İSLÂMDA TEŞRİ VE FIKIH TARİHİ VE METODU
İslâm Fıkhının Ve Teşrî' Tarihinin İncelenmesinin Önemi
Her Toplumun Bütün Hayatına Hakim Olacak Bir Sisteme İhtiyacı Vardır:
Serî'atın ve Teşrî'in Manaları
İslâm Şerî'atımn Diğer Semavi Şerî'atlar Arasındaki Yeri
İlâhi Kanun İle Beşeri Kanun Arasındaki Fark
İslâm Düşünce Tarihinde Şer'i Hüküm Koymanın Devirleri Ve Aşamaları:
Resûlüllâh (SAV) M Hayatında Şer'i Hüküm Koyma Hakkında:
Resûlüllâh (SAV) İn Devrinde Şer'i Hüküm Koymanın Kaynakları:
Kur'ân'm Bölük Bölük İnmesinin Hikmeti
Şer'i Hükümlerin Aşamalı Olarak Meşru Kılınmasının En Açık Örneği içkinin
Haram Kılınmasıdır:
Kur'an-I Kerimin Bölük Bölük İnmesinin Hikmeti, Eğitim Ve Öğretimde
İstifade Edilmesi İçindir:
Mekke Devrinde Meşru Kılınan Hükümler:
Medine Devrinde Meşru Kılınan Hükümler:
Medine'deki Şer'i Hükümlerin Mekke'deki Şer'i Hükümler İle Bağlantısı:
Mekke'de İnen Ayetler İle Medine'de İnen Ayetlerin Özellikleri
Mekke'de İnen Sürelerin Özellikleri:
Mekke'de İnen Âyetler İle Medine'de İnen Âyetlerin Arasındaki Fark:
Mekke'de İnen Âyetlerin Özellikleri:
Medine'de İnen Âyetlerin Özellikleri
Medine'de İnen Sûrelerin İniş Tarihlerinin De Yaklaşık Olarak Belirlenmesi
Mümkündür:
Kur'ân'ın Bir Fiilin.(Bir İşin) Yapılmasını İstemekte Kullandığı Çeşitli
Üslûblar:
Kur'ân'ın Bir Fiilin Yapılmamasını İstemekte Kullandığı Çeşitli Üslûblar:
Kur'ân'ın Şer'i Hükümleri Açıklamadaki Metodu:
Kur'ân Hayatın Bölümlerinin Hükümlerini Açıklamıştır:
Sünnet İslâmda Şer'i Hüküm Koymanın İkinci Kaynağıdır:
Sünnet Hakkında Yanlış Düşünenlerin İleri Sürdükleri İddiaları:
İmam Şafii Şer'i Hükümleri Şu Kısımlara Ayırmıştır.
Sünnet (Hadis) İn Resûlüllâh'in Devrinde Yazılmaya Başlanması:
Hadisin Yazılmasının, Yasaklanmasının Sebebi Hakkında Âlimler İhtilâf
Etmişlerdir:
Ashabın Resûlullâh (SAV) Dan İlim Öğrenmeleri:
Kur'ân'ın Sahifelerde Ve Kalblerde Muhafaza Edilmesi:
Resûlüllâh (Sav) Devrinde Ashabın İçtihadı:
1) Resûlullâh (Sav) Bulunmadığında Ashabın İçtihat Etmeleri:
2- Rasûluuâh (SAV)In Huzurunda Ashabın İctihad Etmeleri:
Kur'an Ve Sünnette Şer'i Hüküm Koymanın Özellikleri:
Münkerin De Dereceleri Vardır:
3) Şerî'at, Bir Bütündür. Bölünmeyi Kabul Etmez:
4) İslâm Şerî'atını Nassları (Delilleri) Beşerin Bütün İhtiyaçlarına Cevap
Verir:
Kur'an Ve Sünnette Gelen Bütün Hükümler:
Kur'an Ve Sünnetin Cahiliyyet Devri Hükümlerinden İptal Ettiği En Önemli
Hükümler Şunlardır:
Hz. Ebû Bekir Devrinde Kur'ân'ın Cem' Edilmesi
Hz. Osman'ın Kur'an-I Yazdırmasının Sebebi:
İslami Fetihler Ve Fetihlerin Gereği
Sahabenin İttifak Ettikleri Meselelerin En Önemlileri:
Sahabenin İhtilaf Ettikleri En Önemli Meseleler:
6) Eşlerden Birinin Hür, Diğerinin Hür Olmaması Halinde Talakın Adedi:
7) Kocası Vefat Eden Hamile Kadının İddeti:
8) İlâ'da Talâkın Meydana Gelmesi Vakti:
9) Üç Talâkla Boşanan Kadına Nafaka Ve Mesken Verilip Verilmemesi:
10) Sahih Dedenin Ölünün Kardeşleri
İle Mirasçı Olup Olmaması:
11) Ölünün Kız Kardeşleri, Ölünün Kızları İle Mirasçı Olup Olmamaları:
Fetvalarda Meydana Gelen İhtilafın Sebebleri:
İhtilafın Sebebleri Şunlardır:
Hadis Rivayetinin Dikkatle Araştırılması Ve Kesin Olarak Bilinmedikçe
Nakledilmemesi:
Sahabe Delil Bulamadıklarında Birçok Meselelerde Kendi Reyleriyle İctihadda
Bulunmuşlardır:
Yerilen İctihad İle Amel Edilen İçtihadın Arasının Bulunması:
Hz. Aişe'nin İlim Ve Makam Bakımından Bütün Kadınlardan Üstün Olması:
Sahabenin Küçükleri İle Tabiinin Büyüklerinin Asrıdır
Asrının Başına Kadar Devam Eder. Bu Devirde Siyasi Durum-
İslam Fıkhında Siyasi İhtilafların Tesiri:
1) Haricilerin Hilafet Hakkındaki Görüşleri:
2) Haricilerin İman Ve Amel Hakkındaki Görüşleri
3) Haricilerin En Meşhur Fırkaları:
Bu Prensipler Şiileri Şu Sonuçlara Ulaştırdı:
Şiiler Bir Çok Fırkalara Ayrılmışlardır. Onların En Önemlileri Zeydiyye
İle İmamiyye Fırkasıdır:
Âlimlerin Şehirlere Dağılması:
Hadis Uydurmanın En Önemli Sebepleri Şunlardır:
3) Miliyetcilik, İmamlar Ve Beldeler Hakkında Uydurulmuş Hadisler:
4) Faziletler, Tergib, Terhîb Hakkında Uydurulmuş Hadisler:
Âlimlerin Hadisleri Korumak Ve Hadis Uydurma Hareketine Karşı Durmak Tçin Çalışmaları:
1 )Hadislerin Senetlerinin Araştırılması:
2) Ravilerin Tenkit Edilmeleri:
3) Birhadisin Uydurulmuş Olduğunu Bildiren Belirtiler Şunlardır:
Hadislerin Toplanıp Yazılması Ve Yazılmasının Etkileri
Ehl-İ Rey'in Ve Ehl-İ Hadisin Doğuşu
Ehl'i Re'y Medrese'sinin Özellikleri
Hicaz'da (Medine'de) Ehl-İ Hadis Medresesinin Mezhebi:
Hicaz İmamlarının Delillerin Dairesinden Ayrılmamaları Şu Sebeblere
Bağlıdır:
O Asırda İhtilaflı Meselelerden Bâzıları:
Bu Asırda Fetva Verenlerin Meşhurları:
Ubeydullah B. Abdullah B. Utbe B. Mesud
Salim B. Abdullah B. Ömer B. Hattab
Kasını B. Muhammed B. Ebu Bekir
Fıkıhta İlimde Mevalinin (Arap Olmayanların) Üstün Olması
Ebu Hanife'nin Doğumu - Yetişmesi Vefatı (Hicri 80-150)
Ebu Hanifenin Çektiği Sıkıntı Ve Ahlakı
Ebu Hanife'nin Mezhebinin Dayandığı Esaslar Şunlardır:
2) Ebu Hanife Hadisleri Kabul Etmekte Çok Titiz Davranıyordu:
3) Ebu Hanife'nin Kıyası Çok Kullanması:
Ebu Hanife Hadisleri Terk Ediyordu Diye İddia Etmeleri
Ebu Hanife'nin Fıkhın Gelişmesine Tesiri Ve Mezhebinin Yayılması:
İmam Malik'in Hayatı (Hicri 93-179)
İmam Malik'in Yaşayışı Ve Geçim Kaynağı
İmam Malik'e İşkence Yapılması
İmam Malik'in Medine'den Mısırdaki Leys B. Sa'd'a Yazdığı Mektubu:
Maliki Mezhebinin Dayandığı Esaslar:
Mâliki Mezhebinin Gelişmesi Ve Yayılması:
Maliki Mezhebini Yayanlardan Bazıları Şunlardır:
A) Abdullah B. Vehb (H.125-197)
B) Abdurrahman B. Kasım (H.128-191)
C) Eşheb B. Abdülaziz. Kays Amiri (H.140-204)
D) Esed B. Furat B. Sinan (H. 145-212)
E) Abdülmelik B. Macişûn Macişûn, Teymoğulları Azadlılarındandır.
A) Abdüsselâm B.Said Sahnun (H.7-240)
B) Abdülmelik B.Habib (H.?-238)
C) Abdullah B. Abdülhakem ( H.-150-216)
İmam Şafii'nin İlim Tahsil Etmesi Ve İdareci Olması:
İmam Şafii'nin İlmi Ve İlminin Kaynakları
Ebu Zehra'ya Göre İmam Şafii'nin Bu Yüksek Mevkie Ulaşmasının Sebebleri
Şunlardır.
A) Şahsi Kabiliyyeti Ve Yetenekleri:
C) Özel İncelemeleri Ve Tecrübeleri:
İmam Şafii'nin Görüşleri Ve Fıkhı:
Şafii Mezhebinin Dayandığı Esaslar:
İmam Ahmed B. Hanbel'in Hayatı: (H.164-241)
Ahmed B. Hanbepin Hadis Rivayetine Ve Fetva Vermeye Başlayışı:
Ahmed B. Hanbel'e İşkence Yapılması:
Hanbeli Mezhebinin Dayandığı Deliller:
3) Sahabelerin İhtilaf Etmiş Oldukları Fetvalarından Tercih Edileni:
4) Mürsel Hadis Ve Zayıf Hadisle Amel Edilmesi:
Ahmed B. Hanbel'in İlminin Nakledilmesi Ve Mezhebinin Yayılması:
Hanbeli Mezhebinde Rivayetlerin Çok Olması:
Zamanımızda İslam Fıkhının Durumu, İslam Fıkhını Yenilemek Konusunda
Çalışmalar.
İslâm Şuurunun Uyanışı Ve Fıkıhda Yenilik Teşebbüsleri:
Fıkhın Düzenlenmesi Konusunda Genel Ve Özel Çalışmalar
Mürşidü'l-Hayran Li-Ma'rifet-İ Ahvâlfı-İnsan
Dünya Çapında Bir Ansiklopedi Çıkarmaya İhtiyaç Vardır:
İslâm Fıkıh Ansiklopedisini Hazırlama Projeleri
1) Dımaşk Üniversitesindeki Şeriat Fakülte-Si'nin Projesi:
İslâm Fıkıh Ansiklopedisi Komisyonu:
2) Kahire'de Din İşleri Yüksek Konseyinin Projesi:
3)-Kahire'de "İslâmi Araştırma Cemiyeti"Projesi:
4) Kuveyt'de Din İşleri Ve Evkaf Bakanlığı Projesi:
Bir Gurup Tarafından İctihad Kapılarının Açılması:
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adı ile (başlıyorum.)
Bütün hamd ve senalar
yalnız Allah Tealâ'ya mahsustur. O'na hamd eder, O'ndan yardım ister,
günahlarımızı bağışlamasını dileriz. Nefislerimizin yaptığı kötülüklerden ve
işlerimizin çirkinliklerinden Allah Tealâ'ya sığınırız. Allah Tealâ kimi doğru
yola eriştirirse artık onu şaşırtacak hiç kimse yoktur. Kimi de şaşırtırsa onu
da doğru yola iletecek kimse yoktur. Biz Allah Tealâ'dan başka ilâh olmadığına,
bir olup ortağı bulunmadığına, Hazreti Muhammed (SAV) in O'nun kulu ve elçisi
olduğuna şahadet ederiz.
AllâhTealâ'nm salat ve
selâmı Rasûlulâh' (SAV)ın ve onun âl ve ashabının, onun daveti gibi insanları
islâmiyete davet edenin ve onun gitmiş olduğu yolda gidenin üzerine olsun.
Teşr'î (şer'i hüküm
koyma) ve İslâm Fıkıh tarihinin ana hatlarıyla konulan şunlardır:
Şer'i hüküm koyma ile
ilgili bahisler, Şer'i hüküm koymanın kaynaklan, Fıkhın doğuşu ve gelişmesi,
Müctehidlerin
mezhepleri ve bu mezheplerden her birinin kuralları ile metodları,
Müctehidlerin hal
tercümeleri ve delilleri araştırarak onlardan hüküm çıkarırken harcadıkları
büyük gayret ve yüksek bilgileri, fıkhın büyüyüp olgunlaşması, her asırda
hayatın sorunlarını
başarı ile çözümlemesi, insanlığın yükselme ve gelişme sebeplerini üstlenmesi,
direklerini hak ve adalet esasları üzerine dikerek örnek ve üstün bir medeniyet
meydana getirmiş olması.
Anlatılan bu konular,
araştırmacılara ilim kapısını açbu asırda islâm fıkhının gelişip yükselme
sebeplerine yapışan-ların yolunu aydınlatır.
Bu yolda yürüyen
müslümanlar geçmişteki şeref ve haysiyetlerini yeniden kazanırlar, milletler
arasında ön saf da yerlerini alırlar.
Zira her maksadın
ardında Allah Tealâ vardır.
H. 1407-M. 1987 Mennâ'
Halil
el-Kattan
Yüksek Kadılık
Enstitüsi Müdürü - Riyad[1]
Tarih: olayları ve
bunların meydana gelmiş olduğu zamanı, insanların hayatı üzerinde bırakmış
olduğu etkileri anlatan bir ilimdir.
İlimlerden herhangi
bir ilmin tarihi; o ilmin doğuşundan, aşamalarından, gelişiminden ve bu ilme
hizmet-etmiş olan insanların hayatından bahseder.
İlimlere ait tarih:
umumi (genel) tarih herhangi bir asırdaki olayları, meşhur adamları, ilmi ve
fikri durumları kısa ve öz olarak anlatan ilimdir.
Her ilmin tarihi, bir
ilim dalı olması için araştırılmalı, metotlu bir şekilde konusu, kuralları ve
faydaları tertipli ve düzenli olarak yazılmalıdır.
Fakat tarihe gereken
önem verilmediği için her ilmin tarihi araştırılarak mükemmel bir metodla
yazılmamıştır. Bununla önceki âlimlerin araştırma metodlarını bilmediklerini
kasdetmiyorum. Çünkü onlardan bazıları ilimlerin tarihinden bahsetmişlerdir.
Fakat çok kısa değindikleri için ihtiyaca cevap verecek seviyede değildir.
İbn-i Haldun,
Mukaddimesinin altıncı babım ilimlere, ilimlerin sınıflarına, öğretilmesine,
öğretilmede takip edilecek yollara, öğretim faktörlerine, öğretimle ilişkisi
bulunan durumlara ayırmıştır. Yine îbn-i Haldun, mukaddimesinin yedinci faslını
fıkıh ilmine ve fıkıh ilmine bağlı olan ferâiz ilmine tahsis etmiştir.
Dr. Hasan İbrahim
Hasan "Tarihü'l -islâm es-Siyâsi ve'd Dini ve's-Sekafî ve'l içtimaî"
isimli kitabında kültüre ait bir bap ayırıp orada nakli ve akli ilimlerden,
İslâmın hüküm sürdüğü asırlarda yazılan kitaplardan, bu ilimlerin gelişmesinden
kısaca bahsetmiştir.
Üstad Ahmet Emin
""Fecrü'l-İslâm", "Duha'l-İslâm", "Zuhuru'
1-İslâm"" isimli kitaplarında islâm tarihindeki düşünce hayatını
inceleyip islâmi ilimlere ve kültüre değinmiştir.
Alimlerin hizmet
etmeyi ihmal ettikleri ilimlerden biri de, islâmda fıkıh ve teşri' tarihidir.
Alimlerden çok azı, bu yeni ilimde araştırma metodlarının anahatlarını çizen
kısa kitaplar yazmışlardır. Bu yeni ilim üzerinde çalışanlar, bu kitablardaki
anahatlara bağlı kalmalı, onları kendilerine rehber edinmeli, bu yeni ilmin
temel prensiplerini geliştirmeye ve tamamlamaya gayret göstermelidirler Bu
yeni ilme ait yazılan kitaplardan bazıları şunlardır:
Hudarî'nin
"Tarihü't -Teşri' el- İslâmî"
Dr. Ali Hasan
Abdülkadir'in "Nazratün Ammetün fı-Tarihi'l-Fıkhı'l- İslâmî"
Es-Sayis'in "Tarihü'l -Fıkhı'l -İslâmî"
Dr. Muhammed Yusuf
Musa'nın "Tarihu't-Teşrî' el-îslâmî"-
Abdülazim
Şerifuddin'in "Tarihü'l-Teşri'el- islâmî"
Faziletli Üstâd
Muhammed Ebû Zehra da bu konu ile ilgili bahisleri kapsayan kitaplar yazmıştır:
"Tarihü'l-mezahip el- îslâmî", "İmam zeyd b. Ali",
"İmam Ebû hanife", "İmam Malik", "İmam Şafiî",
"İmam Ahmed", "İbn-i Hazm", "îbn-i Teymiyye" gibi
imamların hayatlarina ait kitapları, seri halinde çıkarmış olduğu kitaplardandır.
Ostâd Ali Hasbullah'ın
"Usulü't- Teşrî'il-İslâmî" kitabı ile Muhammed b el-Hasan el-Hacevî
es-Seâlibî el-Fasî'nin "el-Fikrü's-Sâmi fı-Tarihi'1-Fıkhı'l- Islâmî"
kitabı da bu konuyu ele alan kitaplardandır. Yine Zerka'nın
"el-Medhalitf-Fıkhî el-Âmm" kitabı, el-Mahmasâni'nin
"Felsefetü'l-Teşrî' fı'1-İslâmî" ve "Medhalü'l -Fıkhı el-
islâmî" kitabları, Dr. Muhammed Baltacı'nm yeni çıkan
"Menahicü't-teşrîî 1- İslâmf fı'l Kami's- Sani el-Hicri" kitabı bu yeni
ilme hizmet eden ve bu ilmin konularının çoğunu kapsayan kitaplardandır.
İmam Yusuf un
"îhtilaf-i Ebi Hanife ve İbn-i Ebi Leyla", Razi' nin "Adâbü'ş-
Şafii ve Menâkıbuhu", İbn-i Kayyım'in "İ'lâmü'l-müvakkıin",
İbn-i Abdi'l-Berr'in "el-İntikaü Min Fedaili's-selâse
ti'1-Eimmeti'l-Fukahâi" kadı İyaz'ın "Tertibü'l medârik ve
tertibü'l-mesalik Li-Marifet-i A'lâm-i Mezheb-i Malik", İbn-i Sa'd'ın
"et-Tabâkatü'l Kübrâ", "Tabakatü'ş Şâfıiyye",
"Tabâkatü'l Hanâbile" Bu kitaplar ise mezhepler hakkında bu yeni ilim
için kaynak kitaplardan sayılır. [2]
Herhangi bir ilmin
tarihinin incelenmesinden maksat, o ilimden istifade edebilmesi için temel
esaslarının, konularının, hedeflerinin ve faydalarının bilinmesidir. Çünkü
islâm fıkhı, ibadetler ve muameleler hakkındaki feri hükümleri bir araya
getirmekte kusur etmemiştir. Genel manada islâm; itikadda ibadette, sosyal
hayatta,
iktisadda, siyasette
ve şer i' hüküm koymada
insan hayatının bütün bölümlerinde mükemmel
bir yoldur. İslâm flkhi, bir
takım aşamalar sonunda en son mertebeye ulaşarak sağlam bir bina haline
gelmiştir, İslâm fıkhı, beşer
medeniyyetini, çeşitli muameleleri, insanlık ilişkilerini, müslümanlar için
ince bir şekilde düzene koymuştur. Bu
anlatılan hususlar, islâm fıkhının ve teşri' tarihinin incelenmesine büyük önem
kazandırır. Çünkü bu inceleme islâmi hayatı ayakta tutan temel pirensipleri
kapsamaktadır. İslâm şeri'atı, ümmet binasının üzerine kurulduğu temel ve
medeniyetin gelişmesinde hareket noktasıdır insanlar bu ümmetin tarihinde altın çağını yaşarken hayatı
şekillendirmede, insani medeniyetin mesajını anlamada,
dünya ve ahiret için hayırlı
işler yapmaya yönelmekte en
güzel medeniyet örneğini görmüştür.
İslâm, bazı devirlerde
islâmi değerleri zayıflatmaya ve müslümanları hak yoldan saptırmaya çalışan
yıkıcı fikri akımların saldırılarına zaman zaman maruz kalmıştır.
İslâm şeri'atı, ilk
önce Roma ve İran felsefi fikir akımlarının saldırısına uğramıştır.
İnsanlardan bazıları bu kısır akli çelişkiye aldandılar. İlm-i Kelâm'da din ile
felsefeyi uzlaştırmaya çalıştılar. Dinin aslına ve yapısına felsefeden yabancı
kavramlar soktular. Bu yüzden dini bahisler, din ile hiç alakası olmayan
bahisler halini aldı
Fakat islâm akidesinin
açık olması, ihlâsh ve samimi âlimlerin çalışmaları islâm akidesine felsefenin
etki etmesine ve yabancı manaların girmesine engel oldular.
Bugün ve bu asırda
ise, başka yıkıcı akımlar islâmi çağdışı ve kuralları katı diye suçlayarak
çağdaş gelişmeye
karşı, ihtiyaçlara
cevap vermeye elverişli olmadığını ileri sürerek İslama saldırıyorlar.
İslâm fıkhı,
müslümanlarm hayatında hem sosyal gidişatı, hemde iş hayatını temsil
etmektedir. Bu yüzden islâm fıkhı, gerek Avrupa medeniyetinden ve gerekse
komünist devletlerden islâmı yıkmak için arka arkaya gelen hücumlardan her
ikisine birden eşit olarak karşı koyacak birinci savunma hattını teşkil eder.
Bu bakımdan islâmın gelişip ilerlemesini isteyen ıslahatçı müslümanlar ıslâh
hareketine fıkıhdan başlamak istiyorlar. Çünkü fıkıh, ıslâh davetçilerine göre,
islâm tarihini temsil etmektedir. Onlar Rasûlullâh' (SAV) in devrindeki islâm'a
dönmek istiyorlar. Sosyal gelişmenin hayatını ve kudretini o devirdeki islâm da
görüyorlar. Bugünkü fıkıh İçin ise, "Onun çoğu müctehidlerin içtihadından
ibarettir" diyorlar. Bu ıslahatçılar, seri' hüküm koymanın asıl kaynaklarına
ve islâma has olan imkanlara baş vurarak, islâmın özünden hareket ederek insan
hayatı için tam mükemmel ve gerçek bir nizama ulaşmak istiyorlar. Bu husus
ancak fıkhı ve fıkhın gelişmesini yeniden gözden geçirmekle ve islâmı yeniden
asrı saadet devrindeki temel üzerine oturtarak, ictihad günlerine ve
müslümanlarm fıkhı geliştirme devrine dönmek mümkün olur. [3]
Hangi toplum olursa
olsun aralarında anarşi çıkmaması için bir arada yaşamalarını sağlayacak,
fertlerin haklarını koruyacak aralarındaki ilişkileri düzenliyecek, temel
pirensipler ve kaideler sistemine muhtaçdır.
Çünkü insan, bencil ve
kendi menfatmı başkasının menfatına tercih etmek üzere yaratılmıştır. İnsanın
içinde bir takım duygular bulunmaktadır ki, bu duygular düzeltilmeye ve terbiye
edilmeye muhtaçdır. Ta ki, bir insan kendi kardeşi olan diğer bir insana zülüm
etmesin. Hiç bir insan, diğer insanlardan ayrı bir yerde tek başına yaşıyamaz.
Bir insanın yaşaması diğer insanların yaşamalarına bağlıdır. Bir insan diğer
insanlarla sosyal ve ortak menfaatlarda ve işlerde yardımlaşır, karşılıklı
değişimde bulunur. İşte filozofların "İnsan tabiatı icabı medenidir"
sözlerinin manası budur.
İbn-i Haldun, bu
gerçeği "İnsanların toplu olarak yaşamaları zaruridir" ifadesiyle
açıklamıştır.
Filozofların
ıstılahında, insanların toplu olarak bir arada yaşamalarına medeniyyet adı
verilir ki, ümranın manası da bundan ibarettir. Ümranın veya insanın tabii
olarak medeni oluşunun izahı şudur: İnsanın geçimini temin etmesi için muhtaç
olduğu her şeyi kendi başına yapması mümkün değildir.
İnsanların hayatlarını
ve varlıklarım sürdürebilmeleri ancak toplu olarak yaşamalarına, yiyecek,
içecek, mesken gibi zaruri ihtiyaçları
temin etmek için bir birleriyle yardımlaşmalarına bağlıdır. Bir arada yaşayan
insanlar, zaruri ihtiyaçlarını alım
satım yaparak temin etmeye çalışırlar. İnsanların hayvani tabiatında
haksızlık yapmak ve saldırmak bulunduğu içjin her insan, muhtaç olduğu şeyi
diğer insanın elinden zorla almak ister, diğeri de vermez. Bu yüzden aralarında
birbirini öldürmeye kadar götürecek mücadele başlar. İnsanların anarşi ortamında
yaşamaları ise mümkün değildir. Bu takdirde insanları bir birine karşı
koruyacak ve saldırılarım
Önleyecek bir
başkana mutlaka ihtiyaç vardır. Bundan
dolayı insanların arasındaki ilişkileri ve münasebetleri adalet ve eşitlik
üzere sağlayacak ve yerleştirecek bir sistemin bulunması şarttır. Hatta aile ve
kabile olarak ortaya çıkmış olan ilkel toplumların dahi çevre şartlarına göre,
bir takım kaideleri, pirensipleri, örf ve adetleri bulunur. Hayatın gelişmesi
ve ihtiyaçların yenilenmesiyle örfler, adetler ve hayatı düzenleyen kurallar da
gelişir. Bu kurallar, insanların hayatında zaruri özellikler kazanır.
Aralarındaki anlaşmazlıklarda ona müracat ederler. Bir toplumun hayatı
yükselince fıkirleride yükselir. Kendi güvenliğini ve refahım gerçekleştirecek
bir takım temel kurallar geliştirir. İşte bu gibi kurallara "kanun"
adı verilir. [4]
Hukukçuların bir
toplumun ihtiyaçlarını karşılamak, isteklerine cevap vermek, iktisadi ve sosyal
işlerini düzenlemek için koymuş oldukları kaidelerin, prensiplerin ve
düzenlemelerin toplamına "kanun" adı verilir.
Bir toplumun
tecrübelerden istifade ederek kanunlarındaki hataları düzeltmeleri,
değiştirip, geliştirerek tabiatlarına uygun olarak yapmaları o toplumun
ilerlemede ve yükselmede ulaştığı durumu yansıtır.
Bu manada kanun
değişkendir. Her toplumun kanunu diğer toplumun kanunundan değişik olur. Çünkü
her toplumun örfleri, âdetleri ve özellikleri ayrıdır. İlim ve kültür
dereceleri farklıdır. Bundan dolayı bir topluma uygun olan kanun, diğer topluma
uygun olmayabilir. Bir asra uygun olan kanun da diğer bir asra uygun olmaya
bilir Çevreleri,
âdetleri ve fikirleri değişik olan iki toplum için aynı beşeri kanun uygun
olmadığı aşikardır.
Beşeri kanun, kulu
yaratıcısına bağlayan, Rabbi ile ilişkisini düzenleyen, dünyaya gelişindeki
hikmeti ve ahirette gideceği yeri açıklayan dini akideye (inanca) değer
vermediği gibi insanın vicdanını uyaran, insanda hayır duygularını geliştiren
insanı manevi haklan gözetmeye ve bunlara bağlı kalmaya teşvik eden ahlâki faziletlere
de değer vermez.
İnsanların bu
gibi kanunlara "eş-şerâiu'1-vaziyye" demeleri mecazdır,
"kanun" kelimesinin
aslı yunanca olup kaide manasında kullanılıyordu. Oradan arabça'ya girdi.
Arabça'da her şeyin ölçüsü manasında kullanıldı. Müslüman âlimler, ilk
asırlarda kanun kelimesini şer'i veya
şer'i hüküm manasında
kullanmadılar. Yine müslüman
âlimler, şer'i hüküm koyan manasında olan "Sari" veya
"müşerri" kelimelerini kanun koyan manasında olan
"vâzıu'l-kanun" veya "mükannin" kelimelerinin yerinde
kullanmadılar. Ancak sonra yetişen âlimler, beşeri kanunların tesiri altında
kaldıkları için "sari"' ve "müşerri" kelimelerini kanun
koyan manasında kullandılar. Bu yüzden
şerî'at ıstılahlarını kanun
koymada kullandılar. İslâm fıkıh ıstılahı ise, bunu kesinlikle kabul
etmez. Bu husus şerî'at ve teşri' kelimelerinin manaları tarif edilirken daha
iyi açıklanacaktır. [5]
"eş-Şer'u"
kelimesi lügatta: "şere'a" kelimesinin masdarı, "et-teşrî"'
kelimesi ise "şerre'a" kelimesinin masdarıdır.
Şerî'atın lügâtta
kullanılan asıl manası: "içmek için gidilen su kaynağıdır" Araplar,
şerî'at kelimesini doğru yol manasında kullanmışlardır. Su kaynağı bedenlerin
sağlıklarını sürdürerek hayatta kalmalarına sebep olduğu gibi, insanları hayra
götüren ve dosdoğru yol olan şerî'at da ruhların ebedi hayatlarına ve gerçek
saadetlerine ve kalplerin huzura kavuşmalarına sebep olmaktadır. Nitekim Tealâ
Hazretleri: "Sonra (Ey Muhammedi) seni (dinden) bir yol üzere memur kıldık,
onun için sen o serî'ata uy!" [Casiye sûresi 18] buyurmuştur.
Deve su kaynağına
geldiği vakit "şereati'l-ibilü" denir. Birine yol gösterilip bu yol
açıklandığı vakit "şuria lehu'1-emru" denir.
Nitekim Tealâ
Hazretleri: "Sizin için dinden Nuh'a tavsiye ettiğini sizede şerî'at
yaptı." [Şura sûresi: 13] ve: "Yoksa onların (Mekke kafirlerinin)
Allah'ın izin vermediği şeyleri (o fasid) dinlerinden kendilerine şeriat
(çıkarıp) yapan ortaklarımı var?: [Şura sûresi: 21] buyurmuştur. Kamus sahibi;
"Şeriat: Allah Tealâ'mn kullan için koymuş olduğu seri' hükümlerdir"
demiştir.
Ragıb: "eş-Şer'u:
"Açık ve geniş yol manasınadır, şer'atü'lehu'l-emre= Ona geniş bir yol
gösterdim" denir, eş-şer'u aslında mastardır sonra açık ve geniş yola isim
yapılmış, şir'a şer'a ve şeri'ât denilmiştir. Bu da dinde ilâhi yol manasında
kullanılır" demiştir.
Bazıları:
"şerî'at su kaynağına benzetildiği için şerî'at denilmiştir, çünkü herkim
ki, şerî'atta hakikat ve doğruluk üzere giderse, hem içip kanar hemde
temizlenir" demişlerdir.
İslâm şeriatının
ıstılah manası: Allah Tealâ'mn kullarının dünya ve ahiretteki saadetlerini
gerçekleştirmeleri için
hayatın çeşitli bölümlerini düzenleyen akideler (inançlar) ibadetler, ahlâk ve
muamelelerden koymuş olduğu hükümlerdir.
Allah Tealâ'mn serî'atı:
Dostdoğru ve hak olan açık bir yoldur ki, insanı sapmaktan, eğrilmekten korur,
kötülüklere düşmekten nefsin duygu ve isteklerinden uzaklaştırır. Şerî'at,
tatlı bir su kaynağıdır, insanların susuzluğunu giderir, ruhlarına hayat verir,
kalplerini huzura kavuşturur. Allah Tealâ'mn seri' hükümleri koymasındaki
hikmeti, insanların hak yol üzerinde dostdoğru giderek dünya ve ahiret
saadetini elde etmeleri içindir. Bu manaya göre şerî'at: Allah Tealâ tarafından
gelmiş ve peygamberleri tarafından kullarına tebliğ edilmiş olan hükümlere
mahsustur.
Allah Tealâ'ya
""İlk sâri" ve hükümlerine de "şer'i"" denir.
Bundan dolayı seri' kelimesinin "kavanin-i vaziyye" hakkında
kullanılması caiz değildir. Çünkü bu kanunları insanlar yapmışlardır.
Yazarlardan bir çoğu, "kavanin-i vaziyy" ye "teşrî'-i
vaz'i" ve "ilâhi vahye" de "teşr'i-i semavi" demeyi
adet edinmişlerdir. Doğru olan, seri' veya şerî'at kelimeleri ancak ilâhi yol
hakkında kullanılır. İnsanların sistemleri ve kanunları hakkında kullanılamaz. [6]
Allah Tealâ insanları
islâm fıtratı üzere yaratmış ve bununla beraber tabiatlarına kontrol edilmesi
zor olan meyiller, içgüdüler, istek ve arzular gibi çeşitli duygular koymuştur.
Bu kontrol edilmesi zor olan fena istek ve duygular, islâm fıtratını korumak için aklını
kullanmayan insanı, tesiri altına alarak hak yoldan sapmasına sebep olur.
Nitekim Tealâ Hazretleri: "O halde ( Habibim) sen yüzünü bir muvahhid
olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki o insanları bunun üzerine
yaratmıştır. Allah'ın yaratışına (hiçbir şey) bedel olamaz. Bu, dimdik ayakta
duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler" buyurmuştur. [Rum
sûresi: 30]
Bir hadis-i şerif de:
"Her çocuk islâm fıtratı üzere dünyaya gelir. Bundan sonra anası babası
(yahudi ise) onu yahudi yaparlar, (Hıristiyan ise) Hıristiyan yaparlar veya
(mecusi ise) mecüsi yaparlar" buyurulmuştur. Allah Tealâ Adem oğullarının
bellerinden zürriyetlerini çıkardı. Onlara: "Ben sizin Rabbiniz
değilmiyim!" buyurdu. Onlar da "Evet Rabbimizsin şahid olduk"
dediler. İşte Allah Tealâ'nın zürriyetlerden böyle söz almış olmasından dolayı
insanlar İslâm fıtratı üzere dünyaya gelirler. Nitekim Teâlâ Hazretleri:
"Hani Rabbin Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları
kendilerine karşı şahid tutarak: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"
buyurdu. Onlar da. hay hay (Rabbimizsin) şahid olduk dediler. Bunu kıyamet
gününde, "Bizim bundan haberimiz yoktu" demeyesiniz diye yaptık"
[Araf sûresi: 172] buyurmuştur.
Allah Tealâmn hikmeti
kullarından peygamberler seçip göndermesini gerektirdi. Peygamberler, insanları
islâm fıtratına çevirirler, ahlâklarını düzeltmeleri, hak yoluna uymaları
konusunda en güzel örnekleri açıklarlar. Ta ki, Peygamberler geldik den sonra
insanların bir bahaneleri olmasın. Nitekim Tealâ Hazretleri: "(biz)
peygamberleri (rahmet) müjdecileri ve azab habercileri olarak (gönderdik) Ta ki,
Peygamberlerden sonra insanların
Allah'a
karşı (Özür
olarak ileri sürebilecekleri) bir bahaneleri olmasın" [Nisa sûresi: 165]
buyurmuştur
Peygamberimizden
önceki her peygamberin peygamberliği kendi kavmine mahsustu. Gönderilen her
peygamber kendi kavmini islâm ve tevhit fıtratına (Allah Tealâ'nın birliğine)
döndürmeye, bozulan akidelerini ve ahlâklarını düzeltmeye, nefislerini ve
ruhlarını temizlemeye çalışıyordu. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Geçmiş her
ümmet içinde mutlaka bir uyarıcı (bir peygamber) buluna gelmiştir" [Fatır
sûresi: 24] buyurmuştur.
İlk devirlerde insan
topluluklarının ihtiyaçları sınırlı, yaşantıları ilkel, düşünceleri yüzeyseldi
ve içinde yaşadıkları çevreden dışarı çıkamıyorlardı. İnsanların muamele
hakkındaki işleri çeşitli alanlara dağılmamıştı. Dar bir çevre içinde hareket
ediyorlardı. Bu yüzden insanlar, hayatın zorluklarını kolaylaştıracak,
müşküllerini çözecek sistemlere ihtiyaç duymuyorlardı. Allah Tealâ peygamberimiz
Hz. Muhammed (SAV) den önce, hiçbir peygamberin, peygamberliğinin bekâsını ve
devamlı olmasını dilemediği için şerî'atı ebedi ve kalıcı özellik taşımıyordu.
Bu yüzden her peygamberin şerî'atı gönderilmiş olduğu kavmine mahsustu. Her
peygamber, kavmini âlemlerin Rabbi ve bir tek olan Allah Tealâ'nın bütün
insanları kendisine kulluk yapmaları için yaratmış olduğu temeline dayanan
tevhid akidesini muhafaza etmeye ve hayatlarını ilâhi dine uygun olarak
düzenlemeye davet ediyordu.
İnsanların aklı
tekâmül edip, hayatlarındaki problemler çözümsüz bir hale gelince, Allah Tealâ
hayatın her tarafını aydınlatacak yeni bir din güneşinin doğmasına izin verdi.
Ta ki, peygamberlerin inşa ettiği insanlığın
medeniyet sarayı
tamamlansın. İşte bu din, islâm şerî'atıdır. Nitekim Resûlullah (SAV):
"Benimle benden önce geçen peygamberlerin misâli bir bina İnşâ eden, onu
iyi ve güzel yapan ancak köşesinde bir kerpiç yeri boş bırakan bir adamın misali
gibidir. Ki: insanlar o binayı dolaşırlar, onu beğenirler ve "şuraya bir
kerpiç koysaydın ya" derler. İşte o kerpiç benim ve ben peygamberlerin
sonuncusuyum" buyurdular. Allah Tealâ, aşağıdaki âyet-i kerimede
açıklandığı üzere peygamberlerinden şöyle bir söz almıştı: «Hatırla ki, Allah
vaktiyle peygamberlerden şöyle birsöz almıştı. "Celalim hakkı için, size
kitap' ve hikmetten her ne verilir de sonra elinizdeki kitabı tasdik eden bir
peygamber gelirse ona mutlaka İmân edecek ve mutlaka yardımda bulunacaksınız,
buna ikrar verdiniz mi! ve bunun üzerine benim ağır ahdimi boynunuza aldınız
mı! Buyurmuştu. İkrar verdik dediler. Öyle ise şahid olun, Ben' de sizinle
beraber şahidlerdenim" buyurdu» [Al-i İmran sûresi: 81] Ardar da gelen
ilâhi vahiy bir ırmağa benzer ki, o ırmaktan çaylar ve kanallar ayrılarak
akidenin solmuş ormanlarını, kurumaya yüz tutmuş fazilet dallarını
suluyorlardı.
Ta ki, insanlığın
yapıcı özellikleri gelişip büyüyerek Allah Tealâ'nm izniyle her zaman
insanların hayrına meyvelerini versin. İşte bu ırmak doğar ve hayırları her
tarafa taşar. Şöyle ki: Allah Tealâ elçi olan melekleriyle peygamberlerine vahy
eder, veya elçi olan peygamberlerine vasıtasız konuşur. Onlarda insanlara
aldıkları vahyi tebliğ ederler.
Bu ırmağın döküldüğü
yer, islâm peygamberi Hz. Muhammed (SAV) in peygamberliği ile sona ermiştir.
Kur'an âyetleri şer'i hüküm koymanın bütün sebeplerini öğretir. Nitekim Tealâ hazretleri: "Sizin için dinden,
Nuh'a tavsiye
ettiğini, sana vahiy buyurduğumuzu, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye
ettiğimizi size de şerî'at yaptı. Dini doğru tutun onda ayrılılığa düşmeyin.
Müşriklere kendilerini davet ettiğin din, büyük (ağır) geldi. Allah bu dine,
dilediklerini seçecek ve yönelenleri ona hidayet edecektir." [Şura sûresi:
13] buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim, önceki peygamberleri gönderilmiş olduğu
kavminin adı ile zikretmektedir: "Yemin olsun ki, biz Nuh' u kavmine
(peygamber olarak) göndermiştik (o şöyle demişti): "Hakikat ben sizin için
apaçık bir uyarıcıyım"" [Hüd sûresi: 25] "Ad (kavmin)e de
kardeşleri Hüd'u peygamber gönderdik, dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a ibadet
edin. Sizin ondan başka hiçbir ilâhınız yoktur." [Hüd sûresi: 50]
"Semüd kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki: "Ey kavmim!
Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka ilâhınız yoktur." [Hud sûresi: 61]
"Medyen halkına
da kardeşleri Şuayb'i gönderdik dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin
ondan başka hiçbir ilâhınız yoktur." [Hüd sûresi: 84] "Lüt'u da
kavmine peygamber olarak gönderdik" [A'raf sûresi: 80]
"Sonra onların
ardından Musa'yı mucizelerimizle Firavn'a ve cemaatine gönderdik." [A'raf
sûresi: 103]
Tealâ Hazretleri, İsâ
Aleyhisselâm hakkında da: "Onu İsrail oğullarına peygamber olarak
gönderecek" [Al-i İmran sûresi: 49] buyurmuştur.
Peygamberimiz Hz.
Muhammed (SAV) davetinin evrensel ve kendisinin dünyanın üstadı, âlemlerin
peygamberi, peygamberlerin sonuncusu olduğunu ilân etti. Nitekim Tealâ
Hazretleri: "Ne yücedir o Allah ki, bütün âlemlere bir uyarıcı olsun diye,
kuluna (Hz. Muhammed (SAV) e bu Furkan'ı (Kur'an'ı) indirmiştir."
[Furkan sûresi: 1] ve "Biz seni (habibim)
âlemlere ancak rahmet için gönderdik." [Enbiya sûresi: 107] ve:
"(Habibim) deki: "Ey insanlar! Ben sîzin hepinize gönderilmiş
Allah'ın bir peygamberiyim! O Allah ki, göklerle yerin mülkü O'nun dur. Ondan
başka hiçbir ilâh yoktur." [Araf sûresi: 158] ve: "Muhammed, sizin
erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Fakat o Allah m bîr Resulü ve
peygamberlerin sonuncusudur. Allah her 'şeyi en iyi bilendir". [Ahzab
sûresi 40] buyurmuştur. Bir hadis-İ şerif de: "Her peygamber hassaten
kendi kavmine gönderiliyordu. Ben ise bütün insanlara peygamber olarak
gönderildim. Ben (peygamberlerin) sonuncusuyum. Artık benden sonra peygamber
gelmeyecektir" buyurmuştur.
Semavi şerî'atlar,
Allah Tealâ mn birliğine davet etmek, Allah'a meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, ahiret gününe, hayrın ve şerrin, Allah'ın takdiri ile olduğuna
imân etmekten ibaret olan asıl akidede birleşmişlerdir. Nitekim Tealâ
Hazretleri "(Habibim) senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona,
"Benden başka hiçbir ilâh yoktur, onun için bana ibadet edin!" diye
vahiy etmiş olmayalım." [Enbiya sûresi: 25] ve "(Habibim) de ki:
"Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda müsavi bir söze gelin. (Şöyle ki) :
Allâh'dan başkasına tapmayalım, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı
bırakıp da birbirimizi Rabler edinmeyelim. Eğer bundan yüz çevirirlerse (o
halde) deyin ki: "Şahid olun biz muhakkak müslümanlarız" [Ali İmran sûresi: 64]
Semavi şerî'atlar, şu
temel esaslarda birleşmişlerdir: ibadetler ve ahlâk ile nefsin temizlenmesi.
Nitekim Tealâ hazretleri: "Gerçekten (küfürden) temizlenen ve Rabbinin
ismini anıp namaz kılan kurtulmuştur. Fakat siz ey kafirler dünya hayatını
tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve devamlıdır. Bu (temizlenenin
kurtulması ve ahiretin daha hayırlı olması) evvelkilerin kitaplarında, İbrahim
ile ile Musa'nın sahifelerinde de vardır." [A'lâ sûresi =14-19] ve
"Ey İmân edenler sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi, size de farz
kılındı: umulur ki (günahlardan) korunursunuz." [Bakara sûresi: 183]
buyurmuştur.
Semavi serî'atların
bir çoğu şu temel esasların dışına çıkmamıştır. Akide, ibadet ve ahlâk İsâ
Aleyhisselâm'ın şerî'atı olan hıristiyanlık, nefis ve ruh terbiyesi gibi,
manevi konuları temsil ediyordu.
Allah Tealâ'nın Musa
aleyhisselâm ile göndermiş olduğu yahudilik şerî'atı ise, muamele nevilerinin
bazılarını kapsıyordu. Bu şerî'at da sınırlıydı, İsrail oğullarının
ortamlarının özelliklerini taşıyordu. Bu yüzden başka zamanlara ve başka
kavimlere uygulanacak şekilde genel ve kapsamlı değildi. Kur'an-ı Kerim,
Yahudilere temiz ve pak olan nimetler haram kılınmak suretiyle ceza verilmiş
olduğunu işaret etmiştir: "Yahudilerin zulümleri, bir çok kimseleri Allah
yolundan çevirmeleri, kendilerine yasak edilmişken faiz almaları ve haksız
yere insanların mallarını yemeleri sebebiyledir ki, evvelce kendilerine helâl
kılınmış bir çok temiz ve pak nimetleri onlara haram ettik ve kafir olanlar
için acıklı bir azap hazırladık" [Nisa sûresi: 160-161]
Buhari ile Müslim'de
İbn-i Ömer den şöyle rivayet edilmiştir: "Şüphe yok ki, yahudiler
Rasülûllah (SAV)a gelip, kendilerinden olan bir kadın ile bir erkeğin zina
etmiş olduklarını anlattılar. Bunun üzerine Resûlulâh (SAV): "Rejim
konusunda Tevrat'ta ne buluyorsunuz?" diye sordu Yahudiler: "Ceza
olmak üzere zina edenleri rezil
ederiz ve dayak vururuz" dediler. Abdullah b. Selâm: "yalan
söylüyorsunuz Tevrat ta rejim âyet-i vardır o halde Tevrat'ı getirin"
dedi. Tevrat'ı açtılar onlardan biri rejim âyetinin üzerine elini koydu onun
evvelindeki ve sonundakini okudu. Abdullah b Selâm ona "Elini kaldır"
dedi Elini kaldırınca bakdı ki, orada rejim âyet-i var! Bunun üzerine;
"Doğru söyledin ya Muhammed (SAV) " dediler. Resûlulâh (SAV) her
ikisi içinde emir vererek rejim edildiler." İbn-i Ömer: "Ben, erkeğin
kendi vücudu ile kadını taşlardan koruduğunu gördüm" dedi. Hz. Muhammed
(SAV) in getirmiş olduğu İslâm şerî'âtı ise, insan hayatının maddi ve manevi
bütün ihtiyaçlarına cevap vererek isteklerini gidermek, sosyal, iktisadi, ve
siyasi olarak medeniyetin çeşitli maksatlarını gerçekleştirmek için gelmiştir.
İslâm akide
(inanç)dir. İbadettir, ahlâktır teşrî'dir, hükümdür, kazadır, mesciddir,
pazardır, ilimdir, ameldir, mushafdır, kılıçtır. İşte "islâm dindir hem de
devlettir" denince bunlar kasdedilmektedir. İslâm serî'atının nasları
(âyet-i kerimeleri ile hadisi şerifleri) genel ve kapsamlı oldukları için
koymuş olduğu kaideleri her asırda bütün insanların hayatlarına uygulamaya
elverişli olduğundan büyüyen ve gelişen olaylarla beraber her zaman her yerde
meydana gelen ihtiyaçlara cevap vererek, insanlık medeniyetini hakka götüren
işaretlere ve doğru yola sevk eder. Bundan dolayı Allah Tealâ, İslâm şerî'âtı
ile dinini kemâle erdirmiş ve nimetlerini tamamlamıştır.
Nitekim Tealâ Hazretleri:
"Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi
tamamladım. Size din olarak İslama razı oldum" [Maide sûresi: 3]
buyurmuştur [7]
Bunlar arasındaki
fark, önceki konuda geçti. Şehid Abdülkadir Üdeh: "et-Teşrîü'l Cinaî
fil-İslâm = İslâmda Cinayet Hukuku" isimli kitabının birinci cildinin
girişinde bunlar arasındaki farkları detaylı olarak anlatmıştır. Biz bu
farkları kısaca özetlİyelim:
1) Beşeri
kanun, insanlar tarafından düzenlenmiş olan kanundur. İlâhi kanun ise, Allah
Tealâ tarafından gönderilmiş olan kanundur. O halde bu iki kanun birbiriyle
karşılaştırılması doğru değildir. Yaratıcı ile yaratılmışlar arasındaki farkı
düşün! Akıl sahipleri yanında hiçbir zaman insanlar
tarafından yapılmış olan kanun, insanların Rabbi tarafından
gönderilmiş olan ilâhi
kanun ile karşılaştırılamaz.
2) Beşeri
kanun insanlar tarafından düzenlendiği için nefislerinin kötü istek ve
arzularına boyun eğerler beşeri duyguları kendilerine üstün gelir. Bu
faktörlerin tesiri altında kalarak hakkı takdir etmekten ve dünya işlerini
adaletle uygulamaktan uzaklaşırlar. İnsanlar
ilim ve irfanda ne kadar
yükselirse yükselsinler işlerin hakikatini anlayıp detaylı olarak
kavrayamazlar. Bu yüzden insanlar tarafından yapılan kanunlar devamlı olarak
değiştirilmeye maruz kalırlar. Bu beşeri kanunların bir hüküm İçin sabit bir
ölçüsü yoktur. Bu gün helâldir dediğine yarın haramdır, der.
Bundan dolayı hayat ölçüleri, hayır ve
şer ölçüleri durmadan değişir.
İnsanların durumlarının,
meyillerinin ve duygularının değişmesine göre şekil alır. İnsanların hayatı
devamlı istikrarsızlık ve sıkıntı içinde bulunur. Nitekim Allah Tealâ'nm
indirdiği ile hükmetmeyen milletlerin hayatında bu apaçık görülmektedir.
Şerîat (ilâhi kanun)
ise, ilâhi vahiydir. Bunların hepsinden uzaktır. Çünkü şerî'at (ilâhi kanun),
hikmet sahibi ve her şeyi hakkıyla bilen Allah Tealâ tarafından indirilmiştir.
O Allah ki, kullarının hallerini, dünya ve Ahiret hayatında onlara uygun
olanları, dünyalarında ve ahiretlerinde saadet ve mutluluklarını
gerçekleştirecek olan hayırları bilir. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Hiç o
yaratan bilmezmi ki, O latifdir, herşeyden haberdardır" [Mülk sûresi: 13]
buyurmuştur. Cenab-ı Hak, insanlara gelen kusur ve eksiklikten uzaktır. Nitekim
âyet-i kerimede: "Rabbim şaşmaz ve unutmaz." [Tâ-hâ sûresi: 52]
buyrulmuştur.
İslâm şerî'atı,
beşerin hayatını devam ettirecek temel kaideleri açıklamıştır. Bu temel
kaidelerin şer'i delilden soyutlanarak konulması mümkün değildir. Resûllulâh
(SAV) bile masum (günahsız) olmasına rağmen ancak vahye uyuyordu: "Ben
ancak bana vahiy olunana uyarım." [Enam sûresi: 50] Resûlüllah (SAV)
hükmünü ancak Allah Tealâ tarafından kendisine bildirilen ile veriyordu.
Nitekim Allah Tealâ: "Gerçekten biz sana bu kitabı hak olarak indirdik ki,
insanlar arasında Allah in gösterdiği gibi hükmedesin" [Nisa sûresi: 105]
buyurmuştur.
Kanun koyma hakkı
insanların elinden kurtarılıp, bu hak Allah Tealâ'ya ve Rasulüne verildiği
takdirde bizim için ölçüsü sabit, kendisine hiçbir zaman bozukluk ve kusur arız
olmayan Rabbani şerî'at sağlanmış olur.
3) Beşeri
kanun kaideleri, sınırlı, bir sistemdir. Her toplumun yaşadıkları zamanın
ihtiyaçlarına cevap verecek
şekilde düzenlenir. Toplumun
gelişmesiyle gelişir.
Kanun, Önce aile sistemi olarak uygulanmış, ilmi sistem haline ancak on
dokuzuncu asırda geçilebilmiştir.
İlâhi kanun ise,
mükemmel olarak doğmuştur. Hayatın bütün ihtiyaçlarına her zaman ve her yerde
cevap verecek şekilde sağlam kaidelere ve temiz bir kaynağa sahiptir.
4) Beşeri kanunun kaideleri muvakkattir. Belli bir toplum ve
belli bir asra
mahsustur. Toplum gelişip ihtiyaçları yenilendikçe değişmeye
muhtaçtır.
İslâm şerî'atının
kaideleri, belli bir topluma ve belli bir asra mahsus olmak üzere gelmemiştir.
Onun kaideleri geneldir. Sabit ve istikrarlıdır. Her asırda bütün toplumların
ihtiyaçlarını giderir ve seviyelerini yükseltir.
İslâm serî'atının
üzerinden takriben on dört asır geçtiği, bu arada toplumların durumları değiştiği,
yüzlerce kanun ve sistemler tafihe karıştığı, prensipler baştan ayağa kadar
tamamıyla değiştiği halde her zaman ve her yerde uygulanmaya elverişli ve ter ü
taze olarak devam etmektedir. Çünkü onun bütün naslan (âyet ve hadisleri)
gelişme ve yükselme Özelliklerini taşımaktadırlar.
5) Beşeri
kanun, devlet gücünün üzerinde kurulduğu sosyal ve iktisadi işler hakkındaki
medeni muamelelerden başkasını kapsamaz.
İslâm şerî'atı ise,
Allah Tealâ'ya, peygamberlerine, gayba ve ahirete îmânı, kuiun Rabbi ile olan
ilişkisini, ahlâkı gidişatım, hayatın çeşitli ve dağınık faydalarını
düzenlemeyi kapsar.
6) Beşeri
kanun, ahlâki meseleleri ihmal eder, cezayı ancak ferdlere direkt olarak zarar
veren veya emniyet ve asayişi bozan şeylere tahsis eder. Beşeri kanun, zina
edenleri cezalandırmaz. Eğer biri diğerini zorlar veya
birinin tam rızası olmazsa, bu iki
durumda zararı direkt olarak fertlere dokunduğu için cezalandırılır, çünkü
böyle durumlarda kamuya zararı dokunur.
Beşeri kanun, içki
içmekten veya sarhoş olmaktan dolayı da ceza vermez. Ancak serhoş, kamuya açık
olan yerde bulunursa cezalandırılır. Ceza verilmesi kamuya açık olan yerde
bulunmasından dolayıdır. Çünkü insanlar böyle yerde bulunan bir serhoşun eza ve
saldırısına maruz kalırlar. Ceza, sarhoşluğun rezaletinden, içki İçmek sıhhate
zarar verdiğinden, aklı giderdiğinden, malı telef ettiğinden veya ahlâkı
bozduğundan dolayı değildir.
İslâm serî'atı, ahlâka
dayalı bir şerî'attır. İslâm da ahlâk, sahibini güzelleştiren bir edep olmakla
birlikte dinin temellerinden kabul edilmiştir. Ahlak, ibadet terbiyesi
neticesinde elde edilir. Muamelelerde ise, manevi Ölçülerle hareket etmek
demektir.
İslâm, insan hayatının
helâl ve iyilik üzerine kurulmasını temin eder, insanî faziletlerin temel
kaidelerinin elde edilmesine teşvik eder, yüce Örneklere davet ederek güzel
ahlâkı över. Nitekim Tealâ Hazretleri: Elçisi Muhammed (SAV) hakkında:
"Şübhesiz ki, sen yüce bir ahlâk üzeresin." [Nuh sûresi: 4]
buyurmuştur.
7) Beşeri
kanunun insanın ruhu üzerinde hakimiyeti yoktur. Yalnız ceza gücü, suçluyu
caydırmaya yeterli değildir. Bundan dolayı kanun yapanlar, yaptıkları kanun
yeterli olduğuna insanları razı ve ikna etmeleri gerekir. Ta ki, insanlar
yapılan kanuna uysunlar. Fakat insanlar beşeri kanunun gücünü anlayamaz, ancak
kanuna muhalefet ettikleri ve ya suçüstü yakalandıkları zaman anlarlar. Çünkü
beşeri kanunun ahiretle alakası yoktur. Ahiret korkusu olmayınca hile ve
kurnazlık yoluyla kanunun boşluklarından
istifade edilerek cezadan kurtulmak mümkün olur. O halde beşeri kanun, ne kadar
mükemmel olursa olsun insanları yeryüzünde kötü maksatlarına ulaşmaktan
alıkoyamaz.
İslâm şerî'atı, helâl
ve haram fikrinden ve ahirete i-nanmaktan kaynaklanır. İnsan vicdanını terbiye
ederek Müslümanı gizli ve aşikâr yaptığı bütün işlerde kontrol edici hale
getirir. Bu yüzden bir Müslüman, Allah Tealânın dünyadaki cezasından
korkmasından daha çok ahiret azabından korkar.
İslâm şerî'atı,
yapılması farz olan ibadet kaideleri, medeni kanun, ceza kanunu, anayasa
kanunu, devletler hukuku, bir şeyin helâl olması, bir mülkün veya bir hakkın
elde edilmesi veya elden çıkarılması, bir cezanın verilmesi, bir sorumluluğun
ortaya çıkması gibi muamele kaideleri bölümlerini kapsar. Bunların üzerine
terettüp eden hem dünya hükümleri, hem de sevap ve azap gibi ahiret hükümleri
vardır. Hüküm âyetlerini inceleyen bir kimse, bunlardan bir çoğunun üzerine hem
dünya cezasının, hem de ahiret cezasının terettüp etmiş olduğunu görür.
Nitekim adam öldürme
hakkında Allah Tealâ: "Her kim bir mümini kasden öldürürse onun cezası
içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu, lanetlemiş
ve ona büyük bir azap hazırlamıştır" [Nisa sûresi: 93] buyurmuştur. Yol
kesme hakkında ise, Allah Tealâ Hazretleri: "Allah'a ve peygamberine karşı
harb ederek yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışanların cezası, ancak ve ancak
tepelenmeleri veya asılmaları veya elleriyle ayaklarının çapraz kesilmesi veya
o yerden sürgün edilmeleridir. Bu ceza onlara dünyada bir kepazeliktir.
Ahirette ise kendilerine büyük bir Azap vardır." [Maide sûresi: 33]
buyurmuştur.
Kötü haberi yaymak ve
namuslu kadınlara iftira etmek hakkında da Allah Tealâ Hazretleri: "Bu
kötü haberin İmân edenler arasında yayılmasını arzu edenlere dünya ve ahirette
acıklı bir azap vardır." [Nur sûresi: 19] buyurmuştur. Böyle konularda
daha birçok âyetler vardır.
İşte İslâm, hem
dünyada ve hem de Ahirette yapmış olduğu işlerden sorumlu olacağını bilen bir
Müslümanın ruhunda kontrol mekanizması oluşturur. Bu yüzden Müslüman gece
gündüz yaptığı bütün işlerinde İslâmî kaidelere riayet eder.
Şahitler ve kendini
savunma gibi açık deliller, mahkemede davacı haklı ise hakkı ispat etmek için
lazımdır, haksız ise hakkı ona helâl kılmak için lazım değildir. Nitekim
Resûlüllâh (SAV) kapısının önünde davacıların gürültüsünü işitmişte yanlarına
çıkmış ve: "Ben ancak bir insanım bana davacılar geliyor, ihtimal ki,
bazısı davasını daha iyi anlatırda ben onu doğru zanneder ve lehine hüküm
vermiş olabilirim. Her kime bir müslümanın hakkını hükmetmişsem, bu ancak
ateşten bir parçadır. Onu isterse alsın yahut dilerse terketsin"
buyurmuştur. [8]
Araştırmacılardan
bazıları, islâmi düşünce tarihinde şer'i hüküm koymanın geçirdiği devirleri,
islâm fıkhının doğmasını, gelişmesini, kuvvetli ve zayıf olmasını göz önüne
alarak beşe ayırmışlardır.
1) Birinci
devir: Rasûlüllâh (SAV) in asrı saadeti ile Hulefa-i Raşidin devridir.
2) İkinci
devir: Fıkhın kuruluş devri olup, Emevilerin birinci asrında fıkhı çalışmayı ve
Hicaz medresesi ile Irak medresesi ekollerini kapsar.
3) Üçüncü devir:
Fıkhın yükselmesi, mezheplerin kuruluşu, hadis-i
şeriflerin ve fıkhın
tedvin edilmesi devridir.
4) Dördüncü
devir: Mezhepler yerleştikten sonra içtihat kapısının kapandığı ve taklit edilme
devridir.
5) Beşinci
devir: Zamanımızda fıkhın uyanışı, dini
ıslah hareketleri ve ictihad kapısını açma devridir.
Araştırmacılardan
diğer bir gurup ise, islâm fıkhmdaki siyasi ve sosyal hadiseleri göz önüne
alarak fıkhın geçirdiği devirleri altıya ayırmışlardır:
1) Şer'i hüküm koyma devri: Resûlulâh' (SAV) in
peygamber olarak gönderilmesinden
on birinci hicret yılına kadar devam eder.
2) Fıkhın
birinci devri: Hulefa-i Raşidin asrında on birinci hicret yılından başlar.
Kırkıncı hicret yılına kadar devam eder.
3) Fıkhın
ikinci devri: Sahabenin küçükleri ile tabiinin büyüklerinin zamanından başlayıp
ikinci hicret asrının başlarına kadar devam eder. (
4) Fıkhın
üçüncü devri: İkinci hicret asrının evvelinden dördüncü hicret asrının
ortalarına kadar devam eder.
5) Fıkhın
dördüncü devri: Dördüncü hicret asrının
ortalarından Bağdat'ın işgai edilip düşmüş olduğu hicri altı yüz elli altı
yılına kadar devam eder.
6) Fıkhın
beşinci devri: Bağdat'ın düşmesinden zamanımıza kadar devam eder.
İkinci gurubun
taksimini tercih ettik. Cüz'.i hâdiselerin ayrıntılarına girmeden ana konuları
göz önünde bulundurduk. Önem verilmesi gerekli olanlara önem verdik. [9]
Resûlüllah (SAV) m
peygamber olarak gönderilmesinden vefat etmiş olduğu on birinci hicret yılına
kadar devam eder.
Peygamber Efendimizin
gönderildiği zaman Arapların ve dünyanın durumu: İslâmın getirdiği mühim
vazifeler:
Peygamber efendimiz
gönderilmeden önce, milâdi altıncı asırda Arap yarım adasına yakın iki büyük
devlet dünyaya hakimdi. Onlardan biri kuzeydoğuda bulunan İran (Sasani)
devleti, diğeri ise kuzey batıda bulunan Roma (Bizans) devleti idi. Bu iki
devletten her birinin medeniyetleri, kültürleri, kanunları ve inandıkları
dinleri vardı.
İran devletini Kisra
denilen hükümdarlar idare ediyorlardı . Kendilerini kuşatan komşu devletlere
sözlerini geçiriyorlardı. Kendilerine İran medeniyeti denilen bir medeniyet
kurdular.
İslâmiyetten önce îran
da hüküm süren son devlet "Sasani Devleti" idi. Bu devlet milâdi
(226) yılından, müslümanlarm
İran'ı ele geçirmiş oldukları milâdi (651) yılına kadar devam etti.
İranlılar İslâm'dan
önce doğada bulunan varlıklara tapıyorlardı. Resmi dini "Zerdüştlük"
idi. Yani, ateşe tapıyorlardı. Bu dinin kurucusu kendilerine peygamber olarak
gönderilmiş olduğunu iddia ettikleri "Zerdüşt" idi. Zerdüşt'ün
öğretileri: Nur ile Zulmet ve bolluk ile darlık gibi çeşitli kuvvetler
arasındaki mücadele ve çatışma esasına dayanıyordu. Zedüşt'e göre, kainatın iki
aslı veya iki ilâhı vardır: Biri iyiliğin aslı, diğeri kötülüğün aslıdır. Bu
iki asıl, devamlı çatışırlar. Bu iki asıldan her birinin yaratma kudreti
vardır. İyiliğin aslı ve kaynağı nurdur. Nur, güzel kuşlar ve yararlı hayvanlar
gibi faydalı güzel ve iyi olan bütün varlıkları yaratır. Kötülüğün aslı ve
kaynağı zulmettir. Zulmet ise, yırtıcı hayvanlar, yılanlar, haşarat ve bunlara
benzeyen bütün kötü varlıkları yaratır. Fakat sonunda iyiliği yaratan üstün
gelecektir.
Zerdüştlük'te insanın
iki hayatı olduğuna inanılıyordu. Biri dünyadaki yaşadığı hayat, öbürü öldükten
sonra dirilip ahirette yaşayacağı hayattır. Ahiret hayatındaki nasibi, dünya
hayatında işlemiş olduğu iyiliklerin veya kötülüklerin ürünüdür. İyilikleri
yaratan, kötülükleri yaratana galip geldiği zaman kıyamet günü yaklaşmış
olacaktır.
İranlılar, iyiliği
yaratan tanrıları için ateşi bir sembol olarak kabul etmişlerdi. Ateşi
tapınaklarında yakıyorlar, iyiliği yaratan tanrının kuvvetlenip, kötülüğü
yaratan tanrıya üstün gelmesini dileyerek ateşe üfurüyorlardı.
İran'da yayılmış olan
"Maniheizm" ismindeki batıl mezhebin kurucusu "Mani" denen
adamın prensipleri, Zerdüşt'ün
prensiplerinden çok az
farklıydı. İran'da
takriben milâdi (487) yılında
"Mezdek" denen bir adam, İki ilâh akidesine dayalı yeni bir mezhep
kurmuş, insanları ona davet etmiştir. Mezdek de iyiliğin yaratıcısının nur
kötülüğün yaratıcısının zulmet olduğunu söylüyordu. Onun prensipleri kominizm
olarak tanınıyordu. O, insanların eşit olarak doğduklarına ve eşit olarak
yaşamalarına inanıyordu, O, halde eşit olacakları en önemli şey: "mal ve
kadındır" diyordu.
Şehristani:
"Mezdek insanların birbirine karşı gelmelerini, buğz etmelerini ve
savaşmalarını yasaklıyordu. Bunların çoğu kadın ve mal yüzünden çıkmış olunca,
kadınları ve malları mubah kıldı ve insanları sudan, ottan ve ateşten ortak
olarak istifade ettikleri gibi, onlardan da istifade etmelidir diyordu."
demiştir. İranlıların Sasani Devleti zamanında ahval-i şahsiyye
(evlenme-boşanma) mülkiyet, kölelik ve bazı sosyal konuları kapsayan kanunları
vardı.
Roma devletine gelince
bunu da "Kayser" denilen hükümdarlar idare ediyorlardı. Bu devletin
medeniyeti, Yunanlıların teorik felsefesi ve diyaletik mantığı üzerine
kurulmuştu. Romalılar daha sonra, Sokrat, Eflatun ve Aristo'nun görüşlerini
almışlardı. Bu devlet, Şam'ın, Mısır'ın ve Mağrib'in içinde bulunduğu Akdeniz
bölgelerine hakim olmuştu. Hıristiyan dini, çeşitli mezheplere ayrılmıştı.
Hıristiyanlar putperestlere karşı tartışmada prensiplerini ve akidelerini üstün
kılmak için yunan felsefesine baş vuruyorlardı. İskenderiye din ile felsefeyi
uzlaştırmak için kurulmuş coğrafi bir merkezdi. Orada yeni Eflatunculuk diye
tanınan bir mezhep ortaya çıktı. Bu, takriben milâddan (200) yıl önceydi.
Hıristiyanlık Şam'da, Mısır'da, Mağrip'te, Sudan'da, Habeşistan'da ve Irak'da,
yayıldı.
Nitekim Süryaniler de
yunan felsefesini yayıyorlardı. Kendileri için bir çok medreseler yaptılar, en
Önemli ilim merkezleri Eruh, Nusaybin ve Harran'da bulunuyordu. Süryaniler,
putperestlik inancını, çeşitli kültürleri, Roma kanununu, tıp, astronomi, ve
felsefe ilimlerini ihtiva eden, Yunanca kitapları herhangi bir değişime tabi
tutmadan süryanice'ye tercüme ettiler. Bunların yanında Arap yarımadasının
kuzeyinde, Yesrib (Medine-i Münevvere), gibi iç bölgelerinde dağınık olarak
yahudiler bulunuyordu. Bunlarında akideleri ve dini gelenekleri vardı.
Araplara gelince,
bunların çoğu çöllerde göçebe olarak yaşıyorlardı. Bu şekilde yaşayan Araplara
"Bedevi" denirdi. Kabilenin sistemi onları sosyal örflere ve âdetlere
bağlıyordu. Kabile reisi, aralarında çıkan anlaşmazlığı hallediyordu. Çünkü
onun yaptırım ve yasaklama yetkisi vardı. O zaman kabile sistemi, evlenmede
aile töreni, Öldürmede kısas edilme gibi kendilerine hakim olan bazı sosyal
düzenlemelerden mahrum değildi.
Araplardan bazıları
Mekke, Yesrib (Medine) Taif gibi şehirlere yerleşmişlerdi. Bunlar ziraatla
uğraşıyorlardı. Bazı sanatları meslek edinmişlerdi. Yerleşik yaşamın gereği
olarak mali muameleler ve ticari ilişkiler için bir takım kaideler koymuşlardı.
Büyük panayırların kurulması hac mevsimlerinde toplanmaları bu kaidelerin
konulmasına yardım etmişti, Mekke'de oturan Kureyş kabilesi ticaret yapmakla
şöhret kazanmıştı. Bu kabile kışın, yazm Suriye (Roma) Irak, (Sâsâni) ve
Yemen'e ticaret için devamlı gidip geliyorlardı. Araplar kendilerini kuşatan
devletlerin kültürlerine yabancı değillerdi.
İranlılar ile
Romalıların arasında devamlı mücadelenin bulunması nedeniyle her iki devlet
Araplardan istifade
etmeye çalışıyordu. Ta
ki Araplar, bedevilerin onların üzerine baskınlar yapmasını önlesinler, İranlılar,
Fırat ırmağının kenarına Hire emirliğini (sancağını) kurdular, oraya Amr. B.
Adi'yi emir tayin ettiler.
Gassaniler'de Şam'da
kendilerine emirlik kurdular. Hire'nin son hükümdarı, Nabiğa-i Zübyani sahibi
ve Hind'in zevci Ebû Kabus lakablı beşinci Numan b. Münzir idi. İran hükümdarı
Kisra ona kızdı ve onu hapsetti, hapiste milâdi (602) yılında öldü.
Gassanilerin son
hükümdarı Cebele b. Eyhem (m. 614) idi. Müslümanlar Samı fethedince, Cebele
müslüman oldu ve Medine-i Münevvere'ye geldi Hz. Ömer (r.a) onu güzel ağırladı.
Fakat Cebele Fezare kabilesinden bir adama tokat attı. O adam Hz. Ömer'e (r.a)
müracaat ederek kendisi için Cebel'den kısas hakkım almasını istedi. Hz. Ömer
(r.a) kısas yapmak isteyince, Cebele'yi büyüklük gururu günah işlemeye sevk etti,
kendisine kısas yapılmasına razı olmadı. Çünkü Cebele önce hükümdardı, tokat
attığı adam halktan biriydi. Ona göre nasıl olurda hükümdar olan bir kimse,
halktan biriyle eşit tutularak kendisine kısas yapılırdı. Hz. Ömer (r.a):
"Cebele senden mutlaka kısas alacağım" dedi, Bunun üzerine Cebele
İstanbul'a kaçtı (H.20) tarihinde İstanbul'da öldü. Gassanilerin Yunan
kültürünün ve Roma dininin tesiri altında kaldığı gibi, Hire Arapları da
İranlıların kültürünün tesiri altında kalmışlardır. Buna göre, gerek Hira
Arapları olsun ve gerekse Gassani Arapları olsun Arap yarımadasının ortasında
yaşayan Araplar ile devamlı ilişkileri vardı.
Yahudiler gizlice Arap
beldelerine girdiler "Teyma" da, "Fedek" de,
"Hayber" de, "Yesrib" de, kendilerine iş yerleri edindiler.
Hiristiyanlar da
gizlice Arap yarımadasına girdiler. "Necran" a yerleştiler.
1) Arapların
ticaretle uğraşması.
2) Arapların
İran ve Roma sınırında emirlikleri bulunması.
3) Yahudi ve
Hıristiyanların Arap yarımadasında bulunması. İşte bu üç husus Araplara komşu
olan milletlerin medeniyetlerinin ve kültürlerinin Araplara taşınmasına vesile
oldu.
Bunların yanında Hz.
İbrahim aleyhisselâm ile Hz. İsmail Aleyhisselâmın dininden kalma bazı fikirler
ve ibadetler dahi mevcuttu. Arapların tabiatları sert olduğu için dıştan gelen
unsurları kolay kolay kabul etmiyorlardı. Çünkü cehalet ve putperestlik
yaygındı. Birbirini boğazlıyarak anarşi ortamı içinde yaşıyorlardı İbn-i Haldun
Araplar hakkında diyor ki: "Vahşi tabiata sahip olan Araplar, yağmalamaya
meyilli idiler. Bir kabile, diğerine baskın yaparak ve bir tehlikeye
katlanmadan götürebilecekleri kadar mallarını, sürülerini yağma ederler, sonra
oturdukları yere kaçarlardı. Bir yeri ele geçirdikleri zaman orayı yıkar ve
yakarlardı. Çünkü onlar vahşi bir milletti. Ocak yapmak için binaların
taşlarını ve çadırlarına direk yapmak- için evlerin tavanlarındaki direkleri
söküp götürürlerdi. Başkalarının mallarını yağmalama konusunda sınır
tanımazlardı. Başkan olmakta yarış ederlerdi. Biri diğerine ister babası, ister
kardeşi ve isterse kabilenin büyüğü olsun başkanlığı zor
teslim ederdi. Bu yüzden bir çok
yöneticileri ve idarecileri bulunurdu.
Araplar birbirine çok
zor itaat eden milletlerdendi. Çünkü onlar, kaba, kibirli çok gayretli
oldukları için başa geçmekte birbiriyle yarışırlardı. Bundan dolayı onlar İçin
büyük bir devletin kurulabilmesi ancak iyi bir yöneticinin veya büyük bir dinin
etkisiyle mümkün olurdu." Bununla beraber Arapların yemelerinde,
içmelerinde, giyimlerinde, evlenmelerinde, boşanmalarında ve diğer muamelelerinde
adetleri vardı. Analar, kızlar ve kız kardeşler gibi bir takım kadınların
nikahlarını haram sayarlardı. Cinayetler, diyetler, kasâme (Bir mahallede bir
kimse Öldürülmüş bulunup katili bilinmezse o mahallenin ileri gelenlerinden
elli kişiye katili bilmediklerine dair yemin ettirilmesi) ve bunlara benzeyen
haksızlıklara dair ceza kanunları da vardı.
Resûlullah (SAV)
peygamber olarak gönderilmeden önce Arapların ve dünyanın hali şöyle idi:
İnsanların istibdad (keyfi idare) zülüm, bedbahlık ve bozgunculuk gibi
kötülükleri, tehlikeleri her tarafa yayılmıştı. İşte insanların hayati
değerlerini ve manevi isteklerini boğan ve Öldüren bir atmosfer ortamında pek
karanlık ve karışık bir haldeyken Mekke-i Mükerreme'den
"lâileheillallâh" diyen kuvvetli ve dünyayı sarsacak bir ses
yükseldi. İşte gök kubbeyi çınlatan bu ses Hz. Muhammed (SAV) in sesi idi.
Allah Tealâ, Hz.
Muhammed (SAV) i hayrette kalmış arayış içinde bulunan akılları doğru olan bir
akide ile İmân nuruna ulaştırmak, onlara faydalı ilim yollarını açmak, zülüm ve
ceberut zincirlerini parçalamak için adaleti,
insanlık seviyesini yükselterek insan haklarını
korumak için hürriyeti, toplumun hayrına
kabiliyet ve yeteneklerini geliştirmesi için her ferde eşitliği sağlamak üzere
peygamber olarak seçmiştir.
Resûlüllâh (SAV)
kafirleri uyardı müminleri müjdeledi. Evrensel ve Rabbani olan davetini ilân
etti. Daveti, Hicaz dağlarını, Necip tepelerini, engin denizleri, geniş
vadileri, ıssız çölleri geçti ve bütün insanlara insanlığını bildirdi. Bütün
insanları, cinslerinin ve renklerinin ayrı olmasına rağmen bir sancak altında
toplanmaya davet etti.
Nitekim Allah Tealâ:
"De ki: "Ey insanlar! Ben, sizin hepinize gönderilmiş Allah'ın bir
peygamberiyim."" [Araf sûresi: 158] ve: "(Ey habibim) biz seni
ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak peygamber
gönderdik" [Sebe sûresi: 28] buyurmuştur.
Resûlulâh (SAV) bir
hidayet ve bir rahmet peygamberidir. Nitekim Allah Tealâ: "Ey insanlar!
işte size Rabbinizden öğüt, gönüllerde dertlere deva ve müminler için bir
hidayet ve rahmet geldi." [Yunus sûresi: 57] buyurmuştur. [10]
Yukarıda geçtiği üzere
serî'at, Allah Tealâ tarafından gelmiş dünya ve Ahiret hükümlerini kapsayan
ilâhi bir dindir.
Nitekim Tealâ
Hazretleri: "Yoksa Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru
kılacak ortaklarımı vardır!" [Şûra sûresi: 21] buyurmuştur.
Şer'i hüküm koyma
ancak Resûlüllâh (SAV) in hayatına mahsustu. Resûlüllâh (SAV) in vefatıyla
vahiy kesildi ve seri hüküm koyma da sona erdi. Resûlüllâh (SAV) hayatta iken
hem lafzı ve hem de manası ilâhi olan vahiy ile şer'i hüküm koyuyordu. İşte bu
Allah Tealâ nın peygamber efendimize indirmiş olduğu Kur'an-ı Kerimde
görülmektedir. Yada lafzı değil, manası ilâhi olan vahiy ile seri hüküm
koyuyordu. İşte bu da Resûlüllâh (SAV) in sünnetinde görülmektedir. Çünkü
hadisi şeriflerin lafzı peygamber efendimizin kelâmı ise de, manası vahiydir.
Nitekim Allah Tealâ: "O (Hz, Muhammed) kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun
konuşması ancak bildirifen bir vahiy iledir" [Necm sûresi: 3-4]
buyurmaktadır. Buna göre, şer'i hükümleri koyan yalnız Allah Tealâ'dır.
Resûlüllâh (SAV) ise Allah Tealâ'nın koymuş olduğu şer'i hükümleri
açıklayandır.
Nitekim Tealâ
Hazretleri: "(Ey Muhammed!) sana, insanlara gönderileni açıklayasın diye
Kur'anı indirdik. Ola ki düşünürler." [Nahl sûresi: 44] buyurmuştur. Allah
Tealâ Resûlüllâh (SAV) a itaati vacip kılmıştır. Çünkü Resûlüllâh (SAV) a itaat
Allah Tealâ ya itaattir. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Kim peygambere itat
ederse, Allâha itaat etmiş olur" [Nisa sûresi: 80] buyurmuştur. Allah
Tealâ Hazretleri, Resûlüllâh (SAV) in vermiş olduğu hükmün kendisi tarafından
bir ilham ile olduğunu açıklamıştır.
Nitekim Tealâ
Hazretleri: "Ey Muhammed! Doğrusu, insanlar arasında Allah'ın sana
gösterdiği gibi hükmede-sin diye Kitabı sana indirdik" [Nisa sûresi: 105]
buyurmuştur. Şer'i hükümleri ancak ya Allah Tealâ koyar, veya Resûlüllâh (SAV)
koyar. Bundan dolayı
islâmi ser hüküm koymanın iki
temel kaynağı vardır. Biri Kur'an-ı Kerimdir, diğeri ise sünnettir.
Resûlüllâh (SAV) in
hayatının sona ermesiyle, Resûlüllâh (SAV) in seri hüküm koyma devri de sona
ermiştir.
Hz. Aişe (r.a)
tarafından rivayet edilen bir hadisi şerifde: "Resûlüllâh (SAV) a ilk
vahiy nasıl geldiği, ilk işinin doğru rüya görmek olduğu kalbine yalnızlık
sevgisinin konulduğu ve sonunda Hira'daki mağrada ibadet ederken kendisine
meleğin (Cebrailin) gelmiş olduğu" açıklanmıştır.
Müminlerin anası
Hazreti Aişe (r.a) den rivayet edilmiştir ki: "Resûlüllâh (SAV) m ilk
vahiy başlangıcı uykuda doğru rüya görmekle olmuştur. Hiçbir rüya görmezdi ki,
sabah aydınlığı gibi meydana çıkmış olmasın. Sonra kalbine yalnızlık sevgisi
konuldu. Artık Hira' daki mağara içinde yalnız kalıp, orada ehlinin yanına
dönünceye kadar sayılan belli gecelerde tahannüs (ibadet) eder. Ve yine azık
alır giderdi. Sonra yine Hazreti Hatice'nin yanına dönüp o kadar zaman için
yine azık alırdı. Sonunda Resûlüllâh (SAV) a bir gün Hiradaki mağrada bulunduğu
sırada vahiy geldi. Şöyleki:
O na melek gelip
"oku" dedi O da: "Ben okuma bilmem" cevabını verdi.
Resûlüllâh (SAV) buyurdu ki: "O zaman melek beni alıp takatim kesilinceye
kadar sıktı. Sonra beni bırakıp yine: "olcu!" dedi. Ben de:
"okuma
bilmem" dedim. Yine beni alıp ikinci defa takatim kesilinceye kadar sıktı.
Sonra beni bırakıp yine "oku" dedi Ben de:
"Okuma
bilmem" dedim Nihayet yine beni alıp üçüncü defa sıktı. Sonra beni bırakıp
"(Ey habibim!) yaratan Rabbinin adıyla oku! insanı bir yapışkan maddeden
yarattı. Oku ki, senin Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazı yazmayı)
öğretmiştir (Alâk sûresi: 1-5]dedi. Resûlüllâh (SAV) (kendisine vahyolunan) bu
âyet-i kerimeleri alıp (korkudan) yüreği titreyerek döndü. Ve Hazreti Hatice
bint-i Hüveylid'in yanma girerek: "Beni sarıp örtünüz, beni sarıp
örtünüz" dedi. Korkusu gidinceye kadar mübarek vücudunu sarıp örttüler.
Ondan sonra Resûlüllâh (SAV) başına gelen haii Hazreti Hatice'ye anlatarak:
"Kendimden korktum" dedi. Hazreti Hatice: "Öyle deme, Allah'a
yemin ederim ki, Allah Tealâ hiçbir vakit seni utandırmaz çünkü sen akrabana
bakarsın, işini görmekten aciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakire verir,
kimsenin kazandıramayacağım kazandırırsın. Misafiri ağırlarsın, hak yolunda
meydana gelen musibet ve felaketlerde (halka) yardım edersin". Bundan
sonra Hazreti Hatice Resüli Ekremi alıp amca oğlu Varaka b. Nevfel b. Esed b.
Abdul uzza'ya götürdü. Bu zat cahilliyet zamanında Hiristiyan dinine girmiş bir
kimse olup, İbranice yazı bilir ve İncil'den Allah'ın yazmasını dilediği kadar yazardı.
Varaka gözleri a'mâ olmuş bir piri fanı idi. Hazreti Hatice Varaka'ya
"Amcam oğlu kardeşinin oğlu ne söyler dinle! Dedi. Varaka "Ne var
kardeşimin oğlu ! diye sorunca Resûlüllâh (SAV) gördüğü şeyleri ona anlattı
Bunun üzerine Varaka dedi ki: "Bu gördüğün Allah Tealâ' nın Musa
Aleyhisselâma indirdiği Cebrail'dir Ah keşke senin davet günlerinde genç
olaydım. Kavmin seni çıkaracakları zaman keşke hayatta olsam." Bunun
üzerine Resûlüllâh (SAV) Onlar beni çıkaracaklar mı! diye sordu. Oda:
"Evet (zira) senin gibi
bir şey getirmiş (yani vahiy tebliğ etmiş) bir kimse yoktur kİ, düşmanlığa
uğramasın. Şayet senin davet günlerine yetişirsem, sana son derece yardım
ederim." cevabını verdi. Ondan sonra çok geçmedi. Varaka vefat etti. (ve o
esnada) vahiy (bir müddet) kesildi." (Bu hadisi şerif, Sahih-i Buhari'de
Sahih-i Müslim'de ve diğer hadis kitaplarında rivayet edilmiştir.)
İkra süresinin İlk
âyetlerinin inmesinden sonra vahiy bir müddet kesildi. Sonra vahiy tekrar
inmeye başladı, birdaha kesilmedi. Bu iki vahyin arasında geçen müddet hakkında
çeşitli rivayetler vardır. En azı on beş gün, en çoğu üç senedir. İmam Ahmet b.
Hanbel Tarih'inde Şâbî'den gelen rivayete göre, vahyin kesilme müddeti üç
senedir. İbn-i İshak, Şâbî'nin rivayetini kesin olarak kabul etti. İmam Beyhakî'nin
rivayetine göre Resûlüllâh (SAV) in rüya görme müddeti altı ay sürmüştür.
Buna göre, Resûlüllâh
(SAV) kırk yaşını tamamladıktan sonra doğmuş olduğu Rebîü'l-evvel ayında ilk
vahiy rüya görmekle başlamıştır. Uyanıklık hali için Ön hazırlık olsun diye ilk
vahiy rüya ile başlamıştır. Daha sonra uyanıklık halinde ilk vahiy Ramazan
ayında başlamıştır.
İbn-i Hacer
Fethü'l-Bârî'de: «Bilindiği üzere Resûlüllâh (SAV) Ramazan ayında yiyeceğini
alır. Hira dağındaki mağaraya çekilir, orada günlerce kalır, düşünceye
dalardı. İşte o mağrada iken kendisine ilk vahiy geldi. Bu suretle Ramazan
ayında peygamber oldu" demiştir. Vahiy bir müddet kesildikten sonra
"Müddesir" sûresi indi. Sahih-i Buharı ile Sahih-i Müslim'de Cabir
(r.a) den rivayet edilmiştir. O da yukarıda geçen hadisi rivayet ederek şöyle
demiştir. "Resûlüllâh (SAV) vahiy kesilmesini anlatırken söz arasında
buyurdu ki: Ben (bir gün)
yürürken birden bire gökyüzü tarafından bir ses işittim. Gözümü kaldırdım. Bir
de baktım ki, Hira da bana gelen melek (yani Cebrail Aleyhisselâm) gök ile yer
arasında bir kürsü üzerinde oturmuş. Ondan korktum (Evime) dönüp "Beni
örtün beni örtün" dedim. Beni örttüler. Bunun üzerine Allah Tealâ:
"Ey örtüye bürünen resulüm, kalk da (sana İmân etmeyenleri) uyar. Rabbini
artık büyükle ve elbiseni temizle ve o pislikleri (putları) artık defeyle"
[Müddesir süresi 1-5] manasındaki âyet-i kerimeleri indirdi.»
Yukarıda geçen
hadisteki "zemmilûni" kelimesi ile "dessirûni" murat
edilmiştir. Her iki kelimenin manası "beni örtün" demektir.
Yukarıdaki hadisler "zemmilûni" kelimesinin geçmesi "İkra
süresinin" ilk âyetlerinden sonra "Müzzemmil süresi" nin
indirilmiş olmasını gerektirmez. Çünkü "Müzzemmil süresi" nin
"Müddesir süresi" nden sonra indirilmiş olduğunda ittifak vardır.
Zira Allah Tealâ
Habibine Müddesir süresinin başında halkı uyarmasını emretmiş, bu da ilk
peygamber olarak gönderildiği zamana aittir. Allah Tealâ, Habibine Mûzemmil
süresinin evvelinde ise, geceleyin kalkıp ibadet etmesini ve ağır ağır Kur'an
okumasını emretmiştir.
Kur'an-i Kerim'de,
Kur'an'ın inmesi ile ilgili üç âyet-i kerime vardır.
Birincisi;
"Ramazan ayı ki, bu ayda Kur'an indirildi" [Bakara sûresi: 185]
İkincisi: "Biz
onu (Kur'anı) mübarek bir gecede (Kadir gecesinde) indirdik" [Duhan
sûresi: 2]
Üçüncüsü: "Doğrusu
biz onu (Kur'am) Kadir gecesinde indirdik" [Kadir sûresi: 1] Bu üç âyet-i
kerime arasında bir çatışma ve çelişki yoktur. Çünkü Kur'an-1 Kerimin, birinci
âyette Ramazan ayında, ikinci âyette mübarek bir gecede bu mübarek gece Kadir
gecesidir) üçüncü âyette Kadir gecesinde (Kadir gecesi de Ramazan ayının
içindedir) indirilmiş olduğu bildirilmiştir. Böylece bu üç âyet-i kerime.
Kur'an-ı Kerimin Ramazan ayında indirilmiş olduğunu bildirmektedir.
Tarihi gerçek ise,
Kur'an-ı Kerimin, Resûlüllâh (SAV)a takriben yirmi üç senede bölük bölük
indirilmesidir. Buna göre, Kur'an-ı Kerimin bu iki indirilişinin arasım bulmak
güçleşir. Yirmi üç sene, bir Ramazan aymda, hatta bir Kadir gecesinde nasıl
toplana bilir.
İşte alimler Kur'an-ı
Kerimin bu iki indirilişinin arasını bulmada iki görüş ileri sürmüşlerdir:
Birinci görüş: Bu
görüşün başında İbni Abbas (r.a) bulunmaktadır. İbni Abbas (r.a) dan gelen
rivayete göre Kur'an-ı Kerim, Ramazan ayının Kadir gecesinde Levhi mahfuzdan
toptan olarak bir defada dünyaya en yakın olan semâdaki "Beytülizzef'e
indirilmiştir. Bundan sonra Kur'an-ı Kerim, Resûlüllâh (SAV)a hadiselerin ve
olayların gereğine uygun olarak peygamberlik müddetin-ce bölük bölük
indirilmiştir.
Buna göre, Kur'an-ı
Kerimin indirilişi hakkındaki üç âyet-i kerime ile tarihi gerçek arasında bir
zıdlık ve çatışma yoktur. Çünkü üç âyet-i kerimede Kur'an-ı Kerimin bölük bölük
indirilmiş olduğundan bahsetmeyıp toptan olarak bir defada semâdaki
"Beytu'l izzet" e indirilmesini haber vermiştir. Yine İbn-i Abbas
(r.a) dan ve diğer sahabelerden gelen rivayete göre, Allah Tealâ
Kur'an-ı Kerimi Levh-i Mahfuz'dan toptan
olarak bir defada dünyaya en yakın semâdaki "Beytu'l- izzet" e
indirmiş, sonra oradan Kur'ani Kerimi Resûlüllâh (SAV) hadiselere göre bölük
bölük yirmi üç senede indirmiştir.
İkinci görüş: Bu
görüşün başında da Şâbî (r.a) bulunmaktadır. Şâbî (r.a) den gelen rivayete
göre ilk vahiy Resûlüllâh' (SAV)a Ramazan ayının mübarek Kadir gecesinde
gelmeye başlamıştır. Sonra Kur'an-ı Kerim Resûlüllâh'(SAV)a hayatı boyunca peş
peşe gelmeye devam etmiştir. Şâbî (rh) den gelen rivayete göre, yukarıda geçen
üç âyet-i kerime, Kur'an-ı Kerimin ilk defa inmeye başlamış olduğu zamanı haber
vermiş, yoksa hepsinin indirilmiş olduğunu haber vermemiştir. O halde Kur'an-ı
Kerim'in indirilişi hakkındaki üç âyet-i kerime ile tarihi gerçek arasında bir
çatışma söz konusu değildir.
Bu iki görüş
arasındaki fark: İbni Abbas (r.a) dan gelen rivayete göre, Kur'an-ı Kerim bu
ayda Resûlüllâh (SAV) a indirilmeyip, Levhi Mahfuzdan dünyaya en yakın olan
semâdaki "Beytü'l- izzet" e indirilmiştir. Bundan dolayı Ramazan
ayının bu ümmete ait özel bir meziyeti yoktur. Şâbî (rh) den gelen rivayete
göre, Kur'an-ı Kerimin Ramazan ayının Kadir gecesinde Resûlüllâh'(SAV)a inmeye
başlamış olduğundan Allah Tealâ bu ayda bu ümmete özel bir ihsanda bulunmuştur.
İbn-i İshak (rh):
"Kur'an-ı Kerimin Resûlüllâh (SAV) a ilk defa inmeye başladığı Kadir
gecesi Ramazan ayının on yedinci gecesiydi" demiştir.
Nitekim Kur'an-ı Kerim
şu âyette buna işaret etmiştir: "Eğer siz Allah'a İmân etmiş ve hakla
batılın ayrıldığı (Bedir) günü, o iki ordunun birbiriyle çarpıştığı gün,
kulumuza indirdiğimize (âyetlere) İmân etmişseniz (bunu
böyle bilin) Allah her
şeye kadirdir" [Enfal sûresi: 41] Âyeti kerimedeki "iki ordunun
birbiriyle çarpıştığı "gün" ile müslümanlarla müşriklerin Bedirde
çarpıştıkları gün murat edilmiştir ki, hicretin ikinci senesinin Ramazan ayının
on yedinci günü idi. Yine âyet-i kerimedeki "Hak ile batılın ayrıldığı
"gün" ile de Kur'an-ı Kerimin ilk defa inmeye başladığı gün murat
edilmiştir ki, her iki gün-her ne kadar bir senede olmasa da- vasıfda (Cuma
günü olmada) birdir. Yani: Bedir savaşının olduğu "gün" ile Kur'an-ı
Kerimin inmeye başladığı "gün" Ramazan ayının on yedinci günüdür.
Kastalani, Buhâri
şerhinde Kur'an-ı Kerimin ilk defa inmeye başladığı Kadir gecesinin Ramazan
ayının hangi gecesine tesadüf ettiğini tayin etmede alimlerin çeşitli
görüşlerinin bulunduğunu rivayet etmiştir. İbn-i İshak'ın meylettiği görüşe
göre, Ramazanın on yedinci gecesidir. İbn-i İshak demiştir ki: İbn-i Ebî Şeybe
ile Tabarânî, Zeyd b. Erkam (r.a) dan: "Kur'an-ı Kerimin ilk defa inmeye
başladığı Kadir gecesinin Ramazanın on yedinci gecesi olduğunu" rivayet
etmişlerdir. Buraya kadar Kur'an-ı Kerimden ilk inen âyet-i kerimeler zikredilmiştir.
Kur'an-ı Kerimden son
inen âyet hakkında çeşitli rivayetler vardır.
a) Denildi
ki: Son inen âyet-i kerime faiz âyetidir. Çünkü Buharinin İbn-i Abbas dan
rivayetine göre "son inen âyet-i kerime faiz âyetidir. Bununla şu âyet
murat edilmiştir: "Ey İmân edenler! Allâh'dan korkun ve eğer gerçek
müminlerseniz, faiz. hesabından kalanı terk edin (almayın)" [Bakara
sûresi: 278] "
b) Denildi
ki: Kur'an-ı Kerimden son inen âyet şudur: "Öyle bir günden korkun ki, o
günde Allah'a döndürüleceksiniz." [Bakara sûresi: 281] Son inen âyetin bu
âyet olduğu Nesaide ve diğer hadis kitaplarında İbni Abbas (r.a) dan ve Said b.
Cübeyr (rh) den rivayet edilmiştir.
c) Denildi
ki: Son inen âyet vade ile borçlanma âyetidir. Çünkü Said b Müseyyeb (r.h) den
rivayet edilmiştir, Said b. Müseyyeb (r.h) bana ulaştığına göre: "Zaman
bakımından Arş-ı Alâ'dan inen en son âyet vade ile borçlanma
âyetidir" demiştir. Bununla şu âyet murat edilmiştir "Ey
İmân edenler! Muayyen
bir vade ile borçlandığınız vakit onu yazınız"
[Bakara sûresi: 282]
Bu üç rivayetin arası
birleştirilir. Şöyle ki: Kur'an-ı Kerimdeki tertibi gibi bu üç âyet beraber
indirilmiştir. Bunlar faiz âyet-i, öyle bir günden korkun âyet-i ile vade ile
borçlanma âyetidir. Çünkü bu âyetler muamele hakkındadır. Buna göre her ravi bu
üç âyetten birisini son inen âyettir diye haber vermiştir. Doğru olanı da
budur. Bu üç rivayet birleştirilince aralarında bir çelişki bulunmaz.
d) Denildi
ki: Son inen âyet, "Kelâle" âyetidir. Çünkü Buhari ile Müslim'de Berâ
b. Azib (r.a) dan rivayet edildiğine göre, Bera b. Azib (r.a) son inen âyet
"Senden (kelale hakkında) fetva istiyorlar. Deki: Babası ve çocuğu olmayan
kimsenin mirası Hakkında Allah size şöyle fetva veriyor" [Nisa sûresi:
176] bu âyettir demiştir. Bera b. Azib (r.a) den Kur'an-ı Kerimden son inen
âyet "kelale âyetidir" diye gelen rivayet "miras hakkında son
inen âyettir" denilmiştir.
e) Denildi
ki: Kur'an-ı Kerimden son inen âyetler Tevbe süresinin sonundaki şu iki
âyettir: "Andolsun size
kendinizden bir
peygamber geldi ki..." [Tevbe süresil28-129]
Nitekim Müstedrek'de
Übeyy b. Kab (r.a) dan rivayet edilmiştir. Übeyy b. Kab (r.a) "Kur'an-ı
Kerimden son inen âyetler Tevbe süresinin son iki âyetidir." demiştir.
f) İbni
Abbas (r.a) dan rivayet edildiğine göre, İbn-i Abbas (r.a) «Son inen süre
"Allah'ın zaferi ve fetih (Mekke'nin fethi) geldiğinde âyetlerini ihtiva
eden Nasr süresidir"» demiştir.
Bu zikredilen
rivayetlerden hiçbiri peygamber efendimizden rivayet edilmemiştir.
Kur'an-ı Kerim den son
inen âyet-in hangisi olduğu hakkında konuşanlar kendi içtihatlarıyla ve zannı
galibe göre konuşmuşlardır. Bunlardan her biri Resûlüllâh (SAV) dan son
dinlediği âyetin, son inen âyet olduğunu haber vermiştir veya bunlardan her
biri son inen âyetin mesela: miras gibi özel bir hüküm hakkındadır demek
istemiştir. Veya bunlardan 'her biri tam olarak inen son süreyi haber
vermişlerdir. "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki
nimetimi tamamladım size din olarak İslama razı oldum" [Maide sûresi: 3]
Bu âyet-i kerime Resûlüllâh (SAV) a veda haccı senesinde Arafat' ta vakfede
dururken inmiştir. Bu âyet-i kerimenin zahiri, bütün farzların ve şer-i
hükümlerin tamamlanmış olduğuna delalet etmektedir. Yukarıda geçtiği üzere
bazılarına göre, şer'i hüküm hakkında son inen âyet-i kerime faiz âyet-i
kerimesidir. Bazılarına göre, şer'i hüküm hakkında son inen âyet-i kerime va'de
ile borçlanma âyet-i kerimesidir. Bazılarına göre, şer'i hüküm hakkında son
inen âyet-i kerime Kelâle âyet-i kerimesidir.
Bazılarına göre şer'i hüküm hakkında son inen âyet-i kerime bu zikredilenlerden
başkadır.
Taberi'nin
zikrettiğine göre, âlimler Maide süresinin üçüncü âyet-i kerimesi hakkında
şunları söylemişlerdir: Bu âyet-i kerime Resûlüllâh (SAV) a indirildikten sonra
farzlara, helâl ve harama dair hiçbir şer'i hüküm indiril-rnemiştir. Bu âyet-i
kerime indirildikten sonra Resûlüllâh (SAV) ancak seksen bir gece yaşamıştır.
Bu konuyu özetliyecek
olursak, Resûlüllâh (SAV) in hayatından kırk sene geçince Rebiul evvel ayında
ona ilk vahiy doğru rüya görmekle başlamıştır Kur'an-ı Kerim ilk defa Ramazan
ayında inmeye başlamıştır.
Kur'an-ı Kerimden ilk
inen âyet-i kerimeler "ikra süresi" nin ilk beş âyet-i kelimesidir
Üstün olan görüşe
göre, Resûlüllâh (SAV) a son inen âyet-i kerime ise "Bugün sizin için
dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Size din olarak
islâma razı oldum [Maide sûresi: 3] âyet-i kerime-sidir. Çünkü bu âyet-i kerime
Resûlüllâh (SAV) a veda haccında Arefe günü vakfede dururken inmiştir.
Resûlüllâh (SAV) bu âyet-i kerime indikten sonra hicretin on birinci senesinin
Rebiülevvel ayında vefat etmiştir. Resûlüllâh (SAV) m peygamber olarak
gönderilmesiyle başlamış olan şer'i hüküm koyma devri vefatıyla sona ermiştir.
Resûlüllâh (SAV) in şer'i hüküm koyma devri takriben yirmi üç senedir. Kur'an-ı
Kerim ona yirmi üç senede bölük bölük inmiştir. İşte Kur'an-ı Kerim ilk şer'i
hüküm koymanın kaynağıdır. Sünnet ise ikinci şer'i hüküm koymanın kaynağıdır.
Resûlüllâh (SAV) in devrinde üçüncü şer'i hüküm koyma kaynağı yoktur. [11]
Birinci kaynak:
Kur'an-ı Kerimdir.
er Râgıb
"el-Mufredat" isimli eserinde demiştir ki: «"Kur'an"
kelimesi asılda "Gufran ve rüchan" kelimeleri gibi mastardır. Nitekim
Tealâ hazretleri: Çünkü onu (Kur'anı) toplamak ve okutmak bize aittir. Biz onu
okudukmu sen de okunuşunu takip et! [Kıyame sûresi: 17-18] buyurmuştur.»
İbni Abbas (r.a) bu
âyet-i kerimeyi şöyle tefsir etmiştir: Biz Kur'anı senin kalbinde toplayıp
yerleştirince onunla amel et.
Hz. Musa Aleyhisselâma
indirilmiş olan "Tevrat" ve Hz. İsâ Aleyhiselama indirilmiş olan
"İncil" özel isim oldukları gibi, Hz. Muhammed (SAV)e indirilmiş olan
"Kur'an kerim" de ilâhi kitaba tahsis edilip onun özel ismi olmuştur.
Bazı âlimler:
"Allah Tealâ nın kitapları arasından bu kitaba Kur'an-ı Kerim denilmesi o
kitapların özünü ve bütün ilimlerin faydalı yönlerini bir araya toplamış
olmasından dolayıdır." demişlerdir. Nitekim Tealâ Hazretleri buna işaret
ederek (Kur'an) kendinden önce inen ilâhi kitapları tasdik eden ve her şeyi
açıklayan İmân eden bir toplum için bir hidayet ve bir rahmettir. [Yusuf
sûresi: 111] ve: "Sana bu kitabı (Kur'anı) her şeyi açıklayan müslümanlara
doğru yolu gösteren bir rehber bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik"
[Nahl sûresi: 89] ve "(onu) pürüssüz ve dosdoğru Arapça bir Kur'an olarak
indirdik Umulur ki, korunurlar" [Zümer sûresi: 28] buyurmuştur.
er Ragıb'ın sözünden
anlaşılmıştır ki: "Kur'an" kelimesi "karae yakrau kıraeten
Kur'anen" diye çekilen fiilden alınmış masdar olup lügatta: Toplamak, bir
araya getirmek, eklemek, okumak manalarına gelir. Sonra Kur'an kelimesi Allah
Tealâ tarafından Cebrail vasıtasıyla Arapça olarak Resûlüllâh (SAV) a
indirilmiş olan şanlı kitap hakkında kullanılarak onun özel ismi olmuştur.
Kur'an Hz. Muhammed
(SAV) e indirilen, bize tevatür yoluyla nakledilen okunmasıyla ibadet edilen
hükümleriyle amel edilen Allah Tealânın kelamı olup, Resûl-ı Ekremİn iddia
ettiği peygamberlik davasında doğru olduğunu bildiren bir mucizedir.
Kur'an-ı Kerimi
Cebrail, Resûlüllâh (SAV) a Arapça diliyle indirmiştir. Nitekim Tealâ
Hazretleri "onu (Kur'anı) cibril-i Emin uyarıcılardan olasın diye senin
kalbine açık Arapça diliyle indirmiştir." [Şuara sûresi: 193-194-195]
buyurmuştur.
Resûlüllâh (SAV)
Kur'an-ı Kerim ile fesahat ve beyan sahibi olan bütün Araplara bir benzerini
yapmalarını isteyerek meydan okumuş, onların bunu yapmaktan aciz oldukları
meydana çıkmıştır. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim onların aleyhine delil
olmuştur.
Dâhi sayılan, edipler
ve filozoflar Kur'an-ı Kerimin benzerini yapmaktan aciz kalmışlardır ve
kalacaklardır. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Eğer kulumuza (Muhammede)
indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız siz de onun benzeri bir süre getirin.
Eğer iddianızda doğru iseniz Allah' dan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı)
da çağırın bunu yapamazsınız ki elbette yapamıyacaksanız. O halde yakıtı
insanlar ve taşlar olan ateşten sakının. Çünkü o ateş kafirler için
hazırlanmıştır". [Bakara sûresi:
23-24] ve:
"De ki And olsun
bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya
gelseler, bir birlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler."
[îsra sûresi: 88] buyurmuştur.
İlk gelişme
devirlerinde insanın aklı, ancak kendisinde düşünceye ve incelemeye yer
bulunmayan maddi ve hissi mucizeleri kabul ediyordu. Bu yüzden her peygamber
belli bir kavme gönderiliyor, kavminin alışa geldikleri ve ihtisasları olan
konularda mucize gösteriyordu. Ta ki, kavmi o mucizenin benzerini yapmaktan
aciz kalıp, o mucizenin ilâhi bir kuvvet olduğunu anlayarak İmân etsinler.
Beşerin aklı
olgunlaşınca Allah Tealâ bütün insanlara Hazreti Muhammed (SAV) i kıyamete
kadar peygamber olarak göndermiştir. Resûlüllâh (SAV) in ebedi mucizesi
gelişmiş ve tamamıyla tekamül etmiş olan beşeri akla uygun olan Kur'an-ı Kerim
mucizesidir. Halbuki Allah Tealâ önceki peygamberlerini gözleri dehşete düşüren
ve aklı benzerini yapmaktan aciz bırakan maddi ve hissi mucizelerle
desteklemiştir. Mesela: Hazreti Musa Aleyhisselâm in mucizesi, koynuna sokup
çıkarınca ben beyaz bir hal alan eli ve bırakınca yılana dönüşen asası idi.
Hazreti İsâ Aleyhisselâmın mucizesi ise, Allah Tealâ'nın izniyle anadan doğma
körü, abraşı iyi etmesi ve ölüleri diriltmesi idi.
Peygamber Efendimiz
Hazreti Muhammed (SAV) in mucizesi, insanların ilme yönelmiş olduğu bir asırda
beşeri aklı hayrete düşüren, kıyamete kadar benzerini yapabilirseniz yapın diye
meydan okuyan akli bir mucizedir. İşte bu mucize, bütün ilimleri ve
marifetleri, geçmiş zamanda olmuş
hadiselerin gelecekte olacak hadiselerin haberlerini ihtiva eden Kur'an-ı Kerim
mucizesidir. İnsan aklı ne kadar ilerlerse ilerlesin Kur'an-ı Kerimin benzerini
yapmaktan aciz kalacaktır. Çünkü Kur'an-ı Kerim ilâhi bir mucizedir, onun
benzeri yapılamaz Akıl, onun Allah Tealâ tarafından Resûlüllâh (SAV) a
indirilmiş bir vahiy olduğunu itiraf ve ikrar eder. Akıl, kendisinin eğriliğini
doğrultmakta, yeteneklerini geliştirmekte ve doğru yolu bulmakta ilâhi vahye
şiddetle muhtaç olduğunu da itiraf eder. İşte bu manaya Resûlüllâh (SAV) işaret
ederek: Peygamberlerden hiçbir peygamber yoktur ki, ona beşerin benzerine imân
edeceği "bir mucize" verilmiş olmasın. Hiç şüphe yok ki, bana ihsan
buyurulan (en büyük mucize) Allâhın bana vahyettiği Kur'an (mucizesidir)
kıyamet günü bütün peygamberlerin, en çok ümmetlisi bulunmayı umarım
buyurmuştur. (Bu hadisi Buharı rivayet etmiştir.) Arapların tarihi ve
edebiyatı hakkında biraz malumatı olan kimse bilir ki: Peygamber Efendimiz
(SAV) gönderilmeden önce, Mekke yakınında "suku'I-ukaz" denilen
panayıra katılmak için gelen şairler ve hatiplerin birbirine üstün gelmek
maksadıyla tertip etmiş oldukları şiir ve nesir yarışları, dillerini
temizlemiş, düzeltmiş, geliştirmiştir. Nihayet Kur'an-ı Kerimin inmiş olduğu-
Kureyş lehçesi, fesahat, belagat ve beyan ile birleşerek en yüksek seviyeye
ulaşmıştır.
Arapların durumuna
gelince onlar son derece hür vahşi asil vakur ve kibirli idiler. Hatta amca
çocukları bir birine karşı üstünlük taslıyorlardı bu yüzden bir gurur ve kibir
kıvılcımının ateşlenmesinden meydana gelen kanlı savaşlar günlerce devam etmiş
sayısız insanlar telef olmuştur.
Tarihde bu savaşlar
darb-ı mesel olmuş tarih bu savaşları Araplara nisbet ederek: "Eyyamı
Arap" diye kayıt ve tescil etmiştir.
Resûlüllâh (SAV) bu
karekterde olan Araplardan Kur'an-ı Kerimin benzerini yapmalarını isteyerek
meydan okudu, İğneleyici, azimet ve gayretlerini tahrik edici, müsabakaya itici
sözler söylüyor onların inançlarını, âdetlerini, ahlâklarını yeriyor, onların
babalarının akıllarını küçümsüyordu. Onlar peygamber efendimiz (SAV) i taciz
etmeyi onu susturmayı ona üstün gelip zafer kazanmayı şiddetle istiyorlardı.
Her kabile kendi coşkusunu milli onur ve haysiyetini anlatan Arapçanın fesehat
belegat beyan gibi bütün üsluplarını bildikleri halde Kur'an-ı Kerimin
benzerini yapmaktan aciz kalmışlardır. Şayet Kur'an-ı Kerimin benzerini
yapsalardı onlardan naklolunur nesilden nesile yayılırdı. Kur'an-ı Kerimin
âyetlerini gözden geçirerek incelediler ihtisasları olan şiir ve nesir ile
karşılaştırdılar fakat onu taklid etmeye veya onun benzerini yapmaya yol
bulamadılar.
Velid b. Muğire' den
nakledildiğine göre Kur'an-ı Kerimin âyetleri onların kalplerini sarsınca
farkına varmadan hakkı söylediler. Kur'an-ı Kerimin benzerini yapmaktan aciz
kalıp çareleri tükenince ona iftira ederek: "Kur'an-ı Kerim için
başkasından nakledilen sihirdir Resûlüllâh (SAV) için mecnundur şairdir yine
Kur'an-ı Kerim için o evvelkilerin masallarıdır." dediler.
Onlar, Arabça altın
çağını yaşarken bütün şartların bulunmasına rağmen ^Kur'an-ı Kerimin benzerini
yapmaktan aciz kalınca, boyunlarını kılıca teslim etmekten, üzüntü
kaselerinden içmekten ve acı ölümü yudum yudum tatmaktan kurtulamadılar.
Arap olmayan
milletlerin Kur'an'ın benzerini yapmaktan aciz kalmalarına gelince Kur'an-ı
Kerim asırlar geçmesine rağmen meydan okuma sahasında başı dik olarak meydan
okumakta devam ediyor ve edecektir. Şimdiye kadar dahi sayılan edipler
filozoflar onun benzerini yapmaktan aciz kalmışlardır ve kalacaklardır.
Yeni ilmin keşfettiği
kainatın sırlarıyla ancak bu kainatın yaratıcısı ve idare edicisi olan Allah
Tealânm varlığına ve birliğine delâlet eden yüce hakikatlar meydana
çıkmaktadır.
İşte Kur'an-ı Kerim bu
kainat sırlarını Özetlemiş ve onlara işaretlerde bulunmuştur. Bundan dolayı
Kur'an-ı Kerim kendi benzerini yapmaktan bütün insanları aciz bırakmıştır.
Kur'an-ı Kerimin mucize olmasının manası budur. Kur'an-ı Kerim hem lafzında,
hem de üslubunda mucizedir. Çünkü her kelimede bulunan harflerin yerine başka
harflerin konulması cümlelerde bulunan her kelimenin yerine başka kelimelerin
konulması ve her âyette bulunan cümlelerin yerine başka cümlelerin konulması
mümkün değildir. O halde her harf bulunduğu kelimelerde her kelime bulunduğu
cümlelerde ve her cümle bulunduğu âyetlerde mucizedirler.
Kur'an-ı Kerim,
beyanında ve nazmında mucizedir Kur'an-ı Kerimi okuyan kimse onda hayatın
kainatın ve insanın canlı bir tablosunu bulur.
Kur'an-ı Kerim insanın
hakikatini ve dünyaya gelmesindeki sorumluluğu hususunda perdeyi kaldıran
manala-rıyla mucizedir.
Kur'an-ı Kerim
mucizedir, çünkü o daha önce bilinmeyen bir çok ilim ve irfan hakikatlarım
açıklamıştır.
Kur'an-ı Kerim
mucizedir çünkü o şer'i kanunlar koymuş, insan haklarını korumuş, dünyayı
refah ve saadete kavuşturmuş olan ideâl bir toplum oluşturmuştur.
Kur'an-ı Kerim
mucizedir, çünkü o, önce deve ve koyun çobanlan olan Arapları, milletlerin
idarecileri ve komutanları yapmıştır. İşte böyle bir milletin dünyaya hakim
olması Kur'an-ı Kerimin mucize olmasının en büyük delilidir. Kur'an-ı Kerim
dinin temelidir. Şer'i kanun koymanın kaynağıdır. Her asırda ve her yerde Allah
Tealânm üstün bir delilidir. Onu Resûlüllâh (SAV) Cenabı Hakkın emrine uyarak
ümmetine tebliğ etti. Nitekim Allah Tealâ: "Ey peygamber! Rabbin'den sana
indirileni tebliğ et. Etmezsen Allâhın elçiliğini yerine getirmiş olmazsın
Allah seni insanlardan koruyacaktır.*1 [Maide sûresi: 67] buyurmuştur.
Kur'an-ı Kerimin bir
çok yerinde ve birçok üslûbunda kendisine uymanın ve içinde bulunan hükümlerle
amel etmenin vacip olduğuna dair açık ve ilâhi emirler vardır. Nitekim Tealâ
Hazretleri: "(Müminlere de ki:) Rabbinizden size indirilen kitaba uyun
ondan başka dostlar edinerek onlara uymayın." [Araf sûresi: 3] ve:
"Bunlar Allâhın sınırlarıdır onları aşmayın. Her kim Allâhın sınırlarını
aşarsa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir." [Bakara sûresi: 229] ve:
"Sana da (Ya Muham-med!) bu kitabı kendinden önceki kitapları tasdikçi ve
onlar üzerine şahit olarak hakla indirdik. O halde (seni hakem yaparlarsa) sen
de 'ehli kitap arasında Allâhın sana indirdiği ile hükmet, sana gelen bu haktan
sonra onların hevalannın arkasından gitme!" [Maide sûresi: 48] ve:
"Şu emride indirdik: "Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile
hükmet. Onların arzularına uyma onlardan sakın ki, Allah'ın sana indirdiği
hükümlerin bir kısmından seni şaşırtmasınlar, yine yüz çevirirlerse, bil ki, Allah onların bazı
günahları sebebiyle başlarına bir belâ getirmek istiyor. Herhalde İnsanlardan
bir çoğu fasiktırlar. Onlar cahiliyet devrinin hükmünü mü istiyorlar? yakîn
(ile İmân) eden bir kavim için Allâh'dan daha güzel hüküm veren kim
olabilir." [Maide sûresi: 49-50] buyurmuştur.
Ashab-ı Kiram
Resûlüllâh (SAV) dan Kur'an-ı Kerimin tilâvetini hıfzını manasını ve onda
bulunanlarla amel etmeyi öğreniyorlardı.
Ebû Abdurrahman Sülemi
demiştir ki: "Bize Kur'an-ı Kerimi okutanlar haber verdiler: Hz. . Osman
b. Affan (r.a) İbn-i Mesut (r.a) ve diğer ashabı kiram Resûlüllâh (SAV) dan on
âyet-i kerimeyi Öğrenince onlardaki bilgiyi ve ameli tam manasıyla öğrenmedikçe
başka âyet-i kerimeleri öğrenmeye geçmezlermiş."
Sülemi: "Biz
Kur'an-ı Kerimi ve ondaki bütün bilgileri ve amelleri öğrendik" demiştir.
Böylece müslümanlar
her asırda Kur'an-ı Kerimi muhafaza ettiler ve zamanımıza kadar bir harfini
bile bozmadan ve değiştirmeden nesilden nesile bu mukaddes kitabı ezberlemek ve
yazmak suretiyle naklettiler
Bunu Allah Teaİânın şu
kavli kerimi de tasdik etmektedir: "Hiç şüphe yok ki, Kur'an-ı Kerimi biz
indirdik biz! Muhakkak onu biz koruyacağız." (Hicr sûresi: 9)
Kur'an-i Kerim, imân,
helâl ve haram gibi şerî'atın asıllarını ve temel kaidelerini içinde toplamış,
şerî'atın anahatlarını bildiren bir çok hükümleri özet olarak zikretmiş,
kıyamete kadar insanların başına gelebilecek hadiselerin ve olayların
ayrıntılarının hükümlerini çıkarmayı ise Kur'an-ı Kerimin ışığı altında
müctehitlere
bırakmıştır işte
bunlar şer'i' atın ebedi olmasının sırrıdır. Kur'an-ı Kerim inanç ve
ibadetlerin asılları gibi konulan, mücadele ve ihtilaftan uzak tutmak için
gerekli olan açıklamayı yapmıştır.
Kur'an hükümleri
hiçbir zaman ve hiçbir yerde ihtilaf edilmeyecek ve değişmeyecek bir takım
temel prensipler üzerine kurulmuştur. Nitekim bunlar, miras, nikahlan haram
kılınanlar ve bazı suçların cezaları hakkındaki hükümlerde görülmektedir.
Kur'an-ı Kerim doğru
yolu gösteren ilâhi bir kitapdır, onu okuyan veya onu ezberleyen, onun
manalarını düşünen, onun için de bulunanlardan öğüt alarak amel eden kimse, bu
sayede doğru yolu bulmuş olur. Çünkü bu kimsenin elinde bir delil vardır.
Nitekim Sahih-i Müslim'de rivayet edilen bir hadisi şerif de: "Kur'an-ı
Kerim senin ya lehine veya aleyhine bir delildir." buyurulmuştur. Bundan
dolayı Kur'an-ı Kerimin manasını düşünmek vacibdir. Çünkü o kalplerin
kilitlerim açar, gönüller onunla nurlanır, o insanları yasaklarından uzak
durmaya ve emirleriyle amel etmeye davet eder. Nitekim Tealâ Hazretleri:
"(Sana indirdiğimiz) bu Kur'an hayır ve bereketi çok bir kitapdır. Onu
sana âyetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri ibret alsınlar diye
indirdik." [Sad sûresi: 29] ve: "Bunlar Kur'an'ı hiç düşünmezler mi,
yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?" [Muhammed sûresi: 24]
buyurmuştur.
Kur'an-ı Kerimin üstün
belagatı, yüce hükümleri, etkili nasihatlarının azameti karşısında sabit dağlar
paramparça olur. Fakat Allah Tealâ kullarına ihsan edip Kur'an-ı kalplerinin
baharı, gözlerinin cilası, hayatlarını aydınlatan bir nur kılmıştır. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Biz bu Kur'anı bir dağın üzerine indirseydik mutlaka onu
Allah korkusundan baş eğmiş param parça olmuş görürdün" [Haşr sûresi: 21]
buyurmuştur.
Hazreti Ali ben
Rasülüllah (SAV) dan: «"Karanlık gecenin (zifri) karanlıklarına benzeyen
fitneler kopacaktır" buyururken işittim. Bunun üzerine "Ya
Resûlüllâh bu fitnelerden kurtuluş nasıl olacaktır" dedim. Rasülüllah
buyurdu ki: "Allah'ın kitabına (sarılın) sizden öncekilerin tarihi, sizden
sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü ondadır. O hakla batılı
birbirinden ayıran kesin bir hükümdür, saçma değildir. Her kim zorbalığından
ötürü onu bırakırsa Allah onun belini kırar. Herkim hidayeti ondan başkasında
ararsa Allah onu saptırır. O Allah'ın sapasağlam ipidir. O, hikmet dolu
sözlerdir. O, hakka giden dosdoğru yoldur. O, arzu ve isteklerin kendisini
hakikatten saptırmadığı, dillerin kendisine benzemediği, âlimlerin kendisinden
doymadığı, çok tekrarlanmaktan eskimeyen, acaibi (hayranlık veren taraflar)ı
bitmeyen bir kitaptır. O, öyle bir kitapdır ki, cinler onu dinlediği zaman:
"Gerçekten biz şaşılacak bîr Kur1 an dinledik doğruya götürüyor ona derhal
İmân ettik [Cin sûresi: 1] demekten kendilerini alamadılar kim onun dediğini
söylerse doğruyu söylemiş olur kim onunla amel ederse sevap kazanmış olur. Kim
onunla hükmederse adalet göstermiş olur. Kim ona davet ederse doğru yola
hidayet edilmiş olur» (Tirmizi bu hadisi şerifi Kur'anm faziletleri bahsinde
rivayet etmiştir) [12]
Yukarıda geçtiği üzere
Kur'an-ı Kerim önce Levhi mahfuzdan bir defada toptan olarak dünyaya en yakın
olan semâya inmiştir. Oradan da Kur'an-ı
Kerim Resûlüllâh (SAV) a inmiş olduğunu bildiren âyet-i kerimeler şunlardır:
"(Ey Muhammedi) De ki: Kur'an'ı Ruhü'l Kudüs (Cebrail İmân edenlere sebat
vermek, müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için Rabbin
katından hak olarak indirdi" [Nahl sûresi: 102] ve: "Eğer kulumuza
(Muhammede) indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız sizde onun benzeri bir
süre getirin" [Bakara sûresi: 23] ve "Söyle onlara! Cebrail'e kim
düşmansa (öfkesinden çatlasın), çünkü Kur'an'ı senin kalbine daha önceki
kitapları tasdik ederek ve müminlere bir hidayet ve müjde olarak Allâhın izni
ile o indirmiştir." [Bakara sûresi: 97] Bu âyet-i kerimeler ve bunlardan
başka olan âyet-i kerimeler Cebrail Aleyhisselâmın Kur'an-ı Kerimi Resûlüllâh
(SAV) in kalbine indirmiş olduğunu bildirmektedir. İşte Kur'an-ı Kerimin bu
inişi, Kur'an-ı Kerimin dünyaya en yakın olan semâya inişinden başkadır.
Kur'an-ı Kerimin Resûlüllâh (SAV) a inişi ile Kur'an-ı Kerimin bölük bölük
inmesi kasdedilmiştir.
Kur'an-ı Kerimin
Resûlüllâh (SAV) a inmesinde "Tenzil" kelimesi kullanılmış
"inzal" kelimesi kullanılmamıştır, çünkü "Tenzil" kelimesi
Kur'an-ı Kerimin bölük bölük zaman zaman inmesini bildirir.
er Râgib-ı İsfahani
demiştir ki: "Kur'an-ı Kerim ile meleklerin inmesi hakkında kullanılan
"Tenzil" ile "İnzal" kelimelerinin arasîndaki fark:
"Tenzil" kelimesi bölük bölük inmede "inzal" kelimesi ise
hem bölük bölük inmede hem de toptan olarak inmede kullanılır ve bu hususu
isbat için şu âyet-i kerimeleri şahit ve delil göstermiştir. "Biz onu
(Kur'anı) yavaş yavaş indirdik" [İsra sûresi: 106] ve: "Kur'an-ı
kesinlikle biz indirdik"
[Hicr sûresi: 9] ve: "Biz onu (Kur'anı
mübarek bir gecede indirdik" [Duhan sûresi: 1]
Şu âyet-i kerimelerde
de Kur'an-i Kerim in bölük bölük inmiş olduğu açık olarak beyan edilmiştir:
"Kur'anı insanlara ağır ağır okuman için bölük bölük indirdik ve onu
(hadiselere ve olaylara uygun olarak) indirdik." [İsra sûresi: 106]
Kur'an-ı Kerimden
önceki Tevrat, İncil, Zebur, gibi semavi kitaplar bölük bölük indirilmeyip
toptan olarak indirilmişlerdir. Nitekim bunu bize şu âyet-i kerime haber
vermiştir: "İnkar edenler: "Kur'anı ona (Muhammede) bir defada
indirilmeliydi" derler. Oysa biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek
için azar azar indirir ve onu ağır ağır okuruz" [Furkan sûresi: 32]
Önceki semavi kitaplar
şayet bölük bölük indirilmiş olsaydı. İnkar edenler, Kur'an-ı Kerimin bölük
bölük indirilmesine şaşmazlardı.
"Kur'an ona
(Muhammede) bir defada indirilmeliydi" âyet-i kerimenin izahı: inkar
edenler: "Önceki semavi kitaplar bir defada toptan indirilmiş oldukları
gibi Kur'an-ı Kerimde bir defada toptan olarak Hz. Muham-med (SAV) e
indirilmeliydi. Kur'an-ı Kerim niçin bölük bölük ve peyder pey
indiriliyor!" dediler. Allah Tealâ onlara: "Kitapları bölük bölük
indirmek benim kanunum-dur" diye cevap vermedi. Bundan anlaşılıyor ki
önceki semavi kitaplar bir defada indirilmiştir. Nitekim "(inkar edenler)
: Bu nebicim peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor dediler."
[Furkan sûresi: 7] Bunun üzerine Allah Tealâ onlara cevap vererek: "Ey
Muham-med! senden önce peygamberleri başka şekilde göndermedik. Elbette onlarda
yemek yiyorlar çarşılarda geziyorlardı." [Furkan sûresi: 20] buyurmuştur.
Yine inkar edenler:
"Allah peygamber olarak bir insan mı gönderdi" [İsra sûresi: 94]
dedikleri zaman, Allah Tealâ cevap vererek: "Ey Muhammed senden öncede
kendilerine vahyettiğimiz bir takım erkeklerden başkasını peygamber
göndermedik" [Nahl sûresi: 43] buyurmuştur.
İnkar edenler:
"Kur'an-ı Kerim Hz. Muhammed (SAV) e toptan indirilseydi ya"
dedikleri zaman, Tealâ hazretleri: "Ey Muhammed Biz onu (Kur'anı) senin
kalbine yerleştirelim diye böyle (bölük bölük) indirdik ve onu ağır ağır
okuduk" [Furkan sûresi: 32] buyurarak bu âyet-i kerimede Kur'an-ı Kerimin
bölük bölük indirilmesindeki hikmeti açıklayarak onlara cevap vermiştir. [13]
Kur'an-ı Kerimin bölük
bölük inmesinin hikmetini bu hususta gelmiş olan âyet-i kerimelerden beş madde
halinde özetleyebiliriz.
1) Birinci
hikmet: Resûlüllâh (SAV) in mübarek kalbinin kuvvetlendirilmesi için Kur'an-ı
Kerim bölük bölük inmiştir. Resûlüllâh (SAV) insanları karanlıktan çıkarmak
insanlığın şerefini alçaltan puta tapıcıhktan kurtarmak, tek Allah inancına
kavuşturmak, ızdırab çeken ruhları saadete ulaştırmak için samimiyetle İslama
davet edince müşriklerin sert tepkisiyle karşılaştı ve içlerinden tabiatı sert,
kaba, vahşi ve inatçı bir kavmin eza ve cefasına maruz kaldı. Nitekim Tealâ
hazretleri: "Şimdi bu Kur'an'a İmân etmezlerse, belki sen arkalarından
üzülerek kendini mahvedeceksin" [Kehf sûresi: 6] buyurmuştur.
Resûlüllâh (SAV) in
mübarek kalbini hak üzere sabit kılmak ve da'vet yolunda azimle yürüsün diye
gayrete getirmek için vahiy zaman zaman iniyordu. Resûlulâh (SAV) kavminin
cahilane davranışlarına aldırmıyordu. Çünkü biliyordu ki, onların davranışları
çabuk geçen yaz yağmuruna benzer.
Kur'an-ı Kerim bölük
bölük indiği için Allah Tealâ daha önce geçmiş olan peygamberler hakkındaki
ilâhi kanununu açıklıyordu. Şöyle ki: Önceki peygamberler yalanlandılar, eziyet
edildiler fakat sabrettiler. Nihayet kendilerine ilâhi yardım geldi. Resûlüllâh
(SAV) ı da kavmi büyüklendikleri ve kibirlendikleri için yalanladılar. Kavminin
kendinden yüz çevirerek yalanlaması eza ve cefa etmesi karşısında tarih boyunca
peygamberler kervanı hakkındaki Allah Tealânın uygulaya geldiği ilâhi kanunun
böyle olduğunu biliyor ve ona uyarak teselli oluyordu. Nitekim Tealâ
hazretleri: "Muhakkak biliyoruz ki söyledikleri laf cidden incitiyor fakat
hakikat de onlar seni yalanlamıyorlar lakin o zalimler Allah'ın âyetlerini
inkar ediyorlar. And olsun senden önce bir çok peygamberler yalanlandı Ama eziyet
edilip yalanlanmalarına sabrettiler. Nihayet kendilerine yardımımız
geldi." [Enam sûresi: 33-34] ve: "Şimdi seni yalanladılarsa, senden
önce apaçık mucizeleri hikmetli sahifeleri ve aydınlatıcı kitapları getiren bir
çok peygamberler de yalanlandı" [Ali
imran sûresi: 184]
buföTrWıufeerim
Resûlüllâh (SAV)a önceki peygamberlerin sabrettiği gibi sabretmesini emrederek
"Peygamberlerden azim sahibi olan zatlar gibi sen de sabret" [Ahkaf
süresi 35] buyurmuştur Allah Tealâ
yalanlayanların hakkından geleceğine dair Resûlulâh (SAV) a garanti vererek onu
rahatlatmıştır. Nitekim Tealâ hazretleri: "Kafirlerin söylediklerine
sabret ve onları güzellikle terk et (Bu hüküm savaş âyetleriyle
kaldırılmıştır.) Yalanlayı-cı o refah sahiplerini bana bırak ve onlara biraz
mühlet ver." [Müzzemmil sûresi: 10-11] buyurmuştur. İşte Kur'an-ı Kerim de
peygamberlerin kıssalarının zikredil-mesindeki hikmet Resûlulâh' (SAV)ı teselli
etmek içindir. Nitekim Tealâ Hazretleri "Peygamberlerin haberlerinden
-onunla kalbini pekiştireceğimiz-her çeşidini sana kıssa olarak anlatıyoruz
buyurmuştur."
Resûlulâh (SAV)
kavminin yalanlamasına, ezâ ve cefâ etmesine üzülüp incinince kendisini
desteklemek ve teselli etmek için Kur'an âyetleri iniyor ve Allah Tealâ
yalanlayanların hallerini bilmektedir ve onları yaptıklarından dolayı
cezalandıracaktır diye tehdit ediyordu. "Şu halde onların lakırdıları seni
üzmesin şüphesiz biz onların neler gizlemekte olduklarını neler açıklayıp
durduklarım biliyoruz." [Yasın sûresi: 76] ve: onların sözü (yani sen
peygamber değilsin demeleri) seni üzmesin. Şüphesiz ki, bütün izzet (güç
kuvvet) Allah'ın dır. O işiticidir. Bilicidir" [Yunus sûresi: 65] Nitekim
Allah Tealâ Resûlulâh (SAV) a kimsenin dokunamayacağını, onun üstün geleceğini
ve muzaffer olacağını bildiren âyetlerle müjde ve rerek: "Ey peygamber!
Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Etmezsen Allah'ın elçiliğini yerine
getirmiş olmazsın Allah seni insanlardan koruyacaktır." [Maide sûresi: 67]
ve: "Eşsiz bir zaferle Allah sana yardım edecektir" [Fetih sûresi: 3]
ve: "Allah (Levhi mahfuz) da şöyle yazmıştır: "Yemin olsun! Mutlaka
hem ben galip geleceğim hem
peygamberlerim çünkü Allah çok kavidir çok güçlüdür." [Mücadele sûresi:
21] buyurmuştur.
Resûlulâh'(SAV)ı,
üzüntü kaplayıp tesir etmesin umutsuzluk ona yol bulamasın diye teselli
âyetleri peş peşe iniyordu. Resûlü-i Ekrem (SAV) için Kur'an-ı Kerimdeki
peygamberlerin kıssalarında güzel örnekler, kafirlerin varacakları yer
hakkındaki âyet-i kerimelerde ise teselli vardır.
Resulü Ekrem (SAV) in
muzaffer olacağı hakkındaki âyet-i kerimelerde de müjdeler bulunuyordu.
Peygamber efendimiz (SAV) beşeri tabiatı gereğince her ne zaman üzülse teselli
âyetleri tekrarlanıyordu. Böylece, kalbi yapmakta bulunduğu davet üzerinde
sabitleniyor ve yardım olunacağına mutmain oluyordu.
Kafirler Kur'an-i
Kerimin bölük bölük inmesine itiraz edince Allah Tealâ böyle inmesindeki
hikmeti açıklayarak: "Kur'anı senin kalbine iyi yerleştirelim diye böyle
(bölük bölük) indirdik ve onu ağır ağır okuduk" [Furkan sûresi: 32]
buyurmuştur.
Ebû Şame demiştir ki:
«"Kur'an-ı Kerim daha önceki semavi kitapların toptan indirildiği gibi
indirilmeyip bölük bölük indirilmesindeki sır nedir" diye sorulursa bunun
cevabını Allah Tealâ kitabında vermiştir. Kur'anı senin kalbini kuvvetlendirelim
diye böyle (bölük bölük) indirdik [Furkan sûresi: 32] Çünkü her hadise hakkında
yeni bir vahiy gelince Resül-i Ekremin Mübarek kalbine kuvvet veriyor kendisine
Özen gösteriliyor Cibril'i Emin'in daha çok inmesini gerektiriyor Cenab-ı Hak
tarafından Cibril'i Emin'in yeni âyetlerle her gelişinde peygamberliği
tazeleniyor söz ile ifade edilenıiyecek derecede seviniyordu. Bundan dolayı
Resûlüllâh (SAV) Ramazan
ayında Cibril'i emin ile çok buluştuğu için en cömert olduğu zamandı.»
