İSLÂMDA TEŞRİ VE FIKIH TARİHİ VE METODU.. 6

ÖNSÖZ. 6

GİRİŞ. 6

İslâm Fıkhının Ve Teşrî' Tarihinin İncelenmesinin Önemi 7

Her Toplumun Bütün Hayatına Hakim Olacak Bir Sisteme İhtiyacı Vardır: 8

Kanunun Manası 8

Serî'atın ve Teşrî'in Manaları 9

İslâm Şerî'atımn Diğer Semavi Şerî'atlar Arasındaki Yeri 9

İlâhi Kanun İle Beşeri Kanun Arasındaki Fark. 11

İslâm Düşünce Tarihinde Şer'i Hüküm Koymanın Devirleri Ve Aşamaları: 13

Birinci Fasıl 13

Şer'i Hüküm Koyma Asrı: 13

Resûlüllâh (SAV) M Hayatında Şer'i Hüküm Koyma Hakkında: 15

Resûlüllâh (SAV) İn Devrinde Şer'i Hüküm Koymanın Kaynakları: 19

Kur'ân'ın Bölük Bölük İnmesi: 21

Kur'ân'm Bölük Bölük İnmesinin Hikmeti 22

Şer'i Hükümlerin Aşamalı Olarak Meşru Kılınmasının En Açık Örneği içkinin Haram Kılınmasıdır: 25

Kur'an-I Kerimin Bölük Bölük İnmesinin Hikmeti, Eğitim Ve Öğretimde İstifade Edilmesi İçindir: 26

Mekke Devrinde Meşru Kılınan Hükümler: 27

Medine Devrinde Meşru Kılınan Hükümler: 29

Medine'deki Şer'i Hükümlerin Mekke'deki Şer'i Hükümler İle Bağlantısı: 30

Mekke'de İnen Ayetler İle Medine'de İnen Ayetlerin Özellikleri 31

Mekke'de İnen Sürelerin Özellikleri: 31

Mekke'de İnen Âyetler İle Medine'de İnen Âyetlerin Arasındaki Fark: 32

Mekke'de İnen Âyetlerin Özellikleri: 32

Medine'de İnen Âyetlerin Özellikleri 33

Medine'de İnen Sûrelerin İniş Tarihlerinin De Yaklaşık Olarak Belirlenmesi Mümkündür: 33

Kur'ân'ın İstemekte Veya Yapılıp Yapılmamasını Serbest Bırakmasında Kullandığı Üslûbu Ve Şer'i Hükümleri Açıklamadaki Metodu: 34

Kur'ân'ın Bir Fiilin.(Bir İşin) Yapılmasını İstemekte Kullandığı Çeşitli Üslûblar: 35

Kur'ân'ın Bir Fiilin Yapılmamasını İstemekte Kullandığı Çeşitli Üslûblar: 36

Kur'an'ın Yapılıp Yapılmamasını Serbest Bıraktığı Mubah Denilen Fiiller Hakkında Kullandığı Çeşitli Üslûblar: 37

Kur'ân'ın Şer'i Hükümleri Açıklamadaki Metodu: 37

Kur'ân Hayatın Bölümlerinin Hükümlerini Açıklamıştır: 38

Sünnet İslâmda Şer'i Hüküm Koymanın İkinci Kaynağıdır: 39

Sünnet Hakkında Yanlış Düşünenlerin İleri Sürdükleri İddiaları: 40

İmam Şafii Şer'i Hükümleri Şu Kısımlara Ayırmıştır. 41

Sünnet (Hadis) İn Resûlüllâh'in Devrinde Yazılmaya Başlanması: 42

Hadisin Yazılmasının, Yasaklanmasının Sebebi Hakkında Âlimler İhtilâf Etmişlerdir: 43

Resûlullâh (SAV) İn İçtihadı 44

Ashabın Resûlullâh (SAV) Dan İlim Öğrenmeleri: 45

Kur'ân'ın Sahifelerde Ve Kalblerde Muhafaza Edilmesi: 46

Resûlüllâh (Sav) Devrinde Ashabın İçtihadı: 47

1) Resûlullâh (Sav) Bulunmadığında Ashabın İçtihat Etmeleri: 48

2- Rasûluuâh (SAV)In Huzurunda Ashabın İctihad Etmeleri: 49

Kur'an Ve Sünnette Şer'i Hüküm Koymanın Özellikleri: 51

1) Mar'uf Ve Münker: 51

Ma'rufun Dereceleri Vardır: 51

Münkerin De Dereceleri Vardır: 51

2) Şerî'atin Kapsamı: 51

3) Şerî'at, Bir Bütündür. Bölünmeyi Kabul Etmez: 52

4) İslâm Şerî'atını Nassları (Delilleri) Beşerin Bütün İhtiyaçlarına Cevap Verir: 52

Kur'an Ve Sünnette Gelen Bütün Hükümler: 52

Kur'an Ve Sünnetin Cahiliyyet Devri Hükümlerinden İptal Ettiği En Önemli Hükümler Şunlardır: 53

İkinci Fasıl 54

Fıkıh, Hulâfa-İ Raşidin Devrinde Onbirinci Hicretyıhndan Başlar, Kırkıncı Hicret Yılma Kadar Devam Eder: 54

Siyasi Durum.. 55

Bu Devirde Fıkhın Kaynaklan: 57

Kur'ân'ın Cem'î (Toplanması) 58

Hz. Ebû Bekir Devrinde Kur'ân'ın Cem' Edilmesi 58

Hz. Osman'ın Kur'an-I Yazdırmasının Sebebi: 60

İslami Fetihler Ve Fetihlerin Gereği 60

Sahabenin İttifak Ettikleri Meselelerin En Önemlileri: 61

Sahabenin İhtilaf Ettikleri En Önemli Meseleler: 63

1) Ganimetlerin Taksimi: 63

2) İçkinin Haddi (Cezası): 65

3) Riba (Faiz) Bahsi: 66

4) Üç Talakla Boşama: 67

5) Teravih Namazı: 67

6) Eşlerden Birinin Hür, Diğerinin Hür Olmaması Halinde Talakın Adedi: 68

7) Kocası Vefat Eden Hamile Kadının İddeti: 69

8) İlâ'da Talâkın Meydana Gelmesi Vakti: 69

9) Üç Talâkla Boşanan Kadına Nafaka Ve Mesken Verilip Verilmemesi: 69

10)  Sahih Dedenin Ölünün Kardeşleri İle Mirasçı Olup Olmaması: 70

11) Ölünün Kız Kardeşleri, Ölünün Kızları İle Mirasçı Olup Olmamaları: 70

12) Müşerreke: Anabir Kardeşler İle Ana Ve Baba Bir Kardeşlerin Mirasda Ortak Kılınmaları Hakkındaki Mesele: 71

13) Mirasda Avil: 71

Fetvalarda Meydana Gelen İhtilafın Sebebleri: 72

İhtilafın Sebebleri Şunlardır: 73

Hadis Rivayetinin Dikkatle Araştırılması Ve Kesin Olarak Bilinmedikçe Nakledilmemesi: 77

Bu Devirde İctihad: 78

Sahabe Delil Bulamadıklarında Birçok Meselelerde Kendi Reyleriyle İctihadda Bulunmuşlardır: 78

Yerilen İctihad İle Amel Edilen İçtihadın Arasının Bulunması: 81

Sahabe Müctehidleri: 82

Hazreti Ömer 83

Ali B. Ebü Talib. 84

Abdullah B. Mes'ûd: 86

Zeyd B. Sabit 87

Abdullah B. Ömer 87

Hazreti Aişe. 88

Hz. Aişe'nin İlim Ve Makam Bakımından Bütün Kadınlardan Üstün Olması: 88

Üçüncü Fasıl 89

Fıkhın Üçüncü Devresi 89

Sahabenin Küçükleri İle Tabiinin Büyüklerinin Asrıdır 89

Asrının Başına Kadar Devam Eder. Bu Devirde Siyasi Durum- 89

İslam Fıkhında Siyasi İhtilafların Tesiri: 91

Haricilerin Görüşleri 92

1) Haricilerin Hilafet Hakkındaki Görüşleri: 92

2) Haricilerin İman Ve Amel Hakkındaki Görüşleri 93

3) Haricilerin En Meşhur Fırkaları: 93

1) Ezarika: 93

2) Necedat 94

3) İbadiyye. 94

4) Sufriyye. 94

Haricilerin Fıklii: 94

2) Şia=Şiiler: 95

Bu Prensipler Şiileri Şu Sonuçlara Ulaştırdı: 96

Şiiler Bir Çok Fırkalara Ayrılmışlardır. Onların En Önemlileri Zeydiyye İle İmamiyye Fırkasıdır: 96

L)Zeydiyye. 96

2) İmamiyye. 97

Âlimlerin Şehirlere Dağılması: 98

Mekke: 99

Medine: 99

Küfe: 99

Basra: 99

Şam: 99

Mısır: 99

Yemen: 100

Hadis Rivayeti: 100

Hadis Uydurmanın Başlaması: 101

Hadis Uydurmanın En Önemli Sebepleri Şunlardır: 101

1) Siyasi İhtilaflar: 101

2) Zındıklar: 102

3) Miliyetcilik, İmamlar Ve Beldeler Hakkında Uydurulmuş Hadisler: 102

4) Faziletler, Tergib, Terhîb Hakkında Uydurulmuş Hadisler: 102

Âlimlerin Hadisleri Korumak Ve Hadis Uydurma Hareketine Karşı Durmak Tçin Çalışmaları: 103

1 )Hadislerin Senetlerinin Araştırılması: 103

2) Ravilerin Tenkit Edilmeleri: 103

3) Birhadisin Uydurulmuş Olduğunu Bildiren Belirtiler Şunlardır: 103

Cerh Ve Ta'dil 104

Hadislerin Toplanıp Yazılması Ve Yazılmasının Etkileri 104

Ehl-İ Rey'in Ve Ehl-İ Hadisin Doğuşu. 106

Irak'da Ehli Rey'in Mezhebi: 106

Ehl'i Re'y Medrese'sinin Özellikleri 106

Hicaz'da (Medine'de) Ehl-İ Hadis Medresesinin Mezhebi: 107

Hicaz İmamlarının Delillerin Dairesinden Ayrılmamaları Şu Sebeblere Bağlıdır: 107

