah
işitir ve bilir.»[8]
Bütün âyet ve
hadislerden anlıyoruz ki, savaşa sebep küfür değil, onun saldırganlığı,
fitnesi, hürriyetlere tecâvüzü ve Allah yolundan alıkoymaya çalışması sebep
kabul edilmiştir.
Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, öldürülmüş bir kadına rastladığında, «Bu kadının öldürülmesi,
savaştığı için değil, çünkü savaşacak durumda değil..» buyurmuş ve üzüntülerini
belirtmişlerdi. Kadın müşrike olmakla berebar savaşan müşriklerle birlikte savaşa
katılmadığı için Peygamber onun öldürülmesini haram kabul etmiş ve bu gibi
ölçüsüz davranışları kınamıştı.
Bunun gibi, Efendimiz
(A.S.) hangi savaşa bizzat katılmış veya katılmayıp asker göndermişse, savaşa
katılmayan düşman kadınlarına, çocuklarına, din adamlarına dokunmamış ve
dokunulmama-sı için ihmal etmeden gereken emir ve tavsiyeleri vermiştir.
Çünkü İslâm'a göre,
dine sokmak için savaşılmaz, kimse dine girmek için zorlanmaz. Kur'ân'da bu
husus iki yerde gayet açık biçimde belirtilmiş ve mü'minlerin dikkati
yeterince konuya çekilmiştir.
«Dinde hiçbir zorlama
yoktur. Gerçekten hak batıldan, doğru eğriden, iyilik kötülükten iyice
ayrılmıştır.»[9]
«Rabbin dileseydi,
yeryüzünde bulunan kimselerin hepsi birbiri geriye kalmamak üzere imân
ederlerdi. (Hikmet ve gerçek) bu olunca, insanları inanan kişiler olmaya sen
mi zorlayacaksın?»[10]
Siyer ve tarih
kitapları bize şu gerçeği her vesileyle bildirmektedir : Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz devrinde olsun, dört halîfe devrinde olsun savaşlarda elde edilen
esirlerden hiçbiri İslâm'a girmek üzere zorlanmamış, sadece imân etmeleri için
kendilerine nezaketle öneride bulunulmuştur. Kabul edenler dinde kardeş sayılmış,
etmi-yenlerden kurtuluş akçesi alınarak -burunları bile kanamadan- serbest
bırakılmışlardır.
Nitekim Ebû Hüreyre
(R.A.) anlatıyor :
— Savaşta Sümate el-Haneü adında bir adam esir
düşmüştü Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona uğradı ve sordu :
— Ya Sümâte, ne düşünüyorsun?
O da Peygamberimize şu
cevabı verdi :'
— Öldürmek istersen, kan sahibini
öldürürsün, lütfedip öldür-mezsen,
teşekkür edeni bulursun; mal ister isen kurtuluş akçesi olarak istediğini
vermeye hazırız.. [11]
Cihâd, sözlükte «cehd»
kökünden türetilen bir masdardır ki, bir konu hakkında bütün güç ve enerjiyi
ortaya koymak, olanca gayreti sarfetmektir. Dini terim olarak : Allah'ın
dinini yaymak; dine karşı çıkıp onun nurunu söndürmek istiyenleri te'sirsiz
hale getirmek, bu uğurda canla, başla, malla ve kalemle hizmeti sürdürmektir.
Dini yaymak, kalbleri dine
ısındırmak, küfrün, tuğyanını durdurmak, günün şartlarına, gelişen metotlarına
göre uygulanır. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi, hiç bir fert, toplum ya
da millet silâh tehdidi altında dine sokulmaz. Çünkü din ve dindarlık akıl,
vicdan, ilim ve irfan işidir. îslâm, ilimle sahneye ayak basmış, onunla dâvasını
yürütmüş ve onunla sonuç almaya çalışmıştır. Fitne ve saldırganlığı sanat
edinenleri de önce barışa davet eder, kabul edilmediği takdirde, insanlığın ve
dinin, ahlâkın adalet ve faziletin selâmeti adına savaşa başvurup tenkil etmeye
yönelir. [12]
1 — Sağlam köklü bir imân,
2 — Dayanma ve sabır,
3 — Kusur ve günahlar üzerinde durmamak, teslimiyet gösterenleri bağışlamak, ilâhî
rahmet havasını estirmek,
4 — İnkarcıların yüz çevirmelerine, alaylı tavırlarına
aldırış etmeyip hizmeti sürdürmek,
5 — Güzel söz, Örnek davranış sergilemek..
Kur'ân cihâdın bu
mânevi vasıtalarını şöyle açıklıyor :
— «Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri titrer; âyetleri okunduğu
zaman bu onların imânım artırır ve Rablerine güvenip dayanırlar; namazı
kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcarlar.»[13]
— «Babbin hükmüne (Onun buyruğu takdiri yerine gelinceye
kadar) sabret. Şüphesiz ki sen bizim nezaretimiz altındasın..»[14]
— «Bunlar imân etmiyen bir millettir» denilmesi
üzerine, Allah : «Onlara pek aldırış etme, geç selâmet dile, yakında (gerçeği)
bileceklerdir.» [15]
-— «O halde onları
bağışla da giizel-tatlı davranmaya devam et..»[16]
— îmân edenlere söyle : Allah'ın
günlerinin (geleceğini) um-mayanlann (sataşma ve üzücü
hareketlerine) pek aldırış etmesinler. Çünkü Allah her millete ancak
kazandıklarına göre karşılık verir.»[17]
— Kötülüğü en güzel ve uygun olanı ile sav.
Onların vasfcde geldiklerini herhalde biz daha iyi biliriz.»[18]
İslâm'da cihâdın ana
vasıtası Kur'ân'dır ve bir de Kur'ân'm ruhunu mayasına dayalı olan ilim,
kanıt, delil ve sağlam mantıkîn1. Kur'ân'ı yeterince bilmiyen, mantığı
işlemiyen, ilim sahibi olmayan kişilerin cihâdda öncülük yapması söz konusu
değildir. Bunlar ancak, belirtilen hususlarda söz sahibi olan kişilere uyarak
cihâdı sürdürebilirler. Çünkü cihâdın bir kanadını sağlam ölçülere dayalı olan
irşad oluşturur.
Yukarıda da görüldüğü
gibi cihâdın gerçekleşmesine medar olan beş şey de tamamiyle Kur'ân'a ve irşâd
metoduna dayanmaktadır. [19]
Bilindiği gibi,
Peygamber (A.S.) Efendimiz Mekke'de iken, müşriklerin her türlü azgınlık,
saldırı, işkence ve hezeyanlarına karşı gizli bir mücahede ve mücadele vermiş,
her şeyden önce İslâm'ın gücünü meydana getirmeyi, müslümanları çoğaltmayı ve
dâvaya inandırmayı planlamıştır. O, yüksek dehası ve aldığı ilâhî vahiy
üzerine bu plânım çok kademeli fakat sabırla uygulamaya koyulmuş, saldırılara
saldırıyla cevap vermemiştir. Çünkü ortam ve şartlar Onun ve İslâm'ın aleyhine
idi. Bunun için gizli, kapalı, plânlı bir cihâd sürdürülmüş, günün şartlarını
hiçbir zaman dikkatten uzak tutmamıştı.
O bakımdan Mekke'de
cihâd ile ilgili bütün emir ve tavsiyeler, Kur'ân'm açık mu'cizesi, Hz.
Muhammed (A.S.) yüksek şahsiyeti ve varlık alemindeki ilâhî kudretin yüceliğine
delâlet eden belgeleri ser-giliyerek yapılmaya yönelik bulunuyordu.
Müşriklerin saldın ve
ezası artıp şiddetlendi ve yapılacak başka bir uygulama kalmayınca hicret emri
geldi. Çünkü bu dönemde açık bir cihâda imkân yoktu.
Kur'ân o günleri
hatırlatarak diyor ki :
«O küfredenler seni
bağlayıp tutuklamayı, veya öldürmeyi ya da bir yere sürmeyi plânlayıp tuzak
kuruyorlardı. Onlar böyle bir tuzak kurarken Allah onların tuzağını bozuyor,
hilesini boşa çıkarıyordu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır (tuzak
kuranların tuzağını başlarına geçirir).»[20]
Peygamber (A.SJ
Efendimizi Medine'ye hicret edip yerleştikten ve yeni İslâm'a girenlerle bir
güç oluşturduktan, şehir devletinin yazılı anayasasını meydana getirdikten
sonra herhangi bir saldırıya karşı koyacak duruma gelmiş oldu. Bu bakımdan
cihâda izin veren ilk âyet şu mealde indi :
«Şüphesiz ki Allah
imân edenlerden azgın müşriklerin, sapık inkarcıların) gaile ve saldırısını
savar. Çünkü Allah hainliği sanat edinip nankörlüğü benimseyen hiç kimseyi
sevmez.
Kendileriyle savaşıp
zulme uğrayanlara savaşmaları için izin verilmiştir. Şüphesiz ki, Allah'ın
onlara yardımda bulunmaya kudreti yeter.
Onlar ki haksız yere ve
sadece «Allah Rabbimizdir..» dedikleri için yurtlarından çıkarıldılar. Ve eğer Allah
insanların bir kısmının (şerrini) diğev bir kısmıyla savmamış, olsaydı,
herhalde manastırla, kiliseler, havralar ve içinde Allah ismi çokça anılan
nıescidler yıkılıp yok olurdu ve herhalde Allah kendi (diline) yardım edenlere
yardım edecektir. Şüphesiz ki Allah çok güçlü ve çok üstündür.[21]
Görüldüğü gibi bu
âyetlerle savaşa üç sebepten dolayı izin ve rihniştir :
1 — Zulme uğramak ve yurtlarından çıkarılmak,
2 — Savaş meşru
kılınmamış olsaydı, azgınlar yeryüzündeki bütün mâbedleri
yıkıp yakarlar, hiçbir hak ve vecibe tanımazlardı. Bunun için azgınlığı,
haklara tecâvüzü durdurmak,
3 — Yeryüzünde namaz kılınmayı, zekât verilmeyi, iyilikle
emretmeyi, fenalıktan men'etmeyi yerleştirmek için savaşmak meşru' dür. [22]
îslâm biraz güç
bulunca, önce savaşa -saldırıyı durdurmak, masum insanları korumak, azgınlığı
bertaraf etmek için- izin verildi. Aradan bir süre geçtikten sonra îslâm
düşmanları Allah'ın yeryüzündeki nurunu söndürmek, son dini kökünden kesip
atmak için bir takım hazırlıklara giriştiler. Bunun üzerine sadece savaş izni
yeterli bir çare olarak kalmadı, ikinci bir emirle savaş mü'minlere farz
kılındı :
«Savaş, (insanî
duygularınızdan ve ilâhî rahmeti yansıtan bir ümmet olmanızdan dolayı)
hoşlanmadığınız halde size farz kılındı. Hoşlanmadığınız bir şey sizin için
hayırlı olabilir; sevdiğniz bir şey de sizin için şer olabilir. Allah bilir,
siz ise bilmezsiniz.» [23]
Böylece savaş, diğer
bir tabirle açıktan cihâd mü'minlere farz kılınmış olur. Bu emir şunu
hatırlatıyordu : İslâm'a karşı çıkan, onun faaliyetini durdurmaya kalkışan,
haklara tecâvüz eden, dini hürriyeti kısıtlayan müşriklerle herhalde
savaşılacaktır. Artık savaşı göze alan inkarcı sapıklar bu gibi davranışlarda
isterlerse bulunsunlar, hiç tereddüt edilmeden mü'minlerden sert bir karşılık
göreceklerdir. [24]
«Farz-ı kifâye»den
maksat, mü'minlerden bir kısmının o vecîbeyi yerine getirmesiyle diğerlerinin
üzerinden kalkmış olur.
Bu mânayla, cihâd
bütün mü'minlere farz-ı ayn değil, farz-ı ki-fayedir. Bunda cumhurun ittifakı
vardır. Ancak düşman çok güçlü ve topyekûn seferber olur da savaşa
hazırlanırsa, o takdirde mü'min-lerin de topyekûn savaşa hazırlanmaları ve
katılmaları -bazı istisnalarla- gerekir.
Kur'ân'da bu husus
şöyle açıklanmaktadır :
«Mü'minlerin toptan
(hiç kimse geriye kalmamak şartiyle) savaşa çıkmaları uygun değildir. Her grup
tkabile ve yöre) savaşa çıkarken aralarından birkaç kişinin dinî ilimleri
(gereken bilgileri) öğrenmeleri ve (savaşa çıkanlar) geri döndükleri zaman
-sakınsınlar diye- kavimlerini bu hususta uyarmaları gerekmez mi?»