2) ikinci
hikmet: Kur'an-ı Kerim meydan okumak ve benzerini getirmekten insanları aciz
kılmak için bölük bölük inmiştir. Müşrikler aşırı taşkınlıklar yapıyorlar,
azgınlıklarında ısrar ediyorlar Resûlüllâh (SAV) ı peygamberliği hakkında
imtihan etmek ve aciz bırakmak için kıyametin ne zaman kopacağını haber vermek
ve azabın acele indirilmesini istemek gibi her çeşit bâtıl ve şaşılacak sorular
ve istekler yöneltiyorlardı. Mesela: "Sana kıyamet ne zaman kopacak diye
soruyorlar" [Araf sûresi: 187] ve: "Birde senden acele azap istiyorlar"
[Hac sûresi: 47] Müşrikler her ne zaman soru sorarlarsa Kur'an-ı Kerim inerek
sorularının cevabını en mükemmel şekilde açıklıyordu. Nitekim Allah Tealâ
"Ey Muhammed onlar sana hiçbir mesel (yani mesel denilecek derecede
şaşılacak sorularından bir soru) getirmezler ki, biz sana doğru (cevabı) ve
(onların sorularından) manaca daha güzel ve manası daha açık olanı getirmiş
olmayalım" [Furkan sûresi: 33] buyurmuştur.
Müşrikler Kur'an-ı
Kerimin bölük bölük inmesine şaşa kaldıkları zaman Allah Tealâ bu husustaki
gerçeği onlara şöyle açıklamıştır. Bölük bölük inen Kur'an-ı Kerimin meydan
okuyarak onları benzerini getirmekten aciz bırakması toptan inip onlara
"Benim benzerimi getirin" diyerek aciz bırakmasından mucize olmakta
daha tesirlidir. Bundan dolayı kafirler bu Kur'an Muhammed'e toptan
indirilmeliydi diyerek Kur'an-ı Kerimin bölük bölük inmesine karşı çıktıkları
zaman, hemen şu âyet-i kerime inmiştir: "Kafirler sana bir mesel (Kur'an-ı
Kerimin toptan inmesini istemeleri gibi ilginç herhangi bİr soru ve sıfat getirmezler
ki, biz mutlaka sana hallerden hikmetimize uygun olan doğru bir cevap vermiş ve onları aciz bırakmakta
manası daha açık olanı sana vermiş olmayalım" [Furkan sûresi: 33]
Kafirlerin sordukları sorularına cevap verilmesi Kur'an-ı Kerimin bölük bölük
inmesine bağlıdır.
İbni Abbas (r.a) dan
Kur'an-i Kerimin bölük bölük inmesinin hikmeti hakkında gelen bir rivayete
göre: "Müşrikler yeni bir olay meydana getirdikleri zaman, Allah Tealâ o
yeni olaya göre yeni bir cevap indiriyordu."
3) Üçüncü
hikmet: Kur'an-ı Kerimin ezberlenmesinin ve anlaşılmasının müslümanlara
kolaylaştırılması için Kur'an-ı Kerim bölük bölük inmiştir.
Kur'an-ı Kerim okuma
yazma bilmeyen bir ümmete inmiştir, onların zihinleri kitaplarıdır onlar
yazmayı ve tedvin etmeyi bilmiyorlardı ki önce yazıp tedvin etsinler sonra
ezberleyip anlasınlar. Onların bu halini Kur'an-ı Kerim şu âyetiyle tescil
etmiştir: "Okuma yazma bilmeyen araplar içinde kendilerinden bir
peygamber gönderen O'dur. Bu peygamber onlara Allah in âyetlerini okuyor,
onları şirkten temizliyor, kitabı ve hikmeti öğretiyor, halbuki onlar bundan
önce apaçık bir sapıklık içinde idiler." [Cuma sûresi: 2] ve: "Onlar
ki Tevrat ve İncil'de ismini yazılı buldukları o (ümmi) okuma yazma bilmeyen
peygambere o Resûl'e tabi olurlar" [Araf sûresi: 157]
Şayet Kur'an-ı Kerim
bir defada toptan indirilmiş olsaydı okuma yazma bilmeyen bir ümmetin onu ezberlemesi,
manasım anlaması ve âyet-i kerimelerini düşünmesi kolay olmazdı. Buna göre
onun bölük bölük inmesi böyle bir ümmetin onu ezberlemelerine ve âyet-i kerimelerini
anlamalarına en büyük yardımcı olmuştur. Ayeti kerimeler az olsun veya çok
olsun inince sahabe onları ezberliyorlar, manalarını düşünüyorlar ve hükümleriyle amel
ediyorlardı. Tabiin devrinde de Kur'an-ı Kerimi öğrenmek bu şekilde devam etti.
Ebû Nadra'dan rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Bize Ebû Said-i Hudri
(r.a) Kur'an-ı Kerimden sabah beş âyet öğleden sonra beş âyet öğretiyor ve
Cibril'i Emin'in Kur'an-ı Kerimin âyetlerini beşer beşer indirmiş olduğunu
haber veriyordu."
Halid b. Dinar'dan
rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Bize Ebü'l Âliye "Kur'an âyetlerini
beşer beşer Öğrenin, çünkü Resûl-İslâm Ekrem (SAV), Cibril-i Emin'den Kur'an'ın
âyetlerini beşer beşer alıyordu." demiştir. Hz. Ömer'den rivayet
edilmiştir demiştir ki: "Kur'anın âyetlerini beşer beşer öğrenin çünkü
Cibril-i Emin Kur'anı Resûlulâh (SAV) a beşer beşer indiriyordu"
4) Dördüncü
hikmet: Kur'an-ı Kerim hadiselerle beraber yürümek ve şer'i hükümleri alıştıra
alıştıra koymak için bölük bölük inmiştir.
Kur'an-ı Kerim insanlara
hikmetle yaklaşıp kötülük ve rezaleti tedavi eden faydalı ilaçları onlara yudum
yudum sunmasaydı, onlar bu yeni dine kolayca bağlanıp lider olamazlardı.
Müslümanlar arasında
her hangi bir hadise meydana gelince o hadiseyi açıklayan ve Müslümanlara doğru
yolu gösteren bir hüküm iniyordu. Kur'an hadiseler ve olaylara göre şer'i
hükümlerin temel kaidelerini aşamalı olarak koyuyordu. İşte Kur'anın bölük
bölük inmesi müminlerin kalplerine şifa oluyordu.
Kur'an-ı Kerim her
şeyden önce Allah Tealâ'ya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret
gününe öldükten sonra dirilmeye, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna insanların
hesaba çekileceklerine, yaptıkları
amellere göre mükafat
veya ceza verileceğine, cennet ve cehennemin hak olduğuna inanmak gibi İmânın
asıl ve esaslarım ele alıyor bunlara dair hüccetler, deliller ve burhanlar
getiriyordu. Ta ki, müşriklerin nefislerinde kökleşmiş olan put perestliği
kurutsun ve kalplerine islâm inancını yerleştirsin.
Kur'an-ı Kerim nefsi
temizleyen eğriliğini düzelten iyi ahlâkı emrediyor, fesadın ve şerrin
köklerini kazımak için aklen ve şer'an çirkin olan şeyleri ve hayasızlığı
yasaklıyordu. Din sarayının üzerine kurulmuş olan helâl ve haram kaidelerini
açıklıyor, nelerin yenilip, içileceğini, hangi malların alınıp satılacağını,
evlenme, boşanma ve diyetler hakkındaki temel esasları sağlam direkler üzerine
atıyordu.
Kur'an-ı Kerim önce
insanlara bir olup ortağı bulunmayan Allah Tealâ ya inanmayı, dinin farzlarını
ve islâmın temel esaslarını meşru kılıyor insanlar İmân edip halisane ibadet
ederek kalplerini nurlandırıp mamur ettikten sonra nefislerinde kökleşmiş olan
sosyal hastalıkları tedavi etmek için yasaklayıcı şer'i hükümleri alıştıra
alıştıra koyuyordu.
İlâ-yı kelimetullâh
(islâm dininin tevhit akidesini, şanına layık şekilde yüceltip yaymak için uzun
zaman süren cihat hakkındaki âyetler hadiselere uygun olarak iniyordu. Biz
Kur'anın Mekke'de ve Medine'de inen âyetlerin hüküm koymada izlediği
kaidelerini incelediğimiz zaman, bunların hepsinin delillerini buluruz. Namaz
Mekke'de farz kılınmıştır. Zekat hakkında genel kaide ise faiz ile
karşılaştırılarak Medine'de meşru kılınmıştır. Nitekim Tealâ Hazretleri:
"Öyle ise akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver. Bu(nlar) Allah'ın
rızasını dileyen
için daha hayırlıdır.
Ve böyleleri kurtulanların ta kendileridir. İnsanların mallarında artış olsun
diye verdiğiniz faiz Allah katında artmaz ama Allah'ın rızasını dileyerek
verdiğiniz zekat (yok mu?) İşte sevaplarını (ve mallarını) kat kat artıranlar
bunlar (zekâtını dağıtanlardır)" [Rum sûresi: 38-39] buyurmuştur.
Mekke'de inmiş olan
Enam süresi îmânın esaslarını tevhidin delillerini açıklıyor, şirkin ve
müşriklerin kötülüklerini ortaya çıkarıyor, yiyecek ve içeceklerden helâl ve
haram olanları izah ediyor, malların canların ve namusların korunmasına davet
ediyor: "De ki: "Gelin size Rabbimizin neleri haram kıldığını ben
okuyayım. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya iyilik edin.
Fakirlik yüzünden
evlatlarınızı öldürmeyin. Sizinde onlarında rızkınızı biz veririz. (Zina gibi)
Kötülüklerin açığına da gizlisine de yanaşmayın Allah'ın haram kıldığı nefsi
haksız yere öldürmeyin. Duydunuz ya! işte size o bunları ferman buyurdu, olur
ki, aklınızı başınıza alırsınız." Yetim malına da yaklaşmayın, ancak
olgunluk çağına varıncaya kadar en güzel bir şekilde idare ederseniz o başka!
Ölçüyü ve tartıyı tam ve denk tutun. Biz hiçbir kimseye gücünden fazla bir şey
teklif etmeyiz. Konuştuğunuz zamanda hep adaleti gözetin, velev ki
(karşınızdaki) akrabanız olsun! Allah'a verdiğiniz sözü yerine getirin
işittiniz ya! işte o size bunları ferman buyurdu umulur ki düşünür
tutarsınız" [Enam sûresi: 151-152]
Bundan sonra hükümler
tafsilatlı olarak inmiştir. Medeni muamelelerin kaideleri özet olarak Mekke'de
inmiştir. Hükümlerin tafsilatı Medine'de inmiştir. Vade ile borçlanma âyet-i ve
Ribanın faizin haram kılınması hakkındaki âyetler gibi. Aile ile ilgili olan esaslar Mekke'de
İnmiştir. Karı ile kocadan her birinin hukuku evlilik hayatının gereklerinden
olan iyi geçinme, boşanma, ölümle sona erme, miras gibi ayrıntıları ve insanlar
arasında ki umumi ilişki Medine'de inmiştir.
Zinanın aslı Mekke'de
haram kılınmıştır: "Zinaya da yaklaşmayın çünkü o pek çirkindir ve kötü
bir yoldur" [İsra sûresi: 32]
Fakat bu suçların
hadleri cezaları Medine'de inmiştir. Cana kıymanın haram olmasının aslı
Mekke'de inmiştir: "Haklı bir sebep olmadıkça Allah m haram kıldığı cana
kıymayın" [İsra sûresi: 33]
Cana kıyma ve azaları
kesme hakkında ki cezalar Medine'de inmiştir.
[14]
Kur'an-ı Kerim içkiyi
insanlara döıt aşamada haram kılmıştır
1) Birinci
aşamada dolaylı yoldan haram kılınacak şeyden nefret ettiren şu Âyeti kerime
inmiştir: "Hurma ve üzüm Ağaçlarının meyvelerinden içki yapar ve güzel bir
rızık edinirsiniz. Muhakkak bunda aklı olan bir kavim için ibret vardır"
[Nahl sûresi: 67]
Allah Tealâ hazretleri
bu âyet-i kerimede: "İnsanlara hurma ve üzüm ağaçlarını ihsan etmiş
olduğunu insanlarında onlardan sarhoşluk veren içki yaptıklarını ve
faydalanacakları kuru hurma,
kuru üzüm gibi
güzel
rızıklar edindiklerini
haber vermiş, ikinciyi "güzel rızık" diye methederek vasfetmiş,
birinciyi ise "sarhoşluk veren insanın aklını gideren" diye
vasfetmiştir" Bu suretle her akıl sahibine, bir birine zıt olan bu iki
vasıf arasında büyük fark bulunduğu açıklanmış olur
2) İkinci aşamada
şu âyet-i kerime
inmiştir: "(Habibim) sana içkiden ve kumardan soruyorlar. De ki:
Onlarda hem büyük günah hem de insanlara bazı Menfaatler vardır Ama günahları
menfaatlerinden daha büyüktür."
[Bakara sûresi: 219] Bu âyet-i kerimede içkinin faydaları ile zararları
karşılaştırılmıştır: içkinin içilmesinden meydana gelen sevinç, neşe veya
alınıp satılmasından elde edilen kar
gibi şeyler faydalarındandır. İçkinin içilmesinin günahı, bedene verdiği
zararı aklı gidermesi, malı zayi etmesi, fücur ve isyan sebeplerini tahrik
etmesi ise zararlanndandır. Bu âyet-i kerime içkinin zararları faydalarından
çok olduğu için ondan nefret ettirmiştir.
3) Üçüncü
aşamada İçkiyi belli zamanlarda haram kılan şu âyet-i kerime
inmiştir "Ey İmân edenler sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar
namaza yaklaşmayın" [Nisa sûresi: 43] Bu âyet-i kerime sarhoşluğu namaz
vaktine kadar devam eden vakitlerde içki içmeyi haram kılıyor, sarhoşluğun
eseri gidinceye ve
namazda ne söylediklerini bilinceye
kadar namaza yaklaşmalarım yasaklıyordu. Bu âyet-i kerime
inince bazı müslümanlar geceleyin ve namaz vakitlerinin dışında içiyorlardı.
4) Dördüncü
aşamada, bu son aşamadır. Şu âyet-i
kerime inmiştir: "Ey İmân edenler! İçki, kumar, dikili putlar, kısmet
çekilen oklar ancak ve ancak şeytan işi murdar şeylerdir. Onun için bunlardan
sakının ki, kurtuluşa eresiniz şeytan içki ve kumarda ancak ve ancak
aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi
Allah'ı anmaktan ve namazdan alı koymak ister. Artık siz vazgeçiyorsunuz
değil mi?" [Maide sûresi: 90-91] Bu âyet-i kerimenin inmesiyle bütün
vakitlerde içki içmek kesin olarak tamamıyla haram kılınmıştır
Kur'an-ı Kerimin böyle
bölük bölük inmesinin hikmetini Hz. Aişe (r.a) den rivayet edilen şu hadisi
şerif açıklamaktadır: Hz. Aişe (r.a) demiştir ki: "Kur'an-ı Kerimden ilk
inen Mufassaldan bir süre (ya Alak sûresi ve ya Müddessir süresi) olup içinde
cennet ve cehennem anlatılıyordu. Nihayet insanlar İslama inanınca helâl ve
harama dair âyet-i kerimeler inmeye başladı. Şayet ilk önce "içki
içmeyin" yasağı inseydi insanlar: "Elbette biz kesinlikle içkiyi
bırakmayız" derlerdi. Şayet yine ilk önce "zina etmeyin" yasağı
inmiş olsaydı insanlar biz asla zinayı bırakmayız derlerdi. Ümmetin başına
gelen hâdiselerin akışına göre âyet-i kerimeler zaman zaman iniyordu.
Resûlüllah (SAV) Bedir
esirleri hakkında ashabıyla istişarede bulundu. Hz. Ömer (r.a) "Ya
Resûlulâh (SAV) hepsinin boynunu vur" dedi Hz. Ebû bekir (r.a): "Ya
Resûlulâh (SAV) onları af edip fidye karşılığı serbest bırakmanızı uygun
görüyorum" dedi
Peygamber Efendimiz
(SAV) Hz. Ebu Bekir'in görüşünü kabul etti.
Bunun üzerine şu
âyet-i kerime inmiştir: "Hiçbir peygambere yeryüzünde (küfredenlere
karşı) kesin bir zafer kazanmcaya kadar esir alması yakışmaz. Siz geçici dünya
malını istiyorsunuz, oysa Allah (size) ahireti istemektedir. Allah üstün ve
güçlüdür. Hüküm ve hikmet Sahibidir. Daha önceden Allâh'dan verilmiş bir hüküm
olmasaydı, aldıklarınızdan Ötürü
size büyük bir azap erişirdi." [Enfal sûresi: 67-68]
Hüneyn gazasında
müslümanlar çokluklarıyla kendilerini beğenip gururlandılar. Ve "bu ordu
yenilemez" dediler. Kendilerini beğenip gururlanmaları, dağılmalarının,
bozulmalarının arka dönüp kaçmalarının ve acı bir ders almalarının sebebi oldu.
Nitekim Tealâ hazretleri: "Andolsun Allah bir çok yerlerde ve Huneyn
gününde size yardım etti. Hani çok sayıda oluşunuz sizi böbürlendirip
gururlandırmıştı, fakat size bir şey sağlayamamıştı. Yer ise bütün genişliğine
rağmen size dar gelmişti, sonra arkamıza dönüp gerisin geri gitmiştiniz.
(Bundan) Sonra Allah Resulü ile müminlerin üzerine güven duygusu ve huzur
indirdi, sizin görmediğiniz orduları da indirdi ve küfre sapmış olanları
azaplandırdı. Bu küfre sapanların cezasıdır. Sonra bunun ardından Allah
dilediği kimseden tevbesini kabul eder. Allah, bağışlayandır,
esirgeyendir." (Tevbe sûresi: 25-26-27-) buyurmuştur.
Abdullah b. Übeyy
-münafıkların başı- Öldüğü zaman Resûlüllah (SAV) cenaze namazına çağrıldı ve
kalkıp gitti. Resûlulâh (SAV) onun cenaze namazını kıldırmak için cenazeye
karşı durduğu zaman Hz. Ömer (r.a) "Onun günlerini sayarak şöyle şöyle
diyen ve şöyle şöyle söyleyen Allah düşmanı Abdullah b. Übeyy'in mi (cenaze
namazını kıldıracaksın ey Allah'ın Resûlu" dedi. Resûlüllah (SAV) tebessüm
ederek Hz. Ömer (r.a)e: "Ben (onların cenaze namazını kıldırıp kıldırmamak
arasında) muhayyer bırakıldım ve bana: "o münafıklar için ister
bağışlanmalarını dile ister bağışlanmalarını dileme! Onlar için yetmiş kere
bağışlanmalarını dİlesen de Allah onları afetmiyecektir" [Tevbe sûresi:
80] denildi. Şayet yetmiş den fazla (bağışlanmasını) dilediğim zaman onun
bağışlanacağını bilsem mutlaka bağışlanmasını dilerdim" buyurdu. Sonra
Resûlulâh (SAV) onun cenaze namazım kıldırdı cenaze ile beraber yürüdü ve defni
tamamlayıncaya kadar da kabrinin başında durdu. Hz. Ömer (r.a) devam ederek:
"Ben Resûlulâh (SAV) a karşı gösterdiğim cüretime şaştım Halbuki Allah ve
Resülu daha iyi bilir. Vallahi (onu defnedeli) çok az bir zaman olmuştu ki, şu
İki âyet-i kerime indi: "Münafıklardan ölen hiçbirinin üzerinde asla
cenaze namazı kılma ve onun kabri başında durma. Çünkü onlar, Allah'ı ve
Resulünü tanımadılar ve fasık (dinden çıkmış olarak) can verdiler" [Tevbe
sûresi: 84] Bundan sonra Resûlulâh (SAV) ruhunu Allâha teslim edinceye kadar
hiçbir münafığın cenaze namazını kılmadı" dedi.
Doğru ve samimi
müminlerden bir gurup Tebük gazasına gitmeyip, Medine'de kaldılar. Resûlulâh (SAV)
gazadan döndüklerinde bunların gazaya gitmemeleri için bir özrü bulunmadığını
anlayınca bunlarla müslümanların konuşmasını yasakladı bunlarla hiçbir kimse
konuşmadı, dünya bunlara dar geldi, tevbe edip günlerce ağladılar. Sonunda
Allah Tealâ bunların tevbesini kabul ettiğine dair şu âyet-i kerimeleri
indirdi: "Andolsun ki, Allah peygambere ve o güçlük zamanında (Tebük
gazasında) ona uyan muhacirlerle ensara lütfetti de, içlerinden bir kısmının
kalpleri az daha meyledecek gibi olmuşken sonra tevbelerini kabul buyurdu.
Çünkü Allah müminlere karşı çok şefkatlidir, çok merhametlidir. (Tevbelerinin
kabulü) geri bırakılan üç kişiyi de bağışladı. Çünkü o derece bunalmışlardı ki:
yeryüzü olanca genişliğine rağmen onların başlarına dar gelmişti. Vicdanları da
kendilerini sıkmıştı. Allâh'dan kurtuluşun ancak Allah'a sığınmakla olacağını
anlamışlardı. Sonra tevbelerini kabul buyurdu ki, onlar da tevbekarlar arasına dahil
oldular. Şüphesiz Allah, tevbeleri çok çok kabul buyurandır, çok merhametli
olandır." [Tevbe süresi. 118-119]
İbn-i Abbas' dan (r.a)
gelen şu rivayet, Kur'an-ı Kerimin bölük bölük inmesinin hikmetine işaret
etmektedir: "Cibril'i Emin âyet-i kerimeleri insanların sözlerine ve
yaptıkları işlerine cevap olarak indiriyordu."
5) Beşinci
hikmet: Kur'an-ı Kerimin bölük bölük inmesinin hikmeti, hüküm ve hikmet sahibi
ve her hamde layık olan Allah Tealâ tarafından indirilmiş olmasının kesin bir
delilidir. Çünkü Kur'an-ı Kerim Resûlulâh (SAV) a yirmi üç senede zaman zaman
bir âyet veya birkaç âyet olarak bölük bölük inmiştir. Kur'anı ve sûrelerini
okuyan bir kimse, yapısını muhkem, tarz ve tertibini ince, manaları bir birine
bağlı, üslûbu sağlam, âyetleri ve sûreleri birbirine uyumlu olarak bulur.
Kur'an, beşer kelâmında benzeri bilinmeyen bir şekilde taneleri dizilmiş eşsiz
bir gerdanlık gibidir. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Bu bir kitap dır ki,
âyetleri (en sağlam bir nazımla) muhkem yapılmış, sonra hikmet sahibi ve herşey
den haberdar olan (Allah) tarafından açıklanmıştır." [Hud sûresi: 1]
buyurmuştur.
Ayrı ayrı
münasebetler, çeşitli olaylar ve hadiselere göre zaman zaman inmiş olan
Kur'an-ı kerim, şayet insan sözü olsaydı. Elbette bölümleri arasında kopukluk,
ayrılık ve uyumsuzluk bulunurdu ve bu tertip bu düzen bulunmazdı. Nitekim Tealâ
Hazretleri: "Kur'anı düşünüp taşınmıyorlar mı? Eğer o Allah dan başkasının
katından olsaydı kuşkusuz içinde bir çok aykırılıklar bulacaklardı" [Nisa
sûresi: 82] buyurmuştur.
Kur'an-i Kerimden
sonra fesahat ve belagatın zirvesinde bulunan Resûlulâh' (SAV)ın hadisi şerifleri
bir kitapta yazılsa akıcılıkta, cümlelerin arka arkaya gelmesinde konu
birliğinde bölümlenn bir birine bağlı bulunmasında Kur'an-ı Kerimin benzeri
olması şöyle dursun ona yakın bir düzeyde bile olamaz. O halde diğer insanların
sözleri Kur'an-ı Kerimin benzeri nasıl olabilir. Nitekim Tealâ Hazretleri:
"De ki: Andolsun! İnsanlar ve cinler bu Kur'an'm bir benzerini getirmek
için toplanmış olsalar, bir birine yardım da etseler, yine onun benzerini
getiremezler" [İsra sûresi: 88] buyurmuştur. [15]
Eğitim ve öğretim işi
iki esasa dayanır: Talebelerin zekâ seviyesini, akıllarını, psikolojik
durumlarını, bedensel gelişmelerini göz Önüne alarak onları doğru ve iyi olana
yönlendirmektir.
Kur'an-ı kerimin bölük
bölük inmesinin hikmetinde eğitim ve öğretim hakkında biraz önce geçen iki
esasın göz önünde bulundurulmasına dikkat çekilmek vardır.
Kur'an-ı Kerimin
aşamalı olarak inmesinin hikmeti, islâm ümmetini eğitirken yavaş yavaş beşeri
nefsini temizlemek, hâl ve gidişatını düzeltmek, şahsiyetini kazandırmak, tam
yetiştirip durumunu olgunlaştırarak Rabbinin izniyle bütün insanlığın hayrına
güzel meyvalarım vermesi içindir.
Kur'an-ı Kerimin bölük
bölük inmesinin hikmeti, ezberlenmesinde, anlaşılmasında, incelenmesinde,
manaları-nın düşünülmesinde ve içinde
bulunan hükümleriyle amel edilmesinde kolaylık sağlayabilmek içindir.
Kur'an'dan vahyin ilk
başlangıcında okumayı ve kalemle yazı yazmayı öğretme hakkında inen: "(Ey
Habibim) Yaratan Rabbinin adı ile oku! İnsanı bir yapışkan maddeden yarattı.
Oku ki, senin Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazı yazmayı)
öğretmiştir, insana bilmediği şeyleri öğretmiştir." [Alâk sûresi: 1-5] Bu
ayetler ile mal nizamı hakkındaki riba (faiz) ve miras âyetlerinin inişi, veya
imân ile şirk arasını kesin olarak ayıran savaş âyetlerinin inişi arasında bir
çok eğitim aşamaları vardır ki, bu eğitim sistemi İslâm toplumunun seviyesine
göre, kolaydan zora doğru basamak basamak uygulanmıştır.
Eğitim ve öğretimin
her aşamasında ilmin basamak basamak yükselmesini, kolaydan zora doğru derece
derece geçilmesini, talebelerin zekâ seviyesini, akli, şahsi, psikolojik
durumlarını, bedensel gelişimlerini gözetmeyen bir eğitim sistemi başarısız
olup, bundan ilmin meyvası devşirilemez, ilim yerinde sayar ve geri kalır.
Talebelere ilmi
konularda uygun ölçüde ders vermeyen, onların omuzlarına ağır yük yükleyen,
onlardan çok ezber isteyen veya onlara anlayamayacakları dersleri okutan veya
kavrayamayacakları bir ifade ile ders anlatan veya talebelerin ahlâk dışı
davranışlarını düzeltmeye çalışırken onların halini dikkate almayıp, sert
davranan, baskı yapan, düşünmeden, beklemeden bir işe acele olarak karar veren,
akla ve mantığa göre amel etmeyen bir muallim başarısız olup, eğitim ve
öğretimi verimsiz bir hale getirir ve ilim ve irfan yuvasını nefret yuvasına
çevirir. Okul kitapları da buna kıyas edilmelidir.
Konuları, kısımları
düzenli olmayan, içindeki bilgiler kolaydan zora doğru aşamalı olmayan, bölümleri
güzel tertip edilmeyen, istenilen mana anlatılırken açık bir üslûp
kullanılmayan ders kitapları da verimsiz olup öğrencileri okumaktan
uzaklaştırıp ilimden ve istifadeden mahrum bırakır.
İlâhi yolu gösteren
Kur'an-ı kerimin bölük bölük inmesinin hikmeti, eğitim ve öğretim
programlarını düzenlemekte, dersleri öğretme ve belletme metodunda izlenecek
yolların en uygununu almakta ve okul kitaplarının aşamalı olarak
hazırlanmasında en güzel Örnek olmasıdır. [16]
İmân, semavi dinlerin
özüdür, ve şeriat direklerinin üzerine atıldığı temeldir. İnsanların şeriatı
kabul etmeleri ancak imanlarının sağlam olmasına yani: Allah Azze ve Celle'ye,
O'nun ulûhiyetinin ve Rububiyyetinin birliğine, O'nun mukaddes isimlerine,
sıfatlarına ve fiillerine, gayb âlemine, ahiret yurduna, orada insanların
hesaba çekileceklerine, mükafat ve ceza göreceklerine, cennet ve cehenneme
kesin olarak iman etmelerine bağlıdır.
Kalplerinde böyle bir
iman yerleşmiş olan bir toplum, hayatlarında kendileriyle Rableri arasındaki
ilişkilerinde birbirleriyle olan ilişkilerinde ve kainat ile bağlantılarında
Allah Tealâ'nın serî'atını kabul ederler ve uygularlar. Bundan dolayı
peygamberlerin davet ettikleri ilk şey imandır. Nitekim Tealâ Hazretleri:
"Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona: "Benden başka ilah
yoktur, onun için bana ibadet edin!" diye vahyetmiş olmayalım"
[Enbiya sûresi: 25] buyurmuştur.
Mekke devrinde on üç
sene boyunca konulmuş olan şer'i hükümler, imanın düzeltilmesi, derinleştirilip
kökleştiril-mesi, temiz tutulup, muhafaza edilmesi ile ilgiliydi.
İslam: "Eşhedü
enlâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulünü"
"Şehadet ederim ki, Allâh'dan başka ilâh yoktur ve şehadet ederim ki,
Hazreti Muhammed Allah'ın kuludur ve elçisidir." Bu iki şehadeti, akidenin
ve inancın gerçekleşmesi için sembol ve anahtar kılmıştır.
Bu iki şehadeti
söyleyen bir insan İslama girmiş olur ve kendisine islami hükümler uygulanır.
Allah Tealâ'nın
birliğine şehadet, Allah'ın bütün kemâl sıfatlarıyla muttasıf olduğunu, her
türlü eksik ve noksan sıfatlardan uzak bulunduğunu, benzeri ve ortağı olmadığını,
ibadete sadece O'nun layık olduğunu, kainatı yoktan var ettiğini, büyüklüğünün,
kudretinin sonsuz olduğunu, bütün canlıları yarattığını, büyütüp beslediğini,
diriltip öldürdüğünü kapsar.
Hazreti Muhammed (SAV)
in peygamberliğine şehadet ise, meleklerin, peygamberlerin, kitapların ve
ahiret gününün tasdikini gerektirir ve aynı zamanda Hazreti Muhammed (SAV) e
uymanın farz olduğunu da gerektirir.
Nitekim Tealâ
Hazretleri: "Peygamber kendisine Rabbinden indirilen (Kur'ân) a iman etti.
Müminler de iman ettiler. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve
peygamberlerine inandılar. "Biz Allah'ın peygamberlerinden hiçbirinin
arasını ayırdetmeyiz" dediler." [Bakara sûresi: 285] ve:
"(Namazda) yüzlerinizi doğu ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Fakat
iyi kimse, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden, malı sevmekle
beraber yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere, köle ve
esirlere veren, namazı dosdoğru kılan, zekatı da verendir. Bir de sözleştikten
sonra sözlerini yerine getirenlerle sıkıntı ve hastalık hallerinde, şiddetli
savaşta sabredenlerdir. Doğru söyleyenler işte bunlardır. Takva sahiplen de
ancak bunlardır." [Bakara sûresi: 177] Buyurmuştur.
İmâna davet etmekte
islâmm metodu, akli delile dayanmaktadır. Akli delil ise insanlar bakışlarını
kainata çevirip onun hakkında düşünmeleridir. Bu kainatın içinde bulunan eşsiz
ve benzersiz yaratılmış varlıkların güzellikleri ve çeşitli ve âlemlerin
sağlam bir düzen içinde devam etmesi, bunların bir yaratıcısının ve bir idare
edicisinin varlığına kesin olarak delâlet etmektedir. Akılları dehşete düşüren
sağlam bir yapıya sahip olan bu kainat, bir tesadüfün eseri olarak meydana
gelmiş değildir. Bir kimse Allah Tealâ'nın varlığına ve birliğine sağlam bir
imân ile inanınca meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe,
kadere yani hayrın ve şerrin Al-lâh'dan olduğuna inanması lâzım gelir.
Mekke de inen Kur'ân'ın
süreleri ve âyetleri, insanları bu kainat hakkında düşünmeye, yere, göklere ve
bunlarda Allah'ın koymuş olduğu sırlara, bunların ince ve sağlam bir düzen
içerisinde bulunmasına, bunlarda bir bozukluk ve karışıklığın bulunmadığına
bakmalarına yöneltir. Kainatın bu durumu, yaratıcısının ve idarecisinin
birliğine kalb ile tasdiki ve bu kainatın O'nun tedbiri, ilmi ve hikmetiyle
çizdiği ve tayin ettiği hedefe doğru gittiğine inanmayı gerektirir: Böyle
olunca Allah Tealâ, kitaplarında, açık âyetlerinde, indirmiş olduğu vahyinde
işaret buyurduğu üzere bu kainatta -ahiret yurdu kuruluncaya
kadar-çözülen ve
yok olan hadiseler
ve olaylardan dilediğini yapar.
Mekke devrinde inen
Kur'ân, bu konuları ele alıyor, müşriklere tabii mantıkla içinde bulundukları
ortamın olaylarına tam uygun olarak ve kısa âyetlerle hitap ediyordu: "O
göğe baksalar a! Nasıl yükseltilmiş? O dağlara baksalar a! Nasıl dikilmiş? O
yere baksalar a! Nasıl döşenmiş?" [Gaşiye sûresi: 18-19-20] ve: "Kaf
(Müteşabihtir. Manasını yalnız Allah bilir.) Şanlı Kur'ân hakkı için! (Mekke
kafirleri peygambere iman etmediler) Doğrusu onlara kendilerinden bir uyarıcı
geldiğine şaştılar da kafirler, "Bu acaib bir şey"! Biz ölüp toprak
olduğumuz vakit mi (dirilecekmişiz?) Bu (akıldan uzak bir dönüş!., dediler.
Muhakkak ki biz, toprağın onların bedenlerinden neyi eksilttiğini biliyoruz.
Yanımızda herşeyi tesbit eden bir kitap (levh-i mahfuz) da var. Doğrusu onlar
hak kendilerine geldiği vakit yalanladılar ve kararsızlık içindedirler.
Üstlerindeki semâya bir baksalar a! Biz onu nasıl bina etmişiz ve süslemişiz?
Onun hiçbir gediği yok. Yeri de döşemişiz ve oraya sabit dağlar yerleştirmişiz.
Orada manzarası güzel her çeşit nebattan çiftler bitirmişiz! Bütün bunları
hakikaten hakka dönen her kulun kalb gözünü açmak ve bir ibret dersi vermek
için yaptık. Gökten de mübarek bir su indirerek onunla bahçeler ve biçilecek
ekinler bitirdik. Birde tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş, uzamış gitmiş
hurma ağaçları; bunlar, kullara rızık içindir. O yağmurla biz ölü bir beldeye
hayat verdik, (öldükten sonra dirilip kabirden) çıkış da böyledir." [Kaf
sûresi: 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11] ve: "(Kureyş kafirleri)
birbirlerine neyi soruşturuyorlar? O büyük haberi (peygamberin getirdiği
Kur'an'ı) mı? Ki onlar onda ihtilafa düşüyorlar. Hayır!
(ihtilafa lüzum yok!) ilerde bilecekler."
[Nebe sûresi: 1, 2, 3, 4] ve: "Gök varıldığı, ve Rabbinin emrine itaat
ettiği vakit ki, gök buna layık kılınmıştır. Yer uzatıldığı ve içindekileri
atıp boşaldığı." [İnşikak sûresi: 1, 2, 3, 4] ve: "Gökyüzü varıldığı
vakit, yıldızlar dökülüp saçıldığı zaman. Denizler akıtıldığı vakit ve kabirler
deşildiği vakit, insanoğlu neyi öne aldığını, geriye ne bıraktığını
bilmiştir." [İnfıtar sûresi: 1-5] ve: "Güneş durulduğu (ve nuru
söndürüldüğü) vakit, yıldızlar düşüp saçıldığı, dağlar yerinden yürütüldüğü,
kıyılmaz mal terkedildiği, bütün yabani hayvanlar bir araya toplandığı,
denizler kaynayıp ateş kesildiği, ruhlar (bedenlerle) çiftleştirildiği ve diri
diri mezara gömülen kız çocuğuna, hangi günahdan dolayı öldürüldüğü sorulduğu
vakit, amel defterleri açıldığı, gökyüzü (bu görünen şeklinden ve halinden)
soyulduğu." [Tekvir sûresi: 1-11]
Bunlara ilave olarak
Mekke'de inen Kur'ân âyetleri cahiliyet devrinde nesilden nesile aktarılan
bozuk inançları, batıl örf ve adetleri iptal ediyor, insanları güzel ahlaka,
nefsi temizlemeye teşvik ediyor, helal olanlar hakkındaki emirlerle ve haram
olanlar hakkındaki yasaklarla, temel kaideleri koyuyordu. İşte Cenab-ı Hak yeni
doğan kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyi, haksız yere cana kıymayı haram
kılarak: "Diri diri (toprağa) gömülen kız çocuğuna hangi günahtan dolayı
öldürüldüğü sorulduğu vakit" [Tekvir sûresi: 8-9] ve: "Allah'ın
(öldürülmesini) haram kıldığı cana kıymayın" [Enam sûresi: 151] buyurmuştur.
İşte bu âyeti kerimeler canı korumakla alakalıdır.
Mekke'de inen Kur'an
âyetleri zinayı haram kılıyor, eşleri ve cariyeleri dışında mahrem yerlerin
herkesten korunmasını emrediyordu: "Onlar ki, eşleri ve cariyeleri
dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar.
Çünkü bunlar kınanmazlar. Artık kimde bundan ötesini ararsa işte onlar
mütecavizlerin ta kendileridir." [Mü'minun sûresi: 5-7] İşte bu âyet-i
kerimelerde nesli korumakla ilgilidir.
Zulmetmek, yetim malı
yemek, israf etmek, başkasının hakkına tecavüz etmek, yeryüzünde bozgunculuk
çıkarmak, eksik ölçmek ve tartmak gibi şeylerin haram olduğuna dair âyeti
kerimelerde Mekke devrinde inmiştir. Bu âyet-i kerimeler malın korunmasıyla
ilgilidir.
Mekke devrinde namaz
farz kılınmış, zekat farz kılınmamış ise de hayır yolunda malların
harcanmasını ve akrabaya iyilik edilmesini emreden âyeti kerimeler inmiştir.
Zekat Medine devrinde farz kılınmıştır.
Mekke devrinde orucun
aslı meşru idi. Resûlüllâh (SAV) Mekke'de iken oruç tutuyor ve ibadet ediyordu.
Hicretten sonra aşûra (Muharrem ayının onuncu) günü ile beraber ondan bir gün
önce ve bir gün sonra oruç tutmaya başladı. Nihayet Medine'de Ramazan orucu
farz kılındı. İşte bunlar, ibadetlerin temelleridir.
Mekke devrinde inen
Kur'an âyetleri, Allâh'dan başkası adına hayvan kesilmesini, putlara tapmayı,
ekin, meyva ve hayvanlardan bir kısmını putlar için ayırıp kendilerine haram
etmelerini yasaklıyor ve üzerine besmele çekilerek kesilen hayvanlardan
yemelerini emrediyordu. İşte bunlar yenilecekler hakkında ten\el kaidelerdir.
Şatıbî
"el-Muvafakat" isimli eserinde demiştir ki: "Bilmiş ol ki,
Mekke'de Resûlüllâh (SAV) a ilk inen Kur'an âyetleriyle temel kaideler
konmuştur. Sonra bu temel kaidelerin ayrıntıları Medine'de inen âyetlerle
tamamlanmıştır."
Birinci temel kaide:
Allah'a, Resulüne ve ahiret gününe inanılması gibi farz olan şeylere inanmak
hakındadır.
İkinci temel kaide:
îmandan sonra namaz ve Allah yolunda mal harcamak gibi islamm asılları
hakkındadır.
Üçüncü temel kaide:
Allah'ın emri diye Allah'a karşı uydurup iftira ederek Allâh'dan başkası adına
hayvan kesmek, Allah'ın ortaklarıdır diye uydurup iddia ettikleri putlar için
kurban kesmek, Allâh'dan başkasına ibadet edileceğine dair hiçbir delil ve
dayanakları olmadığı halde bazı şeyleri kendilerine haram etmeleri Veya
kendilerine vacip kılmak gibi küfür olan veya küfürle ilişkisi bulunan her
şeyin yasak edilmesi hakkındadır.
Dördüncü temel kaide:
Adaletle hükmetmek, iyilik etmek, verilen sözü yerine getirmek, af yolunu
tutmak, cahillerden yüz çevirmek, kötülüğü en güzel bir tutumla savmak, yalnız
Allâh'dan korkmak, sabretmek, şikayeti yalnız Allah'a yapmak gibi bütün güzel
ahlâkların emredilmesi hakkındadır.
Beşinci temel kaide:
Utanmazlık, kötülük, zorbalık, bilmediği bir şeyi söylemek, eksik ölçüp
tartmak, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, zina, haksız yere cana kıymak, diri
diri kız çocuklarını toprağa gömmek gibi cahiliyyet döneminde yapılan bütün
çirkin ahlâk ve âdetlerin yasaklanması hakkındadır.
Mekke'de inen Kur'ân
âyetlerinde şer'i hükümlerin ayrıntıları azdı. Mekke'de inen Kur'ân âyetleri
daha çok şer'i hükümlerin temel kaidelerini koyuyordu.
Resûlullâh (SAV)
teselli olsun, Resûlullâh (SAV) i yalanlayanlar, önceki peygamberleri
yalanlayanların başlarına gelen musibet ve felaketlerden ibret alsınlar,
semavi dinlerin temel esaslarda birbirini
destekledikleri ortaya çıksın, müşrikler batıl yoldan Allah Teâlâ'nın yoluna
dönsünler, Resûlün'ün davetini kabul etsinler diye Mekke'de peygamberlerin
kıssalarına âit Kur'ân âyetleri daha çok inmiştir. [17]
Hicret Hadisesi, islâm
tarihini Mekke devri ve Medine devri diye ikiye ayırdı. İslâm inancı,
muhacirlerle, ensardan biat edenlerin kalblerinde yerleşti. Böylece İslâm
toplumunun ilk çekirdeği oluştu. Bunlar Medine'yi kendilerine merkez edindiler.
Yeni pratik bir düzen safhası başladı. Şer'i hükümler, ümmeti oluşturmaya ve
sosyal ilişkilerini düzenlemeye yöneldi.
Resûlullâh (SAV)
muhacirler ile ensarı birbirine kardeş yapmakla bu yeni toplumu sağlam bir
temel üzerine kurmuş oldu.
Ensar, muhacir
kardeşlerini kendilerine tercih ediyorlardı: "Onlardan önce yurdu
(Medine'yi) hazırlayıp iman sahibi olanlar (yani ensar), kendilerine hicret
edip gelenleri severler. Onlara verilen ganimetten dolayı nefislerinde bir
kıskançlık duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları
kendilerinden önde tutarlar" [Haşr sûresi: 9]
Medine hicretten
sonra" değişik kabileleri barındırıyordu:
Medine, arkalarında
müşrik olan kabilelerini bırakıp Mekke' den hicret eden muhacirleri
barındırıyordu. Bununla beraber Medine, Resûlullâh (SAV)'a biat eden,
onu barındıran, ona yardım eden, Evs ve
Hazrec kabilelerini de barındırıyordu. Bu kabileler İslâmdan önce birbirlerine
düşman olmuş, aralarında senelerce kanlı savaşlar devam etmiş, bu kanlı
savaşlar içlerinde derin yaralar açmışken İslama girer girmez bu kan dökücü
düşmanlıktan kurtularak din kardeşleri olmuşlardı.
Medine kalbleri hasta
olan bir toplumu da barındırıyordu. Bu toplum yeni dinin kuvvetine boyun
bükerek İslâmı kabul ettiklerini açıkladıkları halde, içlerinde ise bu dine
karşı düşmanlıklarım ve küfürlerini gizliyorlardı. Bunlar münafıklardı.
Medine uzun zamandan
beri yahudileri de barındırıyordu Bunlar mukaddes kitapları okuyorlar, o
kitaplarda Hazreti Muhammed (SAV) in peygamber olarak geleceğine dair
müjdesini görüyorlardı. Hazreti Muhammed (SAV) peygamber olarak gönderildikten
sonra dini otoritelerini devam ettirmek ve yer yüzünde büyüklük taslamak için
Hazreti Muhammed'e (SAV) boyun bükmeleri ağır geldi: "İşte bilip
tanıdıkları (Hazreti Muhammed) gelince onu inkar ettiler.1' [Bakara sûresi: 89]
Medine'deki şer'i
hükümler, bu toplumlara uygun olarak geliyordu. Serî'at, inanç bağını, yeni
dine inanan muhacirler ile ensar arasında islâm ümmetinin esas bağı olarak
kabul etti. Bu inanç bağı, kabile hayatındaki kan bağı yerine geçti.
Resûlullâh (SAV),
ırkçılıktan sakındırmış ve ırkçılığı cahiliyyet çağrısından saymıştır:
"Irkçılığa davet eden bizden değildir. Irkçılık üzerine ölen bizden
değildir." Yine Resûlullâh (SAV), ırkçılık hakkında nefret ettiren şu
ifadeyi kullanarak: "Irkçılığı bırakınız
çünkü ırkçılık
kokmuştur." Buyurmuştur. Allah Tealâ
Medine'de indirdiği Kur'ân âyetlerinde münafıkların durumlarını, içlerinde
gizledikleri küfürleri ile tehlikeli olduklarını açıklıyor ve onlardan
sakındırıyordu.
Yahudilere gelince
Kur'ân âyetleri, bunların Allah'ın Tevrat'ta indirmiş olduğu recim âyeti ve
peygamber efendimizin vasıflan gibi şeyleri gizlediklerini, peygamberleri
haksız olarak öldürdüklerini, insanları Allah yolundan men ettiklerini, faiz
aldıklarını, insanların mallarını haksız olarak yediklerini ve içlerindeki
kötülüklerini açıklıyordu.
Yine Kur'ân âyetleri,
yahudilerin korkak, sözünde durmayan ve zayıf olarak yaratılmış olduklarını
açıklıyordu. Bunlar sözlerinde durmadıkları için Resûlullâh (SAV) onlarla
savaştı ve onları yurtlarından çıkardı.
Medine'de inen Kur'ân
âyetleri Mekke'de farz kılınmayan ibadetleri açıkladı. Bunlar ameli rükunlar
ve farzlardır ki, islâm bunlar üzerine kurulmuştur.
Allah Tealâ Mekke'de
namazı farz kılmış, Medine'de zekatı, orucu ve haccı farz kılmıştır.
Medine'de inen Kur'ân
âyetleri insanlar arasındaki muamele işlerini ele alıyor, alış-verişi helal,
faizi haram kılıyor, va'deli satışda va'de zamanını tayin etmek, peşin ödenen
ve kalan borcun miktarını yazmak, şahit tutmak gibi gerekli olanları açıklıyor
ve ticaret yolunu gösteriyor, insanların mallarını haksız olarak yemeyi
yasaklıyordu.
Medine'de inen Kur'ân
âyetleri, evlilik hayatında iyi geçinme, boşanma, miras ve vasiyet gibi ailenin
temel kaidelerini açıklıyordu.
Medine'de inen Kur'ân
âyetleri, savaşın meşru olmasını, cihadın farz olmasını, savaşla ilgili
antlaşmaları, savaşla alınan bir memleketin arazisinin kendi halkının elinde
bırakılıp arazilerden haraç alınmasını, savaşla alınan ganimet ve esirleri ele
alıp durumlarını açıklıyordu.
Medine'de inen Kur'ân
âyetleri, toplumun varlığını ve haklarım koruyabilmeleri için beş zaruri
değerin cezalarını açıklamıştır.
Bu beş zaruri değerin
korunması bütün dinlerde vardır. Çünkü dünya ve ahiretin mamur olması bu beş
değer üzerine kurulmuştur. Gerek fertlerin durumu gerekse toplumların düzeni
bunların korunması ile yoluna girer. Bu beş zaruri değer şunlardır:
1) Din,
2) Nefis,
3) Mal,
4) Nesil,
5) Akıl.
Dinin var olması için;
ona inanmak, onun yanı sıra namaz, zekat, oruç ve hac gibi ibadetler farz
kılınmıştır.
Dinin korunması için;
cihad farz kılınmış ve dinden saptıranlar, dine daveti engelliyenler, dinden
dönenler, ve benzerleri için öldürülme hükmü konulmuştur.
Nefsin (canın) varlığı
için; evlilik meşru kılınmıştır.
Canın korunması ve
hayatın devamı için de zaruri olan miktarda yeme, içme, giyinme farz kılınmış
ve cana yönelik tecavüzlere karşı kısas, diyet ve kefaret hükümleri
konulmuştur.
Malın varlığı ve elde
edilmesi için çeşitli ticari muameleler mubah ve çalışmak farz kılınmıştır.
Malın korunması için
de hırsızlık yasaklanmış, çalana ceza verilmiş, aldatma, hıyanetlik gibi her
türlü kötü işler haram kılınmıştır.
Neslin (soyun)
korunması ve insana yaraşır bir mükemmellikte devam etmesi için; evlilik meşru
kılınmış ve zina yasaklanmış, zina edenler için cezai hükümler konulmuştur.
Aklın korunması için
onun sağlam kalmasını sağlayacak herşey mubah kılınmış bozulmasına zaafa
uğramasınayol açacak içki ve benzeri sarhoş edici ve uyuşturucu maddeler
yasaklanmış bunları kullananlar için cezai hükümler konmuştur.
Medine'de inen Kur'ân
âyetleri, insanların arasındaki davaları adaletle görme ve adaletle hüküm verme
işlerini ve Allah'ın kitabını hakim kılmayı açıklıyordu: "Şu emri de
indirdik. "Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların
arzularına uyma." [Maide sûresi: 49]
Özetliyecek olursak:
Medine'de konulmuş olan şer'i hükümler, islâm ümmetinin hayatının ölçülerini
belli başlı yönleriyle ortaya koydu, sosyal bağlarını ve siyasi otoritesini
düzenledi. Bundan dolayı islâm, inanç şeriat ve hayat için mükemmel bir sistem
oldu. Hazreti Muham-med (SAV) islâm devletinin temelini attı. Allah Tealâ
koymuş olduğu şer'i hükümlerle bu dini ikmal etti ve nimetini tamamladı. [18]
İnsanların, Mekke'de
inmiş olan şer'i hükümlerle Medine'de inmiş olan şer'i hükümlerin arasım ayırt
etmesi oldukça zordur. Çünkü Medine'de inmiş olan şer'i hükümler, Mekke'de
inmiş olan şer'i hükümlerin uzantısıdır. Şöyle ki: Medine'de inmiş olan şer'i
hükümler, Mekke'de inmiş olan tevhid akideleri, dinin asılları ve temelleri
üzerine kurulmuştur, bunlar hakkındaki vahiy Mekke'de inmiştir.
Şâtibi demiştir ki:
"Medine'de inmiş olan sûreler, Mekke'de inmiş olan sûrelerin
anlaşılmasında aşamalı olarak yardımcı oluyordu. Yine Kur'ân'ın iniş tertibine
göre, Mekke'de aşamalı olarak inmiş olan sûreler mana bakımından birbirine
bağlı ve Medine'de aşamalı olarak inmiş olan sûreler de mana bakımından
birbirine bağlı bulunuyordu. Şayet böyle olmasaydı, tertib sahih olmazdı.
Kur'ân âyetlerinin
iniş tertibine bağlı olduklarının delili, Medine'de inen bir âyetin hükmü çok
kere Mekke'de inmiş olan bir âyetin hükmü üzerine kurulmuş oluyordu. Nitekim
gerek Mekke'de gerekse Medine'de sonra inen bir âyetin hükmü, önce inmiş olan
bir âyetin hükmü üzerine kurulmuş oluyordu.
Kur'ân hakkındaki
araştırmalar bunları bildirmektedir. Şöyle ki: Önce inmiş olan Mücmel bir
âyetin hükmü, sonra inen bir âyetle açıklanıyor veya önce inmiş umumi bir
âyetin hükmü, sonra inen bir âyetle tahsis ediliyor
veya önce inmiş mutlak
bir âyetin hükmü, sonra İnen bir âyetle takyid ediliyor veya önce inmiş bir
âyetin açıklanmamış hükmü, sonra inen bir âyetle açıklanıyor veya henüz
tamamlanmamış bir âyetin hükmü, sonra inen bir âyetle tamamlanmış oluyordu.
Bunun ilk şahidi, islâm şeriatının aslıdır. Çünkü islâm şeriatı, iyi ahlaki
tamamlamak ve İbrahim Aleyhisselâmm dininden bozulmuş olanları düzeltmek için
gelmiştir.
Mekke'de inmiş olan
En'âm sûresi inançların kaidelerini, dinin asıllarını ve temellerini
açıklıyordu. Kelâm âlimleri Allah Tealâ'nın varlığını ve birliğini isbattan
başlayıp, hilafet meselesine kadar olan konuların delillerini bu sûreden
çıkardılar ve "Kelâm İlmi" ni yazdılar.
Kur'ân'ı Kerim'i
dikkatle incelediğimiz zaman kesin olarak şu gerçek ortaya çıkar ki: Mekke'de
konmuş olan şer'i kaidelerden temel bir kaide bozulur veya bir asıl kaide eksik
olursa şeriatın düzeni bozulmuş olur.
Sonra Resûlullâh (SAV)
Medine'ye hicret edince kendisine ilk inen Bakara sûresi oldu. Bu sûre En'âm
sûresinin kaideleri üzerine kurulmuş olan şer'i hükümleri yerleştirdi. Çünkü bu
sûrede ef âl-i mükellefinin kısımları özet olarak açıklandı. Her ne kadar
bunların ayrıntıları diğer sürelerde açıklanmış olsa da, ef âl-i mükellefinin
kısımları şunlardır: Farz, vacip, sünnet, müstehab, helal, haram, mubah,
mekruh, sahih, fasid, batıl.
Bu sûrede
zikredilenler: «İslâmın temel esasları olan ibadetler, yenilecek, içilecek ve
giyilecek gibi âdet kabilinden olan şeyler, alış-veriş, evlenme, boşanma ve
bunlarla ilgili olan muameleler, haram olan faizin ve faiz gibi haram olanların
hükümleri ve cinayetler. Bu sûrede, dinin
korunması, canın korunması,
aklın korunması,
soyun
korunması ve malın
korunması garanti altına alınmıştır.
Bu sûrede, açıklanan
meselelerin dışında kalan meselelerin açıklanması, Bakara sûresinin
hükümlerinin tamamlanması kabilindendir.
Bakara sûresinden
sonra Medine'de inen diğer sûrelerin hükümleri, Bakara sûresinin hükümleri üzerine
kurulmuştur. Nitekim Mekke'de inmiş olan En'âm sûresinden sonra inen diğer
sûrelerin hükümleri de En'âm sûresinin hükümleri üzerine kurulmuştur.
Kur'ân'ın diğer
sûrelerine bakıldığı zaman sûrelerin arasında tam bir tertib ve düzen
bulunmaktadır. [19]
Kur'ân'ı Kerimi
okuyup, anlayan bir kimse Mekke'de inen âyetlerin gerek tesirleri bakımından ve
gerekse manaları bakımından bir çok özellikleri vardır ki, Medine'de inen
âyetlerde -her ne kadar Mekke'de inen hükümlerin uzantısı olsa da- o
özellikleri bulamaz. Çünkü Mekke halkı kendilerini kör ve sağır eden cehalet
içinde bulunuyorlar, putlara tapıyorlar, Allah'a ortak koşuyorlar, vahyi inkâr
ediyorlar, kiyameti yalanlıyorlardı. Dirilmeye inanmayanlar: "Biz
öldüğümüz toprak ve bir yığın kemik olduğumuz vakit mi? Hakikaten biz mi
dirilecekmişiz." [Vakıa sûresi: 47] ve: "Hayat, ancak bizim bu dünya
hayatımızdır, yaşarız ve ölürüz. Bizi ancak zaman helak eder."
Dediler." [Casiye sûresi: 24] Mekke halkı düşmanlıkta yamandılar,
fesahatla ve belagatla söz söylemede, mücadelede ve münakaşada mahirdiler. [20]
Bu sûrelerin içinde
müşriklerin kafalarına vuran, korkutan ve ateşin ifadeler ve putlar hakkındaki
batıl inançlarını yıkan kesin deliller bulunuyor, insanları Allah Tealâ'nın
uluhiyyette ve rububiyyette birliğine davet eden ve onların fesad perdelerini
yırtan ve peygamberliği isbat eden deliller bulunuyor, ahiret hayatı, orada
bulunan cennet ve cehennemin misalleri açıklanıyor, bu Kur'ân beşer sözü ise
onun benzerinin getirilmesi hususunda fesahat ve belagat erbabına meydan okuyan
deliller bulunuyor, kendilerinden Önceki toplumların peygamberlerini
yalanladıkları için başlarına gelenlerden ibret ve öğüt alsınlar diye kıssaları
anlatılıyordu.
Mekke'de inen âyetler
kulaklara şiddetle vuruyor, harfleri tehdit ve azab kıvılcımları saçıyordu.
Mekke'de inen
âyetlerin içinde azarlayıcı "kella" lafzı bulunuyordu.
İçinde kıyametin
şiddeti anlatılan "Abese sûresi", "Karia sûresi",
"Gâşiye sûresi", "Vakıa sûresi", Mekke'de inmiştir.
Hece (mukatta)
harfleri ile başlayan -Bakara sûresi ile Al-i İmrân sûresi hariç- her sûre ve
içinde Kur'ân'ın benzerini getirin diye meydan okuyan âyetler ve geçmiş
ümmetlerin kötü sonuçları bulunan sûreler Mekke'de inmiştir: "Biz de, her
birinr günahı sebebiyle yakaladık, kiminin üzerine bir taş yağdıran (kasırga)
gönderdik, kimini nara yakaladı, kimini yere batırdık. Bazılarım da boğduk.
Allah onlara zulmedecek değildi. Lakin onlar kendilerine zülüm
ediyorlardı."[Ankebût sûresi: 40] İçinde kainatla ilgili deliller, fiili mücadele ve akli burhanlar bulunan
süreler Mekke'de inmiştir.
Buraya kadar
zikredilenlerin hepsi Mekke'de
inen sürelerin özelliklerindendir.
Allah'a, meleklerine,
peygamberlerine, ahiret gününe, kadere yani hayrın ve şerrin Allâh'dan olduğuna
inanan ve inançlarında müşriklerin ezasıyla imtihan edilen, dinlerinin gereğini
yapmak için hicret eden, Allah katında olanları dünya hayatının menfaatlarına
tercih eden müslüman bir toplum oluşunca Medine'de uzun âyetler iniyor, sosyal
hayatın en üstün seviyede ve bir düzen içinde devam edebilmesi için uygulanması
gereken hadlere (ceza esaslarına) önem veriyor, Allah yolunda cihada ve şehid
olmaya davet ediyor, Mekke'de temelleri atılmış olan şer'i hükümleri açıklıyor,
toplumun vazifelerini ve haklarını bildiren kaidelerini koyuyor, aile
bağlarını, fertlerin birbiriyle olan ilişkilerini ve uluslar arası savaş ve
barışla ilgili meseleleri düzenliyor, münafıkların içlerinde gizledikleri
küfrü, müslümanlara karşı besledikleri düşmanlığı açıklayarak onları rezil
ediyordu. İşte Medine'de inen Kur'ân âyetlerinin genel görünümü bunlardır.
Mekke'de inen süreler
ile Medine'de inen sürelerin sayıları hakkında görüşlerin doğruya en yakın
olanı: Yirmi sürenin ittifakla Medine'de inmiş olmasıdır. Bunlar şu sürelerdir:
1) Bakara, 2) Âl-i
İmrân, 3) Nisa, 4) Mâide, 5) Enfal, 6) Tevbe, 7) Nûr, 8) Ahzâb, 9) Muhammed,
10) Feth, 11) Hucurat, 12) Hadîd, 13) Mücâdele, 14) Haşr, 15) Mümtehine, 16)
Cumua, 17) Münafıkûn, 18) Talâk, 19) Tahrim, 20) Nasr.
Hakkında ihtilaf
edilenler şu on iki sûredir:
1) Fatiha, 2) Ra'd, 3)
Rahman, 4) Saff, 5) Tegâbün, 6) Tatfıf, 7) Kadr, 8) Beyyine, 9) Zelzele, 10)
İhlâs, 11-12) Muavvizeteyn (Felak, Nas).
Bunlardan başkası
ittifakla Mekke'de inmiş sürelerdir. Bunlar seksen iki süredir. Böylece Kur'ân
sürelerinin toplamı yüz on dört süredir.
Mekke'de inen veya
Medine'de inen sürelerin içinde bulunan âyetlerin hepsi Mekke'de inmiş veya
Medine'de inmiş değildir. Bundan dolayı Mekke'de inen sûrelerin içinde
Medine'de inen bazı âyetler, Medine'de inen sûrelerin içinde Mekke'de inen bazı
âyetler vardır. Fakat sûrelerin içinde bulunan âyetlerin çokluğuna göre
Mekke'de inen veya Medine'de inen sûreler diye adlandırılmıştır. Bunun içindir
ki, bunları adlandırmada, falan sûre Mekke'de inmiş, şu âyetler müstesna, onlar
Medine'de inmiştir, falan sûre Medine'de inmiş şu âyetler müstesna, onlar
Mekke'de inmiştir diye zikredilmektedir. Nitekim bunları mushaflarda
görmekteyiz[21].
Mekke'de inen âyetler
ile Medine'de inen âyetlerin arasındaki fark konusunda âlimlerin üç ıstılahı
görüşleri vardır. Bu görüşlerden her biri ayrı bir hususa itibar etmiştir:
Birinci görüş:
Âyetlerin inmiş olduğu zamana itibar etmiştir. Buna göre hicretten önce inmiş
olan âyetler her ne kadar Mekke'den başka yerde inmiş olsa da Mekke'de
inmiş sayılır. Hicretten sonra inmiş olan
âyetler her ne kadar Medine'den başka yerde inmiş olsa da Medine'de inmiş sayılır.
Hicretten sonra inmiş olan âyetler, Mekke'nin fethedildiği senede veya
Arafat'ta veyahut başka yerlerde inmiş olsa da Medine'de inmiş sayılır.
Nitekim: "Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki
nimetimi tamamladım. Size din olarak islâm'a razı oldum." [Maide sûresi:
3] bu âyeti kerime Arafat'ta inmiştir. Bu birinci görüş, Kur'ân'ın âyetlerinin
inmiş olmasını iki kısımda toplayarak belirleyip düzenlemesi bakımından uygun
olduğu için kendinden sonraki iki görüşden daha üstündür.
İkinci görüş:
Ayetlerin inmiş olduğu yere itibar etmiştir. Buna göre mekke'de ve
çevresindeki Minâ, Arafat, Hudeybiye gibi yerlerde inmiş olan âyetler Mekke'de
inmiş sayılır. Medine'de ve çevresindeki Uhud, Kûbâ, Sel gibi yerlerde inmiş
olan âyetler Medine'de inmiş sayılır. Bu görüşe göre, Kur'ân âyetlerinin
inişindeki taksiminin ikide kalmaması gerekir. Seferlerde veya Tebük'de veya
Beytülmakdis'de inmiş olan âyetler bu taksim altına girmediğinden Mekke'de
inmiş veya Medine'de inmiş denilemez. Bu taksime göre hicretten sonra Mekke'de
inmiş olan âyetler Mekke'de inmiş sayılır.
Üçüncü görüş:
kendisine hitap edilene itibar etmiştir. Buna göre Mekke halkına hitap eden
âyetler Mekke'de inmiş sayılır. Medine halkına hitap eden âyetler ise Medine'de
inmiş sayılır. Bu görüş sahiplerine göre Kur'ân'da: "Yâ eyyühennâs - Ey
insanlar" diye başlayan âyetler Mekke'de inmiştir. Yine Kur'ân'da:
"Yâ eyyühellezine âmenü - Ey iman edenler" diye başlayan âyetler ise
Medine'de inmiştir. Dikkatle
incelenirse apaçık
anlaşılırki, Kur'ân sürelerinin çoğu bu iki hitaptan biri ile başlamaz. O halde
bu kaide uygun değildir.
Mekke'de ve
Medine'de inen âyetlerin
özelliklerini kısaca özetleyebiliriz. [22]
1) Allah
Tealâ'nın birliğine İnanmaya ve yalnız O'na ibâdet etmeye davet eden âyetler:
"Allah kendinden başka ilah olmayandır." [Taha sûresi: 8] ve: "O
Allah bir tektir." [İhlas sûresi: 1] ve: "Allah Tealâ'ya ibadet
ediniz ve O'na hiçbir şey ortak koşmayınız.." [Nisa sûresi: 36]
İnsanların ahirette
bir bahaneleri olmasın diye müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderilmiş olan
peygamberlerin peygamberliğini isbat eden âyetler.
Öldükten sonra
dirilmeyi, ahireti, orada verilecek cezayı inkâr ederek peygamber efendimiz
ile mücadele eden müşriklere, Allah Tealâ kainatta yarattığı hadiseler ve
olaylarla öldükten sonra dirilmeyi isbat eden akli delillerle cevap vererek
mücadelelerinin kökünü kesen âyetler: "Biz o (yağmur yüklü) bulutu Ölü
(kurumuş= memleketlere göndeririz ve böylece o yere suyu indiririz de onunla
her çeşit meyvaları çıkarırız. İşte bunun gibi, ölüleri de (diriltip)
çıkaracağız. Umulur ki, düşünür ibret alırsınız." [Araf sûresi: 57] ve:
"Yaratılışını unuttu da bize bir de misâl getirdi. "Bu kemikler
çürümüşken onları kim diriltir?" dedi. De ki: "Onları ilk defa
yaratan diriltir ve O' her çeşit yaratmayı bilir." [Yasin sûresi: 78-79]
Kıyameti ve dehşetini,
cehennemi ve azabını, cenneti ve nimetlerini açıklayan âyetler.
2) şerî'atın
genel esaslarını koyan âyetler. Toplumu ayakta tutan faziletleri bildiren
âyetler. Müşriklerin kan döktüklerini, yetimlerin mallarını haksız olarak
yediklerini, kız çocuklarını
diri diri gömdüklerini, üzerinde bulundukları kötü âdetler
hakkındaki suçlarını açıklayan âyetler.
3) Müşrikler
ibret olarak yaptıkları kötülüklere son versinler ve
Resûlüllâh (SAV) dahi
kendisini te.selli ederek
onların eziyetlerine sabretsin ve
onlara üstün geleceğinden emin
olsun diye geçmiş peygamberlerin kıssalarını
ve onları yalanlayanların kötü
sonuçlarını anlatan âyetler.
4) Fasılaları kısa,
lafızları kuvvetli, ifadeleri
özlü, kulaklara şiddetle vurarak çınlatan, kalblere yıldırım gibi inen
âyetleri içinde bulunduran kısâr-ı mufassal denilen süreler Mekke'de inmiştir.
Bunlardan çok azı Medine'de inmiştir.
5) Mekke'de
inen hitap sığaları genel olarak hem müminleri, hem de mümin olmayanları
kapsıyordu: "Yâ eyyühennas - Ey
insanlar" ve: "Yâ ben-i âdeme - Ey ademoğulları" gibi başlayan
âyetler.
Medine'de inen hitap
sığaları ise çoğunlukla müminleri kapsıyordu: "Yâ eyyühellezine âmenü - Ey
iman edenler" gibi başlayan âyetler.
Medine'de inen
"Ey insanlar" diye hitap eden âyetler yedidir. Bunlardan ikisi bakara
süresindedir: "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize
kulluk edin, ta ki, korunmuş olasınız." [Bakara: 21] ve: "Ey
insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helal
şeylerden yiyin. Şeytana ayak uydurmayın, zira o, size apaçık bir düşmandır."
[Bakara sûresi: 168]
Bunlardan dördü Nisa
süresindedir: "Ey insanlar sizleri tek kişiden [Ademden) yaratan ondan da
eşini (Havva'yı) vücuda getirerek, ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten
Rabbinizden korkun." [Nisa sûresi: 1] ve: "Eğer O, dilerse ey
insanlar, sizi giderir de (yerinize) başkalarını getirir. Allah buna da
kadirdir." [Nisa sûresi: 133] ve: "Ey insanlar! Peygamber, size
Rabbinizden hak ile geldi. Hakkınızda hayır olmak için hemen ona iman
edin." [Nisa süresi: 170] ve: "Ey insanlar size Rabbinizden bir
burhan (Hz Muhammed) geldi. Ve size apaçık bir nur (Kur'ân) indirdik."
[Nisa sûresi: 174]
Bunlardan biri de
Hucurât süresindedir: "Ey insanlar! Biz sizi, bir erkekle bir kadından
(Adem ile Havva'dan) yarattık." [Hucurât sûresi: 13]
6) Mekke'de
inen âyetler içinde çok yemin bulunmaktadır. Bu yeminlerin adedi otuzdur.
Medine'de inen
âyetlerin içinde ancak bir yerde yemin gelmiştir: "Küfredenler öldükten
sonra diriltilmeyecekle-rini sandılar. De ki: "Hayır! Rabbime yemin ederim
kİ, mutlaka diriltileceksiniz." [Tegâbün sûresi: 7]
Alimler, hicretten
Önce özel hâdiseler hakkındaki sürelerin iniş tarihini belirlemeye çalıştılar.
Bu süreler şunlardır:
1) Nectn
sûresi: Mekke devrinin beşinci yılında Habeşistan'a birinci hicretten bir
müddet sonra inmiştir.
2) Tâ-Hâ
sûresi: Mekke devrinde hicretten altı yıl önce Hazreti Ömer b. Hattab (r.a)
müslüman olmadan önce inmiştir.
3) Rûm sûresi: Mekke devrinin yedinci veya
sekizinci yılında rumlar ile
İranlılar arasında meydana
gelen harbden bir müddet sonra inmiştir.
4) Cin sûresi: Mekke devrinin onuncu yılında Ebû
Talip ile Hz. Hatice'nin vefatlarından sonra Resûlullâh (SAV) Taife gidip
geldikten bir müddet sonra inmiştir.
5) İsrâ sûresi: Mekke devrinin onuncu yılında
İsrâ ve Mirâc hadisesi zamanında inmiştir.
Mekke'de inen süreler
konularına göre aşağıdaki kısımlara ayrılır:
1) Hürneze,
Maun, Tekâsür, Fil ve Leheb süreleri müşriklere ve peygamber efendimize karşı
çıkan düşmanlarına cevap vermek için inmişlerdir.
2) Dûha ve
İnşirah gibi süreler kafirleri Resûlullâh (SAV) a verdikleri eziyetlerden
dolayı onu teselli etmeyi içeren sürelerdir.
3) Tekvir,
Vakıa gibi süreler kıyamet gününün dehşetini ve onun ardından gelecek olan
hesabı, cenneti, cehennemi anlatan sürelerdir.
4) Nûh ve
kamer gibi süreler kısa âyetlerle, peygamberlerin kıssaları hakkında gelen
sürelerdir. [23]
1) İbadetler,
muameleler, hadler (cezalar), miraslar, cihadın fazileti, aile düzeni, devlet
idaresi ve yasama esasları hakkındaki âyetler Medine'de inmiştir.
2) Yahudi ve
Hıristiyanlara hitap eden, onları İslama davet eden âyetler ve onların Allah'ın
kitaplarını bozmuş olduklarını, Hak Tealâ üzerine suç atmalarını ve kendilerine
ilim geldikten sonra aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüklerini açıklayan âyetler Medine'de inmiştir.
3)
Münafıkların ahlak ve gidişatını açıklayan, psikoio-jik durumlarını inceleyen,
içlerinde gizledikleri küfürden perdeyi kaldıran, dine karşı olan tehlikelerini
açıklayan âyetler Medine'de inmiştir.
4) Serî'atı yerleştiren, serî'atın
hedeflerini ve maksadlarını
açıklayan bir üslûp içinde âyetleri ve durak yerleri uzun olan süreler
Medine'de inmiştir. [24]
a) Bakara
süresinin büyük bir bölümü hicretin ikinci yılında Bedir Gazasından önce
inmiştir. Bu sürede: Kıblenin Beyt-i Makdis'den, Kabe'ye çevrilmesi, haram olan
yiyecekler, orucun farz kılınması, haccın hükümleri, karı ile kocanın boşanması
ile ilgili hükümler açıklanmıştır.
b) Enfal
sûresi: Bedir Gazasından sonra inmiştir. Bu sürede: Gaza hâdiseleri, ganimetlerin taksimi, esirlerle ilgili hükümler açıklanmıştır.
c) Nisa
sûresi: Yaklaşık olarak hicretin dördüncü yılında inmiştir. Bu sürede: Dört
kadınla evlenmenin caiz olması, yetimlerin hakları, miras hukuku açıklanmıştır.
d) Ahzâb
sûresi: Ahzâb (Hendek) Gazasının yapıldığı hicretin beşinci yılında inmiştir.
Hendek Gazasında bir çok düşman fırkaları gelip müslümanlara karşı cebhe
almışlardı. O gazaya "Ahzâb" gazası denilmiştir.
Bu mübarek sürede de o
gazaya âit olan âyetler bulunduğu için buna "Ahzâb süresi" adı
verilmiştir. Bu sürede: Evlâd edinmenin iptal edilmesi, Ahzâb gazvesinde
müminler ile münafıkların durumları, Cahşın kızı Hz. Zeyneb'in kıssası,
Peygamber Efendimizin müminlere kendi nefislerinden daha evlâ olduğu ve mübarek
zevceleri de müminlerin manevi anneleri olduğu, müslüman kadınların nasıl
örtünecekleri açıklanmıştır.
e) Tevbe
sûresi: Hicretin dokuzuncu yılında Tebük gazasından sonra
inmiştir. Resûlullâh (SAV)
hacda insanlara bu sürenin baş tarafındaki âyetlerin hükümlerini bildirmek
için Hz. Ali'yi Mekke'ye gönderdi. Hac ibadeti yerine getirilirken
"Minâ" da zilhiccenin onuncu günü Hz. Ali bir hutbe okudu: «"Ey
insanlar! Ben size Peygamber Efendimiz tarafından geliyorum" diye sözüne
başladı. "Tevbe sûresinin baş tarafındaki âyetleri okuduktan sonra"
dört şeyi size bildirmekle emrolundum:
1) Bu yıldan
sonra hiçbir müşrik kabe'ye yaklaşamayacak.
2) Hiç kimse
Kabe'yi çıplak tavaf etmeyecek.
3) Her kimin Resûlullâh (SAV) ile antlaşması
varsa müddeti sona erinceye kadar ona riâyet edilecek.
4) Cennete ancak mümin olan kişi girecek» dedi.
Bu sürede: Müşrikler ile yapılmış antlaşmaların hükümlerinin sona ermiş
olduğu, haram olan ayların hürmetleri, münafıkların kepazelikleri ve Tebük
gazası açıklanmıştır. [25]
Teklifi hüküm beş
kısma ayrılır: İcab, Nedb, Tahrim, Kerahet, İbâhadır.
Teklifi hükmün beş
olmasının sebebi: Çünkü Kur'ân'ın hitabı ya istemek için veya serbest bırakmak
için olur.
İstemek için olan
hitap ise, ya bir fiilin yapılmasını ister veya bir fiilin yapılmamasını ister.
Eğer bir fiilin
yapılmasını isteyen hitap, o fiilin kesin olarak yapılmasını istiyorsa bu hitap
"İcâb-Farz kılmak" içindir. Yapılması istenilen fiil ise
"Vacib-Farz" dır.
Eğer bir fiilin
yapılmasını isteyen hitap, o fiilin yapılmasını kesin olarak istemiyorsa o
hitap "Nedb-Mendup kılmak" içindir. Yapılması istenilen fiil ise
"Mendup" dur.
Bir fiilin
yapılmamasını isteyen hitap, o fiilîn kesin olarak yapılmamasını istiyorsa o
hitap "Tahrim-haram kılmak" içindir. Yapılmaması istenilen fiil ise
"Haram" dır.
Eğer bir fiilin
yapılmamasını isteyen hitap, yapılmamasını kesin olarak istemiyorsa o hitap,
"Kerahet=mekruh kılmak" içindir. Yapılmaması istenilen fiil ise
"Mekruh" tur.
Serbest bırakmak için
olan hitap, mükellefi bir fiili yapması veya yapmaması arasında serbest
bırakıyorsa bu hitap "İbâha-mübah kılmak" içindir. Mükellefin yapıp
yapmaması arasında serbest bırakıldığı fiil ise "Mubah" dır.
Yapılması istenilen fiil iki kısımdır: Vacip ve mendub.
Yapılmaması istenilen
fiil de iki kısımdır: Haram ve mekruh.
Yapılıp yapılmaması
arasında serbest bırakılan fiil, beşinci kısım olup mübahdir.
Yapılması istenilen
fiil hem vacibi hem de mendubu içine alır.
Bunların arasındaki
fark, fiilin yapılmasını isteyen hitabın delaletine bağlıdır. Eğer hitap fiilin
yapılmasına kesin olarak delalet ediyorsa o fiil, vacip olur. Eğer hitap fiilin
yapılmasına kesin olarak delalet etmiyorsa o fiil, mendub olur.
Hitabın bir fiilin
yapılmasına kesin olarak delaleti, ya talep sîgası (emir sîgası) mn delaletiyle
veya o fiilin yapılmaması cezayı, yapılması ise mükafatı gerektirmesi gibi
karinelerin delaletiyle bilinir.
Yapılmaması istenilen
fiil hem haramı hem de mekruhu içine alır. Bunlar arasındaki fark, fiilin
yapılmamasını isteyen hitabın delaletine bağlıdır.
Eğer hitap fiilin
yapılmamasına kesin olarak delalet ediyorsa o fiil, haram olur. Eğer hitap
fiilin yapılmamasına kesin olarak delalet etmiyorsa o fiil mekruh olur.
Hitabın bir fiilin
yapılmamasına kesin olarak delaleti nehyi sığasının delaletiyle veya o fiilin
yapılması cezayı, yapılmaması ise sevabı
gerektirmesi gibi karinelerin delaletiyle bilinir.
Bu kısa açıklamadan
sonra anlaşılmıştır ki, bir fiilin yapılmasını isteme sîgası veya bir fiilin
yapılmamasını isteme sîgası ile sınırlı değildir. Çünkü sığalar çeşitlidir.
Onlardan bir kısmının manalarında müctehidler ittifak etmişlerdir, bir kısmının
manalarında İhtilaf etmişlerdir.
Kur'ân'ın âyetlerini
inceleyen bir kimse, istemek veya serbest bırakmak hakkındaki Kur'ân'ın
bütünözel üslûblarını ve hükümlerini açıklamadaki metodunu çıkarabilir.
Muhammed Hudari'nin
"Tarihü't-Teşrii'l-İslâmi" isimli kitabında, Kur'ân'ın bir fiili
vacip veya mendub kılması hakkında kullandığı çeşitli üslûplarını, bir fiili
haram veya mekruh Kılması hakkında kullandığı çeşitli üslûblarını, bir fiilin
yapılıp yapılmamasını serbest bırakması hakkında kullandığı çeşitli üslûplarını
özetlemiştir. Ben burada o özeti zikretmeyi uygun gördüm. [26]
1) Bir
fiilin yapılmasını isterken "Ye'muru" kelimesini kullanmıştır.
"Muhakkak ki,
Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya vermeyi emrediyor." [Nahl sûresi: 90]
"Allah size
emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle
hüküm vermenizi emreder." [Nisa sûresi: 58]
2) Bir
fiilin muhatablar üzerine farz kılınmış olduğunu bildirirken "Kütibe"
kelimesini kullanmıştır.
"Ey imân edenler!
Öldürülen İnsanlar hakkında size kısas (misilleme) farz kılındı." [Bakara
sûresi: 178]
"Sizden birinize
ölüm gelip çattığı vakit - eğer mal bırakıyorsa - anaya, babaya, yakın akrabaya
meşru bir surette vasiyette bulunmak takva sahihleri üzerinde bir hak olarak
farz kılındı." [Bakara sûresi: 180]
"Ey imân edenler!
Sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi size de farz kılındı." [Bakara
sûresi: 183]
"Çünkü namaz,
müminler üzerine vakitleri belli bir farz olmuştur." [Nisa sûresi: 103]
3) Bir
fiilin bütün insanlar üzerine veya insanların bir kısmının üzerine borç
olduğunu bildiren "Alâ" kelimesini kullanmıştır.
"Yoluna gücü
yeten her kimse için Beyt'i haccetmek insanlar üzerinde Allah'ın bir
hakkıdır." [Âl-i imrân sûresi: 97]
"Annelerin
yiyeceği ve giyeceği meşru bir şekilde, evlâd kendisinin olan babaya
borçtur." [Bakara sûresi: 233]
"Mirasçıya düşen
de aynı borçtur. (Yani anne için babaya düşen yiyecek ve giyecek borcu çocuk
için de velisine düşer)." [Bakara sûresi: 233]
4) Bir fiilin yapılmasının bir gurup üzerine
vazife olduğunu bildiren "Hak" kelimesini kullanmıştır.
"Boşanan
kadınlara meşru bir şekilde istifade hakkı vardır ki yerine getirilmesi
Allâh'dan korkanlar için bir vazifedir." [Bakara sûresi: 241]
5) Bir
fiilin yapılmasını istemek için "Yûsî" kelimesini kullanmıştır.
"Allah size
evladınız hakkında şöyle vasiyet ediyor. Erkeğe, iki kadın payı vardır."
[Nisa sûresi: 11]
6) Bir
fiilin yapılmasını istemek için mübteda ile haberden meydana gelen "İsim
cümlesini" kullanmıştır.
"Boşanmış kadınlar
bizzat kendileri üç hayız müddeti beklerler." [Bakara sûresi: 228]
"Sizden vefat
edenlerin geride bıraktığı zevceleri bizzat kendileri dört ay on gün iddet
beklerler (hamile iseler iddetleri çocuğun doğumu ile son bulur." [Bakara
sûresi: 234]
7) Bir fiilin
yapılmasını istemek için "Emri hazır sığasını" veya "Emri gâib
sığasını" kullanmıştır.
"Namazlara,
bilhassa orta namaza dikkat edin. Ve kalkın Allah'a saygı için (onun divanına)
durun." [Bakara sûresi: 238]
"Sonra kirlerini
atsınlar ve adaklarını yapsınlar da o beyt-i Atik'i (Kabeyi) tavaf
etsinler." [Hac sûresi: 29]
8) Bir
fiilin yapılmasını istemek için "Feradnâ" kelimesini kullanmıştır.
"Bir zorluğa
uğramaman için müminlerin eşleri ve cariyeleri
hakkında onların üzerine
neyi farz kılmış olduğumuzu bildirmiştik. Allah bağışlayandır, merhamet
edendir." [Ahzab sûresi: 50]
9) Bir
fiilin yapılmasını istemek bazı yerlerde şarta cevap olan "fiili"
kullanmıştır.
"Hac ile umreyi
Allah için tamam yapın. Bundan men edilirseniz size hedy kurbanından kolayınıza
gelen vacip olur." [Bakara sûresi: 196]
"Sizden herkim
hasta olur veya başından eziyeti bulunup tıraş olursa, ona oruç veya sadaka
yahut kurbandan ibaret bir fidye lâzım gelir." [Bakara sûresi: 196]
Şayet borçlusıkıntıda
ise o halde eli genişleyinceye kadar ona müddet verin" [Bakara sûresi:
280]
10) Bir
fiilin yapılmasını istemek için "Hayr" kelimesini kullanmıştır.
"Sana yetimleri
sorarlar, de ki: Onların işlerini düzeltmek hayırlıdır." [Bakara sûresi:
220]
11) Bir
fiilin yapılmasını istemek için "Fiili" mükafatla birlikte zikrederek
kullanmıştır.
"Kimdir o,
Allah'a gönül hoşluğu ile bir ödünç verecek? Allah ona (bu ödüncün) bir çok
katlarını veriversin." [Bakara sûresi: 245]
12) Bir fiilin yapılmasını İstemek için
"Fiili" iyilikle veya iyiliğe ulaştıran diye vasfederek kullanmıştır.
"Fakat iyi kimse,
Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere,. imân
edendir." [Bakara sûresi: 177]
"Lâkin iyi kişi,
haramlardan sakınan kimsedir." [Bakara sûresi: 189]
13) Bir
fiilin yapılmasını istemek için bazı yerlerde "Fiili" teşvik edatı
ile birlikte zikrederek kullanmıştır.
"Öyle bir kavimle
harbetmez misiniz ki, onlar yeminlerini bozdular. Peygamberi (Mekke'den)
çıkarmaya karar verdiler." [Tevbe sûresi: 13] [27]
1) Bir fiilin yapılmamasını istemek için
"Yenhâ" kelimesini kullanmıştır.
"Zinayı,
fenalıkları ve insanlara zulüm yapmayı da yasak ediyor." [Nahl sûresi: 90]
"Allah, sizi
ancak din hususunda sizinle savaşan, sizi yurtlarınız-dan çıkaran ve
çıkarılmanıza yardım eden kimseler ile, dost olmanızdan men eder."
[Mümtehine sûresi: 9]
2) Bir fiilin yapılmamasını istemek için
"Harrame", "Hunime", "Hurrimet" kelimelerini
kullanmıştır.
"De ki, Rabbim
sadece açık ve gizli fenalıkları, günahı, haksız yere tecavüzü, hakkında hiçbir
delil indirmediği şeyi Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram
kılmıştır." [A'râf sûresi: 33]
"De ki: Gelin
size Rabbinizin haram kıldığı şeyleri söyleyeyim." [En'âm sûresi: 151]
"Bu Müminlere
yasak edilmiştir." [Nur sûresi: 3]
"Sizlere
analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz haram kılındı." [Nisa sûresi:
23]
3) Fiillerin yapılmamasını istemek için "La
yehillü" kelimelerini kullanmıştır.
"Ey imân edenler
kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl değildir" [Nisa sûresi: 19]
"Kadınlarınıza
verdiğiniz mehirlerden bir şeyi geri almanız size helâl olmaz. Erkek ve kadın
Allah'ın yükümlü kıldığı görevleri yerine getiremiyeceklerinden korkarlarsa o
başka" [Bakara sûresi: 229]
"Boşanmış kadınlar,
bizzat kendileri üç hayız müddeti beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe
inanıyorlarsa Allah'ın rahimlerinde yarattığı çocuğu saklamaları kendilerine
helâl olmaz." [Bakara sûresi: 228
4) Bir
fiilin yapılmamasını istemek için "Nehy-i gâib", "Nehy-i
hâzır" olumsuzluk manası ifade eden "emr-i hazır" kelimelerini
kullanmıştır.
"Yetimin malına-
ergin çağa ulaşana kadar- en güzel şeklin dışında yaklaşmayın" [İsrâ
sûresi: 34]
"Günahın açığını
da gizlisini de bırakın." [En'âm sûresi: 34]
"İnkarcılara iki
yüzlülere itaat etme, eziyetlerine aldırma." [Ahzab sûresi: 48]
"Allah'a ortak
koşmaksızın Ona yönelerek pis putlardan kaçının, yalan sözlerden
çekinin." [Hac sûresi: 30]
5) Bir
fiilin yapılmamasını istemek için "Leyse'l-birre" ifâdesini
kullanmıştır.
"(Namazda)
yüzlerinizi doğu ve batıya çevirmeniz iyilik değildir." [Bakara sûresi:
177]
"İyilik (ihramda)
evlere arkalarından girmeniz değildir." [Bakara sûresi: 189]
6) Bir
fiilin yapılmamasını istemek için olumsuzluk ifade eden "La" edatını
kullanmıştır.
"Eğer
vazgeçerlerse, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşı kalır." [Bakara
sûresi: 193]
"Hac malûm
aylardır, kim bu aylarda haccı eda ederse bilmeli ki, hacda kadına yaklaşmak,
günah işlemek ve kavga etmek yoktur." [Bakara sûresi: 197]
"Hiçbir anne ve
baba çocuğu yüzünden zarara sokulmasın." [Bakara sûresi: 233]
7) Bir
fiilin günahı gerektirdiği ifade edilerek o fiilin yapılmaması istenmiştir.
"Vasiyeti
işittikten sonra değiştiren olursa, bunun günahı değiştirenlerin üzerinedir.
Allah şübhesiz işi'tir ve bilir." [Bakara sûresi: 181]
8) Bir
fiilin yapılmamasını istemek için "fiili" tehditle birlikte
zikrederek kullanmıştır.
"Bir de altını ve
gümüşü biriktirerek onları Allah yolunda harca-mayanlar var ya işte bunları
acıklı bir azabla müjdele!" [Tevbe sûresi: 34]
9) Bir
fiilin yapılmamasını istemek için o "fiili" şer dir diye vasfederek
kullanmıştır.
"Allah'ın fazlı
kereminden kendilerine verdiği maldan cimrilik edenler, sakın onu kendilerine
hayır sanmasınlar tam aksine, o kendileri için bir şer dir." [Al-i imrân
sûresi: 180]
10) Bir
fiilin yapılmamasını istemek için o fiilin doğru olmadığını ifâde eden
"mâkâne" kelimesi kullanılmıştır.
"Allah ve
peygamberi bir işe hüküm verdiği vakit erkek ve kadın hiçbir mümin için kendi
işlerinJw seçme hakkı (muhayyerlik) olamaz.1' [Ahzab sûresi: 36]
"Allah'ın
peygamberine sizin eziyet etmeğe hakkınız yoktur. Ondan sonra, zevcelerini de
ebediyyen nikâh edemezsiniz" [Ahzab sûresi: 53]
"Hiçbir peygamber
için yeryüzünde ağır basmadıkça (üstün gelmedikçe) esirleri bulunmak doğru
değildir." [Enfâl sûresi: 67]
11) Bir
fiilin yapılmamasını istemek için bazı yerlerde inkâr için olan
"istifham" edatım kullanmıştır.
"Siz halka
iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?" [Bakara sûresi: 44]
"Yoksa onlardan
korkuyor musunuz? Eğer gerçek müminlerseniz Allah, korkulmaya daha
lâyıktır." [Tevbe sûresi: 13]
12) Bir
fiilin yapılmamasını istemek için o "fiili" cezasıyla birlikte
zikrederek kullanmıştır.
"Erkek ve kadın
hırsızın yaptıklarına ceza ve Al-
lâh'dan bir azab olmak
üzere ellerini kesiniz." [Maide sûresi: 38]
13) Bir
fiilin yapılmamasını istemek için o "fiili'7 küfür veya zülüm veya
fısıkdır diye hükmederek kullanmıştır.
"Kim Allah'ın
indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir."
"Her kim Allah'ın
indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir."
"Kim Allah'ın
indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar (dinden çıkmış) fasıkların ta
kendileridir." [Maide sûresi: 44-45-47] [28]
1) Fiillerin
yapılıp yapılmamasının serbest olduğunu bildiren "uhillet",
"uhille", "hillün" kelimelerini kullanmıştır.
"Ey imân edenler!
Akidleri (bağlandığınız sözleri) yerine getirin. İhramlı iken avlanmayı helâl
saymaksızın ve size okunacaklar dışında kalan hayvanlar sizin için helâl
kılındı." [Mâide sûresi: 1]
"Ey Muhammed!
Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: size temiz
olanlar helâl kılındı" [Mâide sûresi: 4]
"Bugün size iyi
ve temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size
helâl, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir." [Mâide sûresi: 5]
2) Fillerin yapılıp yapılmamasının serbest
olduğunu bildiren "felâismealeyhi" ifâdesini kullanmıştır.
"Kim iki günde
(Mina'dan dönmek için) acele ederse ona günah yoktur. Kim geri kalırsa bu takva
sahibi için olup, ona da günah yoktur." [Bakara sûresi: 203]
"Kim vasiyet
edenin bir hatasından veya günaha girmesinden korkar da aralarını düzeltirse
ona bir günah yoktur." [Bakara sûresi: 182]
3) Fiilin
yapılıp yapılmamasının serbest olduğunu bildiren "günah yoktur"
ifadesini kullanmıştır.
"İmân edip
yararlı işler görenler, bundan böyle sakın-dıkları ve imânlarında yararlı işler
görmekte devam ettikleri, sonra takva ve imânlarında kökleştikleri, daha sonra
bu takva ile beraber yararlı işler yaptıkları takdirde haram kılınmazdan önce
tattıkları şeylerde bir günah yoktur. Allah iyilik yapanları sever. [Mâide
sûresi: 93]
"Bu vakitlerin
dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur." [Nur sûresi: 58] [29]
1) Namaz,
zekat, oruç ve haccın farziyetini ifâde eden âyetler, vârislerin paylarını
tayın eden âyetler, zinanın, zina iftirası atmanın, insanların mallarını haksız
olarak yemenin, haksız olarak cana kıymanın, haram olduğunu ifâde eden ayetler
gibi hüküm âyetlerinin bir kısmının ifâde ettikleri manaları kesindir.
Müslümanların yanında
meşhur olan ve zaruri olarak bilinen dinin temel hükümleri de kesindir.
Bunlarda içtihada yer yoktur.
Hüküm âyetlerinin bir
kısmında murad edilen hükümler belli olmaz. Bu hüküm âyetlerinde araştırmaya
ve içtihada yer vardır. Abdestde başa verilecek meshetme miktarının tayın
edilmesi ve bâin
talâkla boşanmış
kadının nafakasının
vacip olması gibi.
Bu iki nevi arasındaki fark:
a) İçtihada
yer olmayan hükümler: İman edilmesi gereken
esaslar gibi olup,
her müslümanın kabul
etmesi gerekir. Bu hükümleri kabul etmeyen dinden çıkmış olur.
b) İçtihada
yer olan hükümler ise böyle değildir. Bir müctehidin birden
fazla manaya gelen bir
âyetin bu manalardan birini
içtihadıyla tayın ederek
çıkardığı hükmü inkar eden
kimse dinden çıkmaz. Çünkü
bir müctehidin âyet ve
hadislerden çıkardığı hükümler zannidir, kesin değildir.
Her müctehid, birden
fazla manaya gelen bir âyetin bu manalardan kendince uygun olan manayı tercih
eder.
İkinci neviden yani,
bazı hüküm âyetlerinden murad edilen hüküm belli olmadığından birçok islâmi
mezhebler doğmuştur. Müctehidlerin görüşleri farklı olmuştur, hatta bir mesele
hakkındaki görüşler yedi veya sekize ulaşmıştır. Bu görüşlerin hepsi haktır ve
bunlara uymak vacipdir denilemez. Çünkü bu görüşler birbirine zıddır.
Bu görüşlerden belli
biri haktır da denilemez. Çünkü bu görüşlerden birinin diğerine üstünlüğü
yoktur. Ancak bunlardan birini diğerlerine üstün kılacak bir delil bulunursa
başka.
Bu görüşlerden belli
olmayan biri de haktır denilemez, çünkü bu belli olmayan görüş bilinmediğinden
kendisi ile amel edilemez. Böyle bir yerde şöyle denilir: bu görüşler her
müctehidin âyetten anladığı görüştür, doğru da olabilir, yanlış da olabilir.
Hâkim olan kimse bu görüşlerden faydalı gördüğünü seçer onunla amel eder.
İşte islâm fıkhının
geniş olmasının sırrı ve hikmeti: hayatla beraber zaman ne kadar ilerlerse
ilerlesin, hadiseler ne kadar çok olursa olsun, medeniyet ne kadar gelişirse
gelişsin, sosyal problemleri çözmek içindir.
2) Kur'ân şer'i hükümleri açıklarken beşer
kanununun bilinen yolundan yürümemiştir. Beşer
kanunu sevaba teşvik etmek,
günahdan sakındırmak gibi manevi değerlerden uzak olarak hazırlanmıştır. Kur'ân'in zikrettiği şer'i hükümler ise
çeşitli manalar ile kuşatılıp donatılmıştır. Bu manalar mükelleflerin
kalblerine korku ile saygı duyma, kontrol mekanizması, rahatlama, huzur bulma
dünya ve
ahirette faydalı olan
şeyleri kavrama gibi manevi
duygulan meydana getirir.
Bu duygulardan herbiri
mükellefleri bu şer'i hükümlere koşmaya, imanın gereği olarak bu hükümleri
yapmaya, Allah Tealâ'nın azabından ve gazabından korkmaya, sevabını ve rızasını
umut etmeye davet eder. İşte şer'i hükümlerin mükelleflerin kablerinde meydana
getirdikleri manevi duygular dini birer
polisdir ki, Allah
tarafından gönderilmiş olan şeriatlar, bu dini polisleri müminlerin
kalblerine yerleştirir. Şüphe yok ki,
bu dini polisler,
ümmetin halini düzeltmek ve
Allah Tealâ'nın emrettiği
doğru yolda yürümelerini sağlamak
için çalışan resmi polislere en büyük yardımcılardır.
Kur'ân'daki hüküm
âyetleri incelendiği zaman bu zikredilen manalar anlaşılmış olur.
3) Kur'ân
hüküm âyetlerini zikrederken insanlar tarafından yazılan kitapların yolunda
gitmemiştir. Çünkü bu kitaplarda bir konu bir yerde yazılınca özel bir durum
bulunmadıkça o konuya
tekrar dönülmez. Kur'ân'ın hüküm âyetleri ise Kur'ân'ın bir
çok yerlerinde dağınık olarak
zikredilmiştir. Mesalâ: Nikâhlı kadını boşama, iki yaşından küçük bir çocuğun
süt emmesi ve bunların hükümleriyle ilgili âyetler, şarapla ve şarabın haram
olmasıyla ilgili âyetler, savaşla ilgili âyetler ile yetimlerin işleri ile
ilgili âyetlerin arasında gelmiştir. Nitekim Bakara süresindeki âyetler, namaz,
oruç, hac, savaş, riddet (dinden çıkma), müşrike kadınların nikâhı, yemin,
kısas, vasiyet, talâk ve bunlara bağlı olan hükümleri içine almıştır.
Hac hükümlerinin bir
kısmı Bakara sûresinde, diğer bir kısmı ise Hac sûresinde zikredilmiştir.
Evlenme, boşanma ve
bir kocanın ric'i talâkla boşadığı karısına iddeti içinde dönmesi ile ilgili
hükümlerin bir kısmı Bakara sûresinde, bir kısmı ise Nisa sûresinde ve bir
kısmı da Talâk sûresinde zikredilmiştir.
Hüküm âyetlerini bu
şekilde zikreden kur'ân, her tarafı çeşitli meyvalar ve rengârenk çiçeklerle
bezenmiş bir bahçeye ne kadar benzemektedir. İnsan, bu bahçeden rengârenk
çiçeklerden ve çeşitli meyvalardan kendisine faydalı olanı ve arzu ettiğini
nerede bulursa koparır.
Hüküm âyetler,
şerî'atm maksadı olan genel ruhu oluşturmada birbirini tamamlar. Bu genel ruhu
manevi gıdalarla besler, hayra ve hedefine ulaştırır.
Kur'ân'ın hüküm
âyetlerini açıklamada kendine has bir vahiy metodu vardır. Bu metodu, Kur'ân'da
zikredilen bütün âyetlerin yerleri değişik, sûreleri çeşitli, hükümleri farklı
olsa bile genel bir bütünlük içindedir. Amel etmekde bu hükümleri birbirinden
ayırmak, birini alıp diğerini bırakmak kesinlikle doğru değildir. Nitekim Tealâ
Hazretleri: "(Ey muhammed sana!) şu emri de indirdik: onların aralarında
Allah'ın indirdiği ile hükmet.
Onların arzularına
uyma. Onlardan sakın ki, Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni
şaşırtmasınlar." [Mâide sûresi: 49]
4) Kur'ân
hükümlerinin bir çoğu şerî'atın maksadlarına ve genel kaidelerine işaret ederek
kısa ve toplu bir tarzda gelmiştir. Müctehidlerin bu maksadların ve bu
kaidelerin ışığı altında âyetlerin manalarını anlayıp hüküm çıkarmalarına
fırsat verilmiştir. Açıklanması gerekli olan bazı hükümler açıklanmış,
müctehidlerin tartışma yerleri olmaktan çıkarılmıştır. Bu hükümler zamanların
ve yerlerin değişmesiyle değişmeyen sebebler üzerine kurulmuştur. Bunlar,
inançlar, ibâdetler, miras, nikâhları haram kılınan kadınlar, bazı suçların
cezaları hakkındaki hükümlerdir. Nitekim bunlara daha önce işaret edilmiştir.
Kur'ân'in böyle yol
izlemesi, şerî'atın ebedi ve devamlı oluşunun zaruri ve tabii bir sonucudur.
Zira dünya durdukça devam edecek olan bir esas ve temel üzerine kurulmuş olan
bir şerî'atın olmuş ve olacak olan cüz'i hükümleri açıklamakla uğraşması akla
uygun değildir. Çünkü cüz'i hükümler, teamüllerin, örf ve âdetlerin, yaşayış
tarzlarının, zamanın yenilenmesi ve değişmesiyle yenilenip çoğalırlar ve
değişirler. O halde şerî'atın insanlık âlemine kısa ve toplu bir tarzda sunmuş
olduğu genel kaideler ve temel maksadlarla yetinmesi zarurî ve tabiidir. Bundan
dolayı şerî'at, meydana gelecek olan cüz'i hadiselerin hükümlerini ictihad yoluyla,
bu genel kaidelerden ve bu temel maksadlardan çıkarmaya teşvik etmiştir.
Kur'ân, âyetlerden ve
hadislerden hüküm çıkaran ilim sahihlerine yüksek bir paye vermiş, insanların
bilmedikleri meseleleri onlara
sormalarını emretmiştir. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Ey imân edenler, Allah'a itaat
edin, peygambere ve sizden olan idarecilere itaat edin, eğer bir şey hakkında
anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah'a ve Resulüne döndürün, Allah'a ve
ahiret gününe imân ediyorsanız. Bu hayırlı ve sonuç bakımından daha
güzeldir." [Nisa sûresi: 59] ve: "Kendilerine güven veya korku
hususunda bir haber geldiğinde onu yayarlar, halbuki o haberi peygambere veya
kendilerinden buyruk sahibi olanlara götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya
kadir olanlar onu bilirdi. Allah'ın size bol nimeti ve rahmeti olmasaydı, pek
azınız bir yana şeytana uyardınız." [Nisa sûresi: 83] ve: "Eğer
bilmiyorsanız zikir erbabına (âlimlere)sorun." [Nahl sûresi: 43]
buyurmuştur.
Bu ve buna benzer
âyetlerle Kur'ân, hükümlerin bilinmesinde içtihada ve ilim sahihlerine sormaya
teşvik etmiştir. Resûlullâh (SAV) ve ashabı kendilerinden sonra gelecek olan
müslümanların imamlarına ve âlimlerine hüküm çıkarma yolunu hazırlamışlardır.
Bu sayede islâm şeriatının çerçevesi genişlemiş, hayatta yeni meydana gelecek
olan bütün hâdiseleri içine almıştır.
İslâm şeri'atı,
kıyamete kadar sosyal ve ferdi olan bütün işleri düzenlemeye hakkıyla
elverişlidir. [30]
Kur'ân'ı Kerim,
hayatın birçok değişik yönlerini yani birçok ilim dallarını içine almıştır.
Bunlar şunlardır:
1) Kur'ân'da
Allah Tealâ'ya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe
inanmak hakkındaki imân esasları ile ilgili birçok âyetler vardır. İmân
esasları, imân ile küflir
arasını ayıran bir sınırdır. İmân esaslarına inanan mümindir, inanmayan
kafirdir.
2) Kur'ân'da
insanları Allah tealâ'nın eşsiz ve örneksiz olarak yaratmış olduğu mahlûkatının
ve kainatta meydana getirdiği hadiselerin sırlarını bilip, tanımaları için
göklerde ve yerdeki o muazzam mülkü saltanatını ve yarattığı herhangi bir şeye
bakıp düşünmeye davet eden âyetler vardır, çünkü akılları hayrete düşüren bu
kainat hakkında güzelce
düşünenlerin gözleri önünde
Allah Tealâ'nın varlığına, birliğine,
büyüklüğüne dair binlerce
delil canlanır. Kalblerİ imânla dolar. Böyle imâna nazarî ve
istidlali imân denir.
Bir kimse dini hükümleri
böyle nazar'i ve istidlali
ile değilde taklid
yoluyla-meselâ babasından, hocasından, sözüne güvendiği diğer kimselerden
işitmek sûretiyle-öğrenip kesin tasdik ederse yine imânı sahih
olur. Her ne
kadar nazari ve
istidlali terkettiğinden dolayı günahkâr olursa da.
Düşünen her akl-ı
selim sahibi, Allah Tealâ'nın varlığını tasdike mecbur olur.
3) Kur'ân'da
önce geçmiş olan fertlerin veya ümmetlerin birçok kıssalarının zikredilmesi;
insanları ibret ve öğüt almaya teşvik etmek, Allah Tealâ'nın mahrukatı hakkındaki
kanunu, sâlih kimselerin kurtulduklarını, bozguncuların helak olduklarını
bildirmek içindir.
4) Kur'ân'da
sabır, doğruluk, verilen sözde durmak, emaneti ödemek gibi fertlerin ve
toplumun durumunu düzelten, nefisleri temizleyen üstün ahlâk, bunun yanında
insanî üstünlükleri yok edecek hayatta bedbatlığa sebeb olacak kötü ahlâktan
sakındırmak da zikredilmiştir.
5) Kur'ân'da
namaz, oruç, zekat, hac, cihat, yemin, nezir (adak) gibi çeşitli ibâdet
nevileri hakkında âyetler zikredilmiştir. Bu âyetler yüz kırk âyete yakındır.
6) Kur'ân'da
evlenme, boşanma, bunlara bağlı olan mehir,
nafaka, çocuk bakımı, çocuk emzirme, neseb, kadınların iddet
beklemesi, vasiyet, miras hükümleri gibi aile nizamı hakkında âyetler
zikredilmiştir. Bu âyetler yetmiş âyet'e yakındır.
7) Kur'ân'da
alış-veriş, icâre, rehin (ipotek), vadeli satış, ticaret
gibi malî muameleler
hakkında âyetler zikredilmiştir.
Bu âyetler yetmiş âyete yakındır. •
8)
Kur'ân'da, ukûbât yani; cinayetler, hadler, hırsızlık, zina, kazf (namuslu bir
erkeğe veya kadına zina suçunu isnad etmek) ve yol kesmek gibi suçların hükümleri hakkında otuza yakın âyet
zikredilmiştir.
9) Kur'ân'da savaş, barış ve bunlarla ilgili
olan cihad, ganimet, esir, antlaşma ve cizyenin hükümleri hakkında âyetler
zikredilmiştir.
10) Kur'ân'da,
yönetim sistemi hakkında idarecilerin uyması gerekli olan istişare (danışma) adalet,
müsavat (eşitlik), Allah'ın indirdiği ile hükmetmek ve insanların
idarecilere itaat etmeleri gerekli olan şeyler ile ilgili âyetler vardır.
11)
Kur'ân'da, zenginler ile fakirlerin ilişkileri hakkındaki sosyal hayatın
düzenlenmesi ve insanlar arasındaki sosyal adaletin gerçekleştirilmesi ile
ilgili âyetler zikredilmiştir. Kur'ân-ı kerimi inceleyen âlimlerin anlayışları
değişik ve âyetlerin manalarına delâlet cihetleride farklı olduğu için hüküm
âyetlerinin adedi hakkında birleşe-memişlerdir. [31]
Lûgat'ta sünnet: İyi
olsun veya kötü olsun "yol, gidişat ve âdet" gibi manalar ifade
eder.
Sünnet Kur'ân-ı
Kerimde ve hadis-i şerifte bu manalarda kullanılmıştır.
Nitekim Tealâ
Hazretleri: "o küfredenlere söyleki : Eğer düşmanlıktan vaz geçerlerse,
geçmişteki günahları bağışlanır. Yok, yine isyana dönerlerse bilsinler ki,
evvelki ümmetlere tatbik edilen ilahi kanun devam edecektir. (Yani eskiler
helak edilmişlerdir, bunlarda hazır olsunlar)" [Enfâl sûresi: 38] ve:
"Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki adetimiz (budur.) Sen
bizim adetimizde hiçbir değişme bulamazsın" [İsrâ sûresi: 77] ve:
"Allah'ın öteden beri süre gelen sünneti (âdeti) böyledir. Sen Allah'ın
sünnetinde (âdetinde) asla değişiklik bulamazsın." [Fetih sûresi: 23]
buyurmuştur.
Rasûlullâh (SAV):
"Siz muhakkak sizden öncekilerin yollarına karış karış ve arşın arşın tâbi
olacaksınız. Hatta bir keler deliğine girseler, onların arkasından gideceksiniz"
buyurdular.
Biz: "Ya Rasûlallâh!
Yahudilerle, Hıristiyanlara mı?" dedik. "Ya kime?" buyurdular.
[Bu hadisi Buhari ve
Müslim rivayet etmişlerdir]
Rasûlullâh (SAV):
"İslâm da iyi bir çığır açan kimseye açtığı o çığırın sevabı verileceği
gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir. Bununla beraber onların sevabından
da bir şey eksilmez. İslâmda kötü bir çığır açan kimseye
açtığı o çığırın günahı yükletildiği gibi
kendisinden sonra o yolda gidenlerin günahı da yükletilir. Bununla beraber
onların günahından da bir şey eksilmez." Buyurdular. [Bu hadisi Müslim
rivayet etmiştir. ]
Fıkıhçıiara göre
sünnet: Resûlullâh (SAV) dan vacib olmayarak sabit olan (kesin olarak bilinen)
şeydir. Sünnet, beş olan teklifi hükümlerden biridir. Teklifi hükümler
şunlardır: "Vacib, haram, sünnet, mekruh, mübâh"
Fıkıhçılar sünneti,
bid'atın zıddı olarak kullandılar ve "Kocanın karısını sünnet üzere
boşaması şöyledir yani, kocanın karısını cima etmediği bir temizlik devresinde
bir talak ile boşayarak iddeti geçinceye kadar bırakmasıdır. Kocanın karısını
bid'at üzere boşaması şöyledir. Yanİ> kocanın karısını bir defada üç talak
ile boşaması yahud hayız halinde boşamasıdır. "
Usulcülere göre
sünnet: Resûlullâh (SAV) in Kur'ân buyruğu olmayarak buyurduğu sözleri, işleri
ve takrirleridir.
Hadisçilere göre
sünnet: Resûlullâh (SAV) m sözlerinden, işlerinden, takrirlerinden, şekil ve
vasıflarından ve gidişatından nakledilen şeydir.
Hadisçilerin çoğuna
göre, sünnet, hadis ile eş manalıdır.,
Resûlullâh (SAV) m
sözlerine "kavli sünnet" iş ve davranışlarına "fiili
sünnet" müslüman bir kimsenin sözünü duyduğu veya bir iş yaparken gördüğü
veya kendisine bunlar nakledildiği halde tasvib etmesine "takriri
sünnet" denir. Bu üç çeşit sünnetin söz ve yazı halinde nakledilen şekli
"hadis" diye anılmaktadır.
İslâm ümmeti, sünnet
(hadis) hakkında üstün gayret harcayarak onu ezberlerdiler, yazdılar. Her ravi
diğer raviden Resûlullâh (SAV) a varıncaya kadar muttasıl olarak rivayet etti.
Sünnet (hadis) lerden bir kısmının hem lafzi hem de manası mütevatirdir. Diğer
bir kısmının ise yalnız manası mütevatirdir. Hadis ravilerinin durumlarım
incelemek, yalnız müsîümanlarin özelliklerindendir.
İbn-i Hazm demiştir
ki: Kendisine güvenilir bir ravinin, kendisine güvenilir diğer raviden sünneti
(hadisi) Resûlullâh (SAV) a ulaşıncaya kadar arada hiçbir ravi atlamayarak
rivayet etmesi, Allah Tealâ'nın islâmdan önce hiçbir millete bunu ihsan etmeyip
ancak müslümanlara ihsan etmiş olmasıdır.
Sahabe, tabiin ve
bunlardan sonra gelenler Resûlullâh (SAV) dan işittiklerini bir emanet olarak
samimiyetle edâ etme konusunda titiz davrandılar. Nakil ederken araştırdılar,
nihayet sünnet, hadis imamlarına ulaşdı, hadisçiler de sünnet (hadis) leri
yazdılar.
Sünnet (hadis),
islâmda şer'i hüküm koyma kaynaklarının ikincisidir.
Sünnet, Allah'ın
kitabı Kur^n'dan sonra gelir. Allah Sübhanehü ve Tealâ Resulünden haber
vererek: "Resûlüllâh, hevadan söylemez, onun sözü ancak kendisine tebliğ
olunan bir vahyi ilâhidir. " [Necm sûresi: 3-4] buyurmuştur.
Allah Tealâ Resulüne
uymayı ve ona itaat etmeyi emrederek: "Bir de peygamber size ne verdi ise
onu alın, neyi yasak etti ise ondan vazgeçin." [Haşr sûresi: 7] ve:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin,, peygambere de itaat edin. "
[Nİsa sûresi: 59] buyurmuştur.
Allah Tealâ Resulünün
buyruğuna aykırı hareket etmekten sakındırarak: "Onun buyruğuna aykırı
hareket edenler başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba
uğramaktan sakınsınlar." [Nür sûresi: 63] buyurmuştur.
Allah Tealâ ve Resulü
bir iş hakkında hüküm verdiğinde müslümanlara serbestlik verilmediğini açıklayarak:
"Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği vakit erkek ve kadın hiçbir mümin
için kendi işlerinde seçme hakkı (muhayyerlik) olamaz. Kim Allah'a ve Resulüne
isyan ederse muhakkak açıktan açığa sapıklık etmiş olur." [Ahzap sûresi:
36] buyurmuştur.
Tealâ Hazretleri
Resûlüllâh (SAV) m verdiği hükme müminlerin razı olmalarını imânın asıl ve
esaslarından kılarak: "Yok, yok! Rabbin hakkı için yemin ederim ki, onlar
aralarında çekiştikleri şeyde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümde
kendileri için hiçbir darlık duymadan (tam bir teslimiyetle) boyun eğmedikçe
iman etmiş olamazlar" [Nisa sûresi: 65] buyurmuştur.
Tealâ Hazretleri
Resûlüllâh (SAV) a itaat etmeyi müminler üzerine farz kılmıştır. Çünkü
Resûlüllâh (SAV) a itaat etmek Allah Tealâ'ya itaat etmektir. Nitekim Tealâ
Hazretleri: "Kim peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur."
[Nisa sûresi: 80] buyurmuştur.
Bu naslar (âyetler)
sünnetin şer'i delil olarak alınmasının vacib olmasında ve sünnetin Kur'ândan
sonra ikinci makamda sayılmasında şek ve şüphenin kökünü kesmiştir. Çünkü
sünnetin müminlerin kalblerinde üstün bir yeri vardır. Dinler tarihinde
müslümanlar, benzeri görülmemiş bir tarzda sünnetin naklinde tedbirli
davranmışlar, peygamber efendimize âit olmadığı halde ona nisbet edilen şeyleri ortadan kaldırarak sahih olan sünneti
(hadisi), sahtesinden ayırmak için büyük gayret harcamışlardır.
Kur'ân'ı Kerimin her
harfi bize mütevatir olarak indirilmiştir. Bundan dolayı âlimler sünnet
(hadis) in lafızlarını inceledikleri gibi Kur'ân'ı Kerimin nazmını incelememişlerdir. [32]
Allah Tealâ'nm
kalblerini mühürlediği, gözlerini kör ettiği bir gurup, her zaman bulunur.
Bunlar, yalnız Kur'ân ile yetinilmesinin vacib olduğunu iddia ederek hakkı
aramak adı altında batılı savunurlar. Nesilden nesîle uygulanarak nakledilen
namaz, namazın şekli, zekat, hac gibi ibadetler hakındaki ameli mütevatir
sünnetlerin alınmasının gerekli olduğunu iddia ederler. Ama nesilden nesile
uygulanarak gelen ameli mütevatir sünnetin dışında kalan Resûlüllâh (SAV) in
sözlerinin, işlerinin ve takrirlerinin kabul edilmesi peygamber olduğu için
değil, devlet başkanı olması itibariyledir. Ümmetin menfaati bunları
gerektirdiği için Resûlüllâh (SAV) bunları yapmıştır. Bunlar Resûlüllâh (SAV)
in içtihadı olup, menfaatin değişmesiyle değişirler.
Kur'ân, çeşitli
delaletiyle Allah Tealâ'nın bütün hükümlerinin açıklanmasını içine almıştır,
diye iddia ederler. Bu iddialarına şu âyeti kerimeleri delil gösterirler.
"Bugün sizin için
dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Size din olarak
İslama razı
oldum." [Maide
sûresi: 3] ve: "Sana her şeyi açıklayan ve müslümanlara doğruyu gösteren
bir rehber, rahmet ve müjde olarak Kur'ân'ı indirdik." [Nahl sûresi: 89]
Bu gurup:
"Resûlüllâh (SAV), ancak Kur'ân'dan anladığını uygulamıştır. Şayet sünnet
(hadis) de Kur'ân gibi şer'i hüküm koyma kaynağı olsaydı, Resûlüllâh (SAV) onun
da Kur'ân' gibi yazılmasını emrederdi. Halbuki Resûlüllâh (SAV) sünnet
(hadis)in yazılmasını yasaklamıştır" diye iddia ederler, bu iddialarına
da şu hadisi şerifleri delil gösterirler:
"Benden bir şey
yazmayınız, her kim Kur'ândan başka benden bir şey yazmışsa onu silsin. Benden
hadis rivayet edin, zararı yok. Ama her kim benim üzerimden kasden yalan
söylerse cehennemdeki yerine hazır olsun."
Resûlüllâh (SAV) in
(son hastalığında) ağrısı artınca: "Bana (kalem kağıt gibi) yazacak bir
şey getiriniz. Size bir vasiyetname yazdırayım ki, ondan sonra yolunuzu hiç
şaşırmayasınız" buyurdular.
Hz. Ömer (r.a), orada
bulunanlara: "Şüphe yok ki, Resûlüllâh (SAV) in hastalığı ağırlaşmıştır.
Yanımızda ise Allah'ın kitabı vardır, o bize yetişir." Dedi. [Bu hadisleri
Buhari ile Müslim rivayet etmişlerdir. ]
Bu gurubun ileri
sürdükleri iddialar zayıf şüphelerden ve geçersiz delillerden ibarettir. Çünkü
müslüman âlimlerden kendilerine itimad edilen âlimler, sünnetin şer'i
delillerden ikinci asıl "delil olduğunda ve peygamber efendimizin
zamanından beri sünnetle ikinci asıl delil olarak amel edilegelmiş olduğunda
icmâ ve ittifak etmişlerdir. Bu icmâ karşısında o gurubun iddialarına itibar
edilmez.
Bu gurup, sünnetten
nesilden nesile uygulanarak nakledilen mütevatir sünnetleri delil olarak kabul
etmişlerdir. Müslümanlar ise peygamber efendimizin zamanından günümüze kadar
sahih olan sünnet (hadis) leri hayatlarında devamlı uygulamışlar ve şer'i
hükümler hakkında delil olarak kabul etmişlerdir.
İmam Şafii
"el-Risâle" isimli eserinde: "müslümanlardan bir kimsenin başına
gelen bir musibet hakkında kesin olarak Allah Tealâ'nm kitabında doğru yolu
gösteren bir delil vardır." diye açıklamıştır.
Nitekim Tealâ
Hazretleri: "(Ey Muhammedi) Bu öyle bir kitaptır ki, (bütün) insanları,
Rablerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa, güçlü ve övülmeye lâyık olan
Allah'ın yoluna çıkarman için onu sana indirdik." [İbrahim sûresi: 1] ve:
"Sana her şeyi açıklayan ve müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber,
rahmet ve müjde olarak Kur'ân'ı indirdik." [Nahl sûresi: 89] buyurmuştur. [33]
1) Allah Tealâ,
Kur'ân'ı Kerimde insanlara zekat, namaz, hac
gibi farz olan ibadetleri
ve kötülüklerin açığının, kapalısının,
zinanın, şarabın, boğazlanmayarak ölen
hayvanın ve domuz
etinin yenilmesinin haram olduğunu abdestin farz olduğunu
açıklamıştır.
2) Kur'ân'da
mücmel (kapalı) olarak gelen hükümleri, Resülullâh (SAV) kavli
sünnetiyle (sözleriyle), ameli sünnetiyle (yapmak
suretiyle) açıklamıştır. Meselâ: Resülullâh (SAV)
Kur'ân'da mücmel (kapalı)
olarak gelen namazın
vakitlerini rekatlarının sayılarını, diğer hükümlerini, zekat verilecek mallan
miktarlarını ve zekatın verileceği vakti, orucun, haccın hükümlerini, hayvan
kesmenin, avın hükümlerini, eti yenilen ve yenilmeyen hayvanları ve nikâhın,
alış-verişin, cinayetlerin hükümlerini açıklamıştır. Çünkü mücmel âyetlerin
açıklanması Resülullâh (SAV) a bırakılmıştır.
Nitekim Tealâ
Hazretleri: "Sana da Kur'ânı indirdik ki, kendilerine indirileni,
insanlara anlatasın, ola ki, düşünürler" [Nahl sûresi: 44] buyurmuştur.
3)
Resülullâh (SAV) bir takım şer'i hükümler koydu ki, o hükümler hakkında
Kur'ân'da âyet yoktur. Çünkü Allah Tealâ kitabında Resulüne itaat edilmesini ve
onun hükmüne müracaat edilmesini farz kılarak; "Ey iman edenler! Allah'a
itaat edin, Peygambere de itaat edin." [Nahl sûresi: 59] buyurmuştur. Kim
Resülullâh (SAV) in koymuş olduğu bu hükümleri kabul ederse Allah'ın emrine
itaat etmiş olur.
İbn-i Kayyım, sünnetle
sabit olan hükümlere -isterse bu hükümler Kur'ân'daki hükümler üzerine ziyade
olsun-uymanın gerekli olduğunu açıklarken İmam Şafii'nin üçe taksim ettiği
şer'i hükümleri misalleriyle izah ettikten sonra "sünnetle sabit olan
hükümlerin Kur'ân ile sabit olan hükümlere nisbetle durumu üç kısımdır"
dedi:
1) Sünnetle
sabit olan hüküm, her bakımdan Kur'ân ile sabit olan hükme uygun olur. Buna
göre Kur'ân ve sünnet bir hükmü açıklayarak birbirini desteklemiş olur.
2) Sünnet, Kur'ân ile murad edilen mücmel
(kapalı) hükmü açıklar ve tefsir eder.
-
3) Sünnet,
Kur'ân'ın vacip kılmadığı bir hükmü vacip kılar, Kur'ân'ın haram kılmadığı bir
şeyi haram kılar.
Sünnetle sabit olan
hükümler bu üç kısmın dışına çıkmaz. Hiçbir zaman sünnetle sabit olan
hükümler, Kur'ân'ın hükümlerine zıd olmaz. Sünnetle sabit olan hüküm, Kur'ân
ile sabit olan hüküm üzerine ziyade olursa, bu hüküm Resülullâh (SAV)
tarafından konulmuş yeni, şer'i bir hüküm olur. Bu hükümde Resülullâh (SAV) a
itaat etmek vacib olur ve ona karşı gelmek helâl olmaz. Sünnetle sabit olan
hükümle amel etmek sünneti Kur'ân'ın önüne geçirmek değildir. Böyle bir hükümle
amel etmek Allah Tealâ'ın emrini tutmaktır. Çünkü Allah Tealâ Resulüne itaat
edilmesini emretmiştir. Sünnet ile sabit olan hükümde Resülullâh (SAV) a itaat
edilmezse, Resülullâh (SAV) a itaat etmenin bir manası olmaz ve Resülullâh
(SAV) a mahsus olan itaat da düşmüş olur. Eğer Resülullâh (SAV) m sünnetle
koyduğu hükümlerine ancak Kur' ân' in hükümlerine uygun olduğunda itaat
edilmesi vacip olup, Kur'ân'ın hükümleri üzerine ziyade olduğunda itaat vacip
olmazsa Resülullâh (SAV) a mahsus itaat olmamış olur. Halbuki Allah Tealâ:
"Kim peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." [Nisa
sûresi: 80] buyurmaktadır.
İlim ehlinden olan bir
kimsenin Allah'ın kitabının hükmü üzerine ziyade bir hüküm ifade eden bir
hadis-i şerifi kabul etmemesi nasıl mümkün olur? Meselâ: "Bir kadın ne
halasının, ne de teyzesinin üzerine nikah olunmaz" "Neseben haram
olan süt cihetinden de haram olur" Hadis-i şeriflerini nasıl kabul
etmeyebilir.
İbn-i Kayyım, bundan
sonra sünnet ile sabit olan hükümlerden birçoğunu misalleriyle zikretmiştir.
Hiç şübhe yok ki,
araştırmalar; Kur'ân'da zikredilmeyen bir çok hükümlerin sünnetle sabit
olduğuna delalet etmektedir. Meselâ: Ehli eşeklerin ve azı dişi olan her
yırtıcı hayvanın etlerinin yenilmesinin haram olması, öldürülen kafir
karşılığında müslümanm öldürülmemesi gibi bir çok hükümler sünnet (hadis) ile
sabit olmuştur. Buna göre, şeriatta bir çok hükümlerin yalnız sünnet (hadis)
ile sabit olduğunu itiraf etmekten başka çare yoktur. Nitekim Resülullâh (SAV)
sünnet ile sabit olan hükümleri kabul etmeyenleri kınayarak ve onlardan
sakındırarak "Sakın sizden birinizi emrettiğim veya yasakladığım
hükümlerden biri kendisine gelince koltuğuna yaslanmış olduğu halde
bilmiyorum? Allah'ın kitabın da neyi bulursak ona uyarız, derken bulmayayım"
buyurmuştur. [Bu hadisi Ahmed, Ebû Davud, Tirmizi, Mace rivayet etmiştir. ]
Şatıbi, sünnetle sabit
olan hükümleri kabul etmeyenlerden sakındırarak: "Yalnız Kur'ân'ın
hükümleriyle yetinilmesi hakkındaki görüş, ahirette nasibi olmayan ve sünnetten
çıkmış bir güruhun görüşüdür. Çünkü onlar Kur'ân'da her şeyin açıklanmış
olduğunu iddia ederek sünnetin hükümlerini bıraktılar, onların bu durumu
kendilerini müslüman cemaattan uzaklaştırdığından Allah'ın indirdiği Kur'ân'ı
yanlış yorumladılar." demiştir. [Muvafakat cild: 4-s: 120]
Bu açıklamalardan
anlaşıldığı gibi, Resülullâh (SAV) in sünneti, Kur'ân'ın mücmel (kapalı) olanım
açıklamakta, âmm olanını tahsis etmekte, mutlak olanını takyid etmekte,
Kur'ân'da bulunmayan şer'i hükümleri koymakta, islâm fıkhını beslemekte ve
şer'i hükümleri geliştirmekte bol bir kaynaktır. Resülullâh (SAV) in
hükümlerini kabul etmek, Allah'ın hükümlerini kabul etmektir, çünkü
Allah Tealâ Resulüne itaat etmeyi farz
kılmıştır. Kur'ân'da ve sünnette olan bir şeyi bilen bir müslümanın bunlardan
birine aykırı olarak hareket etmesi helâl olmaz. [34]
Bilindiği gibi
islâmdan önce Araplar okuma-yazma bilmiyorlardı, fakat ticaret merkezi olan
Mekke'de peygamber efendimiz peygamber olarak gönderilmeden önce az da olsa
okuma-yazma bilenler bulunuyordu.
Bazı tarihçilere göre,
Mekke'de okuma-yazma bilenlerin sayısı ancak onüç erkek idi. Nitekim Medine'de
okuma-yazma bilenler daha azdı. İşte okuma-yazma bilenleri yok denecek kadar az
olduğu için Araplar okuma yazma bilmiyorlardı diye vasfediliyordu.
Tarihçiler:
"Mekke'de okuma yazmayı bilenlerin sayısı, Medine'de okuma yazmayı
bilenlerin sayısından daha çok olduğunu" ileri sürmüşler. Buna Resûlullâh
(SAV) in Mekke'li Bedir esirlerinden kendilerini esirlikten kurtaracak parası
olmayan her esirin Medine'li on çocuğa okuma yazma öğretmek karşılığında
serbest bırakılacaklarını bildirmesi ve Resûlullâh (SAV) in huzurunda bulunan
vahiy katiplerinin kırk kişi olduğunu bunların çoğunun Mekke'li olduğunu şahit
göstermişlerdir.
Bu vahiy katiplerinin
isimlerini "et-Teratibü'1-İdariye" sahibi zikretmiştir.
Belâzüri:
"Futûhu'l-Büldan" isimli eserinde okuma yazma bilen kadınların
sayısını zikretmiştir. Onlardan bazıları şunlardır. Müminlerin anası Hz. Hafsa,
Ukbe'nin kızı Ümmügülsüm,
Abdullah'ın kızı, Kureyş'li
Şifâ, sa'd'ın kızı Aişe, Mikdad'ın kızı Kerime.
Müslümanlar Medine'ye
yerleşir yerleşmez durum değişti. Resûlullâh (SAV), iyi bir katip olan Abdullah
b. Said b.El-As'a Medine halkına okuma yazmayı öğretmesini emredince medine
halkı arasında okuma yazma bilenlerin sayısı çoğaldı. Nitekim İbn-i Abdi'1-Berr
"el-İstiâb" isimli eserinde Abdullah b. Said'in iyi bir yazar
olduğunu zikretmiştir.
İbn-i Said'in
zikrettiğine göre, ensardan biat edenler, Resûlullâh (SAV) Mekke'deyken
"Bize islâm dinini öğretecek ve Kur'ân'ı okutacak bir kimse gönder"
diye mektup yazdılar. Bunun üzerine Resûlullâh (SAV) onlara Mus'ab b. Umeyr'i
gönderdi. Mus'ab onlara Kur'ân'ı okutuyor ve islâm dinini öğretiyordu.
Bilindiği gibi sahabe
hadisleri yazmıyorlar, ezberlerinde muhafaza etmeye çalışıyorlardı. Çünkü
onlar Kur'ân'ı öğrenmeye yönelmişler, onu toplamak ve yazmakla meşgul
oluyorlardı. Bir de hadis yazdıkları takdirde Kur'ân ile karışmasından
korkuyorlardı. Resûlullâh (SAV) da ilk zamanlarda hadisi yazmayı yasaklayarak:
"Benden bir şey yazmayınız, her kim Kur'ân'dan başka benden bir şey
yazmışsa hemen onu silsin. Benden hadis rivayet edin zararı yok. Ama her kim
benim üzerimden bile bile yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın.
" buyurmuştur. [Bu hadisi Müslim Ebû Said-i Hudri'den rivayet etmiştir.]
Bu hadis, Resûlullâh'in hadis yazmayı yasaklaması hakkındaki sahih olan
hadisidir.
İmam Nevevi, bu
hadisin şerhinde demiştir ki, Kadı İyaz'ın açıklamasına göre, hadis yazma
konusunda sahabe ile tabiin arasında ihtilaf vaki olmuştur. Onlardan
bir çokları hadis yazmayı kerih görmüş,
çoğunluk ise yazılmasına cevaz vermişlerdir. Sonraları bütün müslümanlar hadis
yazmanın caiz olduğuna ittifak etmiş ve ihtilâf ortadan kalkmıştır. [35]
Bazılarına göre,
yazmayı yasaklayan hadis, ezberliyeceğine itimat edilen ve yazarsa yazıya
güvenerek ezberlememesinden korkulan kimseler hakkındadır. Yazmayı mubah kılan
hadisler ise belleyişine itimat edilmeyen kimselere hamlolunur.
"Ebû Şah'a
yazınız" hadisi, Hz. Ali'nin sahifesi içinde farzlar, sünnetler, diyetler
bulunan Amr b. Hazm'ın kitabı, Hz. Ebû Bekir, Enes (r.a) ı Bahreyn'e zekat
toplamak için gönderirken ona verdiği sadaka ve zekat nisablarma ait kitabı,
Ebû Hureyre (r.a) in Abdullah b. Amr b. el-As (r.a) hadisleri yazıyordu ben
yazmıyordum, hadisi ve bu konudaki diğer hadisler hadis yazmanın mubah olduğunu
bildiren hadislerdir.
Bazı âlimler, yazmayı
yasaklayan hadislerin yazmayı mubah kılan hadislerle nesh edildiklerini
söylemişlerdir. Buna göre, hadis yazılmasının yasaklanması Kur'ân ile karışır
endişesindendi, bu endişe ortadan kalkınca hadisin yazılmasına izin
verilmiştir.
Bazı âlimler:
"Hadis yazılmasının yasak edilmesinden murad, hadis ile âyeti bir sahifeye
yazmaktır. İkisi bir sahifede olunca okuyan hangisinin âyet hangisinin hadis
olduğunu karıştırabilir" demişlerdir.
Kur'ân'ın çoğu inip
onu bir çok kimse ezberleyip, onun hadisle karışmasından emin olununca
Resûlullâh (SAV) sahabeden bazılarına özel izin vermiştir. Ta ki bunların hadis
yazmaları hadisin daha iyi zapt edilmesine, unutulma endişesinin ortadan
kalkmasına, ezberlerine itimat edilmeyenlere yardımcı olsun. Resûlullâh (SAV)
bu izni zaptı ve ezberlemesi kuvvetli olanlara vermiştir:
Bu izahla yazmayı
yasaklayan ve yazmaya izin veren hadisler arasındaki çelişme ve çatışma
giderilmiş olur. Sahabe devrinden sonra bütün âlimler, hadis yazmanın caiz
olması hakkında birleşmişlerdir.
îbn-i Salâh:
"Sonra hadis yazmanın caiz olup olmaması münakaşası ortadan kalkmış bütün
müslümanlar hadis yazmanın mubah olmasında birleşmişlerdir. Hadisler kitaplara
yazılmasaydı, son asırlarda hadisler kaybolurdu" demiştir.
Bazı eserlerden
anlaşıldığı gibi Resûlullâh (SAV) hadisin Kur'ân ile karışmasından emin
olduktan sonra hayatının sonunda hadis yazmaya umumi olarak izin vermiştir.
Resûlullâh (SAV) m
vefatından önce müslümanlar şaşırmasmlar diye ahid-nâme yazdırmak istemesi ve
yazdırmasında bir beis görmemesi de hadis yazmanın mubah olmasının delilidir.
Nitekim bu Hz. Ömer (r.a) m hadisinde geçmiştir.
Tirmizi'nin rivayet
etfığine göre, Ensar'dan Sa'd b. Ubâde Resûlullâh (SAV) in bir çok hadislerini
ve sünnetlerini içinde topladığı bir sahife (Risale) ye sahibdi. Bu büyük
sahabenin oğlu bu sahifeden hadis rivayet ediyordu.