Hicaz Medresinin Özellikleri 107

Yedi Fakih. 108

O Asırda İhtilaflı Meselelerden Bâzıları: 108

Dördüncü Fasıl 109

Bu Asırda Fetva Verenlerin Meşhurları: 109

Abdullah B. Abbas. 109

Said B. Müseyyeb: 110

Urve B. Zübeyr: 111

Ubeydullah B. Abdullah B. Utbe B. Mesud. 112

Salim B. Abdullah B. Ömer B. Hattab. 113

Süleyman B. Yesac. 113

Kasını B. Muhammed B. Ebu Bekir 113

Nafi' Mevlâ İbn-İ Ömer 114

İbn-İ Şihab Ez-Zühri 114

Muhammedi B. Ali B. Hüseyin. 114

Mücahid B. Cebr 115

İkrime Mevlâ İbn-İ Abbas. 115

Ata B. Ebû Rebah. 116

Alkame B. Kays En-Nehaî 116

İbrahim B. Yezid En-Nehaî 116

Hasan-ı Basri 116

Muhammed B. Şirin. 117

Ömer B. Abdülaziz. 117

Tavus B. Keysan. 118

İmam Azam Ebu Hanife. 118

Ebu Hanife'nin Yaşadığı Asır: 118

Fakihlerin Konumu. 119

Fıkıhta İlimde Mevalinin (Arap Olmayanların) Üstün Olması 119

Ebu Hanife'nin Doğumu - Yetişmesi Vefatı (Hicri 80-150) 120

Ebu Hanifenin Çektiği Sıkıntı Ve Ahlakı 120

Ebu Hanife'nin Mezhebinin Dayandığı Esaslar Şunlardır: 121

1) Kur'ân-İ Kerim: 121

2) Ebu Hanife Hadisleri Kabul Etmekte Çok Titiz Davranıyordu: 121

3) Ebu Hanife'nin Kıyası Çok Kullanması: 121

4) İstihsan: 122

5) Şer'i Hileler 122

Ebu Hanife Hadisleri Terk Ediyordu Diye İddia Etmeleri 124

Ebu Hanife'nin Fıkhın Gelişmesine Tesiri Ve Mezhebinin Yayılması: 126

İmam Malik Ve Asrı 127

İmam Malik'in Hayatı (Hicri 93-179) 127

İmam Malik'in Yaşayışı Ve Geçim Kaynağı 128

İmam Malik'e İşkence Yapılması 129

İmam Malik'in Medine'den Mısırdaki Leys B. Sa'd'a Yazdığı Mektubu: 129

Muvatta. 130

Müdevvene. 131

Maliki Mezhebinin Dayandığı Esaslar: 131

1) Kur'an-I Kerim.. 131

2) Sünnet (Hadis) 132

3) Medinelilerin Ameli: 132

4) Sahabenin Kavli (Sözü) 132

5) Mesâlih-İ Mürsele: 132

6) Kıyas. 133

7) Sedd-İ Zerâi 133

Mâliki Mezhebinin Gelişmesi Ve Yayılması: 134

Maliki Mezhebini Yayanlardan Bazıları Şunlardır: 134

A) Abdullah B. Vehb (H.125-197) 134

B) Abdurrahman B. Kasım (H.128-191) 134

C) Eşheb B. Abdülaziz. Kays Amiri (H.140-204) 134

D) Esed B. Furat B. Sinan (H. 145-212) 135

E) Abdülmelik B. Macişûn Macişûn,  Teymoğulları   Azadlılarındandır. 135

A) Abdüsselâm B.Said Sahnun (H.7-240) 135

B) Abdülmelik B.Habib (H.?-238) 135

C) Abdullah B. Abdülhakem ( H.-150-216) 135

İmam Şafii 135

İmam Şafii'nin İlim Tahsil Etmesi Ve İdareci Olması: 136

İmam Şafii'nin İlmi Ve İlminin Kaynakları 137

Ebu Zehra'ya Göre İmam Şafii'nin Bu Yüksek Mevkie Ulaşmasının Sebebleri Şunlardır. 138

A) Şahsi Kabiliyyeti Ve Yetenekleri: 138

B) Hocaları: 138

C) Özel İncelemeleri Ve Tecrübeleri: 138

D) İmam Şafii'nin Asrı: 138

İmam Şafii'nin Görüşleri Ve Fıkhı: 139

İmam Şafii'nin Fıkhı 139

1) Mekke Devri: 139

2) Bağdat Devri: 140

3) Mısır Devri: 140

Kitabü'l- Ümm.. 140

Kitabü'r-Risale. 141

Şafii Mezhebinin Dayandığı Esaslar: 142

1)Kitap Ve Sünnet: 142

2) İcmâ: 143

3) Sahabilerin Sözleri: 144

4) Kıyas: 145

Şafii Mezhebinin Yayılışı 145

İmam Ahmed B. Hanbel 145

Ahmed B. Hanbel'in Asrı: 145

İmam Ahmed B. Hanbel'in Hayatı: (H.164-241) 146

Ahmed B. Hanbepin Hadis Rivayetine Ve Fetva Vermeye Başlayışı: 147

Ahmed B. Hanbel'e İşkence Yapılması: 147

El Müsned. 148

Hanbeli Mezhebinin Dayandığı Deliller: 149

1) Deliller: 149

2) Sahabilerin Fetvaları: 150

3) Sahabelerin İhtilaf Etmiş Oldukları Fetvalarından Tercih Edileni: 151

4) Mürsel Hadis Ve Zayıf Hadisle Amel Edilmesi: 151

5) Kıyas: 152

Ahmed B. Hanbel'in İlminin Nakledilmesi Ve Mezhebinin Yayılması: 153

Hanbeli Mezhebinde Rivayetlerin Çok Olması: 153

Beşinci Fasıl 154

Zamanımızda İslam Fıkhının Durumu, İslam Fıkhını Yenilemek Konusunda Çalışmalar. 154

Fıkhın Yazılması: 154

Tedrisat Durumu: 154

Fıkhın Uygulanması: 155

İslâm Şuurunun Uyanışı Ve Fıkıhda Yenilik Teşebbüsleri: 156

Islahat Hareketleri 156

Fıkhın Düzenlenmesi Konusunda Genel Ve Özel Çalışmalar 156

Mecelle-İ Ahkam-I Adliye. 156

Mürşidü'l-Hayran Li-Ma'rifet-İ Ahvâlfı-İnsan. 157

Et-Teşriu'1-Cinapl-İsıânıi 157

Fıkıh Cemiyetinin Kurulması: 157

İslâmi Araştırma Cemiyeti 157

İslâm Fıkıh Ansiklopedisi: 158

Dünya Çapında Bir Ansiklopedi Çıkarmaya İhtiyaç Vardır: 159

İslâm Fıkıh Ansiklopedisini Hazırlama Projeleri 160

1) Dımaşk Üniversitesindeki Şeriat Fakülte-Si'nin Projesi: 160

İslâm Fıkıh Ansiklopedisi Komisyonu: 160

Ansiklopedinin Metodu: 160

2) Kahire'de Din İşleri Yüksek Konseyinin Projesi: 161

3)-Kahire'de "İslâmi Araştırma Cemiyeti"Projesi: 162

4) Kuveyt'de Din İşleri Ve Evkaf Bakanlığı Projesi: 162

Bir Gurup Tarafından İctihad Kapılarının Açılması: 163

 

İSLÂMDA TEŞRİ VE FIKIH TARİHİ VE METODU

 

ÖNSÖZ

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile (başlıyorum.)

Bütün hamd ve senalar yalnız Allah Tealâ'ya mahsus­tur. O'na hamd eder, O'ndan yardım ister, günahlarımızı bağışlamasını dileriz. Nefislerimizin yaptığı kötülükler­den ve işlerimizin çirkinliklerinden Allah Tealâ'ya sığınırız. Allah Tealâ kimi doğru yola eriştirirse artık onu şaşırtacak hiç kimse yoktur. Kimi de şaşırtırsa onu da doğru yola iletecek kimse yoktur. Biz Allah Tealâ'dan başka ilâh olmadığına, bir olup ortağı bulunmadığına, Hazreti Muhammed (SAV) in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şahadet ederiz.

AllâhTealâ'nm salat ve selâmı Rasûlulâh' (SAV)ın ve onun âl ve ashabının, onun daveti gibi insanları islâmiyete davet edenin ve onun gitmiş olduğu yolda gidenin üzerine olsun.

Teşr'î (şer'i hüküm koyma) ve İslâm Fıkıh tarihinin ana hatlarıyla konulan şunlardır:

Şer'i hüküm koyma ile ilgili bahisler, Şer'i hüküm koymanın kaynaklan, Fıkhın doğuşu ve gelişmesi,

Müctehidlerin mezhepleri ve bu mezheplerden her birinin kuralları ile metodları,

Müctehidlerin hal tercümeleri ve delilleri araştırarak onlardan hüküm çıkarırken harcadıkları büyük gayret ve yüksek bilgileri, fıkhın büyüyüp olgunlaşması, her asırda

hayatın sorunlarını başarı ile çözümlemesi, insanlığın yükselme ve gelişme sebeplerini üstlenmesi, direklerini hak ve adalet esasları üzerine dikerek örnek ve üstün bir medeniyet meydana getirmiş olması.

Anlatılan bu konular, araştırmacılara ilim kapısını açbu asırda islâm fıkhının gelişip yükselme sebeplerine yapışan-ların yolunu aydınlatır.

Bu yolda yürüyen müslümanlar geçmişteki şeref ve haysiyetlerini yeniden kazanırlar, milletler arasında ön saf da yerlerini alırlar.