«Ey iman edenler;
Kâfirlerden size yakın olanlarla savaşın. Onlar sizden sertlik ve üstün gayret
(azmini) görsünler. Bilin ki, Allah kötülüklerden, haksızlık ve
adaletsizlikten, sakınıp korunanlarla be-ramerdir.»[25]
İbn Abbas'dan
Buharînin naklettiği rivayette «infîrü süba-tîn» emrinden maksad",
bölükler halinde savaşa çıkmaları, müfrezeler halinde savaş taktiğini
uygulamaları emrediliyor. Tabii bu emir, günün şartlan elverdiği takdirde
uygulanır.
Nitekim Peygamber
(A.S.) Efendimiz de Arap kabilelerinden bir kısmını tenkile Ashabın hepsini
değil, bazı müfrezeleri hazırlayıp göndermiştir. Çünkü eli silâh tutanların hep
birden savaşa çıkması ve durmadan şu ve bu kabileyle, milletle savaşması,
işlerin aksamasına, hayatın durmasına, dinî konuların askıya alınmasına, ilmî
çalışmaların kesintiye uğramasına sebep olacağı münakaşa götürmez bir
gerçektir, İslâm Dini ise, savaşı belli sebeplerle meşru sayar ve daha çok
barışa, ilmî çalışmaya, dinin yayılmasına, neslin ciddi biçimde eğitilmesine
yönelir, önem verir. [26]
Normal zamanlarda,
yani düşmanın tam bir istilacı güçle değil, belli çaptaki kuvvetle savaşa
hazırlanması durumlarmda, mü'min-lerden onları alt edecek, saldırılarını
savacak kadar kişilerin savaşa çıkması gerekirdi ki buna farzi kifâye
deniliyordu.
Düşman topyekûn
seferberlik ilân eder ve bütün güçlerini oluşturup istilâcı bir niyetle savaşa
hazırlanırsa, o takdirde mü'minler-den ergen olup eli silâh tutanların hepsinin
savaşa çıkması farz olur ki buna «farz-i ayn» denilir.
Bir de savaşa katılan
kişiler düşman karşısında mevzilendiği takdirde artık geri dönüş yoktur,
katılanların hepsinin savaşması fan olur. Ayrıca bir tarafa gönderilen bir
müfreze, ya da daha geniş çapta bir birlik düşman il& karşılaşır ve savaş
kaçınılmaz olursa, o takdirde mevcut askerimizin düşman ile savaşabilecek bir
gücü mevcutsa, o takdirde hepsini fülen savaşa katılması gerekir.
Kur'ân'da bu hususlar
şöyle açıklanıyor :
«Ey imân edenler!
(Savaşmak üzere çıkan) bir düşman topluluğu ile karşılaştığınız vakit,
(korkmayın) sebat edin; Allah'ı çokça anın ki kurtuluşa eresiniz.»[27]
«Ey imân edenler!
(Savaş için çikdığınzda) yavaş yavaş ilerlerken kâfirlerle karşılaştığınız zaman
onlara arka çevirmeyin.
«Kim o gün -savaşmak
için bir tarafa veya diğer bir fırkaya ulaşıp mevzilenmek dışında- onlara
arkasını döndürürse, şüphesiz ki, Allah'ın gazabına uğrar ve onun yurdu
cehennemdir. Orası ne kötü bir uğraktır.»[28]
Bu durumda düşman ordusu
îslâm şehirlerinden birini kuşatırsa şehirde bulunanlardan eli silâh
tutanların hepsinin savaşması farz olur. Tabii düşmana karşı koyacak bir
güçleri varsa, bu böyledir. Karşı koyacak bir güçleri yoksa, körükörüne
savaşıp ölmelerine gerek yoktur, İslâm güçleri gelinceye kadar savunmaya
geçmeleri veya benzeri bir taktik uygulamaları daha iyi olur.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz âyetin ışığı altında şöyle buyurmuştur :
«Mekke fethedildikten
sonra artık hicret yoktur, ama cihâd ve niyet vardır. Savaşa çıkmanız sizden
istenildiğinde herhalde çıkınl»[29]
Kur'ân'da bu konuya
ağırlık kazandırılarak şöyle Duyuruluyor:
«Ey imân edenler! Size
ne oluyor ki, «Allah yolunda seferber
olun!» denildiği zaman
ağırlaşıp kalıyorsunuz? Yoksa âhiretten (yüz çevirip) dünya hayatına mı razı oldunuz? Dünya
hayatının yarar ve geçimliği âhirete oranla, pek azdır.»
«Eğer seferber olup
çıkmazsanız. O sizi elem verici bir azapla azâplandınr ve yerinize başka bir
millet getirip koyar da siz Ona hiçbir zarar veremezsiniz. Allah'ın her şeye
hakkıyle gücü yeter.»[30]
Allah ve millet uğrunda
savaş, diğer bir deyimle Allah yolunda cihâd, şu sıfatlan kendinde taşıyan
kişilere vâcibdir :
a) Müslüman olmak,
b) Erkek olmak,
c) Aklı dengesi yerinde olmak,
d) Savaşacak sağlığa sahip olmak,
e) Savaşta kendi nafakası île geriye bıraktığı çoluk
çocuğun nafakası te'min edilmiş bulunmak..
O halde savaş, diğer
bir tabirle Allah yolunda cihâd, gayr-i müs-limlere, kadınlara, çocuklara, aklî
dengesi bozuk onlanlara, hasta ve sakatlara vâcib değildir. Bunların geri
kalmasında bir vebal ve günah söz konusu değildir.
Kur'ân'da bu
husus açıklanarak buyuruluyor ki :
«Zayıflara, hastalara
ve (savaşta) sarf edeceklerini bulamıyan-lara, -Allah'a ve Peygamberine bağlı
kalıp hayırlı davrandıkları takdirde- bir sorumluluk ve sakınca yoktur.
İyilikte bulunmayı prensip edinenleri kınamaya yol yoktur. Allah çok bağışlayan
ve çok merhamet edendir.»[31]
Bu konuda îbn Ömer
(R.A.) diyor ki:
«Uhud savaşma
çıkıldığı gün beni Peygamber (A.S.) Efendimize sundular, savaşa çıkmak
istiyordum. Yaşım 14 idi. Çık .ama izin vermedi. [32]
Hz. ÂişeCR.A.)
Validemiz :anlatıyor :
Peygamber (A.S.) Efendimize sordum, dedim ki :
— Kadınlar üzerinde cihad vecibesi var mıdır?
Cevap verdi :
— İçinde savaş olmayan cihâd onlara farzdır.
Hac ve Umre.[33]
Ezvâc-i Tahirattan Hz.
Ümmü Seleme anlatıyor : Peygamber (.A.S.) Efendimize sordum, dedim ki :
— Ey Allah'ın Peygamberi! Erkekler savaşıyor,
kadınlar savaşmıyor ve bize mirasta erkeklerin yarısı veriliyor?!
Bunun üzerine şu âyet
indi :
«Allah'ın kiminizi
kiminizden üstün kıldığı hususları temenni edip durmayın. Erkeklere
kazandıklarından bir pay; kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Siz
Allah'tan bol nimetini, cümert-çe ihsanını isteyin. Şüphesiz ki Allah her şeyi
bilendir.»[34]
Kadınlar Savaşa,
savaşmak için değil savaşanlara yardım etmek için, yaralıları tedavi etmek,
bazı gıda maddelerini hazırlamak için çıkabilirler. İslâm bazı şartlarla buna
cevaz vermiştir :
a) Kadının kocası ya da mahremlerinden biri yanında
olması,
b) Genç olmaması, orta yaşlı ya da onun üstünde
bulunması,
c) Tesettüre,
yani îslânıî ölçülere göre
örtünmeye riâyet etmesi,
d) Erkekler arasına karışmayıp, geri hizmetlerde ve
diğer kadınlarla birlikte bulunması bu cümledendir.
Nitekim Hz. Enes
(R.Â.) diyor ki :
«Uhud savaşında İslâm
ordusu dağılıp geri çekilince, Peygamber (A.S.) Efendimiz az kimseyle meydanda
kalmış durumda idi. Bir ara Hz. Ebûbekir SIDDÎK (R.A.)'m kızı Hz. Âişe ile Ümmü
Süleym'i gördüm, eteklerini toplayıp kırbalarla su getirip susuzlara,
yaralılara su değaıtıyorlardi, o kadar ki ayak bileklerindeki halhali
rahatlıkla görebiliyordum.»[35]
Yine Hz. Enes (R.A.)
diyor ki :
«Peygamber (A.S.)
Efendimiz, beraberinde Ümmü Süleym ve Ansardan bazı kadınlar bulunduğu halde
savaşıyordu. Bu kadınlar su dağıtıyor ve yaralıları tedavi ediyorlaardı.» [36]
Farz olan cihâdda
ana-babamn iznini almak gerekir mi? Fuka-haya göre, farz cihâdda buna itibar
edilmez, yani ana-babamn iznini almaya lüzum yoktur. Bunun sebebi açıktır:
İslâm'da ana-babaya günahı gerektirmiyen hususlarda itaat edilir. Nafile
ibâdette iken çağırdıklarında nafile bırakılarak çağrılarına gidilir. Farz ve
vâcib olan ibâdetlerde ancak Allah'ın buyruklarına uyulur.
Ashabın ileri
gelenlerinden îbn Mes'ud (B.A.) diyor ki : Peygamber (A.S.) Efendimizden şunu
sordum :
— Hangi amel Allah yanında daha güzel ve
sevimlidir? Cevap verdi :
— Vaktinde kılınan namaz..
— Ondan sonra hangi amel daha sevimlidir?
— Ana-babaya iyilik ve
ihsanda bulunmak..
— Ondan sonra hangisi?
— Allah yolunda cihâd etmek.[37]
Yine Ashabdan îbn Ömer
(R.A.) anlatıyor :
— Bir adam Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek cihâda çıkmak için izin
istedi. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) ona sordu.
— Anan-baban hayattâla
mı?
— Evet, dedi. Peygamber (A.S.) ona :
— O halde onların yararına çalış, (onlara hizmet et), buyurdu.[38]
Bütün bu rivayetler,
farz olan cihâd ile ilgili değildir. Çünkü bir müslünıanm herhalde savaşa
çıkması gerekiyorsa, o takdirde savaş ona farz olmuş oluyor. Diğer müslümanlarm
savaşa çıkması kâfi geliyorsa, geride yaşlı, hizmete muhtaç ana-baba
bulunuyorsa, o takdirde nafile cihâda çıkmaktansa onlara hizmet etmek
efdaldır.
Nitekim Şir'atül-îslâm
adlı eserde deniliyor ki :
«Cihâda ancak çoluk
çocuğunun bakım ve ihtiyacından fariğ olup ana-babasının hizmetiyle kayıtlı ve
bağlı bulunmayan kimse çıkar, çünkü bunların ihtiyacını karşılamak ve
hizmetlerinde bulunmak cihâddan (yani nafile savaştan) önde gelir. Belki de,
bu, cüıadin en üstünüdür. [39]
Cihâda çıkmak için
borçlu kimse alacaklının iznini alır mı? Buna gere1 var mıdır? Topyekûn bir
seferberlik olmadığında, Allah tC.C.) yolunda cihâda çıkmak istiyen borçlu
kimsenin alacaklılarından izin istemesi gerekir. Fukahanın çoğu bu görüştedir.
Delil olarak da şu hadisi nakletmişlerdir:
Bir adam Peygamber
(A.S.) Efendimize sordu :
— Allah yolunda cihâd
eder de öldürülecek olursam, günahlarım bağışlanır mı, ne dersiniz?
Peygamber (A.S.) ona
cevap verdi :
— Evet, sabreder, karşılığını
yalnız Allah'tan bekler, düşmana yüzçevirir arka çevirmezsen -bu durumda
öldürüldüğünde- günah lann bağışlanır; ancak (kulların) alacağı değil.. Çünkü
Cebrail bunu bana söyledi.» [40]
O halde savaşa
çıkmadan önce, mümkünse bütün borçlan ödemek, mümkün değilse, alacaklıların
iznini almak en uygun yoldur. Peygamber (A.S.) Efendimizin sünneti de bu
anlamda bir tavsiye taşımaktadır.
Kul hakkı, diğer
günahlarla kıyaslanmıyacak kadar ağır ve ve-bâlhdır. Bir de hileli yoldan bu
haklara tecâvüz edilmişse, vebal o nisbette katmerli ve taşınmaz bir yük halini
alır.
Savaşa çıkıp çıkmama hususu
kişilerin isteğine mi bırakılmıştır? Şeklinde bir soru hatıra gelebilir. Gerçi
İslâm'ın ilk yıllarında, yani Peygamber (A.S.) Efendimiz devrinde durum böyle idi.