Buhari'nin rivayet
ettiğine göre bu sahife, Abdullah b. Ebi Evfâ'mn eliyle yazdığı hadis
sahifesinden bir nüsha idi. Abdullah b. Ebi Evfâ'mn eliyle yazıp topladığı
hadîs risalesini insanlar kendisinden okuyorlardı.
Abdullah b. Amr. b.
el-As'ın Resûlullâh (SAV)m hadislerinden yazıp topladığı "Sahife-i Sâdıka=
Doğru sahife" si Asrı saadette yazılan sahifelerin en meşhurudur.
Siyer ehlinin
zikrettiğine göre, bu sahife bin kadar hadisi içine almakta idi.
Abdullah b. Amr. b.
el-Âs, Resûlullâh (SAV) dan her İşittiğini yazıyordu. Sahabeden bazıları onu
yazmaktan men ettiler. Çünkü Resûlullâh (SAV) beşerdir, hoşnut halinde de,
öfkeli halinde de konuşur, (dediler) Bunun üzerine Abdullah hadis yazmayı bir
müddet bıraktı. Sonra Abdullah, Resûlullâh (SAV)a: "Sizden her işittiğimi
yazayım mı?" diye sordu. Resûlullâh (SAV): "Evet (yaz)" buyurdu.
Abdullah: "Hoşnut halinizde olsun, Öfkeli halinizde olsun (yazayım
mı?)" dedi.
Resûlullâh (SAV):
"Evet. Çünkü bütün bu hallerde ancak hakkı söylerim" buyurdu. [Bu
hadisi İmam Ahmet Müsnedinde rivayet etmiştir. ]
Abdullah b. Amr. bu
sahife'ye (hadis risalesine) çok önem veriyordu: "Beni hayatta ancak iki
haslet yani sahife-i sâdıka ve veht sevindiriyordu, sahife-i sâdıka Resûlullâh
(SAV) dan yazdığım hadis risâlesidir. Vehte gelince babam Amr b. As'ın
vakfettiği arazinin işiyle mütevellisi olarak uğraşmamdır. " Derdi. [Bunu
el-Bezzâz "Süneninde" zikretmiştir, İbn-i Abdi'1-Berr "Câmi-i
Beyâni'1-ilmi ve Fadlıhî" isimli eserinde zikretmiştir, İmam Ahmet bunu
"Müsned"inde senediyle zikretmiştir. ]
Abdullah b. Amr bu
"Sahife"sinden başka "Hadis Mecmuası" da yazmış olabilir.
Ebû Hüreyre demiştir
ki: "Resûlullâh (SAV)ın ashabından hiçbir kimse Resûluilâh (SAV)dan
rivayet hususunda benden daha fazla değildir. Yalnız Abdullah b. Amr müstesna!
Çünkü o yazıyordu ben ise yazmıyordum."
Buhari'nin İlim
babında Ebû Hüreyre'(r.a)den rivayet ettiği bu hadis, hadis yazmanın caiz
olduğuna delil olarak bize yeter.
Abdullah b. Abbas'm Resûlullâh
(SAV)ın birçok hadislerini ve gidişatım yazdığı levhaları yanında ilim
meclislerine götürdüğü bilinmektedir.
Abdullah b. Abbas,
talebesi Saîd b. Cübeyr'e o levhalardan yazdırıyordu. Abdullah b. Abbas'ın bu
sahifesi (Hadis Risalesi) meşhurdu. Elden ele dolaşıyordu. İnsanlar ondan
devamlı rivayet ediyorlardı.
Tefsir kitaplarında bu
sahifedeki hadisleri delil gösteriyorlardı. Bu risale bize kadar ulaşmamıştır.
Ebû Hüreyre, sahabenin
yazdıkları hadis sahifelerinden birçok sahife toplamıştı. Bu sahifelerden
birçoğu kaybolmuştur. Ebû Hüreyre (r.a)nın talebesi Hemmâm b. Münebbih o
sahifelerden bir sahifeyi hocası Ebû Hüreyre'(r.a)den rivayet etmiştir, sonra
bu sahife Hemmâm'e nisbetle "Sahife-i Hemmâm" denilmiştir. Aslında bu
sahife Hocası Ebû Hüreyre (r.a) ye aittir. Hadislerin tedvininde bu Sahife'nin
özel bir yeri vardır. Bu sahife Hemmâm'ın Ebû Hüreyre'den rivayet ettiği ve
yazdığı gibi bize tam ve eksiksiz olarak ulaşmıştır.
Keşfü'z-Zunûn sahibi,
bu sahifeye "Sahife-i Sahiha" ismini vermiştir. Bu sahife İmam
Ahmet'in Müsned'inde tam olarak mevcûddur.
Buhari ve diğer hadis
kitaplarının çeşitli bablarmda bu sahife dağınık olarak bulunmaktadır.
Âlimler bu adı geçen
sahabilerden başka hadis yazan daha birçok sahabinin bulunduğunu
zikretmişlerdir.
Bu haberler bir bütün
olarak hadis yazmaya Resûlullâh (SAV) devrinde başlanmış olduğunu
bildirmektedir. Bu devirde her ne kadar bütün hadisler toplanıp tedvin
edilmemiş olsa da.
Buhari ve Müslim'de
rivayet edildiğine göre, Allah Tealâ Mekke'nin fethini Resulüne müyesser
kılınca Resûlullâh (SAV) meşhur fetih hutbesini okudu. Yemenli Ebû Şâh isimli
bir zat "Ey Allah'ın Resûlu bunu bana yazınız" dedi. Bunun üzerine
Resûlullâh (SAV)da: "Bunu Ebû Şâh'a yazınız" buyurdu.
Buhari Ebû Cuhayfe'den
rivayet etmiştir. Ebû Cuhayfe demiştir ki: Hazreti Ali'ye: "Sizin
yanınızda (Peygamber efendimiz tarafından vahyin sırlarını bildiren) bir kitap
varmıdır?" diye sordum. O da: "Hayır Allah'ın kitabından ve Allah'ın
müslüman bir kimseye ihsan ettiği bir kitabı anlayış kabiliyetinden ve bu
sahife'de olandan başka bir şey yoktur" dedi. Bende : "Bu Sahife'de
ne var?" dedim. Hazreti Ali'de: "onda diyet (diyetin hükümleri),
esirlerin esaretten kurtarılması, öldürülen kafir karşılığında, müslümanın
öldürülmemesi vardır" dedi.
İmam Ahmet Ebu't-Tufeyl'den
rivayet etmiştir. Ebu't-Tufeyl demiştir ki: "Hazreti Ali'ye "size
Resûlullâh (SAV) hususi bir şey söyledi mi?" diye soruldu. " O
da:"Bize ancak şu kılıcımın kılıfında bulunandan başka bir şey
söylemedi" dedi. Ve: "Allah'tan başkası adına hayvan kesene Allah
lanet etsin" cümlesi yazılı bir sahife çıkardı.
Yine İmam Ahmet, Tarık
b. Şihab'dan rivayet etmiştir. Tarık demiştir ki: "Ben Hz. Ali'yi minberde
hutbe okurken gördüm ve onu şöyle derken dinledim: Allah'a yemin ederim ki,
yanımızda size okuduğumuz Allah'ın kitabından başka hiçbir kitap yoktur. Ancak
içinde zekatın nisabları bulunan şu sahife vardır."
Haris b. Süveyd'den
rivayet edildiğine göre Hz. Ali'ye: "Resûlullâh (SAV) bütün insanlara
söylemeyip, sadece size hususi bir şey söyledi mi?" denildi. Bunun üzerine
o da: "içinde zekat verilecek develerin yaşları hakkında bir sahife
çıkardı."
İbn-i Hacer
"el-isâbe" isimli eserinde ve ibn-i Abdi'l-Berr "el-istiâb"
isimli eserinde zikrettiklerine göre: Resûlullâh (SAV) ensardan Amr b. Hazm'ı
Necrân'a vali olarak gönderirken kendisine içinde temizlik, namaz, ganimet,
zekat, yaralama ve diyet gibi hükümler bulunan bir kitap yazdırdı.
Terâcim sahihlerinin
zikrettiklerine göre, Enes b. Malik (r.a) yazıyordu. Yazdığı eserleri küçük bir
çanta içinde taşınıyordu.
Hz. Ebû Bekir, onu
Bahreyn'e zekat toplamak için gönderirken kendisine sadaka ve zekatın
nisablarına dair bir kitap vermiştir.
Hatib-i Bağdadî
"Takyidü'1-İlm" isimli eserinde "Hadis yazmanın caiz olup
olmaması hakkındaki ihtilâfı" zikretmiş ve: "Bu konuda Tabiin ve
tebe-i tabiinden gelen yazmayı
yasaklayan ve yazmayı mubah kılan
merff;,
mevkuf hadisleri ve
eserleri" nakletmiştir. Geniş bilgi
edinmek isteyen o esere müracat etsin. [36]
Resûlullâh (SAV) in
şer'i hüküm koyma içtihadı ile şer'i olmayan hüküm koyma içtihadı arasım
ayırmamız gerekir.
a) İnsanların
hayatta âdet edindikleri ziraat, tıp gibi işlerin bilinmesi tecrübe ve denemeye
dayanır. Böyle konularda
Resûlullâh (SAV) in
içtihadı diğer müctehidlerin
içtihadı gibi olup, içtihadında hata da eder, isabet de eder. Çünkü bu işler
şer'i ister değildir. Bundan dolayı Resûlullâh (SAV) hurma ağaçlarının
aşılanması hakkında: "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz"
buyurdular.
Buhâri ve Müslim Enes
(r.a) den rivayet etmişlerdir. Enes (r.a) demiştir ki: Resûlullâh (SAV) hurma
ağaçlarını aşılayan bir kavmin yanına uğradı ve onlara: "Bunu yapmasanız
daha iyi olur" buyurdular. Enes (r.a) diyor ki: "Sonra aşısız hurma
ağaçlan koruk çıkardılar. " Resûlullâh (SAV) (tekrar) o kavmin yanına
uğradı ve "Hurma ağaçlarınıza ne oldu?" diye sordu. Onlar da:
"Sen şöyle şöyle buyurdun" dediler. Bunun üzerine Resûlullâh (SAV)
da: "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" buyurdular.
b) Harb yerlerinde orduyu yerleştirmek, ordu
saflarım düzenlemek, ordunun konaklayacağı yerleri
seçmek,
ordunun saldırı ve
geri çekilme planlarını belirlemek gibi işlerin bilinmesi özel eğitime, insan
becerisine ve tedbirine dayanır.
Bu işler yapılması
istenilen ve yapılmaması istenilen şer'i hükümlerle ilgili işlerden değildir.
Bu işler Peygamber Efendimizin şer'i hüküm koyma ve şeriata kaynak olma
işlerinden olmayıp beşeri işlerdendir.
Meselâ: Peygamber
Efendimiz (SAV) Bedir Gazvesinde Medine tarafında bulunan Bedir sularından bir
suyun yakınında konakladı. Hubab b. Münzir b. Amr b. el-Cemuh Peygamberimizin
yanına gelerek: "Ey Allah'ın Resûlu bu konakladığın yerden bana haber ver,
bu yer Allah'ın seni indirdiği bir konaklama yerimidir? Eğer öyleyse bizim için
bu yerden ne ileri ne de geri gitme hakkımız yoktur. Yoksa burada konaklama bir
görüş, bir harp, bir hile midir?" diye sordu. Peygamber Efendimiz (SAV):
"Bilâkis bu yerde konaklamak bir görüş, harp ve hiledir" buyurdu.
Hubâb da "Ey Allah'ın Resûlu burası konaklama yeri değildir. Orduyu
kaldır. Kureyş'e en yakın olan bir suya gidelim ve orada konaklayalım. Sonra o
suyun ötesindeki kuyuların sularını bozalım. Sonra orada bir havuz yapalım ve
onu su ile dolduralım. Biz içelim onlar ise içmesinler" dedi. Bunun üzerine
Resûlullâh (SAV) bu görüşü beğendi. Hubâb (r.a)ın dediğini yaptı. Bu hadiseyi
Siyer ehli rivayet etmişlerdir.
c) Peygamber
Efendimizin (SAV) inançlar, ibadetler, helâl, haram, ahlak ve bunlarla ilgili
olan işleri bildirmesi ve kadı tayın etmek, ganimetleri taksim etmek, antlaşma
yapmak, davacı ile davalıların arasındaki anlaşmazlığı çözümlemek gibi yapmış
olduğu genel idare işleri şer'i hüküm koyma konularında Peygamber Efendimiz
(SAV)
in delilin bulunmadığı
yerlerde ictihad etmesi caizdir. Fakat Peygamber Efendimiz (SAV) içtihadında
yanılırsa doğru olanı Allah tarafından kendisine bildirilirdi. Nitekim
Resûlullâh (SAV) ictihad ettiği bazı hâdiselerde hata etmiş sonra Cenab-ı hak
tarafından bu hatası kendisine bildirilmiştir:
1)
Resûlullâh (SAV) Bedir esirleri hakkında ashabı ile istişare etti. Hz. Ebü
Bekir (r.a) esirlerden fidye (kurtuluş parası) alınarak bırakılmasını teklif
etti. Çünkü esirler Müslümanların akrabaları idi. Hz. Ömer (r.a) ise hepsinin
kılıçtan geçirilmesini istedi. Çünkü bunlar Müslümanlara en çok kötülük yapan
müşriklerin başlarıydı. Resûlullâh (SAV) ve arkadaşlarının çoğu Hz. Ebû Bekir
(r.a) in teklifini kabul etti. Her bir esirden dörder bin dirhem (bir nevi
gümüş para) bedel alınarak bütün esirler serbest bırakıldı. Yalnız
kurtuluş parasını ödeyecek
kudreti bulunmayanlardan okuma yazması olanlara mühim bir vazife
verildi. Her esir Medine'li on çocuğa okuma yazma öğreterek
salıverilecekti. Bunun üzerine Allah Tealâ Resûlullâh (SAV) a ve ashabına
darılarak şu âyeti indirmiştir:
"Hiçbir peygamber
için, yeryüzünde ağır basmadıkça (üstün gelmedikçe), esirleri bulunmak doğru
değildir. Sizler dünya malını istiyorsunuz Allah ise ahireti (kazanmanızı)
diliyor. Allah güçlüdür. Hüküm ve hikmet sahibidir. Eğer Allah'tan bir yazı
geçmiş olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı mutlaka size büyük bir azab
dokunurdu" [Enral sûresi: 67-68] Bunu siyer yazarları, Müslim, İmam Ahmet
rivayet etmişlerdir.
2) Resûlullâh
(SAV) Tebük gazasına gitmemek için özür beyan ederek izin istiyen münafıklardan
kendisine özründe doğru olan've
yalancı olan belli olmadan onlara izin vermişti. Bunun üzerine Allah Tealâ
Resulüne darılarak şu âyeti indirmiştir.
"Allah seni
affetti ya! Neden onlara izin verdinde şu doğru söyliyenler sence belli
oluncaya ve yalancıları bilinceye kadar beklemedin?" [Tevbe sûresi: 43]
3) Resûluîlâh
(SAV) Mekke'nin hürmeti hakkında: "Şübhe yok ki, bu beldeyi Allah gökler
ile yeri yarattığı gün haram kılmıştır. Bundan dolayı o, Allah'ın haram
kılmasıyla kıyamete kadar haramdır. Dikeni kesilmez avı ürkütülmez, ilân
edenlerden başkası orada bulduğu eşyayı alamaz, yaş otu da kesilemez"
buyurunca. Hz. Abbas (r.a) "Ey Allah'ın Resûlu! Yalnız izhir müstesna
olsun, çünkü o, Mekke'nin demircileri ile evlerine lâzımdır. " Dedi. Bunun
üzerine Resûlullâh (SAV) da: "(evet) Yalnız izhir müstesna"
buyurdular. Resûlullâh (SAV) m her çeşit yaş otun kesilmesini yasakladıktan sonra
Hz. Abbas (r.a) m görüşünü alarak izhir otunu istisna etmesi kendisinin bir
içtihadı oldu. [Bu hadisi Buharı, Müslim ve diğer sünen sahibleri zikretmiştir.
]
4) Hayber
gazasında Hayber'in Müslümanlar tarafından fethedildiği günün akşamında
mücahitler yer yer ateş yakmışlardı.
Bunun üzerine Resûlullâh
(SAV): "Bu ateşler nedir?
Niçin yakıyorsunuz?" diye sordu. Ashab: "Et pişirmek
için!" diye cevap
verdiler. Resûlullâh (SAV):
"Hangi et, ne eti?" diye sordu. Ashab: "Ehli eşeklerin
eti!" diye cevap verdiler. Resûlullâh (SAV): "Onu dökünüz, kaplarını
da kırınız. " Buyurdu. Ashabdan birisi (Ömer b. Hattab): "Ey Allah'ın
Resûlu! Eti döküp, kaplan yıkasak olmaz
mı?" dîye sordu.
Resûlullâh (SAV):
"Yahud öyle yapınız." Buyurdu.
[Bu hadisi Buhari rivayet
etmiştir. ]
Resûlullâh (SAV) önce
ashabını ehli eşek etini yemelerini şiddetle yasaklayarak; et pişen kaplarında
kırılmasını emretti. Ashab, Resûlullâh (SAV) in emrini kabul edince, ashabdan
biri kapları kırıp kullanılmaz hale getirmek yerine yıkamakla yetinilmesine
işaret etti. Resûlullâh (SAV) da onlara kapları yıkamalarına izin verdi. İşte
bunlar, Resûlullâh (SAV) in ictihad yaptığını bildiren olaylardır. [37]
Resûlullâh (SAV) in
ashabı ile hayatı gerçek bir nizâmı temsil ediyordu.
İnsanlar bu asırda
bile o gerçek nizâmı hayal ediyorlar. Ve onun edebiyatını yapıyorlar.
Resûlullâh (SAV) ile
ashabı arasında birbirleriyle görüşmek için en küçük bir engel yoktu.
Resûlullâh (SAV) onlarla
mescidde, pazarda, evde, seferde, hazarda görüşüyordu. Ashab Resûlullâh (SAV)
ile buluşmaya, sohbetini dinlemeye, ondan devamlı ilim almaya, onun gösterdiği
doğru yola gitmeye, onun gidişatına uymaya pek düşkündüler. Hatta bu konuda
birbirleriyle yarışıyorlardı. Yarışmaları öyle bir dereceye ulaştı ki, onun
meclisine nöbetle devam ediyorlardı. Nitekim Hz. Ömer'den rivayet edilmiştir,
demiştir ki: "Ensardan bir komşum ile beraber Beni Ümeyye b. Zeyd yurdunda
(oturuyor) idim. Bu (yurt) Medine'nin Avâlî
denilen semtinde
bulunuyordu. (Bir şey öğrenmek ümidiyle) Resûlullâh (SAV) in yanına nöbetleşe
inerdik. Bir gün o iner, bir gün ben inerdim. İndiğim zaman o gün vahiy ve
saireye dair (ne duyarsam) haberini (komşuma) getirirdim. O da indiği zaman
böyle yapardı." [Bu hadisi Buhari Kitabü'l-İlim'de rivayet etmiştir. ]
Ashabdan birinin
başına bilmediği bir iş gelince uzak yerde olsa bile o işi öğrenmek için uzun
yolları katederek Resûlullâh (SAV) a gelir ve o işin neticesini öğrenirdi.
Buhari Ukbe b.
el-Hâris'den rivayet ettiğine göre, Ukbe b. el-Hâris (Kureyş kabilesindendir)
İhab b. Aziz'in kızıyla evlendi. Hemen bir kadın gelip: "Ukbe'yi de,
evlendiği kadını da ben emzirdim" dedi. Ukbe ona: "Ne senin beni
emzirdiğinden haberim var ne de önce bunu bana söylediğinden" cevabını
verdi. Hayvanına binip Medine'ye Resûlullâh (SAV) in (huzuruna) gitti. (Bu
konuda Allah Tealâ'nın hükmünü sordu) Resûlullâh (SAV): "Nasıl olur ya bir
kere (bu söz) söylenmiş bulundu" buyurdu. Bunun üzerine Ukbe o kadından ayrıldı
o kadında başka bir erkekle evlendi.
Ashab Resûlullâh (SAV)
in hallerini bilmede aynı seviyede değillerdi. Çünkü Ashabın halleri, hayat
şartları, oturdukları yerler farklıydı.
Resûlullâh (SAV)ın
ilim öğretmek için Özel bir dershanesi yoktu. Resûlullâh (SAV) in hayatı,
etrafı aydınlatan bir ilim meş'alesi idi. Cuma ve bayram günleri vaz' ederdi.
Bu günlerin dışında vaz' etmek için vakit kollardı.
Buhari İbn-i
Mes'ud'dan rivayet etmiştir. İbn-i Mes'ud şöyle demiştir: "Resûlullâh
(SAV) vaz' (ve nasihat) hususunda bize bıkkınlık gelmesin diye halimize bakıp
(ona göre) gün ve (saat) kollardı."
Mesruk, ResûluUâh
(SAV) dan ilim öğrenen ashabın farklı olduğuna işaret ederek: "ResûluUâh
(SAV) in ashabıyla bir arada bulundum. Onlardan kimini bir kişiyi kandıracak
göl gibi, kimini on kişiyi kandıracak göl gibi, kimini yüz kişiyi kandıracak
göl gibi, kimini de bütün dünya halkını kandıracak göl gibi buldum"
demiştir.
Tabîî olarak ResûluUâh
(SAV) m sünnetini en çok bilenler ilk islâmı kabul edenlerdir, meselâ: Hz. Ebû
Bekir (r.a), Hz. Ömer (r.a), Hz. Osman (r.a), Hz, Ali (r.a), Abdullah b. Mes'ud
(r.a) gibi, ResûluUâh (SAV), ile devamlı bir arada bulunanlar ve ondan hadis
rivayet yazanlardır. Nitekim hadis yazanlar yukarıda geçmiştir.
Cinsel hayatla ilgili
ve kadınlara mahsus meselelere gelince, bu meseleleri bazan ashab ResûluUâh
(SAV) a sorup Öğreniyorlar, bazan da hanımlarını ResûluUâh (SAV) in zevcelerine
bu meseleleri sormak İçin gönderi-yorlardı. Çünkü onlar ResûluUâh (SAV) in aile
ile ilgili hallerini biliyorlardı. Bazan da kadınlar kendilerine âit olan
meselelerden dilediklerini ResûluUâh (SAV) a sorup öğreniyorlardı. ResûluUâh
(SAV) şer'i olan bir hükmü bir kadına açık olarak söylemekten çekinirse,
hanımlarından birine o şer'i hükmü o kadına Öğretmesini emrediyordu. Nitekim
bir kadın gelip ResûluUâh (SAV)a: "Ben hayzımdan nasıl
temizleneceğim?" diye sordu. ResûluUâh (SAV) ona: "Üzerine misk
sürülmüş bir bez parçası al da onunla temizlen" buyurdu. Kadın: "Ey
Allah'ın Resûlu ben onunla nasıl temizleneceğim?" dedi. ResûluUâh (SAV)
önceki sözünü tekrar etti. Fakat kadın yine anlamadı. Bunun üzerine ResûluUâh
(SAV) Hz. Aişe(r.a) ye ne demek istediğini o kadına anlatmasını işaret etti.
Hz. Aişe (r.a) de kadına ResûluUâh (SAV)ın ne demek istediğini şöyle anlattı:
"Temiz bir bez parçası alırsın onukanın geldiği yere koyarsın, eğer bez
temiz olarak çıkarsa bu hayızdan temizlenmiş olduğunun alâmetidir." [Bu
hadisi Bûhari, Müslim, Ebu Davûd, Nesei rivayet etmişlerdir.] [38]
Âlimler Kur'ân'ın
sahifelerde ve kalblerde muhafaza edilmesine "Kur'ân'ın Cem'i"
demişlerdir. "Kur'ân'ın Cenı'i" ifadesi bazan Kur'ân'ın ezberlenmesi
manasında kullanılır. Şu âyeti kerimede ki "Cem" kelimesi bu
anlamdadır: "Şüphesiz ki, onu cem' etmek (Kur'ân'ı senin kalbine
yerleştirmek ve sana ezberletmek) ve onu okutmak bize aittir." [Kıyamet
sûresi: 17]
"Kur'ân'ın
Cem'i" ifadesi bazan da Kur'ân'ın yazılması manasında kullanılır. Onun
âyetleri ve sûreleri ayrılmış veya her sûre bir sahifede olmak üzere sadece
âyetleri tertip edilmiş ya da âyetler ve sûreler tertip edilip bütün sûreleri
bîr araya getiren sayfalarda toplanmış ve her biri ardınca dizilip sıralanmış
olarak hepsinin yazılmasıdır.
a) Kur'ân'ın
Cem'i; ezberlenmesi ve ezberden okun-ması-na gelince ResûluUâh (SAV) bu mana
ile Kur'ân'ı ezberliyenlerin ilki idi. ResûluUâh (SAV) in ashabından birçokları
da Kur'ân'ı ezberlemişlerdi. Bunlara "kurra" cemaatı denirdi.
Haberler bunların adedinin çok olduğunu bildiriyor. Şöyle ki, Kur'ân'ı
ezberleyenlerden Bir'-i Mâune'de yetmiş kişinin şehit edildiği rivayet
edilmiştir.
Kur'ân'ı ezberliyenler
arasında meşhur olanlar: Abdullah b. Mes'ûd, Ebû Hûzeyfe'nin azadlısı Salim b.
Ma'kıl,
Muaz b. Cebel, Übey b.
Ka'b, Zeyd b. Sabit, Ebû Zeyd b. Seken ve Ebu'd- Derda'dır.
Buhâri'de Şunlar
Zikredilmiştir:
Abdullah b. Amr b.
el-As'dan rivayet edilmiştir demiştir ki: "Resûlüllâh (SAV) in şöyle
buyurduğunu işittim: "Kur'ân'ı şu dört kişiden alınız, " Abdullah b.
Mes'ûd, Salim, Muâz, Übey b. Ka'b"
Katade'den rivayet
edilmiştir demiştir ki: "Ben Enes b. Malik'e: Resûlüllâh (SAV) zamanında
Kur'ân'ı kimler ezberlemişti?" diye sordum. O da: "Dört kişi
ezberlemişti, bunların hepsi ensardandı: Übey b. Ka'b, Muaz b. Cebel, Zeyd b.
Sabit, Ebû Zeyd'dir. " Diye cevap verdi. Ben: "Ebû Zeyd kimdir?"
diye sordum. O da: "Amcalarımdan biridir" diye cevap verdi.
Enes'den gelen diğer
bir rivayete göre, Enes: "Resûlüllâh (SAV) vefat ettiğinde Kur'ân'ı şu
dört kişiden başkası ezberlememişti: Ebû'd-Derdâ, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit,
Ebû Zeyd" demiştir.
İbn-i Hacer
"el-İsâbe" isimli eserinde Said b. Ubeyd'in hal tercemesinde onun
hafızlardan olduğunu ve "el-Kari" diye lâkâblandığını zikretmiştir.
Suyûti Resûlüllâh
(SAV) in ashabından kurrâ olanların birçoklarının isimlerini zikretmiş ve:
"Muhacirlerden: Dört halife, Talha, Sa'd, İbn-i Mes'ûd, Huzeyfe, Salim,
Ebû Hüreyre, Abdullah b. Sâib, Abadile, İbn-i Abbas, İbn-i Amr b. el-As, İbn-i
Ömer, İbn-i Zübeyr, Aişe, Hafsa, Ümmü Seleme'yi ve Ensardan: Ubâde b. Sâmit,
künyesi Ebû Halime olan Muaz, Mecma' b. Câriye, Fudâle b. Übeyd ve Mesleme b.
Mahled'i" saymıştır.
Ashabdan yedi kimse
Kur'ân okutmakla şöhret kazanmıştı. Bunlar: "Osman b. Affan, Ali b. Ebû
Talib Übeyy b. Ka'b, Zeyt b. Sabit, Abdullah b. Mes'ud, Ebû Musa
el-Eş'arİ" dir. Bunlardan bazı sahabiler ve tabiinden pek çok kimseler
kur'ân öğrenmişlerdi. O devirde Kur'ân'ın nakli kalblerde ve sinelerde
ezberlenmeye dayanıyordu.
Okuma yazma bilmeyen
Arab milleti yaradıhşda kuvvetli zekâya sahiptiler. Okuma yazma bilmedikleri
için haberleri, şiirleri, neseb bilgilerini kalb defterlerine yazıyorlardı.
Kalblerde ezberlemeyi Allah Tealânın bu millete ihsan ettiği özel bir şereftir.
b)"Kur'ânın
cem'i" ifadesinin ikinci manası olan Kur'ân'ın yazılma manası murat
edilmiştir. Bizim burada maksadımız Resûlüllâh (SAV) devrinde yazmak suretiyle
olan "Kur'ân'ın cem'i" dir. Buna "cem'i evvel=ilk cem" adı
verilir.
Resûlüllâh (SAV) bir
çok vahiy katibleri edinmişti. Bazıları şunlardır: Dört halife, Muaviye, Zeyd
b. sabit, Übeyt b. ka'b, Halid b. velid, Sa'd b. kays. Âyetler indiğinde
Resûlüllâh (SAV) onlara âyetlerin yazılmasını emrediyor, bu âyetlerin süredeki
yazılacak yerini gösteriyordu. Nitekim ashabdan bazıları da Resûlüllâh (SAV)
kendilerine emrettiği halde kur'ân'dan inen âyetleri kendiliklerinden
yazıyorlardı. Ta ki, Kur'ân'ın yazılması kalblerinde ezberlemiş olduklarına
destek ve yardımcı olsun. Onlar Kur'ânı kabuklan sıyrılmış hurma dallarına,
ince taş levhalara, tahta levhalara, derilere, kürek kemiklerine, deve
semerine, tabaklanmış derilere, kaburga kemiklerine yazıyorlardı.
el-Hakim, Zeyd b.
Sabit'den rivayet etmiştir, Zeyd demiştir ki: "Biz Resûlüllâh (SAV) m
yanında Kur'ân'ı deriler
ve kabuklan sıyrılmış geniş hurma dallarına, ince taş levhalara, hurma
kütüklerine, kağıtlara, deve semerine yazıyorduk."
Cibril'i Emin ile
Resûlüllâh (SAV) her sene Ramazanı şerifin gecelerinde o zamana kadar inmiş
olan Kur'ân âyetlerini karşılıklı birbirlerine okurlardı. Ashabı kiramda
kendilerinde bulunan Kur'ân âyetlerini ezbere veya yazılı olarak Resûlüllâh'a
okurlardı.
Kur'ânın yazılma işi
Resûlüllâh (SAV) zamanında genel bir mushafta toplanmış değildi. Bilakis -bir
sahabinin yanın da bulunan âyetler ve süreler, diğer sahabinin yanın da
bulunmuyordu. Kur'ân'in yazılan bütün âyetleri Resûlüllâh (SAV) in hane-i
saadetlerine konuyordu. Vahiy katibleri de bir suretini kendileri için
yazarlardı.
Alimlerin nakl
ettiklerine göre, Ali b. Ebû Talib, Muâz b. cebel, Übeyt b. ka'b, Zeyt b.
Sabit, Abdullah b. Mes'ud, gibi ashaptan bir gurub Kur' ân'in hepsini
ezberleyip Resûlüllâh (SAV) a okumuşlardı. Ancak Zeyt b. Sabit'in Kur'ân'ın
hepsini ezberleyip okuması hepsinden sonra idi.
Resûlüllâh (SAV),
vefat etiği zaman Kur'ân şimdiki mushaflarımızda bulunan tertib Üzere yazılması
"tevkifi" dir. Yani her âyet indiği zaman Cebrail Aleyhisselâmm
Resûlüllâh (SAV) a bu âyetin fülan süredeki falan âyetin sonuna yazılacağını
bildirmesidir.
Kur'ân Resûlüllâh
(SAV) zamanında bir mushaf da toplanmış değildi, çünkü vahyin inmesi devam
ediyor, onu kurrâ ezberliyor, onu vahiy katibleri yazıyordu, Bir mushafda
toplanmasına ihtiyaç duyulmuyordu. Zira Resûlüllâh (SAV) a zaman zaman âyetler
iniyor, bazan daha önce
inmiş olan bir
ayeti, sonra inen bir
âyet neshediyordu. [39]
Resûlüllâh (SAV),
Muâz'm bir hüküm hakkında âyet ve hadis bulunmadığında "İçtihat
ederim" demesini tasdik etti. Muâz'in arkadaşlarından bir gurup Muâz'dan
rivayet etmişlerdir. Resûlüllâh (SAV) Muâzı yemene (kadı olarak) göndereceği
vakit: "Sana bir dava geldiğinde nasıl hüküm vereceksin?" buyurdu.
Muâz: "Allah'ın kitabındaki ahkama göre hüküm vereceğim" dedi.
Resûlüllâh (SAV) "Şayet Allah'ın kitabın da yoksa ne yaparsın?"
buyurdu. Muâz: "Resûlüllâh (SAV) in sünneti ile hüküm vereceğim. "
dedi. Resûlüllâh (SAV): "Şayet Resûlüllâh (SAV)'ın sünnetinde o hüküm
yoksa ne yapacaksın?" buyurdu. Muâz: "Kendi görüşümle içtihadımla
hüküm vereceğim ve kusur yapmamaya çalışacağım." dedi. Bunun üzerine
Resûl-i Ekrem Muâz'in göğsüne vurarak: "Allah'a hamdü senalar olsun ki,
Resulünün elçisini Allah'ın Resulünün razı olacağı şeye muvaffak kıldı."
buyurdu.
Muâz'm arkadaşlarının
isimleri rivayette her ne kadar zikredilmemiş ise de onlar Müslümanların
faziletlilerinden ve seçkinlerindendir. Onlar ilimde dindarlıkta, fazilette
meşhur idiler. Onların makamları hiçbir kimseye gizli değildir.Çünkü onlar
ashabtandır. Onlardan suçlanmış olan hiçbir kimse yoktur.
Ubâde b. Enes'in
rivayetinde Muâz'dan hadisi rivayet eden râvinin Abdurrahman b. Ganem olduğu
zikredilmekle râvinin bilinmezliği
ortadan kalkmıştır. Muâz hadisi ve bunun gibi olan şu hadisler: "Varise
(miras alana) vasiyyet yoktur."
"O (deniz) ki,
suyu temizdir, ölüsü helâldir."
"Diyet akileye
(katilin akrabalarına) aittir." İsnat cihedinden kesin olmasa bile
senetleri muttasıldır. İlim ehli Muâz hadisini nakletmişler ve bu hadisi
Resûlullâh (SAV) in hayatın da hadis ve âyet bulun mayan yerde ashabın
içtihadının caiz olduğuna delil göstermişlerdir. Rivayet edildiğine göre, ashab
Resûlullâh (SAV) in bulunmadığında ve onun huzurunda bir çok hadiseler hakkında
içtihatlarıyla hüküm veriyorlardı, Resûlullâh (SAV) onları içtihatlarıyla hüküm
vermekten men etmiyordu. [40]
Resûlullâh (SAV) in
bulunmadığında bir çok hadiseler hakkında ashab-ı kiram içtihat etmişlerdir.
Bunlardan bazıları şunlardır:
a)
Resûlullâh (SAV) Ahzâb (hendek) savaşından döndüğü gün ashabına: "Sakın
sizden hiçbir kimse ikindiyi beni Kureyza'dan başka bir yerde kılmasın. "
Buyurdu. Onlar yolda iken ikindi vakti girdi. Ashabdan bir kısmı
"Resûlullâh (SAV) bizden namazı geciktirmeyi murat etmeyip, derhal yola
çıkıp acele (beni kureyza1 ya) gitmemizi murat etmiştir." dediler, ve
yolda namazı kıldılar. Bunlar hadisin manasına bakarak içtihatta bulundular.
Diğer bir kısmıda Beni Kureyza'ya varıncaya kadar geciktirdiler. Namazı
geceleyin kıldılar. Bunlar ise hadisin lafzına bakarak içtihatta bulundular.
Her iki kısım içtihatta
bulundukları için Resûluîâh (SAV)
hiç birini kınamadı.
İbn-i kayyım
"İ'Iâmü'l-Muvakıin" isimli eserinde bu konuyu açıklayarak:
"İkindi namazını beni kureyza'da kılanlar zahiriyye ehlinin önderleridir.
îkindi namazını yolda kılanlar manaları ve kıyası kabul edenlerin önderleridir."
demiştir
b) Hazreti
Ali (r.a) Yemen'de iken kendisine bir çocuk hakkında anlaşamayan üç kişi geldi.
Onlardan her biri "Bu çocuk benimdir" dedi. Hz Ali (r.a) onlardan her
birini muhayyer kılarak "Bu çocuğu diğer kişinin olmasına razı olur
musunuz?" diye sordu. Kabul etmediler. Bunun üzerine Hz. Ali "Siz
anlaşamayan ortaklarsınız" dedi.
Aralarında kur'a çekti. Kur'a kendisine çıkana çocuğu verdi.
Kur'a çıkana, çocuğun
diyetinin üçde ikisini
diğerlerine ödemesine hüküm verdi. Hz. Ali'nin bu hükmü Resûluîâh (SAV) a
ulaşınca mübarek azı dişleri görününceye
kadar güldü. [Bunu
Hatib-i Bağdadi
"Kitabü'l-Fakih vel-Mütefakkıh" isimli eserinde rivayet etmiştir.]
Hz. Ali (r.a) bu
hükmünde kendisine kur'a çıkan kimsenin diğer iki kişinin o çocuktaki
haklarını telef etmiş gibi kabul etti. Nitekim üç kişi arasında ortak olan bir
köleyi ortaklardan biri öldürse diğer iki ortağına kölenin kıymetinin üçde
ikisini ödemesi vacib olur. Hz. Ali (r.a) bu hür olan çocuğu kur'a çıkana verip
diğer iki kişiyi o çocuktaki haklarından mahrum ederek hüküm vermeyi, ortak
olan kölenin öldürülmesine kıyas etmiştir.
c) Yine Hz.
Ali (r.a) nin arslan çukuru meselesi hakkındaki hükmü
meşhurdur. Rivayet edildiğine
göre, Yemen halkından bir kavim arslan avlamak için üstü
Örtülü bir çukur hazırlamışlar, (çukura
arslan düşmüş) Bunun üzerine insanlar çukurun etrafına toplanıp itişip
kakışırlarken içlerinden biri çukura düşmüş, düşerken can havliyle ikinci bir
kimseyi çekmiş, o da aynı şekilde üçüncü bir kimseyi, oda dördüncü bir kimseyi
çekmiş. Çukurdaki arslan onları parçalamış. Bu mesele, Hz Ali (r.a) ye
sorulmuş: Ali (r.a.): "Kuyuya ilk düşenin diyetinin dörtde birinin
ödenmesine çünkü bunun üstünde üç kimse helak olmuş, İkinci düşenin diyetinin
üçte birinin ödenmesine çünkü bunun üstünde iki kimse helak olmuş, üçüncü
düşenin diyetinin yarısının ödenmesine çünkü bunun üstünde bir kimse helak
olmuştur. Dördüncü düşenin diyetinin tamamının ödenmesine ve bu diyetleri
çukurun başında izdihamda bulunan kimselerin akilelerinin ödemelerine hüküm
vermiştir. Bu hüküm Resûlullâha (SAV) ulaşınca: "Hüküm Hz Ali (r.a) nın
verdiği gibidir" buyurmuştur. [Bu hadisi Hz Ali'den Ahmet b. Hanbel,
Bezzâr, Beyhaki rivayet etmişlerdir]
Şevkâni
"Neylü'l-Evtâr" isimli eserinde: "Resülullâh (SAV) m tasdik
ettiği Hz Ali (r.a)nin vermiş olduğu bu hükmü, âlimler: "Bundan sonra her
hangi bir kuyu başında toplanan bir cemaat izdihama sebeb olup itişip
kakışırlarken, bir birini çekerek kuyuya düşüp ölenlerin diyetlerinin miktarı
aynı şekilde o cemaatin âkilerinin (akrabalarının) ödeyeceğine dair delil
olarak kabul etmişlerdir." demiş, sonra Şevkâni Hz Ali'nin hükmündeki
diyet miktarlarının o şekilde taksim edilmesini şöyle yorumlamıştır:
"Kuyuya ilk düşenin diyetinin dörtte biri ödenir, dörte üçü heder olur.
Çünkü o, hem izdiham yapanların fiili ile hem de kendi fiili ile yani yanındaki
kimseyi çekmesiyle helak olmuştur. Sanki onun ölümü izdiham ve üzerine üç
kimsenin düşmesiyle olmuştur.
İzdiham, ölmesinin
sebeplerinden bir sebep ve üzerine üç kimsenin düşmesi de ölmesinin
sebeplerinden üç sebep sayılmıştır. Bu yüzden diyetinin dörtte biri ödenir,
dörtte üçü Ödenmez .
Kuyuya İkinci düşenin
diyetinin üçte biri Ödenir çünkü o kimsede hem izdihamı hem de üzerine iki
kişinin düşmesiyle ölmüştür. İzdiham, ölmesinin sebeplerinden bir sebep ve
üzerine iki kişinin düşmesi de ölmesinin sebeplerin den iki sebep olmuştur.
Ölmesine sebep olan izdiham için diyetinin üçte biri ödenir, üçte ikisi heder
olur. Çünkü üzerine iki kişinin düşmesine kendi çekmesi sebep olmuştur.
Kuyuya üçüncü düşenin
diyetinin yarısı ödenir. Çünkü o kimse de hem izdiham hem de üzerine bir
kişinin düşmesiyle ölmüştür. Ölümüne sebep olan izdiham için diyetinin yarısı
ödenir, yarısı heder olur. Çünkü üzerine bir kişinin düşmesine kendi çekmesi
sebep olmuştur.
Kuyuya dördüncü
düşenin diyetinin tamamı ödenir. Çünkü o kimsenin ölmesine izdihamdan meydana
gelen çekmek sebep olmuştur.
Diyet, izdihama sebep
olan cemaatın akilelerine lazım gelir. Kuyuya çekenlerin akilelerine lazım
gelmez. Çünkü yanındaki şahsı çeken kimse o şahsı direkt olarak öldürmek
istememiştir. Her ne kadar öldürmeye sebep olmuş ise de kuyunun başında
toplanmış olan cemaate gelince, onların izdihamı dört kişinin kuyuya
düşmelerine sebep olmuştur. İzdihamdan meydana gelen sebep çekmekten meydana
gelen sebebten daha kuvvetlidir. Çünkü çeken kimse yanında bulunan kimseyi
çekmeye mecbur bırakıldı."
d) Ebu
Said-i Hüdri'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Ashabtan iki kişi yola
çıkmışlardı. Namaz vakti gelince, yanlarında
su olmadığı için
her ikisi temiz
toprakla teyemmüm ederek namazlarını
kıldılar. Sonra vaktin içindeyken suyu
buldular, onlardan birisi
abdest alıp namazını iade
etti, diğeri ise
iade etmedi. Sonra Resûlullâh (SAV) a gelerek meseleyi
kendisine anlattılar. Resûlullâh
(SAV) namazı iade
etmeyene: "Sünneti yapmakla
isabet ettin ve namazın sana kifayet etti." buyurdu. Abdest alıp
iade edene de: "Sana iki sevap vardır." buyurdu.
Resûlulîâh (SAV) bu iki
sahabinin içtihatlarını doğru buldu ve her birinin almış olduğu ecri
(sevabı) açjkladi." [Bu hadisi Nesei, Ebu Davut rivayet etmişlerdir]
e) Ammar b.
Yasir'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Resûlullâh (SAV) beni bir iş
için gönderdi, ve ben cünüp oldum da, su bulamadım. Bundan dolayı temiz
toprakta yuvarlandım. Sonra namazı
kıldım. Bunu Resûlullâh (SAV) a anlatınca: "Sana
şöyle yapman kifayet ederdi" buyurarak: avuçlarını yere vurup, fazla
toprağın düşmesi için üfledikten sonra yüzünü ve ellerini mesh etti." (Bu
hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.
f) Hastaya Fatiha okuyup bundan dolayı ücret alan
sahabiyi Rasülullâh (SAV)ın tasdik etmesi: Buhari Ebû Said-i Hudri'den
rivayet etmiştir, demiştir ki: RasûluIlâh(SAV)ın ashabından bir gurup
yola çıktılar. Arap mahallelerinden bir mahalleye indiler. Onlardan kendilerini misafir etmelerini
istediler, fakat onlar misafir etmeyi kabul etmediler.
Bu sırada kabilenin
reisini bir akrep sokmuştu. Yapılmadık
şey bırakmadılar bir
faydası olmadı. Kabile
halkından bazıları:
"Şu inen guruba bir baş vursaydınız, belki onların bildiği bir şey
vardır." Dediler. Bunun üzerine o kabileden ashaba müracaat ettiler ve
dediler ki: "Reisimizi akrep soktu, sizde buna karşı yapılacak bir şey var
mı?" O ashab gurubundan biri dedi ki: "Vallahi ben hasta okumasını
bilirim, fakat bizi misafir etmeniz için size müracaat ettiğimiz halde siz bizi
kabul etmediniz. Bunun karşılığında bize bir şey vermediğiniz takdirde
hastanızı okumam. " Böyle deyince bir sürü koyun üzerine anlaştılar.
Ashabtan bu zat gitti, hastaya üfleyerek fatihayı okudu. Hasta derhal bağlı
bulunduğu ipten kurtulmuş deve gibi hiçbir şeyi kalmayarak yürümeye başladı.
Ebû Said dedi ki:
Sonra anlaştıkları gibi koyunları kendilerine verdiler, içlerinden biri:
"Koyunları taksim edin" dedi. Hastaya okuyan zat "Hayır! Önce
Rasülullâh (SAV)ın yanma varalım, meseleyi anlatalım bakalım ne diyecektir,
ondan sonra taksim ederiz" dedi. Rasülullâh (SAV)ın yanına geldiler.
Meseleyi ona anlattılar. Rasülullâh (SAV)da: "Sen Fatihâ'nın hasta okumaya
dair olduğunu nerden bildin?" buyurdu. Sonra Rasülullâh (SAV):
"Aldığınız koyunları aranızda taksim edin, bana da bir hisse ayırın."
Buyurdu ve güldü.
Hafız demiştir ki: Bir
rivayete göre o kabile halkı ashabdan olan guruba otuz koyun vermiştir. Gurubun
adedi de otuz kişi idi. Hadiste geçen "Elhamdülillah" kavliyle
"Fatiha" süresi murad edilmiştir.
Bir rivayette de şu
ziyade vardır: Rasülullâh (SAV) "Fatiha" okuyan sahabeye "sen
onun hasta okumaya dair olduğunu nereden bildin?" buyurunca o da: "Ey
Allah'ınRasûlu! Fatiha okumak benim kalbime
ilham edildi." Diye cevap
verdi.
Hafız demiştir ki:
"Bundan anlaşılıyor ki, o sahabinin daha önce hastaya "Fatiha"
okumanın meşru olduğuna dair bilgisi yokmuş yani o sahabinin bunu yapması
kendisinin içtihadıdır." [41]
Rasûlullâh (SAV)ın
huzurunda ashab birçok hadiseler hakkında ictihadda bulunmuşlardır.
Bunlardan bazıları
şunlardır:
a) Said b.
Muâz Beni Kureyza hakkında ictihadda bulundu. Said b. Muâz Rasûlullâh (SAV)ın
huzurunda onlar hakkında kendi içtihadı ile hüküm verdi. Rasûlullâh (SAV) onun
hükmünü doğru buldu.
Ebû Said-i Hûdri'den
rivayet edilmiştir demiştir ki: Kureyza halkı Said b. Muâz'in hüküm vermesi
için kalelerinden indiler. Bunun üzerine Rasûlullâh (SAV) Sa'd'a haber
gönderdi. O da bir merkep üzerinde yanlarına geldi. Mescide yaklaşınca
Rasûlullâh (SAV): "Efendinizi veya en hayırlınızı (karşılamak üzere)
ayağa kalkın!" buyurdu. Sa'd Rasûlullâh (SAV)m yanına oturdu. Rasûlullâh
(SAV) ona: "Bunlar hakkında hüküm vermen üzere kalelerinden indiler"
buyurdu. Sa'd: "Ben onların savaşan erkeklerinin öldürülmesi ve
çocuklarının esir alınması ile hükmediyorum" dedi. Bunun üzerine
Rasûlullâh (SAV): "Melik'in (Allah'ın) verdiği hüküm ile hüküm verdin.
" diğer bir rivayette "Allah
Azze ve
Celle'nin hükmüyle hüküm verdin"
buyurdu. [Bu hadisi şerifi Buharı ile Müslim rivayet etmiştir.]
Diğer bir rivayette
de: "Bu gün onlar hakkında yedi kat semânın üstünden hüküm veren Allah'ın
hükmüyle hüküm vermiş oldun" buyurdu.
Hatib-i Bağdadî
"Kitab'ül-Fakîh ve'1-Mütefakkih" isimli eserinde bu hadisi bir âlimin
kendi görüşü ile ictihad etmesinin caiz olduğuna delilgöstermiştir. Çünkü Sa'd
b. Muâz Beni Kureyza halkı hakkında kendi görüşü ile ictihad etmiş, Rasûlullâh
(SAV) onu tasdik etmiştir. Nitekim İbn-i Kayyım da "İlamü'l-Muvakıin"
isimli eserinde bu hadisi içtihadın caiz olduğuna delil göstermiştir.
b) İmam
Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Amr b. el-As'dan rivayet etmiştir: Abdullah şöyle
dedi: "Anlaşamayan iki kişi mahkeme olmak için Rasûlullâh (SAV)a
geldi. Rasûlullâh (SAV)
Amr'e: "Ey Amr!
Bunların aralarında hüküm ver" buyurdu. Amr'da "Ey Allah'ın Rasûlü!
Sen buna benden daha lâyıksın" dedi. Rasûlullâh (SAV): Öyle olsa da (sen
hüküm ver)" buyurdu. Amr: "Bunların arasında hüküm verirsem, bana ne
var?" dedi. Rasûlullâh (SAV): Ararlarında hüküm verirde hükümde isabet
edersen senin için on sevap vardır. İctihad eder de yanılırsan sana bir sevap
vardır." buyurdu.
c) Bir
cemaat Ensar'dan olan Ümmü Atiye'den rivayet etmiştir. Ümmü Atiye demiştir ki:
"Kızı vefat edince Rasûlullâh (SAV) yanımıza girdi ve "Onu su ve sidr
ile üç defa veya beş defa yahut lüzum görürseniz daha fazla yıkayın, sonuncu
defasında suya kâfurda koyun. Yahut bir parça kâfur koyun, işi bitirince bana
haber verin" buyurdular. Bizde işi bitirince kendilerine haber verdik.
Hemen bize
gömleğini verdi ve:
"Onu buna sarın" buyurdu. "
Rasûlullâh (SAV)
"Lüzum görürseniz daha fazla yıkayın" sözü İle yıkama sayısının
arttırılmasını kadınların ictihadlarına ve görüşlerine bırakmıştır.
Buhari ve Müslim, Ebû
Katâde'den rivayet etmişlerdir. Katâde demiştir ki: Huneyn (harbi) yılında
Rasûlullâh (SAV)la birlikte (gazaya) çıktık. Düşmanla karşılaşınca Müslümanlar
bir saldırıda bulundu. Bu ara müşriklerden birinin Müslümanlardan biri üzerine
yüklenmiş olduğunu gördüm. Dönüp arkasına geldim ve boynuna bir kılıç darbesi
indirdim. Bunun üzerine adam dönüp beni yakaladı ve Öyle bir sıktı ki, ölüm
korkusunu duydum. Biraz sonra öldü ve yakamı salı verdi. Ömer b. Hattab'ın
yanına koşup gittim. Ömer b. Hattab: "İnsanlara ne oldu, ne diye hezimete
uğradık?" dedi. Ben: "Allah'ın hükmü ve kaderi" diye cevap
verdim. Sonra insanlar döndüler. Peygamber Aleyhisselâm oturdu ve: "Kim
savaşta, birini bizzat öldürmüşse öldürdüğüne dair de şahidi varsa, öldürdüğü
adamın üzerindeki her şey kendine aiddir." buyurdu. Katâde der ki:
"Bunun üzerine kalktım, ve bana şahidlik eden var mı?" diye sordum ve
oturdum. Rasûlullâh (SAV) "Kim birini öldürmüşse ve buna şahidi varsa,
öldürdüğü adamın üzerindeki eşya kendisine aiddir. " buyurdu. Ben yine
kalktım ve: "Bana şahidlik eden kimse var mı?" diye sordum ve
oturdum. Sonra Rasûlullâh (SAV) üçüncü defa bu sözü tekrarladı. Ben yine
kalktım fakat Rasûlullâh (SAV) "sana ne oldu Ebû Katâde? Diye sordu. Bunun
üzerine bende kıssayı kendilerine anlattım, derken cemaatten bir adam:
"Doğru söyledi Ya Rasûlullâh! Ve Öldürdüğü adamın eşyası bendedir. Onu
razı et de bu eşya benîm olsun" dedi. Ebû Bekir Sıddık: "Hayır vallahi bu olmaz, olmaz,
Allah ve Rasûlü yolunda dövüşen Allah aslanlarından bir aslanın öldürdüğü
maktulün eşyasını sana vermesini isteyemezsin!" dedi. Bunun üzerine
Rasûlullâh (SAV): "Doğru söylüyor, bu eşyayı ona verin" buyurdu ve
bana verdi.
İmam-ı Nevevi demiştir
ki: Bu hadiste Ebû Bekir Sıddık'm üstün bir fazilete sahip olduğu açıktır. Çünkü
Rasûlullâh (SAV)ın huzurunda fetva vermiş ve öldürülen kişinin eşyasının
Katâde'ye niçin verileceğine dair delil göstermiş, Rasûlullâh (SAV) bu konuda
onu tasdik etmiştir. Bu hadiste Katâde'nin açık Övgüsü vardır. Zira Ebû Bekir
Sıddık onu "Allah ve Rasûlü yolunda savaşan Allah aslanlarından bir
aslandır" diye isimlendirmiş Rasûlullâh (SAV) onu tasdik etmiştir.
Şu gerçeğin
belirtilmesi uygun olur: Rasûlullâh (SAV)ın kendi devrinde ictihad etmesi veya
ashabının ictihad etmelerine izin vermesi veya ashabının ictihadlarını tasdik
etmesi fer'i (ameli), meseleleri uygulamada kıyas babındandır. Rasûlullâh
(SAV)ın içtihadı, şer'i hüküm koyma kaynaklarından bir kaynak sayılmaz. Şöyle
ki: Rasûlullâh (SAV) vahiy gecikip içtihada ihtiyaç duyulunca ictihadda bulunurdu.
Çok geçmez vahiy gelir ya içtihadını tasdik eder veya ictihadındaki hatayı
açıklayarak doğruyu bildirirdi. Buna göre neticede şer'i hüküm koyma kaynağı
vahiy oluyordu.
Ashab-ı Kiram,
Rasûlullâh (SAV) ınhuzurunda ictihadda bulunuyordu. Rasûlullâh (SAV) da onları
tasdik ediyordu. Yine Ashab- Kiram Rasûlullâh (SAV) dan uzakta olup ona
müracaat etmeye imkan bulamadıkları yerde ictihad ediyorlardı. Döndükleri zaman
Rasûlullâh
(SAV) onların ictihadlarını ya tasdik ediyor
veya onların hatalarını açıklayıp doğruyu bildiriyordu. RasûluUâh (SAV) in
onlara açıklamasıyla şer'i hüküm koymak sünnete aİd oluyordu. Buna göre, bu
hâdiseler ve bunların benzeri hâdiselerde hüküm koyma Kitaba veya Sünnete
aittir. Bu izahla anlaşılıyor ki: RasûluUâh (SAV) devrinde ictihad, hüküm koyma
kaynaklarından değildir. Bu devirde hüküm koyma kaynağı ancak Kitap ve
Sünnettir. [42]
İslâm şeri'ati, insan
hayatının ma'ruf üzerine kurulmasını ve münkerden sakınılmasını hedefler.
İslâm şerî'atı, ma'rufu emretmek ve münkeri yasaklamak daveti üzerine
kurulmuştur.
Ma'ruf, Allah Tealânın
insanları yaratmış olduğu fıtrata ve akla uygun olan iyi şeydir.
Serî'atta ma'ruf güzel
olarak bilinen şeydir. Münker, fıtrata ve akla aykırı olan kötü şeydir.
Serî'atta Münker, çirkin olarak bilinen şeydir.
İslâm Şerî'atı,
ma'rufu açıklamakla ve nevilerini saymakla yetinmeyerek insanlığa iyilikleri
ve üstünlükleri geliştirecek, hayır ruhunu uyandıracak, ilerleme ve yükselmeye
yardım edecek, iyi olan bütün işleri sevdirecek bir şekilde hayatın mükemmel
yolunu çizmiştir.
İslâm şerî'atı,
kötülükleri yasaklamakla ve çirkin olan şeyleri açıklamakla yetinmeyerek
bunların zararlarını izah etmiş ve bunları yapmaktan sakındırmıştır. Ta ki,
Müslüman toplum temiz ve üstün bir toplum olsun. [43]
a) Vacip (farz), ma'rufdan olup Allah Tealâ'mn
kesin bir ifade ile yapılmasını istediği herhangi bir dini vazifedir. Çünkü bu
vazifenin yapılmasının ferdin ve toplumun düzelmesinde önemli tesiri vardır.
b) Mendub,
ma'rufdan olup serî'atın hayrı tamamlamak ve geliştirmek için yapılmasını
teşvik ettiği şeydir.
c) Mubah,
ma'rufdan olup yapılmamasında günah olmayan ve
yapılmasında da sevap
olmayan şeydir. Mubah şerî'atın
izin vermiş olduğu
şeylerden ibaret olmayıp
şeria'tın emirlerinden herhangi bir emre aykırı olmayan işler
de mübahdır. Sonuç
olarak şerî'atın yasaklan
dışında kalan bütün işler mübahdır. [44]
d) Haram, münkerden
olup kendisinden sakınılması vacip olan şeydir, çünkü ferdin ve toplumun
hayatına zarar verecek kötülükler meydana geleceği için bazı şeylerin
yapılması, yenilip içilmesi, kullanılması şerî'atta kesin delil ile
yasaklanmıştır.
f) Mekruh,
münkerden olup haramdan aşağı derecede bulunur mekruhun yapılması iyilik
düzenini bozar, İnsanların Allah Teâla'ya yaklaşmaktaki yüksek mertebelere ulaşmalarına ve ahiret hayatında yüce derecelere kavuşmalarına engel olur.
Ma'rufun bu beş nev'i,
istilanda teklifi hükmün kısımları diye bilinir. Bunların kitaptan ve
sünnetten delilleri vardır. [45]
Ma'ruf ve münker
ismiyle zikredilen teklifi hükümler hayatın bütün yönlerini içine almıştır:
İnanç ve inanca
bağlıolan ahiret alemi hakkındaki hükümler.
İbadetler, ibadetlerin
nasıl yapılacakları ve ibadetlerin tafsilatı, hakkındaki hükümler.
Toplumun yaşayabilmesi
için gerekli olan alım satım gibi muameleler hakındaki hükümler.
Evlilik hayatı
kurularak ilk aşama oluştuktan itibaren ve bunu takib eden iyi geçinme, çocuk
sahibi olma gibi aile hayatı hakkındaki hükümler.
Devletle, yönetimle ve
sorumlulukla ilgili işler ve yöneten ve yönetilenlerin herbirinin vazifeleri
hakkındaki hükümler.
Mali, iktisadi ve
idari meseleler hakkındaki hükümler.
İslam devletinin
yabancı devletlerle savaş ve barış halindeki ilişkiler hakkındaki hükümler.
Yeme, içme, giyinme,
konuşma gibi ferdin Özel hayatı ile ilgili meseleler hakkındaki hükümler.
İslam şerî'atı,
hayatın çeşitli yönlerini Kur'an'da ve hadiste ele aldı.
İyiyi, kötüyü, temizi,
murdarı, sağlamı, bozuk olanı mükemmel bir şekilde izah etti. Çünkü islamda
hayat düzeni iyi olan işleri yapmak ve geliştirmek, kötü olan işlerden sakınmak
ve onları kökünden kazımaya çalışmak üzerine kurulmuştur. [46]
İnsan hayatının bütün
yönlerini düzenleyen bu şerî'at bölünmeyi kabul etmeyen tam bir bütündür. İşte
bu tam bir bütüne "İsiam" denir.
Buna göre, insanların
bu şerî'atın bazısını alıp bazısını almaması caiz değildir. Çünkü şeri'at
çeşitli yönleriyle bir bütün olarak "Allah'ın dini"ni oluşturur, bir
kısmını alıp diğer kısmını almamak şerî'ata zarar verir ve onun hakikatini
çirkinleştirir. İslama bağlı olan toplumlar, İslâmın bir bölümünü yapıyorlar,
diğer bölümlerini terk ediyorlar. Bunların günahları ve kötülükleri İslama mal
edilemez. İslâm: İnançtır, ibadettir, şerî'attır, mushafdır ve kılıçtır.
Sen yapraklı, meyvalı
uzun bir ağaç görüyorsun. İnsanlar onun gölgesinde gölgeleniyor, meyvalarmdan
yiyor, çiçeklerinin kokusunu kokluyorlar, çünkü bu ağacın bütün özellikleri
birbirini tamamlıyor. İnsanlığın hayrına vazifesini yapıyor. İslâm şerî'atı,
işte bu ağaçtır. İnanç onun kökleri ibadetler gövdesi, muameleler dallan, ahlâk
yapraklan, kardeşlik, izzet, şeref ve cennet onun meyvalarıdır. Sen bu ağacın yanına gelip meyvalarını,
yapraklarını düşürüyor, dallarını
kesiyorsun, geriye ancak gövdesi kalıyor. Sonra tekrar bu ağacın yanına gelip
gövdesini tahrip ediyorsun. Bundan sonra bu ağaca yapraklı meyvalı uzun bir
ağaç denilebilir mi? [47]
İslâm serî'atının
kitap ve sünnetteki delillerinden bazıları kesindir. Bazıları ise zannidir.
a) Kesin deliller, Kur'an'da ve sahih sünnette
gelmiş ve manası açık ve kesin olan delillerdir. Bu deliller, helâl ve haram
gibi asıl hükümleri açıklar ve İslâmda insan hayatının üzerine kurulmuş olduğu
genel kaideleri içine alır. Bu kaideler, şerî'atta sabit olup .hiçbir zaman ve
hiçbir yerde hükmü değişmeyecek olan dini vazifeleri yerleştirir.
b) Zanni
delillere gelince, bunlar kitap ve sünnette genel olarak gelip bir manadan daha
çok manaya ihtimali olan emir (bir şeyin yapılmasını isteyen), nehiy (bir şeyin
yapılmasını yasaklıyan) ve
irşad (yol gösteren)
gibi delillerdir.
İslâm şerî'atında
zanni olan deliller, içtihadın mümkün olduğu yerlerdir. Çünkü müctehidlerin bu
delilleri anlayışları farklıdır, bu deliller müctehid imamlar için verimli bir
toprak gibidir.
Biz İslâm
şerî'atındaki umumi kaideleri ve genel prensipleri anlarsak bu şeri'atın
toplumun ihtiyaçlarına cevap vermekte, toplumun gelişmesinde müşküllerini ve
problemlerini çözmekte her zaman ve her yerde üstün ve
sağlam bir
medeniyyet kurmaya elverişli
olmasında genişliğini anlamış oluruz. [48]
Kur'an'da ve sünnette
gelen hükümlerin şu konularda toplanması mümkündür:
1) Allah
Tealâya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret
gününe, kadere yani
hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna, ahiretle ilgili
olan gayba, öldükten sonra dirilmeye, insanların ahirette bir araya toplanacağına,
hesaba çekileceklerine, mükafat ve ceza göreceklerine cennete ve cehenneme
inanmaktır. Bunlara "akaid" denir.
2) Kulun
yalnız Allah'a ibadet etmesi ile ilgili hükümler olup, bunlar namaz, zekat,
oruç hac ve bunlarla ilgili olan şartlar, rükünlar, vacibler ve mendûblardır.
Bunlara "İbadetler" denir.
3) Nikâh, mehir, hul'u
(karısından mal alıp
boşa-ma)talâk (boşama), karı koca hakları, süt emme, nafaka, miras gibi
aile düzeni ile
ilgili hükümlerdir. Bugün İnsanlar bunlara
"ahval-i şahsiyye -Medeni
hukuk" diyorlar.
4) Alış
veriş, riba (faiz), Selem (Peşin para ile veresiye mal alma), ödünç verme,
rehin (ipotek), kefalet, vekalet, şirket, müzarea (ortaklaşarak Ziraat yapma),
icâre, gasb, şufa, iktisadi düzenlemede
islâm prensibleri, ihyâ-i mevât (sahibsiz bir yeri ziraate
elverişli hale getirmek), trampa
gibi insanların birbirleriyle karşılıklı
olarak yaptıklarıyla ilgili hükümlerdir. Bunlara "muameleler"
ve "muavazât-ı"maliye" denir.
5) İdare düzeni
ile ilgili olan hükümler, halifenin, vezirin, valinin
kadının halkla mühasebetlerini ve bunlardan herbirinin karşılıklı
haklarını ve vazifelerini içine alır. Bunlara "Ahkâm-ı Sultaniyye"
veya "Siyaset-i Şer'iyye" denir
6) Kısas,
diyetler, hadler, tazirler gibi suçların cezalarıyla ilgili hükümlerdir.
Bunlara "Ukûbât" denir
7) İslâm
devletinin yabancı devletlerle ilgili hükümleri olup, barışı harbi emânı,
muvakkat barışı, savaşı, ganimet taksimini içine alır Bunlara İslâmda
"Cihâd ve Siyer" babı denir ve kanun ıstılahında ise "Devlet
hukuku" denir
8) İslâmın helâl ve haram kıldığıyenilecek,
içilecek, giyilecek şeylerle ilgili olan hükümlerdir.
9) Bir arada yaşamanın adabı, ahlâkı
faziletleri, gizli konuşmanın adabı, meclisin adabı ziyaretin, selâmın, izin
istemenin, yemenin, içmenin adabı tevazu, nüm, sabır doğruluk, haya
yardımlaşma, emaneti verme
komşu hakları, misafire ikram, müslümanların birbirine merhameti gibi
iyi ahlâka teşvik etme ve kötülükleri yasaklama gibi konuları içine alır.
Bunlara "Ahlak" adı verilir[49]
İslam serî'atı
geldiğinde arablann inaçları muameleleri, örfleri ve âdetleri vardı. İslâm
onlardan kasame (katili bilin meyen kimsenin bulunduğu yer halkının ileri
gelenlerinden 50 kişiye yemin ettirme), diyetler ve cömertlik gibi
iyi olan şeyleri
bıraktı, fakat şerî'at kaidelerine uygun olarak düzenledi. Onlardan bozuk ve
zararlı olan şeyleri yasakladı, haram kıldı ve iptal etti.
1) Araplarda
Allah Teala'ya inanmakla birlikte puta tapma inancı hakimdi, kendilerini helake
sürükliyenin zaman ve tabiat olduğuna inanıyorlardı öldükten sonra dirilmeyi,
Allah teala'nın huzuruna çıkacaklarını ve o'nun ayetlerinin inkar ediyorlar
meleklerin, Allah teala'nın kızları olduklarına inanıyorlardı, putlarına
hayvanlardan ve ekinlerden hisse ayırıyorlar, Bahire, Sâibe, Vasile ve Hâm'ın
meşru olduğunu iddia ediyorlardı.
Bahire: Bir dişi deve
beş batın doğurur, beşincisi erkek olursa onun kulağını yarıp salıverirlerdi ne
sağarlar, ne binrler ne de kullanırlardı
Sâibe: Bir kimsenin
başına herhangi bir dertgelirse, ondan kurtulmak için(putlar namına adak yapar)muradı
hasıl olunca onu Salıverir, ondan faydalanmayı kendisine haram kılardı
Vasile: Koyun dişi
doğurursa kendilerinin erkek doğurursa putlarının olurdu. Biri erkek, biri
dişi olmak üzere ikiz doğurursa "dişi erkeğe kavuştu" derler ve bu
dişiden dolayı erkeğini de kurban etmezlerdi
Ham: Birerkek devenin
dölünden on batın doğarsa onun sırtını haram sayarlar, onu hiçbir sudan, ,
meradan menetmezler ve "Sırtı himaye edilmiştir" derlerdi
İşte İslam serî'atı
bunların hepsini iptal etti ve yasakladı.
2) İslam
serî'atı, Arablann yoksulluk korkusundan dolayı çocuklarını öldürmeleri ve ar
korkusundan dolayı kız
çocuklarını diri diri gömmeleri gibi çirkin işlerini iptal etti ve yasakladı.
3) Cahiliyyet devrinin nikahı: Bir gurup
toplanıp bir kadının yanına girerler, ona cinsi yakınlıkta bulunurlar, kadın
hamile kalıp doğurunca onlara haber gönderirdi. Hiçbirisi gelmemezlik
yapamazdı, kadının yanında toplanınca kadın onlara "Yaptığınız işi
biliyorsunuz" onlardan sevdiği kimsenin ismini söyliyerek "Ey
ftilan bu senin oğlundur"derdi.
çocuk onun oğlu olurdu, o da
isteristemez kabul ederdi.
Cahiliyyet devrinde:
Bir kimse karısı adetinden temizlenince ona: "Falan şahsa haber gönder
gelsin onunla cinsi yakınlıkta bulun" derdi. Karısı cinsi yakınlıkta bulunduğu
şahısdan hamile olduğu belli oluncaya kadar, kocası karısından uzak durur, ona
cinsi yakınlıkta bulunmazdı. Karısının hamile olduğu belli olunca, isterse
karısıyla cinsi yakınlıkta bulunurdu. Koca, çocuğunun soylu olmasını arzu
ettiği için böyle yapardı. Bu nikâha "Nikâh-ı istibdâ" denirdi.
Cahiliyyet devrinde:
Ölen bir kimsenin karısı varislerine kalırdı. Varislerden biri dilerse o
kadınla evlenirdi. Varisler dilerlerse o kadını başkasıyla da evlendirirdi.
Varisler o kadına akrabalarından daha çok hak sahibi idiydiler.
4) Evlâd
edinme: İslamın başında bir müddet evlâd edinme devam
etti. Nihayet şu
âyet-i kerime indi: "Evlatlıklarınızı da öz
oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmamıştır.
Bunlar sizin dillerinize
doladığınız boş sözlerdir. Allah
gerçeği söylemektedir, doğru yola O, eriştirir.
Evlâtlıkları babalarına nisbet
edin, bu
Allah katında en doğru olandır. Eğer babalarının kim olduğunu
bilmiyorsanız bu takdirde onları din
kardeşi ve dostlarınız olarak kabul edin." [Ahzâb sûresi: 4-5]
5) İslam şerî'atı,
cahiliyyet devrindeki içki,
kumar,, putlar, kısmet çekilen fal okları gibi şeyleri yasakladı. Fakat aşamalı
olarak haram kılındı.
6) Cahiliyyet devrinde bazı kabileler
kendilerini diğer kabilelerden üstün görüyorlardı. Bu yüzden kendilerinden biri
diğer kabileler tarafından yaralanır veya öldürülürse yaranın veya diyetin iki
katını veya daha fazlasını alarak, diğer kabileleri zor durumda bırakıyorlardı.
Öldürülenin yerine bazen birkaç kişinin öldürülmesini veya öldürenden başkasının öldürülmesini istiyorlardı. Köleleri öldürülürse onun yerine hür olan
kimseyi öldürüyorlardı. Sonunda kısas âyeti indi: "Ey iman edenler!
Öldürülen insanlar hakkında size kısas (misilleme) farz kılındı. Hür olana hür,
köleye köle, kadına kadın kısas olunacaktır." [Bakara sûresi: 178]
7) Cahiliyyet
devrinde zıhâr, ebedi boşamayı gerektiriyordu. Ashabdan Evs b. Samit
Sa'lebe'nin kızı havle ismindeki karısına (senin sırtın, annemin sırtı gibi
olsun) diye zıhâr yapmıştı. Bu kadın Rasulullâh (SAV)'a gelerek budurumu haber
verdi, oda buyurduki: "Bu zıhârdır, ebedi ayrılığı
gerektirir"kadm tekrar tekrar
sızlandı. Rasulullâh (SAV)aynı cevabı verdi. Nihayet kadıncağız bütün
sâfıyetiyle Cenab-ı hakka niyaz etmeye başladı. Bunun üzerine şu ayet-i
kerimeler indi: "Kocası hakkında seninle
mücadele eden ve
Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitti, zaten Allah konuşmanızı dinliyordu, çünkü
Allah herşeyi işiten herşeyi görendir. içinizden zıhâr yaparak karılarından
ayrılmaya kalkışan kimseler(bilmelidirlerki)o kadınlar onların
anaları değillerdir.
Anaları ancak onları doğuranlardır. Onlar gerçekten çirkin ve asılsız söz
söylüyorlar. Ama muhakkak Allah çok affeden, çok bağışlayandır. Kanlarına
zıhâr yapıp da sonra sözlerini geri almak için dönecek olanlar (bilsinler ki),
birbirlerine temas etmeden (cinsi münasebette bulunmadan)önce, koca üzerine
bir köle azad etmek lâzım gelir. İşte(duydunuz ya)size verilen nasihat budur
Allah sizin bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Fakat kim(köle)bulamazsa, cinsi
münasebette bulunmadan arka arkaya iki ay oruç tutsun, ona da gücü yetmeyen
(sabah, akşam)altmış yoksulu doyursun, (hafifletme) Allah'a ve peygamberlerine
iman edesiniz diyedir Bu hükümler Allah'ın hudududur. (Bunlara uymayan)kafırler
için ise acıklı bir azap vardır." [Mücadele sûresi: 1-2-3-4]
İslâmda zıhâr, ilk
önce bunlar hakkında meydana gelmiştir. Bu âyetler, zıhârla ebedi haram olmayı
ve boşamayı keffaret vermek suretiyle bu cahiliyet âdetini makûl bir şekilde
ıslâh etmiştir.
8) Cahiliyet
devrinde îlâ (kocanın karısına cinsi yakınlıkta bulunmamak üzereyaptığı
yemindir) nın müddeti bir sene, ikisene ve daha fazlaydı. Allah Tealâ bu ilanın
müddetini dört ayla sınırladı. Bu dört ay içinde kocası karısıyla cinsi
yakınlıkta bulunursa yemininden dolayı keffaret verir. Cinsi yakınlıkta
bulunmadan dört ay geçerse hâkim o kimseyi iki şey arasında muhayyer bırakır:
Ya karısına geri döner veya boşar. Nitekim Tealâ hazretleri: "Kadınlarına
yaklaşamama-ya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer erkekeler (o
müddet içinde keffaret vererek karılarına) dönerlerse şüphe yok ki, Allah
cidden yarlığayıcı, hakkıyla esirgeyicidir. Eğer (o surette yemin edenler
yeminlerinden dönmeyip de kadınlarını) boşamaya karar verirlerse (ayrılırlar)
şüphesiz Allah onların sözlerini hakkıyla işitici(niyetlerini) gerçekten
bilicidir." (Bakara sûresi: 226-227) buyurmuştur.
9) Cahiliyyet
devrinde Kureyş kabilesi ve onların dindaşları olanlar
hamasat-i diniyye iddiasıyla
(hums) namıyla yad olunurlar. Arafat'a çikmazlar da cemaatleriyle müzdelife'de
dururlar. "Biz Harem
sakinleriyiz herkesle müsavi değiliz" diye diğer insanlardan
kendilerini üstün sayarlardı. Onlar Arafat'ta vakfeye durmaya razı olmazlardı.
Diğer Arablar Arafat'a vakfeye dururlardı. İslam gelince Allah Tealâ Resulüne
Arafatt'a çıkıp orada durmasını sonra oradan Müzdelife'ye inmesini emir
buyurdu. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Sonra
insanların akın ettiği yerden (Arafat'tan) sizde akın edin ve Allah'ın
affını dileyin Allah çok affredici, merhamet edicidir" buyurmuştur.
[Bakara sûresi: 199]
10)
cahiliyyet devrinde Arablar kat kat artırılmış ribayı (faizi) helâl
sayıyorlardı. Birinin diğeri üzerinde belli bir zamana kadar alacağı bulunup,
alacağının va'desi gelince ona:
"Borcunu
ödeyecekmisin yoksa miktarını arttıracakmısın?" derdi.
Eğer borçlu ödeyemezse va'de zamanı uzatılır, borcun miktarı arttırılırdı.
İkinci va'de zamanı gelince borçlu yine ödeyemezse borcun miktarı
arttırılırdı. Nihayet ribayı
(faizi) haram kılan
âyet-i kerime indi: "Ey iman edenler! Ribayı (faizi) öyle kat kat
arttırılmış olarak yemeyin.
Allâh'dan korkun, ta ki,
muradınıza eresiniz." [Al-i İmran sûresi: 130] [50]
Fıkıh kelimesinin f,
k, h, harfleri asıl harfleridir.
Fıkıh: Bir şeyi
hakkıyla kavramak ve derinliğine bilmek manasınadır.
Sen
"Fakihtü'l-hadîse efkahuhû = Ben sözü gereğince anladım ve onu gereğince
anlıyorum" dersin.
Fıkıh, herşeyi bilmek
demektir, sonra fıkıh serî'atı bilmeye tahsis edildi.
"Helâl ve
haramrbİlen her âlime fakih" denir.
Fıkıh asılda, birşeyi
hakkıyla bilmek ve derinliğine anlamak manasına olunca şerî'at ilmini bilmede
ve anlamada kullanıldı. Çünkü şerî'at ilmi diğer ilim nevilerinden üstün ve
faziletlidir.
Fıkıhın şerî'at ilmini
bilmede kullanılması örfü has oldu. Bu yüzden fıkıh ancak dini anlamada
kullanılır Akitler, tasarruflar, ibadetler, muameleler, suçlar gibi hangi
neviden olursa olsun insanın sözlerinden veya yaptığı işlerden hiçbir şey
yoktur ki, İslâm şerî'atı kitap ve sünnette o şeyin hükmünü müçtehidlerin
çıkaracakları alâmetler ve deliller koymuş olmasın. Şer'i hükümlerin hepsine
fıkıh denildi.
Fıkıh: Tafsili (özel
ve muayyen)delillerden çıkarılan şer'i ameli hükümlerin bütünüdür.
Fıkıh ilminin konusu:
Mükellelefın fiilidir. Yani mükellef için sabit olan helâl, haram, ibadetler,
yasaklar gibi şer'i hükümlerdir.
İslâm fıkhı ve tarihi:
Beşeriyetin kalkınma direklerini üzerine diktiği şu temel kaidelerden bahseder
bu temel kaideler:
İnsanın Rabbi ile olan
ilişkisi, toplum fertlerinin birbirleriyle olan ilişkisi ve İslâm ümmetinin
dünya devletleriyle olan ilişkisidir.
İşte İslâmda insanlık
medeniyeti bu üç temel kaide üzerine kurulmuştur.
Bir islâm ümmetinin
durumu: Rabbinin şerfatını kabuletmesi, şeri'atımipine sarılması ve hayatını
şerî'atın esaslarına göre devam etti, rmesiyle ölçülür.
İslam
şerî'atımnherzaman heryerde ve her asırda beşerin bütün ihtiyaçlarına cevap
vermeye elverişli olmasında münakaşa ve mücadeleye yer yoktur. Hatta İslamı
suçluyarak saldıranlar ve onun hükümlerini kötü gösterenler İslam âlemini
şerî'at kanunlarının yerine beşer kanunlarının alınmasına teşvik edenler ve
İslam memleketlerinden birçoklarında bunu başaran düşmanlar bile, İslam
şerî'atmın beşerin bütün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde olduğunu kabul
ediyorlar.
Zaman, zaman İslam
kanunu ile beşer kanunu arasında karşılaştırma yapmak maksadıyla toplanan
uluslar arası konferanslarda islam fıkhının başlı başına kendine has Özel bir
sistem ve asıl bir kanun kaynağı olduğunu itiraf ederek hakikati
kabul ediyorlar. Biz
bunları İslâm
fıkhının asaletine destek ve şahit
olsunlar diye anlatmıyoruz, çünkü İslâm fıkhı bunların anlatılmasına ve meth
edilmesine ihtiyacı yoktur. Biz bunları, iflâs etmiş olan beşeri kanunların
arkasından şuursuzca gidenlere yol göstermek için anlatıyoruz. Zira beşer
kanunu insanların susuzluğunu giderecek ve ihtiyaçlarına cevap verecek durumda
değildir. Bu eksiklik her zaman hissedilmektedir.
Allah Sübhânehû ve
Tealâ'nın bizim için bu şerî'atla dini kemâle erdirmesi ve nimetini tamamlaması
ve bizim için din olarak İslama razı olması yeterlidir.
Nitekim Allah Tealâ,
Resûlullâh (SAV) "Refık-i Âlâya" intikal etmeden seksenbir gün önce
veda haccımn arefe gününde ona şu ayet-i kerimeyi indirmiştir: "Bugün
sizin için dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Size
din olarak İslama razı oldum" (Maide sûresi: 3)
Yukarıda geçtiği üzere
Resûlullâh (SAV)in vefatıyla şer'i hüküm koyma devri sona ermiştir. Biz bu
devri "Şer'i hüküm koyma devri" diye isimlendirdik. Bundan sonra
gelen devir "şerî'atta fıkıh= serî'atı anlama bâ-bı"dır. İlk fıkıh
devrini anlatmaya başlamadan önce siyasi duruma deyinmemiz yerinde olur. Çünkü
siyasi durumun fıkhın hayatında büyük tesiri vardır. [51]
Buhârî ve Müslim'de
rivayet edildiğine göre: Resûlullâh (SAV) birgün minber üzerinde ashabına
konuşmuş ve: "Allah bir kulu dünya nimetleri ile kendi
katmdakiler arasında muhayyer bırakmış o
kul da Allah katındakileri seçmiştir" buyurmuş.
Hazreti Ebû Bekir bu
sözün manasım anlamış ve: "Sana babalarımızı ve annelerimizi feda
ederiz" demiştir. Bu ifadesiyle Resûlullâh (SAV) kendisinin ölümüne işaret
ediyordu. Sahabe bu ifadenin gerçek manasını ancak Allah Tealâ Resulünü
"Refik-i A'lâ" için seçtiği zaman anlamıştır.
Resûlullâh (SAV) bu
sözünden bir müddet sonra hastalandı. Hazreti Aişe'nin evinde hastalığının
bakımı yapılıyordu, hastalığı bazen şiddetleniyor bazen hafifliyordu. Ateşi
düştükçe mescide çıkıyor, cemaatenamaz kıldırıyordu. Hastalığı ağırlaşınca
insanlara namaz kıldırması için Hz. Ebû Bekir'e emretti. Hastalığı onüç gün
sürdü.
Resûlullâh (SAV)
Rebiulevvel ayının birinci pazartesi günü güneşin zevalinden sonra ve
gurubundan önce vefat etti. Resûlullâh (SAV)ın vefatı haber verilince
müslümanlar onun ölmüş olmasında şübheye düştüler, birbirleriyle münakaşa
ettiler. En fazla şübheye düşen Hazreti Ömer oldu. Hazreti Ömer kılıcını
çekerek: "hayır! Hz. Muhammed ölmedi, bayıldı çok geçmeden ayılır. Kim
Hazreti Muhammed (SAV) öldü derse hemen boynunu vururum" diyordu. İşte
böyle buhranlı bir sırada soğuk kanlılığını muhafaza edebilen yalnız Hz. Ebû
bekir oldu. Resûlullâh (SAV)den ve diğer peygamberlerden sonra en büyük insan
olan Hz. Ebû Bekir gelip kızı Aişe'nin odasına girdi. Resûlullâh (SAV)ın
mübarek yüzünü açtı, ağlayarak: "Anam, babam sana feda olsun. Ey Allah'ın
Resulü!" dedi. İki gözünün arasım hürmetle Öptü. ailesini teselli ettikten
sonra oradan ayrıldı. Hazreti
Ömer hala
söyleniyordu. O zaman Hz. Ebû Bekir: "Sus Ya Ömer!" dedi. Mescide
girdi, hemen minbere çıktı. Halkda Hz. Ömer'i bırakarak, Hz. Ebû Bekir'i
dinlemeye koştu. Allah'a hamd ve sena ettikten sonra sözüne başlayan Hz. Ebû
Bekir: "Ey insanlar! İçinizde Hz. Muhammed'e tapanlar varsa, iyi bilsin
ki, Hz. Muhammed ölmüştür. Allah'a ibadet edenler varsa iyi bilsin ki, Allah
bakidir, asla ölmez!" dedi. Ve onlara Al-i Imrân süresindeki şu âyet-i
kerimeyi okudu: "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan öncede
peygamberler geçmişti. O ölür ve Öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Geriye
dönen Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah, şükredenlerin mükafatını
verecektir." [Âl-i îmran Sûresi: 144]. Bunun üzerine müslümanlar gerçeği
anlamada gecikmediler. Müslümanlar Allah Tealâ'mn peygamberi hakkında buyurmuş
olduğu şu âyet-i kerimeyi hatırladılar: "(Ey Muhammed!) muhakkak sende
öleceksin, onlar da (müşrikler de) ölecektir." [Zümer Sûresi:
Resûlullâh (SAV) vefat
eder etmez sahabe arasında birlik ve beraberliklerini tehlikeye düşürecek büyük
bir ihtilâf meydana çıktı. Şöyle ki Resûlullâh (SAV) in yerine kendilerini
idare edecek ve işlerini düzenleyecek halife olarak kimin geçeceği konusunda
ihtilâf ettiler. Ensar (Medineli müslümanlar) halifenin kendilerinden olacağını
zannediyorlardı. Çünkü onlar peygamber efendimizi ve muhacirleri yurtlarında
barındırmışlar, Allah yolunda savaşlara katılmışlardı. Bu yüzden Ensar Beni
Saide sakifesinde (sofasında) toplanmışlar, kendilerinden birine halife olarak
biat etmek İstiyorlardı. Hazreç kabilesinin başkanı Sa'd b. Ubade'yi aday
gösteriyorlardı. Bu durum muhacirlerin büyüklerine bildirildi, hemen Ebû Bekir,
Ömer ve Ebû Ubeyde b. Cerrah ensarın toplantı yerine koşarak geldiler. Aralarında münakaşalar oldu.
Hz. Ebû Bekir ensar hakkında bir konuşma yaparak onlara: "Biz emirleriz,
siz vezirlersiniz" dedi. Bu işde onları ikna etti. Onlar da razı oldular.
Din yolunda çektikleri zahmete karşılık olarak halifeliği almayı hoş
görmediler. Hemen Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir'e biat etti, sonra ensar onu takib
etti. Bundan sonra Medine'deki diğer müslümanlarda Hz. Ebû Bekir'e biat
ettiler. Bu suretle Hz. Ebü Bekir halife olarak seçildi. Fakat Hz. Ebû Bekir
öyle muhaliflerle karşılaştı ki, kötülükleri her tarafa yayılıyor ve islâm büyük
bir tehlike altında bulunuyordu. Fakat Allah Tealâ bu dini korumayı ezeli
ilminde yazmıştı: "Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı biz indirdik biz! Ve
muhakkak onu biz koruyacağız." [Hicr sûresi: 9]
Hz. Ebû Bekir'in kalbine ilham edildi,
her güçlüğe göğüs gererek bütün muhaliflerine, karşı direndi ve ihtilâfın
kökünü kazıdı.
Hz. Ebû Bekir, zekatı
vermek istemeyen bir gurubla karşılaştı, bunlar: "Biz namazı kılarız fakat
zekâtı vermeyiz" diyorlar, ibadetin bir kısmını kabul ediyorlar diğer
kısmını inkâra kalkışıyorlardı. Halbuki zekât farizası müslümanlığın ilk
temellerindendi. Hz. Ebû Bekir, Resûlullâh (SAV)a zekat olarak verilen şeyin
kendisine verilmesini istedi, çünkü namaz ile zekat arasında fark yoktur. Şu
meşhur olan sözünü söyleyerek: "Allah'a yemin ederim ki, Resûlullâh (SAV)a
zekat olarak verilen yularları bile bana vermekten kaçınanlarla elim kılıç
tuttukça savaşırım." demişti.
Hz. Ebû Bekir, başka
gurublarla da karşılaşdı aralarında kendilerinin peygamber olduğunu, iddia
edenler vardı. Bunlar gurublarına bir takım sözler söylüyorlar ve bu
sözlerin Allah Tealâ'dan vahiy olduğunu
iddia ediyorlardı. Yalancı peygamberlerin başlıcaları şunlardı:
Yemen'de Esved-i Ansı,
yemâme'de Beni Hanife'den Müseylemetü'l- Kezzab, Beni Esed'den tuleyha, Beni
Temim'den Secâh (kadın) idi. Bu yalancı peygamberlere uyan gurublar islâm
dininden irtidad (dinden ayrılamak), serî'atın bütün hükümlerini inkâr etmek,
eski dinlerine dönmek istiyorlardı. Hz. Ebû Bekir hem zekat vermeyenlerle hem
de bu yalancı peygamberlere uyanlarla savaştı. Çünkü bunlar mürted (dinden
dönen) lerdi. Az zaman içinde bu korkunç isyan ateşini söndürdü. Nihayet Arap
yarım adası Rabbine boyun büküp İslama samimi olarak geri döndü.
Sonra Hz. Ebû Bekir,
Irak ve Şam'ın fethine başladı. Fakat bu sırada hastalandı, imamet vazifesini
Hz. Ömer'e bıraktı, vefat ettiği takdirde halifeliğede Hz. Ömer'i tavsiye etti,
sonra vefat etti.
Hz. Ebû Bekir'den
sonra Hz. Ömer halife oldu. Hz. Ebû Bekir zamanında Irak ve Şam topraklarının
zabtına başlanmıştı. Hz. Ömer daha ileri gitmek için müslüman ordularını arka
arkaya gönderdi. İran beldeleri, Şam, mısır ve Rum beldeleri fethedildi.
Ganimet çoğaldı. Hz. Ömer orduları ve yardımcı kuvvetleri göndermede, askeri
düzenlemede, fethedilen beldeleri Allah'ın hükmüyle idare etmede yeni problemlerle
karşılaşıyordu. Müslümanlar savaşa devam edip, topraklarını genişlettikçe
müşkiller çoğaldı. Allah Tealâ, Hz. Ömer'i bu müşkülen çözmede, devlet işlerini
düzenlemede, kendinden uzak ve yakın olan bölgeleri idare etmekte benzeri
görülmemiş bir şekilde muvaffak kıldı.
Hz. Ömer'in hayatında
müslümanların hayatı, Hz. Ebû Bekir'in hayatında düzgün olduğu gibi düzgündü.
Çünkü her ikiside Resûlullâh (SAV)'ın insanları idare ettiği gibi idare
ediyorlardı.
Hz. Ömer, fethedilen
yerlerden, devletin genişlemesinden, orduların yayılmasından, ganimetlerin
çoğalmasından, müslümanların zabtettiği arazilerin işlerinin düzenlenmesinden
meydana gelen müşkülleri çözmede Kur'an-ı Kerimi, Resûlullâh (SAV)'ın siretini,
Hz. Ebû Bekir'in gidişatım, istişare etme yolunu tutmuştu.
Hz. Ömer bir müşkülle
karşılaşınca onun çözümünü, Allah'ın kitabında arıyordu, onda bulamazsa
Resûlullâh (SAV) 'in sünnetinde arıyordu, onda da bulamazsa Hz. Ebû Bekir 'in
gidişatında arıyordu, onda da bulamazsa, muhacirlerin ve ensarın görüş sahibi
olanlarını davet ediyor, o müşkülü veya karşılaştığı diğer müşkülleri çözünceye
kadar istişarelere devam ediyordu.
Hz. Ömer şehid
edilince, onun yerine Hz. Osman halife seçildi. Hz. Osman'ın idare işleri
birkaç sene iyi gitti. Müslüman orduları doğuda ve batıda fetihlere devam
ettiler. Fakat Hz. Osman'ın ahlâkının iyi olması, tabiatının yumuşak olması,
şefkatli ve merhametli olması, Kureyş kabilesinin büyük bir gurubunu ve Ümeyye
oğullarının özel bir gurubunu servet, makam, mevki elde etmeye teşvik etti.
Hatta bunlar Hz. Osman'dan daha çok makam ve mevki istediler. Çok geçmeden
bunlara karşı Hz. Osman'ın direnme kuvveti zayıfladı. Bu yüzden Hz. Osman'ın
aleyhinde bölgelerde ve şehirlerde kötü sözler ve fitne yayıldı. Nihayet
Basra'dan, Kûfe'den ve Mısır'dan gelen âsiler birleşerek Medine'ye girdiler.
Gürültü ve patırtı koparan
bu şikayetçi âsiler
halifenin evini
kuşattılar. Sonunda gündüzün ortasında halifeyi şehid etmekle isyanları sona erdi.
Hz. Osman'ın şehid
edilmesiyle fitne kapılan arkasına kadar açıldı. İnsanlar Hz. Ali'nin yanına
gelip ona biat ettiler. Hz. Ali Küfe'yi hilâfetin başkenti edindi. Şam valisi
Muaviye, Hz. Ali'ye biat etmedi. Hz. Ali'ye gönderdiği bir elçi ile Hz.
Osman'ın katillerinin kısas yapılmasını istiyordu.
Asilerin
cezalandırılması hususunda Hz. Ali ile fikir birliğine varamayan ashabdan bir
gurubda öfkelenerek Basra'ya gitti. Bunların başında müminlerin anası Hz. Ebû
Bekir'in kızı Hz. Aişe, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvam bulunuyordu. Bu
sırada Hz. Ali en büyük muhalifi olan Muaviye üzerine yürümek için Medine'de
bir ordu hazırladı. Bu orduya âsilerin hiç birini almadı. Fakat Muaviye üzerine
yürümeyip, önce Basra'ya doğru ilerledi. Nihayet Basra Önlerinde Hurayba'da iki
taraf karşılaştı, karşılaşma derhal savaş halini aldı. Savaşın kanlı ve
şiddetli safhaları Hz. Aişe'nin bindiği devenin etrafında olduğu için bu savaşa
devenin Arapça karşılığı olan "Cemel vak'ası" denildi. Savaşı Hz. Ali
kazandı. Basra, Küfe Hz. Ali'ye itaat ve biat etti.
Hz. Ali'nin halifeliğini
Şam ve Mısır valileri kabul etmiyorlardı. İslâm birliğini yeniden kurması,
muhalefeti ortadan kaldırması zaruretini duyan Hz. Ali, Şam valisi Muaviye ile
Mısır valisi Amr b. el-As'in üzerine yürüdü. Sıffın ovasında Muaviye ile
karşılaştı. Hz. Ali savaşı kazanacağı sırada Muaviye'nin ordusu mızraklarının
ucuna Kur'an sahifelerini bağladılar. Hz. Ali'yi ve ordusunu Allah Tealâ'nın
kitabının hükmüne davet ettiler. Hiç şüphesiz bu bir harb hilesi idi. Fakat
Irak askerleri, Hz. Ali'yi
zorlayarak, ilerlemekte olan orduyu geri dönüş emri verdirdiler. Bu iki ordu
arasında muvakkat bir sulh oldu. Halifenin tayini iki taraftan seçilecek
hakemlerin kararına bırakıldı. Bunun sonucu büyük karışıklıklara ve yeni yeni
fırkaların doğuşuna yol açtı. Hz. Ali'nin ordusunun çoğu bu sulha razı oldular.
Hz. Ali'yi Ebû Musa el-Eş'ari'yi hakem olarak kabul etmeye zorladılar.
Muaviye'de Amr b. el-As'ı hakem olarak seçti. Hz. Ali'nin ordusundan bir gurub
bu sulhu kabul etmediler ve: "Bu sulhu kabul eden, Hz. Ali ve diğer arkadaşlarını
şu ayet-i kerimelerdeki Allah Tealâ'mn emrine muhalefet ettikleri için kâfir
oldular" diye ilân ettiler. "Eğer müminlerden iki topluluk bir
biriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz eğer biri diğeri üzerine saldırırsa
Allah'ın emrine dönünceye kadar o saldıranlarla savaşın, eğer dönerlerse
aralarını adaletle bulunuz ve hep adaletle iş görün, çünkü Allah adalet
yapanları sever. Müminler ancak kardeştirler. Şu halde iki kardeşinizin arasını
düzeltin ve Allah'tan korkun ki, merhamet olunasınız" [Hucurât sûresi
9-10]
Hz. Ali'nin ordusundan
bu sulhu kabul etmeyen bir gurub: "Hazreti Ali, Muaviye'ye ve onun
arkadaşlarına harbden önce sulh olmayı teklif etti, fakat onlar sulhu kabul
etmediler. Sonra harb başladı. Allah Tealâ emrini yerine getirinceye kadar
harbe devam etmek gerekiyordu, fakat Hz. Ali ve onun arkadaşları hakem tayinini
kabul edip Allah'ın dininde adamları hakem tayin ettiler. Halbuki
"Hakimlerin hakimi olan yalnız Allah Tealâdır. Hüküm ancak
Allah'ındır." Hakeme başvurmak büyük bir suçtur. Muaviye ve Şam ordusu
Allah'ın emrine dönünceye kadar kılıçları (harbi) bırakmak doğru değildir"
dediler ve Hz. Ali'nin ordusundan ayrıldılar. Halbuki
Hz. Ali
yukarıda görüldüğü gibi
hem ordusuna geri çekiliş emrini, hemde hakem seçiliş
konusunu Iraklıların zoruyla kabul etmişti. Fakat hakemlerin verdiği kararı
asla tanımamış ve
bu karara uymamıştı.
Hz. Ali'nin ordusundan ayrılan
bu guruba "Hariciler" denildi. Hariciler "Abdullah b. Vehb
el-Râsîbî" ye biat ettiler. Basra,
Küfe, Enbar ve
Medayin'deki taraftarlarını
Nehrevan'da toplamaya başladılar. Medayin'de yaptıkları türlü zulüm ve
işkencelerini haber alan Hz. Ali Hariciler üzerine yürümek mecburiyetini duydu.
İkİ taraf arasında Nehrevan'da geçen çok kanlı bir savaşta Hz. Ali, haricileri
yendi. Sonra Hariciler işi büyütüp, içlerinden bir gurup, yeryüzünü
kötülüklerle doldurduklarına inandıkları, üç kişinin öldürülmesine karar
verdiler. Bunlar Hz. Ali, Muaviye, Amr b. As idi. Bu üç kişiyi
aynı günde öldürmek üzere üç fedai seçtiler. Bu fedailerden Abdurrahman b.
Mülcem, Hz. Ali'yi Öldürmek üzere Küfe'ye, Bekr Abdullah, Muaviye'yi öldürmek
üzere Şam'a Amr el-Bekr, Amr b. el-As'ı öldürmek üzere Mısır'a gönderildi.
Abdurrahman b. Mülcem, Hz. Ali'yi sabah namazına giderken zehirli
bir kılıçla alnına
vurmak suretiyle yaraladı. Üç
gün sonra zehrin kana karışması sonunda Hz. Ali vefat etti. Muaviye aldığı
hafif bir yara ile kurtuldu. Amr b. el-As o sabah namaz kıldırmaya yerine vekil
göndermişti, vekili öldürüldü. Bundan sonra müslümanların büyük bir kısmı
Muaviye'nİn etrafında toplandı. Böylece Hûlefa-i Raşidin devri sona erdi. Olup
biten bu hazin olaylardan sonra müslümanlar üç fırkaya ayrıldı:
1)
Müslümanların cumhuru, bunlar Muaviye'nİn emirliğine razı olanlardır.
2) Şia,
bunlar Hz. Ali'yi dost edinip onu sevenlerdir.
3)
Hariciler, bunlar Hz. Ali'yi ve Muaviye'yi sevmeyenlerdir.
Bu üç fırkanın îslâm
fıkhında gelecek devirlerde büyük tesirleri görülecektir. [52]
Sahabe devrinde islâmi
fetihlerden sonra, yeni problemlerin çözümü, fıkıh dairesinin genişlemesini
gerektirdi.
Sahabe, yeni bir fıkhı
mesele ile karşılaşınca onun çözümünü Allah'ın kitabında arıyorlardı. Çünkü
Allah'ın kitabı, dinin esasıdır, Allah'ın vahyidir, hak yolu açıklayan
Allah'ın kelâmıdır. Eğer Kur'ân* da fıkhı meselenin çözümünü bulamazlarsa,
Resûlullâh (SAV) m sünnetinde arıyorlardı. Çünkü sünnet Kur'ân'ı
açıklamaktadır.
Sahabe, kitapta ve
sünnette hükmünü bulamadıkları yeni meselelerle karşılaştıklarında
fakihlerinden görüş sahibi olanlar toplanıp istişare ediyorlardı, görüşleri bir
hüküm üzerinde birleşince onunla hüküm veriyorlardı, işte sahabenin böyle bir
hüküm üzerinde birleşmelerine "icmâ"' adı verilir.
Hz. Muaz hadisinde
görüldüğü gibi, Resûlullâh (SAV), ashabın ictihad etmelerine izin veriyor veya
ictihad etmelerine işaret buyuruyordu.
Sahabe de tayin
ettikleri kadılarına bir meselenin hükmünü kitapta ve sünnette
bulamadıklarında ictihad yapmalarını söylüyordu.
Ömer b. Hattab kadı Şurayh'a
yazdığı mektupta: "Sana bir dava geldiğinde onun hükmünü Allah'ın
kitabında bulursan onunla hükmet, ondan başkasına bakma. Allah'ın kitabında
hükmü bulunmayan bir dava geldiğinde o konuda Resûlullâh (SAV)ın sünneti varsa
onunla hükmet. Allah'ın kitabında ve Resûlullâh' (SAV)in sünnetinde hükmi
bulunmayan bir dava geldiğinde icmâ ile hükmet, Allah'ın kitabında, Resûlullâh
(SAV)m sünnetinde, ve müslümanların icmâ'ında bulunmayan bir dava geldiğinde
istersen rey'inle ictihad et, istersen icthad etme, ictihad etmemeni senin İçin
daha hayırlı görüyorum." demiştir.
Hz. Ebû Bekir ve Hz.
Ömer'in yolu bu tarzda idi. Ebû Ubeyd: "Kitabü'l- Kaza" isimli
eserinde Meymun b. Mihran'dan şunları nakletmiştir: "Hz. Ebû Bekir yeni
bir fıkhi mesele ile karşılaşınca Allah'ın kitabına bakıyordu. O meselenin
hükmünü orada bulursa onunla hüküm veriyordu, orada bulamazsa sünnete
bakıyordu, sünnette o meselenin hükmünü bulursa onunla hükmediyordu. Sünnette
de bulamayıp çaresiz kalırsa sahabeye: "Bu konuda Resûlullâh (SAV)ın vermiş
olduğu bir hüküm var mıdır, biliyor musunuz?" Diye soruyordu. Bazan bir
gurub kalkıp Hz. Ebû Bekir'e: "bu konuda Resûlullâh (SAV) şöyle hüküm
verdi" diyorlardı. O da öyle hüküm veriyordu. O konuda Resûlullâh (SAV)ın
vermiş olduğu bir hükmü bulamazsa sahabenin görüş sahiplerini topluyor, onlarla
istişare ediyordu, görüşleri bir hüküm üzerinde birleşince onunla hüküm
veriyordu.
Hz. Ömer de böyle
yapıyordu. Hz. Ömer yeni bir meselenin hükmünü kitapta ve sünnette bulmaktan
aciz kalınca sahabeye: "Bu konuda Hz. Ebû Bekir'in vermiş olduğu bir hüküm
var mıdır?" diye soruyordu. Eğer Hz.Ebû Bekir'in bu konuda vermiş olduğu
bir hüküm varsa onunla hüküm veriyordu, yoksa sahabenin alimlerini toplayıp
onlarla istişare ediyordu. Görüşleri bir hüküm üzerinde birleşince onunla hüküm
veriyordu." [Bunu Begavî ve Darimî rivayet etmişlerdir]
Abdullah b. Ebu
Yezid'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Ben İbni Abbas'ı gördüm
kendisine Allah'ın kitabında olan bir şeyin hükmünden sorulunca onunla hüküm
veriyordu, sorulan şeyin hükmü Allah'ın kitabında bulunmayıp Resûlullâh (SAV)ın
sünnetinde bulunursa onunla hüküm veriyordu. Sorulan şeyin hükmü sünnette de
bulunmazsa bu konuda Hz. Ebû Bekir'in veya Hz. Ömer'in vermiş olduğu hüküm
bulunursa onunla hüküm veriyordu. Bu konuda Hz. Ebû Bekir'in ve Hz. Ömer'in
vermiş olduğu hüküm bulunmazsa re'y ile ictihad ediyordu."
Abdullah b. Mes'ud'dan
rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Bir zamanlar biz hüküm vermiyorduk,
zaten hüküm verebilecek durumda değildik, daha sonraları Allah Tealâ'nın
takdiriyle görmüş olduğunuz gibi hüküm verme makamına ulaştık. Âlim bir kimseye
bir meselenin hükmü sorulduğunda o konuda Allah Azze ve Celle'nin kitabında
olanla hüküm versin. Allah'ın kitabında olmayan bir meselenin hükmü
sorulduğunda, o konuda Resûlullâh (SAV)m vermiş olduğu hükmü varsa onunla hüküm
versin, Allah Tealâ'nın kitabında, Resûlullâh (SAV)ın sünnetinde olmayan bir
meselenin hükmü sorulduğunda, o konuda salih imamların vermiş oldukları hükümle
hüküm versin, ve "Ben kendi görüşümle amel etmekten korkuyorum"
demesin, çünkü haram da açıklanmış, helâl da açıklanmıştır. Fakat bunların
arasında şübheli işler vardır.
Sana şübhe veren şeyi bırakarak şübhe vermeyen şeyi al!"
Resûlullâh (SAV)
devrinde şer'i deliller kitap ve sünnetti. Resûlullâh (SAV) devrinden sonra
vahiy kesildi, halbuki zamanın yenilenmesiyle yeni hâdiseler ve yeni meseleler
ortaya çıkıyordu. Bu yüzden icmâ' ve kıyas gibi iki delile daha ihtiyaç
duyuldu. İcmâ' ve kıyas ile de şer'i hükmün isbatı lâzım geldi. Kitap ve
sünnetten çıkarılan icmâ' ve kıyas da şer'i delillerden oldular. Bundan dolayı
sahabe devrinde fıkhın kaynakları (şer'i deliller) dörde yükseldi.
1) Kitap
2) Sünnet
3) İcmâ'
4) Kıyas. [53]
Yukarıda geçtiği üzere
Resûlullâh (SAV) devrinde Kur'ân'ın kalblerde ezberlenmesi ve sahifelerde
yazılması suretiyle cem' edilmesinden bahsettik. Sonra Hz. Ebû Bekir devrinde
Kur'ân cem' edildi. Daha sonra Hz. Osman devrinde de Kur'ân cem' edildi. [54]
Resûlullâh (SAV)dan
sonra müslümanların işlerini idare etmek için Hz. Ebû Bekir halife seçildi.
Arabların çoğu İslâmdan çıkınca büyük hâdiseler ve olaylarla karşılaştı.
Ordular hazırlayıp mürtedlerle (İslâmdan çıkanlarla) savaşmaya gönderdi. Yemame
halkıyla yapılan savaşa sahabenin kurrâlarından pek çokları katılmıştı.
Kurrâlardan birçokları şehid oldu. Bu iş Hz. Ömer'i korkuttu. Hz. Ebû Bekir'in yanına gidip
Kur'ân'ın zayi olmasından korktuğu için onun toplanmasını ve yazılmasını teklif
etti.
Hz. Ebû Bekir bu görüşü
kabul etmedi. Resûlullâh (SAV)ın yapmadığı bir şeyi yapmak ona ağır geldi.
Resûlullâh (SAV) vefat edince Kur'ân kalblerde ezberlenmiş ince taş levhalar,
kürek kemikleri gibi yazılmaya elverişli olan şeyler üzerine yazılmış
bulunuyordu. Fakat bir kitap halinde toplanmış değildi, buna ihtiyaç da
duyulmuyordu. Çünkü Resûlullâh (SAV) aralarında bulunduğu için ihtilaf
ettikleri her hususda ona müracaat ediyorlardı.
Hz. Ömer, Hz. Ebû
Bekir'den Kur'ân'ı toplayıp yaz-dırma-sını istemeyedevam etti. Nihayet Allah Tealâ
Hz. Ebû Bekir'in göğsünü bu iş için açtı. Sonra Hz. Ebû Bekir, okumada,
yazmada, ezberlemede, anlamada, akıldaki yüksek mevkiinden dolayı Zeyd b.
Sabit'e gelmesi için haber yolladı, gelince Hz. Ömer'in görüşünü anlattı, Zeyd
de daha önce Hz. Ebû Bekir'in kabul etmediği gibi bunu kabul etmedi. Hz. Ebû
Bekir ile Hz. Ömer'in ısrarları neticesinde Zeyd'in gönlü Kur'ân'ın toplanıp,
yazılması işine razı oldu. Zeyd b. Sabit kurraların kalblerinde ezberlenmiş ve
sahabe yanında yazılmış olanlara itimad ederek bu zor vazifesine başladı,
Zeyd'in başkanlık ettiği heyet tarafından yazılmış olan bu sahifeler ölünceye
kadar Hz. Ebû Bekir'in yanında kaldı. Ondan sonra Hz. Ömer'e geçti. Onun
yanında da ölünceye kadar kaldı. Sonra Hz. Osman'ın hilafeti zamanında Hz. Ömer'in
kızı, Hz. Hafsa'nin yanında bulunuyordu. Sonra Hz. Osman onu Hz. Hafsa'dan
isteyip aldı. Buharı ve diğer hadis kitaplarında rivayet edildiğine göre, Zeyd
b. Sabit şöyle
demiştir: "Yemâme savaşında
birçok
kurranın şehid
edilmesi sebebiyle Hz. Ebû Bekir beni çağırttı, gittim, Ömer b. Hattab da
yanında bulunuyordu. Hz. Ebû Bekir dedi ki: "Hz. Ömer bana gelerek:
"Yemâme günü şiddetli harb olup, birçok kurrâ şehid edildi, birçok savaş
yerlerinde kurraların şehid edilmesinden dolayı Kur'ân'ın birçok âyetinin zayi
olmasından korkuyorum, o halde Kur'ân'ın toplanmasını emretmeni uygun
görüyorum" dedi. Bende: "Hz. Ömer'e Resûlullâh (SAV) yapmadığı bir
şeyi ben nasıl yaparım?" dedim Hz. Ömer: "Bu vallahi hayırlı bir
iştir" dedi. Bunu yapmam için devamlı bana müracaat ediyordu. Sonunda Hz.
Ömer'in göğsünü açan Allah Tealâ, benim de göğsümü açtı ve Hz. Ömer'in gördüğü
şeyin doğruluğuna kanaat getirdim. Zeyd demiştir ki: Hz. Ebû Bekir bana
"sen genç, akıllı bir adamsın, biz seni suçlamayız, sen Resûlullâh (SAV)
için vahiy yazıyordun, o halde Kur'ân'ı araştır ve onu topla" dedi. Zeyd
"vallahi eğer bana dağlardan bir dağın nakledilmesini teklif etselerdi,
bana yapmamı emrettikleri Kur'ân'ı toplama işinden daha ağır gelmezdi"
dedi. Zeyd, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'e: "Siz Resûlullâh (SAV)ın
yapmadığı bir şeyi nasıl yapacaksınız?" dedi. Hz. Ebû Bekir:
"Vallahi bu hayırlı bir iştir" dedi. Bu işi yapmam için ısrar etti.
Sonunda Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in göğüslerini açan Allah Tealâ benimde
göğsümü açtı ve hemen Kur'ân'ı araştımaya başlayıp onu yaprakları sıyrılmış
geniş hurma dallarından, ince ve beyaz taşlardan, hafızların ezberinden
topluyordum. Tevbe sûresinin sonu olan: "Lekad câeküm resulün min
enfüsiküm" ve "hüve Rabbu'l arşilazinf'e kadar olan âyetleri ensardan
Ebû Huzeyme'nin yanında buldum. Bu âyetleri başkasının yanında bulamadım"
dedi.Bu toplanan sahifeler ölünceye kadar Hz. Ebû Bekir'in yanında, sonra
hayatı boyunca Hz. Ömer'in yanında, daha sonra Hz. Ömer'in kızı Hz. Hafsa'nın
yanında kaldı.
Zeyd b. Sabit Kur'ân'ı
toplarken son derece ihtiyatlı ve tedbirli davranıyordu. Yazılı olmayan
âyetlerin, ezberde bulunmasıyla yetinmiyordu. Onun yukarıda geçen hadisteki
Tevbe sûresinin son âyetlerini, "ensardan Ebu Huzeymenin yanında buldum.
Bu âyetleri başkasının yanında bulamadım" sözü ihtiyatlı ve tedbirli
davranmasına aykırı değildir. Netice olarak Zeyd bu âyetleri sahabeden
birçoğunun ezberinde bulduğu halde, yazılı olarak Ebu Huzeyme'den başkasının
yanında bulamamıştı. Böylece Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Ömer'in ve Hz. Zeyd b.
Sabit'in ve Kur'ân'ın toplanmasında onlara yardım edenlerin üstünlükleri
meydana çıkmıştır. Çünkü onlar Allah yolunda cihad ederek dini korudukları gibi
bu işi yapmakla bizim için dinin aslı olan Kur'ân'ı da korumuşlardır.
Bu cem'e "Cem'i
Sani=Kur'ân'ın ikinci toplanması" denir.
Hz. Osman'ın Devrinde
Kur'ân'ın Cem' Edilmesi, Mushaflarm Yazılıp Şehirlere Gönderilmesi:
Kur'ân'ın yedi harf
üzere inmiş olduğu sabit olmuştur. Nitekim İbn-i Abbas'dan rivayet edilmiştir,
demiştir ki: Resûlullâh (SAV), "Cibril Aleyhisselâm bana Kur'ân'ı bir harf
üzere okuttu, sonra ben kendisine müracaat ettim. Ben daha çok harf üzere
okutmasını istemekte o çla, bana ziyade etmekte devam ede ede nihayet yedi
harfde karar kıldı" buyurmuştur.
[Bu hadis-i şerifi Buhari
rivayet etmiştir. ]
Resûlullâh (SAV)
ashabından her birine öğretmiş olduğu bu yedi harfden biriyle Kur'ân'ı
okumasına izin vermiştir. Bu yedi harf onlara Kur'ân'ı okumayı, ezberlemeyi,
anlamayı hafifletiyor ve kolaylaştırıyordu. Sahabe arasındaki bu kıraat
ihtilâfını men edecek bir sebeb bulunmuyordu, çünkü kıraattaki İhtilâfları
azdı, bir arada bulunuyorlardı. Kendilerinden sonra gelenlere nisbetle sayıları
azdı, Resûlullâh (SAV) aralarında bulunduğundan ihtilâf ettikleri hususlarda
ona müracaat ediyorlardı.
Hz. Ebû Bekir, Hz.
Ömer devrinde Kur'ân'ı, sûreleri arasında tertipsiz olarak toplamaktan daha
fazlasına ihtiyaç duyulmadı. Müslümanlar, Kur'ân'ı yedi harfden bir harfle
okumaya zorlanmadılar.
Hz. Osman devrinde
fetihler sebebiyle İslâm devletinin sınırları genişledi, hafızlar şehirlere
dağıldılar, her şehir halkı kendilerine gelen hafızın kıraati ile okuyorlardı.
Kur'ân'ın inmiş olduğu yedi harfin değişik olmasıyla okudukları Kur'ân'ın
kıraat vecihleri de değişiyordu.
Bir toplantı yeri veya
savaş meydanlarından bir meydan, müslümanları bir araya getirdiği zaman bu
değişik kıraat vecihlerine hayret ediyorlardı. Bu değişik kıraat vecihlerinin
Resûlullâh (SAV)'a dayandığına kanaat getiriyorlardı. Fakat bu değişik kıraat
vecihleri Resûlullâh (SAV)a yetişmemiş olan yeni müslümanları şüpheye
düşürmekten de uzak değildi. Bir de aralarında bu kıraatlardan
"bazılarının fasih ve bazılarının ise daha fasih olduğu hakkında"
konuşmalar oluyordu. Kur'ân okumadaki ihtilâf, çekişmeye, tartışmaya, mücadeleye,
birbirlerini günahkâr saymaya sebep oluyordu. Bu büyük
bir fitne olup giderilmesi için çare
bulunması gerekiyordu.
Ermenistan ve
Azerbeycan savaşında Iraklılar ve Şamlılar arasında kıraat ihtilâfı çıktı, bu
savaşlara katılanlar arasında Huzeyfe b. Yemân da vardı. Huzeyfe b. Yemân
kıraat vecihlerinde birçok ihtilâf olduğunu gördü. Herkes kendi kıraatına
alışmış ve onu benimsemişti. Huzeyfe b. Yemân, Hz. Osman'a gördüğü kıraat
ihtilâfını anlatıp ondan bu konuda yardım istedi. Çocuklara Kur'ân okutan
hafızlardan da böyle bir ihtilâf meydana geldiği Hz. Osman'a ulaşmıştı. Bu
çocuklar büyüyünce onları okutan hocaları arasındaki ihtilâf bunlar arasında da
ihtilâfın çıkmasından kaçınılmazdı. Sahabe, Kur'ân'ın bozulması ve
değişmesinden korkarak bu işi büyük ve önemli saydılar. Hz. Ebû Bekir'in
topladığı ilk sahifelerden birkaç mushaf yazmak ve sabit olan kıraatlar
üzerinde müslümanları toplamak konusunda birleştiler.
Hz. Osman, Hz.
Hafsa'ya haber gönderip, yanındaki sahifeleri istedi. O da sahifeleri ona
gönderdi. Sonra ensardan Zeyd b. Sabit'e Kureyşli olan Abdullah b. Zübeyr'e,
Said b. As'a, Abdurrahman b. Haris b. Hişam'a haber yollayıp çağırdı. Hz. Osman
bunlara (Hz. Ebû Bekir'in topladığı) sahifelerden birkaç mushaf yazmalarını
emretti. Zeyd'in diğer üç Kureyşli ile ihtilâf ettiği kelimelerde Kureyş lisanı
ile yazmalarını bildirdi. Çünkü Kur'ân Kureyş lisanı ile inmişti. Sahifelerden
mütevatir kıraatlar üzere birkaç mushaf yazılınca Hz. Osman o sahifeleri Hz.
Hafsa'ya iade etti. Bu yazılan mushaflardan herbirini bir beldeye gönderdi.
Bunlardan birini Medine'de bıraktı. Bu mushafa "İmam" adı verildi.
Bazı rivayetlerde
geldiğine göre Hz. Osman: "Ey Mu-hammed ashabı! Toplanın ve müslümanlar
için bir "İmam" yazın" demiştir.
Hz. Osman yazdırdığı
bu mushaflardan başka sahife ve mushafların hepsinin yakılmasını emretti. Bu
suretle Hz. Osman fitnenin kökünü kesti, ihtilâfı ortadan kaldırdı ve Kur'ân'ı
bir kale içine aldı. Bu yüzden ona asırların ve zamanların geçmesine rağmen
ziyade ve tahrifden hiçbir şey yol bulamadı ve bulamayacaktır.
Hz. Osman'ın
yazdırdığı mushafların adedi göndermiş olduğu beldelerin adedine göre yedi idi.
Mekke, Şam, Basra, Küfe, Yemen, Bahreyn ve Medine.
Hz. Osman'ın
mushafının şekli bugün sürelerin bilinen tertibi üzere idi.
Bu cem'e "Cem'i
sâlis =Kur'ân'ın üçüncü toplanması" denir. Bu, hicretin yirmi beşinci
yılında olmuştur. [55]
Buhâri Enes b.
Malik'den rivayet etmiştir. Enes demiştir ki: Huzeyfe b. Yeman Hz. Osman'ın
yanına geldi. O sırada Hz. Osman Iraklılarla beraber Şamlıları, Ermenistan ve
Azerbeycan'in fethi için gazaya hazırlıyordu. Şam ve Irak halkının Kur'ân
okumaktaki ihtilafı Huzeyfe'yi korkutmuştu. Bunun için Huzeyfe, Hz. Osman'a:
"Ey müminlerin emiri! Yahudilerin ve hrıstiyanların kitaplarında ihtilafa
düştükleri gibi bu ümmet de kitabında ihtilafa düşmeden önce imdadına
yetiş" dedi. Bunun üzerine Hz. Osman. Hz. Hafsa'ya: "Sahifelen bize
gönder o sahifeleri Mushaflara yazdırdıktan sonra sana
iade ederiz" diye
haber yolladı. Hz. Hafsa'da sahifeleri Hz. Osman'a gönderdi.
Hz. Osman Zeyd b.
Sabit'e, Abdullah b. Zübeyre, Said b. As'a, Abdurrahman b. Haris b. Hişam'a
emretti, bunlarda o sahifelerden birkaç mushaf yazdılar. Hz. Osman kureyşü olan
üçüne; "Zeyd b. Sabit ile Kur'anda bir şeyde ihtilafa düşerseniz o şeyi
kureyş diliyle yazınız. Çünkü Kur'an onların diliyle inmiştir" dedi.
Onlarda öyle yaptılar. Hatta Hz. Hafsa'dan alman sahifeleri Mushaflara
yazdıkları vakit, Hz. Osman sahifeleri Hz. Hafsa'ya iade etti. Ve onların
yazdıkları Mushaflardan her beldeye bir Mushaf gönderdi. Hz. Osman yazdırdığı
bu Mushaflardan başka sahife ve Mushaf'ların hepsinin yakılmasını emretti.
İbn-i Hişam dedi ki,
bana Zeyd b. Sabit'in oğlu Harice babasından şunları dinlediğini anlattı..
Babası Zeyd b. Sabit demiştir ki: "Mushafı yazarken Ahzab süresinden bir
âyeti aradım, bulamadım. ResûluUâh (SAV) in o âyeti okuduğunu işitiyordum, o
âyeti aradık ensardan Hüzeyme b. Sabit'in yanında bulduk. O âyet:
"Müminlerden öyle adam vardır ki, Allah'a verdikleri sözde doğru
çıktılar" [Ahzab sûresi: 23] mealindeki âyettir. O âyeti de Mushafda
süresindeki yerine yerleştirdik."
Hz. Osman'ın
Müslümanları Kur'an-ı bir harf (lehçe) üzerinde okumaya zorlamasında, ResûluUâh
(SAV)in ashabına okuttuğu ve okumalarım emrettiği diğer harfleri terk etmesinde
hiçbir zarar yoktur.
İbn-i Cerir, Hz.
Osman'ın yaptığı bu işi şu sözleri ile açıklamıştır: "ResûluUâh (SAV) in
ashabına Kur'an-ı yedi harfle okumaları hakkındaki emri, vacip ve farz ifade
eden bir emir değildir. Bu emir ancak mübahlık ve ruhsat (izin) ifade eden bir
emirdir. Çünkü Kur'an-ı bu yedi harfle okumak, şayet onlara farz olsaydı, ümmetin kıraatından şek
ve şüpheyi gideren, haberi özrü kökünden kesen, nakli ile hüccet ve delil
meydana gelen her âlimin bu yedi harfden her harfi bilmesi muhakkak vacip
olurdu. Bu ümmetten Kur'an-ı nakledenler arasında nakli kesin hüccet olarak
kabul edilen âlimler bulunup, bunların yedi harften biriyle Kur'an-ı nakledip,
diğer harflerle Kur'an'ın naklini terk etmelerinde bu yedi harfle Kur'an-ı okumakta
muhayyer olduklarına açık bir delil vardır. Durum böyle olunca âlimler, yedi
kıraatin hepsini nakletmeyi terk etmeleriyle nakli üzerine vacip olanı terk
etmiş değillerdir. Bilakis üzerlerine yapılması vacip olan işi yapmışlardır.
Çünkü bu konuda yaptıkları iş İslama ve müslümanlara yardımdır." [56]
İslami fetih, Hülefa-i
Raşidin devrinde Arap yarımadasına komşu olan bölgelere nüfuzunu yaymaya
başladı. Eski medeniyet sahibi olan İranlılardan ve Rumlardan birçok kimseler
islam sancağının altına girdiler. Bunların islam inancına ve islam şeriatına
ters düşen inançları, örfleri, adetleri ve düzenleri vardı. Tabii olarak
zaptedilen yerler Müslümanlara ağır sorumluluk ve büyük vebal yüklüyordu.
Halifelerin orduları düzenlemeleri, yardımcı kuvvet göndermeleri, fethedilen
yerlere vali tayin etmeleri ve bu beldenin işlerini idare etmeleri gerekiyordu.
İslami fetihlerin
genişlemesiyle insanlar durmadan yeni yeni problemlerle karşılaşıyor ve daha
önce bilinmeyen
yeni yeni meseleler
ortaya çıkıyordu. Bunlar hakkında kitap da ve sünnette delilde bulunmuyordu.
Sahabilerin bilgileri ve anlayışları farklı olduğundan yeni meydana gelen
meselelerden bazılarında birleşiyorlar, bazılarında ise ihtilaf ediyorlardı. [57]
1) Sahabenin
Resûlullâh (SAV) in vefatından sonra ilk karşılaştıkları mesele, bahsin başında
anlattığımız gibi halife seçme meselesi oldu. Şöyle ki: Ensar (Medine'Ii
müslümanlar) ile, Muhacirler arasında halife seçilmesi konusunda ihtilaf çıktı.
Ensar (Medine'Ii müslümanlar) Beni Saide sofasında toplanmışlar, halifenin
kendilerinden olmasını istiyorlar ve Sa'd b. Ubade'yi aday gösteriyorlardı.
Bu durumu haber alan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, ve Hz. Ebû Ubeyde Ensarın toplantı
yerine süratle geldiler, aralarında mücadele ve münakaşadan sonra Resûlullâh
(SAV) in vefatından önce insanlara namaz kıldırması için halife seçtiği Hz. Ebû
Bekir'e biat ettiler. Tarihçilerin zikrettiğine göre, Sa'd b. Ubade'den başka
Hz. Ebû Bekir'e biat etmiyen hiçbir kimse kalmadı.
İbn-i Kesir
"Bidaye ve Nihaye" isimli eserinde beni Saide sofası hakkında hadis
kitaplarında bulunanları rivayet ederek şunları zikretmiştir. Buhârinin
sahabenin fazileti bahsinde Resûlullâh (SAV) in zevcesi, Hz. Aişe'den rivayet
ettiğine göre: Resûlullâh (SAV) vefat ettiği sırada Hz. Ebû Bekir Sunh köyünde
idi. Hz. Ömer kalkarak: "VAHâhi Resûlullâh (SAV) ölmedi." diyordu.
Hz. Aişe dedi ki: Hz. Ömer; benim içime Resûlullâh (SAV) in
Ölmediği doğdu. Yemin
ederim ki, Allah muhakkak Resûlullâh (SAV) i diriltecek o, mutlaka
birtakım insanların ellerini ve ayaklarını kesecektir." Diyordu. O sırada
Hz. Ebû Bekir geldi, kimseye bir şey söylemeden doğru Hz. Aişe'nin odasına
girdi. Resûlullâh (SAV) in yüzünü açtı. (iki gözünün arasını hürmetle) Öpüp
ağladı, ve: "Babam da Anam da sana kurban olsun. Sen hayatta da pak oldun,
ölünce de pak oldun. Nefsim yed-i kudretinde 'olan Allah'a yemin ederim ki,
cenabı hak sana iki ölümü ebediyyen tattırmıyacaktır" dedi. Sonra
Resûlullâh (SAV) i ziyaretten çıktı ve: "Ey Resûlullâh (SAV) ölmedi diye
yemin eden, yavaş ol" dedikten sonra konuşmaya başlayınca Hz. Ömer oturdu.
Hz. Ebû Bekir Allah Tealâya hamd ve sena ettikten sonra şöyle dedi: her kim Hz.
Muhammed'e tapıyorsa iyi bilsin ki Hz. Muhammed ölmüştür. Her kimde Allah'a
ibadet ediyorsa iyi bilsin ki, Allah bakidir, asla ölmez. Nitekim Allah Tealâ:
"(Ey Muhammed!) muhakkak sende öleceksin, onlar da (müşriklerde)
ölecektir." [zümer sûresi: 30] ve: "Muhammed ancak bir peygamberdir,
ondan öncede peygamberler geçmişti. Ölür veya öldürü-lürse geriye mi
döneceksiniz? Geriye dönen. Allah'a hiçbir zarar vermez, Allah şükredenlerin
mükafatını verecektir" [Ali imran sûresi: 144] buyurmuştur.
Hz. Ebû Bekir;
"Müslümanlar için için ağlıyordu" dedi. Ensar Beni Saide sofasında
Sa'd b. Ubade'nin başına toplanarak: "Bizden (Ensardan) bir emir, siz
muhacirlerden bir emir seçilmelidir" diyorlardı. Ensarın toplandığı yere
Hz. Ebû Bekir, Ömer b. Hattab ve Ebû Ubeyde b. Cerrah gittiler. Hz. Ömer orada
konuşmak istedi, Hz. Ebû Bekir onu susturdu. Hz. Ömer "Vallahi beğendiğim
bir konuşma hazırlamıştım. Böyle bir konuşmayı Hz. Ebû Bekir'in
yapamıyacağından korkuyordum" dedi. Sonra Ebû Bekir insanların en fasih ve
beliği olarak konuştu. Konuşması arasında "Emirler bizden olsun, vezirler
de sizden olsun" dedi. Bunun üzerine Hubab b. Münzir: "Hayır! Vallahi
bunu yapamayız, bir emir bizden bir emirde sizden olsun dedi. Hz. Ebû Bekir:
"Hayır, emirler bizden vezirler de sizden olsun: Emirlik konusunda arab
kabileleri ancak kureyşi tanır, çünkü kureyşin yurdu arabistan'ın tam
ortasındadır. Haseb ve nesebce Arabın en efdalıdir. Bundan dolayı ya Ömer b.
Hattab'a veya Ebû Ubeyde b. Cerrah'a biat edin" dedi. Bunun üzerine Hz.
Ömer: "Biz ancak sana- biat ederiz. Sen bizim efendimizsin, sen bizim
hayırlımızsın, sen Resûlullâh (SAV) in yanında en sevimlimizsin" dedi. Ve
Hz. Ömer Hz. Ebû Bekir'in elini tutup biat etti. Bunun üzerine bütün insanlar
Hz. Ebû Bekir'e biat ettiler. İçlerinden biri "Sa'd b. Ubade'yi katlettiniz"
dedi. Hz. Ömer: "Allah onu kahretsin" dedi.
Rivayetlerde
zikredildiğine göre, Beni Saide sofasında bulunanlar Hz. Ebû Bekir'e biat
ettiler, ertesi günü Hz. Ebû Bekir'e umum halk biat etti. Böylelikle Hz.
Ebûbekir ilk halife seçildi.
2) Sahabenin
Resûlullâh (SAV)in vefatından sonra karşılaştıkları ikinci mesele, araplardan
bir gurubun zekat vermeyi kabul etmemesidir. Hz. Ebûbekir bu gurupla savaşmaya
karar verdi. Hz. Ömer ilk önce bu gurupla savaşılması görüşünde değildi. Çünkü
bu gurup Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed (SAV) in Resûlu
olduğuna şehadet ediyorlardı. Hz. Ebûbekir Hz. Ömer'e bu gurupla savaşacağında
İsrar ediyordu. Sonunda Allah Tealâ savaş için Hz. Ömer'in göğsünü açtı, bu
gurupla savaş yapılmasında bütün sahabe birleşti. Ebû hüreyre'den rivayet
edilmiştir demiştir ki: "Resûlullâh
(SAV)
vefat edip, ondan sonra Hz. Ebûbekir Halife seçilip, arablardan kafir olan
kafir olunca Ömer b. Hattab, Hz. Ebû Bekir'e "Resûlullâh (SAV) insanlar
Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur deyinceye kadar (onlarla) savaşmakla
emrolundum. Her kim Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur derse malını ve canını
benden korumuş olur. Ancak hakkıyla olursa müstesna! Onunda hesabı Allah'a
kalmıştır" buyurduğu halde sen nasıl oluyorda insanlarla harb
ediyorsun" dedi. Hz. Ebû Bekir: "vAIlâhi namazla zekatın arasını
ayıranlarla mutlaka harbedeceğim. Çünkü zekat malın hakkıdır. Vallahi
Resûlullâh (SAV) a veregeldikleri bir dişi oğlağı bana vermezlerse, vermediklerinden
dolayı onlarla mutlaka harb ederim" dedi. Bunun üzerine Ömer b. Hattab:
"Vallahi Hz. Ebû bekir'in göğsünü açan Allah benim göğsümü de açtı ve
savaşın hak olduğunu bildim" dedi. [Bu hadis-i şerifi İbn-i Mace'den başka
muhaddisler rivayet etmişlerdir.]
3) Hz.
Fatıma, babası Resûlullâh (SAV) in malından miras istedi.
Hz. Ebû Bekir
ona miras vermedi. Resûlullâh (SAV) in malında
varislerinin hiçbirinin hakkı olmadığı
hususunda ittifak edildi.
Buhâri, sahabenin faziletleri
bahsinde Hz. Aişe'den rivayet etmiştir, Hz. Aişe demiştir ki: "Resûlullâh
(SAV) in vefatı üzerine, Hz. Fatıma, Hz. Ebû Bekir'e haber gönderip Allah
Tealânın Resulüne Fey' yani: Harbsız ganimet olarak bahşettiği Medine
yakınındaki Beni Nadir, Fedek hurmahklarıyla Hayber hurmalıklarının beşte birinin
geri kalanından isabet eden mirasını
istedi. Hz. Ebû Bekir: "Resûlullâh (SAV) "Bize miras olunmaz. Her ne
bırakırsak sadakadır (mülkiyeti beytu'l mala ait vakıf dır)" buyurdu. Buna
göre bu vakıf maldan Hz. Muhammed (SAV) in Âli yiyerek istifade edebilir.
Bundan fazla tasarruf haklan yoktur. Vallahi ben Resulullâh (SAV) in bu vakıfları üzerinde kendi
hayatı zamanında yapılanlardan hiçbir şey değiştirmem. Resulullâh (SAV) in bu
mallar hakkındaki muamelesi gibi muamele ederim" dedi.
Buhari ile Müslimin
rivayet ettikleri bir hadis-i şerifde: "Biz peygamberler cemaatının
terikesine miras olunmaz. Her ne bırakırsak sadakadır (vakıfdır)"
buyurulmuştur. Bu hadis-i şerif miras âyetini tahsis etmiş ve ihtilâf da zail
olmuştur.
4) Sahabe,
Resulullâh (SAV) vefat edince nereye 'defnedileceği hakkında ihtilaf ettiler.
Sonra Hz. Ebû Bekir sıddık onlara Resulullâh (SAV) in: "Peygamber ancak
vefat ettiği yerde defnedilir" buyurduğunu rivayet edince Resulullâh (SAV)
in ruhunun kabzedildiği yani üstünde vefat ettiği döşeğin bulunduğu yere defnedilmesine
ittifak ettiler.