Zira her maksadın ardında Allah Tealâ vardır.

H. 1407-M. 1987 Mennâ' Halil

el-Kattan

Yüksek Kadılık Enstitüsi Müdürü - Riyad[1]

 

GİRİŞ

 

Tarih: olayları ve bunların meydana gelmiş olduğu zamanı, insanların hayatı üzerinde bırakmış olduğu etkileri anlatan bir ilimdir.

İlimlerden herhangi bir ilmin tarihi; o ilmin doğuşun­dan, aşamalarından, gelişiminden ve bu ilme hizmet-etmiş olan insanların hayatından bahseder.

İlimlere ait tarih: umumi (genel) tarih herhangi bir asırdaki olayları, meşhur adamları, ilmi ve fikri durumları kısa ve öz olarak anlatan ilimdir.

Her ilmin tarihi, bir ilim dalı olması için araştırılmalı, metotlu bir şekilde konusu, kuralları ve faydaları tertipli ve düzenli olarak yazılmalıdır.

Fakat tarihe gereken önem verilmediği için her ilmin tarihi araştırılarak mükemmel bir metodla yazılmamıştır. Bununla önceki âlimlerin araştırma metodlarını bilmedik­lerini kasdetmiyorum. Çünkü onlardan bazıları ilimlerin tarihinden bahsetmişlerdir. Fakat çok kısa değindikleri için ihtiyaca cevap verecek seviyede değildir.

İbn-i Haldun, Mukaddimesinin altıncı babım ilimlere, ilimlerin sınıflarına, öğretilmesine, öğretilmede takip edilecek yollara, öğretim faktörlerine, öğretimle ilişkisi bulunan durumlara ayırmıştır. Yine îbn-i Haldun, mukaddimesinin yedinci faslını fıkıh ilmine ve fıkıh ilmine bağlı olan ferâiz ilmine tahsis etmiştir.

Dr. Hasan İbrahim Hasan "Tarihü'l -islâm es-Siyâsi ve'd Dini ve's-Sekafî ve'l içtimaî" isimli kitabında kültüre ait bir bap ayırıp orada nakli ve akli ilimlerden, İslâmın hüküm sürdüğü asırlarda yazılan kitaplardan, bu ilimlerin gelişmesinden kısaca bahsetmiştir.

Üstad Ahmet Emin ""Fecrü'l-İslâm", "Duha'l-İslâm", "Zuhuru' 1-İslâm"" isimli kitaplarında islâm tarihindeki düşünce hayatını inceleyip islâmi ilimlere ve kültüre değinmiştir.

Alimlerin hizmet etmeyi ihmal ettikleri ilimlerden biri de, islâmda fıkıh ve teşri' tarihidir. Alimlerden çok azı, bu yeni ilimde araştırma metodlarının anahatlarını çizen kısa kitaplar yazmışlardır. Bu yeni ilim üzerinde çalışan­lar, bu kitablardaki anahatlara bağlı kalmalı, onları kendilerine rehber edinmeli, bu yeni ilmin temel prensip­lerini geliştirmeye ve tamamlamaya gayret göstermelidir­ler Bu yeni ilme ait yazılan kitaplardan bazıları şunlardır:

Hudarî'nin "Tarihü't -Teşri' el- İslâmî"

Dr. Ali Hasan Abdülkadir'in "Nazratün Ammetün fı-Tarihi'l-Fıkhı'l- İslâmî" Es-Sayis'in "Tarihü'l -Fıkhı'l -İslâmî"

 

Dr. Muhammed Yusuf Musa'nın "Tarihu't-Teşrî' el-îslâmî"-

Abdülazim Şerifuddin'in "Tarihü'l-Teşri'el- islâmî"

Faziletli Üstâd Muhammed Ebû Zehra da bu konu ile ilgili bahisleri kapsayan kitaplar yazmıştır: "Tarihü'l-mezahip el- îslâmî", "İmam zeyd b. Ali", "İmam Ebû hanife", "İmam Malik", "İmam Şafiî", "İmam Ahmed", "İbn-i Hazm", "îbn-i Teymiyye" gibi imamların hayatlarina ait kitapları, seri halinde çıkarmış olduğu kitaplar­dandır.

Ostâd Ali Hasbullah'ın "Usulü't- Teşrî'il-İslâmî" kitabı ile Muhammed b el-Hasan el-Hacevî es-Seâlibî el-Fasî'nin "el-Fikrü's-Sâmi fı-Tarihi'1-Fıkhı'l- Islâmî" kitabı da bu konuyu ele alan kitaplardandır. Yine Zerka'nın "el-Medhalitf-Fıkhî el-Âmm" kitabı, el-Mahmasâni'nin "Felsefetü'l-Teşrî' fı'1-İslâmî" ve "Medhalü'l -Fıkhı el- islâmî" kitabları, Dr. Muhammed Baltacı'nm yeni çıkan "Menahicü't-teşrîî 1- İslâmf fı'l Kami's- Sani el-Hicri" kitabı bu yeni ilme hizmet eden ve bu ilmin konularının çoğunu kapsayan kitaplardandır.

İmam Yusuf un "îhtilaf-i Ebi Hanife ve İbn-i Ebi Ley­la", Razi' nin "Adâbü'ş- Şafii ve Menâkıbuhu", İbn-i Kayyım'in "İ'lâmü'l-müvakkıin", İbn-i Abdi'l-Berr'in "el-İntikaü Min Fedaili's-selâse ti'1-Eimmeti'l-Fukahâi" kadı İyaz'ın "Tertibü'l medârik ve tertibü'l-mesalik Li-Marifet-i A'lâm-i Mezheb-i Malik", İbn-i Sa'd'ın "et-Tabâkatü'l Kübrâ", "Tabakatü'ş Şâfıiyye", "Tabâkatü'l Hanâbile" Bu kitaplar ise mezhepler hakkında bu yeni ilim için kaynak kitaplardan sayılır. [2]

 

İslâm Fıkhının Ve Teşrî' Tarihinin İncelenmesinin Önemi

 

Herhangi bir ilmin tarihinin incelenmesinden maksat, o ilimden istifade edebilmesi için temel esaslarının, konularının, hedeflerinin ve faydalarının bilinmesidir. Çünkü islâm fıkhı, ibadetler ve muameleler hakkındaki feri hükümleri bir araya getirmekte kusur etmemiştir. Genel manada islâm; itikadda ibadette, sosyal hayatta,

iktisadda,   siyasette  ve  şer i' hüküm  koymada  insan hayatının   bütün   bölümlerinde   mükemmel   bir  yoldur. İslâm flkhi, bir takım aşamalar sonunda en son mertebeye ulaşarak sağlam bir bina haline gelmiştir, İslâm fıkhı, beşer    medeniyyetini,    çeşitli    muameleleri,    insanlık ilişkilerini, müslümanlar için ince bir şekilde  düzene koymuştur. Bu anlatılan hususlar, islâm fıkhının ve teşri' tarihinin incelenmesine büyük önem kazandırır. Çünkü bu inceleme islâmi hayatı ayakta tutan temel pirensipleri kapsamaktadır. İslâm şeri'atı, ümmet binasının üzerine kurulduğu temel ve medeniyetin gelişmesinde hareket noktasıdır insanlar bu ümmetin tarihinde  altın çağını yaşarken   hayatı   şekillendirmede,   insani   medeniyetin mesajını  anlamada,  dünya ve ahiret için hayırlı  işler yapmaya   yönelmekte   en   güzel   medeniyet   örneğini görmüştür.

İslâm, bazı devirlerde islâmi değerleri zayıflatmaya ve müslümanları hak yoldan saptırmaya çalışan yıkıcı fikri akımların saldırılarına zaman zaman maruz kalmıştır.

İslâm şeri'atı, ilk önce Roma ve İran felsefi fikir akım­larının saldırısına uğramıştır. İnsanlardan bazıları bu kısır akli çelişkiye aldandılar. İlm-i Kelâm'da din ile felsefeyi uzlaştırmaya çalıştılar. Dinin aslına ve yapısına felsefe­den yabancı kavramlar soktular. Bu yüzden dini bahisler, din ile hiç alakası olmayan bahisler halini aldı

Fakat islâm akidesinin açık olması, ihlâsh ve samimi âlimlerin çalışmaları islâm akidesine felsefenin etki etmesine ve yabancı manaların girmesine engel oldular.

Bugün ve bu asırda ise, başka yıkıcı akımlar islâmi çağdışı ve kuralları katı diye suçlayarak çağdaş gelişmeye

karşı, ihtiyaçlara cevap vermeye elverişli olmadığını ileri sürerek İslama saldırıyorlar.

İslâm fıkhı, müslümanlarm hayatında hem sosyal gidi­şatı, hemde iş hayatını temsil etmektedir. Bu yüzden islâm fıkhı, gerek Avrupa medeniyetinden ve gerekse komünist devletlerden islâmı yıkmak için arka arkaya gelen hücumlardan her ikisine birden eşit olarak karşı koyacak birinci savunma hattını teşkil eder. Bu bakımdan islâmın gelişip ilerlemesini isteyen ıslahatçı müslümanlar ıslâh hareketine fıkıhdan başlamak istiyorlar. Çünkü fıkıh, ıslâh davetçilerine göre, islâm tarihini temsil etmektedir. Onlar Rasûlullâh' (SAV) in devrindeki islâm'a dönmek istiyorlar. Sosyal gelişmenin hayatını ve kudretini o devirdeki islâm da görüyorlar. Bugünkü fıkıh İçin ise, "Onun çoğu müctehidlerin içtihadından ibarettir" diyorlar. Bu ıslahatçılar, seri' hüküm koymanın asıl kay­naklarına ve islâma has olan imkanlara baş vurarak, islâmın özünden hareket ederek insan hayatı için tam mükemmel ve gerçek bir nizama ulaşmak istiyorlar. Bu husus ancak fıkhı ve fıkhın gelişmesini yeniden gözden geçirmekle ve islâmı yeniden asrı saadet devrindeki temel üzerine oturtarak, ictihad günlerine ve müslümanlarm fıkhı geliştirme devrine dönmek mümkün olur. [3]

 

Her Toplumun Bütün Hayatına Hakim Olacak Bir Sisteme İhtiyacı Vardır:

 

Hangi toplum olursa olsun aralarında anarşi çıkmaması için bir arada yaşamalarını sağlayacak, fertlerin haklarını koruyacak aralarındaki ilişkileri düzenliyecek, temel pirensipler ve kaideler sistemine muhtaçdır.