Hiç kimse savaşa çıkmak için zorlanmaz, bu tamamen kişilerin imân, irfan ve
arzusuna bırakılırdı. Hem o devirde askerlik bugünkü ölçü ve anlamda yasal
yollarla disipline edilip belli bir müessese haline getirilmemişti. Her
müslüman gönüllü asker olarak bulunuyordu. Bir savaş tehlikesi baş
gösterdiğinde, münafıklar bir yana diğer samimi müslümanlar zaten canla, başla
savaşa koşardı. İslâm büyük bir devlet halini alınca yavaş yavaş askerlik
konusu müesses eleştirildi, paralı parasız askerler bulunduruldu.
Ayette belirtilen
husus, daha çok bugün için İslâm ülkesinde gönüllü asker, gönüllü savaşçı
arandığında, kişilerin durumuyla ilgilidir. Çünkü genel bir seferberlik
halinde artık gönüllü gönülsüz diye bir ayrım yapmak söz konusu değildir.
Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz genel bir seferberlik anlamı taşıyan Uhud
savaşma çıkarken bir ayrım yapmadı, münafıkların da savaşa katılmasına
taraf-dar oldu. [41]
Mezhep imamlarının bu
husustaki ictihad ve tesbitleri farklıdır:
a) İmanı Mâlik'e göre, ne kâfirlerden yardım istenir, ne de onlara yardım edilir.
İmam Ahmed bin Hanbel de ayni görüştedir. Ancak kâfirlerden Müslümanların
hizmetinde bulunanlar müstesna, onlardan gerektiğinde bazı hizmetler
beklenebilir.
b) İmam A'zam'a göre, Müslümanlar güçlü durumda olur, kâfirler
ise akalliyette bulunursa, o
takdirde gerektiğinde onlardan yardım istenilir ve yardımlarına
gidilir.
c) İmam Şafii'ye göre, kâfirlerden savaşa katılmaları ve
müs-lümanlara yardım etmeleri ancak şu iki şartla istenir
1 — islâm cephesiyle küfür cephesi arasında kuvvet
dengesizliği olur, kâfirler daha güçlü durumda bulunursa, dengeyi sağlamak
için barış içinde geçinen müşriklerden yardım istenebilir.
2 — Yardımı istenen müşriklerin Müslümanlardan yana iyi
düşünce ve görüş sahibi olduklarının bilinmesi ve İslâm'a az da olsa bir ilgi
duymalarının anlaşılması şarttır. [42]
Cîhâd, Allah sözünün
daha yüce olması, sunulan doğru yolun yeryüzünde yaygınlaştırılması, hak dinin
kök salıp güç bulması niyetiyle yapılır. Bu bakımdan nafile anlamda olan
cihâd; nafile hac umreden ve nafile namaz ve oruçtan daha fazâletli ve
sevaplıdır. Çünkü cihâd zahirî ve bâtını birçok ibâdetleri ve faziletleri
kendinde taşımaktadır. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, bu hususta şöyle
buyurmuştur :
«Ümmetimin rehbaniyyeti, Allah yolunda
cihâddır,» [43]
Kur'ân bu çok yönlü ibâdeti en duyarlı biçimde
açıklıyor ve Al lah'm mücâhitlere olan
inayetine dikkâtleri çekiyor :
«Şüphesiz ki Allah, Tevrat'da, İncil'de ve
Kur'ân'da vaTdediIen bir hak olarak
karşılığında kendilerine cennet verilmek üzere mü'-minlerden canlarını,
mallarını satın almıştır; Oıtüar Allah yolunda ci- had ederken öldürürler ve
öldürülürler. Allah'tan daha fazla va'di- ni yerine getiren kim? O halde
yaptığınız alım-satımdan dolayı muj delenip sevinin. İşte bu selâmete giden
büyük bir kurtuluştur.»[44]
Bundan da anlaşıldığı
gibi, cihâd bütünüyle imân, irfan, Allah'ı
güvenip dayanma, karşılığını yalnız Ondan bekleme meselesidir. Bı bakımdan mükâfatı da o nisbette büyüktür.
Bunun için İslâm,
cihâda çıkmayanları kınamış, çoğunu müna
fıkhk damgasiyle damgalamış ve içlerinde ikiyüzlülük hastalığı
bulunduğunu, inançlarının köklü ve sağlam olmadığım belirtmiştir. O [cadar ki,
cihâd bir bakıma mü'minle münafık arasında gerçek bir kıstas kabul edilmiş, bir
bakıma alâmet-i farika sayılmıştır.
Allah Yolunda Cihâd
Eden, İnsanların Hayırlısıdir.
Ashab'dan Ibn Abbas
(R.A.) bu hususta Peygamber (A.S.) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir :
«Size insanların
hayırlısını haber vereyim mi? Atının dizginini tutup Allah yolunda (cihâd eden)
kimsedir. Ondan sonra insanların hayırlısının kim olduğunu bildireyim mi?
Azıcık koyunlariyle bir köşeye çekilip ondaki Allah hakkını çıkarıp veren
kimsedir.
Size insanların en
şerlisini bildireyim mi? Kendisinden Allah adına istenir, de Allah adına bir
şey vermiyen kimsedir.» [45]
Yine bu konuda
Peygamber (A.S.) Efendimizden soruldu :
— İnsanların daha üstünü kimdir? Cevap verdi :
— Allah yolunda canıyla, malıyla cihâd eden
mü'min...
— Ondan sonra kim daha üstündür?
— Dağ eteklerinde kuytu bir yere çekilip
Allah'tan korkan ve insanları kendi şerrinden uzak tutan kimse...[46]
Cemaatten ayrılıp bir
köşeye çekilmek, fitne zamanında uygulanan bir çaredir. Kâşi çevresine yararlı
olamadığı ve yakasını da ortada dönen fitneden kurtaramadığı takdirde cemiyeti
terkedip bir köşeye keçilmesi, daha hayırlıdır. Normal zamanlarda ise inzivaya
çekilmek doğru değildir. Çünkü her mü'min, bir takım sorumluluklar
taşımaktadır. Sırası gelince hizmet vermesi, Allah'ın dinine, insanların
selâmet ve saadetini te'mine çalışması farzdır. Sadece kendini düşünüp bir
tarafa çekilmesi, onu bu farzı yerine getirmekten uzaklaştırır ki bu Sünnete
aykırıdır. [47]
Yapılan sahih rivayete
göre, bir adam cemiyetten ayrılıp uzlete çekilmek istedi, bunun için Peygamber
(A.S.) Efendimize gelerek arzusunu dile ge irdi. Peygamber (A.S.) Efendimiz
ona söyle buyurdu :
«Öyle yapma. Çünkü
sizden birinin Allah yolundaki makamı, evinde yetmiş yıl kıldığı namazından
daha üstündür. Allah'ın sizi bağışlamasını ve cennete koymasını istemez
misiniz? O halde Allah yolunda cihâd ediniz. Kim Allah yolunda devenin iki
sağımı arasındaki süre kadar savaşırsa, cennet herhalde ona vâcib olur.»[48]
Çünkü milletleri
ayakta tutan beş önemli unsur vardır : Âlimlerin ilmi, hükümdarların adaleti,
kahramanların cesareti, zenginlerinde sehaveti (cömertliği), salihlerin duâ ve
niyazı...
O halde bir ülkenin
özellikle îslâm ülkesinin ilim adamlarına ne kadar ihtiyacı varsa, Allah'a imân
eden üstün cesaretteki kahramanlara da o nisbette ihtiyacı vardır. [49]
Bize kadar gelen sahîh
rivayetlerden, Allah yolunda savaşan bir mücâhidin cennette yüz derecesi
vardır. Çünkü canını seve seve Allah'ın rızası uğruna vermekten çekinmeyen bir
insan elbetteki çok büyüktür ve Allah katında kıymetlidir. Nimetler ise
külfetlerle orantılıdır, bir insanın Allah' ve din uğrunda canım vermesinden
büyük bir külfet düşünülemez.
Ashab'dan Ebû Saîd
el-Hudrî (E.A.) Peygamber (A.S.)
Efendi-İzin şöyle buyurduğunu söylüyor :
—«Ya Ebâ Saîd! Kim
Allah'ın Rab, İslâm'ın din, Muhammed'in jygamber olduğuna razı olursa., cennet
ona vâcib olur.» Peygamberin bu sözü Ebû Said'in çok hoşuna gittiği için :
— Bunu bir daha söyler misiniz? diye dilekte
bulundu. Peygam-sr (A.S.) devamla :
— «Bir diğeri de kul o
sebeple cennette yüz derece yükseltilir, er iki derece arası, gökle yer arası
kadardır.» Bunun üzerine Ebû Saîd sordu :
— O diğeri nedir? Cevap verdi :
— Allah yolunda cihâddır, Allah yolunda
cihâddır... [50]
«Şüphesiz ki cennette
(genel anlamda) yüz derece vardır; Allah onları, Allah yolunda cihâd edenlere
hazırlamıştır. Her iki derece arası, gökle yer arası kadardır. Allah'tan
istediğiniz zaman, Firdevs'i isteyin, çünkü Firdevs cennetin ortasmdadır ve en
yüksek noktasında yer almıştır; onun üstünde (yani tavanı) Rahmân'ın Arşı
bulu-nuyordur. Cennetin ırmakları Firdevs cennetin kaynayıp akar.[51]
Cihâd sevap ve
fazileti yüksek düzeyde olan bir ibâdettir Gerek Kur'ânda, girene Hadislerde
ondan yeterince soz edunns ve mu;-minler bu konuda aydınlatılmıştır.
Bir adam Peygambere
sordu :
- Allah yolunda cihâda hangi amel denk
olabilir?
Cevap verdi :
— Ona güç
getiremezsiniz.
Adam avnl soruyu
tekrar sordu veya bunu üç defa tekrarladı. Peygamber her defasında ona «Güç
getiremezsiniz diye cevap verdi. Üçüncü defasında ise şöyle buyurdu ,
«Allah yolundaki
mücahidin misali, geceleri namaz kılan, Allah'ın âyetlerine ümit bağlayan,
mücahid Allah yolundan dönünceye kadar namaz ve orucuna ara vermiyen oruçluya
benzer.»[52]
Şehîdlik bir bakıma
Peygamberlik derecesinden sonra gelen ve insanı ebediyen mutlu kılan yüksek bir
derecedir. Samimi imân, iyi niyet ile Allah yolunda savaşırken ölüdürülen bir
mü'minin Allah katındaki yeri, derecesi elbetteki kelimeyle anlaştılamıyacak
kadar anlamlıdır.
Ashab'dan Ebû Saîd el-Hudrî
(R.A.) Peygamber (A.S.) Efendimizin
şöyle buyurduğunu söylüyor :
—«Ya Ebâ Saîd! Kim
Allah'ın Rab, İslâm'ın din, Muhammed'in Peygamber olduğuna razı olursa, cennet
ona vâcib olur.»
Peygamberin bu sözü
Ebû Saîd'in çok hoşuna gittiği için :
— Bunu bir daha söyler misiniz? diye dilekte
bulundu. Peygamber (A,S.) devamla :
— «Bir diğeri de kul o sebeple cennette yüz
derece yükseltilir, her iki derece arası, gökle yer arası kadardır.»
Bunun üzerine Ebû Said
sordu :
— O diğeri nedir? Cevap verdi :
— Allah yolunda eihâddır, Allah yolunda
cihaddır...[53]
«Şüphesiz ki cennette
(genel anlamda) yüz derece vardır; Allah onları, Allah yolunda cihâd edenlere
hazırlamıştır. Her iki derece arası, gökle yer arası kadardır. Allah'tan
istediğiniz zaman, Firdevs'i isteyin, çünkü Firdevs cennetin ortasmdadır ve en
yüksek noktasında yer almıştır; onun üstünde (yani tavanı) Rahmân'm Arşı
bulu-nuyordur. Cennetin ırmakları Firdevs cennetin kaynayıp akar.»[54]
Ayet ve hadislerin
ışığında konuyu inceleyen ilim adamlarımız şehîdliği üç grupta toplamışlardır :
1 — Hem- dünyada, hem âhirette şehîdlik mertebesine
erişenler. Bunlar Allah yolunda, din
uğrunda mallariyle canlariyle savaşıp
meydanda öldürülen mü'minlerdir.
2 — Yalnız dünyada şehîd sayılıp âhirette şehîdlik
mertebesine erişmiyenler.
Bunlar savaşırken ganimet
malına haksız yoldan el uzatanlarla, düşmana arka çevirip kaçarken
öldürülenlerdir. Ganimet malında bütün savaşanların hakkı vardır. Herkesin
hissesi belli ölçülerle verilir. Bu bakımdan savaşta ganimet malına el
uzattıktan sonra öldürülen kimse zahiren şehîd sayılır, ama hakikatte şehîd
değildir, çünkü ihanet ve haksızlıkta bulunmuştur.