İmam Malik'in
"Muvatta" isimli eserinde cenaze bahsinde rivayet edilmiştir. İmam
Malik bana ulaştığına göre: "Resulullâh (SAV) pazartesi günü vefat etmiş,
Salı günü defnedilmiş. İnsanlar onun cenaze namazını ayrı ayrı kılmışlar, kimse
imamet etmemiştir." İnsanlardan bazıları Resulullâh (SAV) i Mescidi
Nebevinin minberinin yanma defnedelim" demişler. Bazdan ise: "Baki'de
yani Medi-ne-i Münevvere kabristanında defnedelim" demişler. O sırada Hz.
Ebû Bekir sıddık geldi ve: "Resulullâh (SAV): "Her peygamber muhakkak
vefat ettiği yerde defnedilir" diye buyururken işittim" dedi. Hafız
İbn-i Abdü'1-ber "bu hadis bir çok cihetten sahihdir" demiştir.
Cami-i Tirmizi'nin
cenaze bahsinde Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Resulullâh
(SAV) vefat edince defni meselesinde ihtilaf ettiler. Hz. Ebû Bekir:
"Resulullâh (SAV)
den hala unutmadığım bir şey işittim" dedi: Resulullâh (SAV): "Allah
her peygamberin ruhunu ancak defnedilmesini istediği yerde kabzeder"
buyurdu, bunu üzerine Ebû Bekir sıddık: "onu üstünde vefat ettiği döşeğin
yerinde defnedin" dedi. İbn-i Mace cenaze bahsinde, İbn-i Abbas'tan
rivayet etmiştir demiştir ki: "Müslümanlar Resulullâh (SAV) in kabrinin
kazılacağı yerde ihtilaf ettiler, bazıları "onu mescidinde defnedelim"
dediler. Bazıları ise, "onu ashabı ile birlikte yani, Baki Kabristanına
defnedelim" dediler. Hz. Ebû Bekir: "Resulullâh (SAV), "Her
peygamber muhakkak ruhunun kabz olunduğu yerde defn olunur" buyururken
işittim" dedi.
5) Sahabenin ittifak
ettiği meselelerden biride "Kur'an'm cem'i
toplanması"
meselesidir. Resulullâh
(SAV) vefat edince
Kur'an bir Mushafta
toplanmış değildi. Onun toplanmasına dair kitapta ve sünnette bir delil
yoktu. Daha önce anlatıldığı gibi Yemame savaşından sonra
Hz. Ömer Kur'an'ın toplanmasının zaruri olduğunu gördü ve Hz. Ebû Bekir'e
Kur'an-ı toplaması için İsrar etti.
Sonun da Hz. Ebû Bekir'de Kur'an'ın toplanmasının zaruri olduğuna kanaat
getirdi. Kur'an'ın toplanması konusunda sahabe ittifak ettiler.
6) Hz. Ömer
ganimetten atiyye alanların defterlere yazılması hakkında sahabe ile
istişare etti. Atiyye'de bütün insanların
eşit tutulması hususunda
Hz. Ebû Bekir'in görüşüne
uydu. Hz. Ömer
Irak fethedilince atiyyelerin
verilmesinde insanları eşit tutmayıp herkesin çektiği zahmete ve katıldığı
cihada göre bazısına az, bazısına fazla verilmesi görüşünde olduğunu sahabeye
sordu. Onlarda bu konuda Hz. Ömer'i tasdik ettiler. Hz. Ömer: "Herkesin bu
malda muhakkak hakkı vardır. Ben de bu maldan hakkı olanlardan biriyim. Fakat bizim
durumumuz Allah'ın kitabında ve ResûluUâh (SAV) nin taksiminde farklıdır.
Herkesin İslam da çektiği zahmete, islam'a girmekte kıdem ve önceliğine, İslam
da zengin sayılmasına veya fakir sayılmasına göre atiyye alma durumu değerlendirilir"
diyordu.
Tarihçiler: "Hz.
Ömer, hayatının sonunda Hz. Ebû Bekir'in yaptığı gibi atiyye'de insanlar
arasında eşitliğe dönmek istemiştir, fakat bunu yapamadan şehid edilmiştir"
diye zikretmişlerdir.
7) Ebû Ubeyd
Kasım b. Sellam "kitabü'l Emval" isimli eseri'nin ganimetten verilen
atiyyelerin miktarı'nın tayın edilmesi ve önce kimden başlanılması babında
Muhammed. b. Aclan'dan rivayet ettiğine göre, Muham-med demiştir ki: "Hz.
Ömer ganimetten hisse alacakların isimlerini defterlere yazdırınca "önce
kimden başlayalım" diye sordu. Sahabe "önce kendinden başla"
dediler. Hz. Ömer "Hayır! ResûluUâh (SAV) bizim imamımızdır, onun
kabilesinden başlayalım, sonra onun kabilesine yakın olan kabilelere
verelim" dedi.
Kadı Ebû Yusuf
"Kitabü'l haraç" isimli eserinin "Hz. Ömer'in ResûluUâh (SAV) m
ashabı için ganimetten verilecek hisselerin miktarının nasıl tayin
edildiği" faslında şunları zikretmiştir. Ebû Bekir ganimetten verilen
hisseleri gerek küçük gerek büyük olsun, gerek hür gerek köle olsun, gerek
erkek, gerek kadın olsun bütün insanlar arasında eşit olarak taksim etti bunun
üzerine Müslümanlardan bazıları gelerek "Ey ResûluUâh (SAV) in halifesi
sen bu malı taksim ettin, fakat taksiminde insanlar arasını eşit tuttun, halbu
ki İnsanlar birbirlerine eşit değillerdir içlerinde fazilet bakımından
üstün olanlar, ilk müslüman olanlar
gazalarda hakkı geçmiş bulunanlar vardır. Taksiminde ilk müslüman olanları ve
faziletli olanları, faziletlerine göre üstün tutm-uş olsaydınız olmaz
mıydı?" dediler. Hz. Ebû Bekir: "Önce müslüman olmaları, gazalarda
geçen haklan, fazilet yönünden üstünlükleri bilinmektedir. Fakat anlattığınız
bu * hususiyet ve meziyetlerinin sevap ve mükafatı Allah Tealâ tarafından
verilecektir. Taksim olunan bu mallar ise dünyalıktır, bunda eşitlik tercihden
ve imtiyazdan daha hayırlıdır" dedi
Halifelik nöbeti Hz.
Ebû Bekir'in vefatı ile Ömer b. Hattab'a intikal edip, bir çok yerler
fethedilerek ganimet malları çoğalmaya başladı. Hz. Ömer fazilet ve meziyet
sahiplerini diğerlerine tercih etti. Ve: "ResûluUâh (SAV) la beraber.
"İ'lâ-i kelimetullâh" için kafirlerle savaş edenlere eşit
tutmam" diyerek Bedir gazasında bulunup savaş eden, İslâm'a girmekte kıdem
ve önceliği bulunan muhacirlerden ve Ensardan her birine beşer bin ve Bedir savaşında
bulunmayanlara dörder bin dirhem verildi. Daha sonra Müslüman olanlara da
bunlardan daha az verdi böylece herkese İslama girişteki önceliğine ve durumuna
göre hisse verdi Kadı Ebû Yusuf bu konudaki tafsilatlı rivayetleri zikrettikten
sonra Muhammed b. es-Saib vasıtasıyla Zeyd'den o da Babasından rivayet ettiğine
göre Hz. Ömer şöyle demiştir: "Kendinden başka ilah olmayan Allah'a yemin
ederim ki, bu mallarda herkesin hakkı vardır. Gerek verilsin gerek verilmesin
hiç biri diğerinden bu malı almaya daha haklı değildir. Ancak bu malda
Kölelerin hakkı yoktur. Bende bu konuda sizden biri gibiyim. Fakat herkesin
hakkı bir değildir. Allah'ın kitabında kim üstünse ve ResûluUâh (SAV) in
taksiminde kim önde ise taksimde de öne geçme ona göredir. Yani bazı kimselere "î'lâ-i kelimetullah"
yolundaki gayretlerine, bazılarının islamiyette ki zenginliklerine,
bazılarının islamiyette olan kıdem ve Önceliklerine, bazılarının da ihtiyaç ve
zaruretlerine bakılır. Yine Allah'a yemin ederim ki, eğer dünyada bir müddet
yaşarsam San'a dağındaki çoban bile orada bulunduğu halde alnı terlemeden bu
maldan nasibini alacaktır." Hz. Ömer daha sonra malların çoğaldığını
görünce: "Gelecek sene bu geceye kadar yaşarsam, insanların sonradan
Müslüman olanlarını, önce Müslüman olanlarına katarak atiyye de hepsini müsavi
olarak tutacağım" demişse de o vakitten evvel vefat etmiştir.
Bazı rivayetlerde
bildirildiğine göre, Hz. Ömer Resûlullâh (SAV) in zevcelerinden her birine on
ikişer bin dirhem verdi. Amcası Abbas'a da on iki bin dirhem verdi.
Muhacirlerin ve ensann çocuklarından her birine de üçer bin dirhem verdi. Hz.
Ömer insanların islamiyette olan önceliklerine, çektikleri zahmetlere ve
ihtiyaçlarına göre ganimet malından hisse veriyordu. [58]
Savaşla alınan
beldelerin arazileri de ganimet hakkındaki şu âyet-i kerimenin genel hükmü
altına girerler:
"Bilmiş olun ki,
ganimet olarak aldığınız herhangi birşeyin beşte biri mutlaka Allah'a ve
peygamber'e ve onun akrabasına, yetimlere yoksullara ve yolda kalmışlara
aittir" [Enfal sûresi: 41]
Buna göre ganimet
olarak alınan arazilerin beşte dördü gaziler arasında beşte biri ise, âyeti
Kerime de bildirilen sınıflar arasında taksim edilir.
Hz. Ömer zamanın da
birçok yerler fethedilince sahabe, Hz. Ömer'den bu fethedilen arazilerin
gaziler arasında taksim edilmesini istediler. Fakat Hz. Ömer'e göre, bu
fethedilen beldelerde ki Müslümanların geleceği, bu beldelerin idare edilmesi,
işlerinin düzenlenmesi, bu beldelerde ki halkın menfaatlarının
gerçekleştirilmesi için zaruri olan maddi ihtiyaçlar bu arazilerin taksim
edilmemesini, hatta bu gazilerden sonra gelecek kimselerin de bu arazilerden
istifade etmelerini gerektiriyordu. Bu da, bu arazilerin ancak Müslümanların
menfaatlerine vakfe-dilmesi ile mümkün olacaktı. Bundan dolayı Hz. Ömer:
"Bu arazilerin sahiplerine bırakılması, bu arazilerden haraç alınması,
alınacak haraçlardan müslümanlara atiyye verilmesi, ordunun iaşesinin
karşılanması, kadıların ve memurların maaşlarının verilmesi, yetimlerin ve
yoksulların ihtiyaçlarının giderilmesi" görüşünde olduğunu açıkladı.
Hz. Ömer'in bu
görüşüne sahabeden Hz. Ali, Muaz b. Cebel, talha katıldılar, Abdurrahman b.
Avf, Ammar b. Yasir, Bilal karşı çıktılar ve arazilerden beşte birinin ayrilip,
ganimet âyetinde zikredilen sınıflar arasında, beşte dördünün ise gaziler
arasında taksim edilmesini istediler.
Bazı âlimler:
"İmam Ebû Yusuf un "Kitabul haraç" isimli eserinde rivayet
ettiği gibi Hz. Ömer yaptığı bu işin doğru olduğuna şu âyeti Kerimeleri delil göstermiştir"
dediler.
1 Ayeti Kerimeler
şunlardır:
"(Bilhassa o
ganimet), hicret eden fakirlere aitdir ki, onlar Allâh'dan bir fazıl ve ihsan
ve hoşnutluk ararlar ve Allah'a ve peygamberine (mallarıyla canlarıyla) yardım
ederlerken yurtlarından ve mallarından (mahrum edilerek) çıkarılmış-lardır.
Bunların arkasından gelenler (şöyle) derler: "Ey Rabbimiz, bizi ve iman
ile daha önce bizi geçmiş olan (din) kardeşlerimizi yarlığa iman etmiş olanlar
için kalplerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz, şübhesiz ki, sen çok
esirgeyicisin, çok merhametlisin" [Haşr sûresi: 8-10]
Hz. Ömer'den bu âyeti
Kerimeler hakkında şunlar nakledilmiştir. Hz. Ömer: "Bu arazileri size
taksim edip sonra gelecek olan müslümanları nasıl hissesiz bırakırım"
dedi. Bu arazileri sahiplerine vermeye ve arazilerden haraç, sahiplerinden de
cizye almaya karar verdi.
Ebû Ubeyd Kasım b.
Sellam "Kitabü'l-Emval" isimli eserinde fethedilen araziler hakkında
gelen rivayetleri zikretmiş ve: "Resûlullâh (SAV) dan ve ondan sonra
Hulefa-i Raşidinden gelen eserlere göre, fethedilen arazilerin hükmü üç
kısımdır." demiştir.
a) Sahipleri
müslüman olanların arazileridir ki, kendilerinin mülkleridir. Bunlar
öşür arazileridir, öşürden başka bir şey alınmaz.
b) Belli
miktarda haraç alınmak üzere barış yapılan arazilerdir. Bu arazilerden belli
miktar haraçdan başka bir şey alınmaz.
c) Harble
alınan arazilerdir. İşte bu araziler hakkında Müslümanlar ihtilaf etmişlerdir. Müslümanlardan bazıları: "bu araziler
ganimet arazileri olup bu arazilerin beşte
biri ayrılıp, Allah
Tealânın kitabında açıkladığı sınıflar arasında taksim
edilir, beşte dördü ise gaziler arasında taksim edilir." Demişlerdir.
Müslümanlardan bazıları ise: "Böyle araziler hakkında verilecek hüküm
devlet başkanına aittir. Devlet başkanı uygun görürse bu arazileri ganimet
sayıp Resûlullâh (SAV) in Hayber'i fethettiğinde yaptığı gibi beşte birini
ayırıp, beşte dördünü gaziler arasında taksim eder. Devlet başkam uygun
görürse bu arazileri Hz. Ömer'in Irak toprakları fethedil-diğinde yaptığı gibi,
bütün Müslümanlar namına vakıf olarak bırakır" demişlerdir.
Zeyd babası Eslem'den
rivayet ettiğine göre, babası Eşlem demiştir ki: Ben Hz. Ömer'i dinledim. Şöyle
diyordu: "Sonra gelecek olan müslümanlar olmasaydı, fetholunan her beldeyi
ve köyü Resûlullâh (SAV) in Hayber'i taksim ettiği gibi gaziler arasında taksim
ederdim." [Bu hadisi Buhâri rivayet etmiştir] yani Hz. Ömer'in Irak
topraklarını taksim etmemesi kendi içtihadıdır. Bilal Ömer b. Hattab'a
"Harble aldığımız arazinin beşte birini ayır, beşte dördünü biz gaziler
arasında taksim et, " dedi. Hz. Ömer "Hayır bu arazi devamlı gelir
kaynağı olarak kalacaktır. Ben bu araziyi vakıf olarak bırakacağım. Gelirinden
hem gaziler, hemde Müslümanlar istifade edeceklerdir." dedi. Bunun üzerine
Bilal ve onun arkadaşları: "Bu araziyi biz gaziler arasına taksim et"
diye İsrar ettiler.
Hz. Ömer: "Ya
Rabbi! Beni bilal'den ve arkadaşlarından kurtar" diye dua etti.
Hz. Ömer Irak ve diğer
fethedilen yerlerin arazilerini gaziler arasında taksim etmeyip Müslümanlara ve
nesillerine bir% gelir kaynağı olmak üzere vakıf olarak bırakmıştır. Bu görüşü
Hz. Ömer'e, Ali b. Ebû Talib ile Muaz b. Cebel teklif etmişlerdir.
İmam Malik bu görüşü
almış ve: "Fethedilen yerler gaziler arasında taksim edilmeyip vakıf olmak
üzere Beytülmala bırakılır, haracı, ordunun erzakı, köprülerin ve mescidlerin
yapılması gibi müslümanların menfaatlarında harcanır. Ancak devlet başkanı
arazilerin taksimini uygun görürse taksim edebilir" demiştir.
İbn-i Kayyım bu görüşü
sahabenin cumhurundan nakledip, tercih etmiş ve : "Bu görüş Hulefa-i
Raşidinin gidişatıdır" demiştir.
Harble alınan araziler
hakkında devlet başkanı muhayyerdir, isterse araziyi ganimet sayıp beşte
birini ayırdıktan sonra, beşte dördünü gaziler arasında taksim eder, dilerse o
araziyi müslümanlann gelir kaynağı olmak üzere vakıf olarak bırakır.
Ebû Ubeyd:
"Fethedilen arazi hakkında iki görüş vardır: ya taksim edilir veya
beytülmala vakıf olarak bırakılır. Bu iki hükümden birini tercih etmek devlet
başkanına aittir" demiştir.
Nitekim Süfyan: bu
fethedilen arazide iki hükümden biri uygulanır. Resûlullâh (SAV) in fethedilen
arazi hakkında yaptığı taksim, Hz. Ömer'in fethedilen araziyi vakıf olarak
bırakmasını reddetmez. Çünkü Resûlullâh (SAV), Allah Tebareke ve Tealâ'mn kitabından
bir âyete tabi olup onunla amel etmiş, Hz. Ömer ise başka bir âyet'e tabi olup
onunla amel etmiştir.
Bu iki âyetten biri
müslümanlann Müşriklerden aldıkları malların ganimet olması hakkında, diğeri
ise Müşriklerden aldıkları malların fey olması hakkında muhkem (kesin)dir.
Nitekim Allah Tebareke
ve Tealâ: "Bilmiş olun ki, ganimet olarak aldığınız herhangi birşeyin
beşte biri mutlaka Allah'a, peygambere ve onun akrabasına, yetimlere,
yoksullara ve yolda kalmışlara aittir." [Enfal sûresi: 41] buyurmuştur.
İşte bu âyet ganimet âyetidir. Bu âyet Kafirlerden alınan ganimet mallarının
bütün müslümanlara ait olmayıp, gazilere ait olduğunu ifade etmektedir.
Resûlullâh (SAV) bu âyetle amel etmiştir.
Yine Allah Azze ve
Celle: "Allah'ın (fethedilen) beldeler hakkından peygamberine verdiği
ganimet Allah'ın peygamberin akrabasının yetimlerin yoksulların ve yolda kalmış
kimselerindir. Taki o mal sizden zenginler arasında elden ele dolaşan bir
devlet olmasın. Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden men ederse ondan
geri durun. Allâh'dan sakının. Doğrusu Allah'ın cezalandırması çetindir.
Allah'ın verdiği bu ganimet mallan bilhassa, yurtlarından ve mallarından
edilmiş olan, Allâh'dan bir lutüf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve
peygamberine yardım eden muhacir fakirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.
Daha önceden medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine iman yerleştirmiş olan
kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler, onlara verilenler
karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler, kendileri zaruret içinde
bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar, nefsinin tamahkarlığından
korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir. Onlardan sonra gelenler,
"Rabbimiz! Bizi ve bizden Önce inanmış kardeşlerimizi bağışla, kalbimizde
Müminlere karşı kin bırakma, rabbimiz! Şübhesiz sen şefkatlisin, merhametlisin"
derler. [Haşr sûresi: 7-8^9-10] buyurmuştur.
İşte bu âyet, ganimet
âyetidir. Ganimet olarak alınan mallar ve o malların sınıfları zikredilince Hz.
Ömer bu
âyetle amel ederek o
malların taksim edilmeyip gelirinden ve o zaman mevcüd olan müslümanların ve
sonra gelecek olan müslümanların istifade etmeleri için vakıf olarak
bırakılmasına karar verdi. Bu âyeti delil göstererek Irak topraklarının vakıf
olarak bırakılması görüşünü Hz. Ömer'e, Hz. Ali ile Muaz b. Cebel
bildirmişlerdir. Allah Tealâ herşeyi daha iyi bilir.
İmam Ebû Yusuf un
"Kitabü'İ-Harac" isimli eserinin ganimet ve haraç faslında verdiği
bilgi, Ebû Ubeyd'in zikrettiği son manayı açıklamaktadır. Şöyle ki: Harb
yoluyla bir yer alınınca o yer hakkında devlet başkanı muhayyerdir. O yeri ya
gaziler arasına taksim eder veya gelirinden bütün Müslümanların istifade
etmeleri için vakıf olarak bırakır. İşte Hz. Ömer vakıf olarak bırakmıştır.
İmam Ebû Yusuf
Muhammed b*. İshak'dan o da Zühri'den rivayet ettiğine göre, Irak fethedilince
arazisinin taksim edilip edilmemesi konusunda Hz. Ömer halkla istişare etti,
halk taksim edilmesi görüşündeydi. Bilal İsrarlı bir şekilde taksim edilmesini
istiyordu. Hz. Ömer'in görüşü ise sahiplerine bırakılarak taksim edilmemesi
yönünde olduğundan "Ya Rabbi! Bilal ve arkadaşlarından beni kurtar"
diye dua etti.
Bu görüş ayrılığı iki
veya üç gün sürdükten sonra Hz. Ömer: "Ben delil buldum" dedi.
Nitekim Allah Tealâ kitabında buyurdu ki: "Allah'ın onların mallarından
peygamberine vereceği ganimete gelince, siz ona ne at koşturdunuz ne de deve!
Lakin Allah peygamberlerini dilediği kimselere musallat eder. Allah her şeye
kadirdir" [Haşr sûresi: 6] Resûlullâh (SAV) in Yahudi kabilesi olan Beni
Nadır'ın işini bitirdiği gibi.
Sonra Allah Tealâ
buyurdu ki: "Allah'ın (fethedilen) beldeler halkından peygamberine verdiği
ganimet, Allah'ın, Peygamberinin, akrabasının, yetimlerin, yoksulların ve yolda
kalmış kimselerindir. Ta ki o mal sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir
devlet olmasın. Bir de peygamber size ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti
ise ondan vazgeçin. Allah'tan korkun çünkü Allah şiddetli azap sahibidir."
[Haşr sûresi: 7] bu âyeti Kerime kafirlerden alman beldeler ve köyler hakkında
umumidir.
Sonra Allah Tealâ
buyurdu ki: "Allah'ın verdiği bu ganimet malları, bilhassa, yurtlarından
ve mallarından edilmiş olan, Allah'tan bir lutüf ve rıza dileyen, Allah'ın
dinine ve peygamberine yardım eden muhacir fakirlerindir. İşte doğru olanlar
bunlardır." [Haşr sûresi: 8] bu âyeti Kerime muhacirler hakkında olup
ancak Allah Tealâ yalnız bunlarla yetinmeyerek başkalarını da ortak edip
buyurdu ki: "Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine iman
yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler, onlara
verilenler karşısında içlerinde bir kaygı hissetmezler, kendileri zaruret
içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar, nefsinin
tamahkarlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir."
[Haşr sûresi: 9] bu âyeti kerime bize ulaştığına göre Ensar hakkında olup yine
bunlarla da yetinmeyip Rabbimiz diğerlerini de ortak edip buyurdu ki:
"Bunların arkasından gelenler şöyle derler: "Rabbimiz! Bizi ve imân
ile daha önce bizi geçmiş (din) kardeşlerimizi bağışla, kalblerimizde iman
edenlere karşı kin bırakma, Rabbimiz! Şübhesiz sen şefkatlisin, merhametlisin"
derler. [Haşr sûresi: 10] buyurmuştur. Bu âyeti Kerime muhacirlerden ve
Ensardan sonra gelecek olan bütün müslümanlar hakkındadır. Hz! Ömer bu âyeti kerimeleri delil
getirerek dedi ki: "Bu arazinin geliri bütün müslümanlar arasında ortak
olması lazım gelir. Bu durumda bu araziyi gaziler arasında taksim edip de sonra
gelecek olanları hissesiz bırakmamız nasıl caiz olur?" bunun üzerine bu
arazinin sahiplerine bırakılmasına ve haraç alınmasına karar verildi.
İmam Ebû Yusuf
demiştir ki: Hz. Ömer'in bu araziyi gaziler arasında taksim etmemesindeki
muvaffakiyetinin sebebi kendisine Cenabı hakkın kitabındaki bu âyetlerin
manasını ilham buyurmasıdır. Bunda bu arazilerden alman haracın bütün
müslümanlara ait olması vardır. Haracın toplanmasında ve gerekli olan yerlerde
kullanılmasında bütün müslüman cemaatlerin menfaatleri vardır. Şayet orduya
erzak ve insanlara atiyye vermek için bu arazi vakıf olarak bırakılmasaydı,
sınırlar tamir edilemez, cihada gitmesi için ordu hazırlanamaz, fethedilen
memleketlerde ordu bulundurulamaz, kafirlerin tekrar ülkelerine dönmelerinden
emin olunamazdı. Hayrın nerede olduğunu Allah Tealâ daha iyi bilir.
Ebû Ubeyd'den
nakledilen diğer bir görüşe göre, Hz. Ömer Irak'ı fetheden gazileri hoşnut
ettikten sonra ırak arazisini haraç arazisi olarak bıraktı. Çünkü bu arazi,
âyeti Kerimenin delaleti ile gazilerin hakkıdır. Hz. Ömer onların gönüllerini
hoşnut etmemiş olsaydı, onları haklarından mahrum bırakması doğru olmazdı. [59]
Hz. Ömer halife
olmadan önce içki içenin cezası takdir ve
tayın edilmiş belli
bir sayısı olmaksızın
ellerle, ayakkabılarla,
elbisenin kenarlarıyla vurmaktan ibaretti. Çünkü Resûlullâh içki içenin
cezasını (vurulacak dayağın sayısını) tayin etmemiştir.
Hz. Ömer halife olup,
içki kullanma işi fazlalaşınca, insanlarla istişare etti, Abdurrahman b. Avf:
"Hadlerin (şer'i cezaların) en hafifi seksen değnektir" dedi. Bunun
üzerine Hz. Ömer onu emretti.
es-Saib b. Yezid'den
rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Resûiullâh (SAV) devrinde, Hz. Ebû
Bekir'in halifeliği devrinde ve Hz. Ömer'in halifeliğinin ilk başlarında içki
içen bir kimse bize getiriliyordu, onun etrafında toplanıp ellerimizle,
ayakkabılarımızla, hırkalarımızla dövüyorduk. Hz. Ömer'in halifeliğinin
sonlarında Hz. Ömer sarhoşa kırk değnek vurdurdu. Nihayet insanlar içki içmek
ve fesat çıkarmakta ileri gittikleri zaman Hz. Ömer sarhoşlara seksen değnek
vurdurdu" [Bu hadisi şerifi Buhâri ve İmam Ahmet rivayet etmiştir. ]
Hz. Ali'den rivayet
edilmiştir demiştir ki: "ben bir kimseye had (şer'i ceza) uygularda bu
sebeple ölürse ona acımam! Yalnız sarhoşa had vururken ölürse muhakkak onun
diyetini veririm. Çünkü Resûlullâh (SAV) sarhoşun cezası hakkında sayısı belli
bir had (şer'i ceza) tayın etmedi" [Bu hadisi şerifi -Buhâri ile Müslim
rivayet etmişlerdir. ]
Hz. Ömer kendi
devrinde insanların içki içmeye düşkünlüklerini ve içki cezasını az
bulduklarını görünce her konuda adeti olduğu gibi bu konuda da sahabe ile
istişare etti. sahabeden bazıları ona "sarhoşlara seksen değnek
vurdurmasını, çünkü seksen değnek hadlerin en hafifi olan iftira haddi
olduğunu" bildirdiler. Bunun üzerine Hz. Ömer de onu emretti.Enes b.
Malik'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Resûlullâh (SAV) a içki içmiş
bir adam getirildi de ona iki hurma dalı ile kırk kadar dayak vurdurdu. "
Enes "bunu Hz. Ebû Bekir tatbik etti. Hz. Ömer halife olunca insanlarla
istişare etti de, Abdurrahman b. Avf: "hadlerin en hafifi olan seksen (değnek)
i vur!" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer de onu emretti" [Bu hadisi
şerifi Buhâri ile Müslim rivayet etmiştir.] lafız Müslimin'dir.
İbn-i Dakik İyd
demiştir ki: "Bunda hükümler hakkında istişare edileceğine ve hükümlerde
İctihad ile .amel edileceğine dair delil vardır"
Denildi ki: Hz. Ömer'e
sarhoşa seksen değnek vurulmasını bildiren Ali b. Ebû Talib idi.
Kıyas ve İstihsan ile
hüküm vermenin caiz olduğunu kabul eden âlimler bunu delil olarak gösterdiler.
İmam Malik
"el-Muvatta" isimli eserinde şu hadisi şerifi tahric etmiştir:
"Hz. Ömer, içki hakkında istişarede bulundu. Ali b. Ebû Talib, Hz. Ömer'e
"sarhoşa seksen değnek vurulması kanaatindeyiz. Çünkü bu adam içerse
sarhoş olur, sarhoş olursa saçmalamaya başlar, saçmaladı mı iftira eder"
dedi. Hz. Ömer bunun üzerine içki içene seksen değnek vurdurmağa başlamıştır.
"
ibn-i Hacer: "Bu
hadis münkatidir." demiştir. Nesei ile Tahavi ise: "Bu hadis
muttasıldır. " Demişlerdir.
İbn-i Hazım bu hadisi
inkar ederek: "Bu hadisin manası kabul edilemez, çünkü bu hadis de sarhoş
saçmaladı mı iftira eder denilmektedir. Halbuki saçmalayan kimsenin sözü iftira
sayılmaz. Zira o kimsenin kasdı yoktur, kasıdsız söz iftira olmaz"
demiştir.
Sahih ve sabit olan
hadisi şerife göre, Hz. Ömer'e sarhoşlara seksen değnek vurulmasını bildiren
Abdurrahman b. Avf dır. Nitekim bu hadisi şerifi Buhâri ile Müslim rivayet
etmiştir.
Hz. Ömer'in halk ile
istişarede bulunmasının sebebi Ebû Davud ile Nesei'nin tahric ettikleri bir
rivayete göre: Halid b. Velid'in, Hz. Ömer'e "Halk içkiye düştü, cezayı
hiçe sayıyorlar" diye yazması olmuştur. Hz. Ömer'in yanında muhacirler ve
ensar bulunuyordu. Meseleyi onlara sordu, hepsi seksen değnek vurulmasında icma
ettiler. Bu icma rivayeti orada hazır bulunanların icma'i dır. Çünkü içkinin
haddi hakkında ihtilaf vardır. Bu ihtilaf âlimler arasında hala devam
etmektedir. [60]
Riba iki kısımdır:
Riba-i fazl, Riba-i Nesie. Riba-i fazl: tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın
kendi cinsi karşılığında peşin olarak ziyadesiyle satılmasıdır. Beş ölçek
buğday verip, altı ölçek buğday almak veya ikiyüz gram altın verip ikiyüz üç
gram almak gibi.
Riba-i Nesie: bu da
tartılan veya ölçülen şeylerin birbiri karşılığında veresiye olarak
ziyadesiyle değiştirilmesidir. Kışın yirmi ölçek buğday verip, harman zamanı
yirmibeş ölçek buğday almak gibi.
Allah Tealâ ribayı şu
âyeti Kerimesiyle haram kılmıştır: "Halbuki Allah alış verişi helal,
ribayı (faizi) haram kılmıştır" [Bakara sûresi: 275]
Allah ve Resulü
tarafından faizcilere harb ilan edilmiştir: "Ey iman edenler! Allâh'dan
korkun ve eğer gerçek Müminlerseniz faiz
hesabından kalanı almayın. Bunu yapmazsanız o halde Allah ve Resulünden (ilan edilmiş)
bir harb bulunduğunu bilin. Eğer tevbe ederseniz sermayeleriniz sizindir.
Böylece haksızlık etmemiş ve haksızlığa uğramamış olursunuz. Şayet borçlu
sıkıntıda ise o halde (avucu) genişleyinceye kadar ona mühlet verin. Bununla
beraber eğer bilirseniz alacağınızı sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha
hayırlıdır" [Bakara süresi: 278-279-280]
Cahiliyyet devrinde
bilinen faiz, ziyade almak şartıyla, vadeli borç vermekti. Alınan ziyade,
vakitten beklediği müddetin karşılığı idi. Bundan dolayı bu faize "Riba-i
Celi=açık faiz" veya "Riba-i düyun" borç faizi" veya
"Riba-i nesie= geciktirme faizi" denir. Bu şekildeki Riba'nın haram
olmasında ihtilaf yoktur. İşte bugün dünyanın her yerinde bankaların umumiyetle
yaptıkları faizcilik budur. Allah Tealâ bunu Müslümanlara ve diğer milletlere
haram kılmıştır.
Riba-i fazl-ın haram
olmasında ihtilâf vardır. İbn-İ Abbas: "Haram kılınan faiz, veresiye olan
faizdir. Riba-i fazl caizdir, bu haram değildir" demiştir. Ona bu konuda
Üsame b. Zeyd, Zeyd b. Erkam, İbn-i Zübeyr gibi bazı sahabiler katılmışlardır.
İbn-i Kudame
"el-Muğni" isimli eserinde demiştir ki: Riba-i fazlın haram olup
olmamasında sahabe arasında ihtilaf vardır.
Rivayet edildiğine
göre, İbn-i Abbas, Usame b. Zeyd, Zeyd b. Erkam ve İbn-i Zübeyr, Resûlullâh
(SAV) in: "Veresiyeden başka faiz yoktur" ve: "Faiz ancak veresiyede
vardır." Hadis-i şeriflerini delil getirerek Riba-i fazl'daki ziyadenin
haram olmadığım ve Riba-i nesie deki ziyadenin haram olduğunu
söylemişlerdir. Sonra İbn-i
Kudame devam ederek
şöyle demiştir: "Peşin faiz haram değildir, veresiye faiz haramdır"
diye meşhur olan söz, İbn-i Abbas'ın sözüdür. İbn-i Abbas bu sözünden cemaatın
peşin faizde haramdır, veresiye faizde haramdır sözüne dönmüştür. [İbn-i
Abbas'ın delil getirdiği hadisleri Buhâri ile Müslim rivayet etmiştir.]
Ubade b. Samit'den
rivayet edildiğine göre, Resûlullâh (SAV): "Altının altınla, gümüşün
gümüşle, buğdayın buğday ile, arpanın arpa ile, hurmanın hurma ile, tuzun
tuzla, satışı miktar fazlalığı olmadan, misli misline ve elden ele derhal verip
almakla yani veresiye değil peşin olarak yapılır. Cinsleri değişirse peşin
olmak şartıyla istediğiniz gibi satın" buyurmuştur.
Ebû Said-i Hudri'nin
rivayetinde: "kim fazla alır veya fazla verirse muhakkak faiz yapmış olur.
Faizi alan da veren de günah da eşittir" buyurulmuştur. [Bu hadisi Buhâri
ile Müslim rivayet etmişlerdir. ]
Riba-i fazl-ın (peşin
faizin) haram olması hakkında tabiinin kesin olarak icmaı vardır. Bu icma İbn-i
Abbas ve diğerlerinin sözlerini geçersiz kılmıştır. [61]
Ömer b. Hattab daha
önce bir defada üç talakla boşamak, bir talakla boşamak sayılırken bunu üç
talakla boşamak saydı.
İmam Müslim
"sahih" isimli eserinde Tavüs'dan o da İbn-i Abbas'dan rivayet
etmiştir. İbn-i Abbas demiştir ki: Resûlullâh (SAV) ile Hz. Ebû Bekir devrinde
ve Hz. Ömer'in hilafetinin ilk iki senesinde bir defada üç talakla boşamak, bir
talakla boşamak sayılıyordu. Sonra Ömer b.Hattab: "insanlar gerçekten
acele etmemeleri gereken bir işde acele etmektedirler, bunu onlara geçerli
saysak ya?" dedi. Ve ashab-ı kiramı toplayıp istişare ettikten sonra bunu
geçerli saydı.
Bir rivayette
Ebü's-Sahba, İbn-i Abbas'a: "Bize bir şeyler anlat bakalım. Resûlullâh
(SAV) ile Hz. Ebû Bekir devrinde üç talakla boşamak, bir talakla boşamak
sayılmaz mıydı?" dedi. İbn-i Abbas: "evet öyle idi. Fakat Hz. Ömer'in
hilafet zamanında insanlar talaka düşkünlük gösterince o da, o zamana kadar bir
defada üç talakla boşama bir talak sayıldığı halde onu üç talak saymıştır.
Senin de bildiğin gibi Hz. Ömer insanların bir defa da üç talakla boşamalarını
menetmek için böyle yaptı. Çünkü insanlar Allah Tealâ'nın kendilerine
yasakladığı şeye düşkünlük göstererek bu cezayı hak ettiler. Hak ettikleri
cezanın gereği kendilerine uygulandı. Çünkü sünnet üzere boşamada karı ile
kocaya anlaşma fırsatı verilir. Şöyle ki: karısı hayız'dan temizlenince onunla
cinsi yakınlıkta bulunmadan onu bir talakla boşar ve iddeti son buluncaya kadar
onu terk eder" diye cevap verdi.
Bir defada üç talakla
boşamanın üç talakla boşanmış sayılması konusunda sahabe ittifak etmemişlerdir.
Bu konuda sahabe'nin çoğunluğu Hz. Ömer'e katılmışlar fakat Hz. Ali, Ebû Musa,
İbn-i Abbas, Zübeyir b. Avvam, Abdurrahman b. Avf, gibi bir kısım sahabe bu
konuda Hz. Ömer'e karşı çıkmışlardır.
Bu konuda âlimlerin
değişik görüşleri vardır. Meşhur olanlar şunlardır:
Birinci görüş: Bir
adam karısını bir sözle üç talakla boşarsa, karısına cinsi yakınlıkta bulunmuş
olsun veya olmasın üç talakla boş olur.
İkinci görüş: Bir
adam, karısını bir sözle üç talakla boşarsa, karısına cinsi yakınlıkta bulunmuş
olsun veya olmasın bir talak boş olur.
Üçüncü görüş: Bir
adam, karısını bir sözle üç talakla boşarsa, karısına cinsi yakınlıkta
bulunmuşsa üç talak, bulunmamışsa bir talak boş olur.
Dördüncü görüş: Bir
adam, karısını bir sözle üç talakla boşarsa, boş olmaz, çünkü bu şekilde
boşamak bid'attır, haramdır. [62]
Ramazanda Teravih
namazına insanları toplayan Hz. Ömer'dir.
Resûlullâh (SAV) in
Ramazanda Teravih namazını kıldığı ve sahabesine cemaatle kıldırdığı ve sonra
onlara farz kılınmasından korktuğu için mescide çıkmadığı rivayet edilmiştir.
Resûlullâh (SAV) in
zamanında, Ebû Bekir'in hilafeti zamanında, Ömer'in hilafetinin ilk
zamanlarında insanlar teravih namazım tek başına kılıyorlardı.
Hz. Ömer bir ramazan
gecesi çıktı, mescidde insanların dağınık olarak teravih namazı kıldırdıklarını
gördü ve: "Bunları bir imam'ın arkasında toplasam ya!" dedi. Übey b.
Kab'a ramazanda cemaate namaz kıldırmasını emretti. Sonra Hz. Ömer başka bir
gece çıktı, insanların Übeyy b. Kab'ın arkasında cemaat olduklarını görünce,
memnun oldu. Nitekim Hz. Ömer ramazanda ve ramazanın dışında onbir rekat olan
nafile namazı yirmi rekata veya daha fazlaya çıkarmıştır. Fakat teravih namazının yirmi
rekat olmasında ittifak yoktur.
Buhâri ve Müslim'de,
Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre, "Resûlullâh (SAV) geceleyin (evden)
çıkarak mescidde namaz kıldı. Bazı kimselerde onun namazına uyarak namaz
kıldılar. Derken halk bu mesele üzerine konuşmaya başladılar. Bu yüzden
öncekinden daha çok cemaat toplandı, Resûlullâh (SAV) ikinci gece dahi mescide
çıktı ve cemaat (yine) bunun üzerine konuşmaya başladılar derken üçüncü gece
mescidin cemaatı çoğaldı Resûlullâh (SAV) yine çıkarak cemaate namaz kıldırdı,
dördüncü gece olunca artık mescid cemaatı almaz oldu. Resûlullâh (SAV) cemaate
çıkmadı. Nihayet sabah namazına çıktı. Sabah namazını eda edince cemaate doğru
döndü, sonra şehadet getirerek şöyle buyurdu: "Bundan sonra (malumunuz
olsun ki) geceki durumunuz bana gizli kalmış değildir. Fakat ben gece namazı
size farz kılınır da onu kılamazsınız diye endişe ettim." Müslimin
rivayetinde sahabenin Resûlullâh (SAV) a uyarak cemaat halinde kıldıkları namaz
ramazan da idi. Buhâri'nin rivayetinde Resûlullâh (SAV) vefat etti, bu mesele
bu minval üzere kaldı.
Buhâri'nin Abdurrahman
b. Abdü'l-Kari'den rivayet ettiğine göre, Abdurrahman demiştir ki: Ömer b.
Hattab ile birlikte bir ramazan gecesi çıkıp mescide gittik. Bir de ne görelim.
İnsanlar darmadağınık olarak mescidde teravih namazı kılıyorlardı. Kimi tek
başına kılıyor, kimi de arkasında kendisine uyan cemaate kıldırıyordu. Bunu
gören Hz. Ömer: "bunların tek bir imam arkasına topla-sam daha iyi olur
sanıyorum" dedi ve buna karar verdi. Ertesi günü Übeyy b. Kab'ı teravih
imamı tayın edip cemaatı onun arkasına topladı. Teravih namazı böylece
cemaatle kılınmaya başlandı. Başka bir
gece yine Ömer b. Hattab'la mescide çıktım. İnsanlar imamları Übeyy b. Kab' ile
beraber namaz kılıyorlardı. Hz. Ömer: "Şu teravihin böyle cemaatle
kılınması her bakımdan ne güzel bid'at (adet) oldu." diye sevincini
açıkladı. Ve: "Fakat namazlarını gecenin sonuna bırakıp da şimdi
uyuyanlar, şimdi namaz kılanlardan daha efdaldirler" sözünü de ilave etti.
Hz. Ömer bu namazın gecenin sonunda kılınmasının efdal olduğunu kastediyordu.
İnsanlar ise gecenin evvelinde kılıyorlardı.
Hafız İbn-i Hacer
"el- Feth" isimli eserinde demiştir ki: "bid'at aslında daha
önce benzeri bulunmayan bir şeyin ihdas edilmesi ve ortaya konulmasından
ibarettir. Şeri'atta bid'at, sünnete zıd ve aykırı olan şeye denir. Bu bid'at
mezmum (yerilmiş ve kötü)dür. Gerçek şudur ki, eğer bid'at şeri'atta güzel
görünen bir şeyin altına giriyorsa o bid'at iyidir. Eğer bid'at şeriatta çirkin
görülen bir şeyin altına giriyorsa o bid'at kötüdür çirkindir. Eğer bid'at
şeriatta güzel görülen veya çirkin sayılan şeylerden hiçbirinin altına
girmiyorsa o bid'at mubah kısmındandır. Bazı âlimlere göre, bid'at, beş kısma
ayrılır. "
imam Malik'in
"Muvatta" ında Yezid b. Rûman'dan rivayet edildiğine göre,
"İnsanlar Hz. Ömer zamanında ramazanda teravih namazını yirmi üç rekat
kılıyorlardı"
Buhâri ve diğer hadis
kitaplarında Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre, Hz. Aişe demiştir ki:
"Resûlullâh (SAV) ramazanda ve başka zamanlarda (geceleyin) onbir rekattan
fazla namaz kılmazdı. Dört rekat kılar, artık o dört rekatın güzelliğini ve
uzunluğunu sorma! Sonra dört daha kılar. Bunlarında güzelliğini ve uzunluğunu sorma! Sonra üç rekat
kılardı. "
Hz. Ömer, Resûlullâh
(SAV) in ramazanın üç gecesinde mescidde kendine uyarak namaz kılanlara ses
çıkarmamasından teravih namazının cemaatle kılınmasının meşru olduğunu
çıkarmıştır.
Resûlullâh (SAV),
insanlara teravih namazının farz kılınmasından endişe ettiği için cemaate
kıldırmaya devam etmedi. Resûlullâh (SAV) vefat edince teravihin farz kılınma
endişesi kalmadı. Teravih namazını herkesin kendi başına kılması birlik ve
beraberliklerine zarar vereceğinden korktuğu için Hz. Ömer teravihin cemaatle
kılınmasını uygun gördü. Zira bir imamın arkasında cemaat olarak toplanmak
namaz kılanlardan birçoğunun neşesini arttırır. [63]
Sahabe eşlerden birinin
hür olup, diğerinin hür olmaması halinde talakın adedinin iki veya üç olması
erkeğe göre midir, yoksa kadına göre midir? Bu konuda ihtilaf etmişlerdir.
Osman b. Affan, Zeyd
b. Sabit, Ömer b. Hattab ve İbn-i Abbas: Talakın adedi erkeklere bağlıdır. Çünkü
boşayan ve nikah bağını ellerinde bulunduran onlardır. Bundan dolayı hür olan
bir erkeğin talakının adedi üçtür. Karısı gerek hürre olsun, gerekse cariye
olsun. Köle olan bir erkeğin talakının adedi ikidir. Karısı gerek hürre olsun
gerekse cariye olsun. Bu yüzden bir köle, hürre olan
karısını
iki talakla boşadığında kendisine haram olur" demişlerdir.
Hz. Ali ve İbn-i
Mes'ûd bunlara karşı çıkarak: "Talakın adedi kadınlara bağlıdır, hürreler
hakkında üç, cariyeler hakkında ikidir. Çünkü boşama işi kadınlar üzerine
uygulanır. Bundan dolayı hür olan bir erkek cariye olan karısını iki talakla
boşadığında kendisine haram olur" demişlerdir. [64]
Allah Tealâ:
"Kadınlarınızdan hayızdan kesilenler hakkında şüphelendinizse onların
iddeti üç aydır. Henüz hayız görmiyenler de öyle. Hamile kadınların iddetleri
ise çocuklarını doğurmaları ile biter. " [Talâk sûresi: 4] ve:
"Sizden vefat edenlerin geride bıraktıkları eşleri kendiliklerinden dört
ay on gün beklerler." [Bakara sûresi: 234] buyurmuştur.
Resûlullâh (SAV) in
ashab-i kiramından bazıları: "Allah Tealâ: "Boşanan kadınlardan
hamile olanların iddeti doğurmalarıdır ve kocaları ölen kadınların iddeti de
dört ay on gündür" diye zikretti. Buna göre, kocası ölen hamile bir kadın,
ölüm iddeti' ile doğum iddetini beraber bekler. Yani; bu kadın iki iddetten
hangisi uzun sürerse onu bekler. Çünkü doğurmakla iddetin bitmesi hakkındaki
âyet, yalnız boşanan kadınlar hakkındadır" demişlerdir.
Rivayet edildiğine
göre, bu görüşte olanlar Hz. Ali, İbn-i Abbas ve Ebü'n-NaiPdir.
Ashab-ı kiramdan
diğerleri ise: "Kocası ölen hamile bir kadının iddeti doğum yapması ile
biter." demişlerdir.
İbn-i Mes'ud'dan
rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Her kim isterse onunla iddiaya girerim
ki, "Kısa Nisa sûresi (yani talak sûresi) uzun Nisa süresinden (Bakara
sûresinden) sonra inmiştir." Bunun izahı: Talâk süresindeki "Hamile
kadınların iddetleri doğum yapmalarıyla biter" âyeti, kocası ölen kadının
iddetini bildiren "içinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşler kendi
kendilerine dört ay on gün beklerler" âyetinden sonra inmiştir. Bu sebeble
kocası ölen hamile kadın çocuğunu doğurunca evlenmesi helal olur.
Ümmü Seleme'den
rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Eslam kabilesinden Sübey'a kocasının
nikâhında idi, o hamile iken kocası öldü. Bunun üzerine Ebü's-Senâbil b. Ba'kek
onunla evlenmek istedi. Fakat Sübey'a onunla evlenmeyi kabul etmedi
Ebü's-Senâbil, Sübey'a'ya "Sen ölüm iddeti ile hamile iddetinden hangisi
uzun sürerse onu beklemeden evlenmen doğru değildir" dedi. Sübey'a on gün
kadar bekledi, sonra doğum yaptı, sonra Resûlullâh (SAV) a gelerek durumunu
sordu. Resûlullâh (SAV): "Evlen" buyurarak evlenmesine izin verdi.
"
Diğer bir rivayette
Sübey'a demiştir ki: "Resûlullâh (SAV), bana çocuğumu doğurduktan sonra
evlenmemin helal olduğunu söyledi ve talibin çıktığında evlen" buyurdu.
[Bu hadisleri Buhâri, Müslim, Nesei rivayet etmişlerdir. [65]
İlâ lûgatta, mutlak
surette yemin manasına gelir. Şeri'atta ise, bir kimsenin karısına dört ay veya
daha fazla yaklaşmayacağına yemin etmesidir.
Nitekim Teâla
Hazretleri: "Kadınlarına
yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer (yeminlerinden)
dönerlerse bilsinler ki, Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir, (yok) eğer
boşamaya karar verdi iseler (onu yerine getirsinler) şübhesiz Allah işitici ve
bilicidir." [Bakara sûresi: 226-227] buyurmuştur.
Sahabeden birçokları:
"Dört ay geçince ilâ'yı yapan durdurulur ya karısına döner veya onu
boşar" demişlerdir. Buhâri'nin rivayet ettiğine göre, bu görüş, îbn-i
Ö-mer'indir. Yine Buhâri: "Bu görüş, Hz. Osman, Hz. Aii, Ebü'd-Derda, Hz.
Aişe ve oniki sahabeden rivayet edilmiştir" demiştir. Sahabeden diğerleri
ise, "dört ay bitince talâk vaki olur. " demişlerdir. Bu görüş ise
îbn-i Mes'ûd, Zeyd b. Sabit ve Hz. Ali'nin görüşüdür.
İbn-i Ömer'den rivayet
edilmiştir demiştir ki: "Dört ay geçince ilâ'yı yapan boşayıncaya kadar
durdurulur. Boşamadıkça karısı boş olmaz." [Bu hadisleri Buhâri, rivayet
etmiştir.]
Yine Buhâri "Hz.
Osman. Hz. Ali, Ebü'd-Derda Hz. Aişe ve sahabeden oniki zatında bu görüşde
oldukları rivayet edilmiştir." demiştir.
Ahmet b. Hanbel'in
rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz, Ali ve İbn-i Ömer:
"Karısına dört ay yaklaşmamaya yemin eden kimse dört ay geçtikten sonra
durdurulur; ya karısına döner veya onu boşar" demişlerdir. Taberi'nin
rivayet ettiğine göre, Hz. Ali, Ibn-i Mes'ûd, Zeyd b. Sabit: "dört ay
geçip karısına dönmediği takdirde, karısı talâk-ı bain ile boş olur"
demişlerdir. Bunun benzeri İbn-i Abbas'dan da rivayet edilmiştir.
İlâ'yı yapanın
"durdurulması" ile ya karısına dönmesi veyahut onu boşaması murad
edilmiştir. [66]
Ömer b. Hattab
"üç talakla boşanan kadına nafaka ve mesken verilir" diye fetva
vermiştir. Kays'ın kızı Fatıma beni kocam üç talâkla boşadıktan sonra
Resûlullâh (SAV)a gittim. Resûlullâh bana: "senin ondanafaka ve mesken
hakkın yoktur" buyurdu. Fatıma'mn bu hadisi Hz. Ömer'e anlatınca Hz. Ömer:
"Biz bellediğini ve unuttuğunu bilmediğimiz bir kadının sözü ile ne
Rabbimizin kitabını bırakırız ne de peygamberimizin sünnetini!" demiştir.
Nitekim Allah Tealâ: "Onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de
çıkmasmlar, meğer ki, açık bir edepsizlik yapmış olsunlar" [Talâk sûresi:
1]
Sahabeden bazıları:
"Kays'ın kızı Fatıma'nm hadisini delil göstererek üç talâkla boşanan,
kadının nafaka ve mesken hakkı yoktur" demişlerdir.
Kays'ın kızı Fatıma'nm
hadisinde şu ifadeler vardır: Kocası, Fatıma'yı gıyaben talâk-ı bain ile boşamış
da vekili ile ona arpa göndermiş Fatıma buna razı olmamış. Fakat vekili:
"Vallahi senin bizde hiçbir hakkın yoktur" demiş. Bunun üzerine
Fatıma Resûlullâh (SAV) a gelerek bu meseleyi ona anlatmış. Resûlullâh (SAV)
da: "Senin onda nafaka ve mesken hakkın yoktur" buyurmuş ve iddetini
Ümmü Şerik'in evinde geçirmesini emretmiş.
Sahabeden bazıları da:
"Üç talâkla boşanan kadına nafaka ve mesken verilmez ancak hamile olursa
verilir. Çünkü Cenab-ı Hak "eğer hamile iseler çocuklarını doğuruncaya
kadar nafakalarını verin" buyurmuştur" demişlerdir.
Bu meselenin
incelenmesi: bir kimse karısını boşadığı vakit ya talâk-ı ric'i ile boşar veya
talâk-ı bain ile boşar. Eğer talâk-ı ric'i ile boşamışsa boşanan kadına
ittifakla nafaka ve mesken verilir. Çünkü talâk-ı ric'ide nikah mülkü devam
etmektedir. Eğer talâk-ı bain ile boşamışsa boşanankadına bakılır, eğer hamile
ise ittifakla ona nafaka verilir. Çünkü Hak tealâ: "Eğer hamile iseler
çocuklarını doğuruncaya kadar nafakalarını verin" buyurmuştur. Eğer hamile
değilse ona nafaka verilmesinde ihtilaf vardır.
Sabit olan şudur ki
Resûlullâh (SAV) ile Hz. Ebû Bekir'in devirlerinde nafaka verilmiyordu.
Kays'ın kızı Fatıma'nm hadisi bunu bildirmektedir.
Kays'ın kızı
Fatıma'dan Müslim, Muvatta'da İmam Malik, Ebû Davud, Tirmizi, Nesei rivayet
etmişlerdir. Fatıma demiştir ki: Kocası Hafs'ın oğlu Ebû Amr kendisini gıyaben
talak-ı bain ile boşamış da vekili ile Fatıma'ya arpa göndermiş, fatıma buna
razı olmamış fakat Ebû Amr'in vekili: "Vallahi senin bizde hiçbir hakkın
yoktur" demiş.
Bunun üzerine Fatıma
Resûlullâh (SAV) a gelerek bu meseleyi ona anlatmış. Resûlullâh (SAV):
"Senin onda nafaka hakkın yoktur" ve diğer bir rivayette "Senin
onda nafaka ve mesken hakkın yoktur" buyurmuş. Diğer bir rivayette ise:
"Kocam beni talâk-ı bâin ile boşadı. Bende onu mesken ve nafaka konusunda
Resûlullâh (SAV) a dava ettim. Ama bana ne mesken verdi ne nafaka"
Tealâ hazretleri:
"Rabbiniz Allâh'dan korkun, onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de
çıkmasmlar meğer ki, açık bir edepsizlik yapmış olsunlar" ve:
"(Boşadiğınız) o kadınları gücünüz yettiği kadar kendi oturduğunuz yerde
oturtun, bir de üzerlerine tazyik yapmak
için onlara zarar vermeye kalkışmayın." [Talâk sûresi: 1-6) buyurmuştur.
Hz. Ömer, bu iki
âyetin umumundan talâk-ı ric'i veya talak-ı bainle boşamak arasında fark
olmadığını anlamış, talak-ı bain ile boşanan kadına nafaka ve mesken verilmesine
hükmetmiştir.
Kays'ın kızı Fatıma:
"Kocam beni talâk-ı bain ile boşadı. Resülullah (SAV) bana nafaka ve
mesken vermedi" demiştir. Fatıma'nın bu hadisi Hz. Ömer'e anlatılınca Hz.
Ömer: "Bellediğini veya unuttuğunu bilmediğimiz bir kadının sözü ile
Rabbımızın kitabını bırakamayız. Çünkü Allah Tealâ: "Onları evlerinden
çıkarmayın" buyurmuştur, demiştir.
Bazı rivayetlerde
"Peygamberimizin sünnetini biraka-ma-yız" ziyadesi vardır. Fakat bu
ziyade sahih değildir. Çünkü Fatıma'nın hadisinde sabit olan sünnet peygamberimiz
Fatıma'ya nafaka ve mesken vermemesidir.
Talâk-ı bâin ile
boşanan kadına nafaka ve mesken verilmesi konusunda Hz. Ömer'e, Hz. Aişe, İbn-i
Mes'ûd ve İbn-i Ömer katılmişlardır. Ashabdan bazıları ise Hz. Ömer'in bu
görüşüne katılmamışlardır.
Ebû Hanife, Hz.
Ömer'in görüşünü almıştır. İmam Malik ile İmam Şafii "Taiâk-ı bain ile
boşanan kadına mesken verilir, nafaka verilmez" demişlerdir.
Ebû Sevr, İbn-i Ebi
leylâ "Talâk-ı bain ile boşanan kadına nafaka ve mesken verilmez, çünkü
yukarıda geçen âyet talâk-ı bain ile boşanan kadına şamil değildir"
demişlerdir. [67]
Sahabe sahih dedenin
ölünün kardeşleri ile mirasçı olmasında ihtilaf etmişlerdir.
İbn-i Mes'ûd
"Ölünün kardeşleri sahih dede ile mirasçı olur" demiştir. Bu görüş
Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. Fakat bunlarda kendi
aralarında ölünün kardeşlerinin mirasçı olmalarının keyfiyetinde ihtilaf
etmişlerdir. Hz. Ebû Bekir. Hz. Aişe, İbn-i Zübeyr, İbn-i Abbas, İmran b.
Husayn, Abdullah b. Ukbe, sahih dedeyi baba gibi kabul ettiler ve ölünün
kardeşlerini mirasdan düşürdüler. [68]
Muaz b. Cebel, İbn-i
mes'ûd, H. Ömer, Hz. Ali ve Zeyd b. Sabit gibi sahabeden pek çoklarından
rivayet edildiğine göre, ölünün anne ve baba bir kız kardeşleri veya baba bir
kız kardeşleri kendi kızları ile birlikte asabe olurlar.
Kızları terikeden
hisselerini aldıktan sonra, terikeden geri kalanı kızkardeşlerine verilir.
Çünkü ölünün kız kardeşleri için ölünün kızları ile birlikte belirli bir
hisseleri yoktur.
İbn-i Abbas'dan
rivayet edildiğine göre, İbn-i Abbas Ölünün kızkardeşlerini ölünün kızları ile
birlikte asabe kılmamış
ve: "Ölünün bir kızı ile bir kızkardeşi bulunsa kızına terikenin yarısı
verilir kızkardeşine hiçbir şey verilmez" demiştir.
İbn-i Abbas'a:
"Hz. Ömer senin söylediğinin hilafına hükmederek kızkardeşine de terikenin
yarısını verdi" denildiğinde İbn-i Abbas : "Siz mi daha iyi
bileceksiniz yoksa Allah'ını?" demiştir. İbn-i Abbas bu sözü ile Allah
Tealâ'nın şu âyetini murad etmiştir: "Şayet çocuğu olmayıp bir kızkardeşi
bulunan kimse ölürse bıraktığının yarısı kızkardeşe kalır." [Nîsâ sûresi:
176]
İbn-i Abbas: "Kız
kardeş, ölünün çocuğu bulunmaması şartıyla mirasçı kılınır" demiştir.
Sahabe, kelâle (babası
ve çocuğu olmayan kimse) nin mirası ve diğer miras meseleleri hakkında ihtilaf
etmişlerdir. [69]
Bu meseleyi kabul
edenlere göre dört şartın bulunması gerekir:
1- Ölünün
kocası
2- Ölünün
anası ve babaannesi veya anneannesi
3- Ölünün
anabir kardeşlerinin iki veya fazla olması.
4- Ölünün
asabe olan ana ve baba bir kardeşlerinin olması
Bu mesele ilk defa Hz.
Ömer'e sorulmuş, muayyen sehim sahipleri hisselerini alınca terikeden bir şey
kalmamış ve asabe olan anabababir kardeşlerine mirasdan bir şey vermemiştir.
İkinci sene Hz. Ömer'e
aynı meselenin benzeri sorulmuş bu sefer anabir kardeşler ile ana baba bir
kardeşleri birlikte miras alacaklarına hükmetmiş ve mirasın üçde birini bunlar
arasında eşit olarak taksim etmiştir, bunun üzerine ilk vermiş olduğu hükümden
sorulunca Hz. Ömer: "O zamanki verdiğimiz hüküm öyle, şimdiki verdiğimiz
hüküm böyledir" demiştir. Bu konuda Hz. Ömer'e, Zeyd b. Sabit, Osman b.
Affan, İbn-i Mes'ûd ve diğer sahabelerden bazıları da katılmışlardır. Bu görüş
İmam Malik ile İmam Şafii'nin mezhebidir. Bu konucL Hz. Ömer'e, Ali b. Ebû
Talib, Übeyy b. Ka'b, Ebû Musa el- Eş'ari bir rivayette İbn-i Abbas
katılmamışlardır. Bunlara göre, anababa bir kardeşlerine mirasdan bir şey
verilmez. Bu görüş de Ebû Hanife ile İmam Ahmet'in mezhebidir. [70]
Avil, farz sahiplerine
verilen sehimlerin toplamına malın (terikenin) yetmemesi yani, farz
sahiplerinin sehimleri fazla olup ellerine geçen hisselerin az olmasıdır.
Feraizin bütün
meseleleri üç kısımdır:
1- Âdile:
Farz sahiplerine verilen sehimlerin ellerine geçen hisselere eşit olmasıdır,
yani terikenin sehimlerinden ziyade ve eksik olmamasıdır.
2- Kasıra:
Farz sahiplerinin sehimleri az olup kendilerine verilen
hisselerin çok olmasıdır.
Bu meseleye "Reddiye"
denir.
3- Aile =
Avliye: Farz sahiplerinin sehimlerinin çok olup kendilerine verilen hisselerin
az olmasıdır. Avliyye, reddiyyenin zıddıdır.
İlk avil meselesi
şöyle meydana çıkmıştır: Hz. Ömer zamanında bir Kadın ölmüş. Varis olarak
kocası ile iki kız kardeşi kalmış. Bu mesele Hz. Ömer'e sorulmuş, Hz. Ömer önce
ne yapacağını bilememiş, sonra ictihad edip avil ile hükmetmiştir.
Denildi ki: İlk avil
meselesi Hz. Ömer zamanında meydana gelmiştir. Şöyle ki: bir kadın ölmüş, varis
olarak kocası, kızkardeşi ve anası kalmıştır. Resûlullâh (SAV) zamanında ve Ebû
Bekir zamanında, avlin bulunduğu nakledilmemiştir. Avil meselesi ilk defa Hz.
Ömer zamanında meydana gelmiştir. Hz. Ömer sahabeyi toplamış ve onlara:
"Allah Tealâ ölünün kocası için terikenin yarısının verilmesini iki kız
kardeşi için terikenin üçte ikisinin verilmesini farz kılmıştır. Eğer ben önce
kocanın hakkını verirsem iki kız kardeşin hakkı tam olarak kalmıyor, eğer ben
iki kız kardeşin hakkını verirsem kocanın hakkı tam olarak kalmıyor o halde bu
mirası nasıl taksim yapacağımı bana söyleyin" demiştir. Bunun üzerine Hz.
Abbas ona avil yapmasını söylemiştir.
İmam Zühri'nin Îbn-İ
Abbas'dan rivayet ettiğine göre ibn-i Abbas demiştir ki: "Feraizde avil
ile hüküm veren ilk Hz. Ömer'dir. Yukarıda geçen mesele Hz. Ömer'e sorulmuş,
varislerin hisseleri birbiriyle uyum sağlamadığını görmüş, bunun üzerine Hz.
Ömer varislere "Vallahi Allah Tealâ hanginizi Öne geçirdiğim ve hanginizi
geriye
bıraktığını
bilmiyorum?" demiş. Hz. Ömer çok takva sahibi bir kimseydi. Hz. Ömer
varislere "Terikeyi size hissenize göre taksim etmekten ve her hak
sahibine hissesine göre eksik vermekten başka çare bulamıyorum" demiştir.
Hz. Ömer'in bu
görüşüne Hz. Ali, Hz. Abbas, İbn-i Mes'ûd, Zeyd b. Sabit gibi sahabenin
çoğunluğu katılmıştır. Ancak İbn-i Abbas buna karşı çıkarak: "Feraiz
sahiplerinin bazısı miras almada bazısından daha kuvvetlidir. Bu yüzden bazısı
hiçbir zaman mirasdan düşmeyi kabul etmez, bazısı ise mirasdan düşmeyi kabul
eder. Şüphe yok ki, mirasdan düşmeyi kabul etmeyenler mirasdan düşmeyi kabul
edenlerden daha kuvvetlidir. Buna göre, miras almada zayıf olanlardan önce,
miras almada kuvvetli olanlar sehimlerini almaya daha lâyıktır. Miras almada
kuvvetli olanlar sehimlerini aldıktan sonra geri kalan terike diğer varisler
arasında taksim edilir. Avil yapmaya ihtiyaç duyulmaz." demiştir. Rivayet
edildiğine göre, İbn-i Abbas bu görüşünü Hz. Ömer'in vefatından sonra
açıklamıştır. [71]
İslam şeriatının
delillerinden sübutu kesin, manaya delaleti zannî, veya sübutu da manaya
delâletleri de zannî olanlar, içtihada konu olurlar. Bu delillerden şeri'atın
umumi kaidelerinin ve hem sübutu, hemde manaya delaleti kesin olan âyetlerin ve
hadislerin ışığı altında lûgâvi delalet vecihlerinden bir vecih ile hüküm
çıkarılır, insanlar yeni bir meseleyle karşılaştıklarında o mesele hakkında ya
hiçbir delil yoktur veya vardır. Fakat her müctehid o yeni meselenin hükmünü
bilmek için çalışır
ve kendi görüşünü
ortaya koyar, bu yüzden hükümde birlik sağlanamaz.
Delillerin manalarına
delâlet vecihleri çeşitli olduğundan akıllar ve anlayışlar da farklı
olduğundan müctehidler bir hüküm üzerinde birleşemezler ve tabii olarak bir
hükümde ihtilâflar meydana gelir.
Allah Tealâ, fazlu
keremiyle bu ümmetin dinini, akidenin, ibadetin ve şeri'atın kaidelerinin
asılları hakkında ihtilâf konusu olmayan hem sübutu, hem de manası kesin olan
âyeti kerimeleriyle korumuştur. İhtilâf ancak -fer'i meselelerde olur.
Alimlerden bazıları:
Fer'i meselelerdeki ihtilâfın zararı yoktur. Bilâkis bu ihtilâf şeri'atın
güzelliklerindendir. Bu ihtilaf övülür. Şeri'atın kolaylığını, hükümlerinin
genişliğini bildirir. İslâm fıkhına tazelik ve canlılık kazandırır. Bu âlimler
bu görüşlerini şu iki delil ile destekliyorlar:
Birinci delilleri:
Selâm b. Süleyman tarikiyle rivayet edilen hadisdir. Selâm b. Süleyman Haris b.
Idın'dan, o da Ameş'den, o da Ebû Süfyan'dan, o da Cabir'den Cabir de merfû
olarak Resûlullâh (SAV) dan rivayet etmiştir.
Resûlullâh (SAV)
buyurmuş ki; "Benim ashabım (gökteki) yıldızlar gibidir, hangisine
uyarsanız doğru yolu bulursunuz." Bu hadis mevzudur. Bu hadisi Abdü'1-Berr
"Cami u Beyani'1-ulûm" isimli eserinde ve İbn-i Hazm "el-
Ahkâm" isimli eserinde rivayet etmişlerdir. Abdü'l-Berr: "Bu hadisin
senedi zayıfdır, delil olarak kabul edilmez, çünkü ravilerden Haris b. idin
bilinmemektedir." demiştir.
İbn-i Hazm: "Bu
rivayet kabul edilmez. Ebû Süfyan zayıfdır, Haris b. idin ise Ebû Vehb es-
Sakafı'dir. Selam
b. Süleyman da mevzu hadisleri rivayet eder.
İşde bu hadis de şüphesiz onlardan biridir." demiştir.
İkinci delilleri:
"Ümmetimin ihtilafı rahmettir" hadisidir. Bu hadisin de aslı yoktur.
Muhaddisler bu hadisin senedini bulamamışlardır. Süyûtî
"el-Câmiu's-Sagir" isimli eserinde: "Bu hadis, hafızların bize
ulaşmayan kitaplarının birinde rivayet edilmiş olabilir" demiştir.
Âlimlerden bazıları
ihtilâfı kötülemişler, bu görüşlerini destekleyen kitaptan ve sünnetten bir çok
deliller zikretmişlerdir. İbn-i Hazm, bu konuyu şöyle açıklamıştır:
"İhtilâfın kesinlikle caiz olmadığını zikrederek bize farz olan Kur'an-ı
Kerim'in getirdiklerine ve Resûlullâh (SAV) dan sahih olarak rivayet edilenlere
uymaktır."
Âlimlerden bir zümre
yanılarak: "İhtilâf rahmettir" demişlerdir. Bu söz en fena bir
sözdür. Çünkü ihtilâf rahmet olursa, ittifakın azab olması lâzım gelir. Bunu
hiçbir Müslüman söylemez, zira ya ittifak veya ihtilâf olur. Ya rahmet veya
azab olur. Nitekim Tealâ hazretleri: "Eğer rabbın dileseydi bütün
insanları tek bir ümmet yapardı. Halbuki onlar ayrılmakta devam ediyorlar."
[Hüd sûresi: 118] buyurmuştur.
Allah Tealâ, ipine
(kur'ân'a) sımsıkı sarılmayı emrederek: "Hepiniz Allah'ın ipine
(Kur'ân'a) sımsıkı yapışın parçalanıp ayrılmayın. [Al-i İmrân: 103] buyurmuş ve
parçalanmayı ve ihtilâfa düşmeyi yasaklıyarak: "Siz, kendilerine açık
âyetler geldikten sonra parçalanıp ihtilâfa düşenler gibi olmayın işte onlar
için çok büyük bir azap vardır." [Al-i imrân: 105] buyurmuştur. Çünkü
ihtilâf ümmetin durumunu zayıflatır, mehabetini giderir, varlığını yıkar.
Nitekim Tealâ hazretleri: "Allah'a ve Resulüne itaat edin, birbirinizle
çekişmeyin sonra içinize korku
düşer de kuvvetiniz elden gider." [Enfâl sûresi: 46] buyurmuştur. Bu
konuda Resûlullâh (SAV) da şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ı kalbleriniz onun
üzerinde birleştiği müddetçe okuyun, ihtilâfa düştünüz mü, hemen kalkın."
[Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.]
Buhâri ile Müslim'in
Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri bir hadisi şerifde Resûlullâh (SAV) önceki
ümmetleri helake sürükleyen şeyin ihtilâfa düşmeleri olduğunu açıklayarak:
"Ben size neyi yasak edersem ondan sakının neyi emredersem gücünüz yettiği
kadar onu yapın. Sizden öncekileri ancak çok soru sormaları ve peygamberlerine
karşı ihtilâfları helak etmiştir" buyurmuştur.
Gerçek şudur ki: fer'i
meselelerde ihtilâf kaçınılmazdır. Fer'i meseleler hakkındaki ihtilâf,
istidlal vecihlerin-den bir veçhe dayandığı müddetçe kötülenmez. Çünkü burada
daha üstün bir delil yoktur. Kötülenen ihtilâf, hevâ ve teassubdan kaynaklanıp
sahihlerini delilden kör eden ihtilâfdır. Çünkü hevâ ve taasub, tearuz eden
(birbirine zıd olan) delillerden üstün olanı bilindiği halde hakkı kabul ve
teslim etmeye mani olur. Müctehidler bir hükümde birleşirlerse bu nimet ve
rahmet olur.
Önceki ve sonraki
âlimlerden birçokları, fukahanın ihtilâfı hakkında eserler yazmışlari ihtilâfın
sebeblerini açıklamışlar, ihtilâfın misallerini, ihtilâfın caiz olduğu ve caiz
olmadığı konulan zikretmişlerdir. Bu konu hakkında yazılan eserlerden bazıları
şunlardır:
Hicri (656) senesinde
vefat eden İmam Şihabüddin Mahmut b. Ahmet Zencani'nin 'Tahricü'1-Fürû
ale'l-Usûl" isimli eseri.
Hicri (728) senesinde
vefat eden Şeyhül İslâm İbtf-i Teymiyye'nin "Refu'l-Melâm
ani'1-eimmeti'l-Âlam" isimli eseri.
Hicri(772) senesinde
vefat eden İmam Cemalüddin Ebû Muhammed Abdürrahim b. Hüseyin el-Esnevi'nin
"et- Temhid fi tahrici'l- Fürû alel-Usûl" isimli eseri.
Veliyyullah b. Ahmet
et-Dehlevi'nin "el-İnsaf fi be-yan-i Esbabi'l- İhtilâf isimli eseri.
Şeyh Abdülcelil
İsa'nın "Mâlâyecuzü fıhi'l-Hilaf Beyne' I-Müslimin" isimli eseri.
Üstad Ali Hafifin
"Esbâbü ihtilâfı'1-Fukahai" isimli eseri
Dr. Mustafa Hın'm
"Eserü'l-ihtilâf fı'l- Kavaidi'l-Usûliyyeti fi ihtilâfı'l- Fukahâi"
isimli eseri.
Dr. Abdullah et-
Türki'nin "Esbâbü ihtilâfı'I-Fukahai" isimli eseridir. [72]
1) Sahabenin
fcur'an'dan mücmel(manası kapalı) olan âyetleri anlayışlarının farklı oluşu ve
bunun bazı misalleri:
a) Bir
lâfzın iki mana karşılığı konmuş olmasıdır. Boşanan kadınların iddetini
açıklamak için indirilmiş olan : "Boşanan kadınlar bizzat kendileri üç
kur' müddeti beklesinler" [Bakara sûresi: 228] bu âyeti Kerimedeki
"kur" kelimesi hayız (ay hali) ve tuhr(temizlik hali) manaları
arasında müşterektir "Kur" kelimesi Arapların kelâmında hayız hali(ay
hali) ve tuhr (temizlik hali) manalarına eşit derecede konulmuştur. Hz. Aişe: "Kur' = temizlik
hali manasmdadır" demiştir. Zeyd b. Sabit, İbn-i Ömer ve diğer bazı
sahabeler de Hz. Aişe'nin söylediği gibi söylemişlerdir. İmam Malik, İmam Şafii
İmam Ahmet iki rivayetinin birinde bu görüşü almışlardır.
Hz. Ömer, İbn-i Mes'ûd
gibi sahabelerden bir gurup ise "kur" kelimesi ile hayız (ay hali)
murad edilmiştir. Boşanan bir kadın üçüncü hayızdan yıkanmadıkça evlenmesi
helâl değildir, demişlerdir.
İbn-i Kayyım
"Zâdü'l-Meâdi" isimli eserinde: "Bu görüş Hz. Ebû Bekir, Hz.
Osman, Hz. Ömer, Hz. Ali, Ebû Musa, Ubade b. Samit, Ebü'd-Derda, İbn-i Abbas,
Muaz b. Cebel'in görüşüdür" demiştir.
Ebû hanife, İmam Ahmet
bir rivayetinde bu görüşü kabul etmişlerdir.
İki veya daha fazla
manaya konulmuş olan bu kelimelere "müşterek lâfızlar" denir.
Müşterek lâfızlara
Örnekler:
"Ayn" lâfzı:
Göz, cariye, kaynak (su kaynağı), bir şeyin özü ve bizzat kendisi gibi manalara
gelir.
"Cevn"
Lâfzı: Beyaz ve siyah manalarına gelir.
"Kur" lâfzı:
Hayız (ay hali) ve tuhr (temizlik hali) ve müddetleri manalarına gelir.
b)"Kadınlarına
yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer (yeminlerinden)
dönerlerse bilsinler ki, Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir, (yok) eğer
boşamaya karar verdi iseler, (onu yerine getirsinler). Şüphesiz Allah işitici
ve bilicidir." [Bakara sûresi: 226-227] bu ilâ (dört ay karısına
yaklaşmamaya yemin etme) âyetindeki
tertibin, iki veçhe ihtimali vardır: "Fein fâû" âyetindeki
"fa" harfinin tertib-i zikri (sözde tertip olup, gerçekte tertib
olmamak) için olma ihtimali vardır. Buna göre dört ay karısına yaklaşmamaya
yemin eden kimse bu dört ay içinde karısına dönerse yeminini bozmuş olur ve
kendisine yemin keffareti lâzım gelir. Karısına dönmeden dört ay geçerse karısı
bir talâkla boş olur. "fa" harfinin tertib-i hakiki (hem sözde hemde
gerçekte tertib olmak) için olma ihtimali vardır. Buna göre dört ay karısına
yaklaşmamaya yemin eden kimse, karısına yaklaşmadan dört ay geçerse kendisinden
ya karısına dönmesi veya karısını boşaması İstenir.
c) Kocası
ölen hamile bir kadının iddeti, zahirde birbirine zıd iki hüküm arasında gidip
gelmektedir. Şöyle ki: Bakara sûresinde kocası ölen bir kadının iddetinin dört
ay on gün olduğunu bildiren âyete göre, o kadının iddetinin dört ay on gün
olması gerekir. Talâk sûresinde hamile olan bir kadının iddetinin doğum yapması
ile bittiğini bildiren âyete göre ise, o kadının iddetinin doğum yapması ile
bitmesi gerekir. Bundan dolayı sahabeden bazıları: "Kocası ölen hamile bir
kadın bu iki iddetten hangisi uzun sürerse onu bekler" demişlerdir.
Sahabeden bazıları ise: "kocası ölen hamile bir kadının iddeti doğum
yapmasıyla biter" demişlerdir.
Kızkardeş olan iki
cariyeye malik olan bir kimsenin onlara cinsi yakınlıkta bulunmasının haram
olmasında ihtilâf vardır. Çünkü Tealâ Hazretleri: "Sizlere analarınız,
kızlarınız........ve
iki kızkardeşi birlikte almanız haram
kılındı. Ancak
cahiliyyet devrinde geçen geçmiştir." [Nisa sûresi: 23] ve: "Onlar
ki, mahrem yerlerini korurlar, ancak eşlerine ve sahib oldukları cariyelerine
karşı cinsi münasebetleri müstesnadır.
Çünkü onlar (bu takdirde) kınanmazlar" [Müminûn
sûresi: 5-6] buyurmuştur.
Nisa süresindeki
âyet-i kerime, genel olarak iki kızkardeşin birlikte nikâhla alınmasının haram
olduğunu ve kardeş olan iki cariyeye malik olan kimsenin onlara cinsi
yakınlıkta bulunmasının haram olduğunu bildirmektedir. Müminûn süresindeki
âyet-i kerime deki istisnanın genel olması, kızkardeş olan iki cariyeye malik
olan kimsenin onlara cinsi yakınlıkta bulunmasının caiz olduğunu
bildirmektedir. Buna göre bu iki âyet-i kerimenin hükümleri arasında tearuz
(çelişki) vardır. Bu yüzden sahabe bu konuda ihtilâf etmiştir.
Sahabenin çoğunluğu:
"Nisa süresindeki âyet-i kerime, müminûn süresinin âyeti Kerimesindeki
istisnanın genel olmasının hükmünü kaldırmış olduğundan kızkardeş olan iki
cariyeye malik olan kimsenin onlara cinsi yakınlıkta bulunması haramdır. "
Demişlerdir.
Sahabeden bazıları da:
"Kızkardeş olan iki cariyeye malik olanın cinsi yakınlıkta bulunması
helâldir veya haramdır diyemeyiz" demişlerdir. Sahabeden bazıları ise:
"Caizdir" demişlerdir.
Hz. Osman ile İbn-i
Abbas'dan rivayet edilmiştir, demişlerdir ki: "Kızkardeş olan iki cariyeye
malik olanın cinsi yakınlıkta bulunması mübahdır. Çünkü bir âyet-i kerime
helâl, diğer bir âyet-i kerime haram kılıyor"
Şa'bî demiştir ki:
"Hz. Ali'den bu mesele sorulmuş, o da "kızkardeş olan iki cariyeye
malik olanın cinsi yakınlıkta bulunmasını bir âyet-i kerime helâl diğer âyet-i
kerime ise haram kılıyor, haram olması evlâdır" diye cevap vermiştir.
"
İmam Malik İbn-i
Şihab'dan o da Kubeysa b. Ebi Zü'eyb'den rivayet etmiştir. Kubeysa demiştir ki:
"Bir kimse Osman b. Affan'a "kızkardeş olan iki cariyeye,, maliki
olan kimse, bunlara cinsi yakınlıkta bulunabilir mi?"diye sormuş. Osman b.
Affan "bunları bir âyet helâl, diğer âyet haram kılıyor ben bunu men
edemem" demiş"
Sahabenin ihtilâf
sebeblerinden biri de kitab ehli olan kadınlarla evlenme hakkındaki âyetlerin
arasında zahiren tearuz (çelişki) bulunmasıdır. Nitekim Tealâ hazretleri:
"(Ey müminler!) iman etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin" [Bakara
sûresi: 221] ve: "Sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları
da kendilerine mehirlerini verip nikahladığınız takdirde size helâldir. [Maide
sûresi: 5] buyurmuştur. Bakara süresindeki âyet-i kerime genel olarak müslüman
erkeklerin müşrik kadınlarla evlenmelerini haram kılıyor. Mâide süresindeki
âyet-i kerime müslüman erkeklerin kitap ehli olan kadınlarla evlenmelerini
helâl kılıyor. Bu yüzden sahabe kitap ehli olan kadınlarla evlenme hakkında
ihtilâf etmişlerdir.
Sahabenin çoğunluğu
Mâide süresindeki âyet-i kerimeye dayanarak: "Kitap ehli olan kadınlarla
evlenmek caizdir. Bakara süresindeki müşrik kadınlardan maksad, kitap ehli
olmayan kadınlardır. " Demişlerdir.
Çünkü "(Ey
müslüman erkekler) müşrik kadınlarla evlenmeyin" âyetindeki "müşrik
kadınlar" iki mananın birinden uzak değildir. Ya kitap ehli olan kadınlar,
müşrik olan kadınlara dahildirler veya "müşrik kadınlar" ile kitap
ehli olmayan puta tapan kadınlar murad edilmiştir. Eğer kitap ehli olan
kadınlar, müşrik kadınlara dahil iseler "sizden önce kitap verilenlerin
hür ve iffetli kadınları size helâldir" âyeti ile kitap ehli olan kadınlar, müşrik olan
kadınlardan çıkarılmıştır. Buna göre, "müşrik kadınlardan " maksad
puta tapan kadınlar murad edilmiştir. Çünkü Kur'an'ın birçok yerinde müşrikler,
kitap ehlinden ayrı olarak zikredilmiştir. Nitekim Tealâ Hazretleri:
"Kitap ehlinden ve müşriklerden küfredenler kendilerine açık bir hüccet
(peygamber) gelinceye kadar (bulundukları dinden) ayrılacak değillerdi."
[Beyyine sûresi: 1] buyurmuştur. Bu izahla âyetler arasındaki tearuz (çelişki)
giderilmiş olur. Sahabeden bir çokları hıristiyan kadınlarla evlenmişler ve
bunda bir beis görmemişlerdir.
Sahabeden bazıları
ise, Bakara süresindeki âyet-i kerimeye dayanarak: "Kitap ehlinden olan
kadınlarla evlenmek caiz değildir" demişlerdir. Bu görüş İbn-i Ömer'in
görüşüdür. İbn-i Ömer hıristiyan bir kadınla evlenmeyi caiz görmiyerek:
"Rabbim İsa'dır" 'diyen bir kadının şirkinden daha büyük bir şirk
bilmiyorum" demiştir.
Nitekim Tealâ
hazretleri: "(Ey müminler!) imân etmedikçe müşrik kadınlarla
evlenmeyin" buyurmuştur.
Meymun b. Mihrân'dan
rivayet edilmiştir demiştir ki: Ben İbn-i Ömer'e "biz kitap ehli olanlarla
birarada yaşıyoruz, onların kadınlarıyla evlenelim mi? Yemeklerini yiyelim
mi?" dîye sordum. İbn-i Ömer: Helâl ve haram âyetlerini bana okudu. Bende
ona senin okuduklarını bende okuyorum. Onların kadınlarıyla evlenelim mi,
yemeklerini yiyelim mi? Diye sorumu tekrar ettim. O da bana tekrar helâl ve
haram âyetlerini okudu.
Cessas: "İbn-i
Ömer tevakkuf etti, yani onlar helâldir veya haramdır dîye cevap vermedi"
demiştir.
2) Sahabenin
ihtilâfları: Resûlullâh(SAV) dan hadis işitmelerinin, hadisi
alırken araştırmalarının, hadisi anlamadaki ictihadlarımn farklı olmasından ileri
gelmektedir. Bunların pek çok misalleri vardır. Onlardan bazıları şunlardır:
a) Bir
sahabi Resûlullâh (SAV) dan bir hüküm veya bir fetva işitiyordu. Diğer bir
sahabi ise o hadisi şerifi işitmemiş oluyordu. Ve kendi görüşü ile ictihadda bulunuyordu.
İçtihadı bazan o hadisi şerife uygun oluyor, bazan da o hadisi şerife muhalif
oluyordu. Nitekim Resûlullâh(SAV): "Sizden biriniz (Bir yere girmek için)
üç defa izin istesin, izin verilmezse dönsün" buyurmuştur. Bu hadîsi Ebû
Musa el- Eş'âri biliyordu. Hz. Ömer bilmiyordu.
Babaanneye veya
anneanneye mirasdan ne verileceği hükmünü Mugire, Muhammed b. Mesleme biliyor,
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer bilmiyordu.
Mecûsilerden cizye
alınma hükmünü Abdurrahman b. Avf biliyor, sahabenin çoğunluğu bunu bilmiyordu.
Kubeysa b. Ebi
Züeyb'den rivayet edildiğine göre, Hz. Ebû Bekir'e bir cedde (babaanne), miras
hakkını sordu. Hz. Ebû Bekir: "Allah'ın kitabında sana düşen hisseye dair
bir şey yok, Resûlullâh (SAV) in sünnetinde de şimdiye kadar bu hususda bir şey
olduğuna dair bilgim yok. Fakat ben bunu bilen insanlara sorayım" dedi.
Hz. Ebû Bekir insanlara bu meseleyi sordu. Mugire b Şube ile Muhammed b.
Mesleme kalktılar ve Resûlullâh (SAV) in ceddeye altıda bir verdiğine şehadet
ettiler. [Bu hadisi Ebû Davud, Tirmizi rivayet etmiştir. ]
Yine Hz. Ömer, bir
yere girmek için izin istemek hakkındaki hadisi bilmiyordu. Ona bu hadisi Ebû
Musa el-Eş'âri bildirdi. Hz. Ömer bu hadis'e dair Ebû Musa el-eş'âri'den şahid
getirmesini istedi. [Bu hadisi Buhari Ebû Said Hudri'den rivayet etmiştir. ]
Yine Hz. Ömer
mecûsilerden cizye alınması hakkında ki hükmü bilmiyordu. Abdurrahman b. Avf
Mecûsiler hakkında Resûlullâh (SAV) in: "Mecûsilere ehli kitap muamelesi
yapınız, kadınlarını nikah etmemek ve kestiklerini yememek şartıyla" buyurmuş
olduğunu Hz. Ömer'e bildirdi. [Bu hadisi Buhari, İmam Ahmet rivayet
etmişlerdir.]
Hz. Ömer parmakların
diyeti hakkındaki hadisi-şerifi bilmediği için parmakların sağladığı
faydalarına göre diyetlerini değişik olarak takdir ediyordu. Halbuki Hz. Ömer'den
ilim bakımından daha aşağı derecede olan Ebû Musa ile İbn-i Abbas bu konuda
Resûlullâh (SAV) in: "Şu ve şu yani küçük parmakla, baş parmak (diyet)
hususunda eşittir." buyurmuş olduğu hadis-i şerifi biliyorlardı. [Bu
hadisi Buhari, Nesei, Ebû Davûd, İbn-i Mace rivayet etmişlerdir.]
Hz. Ömer'in bu hadis-i
şerifi bilmemesi ayıp değildir. Çünkü bu hadis kendisine ulaşmamıştı.
b) Sahabeden
birine, diğer sahabi Resûlullâh (SAV) in vermiş olduğu bir hükmü veya bir
hadisi bildiriyor, fakat o sahabi, haber veren şahabının yanıldığını zannediyor
ve o hüküm veya o hadis-i şerifle amel etmiyor. Hz. Ömer'in Kays'ın kızı
Fatıma'nın haberini kabul etmediği gibi.
c) Resûlullâh
(SAV) bir iş yapmış oluyor, sahabeden bazıları o iş taattır diye yorumluyorlar,
bazıları ise o işin tesadüfen yapılmış veya geçici olan bir sebebden dolayı
yapılmıştır diye yorumluyorlar. Bu yüzden o işin yapılması ümmetinden
istenmiyor: Tavaftaki remel (tavafın üç turunu koşarak gösterişli bir şekilde
yapmak) gibi.
İbn-i Abbas tavaf
esnasında yapılan "remel"in müşrikler "müslümanları Medine
sıtması bitirmiş" demeleri sebebiyle onlara bir gösteriş olmak üzere
geçici olarakyapıldığına, haccın sünnetlerinden olmadığına kanidir. Diğer
sahabiler ise "remel" sünnettir demişlerdir.
Sahabe hacdaki tahsibi
de farklı yorumlamışlardır. Tahsib: Minâ'dan Mekke'ye dönerken "ebtah=
Muhassab" denilen yerde konaklamaktır.
İbn-i Kayyım
"Zâdü'l- Meâd" isimli eserinde: "Selef Muhassab denilen yerde
konaklamanın sünnet veya tesadüfen olmasında ihtilâf etmişlerdir. " Demiştir.
Selefden (sahabeden)
bir zümre: "muhassab'da konaklamak haccın sünnetlerindendir"
demişlerdir. Çünkü Buharı ile müsİîm'in Ebû hüreyre'den rivayet ettiklerine
göre, Resûlullâh (SAV) Minâ'dan dönerken: "Yarın inşallah beni Kinâne'nin
Hayfına (yani) müşriklerin küfür üzere yemin ettikleri yere ineceğiz"
buyurmuştur.
Resûlullâh (SAV) bu
yerden "Muhassabi" kasdetmiştir. Bunun sebebi: kureyş ile beni
Kinâne'nin Resûîullâh (SAV) i kendilerine Beni Haşim ile Beni Muttalib teslim
edinceye kadaronlarla kız alıp vermemek ve alış verişte bulunmamak üzere yemin
etmiş olmalarıdır. Resûlullâh (SAV) müşriklerin küfür alametlerini, Allah
Tealâ'ya ve Resulüne düşmanlıklarını açıkladıkları yerde İslam'ın alametlerini
açıklamayı kasdediyordu. Resûlullâh (SAV) m küfür ve şirk alâmetlerinin bulundukları
yerlere Tevhid alâmetlerini dikmek âdeti idi.
Nitekim Resûlullâh
(SAV) "Lât ve uzzâ" denilen putların yerine Taif Mescidinin
yapılmasını emretmiştir. Bu zümre dediler ki: Sahih-i Müslim'de rivayet
edildiğine göre, İbn-i Ömer:
"Resûlullâh (SAV) ve Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer Muhassab'da
konaklıyorlardı" demiştir.
Müslim'in diğer bir
rivayetinde İbn-i Ömer "Muhassab'da konaklamayı sünnet sayıyordu"
Buhâri'nin rivayetine
göre, İbn-i Ömer: "Muhassab'da konaklıyor, orada öğle, ikindi, akşam ve
yatsı namazlarını kılıyor, orada yatıyor ve Resûlullâh (SAV) böyle yapıyordu"
diye anlatıyordu.
Selefden (sahabeden)
içlerinde İbn-i Abbas ve Hz_ Aişe bulunan diğer bir zümre ise:
"Muhassab'da konaklamak haccın sünnetinden değildir. Resûlullâh (SAV) in
orada konaklaması tesadüfen olmuştur" demişlerdir.
Buhâri ile Müslim'de
rivayet edildiğine göre, İbn-i Abbas: "Muhassab'da konaklamak bir şey
değildir o ancak Resûlullâh (SAV) in yola çıkması kolay olsun diye konakladığı
bir yerdir" demiştir.
Sahih-i Müslim'de
rivayet edildiğine göre, Ebû Rafı' demiştir ki: "Resûlullâh (SAV) Mina'dan
çıktığı vakit bana beraberimde onlarla birlikte, Ebtah'a inmemi (çadır kurmamı)
emir buyurmadı. Fakat ben (kendiliğimden) giderek oraya onun çadırını kurdum, sonra
Resûlullâh (SAV) gelerek orada konakladı." (Ebû Rafı Resûlullâh (SAV) in
eşyasına bakmaya memurdu.)
İşte Allah Tealâ,
Resulünün: "Yarın Beni Kinâne'nin Hayfmda (Muhassab'da)
konaklayacağız" sözünü gerçekleştirmek, vermiş olduğu kararını yerine
getirmek için Ebû Râfi'yi Muhassab'da çadır kurmaya muvaffak kılmıştır.
Hz. Aişe'den rivayet
edilmiştir demiştir ki: "Resûlullâh (SAV) yola çıkmak daha kolay olsun
diye Muhassab'da
konaklamıştır. Yoksa
orada konaklamak sünnet değildir. Bundan dolayı dileyen orada konaklar, dileyen
orada konaklamaz. "
Sahabenin ihtilâf
etmelerinin sebebi: Resûlullâh (SAV) m yapmış olduğu fiiline bakış açılarının
değişik olmasındandır. Nitekim sahabe Resûlullâh (SAV) in yapmış olduğu haccın
nevinde de ihtilâf etmişler, bazıları: "Hacc-ı Kıran" yaptı. Bazıları
ise "Hacc-i Temettü" yaptı, bazıları da: "Hacc-ı İfrâd"
yaptı demişlerdir.
d) Bir
sahabi, âyet ve hadisden bir delil bulamadığı zaman, kendi ictihad ve görüşüyle
hüküm veriyor, sonra kendi görüşüne zıd bir delil meydana çıkıyor.
Nitekim müslim'in
rivayet ettiğine göre, İbn-i Ömer kadınlara yıkanırken başlarını çözmelerini
emrediyordu. Bunu Hz. Aişe duydu ve: "şaşarım İbn-i Ömer'e ben ve
Resûlullâh (SAV) bir kabdan yıkanıyorduk. Başıma üç kerre su dökmekten fazla
bir şey yapmazdım. Dedi.
Ebû Musa el-
Eş'ari'ye: "Ölünün kızı, oğlunun kızı ve kızkardeşine ait miras hisseleri
sorulmuş. Ebû Musa: Terikenin yarısı ölünün kızına diğer yarısı da kızkardeşine
aittir" dedi. (oğlunun kızını mirasdan mahrum bıraktı) Ebû Musa soru soran
kimseye İbn-i Mes'ud'a git, bu meseleyi ona da sor umarım ki, İbn-i Mes'ud 'da
benim fikrime uygun cevap verir. Dedi. Mesele İbn-i Mes'ud'a sorulup Ebû
Musa'nın cevabı ve onun tarafından gönderildiği haber verilince, İbn-i Mes'ud:
"Eğer ben oğlunun kızını mirasdan mahrum edersem dalâlete düşerim,
hidâyetteki bahtiyarlardan olamam. Ben bu meselede aynen Resûlullâh (SAV) gibi
hüküm vereceğim: Kızına yarım, oğlunun kızma üçde ikiyi tamamlamak
üzere altıda bir,
kalan hisse'de
kızkardeşe düşer" dedi. Ebû Musa'ya,
İbn-i Mes'ud'un fetvası haber verilince, İbn-i Mes'ud'un fetvasına döndü ve:
"Aranızda bu âlim bulundukça bana sormanıza lüzum yoktur" dedi. [Bu
hadis-i şerifi Buhâri ve Tirmizi rivayet etmişlerdir.]
e) Sahabeden
bazıları ana bir kardeşler ile ana baba bir kardeşlerin mirasda ortak kılınması
gibi muteber bir manadan dolayı Kur'an ile sünnet arasını uzlaştırmada ictihad
etmişlerdir. Nitekim Allah Tealâ: "Eğer bir erkek veya kadının, çocuğu
veya babası bulunmadığı halde kelâle olarak (yan yoldan) mirasına konulur da
ana bir kardeşi veya kız kardeşi bulunursa bu kardeşlerin her birine altıda bir
vardır. Bundan daha çok iseler kız ve erkek üçde bir hissede ortak
olurlar" [Nisa sûresi: 12] buyurmuştur.
Bu âyet-i kerime'nin
anabir kardeşler hakkında inmiş olduğunda âlimler arasında ihtilâf yoktur.
Buhâri İle Müslim'in
rivayet ettikleri bir hadis-i şerifde: "(Kur'an'da bildirilen) farz
hisseleri sahiblerine veriniz, (bunlardan) geri kalan (mal) da (asabeden^baba
tarafından) en yakın olan erkeğe veriniz" buyrulmuştur.
Ölünün kocası, anası,
iki veya daha fazla anabir kardeşleri, asabe olan ana-baba bir kardeşleri
kalmış. Bu mesele Hz. Ömer'e sorulmuş. Hz. Ömer muayyen sehim sahibleri
hisselerini alınca, terikeden bir şey kalmamış ve asabe olan ana-baba bir
kardeşlerine mirasdan bir şey vermemiştir. Halbuki miras almadaki durumları
kuvvetli olanların en aşağı derecesi, miras almadaki durumları zayıf olanlara
ortak olmalarıdır. Bundan dolayı Hz. Ömer'e, Zeyd b. Sabit: "Ana-baba bir
kardeşlerin babasını bir eşek
farzet" demiş. Veya
ana-baba bir
kardeşlerden biri Hz. Ömer'e "Bizim
babamızı denizde bir taş farzet" demiş, bunun üzerine Hz. Ömer ana bir
kardeşler ile ana-baba bir kardeşleri mirasin üçde birinde ortak kılmıştır.
Erkek ve kızkardeşler arasında bu üçde biri eşit olarak taksim etmiştir, bu
meseleye miras hukukunda "müşerreke" veya "müştereke" veya
"hımarıyye" veya "haceriyye" veya "yemmiyye"
denir.
3) Kitaptan
Sünnetten ve İcmâ'dan Bir delil Bulunmadığı Yerde Sahabenin İctihadları
Farklıydı:
Miras hakkındaki bir
çok meselede sahabenin ictihadları farklı olmuştur. Bunlardan biri
"garraviyye meselesi" dir. Bunun iki şekli vardır. Bir kadın ölüyor,
mirasçı olarak kocası, babası veanası kalıyor, veya bir erkek ölüyor, mirasçı
olarak karısı babası ve anası kalıyor. Bu iki suret parlak yıldız gibi meşhur
oldukları için kendilerine "Garraviyeteyn"de denilmiştir. Karı
kocadan herbiri diğerinden alacaklı gibi olduğu için bu suretlere
"Garimeteyn" denilmiştir. Bu iki suret hakkında ilk defa Hz. Ömer
anaya kalanın üçde birini hükmettiği için bu meselelere "Ömeriyeteyn"
denilmiştir, bu suretler feraiz meseleleri arasında zor anlaşıldığından dolayı
kendilerine "Garibeteyn" de denilmiştir,
Beyhakî Abdullah b.
Mes'ud'dan rivayet etmiştir. Abdullah b. Mes'ud demiştir ki: "Hz. Ömer
bizi bir (ilim) yoluna soktuğu zaman biz o (ilim) yolunu kolay bulurduk. Ölen
bir adamın mirasçı olarak karısı, babası ve anası kalmış. Bu mesele Hz. Ömer'e
soruldu. Hz. Ömer karısına terikenin dörtte birini, terikeden geri kalanın üçde
birini anasına, geri kalanı da babasına verdi. "
Ölünün çocuğu,
torunları ve birden fazla kardeşi bulunmadığı takdirde anasına terikenin üçde
biri verilir.
Nitekim Tealâ
Hazretleri: "(Ölenin) çocuğu olmayıp yalnız anası ve babası mirasçı olursa
anasına üçde bir vardır, (geri kalanı babanın hakkıdır. ) ölenin kardeşleri de
varsa borcu ödenip, yaptığı vasiyeti yerine getirildikten sonra anasına altıda
bir vardır" [Nisa sûresi: 11] buyurmuştur. Bu âyet-i kerime, ölünün anası
ve babasıyla birlikte karısı veya kocasından biri mirasçı olarak bulunduğu
takdirde, anasının ve babasının mirasdan alacakları selimi açıklamamış,
Resûlullâh (SAV) dan bu konuda bir şey nakledilmemiş, Hz. Ebû Bekir zamanında
böyle bir mesele meydana gelmemiş, Hz. Ömer devrinde bu mesele meydana
gelmiştir. Hz. Ömer'de bu mesele hakkında ictihad etmiş. Birinci şekilde yani,
ölünün kocası, babası ve anası kaldığında; kocasına terikenin yarısını, anasına
da üçde birini verdiğinde, babasına altıda birden başka kalmadığını, bu
şekilde, taksim ise "erkek için iki kız payı vardır" âyetine ters
düştüğünü görmüş. İkinci şekilde yani, ölünün karısı, babası ve anası kaldığında,
karısına terikenin dörtte birini, anasına üçde birini, babasına geri kalanı
verdiğinde - mesele onikiden yapılıyor, babası, anasından ancak onikide bir
fazla alıyor. Bu şekildeki taksimde de "Erkek için, iki kız payı
vardır"âyetinin manasına uymadığını görmüş. Bunun üzerine Hz. Ömer
terikeden kocanın sehmini veya karının sehmini çıkarttıktan sonra geri kalan
terikeyi anası ile babası arasında "erkek için, iki kız payı vardır"
âyetine uygun olarak taksim etmeyi uygun görmüş. Hz. Ömer'in bu görüşüne, Hz.
Ali, Osman b. Affan, Zeyd b. Sabit; Abdullah b. Mes'ud, ve diğer bir çok sahabe
katılmışlardır. Dört imam'da bu görüşü almışlardır.
İbn-i Abbas yukarıda
geçen âyetin zahiriyle ve Buhâri ile Müslim'in rivayet ettikleri
"(Kur'an'da bildirilen) farz
hisseleri sahiblerine
veriniz. (Bunlardan) geri kalan (mal) da (asabeden baba tarafından) en yakın
olan erkeğe veriniz." Hadisin zahiriyle amel ederek Hz. Ömer'in görüşüne
karşı çıkmış ve: "Ölünün gerek kocası ile olsun gerekse karısı ile olsun
her iki surette anasına terikenin hepsinin üçde biri verilir" demiştir.
İbn-i Şirin ölünün
anası ve babası ile birlikte miras alan kocası olursa bu durumda anasından
babası daha az almaması için sahabenin çoğunluğunun görüşüne katılmıştır.
Ölünün anası ve babası ile birlikte miras alan karısı olursa bu durumda
anasından babası daha çok alacağı için İbn-i Abbas'ın görüşüne katılmıştır.
Hz. Ömer'in ve ona
katılanların benimsemiş olduğu görüşde yukarıda geçen âyet ile hadisin arasında
çelişki yoktur. "Ölüye anası ve babası mirasçı olursa anasına üçde bir
vardır." Bu âyet-i kerime, "Ölüye yalnız anası babası mirasçı olursa
anaya malın hepsinin veya malın bazısının üçde biri verilir" diye
açıklanmıştır. [73]
Sahabeden gelen
eserlerin bildirdiğine göre, onlar çok hadis rivayet ettikleri zaman yalana ve
hataya düşmekten korktukları için Resûlullâh (SAV) dan az hadis rivayet
etmelerini birbirlerine tavsiyede bulunuyorlardı.
Sahabeden bazılarının
bildiği hadisi, diğerleri bilmiyordu. Bu yüzden rivayet edilen hadisin sahih
olup olmadığını araştırıyorlardı. Hatta Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer hadis
rivayet eden kimseden kendisine bu hadis hakkında şahitlik edecek birini
getirmesini istiyorlardı.
Az hadis rivayet
etmelerinin sebeblerinden biri de hadis rivayeti ile çok meşgul olmak,
kendilerini Kur'an okumaktan alıkoymasından korkmalarıdır.
a) Hafız
Zehebi "Tezkiretü'l-Huffâz" isimli eserinde İbn-i Ebi
Müleyke'nin Merasilin'den şunu
rivayet etmiştir: Hz. Ebû Bekir
Siddık Resûlullâh (SAV) in vefatından sonra
insanları toplayıp onlara:
"Siz Resûlullâh (SAV) dan bir takım hadisler rivayet ediyorsunuz
Rivayetlerinizde ihtilâf ettiğiniz de oluyor. Sizden sonra gelecek olanlar daha
çok ihtilâfa düşecekler o halde Resûlullâh (SAV) dan bir şey rivayet etmeyiniz,
şayet size bir şey soran olursa, aramızda Allah'ın kitabı var deyiniz. Allah'ın
kitabının helâlini helâl, haramını haram biliniz." dedi. Fakat Hz. Ebû
Bekir'in maksadı, hadis rivayetini
büsbütün kapatmak olmayıp,
nakledilen hadisleri acele olarak kabul etmemek, hu hususta araştırmaya
sevketmektî. Çünkü kendilerinin de birçoklarına nisbetle az olmakla beraber
hadis rivayeti olduğu gibi, rivayet edilmiş hadisleri kabul ettikleri vakidir.
b) Karaza b.
Ka'b'dan rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Biz Irak'a gitmek için çıkınca
Hz. Ömer bizimle beraber Harra denilen yere kadar yürüdü, sonra Hz. Ömer bize:
"Niçin siznle beraber yürüyorum biliyormusunuz?" diye sordu. Biz de:
"Evet biz Resûlullâh (SAV) in ashabı olduğumuz için bizimle beraber yürüdün" dedik.
Hz. Ömer "Hayır yalnız onun için değil maksadım şudur: "Siz
sesleri arı kovanı
gibi Kur'an'ı tilavet
eden halkın beldesine
ineceksiniz, bunları hadislerle meşgul ederek Kur'an'dan alıkoymayınız. Kur'an-ı
okuyunuz ve okutunuz.
Resûlullâh (SAV) dan az hadis rivayet ediniz, selâmetle gidiniz. Böyle hareket
ederseniz bende sizinle beraberim"
dedi. Karaza diyor ki, o beldeye ulaşınca
halkı bana: "Bize hadis rivayet
et" dediler. Ben de: "Hz. Ömer bizi hadis rivayet etmekten
menetti" dedim. [Bu hadis Daremiyye Süneninde rivayet etmiştir.]
c) İbn-i
Mes'ud az hadis rivayet etmekle bilinmektedir. Ebû Amr b. Şeybani'den rivayet
edilmiştir, demiştir ki: "İbn-i
Mes'ud'un yanında bir
sene oturdum, hiç Resûlullâh (SAV) buyurdu demezdi.
Resûlullâh (SAV) buyurdu dediği vakit de vücudunu bir titreme alırdı. Hadisi
rivayet edip bitirdikten sonra "Resûlullâh (SAV) böyle buyurdu veya bunun
gibi buyurdu veya buna yakın buyurdu" derdi. "
d) Hafız
Zehebi "Tezkiretü'l-Huffazmda, Tirmizi süneninde, Ebû
davud süneninde, Ebû
Kubeysa b Züeyb'den rivayet
ettiklerine göre, bir cedde (babaanne) Hz.
Ebû Bekir'e gelerek
kendisine miras hakkının verilmesini istedi. Hz. Ebû Bekir:
"Allah'ın kitabında sana bir şey verileceğine dair bir âyet bulamıyorum.
Resûlullâh (SAV)ın sünnetinde de buna
dair bir şey buyurduğundan
haberdar değilim" dedikten
sonra meseleyi insanlara sordu. Mugire b. Şu'be ayağa kalkıp:
"Resûlullâh (SAV) ceddeye altıda bir verdi" dedi. Hz. Ebû Bekir:
"senden başka bunu bilen kimse var mı?" diye sordu. Muhammed
b. Mesleme kendisininde böyle bildiğine şehadet etmesi üzerine Hz.
Ebû Bekir o ceddeye (babaanneye) altıda bir hissesini verdi.
e) Ebû
Said-i Hudri'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Ensarın meclislerinden birinde
oturmaktaydım. Ebû Musa korku
içinde bize geldi: "Sana ne oldu dedik" Hz. Ömer, yanına gelmem için
beni çağırttı. Kapısına gittim üç defa selam verip izin istedim. Bana izin
verilmedi, döndüm. Sonra tekrar çağırttı yine gittim. Beni görünce:
"bize gelmekten
seni ne men etti?" diye sordu. Ben de: "Ben sana geldim, kapında üç
defa selâm verip, girmek için izin istedim, bana cevap vermediler. Onun için
döndüm. Çünkü Resûlullâh (SAV): "Sizden biriniz (bir yere girmek için) üç
defa izin istesin verilmezse dönsün" buyurmuştur, diye ilâve ettim. Bunun
üzerine Hz. Ömer: "Bu söylediğin üzerine şahit getir. Yoksa canını
yakarım" dedi. O meclisde bulunanlar: "Buradaki cemaatın en küçüğü
bile gidebilir. " Dediler. Bunun üzerine Ebû Said: Kalktım onunla beraber
onun için şahitlik yaptım. Hz. Ömer, Ebû Musa'ya "Ben seni yalan
söylüyorsun" diye suçlamadım, fakat rast gelen kimse Resûlullâh (SAV) a
isnad ederek söz uydururlar diye korktum" dedi." [Buhâri, Müslim]
f) Mugire b.
Şu'be'den rivayet edilmiştir. Hz. Ömer sahabeye: "bir kadının ceninini
düşürmesine sebeb olan kimse, düşürülen cenin için ne ödeyecek?" diye
sordu. Mugire: "Ben Resûlullâh (SAV) düşürülen cenin hakkında gurre (Yani
bir erkek köle veya cariye) verilmesine hüküm verdi" dedim. Bunun üzerine
Hz. Ömer bana: "Eğer bu sözünde doğru isen, bunu bilen birini getir.
" Dedi. Muhammed b. Mesleme: "Resûlullâh (SAV) böyle hüküm
verdi" diye şehadet etti. [Bu hadisi İmam Ahmet, Ebû Davûd, Nesei ve İbn-i
Mace rivayet ettiler.] [74]
İslam fıkhının hükümleri,
kaynaklan bakımından dört nevidir:
1) Bazı
hükümlerin, kaynaklan hem sübûtu hem manaya delâleti kesin olan delillerdir.
2) Bazı
hükümlerin, kaynaklan sübûtu kesin, manaya delâleti zanni veya hem sübûtu hem
de manaya delâleti zanni olan delillerdir.
3) Bazı
hükümlerin kaynakları icma'dır.
4) Hakkında
delil ve icma' bulunmayan bazı hükümlerdir.
Birinci nevide ictihad
yapılamaz. Diğer nevilerde İcma' bulunmadığı takdirde İctihad yapılır. Bu
devirde sahabenin ictihadda takip ettiği yol: bir mesele hakkında kitabda ve
sünnette bir delil bulamadıklarında kendilerini icma' ve re'y denilen kıyasa
ulaştıran istişareye başvuruyorlardı. Daha önce sahabenin ittifak ettikleri
veya ihtilâf ettikleri misâlleri anlattık. O misâller onların ictihadlan
hakkında bize bir fikir vermektedir.
Hz. Ömer, Şurayh'ı
Kûfe'ye kadı olarak gönderirken ona şöyle demiştir: "Sana bir dava gelince
önce Allah'ın kitabına bak, onda açıklanmış olanla hükmet, onu kimseye sorma.
Allah'ın kitabında açıklanmamışsa Resûlullâh (SAV) m sünnetinde açıklanmış
olanla hükmet, Resûlullâh (SAV) in sünnetinde de açıklanmamışsa o mesele
hakkında kendi görüşünle ictihad ederek hüküm ver."
Sahabe böyle ictihad
yapmakta tamamiyle mazur idiler. Çünkü birçok farklı meseleler meydana çıkmış
olduğu gibi insanlar da yeni birçok hadiselerle karşılaşıyorlardı.
Sahabe Resûlullâh
(SAV) hayatta iken kendilerine ictihad yapmalarına izin vermesinden ve meşhur
olan Muâz hadisinden kitap ve sünnette açık hüküm bulunmadığı zaman ictihad
yapmanın meşru bir iş olduğunu anlamışlardı.
Hz. Ömer, Ebû Musa'ya
yazmış olduğu mektubunda şöyle
demiştir: "......Sonra kitap ve sünnette bulunmayan
bir mesele sana
geldiği zaman onu anlamaya çalış sonra bu anlayışına göre iş ve meseleleri
birbiriyle karşılaştır. Benzerlerini tanı, sonra da reyine göre hangi hüküm
Allah'a daha sevimli ve hakka daha yakın ise ona itimad et."
Sahabe birçok
meselelerde sahih kıyasla amel ederek köle ve cariyelere nikâhda, Talâkda,
iddette, hür olan kimselerin hükümlerinin şu âyet-i kerimede açıklanmış olan hükme
kıyas etmişlerdir: "Eğer (cariyeler) evlendikten sonra bir fuhuş
yaparlarsa o vakit onlara hür kadınlara lâzim gelen cezanın yarısı
verilir." [Nisa sûresi: 25]
Sahabe Hz. Ebû Bekir'i
halife olarak tayin ederken: "Resûlullâh (SAV) in dinimiz için razı olduğu
bir kimseye, biz dünyamız için razı olmazmıyız?" diyerek Hz. Ebû Bekir'in
halife olarak tayin edilmesini Resûlullâh (SAV) in namazda imam olarak tayın
etmesine kıyas ettiler.
Sahabe feraizde avli
yani farz sahiblerinin alacakları sehimleri çok olup kendilerine verilecek
sehimler az olduğunda herbirinin hissesi nisbetinde eksiltilerek kendilerine
verilmesini kabul ettiler. Bu avil meselesini borçlu olanın malı alacaklıların
alacaklarına yetmediğinde alacakları nisbetinde eksik olarak almalarına kıyas
ettiler. Nitekim Resûlullâh (SAV) borçlunun malı borcuna yetmediğinde
alacaklılara: "Bulduğunuzu alınız size bundan başka bir şey yoktur."
buyurmuştur. Sahabenin bu kıyası en güzel kıyaslardandır.
Sahabe, içki cezasını,
iftira cezasına kıyas ettiler. Rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer içkinin
cezası hakkında sahabe ile istişarede bulundu ve: "halk içki içiyor ve
içkiye düşkünlük gösteriyorlar." dedi. Bunun üzerine Hz. Ali, Hz. Ömer'e:
"Bir kimse içerse sarhoş olur, sarhoş olursa saçmalamağa başlar, saçmaladımı
iftira eder o halde ona iftira cezası vur" dedi. Hz. Ömer'de sarhoşlara
iftira cezası olan seksen dayak vurdurdu. Bu kıyası yalnız Hz. Ali yapmadı, Hz.
Ali'ye bu konuda diğer sahabiler de katıldı. [Bu hadisi İmam Malik Muvatta'da
Munkati, Nesei, Tahavi, mevsul olarak rivayet ettiler] [75]
1) İmam
Ahmet, Ebû Davud, İbn-i Mâce, Neseinin rivayet ettiklerine göre; düşürülen
ceninin diyeti hakkında Resûlullâh (SAV) in vermiş olduğu hükmü bilmeyen Hz.
Ömer: "Allah için ceninin diyeti hakkında Resûlullâh (SAV) dan bir şey
işitmiş olan varsa söylesin?" demiş. Bunu üzerine Hamel b. Nabiga ayağa
kalkarak: "Ben iki cariyemin (yani iki eşimin) arasında idim. Birisi
diğerine çadır direği ile vurdu, onun ceninini ölü olarak düşürttü. Resûlullâh
(SAV) (düşürülen) cenin için (velisine) bir gurre (yani bir erkek köle veya
cariye verilmesine) hüküm verdi."dedi. bunun üzerine Hz. Ömer:
"Nerede ise Resûlullâh (SAV) in hükmü bulunduğu yerde kendi reyimizle
hüküm verecektik" dedi.
Anne karnındaki cenin
cinayet sebebi ile ölürse gurre vermek vacib olur. Fakat canlı olarak düşer de
sonra
ölürse tam diyet
vermek icab eder. Hz. Ömer'in "nerdey-se Resûlullâh (SAV) in vermiş olduğu
hüküm bulunduğu yerde, kendi reyimizle hüküm verecektik" demesi o konuda
Resûlullâh (SAV) in vermiş olduğu hüküm bulunmasaydı kendi reyi ile ictihadda
bulunacaktı.
2) Abdullah
b. Mes'ud mehir tayin edilmeyen bir kadın hakkında ictihadda bulunmuştur.
Sünen sahiblerinin
rivayet ettiklerine göre, Abdullah b. Mesud'a gelerek: "Mehir tayin
etmeden ve onunla zifafa girmeden kocası ölen bir kadının durumu nedir?"-
diye sordular. Onlara Abdullah b. Mesud: "Arayınız, onun hakkında bir
delil bulabilirmisiniz" diye cevap verdi. İbn-i Mesud'a tekrar gelip:
"Aradık bir delil bulamadık." dediler. İbn-i Mes'ud: "Bu konuda
kendi reyimle hüküm veriyorum. Doğru olursa Allâh'dandır. O kadına kendi akraba
kadınlarının mehri vardır. Onîardan ne az olur ne de çok, o kadına iddet
beklemekte vardır." Bunun üzerine Ma'kıl b. Sinan el- Eşcaî:
"Resûiuliâh (SAV) bizim kabileden olan Vaşık'ın kızı Bervâ için senin
verdiğin hükmün aynını vermişti." Dedi. İbn-i mes'ud vermiş olduğu hükmün
Resûlullâh (SAV)m vermiş olduğu hükmüne uygun olmasına sevindi.
İbn-i Mes'ud bu konuda
delile ulaşmaktan aciz kaldıktan sonra kendi re'yİle fetva verdi. Allah
Tealâ'nın tevfıkiyle vermiş olduğu hükme uygun delil bulunduğu için sevindi.
3) Beyhâkî
"es-Sünenü'1-Kübrâ"
isimli eserinde ve İbn-i
Abdi'1-Berr "Camiu Beyani'1-İlmi ve fadlihi" isimli eserinde İkrime'den
rivayet ettiklerine göre,
ikrime demiştir ki: "Beni, İbn-i Abbas, Zeyd b. Sabit'e
"Ölünün kocası, anası ve babası kaldığında miras nasıl taksim
olunur sor" diye gönderdi. Zeyd:
"Kocaya malın yarısı verildikten sonra, geri kalan malın üçde biri anaya
malın geri kalanı da babaya verilir" dedi. İbn-i Abbas'a gelip Zeyd'in
miras taksimini haber verdim. İbn-i Abbas "Zeyd'e git, Allah'ın kitabında,
geri kalan malın üçde biri anaya verilir diye bir hüküm var mı diye sor?"
dedi. Çünkü îbn-i Abbas:"Anaya malın tamamının üçde biri verilir"
diyordu. Zeyd: "İbn-i Abbas'a ben kendi reyimle hüküm veriyorum. Sen de
kendi reyinle hüküm veriyorsun (Senin verdiğin hükme göre, ana babadan daha
çok alıyor, benim verdiğim hükrne göre, baba anadan daha çok alıyor. ) ben
anayı mirasda babadan üstün tutmam" dedi. Bu hadisde delilin bulunmadığı
yerde İhtilâfın bulunacağına işaret vardır.
4) İbn-i
Abdi'I- Berr "Cami'u Beyâni'1-ilm" eserinde ve İbn-i Kayyım
"İ'lâmü'l-Muvakkıîn" isimli eserinde rivayet ettiklerine göre;
"Ömer b. Hattab davası olan bir kişiyle karşılaşmış ve ne yaptığını
sormuştu. O kişi Hz. Ali ile Zeyd'in verdikleri hükümden bahsedince Hz. Ömer:
"o davada ben hüküm verseydim Hz. Ali ile Zeyd'in vermiş olduğu hükümden
başka türlü hüküm verirdim." Demiş. O kişi de: "İş senin elinde böyle
hükmetmen için bir engel varmı?" demiş. Ömer'de: "Eğer seni Allah'ın
kitabı ve Resûlullâh (SAV) in sünnetinde sabit olan bir hükme çevirecek
olsaydım bunu derhal yapardım. Fakat seni kendi reyime çevireceğim. Re'y ise
ortaktır" demiş. Kitabdan veya sünnetten delilin bulunmadığı yerde Hz.
Ali ile Zeyd'in vermiş olduğu hükmü bozmamıştır. Çünkü Hz. Ömer'in içtihadı da
onların içtihadı gibidir. Bir ictihad kendi gibi bir ictihadla bozulmaz.
5) Hz.
Ömer'in delil bulunmadığı yerde reyine ve içtihadına dayanarak karar
verdiklerinden biri de şam'da Taun hastalığı çıkmış olduğundan geri dönmesi ve
Ebû Ubey'de ye cevap vermesidir. Sonra bu konuda kendi re'y ve içtihadına uygun
delil ulaşınca Allah Tealâ'ya hamdü senada bulunmuştur.
Buhâri'nin rivayet
ettiğine göre, Ömer b. Hattab, Şam'a gitmek üzere yola çıkmış, serg denilen
yere vardığında onu askeri emirler yani Ebû Ubey'de b. Cerrah ve arkadaşları
karşılayarak Şam'da veba hastalığının bulunduğunu kendisine haber vermişler.
Bunun üzerine Hz. Ömer geri dönmek konusunda insanlarla istişarede bulundu,
istişare sonunda Medine'ye dönmeye karar verince Ebû Ubeyde ona: "Allah'ın
kaderinden mi kaçıyorsun?" diye sordu. Hz. Ömer: "Bunu senden başkası
söylemeliydi, ey Ebû Ubeyde!" dedi. (Hz. Ömer ona karşı gelmekten
çekinirdi.) "Evet, Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyoruz,
bana haber ver: Senin develerin olsa, bir tarafı verimli diğer tarafı çorak bir
vadiye inmiş olsan, develeri verimli yerde otlatsan Allah'ın kaderiyle
otlatmış, çorak yerde otlatsan yine Allah'ın kaderiyle otlatmış
olmazmıydın?" dedi. Az sonra bir hacetine gitmiş olan Abdurrahman b. Avf
geldi. Meseleyi duyunca dedi ki: "bu hususda bende bilgi var. Resûlullâh
(SAV) ı şöyle buyururken işittim, "bir yerde veba hastalığı bulunduğunu
işittiniz mi oraya gitmeyin. Bulunduğunuz yerde veba baş gösterdiği zaman,
vebadan kaçmak maksadı ile o yerden de çıkmayın"!" Hz. Ömer bu hadisi
işitince, Allah'a hamd etti, sonra kalkıp gitti.
Hz. Ömer'in Şam'da
salgın hastalık bulunduğundan dolayı oraya gitmeyip Medine'ye geri dönmesi,
bugün tıpta karantina diye bilinenin ta kendisidir.
Müslim'in rivayetinde
şu tafsilat vardır:
Şöyle ki: "Hz.
Ömer muhacirlerle istişarede bulundu ve Şam'da veba hastalığının çıkmış
olduğunu haber verdi. Muhacirler Şam'a girilip, girilmemesinde ihtilâf ettiler.
Sonra ensar ile istişare etti, onlar da Şam'a girilip girilmemesinde ihtilâf
ettiler. Sonra fetih muhacirlerinden olan Kureyş'in büyükleriyle istişare etti.
Hz. Ömer'in dönmesine iki kişi dahi karşı çıkmadı ve: "Biz insanları geri
döndürmeni ve onları bu vebanın üzerine götürme-meni münasib görüyoruz"
dediler.
6) Yemen'de
bir çocuğu babasının karısı (üvey annesi) ile o kadının dostu birlikte
öldürdüğü zaman oranın valisi onların durumlarını Hz. Ömer'e yazdı. Hz. Ömer
onlara verilecek ceza hakkında tereddüt etti. Nihayet Hz. Ali ona: "ey
müminlerin emiri! Birkaç kişi bir deveyi herbiri bir uzvundan tutarak birlikte
çalsalar, onların ellerini kesermiydin?" dedi. Hz. Ömer: "Evet",
diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer Yemen valisine: "Katillerin
ikisinide öldür. Bütün Sana halkı bu cinayet işine katılsa-lardı, hepsini
öldürürdüm" diye mektup yazdı.
Buhâri İbn-i Ömer'den
rivayet ettiğine göre, İbn-i Ömer demiştir ki: "Bir çocuk tuzağa
düşürülerek öldürüldü. " Bunun üzerine Hz. Ömer: "Bu cinayet işine
bütün sana halkı katılsaydı, bu çocuk sebebiyle hepsini öldürürdüm."
Dedi.
San'ânî
"Sübülü's-Selâm" isimli eserinde bu hadisi açıklarken şu bilgiyi
vermiştir. Bu hadisi Tahavi ile Beyhâki, İbn-i Vehb'den rivayet etmişlerdir.
İbn-i Vehb demiştir ki: Bana Cebir b. Hazim anlattı, ona da Mugire b. Hakim-i
San'ani babasından duyduğunu şöyle anlatmış: "Sana'da bir kadının kocası
kendisini bırakıp gitmiş,
kadının yanında, başka
karısından olan Asil adlı oğlunu bırakmış, kadın kocası gider gitmez bir dost
edinmiş, birgün dostuna: "Hiç şüphe yok ki, bu çocuk bizi kepaze edecek,
bunu Öldür" demiş. Dostu bundan çekinmiş ise de bu sefer
kadında ondan yüz
çevirmiş, derken dostu kadının dediğine razı olmuş ve çocuğu
öldürmek için kadının dostu ile
başka bir adam,
kadının kendisi, hizmetçisi
toplanarak onu öldürmüşler. Sonra onun bütün organlarını keserek deriden bir
torbaya koymuşlar ve köyün
ötesindeki bir kör kuyuya
atmışlar. Sonra bu cinayet meydana
çıkmış. Kadının dostu yakalanmış ve suçunu itiraf etmiş, arkasından öbürleri de
itiraf etmişler, bunun üzerine o gün Sa'na'da vali bulunan Ya'lâ onların
durumlarını Hz. Ömer'e yazmış. Hz. Ömer'de hepsinin öldürülmesine dair
bir mektup yazarak:
"Vallahi bu çocuğun Öldürülmesine bütün
Sa'na halkı katılsaydı hepsini öldürürdüm"
demiştir."
İmam Malik
"Muvatta" isimli eserinde Yahya b. Said'den o da Said b. Müseyyeb'den
rivayet ettiğine göre: Ömer b. Hattab öldürülen bir kişi sebebiyle beş veya
altı kişiyi öldürmüştür. Çünkü onlar o kişiyi tuzak kurarak öldürmüşlerdir. Hz.
Ömer: "O kişinin öldürülmesine bütün san'a halkı katılsaydı hepsini
öldürürdüm. " demiştir.
Bu hükümde Hz. Ömer'e;
Hz. Ali, Mugire b. Şu'be, Ibn-i Abbas ve tabiinden Said b. Müseyyeb, Hasan-ı
Basri, Atâ ve katade katılmışlardır.
Bu İmam Malik'in,
Sevri'nin, Evzâi'nin, İmam Şafii'nin, İshak'ın, Ebû Sevr'in, rey sahiblerinin
mezhebidir.
Hz. Ömer'in bu
görüşüne İbn-i Zübeyr karşı çıkmış: "Böyle konularda diyetle hüküm
verilir" demiştir.
Bu görüşü İmam Zühri,
İbn-i Şirin, Rabiatü'r Rey, davûd, İbn-i Münzir, bir rivayetinde İmam Ahmet
kabul etmişlerdir.
Bu konuda delil
bulunmadığından dolayı sahabe ihtilâf etmişlerdir. Çünkü Resûlüllâh (SAV)
zamanında bir cemaatın bir kişiyi öldürmesi gibi bir hadise meydana gelmemiş ve
bu konuda Resûlüllâh (SAV) dan bir hüküm nakledilmemiştir. Hz. Ömer devrinde
böyle bir hadise meydana gelmiş ve bu konuda delil bulunmadığından kendi re'y
ve içtihadıyla hüküm vermiştir. Hz. Ömer'e bu konuda sahabeden birçokları
katılmışlardır.
7) Bir Ölüye
kardeşleri ile birlikte dedesinin (babasının babası) mirasçı olması meselesi
Resûlüllâh (SAV) in vefatından sonra sahabeye soruldu. Bu konuda Resûlüllâh
(SAV) in vermiş olduğu bir hüküm yoktu. Sahabe bu konuda kendi görüşleriyle
hüküm verdiler. Görüşlerinde ihtilâfa düştüler
Hz. Ebû Bekir, İbn-i
Abbas, İbn-i Zübeyr, Muaz b. Cebel, Ebû Musa el-Eş'arî, Ebû Hüreyre, Hz. Aişe,
Ubade b. Samit ve sahabeden diğer bir gurup şu görüşde bulunmuşlardır: (Hz.
Ömer'de önce bu görüşdeydi sonra bu görüşden dönmüştür.)
Dede kardeşlerden evlâ
olduğundan, kardeşlerle beraber bulunduğu takdirde kardeşleri mirasten mahrum
eder. Yani kardeşlerden hiçbiri mirasdan hisse alamazlar. Çünkü dede Ölüye
kardeşlerden daha yakındır. Dede, baba yerindedir. Babanın Ölünün kardeşlerini
mirasdan mahrum ettiği gibi, dede de ölünün kardeşlerini mirasdan mahrum eder.
Nitekim Kur'an-ı Kerim'in birçok âyetlerinde dedeye baba denilmiştir:
"Hem Allah yolunda gerektiği gibi cihat edin! Sizi o seçti, üzerinize
dinde bir güçlükde yüklemedi.
Babanız İbrahim'in dini
gibi...." [Hac sûresi: 78]
Hz. Ömer, Hz. Ali,
Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Mes'ûd ise şu görüşde bulunmuşlardır: ölünün
kardeşleri, dedesi ile birlikte mirasçı olurlar. Çünkü hem dede hem de
kardeşler ölüye baba tarafından ulaştıkları için yakınlık derecesinde
eşittirler.
Zeyd. b. Sabit, bu
konuyu kıyasi bir misâlle açıkladı: dedeyi bir ağacın gövdesine, babayı ondan
süren büyük bir dala, kardeşleri de o büyük daldan süren iki küçük dala
benzetti. Bu iki küçük daldan biri, diğer dala ağacın gövdesinden daha
yakındır. Bu iki küçük daldan biri kesilince bu kesilen dalın suyunu diğer dal
emer su gövdeye geri dönmez.
Hz. Ömer bu meseleyi
Hz. Ali'ye^ sorunca Hz. Ali bu meseleyi başka bir misalle açıkladı: dedeyi
büyük bir ırmağa, babayı ondan ayrılan bir kanala, ölü ile kardeşlerini de
kanaldan ayrılan iki arka benzetti. Bu iki arktan bir diğerine ırmaktan daha
yakındır. Bilindiği gibi bu iki arktan biri kapatılınca onun suyu diğer arka
gider, ırmağa geri dönmez.
Zeyd b. Sabit:
"Ölünün kardeşleri iki veya daha ziyade olursa, dedeye üçde bir
verilir" diyordu.
Hz. Ali: "Ölünün
kardeşleri beş veya daha fazla olursa, dedeye altıda bir verilir. Geri kalan miras
kardeşleri arasında taksim edilir" diyordu.
İbn-i Kayyım
"İlâmü'l-Muvakkıîn" isimli eserinde: "Ölünün kardeşleri ile
birlikte dedesi bulunduğu zaman Hz. Ebû Bekir ile ona katılan diğer bazı
sahabelere göre:
"Dede kardeşleri
mirasdan mahrum eder"" görüşünü benimsemiş ve bu konuda birçok
deliller zikretmiştir.
Burada zikredilen ve
zikredilmeyen misâller, sahabenin, hakkında delil bulunmayan bîr çok
hadiselerin hükümlerini, hakkında delil bulunan hadiselerin hükümlerine kıyas
ettiklerini, âlimlere ictihad kapısını açtıklarını ve ictihad yolunu gösterip
açıkladıklarını bildirmektedir. [76]
Allah Tealâ bize,
kendisine itaat edilmesini ve Resulüne itaat edilmesini emrederek: "ey
iman edenler! Allah'a itaat edin, peygambere ve sizden olan idarecilere de
itaat edin, eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah'a ve peygambere
döndürün (o hususda Kur'an-ı Kerime ve sünnete müracaat edin) eğer Allah'a ve
ahiret gününe inanıyorsanız. Bu hem hayırlı. Hem netice itibarıyla daha
güzeldir." [Nisa Sûresi: 59] buyurmuştur.
Bu âyet-i kerimede
"Allah'a itaat edin" diye buyrulduktan sonra "peygambere de
itaat edin" diye peygambere itaatin tekrar edilmesi, peygamberin emrettiği
şeylerin Allah'ın kitabı ile karşılaştırılmadan doğrudan doğruya kabul
edilmesinin vacib olduğunu bildirmek içindir.
Peygamber efendimiz
bir şeyi emredince, emrettiği şey, kitabda bulunsun veya bulunmasın ona itaat
etmek kesin olarak vacib olur. Çünkü Resûlullâh'a kitap (Kur'an) verilmiş
onunla beraber onun kadar da ilim verilmiştir.
Allah Teâla
iderecilere doğrudan doğruya itaat edilmesini emretmemiş. Yani:
"İdarecilere de itaat edin" buyurmamış. Onlara itaat edilmesini
peygambere itaat edilmesinin zımmmda zikrederek onlara itaat edilmesini
peygambere itaat edilmesine bağlı kılmıştır. Bundan dolayı idarecilerden bir
kimse peygamber efendimizin getirmiş olduğu bir şey ile emrederse kendisine
itaat edilmesi vacip olur. Şayet peygamberimizin getirmiş olduğu bir şeye
aykırı olarak emrederse kendisini ne dinlemek vardır ne de itaat. Sahih olan
bir hadisi şerifde: "Allah'a isyan hususunda hiçbir kimseye itaat
yoktur." Ve yine bir hadis-i şerifde: "İtaat ancak meşru (olan bir
şey hususun) da dır." buyurulmuştur. Yukarıda geçen âyet-i kerime müminler
aralarında anlaşmazlığa düştükleri hükümleri, Allah'a ve peygambere
döndürmelerinin vacib olduğunu bildirmektedir. Allah'a döndürmekten maksad,
Allah'ın kitabına başvurmaktır. Peygambere döndürmekten maksad ise, Peygamber
efendimiz hayatta iken kendisine, vefatından sonra sünnetine başvurmaktır.
Müminler aralarında
anlaşmazlığa düştükleri hükümlerde Allah'ın kitabına ve Resulün sünnetine
başvurmakla emredilmeleri, kitap ile sünnetin herşeyin hükmünü içine almış
olduğunu bildirmektedir. Çünkü "Bir şey hakkında çekişirseniz"
âyetinde şarttan sonra nekre (belirsiz) olarak gelen "Şey'in"
kelimesi müminlerin din meselelerinden anlaşmazlığa düştükleri her meseleyi
içine almaktadır. Şayet Allah'ın kitabında ve Resûlullâh (SAV) m sünnetinde
olanlar, müminlerin aralarında anlaşmazlığa düştükleri hükümlerin açıklanmasına
yeterli olmasaydı, müminlerden anlaşmazlığa düştükleri hükümlerde Allah'ın
kitabına ve Resûlullâh (SAV) in sünnetine başvurmaları istenmezdi.