Çünkü insan, bencil ve kendi menfatmı başkasının menfatına tercih etmek üzere yaratılmıştır. İnsanın içinde bir takım duygular bulunmaktadır ki, bu duygular düzeltilmeye ve terbiye edilmeye muhtaçdır. Ta ki, bir insan kendi kardeşi olan diğer bir insana zülüm etmesin. Hiç bir insan, diğer insanlardan ayrı bir yerde tek başına yaşıyamaz. Bir insanın yaşaması diğer insanların yaşama­larına bağlıdır. Bir insan diğer insanlarla sosyal ve ortak menfaatlarda ve işlerde yardımlaşır, karşılıklı değişimde bulunur. İşte filozofların "İnsan tabiatı icabı medenidir" sözlerinin manası budur.

İbn-i Haldun, bu gerçeği "İnsanların toplu olarak ya­şamaları zaruridir" ifadesiyle açıklamıştır.

Filozofların ıstılahında, insanların toplu olarak bir arada yaşamalarına medeniyyet adı verilir ki, ümranın manası da bundan ibarettir. Ümranın veya insanın tabii olarak medeni oluşunun izahı şudur: İnsanın geçimini temin etmesi için muhtaç olduğu her şeyi kendi başına yapması mümkün değildir.

İnsanların hayatlarını ve varlıklarım sürdürebilmeleri ancak toplu olarak yaşamalarına, yiyecek, içecek, mesken gibi zaruri  ihtiyaçları temin etmek için bir birleriyle yardımlaşmalarına bağlıdır. Bir arada yaşayan insanlar, zaruri  ihtiyaçlarını  alım  satım yaparak temin etmeye çalışırlar. İnsanların hayvani tabiatında haksızlık yapmak ve saldırmak bulunduğu içjin her insan, muhtaç olduğu şeyi diğer insanın elinden zorla almak ister, diğeri de vermez. Bu yüzden aralarında birbirini öldürmeye kadar götürecek mücadele başlar. İnsanların anarşi ortamında yaşamaları ise mümkün değildir. Bu takdirde insanları bir birine  karşı  koruyacak  ve  saldırılarım  Önleyecek  bir başkana mutlaka ihtiyaç vardır. Bundan dolayı insanların arasındaki ilişkileri ve münasebetleri adalet ve eşitlik üzere sağlayacak ve yerleştirecek bir sistemin bulunması şarttır. Hatta aile ve kabile olarak ortaya çıkmış olan ilkel toplumların dahi çevre şartlarına göre, bir takım kaideleri, pirensipleri, örf ve adetleri bulunur. Hayatın gelişmesi ve ihtiyaçların yenilenmesiyle örfler, adetler ve hayatı düzenleyen kurallar da gelişir. Bu kurallar, insanların hayatında zaruri özellikler kazanır. Aralarındaki anlaş­mazlıklarda ona müracat ederler. Bir toplumun hayatı yükselince fıkirleride yükselir. Kendi güvenliğini ve refahım gerçekleştirecek bir takım temel kurallar gelişti­rir. İşte bu gibi kurallara "kanun" adı verilir. [4]

 

Kanunun Manası

 

Hukukçuların bir toplumun ihtiyaçlarını karşılamak, isteklerine cevap vermek, iktisadi ve sosyal işlerini düzenlemek için koymuş oldukları kaidelerin, prensiple­rin ve düzenlemelerin toplamına "kanun" adı verilir.

Bir toplumun tecrübelerden istifade ederek kanunların­daki hataları düzeltmeleri, değiştirip, geliştirerek tabiatla­rına uygun olarak yapmaları o toplumun ilerlemede ve yükselmede ulaştığı durumu yansıtır.

Bu manada kanun değişkendir. Her toplumun kanunu diğer toplumun kanunundan değişik olur. Çünkü her toplumun örfleri, âdetleri ve özellikleri ayrıdır. İlim ve kültür dereceleri farklıdır. Bundan dolayı bir topluma uygun olan kanun, diğer topluma uygun olmayabilir. Bir asra uygun olan kanun da diğer bir asra uygun olmaya

bilir Çevreleri, âdetleri ve fikirleri değişik  olan  iki toplum için aynı beşeri kanun uygun olmadığı aşikardır.

Beşeri kanun, kulu yaratıcısına bağlayan, Rabbi ile ilişkisini düzenleyen, dünyaya gelişindeki hikmeti ve ahirette gideceği yeri açıklayan dini akideye (inanca) değer vermediği gibi insanın vicdanını uyaran, insanda hayır duygularını geliştiren insanı manevi haklan gözet­meye ve bunlara bağlı kalmaya teşvik eden ahlâki faziletlere de değer vermez.

İnsanların   bu   gibi   kanunlara   "eş-şerâiu'1-vaziyye" demeleri  mecazdır,  "kanun"  kelimesinin aslı yunanca olup kaide manasında kullanılıyordu. Oradan arabça'ya girdi. Arabça'da her şeyin ölçüsü manasında kullanıldı. Müslüman âlimler, ilk asırlarda kanun kelimesini şer'i veya   şer'i   hüküm   manasında   kullanmadılar.    Yine müslüman âlimler, şer'i hüküm koyan manasında olan "Sari" veya "müşerri" kelimelerini kanun koyan mana­sında olan "vâzıu'l-kanun" veya "mükannin" kelimeleri­nin yerinde kullanmadılar. Ancak sonra yetişen âlimler, beşeri kanunların tesiri altında kaldıkları için "sari"' ve "müşerri" kelimelerini kanun koyan manasında kullandı­lar.   Bu   yüzden   şerî'at   ıstılahlarını   kanun   koymada kullandılar. İslâm fıkıh ıstılahı ise, bunu kesinlikle kabul etmez. Bu husus şerî'at ve teşri' kelimelerinin manaları tarif edilirken daha iyi açıklanacaktır. [5]

 

Serî'atın ve Teşrî'in Manaları

 

"eş-Şer'u" kelimesi lügatta: "şere'a" kelimesinin masdarı, "et-teşrî"' kelimesi ise "şerre'a" kelimesinin masdarıdır.

Şerî'atın lügâtta kullanılan asıl manası: "içmek için gidilen su kaynağıdır" Araplar, şerî'at kelimesini doğru yol manasında kullanmışlardır. Su kaynağı bedenlerin sağlıklarını sürdürerek hayatta kalmalarına sebep olduğu gibi, insanları hayra götüren ve dosdoğru yol olan şerî'at da ruhların ebedi hayatlarına ve gerçek saadetlerine ve kalplerin huzura kavuşmalarına sebep olmaktadır. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Sonra (Ey Muhammedi) seni (dinden) bir yol üzere memur kıldık, onun için sen o serî'ata uy!" [Casiye sûresi 18] buyurmuştur.

Deve su kaynağına geldiği vakit "şereati'l-ibilü" denir. Birine yol gösterilip bu yol açıklandığı vakit "şuria lehu'1-emru" denir.

Nitekim Tealâ Hazretleri: "Sizin için dinden Nuh'a tavsiye ettiğini sizede şerî'at yaptı." [Şura sûresi: 13] ve: "Yoksa onların (Mekke kafirlerinin) Allah'ın izin vermediği şeyleri (o fasid) dinlerinden kendilerine şeriat (çıkarıp) yapan ortaklarımı var?: [Şura sûresi: 21] buyurmuştur. Kamus sahibi; "Şeriat: Allah Tealâ'mn kullan için koymuş olduğu seri' hükümlerdir" demiştir.

Ragıb: "eş-Şer'u: "Açık ve geniş yol manasınadır, şer'atü'lehu'l-emre= Ona geniş bir yol gösterdim" denir, eş-şer'u aslında mastardır sonra açık ve geniş yola isim yapılmış, şir'a şer'a ve şeri'ât denilmiştir. Bu da dinde ilâhi yol manasında kullanılır" demiştir.

Bazıları: "şerî'at su kaynağına benzetildiği için şerî'at denilmiştir, çünkü herkim ki, şerî'atta hakikat ve doğru­luk üzere giderse, hem içip kanar hemde temizlenir" demişlerdir.

İslâm şeriatının ıstılah manası: Allah Tealâ'mn kulla­rının dünya ve ahiretteki saadetlerini gerçekleştirmeleri için hayatın çeşitli bölümlerini düzenleyen akideler (inançlar) ibadetler, ahlâk ve muamelelerden koymuş olduğu hükümlerdir.

Allah Tealâ'mn serî'atı: Dostdoğru ve hak olan açık bir yoldur ki, insanı sapmaktan, eğrilmekten korur, kötülük­lere düşmekten nefsin duygu ve isteklerinden uzaklaştırır. Şerî'at, tatlı bir su kaynağıdır, insanların susuzluğunu giderir, ruhlarına hayat verir, kalplerini huzura kavuştu­rur. Allah Tealâ'mn seri' hükümleri koymasındaki hikmeti, insanların hak yol üzerinde dostdoğru giderek dünya ve ahiret saadetini elde etmeleri içindir. Bu manaya göre şerî'at: Allah Tealâ tarafından gelmiş ve peygamberleri tarafından kullarına tebliğ edilmiş olan hükümlere mahsustur.