3 — Yalnız âhirette şehid sayılıp, dünyada şehîd
sayılmıyanlar. Bunlar hadîs-i şeriflerde
sözü edilen mü'minlerdir : Allah yolunda ölenler, kolera
ve benzeri bulaşıcı ve öldürücü bir hastalıktan dolayı ölenler, iç
hastalıklarından biriyle ölenler, denizde, ırmakta ve benzeri bir suda
boğulanlar bu cümledendir.
Birinci ve ikinci
mertebede olan şehîdler, yıkanmaz, kefenlenmez, kanlanyle, kanlı elbiseleriyle
defnedilirler. Üçüncü mertebede olanlar normal şekilde yıkanıp kefenlendikten
sonra defnedilirler.
Her üç mertebede
olanların cenaze namazı kılınır. [55]
Bir savaşın gerçek anlamda
cihâd olabilmesi, bu adla anılaİ bilmesi için, Allah rızası gözetilerek
yapılmasına bağlıdır. Burada Ali lah rızasından maksat, Allah sözünün, Kelime-i
Tevhîd'in daha yd-ce olması amacını taşımasıdır. O halde bir mü'nımin mücâhid
sayıl! ması için şu şartların gerçekleşmesine dikkat edilir :
a) Kahramanlık göstermek niyetinden uzak,
b) Kişisel çıkar elde etme niyetinden beri,
c) Allah'ın hoşnutluğuna erişme- niyetine dayalı,
d) Allah sözü,
Kelime-i Tevhid daha yüce olsun azmine yönç
e) Küfrü, bâtılı, ahlâksızlığı yok etme düşüncesiyle
iç-içe of-ması...
O halde kim
kahramanlık sergilemek, dünyalık elde etmek, şahsî çıkarlar sağlamak için
savaşırsa, ona Allah'tan ne bir mükâfat; rie de bir sevap vardır. Savaşmasına
karşılık niyetine göre karşılık almış, âhirete bir pay bırakmamıştır.
Ashabdan Ebû Mûsâ
(R.A.) anlatıyor :
— Bir adam, Peygamber
(A.S.) Efendimize gelerek sordu: «Ey Allah'ın Peygamberi! Adam ganimet elde
etmek için savaşır; adam halk arasında isim yapmak, meşhur olmak için6 savaşır;
adam kendisine itibar edilsin, yeri ve makamı bilinsin diye savaşır. Bunlardan
hangisi Allah yolundadır?» Peygamber (A.S.) şu cevabı verdi :
«Kim, Allah sözü
(Kelime-i Tevhîd) daha yüce olsun diye sataşırsa» işte o Allah yolundadır.»[56]
Bir adam, Peygamber
(A.S.) Efendimize sordu :
— Ey Allah'ın
Peygamberi! Bir adam karşılık ve ün bekliyerj|k savaşırsa, onun için ne vardır?
Cevap verdi :
— Onun için hiçbir şey yoktur.[57]
Soran adam ayni soruyu
üç defa tekrarladı. Peygamber (A.S.)
Efendimiz son olarak ona şöyle cevap yerdi :
— «Onun için bir şey yoktur. Çünkü Allah
herhalde amelin katıksız olanını kabul eder, kendisi için, hoşnutluğuna
erişilmek için işleneni mükâfatlandırır.»
Bu bakımdan ilim
adamları diyor ki : Niyet, amelin ruhudur. Bir âmel niyetten sıyrılınca, ölü
bir âmel olur, onun için Allah katında bir tartı olmaz. Nitekim sahih hadîste,
«Ameller ancak niyetlere göredir ve herkes ancak niyetine göre vardır.[58]
Amele asıl değerini
kazandıran, ıh1âs, 11 r. Bu bakımdan öyle mü'minler var ki, iyi niyet ve
ıhlâsiyle kendini şehîdler derecesine yükseltir. Nitekim Peygamber (A.S.)
Efendimiz buyurdu ki :
«Kim içinden gelen bir
samimiyet ve doğrulukla Allah'tan şehitlik isterse, yatağında ölse bile Allah
onu şehîdler makamına eriştirir. [59]
«Doğrusu Medine'de
birkaç topluluk bulunur ki siz tey mücahitler) , ne kadar bir yol bir vadiye
ayak basıp aştınızsa mutlaka onlar sizinle beraber bulunuyorlardı; (ne var ki),
onları evlerinde tutan özürleri olmuştur.[60]
Bütün bu sahih
"hadîsler, kişinin niyetine ve ıhiâsma sunulan değeri açıklamakla ve
amellerin ancak niyet ve samimiyet derecesine göre karşılık göreceğini bize
öğretmektedir. [61]
İslâm, sadece
savaşmayı teşvik etmekle yetinmemiş, ülkenin düşmandan her zaman korunmasına
dikkatleri çekerek bu konuda manevî, müeyyideler ve mükâfatlar koymuştur.
Çünkü Allah yolunda cihâd'm bir diğer yönü ve anlamı, müslümanlarm bulundukları
toprak parçasını düşman istilasından korumak ve bunun için yeterince tedbir
almaktır.
Gerek savaş
zamanlarında, gerekse diğer normal zamanlarda sınırlarda nöbet beklemenin sevap
ve fazileti üzerinde yeterince durulmuş ve bunun da savaşmak kadar vâcib
olduğu belirtilmiştir.
Bu' bakımdan ilim
adamları, sınırda nöbet tutmanın Mekke
Kabe'nin yamnda ikamet etmekten daha faziletli olduğunda ittifak halindedirler.
Çünkü Mekke'nin de, Kur'ân ve İslâm'ın da korunması sınırları düşman
sızmasından korumaya, İslâm'ın ve ülkenin varlığım muhafaza etmeye bağlıdır.
0 halde askerliğin dindeki yeri ve değeri
oldukça önemlidir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz buyurdular ki
«Bir gün ve bir gece nöbet
beklemek, bir ay (nafile) oruç tuiup (nafile) namaz kılmaktan daha hayırlıdır.
Eğer o bu vaziyette Ölürse, (amel defteri kapanmaz), yapageldiği o âmelinin
sevabını (yine yapıyormuş gibi) devam eder. (Mânevi) rızkı da aynen devam eder
ve fitnelerden güven içinde kalır.»[62]
«Ölen her kişinin
ameli kapanır, ancak Allah yolunda nöbet bek-Hyenin ameli kapanmaz, devam eder,
kıyamete kadar artıp sürer ve kabir fitnesinden emin olur.» [63]
Askere nisbetle onları
sevk ve idare ile görevli bulunan kumandanın bazı özellikleri ve sıfatları
üzerinde durulmuştur. Çünkü baş olacak, önderlik yapacak kişilerin daha çok
örnek durumda olması gerekir. Bu bakımdan İslâm, askeri sevk ve idare eden kumandana
vâcib olan hususları şöyle belirlemiştir :
1 — Diğer savaş taktiğini ve sanatını bilen kumandanlarla
müşavere etmesi, yalnız kendi görüşüyle hareket etmemesi,
Nitekim Ebû Hüreyre (R.A.)
diyor ki: «Hiç kimseyi kendi arka-daşlariyle müşavere etmekte, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz kadar daha çok ilgili ve duyarlı görmedim. O bilhassa savaş
konularında ar-kadaşlariyle sık sık istişare eder, onların görüşlerini alırdı.»[64]
2 — Hem disiplin ve otorite sağlaması, hem de onlara
şefkatli bir baba gibi davranması,
Hz. Câbir (R.A.1 diyor
ki :
— «Savaşa çıkıldığında çoğu
zaman Resûlüllah (A.S.) Efendimiz orduyu arkadan izîer, yolda kalmışlara,
zayıflara, hastalananlara yardımcı olmak. içi# elinden geleni yapardı.
3 — Aklın, dinin ve örfün iyi-yararlı gördüğü şeyleri
emretmesi, bunların kötü kabul ettiği şeylerden askerini uzak tutması ve harama
kalmalarını önlemesi,
4 — Her gün askeri teftiş edip, sayım yaptırması, firar
edenleri tesbit etmesi,
5 — Savaşta çok tecrübeli kişilerin görüşünü alıp öylece
mev-zilenmesi,
6 — Ordunun karargah kurması için en uygun ve emin
yerleri seçmesini bilmesi,
7 — Etrafa gözcüler koyması, düşmanın durumunu yakından öğrenebilmek için casuslar
salıvermesi, bu cümledendir.
Ayrıca yemek:
konusunda sıradan bir nefer gibi olmalı, askerin dikkatini çekecek şatafat ve
mükellef sofra tertiplemekten kaçınmalı, onlar gibi bir hayat tarzı
seçmelidir. [65]
Resûlüllah (A.S)
Efendimiz her yerde ve her zaman Allah'ın anılmasını tavsiye eder ve her konuda
Allah sevgi ve korkusunun gönüllerde taşınmasını isterdi. Bunun için îslâm her
konuda Allah'ı, Onun varlığını birliğini arar ve her zaman, her yerde mü'minlerin
Allah ile beraber bulunmasını emreder.
Ebû Mûsâ (FLA.)
anlatıyor :
— «Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz ashabından birini veya birkaçını bir yere gönderdiğinde, onları bir
görevle bir tarafa sevkettiğin-de şöyle tavsiyede bulunurdu :
«Müjdeleyin., nefret
ve bıkkınlık vermeyin. Kolaylaştırın zorlaştırmaym.[66]
Bunun gibi, Muaz bin
Cebel'i Yemen'e gönderirken de şu tavsiyede bulunmuştu :
Kolaylaştırın,
zorlaştırmayın müjdeleyin nefret ve bıkkınlık vermeyin; aynılığa düşmeyi
bırakın, uyum halinde olmaya bakın.»
Savaşa gönderdiği
askere de şu emri vermiştir :
«Allah'ın ismiyle
gidin, Allah'tan yardım dileyin. Resûlüll&n'ın dini üzere bulunun. Sakın
iyice yaşlanmış kimseleri, küçük çocukları ve kadınları öldürmeyin. Ganimet
malında hıyanette bulunmayın, ganimetlerinizi biraraya getirin, birbirinizi
düzeltmekte kusur etmeyim, birbirinize güzel" davranın, iyilikte bulunun.
Şüphesiz ki Allah iyilik yapanları sever.» [67]
İkinci Halife-
Ömer (R.A.) başkumandan Sa'd b. Ebî Vakalis'a (R.A.) ve
kumandası altındaki orduya şu tavsiye mektubunu göndermişti :
Allah'a hamd,
Peygamber (A.S.) Efendimize salât-ü selâmdan sonra söze şöyle başlamıştır
:
«Sana da beraberindeki
askere de, her hâl-ü kârda Allah'tan korkup fenalıklardan sakınmanızı
emrediyorum. Çünkü herhalde Allah'tan korkup fenalıklardan sakınmak, düşmana
karşı en üstün hazırlanmış, malzeme ve savaşta kullanılan hilenin en
güçlüsüdür. Sana ve beraberinde bulunanlara, düşmanınızdan daha çok günahlardan
kaçınmanızı emrediyorum. Çünkü askerin günah işlemesi, onlara karşı
düşmanlarından daha korkunç bir felâkettir. Müslümanların yardıma mazhar
olması, ancak düşmanlarının Allah'a karşı günah işlemeleriyledir. Eğer onların
bu durumu olmasaydı, bizim kendilerine karşı (kahredici) bir kuvvetimiz
olmazdı. Çünkü sayı bakımından onlardan azız, teçhizat bakımından da onların
seviyesine ulaşmış değiliz. Eğer onlarla günah işlemekte eşit duruma gelirsek,
kuvvet hususunda onlarda bizden üstündürler. Ve bizler ancak fazilet
(dindarlık, güzel ahlâk, iffet ve namusumuz) sebebiyle yardıma erişiyoruz,
kuvvetimizle değil.
Bilmiş olun ki, bu
seferlerinizde Allah'tan gönderilen koruyucu melekler üzerinizde
bulunuyorlardı, işlediklerinizi biliyorlar. Artık onlardan utanın, Allah (C.C.)
yolunda bulunduğunuz halde Allah'a karşı günah işlemeyin.. «Düşmanımız bizden
daha şerir ve daha kötüdür; o halde bize tasallut edemezler!.» demeyin. Çünkü
bazen daha şerir ve azgın olanlar daha az şerir ve azgın olanlara musallat
edilir. Nasıl ki Allah (C.C.) ateşperest kâfirleri İsrail oğullarına musallat
etmişti. Çünkü onlar işledikleri günah ve tuğyanla Allah'ın gazabını kendilerine
çekmişlerdi.
Düşmanınıza karşı
nasıl yardım istiyorsanız, biz de hem kendimiz hem sizin için Allah'tan yardım
diliyoruz.