Buna göre, helâl ve haramın kaynağı Allah'ın kitabı, Resûlullâh (SAV) in
sünnetidir. Müctehidin hükmü kendi içtihadıyla vermiş olduğu bir hükümdür.
Bundan dolayı Resûlullâh (SAV) sahih bir hadisinde Kumandanı Büreyde'ye
"Sen düşmanlarını muhasara ettiğin vakit senden kendilerine Allah'ın hükmünü
uygulaman üzere teslim olacaklarını isterlerse kabul etme. Çünkü sen onlar
hakkındaki Allah'ın hükmüne isabet edip etmeyeceğini bilemezsin. Fakat senin
hükmüne, arkadaşlarının hükmüne razı olmak üzere teslim olmalarını iste."
buyurmuştur.
Yukarıda açıklandığına
göre, sahabenin ictihad ile sadece görüşle hüküm vermek kasdedilmemiştir. Çünkü
sadece görüşle verilen hüküm kötülenmiştir. Nitekim Hz. Ebû Bekir sadece
görüşle verilen hükmü kötülüyerek: "Allah'ın kitabındaki herhangi bir âyet
hakkında kendi görüşüme göre konuşursam veya bilmediğim bir şeyi söylersem beni
hangi yer üstünde taşır, beni hangi gök gölgesinde barındırır" demiştir.
Hz. Ebû Bekir ictihad
ettiği vakit şöyle derdi: "Bu benim görüşümdür. Eğer doğru ise Allah
'dandır. Eğer hata ise bendendir. Allâh'dan affımı dilerim."
Hz. Ömer'de sadece
görüşle verilen hükmü kötüleyerek: "görüşle hüküm vermekten sakının"
demiştir.
Abdullah b. Mes'ud'dan
rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Sizin üzerinize hiçbir yıl gelmez ki,
önceki yıldan daha kötü olmasın, bilmiş olun ki, ben önceki idareci sonra gelen
idareciden daha iyidir, önceki yıl gelecek yıldan daha bereketlidir demiyorum.
Fakat âlimleriniz ölürler, sonra onların yerini tutacak âlimler bulamazsınız,
kara cahil bir gurup gelip işleri ve meseleleri kendi görüşleriyle çözümlemeye
çalışırlar"
Abdullah b. Mes'ûd'a:
"Mehir tayın etmeden ve onunla zifafa girmeden kocası ölen bir kadının
durumu nedir" diye soruldu. İbn-i Mes'ud: "o kadına kendi akraba
kadınlarının mehri vardır. Onlardan ne az olur ne de çok. o kadına iddet
beklemek de vardır. Ben bunu kendi görüşümle söylüyorum. Eğer doğru ise
Allâh'dandır. Hata ise benden ve şeytandandır. Allah ve Resulü bundan
beridir."dedi.
Hz. Osman'da sadece
görüşle verilen hükmü kötüle-miştir.
Ali b. Ebû Talib de:
"Eğer din görüşle olsaydı, mestin altına meshetmek, üstüne meshetmekten
daha evlâ olurdu" demiştir.
Bir gurup Zeyd b.
Sabit'e bazı şeyler sordular o da onlara sordukları şeylerin cevaplarını.verdi.
O gurup da onun verdiği cevaplan yazdılar. Sonra o gurup: "Yazdıklarımızı
ona haber verelim. " Dediler ve gelip haber verdiler. Zeyd b. Sabit o
guruba: "Yazmayın size verdiğim cevapların hepsi hata olabilir, çünkü bu
cevapları kendi görüşümle ictihad ederek verdim" dedi.
Sahabeden nakledilen
bu eserler, görüşün kötülenmesi hakkındadır. Bu kötülenen görüş ile her çeşit
batıl olan görüş murad edilmiştir. Delile aykırı görüşde bulunmak,
kendilerinden hüküm çıkarılan delillere bakmadan, manalarını anlamadan din
hakkında tahmin ve zanla konuşmak, Allah Tealâ'nın isimlerini, sıfatlarını,
fiillerini batıl kıyaslarla tevil etmek, bid'atların çıkmasına sebebiyet
vermek, istihsan ile dinin şer'i hükümleri hakkında söz söylemek asıl delil ile
veya delilin illeti ile sabit olan hükme kıyas etmeyip, kıyas ile sabit olan
hükme kıyas etmek kapalı,
karmaşık ve anlaşılmayanlarla meşgul olmak gibi.
Nitekim Resûlullâh
(SAV): "Şübhesiz Allah Tealâ size üç şeyi kerih görmüştür: Dedikoduyu, çok
soru sormayı, malı israf etmeyi" buyurmuştur.
Sahabenin görüşü,
deliller hakkında düşünmek, manalarını anlayıp ictihad etmekten ibaretti.
İbn-i Kayyım bu konuda
şöyle demiştir: "Âlimler, ictihaddan ibaret olan görüşü, delillerin
çatıştığı yerde doğru vechi bilmek için araştırdıktan, düşünüp tefekkür
ettikten sonra, kalbin kanaat getirdiği şeye tahsis etmişlerdir. İşte övülen
görüş bu görüştür. Eğer bu görüş Resûlullâh (SAV)ın sahabesinden olursa kabul
edilmeye daha lâyıkdır."
İbn-i Kayyım, İmam
Şafii'nin ashab-ı kiram hakkındaki şu sözlerini nakletmiştir: "Allah
Tealâ, Resûlullâh (SAV) in ashabını Kur'anda, Tevratta İncil'de övmüştür
Resûlullâh (SAV) da ashabının kendilerinden sonra hiçbir kimsenin ulaşamayacağı
bir mertebede bulunduklarını açıklamıştır. Allah Tealâ onlara sıddıkların,
şehidlerin, salihlerin makamlarının en yücesini ihsan etmiştir, bu övgü onlara
mübarek olsun. Allah Tealâ onlara rahmet eylesin. Sahabe bize Resûlullâh (SAV)
in sünnetini bildiler, Resûlullâh (SAV) ı kendisine vahiy inerken gördüler,
Resûlullâh (SAV)ın umumdan, hususdan, azimetten, ruhsattan, irşâddan ne murad
ettiğini bildiler, onun sünnetlerinden bizim bildiklerimizi ve bilmediklerimizi
bildiler, sahabe ictihadda, takvalıkda akılda ilim elde etmede, delillerden
hüküm çıkarmada ve bütün ilimlerde
bizden üstündüler. Onların
görüşleri, bizim
görüşlerimizden daha
üstündür. Onların görüşlerine uymak kendi görüşlerimize
uymaktan daha evlâdır. "
îmam Şafii sahabeden
rivayet edilen görüşleri bu mertebede değerlendirmiştir. Sahabeden biri bir
görüş ileri sürüyordu. Kur'an onun görüşüne uygun olarak iniyordu. Nitekim Hz.
Ömer Bedir esirlerinin boyunlarının vurulması görüşündeydi. Kur'an onun
görüşüne uygun olarak indi. Yine Hz. Ömer İbrahim Aleyhisselâmın makamını
namazgah edinilmesi görüşündeydi. Kur'an onun görüşüne uygun olarak indi.
Resûlullâh (SAV) in zevceleri kendisine karşı kıskançlıkta birleştikleri vakit
Hz. Ömer: "umulur ki, o sizi boşarsa onun Rabbi sizin yerinize ona sizden
daha hayırlı zevceler verir" dedi. Kur'an onun görüşüne uygun olarak indi.
Münafık olan Abdullah
b. Übeyy öldüğü zaman Resûlullâh (SAV) onun cenaze namazını kıldırmak üzere
kalktı. Hz. Ömer'de kalkıp Resûlullâh (SAV) in elbisesinden tutarak: "Ey
Allah'ın Resülu o münafıkdır" dedi. Fakat Resûlullâh (SAV) onun cenaze
namazını kıldırdı. Bunun üzerine Allah Tealâ: "Onlardan (Münafıklardan)
ölen birinin üzerine ebediyyen cenaze namazı kılma, kabri başında da
durma." [Tevbe sûresi: 84] âyetini indirdi.
Bu açıklama ile
sahabeden görüşün kötülenmesi hakkında rivayet edilen eserler ile sahabenin
kendi görüşleriyle ictihadda bulundukları meseleler arasındaki çelişki
giderilmiş olur. Sahabenin kötüledikleri görüş, daha Önce bilgi verildiği üzere
hiçbir delile dayanmayıp tamamıyla zan ve tahminle ileri sürülen görüşdür.
Sahabenin kabul edip
uyguladıkları görüş ise, kitap, sünnet, icma'da açık hükmü bulunmayan yeni bir
hadise meydana geldiğinde o
hadisenin hükmünü araştırmak veya delilleri yorumlayarak hüküm çıkarmak veyahut
delillerin manalarını açıklamak için başvurulan görüşdür.
Allah Tealâ
bu görüşü ve
bu anlayış kabiliyetini kullarından dilediği kimselere
ihsan eder. [77]
Hadiscilere göre,
sahabe mümin olarak Resûlullâh (SAV) in az veya çok sohbetinde bulunup ondan
hadis rivayet eden kimselerdir.
Sahabenin
müctehidleri, Resûlullâh (SAV) in uzun zaman sohbetinde bulunup onun fiil ve
davranışları onların gözü önünde ve tekrarlanarak cereyan etmiş, bunları da
kolayca anlama ve öğrenme imkanı bulmuş olanlardır. Bunlar ilim ve ictihadla
şöhret kazanmış ve kendilerinden fetva ve hüküm nakledilmiş olan kimselerdir.
Bunlara "kurrâ" ismi veriliyordu. Bu isim islâmm evvelinde uzun zaman
fetva verenlerin lâkabı olmaya devam etmiştir.
İbn-i Haldun:
"Sahabenin hepsi müctehid olabilecek anlayış ve ilim seviyesine
ulaşmadıkları için fetva vermeye ehil değillerdi. Ancak sahabenin müctehidleri
Kur'an-ı hıfzedip, onun nâsihini, mensûhunu, müteşâbihini, muhkemini ve diğer
delâlet ettiği manalarını Resûlullâh (SAV) dan öğrenmiş olanlar veya
Resûlullâh (SAV) dan öğrenmiş olan sahabenin yüksek tabakasından öğrenmiş
olanlardır. Bu müctehidlere okuma yazma bildikleri için "Kurrâ" ismi
veriliyordu. Çünkü Arablar, okuma yazma bilmeyen bir milletti, onlar o zaman
okuma yazmaya yabancıydılar. Bundan dolayı, okuma yazma bilenlere
"Kurra" ismi veriliyordu. İslâmın başlangıcında bu isim
kullanılıyordu. Sonra islam ülkesinin sınırları genişleyip şehirleri çoğalınca
Arablar okuma yazmayı benimsediler. Yetişen âlimler delillerden hükümler
çıkardılar, fıkhı tedvin edip geliştirdiler. Fıkıh ilmi başlı başına bir ilim
dalı oldu" demiştir.
İbn-i Kayyım
"İ'lâmü'l- Muvakkıîn" isimli eserinde zikrettiğine göre: Ashab-ı
kiram arasında kendilerinden fetva rivayet edilenlerin sayısı kadın ve erkek
olmak üzere yüz otuzdan fazladır. Bunlar fetvalarının azlığı, çokluğu
bakımından üç kısma ayrılmışlardır:
Birinci kısım:
Fetvaları birer kitap tutacak kadar çok olan şu yedi sahabedir: Ömer b.
Hatta*b, Ali b. Ebû Taîib, Abdullah b. Mes'ûd, müminlerin anası Hz. Aişe, Zeyd
b. Sabit, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer.
İkinci kısım: Vermiş oldukları
fetvalar orta bir halde bulunan şu yirmi sahabedir: Ebû Bekir Sıddık, Ümmü
Seleme, Osman b. Affan, Ebû Said el- Hudri, Ebû Musa el- Eş'ari, Cabir b.
Abdullah, Muâz b. Cebel, Abdullah b. Amr b. El- As, Abdullah b. Zübeyr, Enes b.
Mâlik, Ebû hüreyre, Sa'd b. Ebû Vakkas, Selmân-i Farisi, Talha, Zübeyr b.
Avvâm, Abdurrahman b. Afv, tmran b. Husayn, Ebû Bekre, Ubade b. Sâmit, Muaviye
b. Ebû Süfyan.
Üçüncü kısım:
Kendilerinden pek az fetva rivayet edilmiş olan yüzden fazla sahabeden bazıları
şunlardır: Ebü'd-Derdâ, Ebû Talha, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Numan
b. Beşîr, Übeyy b. Ka'b, Ebû Zer, Hz
Safıyye, Hz. Hafsa, Hz. Ümmü Habibe.
Bu devirde
kendilerinden çok fetva ve hüküm rivayet edilmiş sahabe müctehidlerinden
birkaçının kısaca tercümei halleri açıklanacaktır: [78]
Ömer b. Hattab b.
Nüfeyl, Kureyş'in Beni Adevi kabi-lesindendir. Kureyş'in yanında sefirlik gibi
şerefli bir vazifesi vardı.
Halife olarak
müslümanların işini üzerine almadan önce ticaretle uğraşıyordu. Halife olunca
müslümanların işleriyle uğraşmaya başladı.
Hz. Ömer, Resûlullâh
(SAV) in peygamber olarak gönderilmesinin altıncı yılında müslüman oldu. O
vakit müslümanların sayısı otuz dokuzdu, onunla kırk oldular.
Müslümanların sayısı
az olduğundan ve kureyş'in kendilerine işkence ettiğinden dolayı
müslümanlıklarını gizliyorlar, Mahzum kabilesinden Ebû Erkâm'ın oğlu Erkâm'ın
evinde Resûlullâh (SAV) in etrafında toplanmışlar, dini öğreniyorlardı.
Hz. Ömer'in Müslüman
olması, Müslümanlar için büyük kazanç oldu. Hz. Ömer hakkın davetine yardımcı
olup, Allah tealâ'nın dininin yücelmesi için çalıştı.
Hz Ömer güçlü,
kuvvetli, hiddetli, dirayetli, hakkı savunmada cesaretli olarak biliniyordu.
Siyer
ehlininzikrettiğine göre, Resûlullâh (SAV): "Allah'ım şu iki adamdan
(yani) Ömer b. Hattab veya Amr b. Hişâm'dan sana en sevimli olanı ile islâmı
aziz kıl" diye duâ etmiştir. Allah Tealâ Resûlullâh (SAV) in duâsini kabul
etti ve Hz. Ömer müslüman oldu.
Hz. Ömer Resûlullâh
(SAV) a "Biz dinimizi niçin gizliyoruz, halbuki biz hak üzere bulunuyoruz,
onlar ise batıl üzere bulunuyorlar. Seni hak ile gönderen Allah Tealâ'ya yemin
ederim ki, küfürle oturduğum her meclisde muhakkak imân ile de oturacağım"
dedi. Bunun üzerine Müslümanlar iki saf halinde Kabe'ye çıktılar. Safın birinin
başında Hz. Ömer diğer safın başında ise Hz. hamza bulunuyordu. Bu durum Kureyş
kafirlerinin kuvvetini zayıflattı ve morallerini bozdu bundan dolayı Hz. Ömer'e
"Faruk" lakabı verildi, çünkü O İslamı açıkladı. Hak ile batıl
arasını ayırdı. *
Abdullah b. Mes'ûd
demişdir ki: Hz. Ömer'in müslüman olması Müslümanlar için zafer, Medine'ye
hicreti nusret emir ve halife olması rahmet oldu. Vallahi Hz. Ömer müslüman
oluncaya kadar biz Müslümanlar Kabe avlusunda açıktan açığa namaz kılmak kudret
ve cesaretini gösteremiyorduk. Hz. Ömer müslüman olunca müşriklerle dövüştü,
onlar bizi bıraktılar, biz de Kabe'nin avlusunda namaz kıldık. Hz. Ömer
müslümanları ve Resûlullâh (SAV) ı müdafaa etmeye devam ediyordu. Nihayet
müslümanların hicret etmelerine izin verildi. Müslümanlar gizli olarak Medine'ye
hicret ettiler, ancak Hz. Ömer çok kuvvetli ve cesaretli olduğu için Kureyş'in
ileri gelenlerinden bir gurubun gözü önünde Medine'ye hicret etti.
Hz. Ali'den rivayet
edilmiştir demiştir ki: "Medineye hicret edenlerden gizli olarak hicret
etmeyen hiçbir kimse bilmiyorum. Ancak Ömer b. Hattab hicret etmek isteyince
kılıcını kuşandı, Kureyş'e karşı meydan okudu, eline oklar aldı, Kabe'ye gitti,
Kabe'nin etrafında Kureyş'in ileri gelenlerinden bir gurup bulunuyordu.
Beytullâh'ı yedi kere tavaf etti, sonra makamı İbrahim'de iki rekat namaz
kıldı, sonra Kureyş'e karşı çıkıp "Yüzler kara olsun, anasını ağlatmak,
çocuğunu yetim, karısını dul bırakmak isteyen benimle şu vadinin arkasında
buluşsun" dedi. Müşriklerden hiçbiri onun peşinden gitmeye cesaret
edemedi. "
Hz. Ömer'in şahsiyeti
çok yönlüdür. Bizim konumuzla ilgili olan en mühim şahsiyeti, rey'inin
isabetli, ileri görüşlü ve anlayışının kuvvetli olmasıdır. Onun görüşü hak
oklarından bir ok olup hedefe isabet ediyor ve inecek olan bazı âyet-i
kerimelere uygun düşüyordu. Yukarıda geçtiği üzere içtihadıyla vermiş olduğu
hükümler onun görüşünün isabetli olduğuna delil olarak yeterlidir.
Buhâri ile Müslim'de
rivayet edildiğine göre, Ömer b. Hattab demiştir ki: "Benim görüşüm üç
yerde Rabbimin İndireceği âyetlere uygun düşmüştür. Ben "Ya Resûlallâh
Makam-ı İbrahimi namazgah edinmelisin" dedim. Bunun üzerine şu âyet-i
kerime indi: "Ey müminler, siz de İbrahlmin makamından kendinize bir
namazgah edinin" [Bakara sûresi: 125] yine "Ya Resûlallâh senin
yanına iyi kimse de, kötü kimsede giriyor müminlerin analarını örtmelisin"
dedim. Bunun üzerine Allah Tealâ örtünme hakkında şu âyet-i kerimeyi indirdi:
"Ey peygamber! Kadınlarına kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle de
dış örtülerini sımsıkı örtsünler." [Ahzab sûresi: 59] Hz Ömer, Resûlullâh
(SAV) in zevceleri kendisine karşı kıskançlıkta birleştikleri ve Resûlullâh (SAV) in
onlara darılmış olduğu bana ulaştığı zaman onların yanına girdim ve onlara
"Ya bundan vaz geçersiniz veyahut Allah Tealâ Resulüne sizden daha hayırlısını
verir" dedim. Onlardan biri "Ey Ömer! Resûlullâh (SAV) in zevcelerine
va'z etmesi yetmiyormu ki, bir de sen mi onlara va'zediyorsun" dedi. Bunun
üzerine Allah Tealâ şu âyet-i kerime'yi indirdi. "Eğer o sizi boşarsa
umulur ki, Rabbi yerinize sizden daha hayırlı zevceler verir, öyle kî,
müslüman, halis mümin, itaatkâr, tevbekâr, ibadet eden, oruç tutan, dul ve
bekâr kadınlar olabilir" [Tahrim sûresi: 5]
Müslim ile Tirmizi'de
rivayet edildiğine göre, Resûlullâh (SAV) Bedir esirleri hakkında ashabıyla
istişare etti. Hz. Ömer onların boyunlarının vurulmasını teklif etti. Hz. Ebû
Bekir İse onların affedilip kendilerinden fidye alınmasını teklif etti,
Resûlullâh (SAV) onları affedip kendilerinden fidye aldı. Bunun üzerine Allah
Tealâ şu âyet-i kerime'yi indirdi: "Hiçbir peygamber için yeryüzünde ağır
basmadıkça (üstün gelmedikçe) esirleri bulunmak doğru değildir. [Enfal sûresi:
67]
İbn-i Abbas'dan
rivayet edilmiştir, demiştir ki: Hz. Ömer'den dinledim şöyle diyordu: Abdullah
b. Übeyy b. Selül öldüğü zaman Resûlullâh (SAV) onun cenaze namazına çağrıldı.
Resûlullâh (SAV) da namazını kıldırmak için cenazeye karşı durduğu zaman ben
"Falan ve falan gün onun günlerini sayıyor, şöyle şöyle diyen Allah'ın
düşmanı Übeyy oğlu Abdullah'ın mı (cenaze namazını) kıldıracaksın" dedim.
Resûlullâh ise tebessüm ediyordu. Nihayet kendisine karşı lâfı uzattığım vakit
Resûlullâh (SAV): "Ey Ömer! Benden geri dur. Ben bu hususda muhayyer bırakıldım" buyurdu.
Ve bana "o münafıklar için
ister istiğfar et (bağışlanmalarını dile) ister istiğfar etme! Onlar için
yetmiş kere istiğfar etsen de Allah onları af etmeyecektir" [Tevbe sûresi:
80] denildi. Bilsem kî yetmişi aşarsam bağışlanacaktır. Mutlaka yetmişden fazla
istiğfar ederdim. Sonra Resûlullâh (SAV) onun cenaze namazını kıldırdı. Cenaze
ile beraber yürüdü. Defni tamamlanıncaya kadar da kabrinin başında durdu. Hz.
Ömer şöyle devam etti: Kendime ve Resûlullâh (SAV) a karşı -Allah ve Resulü
biliyor ki-cüretime şaştım. Vallahi onu defnedeli çok az bir zaman olmuştu ki,
şu iki âyet indi: "Münafıkların ölenlerinden hiçbirisinin ebediyyen
cenazesini kılma, kabri başında durma" [Tevbe sûresi: 84] bundan sonra
Resûlullâh (SAV) ruhunu Allah'a teslim edinceye kadar hiçbir Münafığın cenaze
namazını kıldırmadı.
Hz. Ömer birçok yeni
ictihadlarda bulunmuştur. Beyhaki'nin Mes'ûd b. er-Hakem es-Sakafı'den rivayet
ettiğine göre, Mes'ûd b. Hakem demiştir ki: "Ölünün kocası, anası, ana bir
kardeşleri ile ana baba bir kardeşleri kalmış. Bu mesele Hz. Ömer'e sorulmuş,
Hz. Ömer ana bir kardeşler ile ana baba bir kardeşleri mirasın üçde birinde
ortak kılmış. Bunlar arasında bu üçde biri eşit olarak taksim etmiş, bunun
üzerine bir kimse: "Ey müminlerin emiri! Geçen sene ana bir kardeşlere,
ana baba bir kardeşleri ortak kılmamıştın" demiş. Hz. O-mer'de: "O
gün Öyle hüküm verdik, bugün böyle hüküm verdik" demiştir. Bu mesele,
miras hukukunda "Müşerreke" veya "Müştereke" diye
meşhurdur.
Ömer b. Hattab'ın, Ebû
Musa el- Eş'ari'ye kaza (Bir dava geldiğinde nasıl hüküm verileceği) hakkında
yazmış olduğu mektubu bu konuda eşsizdir. Bu mektup, usûle, fıkha, ve
delillerden hüküm çıkarmaya ait birçok kaideleri toplamıştır. Bu mektup, Hz.
Ömer'in kuvvetli bir görüşe, ince bir anlayışa ön sezgiye sahib olduğunu
bildirmektedir.
Allâme İbn-i Kayyım
"İlâmü'l-Muvakkıîn" isimli eserinde Hz. Ömer'in mektubunu açıkladı ve
ondan birçok ilim çıkardı. Biz Hz. Ömer'in gidişatını, faziletlerini ve
meziyetlerini anlatsak söz uzar. Hz. Ömer'i Mugire b. Şube'nin kölesi Ebû lü'lü
şehid etti. Hz. Ömer şehid olarak rabbine kavuştu. Hz. Ömer hilafet işini
Resûlullah (SAV) in kendilerinden razı olarak vefat ettiği şu altı kişi
arasında istişare neticesine havale etti: Hz'. Ali, Talha, Sa'd b. Ebû Vakkas,
Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman, Zübeyr (Allah'ın rızası hepsinin üzerine olsun)
şu'ra ehlinin beşi halife seçimini altıncı üye Abdurrahman'a havale edip onun
vereceği karara razı oldular. O da Hz. Osman'ı seçti.
Hz. Ömer on sene altı
ay halifelik makamında kaldıktan sonra hicretin yirmi üçüncü senesinde şehit
olarak Medine'de vefat etmiştir. [79]
Hz. Ali, Haşim
oğullarından Abdülmuttalib'in oğlu olan Ebû Talib'in oğludur. Babası Ebû
Talib'in adı Abdülmenafdır. Hz. Ali'nin künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Sahih rivayete
göre, Hz. Ali Resûlullah (SAV) peygamber olarak gönderilmeden on sene önce
Mekke'de doğmuştur. Resûlullah (SAV)ın himayesinde ve terbiyesinde yetişmiştir.
Anası Haşim
oğullarından Esed'in kızı Fatıma'dır. Mekke'de
müslüman olmuş, Medine'ye
hicret etmiş,
Resûlullah (SAV)
in sağlığında vefat
ederek cenaze namazı Resûlullah
(SAV) tarafından kılınmıştır.
Hz. Ali ilim ehlinden
birçoklarının görüşüne göre, insanlardan islâmiyeti ilk kabul edendir. Hz. Ali,
Resûlullah (SAV) dan hiç ayrılmamıştır. Tebük gazası dışında Resûlullah (SAV)
İle bütün savaşlara katılmıştır. Tebük gazasında Medine'de muhafız olarak geri
kaldığı vakit Resûlullah (SAV) ona: "Senin bana yakınlığın Hz. Harun'un
Hz. Musa'ya yakınlığı gibi olmasına razı olmazmısın? Ancak Harun peygamberdi,
fakat benden sonra peygamberlik kesilmiş olduğundan o yüce peygamberlik
rütbesinden mahrum bulunuyorsun" buyurmuştur.
Resûlullah (SAV) Hz.
Ali'yi kızı Fatıma ile evlendirdi, savaşların çoğunda sancak Hz. Ali'nin elinde
bulunuyordu. Resûlullah (SAV), ashab arasında kardeşlik akdi yapınca Hz.
Ali'yi kendileri için seçerek: "Ya Ali! Sen benim dünyada da ahirette de
kardeşimsin" buyurdu.
Hz Ali'nin menkibeleri
pek çoktur, hatta İmam Ahmet b. Hanbel demiştir ki: Hz. Ali hakkında nakledilen
menkibeler sahabeden hiçbirinin hakkında nakledilme-miştir.
Alimler, Hz. Ali'den
nakledilen menkibelerin çok olmasına gerekçe olarak şunu göstermişlerdir. Emevi
oğullan Hz. Ali'ye buğzettikleri için, herkes Hz. Ali'ye ait sahabeden duyduğu
bir menkibeyi onun şanını yüceltmek ve makamını yükseltmek için yazmaya ve
anlatmaya özen göstermişlerdir.
Rafıziler (bir şii
fırkası) Hz. Ali hakkında menkibeler uydurmuşlardır. Halbuki Hz. Ali'ninböyle
uydurma menkibelere ihtiyacı yoktu. Neseî diğer sahabelerin değil sadece Hz.
Ali'nin meziyetlerini araştırarak senetleriyle
birçok menkibeler
toplamıştır. Bu menkibelerin
çoğu doğrudur ve nakledilmesinde bir beis yoktur.
Hz. Ali ata
binicilikle, yiğitlikle, kahramanlıkla şöhret kazanmıştı. Hayber günü
Resülullâh (SAV) şöyle buyurdu: "Şu sancağı yarın Allah'ı ve Resulünü
seven, Allah ve Resulünün de kendisini sevdiği bir adama vereceğim. Allah onun
elleriyle fethi ve zaferi ihsan edecektir" sabah olunca hepsi Resülullâh
(SAV) in huzurunda toplandılar, herbiri sancağın kendisine verilmesini ümit
ediyordu. Resülullâh (SAV): "Ebû Talib'in oğlu Ali nerede? diye sordu.
Sahabe: "Onun gözleri ağrıyor" dediler. Resülullâh (SAV): "Onu
bana çağırın" buyurdu. Hz. Ali'yi Resülullâh (SAV) in yanına getirdiler.
Resülullâh (SAV) Hz. Ali'nin gözlerine tükrük sürdü ve onun için duâ etti ve
derhal iyileşti. Resülullâh (SAV) sancağı ona verdi. Hz. Ömer .hiçbir zaman
emir olmayı arzu etmemiştim, ancak ogün arzu ettim demiştir. Resülullâh (SAV)
sancağı Hz. Ali'ye verince Hz. Ali süratle gitti, sahabe ona "yavaş
ol" dediler. Nihayet Hz. Ali Hayber kalesine varınca kapısını söküp yere
attı. Sonra yetmiş kişi toplanıp o kapıyı yerine takdılar.
Müşriklerin Resülullâh
(SAV) i öldürmek istedikleri ve öldürmek için evini kuşattıkları vakit
Resülullâh (SAV) Hz. Ali'yi çağırdı ve: "Ben Medine'ye gidiyorum, bu gece
yatağıma yat, üzerine de hırkamı öıt. Müşrikler beni yatıyor sansınlar, yarın
bu emanetleri sahiblerine ver. Benden sonra sen de Medine'ye gel" buyurdu.
Ve o gece evinden çıktı, evini kuşatmış olan müşriklerin arasından
"yasin" sûresini okuyarak geçti. Kimse onu görmedi. Kureyşliler
Resülullâh (SAV) ı yatıyor sandılar. Sabahleyin yatakta yatanın Hz. Ali
olduğunu görünce hayrete düştüler.
Hz. Ali'nin Resülullâh
(SAV) in yatağında böyle tehlikeli bir zamanda yatması
cesaretin ve korkusuzluğun son noktası olup, Allah ve Resulü yolunda kendisini
feda etmesidir.
Hz. Ali, Hz. Ömer'in aralarından
birini istişare ederek halife seçmelerini vasiyet ettiği altı kişiden biriydi.
Abdurrahman b. Avf bir takım şartlarla birlikte halifeliği Hz. Ali'ye teklif
etti. Hz. Ali şartlardan bazısını kabul etmeyince, Abdurrahman b. Avf ayni
şartlarla halifeliği Hz. Osman'a teklif etti. Hz Osman aynı şartlarla
halifeliği kabul edince onu halife seçti. Hz. Ali'de onun halifeliğini kabul
ederek ona biat etti. Hz. Osman şehid edilince insanlar Hz. Ali'ye biat
ettiler. Sonra sahabeden Talha, Zübeyr, Hz. Aişe'nin dahil olduğu bir gurup Hz.
Osman'ın katillerinin kısas edilmesini istediler. Hz. Ali ise asiler itaat
altına alınıp, huzur ve sükûn sağlandıktan ve Hz. Osman'ın velileri katillerin
kısas edilmeleri için kendisine dava ettikten sonra katiller hakkında şeriat-ı
mutahhare hükmünün uygulanması görüşündeydi. Bu gurup ise, Hz. Ali'ye:
"Katilleri araştırıp bul ve onları öldür" dediler. Hz. Ali dava
edilmeden, katillerin kimler olduğu şahitlerle isbat edilmeden kısas
edilmelerinin doğru olmadığı kanaatindeydi. Gerek Hz. Ali gerekse bu gurup
ictihadla hüküm veriyorlardı. Anlaşamadılar, bu gurup Basra'ya gidip, Hz.
Ali'ye karşı bir ordu hazırladılar. Hz. Ali bunların üzerine yürüdü, savaş Hz.
Aişe'nin bindiği bir deve etrafında olduğundan bu savaşa "CemeHdeve"
olayı adı verilir. Savaşı Hz. Ali kazandı. Talha ve Zübeyr öldürüldü, Hz. Aişe
Medine'ye gönderildi. Hz. Ali buradan Kûfe'ye geldi. Orayı kendisine merkez
yaptı. Medine'ye dönmedi. Müslümanları Kûfe'den idare etmeye başladı.
Şam valisi bulunan
muaviye de Hz. Osman'ı şehid eden asilerin cazalandınlmasını istiyordu. Hz. Ali
ona elçi gönderip biat etmesini istedi, buna karşı muaviye: "Katilleri
bana teslim etsin hemen biat edeyim" diye cevap verdi. Anlaşamadılar,
bunun üzerine iki ordu fırat nehri kıyısında Sıffın denilen yerde
karşılaştılar, çok şiddetli savaşlar oldu, sonunda Şam ordusu bozuldu, Amr b.
As'in tavsiyesiyle şam ordusu Kur'ân sahifelerini mızraklarının ucuna takarak:
"niçin birbirimizi öldürüyoruz, Kur'an aramızda hakem olsun" diye
bağırmaya başladılar. Hz. Ali'nin bunun bir hile olduğunu bildirmesine rağmen
adamlarının baskısı ile savaşı durdurmaya mecbur kaldı. Sonunda konu hakemlere
havale edildi. Muaviye'nin hakemi, Mısır fatihi Amr b. As, Hz. Ali'nin hakemi
ise Ebû Musa el- Eş'âri idi. Hakemler ikisini de azledip yeni bir halife
seçmeye karar verdiler. Amr. b. As hile yaptı, sonuç alınamadı. Şam ordusu
Şam'a, Hz. Ali'de Kûfe'ye çekildi.
Ebû Talibin oğlu Hz.
Ali ilimde, fıkıhta parladı. Resûlullâh (SAV) dan sonra fetva vermeye girişti.
Mühim bir meselede Hz. Ali'nin bulunmadığı istişare meclisinde Hz. Ömer Cenab-ı
Hakka sığınırdı.
İbn-i Abbas:
"Bize gelen bir rivayetin Hz. Ali'den olduğu sabit olunca onu kabul
ederdik" demiştir.
Hz. Ali birgün hutbe
okurken cemaate hitab ederek: "Sorunuz! Bana ne sorarsanız size cevabını
veririm. Allah'ın kitabından bana sorunuz! Vallahi hiçbir âyet yoktur ki, ben
onun gecede mi, gündüzde mi, kırda mı, dağda mı indirilmiş olduğunu
bilmiyeyim" demiştir.
Hz. Ali'nin vermiş
olduğu hükümleri ve fetvaları yayılmıştır. Fakat Şiâ onlara türlü türlü yalan
karıştırmıştır.
Ve onun ilminden
çoğunu bozmuşlardır. Bu sahih hadisleri toplayan Buhâri ve müslim gibi
muhaddisler Hz. Ali'den rivayet edilen hadislere ve fetvalara itimat
etmemişlerdir. Ancak ehli beyt yahut Ubeyde Es-selmâni, Şürayh ve Ebû Vail gibi
Abdullah b. Mes'ûd'un ashabı yoluyla rivayet edilen hükümlerine ve fetvalarına
itimat etmişlerdir.
Hz. Ali kendilerine
ilim emanet edecek kimseleri bulamadığından şikâyet ederek: "şu kalbim
ilimle dolu sahih olarak ezberleyip, nakledecek raviye tesadüf etseydim"
dermiş.
Hz. Ali Hz. Osman'ın
hicretin otuzbeşinci yılının zilhicce ayında şehid edildikten sonra hilafet
makamına geçmiş, kendisine biat edilmiş, hilafet makamında kalma müddeti beş
seneden üçbüçuk ay noksandır.
Hicretin kırkıncı yılı
ramazanın onyedinci günü sabah namazında Abdurrahman b. Mülcem adında bir
harici tarafından zehirli bir kılıçla vurulmuş, iki gün sonra şehit olarak
Kûfe'de vefat etmiştir, vefatında altmış üç yaşındaydı. Bugün Necefde bulunan
türbesi Ali Büveyh Adudü'd Devle tarafından yaptırılmıştır. [80]
Abdullah b. Mes'ûd b.
Gafil el- Hezliki, beni Züh-re'nin müttefikidir. Abdullah b. Mes'ûd'un künyesi
Ebû Abdurrahman'dır. Abdullah b. Mes'ûd'a anasına nisbet edilerek "İbn-i
Ümmü abd" de denilir.
İbn-i Mesûd babası
Öldükten sonra çalışmak için Hüzeyl'den, Mekke'ye geldi. Ukbe b. Ebû Muayt'ın
koyunlarını otlatıyordu. Ona iki zat rasladı, onlardan biri ona çok tatlı bir
söz söyledi. İbn-i Mes'ûd o zattan kendisini sevindiren ve hoşuna giden haller
gördü. Sonra iki zatın Resûlullâh ile arkadaşı Ebû Bekir olduğunu öğrendi.
Bunun üzerine İbn-i mes'ûd Ukbeye koyunlarını teslim edip, Resûlullâh (SAV) ı
aramaya başladı, nihayet Resûlullâh (SAV) ı buldu. Ondan daha önce işitmiş
olduğu sözleri kendisine öğretmesini istedi. Resûlullâh (SAV) da onu islam'a
davet etti, o da müslüman oldu. Resûlullâh (SAV) ona: "Sen kendisine doğru
olan ilham edilmiş bir gençsin" buyurdu.
İbn-i Mes'ûd
müslümanların altıncısı oldı. İbn-i Mes'ûd: "Ben kendimi müslümanlardan
ilk altı kişinin altıncısı olarak gördüm. Yer yüzünde bizden başka müslüman
yoktu" derdi. İlk defa yüksek sesle Kur'an-ı okuyarak kureyşlilere
işittiren İbn-i Mes'ûd'dur. Birgün Resûlullâh (SAV) in ashabı toplandılar ve:
"Kureyşliler bu Kur'an-ı aleni olarak işitmediler onlara Kur'an-ı
işittirecek bir kimse yokmu?" dediler. Abdullah b. Mes'ûd: "Ben
varım" dedi. Ashab: "Onların sana kötülük yapmalarından korkuyoruz,
biz kendisine kureyşliler kötülük yapmak isterlerse onlardan onu himaye edecek
kabilesi olan bir kimsenin okumasını istiyoruz" dediler. İbn-i Mes'ûd:
"Beni bırakın şüphe yok ki, Allah Tealâ beni onlardan korur" dedi.
Bunun üzerine İbn-i Mes'ûd kuşluk vakti Kabe'deki Makam-ı İbrahime gitti.
Kureyşliler toplantı yerlerinde bulunuyorlardı. İbn-i Mes'ûd makam-ı İbrahim'de
durdu ve yüksek sesle Besmele çekerek: "Rahman sûresini" okumaya
başladı. Sonra Kureyşlilere dönüp aynı sûreyi okumaya devam etti. Kureyşliler
"İbn-i Ümmü Abd" ne diyor diye düşündüler ve onun Hz. Muhammed'in
getirdiğini okuduğunu anladılar. Hemen onun üzerine hücum ettiler ve yüzüne
vurmaya başladılar o da okumaya devam etti. Hatta Allah Tealâ'nın o sûreden
okumasını dilediği yere kadar okudu. Sonra yüzü ve vücûdu yaralanmış olarak
arkadaşlarının yanına dönünce: "Biz sana böyle kötülük yapılmasından
korkuyorduk" dediler. O da: "Allah düşmanları benim yanımda şimdiki
kadar küçük görülmemişti. İsterseniz yarın yine böyle yapayım." Dedi.
Onlar da ona: "Hayır, hayır bu kadar yeter onlara hoşlanmadıkları şeyi
duyurdun" dediler.
İbn-i Mes'ûd iki defa
hicret etti. Bedir savaşma ve Bedir'den sonraki savaşlara katıldı. Ebû Cehil,
İbn-i Mes 'ûd' u Kabe' de Kur' an okurken dövmüştü. Ebû Cehilin ölümü Bedir
savaşında İbn-i Mes'ûd'un eliyle olmuş. İbn-i Mes'ûd Ebû Cehilin göğsü üzerine
çıkmış ve aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir: Abdullah b. Mes'ûd ona:
"Ey din düşmanı işte Allah seni rezil etti. " Demiş. Ebû Cehil ona:
"Ey koyun çobanı sen misin? Yemin olsun ki, sen çıkılması zor olan yüksek
bir yere çıktın" demiş. İbn-i Mes'ûd hemen başını kesmiş, onu yüklenerek
Resûlullâh (SAV) in yanına getirmiştir.
İbn-i Mes'ûd,
Resûlullâh (SAV) dan ayrılmazdı. Resûlullâh (SAV) in ayakkabılarını, misvağını
ve abdest suyunu hazırlardı.
Ebû Musa şöyle
demiştir: "Kardeşim ve ben Ye-men'den Medine'ye geldik. İbn-i Mes'ûd ile
annesini devamlı Resûlullâh (SAV) m evine girip çıktıklarını gördüğümüz için
uzun zaman onları ehl-i beytten sanıyorduk"
Huzeyfe'ye:
"Resûlullâh (SAV) a yol ve gidişat bakımından ashabının en yakınını bize
söyle ki, onunla buluşalım, ondan ilim
alalım ve kendisinden
hadis dinleyelim" denildi. Huzeyfe şöyle dedi: "Resûlullâh
(SAV) a yol ve gidişat bakımından ashabının en yakını İbn-i Mes'ûd idi.
Ashabının ileri gelenleri gayet iyi bilirler ki, yakınlık bakımından Allah'a en
yakınları Ümmü Abd'in oğlu (Abdullah b. Mes'ûd) dur.
Abdullah b. Mes'ûd
seferde ve hazarda devamlı Resûlullâh (SAV) in sohbetinde bulunmak berekâtıyla
ilimde ve fıkıhta en yüksek payeyi elde etmişti. Nitekim İbn-i Mes'ûd:
"Allah'a yemin ederim ki, Allah Tealâ'nin kitabından inen bir âyet yoktur
ki, ben onun kimin hakkında ve nerede inmiş olduğunu bilmiyeyim. Allah
Tealâ'nın kitabını benden daha iyi bilen yoktur. Eğer Allah'ın kitabını benden
daha iyi bilen bir kimseyi bilsem o kimseye deve ile ulaşılacak olsa elbette
deveye biner o kimseye giderdim. Ben sizin hayırlınız da değilim" derdi.
İbn-i Mes'ûd:
"doğrudan doğruya Resûlullâh (SAV) in mübarek ağzından yetmiş sûre
ezberledim" derdi.
Zeyd. b. Vehb demiştir
ki: "Ben Hz. Ömer'in yanında oturuyordum, derken Abdullah b. Mes'ûd geldi
ve Hz. Ömer'e yaklaşarak eğildi ve ona birşeyler söyledi, sonra gitti."
Bunun üzerine Hz. Ömer: "İşte içi ilim dolu bir dağarcık" dedi.
İbn-i Mes'ûd'un ufak
tefek yapılı hafif bir vücuda malik olmakla beraber yüksek ilim dehası
düşünülünce Hz. Ömer' in bu teşbihdeki belagat ve isabeti iyice anlaşılır.
"Onlardan öyle
kimseler vardır ki, seni dinlerler, sonra yanından çıktıkları zaman kendilerine
ilim verilmiş olanlara "O, demin ne söylediydi ha?" derler"
[Muham-med sûresi: 16]
Abdullah b. Büreyde:
"Abdullah b.
Mes'ûd bu âyeti
kerimedeki "Kendilerine ilim verilmiş olanlar" dandı" demiştir.
Resûlullâh (SAV):
"Her kim Kur'an-ı indiği andaki tazeliği ile okumayı arzu ederse onu İbni
Ümmü Abd'in kıraati üzere okusun" buyurdu.
Yine Resûlullâh (SAV):
"Herhangi bir kimseyi müslümanlarla istişare etmeden emir tayın etmiş
olsaydım mutlaka İbni Ümmü Abd'i emir tayin ederdim" buyurdu.
İbn Mes'ûd Şam
fetihlerine katıldı. Hz. Ömer Abdullah b. Mes'ûd'u Kûfe'ye din işlerini
öğretmek için, Ammar b. Yâsir'i de emir olarak gönderdi. Ve: "Bu ikisi
Resûlullâh (SAV) in seçkin ashabından ve ehli Be-dir'dendir, bunlara uyunuz,
itaatta bulununuz, sözlerini dinleyiniz. Ben Abdullah'ı göndermekle sizi
kendime tercih etmiş bulunuyorum" diye bir de mektup yazdı. Sonra Hz.
Osman, Abdullah b. Mes'ûd'u Kûfe'ye emir tayın etti, daha sonra onu azledip
Medine'ye dönmesini emretti. O da: "Benim ona itaat etmem lâzım ve ben
fitne kapısını ilk açan olmayı arzu etmiyorum" dedi ve medine'ye döndü.
Sahih olan bir rivayete göre,
hicretin otuzikinci senesinde Medine'de vefat etti. Baki kabristanına
defnedildi. [81]
Zeyd b. Sabit b.
Dahhak en- Neccari, ensar-ı kiram-dandır. Künyesi Ebû Said'dir. Bedir savaşında
Resûlullâh (SAV) onu küçük bulduğundan bu savaşa katılmasına izin vermedi. İlk
katıldığı savaş Hendek savaşıdır. Denildi ki, Uhud savaşına da katıldı. Tebük
savaşında Neccar oğullarının sancağını taşıdı. Sancak önce Ammare b. Hazm da
idi, Resûlullâh (SAV) sancağı Ammare'den alıp Zeyde verdi. Ammare: "Ya
Resûlalîâh! Benden bir şey mi duydun?" Dedi. Resûlullâh (SAV):
"Hayır, fakat Zeyd Kur'ân-1 çok iyi bilir, Kur'ân ise Öne geçirilir"
buyurdu.
Zeyd b. Sabit Yermuk
ganimetlerinin taksimini yapmıştı. Zeyd b. Sabit Resûlullâh (SAV) in vahiy
katibiydi, Resûlullâh (SAV) m hükümdarlara, emirlere ve kabile reislerine
gönderdiği mektupları Zeyd. b. Sabit yazıyordu.
Zeyd b. Sabit'den
rivayet edilmiştir demiştir ki: "Resûlullâh (SAV) Medine'ye gelince beni
onun huzuruna getirdiler ve "Bu Neccar oğullarındandır" dediler.
Resûlullâh (SAV) onyedi sûre okudu. Ben de hemen onyedi sûreyi kendilerine
okudum. Bu onun çok hoşuna gitti. Bunun üzerine Resûlullâh (SAV) bana "Sen
yahudilerin lisânını öğren, çünkü ben mektuplarım hakkında yahudilere güvenmiyorum"
buyurdu. Ben onbeş gün kadar az bir zaman içinde onların lisanını öğrendim.
Resûlullâh (SAV) m mektuplarını onlara ben yazıyordum, onlardan gelen
mektupları da Resûlullâh (SAV) a ben okuyordum."
Hz. Ebû Bekir'in
devrinde Kur'an'ı cem edip ve tertibe koyan Zeyd b. Sabittir. Hz. Ebû Bekir,
Zeyd'e: "Sen akıllı olgun bir gençsin, biz seni hiçbir kusurla suçlamayız"
diyerek onun müstesna zekâsı ve ilmi şahsiyeti hakkındaki umumun itimadını bu
vecizesinde ifade etmiştir.
Zeyd b. Sabit
sahabenin en büyük âlimlerindendir. insanlar, kıraatta ona uyarlar, gerek
feraizde, gerekse diğer konularda onun vermiş olduğu hüküm ve fetvaları kabul
ederlerdi.
Şâbi'den rivayet
edilmiştir demiştir ki: Zeyd b. Sabit atına binmek isteyince, İbn-i Abbas
üzengiyi tuttu. Zeyd: "Ey Resûlullâh (SAV) m amcasının oğlu sen geri
çekil" dedi. İbn-i Abbas'da: "Hayır, biz âlimlere ve büyüklere böyle
yapmakla memuruz" dedi. Zeyd de, İbn-i Abbas'ın elini öptü: "Bizde
peygamberimizin ehl-İ beytine böyle hürmet etmekle emrolunduk" dedi.
Bir hadisi şerifde:
"Sizin feraizi en iyi bileniniz Zeyd'dir" buyurulmuştur.
Zeyd b. Sabit'in ölüm
tarihi hakkında değişik rivayetler vardır, çoğunun kabul ettiği rivayete göre
hicretin kırkbeşinci yılında Medine'de vefat etmiştir.
Zeyd b. Sabit vefat
edince Ebû Hüreyre: "Bu ümmetin âlimi vefat etti, umulur ki, Allah Tealâ
İbn-i Abbas'ı ona halef buyurur" demiştir.
Zeyd b. Sabit Ölünce
Hassan b. Sabit onun hakkında şu mersiyeyi söylemiştir:
Hassan ve oğlundan
sonra kafiyeli şiirleri kim yazacak. Zeyd b. Sabit'den sonra ince manaları kim
anlayacak. [82]
Abdullah b. Ömer b.
Hattab b. Nüfeyl, Kureyşin beni Adevi kabilesindendir. Hz. Muhammed peygamber
olarak gönderildikten sonra Mekke'de doğmuştur. Babası ile beraber küçük yaşta
müslüman oldu ve onunla beraber hicret etti. Bedir savaşında Resûlullâh (SAV) a
arz olundu, onu küçük bulduğundan savaşa katılmasına izin vermedi. Sonra Uhud
savaşında arz olundu yine ResûluUâh onu küçük bulduğundan savaşa katılmasına
izin vermedi. Daha sonra Hendek savaşında ResûluUâh (SAV) savaşa katılmasına
izin verdi, o gün sahih olan rivayete göre onbeş yaşındaydı.
Abdullah b. Ömer,
ResûluUâh (SAV) dan işittiğini ezberledi. ResûluUâh (SAV) in meclisinde
bulunmadığı zaman o meclisde bulunanlardan Resûlullâh'ın ne söylediğini ve ne
yaptığını sorup öğrenirdi.
ResûluUâh (SAV) in
sünnetlerine pek ziyade uyardı. ResûluUâh (SAV) hangi yerlerde namaz kılmış ise
kendiside oralarda namaz kılmaya çalışırdı.
ResûluUâh (SAV)
devesiyle hangi yoldan giderse o da oradan giderdi. Haccı terketmezdi. Arafat'ta
ResûluUâh (SAV)ın durduğu yerde vakfeye dururctu.
Abdullah b. Ömer en
çok hadis rivayet edenlerden bindir. Abdullah b. Ömer zühd, takva, salâh ve
ibadetle marufdur.
Resûlullâh (SAV) onun
hakkında "Abdullah ne iyi bir adamdır, geceleyin namaz kılsa"
buyurdular. Bundan sonra Abdullah b. Ömer geceleri çok az uyurdu.
Nâffden rivayet
edilmiştir demiştir ki: İbn-i Ömer geceyi namazla ihya ederdi. Sonra İbn-i
Ömer: "Ey nâfı! Seher vakti oldu mu?" diye sorardı. Nâfı
"Hayır" derse tekrar uyurdu. Nâfı: "Evet" deyince, sabaha
kadar oturup Allah'a istiğfar ederdi.
İbn-i Mes'ûd:
"Kureyş gençleri içinde dünyada nefsine en çok sahib ve malik olan
Abdullah b. Ömerdir." demiştir. Abdullah b. Ömer çok zeki, ince bir
anlayışa sahib olmasına rağmen içtihada yönelmeyip, hadisleri ezberlemeye ve
onları tetkik edip nakletmeye önem vermiştir. Takvâlığı ve zühdü kendisini çok
fetva vermekten alıkoymuştur.
Şâbî: "İbn-i
Ömer'in hadis ilmindeki iktidarı fıkıh ilmindeki iktidarından daha ziyade
bulunuyordu" demiştir.
İbn-İ Esir demiştir
ki: Abdullah b. Ömer dinini korumak için fetva verme hususunda ve nefsinin
arzu ettiği her şeyde pek ihtiyatlı davranırdı. Hatta Şam'lılar kendisini çok
seviyorlar ve halife olmasını İstiyorlardı, fakat kendisiasla böyle bir arzuda
bulunmamış, müslümanlann arasında çıkmış olan fitnelere karışmamış^ Hz. Ali'nin
yaptığı savaşlara da katılmamıştır.
Abdullah b. Ömer
seksen dört yaşında olduğu halde hicretin yetmiş üçüncü senesinde hacdan sonra
Mekke'i Mükerreme'de vefat edip "Muhasseb" denilen kabristana
defnedilmiştir. [83]
Hz. Aişe, Kureyş'in
Teymi kabilesinden olan Ebû Bekir Sıddık'ın kızıdır. Hz. Ebû Bekir Resûlullâh
(SAV)ın ilk halifesidir. Hz. Aişe Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildikten
dört sene veya beş sene sonra Mekke'de doğmuştur.
Hz Aişe altı veya yedi
yaşında olduğu halde Resûlullâh (SAV) a nikahlanmıştır. Hicretin birinci
yılının şevval ayında dokuz yaşında olduğu halde Resûlullâh (SAV) ile zifafa
girmiştir.
Sahih Buhâride rivayet
edildiğine göre Hz. Aişe şöyle demiştir: Resûlullâh (SAV) beni nikahladığında
altı yaşında, benimle zifafa girdiğinde dokuz yaşında, Resûlullâh (SAV) vefat
ettiğinde onsekiz yaşında bulunuyordum. Resûlullâh (SAV) benden başka bakire
bir kadınla evlenmedi. Hz. Aişe bunları kendisinin faziletleri ve meziyetleri
olarak anlatırdı. Hz. Aişe devamla şöyle demiştir: Allah Tealâ benim beraatimi
(suçsuzluğumu) gökden indirdi. Resûlullâh (SAV) benimle beraber iken kendisine
vahiy gelirdi, ben. ve Resûlullâh (SAV) bir kaptan yıkanıyorduk. Resûlullâh
(SAV) namaz kılarken ben onun önünde enine yatıyordum Resûlullâh (SAV) benim
evimde ve göğsümde ruhunu teslim ettî. Ben Resûlullâh (SAV)a bütün zevcelerinden
daha sevgili idim. [84]
Mesruk: "Ben
Resûlullâh (SAV) in ashabının büyüklerini Hz. Aişe'ye feraizden sorduklarını
gördüm" demiştir.
Ata b. Ebû Rebah:
"Hz. Aişe insanların en âlimi en Fakihi ve halkın durumu hakkında en güzel
görüşe sahib olanı idi" demiştir.
Hişâm babası Ürve'den
rivayet etmiştir, Ürve demiştir ki: "Ben fıkıhta, Tıpta ve şiirde Hz.
Aişe'den daha âlim bir kimse görmedim. "
Ebû Musa'dan rivayet
edilmiştir demiştir ki: "Biz Resûlullâh (SAV)ın ashabı müşkil bir mesele
ile karşılaşınca Hz. Aişe'ye sorardık, muhakkak onun yanında o meseleye dair
malumat bulurduk. "
Hz. Aişe fazileti,
cömertliği, yüksek makamı istiyen müslüman bir kadın için canlı bir örnektir.
İmam Zühri:
"Peygamberimizin diğer zevcelerinin ve bütün kadınların ilmi bir araya
toplansa Hz. Aişe'nin ilmi daha çok olurdu" demiştir.
Sahih Müslim'de Ebû
Musa el-Eş'ari'den merfû olarak rivayet edilen bir hadisde: "Aişe'nin
diğer kadınlardan üstünlüğü tiridin diğer yemeklerden üstünlüğü gibidir"
buyurulmuştur.
Hz. Aişe hicretin elli
sekizinci senesi Ramazan ayının onyedisinde Medine'de vefat edip Bakî
Kabristanına defnedilmiştir. [85]
Bu Asır Muaviye'nin
Hükümdar Olduğu Birinci Hicret Asrının Kırkbirinci Yılından Başlayıp İkinci Hicret
[86]
Hicretin kırkbirinci
senesinde Hz Ali'nin oğlu Hz. Hasan, Muaviye ile anlaşıp hilâfetten çekildikten
sonra bütün islam beldeleri Muaviyenin etrafında toplandı. Muaviye'ye
"Emirü'l-Mü'minin" lakabı verildi. Bu seneye "sene-i
cemaat=birlik ve beraberlik senesi" denildi. Fakat bu birlik ve beraberlik
her bakımdan istikrara ve sükûna kavuşmuş değildi. Çünkü Haricilerin Muaviye'nin
hükümdarlığına muhalefetleri devam ediyordu. Bunlar Hz. Osman'ı, Hz. Ali'yi,
Muaviye'yi sevmiyorlardı. Dünya saltanat siyasetini kabul etmiyorlardı. Şiiler
ise hilâfet hassaten Hz. Ali'nin ve ehl-i beytin hakkı olduğu görüşündeydiler.
Bunlara Emevilerin siyasi idaresinin zaman zaman hoşnudsuzlukla karşılaştığını
ve bazı yerlerde idareye karşı ayaklanmalar olduğunu ilâve edersek o devirdeki
idarecilerin önüne çıkan engelleri anlamış oluruz.
Muaviye siyasette
tecrübe sahibi ve dirayetli bir devlet adamıydı, bu yüzden kendisi ile
düşmanları arasındaki husumeti azalttı. Fakat Muaviye'nin oğlu Yezid'e biat
edilmesini istemesi vera' ve takva sahihlerini gücendirdi. Nitekim Hz.
Hüseyin'in Kerbelâ'da şehid edilmesi İslâm âleminde Yezid'e karşı derin bir
nefret duygusu uyandırdı yer yer ayaklanmalar oldu. Abdullah b. Zübeyr'in istiklâlini
ilân etmesi Yezid'in işini güçleştirdi. Abdullah b. Zübeyr'in Mekke'ye
sığınmasıyla iş tam bir kriz haline dönüştü.
Abdülmelik b Mervan
hükümdar olunca halkın kendisine itaat etmesi için ayaklanmaları zor
kullanarak bastırmaya çalıştı. Halkın birlik ve beraberliğini sağlamak
konusunda halkı işkence ve zülüm ile yola getirmeyi seven diktatör. Haccac b.
Yusuf es-Sakafı'ye dayandı. Bu diktatör Haccac, birçok ayaklanmaları bastırdı.
Mekke'yi kuşattı. Mekke'nin hürmetini çiğnedi, Abduliâh b. Zübeyr'i yakalayıp
hicretin yetmiş üçüncü senesinde şehit etti.
Abdülmelİk'in oğlu
Velid'in hükümdarlığı zamanı doğuda ve batıda büyük islâm fetihlerinin yapılmış
olması bakımından Emeviler devrinin gelişmiş ve parlak zamanı ise de Velid'den
sonra hükümdar olan kardeşi Süleyman zaferler kazanan komutanlara iyi
davranmadı. Süleyman'dan sonra zahid ve takva sahibi Ömer b. Abdülaziz hükümdar
olunca zulme uğrayanların haklarını geri vermeye ve adaleti tesis etmeye
çalıştı. Siyasi idarede hulefa-i Raşidinin gidişatına dönmeye yöneldi. Fakat
Ömer b. Abdülaziz'den sonra hükümdar olan Yezid b. Abdülmelik zamanında ve
ondan sonra hükümdar olan kardeşi Hişam zamanında işler iyi gitmedi. Emevi
devleti zayıflamaya yüz tuttuğundan Peygamber efendimizin amcası Abbas'ın
oğullarının hükümdar olmaları için bir gurup gizli olarak propagandaya başladı.
Emeviler devrinin
hâdiselerine kısaca değindikten sonra, emevi devletinin tarihini inceliyen
tarihçilerin bu devletin yıkılışı hakkında zikrettikleri sebebleri, aşağıdaki
şu üç maddede toplayabiliriz.
1) Emevi devleti,
nefislerde asabiyet (akrabalık) sebeblerini tahrik eden ırkçılık
ve babadan oğula geçen saltanat
idaresi üzerine kurulmuş
olmasıdır. Muaviye oğlu Yezid'i
kendi yerine hükümdar bırakmak isteyince Medine valisi
Mervan b.
Hakem'e bunu yazmıştı. Mervan'da halkı mescidde toplayıp
Yezid'e biat etmeleri için Muaviye'nin mektubunu okuyunca ortalık karıştı. Hz.
Ebû Bekir'in oğlu Abdurrahman: "Siz Muhammed'in ümmetinin hayrını
istemiyorsunuz, fakat siz
bir kral ölünce yerine
diğer bir kral geçen saltanat idaresini istiyorsunuz" dedi.
Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyn, Abdullah b. Zübeyr de birer birer ayağa kalkarak
Muaviye'nin bu teklifini kabul etmediler.
2) Emeviler
nüfuzlarını güçlendirmek ve işlerini sağlama bağlamak için saltanat siyasetine
önem verdiler,dine sarılmak, dinin
çizdiği sınırlarda durmak
gibi Hulefa-i Raşidinin yolundan gitmediler.
3)
Emevilerin sahabeden bazılarına, tabiinin büyüklerine fena davranmaları,
Haccac-ı Zâlim'in Said b. Cübeyr'i ve Abdullah b. Zübeyr'i
şehid etmesi, Medine valisi Hişam b. İsmail'in Said b. Müseyyeb'e
işkence yapmasıdır.
4) Emeviler
islâmda şübheli olan işleri mubah saydılar, muamele işlerinde, yeni ve
ihtilaflı meselelerde rey ve içtihadı tercih ettiler:
a) Muaviye,
meşhur Ziyad'ı babası Ubeyd er- Rûmi'den ayırıp kendi nesebine katmak istedi,
Ziyad da bunu kabul etti. Bunun üzerine Muaviye Ziyad'ı baba bir kardeşi olmak
üzere nesebine kattı. Bu ise şeriata aykırı idi. Nitekim Allah Tealâ Hazretleri;
"Allah bir insanın içinde iki kalb yaratmadı, kendilerinden zıhar
yaptığınız karılarınızı o, sizin analarınız yerinde tutmadığı gibi
evlâdlıklarmızı da öz oğullarınız gibi tanımadı. Bunlar sizin dillerinize
doladığınız boş sözlerdir. Allah hakkı söyler ve o, doğru yolu gösterir.
Evlâdlıkları babalarına nisbetle çağırın, bu, Allah katında en doğru olandır.
Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız bu takdirde onları din kardeşi ve
dostlarınız olarak kabul edin. Bunlarla beraber hata ettiklerinizde üzerinize
bir günah yoktur. Fakat kalblerinizin kasdı olanda günah vardır. Allah çok
bağışlayıcı, çok esirgeyicidir." [Ahzab sûresi: 4-5] buyurmuştur.
Resûlullâh (SAV) da:
"Herkim babasından başkasının oğlu olduğunu iddia ederse cehennemde yerine
hazırlansın" buyurmuştur.
İbn-i Harmele'den
rivayet edilmiştir demiştir ki: Said b. Müseyyeb'in hükümdarlardan hiçbirine
dil uzattığını duymadım ancak onu şöyle derken işittim: "Allah Tealâ fülan
kimseyi kahretsin, Resûlullâh (SAV)ın hükmünü ilk değiştiren o oldu. Çünkü
Resûlullâh:"Çocuk döşeğe (meşru bir birleşmeye) aittir. Zinakâra da taş
vardır" buyurmuştur" İbn-i Harmele fülan kimse ile Ziyad'ı babasından
ayırıp kendi nesebine katan Muaviye'yi kasdediyodu.
Kadı ~Ebû Bekir
İbnü'l-Arabî "el-Avasım Mine'l-Kavasım" isimli eserinde Muaviye'yi bu
suçlamadan dolayı yeteri kadar savunmuştur.
b) Emeviler,
Allah Tealâ'nın haram kıldığı Mekke'de ve Resûlullâh (SAV) in haram kıldığı
Medine'de savaşı mubah saymışlardır. Şöyle ki: Muaviye'nin oğlu Yezid Medine'de
savaşı mubah saymış ordusu birçok sahabeyi şehit etmişler ve Medine'yi üç gün
yağmalamışlardır.
Yezid'den sonra ikinci
olarak Abdülmelik b. Mervan, Haccac'ı Zâlim'e Mekke'de savaşmayı mubah
saymasına izin verdi, Haccac'da Mekke'de savaşmayı mubah sayarak yapacağını
yaptı. Bu savaşlardan herbiri, Ebû Süfyan oğullarına ve onlardan sonra mervan
oğullarına bu mukaddes beldeler itaat etsinler diye yapılmıştır. Emevilerin bu
mukaddes beldelerde haram olan savaşın mubah sayılmasındaki delilleri sahih
olan şu hadis-i şerifdir: "Harem (Mekke) hiçbir asiyi barındırmaz."
c) Emevilerin muamelelerde rey ve ictihad
tarafını tercih etmeleridir. Ata b. Yesâr'dan rivayet edildiğine göre, Muaviye
altından veya gümüşden bir su kabını kendi
tartısından daha fazla
olarak satmak İsteyince Ebü'dDerda ona:
"Ben Resûlullâh (SAV)ı bu
gibi satışları yasaklarken dinledim" dedi. Muaviye: "Ben böyle
bir satışda, bir beis görmüyorum" dedi. Bunun üzerine Ebü'd Derda:
"Muaviyeye karşı kim bana yardımda bulunur, ben ona Resûlullâh (SAV) dan
haber veriyorum o ise bana kendi rey ve içtihadını haber veriyor, ben onunla
bir yerde oturmam" dedi. Bu hadis sahih değildir ki, bununla Muaviye
suçlansın.
Burada ehli sünnetin
Resûlullâh (SAV) dan rivayet ettikleri şu hadisi şerifin zikredilmesi uygun
olur: "Benden sonra hilâfet otuz sene olacak, sonra hükümdarlık
olacaktır."
Âlimler bu hadisi
şerifle Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Ö-mer'in, Hz. Osman'ın ve Hz. Ali'nin halife
olduklarını açıklamışlardır. Resûlullâh (SAV) hicretin onbirinci senesinin
rebîülevvel ayında vefat etti. Bundan otuz sene sonra hicretin kırkbirinci
senesinin Cemâziyelevvel ayında Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan müminlerden iki
gurubun arasını ıslah etmek için Muaviye ile anlaşıp hilâfetten çekildi.
İnsanlar Muaviyenin etrafında birleştikleri için bu seneye "Senei cemaat
= birlik ve beraberlik senesi" denildi.
Muaviye hükümdarların
ilkidir. Hz Hasan'ın Muaviye ile anlaşması, Buhâri ve diğer hadis kitablannda
rivayet edilen şu hadisi şerifi doğrulamaktadır: "şüphe yok ki, bu benim
oğlumdur, şeref sahibi bir efendidir. Allah oğlum sebebiyle yakında
müslümanlardan iki büyük gurubun arasını ıslâh eder. "
Bir hadisi şerifde de:
"Yakında peygamberlik ve rahmet hilâfeti olacak, sonra hükümdarlık ve
rahmet olacak, sonra cebri hükümdarlık olacak, sonra zulüm hükümdarlığı
olacaktır." buyurmuştur.
Emeviler zamanına
hükümdarlık denilmesi doğru olur. Emevilerin ilk hükümdarı Muaviye'dir. Şüphe
yok ki, Muaviye sahabidir, onun fazileti hakkında birçok sahih hadis vardır.
Muaviye Resûlullâh (SAV) in vahiy katiple-rindendir. Sahabe faziletde aynı
derecede eşit olmasalar bile hiçbir kimsenin Muaviye'nin aleyhinde konuşması
caiz değildir. Hz Ömer, Hz. Osman'dan önce Ebû Süfyan'ın oğlu Yezid Şam valisi
iken ölünce onun yerine kardeşi Muaviye'yi Şam'a vali olarak tayın etmiştir.
Âlimler Muaviye'nin bu
ümmetin hükümdarlarının en üstünü olduğunda ittifak etmişlerdir. Muaviye'den
önce olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali peygamber efendimizin
halifeleri idiler. Muaviye ilk hükümdardır. Nitekim hadisi şerifde denildiği
gibi onur saltanatı hükümdarlık ve rahmettir. Muaviye insanları oğlu Yezid'e
zorla biat ettirerek fena bir âdet bırakmıştır. Ömer b. Abdülaziz istisna
edilirse, emevi hükümdarları bu fena âdeti kahir ve galebe ile devam
ettirmişlerdir.
Muaviyenin oğlu
Yezid'e gelince bazıları onun hakkında ileri giderek onun doğru yolu bulmuş,
doğru yolu gösteren adaletli bir hükümdar olduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise
onun hakkında aşirı giderek onu küfür ve zındıklıkla suçlamışlardır. Gerçek
şudur ki Muaviye'nin oğlu Yezid, Hz. Osman b. Affan'ın zamanında doğmuş,
Resûlullâh (SAV) a yetişmemiştir. Âlimlerin İttifakı ile sahabeden ve dindar ve
salâh ile meşhur olanlardan olmadığı gibi, kafir ve zındık da değildir.
Babasından sonra bazı
müslümanların istememesine rağ-men, bazı müslümanların istemesiyle hükümdar
olmuştur.
Yezid'in Hükümdarlığı
Zamanında Büyük Hadiseler olmuştur:
1) Hz. Hüseyin'in şehid
edilmesidir. Şöyle ki: Kûfeli'ler Hz Hüseyn'i Mekke'ye elçiler
gönderip davet edince Hz Hüseyn beraberinde yetmişiki kişilik bir kafile ile
yola çıktı. Küfe valisi, Ubeydullah b. Ziyad, Ömer b. Sa'd idaresinde bir
süvari kuvveti Hz. Hüseyn'i tutup Kûfe'ye
getirmeye gönderdi. Hz.
Hüseyn kerbelâ'da Ömer b. Sa'd
ordusuyla karşılaştı. Hz. Hüseyn, Mekke'ye dönmeyi ve
Şam'a gitmeyi istediyse de
teklifi kabul edilmeyip Ubeydullah b. Ziyad öldürülmesinde İsrar etti. Hz.
Hüseyn'in şehid edilmesi daha önce Hz Osman'ın şehid edilmesi gibi bu ümmet
içinde meydana gelmiş olan fitne sebeblerinin en büyüklerindendir.
2) Medine'de
savaşın mubah sayılnıasıdır. Şöyle ki: Medine
valisi Osman b.
Muharrrmed, Medinelileri Yezid'e
ısındırmak için Şam'a bir heyet gönderdi. Bu heyet Yezid'in durumunu
yakından görüp Medine'ye döndüklerinde Yezid'e olan biatlarını bozdular.
Valileri olan Osman b.
Muhammed'i, Medine'den çıkardılar. Bunun üzerine
Yezid, Medine'ye Müslim
b. Ukbe idaresinde bir ordu
gönderdi. Yezid, Müslim b. Ukbe'ye Medine'liler kendisine
itaat etmezlerse üçgün
sonra onlarla savaşmasını ve
Medine'yi mubah kılmasını emretti. Harra'da (Medine'nin
siyah taşlarla kaplı olan yerinde)
Yezid'in ordusuyla Medine
halkı arasında şiddetli bir
çarpışma oldu. Sonunda Yezid'in ordusu galip geldi. Yezid'in kumandanı Müslim,
üçgün peygamber şehri Medine'yi mubah kıldı. Ordu da Medine'ye girip üçgün dilediklerini öldürdüler, buldukları mallan yağmaladılarve ırz
namus bırakmadılar. Medine'den sonra Müslim b.
Ukbe ordusuyla Mekke-i mükerreme üzerine hareket etti. Fakat yaşlı
olduğu için yolda öldü. Yezid ordu kumandanlığına Hüseyn b. Nümeyr'i tayın
etti. Hüseyin, ordu ile Mekke'i mükerreme'nin önüne gelerek şehri kuşattı.
Burada da şiddetli ve uzun savaşlar oldu. Gerek Medine'de gerekse Mekke'de binlerce
müslüman şehid edildi. Harem-i şerif de savaş yasakken Yezid'in ordusu Harem-i
şerifin dokunulmazlığım hiçe sayarak Kabe üzerine mancınıklar attılar. İşte bu
düşmanlık ve zulümler Yezid'in emriyle yapılmıştır.
3)Yezid'in
gidişatının her bakımdam fena olmasıdır: Bazı rivayetlerde "Yezid
eğlenceye, içkiye, köçek oynatmaya düşkün olmakla şöhret kazanmıştı" diye
zikredilmiştir.
İbn-i Kesir demiştir
ki: "Bu zikredilenlerle beraber Yezid'in şehvetine düşkünlüğü, bazı
vakitlerde namazı terkettiği, vakitlerin çoğunda da namazı doğru kılmadığı
rivayet edilmiştir." [87]
Daha önce açıklandığı
gibi, Hz Ali ile Muaviye arasında ortaya çıkan şiddetli ihtilafdan
müslümanlar: Şiiler, Hariciler, Ehl-i Sünnet olmak üzere üç guruba ayrılmışlardır.
Müslümanlar arasında
ilk şiddetli ihtilaf, hilafet meselesi hakkında oldu. Bu konuda farklı görüşler
ortaya çıktı. İlk ihtilaf Hz. Osman'a karşı ayaklanma ile başlamış olmadı, ilk
ihtilaf Rasûlüllâh (SAV) vefat edince onun yerine kimin geçeceği hakkında
başladı. Ensar (Medineli müslümanlar), hilafet işini kesin bir karara bağlamak
için Rasûlüllâh (SAV) defnedilmeden önce Beni Said sofasında toplandılar. Bunu
haber alan Hz. Ebu da toplandılar. Bunu haber alan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve
Ebu Ubeyde b. Cerrah toplantı yerine gittiler. Toplantı yerinde ensar
kendilerini halifeliğe layık görüyorlardı. Muhacirler (Mekke'li müslümanlar)
halifenin kendilerinden olmasını ileri sürüyorlardı. Uzun konuşmalardan ve
münakaşalardan sonra Hz. Ebu Bekir'e biat edildi.
Haşimiler ise:
"Hilafet Rasûlüllâh (SAV) in hane-i saadetindedir. Özellikle buna layık
olan Hz. Ali'dir. Çünkü Hz. Ali Rasûlüllâh (SAV) in akrabası, çocukken müslüman
olmuş, çok savaşa katılmış, fazilette ve ilimde üstündür" diyorlardı.
Ensarın halifenin
Kureyş'den olacağına kanaat getirip, Hz Ebu Bekir'e biat edildikten sonra kendi
görüşleri söndü.
Hz Ebu Bekir İle Hz
Ömer'in zamanlarında Hz Ali'nin halifeliğe layık olduğunu söyleyenlerin
görüşleride durdu. Çünkü bu iki halife adaletten, insafdan ayrılmıyor
akrabalarını kayırmıyorlardı.
Hz Osman halife olup
Emevilerden yardım alınca Hz Ali taraftarlarını ayaklandırdı. Hz Osman şehit
edilip, Hz Ali'ye biat edilince hilafet Hz Ali'nin hakkıdır, diyenlerin
görüşleri gerçekleşmiş oldu. Fakat Hz Ali ile Muaviye arasında mücadele
başladı. Bu mücadele hakem olayı ile sona erdi. Bundan sonra Muaviye'nin
kuvveti artmaya ve gelişmeye devam etti, sonunda Muaviye duruma hakim oldu.
Hakem olayından sonra yukarıda geçtiği üzere müslümanlar üç guruba ayrıldılar.
Müslümanların Şiiler,
Hariciler ve Ehl-i sünnet diye üç guruba ayrılmalarının kötülüğü sadece
yaşantılarında kalmayıp, daha tehlikeli olan maneviyatta da kendini gösterdi.
Bu güruhların siyaset
konusunda görüşleri değişik olduğu gibi, din hususunda da değişik görüşleri
vardı. Bu guruplar birbirlerini küfre nisbet ediyorlar ve birbirleri hakkında
kötü zanda bulunuyorlardı. Bu guruplar arasında sık sık çatışmalar oluyordu,
Emeviler bu ayaklanmaları şiddetle bastırıyorlar ve kaba kuvvete baş vurmayı asayişi
temin kaidelerinden sayıyorlardı. Bu üç gurupdan her birinin kendine has Usul-i
Fıkıh ve Fıkıh kitapları vardı.
Hariciler ile Şiiler
üzerinde durmamız uygun olur, çünkü bunların, müslümanların kafalarını
karıştıran görüşleri olduğu gibi, islam fıkhı hakkında büyük tesir bırakan
görüşleride vardır.
1)
Hariciler, islam fırkaları arasında mezheblerini ve görüşlerini ateşli bir
şekilde savunan, aşırı derecede ibadete düşkün olan, inançları yolunda
kendilerini feda eden, batıl davaları için benzeri görülmemiş bir şekilde
samimiyet gösteren bir fırka idi. Bunların çoğu tabiatları sert ve yaşantıları
sade olan halis Araplardı. Hariciler sapık görüşlerinde ileri gidiyorlar,
hasımlarıyla açık ve sade bir dille mücadele ediyorlar ve hasımlarını şiddetle
yakalıyorlardı.
Hariciler, Hz. Ali'nin
hakem tayin etmeyi kabul etmesiyle büyük hata etmiş olduğu görüşündeydiler.
Çünkü hakem tayin etmek harbeden iki gurubdan hangisinin haklı olduğunda
şüpheyi gerektiriyordu. Halbuki iş böyle değildi. Zira Hariciler hakkın kendi
taraflarında olduğuna inanarak savaşıyorlardı. Bu yüzden hakeme başvurmayı
büyük bir suç saydılar ve "Hüküm ancak Allah'ındır" dediler. Bu söz,
bu görüşü benimseyenler arasında yayıldı ve bu söz onlar İçin bir şiar (slogan)
oldu.
Hariciler, Hz. Ali'den
hakem tayinini kabul etmekle hata ettiğini, hatta bu yüzden küfre girmiş
olduğunu itiraf ederek tevbe etmesini ve muaviye ile kararlaştırdığı şartlardan
dönmesini istediler. Hz. Ali bunları kabul etmedi. Çünkü Hz. Ali küçükken iman
etmiş olduğundan hiç bir zaman Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamıştı. Hz. Ali
anlaştığı bir karardan nasıl geri dönebilirdi. Hariciler inadlarında ve Hz.
Ali, yi sıkıştırmaya devam ettiler. Hz. Ali mescidde hutbe okurken "Hüküm
ancak Allah'ındır" sözüyle onun sözünü kesiyorlardı. Onlar Hz. Ali'nin
kendi görüşlerine dönmesinden umutlarını kesince içlerinden birinin evinde
toplandılar. Hatipleri onlara şöyle bir konuşma yaparak: "Bundan sonra
bilmiş olunki, Rahman olan Allah'a iman eden, Kur'ân'm hükmünü kabul eden bir
kavmin yanında bu dünyanın, iyilikleri emretmek, kötülükleri yasaklamak, hakkı
söylemekten her ne kadar başına kakılsa ve zarara uğratıisa bîle daha üstün
olması yaraşmaz. Böyle bir kavmin kıyamet gününde sevabı, Allah Azze ve
Celle'nin rızası ve Onun cennetlerinde ebedi kalmasıdır. Ohalde gelin
kardeşlerim birlikte halkı zâlim olan bu beldeden dağ başına çıkalım veya bu
saptırıcı bidatları kabul etmeyerek şehirlerden birine gidelim" demiştir.
Bundan sonra bunlar Küfe'ye yakın "Harura" denilen bir kasabaya
nisbet edilerek kendilerine"Haruriyye" denilmiştir. Nitekim
bun-lar"Hüküm ancak Allah'ındır" dedikleri İçin kendilerine
"Muhakkime" de denilmiştir. Bunlar Abdullah b. Vehb er-Rasibi
ismindeki bir kimseyi kendilerine başkan seçtiler
Hz. Ali'ye ve onun
arkadaşlarına karşı çıktıkları için bunlara "Havaric=Hariciler"
denilmiştir. Bazıları "Havaric"
kelimesi Allah yolunda huruç (çıkmaktan) alınmıştır demişler ve buna şu
âyeti Kerimeyi delil göstermişlerdir"Her kim Allah'a ve peygamberine
hicret maksadıyla evinden çıkarsa sonra kendisine ölüm yetişirse onun ecri
muhakkak Allah'a aittir. Allah çok bağışlayıcı çok esirgeyicidir" [Nisa
sûresi: 100]
Hariciler kendilerine
"Şurat=yani canlarını "Allah'a satanlar" ismini vermişler ve bu
ismi şu âyeti Kerimeden almışlardır: "İnsanlar arasında, Allah'ın rızasını
kazanmak için canını verenler vardır Allah kullarına çok merhametlidir"
[Bakara sûresi: 207]
Hariciler Hz. Ali ile
savaştılar, Hz. Ali onları bozguna uğrattı, onlardan pek çok kimseyi
"Nehrevan" savaşında öldürdü. Bundan sonra Hz. Ali'ye daha düşman
oldular. Ona tuzak hazırladılar ve onu öldürmeye karar aldılar. Hz. Ali'yi
Abdurrahman b. Mülcem el^Harici ismindeki fedai şehit etti.
Hariciler, Emevi
devletine karşı da cesaretle ve kahramanca savaşmaya devam ettiler. Emevi devletine
arka arkaya yaptıkları savaşlarda büyük zararlar verdiler. Hariciler iki kısma
ayrılmışlardı: Bir kısmı Irak ve havalisinde bulunuyordu, bunların en mühim
merkezleri Basra yakınında olan "el-Betaih"idi. Bunlar Kerman veiran
beldelerinizapt ettiler. Basra'yı tehdit ettiler, bunlara karşı Emevi kumandanı
Muhalleb b. Ebu Sufra savaştı. Haricilerin en meşhur adamları Nafı b. Erzak ile
Katari b. Fücae idi. Haricilerin ikinci kısmı, Arap yarım adasında bulunuyordu.
Bunlar Yemame'yi Hadramevt-i veTaifı zapt ettiler. Bunların en meşhur
kumandanları Ebu Talut ile Necde b. Amir'dir. Haricilerin Emevi devleti ile
savaşları uzun zaman devam etti. Sonra Abbasi devleti zamanında durumları
zayıfladı. [88]
Haricilerin meşhur
olan görüşleri şunlardır: [89]
a) Hz. Ebu
Bekir'in Hz. Ömer'in ilk zamanlarında Hz. Osman'ın, ve hakem tayinini kabul
etmeden önce Hz. Ali'nin halife olmalarının
ve seçilmelerinin doğru olduğunu kabul ediyorlardı. Hz. Osman,
Hz. EbuBekir ile Hz. Ömer'in gidişatından ayrılınca vazifeden alınmasının vacip
olduğuna inanıyorlardı.
b) Hakem tayinini
kabul etmekle Hz. Ali'nin,
Muaviye'nin, Ebu Musa el Eş-ari'nin, Amr b. As'ın küfre girmiş olduklarını
iddia ediyorlardı.Cemel savaşına katılmış olan Talha, Zübeyr ve
Aişe'ye dil uzatıyorlardı.
c) Hariciler
halifenin müslümanlar tarafından seçilmesinin vacip olduğu ve halifenin
Kureyş'den olmasının şart olmadığı görüşünü savunuyorlardı. Haricilerin bu
görüşü, halifenin ancak peygamberin Ehl-İ Beyt'inden olacağım söyleyen şiilerin
ve halifenin Kureyş'den
olacağını söyleyen Ehl-i sünnetten
bir çoklarının görüşlerine muhalif oluyordu. Halife
olarak seçilen kimse müslümanlarm başkanı olur,
halifeliği bırakamaz veya kendi
yerine başkasını hakem
olarak tayin edemez. Halifenin Allah'ın emrine tam olarak
uyması vacip olur, şayet Allah'ın emrine uymassa onun vazifeden alınması,
vazifeden alınmayı kabul etmezse öldürülmesi vacip olur diyorlardı. [90]
a) Hariciler
iman, inanılacak şeylere yalnız kalp ile inanmaktan veya kalp ile inanılan
şeyleri dil ile ikrar etmekten
ibaret olmayıp, namaz,
oruç, zekat, hac, doğruluk ve adalet gibi, dinin bütün
emirleriyle amel etmek de imandan bir cüz (parça) olduğu görüşündedirler.
b)
Haricilere göre, dinin bütün emirleriyle amel etmek, imandan bir parça olunca,
dinin bütün emirleriyle amel etmeyen veya günah işleyen kimse kafir olur.
Hariciler günahlar arasında büyük, küçük ayrımı yapmazlar, hatta bir kimse
görüşünde hata yaparsa onuda günah sayarlar. Bundan dolayı Hariciler hakem
tayinini kabul ettiği için Hz. Ali'yi dinden çıkmakla suçladılar.
Hariciler bu konuda
bir çok âyeti ve hadisi zahir manaları ile delil olarak aldılar. Bu
delillerden bazıları şunlardır:
Allah Teâlâ şöyle
buyuruyor:. "Yoluna gücü yeten her kimse için Kabe'yi ziyaret etmek,
insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Ve her kim (bu hakkı) inkar ederse
(bilsin ki), Allah alemlere muhtaç değildir" [Al-i İmran sûresi: 97]
Hariciler:
"Görüldüğü gibi bu âyeti Kerime haccı terkedeni kafir saymıştır. Halbuki
haccı terk etmek günahtır, o halde her günah işleyen kafirdir" derler.
Diğer bir âyet-i
kerimede şöyle buyuruluyor: "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte
onlar kafirlerin ta kendileridir. [Maide sûresi: 44]
Hariciler "Her
günah işleyen kendisine, Allah Tealânın indirdiğinden başka bir şeyle hükmetmiş
olur. Dolayısıylada kafir sayılır", derler.
Sahih-i Buhâri ile Sahih-i
Müslim'de rivayet edilen hadislerde şöyle buyruluyor: " Müslümana sövmek,
Allah'a itaatsizliktir ve müslümana karşı savaşmak küfürdür" ve:
"Zina eden kişi, zina ederken mümin olarak zina edemez, (Hırsız) çalarken
mümin olarak çaiamaz, şarap içen kişi de şarap içerken mümin olarak
içemez"
Hariciler:
"Görüldüğü gibi bu hadislerde mümine söven, ona karşı savaşan, zina eden,
hırsızlık yapan, şarap içen kimseler kafir sayılmıştır. Halbuki bunları yapmak
günahdır. O halde her günah işleyen kafirdir" derler.
Hariciler: "Bu
âyetlere ve hadislere benzer bir çok âyetler ve hadisler vardır" derler.
Hariciler, delillerin
zahirine bağlı oldukları için bunlarla münakaşa ederken Hz Ali âyetler ve
hadislerle cevap vermiyor, Rasulullâh (SAV) in yaptıklarını misal veriyordu.
Ehl-i sünnet vel
cemaate göre, bu âyetlerde ve hadislerde geçen günahları işleyen kimselerin
gerçekten kafir oldukları murad edilmemiş, ancak bu günahları işleyen
kimselerin kamil bir imana sahib olmadıkları murad edilmişdir.
Hariciler kendi aralarında
ihtilaf edip bir çok fırkalara ayrılmışlardır. Her fırkanın kendine has görüşü
vardır. Yukarıda anlatıldığı gibi, her fırkanın halifenin seçilmesiyle iman ve
amel hakkındaki görüşleri ortakdır.
Hariciler arasında:
"İnsanların halifeye ihtiyacı yoktur. Herkes Allah'ın kitabıyla amel
eder" görüşünde olanlarda vardı.
Hz Ali den rivayet
edildiğine göre, Hz Ali: "Hüküm ancak Allah'ın dır" diyerek
kendisinden ayrılan Haricilere şöyle cevap vermişdir:"Bu söz doğru bir
sözdür. Fakat bu sözle batıl kast olunmaktadır. Evet hüküm ancak Allah'ın dır,
ama bunlar bu sözleriyle" Emirlik ancak Allah'ın dır"
demekistiyorlar. Halbuki insanlar için takva sahibi olsun, günahkar olsun
muhakkak bir "Emir" gerekir ki, müminler onun emrinde çalışsın, kafirler
onu dinlesin, Allah onunla va'deleri tamamlasın, onun emriyle vergiler
toplansın, düşmanlarla savaşılsın, yollar emniyete kavuşturulsun, zayıfın hakkı
güçlüden alınsın, böylece iyi insanlar huzura kavuşsun, kötü insanlardan da
kurtulunmuş olsun. "
İbn-i Ebi'l-
hadit:"Hariciler ilk önce hükümdara ihtiyaç yoktur diyorlardı, sonra
Abdullah b. Vehb er-Rasibi" yi kendilerine başkan seçince bu
düşüncelerinden döndüler" demiştir. [91]
Bazı araştırmacıların
zikrettiğine göre, Hariciler yirmiye yakın fırkaya ayrılmışlardır. Her fırkanın
bazı öğretileri ve prensipleri diğer fırkaların öğretilerinden ve
prensiplerinden farklıdır. Bu fırkalarında en meşhurları şunlardı[92]
Bunlar Hanife
oğullarından olan Nafı b. el-Ezrak'a bağlı olanlardır. Nafı b. Ezrak bu
fırkanın en büyük fakihlerindendi, kendilerinden başka bütün müslümanları kafir
sayıyordu. Kadınların, çocukların, zimmilerin (müslüman memleketlerinde yaşıyan
gayrı müslimlerin) öldürülmesini mubah sayıyordu. Takiyyeyi kesin olarak kabul
ediyordu. Çünkü : "Allah Tealârîçlerinden bir fırka Allâh'dan korkar gibi
hatta daha şiddetli bir korkuyla insanlardan korkuyorlar" [Nisa sûresi:
77] buyurmuştur" diyordu. Kendisine karşı çıkanlarla yapmış olduğu
anlaşmayı bozmayı helal sayıyordu. Emevilerin komutanları, Nafı'nin
liderliğindeki Hariciler ile savaştılar. Nafı savaş meydanında öldürüldü. Ondan
sonra liderliği oğlu UbeyduUah aldı, sonra liderlik meşhur Katari b.
el-Fücae'ye geçti. Katari döneminde Emeviler adına Haricilerle savaşan kişi, Emevilerin
el- Muhalleb b. Ebu Sufra adlı dahi kumandanları idi. Katari ile Muhalleb
arasında şiddetli savaşlar oldu. Sonunda Katari İran topraklarında yenildi.
Böylece bu fırkanın etkinliği tamamen kayboldu. [93]
Bunlar Hanife
oğullarından Necde b. Amir'e bağlıdır Necde:"Dinin iki emri vardır.
Birinci emri:Allâh'ü Tealânın varlığına , birliğine ve Onun peygamberlerine
inanmaktır. Müslümanların kanlarının dökülmesinin ve mallarının zorla
alınmasının haram olduğunu bilmektir. Allah Tealâ tarafından gelenlerin hepsini
ikrar etmektir. Hiçbir kimse bunları bilmemekle mazur sayılmaz. İkinci emri:
Bunların dışında kalanların helal veya haram oldukları hakkındadelil
bulununcaya kadar insanlar bunları bilmemekle mazur sayılırlar" diyordu.
Yemame Haricileri hicretin altmış altıncı senesinde Necde'ye biat ettiler.
Necde onlarla birlikte Bahreyn, Umman, Yemen ve Taif de savaştı, ancak
Bahreyn'de tutunabildi.
Necedat fırkası, bütün
hariciye fırkalarına muhalefet ederek: "Takiyye yani Harici olan bir kişi
kanının akmasını Önlemek için kendisini ehl-i sünnetten gösterib, asıl inancını
açığa vurma zamanını buluncaya kadar, asıl inancını gizleyebilir"
demişlerdir.
Bu fırka çocukların ve
zimmilerin öldürülmesini helal görmüyordu. [94]
Bunlar Abdullah b. İbad
et-Temimi'ye bağlı olanlardır. Bunlar, muhaliflerine karşı hüküm vermede daha
ılımlı ve uzlaşmaya daha yakındılar. Bunlar Haricilerin aşırılıktan en uzak
olanlarıydı. Bu fırka kendilerine karşı çıkanlara: "Onlar nimetleri inkar
edenlerdir, yoksa itikat hususunda kafir olanlar değildir, onların şehadetleri
caizdir. Onlarla evlenilir ve miras alınır, verilir" derler. Bundan dolayı
bu fırkanın teüf ettikleri güzel fıkıhları vardır. Bu fırkanın bir kısmı umman
sahilinde, diğer bir kısmıda Zengibar'da yaşamaktadır. [95]
Bunlar Ziyad b.
El-Asfer'e bağlı olanlardır. Bunların öğretileri prensipleri Ezarika'danfazla
değişik değildi. Bu fırka Ezarika'dan daha yumuşak diğer fırkalardan ise daha
aşırı idiler. Her günah işleyeni kafir saymıyorlar, ancak hakkında had cezası
bulunan günahları işleyenleri kafir sayıyorlardı. Kendilerine muhalif olanların
çocuklarının öldürülmesine hüküm vermiyorlar ve çocukların kafir oldukları ve
ebedi cehennemde kalacakları görüşünde değillerdi. Ezarika fırkası ise
muhaliflerin çocuklarının Öldürülmesini helal sayıyorlardı.
Sufriyye fırkası
Musul'da ve arap yarım adasında bulunuyorlardı.
Haricilerin
prensiplerini benimsiyenlerin çoğu Bedevi Arapdı. Arap olmayıp bunlara
katılanların sayısı çok azdı.
Haricilerin En
Belirgin Özellikleri:
İnançlarında samimi
olmaları, ibadetlerinde titiz davranmaları, cesur ve atılgan olmaları, halis
Arap olmaları, şiir ve nesir (düz yazı) bakımından Arap edebiyatında yüksek bir
mevkie sahip olmalarıdır. [96]
1) Hariciler
"Bir müslüman gidişatında ameli cihetine önem vermelidir" diyorlardı.
Çünkü onlar fıkhın ölçülerini,
ibadet işleriyle
ölçüyorlardı. Bu yüzden hariciler:
"Bedenle amel etmenin yanında manevi olan ahlak ve ruh temizliğine de önem
veriyorlardı. Mesela: Namaz için bedenin temiz olması, ancak dilin yalandan ve
insanları inciten batıl sözlerden temiz olmasıyla olur" diyorlardı.
Buna göre, insanların
arasını bozmak, düşmanlık, buğzetmek, fena söz söylemek
gibi çirkin şeyleri abdesti bozanlardan ' saymışlardır. Çünkü
Hariciler bedeni temizlikle
birlikte manevi temizliğe de riâyet ediyorlardı.
2) Harici fırkalarından bir fırka, hükümleri
şer'i kaynaklardan almakta aşırı gittiler. Tek ve gerçek kaynak olarak
Kur'an'ı kabul ettiler. Kur'an'dan başkasını kabul etmediler. Bundan dolayı
müslümanların bazı meseleler hakkındaki icmalarına karşı çıktılar. Bu icma
edilen meseleleri Kur'an iptal etmektedir diye delil getirmeye yeltendiler:
a) Hariciler Ehl-i sünnete: "Siz Rasülüllâh
(SAV) in zina edeni recmettiğini, ondan sonra hükümdarların zina edeni recmettiğini
rivayet ediyorsunuz. Halbuki Allah Taala cariyeler hakkında: "Eğer
evlendikten sonra zina edecek olurlarsa o vakit onlara hür kadınlara lazım
gelen cezanın yarısı verilir."
[Nisa sûresi: 25] buyurmuştur. Recm,
zina edeni taşlıyarak
öldürmektir. Bir insanı öldürmek ise bölünmeyi kabul etmez.
Cariyelere öldür-menin yarısı nasıl
uygulanır? Ayet-i kerimede
"el-Muhsanat" kelimesiyle hür ve evli olan kadınlar murat
edilmiştir. Bunda hür ve evli olup da zina eden kadının cezasının yüz değnek
olduğuna delil vardır. Kur'an'da da böyle gelmiştir. Nitekim Taala Hazretleri:
"Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun" [Nur
sûresi: 2] buyurmuştur." demişlerdir.
b) Hariciler,
Ehl-i sünnete: "Siz, Rasülüllâh (SAV) "Varise (miras
alana) vasiyet yoktur." buyurdu
diye rivayet ediyorsunuz. Halbuki
Allah Taala: "Sizden birinize ölüm geldiği vakit
şayet bir hayır (mal) bıraka-caksa anasına, babasına ve akrabasına meşru bir
şekilde vasiyet etmek, takva sahipleri üzerine icrası lazım bir hak olarak farz
kılındı" [Bakara sûresi: 180] buyurmuştur.
Ana ve baba her
durumda varis olur, hiçbir kimse onları mirasdan mahrum edemez. Vasiyet
hakkındaki bu rivayet ettiğimiz hadis, Allah Azze ve Celle'nin kitabına
aykırıdır" demişlerdir.
c)
Hariciler, Ehl-i Sünnete:"Siz, Rasûlüllâh (SAV) "Bir kadın halasının
ve teyzesinin üzerine
nikah olunmaz" buyurdu, diye
rivayet ediyorsunuz. Yine
Rasûlüllâh (SAV): "Nesebden haram olanların hepsi süt emmedende
haram olur" buyurdu, diye rivayet ediyorsunuz. Halbuki Allah Azze ve
Celle: "Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız,
teyzeleriniz, birader kızları, kız kardeşlerin kızları, sizi emziren süt
analarınız, süt kız kardeşleriniz, kanlarınızın anaları, kendileriyle zifafa
girdiğiniz karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan
üvey kızlarınız (la evlenmeleriniz) size haram kılındı. Eğer
onlarla (üvey kızlarınızın
analarıyla) zifafa girmemiş iseniz(onlarla evlenmenizde) size
bir beis yok. Kendi sulbünüzden(gelmiş) oğullarınızın karılan (ile) evlenmeniz
ve iki kız kardeşi birlikte almanızda (haram kılındı). Ancak (cahiliyyet
devrinde) geçen geçmiştir.
Çünkü Allah hakikaten yarhgayıcıdır, çok esirgeyicidir. [Nisa sûresi: 23] buyurmuş-tur. Allâh'üTealâ
âyet-i kerimesinde bir kadınla halasının veya teyzesinin birlikte alınmayacağını zikretmemiştir. Yine
Allâh'ü Tealâ Âyet-i kerimesinde süt emziren anaların
vesüt kız kardeşlerin haram kılındığını beyan etmiştir. Allâh'ü Tealâ bu âyet-i
kerimesinde haram kılınan kadınları açıkladıktan sonra Onların dışında kalan
kadınlar ise size helal kılındı. [Nisa sûresi: 24] buyurmuştur. "Buna göre
hariciler bir kadının halasının veya teyze sinin üzereine nikahlanması helaldir
süt anası ve sütkız kardeşi dışında kalan
sütle ilgili kadınlar helaldir"
demişlerdir.
d) Hariciler,
ehl-i sünnete: "Siz namuslu erkeklere iftira edenlerede
iftira cezasının uygulanacağı görüşünde-siniz. Biz ise sadece namuslu kadınlara
iftira edenlere uygulanır
görüşündeyiz, çünkü Allâh'ü
Tealâ=İffetli
kadınlara zina isnad
edipde sonra bu iddialarını doğrulayacak dört şahit getiremeyenlere seksen
değnek vurun. Onların şahitliklerini de ebediyyen kabul etmeyin. îşte onlar
fasıkların ta kendileridir [Nur sûresi:4] buyurmuştur. Bu âyet-İ kerime'de
namuslu kadınlara zina iftirası atanların cezası zikredilmiş, fakat namuslu
erkeklere zina iftirası yapanların cezası zikredilmemiştir" demişlerdir.
İbn-i Kuteybe Haricilerden
nakledilen bu meseleleri ve diğer meseleleri Te'vil-i Muhtelef-il
Hadis"isimli eserinde zikretmiş ve bu meselelere cevap vermiştir.
Haricilerin bu
görüşlerinin, asrımızda delil olarak yalnız Kur'an ile yetinelim görüşünde olan
bazı kimselere büyük etkisi olmuştur. [97]
Şiiliğin tohumu,
hilafeti manevi bir miras olarak görenler tarafından atıldı. Bunlar:
Resûlullâh (SAV) in maddi olan mirasına insanların en layıkı akrabası olduğu
gibi, manevi miras olan hilafete de onlar layıktır. Resûlullâh (SAV) in en
yakın akrabası ise amcası Hz. Abbas ile amcasının oğlu Hz. Ali'dir.
Hz. Ali'nin daha önce
müslüman olması , çok savaşlara katılması, ilimde ileri bir seviyede olması,
Hz. Fatıma ile evlenmesi itibariyle Hz. Abbas'dan halife seçilmeye daha
layıktır dediler.
Resûlullâh (SAV) in
Hz. Ali'yi hilafete tayin etmesi ve hilafeti ona vasiyyet etmesine dair sahih
bir delil yoktur.
Buhârinin
İbn-iAbbas'dan rivayet ettiğine göre, İbni Abbas şöyle demişdir: "Hz. Ali,
Resûlullâh (SAV) in vefat ettiği hastalığında yanından çıkmıştı. İnsanlar:Ey
Ebü'l Hasan (Hz. Ali'nin künyesi) ÎResûlullâh (SAV) (bu gece ) nasıl
sabahladı?diye sordular. Hz. Ali "Allah'a hamdolsun hastalıktan iyi olarak
sabahladı"diye cevap verdi. Hz. Ali'nin bu cevabı üzerine onun elini (ba-bam)Abbas
tutarak Hz. Ali'ye "Vallahi üç gün sonra başkasına kul , köle
olacaksın(Hz. Abbas bu sözüyle şöyle demek istiyor"Yarın Rasululah (SAV)
in vefatı üzerine birisi halife olacak, sonra sen onun bir memuru
olacaksın)Çünkü ben kesin olarak sanırımki Resûlullâh (SAV) bu hastalığından
yakında ölecektir. ' Ben Abdülmuttalip oğullarının ölüm sırasında yüzlerinin
(ne şekil aldıklarını tecrübemle) bilirim. Şimdi Resûlullâh (SAV)a gidelim bu
hilafet işi kimde bulunacağını Resûlullâh (SAV)a soralım. Hilafet bize ait ise
bunu Resûlullâh (SAV) in sağlığında bilelim. Bizden başkasına ait ise bunuda
öğrenelim. Ve bizi onaVasiyyet etsin"dedi (Hz. Ali "Bu işi bizden
başka uman bulunurmu? der-sin"diye sordu. Hz. Abbas: "Vallahi bulunur
sanırım" dedi) Bunun üzerine Hz. Ali: "Vallahi bu işi biz Resûlullâh
(SAV)a sorar oda bizi bundan men ederse (İyi bilki) Resûlullâh (SAV) in
(vefatından) sonra (halk bunu delil göstererek) hilafeti bize vermezler. Bundan
dolayı ben Resûlullâh (SAV)'a sormam (ve hilafet istemem)" diye yemin
etti."
Resûlullâh (SAV) in
vefatından sonra halife seçilen Hz. Ebu Bekir'e Hz. Ali biat etti. Sonra Hz.
Ömer'e, daha sonra Hz. Osman'a biat etti. Hz. Ali'nin makamı düşünülürse onun
hilafete daha layık olduğu anlaşılır. Hz. Fatıma halife seçilen Hz. Ebu Bekir'e
haber gönderdi. Babasının Medine'de Fedek'de, Hayber'de bıraktığı topraklardan
miras istedi. O zaman halife, Hz Fatıma'ya şu hadis-işerifle: "Resûlullâh
(SAV) "Biz peygamberler, miras bırakmayız her ne bırakırsak
sadakadır" buyurmuştu. Ben Resûlullâh (SAV) in yaptığını değiştirmem"
diye cevap verdi. Hz. Fatıma ya bir şey vermeye razı olmadı Hz. Fatıma
babasının mirasını kendisine Hz. Ebu Bekir'in vermediği görüşündeydi. Hz Ali
zevcesi Hz Fatıma vefat edinceye kadar altı ay Hz Ebu Bekir'e biat etmeyi
geciktirdi.
Abbas b.
Abdülmuttalip, Ebu Süfyan, Mikdad b. Esved, Zübeyir, Ammar b. Yasir, Huzeyfe b.
el Yeman, Ebu Zer gibi sahabeden bir gurub, Hz Ali'nin hilafete layık olduğu
görüşünde olduklarından Hz Ebu Bekir'e biati geciktirdiler. Fakat sonra hepsi
Hz Ebu Bekir'e biat ettiler.
Hz. Ali'nin hilafete
layık olduğu fikri gelişti. Denildi ki, bu fikir sahiplen, Şiiliği
oluşturdular. Şiiler, imamet (hilafet) hakkında bir çok gurublara ayrıldılar.
Fakat bu gurublardan hiç biri Hulefa-i Raşidin devrinde mevcud değildi. Bu
gurublar Hz. Ali'den sonra kimin imam olacağı hakkında ortaya çıktılar.
Şiilerin temel
prensipleri İbn-i Haldun'un "Mukaddime" isimli eserinde zikrettiği şu
esaslardan ibarettir. "Hilafet meselesi, ümmetin görüşüne başvurulan umumi
meselelerden değildir. Halife olacak kişi de ümmetin tayini ile başa gelecek
birisi değildir. Hilafet, dinin temel prensibi ve islamın bir esasıdır. Her
hangi bir peygamberin bundan gafil olması, onu ihmal etmesi ve bunu ümmete
bırakması asla caiz değildir, daha doğrusu ümmeti için imam tayin etmek her
peygamber üzerine vaciptir.
İmamın büyük ve küçük
bütün günahlardanberi olması gerekir. Resûlullâh (SAV) hilafet makamına Hz.
Ali'yi tayin etmiştir. Şiiler Hz. Ali'nin Resûlullâh (SAV) tarafından imam
tayin edildiğine dair bir takım deliller naklederler ve bu delilleri
mezheplerinin gereğine göre yorumlarlar. Hadis ilmi sahasının büyük üstatları
ve şeriatı nakledenler bu gibi delilleri tanımazlar, daha açıkçası bu
delillerin çoğu ya uydurulmuştur veya senetlerinde kabul edilmeyen raviler
vardır veya onların batıl yorumlarından uzaktır. "[98]
1) Şiiler,
Hz. Ali'nin Resûlullâh (SAV) dan sonra herkesten daha üstün, cennetteki makamı
daha yüksek, özellikleri, meziyetleri, menkıbeleri daha çok, masum ve günahsız
olduğunda ve Hz. Ali'ye düşman olanın veya ona
karşı savaşanın veya
ona buğzedenin Allah'ın düşmanı olduğunda,
kafirler ve münafıklarla
beraber cehennemde ebedi kalacaklarında ve
Hz. Ali ile Resûlullâh (SAV) in arasında sadece bir
peygamberlik rütbesi bulunduğunda ve Hz. Ali'den sonra gelen bütün imamların da
aynı özelliklere sahip olduklarında ittifak etmişlerdir
2) Şehristani'de zikredildiği gibi şiilerden bir
gurup Hz. Ali'yi aşırı derecede sevdikleri için onu ilahlaştırmış-lardır. Bu
guruba göre Hz. Ali'ye ilahi bir cüz hulul etmiş (girmiş) bu ilahi cüz Hz.
Ali'nin bedenliyle birleşmiştir. Hz. Ali bu ilahi cüz sayesinde gaybı biliyor,
gelecek harplerden haber veriyor, vermiş olduğu bu haber ler doğru olarak
çıkıyordu. Bu ilahi cüz sayesinde kafirlerle savaşıyor üstünlük ve zafer
kendisinin oluyordu. Bu ilahi .cüz sayesinde Hayber kalesinin kapısını yerinden
söktü ve: "Vallahi ben Hayber kalesinin kapısını cismani kuvvetimle ve
gıdai hareketimle sökmedim , fakat ben onu ilahi bir kuvvetle
söktüm"demiştir.
Bu gurup: "Bu
ilahi cüz Hz. Ali'de bazı zamanlarda zuhur ediyordu" diyorlardı. Bu Şii
gurubuna ilahi cüzün Hz. Ali'ye hulul fikri, hıristiyanlıktan geçmiştir.
Şiiler arasında Hz.
Ali'nin geri Höneceği fikrinin gelişip yayılması, şiileri imamların gizlenmiş
olduğu inancına götürdü. Bu inançlarından "beklenen mehdi" fileri
doğmuştur. Bu mehdi ortaya çıkacak, yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Bu mehdi
fikrinin doğmasının bir çok sebepleri vardır. Çünkü Şiilerin çoğu Irak'da
yaşıyordu, Irak'da değişik milletler vardı. Irak'da eskiden beri çeşitli ve
acaip mezhepler bulunuyordu. Irak'daki acaip mezhepler arasında hulule inanan
bir mezhepde bulunuyordu. Şiiler bu mezhebin tesiri altında kalmışlardır.
.Hicaz'daki müslüman Araplar ise, böyle batıl iddialardan ve mezheplerden
uzaktılar. Bunlar İslamdaki Allah'ın birliği üzerine kurulmuş olan fıtrat
akidesini tanıyorlardı. Nitekim Allâh'ü Tealâ Kur'an'da Resulünün diliyle:
"De ki, " Ben ancak sizin gibi bir insanım. Yalnız ilahınız bir
ilandır." diye bana vahy olunuyor, onun için her kim Rabbine kavuşmayı
arzu ederse yararlı bir iş yapsın ve Rabbine yaptığı ibadete kimseyi ortak
etmesin buyurmuştur. [Kehf sûresi: 110] Resûlullâh (SAV)'a ilandan bir cüz
hulul etmezse, başkasına nasıl huîül eder. [99]
Bunlar Hz. Ali'nin
evladından, Hz. Hüseyin'in torunu Zeyd'e bağlı olanlardır. Bunların mezhebi Şii
mezhebinin en mutedili ve ehl-i sünnete en yakın olanıdır. Bunlar imamet
(hilafetin) delille belirlenmiş olduğu görüşünde değillerdir. Hulule inanan
aşırı fırkanın görüşünüde kabul etmezler. Bunlar daha üstün bir şahıs bulunduğu
halde ondan daha aşağı derecede olan birinm imam (halife) olabileceğinikabul
ederler. Bundan dolayı Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'in halifeliklerinin sahih
olduğunu kabul ederler
Bu gün, Zeydiyye
mezhebine bağlı olanlar en çok Yemen'de bulunmaktadır.
İmam Zeyd, büyük bir
imam ve fıkıh âlimi idi. Zeyd'in fıkıh ilminde "Kitab'ül
Mecmü'"isimli bir eseri vardır. [100]
Bunlar, Hz. Muhammed
(SAV) Hz. Ali'yi halife olarak tayin etmiştir, fakat Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer
halifeliği zorla almışlardır."derler.
Bunlar, imama inanmayı
imanın rükünlarından sayarlar. İmamiyye bir çok fırkalara ayrılmış oldukları
için imamlarda ve imamların sıralarında ihtilaf etmişlerdir.
İmamiyye: "Dönüşü
beklenen "İmamı Muntazar" denilen "Mehdi" dönecektir"
derler.
İmamiyye'nin en meşhur
fırkaları: "İsmailiyye" ile "İsna aşeriyye"dir.
Her fırkanın diğer
fırkalardan ayıran kendine has mezhebi vardır.
Şiiliğin islam
fıkhında büyük tesiri olmuştur. Şiiler ilmi ancak kendi âlimlerinden alırlar,
delilleride kendi mezheblerine uygun olarak yorumlarlar. Kendilerinden olmayan
âlimlerin sözlerine itibar etmedikleri için icmai kabul etmezler. Ve
"Kıyasda rey (görüş) den ibarettir, din ise rey (görüş) den alınmaz"
diyerek kıyasıda kabul etmezler. Din ancak Resûlullâh (SAV) dan ve günahsız
olduklarına inandıkları imamlarından alınacağını iddia ederler. Bunların bu
görüşleri , Ehl-i sünnet vel cemaate usûl (inançlar) ve fîirü (şer-i hükümler)
den bir çok konularda muhalefet etmelerinden kaynaklanmaktadır
a) İmamiyye:
"Hz. Ali, Resûluîlâh (SAV)tarafından açık bir delille imam ve vasi tayin
edilmişdir. İmam ve Halife Hz. Ali'nin evladından olmayan bir kimse halife
olursa ya o kimse halifeliği haksız olarak almış veya Hz. Ali'nin
evladındanolan zat takiyye yaptığı için halifeliği o kimseye vermiş olur.
İmamet (hilafet) ammenin
seçmesine bırakılacak sosyal bir hüküm değildir. Bilakis hilafet dinin
rükünlerındendır. Resûlullâh (SAV) in onu ihmal etmesi, ondan gafil olması, onu
ammeye bırakması caiz değildir.
İmamın, günahdan,
zulümden, hatadan, unutmaktan beri olması vacipdir" derler.
İsmailiyye: Bunlar
imamiyyenin bir kolu olup Cafer es-Sadik'ınoğlu İsmaile bağlı olanlardır.
Bunlar Allâh'ü Tealâyı bir ve tek kabul etmek manasına gelen
"tevhidi" isbat için Allâh'ü Tealâ'nın (ilim, semi', basar. . . )
gibi sıfatlarını inkar edip bu sıfatlar isbat edildiği taktirde
"tevhİd" inancına aykırı düşeceği, Kur'an'ın zahir ve batın manaları
bulunduğu, halkın onu ancak zahir manasını bildiği kendilerinden olan veliler
Kur'an'ın batın manasını "ilmi batın" diye tevil ettikleri şeriatın hükümlerinden
ancak halk tabakası sorumlu olup yüksek tabakanın sorumlu olmadığı"
görüşündedirler.
b) Şiiler,
müt'a nikahının caiz olduğunu söylerler ve bu nikahın nesh edilmediğine dair şu
âyeti Kerimenin zahir manasını delil gösterirler: "O halde hangi kadınlardan
faydalandınız ise, kararlaştırılmış olan ücretlerini kendilerine veriniz"
[Nisa sûresi: 24] Cumhura göre, bu âyet bilinen meşru nikah hakkındadır.....
Bu âyetteki
"faydalanmak" ile kocanın karısına meşru nikah ile cinsi yakınlıkta
bulunmak suretiyle tam faydalanması murat edilmiştir. Bu âyetteki
"ücretler" ilede kocanın karısından faydalandığında kararlaştırılmış
mehrin tamamını karısına vermesinin vacip olduğu murat edilmiştir. Bu âyette
mehre ücret adı verilmesi, müt'a nikah ücreti olduğuna delalet etmez. Çünkü
Kur'an'ın bir çok yerinde mehre ücret adı verilmiştir.
Nitekim Tealâ
Hazretleri, "kadınları velilerinin izni ile nikah edin, ücretlerini
(mehirlerini) güzellikle kendilerine verin" [Nisa sûresi: 25] ve "Ey peygamber biz
sana ücretlerini (mehirlerini) verdiğin zevcelerini helal kıldık" [Ahzab
süresi] buyurmuştur.
İslamm başlangıcında
seferde ailelerinden uzak kaidık-ları için Müt'a nikahına ruhsat verilmişti,
sonra Fetih yılında nesh edilmiştir, (hükmü kaldırılmıştır). Sahabe Müt'a nikahının
haram kılınmış olduğunda ittifak etmişlerdir.
İbn-i Abbas'dan müt'a
nikahının mubah olunduğuna dair rivayet oİunmuşsa da sonra görüşünden dönmüş
-olduğu rivayet edilmiştir.
Müt'a nikahı:
"Bir kimse bir kadına şu kadar mal karşılığında şu kadar zaman senden
faydalanayım" deyip kadında bunu kabul etmekle iki tarafın rızasıyla faydalanmaktır.
Bu nikah yukarıda açıklandığı gibi nesh edilmiş ve batıldır. Hz. Ömer :
"Vallahi başından sahih bir nikah geçen -ailesi hayatta olsun veya ölmüş
olsun-kimsenin müt'a nikahı yaptığını duyarsam onu taşlarla öldürürüm"
demiştir.
c) Şiiler:
"Aşağıdaki âyetin zahir manasını delil göstererek bir müslümamn kitap
ehlinden olan bir kadınla evlenmesi caiz değildir" derler.
"Kafir kadınları
(nızı nikahınız altında) tutmayın" [Mümtehine sûresi: 10]
Cumhur-i fukaha ise:
"Bu âyet ile kitap ehlinden olmayan kadınlar murad edilmiştir. Çünkü
Allâh'ü Tealâ:"Sizden evvel kitap verilenlerden hür ve iffetli kadınlar da
kendilerine mehirlerini verip nikahladığınız taktirde size helaldir"
[Maide sûresi: 5] buyurmuştur" derler.
d) Şiiler, miras
konusundada Ehl-i sünnete
bir çok meselelerde muhalefet ederler. Kadınlara ancak menkul
maldan miras verirler.
Araziden ve akardan
miras vermezler. Miras kalan malın hepsini farz sahibi ölünün
yakınına verirler. Asabeye
farzdan artandan birşey vermezler. Mesela:Ölen kimsenin
geride bir kızı ile bir erkek kardeşi kalsa malın hepsini kızına verirler,
erkek kardeşine mirasdan bir şey vermezler. Ölen kimsenin ana baba bir amcası'nın
oğlunu, baba bir amcasına taktim ederler.
Bu mesele hilafet
konusundaki akidelerine göredir.
Hz, Ali'yi ve onun çocuklarım Hz. Abbas ve onun çocukları üzerine takdim
ederler, çünkü Hz. Ali, Resûlulîâh (SAV) in ana baba bir amcasının oğludur. Hz.
Abbas ise Resûlullâh (SAV) in baba bir amcasıdır. Hz. Fatıma'yı ve onun çocuklarını diğer asabeleri üzerine takdim ederler.
Şiiler, peygamberlerin
mallarına miras olunur görüşün dedirler
e) Şiiler "Boşama ancak iki şahidin
huzurunda yapılır" derler. Bu iddialarına şu âyeti delil gösterirler:
"Bir veya iki ric'i talakla boşanmış" kadınlar iddetlerinin sonuna
yaklaştıkları vakit ya güzellikle tutun (ric'at edin) yahut güzellikle onlardan
ayrılın. İçinizden adalet sahibi iki erkeğide şahit tutun, (sizde ey şahitler!)
şahitliği Allah için (doğru) yapın. Bu söylenenler varya, bununla Allah'a ve
ahiret gününe iman edenlere nasihat verilir. Kimde Allâh'dan korkarsa (Allah)
ona bir çıkış yolu ihsan eder." [Talak sûresi: 2] Cumhur-u fukaha ise: "Boşamak
için şahit tutmaya ihtiyaç yoktur. Şahitlerin bulunması nikahın sahih olmasının
şartıdır. Boşamanın şartı
değildir. Boşamak için şahit tutulması ne Resûlullâh (SAV) den nede
sahabeden nakledilmişdir. Bir koca, karısını boşarken şahit tutmasada karısı
boş olur. Koca, karısını boşadıktan sonra şahit tutar. Allâh'ü teale bir kocaya
karısını ric'i talak ile boşadıktan sonra karısı iddetinin sonuna yaklaştığı
vakit onu tuttuğuna veya ondan ayrıldığına dair inkar etmemeleri için ihtiyaten
iki şahit tutmasını emretmiştir. Böyle şahit tutulması müstehapdır"
demişlerdir.
Hariciler bedevi
tabiatlı oldukları için mert kimselerdi bu yüzden Emeviler ile açıktan
savaşıyorlardı. Şiiler ise işlerini gizli olarak yürütmeye çalışıyorlardı. Bu
gizli çalışmaları "takiyye" (durumu idare etme) olarak bilinir.
Takiyye: Bir kimsenin
canım veya ırzını veya hut malını korumak için gerçekten benimsemediği görüş ve
kanaatin aksini açıklamasıdır. Muhalifi ve düşmanı ile aynı fıkirdeymiş gibi
görünmesidir.
Şiilerden bazıları:
"Korkulduğunda veya bir şeyin elde edilmesi ümit edildiğinde küfrü
benimsemiş gibi görünmek gerekir. Çünkü takiyyesi olmayan kimsenin imanı
yoktur" demişlerdir. [101]
Hz. Ömer, devrinde
islam fütuhatı genişlemeye başladı. Hz. Ömer'den sonra islami fetih dalgaları
kendi yolunu açarak doğuda ve batıda yayılmaya devam etti. Beldeleri feth eden
müslüman Araplar, feth ettikleri beldeleri idare etmek için kendilerini ilim ve
irfan ile yetiştirdiler. Arap olmayıp islami kabul edenler ise hem dinleri ve
hemde dünyaları için Arapçayı öğrenmeleri gerekiyordu. İslami fetihler, feth
edilen beldelerde ilmi hareketi
başlattı. Daha önce anlatıldığı
gibi sahabenin ilmi dereceleri farklıydı. İlmi mevki-i sahip olan sahabiler az
değildi. Bunlar ilmi derecelerine göre üç tabakaya ayrılıyordu. Birinci
tabakada on kadar, ikinci tabakada yirmi kadar üçüncü tabakada yüzyirmi kadar
seçkin ilim sahibi sahabiler bulunuyordu. Bu sahabiler fetihlerden sonra islam
devletinin her tarafına dağıldılar, gittikleri şehirlerin halkına isîamı
öğrettiler. Resûlullâh (SAV) da Yemen'e ve Bahreyn'e islamı öğretmek için
ashabından muallimler göndermişti.
Hz. Ömer hilafeti
zamanında müşkil meselelerde görüşlerine başvurmak, dünyaya dalmalarını ve
idare ile meşgul olmalarını önlemek için sahabenin fakihlerinin Medine dışına
dağılmalarına musade etmezdi. Fakat bununla beraber Hz. Ömer sahabeden
bazılarını, fetihler genişledikten sonra şehirlere muallim olarak gönderdi.
Salim b. Abdullâh'dan
rivayet edilmiştir, demiştir ki:" Biz Zeyd b. Sabit'in vefat ettiği gün
İbn-i Ömer'le beraberdik. Ben ona "Bugün insanların en âlimi Öldü"
dedim. İbni Ömer de "Bugün ona Allah rahmet eylesin. O insanların en âlimi
ve en bilgini idi" dedi. "
Hz. Ömer, sahabeden
bazılarım islam beldelerine dağıttı.
Ömer b. Hattab'dan
rivayet edilmiştir demiştir ki: "Muaz b. Cebel Şam'a gidince, onun gitmesi
Medine'ye, ilimden ve fetvalarından mahrum kalan Medine halkına zarar verdi.
Ben insanların Muaz b. Cebel'e ihtiyaçları olduğu için Hz. Ebu Bekir'e onu Medine'de
alıkoymasını söyledim. Fakat Hz. Ebu Bekir teklifimi kabul etmedi ve:
"Şehit olmak için cihada gitmek isteyen bir kimseyi Medine'de alıkoyamam
dedi. Ben de ona: "Vallahi bir kimse yatağında yatarkende şehidlik
mertebesine ulaşabilir" dedim.
Hz. Ömer Küfe halkına
bir mektub yazarak:"Size Abdullah b. Mesud'u muallim ve vali olarak
gönderdim, onu göndermekle sizi kendime tercih ettim. Ondan ilim öğreniniz ve
ona itiat ediniz"dedi. Abdullah b. Mes'ud küfe'ye varınca mescidin yanma
bir ev yaptı ve oraya yerleşti.
Hz. Ömer'den sonra
feth edilen beldelere sahabenin dağılması arttı. Sahabenin âlimleri ,
gittikleri şehirlerde ilmi hareketi başlattılar. Sahabeden her birinin yanında
bulunan ilim diğer sahabinin yanında bulunmuyordu. Bunlardan her biri eğitimde
ekol olacak âlimler yetiştirdiler. Bu ekollerden her biri üstadlarının ilmini
naklettiler. Tabiinin âlimlerini bu sahabiler yetiştirdiler. Her şehir halkı o
şehirde bulunan sahabinin şahsiyetinin tesiri altında kaldılar. İlmi konularda
sahabilerin metotlarım izlediler. Bu ilmi hareketlerin hasseten şehirlerde
gelişmesi tabiidir. Çünkü şehirlerin halkı daha çok ve daha uygardırlar. [102]
Resûlullâh (SAV),
Mekke fethedildikten sonra oranın halkına, helal ve haram gibi fıkhi bilgileri
öğretmek ve onlara Kur'an okutmak için Muaz b. Cebel'i bıraktı. Muaz b. Cebel
ilim ve ahlak bakımından ensarın en üstün fakihlerindendi. Resûlullâh (SAV)
zamanında Muaz b. Cebel Mekke'nin muallimi sayılıyordu. Emevi hükümdarlarından
Abdülmelik b. Mervan ile Abdullah b. Zübeyr
arasında ihtilaf çıkınca
Abdullah b. Abbas
Mekkeye gitti. Orada
ilim öğretmeye devam etti. Abdullah b. Abbas Beytül haramda oturuyor, tefsir,
hadis, fıkıh ve edebiyat öğretiyordu. Abdullah b. Abbas'm tabiinden
yetiştirdiği talebelerin en meşhurları: Mücahit b. Cebr, Ata b. Ebi Rebah, ve
Tavus b. Keysan idi. Bu üç âlim aslen arap değillerdi, ez- Zehebi ile İbni
Saad, Tavus'u Yemen âlimlerinden sayıyorlardı. İbn'i Kayyım ise, Tavus'u Mekke
fakihlerinden ve müftülerinden sayıyordu. Çünkü Tavus hayatının sonunu
Mekke'de geçirmişdi. [103]
Medine hicret yurdu,
hilafet merkezi, kibâr-ı sahabenin yerleştiği ilim ve irfanca meşhur bir
şehirdi.
Medine'de kendilerini
ilmi hayata veren, arkadaşları ve talebeleri çok olanların en meşhurları': Zeyd
b. Sabit ile Abdullah b. Ömer b. Hattab'dır.
Medine'de sahabeden
âlim olanların elinde tabiinden yetişen talebelerin en meşhurları:Said b.
Müseyyeb ile Urve b. ez-Zübeyr b. el-Avvam'dir. Sonra Kureyşli İbn-i Şihab
ez-Zühri tabiinin büyüklerinden ilim aldı. Medine âlimlerinin fıkhını ve
hadislerini ezberledi. [104]
Küfe'de bir çok sahabi
bulunuyordu. Bunların ilim bakımından en meşhurları Hz. Ali ile Abdullah b.
Mesûd'du. Ancak Abdullah b. Mesudun ilmi tesiri daha çok oldu. Çünkü Ömer b.
Hattab, Abdullah, b. Mesûd'u muallim olarak göndermişdi. Küfe'lilerden bir çok
kimseler ondan ilim
aldılar. Küfe'de büyük
bir ilmi
hareket oluştu.
Abdullah b. Mesûd'dan ilim almış olan talebelerinin en meşhurları: Alkame,
Esved, Mesruk, Şüreyh, Şa'bi, Nehai, Said b. Cübeyr'dir[105]
Basra'da bir çok
sahabi bulunuyordu. Bunların ilim bakımından en meşhurları: Ebu Musa el-Eşari
ile Enes b. Malik'di.
Basra medresesinden
mezun olanların en meşhurları :Hasan-ı Basri ile Muhammed b. Sirin'di. Bu iki
âlim aslen Arap değillerdir. [106]
Rivayet edildiğine
göre, Şam'da vali bulunanYezid b. Ebi Süfyan Hz. Ömere "Şam halkının
kendilerine kur'ân Öğretecek kimselere ihtiyacı vardır "diye bir mektup
yazdı. Bunun üzerine Hz. Ömer Muaz b. Cebeli Ubade b. Samit'i, Ebu'd-Derda'yı
Şam'a gönderdi. Muaz hayatının sonuna kadar orada muallimlik yaptı. İkameti
Filistin'de sona erdi. (yani orada vefat etti.)
Ubade b. Samit, Hıms
emirliğini üstlendi. Ebu'd-Derda Dımaşk'a yerleşti. Bunlar tabiinden Ebu İdris
el Havlani, Mekhul-i Dımaşki, Ömer b. Abdulaziz, Reca b. Hayve gibi bir çok
âlim yetiştirdiler. Sonra Şam halkının imamı Abdurrahman el-Evza i oldu. [107]
Abdullah b. Amr b.
el-As Mısır'da bulunan sahabilerin en «meşhuru sayılır. Mısır'da bulunan
sahabiler oranın halkına ilim öğrettiler.
Abdullah b. Amr b.
el-As, Resûlullâh (SAV) in hadislerini en çok bilen sahabilerdenbiriydi.
Abdullah Mısır'da ilmi hareketi başlattı. Mısır halkından bir çok kimse ondan
ilim öğrendi. Ondan sonra Leys b. Sad'ın üstadı olan Yezid b. Habib şöhret
kazandı. [108]
Tabiinden San'a kadısı
Mutarrif b. Hazime, Abdürrezzak b. Hemmam Hîşam b. Yusuf Yemen fakihlerinden
olarak bilinir. [109]
Resûlullâh (SAV) vefat
edince Kuranı Kerim, kalplerde hıfz edilmiş (ezberlenmiş) ve geniş hurma dalları,
deriler, kürek kemikleri, ince ve beyaz taş levhalar gibi yazı yazılmaya
elverişli şeyler üzerine yazılmış bir halde bulunuyordu.
Sünnet (hadis)e
gelince, onun durumu böyle değildi, çünkü sünnet (hadis) daha önce anlatıldığı
üzere bazı sebeblerden dolayı Kur'an-ı Kerimin yazıldığı gibi yazılmış değildi.
Hadislerin
yazılmamasının sebeplerinden en Önemlisi Resûlullâh (SAV) in Kur'an ile hadisin
birbirine, karıştırılmasından endişe ettiği için Kur'andan başka bir şeyin
yazılmasını yasaklamasıdır. Yasaklama, sadece bir karıştırmayı önlemek
maksadıyla alınmış bir -muvakkattedbirdir. Karıştırmayacağından emin olduğu
kimselere Resûlullâh (SAV) başlangıcdan beri izin verdiği gibi bu tehlike
ortadan kalktıktan sonra umumi olarakda yazma iznini vermiştir. Nitekim
Resûlullâh zamanında sahabilerden bazıları "sahifeler= hadis
risaleleri" yazmışlardı
Resûlullâh (SAV),
ashabına, hadisleri kendilerinden sonrakilere tebliğ etmelerini, rivayet ve
tebliğ ederken dikkatli davranmalarını tavsiye buyurmuştur.
Ebu Davut ile
Tirmizi'nin Zeyd b. Sabit'den rivayet ettiklerine göre Resûlullâh (SAV)
"Benim sözümü işitip, belleyip anladıktan sonra işittiği gibi başkasına
rivayet eden kimsenin Allah yüzünü ağartsın. Çünkü kendisine tebliğ edilen
kişi, (benden) işiterek (tebliğ eden)den daha anlayışlı olabilir"
buyurmuştur. Sahabe bu emri tuttu. Resûlullâh (SAV) in emanetini ümmetine
tebliğ etti.
Sahabiler şehirlere
dağıldılar, oralarda muallim oldular. Tabiinden olanlar uzun yolculuk
meşakkatine katlanarak sahabilerin yanlarına gidip onlardan ilim öğrendiler.
Lakin sahabiler Resûlullâh (SAV) dan rivayet ettikleri hadislerin az veya çok
olması bakımından farklıydılar. Bundan dolayı sahabiler, az hadis rivayet
edenler "el-Mukillün" ve çok hadis rivayet edenler "el-Muksirün"
diye ikiye ayrılır.
Az hadis rivayet
edenlerden bazıları :Zübey*ş Zeyd b. Erkam, İmran b. Husayn'dır. Bunlar
kasıtsız olarak hataya düşmekten korktukları için az hadis rivayet etmişlerdir.
Bundan dolayı Enes b. Malik, Resûlullâh (SAV) dan rivayet ettiği hadisin sonunda
"ev kema kale" sözünü söylerdi.
Çok hadis rivayet
edenlerden bazıları:
Ebu Hüreyre, bazı
araştırmacıların zikrettiğine göre, bu sahabinin rivayet ettiğihadis sayısı
(5374) ü bulmaktadır.
Abdullah b. Ömer'in
rivayet ettiği hadis sayısı (2630) u bulmaktadır.
Enes b. Malik'in
rivayet ettiği hadis sayısı (2286) yi bulmaktadır. Hz. Aişe'nin rivayet ettiği
hadis sayısı (2210) u bulmaktadır.
Abdullah b. Abbas'ın
rivâyetettiği hadis sayısı (1660) ı bulmaktadır.
Cabir b. Abdullah'ın
rivayet ettiği hadis sayısı (1540) ı bulmaktadır.
Sahabeden bazılarının
çok az hadis rivayet ettiklerini görüyoruz. Bazılarının çok hadis rivayet
etmelerinin sebebi: Resûlullâh (SAV) ile uzun süre birlikte olmaları Resûlullâh
(SAV) dan sonra çok yaşamış olmaları ve kendilerinden hadis alanların çok
olmasıdır.
Sahabinin küçükleri,
sahabinin büyüklerinden hadisleri toplamak ve öğrenmek için belde belde
dolaşarak büyük gayret gösterdiler. "Edebi müfred" isimli eserinde
Buhârinin, İmam Ahmed'in, Tabarani'nin, Beyhaki'nin -lafız Bey haki'nindir-
Cabir b. Abdullâh'dan rivayet ettiklerine göre, Cabir b. Abdullah demiştirki:
"Benim işitmediğim bir hadis Resûlullâh (SAV) in ashabından bir kimsenin
işitmiş olduğu bana ulaştı. Bunun üzerine bir deve satın aldım. Onun üzerine
yükümü bağladım, sonra bir aylık mesafeye gittim, nihayet Şam'a vardım. Birde
ne göreyim o kimse ensardan Abdullah b. Üneys'dir. Yanına gidip ona:
"Mezâlim (kısas) konusunda benim işitmediğim bir hadisi senin Resûlullâh
(SAV) 'dan işitmiş olduğun bana ulaşdı.
O hadisi işitmeden
önce benim ölmemden veya senin
ölmenden korktum" dedim. Bunun üzerine Abdullah b. Üneys, Resûlullâh (SAV)
şöyle buyururken dinledim: "İnsanlar sünnetsiz ve bühm olarak haşr
olunurlar, biz "bühm nedir?" diye sorduk. Resûlullâh (SAV) insanların
yanında hiçbir şeyin bulunmamasıdır." buyurdu. Sonra Allâh'ü Tealâ
insanlara "Ben deyyanım"=Mükafatlandiran veya cezalandıranım"
diye Öyle bir nida edecekki, yakında olanların işittikleri gibi, uzakta
olanlarda işitirler. Cehennemliklerden birinin, cennetliklerden birinde hakkı
varken Ben o cehennemliğin hakkını cennetlikten almadıkça cehenneme giremez.
Cennetliklerden birinin cehennemlik-lerden birinde bir hakkı varken Ben o
cennetliğin hakkını cehennemhkden almadıkça cennete giremez. Hatta o hak bir
tokatta olsa, kısas alınmadan ne cehennemlik cehenneme nede cennetlik cennete
giremez. Biz Resûlullâh (SAV)'a "çırılçıplak, sünnetsiz ve yanımızda bir
şey bulunmadığı halde Allâh'ü Tealânın huzuruna varırsak üzerimizde bulunan
haklan nasıl ödeyeceğiz." diye sorduk. Resûlullâh (SAV):
"Sevaplarınızla ve günahlarınızla ödeyeceksiniz" buyurdu. Şöyleki:
"Üzerinde başkasının hakkı bulunan kimsenin sevabı varsa sevabı alınıp hak
sahibine verilecek, sevabı yoksa hak sahibinin günahı alınıp o kimseye verilecektir."