Allah Tealâ'ya ""İlk sâri" ve hükümlerine de "şer'i"" denir. Bundan dolayı seri' kelimesinin "kavanin-i vaziyye" hakkında kullanılması caiz değildir. Çünkü bu kanunları insanlar yapmışlardır. Yazarlardan bir çoğu, "kavanin-i vaziyy" ye "teşrî'-i vaz'i" ve "ilâhi vahye" de "teşr'i-i semavi" demeyi adet edinmişlerdir. Doğru olan, seri' veya şerî'at kelimeleri ancak ilâhi yol hakkında kullanılır. İnsanların sistemleri ve kanunları hakkında kullanılamaz. [6]

 

İslâm Şerî'atımn Diğer Semavi Şerî'atlar Arasındaki Yeri

 

Allah Tealâ insanları islâm fıtratı üzere yaratmış ve bununla beraber tabiatlarına kontrol edilmesi zor olan meyiller, içgüdüler, istek ve arzular gibi çeşitli duygular koymuştur. Bu kontrol edilmesi zor olan fena istek ve duygular, islâm fıtratını korumak için aklını kullanmayan insanı, tesiri altına alarak hak yoldan sapmasına sebep olur. Nitekim Tealâ Hazretleri: "O halde ( Habibim) sen yüzünü bir muvahhid olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki o insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışına (hiçbir şey) bedel olamaz. Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler" buyurmuştur. [Rum sûresi: 30]

Bir hadis-i şerif de: "Her çocuk islâm fıtratı üzere dünyaya gelir. Bundan sonra anası babası (yahudi ise) onu yahudi yaparlar, (Hıristiyan ise) Hıristiyan yaparlar veya (mecusi ise) mecüsi yaparlar" buyurulmuştur. Allah Tealâ Adem oğullarının bellerinden zürriyetlerini çıkardı. Onlara: "Ben sizin Rabbiniz değilmiyim!" buyurdu. Onlar da "Evet Rabbimizsin şahid olduk" dediler. İşte Allah Tealâ'nın zürriyetlerden böyle söz almış olmasın­dan dolayı insanlar İslâm fıtratı üzere dünyaya gelirler. Nitekim Teâlâ Hazretleri: "Hani Rabbin Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine karşı şahid tutarak: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" buyur­du. Onlar da. hay hay (Rabbimizsin) şahid olduk dediler. Bunu kıyamet gününde, "Bizim bundan haberimiz yoktu" demeyesiniz diye yaptık" [Araf sûresi: 172] buyurmuştur.

Allah Tealâmn hikmeti kullarından peygamberler seçip göndermesini gerektirdi. Peygamberler, insanları islâm fıtratına çevirirler, ahlâklarını düzeltmeleri, hak yoluna uymaları konusunda en güzel örnekleri açıklarlar. Ta ki, Peygamberler geldik den sonra insanların bir bahaneleri olmasın. Nitekim Tealâ Hazretleri: "(biz) peygamberleri (rahmet) müjdecileri ve azab habercileri olarak (gönder­dik)  Ta ki,  Peygamberlerden  sonra  insanların  Allah'a

karşı   (Özür  olarak  ileri   sürebilecekleri) bir  bahaneleri olmasın" [Nisa sûresi: 165] buyurmuştur

Peygamberimizden önceki her peygamberin peygam­berliği kendi kavmine mahsustu. Gönderilen her peygam­ber kendi kavmini islâm ve tevhit fıtratına (Allah Tealâ'nın birliğine) döndürmeye, bozulan akidelerini ve ahlâklarını düzeltmeye, nefislerini ve ruhlarını temizle­meye çalışıyordu. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Geçmiş her ümmet içinde mutlaka bir uyarıcı (bir peygamber) buluna gelmiştir" [Fatır sûresi: 24] buyurmuştur.

İlk devirlerde insan topluluklarının ihtiyaçları sınırlı, yaşantıları ilkel, düşünceleri yüzeyseldi ve içinde yaşa­dıkları çevreden dışarı çıkamıyorlardı. İnsanların muame­le hakkındaki işleri çeşitli alanlara dağılmamıştı. Dar bir çevre içinde hareket ediyorlardı. Bu yüzden insanlar, hayatın zorluklarını kolaylaştıracak, müşküllerini çözecek sistemlere ihtiyaç duymuyorlardı. Allah Tealâ peygambe­rimiz Hz. Muhammed (SAV) den önce, hiçbir peygambe­rin, peygamberliğinin bekâsını ve devamlı olmasını dilemediği için şerî'atı ebedi ve kalıcı özellik taşımıyordu. Bu yüzden her peygamberin şerî'atı gönde­rilmiş olduğu kavmine mahsustu. Her peygamber, kavmini âlemlerin Rabbi ve bir tek olan Allah Tealâ'nın bütün insanları kendisine kulluk yapmaları için yaratmış olduğu temeline dayanan tevhid akidesini muhafaza etmeye ve hayatlarını ilâhi dine uygun olarak düzenleme­ye davet ediyordu.

İnsanların aklı tekâmül edip, hayatlarındaki problemler çözümsüz bir hale gelince, Allah Tealâ hayatın her tarafını aydınlatacak yeni bir din güneşinin doğmasına izin verdi. Ta ki, peygamberlerin inşa ettiği insanlığın

medeniyet sarayı tamamlansın. İşte bu din, islâm şerî'atıdır. Nitekim Resûlullah (SAV): "Benimle benden önce geçen peygamberlerin misâli bir bina İnşâ eden, onu iyi ve güzel yapan ancak köşesinde bir kerpiç yeri boş bırakan bir adamın misali gibidir. Ki: insanlar o binayı dolaşırlar, onu beğenirler ve "şuraya bir kerpiç koysaydın ya" derler. İşte o kerpiç benim ve ben peygamberlerin sonuncusuyum" buyurdular. Allah Tealâ, aşağıdaki âyet-i kerimede açıklandığı üzere peygamberlerinden şöyle bir söz almıştı: «Hatırla ki, Allah vaktiyle peygamberlerden şöyle birsöz almıştı. "Celalim hakkı için, size kitap' ve hikmetten her ne verilir de sonra elinizdeki kitabı tasdik eden bir peygamber gelirse ona mutlaka İmân edecek ve mutlaka yardımda bulunacaksınız, buna ikrar verdiniz mi! ve bunun üzerine benim ağır ahdimi boynunuza aldınız mı! Buyurmuştu. İkrar verdik dediler. Öyle ise şahid olun, Ben' de sizinle beraber şahidlerdenim" buyurdu» [Al-i İmran sûresi: 81] Ardar da gelen ilâhi vahiy bir ırmağa benzer ki, o ırmaktan çaylar ve kanallar ayrılarak akidenin solmuş ormanlarını, kurumaya yüz tutmuş fazilet dallarını suluyorlardı.

Ta ki, insanlığın yapıcı özellikleri gelişip büyüyerek Allah Tealâ'nm izniyle her zaman insanların hayrına meyvelerini versin. İşte bu ırmak doğar ve hayırları her tarafa taşar. Şöyle ki: Allah Tealâ elçi olan melekleriyle peygamberlerine vahy eder, veya elçi olan peygamberle­rine vasıtasız konuşur. Onlarda insanlara aldıkları vahyi tebliğ ederler.

Bu ırmağın döküldüğü yer, islâm peygamberi Hz. Muhammed (SAV) in peygamberliği ile sona ermiştir. Kur'an âyetleri şer'i hüküm koymanın bütün sebeplerini öğretir.  Nitekim Tealâ hazretleri:  "Sizin için dinden,

Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahiy buyurduğumuzu, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi size de şerî'at yaptı. Dini doğru tutun onda ayrılılığa düşmeyin. Müşriklere kendilerini davet ettiğin din, büyük (ağır) geldi. Allah bu dine, dilediklerini seçecek ve yönelenleri ona hidayet edecektir." [Şura sûresi: 13] buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim, önceki peygamberleri gönderilmiş olduğu kavminin adı ile zikretmektedir: "Yemin olsun ki, biz Nuh' u kavmine (peygamber olarak) göndermiştik (o şöyle demişti): "Hakikat ben sizin için apaçık bir uyarıcı­yım"" [Hüd sûresi: 25] "Ad (kavmin)e de kardeşleri Hüd'u peygamber gönderdik, dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. Sizin ondan başka hiçbir ilâhınız yoktur." [Hüd sûresi: 50] "Semüd kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka ilâhınız yoktur." [Hud sûresi: 61]

"Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'i gönderdik dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin ondan başka hiçbir ilâhınız yoktur." [Hüd sûresi: 84] "Lüt'u da kavmine peygamber olarak gönderdik" [A'raf sûresi: 80]

"Sonra onların ardından Musa'yı mucizelerimizle Firavn'a ve cemaatine gönderdik." [A'raf sûresi: 103]

Tealâ Hazretleri, İsâ Aleyhisselâm hakkında da: "Onu İsrail oğullarına peygamber olarak gönderecek" [Al-i İmran sûresi: 49] buyurmuştur.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) davetinin evrensel ve kendisinin dünyanın üstadı, âlemlerin peygamberi, peygamberlerin sonuncusu olduğunu ilân etti. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Ne yücedir o Allah ki, bütün âlemlere bir uyarıcı olsun diye, kuluna (Hz. Muhammed (SAV) e bu Furkan'ı (Kur'an'ı) indirmiştir."

 [Furkan sûresi: 1] ve "Biz seni (habibim) âlemlere ancak rahmet için gönderdik." [Enbiya sûresi: 107] ve: "(Habibim) deki: "Ey insanlar! Ben sîzin hepinize gönderilmiş Allah'ın bir peygamberiyim! O Allah ki, göklerle yerin mülkü O'nun dur. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur." [Araf sûresi: 158] ve: "Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Fakat o Allah m bîr Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her 'şeyi en iyi bilendir". [Ahzab sûresi 40] buyurmuştur. Bir hadis-İ şerif de: "Her peygamber hassaten kendi kavmine gönderiliyordu. Ben ise bütün insanlara peygamber olarak gönderildim. Ben (peygamberlerin) sonuncusuyum. Artık benden sonra peygamber gelmeyecektir" buyurmuştur.