Sefer süresince
müslümanlara şefkatli bir arkadaş gibi davran; onları fazla yorup bıkkınlığa
düşürecek şekilde meşakkate sürükleme. Düşmanlarıyla karşılaşıncaya kadar her
konakladıkları yerde ayni şefkati göster ki sefer onların kuvvetini
noksanlaştırmasın, çünkü -unutma ki- onlar, eyleşik ve istirahat halinde
bulunan bir düşman üzerine gidiyorlardır. Her cuma, bir gün bir gece sen ve
askerin yola devam etmeyip dinlenin ki kendilerini tazelemiş olsunlar ve daha
güçlü yola devam edebilsinler. Yol boyunca, sulh anlaşması yaptığınız ve bize
vergi veren kasaba ve şehirlerden daima uzak bulunun; onlara ancak çok
güvendiğin kişileri gönder, yani dindar olduğuna daha çok güvendiğin kimseler
o yerlere girebilirler. Sakın barış anlaşması yaptığınız ülke halkını
incitmeyin, çünkü onların hürmet ve anlaşma yönünden bağlılıkları vardır.
Anlaşmaya bağlı kalmakla imtihan edildiğinizi hatırınızdan çıkarmayın, nasıl ki
anlaşmaya karşı sabretmekle denenmiş bulunuyorsunuz. Onlar size karşı
sabrettikleri sürece, siz de onlara hep hayırhah davranın. Savaşan düşmanlara
karşı barış ehline zulmederek yardım sağlamaya-kalkışmayın!.
Düşman topraklarına
ayak bastığında kendinle düşman arasında gözcüler koy, onların durumu sana
kapalı kalmasın.»
İkinci Halîfe Ömer'in
(R.A.) mektubunun baş kısmından terce-mesini sunduğumuz kısım, İslâm'ın
insancıl ve hakseverliğinin güzel örneklerinden birini teşkil etmektedir. [68]
İslâm herkesin bir baş
olmasını değil, yetenekli kişiler başa geçince veya geçirilince, diğerlerinin
-Allah'a karşı isyan ve günahı gerektirmeyen, vatan ve millete ihanete kapı
açmayan- hususlarda ona itaat etmelerini vâcib kılmıştır. Sevgili Peygamberimiz
(A.S.)'in testi kilatlanmaya, toplumu
sevk ve idareye çok büyük önem verdiği kesindir. Üç kişi bir yere
gönderdiğinde, onlara : «Birinizi kendinize baş seçin!» diye emretmesi bunun
açık örneklerinden biridir.
O halde iç ve dış
düşmanlara karşı hazır bir kuvvet olarak görev başında bulunan askerler
arasında kumanda durumu her zaman için söz konusudur ve geçerlidir. Bunun için
Peygamberimiz (A.S.) şu açıklamayı yaparak mü'minleri uyarmış, onlara en doğru
yolul göstermiştir :
«Bana itaat eden
kimse, gerçekten Allah'a itaat etmiştir. Bana isyan eden, emirlerimin dışına
çıkan, cidden Allah'a isyan etmiştir. Kim başındaki enin- (kumandan ve liderle
itaat ederse, gerçekten bana itaat etmiştir. Kim de emîre isyan ederse,
şüphesiz ki bana isyan etmiştir.»[69]
Yukarıda da
belirttiğimiz gibi, Allah'a isyanı gerektiren hususlarda -ölüm tehdidi söz
konusu olmadıkça veya bir organ kesme tecdidi altında bulunmadıkça- itaat
edilmez. Çünkü Allah'a isyanda hiçbir mahlûka itaat yoktur.
Baştaki kumandan veya
emîrin Allah'a günah ve isyanı gerektiren emri hakkında Peygamber (A.S.)
Efendimizin tepki ve uyarışı pek sert olmuştur; Hz. Ali (R.A.) anlatıyor :
«Besûlüllah (A.S.)
Efendimiz bir müfreze askeri bir tarafa gönderdi. Ansardan bir adamı da
onların başına geçirdi. Sonra da onlara başlarına geçirilen o adamı
dinlemelerini, itaat etmelerini emretti. Buna rağmen onlar o Ansardan olan
adamı dinlememişler, ona karşı gelmişlerdi. Adam fazlasiyle üzülmüş ve onlara,
odun toplamalarını emretmiş. Odun toplamışlar, adam onlara «ateş yakın»
demiş.. Yakmışlar. Sonra da onlara şöyle demiş : «Peygamber (A.S.) Efendimiz
size emirleri duyup itaat etmenizi buyurmadı mı?» diye sormuş, onlar da, «evet,
buyurdu»,Tdiye cevap vermişler. Bunun üzerine adam onlara, «şimdi şu ateşe
girin!» diye emretmiş. Onlar birbirinin yüzüne bakarak, «Biz ancak ateşten
kaçıp Peygambere gittik. (Ona inanıp bağlandık)» demişler. Öylece durup
beklemişler, netice adamın öfkesi geçmiş ve yakılan ateş de sönmüş. Derken
dönüşlerinde durumu gelip Peygamber (A.S.) Efendimize anlattılar. Efendimiz
CA.S.) şöyle buyurdu :
«Eğer onu dinleyip
ateşe girselerdi bir daha ondan ebediyen çıkamazlardı. Allah'a karşı isyan ve
günahı gerektiren hususlarda kimseye itaat edilmez. îtaât ancak ma'ruf olan
(dine, akle ve örfe uygun olan)
şeylerdedir.»[70]
Savaşa başlamadan önce duâ
etmek vâcibdir. Çünkü asker kuvvet ve kudretin Allah'a ait olduğunu bilerek
Ona yönelir de el kaldırıp yardım ve zafer dilerse, hem cesareti artar, hem
morali düzelir, hem de ilâhî nusret ve rahmeti kendine çekmiş olur.
Bu konuda Hz. Büreyde
(R.A.) şöyle anlatıyor :
— Peygamber CA.S.)
Efendimiz bir müfreze veya ordu hazırlayıp sefere çıkarmak istediğinde
başlarına birini emir olarak ta'yin eder ve özellikle takva (Allah'tan korkmak,
fenalıklardan sakınmak) la tavsiyede bulunur ve hem emîre, hera kumandasındaki
askerlere Allah'tan hayır diler, sonra da şöyle duâ ederdi: «Allah'ın ismiyle
Allah yolunda savaşın. Allah'ı inkâr edenlerle vuruşun. Savaşın, ama hiyânette
bulunmayın, gadretmeyin, düşman askerlerinin organlarını kesmeyin, onlara
işkence etmeyin. Çocukları öldürmeyin!.»
«Sen de ey emîr!
Müşriklerden olan düşmanınla karşılaştığında onları şu üç husustan birine davet
et. Hangisini kabul ederse, sen de kabul et ve onlara artık dokunma, savaşa
girme :
a) Onları önce İslâm'a davet et.. Olumlu cevap
verirlerse, kendilerinden kabul et ve savaşmaktan vazgeç.
b) Sonra da onları kendi yurtlarından Muhacirlerin yurduna (Medine'ye) hicret etmelerini teklif et ve kendilerine,
bunu yerine getirdikleri takdirde, muhacirlerin lehine ve aleyhine olan her şey
onların da lehine ve aleyhine olacağını haber ver. Hicret etmek istemelzerse,
kendilerine şunu bildir : Bu durumda Bedevi olan Müslümanlar seviyesinde
olacaklar. Allah'ın mü'minler hakkında câri olan hükmü onlar hakkında da aynen
câri olacak. Bedeviler hakkında olduğu gibi, onlara elde edilen ganimetten
-müslümanlarla beraber savaşa çıkmadıkları sürece- bir şey verilmiyecek.
Bunlara razı olmazlarsa, o takdirde kendilerinden cizye (vergi) iste.
c) Bütün bunları kabul etmezlerse, o takdirde
kendilerinin cizye vermesini öner. Buna olumlu vecap verirlerse, kabul et.
Savaşı bırak. Olumsuz cevap verirlerse, Allah'ın yardımını dileyerek kendileriyle
savaş..»[71]
Ashabdan Selmân
el-Fârisî kumandasında bulunan bir ordu İran kalelerinden birini muhasara etmiş
bulunuyordu. Selmân onlara şöyle seslendi: «Ben de sizden bir kimseyim,
İranlıyım. Gördüğünüz gibi Araplar bana itaat etmektedir. Eğer İslâm'a
girerseniz, bizim lehimize olan sizin lehinizedir; aleyhimize olan sizin
aleyhinize-dir. Kaoul etmez de kendi dininizde kalmak isterseniz, sizi kendi halinize
bırakırız, cizye vermeniz şartiyle. Bütün bunları Farsça onlara söyledi ve
durumun nezaket ve ciddiyetini anlattı. Kale halkı bu tekliflerin hiçbirini
kabul etmeyip savaşacaklarını söylediler. Selmân üç gün üstüste onları ayni
ölçülere davet etti. Netice alamayınca, savaşa karar verdi ve kısa zamanda
kaleyi fethettiler. [72]
Savaşın da bir takım
adap ve erkânı vardır. Çünkü savaş bir bakıma milletler arasında denge sağlar,
tuğyanı durdurur, azıp sapıtan bazı milletlerin dönüş yapmasına yardımcı olur.
Bir musibet bin nasihattan yeğdir, sözü her zaman geçerlidir. O halde
müslümanlar hem savaşa başlamadan önce Allah'a dayanıp yardım isterler, hem
savaşırken Allah'ı sık sık hatırlayıp duâ ederler. Bu daha çok müminlerin
cesaretini artırır, ölümün şehîdlik mertebesine eriştirici olduğunu
hatırlatarak hayata aşın bağlılığın bir anlam taşımadığını öğretir.
Savaşta taraflardan
birini galip, diğerini mağlup kılan ilâhî sünnettir. Allah (C.C.) zâlimlerden,
azgınlardan yana değildir. Ama azıp sapıtan bir milleti terbiye etmek için daha
azgınlarını onların üzerine sevkedip dilediği sonucu gerçekleştirir. Bu,
zâlimlerden yana olmak değil, zume müstehak olmuş bir milleti uslandırmaktır.
Nitekim tsrâil oğulları, Musa Peygamberden sonra Tevrat'ın hükümle-Kyle pek
âmel etmediler, faizciliğe yöneldiler, insan haklarına tecâvüz edip Allah'ı
unuttular, Bu tutum had safhaya varınca, Allah İ(C.C.) Babil hükümdarım güçlü
bir orduyla onların üzerine şevketti. Çünkü başka türlü İsrail oğullarının
uslanması, yola gelmesi mümkün değildi.
O halde îslâm
mücahitleri sevaşırken de Allah'tan meded-u inayet beklerler, Onun yardımım
dilerler, işledikleri günah ve kusurlardan tevbe edip bağışlanmalarını
isterler. Bu, hem Peygamber (A.S.) Efendimizin, hem Ashabının güzel sünnetlerinden'biridir.
Nitekim yapılan sahih
rivayete göre, Efendimiz (A.S.) şöyle buyurmuştur :
«İki dua red olunmaz:
Namaza davet edildiğinde (yani ezan okunurken) yapılan dua ile (savaşmak
üzere) saf bağlanıp iki ordu birbirine girdiğinde yapılan dua...» [73]
Kur'ânda da savaş
esnasında mü'minlerin Allah'tan meded-u inayet istemeleri söz konusu edilerek
Duyuruluyor ki :
«Hani siz Rabbinizin
yardımına sığmıyordunuz, O da, «Ben size ardarda bin melek gönderip yardım
eder, sizi desteklerim,» diye cevap vermişti.» [74]
Ashabdan Abdullah b.
Ebi Evfâ (R.A.) anlatıyor ;
— Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz savaş günlerinden bir gün düşmana karşı ordusunu hazırlıyordu.
Düşmanla karşıkarşıya gelmiş idi. Bir süre, bekledi, güneş meyledince Efendimiz
ayağa kalktı ve şöyle buyurdu :
«Ey insanlar! Düşmanla
karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah'-tan afiyet dileyin. Düşman ile
karşılaştığınızda ise artık sabredin; bilin ki cennet kılıçların gölgesi
altındadır.»[75]
Râvi devamla diyor ki:
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu sözlerinden sonra şöyle duâ etti :
«Ey kitabı indiren
Allahım! Ey bulutları hareket ettiren, orduları dağıtıp perişan edan Allahım!
Düşmanımızı bozguna uğrat ve onlara karşı bize yardım et..»
Peygamber (A.S.)
Efendimizin savaş esnasında yaptığı dualardan biri de şudur :
«Allahım! Sen benim
desteğim ve yardımcımsın. Seninle savaş düzenini kurarım ve senin yardımınla
düşmana hamle ederim ve yine senden aldığım güçle savaşırım.»[76]
Ahzâb savaşında da
şöyle dua ettiği sahih rivayetlerle sabit olmuştur : . .