İşte hadis ilmi
rivayeti, ilim erbabının böyle uzun yolculuk zahmetine katlanarak başlayıp
genişleyerek yayıldı. Gözler sahabeye çevrildi, tabiin, sahabeler ölmeden önce
onlarla buluşup ezberlerinde bulunan ilmi alıp zapt etmek için büyük gayret
gösterdiler. Sahabeden ilim almada hiçbir kimse şüphe etmiyordu. Çünkü fitne
çıkıp müslümanlar siyasi guruplara ayrıhncayakadar hadisler arasına hiçbir şey
sokulmamıştı. Müslümanların siyasi hayatları
değişmeye başlayınca ona
bağlı olarak dini hayatlarıda değişti. [110]
Fitne çıktıktan sonra
müslümanlar guruplara ayrıldılar, her gurup kendi görüşünü Kur'an ve hadisle
tey'id etmeye çalışıyordu. Guruplardan bazıları: "Âyet ve hadisleri gerçek
manalarının dışında yorumluyorlardı. Âyet ve hadisleri gerçek manalarının
dışında yorumlamaları mümkün olmayınca kendi davalarını haklı göstermek için
Resûlullâh (SAV) m söylemediği sözü Resûlullâh (SAV)'a nisbet ediyorlardı.
Bilhassa imamlarının üstünlüğü hakkında hadis uyduruyorlardı. Bu musibet ilk
defa şiiler den meydana gelmiştir. Hadis uydurma Resûlullâh (SAV) devrinde
olmamıştır. Sahabeden hiç biri hadis uydurmamıştır. Çünkü sahabenin hepsi
adaletli kimseler idi, aralarında meydana gelmiş olan ihtilaf din hakkındaki
içtihatlarından kaynaklanmıştır. Sahabeden her biri hakkı arıyor ve hakkı
istiyordu. Hadis uydurma tabiin devrinde siyasi ihtilaflardan doğmuştur. [111]
Hadis uydurmanın asıl
sebebi siyasi sebepdir. İmam Malik'e Rafıza (Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'in
hilafetini kabul etmeyen Hz. Ali'nin çocuklarına şeriat dışı muhabbet gösteren
bir şii fırkasın) dan soruldu. İmam Malik:
"Onlarla konuşma,
onlardan hadis rivayet etme, çünkü onlar yalan söylerler" dedi.
Şii olarak bilinen
Kadı Şüreyh b. Abdullah: "Ben herkesden hadis alırım, ancak Rafızi'lerden
almam, çünkü onlar hadis uydururlarve hadis uydurmayıda ibadet kabul ederler.
Bu yüzden Rafıza en çok hadis uyduran gurupdur" demiştir.
Hammad b. Seleme:
"Bana Rafizilerden bir âlim şöyle dedi: Biz bir yerde toplandığımız zaman
birşeyi güzel görürsek o şey hakkında hadis uydururduk" demiştir.
İbn-i Teymiyye:
"Minhacü's-Sünne"isimli eserinde bu konuda şu bilgileri vermiştir:
Rafızilerin uydurdukları hadislerden bazı örnekler:
"Hz. Adem'in
ilmini, Hz. Nuh'un takvasını, Hz. İbrahimin hilmini (yumşaklığını), Hz.
Musa'nın heybetini, Hz. İsa'nın ibadetini görmek isteyen Hz. Ali'ye
baksın"
Ve: "Ben ilmin
terazisiyim, Ali onun iki kefesi, Hasan ile Hüseyin onun bağlan, Fatıma
bağlandığı yer, bizden olan imamlar terazinin direkleridir. Bu terazide bizi
sevenlerin ve sevmeyenlerin amelleri tartılır."
Ve: "Hz. Ali'yi
sevmek sevaptır, bu sevgi ile birlikte günah zarar vermez. Ali'yi sevmemek
günahdır bu sevmemekle birlikde sevap fayda vermez."
Bu haberlerden ve buna
benzer haberlerden yalan kokusu açık bir şekilde yayılıyor. Ehl-i sünnet
taraftarları olan cahillerden azda olsa haberler arasına şu uydurma hadisler
sokularak nakledilmiştir: "Cennetteki her ağacın yapraklarına Lailehe
illAIlâh Muhammedünresûlullâh, Ebu
Bekir es Sıddık, Ömer el-Faruk, Osman Zinnureyn, yazılmıştır."
Ve: "Kendilerine
güvenilirler üçdür: Ben, Cibril, Muaviye"
Âlimlerin zikrettiğine
göre, hariciler takva sahibi oldukları ve büyük günah işleyeni kafir
saydıkları için islam fırkaları arasında en az hadis uyduran fırkadır:
"Benden size bir hadis geldiği zaman onu Allah'ın kitabı ile
karşılaştırın, eğer o hadis Allah'ın kitabına uygun olursa onu Ben
söylemişimdir. "Bu hadis uydurmadır, Haricilere nisbet edilmiştir. Fakat
bazı hadis araştırmacıları bu hadisi Haricilerin uydurmuş olduğunu kabul
etmemişler ve: "Bu hadisi onların uydurduğuna dair kendisine itimat
edilecek bir delil yoktur" demişlerdir.
Ebu Davut: "Sapık
fırkalar arasında Haricilerden daha fazla sahih hadis rivayet eden yoktur"
demiştir.
İbn-i teymiyye:
"Sapık fırkalar arasında Haricilerden daha doğru daha adaletli
yoktur" demiştir.
İbn-i Teymiyye:
"Hariciler bile bile hadis uydurmazlardı, çünkü onlar doğrulukla
bilinmektedirler, hatta onların rivayet ettikleri hadisler, hadislerin en
Sahihidir denilir" demiştir. [112]
(Müslüman olmadıkları
halde müslüman görünen kimseler) islamın bir çok beldelerde davet ve devlet
sancağının dalgalanması, idarede ve kültürde geçmişleri olan kırallıklar,
emirlikler ve beyliklerin islam sahasına girmeleri islam inanç kaynağının temiz
olup kolay kabul edilir olması içlerinde İslama ve müslümanlara kin ve
düşmanlık besleyen zındıklara ağır geldi. Bu zındıklar, islam dininden ve
müslümanlardan İntikam almak, istediler bu intikam duygularını gerçekleştirmek
için islam inancını bozmak, islamın güzelliklerini çirkin göstermek,
müslümanlarm saflarını ve ordularını parçalamak yolunu seçtiler.
Müslümanların dinini
bozmak için hadis sahasını en uygun olarak buldular. Bir çok hadis uydurarak
gerçek hadislerin arasına soktular. Uydurdukları hadislerin özellikleri, saçma
olması, akla ve duygularla bilinene aykırı olmasıdır. Uydurdukları hadislerden
bazı örnekler:
"Alah'ü Tealâ,
melekleri kollarının ve göğsünün kıllarından yarattı"
Ve "Allâh'ü
Tealâ, harfleri yaratınca (ba) harfi secde etti, elif ayakta kaldı"
Hadis uyduran en
meşhur zındıklar şunlardır:
AbdülKerim b.
Ebi'1-Avca, bunu Basra valisi Mu-hammed b. Süleyman b. Ali öldürmüştür,
öldüreceği zaman yüzlerce hadis uydurdum diye itiraf etmiştir.
Beyan b. Sem'an , bunu
Halid b. Abdullah el-Kasri öldürmüştür.
Muhammed b. Said
el-Maslüb , bunu Ebu Cafar el-Mansur öldürmüştür. [113]
Miliyetçilerin
uydurdukları hadisler: "Allah gadap halinde vahyi Arapça olarak İndirir.
Rıza halinde vahyi Farsça olarak indirir. "
Arapların cahilleri
onlara benzeriyle karşılık vererek: "Allah gazap halinde vahyi farsça
olarak indirir rıza halinde vahyi Arapça olarak indirir" demişlerdir.
Ebu Hanife için
taraftarları şu hadisi uydurmuşlardır: "Ümmetimden (künyesi) Ebu Hanife
ismi Numan olan bir kimse çıkacaktır. O ümmetimin ışığıdır."
İmam Şafı'ye hücum
edenlerin uydurdukları hadis "Ümmetimden Muhammed b. İdris denilecek bir
kimse çıkacaktır, o ümmetim için iblis'den daha zararlı olacaktır "
Beldeler ve
kabilelerin fazileti hakkında uydurulmuş hadisler:
"Dört belde
cennet beldelerindendir bunlar: Mekke, Medine, Kudüs ve Dnnaşk'dır."
Kureyş, Cüheyne,
Müzeyne, Eşlem, Gıfar gibi kabileler hakkında pek çok hadis uydurmuşlardır. [114]
Müslümanları iyi
amellere teşvik etmek ve onları kötülüklerden sakındırmak maksadıylada hadis
uyduranlar olmuştur.
Nitekim vaizlerden
bazıları insanların duygularına tesir etmek
ve onların beğenilerini kazanmak
için hadis uyduruyorlar sonra
bunları Resûlullâh'a nisbet ediyorlardı. İşte bu uydurma hadislerden biri
şudur:
Her kim "lailehe
illAllâh" derse Allâh'ü Tealâ her kelime-sinden bir kuş yaratır gagası
altından, tüyleri mercandandır."
Ahlak ve tasavvuf
kitaplarında pek çok uydurma hadisler vardır.
İbn-i Kuteybe:
"Sahih hadislerin arasına uydurma hadisleri karıştıran guruplardan ikinci
gurup el- Kussas (kıssacılar ve hikayeciler) dir" demiştir.
Çünkü kıssacılar halkı
kendilerine çekmek için kendi bilgilerini münker ve yalan hadislerle
süslüyorladı. Halk tabakası akıl dışı ve aklın kabul etmeyeceği acayip
hikayeleri anlatan veya kalpleri yumuşatıp duygulandıran kıssacıları
dinlemekten hoşlanır.
Bir kıssacı cenneti
anlatırken şöyle demiştir: Cennette miskden veya zaferandan yaratılmış huriler
vardır. Allah Tealâ cennette sevdiği bir kulu için beyaz inciden bir köşk
hazırlamıştır. O köşkün yetmiş bin bölümü vardır' her bölümde yetmişbin oda vardır'
her odada yetmişbin yatak vardır. Böyle bir köşke sahib olan mümin bu odaları
dolaşmakla bitiremez ve oradan ayrılamaz.
Süyuti'nin
"Tahzirü'l- Havas min ekazibi'l- Kussas" isimli bir kitabı vardır. Bu
kitabı şeyh Muhammed es-Sabbağ tahkik etmiştir. İslam Yayınevi bu kitabı
neşret-miştir. Kur'an sürelerinin faziletleri hakkında rivayet edilen
hadislerden birçoğu uydurmadır.
Nuh b- Ebi Meryem:
"İnsanların Kur'an okumaktan yüz çevirip Ebu Hanefi'nin fıkhi ve Muhammed
b. İshak'ın Megazisi ile
meşgul olduklarını gördüm.
Bu yüzden Kuran surelerinin faziletleri hakkındaki hadisleri uydurdum.
" diye itiraf etmiştir.
Hadis uyduranlardan
biride büyük bir zahid olan Gulam Halil'dir. Şeytan ona zikirler ve virdlerin
faziletleri hakkında hadis uydurmayı güzel göstermiş oda bu konularda hadis
uydurmuştur." Kendisine "İnsanları duygulandıran bu hadisleri nereden
aldın?" diye sorulduğunda "Halkın kalplerini yumşatmak için bunları
biz uydurduk" cevabını vermiştir. [115]
Âlimler sahabe
devrinden itibaren, hadislerin toplanıp yazılmasının tamam olmasınakadar sahih
hadisleri ayırmak için büyük çabalar harcamışlar bu çalışmayı yaparken ilmi
yollardan en doğru yolu tutarak bütün hadisleri inceden inceye tetkik etmişler,
sahih olmayan hadisleri, sahih olan hadislerden ayıklayıp temizlemişledir.
İslam ümmeti bu
çalışmasıyla diğer bütün milletlere karşı, ne kadar iftihar etse hakkıdır.
İslam âlimlerinin bu
çalışmada izledikleri yolu maddeler halinde özetleyebiliriz: [116]
Sahabe ve tabiin
âlimleri fitne ve fırkalar meydana çıktıktan sonra hadislerin naklinde
senetlerini araştırmaya başlamışlardır.
Bunlar hadislerden
ancak senetlerini ve ravilerini tanıyıp onların güvenilir ve adaletli
olduklarına kanaat getirdikten sonra o ravilerin hadislerini kabul etmişlerdir.
Sahih-i Müslüm'in
mukaddimesinde İbn-i Şirin, den nakledildiğine göre, İbn-i Şirin şöyle
demiştir: "Hadisçi-ler eskiden senedleri sormazlardı. Fakat fitne ortaya
çıkınca "Bize ravilerinizin adlarını söyleyin" demeye başladılar.
Şimdi Ehli sünnete dikkat ediliyor ve onların hadisleri kabul ediliyor. Ehli
bidate bakılıyor onların hadisleri kabul edilmiyor"
Abdullah b. Mübarek:
"Hadislerin senedleri dindendir, eğer hadislerin senedleri olmasaydı,
muhakkak her isteyen istediğini söylerdi" ve "Bizimle diğer milletler
arasındaki fark, hadislerin senedlerini araştırmaktır" demiştir. Bundan
dolayı tabiinden olanlar ve bilhassa sahabenin küçükleri, güvenilir ravilerden
sahih olan hadisleridinleyip zapt etmek için şehir şehir dolaşmışlardır.
Said b. Müseyyeb:
"Tek bir hadisi öğrenmek için günlerce yol gidiyorum"demiştir.
Şa'bi bir defa
Resûlullâh (SAV) in bir hadisini rivayet ettiği bir kimseye "Al sana
zahmetsiz bir hadis çünkü bir
adam bu hadisden daha
aşağı derecede bulunan bir hadisi öğrenmek için başka bir şehire
gidiyordu." dedi[117]
Âlimler, ravilerin
güvenilir sözlerine ve nakilerine inanılır olup olmadığını bilmek için
durumlarını hayatlarını doğum ölüm tarihlerini ve gidişatlarını araştırıp
incelediler. Hangi raviden hadis alınacağını ve hangi raviden hadis
alınmayacağını açıklayan birtakım kaideler koydular. Ravileri tenkid ederken
bir kınayıcımn kınamasına aldırmadılar.
Alimler, sahabe
adaletli oldukları için onlardan hiç birini yalana nisbet etmediler.
İmamı Gazali "el
Mustasfâ " isimlilerinde demiştir ki "bu ümmetin selefi (öncekileri)
ve halefi (sonrakileri) nin çoğunluğu sahabenin adaletli olmaları, Allah taalanın
kitabında onların adaletli oldukları zikredilip rnedh edilmeleriyle sabit ve
malumdur, onlar hakkında bizim inancımız da budur. Onların adaletli olduklarını
söylemeye ihtiyaç yoktur. Alimlerden bazıları ise "araştırma konusunda
sahabenin durumuda diğer ravilerin durumu gibidir'1 diye iddia ettiler.
Alimlerden bazılarıda
"sahabe aralarında harb ve husumet çıkıncaya kadar adaletli idiler, sonra
durum değişti ve kan döküldü.
Bu yüzden on ların da
durumlarının incelenmesi gerekir " diye idda ettiler.
Kendilerinden hadis
alınmayanların en önemlileri şu kimselerdir:
a) Hadis
rivayeti konusunda yalancılıkla bilinenler.
b) Bid'atları
ve nevalarından dolayı küfre nispet olunanlar
c) Yalanı
helâl sayanlar.
d)
Zındıklar.
e) Fasıklar. [118]
a) Rivayet edilen hadisin Kur'ın-ı Kerimin açık
manasına aykırı olması.
b) Rivayet edilen hadisin mana bakımından bozuk
olması, uydurma olduğunu gösterir.
Bunlar usül-i hadis
ilminin, cerh ve tadil bölümünde açıklanmıştır. [119]
Alimlerin üstün
çalışmaları neticesinde cerh ve ta'dil ilmi doğmuştur cerh ve ta'dil ilmi,
ravilerin güvenilir, itimatlı, adil ve zabıt gibi hallerinden veyahut bunların
aksine ravilerin hadis rivayetinde yalancıL&ı, yalancılıkla suçlanması
dinin emrine uymaması, ravinin bilinmemesi, bid'atçı olması, dikkatsiz olması,
çok yanılması, güvenilir ravilere muhalefet etmesi, vehim (ravinin isnatda,
metinde veya cerh ve ta'dil konusunda doğru zannıyla bazı hatalarda bulunması),
hafıza bozukluğu gibi hallerinden bahseder.
Bu ilim, İslam
ilimlerinin en mühimlerinden olup Müslümanlar bu ilimle diğer milletlerden
ayrılmışlardır.
İbn-i Abbas, Ubade b.
Sâmit, Enes b. Malik gibi sahabenin küçüklerinin asrından itibaren ravilerin
güvenilir olup olmaması hakkında konuşulmaya başlandı. Sonra said b. Müseyyeb,
eş-Şâbi, İbn-i Şirin gibi tabiinden olanlar ravilerin hallerini araş tırdılar.
Tabiinden sonra gelen
şu'be, İmam Malik, el-Evzâi, es-Sevri, el-Leys, İbn-i Mübarek, Yahya b. Said
el-Kattân gibi âlimler ravilerin hallerini bilmek için araştırmaya devam
ettiler.
Bunlardan sonra gelen
âlimler de aynı şekilde ravilerin hallerini araştırmayı ve incelemeyi
sürdürdüler.
Dikkatle bu ümi ve bu
ilim hakkında yazılan kitapları inceleyen bir kimse, âlimlerimizin. Sahih,
hasen ve zayıf hadisleri tespit ederek ayırmak için üstün çabalarının övülmeye
layık olduğunu anlar.
Alimler, bir hadisin
uydurulmuş olduğunu bilmek için senedinde ve metninde bir takım kaideler ve
alâmetler (belirtiler) koydular.
Bir hadisin uydurulmuş
olmasının senedindeki en önemli alametleri şunlardır.
a)Yalancılıkla
bilinen bir ravinin rivayet ettiği bir hadisi, güvenilir bir ravinin aynı
hadisi başka bir senedle rivayet etmemesi.
b) Ravinin
kendisi hadisi uydurmuş olduğunu itiraf etmesi.
c) Ravinin
hayatında bir araya gelmediği bir âlimden hadis rivayet etmesi.
d) Ravinin
hadis rivayet ettiği âlimin ölümünden sonra doğmuş olmasıdır.
Bir hadisin uydurulmuş
olmasının metnindeki en ö-nemli alametleri şunlardır.
a) Hadisin lafzının bozuk olması veya ifadesinin
zayıf olmasıdır.
İbn-i dakik ei-iyd:
"Âlimler, çok defa bir hadisin lafzının bozuk olması ve ifadesinin zayıf
olması ile hadisin uydurulmuş olduğuna hükmetmişlerdir" demiştir, netice
olarak, hadislerin lâfızlanyla devamlı uğraşan âlimler kendilerinde meydana
gelmiş olan derin bir bilgi ve kuvvetli bir yetenek ile bir sözün Resûlullâh
(SAV) m sözü olup olmadığını bilirler.
b) Hadisin,
manasının bozuk olması şöyle ki: Hadisin akli gerçeklere aykırı olup aralarının
uzlaştırılmasının mümkün olmaması veya ahlâk hakkındaki genel kaidelere aykırı
olması veya aklın kabul etmeyeceği saçmalıkları taşıması veya
kur'ânın manasına ters
düşmesi veya Resûlulâh (SAV) in
asrı saadetinden beri tarihi gerçeklere aykırı olması.
c) Hadisin,
ravinin mezhebine uygun olması.
Mesela: bir rafızinin
(şiâdan bir kol) rivayet ettiği hadisin ehl-i beytin faziletlerine ait olması.
d) Hadisin,
küçük bir iyiliğe karşı büyük bir sevap verileceğini, veya küçük bir günaha
karşı şiddetli bir ceza verileceğini bildirmesi
Dr. Mustafa es-Sibai
bu konuda "es-Sünneti ve mekânetühâ fı't -teşri'il -islami" isimli
kitabında doyurucu bilgi vermiştir, isteyen onun kitabına baksın. [120]
Sahabe devrinde
hadislerin nakli sözlü rivayete dayanıyordu, yazılmış olan kur'ân ile hadisler
birbirine karışmasın diye hadisler yazılmıyordu, o devirde yazılan hadisler çok
azdı bazı rivayetlerde bildirildiğine göre, liz. Ömer hadisleri yazmayı
düşünmüş, fakat sonra bu düşüncesinden vazgeçmiştir nitekim Beyhaki'nin Urve b.
Zübeyr'den rivayet ettiğine göre, Urve demiştir ki :Hz Ömer hadisleri yazmak
istedi bu konuda Resûlul.âh (SAV) in ashabıyla istişare etti. ashab ona
hadisleri yazmasını söylediler. Hz. Ömer, bu hususta bir ay istihare yaptı,
sonra bir gün sabahleyin hadisleri yazmamaya karar vererek: "Hadisleri
yazmak istiyordum, fakat sizcJen önceki milletleri düşündüm. Onlar bir çok
kitaplar yazdılar. O kitaplarla meşgul olup Allah tealânm kitabını bıraktılar
ben vallahi Allâhü Tealânın kitabına asla hiçbir şey karıştırmayacağım."
dedi
Bu rivayetten
anlaşıldığına göre, Hz. Ömer hadisler yazıldığı takdirde önceki milletlerin
kitaplarından uzaklaştıklari gibi müslümanlarmda dinin esası olan Allâhu
Tealânm kitabından uzaklaşmalarından v^ya Kur'an ile hadislerin birbirine
karışmasından korkmuştur
Fitne meydana çıkıp
yalan yayılıp hadis uydurmaya başlanınca hadisleri müdafaa edip onları korumak
i^in âlimler seferber oldular hadislerin ziyade edilmesinden veya
eksiltilmesinden korktukları için toplanıp yazılmasının gerekli olduğunu
düşündüler rivayetlerde bildirildiğine göre hadislerin toplanıp yazılmasını
ilk düşünen zat tabiinden olan halife Ömer b. Abdülaziz'dir bu zat Medine
valisi ve kadısı bulunan Ebu Bekir b. Muhamrtıed
b. Amr b. Hazme
Resûlullâh (SAV) m hadislerini araştır ve onları yaz çünkü ben ilmin yok
olmasından ve âlimlerin gitmesinden korkuyurum diye mektup yazdı Ömer b.
Abdülaziz yalnız İbn-i Hazme mektup yazmakla yetinmeyip diğer merkezlerin
valilerine de Resûlullâh (SAV) m hadislerini araştırın ve onları yazın diye
mektuplar gönderdi. Ömer b. Abdülaziz'in bu emrine uyarak hadislerin toplanıp
yazılmasında en çok gayret gösteren imam Muhammed b. Müslüm b. Şihap ez-
Zühridir Sahih-i Müslim'de zikr edildiğine göre bu zatın rivayet ettiği 90
hadis vardır ki bu hadisleri ondan başka hiçbir kimse rivayet etmemiştir. Onun
asrındaki âlimlerden bir çokları imam zühri olmasaydı hadislerin büyük bir
kısmı zayi olurdu demişlerdir.
Bu asırda toplanıp
yazılan hadisler Buhâri muslini ve diğer hadis âlimlerinin yaptıkları gibi
konularına göre ayrılmış değillerdir imamı zühri hadisleri konularına göre
ayırmadan yazmıştır imamı zühri den sonra hadisler çeşitli metotlarla
yazılmışlardır bu devirde hadisler sahabenin sözleri ve tabiin fetvaları ile
karışık olarak yazılmışlardır nihayet hadis imamları hadisleri müsnedlerin yolu
üzerine büyük eserler yazdılar daha sonra hadisleri konularına göre ayırarak
yazdılar
ibn-i hacer hadisleri
ilk toplayıp yazan kimseler Basrada Rabi b. Subayh (öl. H. 160) Said b. Arube
(öl. h. 156) medinede; İmam Malik Muvatta isimli eserini yazdı, (öl. h. 179)
Mekke'de Abdulmelik b. cüreyc (öl. h. 150) samda Abdurrahman Evza-i (öl. h.
157) Küfede Süfyan-ı Sevri(öl. h. 161)
Basra'da Hammad b.
Seleme b. Dinar (öl. h. 167) dır bunlardan sonra gelen hadis âlimleride
hadisleri toplayıp
yazmaya devam ettiler
hadisleri toplayıp yazan âlimlerden her biri ilminin derecesine göre hadis
kitapları yazdılar demiştir.
Biz bu yazılan
kitapların özelliklerine değinmeyeceğiz çünkü bu kitaplar bizim bahsettiğimiz
zamandan sonra yazılmışlardır.
Hadislerin toplanıp
yazılması islam fıkıh ilminin hareket dairesinin gelişip genişlemesinde pek
büyük tesiri oldu şöyle ki âlimlerin rivayet edilen hadisleri Öğrenmek için
beldeleri dolaşmalarına birbirinden ilim almalarına karşılıklı ilmi görüş alış
verişinde bulunmalarına bir şehirde bulunan âlimler diğer şehirde bulunan
âlimlerin yanında bulunan ilimleri öğrenmelerine sebep oldu. Hadisler kur'ânı
açıklıyorlar ayrıca Allah azzevecellenin kitabında olmayan bir çok şer-i
hükümleride kapsıyordu hadisler âlimlerin yeni meydana gelen olayların ve
insanların anlaşamadıkları davaların fıkıh hükümlerini çıkarmada en büyük
yardımcı kaynak oluyorlardı. Çünkü hadislerin toplanıp yazılması fıkhın
yazılmasından öncedir.
Her asırda hadis
âlimleri hadisleri korumak sahih hadisleri sahih olmayan hadislerden ayırmak
için üstün gayret gösterdiler çok zayıf olan hadisleri açıklayan ve bazı
kitapların hadislerinin kaynaklarını tesbit edip hadislerin derecelerini açıklayan
zayıf ve uydurulmuş hadisleri açıklayan müstakil kitaplar yazdılar ayrıca
uydurulmuş hadisleri ve alametlerini açıklayan müstakil kitablar yazdılar bu
yazılmış olan kitapların en meşhurları şunlardır.
Hafız saha'vinin
"el-makasıdü'l hasene fi-Beyan-ı Kesir'in mine'l ehadisi'l müştehire alel
elsine" isimli kitabı.
Hafız Zeylai'nin
"Nasbu'r raye'li ehadisi'l Hidaye" isimli kitabı.
Hafız irakinin
"el muğni an hamlil esfari fi M esfar fı-tahricimâ fı'1-ihyâ
Minel-Ahbâr" isimli kitabı.
Hafız İbn-i hacer el
askalâninin "Telhisü'l-habir fı-Tahric-i ehadisi'r Râfıi'l-kebir"
isimli kitabı.
Yine hafız İbn-i hacer
el Askalani'nin "Tahrici-i ehadisi'l keşşaf isimli kitabı.
İbn-i kayyım el
cevziyye'nin "el Menari'l-Münif fi's-sahih ve'z-Zaif' isimli kitabı.
Bu kitabı şeyh Abdul
fettah ebu gudde tashih etti halepdeki islam yayın evi bu kitabı yayınladı.
Suyuti'nin
"Tahricü ehadisi's şifa" isimli kitabı.
İbn-i cevzinin
"el-Mevzuat" isimli kitabı Suyutunin "el-Leâliü'1-Masnûatü
fı'1-ehadisi'l-Mevzua" ile "Zeylü'l-lealİ'il-Masnuati
fı'1-ehadisi'l-Mevzua" isimli kitabları.
Şeyh ali el kari el
Herevinin "el-Mevzüatü'l kübra" ile "el-Mevzüatü'l suğra"
isimli kitabları ikinci kitabı şeyh Abdülfettah Ebu Gudde tashih etti halepdeki
islam yayınevi bu kitabı "el-Masnufı-marifeti'1-Hadisi'l-Mevzu"
ismiyle yayınlandı.
Eş Şevkani'in
"el~Feva'idü'l-Mecmüatü fi'1-ehâdisi'l-Mevzua" isimli kitabı. Şeyh
Muhammed Nasiruddin el-elbani'nin "Silsiletü'l-ehadisi'z-Zaife
ve'1-Mevzua" isimli kitabı.
Bu gün kalbleri hasta
olan kimseler hadislere saldırıyorlar bunların gizledikleri esas hedefleri
şer-i hükümlere ve hadislerin delil olmalarına güveni sarsmaktır hadislere
saldırılar yalnız çeşitli üsluplarla zehir kusan müsteşrikler tarafından
yapılmıyor bazen âlim taslakları bazen arap aleminde dünya mevkiine düşkün
olanlar bazende cahil ve ahmak kimseler tarafından yapılıyor.
Dr Mustafa Sibâi
"es-Sünnetü ve Mekânetüha fı't-Teşrii'l islami" isimli kitabında
gerek Ebu Reyye'nin " Advâün ale' s-sünneti' 1-Muhammediyye" isimli
kitabında Ebu Hüreyre'nin aleyhinde yazdıkları ile ilgili olsun ve gerekse
müsteşriklerin ve diğerlerinin hadisler hakkındaki şübheleri ile ilgili olsun
bunlardan her birine tam ilmi cevaplar vererek hadisleri müdafaa ettmiştir.
Âlim fazıl şeyh
Muhammed Nasif Vecih "Difâün a-ni's-sünne" isimli bir risale
yayınladı bu risale üç makaleyi içine almıştır. Bu makaleleri yazanlar: Şeyh
Ebu'l-Hasen en-Nedevi, Şeyh Yahya el-muallimi, Dr. Mustafa sibâ'idir. [121]
Daha önce gecdiği
üzere şehirlere dağılmış olan sahabiler her şehirde ilmi hareketi başlattılar
bu sahabilerin ilmi dereceleri farklı olduğundan uyguladıkları ilmi
metotlarıda farklı oluyordu talebeleride onların etkisi altında kalıyorlardı
uygulanan bu ilmi metotların farklı olmasından iki ekol meydana geldi.
Biri Irak da
"Ehli Re'y" ekolü veya "Küfe medresesi" dir.
Diğeri Hicazda
"Ehli Hadis" ekolü
veya "Medine Medrese"
sidir. [122]
Hz. Ömer sahabe
arasında delilleri en iyi anlayan en çok ictihad eden görüşünü açıklamada en
cesur olanlardandı.
Sahabenin
karşılaştıkları proplemler hakkında ictihadlan-yla hüküm vermeleri bir çok
meselede Hz. Ömerin üstünlüğünü ortaya çıkarıyordu Hz. Ömer sahabe ile
istişareye dikkat edip işlerde acele etmiyordu.
Sabiden rivayet
edilmiştir demiştir ki Hz. Ömer kendisine gelen bir dava hakkında bir ay
düşünür sahabe ile istişare ederdi. Bazan da bir günde yüz davaya bakardı
Abdullah b. Mes'ud, Hz. Ömer'in yolundan gidiyor, onun görüşlerinin etkisi
altında kalıyordu.
"Abdullah b.
Mes'ud'dan rivayet edilmiştir demiştir ki: "Ben Hz. Ömer'in ilmin onda
dokuzunu götürdüğünü sanıyorum.
"İlamü'l
Muvakkıin" de şu bilgi vardır Abdullah b. Mes'ud Hz. Ömerin hiçbir
görüşüne itiraz etmezdi.
Sabi: "Abdullah
b. Mes'ud, sabah namazında kunut duası okumuyordu eğer Hz. Ömer sabah namazında
kunut duası okumuş olsaydı muhakkak Abdullah b. Mes'ud da okurdu"
demiştir.
Bu açıklamalar,
Abdullah b. Mes'ud'un delilin bulunmadığı yerde düşüncede, kıyas ve ictihatda
Hz. Ömer in yolundan gittiğini bildiriyor.
İbrahim Nehai'den
rivayet edilmiştir demiştir ki: "Ben Hz Ömer ile İbn-i Mes'ud'un görüşleri
birleştiğinde onların görüşlerinden ayrılmıyordum, görüşleri ayrıldığında daha
yumuşak olduğu için Abdullah b. Mes'ud'un görüşünü beğeniyordum"
Daha önce geçtiği
üzere Hz. Ömer Abdullah b. Mes'ud'u kitap ve sünneti öğretsin diye küfe halkına
muallim olarak gönderdi onun ilmi hareketi geniş bir alana yayıldı ondan sonra
talebeleri onun yolunda devam ettiler. Irakda Abdullah b. Mes'ud'un medresesi
re'y medresesinin çekirdeğini oluşturdu hatta tabiinden biri bu medreseye
nisbet edilerek kendisine "Rabia'tür-Re'y" denildi
Irakda Re'y
medresesinin yayılmasının sebepleri şunlardır
1) Irak
âlimlerinin bilindiği gibi, Hz. Ömer'in yolundan giden, Küfenin üstadı ve büyük
sahabi olan Abdullah b. Mes'ud'un etkisi altında kalmış olmaları.
2) Resûlullâh
(SAV) in ve sahabenin büyüklerinin
vatanı olan Medine halkının sahip oldukları hadislere nisbetle Irak âlimlerinin
sahip oldukları hadislerin az olmaları.
3) Irak'ın
İran'la komşu olması, onun medeniyetiyle sıkı bağlantısı bulunması, bundan
dolayı yeni meydana gelen mesele ve problemlerin çözümlenmesi için re'y ve
içtihada ihtiyaç duyulması.
4) Irak'ın
Şiilerin ve Haricilerin vatanı olması, fitnenin oradan çıkması, siyasi mezheplerini
desteklemek için hadis uydurmaları, bu yüzden re'y medresesi âlimlerinin
uydurulmuş hadislerden korunmak için dikkatli davranarak az hadis rivayet
etmeleri, yanlarında güvendikleri hadislerin az bulunmasından delilin
bulunmadığı yerde meseleleri çözmede re'y ve içtihada başvurmaları. [123]
1) Ehli re'y
imamlarının karşılarına pek çok hadise ve mesele çıkdığı için hazırlıklı olmayı
düşünerek henüz meydana gelmemiş meseleleri meydana gelmiş gibi farz ederek
onların cevaplarını yazmış olmaları bir mesele ortaya atıp onun hükmünü
açıklamaları sonra bu mesele şöyle olsa ne dersin? diye sormaları zaman zaman
bir meseleyi mümkün olacak şekillerle değiştirip" bu mesele şöyle olsa ne
dersin? diye sorarak fer'i meseleleri çoğaltmış olmalarıdır. Bundan dolayı ehli
hadis Ehli re'ye "el-Eraeyteyun" adını vermişlerdir.
Said b. Müseyyep,
kendisine bir meselede itiraz eden Rabiatü'r-Re'y'e: "Sen
Iraklımısın?" demiştir.
Esed b. el- Furat
demiştir ki: "Ben İmam Malik b. Enesin yanına geldim imam Malike
talebeleri soru sormaktan korkuyorlardı. Ben imamı Malike bir mesele
soruyordum, oda cevap veriyordu. Bunun üzerine talebeleri bana "bu mesele
şöyle olursa nasıl olur diye ona sor?" diyorlardı. Ben de ona soruyordum.
Bir gün imamı Malik'in benim sorularımdan canı sıkıldı ve: "Bunlar
zincirleme sorular bunların arkası gelmez, eğer böyle sorular sormak istiyorsan
Iraka git" dedi.
2) Irak
âlimlerinin rivayet ettikleri hadisler azdı. onlar hadislerde öyle şartlar
ileri sürüyorlardı ki, o şartları taşıyan hadisler çok az bulunuyordu. [124]
Medine hicret yurdu
olması itibarıyla üstün bir meziyyete sahip oldu şer'i hükümleri bildiren
âyetler orada indi.
Medine Resûlullâh
(SAV) in mübarek sözlerine, işlerine şahid oldu.
Medine Hulafa-i
Raşidinin yaşadıkları sünnetin beşiği, hadisin menbai ve sahabenin buluştukları
yer oldu. Bundan dolayı Medine halkı fıkhı iyi .biliyorlar, sünnete sımsıkı
sarılıyorlar ve hadislerin dairesinden ayrılmıyorlardı. Sunuda ilave edelimki,
Medine medresesi ilmini, Zeyd b. Sabit ve Abdullah b. Ömer gibi sahabenin
âlimlerinden aldı. Abdullah b. Ömer Resûlullâh (SAV)ın sünnetini araştırmaya
düşkün olmakla biliniyor ve bununla iftihar ediyordu. Bu medresesenin ilim sancağını
taşıyan talebeleri hocalarının yolunda devam ettiler. Bu talebelerin başında
Said b. Müseyyep geliyordu. Bu zat hadisleri, sahabenin fetvalarını toplamaya,
bunlardan bir çoğunu ezberlemeye yöneldi.
Said b. Müseyyep
hakkında: "O önceki eserleri ve hadisleri insanların en iyi bileni ve en
büyük müctehidi idi" denilmiştir.
Meymün b. Mihrandan
rivayet edilmiştir, demiştirki "ben Medineye geldim, halkının en fakihini
sordum. Beni said b. Müseyyebe götürdüler, ona soracağımı sordum".
Medine medresesinden olan
şa'bi: "Tabiin size sahabeden bir şey getirirlerse onu alınız. Tabiin
kendi görüşlerini söylerlerse onu çöplüğe atınız" demiştir.
Ehli hadis
medresesinin izlediği yol : Bu mezheb i-mamlarına bir mesele sorulduğunda o
mesele hakkında bildikleri âyet veya hadis varsa fetva veriyorlar yoksa kıyas
yapmıyorlardı.
Rivayet edildiğine
göre bir adam Salim b. Abdullah b. Ömere bir mesele sormuş sâlim'de: "Bu
mesele hakkında bir şey duymadım" demiş. O adam, Sâlim'e: "Allah
senin iyiliğini versin bana kendi görüşünü söyle" demiş. Salim de:
"Kendi görüşümü söyleyemem" demiş. O adam, Sâlim'e: "Ben senin
görüşüne razıyım, görüşünü söyle" diye ısrar edince, Salim: "Ben sana
görüşümü söylerim sen gidersin, sen gittikten sonra görüşüm değişir, ben de
seni bulamam" demiştir. [125]
1) Daha önce
anlatıldığı gibi, hicaz medresesi talebelerinin hadislere ve eserlere aşırı
derecede bağlı bulunan ve mecbur kalmadıkları takdirde rey'i almaktan ve kıyasla
amel etmekten uzak duran hocalarının yolunda gitmeleri.
2) Hicaz
imamlarının yanında umumi olarak hicazda, hususi olarak Medinede yerleşmiş olan
sahabeden kalmış
olan hadislerden ve
eserlerden büyük bir servet bulunuyordu.
3) Hicaz
halkının geçimi kolaydı, aslı fıtrat üzere bulundukları için sorunları azdı,
İran ve Yunan kültürlerinin meydana getirdiği meselelerden uzak bulunuyordu.
4) Hİcaz
halkının, Irak taki çatışmaya yol açan sebeplerden ve fitnelerden uzak
bulunması. [126]
1) Bu
medresenin âlimleri çok soru sormaktan olmamış meseleleri olmuş
gibi kabul etmekten
ve hükümleri dallandırmaktan
hoşlanmıyorlardı.
2) Hadislere
itibar ediyorlar eserlerden ayrılmıyorlardı.
Ehli re'y ile ehli
hadis arasında 'şiddetli münakaşa vardı. Her ne kadar İmam Malikin hocası Rabia
b. Abdurrahman gibi hicaz âlimleri arasında re'ye meyledenler bulunsa da bu
iki guruptan her biri diğerinin izlediği yolu tenkit ediyordu.
İmamı Malik
"Muvatta" isimli eserinde RabiVdan rivayet ettiğine göre Rabi'a
demiştirki: "Ben Sait b. Müseyyeb'e "Kadının bir parmağının diyeti ne
kadardır?" diye sordum, oda on deve dir" dedi. Ben "iki
parmağının diyeti ne kadardır?"diye sordum oda: "yirmi
deve-dir"dedi. Ben: "üç parmağının diyeti ne kadardır ?" diye
sordum oda: "otuz devedir" dedi. Ben: "dört parmağının diyeti ne
kadardır?" diye sordu, oda: "yirmi devedir" dedi. Ben:
"kadının yarası büyük olup musibeti artınca diyeti azalıyor, bu nasıl
olur?" dedim. Said bana: "Sen Iraklı mısın?" dedi. Bende:
"Tedbirli davranan bir âlimim
veya öğrenmek isteyen
bir cahilim" dedim, bunun üzerine said Bu
sünnettir" diyerek Nesei'de
Resûlullâh(SAV)dan
rivayet edilen şu hadise işaret etmiştir" kadının diyeti, erkeğin
diyetinin üçte birine ulaşıncaya kadar, erkeğin diyeti gibidir." delilin
bulunduğu yerde kıyas caiz değildir. Bundan dolayı said rabia yi deliller
hakkında aklı hakem tayin eden ıraklılardan mısın? diye ayıpladı[127]
Ehli hicaz
medresesinden 7 fakih şöhret kazanmıştır.
İbni kayyim
"İ'lâmü'l Muvakkıin" isimli eserinde "Medine'de tabiinden Said
b. Müseyyep Urve b. Zübeyr, kasım b. Muhammed , Harice b. Zeyd Ebu Bekir b.
Abdurrahman b. Haris b. Hişam, Süleyman b. Yesar Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe
b. Mesut fetva veriyorlardı. İşte yedi fakih bunlardır. " diye zikir
etmiştir.
Bir şair bu yedi
fakihi şiirle şöyle anlatmıştır"îlimde yedi denizden ve rivayetleri
ilimden dışarı çıkmayan fakihler kimlerdir? diye sorulunca onlar:
"Ubeyduliah, Urve, Kasım, Said, Ebubekir, Süleyman ve Haricedir."
diye cevap ver" Medine halkının fıkhı, bu yedi fakihden yayıldı. Sonra
gelen fakihleri bu yedi fakih yetiştirdi. O asırdaki bu, yedi fakih medresesi
ilk fıkıh medresesi sayıldı, hatta onların isimleriyle adlan dırılarak
"yedi fakih asrı" denildi. Bunların fıkıh ilmi, araştırmada ve
kiyasda islami fıkıh metodunun esası oldu. [128]
O asırda "Medine
medresesi" ile "Küfe medresesi" veya "ehli hicaz" ile
"ehli küfe"arasında birçok meselelerin ihtilaflı olmasının sebebi
bunlardan her birinin fıkha bakış açısının diğerlerinden farklı olmasıdır.
Bu ihtilaflı
meselelerden bazıları şunlardır.
1) İmamın
arkasında kıraat:ehli hicaz medresesinin tercih ettiği görüş, imam kıraati
gizli okuduğu namazlarda arkasındaki cemaatin de okuması, İmam kıraati açıktan
okuduğu namazlarda arkasındaki cemaatin okumamasdır.
Hişam'dan rivayet
edilmiştir demiştir ki: "Babam Urve imamın kıraati açıktan okumadığı
namazlarda imamın arkasında okuyordu"
Ehl-i reyin çoğunun
tercih ettiği görüş ise, imamın kıraati açıktan okuduğu namazlarda olsun imamın
kıraati gizli okuduğu namazlarda olsun, arkasındaki cemaatin okumamasıdır
Ebu Hanife, Hammad'dan
rivayet ettiğine göre Hammad demiştir ki :İbrahim Nehai ile Said b. Cübeyr
akşam, yatsı, ve sabah namazlarında imamın arkasındaki cemaatin okumamasında
birleşiyorlardı İbrahim Nehai "öğle ile ikindi namazlarındada imamın
arkasındaki cemaat okumaz" diyordu.
Ehl-i re'y
âlimlerinden bir gurup "imama uyularak kılınan namazlardan hiç birinde
cemaatin okumaması uygundur" demişlerdir
Ehli hicaz imamın
arkasında fatihanın okunacağını bildiren şu hadisler ve eserlerle amel
ediyorlardı. Resûlullâh (SAV) ashabına "galiba siz imamınızın arkasında
okuyorsunuz?" diye sormuş ashabıda "evet okuyoruz" diye cevap
vermişler. Resûlullâh (SAV) "yapmayın, yalnız Fatiha suresini okuyun"
buyurmuş. Diğer bir hadisi şerifde "Fatiha sûresini okumayanın namazı
olmaz" buyrulmuştur.
Küfelilerin
"kimbir imamın arkasında kılıyorsa imamın okuması, onun içinde kıraat
dır" diye delil gösterdikleri bu hadis bütün hadis hafızlarına göre
zayıfdır bu hadis delil olmaya uygun değildir
Ehli re'y ile ehli
hicaz kendi çizgilerinde gittikleri halde şu konuda birleşi yorlardı imama rükû
halinde yetişen bir kimse her ne kadar o rekadda hiçbir şey okumamış olsada o
rekata yetişmiş sayılır o rekata yetişmiş sayılmanın iki ihtimali vardır ya
zaruret bulunduğu için okumadan o rekat caiz olmuştur veya zaruret bulunmadığı
halde okumadan o rekat caiz olmuştur çünkü imamın arkasında okumak farz
değildir ehli re'y imamın arkasında okumadan caiz olacağı ihtimalini almıştır.
2) Namazda
Oturuş Şekli: Ehli hicaz namazda sol kabası üzerine oturuş şeklini tercih
etmiştir Yahya b. Said'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Kasım b.
Muhammet, namazda oturuş şeklini yanındakilere göstermak için sağ ayağını dikti
sol kabası üzerine oturdu ayakları üzerine oturmadı bunu yaptıktan sonra Kasım
"bunu bana Hz. Ömer'in torunu Abdullah gösterdi Abdullâh'da babası
Abdullah'ın aynı şekilde yaptığını bana haber verdi"dedi ehli Küfe ise sol
ayağını yere yayıp üstüne oturmayı ve
sağ ayağının parmakları kıbleye doğru gelmek üzere dikmeyi tercih
etmiştir el muğireden rivayet edilmiştir denmiştir ki "İbrahim Nehai
erkeğin namazda soiayağını yere yayıp üzerine oturmasını ve sağ ayağının
parmaklan kıbleye gelmek üzere dikmesini müstahap görüyordu (kadınlar kaynağı
üzerine otururlar ve ayaklarını sağ tarafına yatık olarak çıkarırlar)" bu
iki medresenin görüşlerinin arasını bulan başka bir görüş daha vardır. Şöyle
ki: birinci oturuşda ehli Küfe'nin görüşüne göre oturmak ikinci oturuşta ehli
hicazın görüşüne göre oturmaktır.
3) Bir şahit
ve bir yeminle hüküm verme: ehli hicaz âlimlerinin çoğunluğu mal davalarında
bir şahit ve bir yeminle hüküm verilmesini tercih etmişlerdir çünkü bunların
yanında böyle hüküm verileceğine dair hadis sabit olmuştur imamı Malik demiştir
ki: bana ulaştığına göre ebu Seleme b. Abdurrahman -ile Süleyman b. Yesar'a bir
şahit ve bir yeminle hüküm verilirini?" diye sorulmuş onlarda
"evet" diye cevap vermişlerdir imamı Şafii demiştir ki bize İmam
Malik, Cafer'den Cafer de babası Muhammet'den rivayet ettiği şu hadisi haber
verdi:" Resûlullâh(SAV) bir şahit ve bir yeminle hüküm verdP'birşahitle
bir yeminle hüküm verilmesi mal davalarına mahsustur. Bu konuda bir davacı bir
şahit getirir ve yemin'de ederse lehine hüküm verilir ehli re'y
âlimlerinin çoğunluğu
ise: "......erkeklerinizden iki
kişiyi şahit tutun,
iki erkek bulun mazsa o zaman doğruluğuna emin olduğunuz şahitler'den bir
erkekle iki kadının şahadeti gerekir" [Bakara sûresi: 282] mealindeki
âyetle amel ederek hüküm ancak iki erkeğin veya bir erkek ile iki kadının
şahadeti ile verileceğini ve hiçbir davada bir şahit ve bir yeminle hüküm
verilemeyeceğini benimsemişlerdir
Hicaz medresesi ile
küfe medresesi arasında vücüddan çıkan akıcı kanın, tensüi uzvuna dokunmanın
abdesti bozup bozmaması, yağmurlu günlerde öğle vaktinde, Öğle namazı ile
ikindi namazının beraber ve akşam vaktinde, akşam namazı ile yatsı namazının
beraber kılınıp kılın-maması, kerahet vakitlerinde namaz kılınıp kılınmamasi gibi
daha bir çok meselede ihtilaf vardır. Bu ihtilaflı meseleler fıkıh kitaplarında
zikredilmiştir. [129]
Bu asırda
hermedrese'de ve her şehirde fetva verenlerden bir çokları şöhret
kazanmışlardır.
Bu zatlardan bazıları
şunlardır: [130]
Abdullah b. Abbas
Kureyş kabilesinin haşim oğullarından olup Resûlullâh(SAV)ın amcasının
oğludur.
Annesi Ümmü' İ-Fadl
Lübabe bint-i Haris Hilaliye'yedir. İbn-i Abbas hicretten üç sene önce Haşim
oğulları "şi'b" denilen mahallede bulundukları vakit dünyaya
gelmiştir.
el-Vakidi demiştir ki:
İmamlarımız İbn-i Abbas'in Kureyşlilerin Haşim oğullarını "şi'b"
denilen mahallede kuşattıkları vakit doğmuş olduğunda ve Resûlullâh (SAV)ın
vefatı sırasında onüç yaşında bulunduğunda ittifak etmişlerdir. îbn-i Abbas
beyaz tenli uzun boylu yakışıklı
gösterişli idi. Rivayet
edildiğine göre İbn-i Abbas, Hz. Ali ile beraber sıffın
savaşında bulunarak bir fırkanın kumandanlığını yapmış, Hz. ali onu Basra
valisi olarak tayin etmiştir. İbn-i Abbas vali bulunduğu sırada Ebü'l-Esved'i
namaz kıldırmaya, Ziyadi'da haraç toplamaya tayin etmiştir.
Hz. Ali şehit
edilinceye kadar İbn-i Abbas Basra'da vali olarak kalmış, vazifesinden
ayrılarak Hicaz'a dönerken yerine Abdullah b. eî-Haris'i bırakmıştır.
Resülullâh (SAV) İbn-i
Abbas hakkında: "Ya Rabbi Onu dinde fakih kıl ve ona tefsir ilmini nasip
buyur," diye duâ buyurmuş. Allah Tealâ da onun duasını kabul buyurmuştur.
Resululîâh (SAV) İbn-i Abbas hakkında: "Allâhım ona hikmeti ve Kur'an
ilimlerini bahş eyle..." diye dua buyurdukları'da rivayet edilmiştir.
İbn-i Abbas kendini
ilme, hadise, araştırmaya ve öğretmeye verdi Nihayet kendini gösterdi,
meyvesini verdi, ümmet onun bol ilmini miras olarak aldı.
Darimi İbn-i Abbas'dan
rivayet etmiştir İbn-i Abbas demiştirki: Resülullâh (SAV) vefat edince ben
ensardan bir adama: gel beraber Resülullâh (SAV)ın ashabından ilim öğrenelim,
çünkü onlar bugün çok bulunmaktadır" dedim o adam: "şaşarım sana,
insanların ilimde sana muhtaç olacaklarını mı sanıyorsun." dedi. Ben o
adamı bıraktım ilim öğrenmeye devam ettim. Bir sahabinin yanında bir hadis
bulunduğu bana ulaşınca onun kapısına giderdim. Onu kaylüle yaparken (Öğle
uykusunda) bulurdum, hırkamı yastık yapar, kapısının önünde yatardım. Rüzgar
üzerime toprak savururdu O sahabi çıkıp beni görünce: "Ey Resülullâh
(SAV)ın amcasının oğlu! Bana niçin geldin, haber gönderseydin ya! Ben sana
gelirdim" derdi. Ben ona "Hayır benim sana gelmem daha uygundur"
derdini ve o hadisi sorar öğrenirdim. Ensardan olan o adam yaşayıp insanların
etrafımda toplanıp bana soru sorduklarını görünce: "Bu genç benden daha
akıllı çıktı" derdi.
Abdullah b. Mes'ud:
"Bilmiş olun ki, İbn-i Abbas bizim yaşımıza erişirse hiç birimiz onunla
ilim konusunda tartışamayacaktır. " demiştir.
Yine Abdullah b.
Mes'üd İbn-i Abbas hakkında: "İbn-i Abbas Hz. Kur'an'in en güzel
tercümanıdır" demiştir.
Zeyt b. Sabit vefat
edince Ebu Hüreyre "Bu ümmetin en âlimi vefat etti, umulur ki, Allâhü
Teâla İbn-Abbas'ı ona halef buyurur. " demiştir.
Hz. Ömer kendisine bîr
âyetin manasını soran kimseye "İbn-i Abbas'a git ona sor çünkü O:
"Allah tealâ'nın Hz. Muhammed (SAV)'e indirdiğini bilenlerden geride
kalanların en âlimidir" demiştir.
İbn-i Abbas çok
kültürlü, tefsirde, hadisde, fıkıhda, şiirde insanların imamı idi.
Ata b. Ebi Rebah:
"İbn-i Abbas'in ilim meclisinden fıkıh bakımından daha verimli, Allah
korkusunun hakim olması bakımından daha üstün bir meclis görmedim. Çünkü fıkıh
okuyanlar onun yanındaydı, şiir okuyanlar onun yanındaydı İbn-i Abbasa hepsine
her konuda geniş malumat veriyordu. " demiştir.
Mücahit: "İbn-i
Abbas'a ilminin çokluğundan dolayı "el-bahı~Deniz" unvanı
verilmiştir" demişdİr.
Meymun b. Mihran:
"Sen İbn-i Abbas'a içinde altmış hadis bulunan risale ile gelseydin sen bu
hadisleri onasormadan insanlar senin namına sorarlar sen onları işitmiş
olurdun" demiştir
İbn-i Abbas hicretin
altmış sekizinci yılında taif de vefat etmiştir. Cenaze namazını Muhammed b.
Hanefıyye kıldırmış ve: "Bu gün islam ümmetinin en büyük Rabbani âlimi
vefat etmiştir. " demiştir.
Ubeydullâh b. Abdullah
b. Utbe: "Ben İbn-i Abbas gibi sünneti en iyi bilen, en sağlam görüşe
sahip olan, düşündüğü zaman en ince düşünen bir kimse görmedim"
"eöffıer b.
Hattab, İbn-i Abbas'a: "Çözümü zor' olan davalar çıkdığı zaman o davaları
ve onlara benzer davaları ancak sen çözersin" derdi.
Abdullah b. Abbas:
"Hz. Ömer bana Resülullâh (SAV)in ashabının büyükleri ile beraber soru
soruyordu" demiştir.
Tavus: "Ben
Resülullâh (SAV)ın ashabından elli kadar zata yetiştim. İbn-i Abbas bir mesele
hakkında görüşünü söyleyip de ashab ona karşı çıkarsa onları ikna edene kadar
uğraşırdı çünkü İbn-i Abbas'ın ilmi geniş ve delili kuvvetli idi "demiştir
A'meş ise İbn-i
Abbasın maddi ve manevi varlığını daha etraflı açıklayarak demiştir ki Ben
İbn-i Abbasi görünce onun güzelliğine hayran olup bu müstesna bir insan
güzelidir dedim sonra sohbeti esnasında insanların en fasih ve beliği olduğuna
kanaat ettim bir mesele hakkında görüşünü açıklayınca da insanların en âlimi
olduğuna hükmeddim". yukarıda geçtiği üzere Abdullah b. Abbas doğru olan
görüşe göre hicretin (68) yılında taifde vefat etmiştir. [131]
Said kureyş
kabilesinin Mahzun oğullarındandır, künyesi Ebu Muhammed'dir Medinenin yedi
fakihin den biridir.
"Müseyyeb"
kelimesi "Müseyyib" de okunur. Rivayet edildiğine göre Said:
"Babamın ismi Müseyyib" dir "Müseyyeb" değildir, çünkü
babam azat edilmiş köle olmayıp, köle azad eden bir kimsedir" dermiş.
Said, tabiinin
büyüklerinden dir, hadisi, fıkhı, zühdü ibadeti ve takvayı cemetmiştir.
Sahabeden bir
çoklarına yetişti, onlardan hadis rivayet etti.
Resülullâh (SAV)ın
zevcelerinin yanına girip onlardan hadis aldı. Rivayet ettiği hadislerin çoğu
Ebu Hüreyre'den dir, çünkü Ebu Hüreyre'nin kızı ile evli bulunuyordu.
Hadis imamlarından
Zühri ile Mekhüle: "Yetiştiğiniz en fakih kimdir?" diye sorulduğunda:
"Said b. Müseyyeb'dir" diye cevap vermişlerdir.
Abdullah b. Ömer, Said
hakkında: "Resülullâh (SAV) onu görmüş olsaydı ondan hoşlanırdı"
demiştir.
Said, ibadete çok
düşkündü, kırk defa hac etmiştir. Cemaatle namaz kılmak için mescide insanların
ilk gireni o, olurdu Said kendi hakkında: "Elli seneden beri iftitah
tekbirini kaçırmadım" demiştir.
Said: "Allah
Tealâ'ya ibadet etmek gibi kulları şereflendiren ve Allah Tealâ'ya karşı isyan
etmek gibi kulları alçaltan hiçbir şey yoktur" demiştir.
Said, iffetli, hakkı
haykırmada cesaretli olarak biliniyordu.
Abdulmelik b. Mervan,
Said'i kendisine çekmek istedi fakat başaramadı. Otuz bin küsur dirhem alması
için davet olunan Said: "Benim o dirhemlere ve Mervan oğullarına ihtiyacım
yoktur, Allâhu Tealâ benimle onların arasında hükmünü verinceye kadar"
demiştir.
Said'in kızını
evlendirme konusunda ibret alınacak bir kıssası vardır.
Bu kıssayı er-Râfii
"Kıssat-ı zevac ve felsefet-i mehr" isimli eserinde yazmıştır özet
olarak şöyledir.
Abdulmelik b. Mervan
veliahd olarak tayin ettiği oğlu Velid için Said'in kızını istedi. Said kızını
velid'e vermeyi kabul etmedi.
Abdulmelik çeşitli
çarelere başvurdu, hatta bunun için soğuk bir günde Said'e yüz değnek vurdurdu
ve üzerine su dökdürdü. Fakat alamadı, işte Said veliaht olarak tayin edilmiş
olan hükümdarın oğluna kızını vermedi, kızını maddi durumu zayıf olan bir ilim
talebesine verdi. Abdullah b. Ebi Veda demiştir ki: "Ben Said b.
Müseyyeb'in sohbetine devam ediyordum. Birkaç gün yanına gidemedim. Sonra
gittiğimde: "Nerede idin ?" diye sordu. Ben de: "Ailem Öldü,
onun defniyle uğraştığım için gelemedim" dedim. Said: "Bize haber
verseydin bizde cenazene gelirdik"dedi biraz oturduktan sonra kalkmak
istedim Said: "Kendine yeni bir eş buldunmu?" diye sordu. Bende:
"Cebimde iki veya üç dirhem var, bana kim kadın verir" dedim Said:
"Ben seni evlendirir-sem kabul edermisin?" dedi. Bende:
"Evet" dedim Bunun üzerine Said, Allâhu Tealâya hamdu sena etti.
Resülullâh (SAV)'e salatü selam getirdi. İki veya üç dirhem rnehir
ile kızını bana
nikahladı. Ben oradan Sevincim-den ne yapacağımı bilemiyordum. Evmie
geldim <r H"
evlenmek için
kimden borç alırım
başladım. Akşam namazını
kıldım. Oruçju yapmak için yemeğimi hazırladım, yeineğim
ekmek ile zeytinyağı idi. Tam bu sırada kap! çalınd R "Kim O?" diye seslendim
"Ben Said" dedi Bende Saidt Müseyyepden başka
ne kadar Saidler
varsa he ' ' düşündüm. O hiç hatırıma gelmedi çünkü o
kırk senede! beri mescid ile
evi arasından başka yer(ie görülmüş değildi. Kalkdım kapıya
çıkdım birde ne göreyim Said b Müseyyeb
fıkrininin değiştiğini sandım.
Ve ey ebu Muhammed! (Saidin künyesi) Adam
gönderseydiniz ben size gelirdim, dedim. Said de hayır sen gelinmeye dair.
layıksın dedi. Bende
efendim ne emir buyurursunuz, dedim. Said de bekar bir adamsın evlendin
bu gece yalnıi; kalmanı iyi bulmadım
işte sana aileni getirdim dedi. Birde baktımki kendi boyunda olan kızı
ardında bulunmaktadır sonra kızının elinden tutarak onu içeri koydu ve kapıyı
kapatıp gitti, kız utancından yıkılıyordu yardım ettim içeri getirdim sonra
damın üzerine çıkıp komşulaı çağırdım komşular gelerek ne var diye sordular be
bugün Said b. Müseyyeb kızını bana nikahladı ve ansızu onu bana getirdi işte o evdedir dedim- Hemen yanına geldiler,
bu haber anneme ulaşımca hem ve: "Ben bu kızı hazırlayacağım üç günden
°"ce üç dokunursan hakkımı sana
halal etmem " gün bekledim sonra gerdeğe girdim baktı"Resülul en
güzeli Allâhın kitabını en iyi hıfz^enjv
en iyi (SAV)ın sünetini en iyi bileni ve koc na gideitanıyanıdır tam bir ay bekledim. Saidin
yan -e gitti1' dim oda gelmedi, bir ay
sonra onun kalabalık dinleyicilerinin arasında bulunuyordu. Selam verdim
selamımı aldı. ve oturdum mescidde kimse kalmayıncaya kadar benimle konuşmadı,
mescidde benden başka kimse kalmayınca kızının halini sordu bende "o dostu
sever düşmanı sevmez" dedim. Said:Sana bir itaatsizliği varsa sopaya sarıl
dedi nihayet müsaade aldım, evime döndüm.
Said b. Müseyyeb
kalbiyle hükümdar olmaya laik ve ehil olmadığına inandığı kimse hakkında
sözüyle muhalefet etmek istemiyordu. Bu yüzden Abdülmelik'in veliahd olarak
tayin ettiği velit ile Süleyman ismindeki oğullarına biat etmedi. Tereddüt
etmeden boynunu kılıca teslim etti.
Yahya b. Said
demiştirki: "Medine valisi Hişam b. İsmail, hükümdar olan Abdülmelik b.
Mervana "Said b. Müseyyeb den başka Medine halkı velit ile süleymana biat
ettiler. " diye mektup yazdı. Abdülmelik Hişam b. İsmail'e "Said'i
öldürmekle korkut, biat etmemekte ısrar ederse elli değnek vur, onu Medine'nin
çarşı ve pazannda dolaştır" diye mektup yazdı. Mektup valiye gelince
Süleyman b. Yesar, Urve b. Zübeyr, Salim b. Abdullah, Said b. Müseyyeb'in
yanına geldiler ve "biz mühim bir konuyu konuşmak için geldik.
Abdülmelik'in valiye mektubu geldi eğer biat etmezsen boynun vurulacak, biz
sana üç şey teklif ediyoruz. Bunlardan birini yapacağına dair bize söz
ver" dediler.
a) Vali sana
mektubu okuyacak, sen hayır ve evet deme! Vali bunu senden kabul edecek" Said:
"Böyle yaparsan insanlar Said biat etti derler" bunu yapamam dedi
"Said bir şey hakkında hayır" derse insanlar "evet"
demezlerdi.
b) Sen
evinde oturacaksın birkaç gün namaza çıkmayacaksın, Vali seni yerinde aratıp
bulamayınca bunu senden kabul edecek". Said: "Haydin namaza! haydin
namaza! diye müezzinin gök gübbeyi çınlatan ezanını işittiğim halde namaza çıkmayacağım. Bunu da
yapamam dedi.
c) Mescidde
her zaman oturduğun yerde oturmayıp başka bir yerde otur, Vali adam gönderecek
seni yerinde bulamazlarsa seni yakalamazlar. Said
"İnsandan mı korkacağım,
her zaman oturduğum yerden bir karış olsun ayrılmam" dedi.
Bu üç zat Said'in
yanından çıkınca Said de öğle namazına çıktı. Mescid de her zaman oturduğu
yerde oturdu. Vali namazı kılınca Saide adam yolladı, Said'i yanına getirdiler.
Vali: "Hükümdar bana mektup yazdı. Eğer biat etmezsen boynunu vurmamı
emrediyor" dedi SAid: Resülullâh (SAV) iki kimseye biat etmeyi
yasakladı" dedi Vali Said'in biat etmediğini görünce onu insanların
öldürüldükleri ve asıldıkları yere götürdü. Said'in boynu vurulmak için
uzatıldı, kılıçlar çekildi, Vali Said'in biat etmemekte ısrar ettiğini görünce
elbiselerinin soyulmasını emretti. Said'in elbiseleri soyuldu, üzerinde kıldan
yapılmış bir don kaldı Said: "Beni asacaklar sandım da avret yerim
açılmasın dîye bu donu giymiştim. Asmayacaklarını bileydim, adi ve geniş
elbisemi giyerdim" dedi. Vali Said'e elli değnek vurdu, sonra onu
Medine'nin. Çarşı ve pazarlarında dolaştırdı. Said'i aldıkları yere
getirdiklerinde insanlar ikindi namazından dağılıyorlardı. Said: "Ben kırk
seneden beri bu yüzlere bakmamıştım. r dedi Vali insanları Said'le görüşmekten
menetti Said yanına bir kimse geldiğinde kendi yüzünden onun dövülmesini
istemediği için ona: "Benim yanımdan kalk" derdi Said
"Amellerinizin boşa gitmemesi için zâlimlerinyardımcılarının yüzlerine
ancak kalbİerinizle inkar ederek
bakın'1 derdi.
Said b. Müseyyeb Hz.
Ömer'in hilafetinin ikinci yılında doğmuştur, doğru olan görüşe göre, hicretin
(93) yılında Medinede vefat etmiştir. [132]
Urve, cennetlik
oldukları müjdelenmiş on sahabeden biri olan Zübeyr b. Avvam'ın oğludur.
Künyesi ebu Abdullâh'dir Kureyş kabilesinin Esed oğularındandır.
Urve Medinenin yedi
fakihinden biridir.
Zübeyr, Resülulâh
(SAV)ın halası Safıyye'nin oğludur. Urve'nin annesi Hz. Ebu Bekir'in kızı
Zatünnitakayn Esma'dır. Esma cennetliklerin yaşlılarından biridir. Urve,
Abdullah ile ana baba bir öz kardeştir.
Musâb ise Urve ile
Abdullah'ın ana bir kardeşleridir.
Urve: "Kur'ân
yedi harf üzerine indirilmiştir" hadisini rivayet eden raviler arasında
bulunmaktadır. Urve teyzesi müminlerin anası Hz. Aişe'den ve diğer bir çok
sahabe-i güzinden hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de İbn-i Şiab ez-Zühri
gibi tabiinden bir çok zevat hadis rivayet etmişlerdir.
İbn-i Kuteybe
"el-Maarif" isimli kitabında şu bilgiyi vermiştir: "Urve âlim ve
takva sahibiydi. " Samda hükümdar Velit b. Abdülmelik yanında bulunurken
ayağı kanser oldu, Velidin meclisinde ayağı kesildi. O sırada velit başkasıyla
konuşuyordu, Urve ayağı kesilirken hareket etmediği ve bir defa olsun inlemeden
tahammül ettiği için Velit
onun ayağının kesildiğini
anlamadı.
Ancak kesilen yer
dağlanırken, dağlama kokusunu duyunca ayağın kesilmiş olduğunu anladı. Urve
ayağı kesildiği gece dahi virdini (zikrini) bırakmadı.
Denildi ki:
"Urve'nin Şama yaptığı bu yolculuğunda oğlu Muhammed vefat etti, Muhammed
Velit b. Abdulmelik'in hayvanlarının yanına girdi. Hayvanlardan biri onu vurup
öldürdü. Urve Medine'ye dönünce "Yemin olsun ki, bu yolculuğumuzdan yorgun
düşdük" dedi. Urve ayağı kesildikten sonra sekiz sene yaşadı.
Urve'yi en güzel
taziye eden İbrahim b. Muhammed b. Talha oldu İbrahim Urve'yi taziye ederken
şöyle demiştir: "Vallahi senin yürümeye ve koşmaya ihtiyacın yoktur.
Senin azalarından bir uzvun ve oğullarından bir oğlun senden önce cennete
gittiler. Vücut parçalarına bağlıdır, inşallah! Allah Teâlâ muhtaç olduğumuz
senin ilmini, görüşünü bize bağışladı, bizide senide onlarla faydalandırsın.
Allah teâlâ senin sevabını verecektir. Senin Sevabın Allah Tealâ'ya aittir.
"
Urve her gün müshafa
bakarak Kur'an okurdu, geceleride Kur'an okuyarak geçirirdi. Urve'nin ayağını
kesmesi için çağrılan hekim ona: "Ayağının acımasını duymaman için sana
şarab içirelim" dedi. Urve: "Allah Tealâ'dan afiyet vermesini umut
ettiğim şeye haram ile yardım İstemem" dedi Hekim: "Sana uyuşturucu
ilaç içirelim" dedi. Urve: "Uzuvlarımdan biri kesilecek ben onun
acısını duymayacağım da sonra onun sevabına nail olacağım, bunu istemem"
dedi.
Urvenin yanına
tanımadığı kimseler girdi.
Urve: "Bunlar
kimdir?" diye sordu. Onlarda: "Biz seni tutacağız, çünkü ayağın
kesilirken acısına sabredemezsin" dediler.
Urve:"sabredeceğimi
ve size ihtiyaç bırakmaya cağımı umarım"dedi.
Bıçak kemiğe ulaşınca,
kemik testere ile kesildi. Urve tehlil ve tekbir getiriyordu.
Kesilen yer zeytin
yağı ile dağlandı, sonra Urve kesilen ayağını eline alıp sağa sola çevirdi ve:
"Bilmiş olun ki, beni senin üzerinde taşıyan Allah Teâlâya yemin ederim
ki, Allah Teâlâ biliyor, ben bu ayakla harama gitmedim veya günah
işlemedim" dedi.
Urve Medine'ye gelince
"Allah'ım benim dört uzvum vardı, birini aldın geride üç uzvum kaldı. Sana
hamdü senalar oİsun bir uzvumu aldınsa, diğerlerini bağışladın, ibtila
(imtihan) ettinse uzun zaman sıhhat ve afiyet verdin" dedi.
Kardeşi Abdullah,
Haccac-ı zalim, tarafından öldürülünce Urve, Abdülmelik'in yanına gitti ve ona
"Kardeşim Abdullah'ın kılıcını bana vermeni istiyorum" dedi.
Abdülmelik ona: "Onun kılıcı kılıçlar arasındadır. Ben onu
bilmiyorum" dedi. Urve: "Kılıçları getirirseniz ben onu tanırım"
dedi.
Abdülmelik kılıçların
getirilmesini emretti. Kılıçlar getirilince Urve onlardan ağzı çentikli olan
bir kılıcı aldı. "Bu, kardeşimin kılıcıdır" dedi.
Abdülmelik: "Bu
kılıcı daha önce tamyormuydun ?" dedi.
Urve de:
"Hayır" dedi. Abdülmelik: "O halde nasıl tanıdın" dedi.
Urve: "Nabiga-i Zübyani'nin "onlarda hiçbir ayıp ve kusur yoktur, şu
kadar ki, kılıçlarında ordularla çarpışa çarpışa çentikler meydana
gelmiştir" beytinden esinlenerek bu kılıcı tamdım" dedi.
Urve Medine'de bir kuyu
kazdırdı, bu kuyu "Urve kuyusu" diye anılmaktadır. Medine'de onun
suyundan tatlı olan bir kuyu yoktur.
Urve hicretin (22.
veya 26.) yıllan arasın'da doğdu. Medine yakınında kendisine ait
"fur" denilen köyde hicretin (93) veya (94) yılında vefat etti. Orada
defnedildi.
"Fur"
"er-Rebede" bölgesindedir. Medineye dört günlük mesafededir.
Hurmalık ve sulak bir yerdir.
Abdülmelik: "Kim
ki cennet ehlinden bir kimseye bakmak isterse, Urve b. Zübeyr'e baksın"
derdi. [133]
Ubeydullah Huzeyl
kabilesindendir. Künyesi Ebu Abdullah'dır. Tabiinin büyüklerinden âlim fakih
bir zattır. Sahabi olan Abdullah b. Mes'ud'un kardeşinin oğlunun oğludur.
Medinenin yedi fakihinden biridir.
Ubeydullah Kureyşin
eşrafındandır. Cahiliyyet devrinde
dedelerinden biri olan
"Subh b. Kâhil" kavminin
başkanıydı.
Hüzeyl büyük bir
kabiledir. Mekkeye -Allah Teâlâ onu korusun- yakın vadi Nahle halkının çoğu
Hüzeyl'ilerdir.
Ubeydullah Ashabı
kiramdan pek çok zevata yetişti. Ibni Abbas, Ebu Hüreyre ve mü'minlerin anası
Hz. Aişe'den hadis rivayet etti, kendisinden de Ebuz-Zinad ve Zühri gibi
tabiinden birçok zevat hadis rivayet ettiler.
Zühri: "Ben dört
denize yetiştim onlardan biri Ubeydullah'dır" dedi.
Yine Zühri: "Ben
çok ilim tahsil ettim, ilmin yeterli olduğunu zannetmiştim. Ubeydullah ile
karşılaşınca hiçbir şey bilmediğimi anladım" demiştir.
Ömer b. Abdulaziz:
"Ubeydullah ile bir mecliste bulunmam bana dünyadan ve dünyada olanlardan
daha sevimlidir. Vallahi Ubeydullah'ın gecelerinden bir gecesini beytülmaldan
bin altına satın alırım" dedi. Yanındakiler: "Ey Mü'minler'in emiri!
Sen beytülmah korumaya son derece düşkün olduğun halde bunu nasıl söylüyorsun'1
dediler. Ömer b. Abdulaziz: "Ubeydullah sizleri nerelere götürür bir
bilseniz Vallahi ben onun görüşü, nasihati ve yol göstermesiyle Müslümanların
beytülmalına milyarları kazandırırım. Çünkü onun konuşmasında akılları
aşılamak, kalpleri dinlendirmek, üzüntüleri gidermek, edebi güzelleştirmek
vardır"dedi.
Ubeydullah âlim,
ibadete düşkün, şair bir zattı, ondan çok az şiir nakledilmiştir.
Nitekim Ubeydullah bir
beytinde şöyle demiştir: "Baş köşeye oturan kimsenin insanlara muhakkak
bir şeyler Öğretmesi gerekir"
Doğru olan görüşe
göre, Ubeydullah hicretin (102.) yılında Medine de vefat etmiştir. [134]
Salim b.
Abdullah, Adiyy kabilesindendir, künyesi Ebuu Amr'dır.
Aralarında
Yezdecerd'in kızları da bulunan İran esirleri, Hz. Ömer'in huzuruna
getirilince bu kızlara kıymet biçildi ve bu kızları Hz. Ali aldı. Hz. Ali bu
kızlardan birini Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'a verdi, bu kızdan Salim b. Abdullah
dünyaya geldi. Bu kızlardan birini de oğlu Hüseyin'e verdi, bu kızdan da Ali b.
Hüseyin dünyaya geldi. Bu kızlardan birini de Ebu Bekir'in oğlu Muhammed'e
verdi, bu kızdan da Kasım b. Muhammed dünyaya geldi.
Salim Medine'nin yedi
fakihinden biridir. Tabiin'in büyüklerinden, alimlerinden, kendilerine güvenil
iri erindendir.
Babasından ve diğer
Sahabilerden hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de Zühri ve Nafı gibi
tabiinden bir çok zevat hadis rivayet etmişlerdir.
Salim zahid ve
yaşayışı sade idi. Salim Velid b. Abdül-melik'in yanına girince Velid:
"Endamın ne kadar güzeldir, ne yiyorsun?" diye sordu. Salim:
"çörekle zeytin yağı yiyorum" dedi. Velid: Onu iştahla yiyebiliyormusun?"
dedi. Salim: "Onu iştahım çekmedikçe yemiyorum, iştahım çekince
yiyorum" dedi.
Salim: "Devamlı
et yemekten sakının, çünkü et de içki gibi alışkanlık yapar" derdi.
Salim kendi eliyle
dokuduğu yün elbise giyerdi, bütün işlerini ve ihtiyaçlarını kendisi yapardı.
Süleyman b. Abdülmelik
Kabe'ye girince orada Salimi gördü, ona: "benden ne ihtiyacın varsa
iste" dedi. Salim de: "Vallahi Beytullah da Allâh'dan başka kimseden
bir şey istemem" dedi.
Salim çok güzel va'z
ve nasihat ederdi.
Ömer b. Abdulaziz ona:
"Bana Ömer b. Hattab'm mektuplarından bir şeyler yaz" diye mektup
gönderdi. Salim de ona: "Ey Ömer! Lezzetlere doymayan gözleri çıkmış olan,
doymak bilmeyen karınlan deşilmiş olan, toprak yığınları altında cife olmuş
olan hükümdarları hatırla! Şayet bizim meskenlerimiz onların kabirleri yanında
bulunsaydı, kokuları bizi rahatsız ederdi" diye mektup yazdı.
Salim Hicretin (106.)
yılının zilhicce ayının sonunda Medine de vefat etti. Hişam b. Abdülmelik o
sene h.acc ettikten sonra Medine'ye gelince Salim'in vefatına tesadüf etti.
Hişam kalabalık bir cemaata Bakii kabristanında Salim'in cenaze namazını
kıldırdı. [135]
Künyesi Ebu Eyyub'dur.
Süleyman b. Yesar Resûlûllâh (SAV) in zevcesi Hz. Meymunenin azatlısıdır.
Tabiinin
büyüklerindendir. Medine'nin yedi fakihinden biridir
Süleyman, sika
(kendisine güvenilir) abid, hüccet (seçkin alimlere verilen bir unvan) ve takva
sahibi bir zattı.
Hasan b. Muhammed:
"Süleyman b. Yesar bizim yanımızda Said b. Müseyyeb'den daha anlayışlı
idi" dedi. Said b. Müseyyeb'den daha âlim daha fakih idi demedi.
Süleyman, İbn-i Abbas,
Ebu Hüreyre ve Ümmü Sele-me'den hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de Zühri ve
tabiinin büyüklerinden bir cemaat hadis rivayet etmişlerdir.
Said b. Müseyyeb
kendisine fetva sormaya gelene Süleyman b.Yesar'a gitmesini tavsiye ederdi.
Katade, Medine'ye
geldim ve 'Talak konusunu en iyi bilen âlim kimdir" diye sordum.
"Süleyman b. Yesar dır" dediler. Süleyman b. Yesar hicretin (107.)
yılında (73) yaşında olduğu halde vefat etti. [136]
Kasım'ın künyesi Ebu
Muhammed'dir. Kasım Hz. Ebu Bekir Sıddık'ın torunudur. Tabiinin
büyüklerindendir. Medine'nin yedi fakihinden biridir. Zamanındaki insanların
en üstünüydü.
Kasım, halası Hz.
Aişe, İbn-i Ömer, İbn-i Abbas, Ebu Hüreyre ve daha bir çok sahabiden hadis
rivayet etmiştir. Kendisinden de Nafı, Zühri, İbn-i Ebi Müleyke gibi tabiinden
birçok zevat hadis rivayet etmişlerdir.
Yahya b. Said:
"Kasım b. Muhammed'den daha faziletli kimseye yetişmedik" demiştir.
İmam Malik:
"Kasım b. Muhammed bu ümmetin fakihlerindendi" demiştir.
Kasım'in annesi İran
hükümdarlarının sonuncusu olan Yezdecerd'in kızıdır. Hz. Hüseyin'in oğlu,
Zeynel Abidin Ali ve Abdullah b. Ömer'in oğlu Salim teyze oğullarıdır.
Kasım, hicretin (101.)
veya (102.) yılında Mekke ile Medine arasında "Kudeyd" denilen yerde
(73) yaşın da olduğu halde vefat etti. [137]
Nafı'nin künyesi Ebu
Abdullah'dır. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'ın azadlısıdır. Aslen Deylemlidir.
Nafı'yi efendisi Abdullah b. Ömer katıldığı savaşların birinde ganimet olarak
almış, sonra onu azat etmiştir. Nafı' Tabiinin büyüklerindendir.
Efendisi Abdullah'dan
ve Ebu Saidi Hudri'den hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de Eyyub-i
Sahtiyani, Malik b. Enes Zühri hadis rivayet etmişlerdir.
Nafı' hadis toplamak
ve kendinden hadis alınmakla şöhret kazanmış olan faziletli ve güvenilir
zevattandır. Abdullah b. Ömer'in hadislerinin çoğunu Nafı' rivayet etmiştir.
İmam Malik:
"Nafı'nin Abdullah b. Ömer'den rivayet ettiği bir hadisi duyduğunda o
hadisi 6aşka kimseden de dinlemeye ihtiyaç duymazdım" demiştir.
Hadisçiler: "İmam
Şafii'nin, İmam Malik'ten, İmam Malik'in, Nafı'den, Nafı'nin de Abdullah b.
Ömer den rivayetine "Silsiletüz-Zeheb" derler.
Çünkü bu ravilerden
her birinin hadis ve fıkıh konuların da üstün bir mevkii geniş ve derin bir
bilgisi vardı.
Naff Medine de
hicretin (117.) yılın da vefat etmiştir. [138]
İbn-i Şihab'in ismi,
Muhammed'dir. Babasının ismi, Müslim'dir. Künyesi Ebu Bekir'dir. Kureyş'in
Zühre kabilesindendir. Resûlullah (SAV) in annesi Amine bu kabileden'dir.
Muhammed, bazan "Zühri" bazan da büyük
dedesine nisbetle
"İbn-i Şihab" diye anılır. Tabiindendir, Medine'deki fakihlerden, hadiscilerden ve
âlimlerden biridir.
Sahabeden on zatı
görmüştür. Enes b. Malik ve Rebia b. İbad gibi ashabı kiramdan ve tabiinin
büyüklerinden hadis almıştır. Kendisinden de Malik b. Enes, Süfyan b. Üyeyne ve
Süfyan-ı Sevri gibi birçok meşhur imamlar hadis rivayet etmişlerdir. İbn-i
Şihab kendini ilme vermiş ve ilmi öğrenmek için çok gayret göstermiştir. Evinde
oturduğu vakit kitapları etrafına yığar, onlarla meşgul olur, dünya işlerinden
hiçbir işle uğraşmazdı. Bu yüzden bir gün hanımı ona: "Vallahi bu kitaplar
bana üç kumadan daha ağır gelmektedir" demiştir.
İbn-i Şihab Medine'nin
yedi fakihinin ilmini ezberlemişti. Ömer b. Abdülaziz "İbn-i Şihab'ı
bırakmayın, çünkü siz önceki sünneti (hadisi) ondan daha iyi bilen bir kimse
bulamazsınız" diye etrafa mektup göndermiştir.
Mekhüle üç defa:
"gördüğün kimselerin en âlimi kimdir?" diye sorulmuş, üçünde de
"İbn-i Şihab'dır."diye cevap vermiştir.
İmam Buhari'nin Ali b.
Medini'den rivayet ettiğine göre, İbn-i Şihab iki bin kadar hadis rivayet
etmiştir. Bunların bir çokları "Kütüb-i Sitte" de ve
"Muvatta"da vardır.
İbn-i Şihab bir zeka
ve fazilet harikası idi. Üstün bir hafızaya sahipti. Kur'an-ı Kerimi seksen
gecede ezberlemişti. Eyyub-i Sahtiyani: "İbni Şihab'dan daha âlim bir
kimse görmedim" demiştir.
İmam Şafii'de:
"İbn-i Şihab olmasaydı Medine'den sünnetler (Hadisler) gitmiş
olurdu." demiştir.
Bütün âlimler onun
hadiste imam olduğunda ve ezberinin çokluğu ile güvenilir bir kişi olduğunda
ittifak etmişlerdir.
İbn-i Şihab hicretin
(124.) yılında (72) yaşında olduğu halde Şam da vefat etmiştir.
«el-Bakır»[139]
Muhammed, Hz. Ali'nin
oğlu Hüseyin'in torunudur. Künyesi Ebu Cafer lakabı el-Bakır'dır.
Muhammed, hicretin
(57.) yılında Medine'de doğmuştur. Dedesi Hüseyin şehid edildiği gün (3)
yaşındaydı.
îmamiyyenin inancına
göre Muhammed on iki imamdan biridir. Cafer es-Sadık'ın babasıdır. Büyük âlim
ve seyyiddir.
Derin bilgisinden
dolayı kendisine "el-Bakır (derinliklere nüfuz eden araştırıcı)"
denilmiştir.
Muhammedin de Şii
fırkası tarafından İmam olarak tanınmaktan kurtulamamış olduğunu İçlilerden bir
şairin onun hakkındaki şu^şiiri bildirmektedir.
"Ey takva
sahibleri için ilim deryası Ey içlilere cevap verenlerin en hayırlısı"
Tanınmış hadis
âlimlerinden olan Muhammed'den bir çok "Kelâm-ı Kibar"
nakledilmiştir.
Muhammed hicretin
(113.) yılında Şam'ın '*el-Hamime" beldesinde vefat etmiş Medine'ye
nakledilip Baki kabristanına defnedilmiştir. [140]
Mücahid b. Cebr,
Mekkeli'dir. Künyesi Ebül-haccac'dır. Mahzumi kabilesindendir. Abdullah b.
Es-Saib b. Ebi Saib'in azadhsıdır.
Tabiinin
büyüklerindendir. Kurralann Şeyhidir.
Mücahid Hz. Ali'den
Sa'd b. Ebu Vakkas'dan, dört Abdullah'dan, Rafı b. Hadic'den Hz. Aişe, Hz. Ümmü
Seleme, Ebu Hüreyre, Suraka b. Malik'ten, Abdullah b. Es-Saib, el-Mahzumi'den
ve daha bir çoklarından hadis rivayet etmiştir.
Kendisinden de Atâ,
İkrime, Amr b. Dinar, Katâde, Süleyman el-Ahvel, Süleyman el-Â'meş, Abdullah b.
Kesir el-Kari daha bir çokları hadis rivayet etmişlerdir.
Mücahid, hicretin
(21.) yılında Hz. Ömer'in hilafeti zamanında doğmuştur.
Mücahid, tabiin
tabakasından olan Müfessirlerin başıdır. Hatta onların tefsiri en iyi bileni
olduğu söylenir.
Tefsirini, Abbas'dan
Kur'an-ı otuz defa okumakla almıştır. Mücahid: "Ben Kur'an-ı otuz defa
İbn-i Abbas'tan okudum, her âyeti okudukça durur, ona bu âyetin kimin hakkında
inmiş olduğunu ve nasıl olduğunu sorardım" demiştir.
İmam Sevri: "Sana
tefsir Mücahid'den gelirse bu sana yeter/'demiştir. Bundan dolayı îbn-i
Teymiyye: "Onun
tefsirine Şafii,
Buharı ve diğer
ilim sahihleri itimad etmişlerdir" demiştir.
Ebu Hatim: "Mücahid,
Hz. Aişe'den hadis dinlememiştir. Ondan rivayet ettiği hadisler Mürseldir.
Yine Mücahid'in Sa'd, Muaviye, Ka'b b. Ucre'den rivayet ettiği hadisler de
Mürseldir" demiştir.
Ebu Nuaym, Yahya
el-Kattan'dan rivayet ettiğine göre, Yahya el-Kattan: "Mücahid'in
Mürsellerini ben Atâ'nın Mürsellerinden daha çok beğenirim."demiştir.
Katade: "Geriye kalanlardan tefsiri en iyi bilen Mücahid'dir"
demiştir.
İbn-i Sa'd:
"Mücahid çok hadis bilen âlim fakih güvenilir bir zat idi."
demiştir. İbni Hayyan: "Mücahid, fakih, takva sahibi, sağlam bir zat
idi" demiştir.
Zehebî Mücahidin hal
tercümesinin sonunda "Ümmet Mücahid'in imamlığı ve onun sözünün hüccet
sayılmasında ittifak etmişlerdir. Abdullah b. Kesir ondan okumuştur."
demiştir.
Mücahid hicret in
(102.) veya (103.) yılında vefat etmiştir.
Yahya el-Kattan:
"Hicretin (104.) yılın da vefat etti." demiştir. [141]
İkrime, Abdullah b.
Abbasın kölesi idi, sonra azad edilmiştir. Künyesi Ebu Abdullah'dır. Babasının
ismi Abdullah'dır. Aslen Mağrip halkından olan Berberiler-dendir. İkrime Hasın
b. el-Hayr el-Amberinin kölesi idi.
Hz. Ali İbn-i Abbas'ı
Basra valisi olarak tayin ettiği zaman Haşin, İbn-i Abbas'a bu köleyi hibe
etmiştir. İbn-i Abbas ona Kur'an-ı ve Sünneti, (Hadisi) öğretmek için çok gayret
göstermiştir.
İkrime, İbn-i
Abbas'dan, Abdullah b. Ömer'den Abdullah b. Amr b. el.-As'dan, Ebu Hüreyre'den
, Ebu Said-i Hudri den, Hüseyin b. Ali'den, Hz. Ali'den, Hz. Aişe'den hadis
rivayet etmiştir, kendisinden de Zühri, Amr b. Dinar, Sabi gibi bir çok zevat
hadis rivayet etmişlerdir.
İbn-i Abbas vefat
ettiğinde İkrimeyi azad etmediği için köle olarak kalmıştır, İbn-i Abbas'in
oğlu Ali bu büyük âlimi dört bin altın karşılığında Halid b. Yezid b. Muaviye
ye satmıştı. Bunun üzerine İkrime Ali'ye gelerek "Yazık ettin babanın
bütün ilmini dört bin altına sattın demiş, bu sözden mütessir olan Ali b.
Abdullah satış muamelesini bozmuş, İkrime'yi geri alıp âzad etmişti.
İkrime Horasan,
İsfahan, Mısır gibi bir çok beldeleri dolaşmıştır.
Mekke'nin ve Mekke
havalisinin fakihlerinden birisidir. İbn-i Abbas ona: "Hadi git insanlara
fetva ver sana bir kimse gelirde kendisiyle ilgili mühim bir şey sorarsa fetva
ver. Bir kimse de gelir kendisiyle ilgili olmayan bir şey sorarsa ona fetva
verme. Bu şekilde hareket edersen kendini insanların üçte iki nisbetin de
sıkıntısından kurtarmış olursun." diye talimat vermiştir.
Said b. Cübeyr'e:
"Senden daha âlim bir kimse biliyor musun?" diye sorulmuş, o da:
"İkrime vardır" demiştir.
Bazı kimseler
îkrime'yi haricilerin görüşündedir diye tenkit etmişlerdir.
İkrime hicretin
(107.)yıhnda seksen yaşında
olduğu halde Medine'de vefat etmiştir. [142]
Ata'nin künyesi Ebu
Muhammed'dir. Babası Ebu Rebah'ın ismi Eşlem veya Salim b. Safvan'dır
Ata Fihr oğullarının
azathsıdır. Mekke'lidir.
Mekke'nin ve Mekke'ye
bağlı olan yerlerin en büyük fakihlerinden ve zahidlerinden biriydi.
Ata, Cabir b. Abdullah
el-Ensari, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Zübeyr ve diğer bir çok sahabeden
hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de, Amr b. Dinar, Zühri, Katade, Malik b.
Dinar, el-A'meş, Evzâî ve daha bir çok kimseler hadis rivayet etmişlerdir.
Denildi ki: Ata, siyah
tenli, şaşı, yassı burunlu, çolak, topal, saçları kıvırcık idi ve hayatının
sonlarına doğru âmâ oldu.
Süleyman b. Reff:
"Mescidi harama girdim, insanlar bir kişinin etrafına toplanmışlardı.
Baktım ki birde ne göreyim, siyah karga gibi Ata b. Ebû Rebah oturmaktadır"
demiştir.
Mekke'de fetva verme
vazifesi Ata ile Mücahide intikal etmiştir.
Katâde:
"İnsanların hac menasikini en iyi bileni A-tâ'dır" demiştir.
ibrahim b. Amr b.
Keysan: "Emevilerin zamanın da hacc meseleleri hakkında Atâ b. Ebu
Rebah'dan başka hiçbir kimse fetva vermesin diye bir kişiye emredilip onun da nida ederek
halka duyurduğunu hatırlıyorum" demiştir.
Atâ, hicretin (115.)
yılın da seksen sekiz yaşında olduğu halde Mekke'de vefat etmiştir. [143]
Alkame, büyük bir
fakihtir. Esved b. Yezidin amcası ve İbrahim en-Nehaî'nin dayısıdır.
Resüluİlâh (s.a.v.) m
hayatında doğmuş fakat görüşme şerefine nail olamamıştır.
Kur'ân-ı İbn-i
Mesud'dan öğrenmiştir. Hz. Ali'den Hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de
İbrahim b. Yezid en-Nehaî, Ebu İshak es-Sebii gibi birçok kimse hadis rivayet
etmişlerdir.
Alkame Kur'ân-ı güzel
bir sesle okurdu. Alkame'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Ben, Allah
Teâlâ'mn Kur'an okumam için güzel bir ses verdiği kimse idim"
İbn-i Mes'ûd,
Alkame'den Kur'an okumasını ister ve ona: "Oku, anam, babam sana feda
olsun, çünkü ben Resüluİlâh (s.a.v.) dan "güzel sesler Kur'an-ı
süsler" buyurduğunu işittim." derdi.
Alkame ahlâk ve
davranışlarıyla insanların İbn-i Mes'ûd'a en fazla benzeyeni idi.
Alkame hicretin (62.)
yılında vefat etmiştir. [144]
İbrahim'in künyesi Ebu
Imran veya Ebu Ammâr'dır. Babası Yezid b. Kays'dır.
İbrahim Kûfeli büyük
bir fakihdir. "en-Neha" Yemen-deki Mezcah'dan büyük bir kabiledir.
İbrahim aslı itbarıyla bu kabileden olduğundan dolayı "İbrahim
en-Nehaî" diye meşhur olmuştur.
Annesi Zeyd b. Kays'ın
kızı Müleyke, Esved b. Yezidin kız kardeşidir. Esved, İbrahim'in dayısıdır.
İbrahim Tabiindendir. Hz. Aişe yi görmüş ve onun yanına girmiş, fakat ondan
hadis rivayet ettiği sabit olmamıştır.
İbrahim meşhur
imamlardan biridir. Dayıları Esved ile Abdurrahman, Mesruk, Alkame, Şurayh ve
daha bir çok kimseden hadis rivayet etmiştir.
Kendisinden de A'meş,
Mansur, Hammad b. Süleyman gibi bir çok kimseler hadis rivayet etmişlerdir.
İbrahim fakih, salih
âlim, külfetsiz sade yaşayan bir kimse olup küfe halkının müftüsüydü.
İbrahim hicretin (96.)
yılında (49.) yaşında olduğu halde Küfe'de vefat etmiştir. [145]
Hasan'in babasının
ismi Yesâr, Annesinin ismi Hayre'dir. Künyesi Ebu Said'dir. Babası Yesâr islam
fütuhatı zamanın da Irak'ın Basra yakınındaki Misan'dan esir edilerek Medine ye
getirilmişti. Orada meşhur Zeyd b. Sabitin azatlıları arasına girerek,
Resülullâh (s.a.v.) in zevcesi Ümmü Seleme'nin azatlılarından Hayre adında
bir kadınla evlenmiş,
bu izdivacdan hicretin (21.) yılında Ömer b. Hattab'ın hilafeti zamanın da
Hasan Medine'de dünya ya gelmiştir.
Annesi bir iş için
gittiğinde Hasan ağlardı. Hz. Ümmü Seleme annesi gelinceye kadar onu avuturdu.
Hasan-ı Basri Vadi
el-Kurâ da yetişti ve oradan Bas-ra'sya gidip yerleşti ve orada yaşadı.
Tabiinin büyüklerinden
olup, ilmin, zühdün, veranın, ibadetin arasını birleştirmişti. Ağzından daima
hikmetli sözler dökülürdü.
Ebu Amr b. El-Alâ:
"Hasan-ı Basri'den daha fasihini görmedim" demiştir.
Hasan-ı Basri kuvvetli
seciyesi (karekteri), haramdan sakındırması, doğru ve hak olanı çekinmeden
söylemesi ile büyük bir şöhret kazanmıştı.
Yezid b. Abdülmelik
zamanında Ömer b. Hübeyre el-Fezari, Irak'a Vali olarak tayin edilmişti.
Horasan'da Irak'a katılmıştı. Vali tayin edilen Ömer, Hasan-ı Basri'yi,
Muhammed b. Sirin'i, Şabiy'i çağırdı. -Bu hadise hicretin (103.) yılında
geçmiştir- Ömer b. Hübeyre onlara: "Yezid Allah Teâlâ'nm yer yüzünde
halifesidir. Allah Teâlâ onu kullan üzerine halife seçti ve ona itaat etmeleri
için söz aldı. Bizden de onun sözünü dinlemek ve ona itaat etmek için söz aldı.
Gördüğünüz gibi, bana emirlerini yazıyor, ben de onun yazdığı emirleri uygulayacağım.
Bu konuda görüşünüz nedir diye sordu.
İbn-i Şirin ile Sabi
dolaylı sözler söylediler. Vali Ömer Hasan-ı Basri'ye: "Sen ne
dersin" dedi. Hasanı Basri: tcEy Ömer b. Hübeyre, Yezid'in Şeriata ters
düşen emirlerini uygulamada Allâh'dan kork Allah Teâlâ'nm emirlerini uygulamada
Yezid'den korkma çünkü Allah Teâlâ seni Yezid'den korur Yezid ise Allah
Teâlâ'dan koruyamaz Allah Teâlâ sana ölüm meleğini göndermesi seni tahtından
indirmesi, geniş sarayından çıkarması, dar kabire koyması yaklaştı seni kabirde
ancak amelin kurtarır. Ey Ömer b. Hübeyre Allah'a isyan etmekten sakın çünkü
Allah Teâlâ bu saltanatı sana dinine ve kullarına yardım etmek için verdi.
Allah'ın verdiği bu saltanatı sakın dinin aleyhinde ve insanlara eza cefa
yolunda kullanma zîrâ Allah'a isyan konusunda yaratığa itaat edilmez."
Dedi. Ömer b. Hübeyre onlara mükafat verdi.
Hasan-ı Basri, Ebu
Musa el-Eşâri'den Kur'an öğrenmiş, İbn-i Ömer, Enes, Semure, Kays b. Asım gibi
Ashabı kiram dan ve Ebul-Âliye FadI b. İyaz gibi Tabiinden de hadis rivayet
etmiştir. Hayatını ilim ile cihada hasretmişti. Meşhur yiğitler den sayılırdı.
Ashab-j kirama yetişmiştir, hatta kendisi: "Biz cihad için Horasana
gittiğimiz zaman ordumuzda Ashab-ı güzin den üçyüz zat bulunuyordu"
demiştir.
Ömer b. Abdülaziz
halife olunca Hasan-ı Basri'ye: "Ben bu işle ibtiia edildim, bu işte bana
yardım edecek kimseleri tavsiye etmeni rica ederim" diye mektup yazmış.
Hasan-ı Basri de: 'Dünya insanlarını sen istemezsin Ahiret erleri de seni
istemezler o halde bu işin üzerine Allah Teâlâ'dan yardım dile" diye cevap
vermiştir. Hasan-ı Basri zamanının ilim ve amel cihetinden imamı idi. Hasan-ı
Basri hicretin (110.) yılında Basra'da vefat etmişti[146]
Muhammedin babasının
ismi Şirin annesinin ismi Safıye'dir. Künyesi Ebu Bekir'dir. Babası şirin Enes
b. Malik'in kölesi idi. Enes b. Malik onu kırk bin dirhem karşılığın da azad
etmiştir.
Sİrin Misan
esirlerindendi. Annesi Safıye'de Hz. Ebu Bekir'in azadlısı idi Muhammed b.
Şirin Ashab-ı kiramdan otuz kadar zata yetişmiş Ebu Hüreyre, Abdullah b. Ömer,
Abdullah b. Zübeyr, İmran b. Husayn, Enes b. Malik'ten hadis rivayet etmiştir.
Kendisinden de Katade b. Diâme, Halid el-Hazzâ, Eyüb Sahtiyani gibi daha bir
çok imamlar hadis rivayet etmişlerdi.
Basra halkının
fakihlerinden biri olan İbn-i Şirin âlim, vera, takva sahibi ve Hasan-ı
Basri'nin arkadaşı idi.
İbn-i Şirin ile
Hasan-ı Basri, Basra'ya hicret etmişlerdir.
Şâbî: "Racül-i
Esamm'ı, yani İbn-i Sirin'i bırakmayın" derdi.
İbn-i Şirindin
kulakları ağır duyduğu için kendisine "Racül-i Esamm" denirdi. .
İbn-i Şirin Tefsir,
Hadis, Fıkıh ilimlerinde büyük bir iktidar sahibiydi, rüya tabirinde de pek
meşhurdu.
İbn-i Şirin, Hz.
Osman'ın hilafetinin son zamanında dünyaya gelmiştir. Hicretin (110.) yılında
Basra'da Hasan-ı Basri'den yüz gün sonra vefat etmiştir.
Allah onlardan razı
olsun. [147]
Ömer'in babası Emevi
soyundan Mervan'ın oğlu Abdülaziz dir. Annesi Ömer b. Hattab'ın oğlu Asım'ın
kızı Ümmü Asım Hafsa'dir.
Hicretin (63.) yılında
Medine'de dünyaya gelmiş küçük yaşta Kur'an-ı Kerim'i ezberlemiştir.
Babası Abdülaziz'le
beraber Mısıra gitmiş sonra babası onu dini öğrenmesi, sünneti bellemesi ve iyi
bir terbiye alması için Medine'ye göndermiştir.
Ömer b. Abdülaziz,
Enes b. Malik, Said b. Yezid, Urve b. Zübeyr, Ebu Bekir, Haris b. Hişam ve daha
bir çok kimselerden hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de Ebu Seleme b.
Abdurrahman, Ebu Bekir Amr b. Hazm, Zühri ve kendi oğullan Abdullah ile
Abdülaziz gibi bir çok kimseler hadis rivayet etmişlerdir. Ömer b.
Abdülaziz'in, babası Mısır'da vefat edince, amcası halife Abdülmelik b. Mervan
kendisini Şam'a istemiş ve kızı Fatıma ile evlendirmiştir.
Velid'in halifeliğinde
uzun müddet Medine valiliğinde bulunmuştur.
Ömer b. Abdülaziz
güvenilir, fakih, âlim, vera takva sahibi olmakla meşhurdur.
Enes b. Malik, Ömer b.
Abdülaziz'i kast ederek: "Namaz cihetinden Resûlûllâh'a bu gençden daha
çok benzeyen görmedim" demiştir.
Muhammed b. Ali b.
Hüseyin: "Her kavmin bir faziletlisi vardır. Ümeyye oğullarının
faziletlisi de Ömer b. Abdülaziz'dir. Çünkü o, kıyamet gününde tek başına bir
ümmet olarak ba's olunacaktır." demiştir.
Ömer b. Abdülaziz
halife olunca insanları dedesi Ömer b. Hattab'ın gidişatına çeviren adaletli
bir imam olmuştur.
Malik b. Enes:
"Said b. Müseyyeb Ömer b. Abdülaziz'den başka hiçbir hükümdarın yanına
gitmezdi" demiştir.
Ömer b. Abdülaziz
halife olunca minbere çıktı ve: "Ey insanlar! Eğer beni istemiyorsanız
başınızda durmam" dedi. Bunun üzerine insanlar: "Biz senden
razıyız" dediler.
Ömer b. Abdülaziz,
kendisinden önceki hükümdarlar döneminde zorla ve haksız olarak alınan malları
sahiplerine geri verdi. İslamın hükümlerini gerçek usulleriyle uyguladığı için
fakirleri zengin yapmıştır. Hatta denildik! zekat vermek için muhtaç bir kimse
bulunamıyordu.
İmam Buharı, İmam
Malik ve İbn-i Üyeyne: "Ömer b. Abdülaziz hadislerin toplanıp yazılmasında
ilk taşı koyan imamdır" demişlerdir.
Nitekim yukarı da
geçmiştir.
Ömer b. Abdülaziz'in
menkıbeleri ve faziletleri pek çoktur. Hicretin (101. veya 102.) yılında vefat
etmiştir. [148]
Tavus b.
Keysan el-Havlânî el-Hemedânî el-Yemani'dir.
Tavus'un babası Keysan'dır. Künyesi Ebu Abdurrahman' dır. Aslen İranlıdır.
Tavus hicretin (33.)
yılında Yemen'de dünya ya gelmiş, orada
yetişmiştir. Tabiinin büyüklerinden
biridir.
İbn-i Abbas, Ebu
Hüreyre, Hz. Aişe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr, ve daha birçok sahabe-i
kiramdan hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de Mücahid, Amr b. Dinar, Zühri,
İbrahim b. Meysere gibi birçok kimseler hadis rivayet etmişlerdir.
Tavus, Yemen'in en
büyük fakihi ve müttehidiydi.
Ebu Uyeyne dedi ki:
"Ben Abdullah b. Yezid'e, İbn-i Abbas'ın yanına kiminle beraber
giriyorsun?" diye sordum. Abdullah da: "Atâ ve arkadaşlarıyla
giriyo-rum"dedi. Ben: "Tavus'la beraber girmiyormusun?" dedim.
Oda: "O nerede biz neredeyiz . O havass ile beraber giriyor" dedi.
Amr b. Dinar:
"Ben ilim de, zühd de Tavus gibi hiçbir kimse görmedim" demiştir.
Ömer b. Abdülaziz
halife olunca Tavus ona: "Bütün işlerinin iyi olmasını istersen, iyi
kimseleri kullan" diye bir mektup yazmış. Ömer b. Abdülaziz de bu mektubu
alınca: "Bu Öğüt olarak bana yeter" demiştir.
Rivayet edildiğine
göre halife Mansur İbn-i Tavus ile İmam Mâlik'i çağırmış bunlar halife Mansurun
yanına girince Halife Mansur bir müddet başını eğip düşündükten sonra İbn-i
Tavus'a dönerek babandan işittiklerini anlat" demiş. O da: "Babam
bana Allah Teâlâ bir adama saltanat bahşeder de o adam hükmün de zulmederse
kıyamet günün de İnsanların en şiddetli azap göreni olacaktır" demiştir.
Halife Mansur bir müddet durdu İmam Malik: "Ben Mansurun onu
öldürtmesinden kanının üzerime sıçramasından korktuğum için elbisemi topladım"
demiş. Halife Mansur İbn-İ Tavus'a: "Hokkayı bana ver" demiş. Bu
sözünü üç defa tekrarladığı halde İbn-i Tavus hokkayı ona vermemiş. Halife
Mansur ona: "Niçin bana hokkayı vermiyorsun?" diye sormuş. İbn-i
Tavus da: "Onunla günah olan bir şey yazmandan ve benimde o günaha ortak
olmamdan korkuyorum" demiş. Halife Mansur, İbn-i Tavus'un bu sözünü
işitince: "Benden uzak olun" demiş. İbn-i Tavus: "Zaten bizde
bunu istiyorduk" demiş. İmam Malik: "Ben o günden itibaren İbn-i
Tavus'un üstünlüğünü tanıdım" demiştir.
Tavus ezberlemede,
zekada, fesahatta bir harika idi. İlmi kemalatı derecesinde zühd ve takvası
vardı. Bir Yemen emiri 500 altın hediye göndermişti fakat Tavus almamıştı (50)
kadar sahabeye yetişmiştir. Birçok kimseler ondan ilim akmışlardır. Duası kabul
edilenlerdendi. Kırk defa hacca gitmiştir.
İbn-i Abbas onun hakkında:
"Ben Tavus'un cennet ehlinden olduğunu zannediyorum" demiştir. Tavus
hükümdarlardan ve emirlerden uzak dururdu. İbn-i Uyeyne: "Sultanlardan
uzak duran şu üç zevattır. Ebu Zerr, Tavus ve Sevri" demiştir.
Tavus hicretin (106.)
yılında Hac ederken zilhiccenin yedinci gününde Mekke'de vefat etmiştir. O sene
Hac da bulunan Hişam b. Abdülmelik onun cenaze namazını kıldırmıştır. [149]
Ebu Hanife'nin
tercüme! halini yazmadan, mezhebinin esaslarını anlatmadan önce onun asrını ve
asrındaki geçen hadiseleri ve bu hadiselerin Ebu Hanife'nin hayatındaki
tesirlerini bilmemiz gerekir.
Ebu Hanife Emevi
devletinin altın çağı olan Abdülmelik b. Mervan zamanında hicretin (80.)
yılında Kûfe'de dünyaya gelmiştir. Çocukluğunda Irak valisi olan Haccacı Zalim
es-Sakafıye yetişmiş, onun Emevilerin siyasi düşmanlarına karşı, yaptığı zulüm
ve şiddetini görmüştür. Gençliğinde adil olan Ömer b. Abdülaziz'in hilâfetine
yetiştiği gibi, Emevi devletinin zayıflayıp çöktüğünü de görmüştür. Abbasi
devletinin kuruluşuna kadar yaşamıştır. Hicretin (150.) yılında halife Mansur
zamanında Bağdat'ta vefat etmiştir.
Ebu Hanife'nin
asrında, islam devleti büyümenin doruğuna ulaşmıştı. Hakimiyeti batıda Atlas
okyanusuna, doğuda ise Çin'e kadar uzamıştı. Endülüsün fethiyle Avrupa'dan da
az sayılamıyacak kadar yerleri hakimiyeti altına almıştı. Ülkeleri
fethedildikten sonra ırkları farklı olan milletler islam sancağının altına
girmişlerdir. Bunlardan bazıları şunlardır: İranlılar, Romalılar, Türkler,
Hindliler ve Mısırlılardır.
İslam devletinin
genişlemesi, iklimlerinin çeşitli olması, üzerinde farklı ırkların yaşaması ve
kültürlerinin değişik olmasıyla devletin ihtiyaçları arttı. Saltanat
prensiplerini sağlam temeller üzerine atmaya, idare sistemini koymaya, barış ve
savaş ile ilgili konulan tayin etmeye ihtiyaç duyuldu. Bunların hepsi fakihler
tarafından şer'i hükümlerin delillerinden çıkarılması, halkın dini sorularına
cevap verilmesi ve davaların çözümlenmesi için büyük çabalar harcanmaya ihtiyaç
duyuldu.
Ebu Hanife'nin
asrındaki dini fırkalar faaliyet gösteriyorlar, aralarında çok mücadale
çıkıyordu. İlimlerin toplanıp yazılması ve tercüme hareketi başladı. Yunanlıların
düşüncesi, İranlıların düşüncesiyle karışarak islam beldelerine yayıldı. Bu
yüzden Müslümanların yanında aklî düşünce yolu ile nakli düşünce yolu
kaynaşarak tslamî düşüncede etkisini gösterdi. Fakihler fıkhı meseleleri
araştırmaya şer'i hükümlerin illetlerini açıklamaya, olmamış meseleleri olmuş
gibi farz ederek onların cevaplarını vermeye, kitap ve sünnette delillerini
bulamadıkları hükümler hakkında kıyası kullanmaya yöneldiler.
Bilindiği üzere Irak,
ilim faaliyetlerinin merkezi olarak eski medeniyetlere varis oldu. Eski
Medeniyetlerin felsefeleri ve ilimleri orada toplandı. Abbasiler orayı
kendilerine başkent yaptılar. İlmî hareket orada gelişti. Bunların sonunda
Irak, Ehli Re'y Medresesinin ve Alkame b. Kays en-Nehai, İbrahim b. Zeyd
en-Nehai, Hammad b. Ebu Süleyman el-Eşari gibi büyük alimlerin beşiği oldu.
Bunların hepsi Ebu Hanife'nin hayatının Irak'ta geçtiği bilinince, Ebu Hanife
düşünme metodunu oluştururken bu amillerin hepsinden istifade etmiştir. [150]
Ebu Hanife'nin
asrında, âlimlerin konumuna, fakihlerin mevkiine işaret etmeden geçemeyiz. O
asırda devlet, dini esaslar üzerine kurulmuş, idare sistemi şeriate göre
düzenlenmişti. Devlet bu sıfatı ancak âlimlere hürmet etmekle kazanmıştı. Bu
yüzden âlimler şahsiyetlerini korudular, çünkü âlimler idarecilere karşı
cesaretle hakkı savunuyorlar ve kötülüklere karşı şiddetle direniyorlardı.
İşte Said b. Müseyyeb,
öldürülmekle tehdit edildiği, elli deynek vurulduğu, Medine'nin çarşı ve
pazarlarında teşhir edildiği, insanlarla görüşmekten men edildiği halde Halife
Abdülmelik'in veliahd olarak tayin ettiği oğulları Velid ile Süleyman'a biat
etmeyi kabul etmemişti.
Halife Abdülmelik,
Said b. Müseyyeb'in dostluğunu kazanmak için veliaht olarak tayin ettiği oğlu
Velid'e, Said'in kızını istemiş. Said kızını Velid'e vermeyi kabul etmemiş,
kızını fakir olan talebelerinden Abdullah b. Ebu Veda'ya vermeyi tercih
etmiştir.
Abdurrahman b.
Muhammed el-Eş'as Abdülmelik b. Mervan'a karşı ayaklanınca Said b. Cübeyr'de
onunla beraberdi. Abdurrahman öldürülünce Said b. Cübeyr Mekke'ye gitti Mekke
Valisi Halid el-Kasri onu yakalayıp Abdülmelik'in Irak valisi olan Hacca'ca
gönderdi. Oda onu şehit etti. Ebu Hanife de işkenceden nasibini aldı. Ebu
Hanife Abbasiler devrinde Abbasilere karşı ayaklanan Hz. Ali'nin torunlarından
İbrahim b. Abdullah'ın taraftan olmakla suçlandı. [151]
Genel olarak ilimde
özel olarak fıkıhda arap olmayanların üstün olmaları Ebu Hanife'nin asrının
özelliklerin-dendir. Çünkü ilim öğrenmek bir sanattır ve bir fendir. Araplar
eski halleri üzerine devam ederken Arap olmayanlar çevrelerinin şartlarına
göre ilim öğrenmeye daha yakındılar. Birde Arap olmayanlar yüksek mevkilere
ulaşmak için ilim elde etmeye çalışıyorlardı.
"el-Ikdü'l
Ferid" isimli eserde şu bilgi vardır: İbn-i Ebu Leyla demiştir ki:
"Bana Abbasi emirlerinden dindar ve ırkçı olan İsâ b. Musa "Basra'nın
fakihi kimdir?" diye sordu. Bende: "Hasan-ı Basri dir" dedim:
"sonra kimdir?" diye sordu. Bende: "Muhammed b. Şirindir."
Dedim: "Bunlar Arap'mı dır?" diye sordu bende:
"Değillerdir" dedim. "Mekke'nin fakihleri kimlerdir?" diye
sordu. Bende: "Ata b. Ebu Rebah, Mücahid, Said b. Cübeyr, Süleyman b.
Yesar'dır" dedim. "Bunlar Arapmıdirlar?" diye sordu bende:
"Değillerdir" dedim. "Medine'nin fakihleri kimlerdir" diye
sordu. Bende: "Zeyd b. Eşlem. Muhammed b. el-Münkedir, Nafı b. Ebu
Nücayh'dir" dedim. "Bunlar Arapmıdırlar?" diye sordu. Bende:
"Değillerdir" dedim. İsa b. Musa'nın rengi değişti. Sonra Küba'nın en
fakihi kimdir" diye sordu. Bende: "Rabiatü r-Re'y, İbn-i Ebu
Zinad'dır" dedim. "Onlar Arapmıdır" diye sordu. Bende:
"Değillerdir" dedim. İsa b. Musa'nın öfkesinden yüzü kızardı sonra:
"Yemen'in fakihi kimdir?" diye sordu. Bende: 'Tavus ile oğlu ve
İbn-i Müneb-bih'dir" dedim "Bunlar Arapmıdır?" diye sordu.
Bende: "Değillerdir" dedim. Bunun üzerine İsa b. Musa'nın boynunun
damarları şişti oturduğu yerde toparlandı ve:
"Horasan'ın
fakihi kimdir?" diye sordu. Bende: "Atâ b. Abdullah
el-Horasanidir" dedim. "Atâ Arapmı'dır" diye sordu. Bende:
'Değildir" dedim. Yüzü öfkeden mosmor oldu hatta ben ondan korktum. Sonra
"Şam'ın fakihi kimdir" diye sordu. Bende: "Mekhul'dür"
dedim. "Mekhül Arapmıdır" diye sordu bende: 'Değildir" dedim.
Bunun üzerine derin derin soludu sonra: tcKûfe'nin fakihi kimdir" diye
sordu. Vallahi korkmamış olsaydım el-Hakem b. Utbe ve Hammad b. Ebu Süleyman
diyecektim. Fakat ondaki fenalığı görünce "İbrahim en-Nehai ve eş-Şabi
dir" dedim "bunlar Arapmıdır?" diye sordu. Bende:
"Araptırlar" dedim bunun üzerine İsâ b. Musa: "Allâhü
Ekber" dedi ve Öfkesi geçti.
Ebu Hanife'nin asrında
özellikle Abbasiler Bağdatı başkent yaptıklarında fıkıh büyüyüp gelişti. Bağdat
islam medeniyyetinin merkezi oldu. İlmi, hareket faliyeti başladı. İranlılar ve
Rumlar gibi çeşitli milletler birbiriyle kaynaştı Abbasi halifeleri idare
sistemleri din ve şeriat esasları üzerine kurulmuş olduğu için fakihleri
kendilerine yaklaştırdılar. [152]
Ebu Hanife hicretin
(80.) yılında Kûfe'de dünyaya gelmiş. Hicretin (150.) yılında Bağdat'da vefat
etmiştir
Ebu Hanife'nin ismi
Numan b. Sabit b. Zuta'dır. Ebu Hanife'nin dedesi Zuta İran asıllı olup Kûfe'ye
yerleşmiştir. Babası Sabit müslüman olarak doğmuş, çocukken Hz. Ali'ye
yetişmiş ve zürriyyeti hakkında Hz. Ali'nin hayır ve bereket duasına nail
olmuştur.
Ebu Hanife sahabeden,
Basra'da Enes b. Malik'e, Kûfe'de Abdullah b. Ebu Evfa'ya, Medine'de Sehl b.
Sa'd es-Saidi'ye, Mekke'de Ebu't-Tufeyl Âmir b. Vail'e yetişmiştir. Fakat Ebu
Hanife'nin bunlardan biriyle görüşüp görüşmediğinde ihtilaf vardır. Zehebi,
Hatip'in "Tarih-i Bağdat" isimli eserinde Ebu Hanife'nin Enes b.
Malik ile görüşmüş olduğunu naklederek zikretmiştir.
Ebu Hanife'nin
taraftarlarından bazıları ise, Ebu Hanife'nin bir çok sahabe ile görüşmüş
olduğunu ve tabiinden olduğunu iddia etmişlerdir. Fakat Ebu Hanife'nin sahabe
ile görüştüğü sabit değildir. Üstün olan görüşe göre, Ebu Hanife sahabeden
hiçbir zatla görüşmemiştir.
Ebu Hanife Kûfe'de
ipek tüccarı olarak yetişmiştir. O zaman Küfe âlimler ve fakihlerle dolu idi.
Çok geçmeden Ebu Hanife âlimlerin ve fakihlerin meclislerine ilgi duymuş
onlardan ilim öğrenmiştir. Ebu Hanife önce islami ilimlerden "ilm-i
Kelam91" tam öğrendikten sonra fıkha yönelmiş ve fıkhı kaynağından
öğrenerek, sonunda ehl-i re'yin imamı olmuştur.
Ebu Hanife, içtihadı
ve kıyası çok kullanmakla bilinir. Çünkü Ebu Hanife bu konuda hocalarının
etkisi altında kalmıştır. Ebu Hanife Irak'da ilim başkanlığı kendisine ulaşan
Hammad b. Ebu Süleyman'ın talebesidir. Hammad'da re'y medresesinin hocalarından
biri olan İbrahim en-Nehai'nin talebesidir. Ebu Hanife'nin hocası
"Hammad'dır" demekle Ebu Hanife ondan başka hiçbir"1 kimseden
ilim almamıştır, manası kasdedilmemiştir. Ebu Hanife, Ata b. Ebu Rebah,
Abdullah b. Abbas'ın azatlısı İkrime, Abdullah b. Ömer'in azatlısı Nafı ve Zeyd
b. Ali, Cafer es-Sadık gibi Şiilerin ileri gelen imamlarından ilim almıştır.
Rivayet edildiğine göre bir gün Ebu Hanife, halife Mansur'un yanına girmiş,
onun yanında emir İsa b. Musa varmış. İsâ, halife Mansur'a, Ebu Hanife'yi
göstererek: "Bu zat bugün dünya'nın en âlimidir" demiş. Halife
Mansur, Ebu Hanife'ye: "Ey Numan! İlmi kimden aldın" diye sormuş.
Numan'da: "Hz. Ömer'den ilim alanlardan, Hz. Ali'den ilim alanlardan,
Abdulluh b. Abbas'dan ilim alanlardan ilim aldım" diye cevap vermiş. Bunun
üzerine Halife Mansur Numan'a: "Sen ilmi sağlam kaynaklardan
almışsın" demiş. Ebu Hanife demiştir ki: "Hocam Hammad hayatta iken
onun bir müddet Küfe'den ayrılmasını fırsat bilerek onun yerine mescitde ders
kürsüsüne oturdum. Bana altmışa yakın mesele soruldu, hepsine cevap verdim.
Verdiğim cevapları yazdım. Hocam Kûfe'ye dönünce verdiğim cevaplan ona sordum.
Kırk meselede hocambana muvafakat etti yirmi meselede bana muhalefet etti.
Bunun üzerine yaşadığım müddetçe ondan ayrılamacağıma yemin ettim."
Hocası Hammad hicretin
(119.) yılında vefatının yaklaştığını anlayınca talebeleri arasında kendi
yerine geçmeye en lâyık olanın Ebu Hanife oluğunu gördü. [153]
Ebu Hanife asrındaki
âlimler gibi hakkı söylemekte cesur olduğundan birçok eziyetlere maruz kaldı.
Halife Mervan'ın İrak valisi olan Yezid b. Ömer b. Hübeyre Ebu Hanife' den Küfe
'ye kadı olmasını istedi oda kabul etmedi, bunun üzerine vali Ebu Hanife'ye
hergün onar deynek olmak üzere yüz deynek vurdu. Ebu Hanife'nin kadılığı kabul
etmemede samimi olduğunu görünce onu serbest bıraktı.
Halife Mansur Kûfe'den
Ebu Hanife'yi Bağdat'a getirtti ondan kadılığı kabul etmesini istedi yine Ebu
Hanife kadılığı kabul etmedi. Bunun üzerine Halife Mansur ona kadılığı kabul
ettireceğine dair yemin etti. Ebu Hanife'de kadılığı kabul etmeyeceğine dair
yemin etti. Halifenin veziri Ebu Hanife'ye görmüyormusun halife yemin etti
dedi. Ebu Hanife'de: "Halifenin yemin keffareti vermesi benim yemin
keffareti vermemden daha kolaydır" dedi. Kadılığı kabul etmemede direndi.
Halife onun hapsedilmesini emretti.
İşte Emevi devrinde
Ebu Hanife'ye işkence yapıldığı gibi Abbasi devrinde de işkence yapılmıştır.
Menakib kitaplarında
Ebu Hanife'nin güzel ahlakı, zühdü, takvası, harikulade ilim ve zekası,
cömertliği hak yolunda sebatı gibi birçok meziyetleri zikredilmiştir.
Ebu Hanife Allah
korkusundan öyle bir mertebeye ulaştı ki bir gece "daha doğrusu onların
va'dedildikleri azap vakti kıyamettir. Kıyamet daha şiddetli daha acıdır [Kamer
sûresi 46] manasındaki âyeti tekrar ederek ağlayarak dua ve niyazda bulunarak
sabahlamıştır.
Bir gün Küfe
mescidinde Ebu Hanife talebeleri ile beraber otururlarken Hariciler mescide
girmişler Ebu Hanife talebelerine: "Yerinizden ayrılmayın" demiş.
Hariciler bunların yanlarına gelerek: "Siz kimlersiniz?" diye
sormuşlar Ebu Hanife: "Biz Mültecileriz" demiş. Haricilerin emiri:
'^Bunlara dokunmayın ve bunları emin oldukları yere ulaştırın" demiştir. [154]
Tarih-i Bağdat'ta
zikredildiğine göre Ebu Hanife: "Ben Allah'ın kitabı ile hüküm veriyorum.
Kitapta bulamazsam Resülullâh'ın sünneti ile hüküm veriyorum Allah'ın kitabında
ve Resülullâh (s.a.v.) m sünnetinde de bir hüküm bulamadığım zaman sahabilerin
sözleri ile hüküm veriyorum yalnız sahabelerden istediğim kimselerin sözünü
alıyor, istemediğim kimselerin sözünü almıyorum. Ancak sahabelerin sözlerinin
dışına çıkmıyorum" demiştir. Ebu Hanife'nin bu sözü önce Kitap ile sonra
Sünnet ile hüküm verdiğini bildiriyor.
Ebu Hanife Kur'ân'ın
meşhur kıraatini delil olarak kabul ettiğinden İbn-i Mes'û'dun "femen lem
yecid fe sıyamu selaseti eyyamin" ayetine "mütetabiâtin"
ilavesini taşıyan kıraatından dolayı yemin kefareti için üçgün tutulacak orucun
arka arkaya tutulmasını şart kıldı. Çünkü bu kıraat meşhur haberdir. Ebu
Hanife'ye göre meşhur haber ile ayetin hükmü üzerine ziyade hüküm sabit olur.
Ebu Hanife'den sahih
olarak nakledilen rivayete göre Kur'ân nazım ile mananın birlikte ismidir.
Ancak Ebu Hanife namazın caiz olması için Kur'ân'ın nazmını lâzım olan rükün
kılmayarak yalnız manasına itibar etmiştir. Ebu Hanife'nin bu kaidesine göre
namazda farz olan kıraat arapça kıraat ile eda edileceği gibi farsça kıraat ile
de eda edilir. Fakat bütün âlimler Ebu Hanife'nin bu görüşünü kabul etmemişlerdir.
Çünkü Teâlâ Hazretleri: "Şüphe yokki biz onu Arapça olarak indirdik."
[Yusuf sûresi: 2] buyurmuştur. Ebu Hanife sonra bu görüşünden dönmüştür. [155]
Ebu Hanife Hadisleri
rivayet edenlerin hallerini araştırıyor, rivayetlerinin doğru olduğundan emin
olmak istiyordu.
Ebu Hanife Resülullâh
(SAV) dan rivayet edilen bir hadisin kabul edilmesi için o hadisi bir
topluluğun kendileri gibi bir topluluktan alıp rivayet etmelerini veya
şehirlerdeki fakihlerin o hadisle amel ederek, o hadisin meşhur olmasını şart
koşuyordu. Ebu Hanife'nin hadiste bu koştuğu şartlarla hadisle amel etmenin
dairesi daralı-yordu.
İmam Şafii
"el-ümm" isimli eserinde İmam Ebu Yusuf ile hocası Ebu Hanife'nin
hadis hakkındaki metodlarını açıklamıştır.
İmam Ebu Yusuf:
"Alimlerin bildikleri hadisler kabul edilir, şaz olan hadisler kabul
edilmez. Çünkü bize İbn-i Ebu Kerim, Ebu Cafer'den rivayet ettiğine göre,
Resülullâh (s.a.v.) Yahudileri davet etmiş, Yahudiler Resülullâh (s.a.v.) ile konuşmuşlar
sonunda İsa (a.s.) hakkında yalan uydurmuşlar. Bunun üzerine Resülullâh
(s.a.v.) minbere çıkıp insanlara hutbe okudu: "Yakında benim adıma hadis
uydurularak yayılacaktır. Size benden Kur'ân'a uygun olan bir hadis rivayet
edilirse o hadis bendendir. Ku'ran'a uygun olmayan bir hadis rivayet edilirse o
hadis benden değildir" buyurmuştur" demiştir. [156]
Ebu Hanife Hadisleri
kabul etmede çok titiz davranarak hadislerle amel etmenin dairesini daralttığı
için kıyası çok kullanmıştır. Ebu Hanife bir meselenin hükmü hakkında
Resülullâh (s.a.v.) dan sahih bir nakil bulamadığı zaman sahabe ve tabiinin
sözlerine bağlı kalmıyor, o meselenin hükmünü çıkarmada kıyası kullanıyordu.
Yukarıda geçtiği üzere
Ebu Hanife: tcBir meselenin hükmünü Allah'ın Kitabında bulursam onunla hükmediyorum.
Kitapta bulamazsam Resülullâh (s.a.v.) m sünnetiyle veya kendilerine güvenilen
kimselerin arasında yayılmış olan sahih eserlerle hükmediyorum. Allah'ın
Kitabında ve Resülullâh (s.a.v.) in sünnetinde bir hüküm bulamadığım zamanlarda
da sahabilerin sözleri ile hükmediyorum. Yalnız sahabilerden istediğim
kimselerin sözünü alıyor, istediğim kimselerin sözünü almıyorum. Ancak
sahabelerin sözlerinin dışına da çıkmıyorum. İş, İbrahim Neha-i, Şa'bi, Hasan-ı
Basri, İbn-i Şirin, Said b. Müseyyeb'e gelince onlar nasıl ictihad yapmışlarsa
ben de öyle ictihad yaparım" demiştir. [157]
İstihsan: Buna
"Hafi (gizli) kıyas" da denir. İstihsan Ebu Hanife'nin mezhebinde
asıl delillerden sayılır.
Hanefi âlimlerinin
bazıları istihsan ile amel etmekte aşırı giderek: "Müctehid aklı ile
istihsan yapar" demişlerdir.
Ancak hanelilerin
müteahhirin âlimlerine göre, istihsan: Zihinlere ilk defa gelen "Celi
(açık) kıyas"a muhalif olan delilden ibarettir.
Bunun misalleri hanefı
fakihleri: "Bir kimse zirai arazisini vakfedipte onun su yolu, suyu ve
yolu gibi irtifak haklarını vakfettiğini söylemezse bunlarda istihsana göre
araziye tabi olarak vakfa dahil olmuş olurlar.
Celi (açık) kıyasa
göre, zirai bir arazi satılırken böyle irtifak haklan söylenmediğinde satışa
dahil olmadıkları gibi, vakfın irtifak haklarıda söylenmeden vakfa dahil
olmazlar" diye açıklamışlardır.
İstihsana göre,
irtifak haklarının söylenmeden vakfa dahil olmasının sebebi: Vakıftan maksat,
kendilerine vakfedilen kimselerin ondan istifade etmeleridir. Zirai bir
araziden istifade etmek ancak su yolu, suyu ve yolu ile mümkün olur. O halde
irtifak haklan söylenmeden vakfa dahil olurlar. Çünkü vakıftan istifade etmek
ancak bunlarla gerçekleşir. Nitekim zirai bir arazi kiraya verildiğinde bu
irtifak hakları söylenmese
bile kira
akdinde dahil olurlar.
Celi (açık) kıyasa
göre vakfedilen zirai arazi, satılan zirai araziye kıyas edilir. Çünkü vakıf
ile satıştan her biri malın sahibinin mülkiyetinden çıkarılması vasfında
ortaktır.
Hafi (gizli) kıyasa
göre, vakfedilen zirai arazi kiraya verilen zirai araziye kıyas edilir. Çünkü
bunların her birinden maksat, gelirlerinden faydalanmak olup malın aslına malik
olunmaması bakımından ortaklık esasına dayanmaktadır. Bu gizli bir kıyastır
hemen zihne gelmemektedir. Biraz düşünme ve teemmüle muhtaçtır, bu yüzden
zirai bir arazi kiraya verilirken onun su yolu, suyu ve yolu söylenmeksizin
kira akdine girmiş olduğu gibi zirai bir arazi vakfedilirken onun bu irtifak
hakları da söylenmeksizin vakfa girmiş olurlar. [158]
Araştırmacılardan bir
çokları şer'i hileleri Ebu Hanife'nin fıkhına nisbet etmişlerdir. Çünkü Şer'i
hileler Hanefi mezhebinde fıkıh bablarından geniş bir babı teşkil etmektedir.
İbn-i Kayyım
"i'Iamü'l- Muvakkıîn" isimli eserinde hileleri ele almış, buna cevaz
verenleri kınayarak: "son zamanlarda yetişen âlimler, imamlardan
hiçbirinin söylemesi doğru olmayan hileler ihdas edip o hileleri imamlara
nisbet etmişlerdir. Bu hileleri imamlara nisbet etmelerinde büyük hata
etmişlerdir" demiştir.
Bu araştırmacılar
hileler babım Ebu hanife'nin asıllarından saymışlar ve bu hilelere
"sıkıntılardan kurtulma" adını vermişlerdir.
Kamus'da ve şerhinde:
el-İhtiyal, et-tahavvül, et-tahayyül kelimelerinin: düşünmede üstad ve mahir
olmak, tasarruf inceliğine muktedir olmak manasına geldikleri"
açıklanmıştır.
el-Mısbâh sahibi:
"Hile: işleri tedbir ve idare etmekte üstad olmaktır, bu da fikri
çalıştırmakla istenilene erişmeyi temin eder.
"Hile"
kelimesinin aslı "Hivle" dir. "vav" harfinden önceki harf
esre olduğu için "vav" harfi "ye" harfine dönüşmüştür"
demiştir.
İbn-i Kayyım
"İlamül-Muvakkıin" isimli eserinde: "Sebeplere yapışmak
müsebbebleri elde etmenin hilesidir (yolu)dur. Mesela: Yemek yemek, doymanın
hilesi (sebebi) dir. Elbise, giymek sıcaktan ve soğuktan korunmanın hilesi
(sebebi) dir." Sefere gitmek istenilen şeye ulaşmanın yolu hilesi (sebebi)
dir. Vacip, müstehab, mubah olan şer-i akidlerin her birinden maksad, satıcının
paraya, alıcının mala ulaşmasının hilesi (sebebi) dir.
Haram olan sebeplerin
hepsi haram olan şeylerin elde edilmesinin hileleri (yolları) dır.
Hile, maksada
ulaştıran gizli yollar manasında kullanılır. Şöyle ki: Bu gizli yollar ancak
zeka ve ileri görüşlülükle anlaşılır. Bu manada kullanılan hile ne övülür, ne
de yerilir. Ancak maksada götüren yollar incelenir ve o yollarla elde edilmek
istenilen maksada bakılır:
Haramları helal saymak
veya vacipleri düşürmek veya Allah için olan bir hakkı veyahut kul için olan
bir hakkı düşürmek için baş vurulan gizli yollar ve vesileler şer'an çirkin
olan hilelerdir.
İşte fakihlerin ve
hadiscilerin çoğunluğunun yerdiği hileler bunlardır.
Hanefi fakihlerine
göre, hileler şeri'ata uygun bir şekilde sıkıntılardan kurtulmak manasında
kullanılmıştır.
el-Eşbah
ve'n-Nezair'in Şerhi Hamevi'de: "el-hiyelü" kelimesi
"hiletün" kelimesinin cem'idir. Hile Iügatta: Hizmet etmek fikri iyi
kullanmak manasına gelir, istilanda ise: başına dini bir hadise gelen kimsenin
şer'an ondan kurtulması için başvurduğu bir hile (çare) dir.
Bu kurtuluş çaresinin
anlaşılması, zekaya ve fikri iyi kullanmaya bağlı olduğu için buna hile
denilmiştir." Diye zikredilmiştir.
Meşru olan maksatlara
ulaştıran yollar, meşru olduğu sürece o yolların kullanılması caiz olur.
Fakihlerin çoğunluğu ve bilhassa Malikiler ile Hanbeliler hilelere hiçbir
suretle başvurulmasına cevaz vermezler. Çünkü onlar hilelere tamamiyle zıd olan
"Seddü'z-Zera'i " yi (kötülüklere giden yolların önlenmesini) kabul
ederler.