Semavi şerî'atlar, Allah Tealâ mn birliğine davet et­mek, Allah'a meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayrın ve şerrin, Allah'ın takdiri ile olduğuna imân etmekten ibaret olan asıl akidede birleş­mişlerdir. Nitekim Tealâ Hazretleri "(Habibim) senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona, "Benden başka hiçbir ilâh yoktur, onun için bana ibadet edin!" diye vahiy etmiş olmayalım." [Enbiya sûresi: 25] ve "(Habibim) de ki: "Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda müsavi bir söze gelin. (Şöyle ki) : Allâh'dan başkasına tapmayalım, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da birbirimizi Rabler edinmeyelim. Eğer bundan yüz çevirirlerse (o halde) deyin ki: "Şahid olun biz muhakkak müslümanlarız"   [Ali İmran sûresi: 64]

Semavi şerî'atlar, şu temel esaslarda birleşmişlerdir: ibadetler ve ahlâk ile nefsin temizlenmesi. Nitekim Tealâ hazretleri: "Gerçekten (küfürden) temizlenen ve Rabbinin ismini anıp namaz kılan kurtulmuştur. Fakat siz ey kafirler dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve devamlıdır. Bu (temizlenenin kurtulması ve ahiretin daha hayırlı olması) evvelkilerin kitaplarında, İbrahim ile ile Musa'nın sahifelerinde de vardır." [A'lâ sûresi =14-19] ve "Ey İmân edenler sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi, size de farz kılındı: umulur ki (günahlardan) korunursunuz." [Bakara sûresi: 183] buyurmuştur.

Semavi serî'atların bir çoğu şu temel esasların dışına çıkmamıştır. Akide, ibadet ve ahlâk İsâ Aleyhisselâm'ın şerî'atı olan hıristiyanlık, nefis ve ruh terbiyesi gibi, manevi konuları temsil ediyordu.

Allah Tealâ'nın Musa aleyhisselâm ile göndermiş olduğu yahudilik şerî'atı ise, muamele nevilerinin bazılarını kapsıyordu. Bu şerî'at da sınırlıydı, İsrail oğullarının ortamlarının özelliklerini taşıyordu. Bu yüzden başka zamanlara ve başka kavimlere uygulanacak şekilde genel ve kapsamlı değildi. Kur'an-ı Kerim, Yahudilere temiz ve pak olan nimetler haram kılınmak suretiyle ceza verilmiş olduğunu işaret etmiştir: "Yahudi­lerin zulümleri, bir çok kimseleri Allah yolundan çevir­meleri, kendilerine yasak edilmişken faiz almaları ve haksız yere insanların mallarını yemeleri sebebiyledir ki, evvelce kendilerine helâl kılınmış bir çok temiz ve pak nimetleri onlara haram ettik ve kafir olanlar için acıklı bir azap hazırladık" [Nisa sûresi: 160-161]

Buhari ile Müslim'de İbn-i Ömer den şöyle rivayet edilmiştir: "Şüphe yok ki, yahudiler Rasülûllah (SAV)a gelip, kendilerinden olan bir kadın ile bir erkeğin zina etmiş olduklarını anlattılar. Bunun üzerine Resûlulâh (SAV): "Rejim konusunda Tevrat'ta ne buluyorsunuz?" diye sordu Yahudiler: "Ceza olmak üzere zina edenleri rezil ederiz ve dayak vururuz" dediler. Abdullah b. Selâm: "yalan söylüyorsunuz Tevrat ta rejim âyet-i vardır o halde Tevrat'ı getirin" dedi. Tevrat'ı açtılar onlardan biri rejim âyetinin üzerine elini koydu onun evvelindeki ve sonundakini okudu. Abdullah b Selâm ona "Elini kaldır" dedi Elini kaldırınca bakdı ki, orada rejim âyet-i var! Bunun üzerine; "Doğru söyledin ya Muhammed (SAV) " dediler. Resûlulâh (SAV) her ikisi içinde emir vererek rejim edildiler." İbn-i Ömer: "Ben, erkeğin kendi vücudu ile kadını taşlardan koruduğunu gördüm" dedi. Hz. Muhammed (SAV) in getirmiş olduğu İslâm şerî'âtı ise, insan hayatının maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarına cevap vererek isteklerini gidermek, sosyal, iktisadi, ve siyasi olarak medeniyetin çeşitli maksatlarını gerçekleş­tirmek için gelmiştir.

İslâm akide (inanç)dir. İbadettir, ahlâktır teşrî'dir, hükümdür, kazadır, mesciddir, pazardır, ilimdir, ameldir, mushafdır, kılıçtır. İşte "islâm dindir hem de devlettir" denince bunlar kasdedilmektedir. İslâm serî'atının nasları (âyet-i kerimeleri ile hadisi şerifleri) genel ve kapsamlı oldukları için koymuş olduğu kaideleri her asırda bütün insanların hayatlarına uygulamaya elverişli olduğundan büyüyen ve gelişen olaylarla beraber her zaman her yerde meydana gelen ihtiyaçlara cevap vererek, insanlık medeniyetini hakka götüren işaretlere ve doğru yola sevk eder. Bundan dolayı Allah Tealâ, İslâm şerî'âtı ile dinini kemâle erdirmiş ve nimetlerini tamamlamıştır.

Nitekim Tealâ Hazretleri: "Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Size din olarak İslama razı oldum" [Maide sûresi: 3] buyurmuştur [7]

 

İlâhi Kanun İle Beşeri Kanun Arasındaki Fark

 

Bunlar arasındaki fark, önceki konuda geçti. Şehid Abdülkadir Üdeh: "et-Teşrîü'l Cinaî fil-İslâm = İslâmda Cinayet Hukuku" isimli kitabının birinci cildinin girişinde bunlar arasındaki farkları detaylı olarak anlatmıştır. Biz bu farkları kısaca özetlİyelim:

1) Beşeri kanun, insanlar tarafından düzenlenmiş olan kanundur. İlâhi kanun ise, Allah Tealâ tarafından gönde­rilmiş olan kanundur. O halde bu iki kanun birbiriyle karşılaştırılması doğru değildir. Yaratıcı ile yaratılmışlar arasındaki  farkı  düşün!  Akıl  sahipleri yanında hiçbir zaman insanlar tarafından yapılmış olan kanun, insanların Rabbi   tarafından   gönderilmiş   olan   ilâhi   kanun   ile karşılaştırılamaz.

2) Beşeri kanun insanlar tarafından düzenlendiği için nefislerinin kötü istek ve arzularına boyun eğerler beşeri duyguları kendilerine üstün gelir. Bu faktörlerin tesiri altında kalarak hakkı takdir etmekten ve dünya işlerini adaletle   uygulamaktan   uzaklaşırlar.   İnsanlar   ilim   ve irfanda ne kadar yükselirse yükselsinler işlerin hakikatini anlayıp detaylı olarak kavrayamazlar. Bu yüzden insanlar tarafından yapılan kanunlar devamlı olarak değiştirilmeye maruz kalırlar. Bu beşeri kanunların bir hüküm İçin sabit bir ölçüsü yoktur. Bu gün helâldir dediğine yarın haram­dır,  der.  Bundan  dolayı  hayat ölçüleri,  hayır ve  şer ölçüleri   durmadan   değişir.    İnsanların   durumlarının, meyillerinin ve duygularının değişmesine göre şekil alır. İnsanların hayatı devamlı istikrarsızlık ve sıkıntı içinde bulunur. Nitekim Allah Tealâ'nm indirdiği ile hükmet­meyen milletlerin hayatında bu apaçık görülmektedir.

Şerîat (ilâhi kanun) ise, ilâhi vahiydir. Bunların hep­sinden uzaktır. Çünkü şerî'at (ilâhi kanun), hikmet sahibi ve her şeyi hakkıyla bilen Allah Tealâ tarafından indiril­miştir. O Allah ki, kullarının hallerini, dünya ve Ahiret hayatında onlara uygun olanları, dünyalarında ve ahiretlerinde saadet ve mutluluklarını gerçekleştirecek olan hayırları bilir. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Hiç o yaratan bilmezmi ki, O latifdir, herşeyden haberdardır" [Mülk sûresi: 13] buyurmuştur. Cenab-ı Hak, insanlara gelen kusur ve eksiklikten uzaktır. Nitekim âyet-i kerimede: "Rabbim şaşmaz ve unutmaz." [Tâ-hâ sûresi: 52] buyrulmuştur.

İslâm şerî'atı, beşerin hayatını devam ettirecek temel kaideleri açıklamıştır. Bu temel kaidelerin şer'i delilden soyutlanarak konulması mümkün değildir. Resûllulâh (SAV) bile masum (günahsız) olmasına rağmen ancak vahye uyuyordu: "Ben ancak bana vahiy olunana uya­rım." [Enam sûresi: 50] Resûlüllah (SAV) hükmünü ancak Allah Tealâ tarafından kendisine bildirilen ile veriyordu. Nitekim Allah Tealâ: "Gerçekten biz sana bu kitabı hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah in gösterdiği gibi hükmedesin" [Nisa sûresi: 105] buyurmuş­tur.

Kanun koyma hakkı insanların elinden kurtarılıp, bu hak Allah Tealâ'ya ve Rasulüne verildiği takdirde bizim için ölçüsü sabit, kendisine hiçbir zaman bozukluk ve kusur arız olmayan Rabbani şerî'at sağlanmış olur.

3) Beşeri kanun kaideleri, sınırlı, bir sistemdir. Her toplumun yaşadıkları zamanın ihtiyaçlarına cevap verecek   şekilde   düzenlenir.   Toplumun   gelişmesiyle gelişir. Kanun, Önce aile sistemi olarak uygulanmış, ilmi sistem haline ancak on dokuzuncu asırda geçilebilmiştir.