«Ey kitabı indiren,
hesabı çarçabuk gören Aîlahım! Düşman hiziplerini hezimete uğrat. Allahım,
onları dağıtıp perişan eyle ve (korku ve dehşetle) onları sars..» [77]
Mü'minler düşman ile
karşılaşıp savaş başlayınca, artık Allah'a dayanmalı ve bütün cesaretini
kullanıp İslâm'ın yenilmez gücünü oltaya koymalıdır. Çünkü îslâm hep yücedir
ve yükselmeye lâyıktır, başka milletler ona üstünlük sağlamam alıdır.
Bu bakımdan baştaki
kumandan geriye dön emri vermeden bir müslüman askerin geri dönmesi veya
cepheden kaçması haramdır, büyük günahlardandır.
Kur'ân bu davranışı
yasaklar mahiyette şu hükmü taşımaktadır:
«Ey imân edenler!
(Savaşmak üzere çıkan) bir düşman toplulu-u ile karşılaştığınız vakit,
(korkmayın) sebat edin; Allah'ı çokça nın ki kurtuluşa eresiniz.»
«Ey imân edenler!
(Savaş için çıktığınızda) yavaş yavaş (temkinli) ilerlerken kâfirlerle
karşılaştığınız zaman onlara arka çevir-neyin. Kim o gün -savaşmak için bir
tarafa veya diğer bir fırkaya üaşıp mevzilenmek dışında- onlara arkasını
döndürürse, şüphesiz ti Allah'ın gazabına uğrar ve onun yeri cehennemdir. Orası
ne kötü bir uğraktır.»[78]
O halde savaşta
düşmana arka çevirmenin sadece iki istisnasılar : Ya stratejik önemi daha iyi
olan bir mevziye geçmek, ya da iüşmanm ağırlık verdiği cephenin sağ ya da sol
cenahlarına geçmek, veya savaşı idare eden kumandana dönmek...
Nitekim Saîd b.
Mensur (R.A.) anlatıyor
: Irak dolaylarında üşmanla
savaşmakta olan Ebû Ubeyde b. Cerrâh-ı kasdederek Hz. pmer şöyle söyledi :
«Eğer Ebû Ubeyde (R.A.) diğer bir fırkaya ulaşıp mevzilenmek üzere dönüp
Medine'ye gelirse, şüphesiz ki onun için ben o fırka sayılırım.»
İbn Ömer (R.A.) da
şöyle rivayet ediyor :
— Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz sabah namazı için evinden çıkmış bulunuyordu. Bu sırada
dayanamıyarak savaşı bırakıp Medine'ye kaçıp gelen bir grup mü'minle
karşılaştı. Onlar, Resûlüllah CA.S.) Efendimizin huzuruna çıkarak, «Ya
Resûlallah! Bizler savaştan kaçıp gelenleriz..» dediler. Bunun üzerine
Efendimiz (A.S.) onlara şöyle buyurdu: «Hayır, sizler savaştan kaçıp gelenler
değil, yeniden savaşmak için kendini toparlamak istiyen ve bu sebeple bir fırkaya
ulaşıp mevzilenmek istiyenlersiniz ki ben o fırka olarak bulunuyorum.. Ben
sığınıp mevzilenmek istiyen her müslümanm fırka-sıyım..»
Görüldüğü gibi, daha
iyi savaşabilmek, daha iyi tedbir almak için savaş alanını terkedip geriye
çekilmekte bir sakınca yoktur. Asıl sakıncalı olan çekilme, savaştan, ölümden
korkup meydandan firar etmektir.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz yedi yok edici tehlikeye dikkatleri
çekerek şöyle uyarıda bulunmuştur :
— «Helak edici yedi
şeyden kaçının!» Bunun üzerine Ashab sordu :
— Onlar nelerdir Ey Allah'ın Peygamberi!?
Cevap verdi :
— «Allah'a ortak koşmak, sihir ve büyücülük
yapmak, Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı bir insanı öldürmek, faiz yemek,
yetim malı yemek, savaş esnasında savaşı bırakıp kaçmak, namuslu iffetli,
zinadan beri nıü'mine kadına zina isnad etmek...»[79]
Görüldüğü gibi,
savaştan kaçmak da yedi helak edici amellerden biridir. [80]
İslâm, doğruluk temeli
üzerine- kurulmuş son dindir, onda ancak doğruluk, güzellik, iyilik, fazilet
ve adalet vardır. Hile ve yalana cevaz vermez. Ancak İslâm'ın varlığı, yararıı
saadeti ve zaferi sözkonusu olan savaş ve bsnzeri yerlerde buna cevaz
verilmiştir; çünkü karşıda İslâm'ın nurunu söndürmek, mü'minleri yok etmek veya
ülkeyi harap etmek, ele geçirmek istiyen bir düşman vardır ve bin çeşit hile ve
tuzaklarla kendini donatarak sahneye çıkmıştır. Düşmanın silahıyla düşmana
karşı kovulmadığı takdirde, sonuç mü'min-lerin aleyhine olabilir.
O halde savaşta,
diplomatik münasebetlerde düşmana karşı hile yollarını arayıp bulmak,
gerektiğinde yalan söylemek mubahdır. Hem hile ve yalan savaşın tabiatında
mevcuttur, onu söküp atmak mümkün değildir.
Ancak düşman ile
yapılan barış, sözleşme ve andlaşmalarda yalan ve hilenin yeri yoktur. Karşı
taraf barış bozmadıkça veya and-laşmayı ihlâl etmedikçe Müslümanlar bozmazlar,
neticeyi sabırla beklerler.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz savaşın karekterini çizerek onu bir cümlede hulasa etmiştir :
«Savaş, aldatma, düzen
ve hiledir.» [81]
Sahabiyeden Ümmü
Gülsüm binti Akabe CR.A.) diyor ki :
— «Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz savaşta, iki kişinin arasını bulup düzeltmekte, adamın kendi
karısına, kadının da kendi kocasına (bazı önemli durumlarda, ailevî sırlarda)
yalan söylemesi dışında hiçbir şeyde yalana ruhsat verdiğini duymadım.» [82]
Ayetin açık
anlatımından savaş alanından iki durumun dışında kaçmanın, geri çekilmenin
haram olduğu anlaşılmıştı. Bunun dışında önemli bir husus daha var ki o da
yine Enfal Sûresinin başka bir âyetiyle açıklanıyor Düşman kuvveti, İslâm
kuvvetinin iki mislim aşar şekilde fazla olur, teçhizatı da o nisbette yerinde
bulunursa, o takdirde imha edilme tehlikesi baş gösterdiğinde savaş alanından
geri çekilmekte bir sakınca yoktur. Çünkü bile bile ölüme gitmek haramdır. Ama
düşman kuvveti iki mislini aşmazsa, o takdirde ikiye bir durumu ortaya çıkmış
oluyor ki, bu durumda savaşı bırakıp geri çekilmek, yani savaş alanından
kaçmak haramdır.
Kur'ân'da bu önemli
husus şöyle açıklanıyor :
«Ama şimdi ise Allah
sizden yükü hafifletti ve sizden bir zaaf olduğunu bildi. Sizden sabreden yüz
kişi olursa -Allah'ın izniyle-iki-yüz kişiyi yenip alteder. Sizden bin kişi
olursa, -Allah'ın izniyle- iki-bin kişiyi yenip alteder. Allah sabredenlerle
beraber.»[83]
Mühezzeb sahibi kendi
eserinde bunu açıklıyarak diyor ki :
«Düşman sayısı,
müslümanlarm sayısının iki mislini aşarsa, firar caiz olur. Ancak buna rağmen
imha edilemiyeceklerini kuvvetle tahmin ederlerse, sebat etmeleri daha uygun
olur.
İmha edilmeleri
tehlikesi varsa ve bu belirgin haldeyse, iki durum sözkonusudur :
1 — Savaş alanını terkedip ayrılmak. Çünkü, kendi
elinizle kenj-dinizi tehlikeye atmayın! Emri vardır. Bu emre uymak vâcibdir.
2 — Savaş meydanını terketmeyip cansiperane savaşıp ya
düşmanı yüdırmcaya ya da şehîd düşünceye kadar sürdürmek. Bunun müstehab
olduğunu söyleyenler var.
Ancak bu hususta
âyetin açık anlatımını dikkate alıp savaşmamak daha zahir bir hükümdür ve
uyulması vâcibdir. Vacibin terki ise günahı gerektirir.
Fukahanm bir kısmına
göre ise, düşman askerinin sayısı müslümanlarm sayısının .iki mislini aştığı
durumlarda, her mücâhid oradaki ortamı dikkate alarak bir karar vermelidir.
Düşmana karşı koyabileceğini kestiriyorsa, sebat eder, kestiremiyor, mutlak
bir tehlike görüyorsa, savaşı terkeder. [84]
islâm Dini, savaştan
önce barışı benimser. Savaşı son çare olarak kabul eder. Çünkü insan kanı
dökmenin bir takım sakıncaları vardır. Mesele, insanları imha etmek değil,
onları İslah edip iyi kişiler haline sokmaktır.
Bu balamdan düşman
savaş kapısını açmadıkça, müslümanlar bu kapıyı açmazlar. Düşman savaşı
bıraktığı takdirde, müslümanlar da bırakır. Barış teklif edilince, arada
müslümanlarm aleyhine bir durum sözkonusu değilse, kabul edilir.
Savaş kaçınılmaz hal alır
da düşman mutlaka savaşmak isterse o takdirde İslâm ordusu Allah'a dayanarak
savaşır. Düşmanı püskürtüp ülkelerine ayak bastığı takdirde, yine de merhamet
adalet ve hakkaniyetten ayrılmazlar; bunun için İslâm ordusu savaşta ve
fethettiği ülkede :
a) Kadınlara dokunmaz, onları öldürmez, iffet ve
namuslarını korur, onlara kötü muameleyi yasaklar.
b) Ergen olmayan çocukları öldürmez, onlara şefkatla
davranır, aç ve perişan kalanları himayeye alıp doyurur.
c) Hasta ve sakatlara dokunmaz, gerekirse, yardımcı
olur.
d) Yaşlıları öldürmez, İslâm'ın merhamet ve adaletini
onlara göstermeye çalışır.
e) Din adamlarını, kendini ibâdete verenleri
öldürmez, onları ibâdetlerinde serbest
bırakır.
f) Esirlere kötü muameleyi yasaklar, organ kesilmesine
kesinlikle cevaz vermez. [85]
Düşman askerlerinden
yaralı olarak esir edilenlerle meydan ortasında yaralı bulunanları tedavi
etmek sünnettir. Onları bu vaziyette kendi hallerinde terketmek doğru
değildir. Ayni zamanda onları büsbütün yaralayıp eziyet etmek haramdır.
Savaş meydanını
terkedip kaçan düşmanı kovalamak doğru değildir. Kaçan canını kurtarmak
istemiştir. Mesele insanları öldürmek değil, küfür ve tuğyanı, haklara tecâvüzü
durdurmaktır.
Nitekim Sevgili
Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz, bir yere asker hazırlayıp gönderirken yetenekli
bir kimseyi kumandan tayin ettikten sonra şu yolda tavsiyede bulunuyordu :
«Allah'tan korkmanızı,
fenalıklardan sakınmanızı, sana ve beraberindeki askerlere hayır ve iyiliği
tavsiye ederim. Allah'ın ismiyle Allah yolunda savasın. Allah'ı inkâr
edenlerle vuruşun. Savaşın, hıyanetlik yapmayın, haklara tecâvüz etmeyin.
Kimseye gadretmeyin; kimsenin organını kesmeyin, işkenceyle adam öldürmeyin.
Çocukları katletmeyin.»
Nâfi'in Abdullah bin
Ömer (R.A.) 'dan yaptığı sahih rivayete göre, savaşlardan bir savaşta
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz savaş neticesinde meydanda durumu incelerken
düşman tarafından bir kadının öldürülmüş bir halde bulunduğunu görünce üzüldü
ve savaşta da olsa, kadınlarla çocukları öldürmeyi yasakladı.
Bir gün yine savaş
alanında öldürülmüş bir kadına gözü ilişti, olduğu yerde durdu ve fazlasiyle
üzülerek şü emri verdi : «Çabuk Haldd bin Velid'e gidin, çocukları
öldürmesinler, İslâm ordusuna iltica edenlere ve kadınlara dokunmasınlar!»
Abdullah bin Zeyd (R.A.)
diyor ki: «Peygamber (A.S.) Efendimiz yağmacılığı ve (esirlerin) işkenceyle
öldürülmesini yasakladı.»[86]
Ashab'dan îmrân b.