Hilelere
başvurulmasını kabul edenler, hilelerin caiz olduğuna dair bir çok delil
getirdiler.
Hilelerin haram
olduğunu söyleyenler ise o delilleri reddettiler.
Hilelerin caiz
olmasının delilleri şunlardır:
1) Eyüp
Aleyhhisselâm bir sebebden dolayı zevcesine yüz değnek vurmaya yemin etmişti. Allah
Teâlâ Eyüp Aleyhisselâmın yeminini yerine getirmesi için yüz tane değneği bir
araya getirip bir demet yapmasını ve onunla zevcesine bir defa vurmasına izin
(ruhsat) vermiştir. Nitekim Teâlâ Hazretleri: "Eline bir demet sap al da
onunla vur, yeminini bozma (dedik)" [Sad sûresi: 44] buyurmuştur. İşte bu
ayet-i kerime hilenin meşru olmasının delilidir. Başka hileler buna kıyas
edilir. Bu delile şöyle cevap verilmiştir:
Lügatta, bu yeminin
gereği yüz değneği ya demet halinde veya ayrı ayrı vurmaktır. Buna göre, yüz
değneği demet halinde vurmak hile olmaz. Hile, ancak bir lafzın kendi
manasından başka bir manada kullanılmasıyla olur. Diğer taraftan Eyüp
Aleyhisselâm bu yemini ettiği zaman, zevcesi yapmış olduğu hatada mazurdu.
Kendisine had (ceza) uygulanacak kimsenin ma'zur olduğu sabit olunca cezası
hafifletilir. Şöyle ki:yüz tane değnek bir araya getirilerek demet yapılır ve
onunla suçluya bir defa vurulur.
Yüz değneğin bir demet
halinde vurulması hakkında İmam Ahmet ile diğer hadisciler Ebü Ümame b. Sehil'den
o da Said'den, o da babası Sa'd dan rivayet etmiştir.Sa'd demiştir ki:
Evlerimizin arasında zayıf bir adamcağız vardı Bu adam evlerin cariyelerinden
biri ile zina etmişti, ben bunu Resülüllâh' (SAV) e söyledim. Resülüllâh (SAV)
"ona yüz değnek vurun" buyurdular. Ashab ey Allah'ın Resulü, bu
adamcağız buna tahammül edemez, pek zayıftır. Yüz değnek vurursak ölür"
dediler. Resülüllâh (SAV): "içinde yüz tane filiz bulunan bir hurma
salkımı alın sonra o adama bununla vurun. Çünkü bizden öncekilerin şeriatı
bizim şeriatımıza muhalif olmazsa bizim için de şeriattır" buyurdular.
Ashab da öyle yaptılar.
2) Hile-i
şer'iyyeyi kabul edenlerin ikinci delili: Buhari ile Müslim'in Ebu Said
el-hudri ile Ebu Hüreyreden rivayet ettiklerine göre, Resülüllâh (SAV):Bir zatı
Hayber'e vali göndermiş, o da Resülüllâh' (SAV) a a'la cinsinden Hurma
getirmiş. Bunun üzerine Resülüllâh (s.a.v.) "Hayberin bütün hurmaları
böyle midir?" diye sormuşlar. O zat da: "Hayır Vallahi ya Resülallâh
(s.a.v.)! Biz bunun bir ölçeğini iki ölçeğe, iki ölçeğini üç ölçeğe
alıyoruz" cevabını vermiş. Resülüllâh (s.a.v.): "Öyle yapma! Bayağı
hurmayı para ile sat, sonra bu para ile âlâ hurma satın al"
buyurmuşlardır.
Fakihler bu hadis-i
şerifi, zahiri itibarıyla satış, batını itibarıyla faiz, olan îne satışının ve
diğer akitlerin caiz olduğuna delil göstermişlerdir.
Bu delile de şöyle
cevap verilmiştir: şayet faizin mubah sayılmasına dair hile caiz olsaydı,
faizin haram kılınması hakkındaki hikmet, ancak faydasız yere zaman zayi
etmekten ibaret olurdu. Çünkü her İnsan Allah Teâla'nın haram kıldığı faiz
nevilerinden her birini en küçük bir hile yoluyla helal sayabilirdi. Mesela:
Faiz ile satışı yasaklanmış mallarda ribe'l-fazPa (karşılığında hiçbir şey 1
bulunmayan ziyadeye) hile yolu ile ulaşabilir. Şöyle ki bir kimse yirmi kilo
bayağı hurma ile bir şahıstan on kilo iyi hurma almak istediğinde bu kimse o
şahsa "sana şu yirmi kilo bayağı hurmayı yüz dirheme sattım" der, o
şahısta "onu yüz dirheme satın aldım" der. Sonra bu kimse o şahsa
"senin şu on kilo iyi hurmanı yüz dirheme satın alıyorum" der. O
şahısta: "Onu sana yüz dirheme sattım" der.
ine satışı: Faiz ile
elde edilmesi istenilen ziyadeye hile ile ulaşmaktır. Mesela: bir kimse bir
malı bir şahsa bir senelik vade ile bin dirheme satıyor, sonra o malı o
mecliste o şahıstan peşin olarak beş yüz dirheme satın alıyor. Bu suretle
kazanmak istediği beş yüz dirhemi elde etmiş oluyor. Böyle hile yapan kimse
Allah Azze ve Celle'nin kitabında ve Resülullâh' (s.a.v.) in sünnetinde haram
kılınmış olan faiz müessesini en kolay yollardan yıkıyor, sonra bunların
hepsini Allah Teâla'nın şeriatına nisbet ediyor. (Hâşâ bu büyük bir iftiradır.)
Resülullâh (s.a.v.) in
o zata kesin olarak satmayı ve kesin olarak almayı emrederek: "Bayağı
hurmayı dirhem karşılığında sat, sonra iyi hurmayı dirhem karşılığında satın
al" buyurması helal olan şekilde yapılan alışverişe şamildir. Haram olan
şekilde yapılan alış verişe şamil değildir.
ine satışını ve bunun
manasında olanları şen'at haram kılmıştır. Şeri'at tarafından açıklanan mutlak
alış verişlerin haram olan satışlara şamil olması mümkün değildir.
Kitabü'l Hiyel'de,
içinde haramı helal kılmaya ve helali haram kılmaya götüren ve meşru olmayan
hileler bulunmaktadır.
Hatib-i Bağdadi
"Tarih-i Bağdat" isimli eserinin on üçüncü cüzünde Ebu Hanife'nin
tercüme-i halini yazarken bu Kitabu'l Hiyeli Ebu Hanife'ye nisbet etmiştir.
Fakat muhakkik âlimler Kitabü'l Hiyel'den ve içindeki-Ierden Ebu Hanife'yi beri
kılmışlardır. Bu şer'i hileler Ebu Yusuf ile İmam Muhammed b. Hasan'a nisbet
edilmiştir.
Ebu Hanife'ye hile-i
şer'iyye konusunda fetva vermiş diye nisbet edilenlerin çoğu, yemin ve talak
ile ilgili meseleler olup, bunlarda hakkı iptal hilesi yoktur, ancak sıkıntıdan
kurtulmak için başvurulan fıkhı bir çare vardır.
Mesela: bir kimse
ramazanda gündüzleyin zevcesi ile cinsi yakınlıkta bulunacağına dair yemin
etmiş, bu meselenin çaresi Ebu Hanife'ye sorulmuş o da: "O kimse
zevcesiyle birlikte sefere gitsin" diye fetva vermiştir.
Yine zevcesini
merdiven üzerinde gören bir kimse ona: "merdivenden yukarı çıkarsan üç
talakla boşsun, merdivenden aşağı inersen üç talakla boşsun" diye yemin
etmiş. Bu meselenin çaresi Ebu Hanife'ye sorulmuş o da: "Kadın merdiven
üzerinde öylece dursun,
yukarıda çıkmasın aşağıda inmesin. Bir gurup merdiveni kadınla birlikte
yere indirsinler" diye fetva vermiştir.
Sebep babından olan
hileler caiz değildir. Şöyle ki: bir kimsenin ramazan gelince oruç tutmamak
için sefere gitmek veya zekat vermemek için sene tamam olmadan önce malını
başkasına hibe etmek gibi şer'i hükmü bozmaya götüren bir sebep ihdas etmesi
caiz değildir.
Hiç şüphe yok ki,
haramı helal saymaya veya helali haram saymaya götüren herhangi bir hile
tuzaktır ve batıldır.
Nitekim Resülullâh
(s.a.v.): "Allah Yahudilere lanet etsin. Onlara iç yağlar haram kılındı
onlar iç yağları eritip sattılar ve parasını yediler" buyurmuştur.
Ama haram veya mubah
olan bir yol ile bir hakkın gizli olarak alınmasında veya bir batılın gizli
olarak giderilmesinde bir beis yoktur.
İbn-i Kayyım
"i'lâmü'l - Muvakkıîn" isimli eserinde bu konuyla ilgili bir çok
misaller zikretmiştir: Bir kimsenin bir şahısta hakkı bulunsa, o şahısta bu
hakkı inkar etse, hak sahibinin şahidi de bulunmasa, o kimsenin o şahıstan
hakkını almak için iki yalancı şahit tutması caiz olur.
Bir kimsenin bir
şahısta alacağı olsa, o şahsın da o kimsenin yanında emaneti bulunsa, o kimse
emaneti inkar etse, o şahsın da, o kimsenin ben de alacağı yoktur diye yemin
etmesi caiz olur.
Bir kimse bir şahıstan
bir tarlayı veya bir bahçeyi veya bir haneyi birkaç seneliğine kiralasa, kiracı
kiraladığı tarla veya hane veya bahçe iyi bir hale gelince mal sahibinin bir hile
ile akid mukavelesini
bozmasından korksa bundan emin olmak için hile (çare): Birinci senenin
kira bedeli en az, diğer senelerden her birinin kira bedeli kademeli olarak
artırılmak üzere takdir ve tayin edilir.
Bir kimse, haccin
vakti daraldığı için hacca niyet ederek ihrama girdiği takdirde sadece haccı
kaçırmış olmaktan değil aynı zamanda haccin kazasının da lazım geleceğinden
korksa hilesi: Hac veya umreden hiç birini tayin etmeksizin mutlak ihrama
girmeyi niyet eder. Vakit yeterse hac yapar, vakit yetmezse umre yapar. [159]
Ebu Hanife'nin
hadisleri, kabul etme metodu yukarıda geçmiştir. Ebu Hanife Hadisleri çok
inceliyordu. Mütevatir ve meşhur hadisleri kabul ediyor, haber-i vahid olan
hadisler meşhur olmadıkça kabul etmiyordu. Ebu Hanife'nin hadislerin kabul
edilmesi için ileri sürdüğü şartlan, hadis bilgisi az olmakla, âyet-i kerime
mütevatir ve meşhur hadisler gibi şeriat asıllarından birine manası muhalif
olan haber-i vahid hadisleri sahih oldukları halde kabul etmemekle suçlanmasına
sebep olmuştur. Kadı Iyaz, Ebu Hanife hakkında: "Onun meseleleri güzel
değerlendirenlerden, ince düşünenlerden, iyi kıyas yapanlardan, fıkhı çok iyi
bilenlerden ve fıkıh da imam olanlardan biri olduğu kabul ve teslim edilmiştir.
Fakat o hadiste imam değildi. Çünkü o kendini hadis ilmine verip, onu
ezberleyenlerden değildi. Bu yüzden Hadis kitaplarının çoğunda
onun ismi zikredilmemiştir. Buhari
ile Müslim ondan bir
hadis olsun rivayet
etmemişlerdir" demiştir.
Hadis hakkında
araştırma yapanlardan bazıları Ebu Hanife hakkındaki bu suçlamayı kabul
etmeyerek Ebu Hanife'nin Nesei'de diğer sünen kitaplarında ve Tirmizi'nin
"eş-Şemaü"i isimli eserinde rivayeti bulunduğunu tesbit etmişlerdir.
İbn-i Haldun
"Mukaddime" isimli eserinde: "Ebu Hanife'nin hadisi bilmemesi
mümkün değildir. Fıkıhta imam olduğu kabul ve teslim edilen bir zatın hadisi
bilmemesi nasıl düşünülebilir? Ümmetin çoğu onun fıkhını nasıl alabilir? Kadı
İyaz'ın "Ebu Hanife Hadiste imam değildi demesi ile İmam Malik ve Ahmet b.
Hanbel gibi hadiste meşhur olan imam değildi demeyi kastetmiştir" diye
zikretmiştir.
Araştırmacılardan
bazıları Ebu Hanife'ye hadisteki metodundan dolayı sahih olan hadîsleri red
ediyordu diye hücum etmiştir. Nitekim Hatibi Bağdadî "Tarih-i Bağdat"
isimli eserinde bunu zikretmiştir.
Ebu İshak
el-Ferazi'den rivayet edilmiştir demiştir ki: Ben Ebu Hanife'nin yanına gelip
ona savaşta alınan ganimet hakkında sorular soruyordum. Yine ona bir mesele
sordum. Onun cevabını verdi ben ona: "Bu mesele hakkında Resülullâh'dan
şöyle bir hadis rivayet ediliyor" dedim. Bunun üzerine bana "O
hadisden bizi muaf tut" dedi. Ebu Salih el-Ferra diyor ki: Yusuf b. Esbad
bana: "Ebu Hanife Resülullâh(s.a.v.) in dört yüz ve daha fazla hadisini
kabul etmedi" dedi. Bende ona: "Ey Ebu Mu-hammed! Sen bu hadisleri
biliyormusun?" diye sordum o da: "Evet" dedi. Bende ona:
"Ebu Hanife'nin kabul etmediklerinden bir veya iki hadis söyler
misin?" dedim.
O da dediki:
"Resülullâh (s.a.v.): "(Ganimetten) At için iki hisse verilir bir
hissede sahibine verilir" buyurmuş olduğu halde Ebu Hanife: "Ben bir
hayvanın hissesini bir mü'minin hissesinden daha Fazla kılamam" demiştir.
Ebu Hanife'ye göre süvarilere ikişer piyadelere birer hisse verilir. Ebu Yusuf
ile imam Muhammed'e göre süvarilere üç hisse verilir- Bir hissesi kendisi için
iki hisseside atı içindir.
"Resülullâh(s.a.v.)
sefere çıkmak istediğinde "zevceleri arasında kurra çekerdi" diye
Hadis rivayet edildiği halde Ebu Hanife: "Kurra çekmek haramdır"
demiştir.
Ebu Hanife Buhari ile
Müslimin rivayet ettikleri şu hadisi şerifi de kabul etmemiştir "Develerle
koyunların sütlerini memelerinde biriktirmeyin böyle yapıldıktan sonra o
hayvanları satın alan kimse onları sağdıktan sonra iki görüşten birinde
muhayyerdir. Razı olursa kabul eder olmazsa hayvanı bir ölçek hurma ile
birlikte geri verir" Müslimin rivayetinde: "Satın alan kimse üç gün
muhayyerdir" ifadesi vardır. Ebu Hanife bu hadisle amel etmemek için bir
çok gerekçe göstermiştir:
a) Bu
Hadisin manası kendinden daha kuvvetli olan şu âyetin manasına
muhaliftir: "Eğer bir
ceza vermek isterseniz size
yapılanın misliyle verin" [Nahl sûresi: 126] bu âyeti kerime ödemenin
kesin olarak misliyle alacağını bildiriyor.
b) Bu
hadisin manası şu hadisin manasına da muhaliftir: "Haraç (menfaat) zamana
(ödemeye) bir karşılıktır." Buna göre o hayvan satın alanın Ödemesi
altında bulunduğu için o hayvanın sütünün ödenmesi lazım gelmez.
c) Bu hadis asıl delillerden olan kıyasa da
muhaliftir. Çünkü bu hadis hayvanın bir kusuru olmadan ve şartıhıyar bulunmadan
geri verilme müddetini üç günle takdir ediyor. Halbuki geri verilme müddetinin
üç günle takdir edilmesi ancak şartı hıyara bağlıdır.
d) Bu hadis
süt bulunurken onun yerine bir ölçek hurma veya bir ölçek gıda maddesi
verilmesini bildiriyor. Halbuki telef edilen mal misliyattan ise misli ile
kıyamiyattan ise kıymeti ile ödenir. Süt misliyattan olduğu halde kıymeti ile
ödenmesini emrediyor. Buna "göre o hayvan hurma ile satın alınmış olursa
fazla olarak bir ölçek hurma verildiği takdirde faiz olmuş olur.
Alimlerden bir çokları
Ebu Hanife'yi müdafa etmişler ve kendi sözünü delil göstermişlerdir:
"Resülullâh(s.a.v.) den sahih bir hadis gelince muhakkak onunla amel
ediyorum. Sahabilerden gelen sözlerden istediğimi alıyor, istediğimi almıyorum.
Ancak sahabilerin sözlerinin dışınada çıkmıyorum. Tabiinden gelen sözlere
gelince onlar ictihad yapmışlarsa bende öyle içtihat yapıyorum."
Ebu Hanife'nin
talebesi imam Züfer bu konuda: "Muhaliflerin sözlerine bakmayın gerek
hocamız Ebu Hanife olsun gerekse biz talebeleri olsun herhangi bir meselenin
hükmü hakkında önce Allah'ın kitabına bakıyoruz bulursak onunla hüküm
veriyoruz. Onda bulamazsak Resülullâh (s.a.v.) in sünnetine bakıyoruz onda
bulursak onunla hüküm veriyoruz. Ondada bulamazsak, sahabenin sahih sözlerine
bakıyoruz. O konuda sözleri varsa onunla hüküm veriyoruz. Bunlardan hiç birinde
o meselenin hükmünü bulamazsak kitap ve sünnet de benzeri bulunan hükme kıyas
ederek hüküm veriyoruz" demiştir.
Ebu Hanife'nin
talebelerinin en büyüğü olan imam Ebu Yusuf: "Ben hadisi şeriflerin
manalarım daha iyi açıklayan ve hadisi şeriflerdeki fıkıh ile ilgili en ince
işaretleri Ebu Hanife' den daha iyi bilen kimse görmedim. Sahih olan hadisi
şerifleri benden daha iyi görüyordu" demiştir.
İbn-i Haldun Ebu
Hanife hakkında şöyle demiştir: imam Ebu Hanife'nin az miktarda hadis rivayet
etmesi, hadis tahammül (Öğrenme) ve rivayet etme hususunda, koştuğu şartların
ağırlığından ileri geliyordu. Ayrıca ona göre, aklın kesin hükmüne aykırı düşen
bir hadis zayıf sayıldığından, bu nitelikteki hadisleri rivayet etmek ona güç
geliyordu. İşte bundan dolayı rivayeti ve ona bağlı olarak ta (nakil ve amel
ettiği) hadis sayısı azalmıştı. Yoksa kasden hadis rivayetini terk etmiş
değildir, onun hakkında kesinlikle öyle bir şey düşünülemez. Hadis ilminde
büyük müctehid olan kimseler arasında mezhebine itimad edilmiş, güvenilir
sayılmış, hadisleri red ve kabul konusunda âlimler ve hadisçilerce kanaatlarma
itibar edilmiş olması, onunda hadis iîmindeki büyük müctehidlerden olduğuna
delalet eder. Sakın bu hususta şüpheye kapılmayın. Az hadis rivayet eden
âlimler hakkında kötü zanda bulunmayınız. Çünkü müctehid imamlar herkesten çok
haklarında güzel zan beslenmeye ve sıhhatli izah şekilleri bulunmaya hak
sahibidirler. Az Hadis rivayet edenlerin bu hali onların lehinde olacak şekilde
yorumlanmalı ve açıklanmalıdır. İşlerin hakikatini en iyi bilen Ailâh'u Teâlâ
dır.
İbn-i Abdü'l Berr'in
zikrettiğine göre Ebu Hanife'ye: "ihrama girecek kimse izar (belden
aşağıya mahsus örtü, peştamal) bulamadığı takdirde don giyebilir mi?" diye
sorulmuş. O da: "Hayır izar giyer" demiştir. Ona: "izar yoksa ne
giyer" diye sorulmuş. Oda: "Donu satar onun parası ile izar
alır" demiş. Bunun üzerine Resülullâh (s.a.v.) hutbe okumuş, hutbesinde:
ihrama girecek kimse izar
bulamadığı takdirde don
giyer" buyurmuştur,
denilince Ebu Hanife:
"Benim yanımda Resülullâh (s.a.v.) den rivayet edilen böyle sahih bir
hadis bulunmadığı için bununla fetva veremem. Her âlim işittiği hadis ile amel
eder. Bizim yanımızda sahih olan Resülullâh (s.a.v.) in: "ihrama girecek
kimse don giyemez" diye buyurmuş olduğu hadisi şeriftir. Biz işittiğimiz
bu hadisle amel ederiz" demiştir. Ebu Hanife'ye: "Sen Resülullâh
(s.a.v.) a muhalefet mi ediyorsun?" denilmiş. Oda: "Resülullâh
(s.a.v.) a muhalefet edene Allah lanet etsin. Allah Teâla onu bize rahmet
olarak gönderdi ve onun sayesinde bizi ateşten kurtardı" demiştir.
Ebu Hanife hakkında
gerçeği araştıran alimlerin görüşünü Muhammed b. Yusuf b. Musa şöyle
açıklamıştır: insaflı bir araştırmacı: "Ebu Hanife, içtihat ve kıyasla
amel etmek için sahih olarak bildiği bazı hadisleri ve eserleri kasten terk
ediyordu" diye itham edemez. Çünkü Resülullâh (s.a.v.) m sahih olan
hadislerini kasten terk eden bir kimsenin ebedi olan islam şeriatının imamlarından
bir imam olmasını bırak Resülullâh (s.a.v.) a ve onun getirdiklerine iman etmiş
olamaz. [160]
Ebu Hanife'ye içinde
altmış bin veya daha fazla mesele bulunan "Fıkh-ı Ekber" isimli eser
nisbet ediliyor. Fakat bu nisbet doğru değildir.
Denildi ki: Bu eser
talebeleri tarafından yazılmıştır. Yine Ebu Hanife'ye Akideye ait "Fıkh-ı
Ekber" isimli eserde nisbet ediliyor. Bu eser hicret'in (1321) yılında
Hindistan'ın Haydarabad ed-Değen şehrinde basılmıştır.
Selefıye Akidesi ile
ilgili olan bu eser küçük bir risaledir. Bu eserinde Ebu Hanife'ye nisbet
edilmesi doğru değildir. Yine Ebu Hanife'ye hadis hakkında "Müsned"
İsimli bir eser de nisbet ediliyor. İbn-i Hacer el-Askalani "Ta'cilü'l-
Menfaati bi Zevâid-i Ricali '1-Eimmeti'l-Erba'ati" isimli kitabında:
"Müsned'i Ebi Hanife" isimli esere gelince bu eser Ebu Hanife'nin
topladığı hadis risalesi değildir. Ebu Hanife'nin hadislerinden mevcut olanlar
Muhammed b. Hasan'ın "Kitâbu'1-Âsar" ındadir. Ki, İmam Muhammed bu
hadisleri, Ebu Hanife'den rivayet etmiştir. İmam Muhammed'in diğer eserlerinde
ve İmam Yusufun eserlerinde Ebû Hanife'nin başka hadisleri de vardır" diye
zikretmiştir. Keşfü'z-Zünün sahibi İmam A'zam'ın Müsnedini ve ravilerini
zikretmiştir.
Hicretin (165) yılında
vefat eden Harzem'li Ebü'l Müeyyed b. Muhammed b. Mahmud itina ile Ebu
Hanife'nin bütün müsnedlerini toplamıştır. Bu Müsned Mısır da (h. 1326) yılında
basılmıştır.
Bu Müsned ile
"Ebu Hanife'nin yanında sahih hadis bulunmuyordu veya Ebu Hanife Mezhebini
(17) Hadis üzerine kurmuştur" diyenlerin iddiaları çürütülmüştür.
Hiç şüphe yok ki, Ebu
Hanife kendisinden sonra fıkıhla ilgili büyük miras bırakmıştır. Hatta imam
Şafii: "Fıkıh da bütün insanların üstadı ve mutemedi Ebu Hanife'dir"
demiştir.
Ebu Hanife'nin Fıkhını
taşıyanlardan iki talebesi şöhret kazanmıştır. Bunlar Kadi'l Kudat olan Ebu
Yusuf ile Muhammed b. Hasan eş-Şeybani'dir. Bu iki zat Ebu Hanife'nin mezhebinin yayılmasında büyük hizmetleri
olmuştur. Ebu Yusuf,
Ebu Hanife'nin görüş ve rivayetlerini kitaplarında naklederek unutulmaktan
korumuştur.
İmam Ebu Yusuf un
yazmış olduğu ve Ebu Hanife'nin görüş ve rivayetlerini de içine alan önemli
eserleri şunlardır:
1) Kitabü'1-Asa:
Bu kitapta yer yer Ebu Yusuf un kendi rivayetleri ile birlikte Ebu Hanife'nin
müsned'i bulunmaktadır.
2) Kitabü'l-Haraç:
Ebu Yusuf, bu ölmez esrinde islam devletinin maliyesi için değişmez ve sağlam
bir nizam ortaya koymaktadır.
3) İhtilâfü Ebi Hanife ve İbni-i Ebi Leylâ: Bu
eserde Ebu Yusuf, Ebu Hanife ile İbn-i Ebi Leylâ arasında geçen ihtilâfları toplanmıştır.
Burada Ebu Hanife'nin görüşlerinin bir müdafaası yapılmaktadır.
Hatib'i Bağdadî Ebu
Yusuf hakkında: "O, Ebu Hanife'nin arkadaşı (talebesi) ve asrının en
Fakihi idi. İlk defa Hanefi mezhebine göre, Usûlü Fıkıh hakkında kitap yazan
Ebu Yusuf tur. Fıkıh meselelerini yazdırıp neşretmiş ve Hanefi mezhebini
dünyanın her tarafına yaymıştır" demiştir.
İmam Muhammed'in
eserleri Hanefi mezhebinin asıl kaynakları sayılır. Fakihler bu eserlere şerh
ve haşiye yazarak önem vermişlerdir.
İmam Muhammed'in en
önemli kitapları şunlardır: l)el-Camiu'l-Kebir
2)
el-Camiu'1-Sağir
3)
es-Siyerü'1-Kebir
4)
es-Siyerü'1-Sağir
5)
ez-Ziyâdat
6) el-Asi
(el-Mebsut)
Ebu Hanife'nin meşhur
talebelerinden biride Züfer b. Hüzeyl'dir ki, bu zat önce hadisçilerdendi.
Sonra içtihada ağırlık verdi ve kıyasda mahir oldu.
İbn-i Haldun Ebu
Hanife'nin mezhebinin yayıldığı yerleri şöyle açıklamıştır: Bugün Ebu Hanife'yi
Irak halkı, Hind, Çin, Maveraunnehir, ve tüm Arap olmayan memleketlerdeki
müslümanlar taklid etmektedir. Onun mezhebi daha çok Irakta ve Daru's-Selam
olan Bağdat'ta hakim durumda idi. Talebeleri Abbasi halifelerinin dostları idi.
Bunun için te'lif ettikleri eserleri ve Şafıilerle yaptıkları münazaraların
sayısı fazla ve ihtilaf konusu hususlardaki mübahasaları güzel olmuştu. Bunun
neticesinde hoş bir ilim ve garip fikirler ortaya çıkmıştır.
Osmanlılar Hanefi
Mezhebinde oldukları için hükümler yalnız Hanefi Mezhebine göre uygulanıyordu.
İşte bu, Osmanlıların hakim olduğu islam ülkelerinde Hanefi Mezhebinin
yayılmasına ve öğrenilmesine yardım etti. İslam ülkelerinin çoğunda iş böyle
devam etti. Ancak ahval-i şahsiye de, vakıf, miras, vasiyet gibi konularda
diğer mezheplere göre de hüküm veriliyordu. Bu gün yalnız bu konularda İslam
Şeriatının ahkamına göre hüküm verme baki kalmıştır. [161]
İmam Maîik'in
asrı, İmam Ebu
Hanife'nin asrına benziyor. Ancak
İmam Malik Abbasi Devletinin uzun bir
dönemine yetişmiştir.
İmam Malik, Emevi Hükümdarı, Velid b. Abdülmelik zamanında Medine'de dünya'ya
gelmiş, Abbasi Hükümdarı Harun Reşid zamanında vefat etmiştir.
İmam Malik,
Emevilerden Mervan oğullarının devleti ele geçirdiği zamanı ve Emevi devletinin
yıkılıp onun enkazı üzerine Abbasi devletinin kurulduğunu, Halife mehdi'nİn
Iraktaki zındıklara karşı tutumunu, onların batıl inançlarını yok etmek için
âlimlerden yardım istediğini görmüş, İran, Hİnd ve Roma Medeniyetlerini İslam
potasında eriterek, en yüksek noktaya ulaşan Abbasi Medeniyetine yetişmiştir.
İmam Malik'in Emevi
döneminde yaşadığı (40) sene içinde aklı, düşünceleri ve görüşleri
olgunlaşmıştır.
Abbasi devri, tam
kemale ermiş olan İmam Malik'in eser vermeye, ilminden istifade edilmeye,
arkadaşlarıyla fikir alış verişinde bulunmaya ve talebelerin etrafında
kümelenmeye başladığı dönemidir.
İmam Malik, Emevi devletine,
fitne ateşi sönüp istikrara kavuştuğu dönemde yetişmiştir. Ancak kendisine
daha önceki fitne haberleri nakledilmiştir.
İmam Malik,
Haricilerin Ebu Hamza kumandasında Medine'yi kuşattıklarında, onların
kötülüklerini, insanlara yaptıkları eziyetleri, birçok masum İnsanların
kanlarını döktüklerini görmüş. Haricilerin bu davranışları İmam Malik'in onlara
karşı olan nefretini daha da artırmıştır.
İmam Malik idarecilere
karşı her türlü baş kaldırmayı kınıyor, idarecilerin düzelmesini idare
olunanların düzelmesine bağlı görüyordu.
Sakin tabiatlı bir
fakih olan İmam Malik, hayatın düzenli olmasını istiyor. Bazı âlimlerin
Emeviler'in yaptıkları işleri inkar ederek onlara karşı tavır aldıkları gibi,
tavır almıyordu.
İmam Malik, Abbasi
idaresinin ihtidasında kanlı olaylara kızıyordu. İşler istikrara kavuştuktan
sonra yine sessizliğe döndü, âlimler ile bağlantı kurmayı seven Abbasi oğullan.
İmam Malik ile de bağlantı kurdular ve onun nasihatinden istifade ettiler.
İmam Malik'in asrında
batıda Endülüs'e (ispanya'ya), Doğuda Hindistan'a kadar genişlemiş olan İslam
devletine değinmeden geçemeyiz. Şehirleri mamur, ilmi hareketi 'genişlemiş,
ticareti canlı, ziraat ve sanayii yönünden kalkınmış bulunuyordu. İşte bunların
fıkhın gelişmesinde büyük tesiri olmuş, çeşitli milletlerin kültürlerinden
etkilenmiş, fakat İslam bunları kendi potasında eritmiştir. Hadiseler çoğalmış
yeni yeni meseleler ortaya çıkmış, âlimler her meselenin hükmünü
açıklamışlardır.
Hicret yurdu Medine'de
oturan İmam Malik zaman zaman çeşitli ülkelerden Mescid-i Nebevi'yi ziyarete
gelen Müslümanlarla görüşüyordu. İmam Malik'in asrının en belirgin örneği,
birbirine zıt inançların ve birbiriyle çarpışan görüşlerin, Ebu Hanife asrında
açıklandığı üzere- tercüme hareketinin peşinden İslami fikirden kaynaklanan
fikir hareketi ile Yunan, İran, Hİnd felsefesinin karşı karşıya gelmesidir. Şu
kadar var ki, Ebu Hanife, zıd olan fikirlerin çarpıştığı yer olan Irak'ta
bulunuyordu. Bu fikirlerden doğrudan doğruya etkilendi. İmam Malik ise, bu
fikri tartışmalardan uzak olan Medine'de yaşıyordu. Bu fikri tartışmalar onun
bulunduğu yerde revaç bulmamıştı, onun bulunduğu yerde Kitap ve Sünnet ilmi
revaçta idi. Bu yüzden İmam Malik bu fıikirlerden etkilenmedi.
Medine'de "Yedi
Fakih" diye bilinen ilk fıkıh medresesi bulunuyordu. İmam Malik ilmini bu
medresenin talebelerinden öğrendi. Bu Medresenin talebeleri, fitneden korunmak
için rivayeti tercih ediyorlar, mecbur kalmadıkça rey'e baş vurmuyorlardı.
Bunun tersine olarak Ebu Hanife'nin hocaları Irakta ki "Ehl-i Rey" medresesinin
hocalarından idi ki, bunlar olmamış meseleleri olmuş gibi farz ederek bunların
hükümlerini kendi reylerine göre veriyorlardı. Bununla beraber o asırdaki
müctehidler birbirleriyle ilim alış verişlerinde bulundukları için İmam
Malik'in fıkhında da rey yerini almıştır.
Ebu Hanife'nin
talebelerinden İmam Muhammed önce İmam Sevri'den sonrada üç yıl hiç ayrılmadan
İmam Malik'den hadis tahsil etmiş, bu arada İmam Malik'de ondan Ebu Hanife'nin
fıkhının çeşitli meseleleri hakkındaki görüşlerini öğrenmiştir.
Medine'nin sakin
atmosferinde yaşayan İmam Malik, kendisini Şia, Havaric, Kaderiyye, Cehmiyye,
Mürcie gibi Ehl-i Ehvân'ın neredeyse Müslümanların zihinlerini dinin
hakikatinden alıkoyan ve yıkıcı rüzgarından kendini koruyabilmiştir. [162]
İmam Malik'in doğmuş
olduğu sene hakkında âlimler ihtilaf etmişlerdir. Bu görüşlerden meşhur olan
görüşe göre, hicretin (93) yılında Medine'de dünya'ya gelmiştir.
Medine Resülullâh
(s.a.v.) m, Sahabe'nin ve Tabiin'in eserleri bol olan bir ilim beşiği idi.
Müslümanların inancında Medine nin müstesna bir yeri vardı. İmam Malik
Medine'nin bu mevkiini korudu. Medine'nin bu durumu İmam Malik'in fıkhında
tesirini gösterdi.
İmam Malik Medine
halkının amelini, hüküm çıkardığı delillerden bir delil sayıyordu.
Yemenli Ziasbah
kabilesinden olan İmam Malik silsilesi şöyledir; Malik b. Enes b. Malik b. Ebu
Âmir el-Asbahi'dir. Aslen Arap'dır. Siyer sahibi Muhammed b. İshak onun Teym
Kabilesinin azadlılarından olduğunu iddia etmiştir. Fakat bu iddia doğru
değildir. Ancak İmam Malik'in dedesi ile Beni Teym kabilesinden Abdurrahman b.
Osman b. Abdullah arasında Hilf antlaşması yapılmış, vela değil. Hilf
antlaşması, hür Araplar arasında yapılır. Vela (dostluk) antlaşması ise Araplar
ile azadlılar arasında yapılır. İmam Malik'in büyük dedesi Ebu Âmir, Resülullâh
(s.a.v.) m hayatında Bedir gazasından sonra Medine'ye gelip yerleşmiş ve
Resülullâh(s.a.v.) in ashabından olmuş, Bedir gazasından başka bütün gazalara
katılmış, Teym kabilesinden evlenmiş, daha sonra Teym kabilesi ile kavga ve
barış zamanlarında birbirlerine yardım yapma dostluğu korunmuş, birbirlerinin
yardım müttefiki olmuşlardır. Ebu Âmir'in oğlu Ebu Enes Tabiin'in
büyüklerindendir. İmam Malik'in nesebi hakkındaki bu rivayet rivayetlerin en sağlamıdır.
İmam Malik ilim
ocağında, ilim şehrinde, hicret yurdunda, sünnetin kaynağında, âlimlerin
merkezinde, Resülullâh (s.a.v.) dan, Sahabeden, Tabiin'den nakledilen
fetvaların vatanında yetişmiştir.
İmam Malik küçük yaşta
iken Kur'an-ı Kerim'i hıfzetmiş, sonra hadis ezberlemeye yönelmiş, genç bir
talebe iken âlimlerin meclislerine gidip gelmiş, fakat bunun yanında asrında ki
bu âlimlerden biri olan Abdurrahman b. Hürmüz'e devam etmiş. Onun yanından hiç
ayrılmamıştır.
İmam Malik'den rivayet
edilmiştir, demiştirki: "Benim İbn-i Şihab'ın yaşında bir kardeşim vardı.
Bir gün babamız bize bir mesele sordu. Kardeşim doğru cevap verdi, ben cevapta
yanıldım. Bunun üzerine babam bana şöyle dedi: "Güvercinlerle oynamak seni
ilim öğrenmekten alıkoydu" buna canım sıkıldı. Abdurrahman b. Hürmüz'e
devama başladım. Yedi yıl yalnız ondan okudum. Başka âlime okumaya gitmedim.
Yanıma hurma alırdım, hocamın çocuklarına verir ve onlara "Eğer birisi
hocayı soracak olursa meşgul deyin" diye tenbih ederdim. Bir gün Abdurrahman
b. Hürmüz cariyesine "Kapıda kim var" diye sormuş. Cariye de kapıda
Malik'i görmüş dönüp "Kapıda o kumral genç var" demiş. Bunun üzerine
Abdurrahman b. Hürmüz: "Onu çağır, o İnsanların en âlimidir" demiş.
Öyle anlaşılıyor ki,
Abdurrahman b. Hürmüz yalnız kendisine devam ettiği müddet içinde İmam Malik'de
derin bir tesir bırakmıştır.
1) İmam Malik Abdullah b. Ömer'in azatlısı
Nafı'de aradığını bulmuş. Onun meclisine devam etmiş ve ondan da çok ilim
öğrenmiştir.
2) İmam
Malik İlmi kudreti arttıktan, zabt ve ezberlemekte meşhur olduktan sonra
İbn-i Şihab'dan Hadis öğrenmiştir. "Rabiatür-Rey" diye
bilinen Rabia b. Abdurrahman'dan fıkıh okumuştur. Bu zat
İmam Malik'i çok takdir eder, İmam Malik'le birlikte Zühri nin dersine gider ve
derste bir arkadaş gibi onun yanına otururdu.
İmam Malik'den rivayet
edilmiştir demiştirki: "Zühri bize yakın bir yere geldi. Rabia yanımızda
olduğu halde ona gittik. Bize kırktan fazla hadis-i şerif anlattı. Ertesi gün
yanına vardığımızda "Yazdıklarınıza bakınki size hadis rivayet edeyim dün
anlattıklarıma baktınız mı, bellediniz mi?" diye sordu. Rabia da "Dün
rivayet ettiklerini sana tekrarlayacak biri vardır" dedi. Zühri: "Kim
o" diye sordu. Rabia'da: "İbn-i Ebu Âmir (yani Malik)" dedi. O
da: "Anlat bakalım" dedi. Bende dünkü hadislerden kırk hadisi
tekrarladım. Bunun üzerine Zühri: "Benden başka bunları ezberleyecek bir
kimse kalmadı sanırdım" dedi.
İmam Malik Neccar
oğullarından Yahya Said-i Ensari'den de ilim okumuştur. Bu zat Yedi fakihden
okumuş. Medine kadısı ve fıkıh da hüccet (sözü delil olarak kabul edilen) idi.
İmam Malik hadis, eser
ve fıkıh Öğrenmeyi tamamlayınca Mescid-i Nebev-i de bir ders halkası kurarak
ders okutmaya ve fetva vermeye başladı. Kendisine fıkıh öğrenmek ve fetva
sormak için talebeler geldiler. İmam Malik ders okutmaya başladığı zaman
güvenilir bir mevkiye sahip bulunuyordu.
Menakıb yazarları
aşırı giderek İmam Malik'in onyedi yaşında ders okutmaya başladığını
zikretmişlerdir. Rivayet-lerde bildirildiğine göre, İmam Malik hocalarından
bir çoklanyla istişare ettikten sonra ders okutmaya ve fetva vermeye
başlamıştır. Fakat bu sırada onun kaç yaşında olduğu tam olarak bilinmese de
yedi sene hocası
Abdurrah-man'a devam
etmesinden o sırada
on yedi yaşında değil olgunluk
çağında olduğu anlaşılmaktadır[163]
İmam Malik'in yaşayışı
sade idi. Geçimini ticaretle sağlıyordu
Kardeşi Nadr buğday
ticareti yapıyordu. İmam Ma-lik'de ticarette ona ortaktı. Kendilerini yalnız
üme verentalebelerin hayatı hep böyledir. İmam Malik dersinde vakar ve ciddiyet
sahibi olup lüzumsuz laflardan tamamen uzak kalırdı.
İmam Malik "İlim
tahsil etmek isteyenlere vakarlı, ciddiyetli, haşyetli, olmak gerekir"
derdi. Yine İmam Malik "Gülmemek sadece tebessüm etntek, âlimin uyması gereken
âdabdandır" derdi.
Vakidi İmam Malik'in
ders meclisini şöyle anlatır: "Onun meclisi vekar ve ilim meclisi idi. O
heybetli ve şerefli bir zattı, onun meclisinde münakaşa gürültü falan olmaz,
kimse yüksek sesle konuşmazdı. Bir şey sorulupda sorana cevap verdimi ona:
"Bu nereden" diye sormazdı."
Medine'ye Mescid-i
Nebevi yi ziyaret için gelenler fetva sormak için İmam Malik'in kapısının
önünde kalabalıklaşınca gurup gurup içeri girmelerine izin verirdi.
Alimler, İmam Malik'in
hadiste İmam olması, rivayetinin güvenilir olması hususunda ittifak
etmişlerdir, âlimlerin bazısı: "Senedlerİn en sahihi, Malik'in Nafı'den,
Nafı'nin de İbn-i Ömer den rivayeti, sonra Malik'in Zühri'den, Zühri'nin
Salim'den, Salim'in de İbn-i Ömer den rivayeti, sonra Malik'in Ebuz-Zinad'dan,
Ebuz-Zinad'ın A'rec'den, A'rec'inde Ebu Hüreyre'den rivayetleridir"
demişlerdir. [164]
Tarihçiler hicretin
(146) yılında İmam Malik'e kırbaç vurmakla işkence yapıldığını hatta kolu
çekilmek sureti ile omuzundan çıkarıldığını zikretmişler. Fakat bu yapılan
işkencenin sebebi hakkında ihtilaf etmişlerdir.
Tercih edilen sebebe
göre, İmam Malik Hz. Hasan'ın torunu Muhammed (Nefs-i Zekiyye) Medine'de
Abbasi-lere karşı ayaklandığı sırada "Bir kimseye zorla karısı boşattırılsa,
boş olmaz" hadisi şerifini rivayet etmiş olmasıdır. Halife Mansur, İmam
Malik'in bu hadisi şerifi rivayet etmesini yasaklamış, fakat İmam Malik dinlememiştir.
Hariciler bu hadisi şerifi istismar etmişlerdir. İmam Malik'in aleyhinde
çalışan fitneciler çalışmışlar sonunda Medine valisi bulunan Cafer b. Süleyman,
İmam Malik'e dayak attırmıştır.
Medine halkı
İmamlarına ve fakihlerine böyle kötü muamele yapıldığını görünce Abbasilere ve
valilerine gücenmişler kızmışlardır. Çünkü işkence haksız yere yapılmıştı.
Halife Mansur hatasını anlamış, Hacc için Hicaza geldiğinde bir elçi göndererek
İmam Malik'den Özür dilemiş görüşmek istemiş, halife Mansur'un ona saygısını ve
İmam Malik'in de hoş görüşünü İmam Malik'in dilinden dinleyelim: "Halife
Mansur'un yanına girdiğimde bana şöyle dedi: "Vallahi, olan o işi ne
emrettim ne de haberim var. İşkence yapanın Medine'den Irak'a getirilmesini,
dar bir yere hapsedilmesini emrettim.
Sana yaptıklarının kat
kat fazla cezasını ona vereceğim" Bunun üzerine ben: "Resülullâh (s.a.v.)
a ve size yakınlığı dolayısı ile onu bağışladım" dedim. Halife Mansur da:
" Allah sizi de af ve mağfiret buyursun" dedi."
İmam Malik'in ilimdeki
üstünlüğü inkar edilemez. Abdurrahman b. Mehdi: 'Kendilerine uyulacak hadis
İmamları dörttür: Küfe'de Süfyan'ı Sevri, Hicazda İmam Malik, Samda Evzai,
Basra da Hammad b. Zeyd dir, dedikten sonra Sevri, Evzai ve İmam Malik'in
arasında bir karşılaştırma yaparak: "Sevri hadiste İmamdır, fakat sünnette
imam değildir. Evzai sünnette İmamdır ama hadiste İmam değildir. İmam Malik ise
her ikisinde de İmamdır" demiştir.
İmam Malik'in
çağındaki âlimler ile yazışma ve mektuplaşma yoluyla ilmi tartışmaları vardır.
Fıkıh tarihinde İmam Malik ile Leys b. Sa'd arasındaki yazışma meşhurdur.
Kendilerine güvenilir
âlimlerden bazıları, Resülullâh (s.a.v.) dan şu hadisi şerifi naklederler:
"Öyle zaman gelecek ki insanlar ilim tahsil yolunda develeri yoracaklar,
fakat Medine âliminden daha iyi âlim bulamayacaklar" (Tirmizi bu hadisi
şerifi ilim bahsinde rivayet etmiş ve bu hadisi şerif hasendir demiştir.)
Abdurrezzak:
"Tirmizi'de rivayet edilen bu hadisi şerifteki âlim Enes b.
Malik'tir" demiştir.
İbn-i Cüreyc de:
"Bu hadisi şerifte zikredilen âlim Enes b. Malik'tir" demiştir.
Bu hadisi şerif genel
olarak hem İmam Malik'i hem de diğer âlimleri kapsamaktadır. Ancak İmam Malik,
diğer âlimlerin yaptığı gibi ilim öğrenmek için Medine'den başka hiçbir yere
gitmemiştir. Çünkü İmam Maük, diğer âlimlerin inandığı gibi ilmin ancak Medine
halkının ilmi olduğuna inanıyordu. [165]
"Malik b. Enes
den, Leys b. Sa'd'a Allah'ın selamı üzerinize olsun. Ben kendisinden başka ilah
olmayan Allah'a hamd ederim.
Bundan sonra Allah
bizi de sizi de gizli ve aşikare taatıyla korusun. Bizi de sizi de her türlü
kötülüklerden esirgesin. Allah seni rahmetinde daim kılsın.
Bilesin ki bana gelen
haberlere göre bizim bu memleketteki halkın amel ettiği şeylere aykırı olarak
insanlara çeşitli fetvalar veriyormuşsun. Sen emanet ve fazilet sahibi oluşuna,
memleketindekilerin yanında olan mevkiine, senin yanındakilerin sana olan
ihtiyacına ve senin söylediklerine itaat etmelerine göre kendini tehlikeye
atmaktan sakınmalısın ve uyduğun takdirde seni kurtuluşa götürecek şeylere
bağlı kalmalısın. Çünkü Allah Teâlâ kitabında şöyle buyurmuştur:
"Muhacirlerle Ensardan birinci dereceyi kazananlar" (Tevbe sûresi:
100). Yine Allah Teâlâ: "o halde sözü dinleyip en güzeline uyan kullarımı
müjdele.." (Zümer sûresi:17-18) diye buyurmuştur. İnsanlar Medine halkına
tabidirler, çünkü hicret oraya yapılmış, Kur'an orada nazil olmuş, helal ve
haram orada bildirilmiştir. Ayrıca Resülullâh (s.a.v.) orada idi. Onlar vahye
Kur'an'ın inişine şahid oluyorlardı. Resülullâh (s.a.v.) onlara emir veriyor
onlarda buna uyuyorlardı. Allah Onun vefatını dileyerek ona kendi katmdakini
tercih edinceye kadar o, onlara sünnetlerini anlatıyor, onlarda buna tabi
oluyorlardı. Allah'ın salât ve selâmı, rahmeti ve bereketleri onun üzerine
olsun.
Resülullâh(s.a.v.) den
sonra ümmeti içinde insanların ona en çok bağlı olanlarından iş başına geçenler
yeni olaylarla karşılaşmışlar, bunlardan bildiklerini hemen uygulamışlar,
bilmediklerini sormuşlar, ictihadlarında ve ilk zamanlarında kuvvetli
bulduklarını almışlar eğer birisi onlara muhalefet ederek daha kuvvetli ve daha
üstün-bir şey söylemişse kendi görüşlerini bırakıp onunla amel etmişlerdir.
Bunlardan sonra Tabiiler aynı yola gitmişler ve aynı adet ve usullere
uymuşlardır. Bir iş Medine de mevcut ve ona göre amel ediliyorsa hiç kimsenin
bunun tersine hareket etmesini uygun bulmam. Çünkü alıp götürülmesi ve sahip
çıkılması imkarfsız olan o miras bunların elindedir. Diğer şehirlerin
insanları: Bu amel bizim memleketimizde vardır geçmişlerimiz buna uymuşlardır
deseler bunda onlar güvenilecek bir kaynak olmazlar. Medine halkı için caiz
olan şey onlar için caiz olmaz.
Sen - Allah seni
rahmetinde daim etsin - kendin için benim yazdıklarıma bak, bil ki ben sana
yazdığımda bunda ancak bir olan Allah için nasihati seni gözetip esirgemeyi
istedim. Mektubuma buna göre değerini ver. Sen bilirsin ki, ben sana nasihatta
hiç kusur etmedim Allah bizi de seni de her işte her zaman kendi ve Resulünün
taatında muvaffak kılsın. Selâm Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerine
olsun"
Leys b. Sa'd İmam
Malik'e uzun bir mektupla cevap vermiş mektubunda onu övdükten sonra sahabenin
çeşitliülkelere dağılmış olduklarını birçok şey hakkındaki, fetvalarında
ihtilafa düşmüş oldukları gibi tabiinin de ve onlardan sonrakilerin de birçok
şey hakkında ki fetvalarında ihtilafa düşmüş olduklarını birçok misallerle
açıklamış ve bu fetvalarında Medine halkına muhalefette bulunmuş olduklarını
zikretmiştir. [166]
İmam Malik İslamda
Hicaz ehli hadislerini sahabe ve tabiin fetvalarını ilk toplayıp yazar olarak
bilinmektedir.
İmam Malik'e her ne
kadar bir çok eser nisbet edilmiş ise de en meşhur eseri ilk te'lif edilmiş
olarak bilinen "Muvatta" isimli kitabıdır.
Kadı îyaz demiştir kİ:
İmam Malik'in Muvatta'dan başka diğer ilimlere aid eserleride vardır. Çoğu
sahih senedle ondan rivayet edilmiştir. Fakat Muvattadan başkası şöhret
bulmamıştır. Diğer eserlerini ondan onun adına yazan talebeleri veya
talebelerinden biri rivayet etmiş olup hepsi rivayet etmemiştir. Bunlardan en
meşhuru İbn-i Vehbe "Kader" hakkında yazdığı risalesi-dir ki bunda Kaderiyyeyi
reddeder. Bu konuda en faydalı bir kitap olup onun geniş ilmini göstermektedir.
İbn-i Vehb yoluyla sahih senedle nakledilmiştir.
Nücûm'a, deveranı
zaman hesabına, menazili kamere dair eserleri de vardır. Menazili Kamer cidden
faydalı iyi bir eserdir. Bu konuda insanlar ona itimad etmişler onu temel eser
saymışlardır. Bunu rivayet eden Sahnün der ki, bunu Abdullah b. Nafı'den
dinledim ve naklettim.
Garibül Kur'an tefsiri
adlı bîr kitabı da vardır. Onuda Halid b. Abdurrahman Mahzumi rivayet eder. Kitabı
sürür da ona nisbet edilir, ravisi İbn-i Kasım'dır.
Halife Harun Reşide
yazdığı Âdabı Muaşeret ve öğütler hakkında bir risaleside vardır.
Bunlardan başka
eserleri de vardır. Bu eserlerin İmam Malik'e nisbeti tartışma konusu
edilmiştir. Fakat ona nİsbeti kabul eden görüş tercihe lâyıktır. İmam Malik'e
nisbetinde şüphe edilmeyen kitap "Muvatta" isimli eseridir. Bu eser
her tarafa yayılmış nesilden nesile ulaşmış elden ele dolaşmış ve günümüze
kadar gelmiştir.
İmam Malik'den önce
her ne kadar hadisler sahabe ve tabiinin sözleri toplanıp yazılmaya
başlamışsada Muvatta hadis ve fıkıha dair yazılan ilk kitap sayılır.
İmam Malik
"Muvatta" isimli eserinde Muhammed b. Hasan rivayetiyle derki:
"Yahya b. Said bize şunu haber verdi. Ömer b. Abdülaziz Medine valisi Ebu
Bekir b. Muhammed b. Hazm'a yazılı emir vererek Resülullâh (s.a.v.) in sünnet
ve hadislerinden ne varsa onları yaz çünkü ben ilmin yok olmasından âlimlerin
gitmesinden korkmaya başladım." Dedi. Fakat hadis ve fıkhı toplayan
nesiller tarafından hıfzedilmiş olan ilk eser Muvatta dır. Tarihçilerin
zikrettiğine göre İmam Malik Muvatta'ı Halife Ebu Cafer Mansur'un isteği
üzerine yazmıştır. Mansur İmam Malik'e: "Ey Ebu Abdullah bir kitap yaz,
onda ilmi tek bir ilim haline getir dedi.
İmam Malik ona:
"Resülullâh (s.a.v.) in ashabı çeşitli ülkelere dağıldılar herbiri
zamanında uygun gördüğü üzere fetva verdi Mekke halkının bir türlü görüşü var,
Medine halkının başka türlü görüşü var Irak halkının daha başka türlü görüşü
var diye cevap verdi.
Halife Ebu Cafer Mansur
Irak halkına gelince ben onların hiçbir görüşünü kabul etmem ilim ancak Medine
halkının ilmidir, insanlara ilmi bildiren bir kitap yaz" dedi.
İmam Malik ona:
"Irak halkı bizim ilmimize razı olmazlar" dedi.
Halife Ebu Cafer
Mansur: "onların üzerinde kılıç sallanır, sırtları kırbaçla okşanır"
dedi.
İmam Malik'in
talebeleri kendisinden Medine ilmini mükemmel bir şekilde toplayıp yazmasını
istedikleri ve bunu gerçekleştirmek için gerekli şartların bulunduğu sırada
Halife Ebu Cafer Mansur da bütün şehirlerde verilen hükümlerin tekbir esasa
bağlanmasını ve bu konuda hiçbir şehrin diğerinden farklı olmamasını isteyerek
İmam Malik'den bir kitap yazmasını istedi. Halifenin bu isteği İmam Malik'in
ilmî toplayıp yazma isteğine uygun düştüğü için buna olumlu cevap olarak
yazmaya başladı. Fakat Muvatta'in yazılması uzun zaman aldı meşhur rivayete
göre, hicretin (159) yılında Halife Mansur öldükten sonra tamamlandı. Mansur'un
yerine geçen halife Mehdi de babasının görüşünde idi. Sonra Halife olan Harun
Reşit'de aynı görüşte idi. Bunlar hükümlerde kolaylık sağlanması için her şehre
Muvatta'dan birer nüsha göndermek ve hükümlerinin ona göre verilmesini
istiyorlardı. Fakat İmam Malik bütün şehirlere dağılmış olan âlimlerden her
birinin yanında ilim bulunduğu için buna şiddetle karşı çıktı nitekim bu
yukarıda zikredilmiştir.
Muvatta bir hadis,
sünnet ve fıkıh kitabıdır. Bunu yazarken İmam Malik'in takip ettiği yol: İmam
Malik hadisleri ictihad ettiği
fıkıh konularının içerisinde
zikreder. Sonra
Medinelilerin icma' üzere olan amellerini zikreder sonra tabiinin ve fıkıh
ehlinden takva sahiplerinin görüşlerini zikreder. Sonra Medine'de meşhur olan
görüşü zikreder bir mesele hakkında kitaptan sünnetten icmadan ve Medine
halkının amelinden bir şey bulamazsa hadislerden fetvalardan ve hükümlerden
bildiğinin ışığı altında ictihad eder. Muvattaı mütala eden bir kimse bu metodu
onda açık olarak bulur. Muvatta birçok kimseler tarafından rivayet edilmiştir.
Bu gün elde dolaşan Muvatta'in iki meşhur rivayeti vardır.
1) Ebu
Hanifenin talebesi Muhammed
b. Hasan Şeybani'nin rivayetidir.
2) Hicretin (234) senesinde vefat etmiş, Endülüs
Ber-beriler den olan Yahya b. Yahya Leysi'nin rivayetidir.
Yahya İmam Malik'in
talebelerindendir. Endülüs'ten İmam Malik'in yanına gelmiş, sonra Endülüs'e
dönmüş orada İmam Malik'in mezhebini yaymıştır.
Muhammed b. Hasan'ın
rivayeti Hindistan'da basılmıştır. Bu rivayetin babları ve hadislerinin
miktarı Yahya'nın rivayetinden daha azdır. Yahya'nın rivayeti Mısır'da ve
Mağrib beldelerinde daha çok tutulmuştur. [167]
Bu eser, İmam Malik'in
kendisine sorulan meseleleri ve o meselelere vermiş olduğu cevaplan içine
almıştır.
Bu eseri talebeleri
yazmışlardır. Bu eser "Müdevvene" diye bilinmektedir. Bu eseri ilk
yazan hicretin (213.) yılında vefat etmiş Sicilya fatihi Kayravan kadısı Esed
b. Furat'dır. Esed, Muvatta'ı
İmam Malik'den dinlemiş, İmam Malik'e çok soru sorunca İmam
Malik ona Irak'a gitmesini tavsiye etmiş, o da Irak'a gitmiş, Irak'ın fakihi
Ebu hanife'nin talebesi Muhammed b. Hasan dan Öğrendiği meseleleri yazmış,
dönerken Mısır'a uğramış, İmam Malik'in talebesi Abdurrahman b. Kasım'a Irak'ta
yazmış olduğu meseleleri sormuş o da meselelere İmam Malik'in görüşüne göre
cevap vermiştir. Bu yazdığı eserle Kayravan'a gelmiş, orada Sahnun ondan bu
eseri yazmış, bu esere "Esediyye" adı verilmiştir. Sonra Sahnun
hicretin (188) senesinde İbn-i Kasım'a gelip bu "Esediyye" ismindeki
eseri ona göstermiş, o da o eserdeki meseleleri düzeltmiş ve Sahnun bu eserle Kayravana
dönmüş. Sahnun Müdevvene'nin (Esedîyye'nin) meselelerinin çoğunu tertibe
koymuş, bazı yerlerine İbn-i Vehb'in ve diğerlerinin Muvatta' kitaplarından
rivayet ettiği eserleri ilave etmiş, fakat Sahnun bu eserden çok az bir
kısmının tertibini tamamlayamamıştır. Bu Müdevvene ismindeki eser İmam Malik'e
uyanların yanında Maliki fıkhının esası sayılır. Bu eserin meseleleri otuz altı
bin meseleye ulaşır. Hicretin (1323) yılında Mısır'da Matbaa-i Saadet'de sekiz
cilt içinde (16) cüz olarak Sahnun'un rivayetiyle "Müdevvene-i Kübra"
ismi altında basılmıştır.
Sahnun'un ismi
Abdüsselâm'dır. Künyesi Ebu Said'dir. Babasının ismi Said'dir. Sahnun
lâkabı'dır. Kayravanda Kadılık yapmıştır. Mağrip'te baş âlim olmuş
"Müdevvene" ismindeki kitabı yazmış. Hicretin (160) senesinde dünyaya
gelmiş, hicretin (240) senesinde vefat etmiştir. [168]
İmam Malik'in
talebeleri "Muvatta"' kitabını incelemişler, ondan İmam Malik'in
fer'i fıkıh meselelerini çıkardığı esasları şöyle özetlemişlerdir. [169]
İmam Malik Kur'an-ı
Kerim'i Şeriat'ı tamamıyla içine alan, dinin direği ve Peygamberliğin delili
görüyordu. Kur'an'a cedelcilerin ve münazaracıların gözü ile bakmıyordu.
Kelâmcıların Kur'an,
lafız ile mananın toplamından mı veya sadece manadan mı, ibarettir diye
daldıkları gibi dalmıyordu. İmam Malik'e göre, Kur'an lafız ile mananın
toplamından ibarettir. Nitekim Müslümanlardan kendilerine itimadedilenler
Kur'an'in lafız ile manadan ibaret olduğuna icmâ etmişlerdir. İmam Malik:
"Kur'an mahluktur diyen kimse zındıktır, öldürülmesi vaciptir. Bundan
dolayı Kur'an'm tercümesini Kur'an saymıyor, Kur'an'ın mealiyle namaz caiz
olmaz. Kur'an'ın tercümesi bir tefsirdir veya akılla bilinen vecihlerden bir
vecihtir" diyordu.
İmam Malik Kur'an'ın
nassına, zahirine ve manasına sarılıyor, hükümlerin illetine yapılan
"tenbih" ile de amel ediyordu. [170]
İmam Malik, fıkıhda
İmam olduğu gibi, Hadisde de İmam dır. Hadisçiler, İmam Malik'in hadiste İmam
olduğuna şahitlik ederler. Hadislerin bazısındaki senedini, senedlerin en
sahihi sayarlar. Senedlerine "Silsileyi Zehebiyye = Altın halkaları"
adını verirler. İmam Malik, rivayeti (hadisi) kabul ederken çok titiz
davranıyordu. Ancak güvenilir ravileri olan mürsel hadisleri kabul ediyordu.
"Muvatta"' isimli eserinde, sahabi zikredilmeyen mürsel, sahabeden
sonraki tabakada ravi zikredilmeyen munkatı' ve belagat (Malik'in Resülullâh
(s.a.v.) den bana şöyle ulaştı dediği) hadislerden çok vardır.
İmam Malik bütün
hadislerin senedlerinin muttasıl olmasını şart kılmamış, sahih olduğuna kanaat
getirdiği hadisleri almıştır.
İmam Malik ahad
hadisleride kabul eder. Ahad hadisler, Tabiin ve Tebei Tabiin devirlerinde
mütevatir ve meşhur olmayan hadislerdir.
Fakihler, İmam
Malik'in kıyası, ahad hadislere tercih etmesinde ihtilaf etmişlerdir. Meşhur
olan rivayete göre ahad hadisleri kıyasa tercih ediyordu. [171]
İmam Malik'egöre,
Medine hicret yurdu dur.Kur'ân orda inmiştir, Resülullâh (s.a.v.) ve Sahabesi
orada yaşamışlardır. Medineli'ler Kur'an-ı ve ResülullârTın vahyi açıklamasını
insanların en iyi bilenleridir. Bu özellikler Medine'lilere mahsustur.
Başkalarına değil. Buna göre hak
Medineli'lerin
yaptıklarından dışarı
çıkmaz. Onların ameli
hüccet olup kıyasa ve haberi vahide tercih olunur. İmam Malik, Leys b. Sa'd'a
yazdığı mektupta şöyle demiştir: "İnsanlar Medine'lilere tabidirler,
çünkü oraya hicret edilmiş ve orada Kur'an-ı Kerim inmiştir." [172]
İmam Malik, Mezhebinde
bir mesele hakkında Resülullâh (s.a.v.) dan sahih bir hadis bulamayıp o konuda
sahabinin kavli bulunup ona muhalif başka bir sahabinin kavli bulunmazsa,
sahabinin kavlini hüccet kabul.-ediyordu. "Muvatta" isimli eserinde
sahabe ve tabiin kavilleri pek çok vardır.
Sahabe, Kur'an-ı ve
şeriat'ın maksatlarını en iyi bilenlerdir. Çünkü onlar vahiy inerken hazır
bulunmuşlardır. Resülullâh (s.a.v.) m mübarek sözlerini dinlemişlerdir. O halde
onların sözleri alınmaya daha layıktır. Onların sözleriyle âmm olan deliller
tahsis edilir, onların sözleriyle kıyas terkedilir. Fakat İmam Malik
Medinelilerin amelini sahabenin kavline tercih ediyordu.
"Müvatta"
isimli eserinde rivayet edildiğine göre, Ömer b. Hattab: "Cuma günü
minberde secde âyetini okumuş, minberden inip secde yapmış, insanlarda onunla
beraber secde yapmışlardır. Başka bir cuma günü yine secde âyetini okumuş,
insanlar secde yapmak için hazırlanınca Hz. Ömer: "Yavaş olun! Çünkü Allah
secde yapmayı bize farz kılmadı. Biz istersek yaparız" demiş. Secde
yapmamış insanlarıda secde yapmaktan menetmiştır.'
Hz. Ömer minberde
secde âyetini okuyan hatib'in isterse minberden inip secde yapmasına cevaz
veriyordu.
İmam Malik, Hz.
Ömer'in bu sözünü: "Hatip minberde secde âyetini okursa minberden İnip
secde etmesi lazım değildir" diye yorumlamıştır.
Bir mesele hakkında
sahabenin çeşitli kavilleri bulunursa, İmam Malik o kavillerden Medinelilerin
ameline uygun olanını seçiyordu.
Zeyd b. Sabitten
rivayet edildiğine göre Zeyd b. Sabit: "Orta namazı öğle namazıdır"
demiştir.
Ali b. Ebi Talip ile
Abdullah b. Abbas "Orta namaz, sabah namazıdır" demişlerdir.
İmam Malik: "Hz.
Ali ile İbn-i Abbas'ın kavilleri bu konuda bana işittiklerimin en
sevimlisidir" demiştir.
Nitekim bir çok
sahabiden de: "Orta namaz ikindi namazıdır" diye rivayet edilmiştir. [173]
Maliki mezhebinin
dayandığı esaslardan biride Mesâlih-i Mürseldir.
Maslahat: Menfaat'in
elde edilmesi veya zararın giderilmesidir.
Mesâlih-i Mürsele:
Şeriatta, geçersiz veya muteber sayıldığına dair belirli bir delil bulunmayan
maslahatlardır. Çünkü şeriatın teklifleri insanlar hakkındaki zaruriyyat olsun
veya haciyyat olsun veyahut tahsiniyyat olsun maksatlarını ve maslahatlarını
korumaya yöneliktir.
Zaruriyyat: Din ve
Dünya Maslahatlarının istikrarlı olarak ayakta kalması, bütün milletlerde var
olan beş zaruri maslahatın korunmasına bağlıdır: Din, Can, Nesil, Mal ve Akıl
zaruri maslahatlardır. Bütün şeriatlar kollama ve muhafaza tarzları değişik
olsada bu zaruri maslahatları gözetmişlerdir ve dikkate almışlardır.
Bu maslahatlar
bulunmazsa hayat düzeni bozulur, insanlar arasında karışıklık , işlerinde
düzensizlik, dengesizlik hakim olur. Dünyada sıkıntı ve ahirette azap görürler.
Haciyyat: Darlık
sıkıntı ve meşakkatin kalkması için insanların muhtaç olduğu şeyler , haci
maslahatlardır. Bu maslahatlar bulunmazsa yaşamanın ve hayatın düzeni bozulmaz
ise de insanlar zorluk, meşakkat, darlık ve sıkıntıya düşerler. Hacî
maslahatların hepsi, insanlardan güçlük ve sıkıntıları kaldırma esasına
dayanır.
Tahsiniyyat: Tahsini
maslahatlar, insanların hal ve durumlarının sağlam ahlak ve üstün edep üzere
olmasını gerektirir. Tahsini maslahatlar olmazsa yaşayış ve hayat düzeni
bozulmaz, insanlar meşakkat ve darlık içine düşmezler. Fakat hayatları güzel
ahlak, vakar ve haysiyetli bir yaşayışın gerektirdiği bir yaşayış olmaz. Şeriatın
maksatlarının Zaruriyyat, haciyyat, tahsiniyyat olduğunu bildiren kitapda ve
sünnette sayısız deliller vardır.
Bundan dolayı İmam
Malik, mesalih'i mürseleyi hüccet olarak benimse- mistir.
Araştırmacılardan
bazıları Mesalih-i Mürselenin delil olmasını Maliki mezhebinin özelliklerinden
saymışlardır.
Şatıbi
"el-1'tlsam" da şu bilgiyi vermektedir. İmam Malik, Mesalih-i
mürseleyi bir asıl delil olarak almada
başkalarına tabi olan
bir fakîhdir. Yeni bir şey çıkarmış değildir, bid'atcı değildir:
a) Baktı ki, Resülullâh (SAV) in ashab-ı kiramı
onun zamanı saadetlerinde olmayan bir takım şeyler yapmışlar, mesela: Kur'an-ı
Kerimi bir Mushaf halinde topladılar, çünkü maslahat bunu gerektirdi.
Hafızların ölmeleriyle
Kur'an'ın bir kısmının unutulmasından korktular. İrtidat (dinden çıkma)
hareketlerinden çok sayıda hafızların öldüğünü görünce Hz.Omer endişelendi,
halife Hz.Ebu Bekir'e mushaf halinde toplanmasını söyledi. Sahabe bunu kabul ve
tasvip ettiler ve mushaf yazıldı.
b)
Resülullâh (SAV) den sonra yine ashab-ı kiram içki içene seksen
değnek had cezası olarak vurulmasında ittifak ettiler. Bunda
Mesalih-i mürsele deliline dayandılar. Baktılar ki, içki hezeyan yaptırarak
namuslu kadınlara iftiraya, laf atmaya sebeb oluyor. İftira cezası verildi.
c) Hulefa-i
Raşidin, terziler gibi sanat erbabının yanına bırakılan mallara yaptıkları zararı
ödemelerine ittifak
etmişlerdir. Aslında o
mallar onların yanında emanetsayılır. Emanet
ödettirilmez. Fakat baktılar ki,
eğer ödettirilmezse insanların mallarını korumada gevşek davranacaklar.
Ellerindeki emanet malı korumada dikkatli olsunlar diye Ödettirilir. Hz. Ali
şöyle demiştir. "Sanat erbabı buna layık oldu..."
d) Rivayete
göre Hz.Ömer su karıştırılmış olan sütleri dökmüştür. Bu konuda hiçbir delil
olmadığı halde Hz. Ömer, bu işi hileyi önlemek ve hile yapanı cezalandırmak
için yapmıştır. Halkı
aldatmayı Önlemekte umumun maslahatı olduğu için fertleri
cezalandırmıştır.
Sahabenin fakihlerinin
bıraktığı bu zengin fıkıh serveti, İmam Mâlik'e ışık tuttu. O da onların yoluna
koyuldu. Gerek umumi, gerekse hususi meselelerde vermiş olduğu fetvalarda ve
hükümlerde maslahatı gözetmiştir.
Maslahatı gözettiğinin
delilIeri:İmam Malik: "Safrana hile karıştıran kimsenin elinden safranı
alınır. Az olsun, çok olsun fakirlere tasadduk edilir" diye fetva
vermiştir. Bu fetvayı -Hz.Ömer gibi- halkı korumak için vermiştir.
Yine İmam Malik, umumi
maslahatı gözeterek insanların, işlerinin bozulmasından ve asayişin
sağlanamamasından korkulduğu zaman bir kimsenin kendisinden daha üstün bir zat
varken devlet başkanı seçilmesine fetva vermiştir. [174]
İmam Malik, bir
meselenin hükmü hakkında kitapda, sünnette, sahabi sözünde, Medine halkının
icmainda bir delil bulamadığı zaman ictihad ediyor ve içtihadında kıyası
kullanıyordu:
"Muvatta" da
şu bilgi verilmektedir: İmam Malik'e: "Hayızı kesilen bir kadın yıkanmak
için su bulamayınca teyemmüm edebilir mi?" diye sorulmuş o da: "Evet
teyemmüm eder, çünkü o kadının hali, cünübün haline benzer. Cünüb su bulamayınca
teyemmüm eder" diye cevap vermiştir.
İmam Malik burada
hayızı kesilen kadını, cünübe kıyas etmiştir. Su bulamayan cünübün teyemmüm
etmesi âyet-i kerime ile sabittir. Nitekim Teâlâ Hazretleri: "Veya
kadınlara dokunmuş (cinsi yakınlıkta bulunmuş) iseniz bu
hallerde su
bulamadığınız takdirde temiz toprakla teyemmüm edin." [Maide süresi: 6]
buyurmuştur. İmam Malik'e göre, bu meselenin kıyas da bir çok benzerleri
vardır. [175]
Zerai; zerianm
cem'idir.
Karâfı
"el-furük" isimli eserinde "Zeri'a": bir şeye götüren
vesile ve yoldur" diye tarif etmiştir. O şey zarar, fayda, söz veya iş
olabilir.
Şatıbi
"el-Muvafakat" isimli eserinde: "Zeria caiz olan bir işle, caiz
olmayan bir işe ulaşmaktır" diye tarif etmiştir.
Zeria'nın manası
hakkında yapılan tariflerin hepsi: "Dış görünüşü mubah olan bir işle,
yasak olan bir işe ulaşmaktır" şeklindedir.
Sedd-i Zeria' ile
kötülüğe götüren yolun kapanması ve önlenmesi murad edilmiştir. Kötülüğe
götüren şey -mubah olsa bile -kötülüktür. O halde o şeyden kaçınmak vaciptir.
Kötülükleri gidermek faydalan elde etmekten önce gelir.
İmam Malik sedd-i
zeria'yı çok kullandığı için bazı alimler sedd-İ zeria'yı onun mezhebinin
özelliklerinden saymışlardır.
Şâtib-i
"el-i'tisam" da: "İmama Malik sedd-i zeria'yı çok kullanmıştır"
demiştir.
İmam Malik'in sedd-i
zeria İle amel ettiğinin misallerinden bazıları: İmam Malik: "Şevval
ayının hilalini tek başına gören bir kimsenin orucuna devam etmesi lazımdır.
Ta ki, fasıklann bunu delil göstererek oruç tutmamalarına yol açmasın"
diye fetva vermiştir.
Halife Mansür, İbn-i
Zübeyr'in rivayet ettiğine uygun olarak Beytullah'ı İbrahim Aleyhisselam'ın
temelleri üzerine inşa etmek isteyince bu konuda İmama Malik ile istişare etti.
İmama Malik ona şöyle dedi: "Ey mü'minlerin emiri! Allah için senden
Beytullah'ı sonraki hükümdarların oyuncağı haline getirmemeni istiyorum, çünkü
hükümdarlardan biri onu değiştirmek istediğinde muhakkak değiştirir, bu
değiştirme işi adet haline gelir ve Beytullah'ın heybeti mü'minlerin kalbinden
gider diyerek halifeyi bu görüşünden çevirdi"
İmam Malik'in ve
talebelerinin Sedd-i Zeria'yı uyguladıkları pek çok mesele vardır. Muvatta'i
ve Müdevve-ne-i Kübra'yı inceleyen bu meseleleri idrak eder. [176]
Maliki mezhebi iki yolla
yayılmıştır:
Biri İmama Malik'in
kitabları ile, diğeri talebeleri ile yayılmıştır.
İmamlardan hiçbirinin
İmama Malik kadar çok talebesi olduğu bilinmemektedir. Talebeleri cidden çoktu.
İmama Malik Medine'de oturuyordu Kabeye gelip hac yaptıktan sonra hacılar
ziyaret için Medİneye geliyorlardı böylece ilim ehli onunla görüşüyordu. İslam
ülkesinin her tarafından ilim talebeleri oraya geliyorlardı. Bundan dolayı
talebelerin sayısı çoğaldı. Uzak yerlerde
onun mezhebini götürüp yaydılar. Onlardan sonra da bunların talebeleri
bu görevi yaptılar. [177]
îbn-i Abdü'l-Berr'in
zikrettiklerinden başlayalım: [178]
Abdullah aslen
Berberi'dir. Kureyş'in azadlı kölelerin-dendir. (20) yıl kadar İmam Malik'in
yanında bulundu, ona devam etti, onun fıkhını Mısır'da yaydı. O yalnız İmam
Malikden ders almadı. Zühri'nin talebelerinin çoğundan okudu. Mısır, Hicaz ve
Irak'ta (400) den fazla hadis üstadından hadis aldı. İmam Malik onu sever ve
sayardı. Onun azarlanmasından İbn-i Vehb'den başka kurtulan yoktur. Ona fakih
unvanı verirdi. Maliki mezhebini Mısır'da, Afrika'da yayanlardan biri odur.
İbn-i Vehb'in değerli ve faydalı bir çok kitapları vardır. Otuz kitap kadar
İmam Malikten dinledikleri tutar. [179]
Abdurrahman İmam
Malik'in seçkin talebelerinden
olup Maliki mezhe- binin kurulup, yazılmasında büyük tesiri olmuştur.
Sahnun'un müracaatı üzerine
yazdığı meseleler Maliki mezhebinde esas sayılır.
Muhammed b. Hasan'ın
yazdıkları hanefı mezhebinde esas olduğu gibi, her ikiside birbirine çok
benzerler, her ikiside mezhebinin İmamının ravisi ve nakilidirler. İbn-i Kasım
ictihad sahibidir, üstadı İmam Malik'e muhalif olduğu görüşleri vardır. O rey'
yanlısıdır derler. O salih hayırlı bir zattır.
[180]
Eşheb, baştan Leys b.
Sa'd'dan, Yahya b. Eyyüb'den ve İbn-i Ley-hiya'dan ders aldı. İmam Malik'e
yıllarca devam etti, fıkıhta onda yetişti, onun fıkhını nakledenlerden biridir.
Eşheb, Abdurrahman b. Kasım'ın ilimde dengi idi. Eşheb'inde Müdevvenesi vardır.
Bu eserinde İmam Malik'in fıkhını rivayet etmiştir. Buna 4CMüdevve-ne-i
Eşheb" denir.
Bu Müdevvene Sahnun'un
Müdevvenesinden başkadır. [181]
Esed aslen
Horasanlıdır. Babası ile Tunus'a göçtü. Tunus'da büyüyüp yetişmiştir. Kur'an-ı
Kerim-i ezberledi . sonra fıkıh okudu, daha sonra doğuya gelerek İmam Malik'den
Muvatta'i ve başka derslerini dinledi. Oradan Irak'a geçti. Ebû Yusuf ve Muhammed
b. Hasan'la bulıştu. Böylece Esed, Irak fıkhı ile Medine fıkhını birlikte
yürüttü. İmam Malik'in Muvatta'ını okuduğu gibi, Muhammed b. Hasan'in yazdığı
kitapları da okudu. Esed okuduklarını bir kitapta topladı ona
"Esediyye" adım verdi. Sahnun'un "Müdevvenesinin" aslı bu
"Esediyye"di[182]
Abdülmelik'in babası
Abdülaziz'dir. İmam Malik'in dostuydu.
Denildi ki Abdülaziz,
İmam Malik'den önce "Muvatta" isimli bir eser yazmıştı. Oğlu
Abdülmelik, İmam Malik'in seçkin talebelerindendi. İmam Malik'den ve babasından
rivayet ederdi. O, fasih ve fakih bir âlimdi. Ölünceye kadar fetva işlerine
baktı. Ondan önce babası Abdülaziz bakıyordu.
Bu adı geçen
âlimlerden okuyan talebeler, maliki mezhebini yaymaya devam ettiler. Bunlardan
bazıları şunlad[183]
Sahnun Arab'dır. İmam
Malik'in ölümünden önce (9) yaşma basmıştı. Bu yaşta ondan ders alabilirdi.
Fakat o zaman Malik ile görüşmek üzere gelecek yol parası yoktu. Onun için
İbn-i Kasım'dan, İbn-i Vehb'den, Eşheb'den, İbn-i Macişun'dan ders
okudu.Mısırda ve diğer yerlerde ilim öğrenip yetiştikten sonra Mağrib'e döndü.
Orada baş âlim oldu. Onun sözüne itimat olunurdu. Maliki fıkhında meşhur olan
"Müdevvene" isimli
eserini yazdı.
Muvatta' dan sonra Maliki mezhebinde itimat edilen en önde tutulan
kitaplardandır. Müdevvene fıkıhcıların yanında, gramercilerin yanında
Sibeveyh'İn kitabı gibi muteberdir. Endülüslü olan İbn-i Rüşd'ün
"Müdevvene" hakkındaki görüşü böyledir. [184]
Abdülmelik Endülüslü
olup, orada tahsil gördükten sonra oradan ayrıldı. İmam Malik'in talebelerinin
çoğundan ders aldı. Sonra fakıh ve muhaddis olarak Endülüs'e döndü. Her çeşit
ilmi tahsil etmişti. Şöhreti yayıldı bazı âlimlere göre, Müdevvene'den sonra
Maliki fıkhının ikinci aslı sayılan "Vadıha"yı yazdı. [185]
Abdullah Mısır'da
doğdu. İmam Malik'den Muvatta'yı dinledi. Sonra İbn-i Vehb, İbn-i Kasım ve
Eşheb gibi İmam Malik'in birçok talebelerinden rivayet etti. Bu dinlediklerini
toplayarak bir kitap yazdı, sonra onu kısaltarak küçük bir kitap haline
getirdi. Ebu Bekir Ebheri onları şerh etti.
Kadı İyaz
"Medarik" isimli kitabında bu zamana kadar maliki mezhebi şu ülkelere
yayılmıştır diye zikretmiştir:
Maliki mezhebi ,
Hicaz, Basra, Mısır, ondan sonra Afrika ülkelerinde, Endülüs'de, Sicilya'da,
Fas'da, Sudan'ın müslüman olan bölgelerinde yayılmış-tır.Bağdat'ta çok
meydana çıkmıştı. (H.400)
yılında zayıfladı. Nişabur'da yayıldı.
Orada ve diğer yerlerde diğer büyük âlimleri ve müderrisleri
bulunuyordu. [186]
Ehli rey' (Bağdat)
fıkhı ile Ehl-i Hadis (Hicaz) fıkhı arasını birleştiren Safı fıkhı, islam
fıkhının gelişmesini temsil eder.
Kitap ve sünneti
anlama yollarını zabtetmek, hüküm çıkarmak için sabit esaslar, belli kaideler
koymak ve kıyas ölçülerini tayin etmek, suretiyle Usul-ı fıkıh ilmini ilk yazma
şerefi İmam Şafii'ye nasıp olmuştur. Çünkü imam Şafii hicret yurdunun imamı,
çağında Hicaz ehli medresesinin en büyük âlimi olan İmam Malik'den ders almış,
yine Hanefi fıkhını derleyen Muhammed b. Hasan'la buluşmuş, Irak ehlinin
fıkhını okumuştur. Bundan dolayı ehl-i rey' ile ehl-i hadis metodlarını islam
fıkhında birleştirmiştir.
İmam Şafii'nin Hayatı:
(H. 150-204)
İmam Şafii
rivayetlerin çoğuna göre, İmam Ebu Hanife'nin vefat ettiği (H.150) senesinde
Gazze'de dünyaya gelmiştir. Babası Kureyş kabilesinin Muttalib °guliarındandır.
İmam Şafii'nin
şeceresi şöyledir: Muhammed b. İdris b. Abbas b. Osman b. Safı b. Saib b.
Ubeyd.b. Abdiyezid b.Haşim b. Muttalib b. Abdimenaf dır.
İmam Şafii'nin soyu,
Resülullâh (SAV) in soyu ile Abdimenaf da birleşmektedir.
İmam Ş afi i' nin
nesebinin vardığı Muttal ib, Abdimenaf m dört oğlundan biridir. Onlar da
şunlardır: 1) Muttalib, 2) Haşim, 3) Abdi Şems, 4) Nevfel.
Muttalib oğullan ile
Haşim oğulları cahiliyette de, islamiyette de birbirinden hiç ayrılmamışlardır.
İmam şafıi yetim ve
fakir olarak büyümüş, erken üstün kabiliyeti ortaya çıkmış, Kur'an-ı kerimi
ezberlemiş, küçük yaştan itibaren Resülullâh (SAV) in hadislerini dinlemeye,
yazmaya, toplamaya, ve ezberlemeye yönelmiştir.
Arapçayı düzgün ve
mükemmel öğrenmek için çölde Hüzeyl kabilesi arasında kalmıştır. ,
"Menakıb-ı
Şafıi"de Fahreddin Razı ve diğerleri Şafii'nin şu sözünü nakletmişlerdir:
"Ben Mekke'den çıktım. Çölde Hüzeyl kabilesinin yanma gittim. Bu kabilenin
dilini şivesini öğrendim, adetlerini ve tabiatlarını aldım. Bu kabile Arapların
dil bakımından en fasihi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım. Mekke'ye dönünce
şiir söylemeye başladım. Edebiyat, hikaye ve haber bilgilerine sahip
olmuştum." Hatta Asmai İmam Şafii hakkında: "Hüzeyl kabilesinin
şiirlerini Kureyş'den Muhammed b. İdris adındaki bir genç sayesinde
düzelttim." Demiştir.
İmam Şafii çölde
yaşarken ok atmayı öğrenmiş, iyi bir ok atıcısı olduğu kendisinden
nakledilmiştir. Böylece dinde, dilde, binicilikte mükemmel bir eğitim
görmüştür. [187]
Şafii, Mekkede'ki
fakihlerden ve hadiscilerden okumaya başlamış, ilimde yüksek bir mertebeye
ulaşmıştı. Sonra fıkıhda, hadisde yüksek bir mertebeye ulaşmış olan İmam
Malik'in yanına gitmek istemiş, fakat o Medine'ye Malik'in ilminden habersiz
olarak gitmek istememiş, onun Muvatta'ını okuduktan sonra Medine'ye gitmiş.
İmam Malik'den fıkıh okumuş. (H.1.79) yılında o büyük İmamın ölümüne kadar
ondan ders almaya devam etmiştir.İmam Malik'den ders okumaya devam etmesi, ilim
elde etmek için diğer islam beldelerine ve Annesini ziyaret etmek için Mekke'ye
gitmesine mani olmamıştır.
İmam Malik-Allâh ondan
razı olsun- vefat edince İmam Şafii Mekke'ye dönmüştür. Bu sırada Yemen valisi
Hicaza gelmişti. Kureyşlilerden bazıları ona Şafii'yi beraberinde Yemen'e
götürmesini tavsiye etmişlerdir. Vali uygun bularak Şafii'yi beraberinde
götürmüş, onu Necrana Kadı tayin etmiştir. Bu işte İmam Şafii'nin kabiliyeti ve
zekası ortaya çıkmıştır. Orada adalet bayrağını açarak hakkaniyet üzere iş
görmüştür. Her zaman ve her yerde olduğu gibi Necran'da da insanlar valilere ve
kadılara yaranmağa çalışırlar onlara yakın olmak için yol ararlar. Fakat bu
gibiler böyle yaranmak ve yaltaklık suretiyle İmam Şafii'ye yaklaşmaya yol
bulamamışlar ve onun adaletine gölge düşürememişlerdir.
İmam Şafii Necrandaki
bu vazifesini adaletle sürdürürken Yemen'e zalim bir vali gelmişti. Necran'da
Yemen vilayetine bağlı olduğundan İmam Şafii onun zulüm ellerini idaresi
altındakilere uzanmasına mani olmuştu. Bu valiyi uyarmaya çalışmışdı. Fakat
İmam Şafii'nin, zulmüne karşı koyduğu bu valiyi tenkid ederek, böyle hırpalaması
valiyi kendi aleyhine harekete geçirmişti.
Abbasiler karşılarında
en kuvvetli düşman olarak Hz. Ali ve evlâdlarını görüyorlardı ve onlardan
çekiniyorlar-dı. İşte bu zalim vali de Abbasileri bu zayıf noktalarından
avlamasını becermiş ve Şafii'yi Ali evlâdlarına taraftar olmakla suçlamıştı.
Halife Harun Reşid'e: "Alevilerden dokuz kişi harekete geçti, onlardan
biri Muttalip oğullarından Şafii denilen adamdır. Bu adam burada oldukça benim
ne buyruğum tutuluyor ne de yasam" diye mektup yazmıştı. Bunu üzerine
Halife Harun Reşid, Hz.Ali taraftarları olan bu dokuz kişinin Bağdat'a
getirilmesine emir vermişti. Rivayetlerden diğerine göre, halife, İmam
Şafii'den başkalarını öldürtmüş İmam Şafii hüccetinin kuvvetli ve hanefı fakihi
Muhammed b. Hasan'in onu müdafaa etmesi sayesinde kurtulmuştur.
İmam Şafii'nin bu
mihneti (sıkıntı çekmesi) (H.184) senesinde olup o tarİhde İmam Şafii (34)
yaşma bulunuyordu. Başına gelen bu bela onun hükümet işleriyle uğraşmaktan el
çekip ilme dönmesine sebep olmuştur. Bundan sonra yine kendini ilme vermiş
okumuş, okutmuş, ders almış, ders vermiş. İnsanlar için fıkıh'da ebedi eserini
meydana getirmiştir.
İmam Şafii Bağdat'ta
İmam Muhammed'in yanında misafir olarak kalmış, ondan Irak fıkhını öğrenmiş,
onun kitaplarını okumuş, böylece Hicaz fıkhı, Irak fıkhı onda birleşmiş oldu.
Yani çoğu nakle dayanan fıkıh ile akla önem veren fıkıh bir arada toplanmıştır.
Bu konuda İbn-i Hacer: "Medine'de fıkhı Malik b. Enes temsil ediyordu.
Şafii onun yanına gidip derslerine devam etmiştir. Irak'ta da fıkhı İmam Ebu
Hanife temsil ediyordu. İmam Şafii
Ebu Hanifenin talebesi
Muhammed b. Hasan'dan ders aldı. Böylece o hem rey' taraftarlarının hem de
hadis taraftarlarının ilmini kendisinde birleştirmiştir. Bu ilmin kaide ve
kurallarını tesbit edecek kadar yüksek bir mevki elde etmiştir. Bu konuda
muhalif ve muvafık herkes onun bu mevkiini tanımış, böylece onun ünü her tarafa
yayılmış, itibarı yükselmiş ve nihayet o hakkıyla imamlık mertebesine
ulaşmıştır" demiştir.
İmam Şafii , Bağdat'da
kalmasına Muhammed b. Ha-san'ın ders halkasına devam etmesine , ondan nakiller
yapmasına, hatta: "Ben Muhammed b.Hasan'dan bir deve yükü ilim aldım
hepside ondan duyduklarımdır" demesine rağmen kendisini İmam Malik'in
talebelerinden, onun mezhebinin fakihlerinden Muvatta'nm ravilerinden sayardı.
Hicaz fıkhını ve onların yolunu müdafaa eder, bu konuda İmam Muhammed'in
talebeleriyle münazara yapardı. Hatta İmam Muhammed ile bir şahid ve bir
yeminle hüküm vermek meselesinde münazara yapmıştır.
İmam Şafii Irak'tan
Mekke'ye dönmüş ve Mekke'de Harem-i şerif de derslerini vermeye başlamıştır.
Hac mevsimi gelince büyük âlimlerle buluşuyordu. Nitekim bu sırada Ahmed b.
Hanbel'de onunla buluşmuştur. İmam Şafii Mekke'de uzun zaman derslerini vermeye
devam etmiştir. Ravilerin zikrettiklerine göre, bu ders verme müddeti dokuz
sene sürmüştür. Bu dersleri verme sırasında İmam Şafii'nin ilmi şahsiyeti
olgunlaşmış olarak yepyeni bir fıkıh metodu ile ortaya çıkmıştır. Bu yalnız
Medine ehlinin ve yalnız Irak ehlinin fıkhı olmayıp, her ikisinden de alınmış
yeni bir fıkıh metodu idi.
İmam Şafii,
görüşlerin, düşüncelerin değişik olduğunu görünce hakkı batıldan ayırmak için
belli ölçüler, usul
kaideleri koymak
zaruri olduğunu anlamıştır. Bu yüzden çalışmalarını Kur'an üzerine
yoğunlaştırdı. Onun delalet yollarını araştırdı. Hükümlerini inceledi, nasih ve
mensuh her ikisinin özelliklerini tanıdı. Sonra sünneti ele almış, onun sahih
olanını çürük olanından ayırmayı, sünnetle istidlal etmeyi, Kur'an-ı Kerime
nazaran derecesini tanımıştır. Sonra kitap ve sünnette bulunmayınca hükümler
nasıl çıkarılacak ve bu durumda içtihadın usulü ve kaideleri nasıl olacak?
Müçtehid için çizilmiş sınırlar nelerdir ki, ictihadda bir yanlışlığa düşmemek
için o sınırları aşmasın işte bütün bunları tesbit etmesi gerekiyordu işte
İmam Şafii hüküm çıkarmanın usûl ve kaidelerini yazınca bunları fakihlere
göstermek için (H. 195) yılında ikinci defa Bağdat'a gitmiştir. Bu gidişde
heybesinde kaidelerini, usûlünü, genel esaslar altında zabt ve tesbit etmiş
olduğu fer'i meselelerini götürmüştür, âlimler, fakihler ve ehli rey' hepsi
onun başına toplanmışlardır.
İmam Şafii'nin
Bağdat'a bu gelişinde usul-u fıkıh ilminin esaslarını ve kaidelerini koymuş
olduğu "Kitabü'r-Risale" sini yazmış olduğunu söylerler.
Fahreddin Razi:
"Bilmiş ol ki, şafıi -Allah ondan raziolsun- Kitabü'r Risalesini Bağdat'ta
iken yazmış Mısıra dönünce onu tekrar yazmıştır Bunların her ikisinde de çok
ilim vardır demiştir.
Bazı rivayetlerde
zikredildiğine göre Abdurrahman b. Mehdi İmam Şafiî'den kendisi için kitab,
sünnet, icma ve kıyas ile istidlalin şartlarını bildiren bir kitap yazmasını
istemişti. Bunun üzerine İmam Şafii kitabü'r-risalesini Mekkede iken yazmış
olup, Bağdat'a, geldiğinde onu Abdurrahman b. Mehdi'ye göndermiş olmasıda
ihtimal dahilindedir.
İmam Şafii, halife
Me'mun zamanında Bağdat'da kalmak hoşuna gitmemiştir. Çünkü orada iran kültürü
üstün gelmişti. Halife Me'mun, Mutezile'yi, kendisine yaklaştırmış ve onların
araştırma metodlarını benimsemişti. O sırada İmam Şafii Mısır'a orada vali bulunan
Kureyş kabilesinin Haşim oğullarından Abbas b.Abdullah b.Abbas b. Musab.
Abdullah b.Abbas davet etmiş o da onun davetini kabul ederek Mısır'a gitmiştir.
İmam Şafii orada
ilmini, görüşlerini, fıkhını yaymaya muvaffak olmuştur.
İmam Şafii (H.204)
yılının recep ayının son gecesi (54> yaşında iken hayata gözlerini
kapamıştır.
Şu konuya değinmek
yerinde olur: İmam Şafii , İmam Malik'e çok hürmet eder, ondan ancak üstad diye
bahsederdi. Fakat İmam Şafii, İmam Malik'in talebelerinin gerek onun şahsı ve
gerekse bazı görüşleri hakkında Teassub göstererek aşırı gittiklerini görünce
bu konuda bir kitap yazarak ona " Hilaf-ı Maljk" adım verdi. Fakat
İmam Şafii üstadına vefasını göstermek için kitabını meydana çıkarmak'da
tereddüt etti. Sonra Allah'tan hayırlısını dileyerek hakkı yerine getirmek için
kitabı neşretti. [188]
İmam Şafii'nin
hocaları, yakınları talebeleri
ittifak etmişlerdirki o, alimler arasında bir bayrak gibi idi.
Onunla ilim konusunda
hiçbir kimse boy ölçüşemez ve yarışa giremezdi.
Ahmed b.Hanbel onun
hakkında şöyle demiştir: "Resülullâh (SAV) den rivayet edildiğine göre
Allah Teâlâ her yüzyıl başında bu ümmete dinini doğrultacak bir adam
gönderir" birinci yüzyılın başında bu adam Ömer b. Abdülaziz olmuştur.
İkinci yüzyılın başında da bu adamın Şafii olacağını umuyorum".
Davut b.Ali Zahiri
diyor ki: "Şafii'nin öyle faziletleri vardır ki, bunlar başkasında bir
arada toplanmış değHdir. Şerefli, soy, din ve akide sağlamlığı, cömertliği,
hadisin sahih olanını olmayanını bilmek, nasihini mensuhunu tanımak, Kur'an-ı
ve hadisi ezberlemek, ilk halifelerin gidişatı üzere olmak, güzel güzel eserler
yazmak bunların hepsi onda vardır."
İmam Şafii'nin
Mısır'da ki talebelerinden biri olan, Muhammed b. El hakemde şöyle demektedir.
"İmam Şafii
olmasaydı ben bir kimseye nasıl cevap vereceğimi bilemezdim. Bildiklerimi hep
onun sayesinde öğrendim. Bana kıyası öğreten o rahmetlidir. O , sünnete ve
esere bağlı her türlü fazilete, hayra ve açık bir dile, sağlam bir kafa ile üstün
bir akla sahipdi."
İmam Şafii'nin
bıraktığı eserler onun ilmi kudretini, yüksek kabiliyetini bilgi ufkunun
genişliğini ifadesinin düzgünlüğünü gösterir.
İmam Şafii'ye arap
edebiyatı bilgisi, Kur'an ilmi, hadis ilmi, sünnetin kaidelerini zabtetme ilmi
verilmiştir.Rey' ve kıyas fıkhında kendini göstermiştir.
İmam Şafii her çeşit
ilmin Öğrenilmesini ister ve şöyle derdi:
"Bir kimse Kur'an-ı öğrenirse değeri artar, bir kimse hadisi
yazarsa delil getirme gücü kuvvetlenir, bir kimse fıkıhla meşgul olursa şerefi
yükselir, bir kimse dil üzerinde çalışırsa duyguları incelir, bir kimse hesap
bilirse görüşü genişler, bir kimse kendi şerefini korumazsa ilmi ona fayda
vermez."
Onun ilim meclisinde
her türlü ilim öğrenilirdi. Rabi b. Süleyman diyorki: "İmam Şafii sabah
namazını kılınca ilim halkasına oturur Kur'an ehline ders vermeye başlardı.
Güneş doğunca onlar kalkarlar, hadis ehli gelirlerdi, hadis yorumlarını,
manalarını sorarlardı. Güneş yükselince onlarda kalkarlar, ondan sonra ders
halkasında müzakereler ve münazaralar başlardı. Kuşluk vakti olunca
dağılırlar, arkasından arapça, aruz, nahiv, şiir yani edebiyat ehli gelirdi.
Öğleye kadar böyle devam ederdi." [189]
Allah Teâlâ İmam
Şafii'ye öyle bir istidat ve kabiliyet vermişdir ki, bunlar onu mütefekkirlerin
başına geçirmiş ve görüş sahiplerinin birincisi yapmıştır.
Şafii kavrayışı
kuvvetli, hazır cevapcı, düşüncesi derin, anlayışı üstün bir zattı. Cüz'i ve
fer'i meselelerin bilinmesinde genel zabtlara ve külli kaidelere dayanıyordu.ifadesi
güçlü, anlatımı açık, basireti keskin, fıraseti ve sevgisi kuvvetli, ruhu
temiz, kalbi pak, hakikatları araştırmada ihlas üzere idi. [190]
İmam Şafii , fıkıh ve
hadisi öyle hocalardan aldı ki, bunların memleketleri birbirinden uzak , usul
ve metodları birbirinden ayrıdır. Mekke'de, Medine'de, Yemen'de, Irak'ta, bir
takım hocalardan ilim aldı. Fıkhı İmam Malik'den aldı. Evzai'nin fıkhını onun talebesi
Ömer b. Ebu Seleme'den aldı. Mısır fakihi Leys b. Sa'd'ınfıkhını onun talebesi
Yahya b. "Hasan'dan aldı. Ebu hanife ve talebelerinin fıkhını Muhammed b.
Hasan'dan öğrendi. Böylece Mekke, Medine, Şam ve Mısır, Irak fıkhı onda bir
arada toplanmış oldu. Ortaya her türlü karışımdan meydana gelen bir fıkıh doğdu
ki, bunlar her türlü eğilimlere uygun ve denk bir şekilde birleşdi. Ahenkli bir
halde kaynaştı bundan sonra Şafii'nin potasında işlediği parlak bir uslüp ve
sağlam sözler halinde insanlara sunduğu üstün manalar doğdu. [191]
imam Şafii hadis ve
fıkıh öğrenmek için seyahatler yapmıştır. Medine'de ki İmam Malik'in yanına
giderek onun dersine devam etmiştir. Sonra Yemen'e gitmiş Necran'da kadı olarak
vazife yapmıştır. Sonra Irak'a ve
Mısır'a gitmiş ve bu
seyahatları kendisine insanların muamelelerini, adetlerini, örflerini öğrenme
hususunda büyük tecrübeler kazandırmış, zihnini açmış, tenkid edenin ve
araştırmacının okuması gibi okuyarak çeşitli fıkıh metodlarını öğrenmiş,
herhangi bir mezhebe veya guruba bağlı kalmamıştır. [192]
İmam Şafii Abbasiler
devrinde doğmuş, Abbasi devletinin istikrar bulduğu, idareye hakim olduğu
islam hayatının parlak bir devrinde yaşamıştır. Bu devirde âlimler, islam şehirlerinde
ilmi faaliyetlerine devam ediyorlar, Abbasi halifelerinin destekleyerek teşvik
ettikleri tercüme hareketinde, yunan felsefesinden, İran edebiyatından, Hint
İlminden tercümeler yapıyorlardı. Bu tercümelerin islam düşüncesinin
gelişmesinde büyük tesiri olmuştur. Bu devirde islam'a tuzak kuran ve islam
cemaatını parçalamak için planlar yapan zındıklar yetişmişti, âlimlerden bir
gurup bu zındıkların batıl görüşlerine cevap vererek islamı müdafaa etmişler ve
zındıkları yenmişlerdir. İslamı müdafaa ederken felsefeden almış oldukları
yeni bir yol tutmuşlardır. Bu yol, daha önce sahabe, tabiin ve selef-i salihin
devirlerinde alışıla gelmiş değildi. Bu gurup mutezile idi. Bu gurup felsefe
meselelerine dalmışlar, bu yüzden akideye, istidlal hususundaki selef-i
salihinin yoluna, akideyi kitap ve sünnetten alan ve akli kıyasları kullanmayan
hadiscilerin ve fakihi erin yoluna muhalefet etmişlerdir.
İmam Şafii Mutezilenin
öğretilerini ve uslüblarını hoş karşılamıyor ve
onların yollarıyla uğraşmayı
yadırgıyordu. Fakat o,
hücceti isbat etmek ve hasmı susturmak için fıkhı mücadele ve münazara yolunda
onların cedel ve münazara usulünü kullanmıştır.
İmam Şafii'nin asrında
fıkhın büyük bir kısmı yazrl-mış, ihtilaflı meselelerde alimler arasında fıkhı
münazaralar çoğalmıştı bunlar İmam Şafii üzerinde büyük tesirler bırakmıştır.
Usul-i fıkhı yazarken bunlardan faydalanmış, kendinden sonraki nesillere miras
olarak kalan usul kaidelerini bunlardan çıkarmıştır. Nitekim İmam Şafii fıkıh
konusunda insanlara büyük bir ilmi servet bırakmıştır. [193]
Ebu Zehra, İmam
Şafii'nin fıkıh, usul-İ fıkıh ve bunlarla ilgili diğer ilimler hakkında ki
görüşlerini açıklamıştır:
İmam Şafii'nin ilmi
kelam ve İmamet (hilafet) hakkındaki görüşü:
Bir fakih ve muhaddis
olan İmam Şafii tabii olarak ilmi kelamdan hoşlanmıyordu. Çünkü temelleri
mutezile tarafından atılmış olan ilmi kelam'in yolu akaidi, islam dininden
anlama hususunda selef-i salihinin yoluna muhalif olarak atılmıştı. İmam Şafii
yeni bir şey ortaya çıkarmaktansa kendinden öncekilere uymayı tercih ediyordu.
Bilhassa Mutezile karışık ve dolaşık olan felsefe meselelerine dalmışlardı. Bu
yüzden İmam Şafii ilmi kelamla uğraşmayı yasaklamıştır. İmam Şafii: "ilmi
kelam okuyanlar hakkında benim görüşüm şudur: onlara sopa atılmalı, develerin
üzerine baş aşağı ters bindirilip aşiretler ve
kabileler arasında dolaştırılarak:
kitap ve
sünneti bir yana
bırakıp da ilmi kelamı alanın cezası işte budur diye nida edilmelidir"
derdi.
îmam Şafii'nin ilmi
kelam'la uğraşmayı yasaklaması, ilmi kelam hakkında görüş sahibi olmadığı
anlamına gelmez. Çünkü İmam Şafii selefin mezhebine göre tevhid hakkında
konuşuyor ve: " Allah'ın kelamı olan Kur'an mahluk değildir" diyordu.
Zira Allah sübhanehü ve Teâlâ: "Allah Musa ile söyleşti" [nisa süresi
164] buyurmuştur. Kıyamet günü Allah'ın görüleceğine inanıyordu. Buna şu ayeti
kerimeyi delil gösteriyordu: "hayır (kafirler) şüphesiz ki, onlar o gün
(kıyamet günü) Rableri(ni görmek) den katiyyen mahrumdurlar" [mutaffıfın
sûresi: 15] İmam Şafii bu ayeti kerime: "Allah Teâlâ kafirlere kızdığı
için cemalini onlara göstermeyeceğine, müminlerden razı olduğu için onlara
cemâlini göstereceğine delâlet etmektedir" diyordu.
İmam Şafii:
"İman, tasdik ile amelden ibarettir. Amelin artmasıyla iman da artar,
amelin eksilmesiyle iman da eksilir" diyordu.
İmam Şafii imamet
(hilafet)in yerine getirilmesi gereken dini bir emir olduğuna inanıyordu. İmam
Şafii'ye göre hilafet işi Hz. Ali'nin dediği gibidir.: "Halifenin himayesi
altında , mü'min işine devam eder, kafir de ondan faydalanır, onun sayesinde
düşmanla harp yapılır, yollarda asayiş sağlanır, kuvvetliden zayıfın hakkı
alınır. Böylece .iyi kimseler rahat eder, kötü kimselerin şerrinden emin
olunur."
İmam Şafii Halifenin
kureyşden olması görüşündeydi. Hilafetin şartı, halkın bir halife etrafında
toplanmalarıdır. Halkın bu toplanmaları ister bir kimseyi baştan halife seçmek
ve biat etmekle olsun, isterse zorla hilafeti eline
geçiren bir
kimseyi sonradan halife
tanımakla olsun müsavidir.
İmam Şafii Hülefai
Raşidinin üstünlüğünü halife oluş-larındaki sıraya göre tertip ederek:
"onları en efdalı Hz. Ebu bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz.Osman, sonra Hz.
Ali'dir derdi." Bütün bu görüşleriyle beraber, İmam Şafii ehli beyti, Resülullâh
(SAV)'m pak ve mübarek alini severdi. Şafii, Ali Resule o kadar bağlı idi ki,
onları sevmek Rafızilik sayılsa bile, Rafızilikle itham olunmayı göze alırdı.
Onun bu gibi şeyler umurunda değildi. Hatta o Harun Reşid'e karşı ayaklanan
alevilere katılmakla suçlanmıştı. [194]
İmam Şafii, İmam
Malİk'in talebelerinden sayılıyor, onun görüşlerini müdafaa ediyor Medine
ehlinin fıkhını, Ehli Rey'e karşı savunuyordu. İmam Şafii'nin bu hali imam Ebu
Yusuf un vefatından iki sene sonra (H.184) senesinde Bağdat'a gidişine kadar
devam etti. Bağdat'ta Muhammed b. Hasan'ın kitaplarını okudu. Ehli rey'
alimleri ile mücadele ve münazaralarda buİundu.sonunda Irak ehlinin fıkhı ile
Medine ehlinin fıkhını birleştirerek kendine has yeni bir fıkıh çığırı açtı.
İmam Şafii görüşlerini üç devrede hazırlamıştır: [195]
İmam Şafii Bağdat'a
ilk gidişinden dönünce Mekke'de kaldı. Bu dönem ilmi hayatının en verimli
dönemidir. Mescidi haramda ilim halkasını kurdu. Temel kaideleri araştırmaya
yöneldi. Talebelerine istinbat (
delillerden hüküm çıkarma) yollarım öğretti.
Fıkıh kaynaklan
arasında karşılaştırma yaparak feri meselelere görüşlerini açıklayacak derecede
yer verirdi. Üstün olan görüşe göre Abdurrahman b. Mehdi'ye yazmış olduğu
"er-Risale" isimli eseri bu dönemin ürünüdür.
Şöyle ki: Abdurrahman
b.Mehdi, İmam Şafii'ye bir mektup yazarak kendisine kolaylık olmak üzere:
"Kur'an-ı Kerimin manalarını tefsir eden, türlü hadisleri toplayan icma'm
hüccet olduğunu gösteren, Kur'an ve sünnetin nasih ve mensuh olanlarını
açıklayan bir risale yazmasını istemişti. Bunun üzerine İmam Şafii "er-
Risale" sini yazıp ona göndermişti. [196]
İmam Şafii, (H.195)
senesinde ikinci defa tekrar Bağdat'a gelmiştir. Bu gelişinde ders
halkalarında Mekke'de hazırlamış olduğu usul kaidelerini yazmağa başlamıştır.
Bazı rivayetlerde zikredildiğine göre, İmam Şafii (H.198) yılında üçüncü defa
tekrar bağdat'a gelmiştir.
Ebû Sevr el- kelbi
şöyle demiştir: 'İmam Şafii Bağdat'a gelince yanma vardık. O şöyle diyordu: "AllâhTeâlâ
bazan âmmı (genel bir hükmü) zikreder ve bununla hassı (özel bir şeyi) murad
eder." Bazan da hassı zikreder bununla da âmmı murad eder." Halbuki
biz bunları bilmiyorduk. İmam- Şafii'ye sorduk şöyle cevap verdi: "Bakınız
Kur'an'da: şüphesiz ki, insanlar size karşı bir ordu topladılar, onlardan
korkun." [Al-i imran sûresi:173] buyurulmaktadır. Bu âyette âmm olan
"insanlar" zikredilmiş, bununla hass olan Ebû Süfyan murad
edilmiştir. Yine Kur'an'da "Ey peygamber kadınları boşayacağınız vakit
..." [Talak sûresi: 1] buyurulmaktadır. Bu âyette hass olan
"Peygamber" zikredilmiş. Bununla âmm olan insanlar murad edilmiştir.
İşte bunlar usul-i fıkıhla ilgili kaideler olup fakıhler İmam Şafii'den önce bu
kaideleri bilmiyorlardı.
İmam Şafii Bağdat'a bu
gelişinde fakihlerin görüşlerini inceleyip gözden geçirmeye başladı. O
görüşleri kendisinin bulduğu kaidelerin gereğine göre tercih ediyor sonra
bunların içinden kendi usulüne daha yakın gördüklerini seçiyordu. Eğer bu
görüşlerin içinde hiçbirini kendi usulüne uygun bulamazsa o görüşleri bir yana
bırakarak yeni bir görüş ortaya atıyordu. [197]
İmam Şafii (H.199)
senesinde mısır'a geldi, orada son derece gelişip ilerledi, görüşleri
olgunlaştı. Mısır'da daha önce görmediği şeyleri gördü. İçinde yaşadığı ülkenin
kazandırdığı tecrübelerin ışığı altında eski görüşlerini incelemeye başladı. Bu
atmosfer içinde usûl hakkında "er-Risale" sini yeniden yazdı. Ondan
bazı kısımları çıkardı, yeni ilaveler yaptı. Fakat eskisinin özüne dokunmadı.
Fer'i meseleler hakkındaki görüşlerini yeniden inceledi, bazılarından vazgeçti,
yeni görüşler ortaya sürdü. Böylece onun döndüğü eski görüşleri ve yeni bulduğu
yeni görüşleri oldu.
İşte açıklanan bu üç
devirden her birinde Şafii'nin fıkhını nakleden talebeleri vardır.
İmam Şafii'nin
Mekke'deki talebelerinden bazıları şunlardır: Ebu Bekir Humeydi, Ebu Bekir
Muhammed b. İdris, Ebu Velid Musa b. Carud.
İmam Şafii'nin
Bağdat'taki talebelerinden bazıları şunlardınEbu Ali Hasan Sabbah zaferani, Ebu
Ali Hüseyin b.Ali Kerabisi, Ebu Sevr el-Kelbi,
Nitekim İmam Şafii'nin
mezhebine tabi oldukları bilinmemekle beraber İmam Ahmed b. Hanbel ve îshak b.
Rahûye de İmam Şafii'den ders almışlardır.
İmam Şafii'nin
Mısır'daki talebelerinden bazıları şunlardır: Harmele b. Yahya b. Harmele, Ebu
Yakup b. Yusuf b. Yahya Müzeni, Muhammed b. Abdullah b. Abdülhakem, Rabi b.
Süleyman b. Davud Çizi. İmam Şafii'nin kitapları bunların eliyle rivayet
edilmiştir. [198]
İmam Şafii'nin yazdığı
veya yazdırdığı kitapların en önemlisi: " Kitabü'l Ümm" dur. Ebu
Zehra "Kitabü'l Ümm" hakkında şöyle demiştir.
"el-Ümm"
kitabında İmam Şafii'ye nisbet olunan görüşlerin doğruluğunda âlimler ittifak
etmişlerdir.bu eser Şafii mezhebinin birinci derecede bir hüccetidir, onun yeni
görüşlerinin biricik en sahih nakillerini içine almaktadır
Sekiz cilt halinde
olan "Kitabü'l Ümm" Ezher alimlerinden Muhammed Zühri Neccar'ın
tetkikinden geçtikten sonra Ezher üniversitesinin basımevi tarafından dört cilt
halinde neşredilmiştir.
Şafii, Mısır'ın Kahire
şehrine yerleştikten sonra "Kitabü'I Ümm" isimli eserini fıkıh
bablarına göre tertip ederek Besmele'den sonra "etteharetü: ab- dest
"babından başlayıp yazmıştır. Kitab'a şöyle başlanmıştır: Rabi'b. Sü-
leyman bize haber verdi dedi ki: Şafii -Allah ona rahmet eylesin- bize haber
verdi, dedi ki: Allah Azze ve Celle: "ey iman edenler! Namaz kılmaya
kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başınızı
meshedin. Ayaklarınızı da topuklarınıza kadar yıkayın". [Maide sûresi:6]
buyurmuştur. Şafii dedi ki bu ayetle hitab edilen kimseler yıkama işinin ancak
su ile olacağını biliyorlardı. Sonra Allah Teala bu ayette ( bu ayetin
devamında "su bulamadığınız takdirde temiz toprakla teyemmüm edin"
buyurarak) yıkama işinin su ile olacağını açıklamıştır. Bu âyetle hitab edilen
kimselerin, suyu Allah Tebareke ve Teala'nın yaratmış olduğuna ve onda
insanların herhangi bir etkisi bulunmadığına akılları eriyordu.
Cenab-ı Hak suyu
mutlak olarak zikrettiği için, yağmur suyu, ırmak suyu, kuyu suyu, göl suyu,
deniz suyu gibi tatlı ve acı suların hepsi abdest alan ve yıkanan kimseleri
temizlemekte eşittir.(fakat suların temiz olması şarttır.) Kur'an'ın zahiri,
gerek deniz suyu, gerekse diğer suların hepsinin temiz olduğunu bildiriyor.
Resûlüllâh (SAV)'den
deniz suyu hakkında rivayet edilen bir hadisi şerif, Kur'an'ın zahirine
uygundur. Ancak hadisin senedinde bilinmeyen ravi vardır. İmam Şafii dedi ki,
bize Malik haber verdi. Malik, Saffan b. Selim'den o da, ibni Ezrak
hanedanından olan Said b. Seleme'den o da, Abdüddar oğullarından Mugire b.Ebu
Bürde'den o da, Ebu Hüreyre'den rivayet etmiştir. Ebu hüreyre diyor ki: "bir adam Resûlülâh (SAV)'e "Ya Resûlallâh ! biz deniz yolculuğu,
yapıyoruz ve beraberimizde az su taşıyoruz. Onunla abdest alırsak susuz
kalacağız, bu durumda deniz suyundan abdest alabilirmiyiz" diye sordu.
Bunun üzerine Resülullah (SAV): "deniz suyu temiz ve Ölüsü helaldir"
buyurdu."
Bu delillerden ortaya
çıkıyor.ki, bir fakih bir usulcü ve bir muhaddis olan Şafii fıkhını açıklarken
sözünü ya Allah Teala'nm kitabından veya Resûlüllâh (SAV) in sünnetinden bir
delile dayandırıyordu. İşte bu metod üzerine İmam Şafii "Kitabü'l
Ümm" isimli eserini yazmıştır. Nasların başında "Rabi b. Süleyman
bize haber verdi dedi ki....." diye zikredilmesi Rabi' b. Süleyman'ın "Kitabü'
1-Ümm"ü Şafii' den rivayet ettiğine delalet eder.Şafıi'den rivayet edilen
nasların hepsinin başındaki rivayet aynı şekilde tekrar edilmektedir. Şöyle
ki:Rabî' b. Süleyman, Şafii'nin fer'i meselelere dair yazdıklarını ve
yazdırdıklarını veya sorulan-lara cevap vermiş olduklarını, şafıi'den
işittiklerini yazdığı gibi kendisi işitmese de başkalarındın kaydettik-lerini
bunları bizzat dinlemeyip onun yazısıyla bulduklarını da yazıp açıklamıştır.
Böylece toplamış olduğu bu esere "el-Ümm" ismini vermiştir. Çünkü
Rabi' künye oîan "el-Ümm" kelimesini Şafii'den işitmişti.
"el-Ümm" kitabını ismail b. Yahya Müzeni ihtisar edip ona "el-
Muhtasar" adını vermiştir. Bu "el-Muhtasar"isimli eser Mısır'da
basılmış olan "el-Ümm" kitabının sonuna eklenmiş olarak basılmıştır. [199]
Şafii "Kitabü'r-
Risale" isimli eserini yazmakla usuli fıkıh ilmini ilk yazma şerefine nail
olmuştur. Bu kitap İmam Şafii'nin ikinci kitabı olup, mezhebinin kaidelerini
içine almıştır. Hatta Fahrüddin Razi bu kitap hakkında: "Bilmiş ol ki,
usul ilminin Şafii'ye nisbeti, mantık ilminin Aristo'ya ve Aruz ilminin Halil
b. Ahmed'e nisbeti gibidir." Demiştir.
Keşfu'z-Zünün sahibi:
"Usuli fıkıh ilmini ilk yazan Şafii'dir" demiştir.
el-Esnevi
"et-Temhid" isimli eserinde usuli fıkıh ilmini ilk yazanın Şafii
olduğunu zikretmiş ve bu konuda icma bulunduğunu nakletmiştir.
Abdurrahman b. Mehdi
er-Risâle hakkında: "Şafii'nin "er-Risâle" sini okuyunca aklım
başımdan gitti. Çünkü ben, akıllı, fasih, öğüt veren bir zatın sözünü gördüm.
Ve ben ona çok dua ediyorum" demiştir.
Üstad Ahmed Muhammed
Şakir "er-Risâle" yi Rabi' b. Süleyman'ın eliyle yazdığı asıl
nüshadan tahkik etmiştir. Rabi' bu risaleyi Şafii'nin hayatında yazmış fakat
"Kitabü'l Ümm"ün içine koymamıştır. Ahmet Şakirden rivayet edildiğine
göre, Şafii teKitabü'r-Risâle" sini iki defa yazmıştır. Bundan dolayı
alimler, onun eserlerinin fıhris-tinde "er-Risâletü'1-Kadime" ve
"er-Risâletü'l-Cedİde" diye iki kitap saymışlardır.
"er-Risâletü'1-Kadime"
ye gelince, Ahmed Şakir üstün olan görüşe göre, Şafii'nin bunu Mekke'de iken
yazmış olmasıdır. Şöyle ki: Şafii gençken, ona Abdurrahman b. Mehdi bir mektup
yazarak kendisi için Kur'an-ı Kerim'in manalarını tefsir eden, haberlerin
(hadislerin) makbul olanlarını toplayan, icma'in hüccet olduğunu gösteren, Kur'an
ve sünnetin Nasih ve Mensüh olanlarını açıklayan bir kitap yazmasını istemişti.
Bunu üzerine Şafii "er-Risâle" yi yazıp ona göndermişti. Nitekim bunu
Hatip "Tarihi Bağdat'ta senediyle rivayet etmiştir. Abdurrahman Mehdi o
zaman Bağdat'ta bulunuyordu. Fakat Fahrüddin Razi "Menakıbi Şafii"
isimli kitabında: "bilmiş ol ki, Şafii -Allah ondan razı olsun
-Kitabü'r-Risâlesini Bağdat'ta yazmış. Mısıra dönünce, onu tekrar yazmıştır.
Bunların her ikisinde de çok ilim vardır" demiştir.
Ahmed Şakir "her
ne olursa olsun Risâlei Kadime mevcud değildir. Bugün insanların elinde bulunan
ancak Risâlei cedide'dir.ki, işte er-Risâle budur. Bana Öyle geliyor ki, Şafii
el-Ümm'de bulunan kitaplarının çoğunu yazdıktan sonra er-Risâle kitabını tekrar
yazmıştır. Çünkü Şafii er-Risâle'sinde "el-Ümm'de yazmış olduğu yerlerin
bir çoğuna işaret etmek-tedir. Üstün olan görüşe göre Şafii Kitabü'r-Risâle'yi
Rabi' b. Süleyman'a yazdırmıştır" demiştir.
Şafii
"er-Risale'ye bu ismi vermemiş ona "el-Kitap"
veya."kitabi" veyahut "kitabüna" ismini vermiştir. Öyle
anlaşılı-yor ki, Şafii'nin asrında ona "er-Risale" isminin verilmesi,
onun Abdurrahman b.Mehdi'ye gönderilmesinden dolayıdır. Böylece
"er-Risale" kitabı "usuli fıkıh" hakkında ilk yazılan
kitapdır. Hatta o "usüli hadis" hakkında ilk yazılan kitapdır.
Bedrüd-din Zerkeşi -bugüne kadar basılma-mış olan- usul hakkında ki
"el-bahrü'l Muhit" isimli kitabında: "Şafii usuli fıkıh hakkında
ilk kitap yazandır. Bu konuda Şafii Kitabü'r-Risâle'yi, Kitabü Ahkami'l-Kur'anı, ihtilafü'l hadis'i, ibtalül
istihsan'ı, Kitabü'-Cimâ'il-ilmi ve Kitabü'l-kıyas'ı yazmıştır" diye
zikretmiştir.
Yukarıda geçen
alimlerden bir çokları "er-Risâle"ye şerh yazmışlardır. Nitekim bunu
bazı alimlerin tercüme-i hallerinde ve keşfıi'z-Zünun'da görmekteyiz:
1) Ebu Bekir
Sayrafı Muhammed b. Abdullah ki, "Safı-i' den sonra usuli fıkhı en iyi
bilenlerdendir" deniliyordu. (H.330) yılında vefat etmiştir. Bu zatın
"er-Risale"ye şerh yazmış olduğu keşfü'z-Zunun ve
'Tabakatü'ş-Şafıiyye'de Zerkeşinin el-Bahr'ın hutbesinde zikredilmiştir.
2) Ebu Velid Nisaburi İmam Kebir Hasan b. Muhammed Ahmed
b.Harun kureşi Emevi
Şeyhü'l Hakim (H.349) yılında
vefat etmiştir. Bu zatın da er- Risale'ye şerh yazmış olduğunu keşfu'z-Zunun ve
Zerkeşi zikretmiştir.
3) Kaffal
kebir Şasi Muhammed b.
Ali b. İsmail (H.365) yılında
vefat etmiştir, bu zatın da er-Risale'ye şerh
yazmış olduğunu zerkeşi
keşfu'z-Zunun ve Tabakat'ta
zikretmiştir.
4) Ebu Bekir
Nisaburi İmam Hafız Muhammed b. Abdullah Şeybani (H.388) yılında vefat
etmiştir, bu zatın da er-Risaleye şerh
yazmış olduğunu keşfü'z-Zunun zikretmiştir.
5) Ebu
Muhammed Cüveyni, İmam Abdullah b. Yusuf İmamü'i-Hare- meyn'in
babasıdır. (H.438) yılında ölmüştür. Bu zatta er-Risale'ye
şerh yazmıştır. Bunu da Zerkeşi ve keşfü'z-Zunun zikretmektedir. [200]
Şafii
"el-Ümm" isimli kitabında kendine göre hükümlerin delillerini kısa
olarak açıklamış ve "ilim çeşitli tabakalara ayrılır" demiştir:
1) Kitap ve
sahih olarak sabit olan sünnettir.
2) Kitapda
ve sünnette bulunmayan
hususlarda icma'dır.
3)
Resülullah (SAV)'in ashabından bir kısmının kavlidir ki, içlerinden ona muhalefet edenin bulunduğunu
bilmiyoruz.
4) Ashabın bir mesele hakkında ihtilef ettikleri
görüşlerdir.
5) Bu
tabakalardan bazısına yapılan kıyasdır.
Kitap ve sünnette
varken bu ikisinden başkasına asla gidilmez, işte Şafii'ye göre ilmin derecelen
böyledir. [201]
Şafii, Kitap ve
sünneti, şeriatın birinci kaynağı sayar. Sünneti kitabla beraber bir mertebeye
koyar. Çünkü Resülullah (SAV) kendi arzusuna uyarak bir şey söylemez. Onun
söyledikleri kendine vahyolunan vahiydir. Yani kitap ile sünnet her ikisi
Allah'tandır, yolları ve sebebleri ayrılsa da ikiside vahiydir. Sünnet Allah'ın
kitabından alınma bir ilimdir. Öyle ise sünnet, kitab'a katılmıştır. Sünnet
kitap ile birlikte şeriatı tamamlar. Şöyle ki: Allah Teala, Resulüne itaati
insanlara farz kılmıştır.onun hükmünü kabul etmelerini bildirmiştir.
Resülullah (SAV)'in hükmünü
kabul eden, Allâh'dan kabul ediyor demektir. Çünkü
Resulüne itaati Allah farz kılmıştır. Allah'ın kitabım ve Resulün sünnetini
kabul etmek, bunların ikisinin de Allâh'dan olduğunu kabul etmektir. Bunların
yolu ayrılsa da ikisi de birdir. Nitekim sünnet, kitabın içine aldığı hükümleri
açıklamakta kitaba yardım etmektedir.
Şafii
"er-Risale" sinde açıkladığı gibi Kur'an-ı Kerim bu dinin genel
kaynağıdır. Şafıi:Allâh'ın dinine inananlardan birinin başına müşkül bir
mesele gelmez ki, onun hakkında Allah'ın kitabında yol gösteren bir delil bulunmuş
olmasın" demiştir.
Kur'an'daki âmm
lafızlar üç kısma ayrılır:
a) Âmm olan
lafızdır ki, onunla umumi mana murad edilir. Kendisinde hususi mana bulunmaz.
Yani siyak (sözün gelişi) karinesiyle onun manasına giren her şey murad olunur.
Buna misal şu ayeti kerime'dir: "yerde debele- nen hiçbir canlı yoktur ki,
rızkı Allah'a ait olmasın" [Hud sûresi:6]
b)
Kendisiyle âmm murad olunan ve zahiren âmm olan lafızdır ki, buna hususi manada
girebilir. Buna misal şu ayeti kerime'dir: "Size ne oluyor ki, Allah
yolunda ve çaresizlik içinde bırakılıp "ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan
şu şehirden çıkar, bize senin tarafından bir sahip gönder, bize tarafından bir
yardımcı yolla" diyen zaVallı kalmış erkekler, kadınlar ve çocuklar
uğrunda ve Allah yolunda sizler neden (düşmanla) savaşmıyorsu- nuz?" [Nisa
sûresi:75] halkı zalim olan şehirde hususluk vardır. Çünkü şehir halkının hepsi
zalim değildir. Onlar arasında Müslümanlar da vardır. Fakat o şehirde zalimler
daha çok, Müslümanlar daha azdır.
c) Zahiren
âmm olan lafızdır ki, ancak onunla has murad olunur. Buna misal şu ayeti
kerime'dir; "onlar öyle kimselerdir ki, insanlar onlara düş-manlanmz
"size karşı ordu topladılar onlardan korkun!" dediler de bu, onların
imanlarını arttırdı. Ve "AUâh bize yeter, hem o ne güzel vekildir"
dediler." [Ali imran sûresi: 173] ayetin gelişinden anlaşılıyor ki,
insanlardan murad insanların bazısıdır. Burada insan kelimesinden murad bütün
insanların olması İmkansızdır. Çünkü haber veren haber verilenlerden başkadır.
Onlardan olamaz .Resülullah (SAV)'la birlikte olanlar da insanlardandır.
Şüphesiz ki, bu sözü
söyleyenler bir kısım insanlardır. Toplandıkları haber verilenler de bir takım
insanlardır. Bütün insanlar değildir. İlim ve akıl gösteriyor ki, insanların hepsi
toplanmadı, haber verenler de insanların hepsi değildir. Demek ki, onlar
insanların umumu değildir. Yani umumi olan bir kelime de umum manası asla
kasdolunmuş değildir. Bilakis umumun bazı fertleri kasdolunmuş, hususi kimseler
murad edilmiştir. Kelimenin umum manası murad edilmiş değildir. Umumi olan bu
lafız has yerine kullanilmış-tır. Anım olan lafzı böyle hususi manaya almak
yani kur'an'daki, 'amm ke- limeleri tahsis etmek ya Kur'an'ın ayetlerinden ve
iniş sebeblerinden anlaşılır veya diğer ayetlerden alınır, yahutta sünnetle
tahsis edilir. Sahih hadisler o lafzın umumi manası üzere olmadığını gösterir.
Çünkü Allah teala kitabında peygamberine uymayı ve itaat etmeyi farz kılmıştır.
Bu yüzden Resülullah (SAV)a her konuda uymak Allah'a ve kitabına itaat
etmektir.
Şafii'nin görüşüne
göre, Allah Tealanın Kur'an'da Resulüne itaat etmeyi ve onun hükmünü kabul
etmeyi farz kıldığı için sünneti ve onun hükmünü kabul etmemiz farzdır.
Resülullah (SAV)in
hükmünü kabul eden Allah Teala'nın farz kılmasıyla kabul etmiş olur.
Şafii, sünnetin delil
olmasını inkar eden üç guruba karşı sünneti savunması:
Birinci gurup:
sünnetin hüccet olmasını toptan inkar edenler.
İkinci gurup:
Kur'an'da olan hükümler üzerine ziyade yaparak yeni bir hüküm getiren sünneti
inkar edenler.
Üçüncü gurup: sünneti
kabul eder, ancak haberi vahid'in delil olmasını inkar edenler.
Mantıklı, ikna edici,
ifadesi sade, münazaracı, cedelci, asaletli, burhanı kuvvetli, beyanı açık olan
Şafii, dini hükümleri isbat hususunda sünnetin' hüccet olduğunu bildiren sahih
delilleri şahit olarakgetiriyor:
Birinci delil: Allah
Teala kendisine imanla Resulüne imanı birlikte zikremiştir. Resulüne iman etmek
ona sözlerinde , işlerinde takririnde (bir Müslümamn sözünü duyduğu, işini
gördüğü veya kendisine nakledildiği halde tasvip etmesi) itaati gerektirir.
Öyle ise Resûlüllâh (SAV)in sünnetini bu dinin kaynağı saymak gerekir. Nitekim
Allah teala "Allah'a ve Resulüne iman edin, Resülû öyle ümmi (okuma yazma
bilmeyen) bir peygamberdir ki, Allah'a ve onun sözlerine inanır. Ona uyun
umulur ki, hidayete erersiniz" [A'raf sûresi:158] ve: "mü'minler
ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Resü- lune iman ederler, peygamberle beraber
bir işe karar vermek için toplan-dıklarında ondan izin almaksızın
gitmezler" [nursûresi: 62] buyurmuştur. Bu
iki ayeti kerime Resülullah (SAV)a iman, islamdan bir
cüz olduğunda açıktır. Bu iki ayette de Resülullah (SAV) a uymanın vacip olması
imanla birlikte zikredilmektedir.
İkinci delil: Cenab-ı
Hak Kur'an-ı Kerim'de beyan buyu-ruyor ki, Resülullah (SAV) kitabı ve hikmeti
öğretmektedir. Bu ayeti kerimeler şunlar- dır: "Yarab! İçlerinden onlara,
senin ayetlerini okuyan, onlara kitabı ve hikmeti öğreten onları kötülüklerden
arıtan bir peygamber gönder. Aziz ve Hakim olan ancak sensin." [Bakara
sûresi: 129] ve: "Nitekim biz size aranızdan ayetlerimizi okuyan, sizi
kötülüklerden temizleyen, size kitabı, hikmeti öğreten ve bilmediklerinizi size
bildiren bir peygamber gönderdik." [Bakara sûresi: 151] bu ayetlerde
zikrolunan kitap Kur'an-ı Kerim'dir. Hikmet ise Resûlüllâh (SAV)ın sünnetidir.
Üçüncü delil: Hak
teala Resulüne itaati ve ona uymayı mü'minlere farz kıldı. İtaat edilmesi farz
olan bir zatın sözlerinin de itaat edenler tarafından tutulması gerekir. Onun
sözlerine karşı gelen asi olur.bu itibarla Resûlüllâh (SAV)in sünneti, bu
parlak şeriatta hüccet ve delil olur. Nitekim Teala Hazretleri: "Allah ve
Resulü bir İşe hüküm verdikleri zaman İnanmış bir kadın ve erkeğe o işi, kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Peygamberine karşı
gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." [ahzab sûresi: 36] ve: "
Ey iman edenler Allah'a itaatedin, peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara
itaat edin. Bir şey hakkında çekişip anlaşmazlığa düştünüz mü, eğer Allah'a ve
ahiret gününe inanıyorsanız onu hemen Allah'a ve Peygamberine arz edin. Bu
hayırlı ve netice itibarıyla daha güzeldir." [Nisa süresi:59] ve:
"Hayır Rabbina andolsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem
tayin edip sonra haklarında senin verdiğin hükümlerden dolayı İçlerinde bir
sıkıntı duymadan tamamen kendilerini verip teslim olmadıkça hakkıyla inanmış
olmaz!ar."[Nisâ sûresi: 65] buyurmuştur.
Şafii işte böylece
âyetler getirerek, sünnetin islâm fıkhının kaynaklarından olduğunu isbat
etmekte hüküm önce kitapta aranırsa da sünnet ilmi de kitap ilmi mertebesinde
olduğunu söylemektedir. Gerçek odur ki, bu her üç guruba dahil olan kimseler,
hadisi yıkmak, onu kabul etmemek cihetine gitmişlerdir. Aslında bunlar, islâmi
yıkmak, Kur'an'ı bozmak veya Kur'an'ın manaları ile oynamakisteyen fakat buna
imkân bulamayınca hiç olmazsa Kur'an'ın bir açıklaması olan sünneti ondan
ayırmak umuduna kapılan kimselerdir. Onlar, Kur'an-ı açıklayan sünneti
Kur'an'dan ayırmakla, Kur'an'ın manalarını tahrif ve hükümleriyle oynamak imkanına
kavuşmak ve bu suretle de kolayca islamı temelinden yıkmak istemişlerdir.