İlâhi kanun ise, mükemmel olarak doğmuştur. Hayatın bütün ihtiyaçlarına her zaman ve her yerde cevap verecek şekilde sağlam kaidelere ve temiz bir kaynağa sahiptir.

4) Beşeri  kanunun kaideleri muvakkattir.  Belli bir toplum  ve  belli  bir  asra  mahsustur.  Toplum  gelişip ihtiyaçları yenilendikçe değişmeye muhtaçtır.

İslâm şerî'atının kaideleri, belli bir topluma ve belli bir asra mahsus olmak üzere gelmemiştir. Onun kaideleri geneldir. Sabit ve istikrarlıdır. Her asırda bütün toplumla­rın ihtiyaçlarını giderir ve seviyelerini yükseltir.

İslâm serî'atının üzerinden takriben on dört asır geçtiği, bu arada toplumların durumları değiştiği, yüzlerce kanun ve sistemler tafihe karıştığı, prensipler baştan ayağa kadar tamamıyla değiştiği halde her zaman ve her yerde uygulanmaya elverişli ve ter ü taze olarak devam etmek­tedir. Çünkü onun bütün naslan (âyet ve hadisleri) gelişme ve yükselme Özelliklerini taşımaktadırlar.

5) Beşeri kanun, devlet gücünün üzerinde kurulduğu sosyal ve iktisadi işler hakkındaki medeni muamelelerden başkasını kapsamaz.

İslâm şerî'atı ise, Allah Tealâ'ya, peygamberlerine, gayba ve ahirete îmânı, kuiun Rabbi ile olan ilişkisini, ahlâkı gidişatım, hayatın çeşitli ve dağınık faydalarını düzenlemeyi kapsar.

6) Beşeri kanun, ahlâki meseleleri ihmal eder, cezayı ancak ferdlere direkt olarak zarar veren veya emniyet ve asayişi bozan şeylere tahsis eder. Beşeri kanun, zina edenleri  cezalandırmaz.  Eğer biri diğerini zorlar veya birinin tam rızası olmazsa, bu iki durumda zararı direkt olarak fertlere dokunduğu için cezalandırılır, çünkü böyle durumlarda kamuya zararı dokunur.

Beşeri kanun, içki içmekten veya sarhoş olmaktan dolayı da ceza vermez. Ancak serhoş, kamuya açık olan yerde bulunursa cezalandırılır. Ceza verilmesi kamuya açık olan yerde bulunmasından dolayıdır. Çünkü insanlar böyle yerde bulunan bir serhoşun eza ve saldırısına maruz kalırlar. Ceza, sarhoşluğun rezaletinden, içki İçmek sıhhate zarar verdiğinden, aklı giderdiğinden, malı telef ettiğinden veya ahlâkı bozduğundan dolayı değildir.

İslâm serî'atı, ahlâka dayalı bir şerî'attır. İslâm da ahlâk, sahibini güzelleştiren bir edep olmakla birlikte dinin temellerinden kabul edilmiştir. Ahlak, ibadet terbiyesi neticesinde elde edilir. Muamelelerde ise, manevi Ölçülerle hareket etmek demektir.

İslâm, insan hayatının helâl ve iyilik üzerine kurulma­sını temin eder, insanî faziletlerin temel kaidelerinin elde edilmesine teşvik eder, yüce Örneklere davet ederek güzel ahlâkı över. Nitekim Tealâ Hazretleri: Elçisi Muhammed (SAV) hakkında: "Şübhesiz ki, sen yüce bir ahlâk üzeresin." [Nuh sûresi: 4] buyurmuştur.

7) Beşeri kanunun insanın ruhu üzerinde hakimiyeti yoktur. Yalnız ceza gücü, suçluyu caydırmaya yeterli değildir. Bundan dolayı kanun yapanlar, yaptıkları kanun yeterli olduğuna insanları razı ve ikna etmeleri gerekir. Ta ki, insanlar yapılan kanuna uysunlar. Fakat insanlar beşeri kanunun gücünü anlayamaz, ancak kanuna muha­lefet ettikleri ve ya suçüstü yakalandıkları zaman anlarlar. Çünkü beşeri kanunun ahiretle alakası yoktur. Ahiret korkusu olmayınca hile ve kurnazlık yoluyla kanunun boşluklarından istifade edilerek cezadan kurtulmak mümkün olur. O halde beşeri kanun, ne kadar mükemmel olursa olsun insanları yeryüzünde kötü maksatlarına ulaşmaktan alıkoyamaz.

İslâm şerî'atı, helâl ve haram fikrinden ve ahirete i-nanmaktan kaynaklanır. İnsan vicdanını terbiye ederek Müslümanı gizli ve aşikâr yaptığı bütün işlerde kontrol edici hale getirir. Bu yüzden bir Müslüman, Allah Tealânın dünyadaki cezasından korkmasından daha çok ahiret azabından korkar.

İslâm şerî'atı, yapılması farz olan ibadet kaideleri, medeni kanun, ceza kanunu, anayasa kanunu, devletler hukuku, bir şeyin helâl olması, bir mülkün veya bir hakkın elde edilmesi veya elden çıkarılması, bir cezanın verilmesi, bir sorumluluğun ortaya çıkması gibi muamele kaideleri bölümlerini kapsar. Bunların üzerine terettüp eden hem dünya hükümleri, hem de sevap ve azap gibi ahiret hükümleri vardır. Hüküm âyetlerini inceleyen bir kimse, bunlardan bir çoğunun üzerine hem dünya cezasının, hem de ahiret cezasının terettüp etmiş olduğu­nu görür.

Nitekim adam öldürme hakkında Allah Tealâ: "Her kim bir mümini kasden öldürürse onun cezası içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu, lanetlemiş ve ona büyük bir azap hazırlamıştır" [Nisa sûresi: 93] buyurmuştur. Yol kesme hakkında ise, Allah Tealâ Hazretleri: "Allah'a ve peygamberine karşı harb ederek yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışanların cezası, ancak ve ancak tepelenmeleri veya asılmaları veya elleriyle ayaklarının çapraz kesilmesi veya o yerden sürgün edilmeleridir. Bu ceza onlara dünyada bir kepazeliktir. Ahirette ise kendilerine büyük bir Azap vardır." [Maide sûresi: 33] buyurmuştur.

Kötü haberi yaymak ve namuslu kadınlara iftira etmek hakkında da Allah Tealâ Hazretleri: "Bu kötü haberin İmân edenler arasında yayılmasını arzu edenlere dünya ve ahirette acıklı bir azap vardır." [Nur sûresi: 19] buyur­muştur. Böyle konularda daha birçok âyetler vardır.

İşte İslâm, hem dünyada ve hem de Ahirette yapmış olduğu işlerden sorumlu olacağını bilen bir Müslümanın ruhunda kontrol mekanizması oluşturur. Bu yüzden Müslüman gece gündüz yaptığı bütün işlerinde İslâmî kaidelere riayet eder.

Şahitler ve kendini savunma gibi açık deliller, mahke­mede davacı haklı ise hakkı ispat etmek için lazımdır, haksız ise hakkı ona helâl kılmak için lazım değildir. Nitekim Resûlüllâh (SAV) kapısının önünde davacıların gürültüsünü işitmişte yanlarına çıkmış ve: "Ben ancak bir insanım bana davacılar geliyor, ihtimal ki, bazısı davasını daha iyi anlatırda ben onu doğru zanneder ve lehine hüküm vermiş olabilirim. Her kime bir müslümanın hakkını hükmetmişsem, bu ancak ateşten bir parçadır. Onu isterse alsın yahut dilerse terketsin" buyurmuştur. [8]

 

İslâm Düşünce Tarihinde Şer'i Hüküm Koy­manın Devirleri Ve Aşamaları:

 

Araştırmacılardan bazıları, islâmi düşünce tarihinde şer'i hüküm koymanın geçirdiği devirleri, islâm fıkhının doğmasını, gelişmesini, kuvvetli ve zayıf olmasını göz önüne alarak beşe ayırmışlardır.

1) Birinci devir: Rasûlüllâh (SAV) in asrı saadeti ile Hulefa-i Raşidin devridir.

2) İkinci devir: Fıkhın kuruluş devri olup, Emevilerin birinci asrında fıkhı çalışmayı ve Hicaz medresesi ile Irak medresesi ekollerini kapsar.

3) Üçüncü   devir:   Fıkhın   yükselmesi,   mezheplerin kuruluşu,  hadis-i  şeriflerin  ve  fıkhın  tedvin  edilmesi devridir.

4) Dördüncü devir: Mezhepler yerleştikten sonra içtihat kapısının kapandığı ve taklit edilme devridir.

5) Beşinci devir:  Zamanımızda fıkhın uyanışı, dini ıslah hareketleri ve ictihad kapısını açma devridir.

Araştırmacılardan diğer bir gurup ise, islâm fıkhmdaki siyasi ve sosyal hadiseleri göz önüne alarak fıkhın geçirdiği devirleri altıya ayırmışlardır:

1)  Şer'i hüküm koyma devri: Resûlulâh' (SAV) in peygamber olarak gönderilmesinden  on  birinci  hicret yılına kadar devam eder.

2) Fıkhın birinci devri: Hulefa-i Raşidin asrında on birinci hicret yılından başlar. Kırkıncı hicret yılına kadar devam eder.

3) Fıkhın ikinci devri: Sahabenin küçükleri ile tabiinin büyüklerinin zamanından başlayıp ikinci hicret asrının başlarına kadar devam eder. (

4) Fıkhın üçüncü devri: İkinci hicret asrının evvelinden dördüncü hicret asrının ortalarına kadar devam eder.

5) Fıkhın dördüncü devri:  Dördüncü hicret asrının ortalarından Bağdat'ın işgai edilip düşmüş olduğu hicri altı yüz elli altı yılına kadar devam eder.

6) Fıkhın beşinci devri: Bağdat'ın düşmesinden zama­nımıza kadar devam eder.