Husayn (R.A.) da diyor ki :
— Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bizi sadaka
vermeye teşvik eder, insanlara işkenceden, organ kesmekten men'ederdi.»
Peygamber mektebinin
seçkin talebesi Ebubekir SIDDÎK (R.A.) de halifeliği zamanında Usâme
kumandasındaki orduyu savaşa gönderirken şu tavsiyeyi yapmıştı:
«Sakın hiyânette
bulunmayın, haklara tecâvüz etmeyin; gadretmeyin, işkence ve benzeri
hareketlerde bulunmayın; çocukları, yaşlıları, kadınları öldürmeyin, atları
boğazlamayın, yakmayın; meyve ağaçlarını kesmeyin, koyun, keçi, sığır ve deve
gibi hayvanları kesmeyin, ancak yemeniz için boğazlıyacağmız müstesna..
İleride öyle kavim ve milletlere uğrayacaksınız ki onlardan kendilerini
mâbed-de ibâdete verenler vardır, onları kendi hallerine terkedin..» [87]
İmam Tirmizi bu konuda
diyor ki :
— «İlim adamlarından bir kısmı düşmana gece
yarılarmdajj baskın yapmaya cevaz verirken diğer bir kısmı bunu hoş
karşılamamış-tır.»
Düşman büyük bir
tehlike halini alır, durmadan taktik değiştirip müslümanları imhayı plânlarsa,
o takdirde onun kuvvetini kırmak için gece baskını yapmakta bir sakınca
yoktur. Bu durumda kadın ve çocuklardan bir kısmı farkına varılmadan
öldürülmüş olabilir. Nitekim İmam Şafiî bu konuda diyor ki : «Düşmanın kadın
ve çocuklarının öldürülmesinin yasaklanması, diğerlerinden ayırd edildiği
zamanlara mahsustur. Gece baskınlarında ve çok sisli hayalarda yapılan
savaşlarda farkına varılmadan
öldürülürse, bunda bir vebal
yoktur.»
Böylece İslâm,
insanlık dini olduğunu savaşlarda düşmanına karşı bulunduğu sıralarda da
ortaya koymuş, insan haklarına saygı göstermeyi, insana işkenceden sakınmayı
emretmiş; kadın, çocuk, yaş-Ilı, din adamı gibi zayıf ve zararsız unsurların
korunmasını her zaman tavsiye etmiştir. Ne yazık ki, İslâm bu güzel ve âdil
hasletlerini uygularken düşmandan hiçbir zaman böylesine bir fazilet görememiştir. [88]
İslâm'a göre,
başlatılan savaş ancak şu beş husustan birinin gerçekleşmesiyle sona erer :
1 — Savaşan düşmanların ya hepsinin, ya da bir kısmının
İslama girmesi,
Bu durumda artık
Müslümanlarla kardeş olmuş kabul edilirler, ayni haklara sahip olurlar. Yani
müslümanların aleyhine olan şey onların da aleyhine, müslümanların lehine olan
şey onların da lehinedir.
2 — Düşman tarafının savaşın belli bir süre durdurulmasını
istemesi,
Bu durumda
samimiyetleri kesin bilinirse, o takdirde kan dökmenin anlamsızlığı ortaya
çıkar ve böylece savaş ertelenir. Nitekim Hudeybiye anlaşmasında Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz karşı tarafın bu anlamdaki teklifini kabul etmiş ve ona göre
bir anlaşma yapmışlardı.
3 — Kendi dinleri üzere kalıp Müslüman Devletine belli
ölçüde cizye (vergi) ödemeyi taahhüt etmesi,
Bu durumda savaşmak caiz
değildir. Düşman baş eğmiş, vergi vermeye yanaşmıştır. Bu, İslâm'ın zaferidir.
Amaç adam öldürmek değil, küfrün tuğyanım durdurmaktır.
4 — Düşman ordusunun hezimete uğratılması, Müslümanların üstünlük sağlayıp zaferi elde
etmesi,
Bu durumda düşman
bütün erzak ve cephanesiyle müslüman-lara ganimet olmuştur. Artık kimse
öldürülmez, sadece silahları ellerinden alınır.
5 — Düşman askerlerinden hayli kimseler güven istiyerek
İslâm ülkesine sığınma hakkı isterlerse, o takdirde geriye kalan düşmanın
morali bozulup savaşı bırakırsa, artık müslümanlar savaşı sürdürmez, iltica
edenleri kabul edip onları güven altına alır.
Özetlediğimiz
hususların açıklanması :
Savaşı terkedip
erteleme isteğinde bulunan düşmanın ciddi ve samimi olduğu tesbit edilir, bir
taktik ve ihanet içinde olmadığı anlaşılırsa, müslümanlar savaşı bırakır.
Barış anlaşması yapılır; gerekirse bir süre belirlenir, yani iki, üç, dört yıl
saldırmazlık imzalanır.
Ancak bu anlaşma, yani
banş anlaşmasının başlıca iki sebebi vardır; onu dikkatten uzak bulundurmamak
gerekir
1 — Bu isteğin düşman tarafından gelmiş olması. O
takdirde durum incelenir ve isteğe
olumlu cevap verilir.
Kur'ân'da bu husus
şöyle belirtilmiştir :
«Eğer (düşmanlarınız)
barışa meylederlerse, sen de ona yanaş; Allah'a güvenip dayan. Çünkü Allah
muhakkak işiten ve bilendir.
Eğer hile yapıp seni
aldatmak isterlerse, şüphesiz ki Allah sana yeterdir, seni de mü'minleri de
yardımıyla destekleyip güçlendiren Odur. Mü'minlerin kalblerini birbirlerine
ısındırıp onlan bir araya getiren de Odur...» [89]
Nitekim az yukarıda da
belirttiğimiz gibi, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Hudeybiyye senesi düşmanların
bu isteğine olumlu cevap vermiş ve on yıllık bir saldırmazlık anlaşması
yapmışlardı. Bundan amaç kan dökülmesini önlemek, barışa kapıyı açık
bulundurmak, kin ve düşmanlığı asgariye düşürmektir.
2 — Haram aylarının girmesi, savaşı bırakmayı gerektirir.
Çünkü eskiden bu Arap müşrikleri arasında pek yaygındı, yani Haram Ayları
girince savaşmazlardı. İslâm bu hürmeti uzun süre korumuştur. Ancak müşrikler
bu aylarda saldırıya geçerse, o takdirde müslümanlar da savaşa başlar, bunda
bir sakınca yoktur. Bunun gibi, Haram ayları girmeden savaş başlamışsa, Haram
Ayları girdiği halde düşman bunu devam ettiriyorsa, o takdirde Müslümanlar da
savaşa devam eder.
Haram Ayları bilindiği
gibi dörttür : Zilkaade, Zilhicce, Muharrem ve Recep.. [90]
Düşmanın aman dilemesi
iki şeyden biriyle gerçekleşir : Ya İslâ-nıiyeti kabul edip Kelime-i Şehâdeti
getirmekle, ya da cizye vermeyi taahhüt etmekle..
Kur'ân'da bu husus
şöyle açıklanır :
«Kendilerine kitap
verilenlerden Allah'a âhiret gününe inanmayanlar, Allah'ın ve Peygamberinin
haram kıldığını haram saymiyan-lar ve hak dini din edinmiyenlerle, boyun eğip
küçülmüş olarak elden cizye verinceye kadar savaşın.»[91]
Ashabdan Hz. Muğîre (R.A.)
meşhur Nihavend Savaşında düşmana şöyle seslenmişti .
«Ey Allah'ın
düşmanları! Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz sizinle, Bir olan Allah'ı bilip Ona
ibâdet edinceye ya da elden cizye verinceye kadar savaşmamızı emretmiştir.»[92]
Böyle bir anlaşmanın belli
vakti yoktur. Düşman cizye vermeyi kabul ettiği takdirde, bu akdi bozmadıkça
müslümanlarm güveni altında sayılırlar. Bozdukları takdirde savaş meşru duruma
gelir.
Düşman cizye vermeyi
kabul edip gereken anlaşma yapıldıktan sonra müslümanlarm şu hususlara dikkat
etmesi ve uygulaması gerekir :
a) Onlarla savaşmak haram olur,
b) Mallan canları ve namusları korunur,
c) Hürriyetleri ellerinden alınmaz,
d) Onlara işkence ve eziyet edilmez,
e) Diğer hakları korunur..
Cizye verip îslâm'm
hükümranlığını kabul edenlerin dikkat edeceği hususlar :
a) Mâlî muamelatta İslâm'ın, koymuş olduğu prensiplere
uyarlar. Bu hususta İslâmm gösterdiği ölçülere, koyduğu düzene aynen riayet
ederler. Örneğin faiz sistemine kapı açan muamelattan sakınırlar.
b) Suç ve cezalarda İslâm'ın koymuş olduğu ahkâma tabi
tutulacaklarından ona göre, hareket etmeleri gerekir.
Nitekim zina eden
Yahudi'nin suçu sabit görüldüğünden, Resû-lüllah (A.S.) Efendimiz tarafından
recmedilnıesi emredilmiştir.
Diğer evlenme, boşanma,
ibadet ve benzeri konularda kendi inanç ve âdetlerine göre hareket etmeleri
serbesttir, dokunulmaz. Ancak bu konularda da İslâm hâkimine başvuracak
olurlarsa o takdirde İslâmî ahkâma göre aralarında hükmedilir.
Nitekim bu husus
Kur'ân'da şöyle açıklanıyor :
«Şayet sana
gelirlerse, aralarında hükmet, (istersen) kendilerinden yüzçevir. Yüzçevirecek
olursan sana elbette hiçbir zarar veremezler. Hükmedecek olursan, aralarında
adaletle ve insafla hükmet. Çünkü Allah âdil ve insaflı olanları çok sever.» [93]
Cizye, «ceza» kökünden
türetilmedir. Müslüman Devletin hikâyesini kabul edip vergi verme hususunda
gayr-i müslimlerin yükümlü tutulduğu mal ve para hisbetidir.
Cizyenin meşruiyeti
kitap ve sünnet ile sabit olmuştur :
Kur'ân'da az yukarıda
mealini verdiğimiz Tevbe Sûresi 29. âyet cizyeyle ilgilidir.
Sünnete gelince, Abdurrahman
b. Avf (R.A.) diyor ki :
— Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Arap Yarımadasında Hecer Mecusîlerinden cizye aldı.»[94]
Ayrıca Resûlüllah
(A.S.) Efendimizin Bahreyn Mecusilerinden İkinci Halîfe Ömer'inde İranlılardan,
Üçüncü Halîfe Osman'ın Ber-berîlerden cizye aldıkları sahih rivayetlerle sabit
olmuştur.
Cizyenin meşruiyetinin
sebeplerinden biri, Müslümanlardan alınan zekât mukabilinde gayr-i müslim
vatandaşlardan cizye, vergi alınması, vergi konusunda adaleti sağlamaya
yöneliktir. Çünkü her iki zümre de îslâm bayrağı altında, İslâm'ın himayesinde
yaşamaktadır. Ayrıca onlardan alınan bu vergi karşılığında bir çok hakları
korunmaktadır. [95]
Erkeklerden, teklif
çağma girmiş, hürriyeti elinde olup kölelik, esirlik kaydı altında olmayanlardan
alınır. Bu tarife göre, cizye, kadınlardan, çocuklardan, köle ve esirlerden
alınmaz. Ayni zamanda akli dengesi yerinde olmayanlardan da alınmaz.
Nitekim İmam Mâlik
diyor ki : «Sünnet cizyenin ancak ergen olmuş hür erkeklerden alınacağını; kadınlardan,
çocuklardan ve kölelerden almmıyacağmı hükme bağlamıştır.»
İkinci Halîfe Ömer
(R.A.) de bu sünneti aynen uygulamış ve fetih yapan İslâm kumandanlarına şu
mealde emirname yazıp göndermiştir : «Çocuklardan ve kadınlardan cizye
almayın, onu ancak saçı-sakalı çıkmış ergen erkeklerden alın..» [96]
İslâm bu konuda
standart bir ölçü koymamıştır. Cizye vermeye razı olan ülkenin ekonomik
durumuna göre, yetkili devlet adamı ya da kumandanın takdirine bırakmıştır. Adalete
uygun düşeni de budur. Belli bir nisbet konulmuş olsaydı, fakir ülke ezilecek,
zengin ülke bunun ağırlığını hissetmiyecekti,
Ashab-ı Sünenin
yaptığı sahih tesbite göre : Resûlüllah CA.S.) Efendimiz Muâz Hazretlerini
Yemen'e gönderdiğinde ona şu emri de vermişti :
— «Ergen olan her
adamdan bir dinar veya o değerde bir elbise cizye al!»