İçinde yaşadığımız ve
islamı yıkmak için bir sürü unsurların bulunduğu bu çağda da geçmişteki sapık
ve islamı çürütmek isteyen kimselerin yolundan gidenler vardır. [202]
Şafii, icma'ın hüccet
olmasını, kitapdan ve sünnetten sonra fakat kıyastan önce kabul eder.
Şafii'ye göre
icma':bir asırda yaşayan âlimler, seri bir hüküm hakkında birleşirlerse,
onların icma'ı (birleşmeleri) hüccet sayılır.
Şafii, sahabenin
icma'ını birinci derecede icma' kabul eder. Çünkü onla-rın icma'ı -her nekadar
ictihad yoluyla olsa da- birleşmiş oldukları seri hüküm hakkında Resûlüllâh
(SAV) den bir sünnet (hadis ) duymuş olmaları itibarıyla delil olur.
Şafii'ye göre icma'
ancak islam ülkelerinin her şehrinde bulunan müslüman âlimlerin seri bir hüküm
hakkında birleşmeleriyle olur. Bu yüzden Şafii, Medine halkının icma'ını kabul
eden hocası Malik'in görüşünü reddetmiştir.
Şafii er-Risâlesinde:
"Ben ve ilim sahiplerinden .bir kimse bunun üzerine icma' vardır demiş
isek mutlaka karşılaştığın her âlimin sana aynını söylediği ve kendin-den
öncekilerden naklettiği şeydir. Öğle namazının farzının dört rekat olması,
şarabın haram olması ve benzeri şeyler bunlardandır." diye zikretmiştir.
Şafii icma'ın hüccet
olması hakkında şu ayeti delil gösteriyor: "Her kim kendisi için doğru yol
belli olduktan sonra, peygambere karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir
yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme atarız. O, ne kötü bir
dönüş yeridir!" [Nisa süresi 115] Bu delilin yorumu şöyledir: Allah Teâlâ
Müminlerin yolundan başka bir yola uymayı, Allah'a ve Resulüne karşı gelmek
gibi tutmuştur. Bunların her ikisinin cezasını aynı kılmıştır. Allah'a ve
Resulüne karşı gelmek haramdır. Müminlerin yolundan başka bir yola gitmek,
müminlerin cemaatından ayrılmak da haramdır. Mü' minlerin yolundan ayrılmak
haram olduğundan onların yoluna gitmek vacip olur.
Şafii, Resulüllâh
(SAV) in "cemaate sanlın ve cemaattan ayrılmayın" diye emretmiş
olduğu hadisi şerifini icma'ın hüccet olduğuna delil olarak gösteriyor.
Şafii bunu şöyle
yorumluyor: Resulüllâh (SAV) in "cemaate sarılın ve cemaatan
ayrılmayın" emrinin tek bir manası vardır. Çünkü cemaatlar çeşitli
ülkelere dağılmış bulunduğundan, bu dağınık cemaatları beden itibarıyla bir
yere toplamağa kimsenin gücü yetmez.
Müslümanların ve
kafirlerin, takva sahiplerinin ve sapıkların bedence bir yere gelip, bir arada
bulundukları var. Bedenlerin bir arada toplanmasının manası yoktur. Bedenlerin
toplanması bir şey yapamaz. Asıl birlik kalblerin birliğidir. Cemaate
sarılmanın manası, cemaatın tuttuklarını tutmak, yasaklarından kaçınmaktır.
Helal ve
haram hususun-da
itaattir.
Müslüman cemaatın
söylediklerini söyleyen tuttuklarına uyan kimse, cemaatten ayrılmamış olur.
Müslüman cemaatın söylediklerine muhalefet eden kimse, uyulması emrolunan
cemaatten ayrılmış sayılır. Ayrılıktan gaflet doğar, cemaatın hepsinin kitabın
sünnetin ve kıyasın manasından gaflet üzere olması mümkün değildir. Toplum
doğrudan şaşmaz inşAllâh!"
Şafii, hocası İmam
Malik'e çok hürmet etmesine rağmen onun Medine halkının icma'ı hakkındaki
görüşünü reddetmiştir. Şafii, İmam Malik'in Me- dine halkının bir şey üzerine
birleşip onunla amel etmeleri uyulması vacip olan şer'i bir delildir, demesini
kabul etmiyor. Yine Şafii, İmam Malik'in bazı şeyler hakkında Medine halkının
hepsi birleşmişlerdir, demesini de kabul etmiyor.
Şafii
"er-Risâle"sinde Malik hakkında şöyle diyor: "ben İmam Malik'in
bir şey hakkında bunda icma' vardır diyor. Halbuki Medine âlimlerinden bir çoğunun
onun hilafına söylediklerini buluyorum.
Yine İmam Malik bir
şey hakkında icma' vardır diyor, halbuki bütün islam ülkelerindeki âlimlerin
hepsi onun söylediğine muhalefet ettiklerini buluyorum" diyor.
Şafii: "Bir hüküm
hakkında bütün âlimler arasında ittifak bulunmadıkça veya en az o hüküm
hakkında ihtilafın olmadığı bilinmedikçe icma' vardır demeniz doğru
değildir." Derdi.
Yine Şafii şöyle
diyor: "bir şey hakkında icma var demek için Medine'de onda ihtilaf
edilmiş bulunmaması gerekir. Biz ancak Medinede ihtilaf edilmeyen bir şey
hakkında icma' olduğunu iddia ederiz. Medine'de icma' yapılmış oldu mu bütün
islam ülkelerindeki ilim sahipleri o hüküm hakkında ittifak etmiş demektir.
Diğer islam ülkelerinin âlimleri Medine halkına ancak Medine'liler arasında
ihtilafa düştükleri şeylerde muhalefet ederler."[203]
Şafii sahabe sözlerini
delil olarak almaktadır. Şafii, bir sahabinin bir meselenin hükmü hakkında
söylediği sözüne başka sahabiler tarafından muhalefet edildiği bilinmezse onu doğrudan
alır. Şafii'nin Ashab-ı kiram hakkında şöyle dediği rivayet edilir:
"onların görüşleri bizim için kendi görüş-lerimizden daha
hayırlıdır."
Resulüllâh (SAV) in
ashabı bir meselenin hükmü hakkında ihtilaf etmişlerse Şafii onların
sözlerinden kitap ve sünnete en yakın gördüğünü alır. Sahabe'nin sözlerinden
dışarı çıkmaz.
Şafii'ye göre, bütün
sahabelerin birleşmeleri ancak kesin delillerle dînden olduğunu bildikleri ve
hiçbir müslüman'ın muhalefet etmesinin caiz olmadığı konularda olur.
Şafii sahabenin bir
meselenin hükmü hakkında sözleri başka başka olduğunda: "o sözlerden
kitab'a ve sünnete veya icma' veya doğru olan kıyas'a uygun olanı alınır"
der. [204]
Şafii'ye göre kıyas'm
delil olarak mertebesi sahabe sözlerinden sonra gelir. Ebu Hanife'ye göre,
kıyasın delil olarak mertebesi, sahabe sözlerinden hatta haber-i vahidden önce
gelir.
Şafii, kitap veya
sünnetten kendilerine kıyas edilecek bir delil bulunmazsa rey' yoluyla içtihadı
men eder. Çünkü bir haber bulunmaksızın veya bir habere kıyas etmeksizin hüküm
vermek caiz değildir.
Şafii, bu sözüyle şunu
kasdetmektedir.: "Resülullah (SAV) içtihadı emretmiştir. İçtihad ancak bir
şeyi aramak için yapılır.bir şeyi araştırmak ise ancak delillerle olur. Buda
kıyasdır"
Şafii, "istihsanm
ibtali" adlı eserinde şöyle diyor: "Allah'ın hükmü, sonra Resülullah
(SAV) in hükmü, sonra müslüman cemaatın hükmü olarak bütün zikrettiklerim
gösteriyor ki, hakim veya müftü olmak isteyen kimsenin ancak kesin bir delille
hükmetmesi veya fetva vermesi caiz olur. Bu da kitap la, sonra sünnetle veya
ilim sahiplerinin ihtilafsız olarak söyledikleri bir sözle veyahut bunlardan
birine kıyas yapma yoluyla olur. İstihsan ile fetva verilmez. İstihsan vacip
olmaz. İstihsan bu manalardan birini taşımaz.
Şafii, istihsanın
belli bir kaidesi olmadığını ve hakkı batıldan ayıran bir ölçüsü bulunmadığını
açıklayarak: "Müftünün veya Hakimin veya müçtehidin delilin bulunmadığı
yerde istihsanla amel etmesi (kendisince iyi gördüğü şeyi almış olması) caiz
olsa iş çığrından çıkmış olur. Bir mesele hakkında her müftü istihsana göre
hüküm verirse değişik hükümler meydana çıkmış olur" der. [205]
İbn-i Haldun
Mukaddime'sinde şafıi mezhebinin ortaya çıkması ve yayılması hakkında şu
bilgiyi vermektedir: Mısır'da şafıi mezhebinde olanlar başka yerlerden daha
çoktur. Bu mezhep Irak'ta, Horasan'da, Maveraünnehir'de yayılmıştır. Bütün
islam ülkelerinde fetva ve tedris işlerinde hanefıİerle başbaşa gitmişlerdir.
Aralarında münazara meclisleri çoğalmış, hilafıyet kitapları her iki tarafın
çeşitli delilleriyle dolup taşmıştır. Lakin daha sonra bütün bunlar doğunun ve
oradaki memleketlerin çöküşü ile birlikte yıkılıp gitmiştir.
İmam Muhammed b. İdris
Şafıİ, Mısır'a gelip Beni Hakem yurduna yerleşince, Abdülhakem oğulları, Eşheb
b. Abdülaziz, İbn-i Kasım, İbn-i Mevvaz ve başkaları, daha sonra Haris b.
Miskin ve oğulları ondan ilim aldılar.
Şafii fıkhı Mısır'da
gelişti. Sonra Rafızilerden Fatimi devletinin ortaya çıkmasıyla Mısır'da ehli
sünnet fıkhı hemen hemen yok olma ve ortadan kalkma noktasına geldi. Onun
yerini ehl-i beyt fıkhı aldı. Eyyüboğlu Yusuf Selahaddin Eyyübi'nin eliyle
Mısır da kölemen devleti yıkılıncaya kadar durum böyle devam etti. Selahaddin
Eyyüb'i Mısır'ı alınca Şafii fıkhı yine canlandı. Suriye'den ve Irak'tan Şafii'nin
taraftarları Mısır'a döndüler. Mısır'da bu mezhebe rağbet azalmışken bu defa
tekrar kuvvetlenip en güzel bir duruma geldi. Ünlü bilginler
Suriye'de Nevevi ve
İzzeddin b. Abdüsselam gibi meşhur alimler yetiş- mislerdi Mısır'da İbn-i Rifa,
Takiyyuddin b. Dakik iyd bu ikisinden sonra da Takiyyüddin sübki yetişti.
Böylece Şafii fıkhı bu çağda Mısır'da Şeyhul- islam olan Siracüddin Bulkıni'ye
kadar gelmiştir.
Bugün Mısır'da
Şafii'lerin en büyüğü hatta Mısır'lı alimlerin en ulusu bu zattır. İbn-i
Haldun'un bu açıklamasından anlaşılıyor ki, Şafii mezhebi ırak'da, İran
beldelerinde, Maveraünnehir'de, Şam'da yayılmıştır. Şafii mezhebi Endülüs ve
Mağrib ülkelerinde bir yer işgal etmemiştir. Oralarda Maliki mezhebi galibdir. [206]
İmam Ahmed b. Hanbel,
Abbasi devletinin idareye hakim olup, istikrar bulduğu çağda yaşamıştır. Çünkü
Abbasiler hem Haricileri, hemde Alevileri etkisiz duruma getirmişlerdi. Ancak
Abbasilerin kendi aralarındaki anlaşmazlık Harun Reşd'in oğulları Emin ile
Me'mün arasındaki taht mücadelesi İle başlayıp devam etmiş, Me'mün
İran'lıların desteği ile üstün gelerek bu mücadele sona ermiştir.
Abbasi Halifeleri
saltanatlarında Arab olmayanlara itimad etmeye başladıkları zamandan itibaren
devlet zayıflamaya başlamıştır. Me'mün İranlıların desteğine dayanıyordu. Ondan
sonra gelen Mutasını ise Türklerin desteğine dayanıyordu. Türklerin nüfuzu
arttı, devlet işlerini ellerine geçirdiler. Halifelere baş kaldırdılar,
saltanatlarını yıktılar, bundan sonra Abbasi devleti parçalandı.
İmam Ahmed, bunların
bir kısmına yetişti, fakat hiçbir fitneye karışmadı, hiçbir Halifeyi tenkid
etmedi, ilmi çalışmalarına devam etti. Me'mün'ün idaresi Mutezi-le'nİn ilmi
nüfuzunun tesiri altına girince İmam Ahmed onların bid'atlan karşısında sessiz
kalamadı. Onların akaidde selefi salihinin yo- lundan sapmış olduklarını gördü.
Bu yüzden insanları onlardan sakındırdı, onların meclislerine devam etmelerini
yasakladı. İşte o çağda islamın idaresini yıkıp yerine İran'ın idaresini getirmek
isteyen zındıklar ortaya çıkmıştı, zındıklarla savaşanların başında Mutezi'le
geliyordu Mutezile olan âlimler zındıklarla mücadele ederken felsefecilerin
metodlarını kullanıyorlardı. O çağda hadisciler ile fakihler ise akaide dair
delil getirme hususunda, sahabe ve tabiinin yolundan gidiyorlar, kitap ve
sünnetin naslarından anlaşılan manaların dışına çıkmıyor-İardı. Fakat Me'mün ve
ona bağlı olan idareciler alimleri mutezilenin bazı görüşlerini kabul etmeye
zorladılar. Bu durum Me'mün'un, fakihler ve hadisciler ile arasının açılmasına
sebep oldu.
İmam Ahmed'in çağında
fıkıh olgunlaşmış, yolları düzelmişti. Irak'lı, Şam'lı ve Hicaz'lı bütün
fakihlerin fıkıh konusundaki gayretleri ve çabaları mahsûllerini vermişti. İmam
Ahmed önceki müctehidlerden Ebu Hanife'nin mezhebi, İmam Malik'in mezhebi ve
İmam Şafii'nin mezhebi hakkında yazılmış olan kitaplar'da büyük bir fıkıh
serveti bulmuştu. İmam Şafii ile buluştu. Bu fıkhı hadis ilimlerinden
bildikleri ile geliştirdi. Bu yüzden İmam Ahmed'in fıkıh metodu hadis damgasını
taşıyordu. Onun zamanında hadis çalışmaları gelişmişti. Alimler, hadise dirayet
ve rivayet cihetinden çok önem veriyorlardı. İmam Ahmed hadis tahsiline çok
önem gösterdi. Hadisleri incelemeye koyuldu. Hem hadis de hem de fıkıh da imam
oldu. Onun "Müsned" isimli eseri hadİsde imam olmasının en büyük
şahididir.
İmam Ahmed'in çağında
fikri sürtüşmeler, şiddetlenmiş bir taraftan fakihlerin kendi aralarında diğer
tarafda fakihler ile Mutezile, Cehmiyye ve Mür-cie gibi sapık fırkalardan olan
ilmi kelâm âlimleri arasında, öbür taraftan ilmi kelâm fırkalarının kendi
aralarında mücadele artmıştı. İmam Ahmed
bu mücadelelerden habersiz
değildi. Fakat o hadis
tahsiline, sahabe ve büyük tabiinin fetvalarını öğrenmeye yönelmişti, çünkü o,
mücadeleden ve mücadelecilerden nefret ediyordu.
Halkı Kur'an
(Kur'an'in yaratılmış olup olmaması) meselesinde İmam Ahmed'in tutumu,
faziletinin büyüklüğüne şahidlik eder. [207]
İmam Ahmed B. Hanbel
(Allah ondan razı olsun) (H.164) yılının Rebi- ülevvel ayında Bağdat'ta dünyaya
gelmiş, (H.241) yılının aynı ayında Bağdat'ta vefat etmiştir. Aslen Arabdır.
Annesi ve Babası
Şeyban kabilesindendir. Bu kabile de Adnan kabilesinin bir kolu olan Rabia
kabilesinden ayrılma olup Nizar kabilesinde Resülullâh (SAV) in soyuna karışır.
Şeyban kabilesi, onurlu, himmet sahibi ve sabırlı olmakla şöhret kazanmıştı. Bu
kabile Basra ve onun civarında oturuyordu.
İmam Ahmed'in Babası.
Muhammed b. Hanbel'dir. Dedesi Hanbel b. HilaPdır. Ailesi Basra'da yetişmiş,
dedesi Horasan'a gitmiş. Emeviler zamanında Horasan'a bağlı Serahs vilayetine
vali olarak tayin edilmiş, sonra bu vazifesinden ayrılmış, Abbasi
davetcilerinin safına katıldığı için kendisine işkence yapılmış, bundan sonra
ailesi Bağdat'a gitmiş, Ahmed burada dünyaya gelmiştir.
Üstün olan görüşe
göre, Ahmed küçükken babası Ölmüş, babasının Bağdat'ta miras olarak bırakmış
olduğu gelirle onun terbiyesini ve yetişmesini annesi üzerine almıştır.
Ahmed'in onurlu olarak
yetişmesinde, zeki olmasında, gayretinin büyük olmasında, istidad ve
kabiliyetinin gelişmesinde, toplumun durumlarını tanımasında yüksek soyu ile
yetimliği yardım etmiştir.
Ahmed'in içinde
yetiştiği Bağdat, islam âleminin medeniyet merkezi, çeşitli şer'i, lügavi,
akli ilimlerin beşiği idi. Orada ilim ve fen nevileri dalgalanıyor, değişik
mezheb, meşreb ve birbirine ters düşen fikirler bulunuyordu.
Ahmed'in ailesi onun
çocukluğundan itibaren -din hizmeti için yönlendirmişti. Ahmed önce Kur'an-ı
kerimi hıfzetmiş, sonra arapça ilimlerini Öğrenmeye koyulmuş, zekası ve
kabiliyyeti ortaya çıkmıştı. Akran ve arkadaşları arasında takva, doğruluk ve
güzel ahlâk sahibi olarak tanınıyordu.
Ahmed b. Hanbel
gençlik çağına gelince, Bağdat'ta şeriatı öğrenmek için önüne iki farklı metod
çıkmıştır: Biri fıkıh metodu, diğeri hadis metodu: O önce ehli rey' mezhebinin
fıkıh yoluna girmiş, Ebu Hanife'nin talebesi Kadı Ebu Yusuf dan ilim
öğrenmiştir. Sonra hadiscilerin yoluna meylederek hadis okumaya yönelmiş, fakat
fıkıh'dan tamamıyle kopmamıştır.
Hafız Zehebi'nin
Tarihinde, Hallal'dan şöyle rivayet edilir: "Ahmed b. Hanbel, ehli rey'in
kitaplarını yazmış, ezberlemiş sonra onlara iltifat etmemiştir."
Ahmed B. Hanbel, Irak,
Şam ve Hicaz'daki bütün şehir
Ahmed b. Hanbel önce
Bağdat'taki hadis âlimlerinden, hadis öğrenmeye başlamış, yedi yıl Bağdat'ta
hadis tahsiline devam ettikten sonra (H.186) yılından itibaren Basra'ya,
Küfe'ye, Hicaz'a ve Yemen'e hadis tahsili için seyahatlerde bulunmuştur.ilim
öğrenmeye başlayan her talebe önce kendi beldesindeki âlimlerden öğrenmeye
başlar. İşte Ahmed b. Hanbel de önce Bağdat'ta hadis alimlerinden olan Hüşeym
b. Beşir ( Ebu Hazini Vasiti) den hadis okumaya başlamış ve bu zat (H.183)
yılında vefat edinceye kadar devam etmiştir.
İbni Cevzi'nin
"el-Menakıb" isimli eserinde Ahmed b. HanbePin oğlu Salih'den şöyle
rivayet edilir: Ahmed B. Hanbel: "Ben Hüşeym b. Beşir'den (H.179) yılında
hadis yazmaya başladım, (H. 180-181-182) yılına kadar ona devam ettim. O zat
(H.183) yılında vefat etti ben ondan hac bahsine dair bin kadar hadis, tefsir'e
dair bazı hadisler ve küçük risaleler, kaza (hüküm verme) bahsine dair hadisler
yazdım" demiş. Bu sözlerinden sonra oğlu Salih ona: "Hüşeym
b.Beşir'den yazdığın hadislerin sayısı üç bini bulur mu?" diye sormuş. O
da: "Daha fazladır" diye cevap vermiştir.
Hüşeym b.Beşir
öldükten sonra Ahmed B. Hanbel Bağdat'taki diğer âlimlerden yirmi sene kadar
hadis okumuş. Sonra hayatta bulunan ravilerden şifahi olarak hadis öğrenmek
için arka arkaya seyahatlere başlamıştır. Basra ve Hicaz'a beşer defa seyahat
etmiş, Hicaz'a ilk defa (H.187) yılında gitmiş ve orada Şafii ile buluşmuş,
ondan ilim almıştır. Bundan sonra Bağdat'ta olgunluk çağında onunla buluşmuş
onun fıkhını ve usûlünü Öğrenmiştir.
Ahmed B. Hanbel
arkadaşı Yahya b. Main ile (H. 198) yılında hacca gitmek ve oradan da Yemen'in
San'a şehrinde bulunan meşhur hadis alimi Abdürrezzak b.Hemmamın yanına gidip
hadis öğrenmek istediler. Abdür-rezzak'ı Mekke'de buldular. Fakat Ahmed b.
Hanbel bu buluşmakla yetinmeyip meşakkat çekmesine ve parasız olmasına rağmen
SanVya gitti ve orada Abdürrezzak'dan hadis öğrendi.
Ahmed B. Hanbel
işitmiş olduğu hadisleri ve eserleri yazmaya çok önem veriyor, yalnız
ezberlemekle yetinmiyor, seyahatlarında kitap çantalarını sırtında taşıyordu.
Unutmaktan korktuğu, vera ve takva sahibi olduğu için, ezberinin çok iyi,
hafızasının kuvvetli olmasına rağmen hadisleri kitapdan rivayet eder, ezberden
rivayet etmezdi.
Hafız Zehebi Ahmed b.
HanbeHin yukarıda geçen hocalarından başka, Süfyan b. Uyeyne'yi, Yahya el
Kattan'ı, Velid b.Müslimi, Kadı Ebu Yusufu, Abdurrahman b. Mehdiyi hocaları
arasında saymıştır. [208]
Ahmed b. Hanbel uzun
ve yorucu ilmi seyahatlarından sonra ilmini sağlamlaştırıp, tam olgunlaşmca
hadis rivaye-tine ve fetva vermeye başlamıştır.
İbni Cevzi demiştir
ki: "Ahmed b. Hanbel hadis rivayetine ve fetva vermeye ancak kırk yaşına
ulaştıktan sonra başlamıştır."
Bu konuda
nakledildiğine göre, Ahmed b. Hanbel'in çağdaşlarından biri, (H.203) yılında
kendisine hadis öğrenmek için gelmiş, fakat Ahmed b. Hanbel ona hadis okutmayı
kabul etmemiş, Ahmed b. Hanbel Yemen'de bu- lunan meşhur muhaddis Abdürrezzak
b. Hemmam'ın yanına gitmiş, sonra (H.204) yılında Bağdat'a dönmüş, önce Ahmed
b. Hanbel'den hadis okumak isteyen zat Ahmed b. Hanbeli etrafına toplanmış olan
insanlara hadis rivayet ettiğini görmüş. Galiba Ahmed b. Hanbel kırk yaşı
olgunluk ve tebliğ etme yaşı olarak gözetiyordu. Çünkü ResüluUâh (SAV) kırk
yaşında peygamber olarak vazifelendirilmiş ve insanlara tebliğe başlamıştı.
Ahmed b. Hanbel,
etrafında insanların toplanıp ders okutmaya ve fetva vermeye başladığı zaman
kırk yaşında bulunuyordu. Buna göre Ahmed b. Hanbel kırk yaşına varmadan öncede
mecbur olduğu zaman fetva veriyordu. Fakat kendisinden ilim öğrenmek isteyen
talebeler için bir meclis oluşturmamıştı.
Ahmed b. Hanbel'in
islam ülkelerinde şöhreti yayılıp, herkes ona hadis ve fıkıhdan sormaya
başlayınca, o da Bağdat camii mescidinde ders okutmaya ve fetva vermeye
başladı. Onun dersine rağbet arttı, dersi çok kalabalık oldu. Ravilerden
bazılarının zikrettiğine göre, onun dersini dinleyenlerin sayısı beşbine
yakındı. Bu onun ulaşmış olduğu mevkiyi gösterir.
Zehebi tarihinde ve
İbni Cevzi 'nin Menâkıbında şu bilgi verilmektedir: "Ahmed b. Hanbel'in
meclisine vakar, ciddiyet, tevazu ve ruhi huzur hakim idi. Kendisine herhangi
bir konuda rivayet edilen hadislerden sorulunca, ki- taplarından nakli
araştırırdı, yalnız ezberine güvenmezdi. Ahmed b. Hanbel din ilminin ancak
kitap ve
sünnet (hadis) ilmi
olduğuna inanıyordu. Bu yüzden fıkhı fetvaların yazılmasına izin vermiyor, din
hakkında insanların görüşlerinin yazılmasını bid'attan sayıyordu"
Mutezile mezhebini
kabul etmiş olan Abbasi halifesi Me'mün, Mutezile olan taraftarlarının
Kur'an-ın yaratılmış olduğunu söyledikleri gibi fakihleri ve hadiscileri de
Kur'an'ın yaratılmış olduğunu söylemeye davet etmiştir.
Me'mün kendisinin
söylediği gibi Ahmed b. Hanbel'e de zorla Kur'an'ın yaratılmış olduğunu
söyletmek istemiş, fakat Ahmed b. Hanbel bunu kabul etmemiştir. İşte bu onun
Me'mün zamanında işkence edilmesine sebep olmuştur. Bu işkence Me'münün
vasiyeti üzerine Abbasi halifelerinden Mu'tasım ve Vasık dönemleri boyunca
devam etmiştir.
Rivayet edildiğine
göre, Emeviler devrinde Kur'an'ın yaratılmış olduğunu ilk defa söyleyen Cad b.
Dirhemdir. Onu bu sözünden dolayı Küfe valisi Halid b. Abdullah Kasrİ, kurban
bayramı günü öldürmüştür. Cad b. Dirhem kurban bayramı namazı kılınacağı zaman
elleri bağlı getirilmiştir. Halid namazı kıldırıp hutbe okumuş, hutbesinin
sonunda cemaate: "siz gidin kurbanlarınızı kesin, Allah kabul eylesin. Ben
Cad b. Dirhemi kurban etmek istiyorum, çünkü o>: "Allah Musa ile
söyleşmedi, Allah Hz. İbrahimi dost edinmedi" diyor. Halbuki Allah Teâlâ
onun söyledik-lerinden münezzehdir" demiş. Sonra minberden inip onu
Öldürmüştür.
Yine bu sözü Cehm b.
Saffan da söylemişti. Daha sonra Mutezüeliler ortaya çıkınca Kur'an-ı Kerim'de
Allah Teâlânın "sıfat-ı subutiyesini" yanı Hayat, ilim, Semi, basar,
İrade, kudret, Kelam, ve Tekvin sıfatlarını inkar etmişlerdir. Bu sıfatlar
Allah'ın zatının isimleri olduğunu ve Allanın sıfatları olmadığını iddia
etmişlerdir. Mutezililer Allah Sübhanehu ve Teâlânın konuştuğunu inkar etmişler
ve "Allah Teâlâ herşeyi yarattığı gibi kelamı da yaratmıştır"
diyerek: "Kur'an'ın Allah Tarafından yaratılmış" olduğunu ileri
sürmüşlerdir.
Mutezililer bu konuda
çok aşırı gitmişlerdir. Me'mün İktidara gelince yardımcılarını onlardan seçmiş,
onları kendine yaklaştırarak en büyük ikramlarda bulunmuştur. Çünkü Me'mün,
Mutezililerin başkanlarından olan Ebu Hüzeyl'in talebesi idi.
Halife Me'mün Rakka
şehrinde bulunduğu bir sırada Bağdat'taki vekili bulunan İshak b. İbrahim'e
mektup yazarak fakihleri ve hadiscileri çağırıp onlara Kur'an'ın yaratılmış
olduğunu zorla söyletmesini istemiştir.
Bunu üzerine Bağdat'ta
halifenin vekili kendisine verilen emri yerine getirmek için derhal harekete
geçti. Fakihleri ve hadiscileri topladı, aralarında Ahmed b. Hanbel'de vardı.
Onlara istenileni yerine getirmezlerse işkence ve ceza göreceklerini ve hiçbir
tereddüt gösteril-meksizin Me'mun'un arzusuna göre mahkeme edileceklerini
söyleyerek tehditler savurdu. Fakihler ve hadisciler istenileni yerine
getirdiler. Ancak dört kişinin.kalbini Allah bundan korudu. Bunlar ahireti
dünyaya tercih ettiler ve İsrarla maçlarından fedakarlık etmediler. Bunlar
Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. Nuh, Übeydullah b. Ömer, Hasan b. Hammad'dır.
Bunlar yakalanıp elleri kelepçelendi, ayaklarına zincir bağlandı. Ertesi gün
olunca Hasan b. Hammad, İshak'ın emrini kabul etti ve bağları çözülerek serbest
bırakıldı. Diğer üçü inançlarında direndiler,
öbürgün olunca aynı
soru tekrar edildi ve cevap istendi. Ubeydullah b. Ömer'in
tahammülü bitmişti, İstenilen cevabı verdi. O da serbest bırakıldı. Geriye iki
kişi kalmıştı, Allah onlarla beraber-di. Bunlar zincirlere bağlı olarak
Tarsus'taki me'mün'ün huzuruna gönde-rildi. Yolda Muhammed b. Nuh şehid oldu.
Ahmed b. Hanbel tek başına inancı uğruna bu fitneye sonuna kadar sabretti.
Me'mün ölünceye kadar zincire vuruldu, hapsedildi, İşkence yapıldı, fakat
Me'münün Ölmesiyle bu işkence sona ermedi, daha çetin ve daha şiddetli devreler
başladı. Çünkü Me'mun ölürken kardeşi Mu'tasıma kendisinden sonra insanların
Kur'anın yaratılmış olduğunu kabule zorlanmalarını vasiyet etmişti.
Mu'tasım halife
olduktan sonra Ahmed b. Hanbel kelepçeli olarak onun huzuruna çıkarıldı.
Korkutulmak için her türlü yola başvuruldu, fakat hiçbirisi fayda vermedi.
Ahmed b. Hanbel'in hiçbir^şeye aldırmadan inancında sebat etmesi üzerine,
tehditler gerçekleştirildi. Onu nöbet nöbet kırbaçlamaya başladılar, her
defasında bayılmadıkça bırakmıyorlardı. Yirmi sekiz ay kadar hapisde bu işkence
devam etti. Ümitleri kesilince onu serbest bıraktılar. Evine döndü. Fakat Ahmed
b. Hanbel hapiste uzun bir zaman kalışı, çok şiddetli bir şekilde durmadan
dövülüşü ve vücudundaki yaralar sebebiyle yürüyecek bir halde değildi. Lakin o
yine de muzafferdi. Yaralan iyileşince, Mutasım Ölünceye kadar mescidde ders
okutmaya devam etti. Mu'tasımdan sonra Vasik halife oldu. İşkence vasiyetnamesi
yürürlükte idi, bu yüzden Ahmed b. Hanbel'e tekrar işkenceye başladılar. Fakat
bu sefer Ahmed b. Hanbel'in Mu'tasımın zamanında olduğu gibi kırbaçla
dövülmesi emredilmedi. Çünkü kırbaçla dövülmesi halkın yanında onun mevkii'ni
çok yükseltiyor ve halifenin
fikrinin yayılmasına engel oluyordu. Fikirler baskı ve zorla
yayılmaz. Üstelik ona yapılan işkence halkın nefretine sebep oluyor ve Kur'anın
yaratılmış olduğunu iddia eden halife Me'mun'un bu konuda akıl hocası olan
Mutezile âlimle-rinden Ahmed b.Ebu Düad gibi milletin baş belasından intikam
alma duygusunu şiddetlendiriyordu. Ahmed b. Hanbel'in karşılaştığı yeni işkence
onu insanlarla konuşmaktan sohbetten ve ders okut-maktan alıkoymaktı.
Halife Vasık Ahmed b.
Hanbel'e: "senin yanına hiçbir kimse gelmeye- cek ve sen benim bulunduğum
hiçbir yerde oturmayacaksın" demiştir. Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel
(H.232) senesinde Vasik ölünceye kadar beş sene ders okutmadı. Vasık'dan sonra
halife olan Mütevekkil, Ahmed b. Hanbel'in işkencesini kaldırmış, Ahmed b.
Hanbel izzet ve ikramla ders okutmaya dönmüştür. Mütevekkil fıkıh ve hadis
âlimlerine yakınlık göstermiş, Mutezilileri de saraydan uzaklaştırmış,
ellerindeki imkanları almıştır.
Ahmed b. Hanbel
halifelerin atiyyelerini (hediyelerini) kabul etmiyordu. Halife Mütevekkil ona
işkencesi sona erdikten sonra pek çok mal göndermiş ve alması için İsrar etmiş,
fakat Ahmed b. Hanbel de almamakta İsrar etmiştir, eğer kendisine bir şey zorla
verilirse onu fakirlere ve muhtaçlara dağıtıyordu. Zühd ve takva sahibi olan
Ahmed b. Hanbel hayatı boyunca çok aza kanaat ederek sade bir hayat yaşıyordu. [209]
Ahmed b. Hanbel'in
hadisleri senedleriyle rivayet ederek toplayıp yazdığı "el Müsned"
isimli eseri islam ümmetine bırakmış olduğu meşhur bir hadis kitabıdır.
Ahmed b. Hanbel
(H.180) yılında onaltı yaşında iken hadis öğrenmeye başlamıştır. Ahmed b.
Hanbel Resülullâh (SAV) in hadislerinden başka bir şeyin yazılmasını iyi
görmüyordu.
Ahmed b. Hanbel'in
oğlu Abdullah'dan rivayet edildiğine göre Abdullah demiştir ki: "Ben
babama: sen el-Müsned isimli eserini yazdığın halde kitapların yazılmasını
neden iyi görmüyorsun?" diye sordum. Babam bana: "Ben bu el-Müsned
isimli kitabımı bir imam olsun, insanlar Resülullâh (SAV) in hadislerinde
ihtilafa düştüklerinde ona başvursunlar diye yazdım" diye cevap
verdi."
Ahmed b. Hanbel
el-Müsned isimli eserindeki hadisleri, hayatı boyunca yolculuk yaparak
yanlarına gittiği güvenilir ravilerden ayrı ayrı kağıtlara yazarak toplamaya
devam etmiştir.
Ahmed b. Hanbel
ecelinin yaklaştığını hissedince toplayıp yazmış olduğu dağınık halde bulunan
bu hadislerin zayi olmasından korktuğu için bunları çocukları ile yakınlarına
yazdırmıştır. Bu hadisleri onlara tertiplenmiş bir şekilde olmasa bile tam
olarak yazdırmıştır.
Bugün ellerde dolaşan
"el-Müsned" Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah'ın rivayetidir.
Abdullah'a hadis sevgisi ve hadis tutkusu babasından miras kalmıştır.
Âlimler, Ahmed b.
Hanbel'den insanların en çok hadis rivayet edeni oğlu Abdullah olduğunu kabul
ve itiraf etmişlerdir.
Abdullah'dan babasının
"el-Müsned" isimli eserini kendilerine güvenilir ve sağlam alimlerin
rivayet etmeleri sonunda nesiller onu muhafaza etmişlerdir. Müsnedi bugün
gördüğümüz şekilde tertip eden abdullah'dır. Abdullah "el- müsned'i"
bugün gördüğümüz şekilde tertibe koyarken herbir sahabinin ayrı ayrı
konulardaki rivayet ettiği bütün hadisleri karışık olarak bir arada yazmıştır.
Ahmed b. Hanbel'in
araştırarak güvenilir ravilerden hadisleri almış olduğunda hiç şüphe yoktur.
Fakat alimler " el- Müsned"deki hadislerin kuvvet derecesinde ihtilaf
etmişler "el-Müsned"de sahih, hasen, garip hadislerin bulunduğunda
ittifak etmişlerdir.
İbni teymiyye demiştir
ki: "Ahmed b. Hanbel'in gerek Uel-Müsned"inde gerekse diğer
eserlerinde rivayet ettiği bütün hadisleri, kendi yanında da hüccet değildir.
Ahmed b. Hanbel ilim
sahiplerinin rivayet ettikleri hadisleri rivayet etmiştir. Ahmed b. Hanbel'in
"el-Müsned"e almış olduğu hadislerdeki şartı kendine göre,
yalancılıkla bilinen kimseden hadis rivayet etmemesidir, "el-
müsned"de zayıf hadis vardır. Sonra ibni Teymiyye
"el-müsned"deki zayıf hadis veya mevzu (uydurma hadis) hadis
Abdullah'ın oğlu tarafından ilave edilmiş olduğunu açıklamıştır."
El-Iraki, ibni
Teymiyye'ye muhalefet ederek: "el-müsned"de bir çok zayıf hadis, ve
azda olsa mevzu hadis vardır" demiştir. Fakat ibni Hacer "el-
kavlü'l- Müsedded fı'z-zebbian Müsnedi Ahmed" isimli kitabında hocası
el-Iraki'nin sözünü reddetmiştir.
Alimlerden muhakkik
olanlara göre, Ahmed b. Hanbel'in el müsnedin'de zayıf hadis vardır. Fakat
mevzu (uydurma) hadis yoktur. Zayıf hadis ile mevzu hadis arasında büyük fark
vardır. Zayıf hadis, kendisinde sahih hadisin şartlan bulunmayan hadisdir.
Mevzu hadis ise, yalan olduğuna dair delİI bulunan hadisdir.
Üstad Ahmed Şakir el-
müsned'in hadislerini tahric etmiş, fihristini yapmış. Ayrıca Müsned'de adı
geçen sahabilerin ve büyük hadis alimlerinin alfabetik sıraya göre fihristini
de yapmıştır.
Davetci Şehid Hasan
el- Benna'mn babası üstad Ahmed el-Benna, araştırma işini ve istenilene
ulaşmayı kolaylaştır-mak için el-müsned'i fıkıh bablarına uygun olarak tertip
etmiştir, bu eser "el- Fethü'r-Rabbani âlâ Müsnedi'l- İmam Ahmed İbni
Hanbel eş-Şeybani" ismiyle neşredilmiştir. [210]
Hanbeli mezhebinin en
belirgin özelliği sünnet fıkhı üzerine kurulmuş olmasıdır. Bundan dolayı Ahmed
b. Hanbel büyük hadis âlimlerinden sayılmıştır.
İbni Kayyım
"İlamül-Muvakkıin" isimli eserinde Ahmed b. Hanbel'in fetvalarının
dayandığı deliller beşdir diye zikretmiştir.bunları şöyle özetleyebiliriz. [211]
Ahmed b. Hanbel bir
delil bulursa onunla fetva verir ona muhalefet eden kim olursa olsun itibar
etmezdi.
Sahih hadis üzerine
Medine ehlinin amelini, rey'i ve kıyası tercih etmezdi. Bunlar bize Ahmed b.
Hanbel'in delilleri toplamada gösterdiği özeni açıklamaktadır.
Onun yanında toplanmış
olan deliller başkasının yanında toplanmamıştır. Gerek Kur'anın yaratılmış
olup, olmaması meselesi hakkında yapmış olduğu münazarası, gerekse zındıkları
ve Cehmiyye'yi reddetme konusunda yapmış olduğu münazaraları buna açık olarak
delâlet etmektedir. Ahmed b. Hanbel münazara yaptığı kimselerden delil
isteyerek: "Kitap ve sünneti getirin ta ki, size kitap ve sünnette delil
bulunmadığına dair cevap vereyim" derdi.
Ahmed b. Hanbel'in
yanında kulların fiillerinin hü-kümle-rine dair yeterli delil bulunuyordu.
Kulların fiillerinin hükümleri hakkındaki Kur'anın delilleri ile sünnetin
delilleri eşittir. Kur'anın delilleri bir takım genel kaideler getirmiştir ki,
bu kaideler pek çok fer'i meseleleri içine almaktadır. Resülullâh (SAV) a da
"Cevamiu'l-Kelim" ismi verilmiştir. Yani Resülullâh (SAV) in
söylediği az bir söz, pek çok manaları ve sayılamayacak kadar meseleleri içine
alıyordu. Kitap ve sünnetteki delillerin manaları anlaşılırsa bu deliller
kulların bütün fiillerini kapsamış olduğu açığa çıkmış olur. Ahmed b. Hanbel'e
göre kitabın delilleri ile sünnetin delilleri bir mertebededir. Çünkü sünnetin
hüccet olması kitap ile sabittir. Nitekim sünnette
kitabı açıklamaktadır. Buna göre delil getirmede sahih olan sünnetin
delilleri Kur'anın delilleri gibi kılınmıştır.
Ahmed b. Hanbel âyet
ve hadis bulununca artık bu âyet ve hadise muhalefet eden hiçbir şahsa itibar
etmezdi. İsterse muhalefet eden sahabeden bir zat olsun. Hz. Ömer kesin olarak
boşanmış bir kadına nafaka ve mesken verilmesine dair fetva vermiş, Kays'm kızı
fatıma Hz. Ömer yanında: "kocasının kendisini kesin olarak boşamış
olduğunu, bunun üzerine Resülullâh (SAV), kendisine nafaka ve mesken
verilmesine hükmetmediği" tarzında bir şahadette bulunmuştu. Hz. Ömer:
"Doğru mu, yalan mı söylediğini bilmediğimiz bir kadının sözüyle Allah'ın
kitabındaki hükmü terkedemem" diyerek bu şahitliği kabul etmemiştir. Ahmed
b. Hanbel kesin olarak boşanmış bir kadına nafaka ve mesken verilmeyeceğine
Kays'ın kızı Fatıma'nın hadisini delil göstererek, Hz. Ömer'e muhalefet
etmekten çekin- memiştir.
Yine Ahmed b. Hanbel,
Hz. Ömer'in haccı ifrada veya haccı kırana niyet eden kimsenin haccını bozarak
haccı temettu'ya niyet etmesini men eden görüşüne itibar etmemiştir. Çünkü
haccı ifrada veya haccı kırana niyet eden kimsenin haccını bozup haccı
temettuya niyet edebileceğine dair sahih hadisler mevcüddur. Sahih olan
hadislerde sabit olmuşdur ki, Resülulâh (SAV): "Hedy kurbanı getirmemiş
olan kimseye Beytullah'ı tavaf edip safa ile merve arasında sa'yini yaptıktan
sonra ihramdan çıkmasını ve bu yaptığını umre kılmasını" emretmiştir.
Yine Ahmed b. Hanbel,
İbni Abbas'm ve iki rivayetin birinde ve Hz.Ali'nin: "kocası Ölmüş olan
hamile kadının (ölüm iddeti olan dört ay on gün ve doğum iddeti olan çocuk doğuncaya
kadar) iki iddetten
en uzun olanı beklemesi yolundaki" fetvalarına
itibar etmemiştir. Çünkü Eşlem kabilesinden Sübey'a kocasının ölümünden birkaç
gün sonra doğum yapmış, bunun üzerine Resülullâh, ona "doğumunu yaptığı
zaman evlenmesi helal olur" diye fetva vermiştir.
Yine Ahmed b. Hanbel,
Muaz b. Cebel ile Muaviye b. Ebu Süfyan'ın "Müslümanın, müslüman olmayana
varis olur" diye vermiş oldukları fetvalarına itibar etmemiştir. Çünkü
müslüman ile müslüman olmayanın arasında miras cereyan etmeyeceğini bildiren
hadis sahihdir. Nitekim hadisi şerif de: "Müslüman kafire, kafir de
Müslümana varis olamaz" diye buyurmuştur.
Ahmed b, Hanbel'e
göre, sahabe ve tabiinin üstün olmaları, görüşlerinin Resülullâh (SAV) in
hadislerine tercih edilmesini gerektirmez. Çünkü Resülullâh (SAV) ma'sumdur.
Sahabeden, tabiinden ve daha sonra gelen alimlerden herhangi birinin görüşü
almır.ve Resülullâh (SAV) in hadisleriyle karşılaştırılır, eğer Resülullâh (SAV)
in hadislerine uygun ise kabul edilir, uygun değilse kabul edilmez.çünkü
Resülullâh (SAV): "her kim bizim şu dinimizde ondan olmayan bir şey icad
ederse o icad reddedilir" ve: "her kim bizim dinimizde olmayan bir
amel işlerse o amel reddedilir (kabul edilmez)" buyurmuştur. Fetva
konusunda ayet ve hadisin alınması, âyet ve hadise muhalif olan görüşlerin
terkedilmesi, Hanbeli mezhebinin en açık esaslarından ve en belirgin
kaidele-rindendir. [212]
İbni Kayyım
el-Cevziyye: "Hanbeli mezhebinin delillerinden ikinci delil, sahabilerin
vermiş olduğu fetvalardır" demiştir.
Ahmed b. Hanbel
Sahabilerden birinin vermiş olduğu fetvaya, diğerinin muhalefet etmiş
olduklarını tesbit edemezse bu fetvayı delil olarak alıyordu. Çünkü böyle bir fetva
sükuti îcma' babındandır. Fakat Ahmed b. Hanbel takvasından dolayı buna icma'
demiyor ve "bunu reddedecek bir şey bilmiyorum veya bunda bir ihtilaf
bilmiyorum" derdi.
Usul âlimleri
sahabilerin fetvalarının ve sözlerinin delil olup olmadığı hususunda ihtilaf
etmişlerdir.
İçtihad ve re'y ile
kavranamayacak bir konudaki sahabi sözü, Resülullâh (SAV)'a ait olan hadis gibi
olur. Yani böyle durumda sahabi sözü Resülullâh (SAV) dan duyulan bir bilgiye
dayanmış olur. Böyle olan bir sahabi sözü âlimlerce deül olarak kabul edilir.
İçtihad ve re'y ile
kavranabilecek bir konuda olan bir sahabi sözü iki kısma ayrılır.
a) Sahabinin
bu sözü, diğer sahabiler arasında yayılmış, bu söze muhale-fet eden
bulunmamıştır. Ahmed b. Hanbel: " Sahabinin bu sözü kesin delildir, uyulması
vaciptir, buna muhalefet etmek haramdır" der. Fakat buna icma' da demez.
Ahmed b. Hanbel'in: "icma'in mevcudiyetini iddia eden kimse yalancıdır,
nereden bilecek, belki de insanlar ihtilaf etmişlerdir" dediği
nakledilmiştir.
Alimler: "Ahmed
b. Hanbel bu sözüyle İcma'ı inkar etmiştir" demişler.
Fakat hangi icma'ı
inkar ettiği -
hususunda farklı
görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları: "Ahmed b. Hanbel bu sözüyle, bir
asırda bulunan müctehidlerden bir veya birkaç müctehid bir seri meselenin
hükmüne dair görüş belirttikten sonra o görüşü haber alan diğer müctehidlerin
sükût etmeleriyle meydana gelen "sükuti icma'ı" inkar etmeyip, bir
asırda bulunan bütün müctehidlerin bir şer'i meselenin hükmüne dair sözle
ittifak etmeleriyle meydana gelen "sarih icma'ı" inkar etmiştir"
demişler.
Bazıları ise:
"Ahmed b. Hanbel bu sözüyle sahabeden sonrakilerin icma'ıni inkar
etmiştir" demişler.
Bazıları da:
"Ahmed b. Hanbel bu sözüyle sahabeden ve tabiinden sonra-kilerin icma'ını
inkar etmiştir" demişler.
Diğer bazıları
da:"Resülullâh (SAV), sahabe, tabiin ve tebei tabiin asırlarının hayırlı
olduğuna dair şehadette bulunduğu için Ahmed b. Hanbel, bu sözüyle bu üç
asırdan sonrakilerin icma'ını inkar etmiştir" demişler.
b) içtihad
ve re'y ile kavranabilecek bir konuda olan bir sahabi sözü, diğer sahabiler
arasında yayılmamış, fakat buna muhalefet eden de bulunmamıştır. Bu söze kıyas
da delalet ederse bu sözle amel edilmesi vacip olur. Ebü'l-Berekat
"el-Müsveddetü" isimli eserinde: "bir sahabi bir söz söyler,
diğer sahabilerden bu söze muhalefet eden nakledilmezse bu söz kıyas ve
ictihada'da uygun olursa bu söz hüccet olarak kabul edilir. Ahmed b. Hanbel bir
çok yerlerde böyle bir sözün kıyasa tercih edileceğini açıklamıştır" diye
zikret-miştir.
Ahmed b. Hanbel'den
nakledilmiştir ki: "bir meselenin hükmü hakkında Resülullâh (SAV) den
rivayet edilen bir hadisi şerif bulursam
onunla cevap veririm.
Hadis bulamaz-sam o konuda sahabeden nakledilen bir fetva bulursam
onunla cevap veririm. Sahabeden nakledilen fetva bulamaz-sam, o konuda
tabiinden nakledilen fetva bulursam onunla cevap veririm.
Resülullâh (SAV) den
rivayet edilen bir hadisi şerif bulursam onunla amel ederim Resülullâh (SAV)
den rivayet edilen bir hadisi şerif bulamazsam Hülefai Raşidin'den nakledilen
bir fetva bulursam onunla amel ederim. Hülefai Raşidin'den nakledilen bir fetva
bulamazsam, mertebelerine göre büyük sahabilerden nakledilen bir fetva
bulursam onunla amel ederim sahabeden nakledilen bir fetva bulamazsam tabiinden
nakledilen bir fetva bulursam onunla amel ederim, tabiinden nakledilen bir
fetva bulamazsam tebei tabiinden nakledilen bir fetva bulursam onunla amel
ederim. Bana Resülullâh (SAV) den kendisiyle amel edildiği takdirde sevap
verileceğine dair bir hadisi şerif ulaşırsa o hadisi şerifle muhakkak bir defa
olsun amel ederim."
Yine Ahmed b. Hanbel
demiştir ki: "Bize göre sünnetin asılları ve temelleri, Resülullâh (SAV)
in ashabının sarıldık-larına sarılmak, onların sözlerinden fetvalarından dışarı
çıkmamak, onlara uymak ve bid'atları terketmektir."
Üstad Ebu Zehra
demiştir ki: "Bundan dolayı Ahmed b. Han bel'e göre, Resülullâh (SAV) in
sahih hadislerinden sonra hüccet olarak sahabenin sözleri ve fetvaları gelir.
Hatta sahabenin sözleri ve fetvaları mürsel ve zayıf hadislere tercih edilir.
Âlimler, Hanbeli mezhebinin zikredilen bu tertip üzerine kurulmuş olduğunu
ittifakla naklettiler. Bunda ihtilaf etmediler.
Bütün alimler Ahmed b.
Hanbel'in sahabelerin fetvalarıyla amel ettiğinde ve bir sahabiden fetva
konusunda bir eser nakledildiğinde ona herhangi bir Re'yi ve içtihadı tercih
etmediğinde ittifak etmişlerdir. [213]
İbn-i Kayyım demiştir
ki: "Hanbeli mezhebinin delille-rin-den üçüncü delil, sahabilerin ihtilaf
etmiş oldukları görüşleri ve fetvalarıdır. Ahmed b.Hanbel sahabilerin ihtilaf
etmiş oldukları görüşlerinden kitap ve sünnete en uygun olanı tercih ediyor ve
onların görüşlerinin dışına çıkmıyordu. Ahmed b. Hanbel eğer sahabilerin
görüşlerinden herhangi birinin kitap ve sünnete uygun olduğunu anlayarnazsa
sahabilerin ihtilaflarını anlatıyor.ve kesin olarak bir şey söylemiyordu."
İbn-i Kayyım'm, bu
açıklamasından anlaşılıyor ki: Ahmed b. Hanbel Sahabilerin ihtilaflı görüşleri
hakkında düşünüyor, delillere baş vuruyor, o görüşlerden kitap ve sünnete en
uygun olanını tercih ediyordu.
Ebu Yala demiştir ki:
"sahabiler bir mesele hakkında iki görüş sahipleri birbirlerinin
görüşlerini inkar etmezlerse, müçtehid olan bir kimse bu ihtilaflı olan iki
görüşten birinin sahih olduğuna dair bir delil bulamazsa bu iki görüşten biri
ile amel etmesi caiz olmaz."
Dr. Abdullah et-Türki
Hanbeli mezhebinin delilleri hakkında bu manada başka bir rivayet zikretmiştir:
"sahabeler bir meselenin hükmü hakkında değişik görüşlerde bulunmuşlarsa
bir müçtehidin bu görüşlerden
hangisinin kitap ve
sünnete uygun olduğunu araştırarak tercih etmeden bu görüşlerden biri ile amel
etmesi caiz değildir."
İbn-i Kayyım demiştir
ki: "Ahmed B.Hanbel sahabilerin görüşlerinden kitap ve sünnete uygun olanı
tercih ettiği gibi hülefa-i Raşidin ve İbn-i Mes'ud, zeyd b. Sabit İbn-i abbas
gibi fetva vermekle meşhur olanların görüşlerini de diğer sahabilerin
görüşlerine tercih ediyordu"
Ahmed b. Hanbel eğer
sahabilerin görüşlerinden herhangi birinin kitap ve sünnete uygun olduğunu
anhyamazsa, sahabilerin ihtilaflarını anlatır ve kesin olarak bir şey söylemez. [214]
Hanbeli mezhebinin
delillerinden dördüncü delil, mürsel hadis ve zayıf hadisle amel edilmesidir.
Mürsel hadis: Tabii
nin, hadisi rivayet eden sahabiyi sened'de atlıyarak doğrudan doğruya
Resülullâh (SAV) "şöyle buyurdu" diye rivayet ettiği hadisdir.
Bir sahabi rivayet
etiği hadisi doğrudan Resülullâh (SAV) dan duymadığı (birbaşka sahabiden duymuş
olduğu) halde Resülullâh (SAV) dan nakleden sahabinin bu rivayetine de
"sahabi mürseli"denir.
Mürsel hadis, munkat'ı
hadis ile mu'dal hadisden başkadır. Munkati hadis: Tebe-i tabiinden olan bir
ravinin tabii atlıyarak sahabiden rivayet ettiği hadistir. Mudal hadis: senedinin
herhangi bir yerinden peşpeşe iki veya daha çok ravinin düştüğü hadisdir.
Usul alimlerinin
ıstılahında mürsel hadis: adaletli ve güvenilir bir ravinin sahabi olsun veya
sahabi olmasın, (aradaki raviyi atlayarak doğrudan doğruya) "Resülullâh
(SAV) şöyle buyurdu diye" diye rivayet ettiği hadisdir. Mürsel hadisin bu
tarifinin içine munkati hadis ile mu'dal hadisde girer.
Alimlerin çoğunluğuna
göre, sahabilerin mürsel hadisleri kabul edilir.
Sahabi olmayanların
mürsel hadisleri delil olarak kabul edilip edilmemekte alimler arasında görüş
ayrılıkları vardır: Mürsel hadis kesin olarak delil olarak kabul edilir. Mürsel
hadis kesin olarak delil kabul edilmez. Nakil imamlarının mürsel hadisleri
delil olarak kabul edilir. Sahabenin, tabiinin, teba-i tabiinin mürsel hadisi
delil olarak kabul edilir.Bunların dışındakilerin mürsel hadisleri delil olarak
kabul edilmez.
Meşhur olan rivayete
göre, Ahmet b. Hambel sahabenin mürseli olsun, sahabe olmayanın mürseli olsun
bütün mürsel hadisleri delil olarak kabul ediyordu.
Ahmet b. Hanbel,
mürsel hadisi kıyasa tercih ediyordu. Fakat Ahmet b. Hanbel bir sahabenin
görüşüne diğer sahabilerin muhalefet ettiği bilinmezse böyle bir görüşü mürsel
hadise tercih ediyordu.
Ebu Zehra, Ahmet b.
Hanbel in mürsel hadis hakkındaki görüşünü açıklayarak şöyle diyor: Biz bunu
kabul ediyoruz, fakat şu gerçeği söylemeyi uygun buluyoruz: Ahmet b. Hanbel
mürsel hadisi asılda reddedilen ve kabul edilmeyen zayıf
hadislerden saymamaktadır. Bundan dolayı Ahmed b.Hanbel sahabenin
fetvasını mürsel hadise tercih ediyor. Sahabenin fetvasını sahih hadise tercih
etmiyordu. Sahabe-nin fetvasını mürsel hadise tercih etmesi, mürsel hadisi,
zayıf hadis sayıp, sahih hadis saymamasının delilidir.
Ahmed b.Hanbel,
böylece mürsel hadisi, zayıf hadis sınıfından sayıp, sahih hadis sınıfından
saymayan hadiscile-rin yolundan gitmiştir.
Ahmed b. Hanbel,
zaruret zamanında mürsel hadisle fetva veriyordu, çünkü o şer-i hükümlerde
kendi tarafından bir şeyle fetva vermek istemiyordu. Sahabenin vermiş olduğu
fetvalarından kendisine uyulacak bir fetva bulamadığı zaman kalbinin yatışacağı
bir eser bulursa onunla amel ediyordu."
Yine Ahmed b. Hanbel,
meşhur olan bir görüşe göre, zayıf hadisi kabul edip onunla amel ediyor, fakat
onu sahih hadis mertebesinde tutmuyordu. Zayıf hadisle amel etmek için ondan
daha kuvvetli bir hadisin bulunmamasını şart koşuyordu.
Ahmed b. Hanbel'e göre
zayıf hadisin mertebesi sahabe-nin fetvasından sonra geliyordu. Bu konuda
Ahmed b. Hanbel'in "zayıf hadis benim yanımda Re'y ve ictihaddan daha
sevimlidir" dediği nakledilmiştir.
İbnü'l Cevzi
"Ahmed b. Hanbel zayıf hadisi kıyasa tercih ederdi" diye
zikretmiştir.
Ahmed b. Hanbel'in
oğlu Abdullah'dan rivayet edilmiştir demiştir ki: "Ben babama: "bir
beldede sahih hadisi, sahih olmayan hadisden ayıramayan bir hadis alimi var,
bir de re'y âlimi var. O belde halkı şer'i meseleleri bu iki, âlimden hangisine
sorsunlar "dedim.Babam da: "Hadis âlimine sorsunlar. Re'y âlimine
sormasınlar. Zayıf hadis re'y ve ictihaddan daha kuvetlidir" diye cevap
verdi
Ahmed b. Hanbel'e göre
.Zayıf hadisin kabul edilip, amel edilmesi için batıl, münker, senedinde
müttehem bulunma-masi ve hasen hadise yakın olması şarttır
İbn'i kayım demiştir
ki; 'Ahmed b. Hanbel'e göre, zayıf hadis, batıl, münker ve kabulü mümkün olmayacak
şekilde rivayet bakımından müttehem olan hadis değil-dir.BiIakis zayıf hadis
Ahmed b. Hanbel'e göre, sahih hadis'in mukabili olup hasen hadisin
kısımlarmdandır.
Ahmed b. Hanbel
hadisi; sahih, hasen ve zayıf diye üç kısma ayırmamış, sahih ve zayıf diye iki
kısma ayırmıştır.
Ahmed b. Hanbel'e
göre, zayıf hadisin bir çok mertebeleri vardır.Ahmed b. Hanbel bir konuda
zayıf hadisi reddedecek bir eser ve bir sahabi sözü ve onun hilafına icma
bulamadığı takdir de zayıf hadisle amel etmeyi tercih ediyordu"[215]
Ahmed b. Hanbel bir
mesele hakında kitap ve sünetten bir delil sahabe sözü veya sahabilerden
birinin sözü, mürsel veya zayıf hadis bulamadığında asıl (delili) olan kıyasa
başvuruyor ve zaruretten dolayı onu kullanıyordu .el-hallal kitabında Ahmed b.
Hanbel'den şunu nakletmiş-tir; "Şafii'ye kıyası sordum, o da; "kıyasa
ancak zaruret zamanında baş vurulur" diye cevap verdi.
Kadı Ebu Ya'la
demiştir ki; aklı kıyası kabul etmek ve onunla
amel etmek vacibdir.
Ahmed b. Hanbel
akli delilleri birçok yerlerde hüccet olarak göstermiş ve bir mesele
hakkında şunları söylemiştir; Şer'i kıyasla amel etmek, şer'i hükümleri, akıl
ve şeriat cihetinden ispat etmek caizdir. Hiçbir kimse kıyasdan müstağni
olamaz. Hakime ve devlet başkanına kitap ve sünnette olmayan bir mesele geldiği
zaman o meseleyi salih kişilerle istişare etmeli, onu anlamalı, benzerlerini
tanımalı, sonra kıyas yapmalıdır.
Nitekim Hz Ömer. Kadı
Şürayh'a "Hükümlerini Kur'an-ı Kerim'e göre ver, şayet orada istediğini
bula-mazsan, hadis-i şeriflere başvur orada da istediğini bulamazsan içdihat
(kıyas) et" diye mektub yazmıştır. Ahmed b.Hanbeİ kıyası kullanarak:
'Demiri ve kurşunu altına ve gümüşe kıyas ederek, demiri demirle, fazla olarak
satmak, kurşunu kurşunla fazla olarak satmak caiz değildir" demiştir.
Üstat Ebu Zehra
demiştirki: "Bütün Hanbeliler, Ahmed b. Hanbel'in kıyasla amel ettiğini
kabul ederler, bunu kendisinden nakledilen fer'i meseleleri ve ifadeleri ile
te'yit ederler ve " Fer'i meselelerinde kıyas yoluyla çıkarılmış olduğuna
dair işaret vardır. Ahmed b.Hanbeİ kıyası İnkar edenlerden olmayıp bilakis
kıyası isbat edenlerdendir. derler"[216]
Ahmed b. Hanbel'in
ilmini ve mezhebini talebeleri yaymıştır:
1) Bunların başında Ahmed b. Hanbel'in büyük
oğlu Salih gelir. Bu zat, hem babasından hemde diğer âlimlerden ilim tahsil
etmiştir.Ebu Bekir el-Hallal onun hakkında: "Hanbeli fıkhının
ravisidir" demiştir.
2) Ahmed b.
Hanbel'in diğer oğlu Abdullah da yukarıda geçtiği üzere, hadis rivayetine önem
vermiş, özellikle babasının Müsnedini ve fıkhını gelecek nesillere rivayet
ederek nakletmiştir.
3) Ahmed b.
Hanbeî'in fıkhını nakleden talebelerinden biride Ahmed
b. Muhammed b. Hani
ebu Bekir el-Eslem'dir.Bu zat Ahmed b.Hanbel'den pek çok fikhi mesele ve
hadis rivayet etmiştir.
4) Talebelerinden Abdülmelik
b. Abdülhamit b. Mihran el-Meymuni de Ahmed b. Hanbel'in yanında uzun bir zaman kalmış onun
fıkhını nakletmiştir.
5) Ahmed b. Muhammet b. el-Haccac (Ebu Bekir el-Mervezi)Ahmed
b. Hanbel'in en seçkin talebelerindendir. Bu zat Ahmed b. Hanbel'den Kitabü'İ
vera yi rivayet etmiştir. Ahmed b. Hanbel bu talebesinin aklına, vera' ve
zühdüne güvenirdi. Ahmed b. Muhammed b. Harun (Ebu Bekir el-hallal) Ebu Bekir
Merve' zinin yanma gelmiş, ölünceye kadar onun yanında kalmış.Ebu Bekir
el-hallal, Ahmed b. Hanbel'in fıkhını "el-Cami'ül-Kebir" isimli
eserinde toplamıştır.
İbn-i Kayyım
Tlamü'l-Muvakkıin" isimli eserinde: "Ahmed b. Hanbel kitapların
yazılmasını hoş görmüyordu. Hadis-i şeriflerin yazılmasını seviyordu sözlerinin
yazılması-nı hoş görmüyor, bunu şiddetle men ediyordu.Allah Teâlâ onun hadis
niyetini ve maksadını bildiği için sözlerinden ve fetvalarından otuz ciltden
daha çok kitap yazılmıştır. Allah Sübhanehü ve Teâlâ'nın lütfü keremiyle hemen
hemen bu eserlerin
hepsi bizlere ulaşmıştır.
el-Hallâl, Ahmed b.
Hanbel'in delillerini, fetvalarını "el-Camiü'1-Kebir" isimli eserinde
toplamıştır.
Bu eser yirmi ciltten
fazladir.Ahmed b.Hanbel'in fetvalarını ve meselelerini bu kitapda rivayet
etmiştir. Bu fetvaları ve meseleleri asırdan aşıra nakledilmişdir. Ehl'i
sünnetin tabakaları değişik olmasına rağmen bu eser, ehl'isünnet için büyük bir
kaynak olmuştur. Hatta Hanbeli mezhebine ictihad da karşı çıkanlar ve Hanbeli
mezhebinden başka mezhebleri taklid edenler bile Ahmed b. Hanbel'in mezhebinin
delillerine ve fetvalarına tazim ederler, bu fetvaların hakkını itiraf ederek
sahabilerin fetvalarına yakın olunduğunu kabul ederler" diye zikretmiştir. [217]
Bir mesele hakkında
Ahmed b. Hanbel'den, diğer imam-lara nispetle daha çok rivayet vardır.
İctihadla ilgili bir mesele hakkında değişik rivayetler ve görüşler olabilir,
çünkü bir müctehit bazan önceki görüşünden döner. Onun görüşünü nakleden ravi
bir konu hakkındaki iki görüşünü rivayet eder. İbn-i kayyım, Ahmed b. Hanbel'in
başka bir metoduna işaret ederek demiştir ki: "Ahmed b. Hanbel zaman zaman
sahabilerin görüşlerini rivayet eder. O görüşlerden birini tercih ederdi Ahmed
b. Hanbel'den ilim alanlar onun yolundan giderek başka görüşler ve hükümler
çıkardılar. Bütün görüşleri zikrettiler ve böylece Ahmed b. Hanbel'e nisbet
edilen görüşler değişik
olmuştur" yine İbn-i
Kayyım "İlamü'l- Müvakkıin"
isimli eserinde; "sahabilerin görüşleri değişik olduğu zaman Ahmed b.
Hanbel bu görüşlerden kitap ve sünnete en uygun olanını tercih eder ve
sahabilerin görüşlerinin dışına çıkmazdı. Ahmed b. Hanbel eğer sahabilejin
görüşlerinden her hangi birinin kitap ve sünnete uygun olduğunu anlayamazsa
sahabilerin ihtİlafla-rını anlatır ve kesin olarak bir şey söylemezdi."
Diye zikretmiştir.
Hanbeli mezhebinin
büyük alimleri bu mezhebe hizmet hususunda övülmeye layık büyük gayretler
göstererek, mezhebin sahih olan rivayetlerini, tercih edilen fer'i meselelerini
tesbit etmişler, sonra bunları bir araya toplamışlar, hüküm ve illeti aynı
olan meseleleri genel kaidelere bağlamışlardır. Bu kaideler mezhebin umumi
hükümlerinin kavranılmasını kolaylaştırmış, fer'i meseleleri öğrenmek için bir
kapı olmuştur. Bu kaidelerle ilgili çeşitli kitaplar yazılmıştır.
Araştırmacılar Hanbeli
mezhebinin Alimlerinin çok olmasına rağmen bu mezhebin islam ülkelerinde diğer
mezheblerin yayıldığı gibi yayılmamış olduğunu açıklamışlardır.
İbn-i Haldun Hanbeli
mezhebinin az yayılışının sebebini şöyle açıklamıştır: Ahmed b. Hanbel'e
gelince onun mezhebine tabi olanlar azdır. Çünkü onun mezhebi, kıyas ve
ictihaddan uzak olup çeşitli rivayet ve haberlerin birbirini takviye etmesi
esasına dayanmaktadır. Hanbelilerin çoğu Suriye de, Irak'ın Bağdat şehri ve
çevresinsde bulunurlar. Sünnete riayet etmeye, hadis rivayetine herkesten daha
fazla dikkat ederler. Kıyas yapma imkanı mevcüd olduğu zamanlarda da mümkün olduğu nisbette
hadis ve haberlerden
hüküm çıkarma cihetine
giderler."
Ebu Zehra, Hanbeli
mezhebinde ictihad kapısının açık olduğu sabit olduğu için İbn-i Haldun'un
Hanbeli mezhebinin az yayılışı hakkında açıkladığı sebepleri kabul etmemiş ve
bu mezhebin az yayılmış olmasını şu sebeplere bağlamıştır:
1) Hanbeli
Mezhebi ortaya çıktığı zaman kendisinden önce teşekkül eden üç mezheb islam
ülkelerindeki büyük şehirlerde yayılmış bulunuyordu. Mesela: Irak'da-Hanefî
Mezhebi, Mısır'da Şafii ve Maliki Mezhebi, Endülüs ve Mağrib'de yine Maliki
Mezhebi yayılmıştır.
2) Hanbeli
Mezhebinden olanlar idareci ve kadı olmayı sevmiyorlardı. Halbuki kadılar bağlı
oldukları mezhebi yayıyorlardı.
Mesela Ebu Yusuf
ve ondan sonraMuhammed b.
Hasan, Hanefi mezhebini ve bilhassa Ebu Hanife'nin görüşlerini yaymışlardır.
Mağrib'de Esed b. Furat Maliki mezhebini yaymıştır.
Bilindiği gibi, bugün
Hanbeli mezhebi Özellikle Necid'de ve genel olarak Suudi Arap ülkesinde hakim
durumdadır. Suûd devleti, gerek ahval-i şahsiyyede, gerek mali muamelelerde,
gerekse kısas ve hadlerde olsun hayatın bütün sahalarında islam şeriatını
tatbik etmektedir. Bu durum Hanbeli mezhebinin yayılıp kuvvetlenmesine sebeb
olmuştur. [218]
Hicretin ikinci ve
üçüncü asırlarında islam ülkesinin şehirlerinde medre-seler kurulmuş bu
medreselerde yetişen âlimlerin hayatında gelişmiş olan İslam fıkhı altın çağına
şahit olmuştur. O alimlerden dört İmam, onların talebeleri ve talebelerinin
talebeleri meşhur olmuşlardır.
O asırda yazılan
eserlar kitap, sünnet, icma, kıyas ve diğer ihtilaflı delillerden fer'i
hükümler çıkarılarak yazılıyordu. Yazma üslubu kolay, ibaresi açık, hükümleri
belli idi. İctihad kapıları gerek mutlak ictihadda ve gerekse mezheb
içtihadında açıktı. İctihad yolları belli idi. Olması uzak olan fer'i
meseleleri yazmıyorlardı. Bu imamlardan sonra gelen alimler yeni eserler vücûda
getiremediler, yazdıkları eserleri de anlaşılması güç olan bir uslubla
yazdılar.
Mütekaddimin âlimlerin
bilinen ve kolay olan yolundan uzaklaştılar. Bazen çok kısa bazen de çok uzun
yazma sevdasına düştüler. Sonra anlaşılmayacak şekilde kısaltarak eserler
yazdılar. Bu eserler okuyucuyu çıkmaz yollara sürüklüyordu.
Bir müellif
"Metin" denilen bir kitap yazıyor, sonra onu talebesi
"şerh" ediyordu, sonra o şerhi bir daha şerh ediyordu. Sonra
"haşiye" ve "havamiş" yazıyorlardı. Bu büyük şerhleri
kısaltarak orta ve küçük şerhler yazıyorlardı. Metinleride anlaşılması zor
olan bir uslubla kısaltıyorlardı veya o metinleri anlaşılması güç ve bozuk bir
nazımla şiir olarak yazıyorlardı. Sonra o nazma şerh ve haşiye yazıyorlar ve
sonra yine kısaltıyorlardı.
Zengin ilmi ve
kıymetli fıkıh hazinesini ihtiva eden bu eserler asrımıza miras olarak intikal
etmiştir, fakat bu eserleri okumaya ve onlara baş vurmaya ancak zamanı müsait
olan ihtisas sahibi alimler sabredebilirler. İş, bu kitapların zor olmasıyla
bitmiyor, birde buna mezheb taraftarlığı ve ictihad şartlarını ağırlaştırarak
ictihad kapısını kapatmakla mezhebinin görüşünün dışına çıkmamak katılıyordu.
Bu durumdan ıslahatçılardan çok azı kurtuldu. Bunlar şeriatın maksadlarına
genel kaidelerine ve temel delillerine itimad ederek yazdıkları kitaplarda
mütekaddimin alimlerin yolunu izlediler. Bunların başında Şeyhülislam İbn-i
Teymiyye gelmektedir. İbn-i Teymiyye islam fıkhı tarihinde büyük değişim
hareket noktasını temsil eder. Şöyle ki; İbn-i Teymiyye, fıkhı meseleleri
seçerken delillere bakıyor ve önceki fakihîenn görüşlerinden en kuvvetli
olanını alıyor, asrındaki yeni meselelerin hükümlerini çıkarıyordu.
Asrımızda eski fıkıh
kültürüne olumlu ve olumsuz yönleriyle mirasci olduk. Günümüzde gerek kitap
yazma konusunda olsun ve gerekse diğer konularda olsun yeni üslüblar gelişmiş
olduğu için alimler, fıkıh yazmada da yeni üslübları ve yeni metodları
kullanmaya ihtiyaç duydular. Bazen hadislerin tahricine ve kitapların doğru
olup olmadığını araştırmaya başladılar, bazan da bir konuyu ele alarak dört
mezhebe göre incelediler veya dini mezhebleri, beşeri kanunlarla
karşılaştırarak birlikte incelediler. Bu konuda fakültelerde azda olsa kıymetli
mastır ve doktora tezleri yaptırılmaktadır. [219]
İlk asırlarda eğitim
ve Öğretim esasını islamı ilimler teşkil ediyordu. Bütün ilimler
islami'ilimlerin etrafında toplanı-yordu. Okumaya başlayan bir öğrenci şu
ilimleri okuyordu: Kur'an-ı Kerim, Hadis-i Şerif, Kur'an ilimleri, Hadis
İlimleri, Fıkıh ve usul-i fıkıh. Bu adı geçen ilimlerin okunması, arapça
gramerinin ve edebiyatının öğrenilmesini gerektiriyordu. Bu ilimlerden sonra
diğer çağdaş ilimler okunuyordu.
İslamı ilimlerin
okunmasının amacı, insanların başlarına gelen yeni hadiseleri ve karşılarına
çıkan problemleri çözmede tafsili (Özel ve muayyen) delillerden şer'i hükümleri
çıkarmak ve bütün kaynaklarıyla islam fıkhını fertlerin gidişatına,
tasarruflarına, toplumun hayatına, idare sistemine iktisad ve siyası işlere
hakim kılmaktır. Son asırlarda islam düşmanları müslümanlara üstün geldikten,
birlik ve beraberliklerini parçaladıktan sonra, Müslümanlar gerek
siyasi yönden, gerekse
kültürel yönden geri kaldılar.
Müslümanların bu
durumlarını fırsat bilen islâm düşmanları, şer'i kanunları çağın ihtiyaçlarına
cevap vermekten aciz olmakla suçladılar. Özellikle okunan İslâm fıkhı da
donmuş ve geri kalmıştı. Müslüman çocuklarından yetişen bir nesil batı kültürü
ile yetiştiler. Müslüman ülkelerinde batılaşma sevdasına yakalandılar. İslâm
hukuku yerine batı hukukunun okunmasını istediler, istediklerine nail oldular.
İslâm hukukunun yürürlükten kaldırılmasına yardım ettiler. Nitekim bu konu
ileride gelecektir.
Yabancı Batı hukuku,
Mısır'a hukuk fakültesi ve hukuk enstitüsünde okunan dersler yoluyla girdi.
Bu fakültelerde
tamamıyla Batı hukuku okunuyor ve beşeri kanunlar bu fakültelerden çıkıyordu.
Bu fakültelerde İslâm
fıkhının yalnız "Ahval-i şahsiye" diye bilinen aile hükümleri ile
ilgili bir maddesi okunuyordu.
İslâm ülkelerinin
çoğunda iki hukuk okunuyordu. Şeriat fakültesinde hayatın bütün sahasını
kapsayan İslâm fıkhı ve kaynakları okunuyordu.
Hukuk fakültesinde ise
batı hukuku ve beşeri kanunlar okunuyordu. Batı hukuku İslâm fıkhını
sıkıştırıyor ve İslâm fıkhının öğretilerini silmek için ona baskı yapıyordu.
Bilindiği gibi bazı ülkelerde maalesef bunu başarmıtır. [220]
İslâm, Allah Tealâ'nın
ebedi bir şeriatıdır.
İslâm şeriatı: Akide
(inanç) ibadet, içtimai, iktisadi, siyasi, idari gibi hayatın bütün işlerini
her yönüyle içine alır, Kİtap ve sünnetin şer'i delillerini, asıl hükümlerini
ve her asırda yenilenen cüz'i hükümlerini tayin ve tespit eder. İslâm
şeriatının hükümleri tarihin çeşitli asırlarında müslümanlar üzerinde etkisini
göstermiştir. Bazı kaynaklar Hülâgü'nün Bağdat'a girdiği zaman şer'i
hükümlerle amel etmenin durduğunu zikretmiş ise de, müslüman idarecilerden
hiçbiri, şer'i hükümlerden hiçbir hükümde gevşeklik olduğunu kabul etmemiştir.
Çünkü İslâm şeriatı ile hüküm etmek bu dine inanmanın esaslarındandır
Nitekim Cenabı Hak
"Yok yok Rab bin hakkı İçin yemin ederim ki, onlar aralarında çekiştikleri
şeyde seni hakem yapıp sonrada verdiğin hüküm de kendileri için hiçbir darlık
duymadan (tam bir teslimiyetle) boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar" [Nisa
sûresi: 65] ve: "Kim Allah'ın indirdiği ile hüküm etmezse işte onlar
kafirlerin ta kendileridir Her kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte
onlar zalimlerin ta kendileridir... Her kim Allah'ın indirdiği ile hüküm
etmezse işte onlar (dinden çıkmış) fasıkların ta kendileridir" [Maide
sûresi: 44-45-47] buyurmuştur.
Müslümanların Avrupa
ile ilişkileri gelişip bazı müslümanlar batı kültürün den etkilenip Osmanlı
devleti zayıflayınca batı kültürü İslâm ülkelerine girdi. Şeriat hükümlerine
uymak zayıflamaya başladı, sonra aşama, aşama şer'i hükümler beşeri kanunlarla
değiştirildi, ilk defa saldırı şeri'atın hükümlerinden "Ukûbât" denilen
cinayetlerin hükümleri ile hadlere karşı başlamıştır. Bunlar amden adam öldüren
katilin kısas edilmesi, kasten bir adamın bir uzvunu kesen caninin aynı uzvunun
kesilmesi, zina, kazf, (iffete iftira), hırsızlık, İçki içmek, irtidat (dinden
dönmek), hükümete karşı baş kaldırmak ve yol kesmek gibi suçların hadlerin
(seri cezaları) dır.
Osmanlı devleti
zamanında milâdi 1840 yılında "Ka-nun-i Cezâ-yi Osmân-i" çıkarılmış,
bu kanun Fransız ceza kanununda değişiklik yapılarak alınmıştır. Bu kanun İslâm
ülkelerinin çoğunda uygulanmıştır. Böylece İslâm fıkhının kısımlarından bir
kısmı uygulanma sahasından kaldırılmıştır.
Allah Tealâ, Arap
yarım adasına İslâm şeriatı ile amel etmeyi ihsan etmemiş olsaydı bütün islâm
aleminden, islâm şeriatı ile amel etmek kalkmış olacaktı.
Alım—satım, icâre,
ödemeler, kefalet, havale, rehin, emanetler, vedia, hibe, gasp, itlaf,
kısıtlama şüfa, şirketler gibi medeni hukuk ile ilgili olan hükümler her ne
kadar "mecelle-i Ahkâm-ı Şer'iyye" diye düzenlenmiş ise de Osmanlı
devleti, bu hükümleri islâm fıkhın da Hanefi mezhebine göre uyguluyordu.
Osmanlı devletine bağlı ülkeler de de "Mecelle-i Ahkam-i Şer'iyye"
uygulanıyordu.
Mısır, Osmanlı
devletinden ayrılınca Mısır Hıdivi (valisi), İsmail Paşa "Mecelle-i
Ahkâm-ı Şeriyye "yi uygulamadı İsmail Paşa Napolyon birin Fransız medeni
kanununu tercüme ettirdi. Bu kanunu Mısırda uyguladı. İşte bu kanun, muamele
hükümlerinde kanunlaştırmanın başlangıcı oldu. İsmail Paşa Fransız Medeni
kanununun
hazırlanmasında bazı
âlimleri kullanmasaydı ve bu kanunun Maliki mezhebinden alınmış olduğunu açıklamasaydı,
Mısırlı Müslümanlar bu kanunu kolay kolay kabul etmezlerdi.
Gerçek şudur ki:
Beşeri kanunun Maliki mezhebinden alınmış olması batıl bir iddiadır. Bu beşeri
kanuna şer-i bir sıfat verilmeye çalışılmıştır.
Çünkü Avrupa
medeniyeti -her ne kadar islâm medeniyetinden etkilenmiş olsa da- islâm
felsefesinden genel zihniyetinden ayrı olduğu için Avrupalılar islâm medeniyetini
kendilerinin hayat felsefelerinin ve genel zihniyetlerinin potasında eritmişlerdir.
O halde beşeri kanun, İslâm fıkhın dan alınmıştır denemez. Çünkü beşeri kanunun
fikri ve ruhu batılıdır. Aslında İslâm fıkhının kendisine yabancı bir şeyin
nispet edilmesine ihtiyacı yoktur "Beşeri kanunun bazı hükümlerinin İslâm
fıkhına uygun olması bu kanunun islâm fıkhından alınmıştır" diye iddia
etmek yersizdir.
Batılılar, İslâm
âlemini parçaladıktan sonra sömürge altına aldılar, beşeri kanunları soktular,
batı medeni kanunların hükümleri hakim oldu. Hatta İslâm ülkelerinin
yöneticileri, İslâm medeniyetinden sıyrılıp batı medeniyetinin gömleğini
giydiler. Zamanımıza kadar muamelelerde islâm fıkhının hükümleri ile amel
etmek ancak Arap yarım adasında ve Afganistan da devam etmektedir.
"Ahval-i
şahsiye" denilen aile hakkındaki hükümlere gelince, bunlar islâm fıkhından
alınmış olarak islâm ülkelerinde devam etmektedir
Bunlar için Özel şer-i
mahkemeler vardır. Hatta beşeri kanunların hakim olduğu İslâm Ülkelerinde
bunlara dokunulmamış, Mısırda "Ahvali şahsiye için özel daireler olsa da diğer mahkemelerle
birlikte yürütülmektedir. Şuna da işaret etmek yerinde olur: Bazı kimseler
teaddüd-i zevcat, talak hükümleri, mirasda kadın ile erkeğin farklı olması,
yürürlülükte olan islâm fıkhının bu kısmını da ortadan kaldırmaya çalışıyorlar.
Bazı İslâm ülkelerinde az da olsa başarılı olmuşlardır. [221]
İslâm ülkelerinde
beşeri kanunun uygulanması her tarafı kuşatan bir bela olmuştur. Müslümanlar
bunu kendi istekleriyle kabul etmemişler fakat zorla kabul ettirilmişlerdir.
Halbuki Müslümanlar bunun Allah'ın dininden sapmak ve şeriatından çıkmak
olduğunun şuurunda idiler. Bu duruma karşı öfkelerini ifade ediyorlar, zaman
zaman İslâm şeri'atını hakim kılmak konusunda İslâm fıkhının düzenlenmesine
gayret gösteriyorlar ve İslâm fıkıh ansiklopedisi çıkarılması için bir
cemiyetin kurulmasına davet eden çeşitli guruplar ve fertler ortaya çıkıyorlar[222]
Bir çok İslâm
ülkelerinde, islâmi hareketler meydana çıktı, bu hareketlerin yönetimini ıslahatçılar
üslendiler. Bunlar davetlerini, akidesi safı ve şeri'atı kolay olan islâma
dönmeye yoğunlaştırdılar. İslama şerefini yeniden iade etmek, şirk
görüntülerini atmak, kula kul olmayı kaldırmak için gayret gösterdiler. Bu
hareketlerin genel özelikleri değişik olsa da ruhları, az önce geçen islâmi
şuurdan kaynaklanıyordu. Bu guruplardan her birinin çalışmaları, akide,
gidişat, siyasi hürriyet
gibi bütün işlerde İslâmı hakim
kılmak konusunda yoğunlaşıyordu. Islahatçılardan bir gurup ise daha fazla İslâm
şeriatını hakim kılmaya, akide, İbadet, ahlak, kaza, (hüküm verme) gibi hayatın
her konusunu içine alan dinin sahih kavramlarım yenilemeye Önem veriyor,
Allah'ın indirdiğinden başkası ile hükmetmenin ve batılaşma cereyanının
karşısında sebat gösteriyordu. Çalışmalarının temelini bunlar teşkil ediyordu.
Bu hareket tarzına göre Hindistan'da, Pakistan'da İslâm cemaatı Ebü' 1 Alâ
el-Mevdüdi'nin başkanlığında çalışıyordu. [223]
Beşeri kanun, islâm alemine
girince islâm ülkelerindeki ihlâslı müslümanlar fıkhın yeni ifadelerle
düzenlenmesine ihtiyaç duydular Çünkü beşeri kanunların kısa fıkralarının
başına rakam koymak, tafsilatlı fihrist yapmak suretiyle fenni bir şekilde
tertip edilmiş olduğu için hükümleri kolaylaştırılmıştır. Niçin islâm fıkhı da
bu şekilde düzenlenmesin? Nitekim islâm fıkhı da uzun zamandan beri bu şekilde
düzenlenmektedir[224]
Beşeri kanunların
çekici ve sağlam olarak düzenlenip sunulması, Osmanlı devletini telaşlandırdı.
Bunun üzerine Osmanlı devleti, büyük âlimlerden ilmi bir cemiyet kurdu. Bu
cemiyeti, islâm fıkhında medeni kanunla ilgili hükümleri Hanefi mezhebine göre
düzenlemekle görevlendirdi. Bu cemiyetin çalışması yedi sene devam etti.
(H.1293) senesinde "mecelle" ismiyle
medeni kanunla ilgili hükümlerin düzenlenmesi sona erdi. Bu düzenlenen
hükümlerin bölüm, bölüm arka, arkaya çıkışı mecmuanın çıkışına benzediği için
bu şer'i medeni kanuna "mecelle" ismi verildi.
Mecellenin içinde
bulunanların en önemlileri şunlardır:
1) Mukaddime,
fıkıh İlminin tarifi, kısımları,
fıkhı kaidelerin açıklanması hakkındadır.
2) Mecelle'de çeşitli muamele bölümlerinden her
bölüm bir kitap
ismi altında toplanmıştır. Her
kitabın mukaddimesinde o kitapla ilgili fıkhı ıstılahlar vardır
3)
Mecelle'nin içinde on altı kitap vardır.
4)
Mecelle'nin hükümleri kısa maddeler şeklinde tertip edilmiş, maddelerdeki
hükümler yalnız bir mezhebin görüşünden alınmıştır.
5)
Mecelledeki maddelerin toplamı (1851) maddedir.
6)
Mecelle'nin uygulanması hakkında hicri (26Şabanl293) senesinde
İrade-i Seniyye (Padişah buyruğu) çıkmıştır.
7)
Mecelle'nin hazırlanması için sekiz âlim görevlendirilmiştir. Hükümleri
sadece islâm fıkhından
alınarak düzenlenen "Mecelle" ilk medeni kanun sayılmıştır. [225]
Mısır'da Mecelle
uygulanmamış, aynı tarihlerde Adliye vekili Fakih Muhammed Kadri Paşa'nın
Hanefi mezhebine göre Mecelle şeklinde tertib ettiği üç kitapdan istifade
edilmiştir. Bu kitaplardan birinci kitap, Ahval-i
şahsiyye (aile
hukuku), İkinci kitap, vakıf hukuku, üçüncü kitap, muamelelerin hükümleri
hakkındadır.
Muhammed Kadri Paşanın
"Mürşidü'l Hayran li ma'rifet-i Ahvali-l insan" ismini verdiği üçüncü
kitabı (1045) madde halinde genel ve özel hükümleri kapsamaktadır. [226]
Üstâd Abdullkadir Udeh
şehit edilen ihvan-i Müslüminin liderlerinden biridir. Hakimlik yapmıştır. Bu
zat da "et-Teşriu'1-Cinâi'l-İslâmi" ismin deki kitabım Mecelle şeklinde
maddeler halinde yazmıştır. Bu kitap iki cilt halin de olup, birinci cilt genel
hükümler, ikinci cilt Özel hükümler hakkındadır. Bu kitap cinayetlerin hükümleri,
hadler gibi konuları içine almıştır. Bu kitapta islâm fıkhı mezhepleri ile
beşeri kanunlar karşılaştırılmış. Bu kitabın içinde (689) madde bulunmaktadır.
Bu şekilde başka bir çok ferdi çalışmalar vardır. [227]
Alimlerden bir
çokları, diğer ilimlerde düzenli araştırma cemiyetleri kurulduğu gibi, fıkhı
araştıracak bir cemiyetin kurulmasını istediler. Bu cemiyet, müslümanların
muhtaç oldukları genel hedefleri gerçekleştirmek için İslâm fıkhını yenilemek
ve geliştirmek konusunda çalışacak. Bu cemiyet bir görüş etrafında birleşerek
çıkaracakları hükümlerle müslümanlar aydınlanacakları için fertlerin
çalışmalarına ihtiyaç kalmayacaktır. Hicri (1384) senesinde Mekke-i
Mükerreme'de yapılan islâm dünyası birliği konferansında Mustafa ez-Zerka bir
öneri sundu. Bu öneride şunlar vardır: Bu cemiyet şer'an devam etmesi vacip olan
ictihadla islâm fıkhına yeniden canlılık kazandıracaktır, çünkü zamanı-mızdaki
bir çok problemleri çözmenin tek çaresi içtihada baş vurmaktır. Bu cemiyet
bahisleri derinliğine, araştıracak, sağlam delilleri inceleyecek, şüpheli
delilerden uzak duracak, zamanımızdaki problemlere şer'i ve hikmetli çözümler
bulacaktır. Bu cemiyet zamanımızdaki problemleri ictihadla çözmekle, gerek
donmuş olsun ve gerekse inkarcı olsun iki görüşü de eşit olarak yıkacaktır, o
halde tek yol, ferdi çalışma yerine cemaatın çalışmasına baş vurmaktır. Bunun
yolu da islâm âleminde hem şer'i ilimlere, hem de zamanın bilgilerine sahip
olan meşhur fakihleri ve iktisat, sosyoloji, hukuk, tıp gibi zamanımızda lazım
olan bilgilerde ihtisas sahibi görüşlerine güvenilecek dindar bilginleri -Ta
ki, bilginler bilir kişiler mesabesinde olsun fakihler fenni konularda onların
sözlerine itimat etsinler- içine alan bir cemiyetin kurulmasıdır. Bu
ifadelerden anlaşılıyor ki Bu cemiyetin en Önemli vazifesi banka muameleleri,
milli piyango, yeni şirketlerin tüzükleri ve sigorta gibi daha önce benzeri
olmayan zamanımızda meydana çıkmış olan yeni meseleleri inceleyecektir.
İslâm dünyası birliği
son zamanlarda bu öneriyi kabul edip Mekke'de islâm fıkhını araştıracak bir
cemiyet kurdu. Bu cemiyet dönem, dönem toplantılar yapıyorlar. Bu toplantılarda
günümüzde Müslümanların hayatında en önemli olan konuları ele alıp
araştırıyorlar fakat bu cemiyet, önermenin içerdiği ölçüde bir cemiyet
değildir. [228]
el-Ezher'de (1961)
senesinde kanunun (103) ncü maddesi gereğince el-Ezher şeyhi başkanlığında
genel sekreterin sorumluluğunda el-Ezher'i geliştirmek için İslâm i Araştırma
cemiyeti kuruldu. Bu cemiyet bir çok komisyonları içine alıyordu:
Kur'an ve sünnet
komisyonu Fıkıh araştırma komisyonu İslâm kültürünü yaşatma komisyonu Sosyoloji
araştırma komisyonu
Fıkıh araştırma
komisyonu çeşitli mezheblere göre islâm şeriatını kanun şeklin de hazırlıyor.
İslâm araştırma cemiyeti ise, islâm dünyasını ilgilendiren meseleleri
araştırıyor ve bu meseleleri islâm görüşü çerçevesinde yayınlıyor. Her sene
İslâm konferansı düzenleniyor. Bu konferansa islâm dünyasının âlimleri davet
olunuyor, orada islâm dünyasını ilgilendiren en temel meseleler tartışılıyor,
bu konferans ilk defa (1964) senesinde yapılmıştır. [229]
Eski kitaplarda
dağınık bulunan islâmi mezhepler hakkındaki İslâm fıkhın dan büyük bir kültür
mirası önümüzde bulunmaktadır
İslâm ve şeriata karşı
çeşitli saldırıların karşısında, islâm fıkıh ansiklopedisinin çıkarılmasına
şiddetle ihtiyaç vardır. Bu konuda şunlara dikkat edilecektir: Çıkarılmasına
ihtiyaç duyulan fıkıh ansiklopedisi islâmi sahada olacak ve eski ana kaynak
kitaplarda bulunan fıkıh hükümlerinin öğrenilmesi kolaylaştırılacaktır.
Ben her eskiye kara
gözlükle bakanlardan, eski fıkıh kitaplarını çözülmesi zor olan tılsımlar
olarak görenlerden ve her yeniliği ilericilik ve başarı sayanlardan değilim.
Çünkü temel ve ana kaynak olan fıkıh kitaplarının yazarları Allah rızasını
kazanmak için bu yolda ömürlerini harcadılar. O âlimlerden her birinin üstün
gayret göstererek yazmış oldukları kitapları, zamanımızdaki, cemiyetler ve
konferanslar yazmaktan aciz kalmaktadır. Araştırılarak yazılan yeni eserlerin
içinde bazı yeni meseleler bulunmasına rağmen bu yeni eserlerde eski kaynaklara
dayanmaktadır. O kitapları yazanlar, islâmiyet namına çalışarak büyük bir fıkıh
mirası bıraktıkları için, onlara hürmet etmek, faziletlerini itiraf etmek ve
hayır duada bulunmak gerekir. Fakat ben fıkhın kaynaklan olan eski kitaplarla
devamlı uğraşanların o kitapların üsluplarını anlayıp hükümlerin nerede
bulunduklarını bilenlerin çok az olduğunu görüyorum. İslâm fıkhı ile
uğraşanların çoğu kitaplardan istifade etmekte ve fıkıh meselelerini ele
almakta zorluk çekiyorlar.
Ana kaynaklar olan
fıkıh kitaplarım araştıran bir kimsenin karşılaştığı zorluklar altı maddede
özetlenebilir:
a) Bir
meselenin hükmünü araştıran bir kimse bir çok zorluklarla karşılaşır. Şöyle ki:
Eski kitapların fihristlerinde babları ve konuları kısa olarak zikredilmekle
yetinilmiştir. Bir konu, fihriste zikredilmeyen yüzlerce hükmü içine
almaktadır. Önceki âlimler okuyucunun kısa zamanda istediği hükmü bulmaya
yardımcı olacak ayrıntılı bir fihrist yapmayı bilmiyorlardı. Eskİ kitapların
çok azı müstesna, zamanımızda fihristleri ile hizmet edememektedirler. Müstesna
olanların fihristleri de istenilen şekilde yeterli değildir. Eski fıkıh
kitaplarına fihrist yapmakla iş bitmiyor. Yeni fihrist yapmak birinci aşamadır,
ikinci aşama ise, hükümleri özetlemek lazımdır. Buna bir nevi kitabın sözlüğü
diyebiliriz.
Bir çok ciltleri
bulunan büyük fıkıh kitapları için yeni fihrist yapmak zaruridir. Kitapların
konulan okuyucunun hatırına gelecek yerlerde bulunacaktır. Araştırılan hükmün
eski kitapların neresinde bulunduğu açıklanacak ve o hüküm fihristte özet
olarak yazılacaktır. Bu yeni fihristler, hükümleri özet olarak öğrenmekle
yetinmek isteyen kimselere yardımcı olacajc ve asıl kitaplara başvurmaya
ihtiyaç bırakmayacaktır.
b) Okuyucu
büyük fıkıh kitaplarını almakta güçlük çekiyor, çünkü bu kitapların çoğu ya
metinler üzerine yazılmış şerhlerdir veya kısa şerhler üzerine yazılmış
haşiyelerdir. Haşiye yazanlar
şerhden bir cümlenin başından bir kelime alıyorlar, o
kelimeyi çok ağır ve ağdalı üslûblarla açıklıyorlar ve uzun ilaveler
yapıyorlar. Bu yüzden haşiyelerin metinlerle bağlantısı kalmıyor, buna göre
okuyucu bir taraftan konu birliği bulunmayan dağınık ifadelerle karşılaşıyor,
diğer taraftan bu kitapları okumayı
âdet edinmeyen ağır
üslûplarla karşılaşıyor. Bundan
dolayı okuyucu zaman zaman kitapta bahsedilen hükmü anlamakta güçlük çekiyor.
c) Kitapların ve müelliflerin isimleri
kısaltılmış olarak harflerle işaret edilmiştir. Fıkıh kitaplarını okuyan
kimsebu işaretleri ve fıkıh ıstılahlarını anlamakta güçlük çekmektedir. Hanefi
fıkıh kitaplarındaki harflerle işaretler:
T=Tahavi, SM= İmam Ebu
Yusuf ile İmam Muham-med, H= Hillül Medari gibi.
Bu işaretleri anlamak
için fıkıh kitaplarının birinci cildine başvurmak
gerekir fıkıh
kitaplarındaki ıstılahlar:
el-imâmân= İmam Ebu
Hanife ile İmam Ebu Yusuf, es-sâhibân= İmam Ebxu Yusuf ile İmam Muhammed,
el-eimmetuIs-selâse= İmam Ebu Hanife, İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammet gibi.
d) Fıkıhlardaki ıstılah manalar, mezheplere
göre, farklı olduğu için okuyucu
manalarını anlamakta güçlük çekiyor, okuyucu bu ıstılah
manalarını bilmezse fıkıh hükümlerini
anlamakta hata eder.
Hanefılere göre
muamelelerde fasit ile batıl farklıdır.
Bunu bilmeyen kimse fasidi, batıl gibi kılar. Hanefılere göre,
ibadetlerde fasit ile batılın manası birdir. Hanefılere göre, vacip Farz ile
sünnetin arasında bulunan bir ibadettir. Diğer mezheplere göre, vacip ile
farzın manası birdir.
e) Eski kitapları yayınlayanların çoğu birkaç
kitabı bir kitabın içinde yayınlıyorlar. Bu kitaplardan birini veya daha
fazlasını çerçeve halindeki çizginin içine koyuyorlar, diğer kitapları da çizginin
dışına koyuyorlar, ve aralarını
çizgilerle ayırıyorlar. Bir sahife de üç veya dört kitabın bulunması okuyucuyu
hayrete düşürüyor.
f) Bazı kitapların müellifleri, bir çok fıkhı
görüşleri nakil ediyor, fakat görüşlerin
kime ait olduklarını ve nereden aldıklarını
zikretmiyorlar, bu yüzden
okuyan kimse o görüşler için asıl kaynaklara yeniden bakmak
mecburiyetinde kalıyor. Bu zorluklara şunu da ilave edelim ki, mezheb
sahiplerinden bir çokları fıkıh hakkında yazmış oldukları eserlerinde kîtap ve
sünnetten delillerin zikrine özen göstermemişlerdir. Delil olarak zikir
ettikleri hadisin de sıhhat şartları var mı, yok mu? Derecesini tayin
etmemişlerdir. Hatta aslı olmayan mevzu hadisleri zikir etmişlerdir.
Bugün araştırma metodu
asıl kaynakların ve kuvvetli delillerin zikir edilmesine dayanmaktadır.
Eski fıkıh kitapları
hakkında ihtisası olmayan okuyucunun karşılaştığı en önemli zorluklar işte
bunlardır. [230]
1) İlimler
çok genişledi, ilimler hakkındaki görüşler ve yönelişler farklı oldu bu yüzden
ilimler çeşitli dallara ayrıldı. Bir araştırmacı kendisini, tatmin edecek ve
susuzluğunu söndürecek şekilde ilim dallarından bir dalda bir konuyu etraflıca
ele alarak inceleyen bir kitap bulamaz.
Bir araştırmacının her
hangi bir konuda yazılmış olan bütün eserleri bulması kolay değildir. Çünkü
ilmi konular risale, dergi, gazete, kitap, vesika gibi çeşitli yayın
organlarında ele alınmaktadır. Araştırmacı bunlardan bazılarını bulsa bile,
bazılarını bulamaz. Özellikle bir konunun bir bölümünü öğrenmek istediğinde bu
konu hakkmdaki yazılmış olan bütün eserleri bulmuş olsa bile bu eserlerin
hepsini okuması zordur.
Yazılmış olan kitaplardan
bazıları bir ilim dalı hakkında olsa bile konuları çok çeşitlidir. Kitaplardan
bazılarının konusu bir olsa bile o konunun bir çok bölümleri vardır. O
kitaplarda bablara, fasıllara, meselelere işarat eden çok kısa fihristler
vardır. Bundan dolayı zamanımızda araştırmayı kolaylaştırmak için her sahada
çeşitli üslûblarla detaylı olarak fihrist diye bilinen eserlerin yazılmasına
başlanmıştır: Sened ricalinin fihristi, Özel isimlerin fihristi, mekan (yer)
isimlerinin fihristi, kitap isimlerinin fihristi, Kur'ân âyetlerinin fihristi,
ehadis-i Nebeviyyenin fihristi, babların fihristi, fasılların fihristi,
konuların fihristi, kaynak kitapların fihristi. Kitapların değişik olmasıyla
değişen fihristlerden bazıları, konularının fihristi gibi, kitapların konuların
terbine göre yapılmış, bazıları ise kitaplardaki tertibe bakmaksızın alfabetik
tertibe göre yapılmıştır.
Bu sahada kitaplar,
dergiler, vesikalar gibi yayın organları çok fazla çıktıktan sonra bilimsel
araçlar ilerledi. Araştırmacının bunlara başvurması gerekir. Geleneksel araçlar
araştırmacı için yeterli olmadığı gibi ona yardımcı da olamıyor.
İlim, bugün insanın
hizmet edeceği yerde alet kullanıyor, çok kısa zamanda işi bitiriyor. Hem
emekten büyük tasarruf sağlıyor, hem de zaman kazandırıyor. İnsanın hizmetinde
kullanılan aletlerden biri de, kendisine bilgiler yüklenilen ve
"Bilgisayar" diye bilinen alettir Bu bilgisayar aleti hukuk ve kanun
ilâm merkezinin projesinde kullanılıyor. Kanun adamının hizmetinde olsun diye bu
alete bu bilgisayara bütün dünya ülkelerindeki yasamalar, hükümler ve kanuni
tüzükler yükleniyor.
İslâm şeriatının
muhakkak bu gelişmiş ilim merkezinde kullanılan bilgisayar teknolojisinden
istifade etmesi gerekir.
Eski kitaplardaki
islâm fıkhının hükümleri, konularına göre tertip edilmemiş, ayrıntılı ve
detaylı fihristleri yapılmamış, bir konunun ayrı ayrı yerlerde bulunan
meseleleri bir yerde toplanmamış olarak bulunduğu sürece kanun ilâm merkezinin
projesiyle uğraşanlar bu projeye programlarının içinde islâm fıkhından hiçbir
şekilde istifade edemediklerini ileri sürmeye devam edeceklerdir. Bundan dolayı
İslâm fıkıh ansiklopedisinin çıkarılmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu
ansiklopedi çeşitli mezheplerdeki İslâm fıkhının ana kaynak kitaplarındaki
hükümleri çıkarılarak, konulan tertibe konularak, fıkralara bölünerek,
anlaşılması kolay bir üslûpla Arapça yazıldıktan sonra yabancı dillere ,
tercüme edilerek hazırlanacaktır. İşte bu şekilde hazırlanan fıkıh ansiklopedisi
bilgisayara yüklenerek, programlar hazırlandıktan sonra doğuda ve batıda İslâm
fıkhının hükümlerini öğrenmeyi arzu edenlerin istifadesine sunulacaktır. İslâm
hukukundan istifade edemiyoruz diyenlere bu fıkıh ansiklopedisine baş vurmaları
tavsiye edilecektir.
2)
Birbiriyle karşılaştırılan kanunların incelenmesine çok önem veriliyor,
bunlardan en uygun olanın seçilmesi için hazırlık yapılıyor, dünyadaki bütün
devletlerin veya bir çok devletin arasında kanun birliğinin sağlanması için
çalışılıyor. (1949) yılında Birleşmiş milletlerin himayesinde Unesko'nun
kontrolünde kanunları karşılaştırmak için uluslar arası bir komisyon dünyadaki
bütün yabancı kanunları incelemeye ve yayınlamaya devam ediyor, bu komisyon
(1964) yılından beri karşılaştırılan kanunları uluslar arası
bir ansiklopedide toplamaya
çalışıyor.
Avrupa devletlerinin
bir çoğunda da karşılaştırılan kanunlarla ilgili malumat veren dergiler
çıkarılmaktadır. Bu komisyonlar, İslâm fıkıh hükümlerinin önemli olduğunu
itiraf ediyorlar, fakat o hükümlerden istifade edemediklerine gerekçe olarak
eski fıkıh kitaplarının üslûplarının ağır ve hükümlerinin dağınık olmasını
gösteriyorlar "İslâm Fıkıh Ansiklopedisi" nin projesi gerçekleşip
konuşulan yabancı dillere tercüme edilirse bu problem ortadan kalkmış olur.
Uluslararası konularla
ilgili araştırma yapan bu komisyonlar, zaman zaman genel konferanslara,
kanunlarla ilgili bazı problemleri çözmek için islâm devletlerini de davet
ediyorlar. Bu konferansta ve uluslar arası kanunların görüşme ortamlarında
islâm şeriatının sesinin yükselmesine, seri'atin üstünlüklerinin ve
meziyetlerinin tanıtılmasına şeriat hakkındaki şüphelerin giderilmesine fırsat
verilecek, bu konferansların aracılığı ile islâm fıkhının çok güçlü olduğu, çok
faydalı ve çok kıymetli olan kanunları ve görüşleri anlatılacaktır.
İslâm fıkıh
ansiklopedisi, fıkhı hükümlerin bilinmesi ve fıkhı hükümlerin bu konferanslara
sunulmasını kolaylaştıracaktır. [231]
Fıkhı araştırma yolunu
kolaylaştıran Fıkıh Ansiklopedisinin çıkarılmasına ihtiyaç duyulunca bir çok
projeler ortaya çıktı. Bazıları şunlardır: [232]
Dımaşk'da şeriat
fakültesi kurulunca dekanlığı üstlenen islâm davetçisi Dr.Mustafa sibâi gerek
Dımaşk Üniversitesinde çalışanlardan olsun, gerekse dışarıdan olsun seçilmiş
olan âlimlerin yardımı ile bir çok faaliyetlerde bulundu. Bu çalışmanın ürünü
şeriat fakültesinin benimsemiş olduğu İslâm Fıkıh ansiklopedisi projesidir. Bu
proje (3.5.1956) tarihinde (1711) sayılı resmi bir kararname ile çıktı. Bu
resmi kararnamenin maddeleri, projenin ana hatlarını içine alıyordu.
Birinci madde: Suriye
üniversitesindeki şeriat fakültesi islâm Fıkıh Ansiklopedisini "Daire-i
Maarif adı altında çıkaracak. Bu ansiklopedide İslâm fıkhının bahisleri,
çeşitli mezheplere göre düzenlenecek, fıkhın bahisleri yeni kanunların
ansiklopedileri gibi bir tek eserde tertipli olarak toplanacaktır.
Şöyle ki: a) İslâm
fıkhının maddeleri yeni ilmi metotlara göre hazırlanacak.
b) Her
konudaki delillere baş vurmayı ve o delillerden azami derecede istifade etmeyi
kolaylaştıracak.
c) Araştırmacılara fıkhın kaynakları ve her
bahsin fıkıhtaki yerleri hakkında yol gösterecek.
İkinci madde: Bu İslâm
Fıkıh Ansiklopedisi Arapça yazılacak, Şeriat fakültesinin teklifi üzere Suriye
üniversitesi senatosu, Arapça yazılacak olan İslâm Ansiklopedisini ya kendisi
başka dillere tercüme edecek ve yahut tayin edeceği şartlara uygun olarak başka
dillere tercüme edilmesine müsaade edecektir.
Üçüncü madde: Şeriat
fakültesi senatosu, islâm fıkıh ansiklopedisinin komisyonunu seçecek, bu
komisyonun sayısı yedi kişiyi geçmiyecek, bu komisyon, çıkan ansiklopediyi ve
ansiklopedi ile ilgili alanı kontrol edecekti
Dr. Mustafa sibâi Dr.
Ahmet Semman, Üsdad Mustafa Zerka, Dr. Maruf Devâlibi, Dr. Yusuf üşş'dan
oluştu.
Bu komisyon, araştırıp
inceledikten sonra gördü ki, ilk aşama çalışmak için iki hususun
gerçekleştirilmesini gerektiriyor.
a) Araştırılacak
olan fıkıh konulan ansiklopedide bir başlık altında bilinen fıkıh bâblarının
tertibi gözetilmeksizin belirlenecek.
b) İtimat
edilen temel fıkıh kitaplarının alfabetik tertibe göre fihristleri
yapılacaktır. Ta ki İslâm fıkıh ansiklopedisini yazmaya katılanlar zahmet
çekmeden istediklerini bulabilsinler. İlk yapılan proje hizmeti, İbn-iHazm'ın
"el-Muhallâ" isimli eserinin fihristidir. Bu fihristte bir kelime
asıl ve ziyade
harfleriyle ıstılahı sigası
zikrediliyor kelimenin
kitapta bulunduğu yerler
bildiriliyor. İbn-i Hazm'ın
tercih ettiği fıkhı hükmü özetleniyor. Mesela "elif harfinde şu kelimeler
bulunuyor: Âli'1-beyt, aniye, eb, İbâha, icâre, içtihat, ücret, icma, ichâd,
ahbâs, ihtikâr, ihdâd, ihram, ihsâr. [233]
Ansiklopedinin metodu
birkaç maddede özetlene bilir:
1) Ansiklopedinin çıkarılmasının amacı: Çeşitli
mezheplere göre, islâm
fıkıh kitaplarında dağınık
olarak bulunan fıkıh kültürünü kolay ve yönlendirici bir tertip üzere
toplamak. Şöyle ki: Araştırmacı İstediği
konuyu kolay bulsun kaynaklara ulaşmak isteyene yol göstersin.
2) Mezhebler: Bu amaca göre, tertib edilecek
olan ansiklopedi Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli gibi mezhepleri içine
alacağı gibi Zahiriyye, Zehdiyye, İmamiyye, İbadiyye, gibi, islâm fıkhı
hakkındaki bütün mezhepleri ve görüşleri içine
alacaktır. Ansiklopedi komisyonu, tekrar edilmekten korktuğu için
Hanefi mezhebi' islâm ülkelerinde daha fazla yayılmış olması itibariyle onun
konularım esas olarak alacak, sonra bu mezheb ile diğer mezhebler arasındaki
İhtilaf vecihlerini
zikredecektir. Ancak akitlerdeki şartlar gibi konularda diğer mezhebin
konusu Hanefi mezhebinden daha geniş ise o mezheb esas olarak alınacaktır.
Hanefi mezhebinin sahih şartlar dairesi, Hanbeli mezhebi gibi diğer mezheplerin
dairesinden dardır. Bundan dolayı bu konu Hanbelilerin içtihat esaslarına göre
yazılacaktır.
3)
Ansiklopedinin metodu ve tertibi:
a) Komisyon ansiklopedinin tertibini alfabetik
tertibe göre yapılmasını tercih etti.
b) Her
kelimenin ilk harfi
zikredilecektir. Mesela
"icâre" kelimesi "elif harfi altında "bey" kelimesi
"ba" harfi altında, "salaf
kelimesi "sad" harfi
altında... zikredilecektir.
c) Kelimenin ilk harfi dikkate alınarak fıkhi
kelime olduğu gibi zikredilecek, kelimenin mücerret olan aslı veya masdan zikredilmeyecektir
çünkü ansiklopedi lügat kamusu
olmayıp fıkıh ansiklopedisidir. Buna
göre araştırmacının daha iyi anlaması göz önüne alınarak fıkhi bir
kelime olduğu gibi zikredilecek, kelimenin mücerret olan aslı veya masdan
zikredilmeyecek, mesela: "müzârea" kelimesi "mim" harfi
altında zikredilecek "ze" harfi altında zikredilmeyecektir.
d) Bahsin
sonunda konuları arasında benzerlik veya ortaklık veya bağlantı bulunan
maddelere bakılması tavsiye edilecektir. Mesela: "Bey" hakkında
araştırma yapacak olan bir kimseye "mukayeda" "selem" ve
"sarf gibi maddelere de bak diye tavsiye edilecektir.
4) Konuların
taksim edilmesi: Konular üç kısma taksim edilecektir:
a) İçinde
bir çok konulan bulunanlar: Ahş-veriş gibi
b) Konulan başlı başına olanlar: Muhayyerlik
gibi. Muhayyerlik konulan ahş-veriş
konularının içinde bulundukları
halde başlı başına birer konudurlar.
c) Bakılacak maddeler: Bir çok konu içinde veya
bir konu içinde bulunan kelimeler ilk harfi altında
zikredilecek, sonra araştırmacıya kolaylık olsun diye kelimelerin
bulunduğu yerler bildirilecektir.
Mesela:
"müsemmen" kelimesi "mim" harfinde zikredilecek, fakat
araştırmacıya "mebi" maddesine bak denilecektir. Ansiklopedi
yazanlar, yazdıkları konuları hangi kaynak kitaplardan aldılarsa kitapların
basıldıkları yerleri, tarihlerini ve matbaalarım muhakkak zikredecek-1 erdir.
5) Yazma üslubu: Ansiklopediyi yazanlar,
konuları akıcı bir üslûpla yazacaklar, mümkün olduğu kadar fıkıh
kitaplarındaki ibareyi olduğu
gibi kullanmaya gayret gösterecekler, bir fıkıh kitabında
manası açık ve kolay
olan bir ibare
bulduklarında o ibareyi parantez içinde olduğu gibi nakledecekler ve
nakledildiği kaynağı bildirecekler.
6)
Ansiklopedinin çalışma aşamaları: Bu büyük ve önemli iş şu aşamalardan
geçecektir.
a) Birinci
aşamada: Meşhur olan dört
mezheb ile zahiriyye mezhebinin kitaplarından islâm
fıkhının lâfızları toplanacaktır.
b) İkinci
aşamada: Birinci aşamada çıkarılmış olan lâfızların ışığı
altında araştırma yapmak
için 'plânlar hazırlanacaktır.
c) Üçüncü
aşamada: ansiklopedinin konulan hazırlanan planlara uygun olarak âlimler
tarafından yazılacaktır.
d) Dördüncü aşamada: Yazılmış olan konular komisyona gönderilecek, komisyon
konuları inceleyecek, tertibe
koyacak ve basıma hazırlayacaktır.
Dr.Muhammed Zeki
Abdülberr birinci aşamada yapılacak işte çalıştı fakat tamamlıyamadi. [234]
(1958) senesinde Mısır
ile Suriye'nin bileşmesi iki ülkedeki âlimler arasında iletişim sağlanmasına
sebep oldu. Bu durumda Dımaşk üniversitesindeki şeriat fakültesinin çıkarmaya
başlamış olduğu, fıkıh ansiklopedisinin çalışma projesinde iş birliği
yapmalarını gerektirdi.
Birleşik Arap
cumhuriyeti (1959) senesinde (1536) sayılı cumhur başkanlığı kararı ile
ansiklopedinin çıkarılması karan yenilendi. Bu yeni resmi kararla ansiklopediyi
çıkaranlar arasına yeni âlimler katıldı.
(1960) senesinde
Dımaşk'da ansiklopediyi çıkaran âlimler ile Mısır evkaf bakanı arasında bir çok
görüşmeler oldu. Bunun neticesi olarak Evkaf bakanı, Din işleri yüksek
konseyini oluşturdu. Bu konseyin komisyonları arasında islâm fıkıh komisyonu da
bulunuyordu. (1961) senesinin Ocak ayında Evkaf bakanlığının çıkardığı bir
kararla Suriye'li ve Misır'lı âlimlerden bu komisyon kuruldu.
Liderlerin
kutsallaştırdığı ve işlerin ehil olmayanlara verildiği sırada bakanlığın kararı
çıktı. Bu yüzden komisyon hazırladıkları ansiklopediye "İslâm fıkhında
Cemal Abdünnasır ansiklopedisi" ismini verdiler. Bu komisyon ansiklopediyi
hazırlarken şu hususlara dikkat edeceklerdi:
a) Ansiklopedinin
maddeleri, kelimenin aslına bakılmaksızın, kelimenin söylenildiği gibi ilk
harfi dikkate alınarak alfabetik harf sırasına göre tertip edilecektir.
b) Fıkıh
bablarının isimleri, alfabetik tertibe göre terimleri başlı
başına maddeler halinde
yazılacaktır. Bunlardan başkalarına gelince, kendi durumlarına göre,
kontrol edecek komisyonun, almış olduğu karara, sonra genel komisyonun kararına
uyulacaktır.
c) Ansiklopedi
sekiz fıkıh mezhebinin hükümlerini içine alacaktır: Hanefi, Maliki,
Şafii, Hanbeli, Zahiriyye, Şii İmamiyye,
Zeydiyye İbadiyye.Bumezheblerin itibardan düşmüş olan sözleri değil, muteber
olan sözleri toplanacaktır.
d) Şia'dan Zeydiyye gibi mutedil olanların fıkha
bakış açıları ortaya çıkacak
şekilde hükümlerinin delilleri maddeler halinde zikredilecektir.
e) Ansiklopedi,
usul-i fıkıh meselelerini ve fıkıh kaidelerini içine alacaktır. Çünkü usul-i
fıkıh meseleleri, fıkhı hükümlere bağlıdır.
f) Ansiklopedinin vazifesi,
şeriatların ve fıkıh mezheblerinin arasını karşılaştıracak,
sözlerden bazılarını diğer bazılarına tercih edecek, araştırmaları ve görüşleri
yayacak değildir.
Ansiklopedinin
vazifesi hicretin (13).üncü asrının sonuna kadar İnsanlar tarafından kabul edilmiş
olan fıkıh kaynaklarından bizim halimize uygun kolay bîr ibare ile dikkat ve
özen göstererek fıkıh hükümlerini -şimdi amel edilenlerle amel edilmeyenlerin
arasım ayırmaksızm-toplayacak tertibe koyacak sonra onları nakledecektir.
Ansiklopedinin asıl vazifesinden
olmayanlara gelince, onlarda ayrıca bir ek bölüm olarak yazılacaktır.
(1961) senesinde
Suriye, Mısır'dan ayrıldı. Bu ayrılış ansiklopedi komisyonuna tesir etti. Çünkü
ansiklopedinin Suriye'li azalan ile Mısır'lı azalarının bir araya gelmeleri güçleşti.
Bundan dolayı (1962) senesinde komisyon yeniden kuruldu. (1964) senesinin
sonunda bu komisyonun yapısı tekrar yenilendi. Fıkıh ansiklopedisi (1973)
senesine kadar (8) cilt çıktı. [235]
Kahire'de İslâmi
Araştırma Cemiyeti, islâm fıkhını yazma işini üstlendi. Fakat ansiklopedi
yazılırken "Dairetü'l-MaâriP in yazıldığı şekilde fıkıh terimlerine ve
tertibine riayet edilmeyecek, bilakis her fıkıh babında ehli sünnetin dört
mezhebi ile zeydiyye, caferiyye, ibadiyye ve zahiriyye mezheplerinin hükümleri
toplanacaktır.
islâm fıkhını yazacak
olan komisyon, kadılardan, el-Ezher hocalarından oluştu. Bu komisyon kaynak
fıkıh kitaplarından delilleri toplamaya ve yazmaya nikâh bahsinden başladılar.
(1500) sahife kadar yazdılar, fakat nikahın rükûnlarını ve şartlarını
geçemediler.
İslâm araştırma
cemiyetinin idare meclisi, yapılan masrafın çıkan eserden daha çok olduğunu
görünce fıkıh ansiklopedisinin terimi erindeki tertipte alfabetik tertibe
uyularak yazılmasına karar verdi. Buna göre, kelimenin aslı ve ziyade
harflerini dikkate almaksızın başında "elif harfi bulunan kelimeler
yazılacak, sonra başında "be" harfi bulunan kelimeler yazılacak,
sonra "te" harfi bulunan kelimeler yazılacak, böylece kelimeler
başında bulunan harflerin alfabetik sırasına göre yazılacaktır.
Ansiklopedide, fıkıh
hakkındaki İslâm kültürü toplanırken sekiz fıkıh mezhebine uygun olarak
toplanmasına dikkat edilecek, muteber olan kitaplarda yazılı olarak bize kadar
ulaşan bazı sahabe ve tabiinin görüşleri zikredilecek, her konunun sonunda
alındığı kaynaklar yazılacaktır.
Sekiz mezhep
incelenirken önce mezhep sahiplerinin birleşmiş oldukları meseleler yazılacak,
mezheplerin kitaplarındaki ibareler tekrar edilmeyecek, ihtilaflı olan yerlerde
çoğunluğun üzerinde birleşmiş oldukları görüşler yazılacak. Bundan sonra
çoğunluğun görüşlerine muhalefet edenlerin görüşleri ve muhalefet etmelerinin
sebebleri yazılacaktır. Komisyon, fıkıh servetinden bir bölüm sayılan usûl-i
fıkhı da ansiklopedinin içine alacak ve usûl-i fıkhın her konusu özel
başlıkları altında yazılacaktır.
Üstat Muhammed Ebu
Zehra'nın başkanlığındaki komisyon, ansiklopedinin hem halkın anlayacağı, hem
de aydınların hoşuna gideceği kolay, akıcı, açık bir üslupla ve her kesin
zahmet çekmeden istediğini bulabileceği bir şekilde hazırlanmasını tavsiye
etti. (1965) yılının sonunda ansiklopedinin tamamlanan birinci cildi şu
konuları içine alıyordu:
Elif ve Lam-ı tarifle
başlayan kelimeler:
1)
el-mukaddime
2) el
3) eb
4) ibâha
5) ibâk
6) ebed
7) ibil
8) ibn
9) itlaf
birinci cilt (544)
sahife tutmuştur. [236]
Kuveyt'de Din işleri
evkaf bakanlığı, İslâm kültürünü yaşatmak faaliyetinde bulunmaktadır.
Evkaf bakanlığı
projeleri başında İslâm fıkıh ansiklopedisi projesi gelmektedir.
Evkaf bakanlığı
(1966-1967) senesinde fıkıh ansiklopedisinin ilk aşaması için bütçeden (20)
bin Kuveyt dinarı ayırmıştır.
Evkaf bakanlığı bu
ansiklopediyi yazacak âlimleri bulmayı bu sahada uzman olan ve Dımaşk
Üniversitesindeki Şeriat fakültesinin projesini hazırlayanlar arasında
bulunana üstâd Mustafa Zerka'dan istedi. Mustafa Zerka da birkaç islâm fıkıh
âliminden Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli, Zahiriyye, Zeydiyye, Şii İmamiyye,
ibadiyye gibi sekiz mezhebi içine alacak şekilde fıkıh konularından bir kısmını
yazmalarını istedi. Alimler de ansiklopediyi yazmaya devam ettiler.
Ansiklopedinin konularından:
1) İçilen
şeyler
2) Yenilen
şeyler
3) Havale
olmak üzere üç konusu
nümûne olarak basıp, yayınladılar. Bu basılan fasiküllerden her birisinin
kapaklarına "Numunedir" diye yazılmıştır.
Bu basılmış olan
konuların başlıkları arasında alfabetik tertip gözetilmeksizin seri halinde
bölüm bölüm yayınlandı. Bu numunelerin yayınlanmasının amacı, ansiklopedi hakkında
ihtisas sahibi âlimlerin
düşüncelerini
almak, ansiklopedinin
yazılması tamamlandıktan sonra, alfabetik tertibe göre, son basıma
hazırlanırken o âlimlerin düşüncelerinden faydalanmaktır.
Mali imkana sahib olan
Kuveyt hükümetinin "İslâm Fıkıh ansiklopedisi" nin çıkmasını
üstlenmesi insanları sevindirdi. Kuveyt"in bu girişimini projenin düşünce
planından gerçek hayata çıkacağının bir bildirisi saydılar. Fakat yukarıda
geçen üç konu numune olarak çıktıktan sonra proje (1972) senesinde bir müddet
durakladı, sonra numune olarak: Neseb, Miras, Kısas ve Tazir konuları çıktı.
Kuveyt'de
ansiklopedinin basılmasına bir süre ara verildikten sonra Din işleri Evkaf
bakanlığı alfabetik tertibe göre, yeniden çıkarmaya başladı. Ansiklopedinin
birinci cildi hicri (1400) milâdi (1980) yılında basıldı. Evkaf bakanlığı
ansiklopedinin birinci cildinin önsözünde şu bilgiyi vermiştir. Bu ansiklopedi
de hicri (13) üncü asrın sonuna kadar olan islâm fıkıh kültürü çağdaş bir
metotla yazılacaktır.
Allah Tealâ'dan
muvaffakiyet ve başarılar dileriz.
Dr. Cemâlûddin Atiyye,
ansiklopedi projesi için şu öneriyi sundu: İslâm şeriatını araştırmak için,
yazma kitapları, fıkhın büyük ana kaynak kitaplarını, ahkam âyetleri
ansiklopedisini, ahkam hadisleri ansiklopedisini, İslâm teşri ansiklopedisini,
İslâmi kaza ahkâm ansiklopedisini, İslâm fıkıh ansiklopedisi İslâm fıkıh
müdevvenesini içine alacak şekilde bir akademi kurulmalı ve bunlar
yapılmalıdır.
Dr.Cemaledin Atiyye:
"ictihad konusuna girmeden önce bunların yapılması zaruridir. Çünkü bunlar
içtihadın malzemeleri ve ön bilgileridir. Bunlar yapıldıktan sonra modern
bilimsel cemiyetleri gibi fikirlerinden istifade etmek için islâm ülkelerindeki
mütehassıs âlimleri içine alacak şekilde İslâm fıkıh cemiyetinin kurulması
mümkün olur" demiştir. [237]
Zaman zaman çıkan ve
zaman zaman duraklayan İslâm fıkıh ansiklopedileri yolunda harcanan gayretlerin
çok önemli bir işin yardımcı delilleri olduğunu bilmemiz gerekir.O çok önemli
iş ise ictihad işidir.
İslâm şeriat, esasları
ve kaideleriyle büyümeye ve gelişmeye elverişli özelliklere sahib olan bir
şeri'attir. Önceki âlimlerimiz, bu şeri'atm verimli olduğunu, her asrın
ihtiyacına cevap verdiğini, verdiği cevapla dini koruduğunu ve müslümanların
kalkınmasına yardımcı olduğunu isbat etmişlerdir. Hayat geçtikçe zaman zaman
çeşitli meseleler meydana çıkıyor, Buna göre islâm fıkıh âlimleri İnsanların
dinden sapmamaları için yeni meselelerin hükümlerini çıkarmaya devam etmeleri
gerekir. Dinlerin yaşaması, gelişmesi, faaliyetini sürdürmesi, genç olarak
kalabilmesi ancak zaman zaman yetişen mütehassıs din âlimlerinin aracılığı ile
mümkün olur.
İslâm âlemi bu gün,
gecen asırlarda bilinmeyen yeni problemlerle karşılaşmaktadır. İslâm
âlimlerinin karşılaştıkları bu yeni problemleri çözebilmeleri için
araştırmaları ictihadda bulunmaları ve çok çalışarak kendilerini yenilemeleri
gerekir. Bu yeni meseleler hakkında zaman zaman ferdi çalışmalar yapılmaktadır.
Fakat bu yenilik özeliği taşıyan bu meseleler ferdi çalışmalarla çözülemez.
Okuyucu bu yeni meseleler hakkında yazılan eserleri yüzeysel buluyor yeni
meselelerin önünde İslâmı yeni meselelere göre uyarlıyor. Doğru olsun, yanlış
olsun, yeni medeniyetin konularına islâm uygun olsun diye islâmın delillerini
ve kaidelerini ihtimali olmayan manalara göre yorumluyor. Bu şekilde bu
meseleler çözülemez. Bu yeni meselelerin çözülmesi ancak bu meselelerin
derinlemesine araştırılıp, incelenmesi, hükümlerin derinliğine ölçülmesi
ayrıntılarının asıllarına uygun olarak izah edilmesi islâmi fıkıh terazisiyle
tartılarak ele alınması, fıkhın ve hayatın gelişmesi ile gelişmiş olan yeni bir
üslûbla yazılmasıyla mümkün olur.
Mutlak içtihat veya
mezheplerde içtihat neredeyse imkansızdır. Bu gün ictihad ancak bir gurup
tarafından yapılabilir. Bu da İslâm ülkelerinin en meşhur fıkıh âlimlerini,
iktisat, sosyoloji, hukuk ve tıb gibi sahalarda ihtisas sahibi olan uzmanları
içine alacak şekilde bir cemiyet kurulduğu takdirde fıkhi araştırmalar ilmi bir
deneyime dayanarak yapılır.
TevfıkAIlâh'dandır.
Ivlennâ Halil
el-Kattan
Tercümenin bitiş
tarihi:25/6/2001
İstanbul
Tercüme eden:
Zeynelabidin Tathlıoğlu [238]
[1] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 2-3.
[2] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 4-6.
[3] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 6-8.
[4] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 8-10.
[5] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 10-11.
[6] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 11-13.
[7] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 13-20.
[8] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 21-26.
[9] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 26-28.
[10] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 30-37.
[11] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 37-48.
[12] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 49-58.
[13] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 58-61.
[14] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 61-70.
[15] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 70-76.
[16] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 76-78.
[17] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 78-85.
[18] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 85-89.
[19] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 90-92.
[20] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 92.
[21] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 93-95.
[22] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 95-97.
[23] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 97-100.
[24] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 101.
[25] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 101-103.
[26] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 103-105.
[27] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık:
[28] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 105-113.
[29] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 113-114.
[30] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 114-119.
[31] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 119-121.
[32] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 112-126.
[33] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 126-128.
[34] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 128-132.
[35] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 132-134.
[36] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 134-140.
[37] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 140-144.
[38] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 144-147.
[39] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 147-151.
[40] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 151-152.
[41] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 152-158.
[42] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 158-162.
[43] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 162-163.
[44] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 163.
[45] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 163-164.
[46] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 164-165.
[47] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 165-166.
[48] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 166-167.
[49] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 167-168.
[50] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 168-173.
[51] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 175-177.
[52] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 177-186.
[53] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 186-189.
[54] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 189.
[55] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 189-195.
[56] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 195-197.
[57] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 197-198.
[58] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 198-206.
[59] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 206-214.
[60] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 214-217.
[61] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 217-219.
[62] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 219-221.
[63] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 221-224.
[64] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 224-225.
[65] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 225-226.
[66] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 226-227.
[67] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 228-230.
[68] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 231.
[69] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 231-232.
[70] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 232-233.
[71] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 233-235.
[72] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 235-239.
[73] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 239-253.
[74] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 253-256.
[75] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 256-259.
[76] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 259-267.
[77] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 267-273.
[78] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 273-275.
[79] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 275-280.
[80] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 280-285.
[81] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 285-289.
[82] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 289-291.
[83] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 291-293.
[84] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 293-295.
[85] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 294-295.
[86] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 297.
[87] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 297-305.
[88] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 305-309.
[89] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 310.
[90] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 310.
[91] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 311-313.
[92] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 313.
[93] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 313-314.
[94] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 314-315.
[95] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 315.
[96] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 315-316.
[97] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 316-319.
[98] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 319-322.
[99] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 322-323.
[100] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 324.
[101] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 324-329.
[102] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 329-331.
[103] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 331-332.
[104] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 332.
[105] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 332-333.
[106] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 333.
[107] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 333.
[108] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 334.
[109] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 334.
[110] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 334-338.
[111] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 338.
[112] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 338-340.
[113] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 340-341.
[114] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 342.
[115] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 342-344.
[116] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 344.
[117] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 345-346.
[118] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 346-347.
[119] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 347.
[120] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 347-349.
[121] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 350-354.
[122] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 354-355.
[123] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 355-357.
[124] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 357-358.
[125] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 358-359.
[126] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 359-360.
[127] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 360-361.
[128] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 361.
[129] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 362-365.
[130] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 367.
[131] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 367-370.
[132] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 371-376.
[133] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 376-379.
[134] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 379-380.
[135] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 380-382.
[136] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 382-383.
[137] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 383.
[138] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 384.
[139] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 384-386.
[140] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 386-387.
[141] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 387-388.
[142] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 388-390.
[143] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 390-391.
[144] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 391.
[145] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 392.
[146] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 392-394.
[147] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 395.
[148] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 396-397.
[149] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 397-399.
[150] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 400-401.
[151] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 402.
[152] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 403-404.
[153] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 404-406.
[154] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 406-407.
[155] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 408-409.
[156] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 409.
[157] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 410.
[158] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 410-412.
[159] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 412-419.
[160] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 419-424.
[161] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 424-427.
[162] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 427-430.
[163] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 430-434.
[164] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 434-435.
[165] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 435-437.
[166] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 437-439.
[167] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 439-442.
[168] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 442-443.
[169] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 444.
[170] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 444.
[171] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 445.
[172] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 445.
[173] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 446-447.
[174] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 447-450.
[175] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 450-451.
[176] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 451-452.
[177] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 452-453.
[178] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 453.
[179] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 453.
[180] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 453-454.
[181] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 454.
[182] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 454-455.
[183] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 455.
[184] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 455-456.
[185] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 456.
[186] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 456-457.
[187] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 457-458.
[188] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 459-463.
[189] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 463-465.
[190] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 465-466.
[191] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 466.
[192] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 466-467.
[193] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 467-468.
[194] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 468-470.
[195] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 470.
[196] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 470-471.
[197] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 471-472.
[198] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 472-473.
[199] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 473-475.
[200] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 475-478.
[201] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 479.
[202] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 479-484.
[203] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 484-487.
[204] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 487-488.
[205] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 488-489.
[206] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 489-490.
[207] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 491-493.
[208] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 493-496.
[209] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 496-501.
[210] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 502-504.
[211] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 504.
[212] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 505-507.
[213] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 508-511.
[214] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 511-512.
[215] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 512-515.
[216] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 515-516.
[217] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 516-518.
[218] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 518-520.
[219] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 522-524.
[220] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 524-525.
[221] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 526-529.
[222] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 529.
[223] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 529-530.
[224] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 530.
[225] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 530-531.
[226] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 531-532.
[227] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 532.
[228] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 532-533.
[229] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 534.
[230] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 534-538.
[231] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 538-541.
[232] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 541.
[233] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 542-543.
[234] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 543-546.
[235] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 546-548.
[236] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 549-550.
[237] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 551-553.
[238] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye
Kitapçılık: 553-554.