İkinci Halife Ömer
(R.A.) zengin ülkelere başeğdirdiğinde, adam başına dört dinar veya kırk dirhem
cizye koymuştur.
Nitekim tabiinin ileri
gelen ilim adamlarından Mücahid'e soruluyor : «Neden Şam halkından adam başına
dört dinar, Yemen halkından bir dinar alınıyor?» O şu cevabı vermiştir: «Bu, tamamen ekonomik duruma bağlıdır.»[97]
İmam Ebû Hanîfe ve bir
rivayete göre İmam Ahmed b. Hanbel bu rivayeti sened olarak almışlar ve ona
göre ictihadlannı yürütmüşlerdir. Bu iki imam şöyle bir tesbitte bulunmuşlar :
Zenginlerden 48 dirhem, orta hallilerden 24 dirhem, fakirlerden 12 dirhem
alınır. Tabii bu nisbet senelik vergi olarak belirlenmiştir.
İmam Şafiî'ye göre,
cizyenin en az nisbeti bir dinardır. Fazlası için bir sınır yoktur. İslâm
devleti, boyun eğdirdiği ülkenin ekonomik durumuna göre, bir dinardan aşağı
olmamak üzere bir takdirde bulunur. İmam Ahmed'in de bu görüşte olduğu başka
bir rivayet yoluyla bilinmektedir.
İmam Mâlik'e göre,
cizyenin ne az, ne de çok nisbetine bir ölçü koymak doğru değildir, günün ve
ülkenin şartlarına göre, ayarlanır. Ama hiçbir fert gücünün yetmiyeceği bir
nisbeti vermekle zorlanamaz.
Ahnef b. Kays'in
yaptığı tesbite göre, Hz. Ömer (R.A.) İslâm bayrağı altına girmeyi kabul eden
gayr-i müsümlerden cizye vergisi dışında, İslâm askerlerine bir gün bir gece
ziyafet vermelerini ve bir de ülkedeki yıkık köprüleri onarmalarını, ihtiyaç
hissedilen yerlerde köprü yapmalarını, yolları düzeltmelerini de bir
mükellefiyet olarak koymuştur. Onların ülkesinde bir Müslüman öldürülecek
olursa, diyetini tam ödemelerini de hükme bağlamıştır.
Eslem'in yaptığı
tesbite göre, Şam sakinlerinden bir grup insan Hz. Ömer'e başvurarak,
müslümanların kendilerine uğradıkları zaman koyun, tavuk gibi şeyleri
kesmelerini istedikleri ve bu hususta bazen ciddi emir verdikleri oluyor,
şeklinde şikâyette bulunmuşlar. Hz, Ömer (R.A.) «Hayır onların istediklerini
değil, kendi yiyeceğiniz ne ise ondan ikram ediniz..» diye emir vermiştir.
Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz Kitap Ehline şefkatla muamele edilmesini, güç
getiremiyecekleri şeylerin teklif edilmemesini tavsiye etmiştir. İbn Ömer
(R.A.) diyor ki ; «Peygamberimizin (A.S.) en son tavsiyelerinden biri şu
olmuştur : Vatandaşlık hakkını tanıdığım gayr-i müslimler hakkındaki güveni
muhafaza edin!»[98]
«Kim bir muahide (=
İslâm Devletine bir vergi Ödeyerek kendini korutmakta olan gayr-i müslim)
zulmeder veya ona güç getiremi-yeceği şeyi yüklerse, herhalde ben onun
savunucusu olurum.»[99]
Gayr-i müslimlere
vatandaşlık hakkı tanıdıktan sonra belli bir nisbette alınan vergiye cizye
deniliyordu. Bu bir bakıma Müslümanların verdiği zekât dikkate alınarak
konulmuş bir vergidir.
Ancak gayr-i müslim
vatandaş İslâm'a girip Kelime-i Şehadeti getirirse, o takdirde cizye denilen
vergi kalkar, bu defa zekât vermekle yükümlü olur.
Sahih rivayete göre :
Yahudi muahidlerden
biri İslâm'a girdiği halde yine de kendisinden cizye istenmişti. Yahudi ben
Müslüman olmadan önce korunmam için bu vergiyi veriyordum; şimdi ise İslâm'a
girdim, İslâm'ın kendisi zaten koruyucudur ve sığınmaktır, diyerek itiraz
etmişti. Bunun üzerine durum İkinci Halîfe Hz. Ömer'e bildirilmiş, o da İslâm'ın
kendisinin koruyucu olduğunu, İslâm'a girenden artık cizye alın-mıyacağmı
bildirmişti.[100]
Cizye yalnız Gayr-i
Müslim Vatandaşlardan değil, İslâm Devletine vergi vermeyi kabul edip kendi
ülkesinde idari bakımdan bağımsız olanlardan da alınır. Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz Nec-ran Hıristiyanlanna kendi ülkelerinde müstakil bir idare
altında bulunmalarına izin vermiş ve her yıl gereken cizyeyi de almıştır. Çünkü
bu vergi bir bakıma yine onları korumaya yöneliktir. Bu tecavüze uğradıkları
takdirde İslâm Devleti o tecavüzü defetmekle yükümlüdür. [101]
İslâm Devleti onlardan
vergi alıp onları himaye ederken, bazı şartları beraberinde getirir. Onlar o
şartlara bağlı kaldıkları sürece İslâm'ın himâyesi altında kabul edilirler.
Şartlan şöyle sıralıyabiliriz :
a) Müslümanlardan birini, toplanıp öldürdüklerinde,
b) Kötü
davranışlarından ve düzene uymadıklarından dolayı hâkim karar verdiğinde,
c) Müslümanlar arasında fitne çıkartmaya
çalıştıklarında,
d) Müslüman kadınla zina ettiği sabit olduğunda,
e) Cinsel sapıklıkta bulunduklarında,
f) Yol kestiklerinde, devletin güçlerine karşı
koyduklarında,
g) Başka devlet adına casusluk yaptıklarında,
h) Casusluk yapanları himaye ettiklerinde,
i) Allah'a veya Peygambere ya da Kur'ân'a dil
uzattıklarında yapılan anlaşma hükümsüz kalır, İslâm himayesinden çıkarılırlar.
Nitekim büyük sahâbi İbn
Ömer'e, «Falan rahip vatandaşımız olduğu halde Peygamberimize dil uzattı.»
denildiğinde, İbn Ömer (R.A.) onu öldürmek gerekir. Çünkü biz onlara, kutsal
değerlerimize dil uzatsınlar diye eman vermedik.» demiştir.
Gayr-i müslim bir
vatandaş yukarıda belirtilen hususlardan birini işlerse, onun vatandaşlık
hakkı kalkar, çoluk çocuğun hakkı değil. [102]
[1] Buharı - Müslûm : Ebû
Hüreyre (R.A.)'den.
[2] Bakara Sûresi : 190.
[3] Ebû Davut - Tirmizi - Nesaî
- Ahmed b. Hanbel ; Sa'd b. Zeyd (R.A.).
[4] Bakara Sûresi : 246.
[5] Bakara Sûresi : 193.
[6] Nisa, Suresi : 75.
[7] Nisa, Sûresi : 76.
[8] Enfal Sûresi : 6i.
[9] Bakara Sûresi : 256.
[10] Yûnus Sûresi : 99.
[11] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/348-351.
[12] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/352.
[13] Enfal Sûresi : 2-3.
[14] Tür Sûresi : 48.
[15] Zuhruf Sûresi : 89.
[16] Hicir Sûresi : 85.
[17] Câsiye Sûresi: 14.
[18] Mü'minûn Sûresi i 96.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 4/352-353.
[19] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/353.
[20] Enfâl Sûresi ı 30.
[21] Hacc Sûresi : 38-3S-40.
[22] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/354-355.
[23] Bakara Sûresi : 216.
[24] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/355.
[25] Tevbe Sûresi 122 –123.
[26] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/355-356.
[27] Enfâl Sûresi i 45.
[28] Enfâl Sûresi ; 15- 16.
[29] Buharı :îbn Abbas (R.AJ'dan.
[30] Tevbe Sûresi: 38 – 39.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 4/356-358.
[31] Tevbe Sûresi; 91.
[32] Buharı - Müslim : îbn Ömer
(R.A.)'dan.
[33] Ahmed b. Hanbel - Euharî:
Hz. Âişe (R.A.)'dan.
[34] El-Vahidî - Süyuti - Nisa
Sûresi: 32.
[35] Buhari - Müslim ve Ashab-ı
Siyer.
[36] Sahih-i Müslim - Ebû Dâvud -
Tirmizî: Enes (R.A.)'den.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 4/358-360.
[37] Buharı - Müslim : îbn Mes'ud
(R.A.)'den.
[38] Buharı - Ebû Dâvud - Nesâi -
Tirmfel: İbn Ömer (R.A.)'den.
[39] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/360-361.
[40] Ahmed b. Hanbel - Müslim :
Ebû Katade hadîsinden.
[41] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/361-362.
[42] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/362-363.
[43] Ahmed bin Hanbel Müsnedi:
3/82 – 266.
[44] Tevbe Sûresi : 111.
[45] Et-Terğib ve't-Terhib.
[46] Ahmed bin Hanbel.
[47] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/363-364.
[48] Tirmizî - Sened-i Sahih ile.
[49] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/365.
[50] Müslim - İmaret bahsi : 186
- Buhari ~ İmân bahsi : 18 - Tirmizi - Birr bahsi i 3 - Ahmed b. Hanbel
Müsnedi1:1/41 – 418.
[51] Ashab-ı Sünen - Sened-i
sahihle rivayet etmişlerdir.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 4/365-366.
[52] Kütüb-i Sitte'den beşi
rivayet etmiştir – Sahihtir.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 4/367.
[53] Müslim - İmaret bahsi : 166
- Buharı - îmân bahsi : 18 - Tirmizî - Birr bahsi i 3 - Ahmed b. Hanbel
Müsnedü; 1/41 – 418.
[54] Ashab-ı Sünen - Sened-i
sahihle rivayet etmişlerdir.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 4/369-370.
[55] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/370.
[56] Ashab-ı Sünen : Ebû Mûsâ
(R.A.)'den.
[57] Ebû Dâvud – Nesâî.
[58] Buharı- Ömer b. Hattab
(R.A.)'den.
[59] Müslim - Ebû Davud - Tirmizî
- İbn Mâce - Ahmed b. Hanbel : Sehl'den.
[60] Fıkhı's-Sünne ; 2/635.
[61] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/371-372.
[62] Sahîh-i Müslim : Selmân
(R.A)'den.
[63] Ebû Dâvud - Tirenizi - îbn
Asâkir : Fazâle b. Ubeyd'den.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 4/372-373.
[64] Ahmed bin Hanbel - İmam
Şafii.
[65] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/373-374.
[66] Ashab-ı Süntfn - Sened-i
Sahihle.
[67] Ebû Dâvud : Enes (R.A.)'den.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 4/374-375.
[68] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/375-376.
[69] Buhari - Müslim : Ebû
Hüreyre (R.A.)'den.
[70] Buharî - Müslim : Hz. Ali
(R.A.)'den.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 4/376-378.
[71] Buharı hariç beşi rivayet
etmiştir.
[72] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/378-379.
[73] Ebü Dâvud - İbn Hibbân - İbn
Asâkir : Sehb. Sa'd (R.A.) 'den.
[74] Enfâl Sûresi ; 9.
[75] Kutüb-i Şilteden üçü rivayet
etmiştir.
[76] Ashab-ı Sünen.
[77] Buharı = Müslim.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 4/379-381.
[78] Enfal Sûresi: 15 –16.
[79] Buharı - Müslim - Ebû Dâvud
- Nesâi: Ebû Hüreyre (R.A.)den.
[80] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/381-383.
[81] Sahih-i Buhari - Câbir
(R.A.)'den.
[82] Sahih-i Müslim : Ümmü Gülsüm
(R.A.)'den.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal
Kitabevi: 4/383-384.
[83] Enfal Sûresi i 65.
[84] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/384-385.
[85] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/385-386.
[86] Sahîh-i Buhari.
[87] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/386-387.
[88] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/387-388.
[89] Enfâl Sûresi .60-61.
[90] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/388-390.
[91] Tevbe Sûresi: 29.
[92] Buharî: Muğîre (R.A.)'den.
[93] Mâide Sûresi; 42.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 4/390-391.
[94] Buharî – Tirmizî.
[95] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/391-392.
[96] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/392.
[97] Sahîh-i Buhaii.
[98] Fıkhü's-Sünne : C. 2/688.
[99] Fıkiıü's-Sünno : C. 2/668.
Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,
Uysal Kitabevi: 4/392-394.
[100] Ahmed b. Haabel -. Ebû
Daâvud : İbn Abbas'dan merfuan.
[101] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/394.
[102] Celal Yıldırım,
Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 4/394-395.