İkinci gurubun taksimini tercih ettik. Cüz'.i hâdiselerin ayrıntılarına girmeden ana konuları göz önünde bulun­durduk. Önem verilmesi gerekli olanlara önem verdik. [9]

 

Birinci Fasıl

 

Şer'i Hüküm Koyma Asrı:

 

Resûlüllah (SAV) m peygamber olarak gönderilmesin­den vefat etmiş olduğu on birinci hicret yılına kadar devam eder.

Peygamber Efendimizin gönderildiği zaman Arapların ve dünyanın durumu: İslâmın getirdiği mühim vazifeler:

Peygamber efendimiz gönderilmeden önce, milâdi altıncı asırda Arap yarım adasına yakın iki büyük devlet dünyaya hakimdi. Onlardan biri kuzeydoğuda bulunan İran (Sasani) devleti, diğeri ise kuzey batıda bulunan Roma (Bizans) devleti idi. Bu iki devletten her birinin medeniyetleri, kültürleri, kanunları ve inandıkları dinleri vardı.

İran devletini Kisra denilen hükümdarlar idare ediyor­lardı . Kendilerini kuşatan komşu devletlere sözlerini geçiriyorlardı. Kendilerine İran medeniyeti denilen bir medeniyet kurdular.

İslâmiyetten önce îran da hüküm süren son devlet "Sasani Devleti" idi. Bu devlet milâdi (226) yılından, müslümanlarm İran'ı ele geçirmiş oldukları milâdi (651) yılına kadar devam etti.

İranlılar İslâm'dan önce doğada bulunan varlıklara tapıyorlardı. Resmi dini "Zerdüştlük" idi. Yani, ateşe tapıyorlardı. Bu dinin kurucusu kendilerine peygamber olarak gönderilmiş olduğunu iddia ettikleri "Zerdüşt" idi. Zerdüşt'ün öğretileri: Nur ile Zulmet ve bolluk ile darlık gibi çeşitli kuvvetler arasındaki mücadele ve çatışma esasına dayanıyordu. Zedüşt'e göre, kainatın iki aslı veya iki ilâhı vardır: Biri iyiliğin aslı, diğeri kötülüğün aslıdır. Bu iki asıl, devamlı çatışırlar. Bu iki asıldan her birinin yaratma kudreti vardır. İyiliğin aslı ve kaynağı nurdur. Nur, güzel kuşlar ve yararlı hayvanlar gibi faydalı güzel ve iyi olan bütün varlıkları yaratır. Kötülüğün aslı ve kaynağı zulmettir. Zulmet ise, yırtıcı hayvanlar, yılanlar, haşarat ve bunlara benzeyen bütün kötü varlıkları yaratır. Fakat sonunda iyiliği yaratan üstün gelecektir.

Zerdüştlük'te insanın iki hayatı olduğuna inanılıyordu. Biri dünyadaki yaşadığı hayat, öbürü öldükten sonra dirilip ahirette yaşayacağı hayattır. Ahiret hayatındaki nasibi, dünya hayatında işlemiş olduğu iyiliklerin veya kötülüklerin ürünüdür. İyilikleri yaratan, kötülükleri yaratana galip geldiği zaman kıyamet günü yaklaşmış olacaktır.

İranlılar, iyiliği yaratan tanrıları için ateşi bir sembol olarak kabul etmişlerdi. Ateşi tapınaklarında yakıyorlar, iyiliği yaratan tanrının kuvvetlenip, kötülüğü yaratan tanrıya üstün gelmesini dileyerek ateşe üfurüyorlardı.

İran'da yayılmış olan "Maniheizm" ismindeki batıl mezhebin kurucusu "Mani" denen adamın prensipleri, Zerdüşt'ün  prensiplerinden   çok   az   farklıydı.   İran'da takriben milâdi (487) yılında "Mezdek" denen bir adam, İki ilâh akidesine dayalı yeni bir mezhep kurmuş, insanla­rı ona davet etmiştir. Mezdek de iyiliğin yaratıcısının nur kötülüğün yaratıcısının zulmet olduğunu söylüyordu. Onun prensipleri kominizm olarak tanınıyordu. O, insanların eşit olarak doğduklarına ve eşit olarak yaşama­larına inanıyordu, O, halde eşit olacakları en önemli şey: "mal ve kadındır" diyordu.

Şehristani: "Mezdek insanların birbirine karşı gelmele­rini, buğz etmelerini ve savaşmalarını yasaklıyordu. Bunların çoğu kadın ve mal yüzünden çıkmış olunca, kadınları ve malları mubah kıldı ve insanları sudan, ottan ve ateşten ortak olarak istifade ettikleri gibi, onlardan da istifade etmelidir diyordu." demiştir. İranlıların Sasani Devleti zamanında ahval-i şahsiyye (evlenme-boşanma) mülkiyet, kölelik ve bazı sosyal konuları kapsayan kanunları vardı.

Roma devletine gelince bunu da "Kayser" denilen hükümdarlar idare ediyorlardı. Bu devletin medeniyeti, Yunanlıların teorik felsefesi ve diyaletik mantığı üzerine kurulmuştu. Romalılar daha sonra, Sokrat, Eflatun ve Aristo'nun görüşlerini almışlardı. Bu devlet, Şam'ın, Mısır'ın ve Mağrib'in içinde bulunduğu Akdeniz bölgele­rine hakim olmuştu. Hıristiyan dini, çeşitli mezheplere ayrılmıştı. Hıristiyanlar putperestlere karşı tartışmada prensiplerini ve akidelerini üstün kılmak için yunan felsefesine baş vuruyorlardı. İskenderiye din ile felsefeyi uzlaştırmak için kurulmuş coğrafi bir merkezdi. Orada yeni Eflatunculuk diye tanınan bir mezhep ortaya çıktı. Bu, takriben milâddan (200) yıl önceydi. Hıristiyanlık Şam'da, Mısır'da, Mağrip'te, Sudan'da, Habeşistan'da ve Irak'da, yayıldı.

Nitekim Süryaniler de yunan felsefesini yayıyorlardı. Kendileri için bir çok medreseler yaptılar, en Önemli ilim merkezleri Eruh, Nusaybin ve Harran'da bulunuyordu. Süryaniler, putperestlik inancını, çeşitli kültürleri, Roma kanununu, tıp, astronomi, ve felsefe ilimlerini ihtiva eden, Yunanca kitapları herhangi bir değişime tabi tutmadan süryanice'ye tercüme ettiler. Bunların yanında Arap yarımadasının kuzeyinde, Yesrib (Medine-i Münevvere), gibi iç bölgelerinde dağınık olarak yahudiler bulunuyor­du. Bunlarında akideleri ve dini gelenekleri vardı.

Araplara gelince, bunların çoğu çöllerde göçebe olarak yaşıyorlardı. Bu şekilde yaşayan Araplara "Bedevi" denirdi. Kabilenin sistemi onları sosyal örflere ve âdetlere bağlıyordu. Kabile reisi, aralarında çıkan anlaşmazlığı hallediyordu. Çünkü onun yaptırım ve yasaklama yetkisi vardı. O zaman kabile sistemi, evlenmede aile töreni, Öldürmede kısas edilme gibi kendilerine hakim olan bazı sosyal düzenlemelerden mahrum değildi.

Araplardan bazıları Mekke, Yesrib (Medine) Taif gibi şehirlere yerleşmişlerdi. Bunlar ziraatla uğraşıyorlardı. Bazı sanatları meslek edinmişlerdi. Yerleşik yaşamın gereği olarak mali muameleler ve ticari ilişkiler için bir takım kaideler koymuşlardı. Büyük panayırların kurulma­sı hac mevsimlerinde toplanmaları bu kaidelerin konul­masına yardım etmişti, Mekke'de oturan Kureyş kabilesi ticaret yapmakla şöhret kazanmıştı. Bu kabile kışın, yazm Suriye (Roma) Irak, (Sâsâni) ve Yemen'e ticaret için devamlı gidip geliyorlardı. Araplar kendilerini kuşatan devletlerin kültürlerine yabancı değillerdi.

İranlılar ile Romalıların arasında devamlı mücadelenin bulunması nedeniyle her iki devlet Araplardan istifade

etmeye çalışıyordu. Ta ki Araplar, bedevilerin onların üzerine baskınlar yapmasını önlesinler, İranlılar, Fırat ırmağının kenarına Hire emirliğini (sancağını) kurdular, oraya Amr. B. Adi'yi emir tayin ettiler.

Gassaniler'de Şam'da kendilerine emirlik kurdular. Hire'nin son hükümdarı, Nabiğa-i Zübyani sahibi ve Hind'in zevci Ebû Kabus lakablı beşinci Numan b. Münzir idi. İran hükümdarı Kisra ona kızdı ve onu hapsetti, hapiste milâdi (602) yılında öldü.

Gassanilerin son hükümdarı Cebele b. Eyhem (m. 614) idi. Müslümanlar Samı fethedince, Cebele müslüman oldu ve Medine-i Münevvere'ye geldi Hz. Ömer (r.a) onu güzel ağırladı. Fakat Cebele Fezare kabilesinden bir adama tokat attı. O adam Hz. Ömer'e (r.a) müracaat ederek kendisi için Cebel'den kısas hakkım almasını istedi. Hz. Ömer (r.a) kısas yapmak isteyince, Cebele'yi büyüklük gururu günah işlemeye sevk etti, kendisine kısas yapılmasına razı olmadı. Çünkü Cebele önce hükümdardı, tokat attığı adam halktan biriydi. Ona göre nasıl olurda hükümdar olan bir kimse, halktan biriyle eşit tutularak kendisine kısas yapılırdı. Hz. Ömer (r.a): "Cebele senden mutlaka kısas alacağım" dedi, Bunun üzerine Cebele İstanbul'a kaçtı (H.20) tarihinde İstan­bul'da öldü. Gassanilerin Yunan kültürünün ve Roma dininin tesiri altında kaldığı gibi, Hire Arapları da İranlıların kültürünün tesiri altında kalmışlardır. Buna göre, gerek Hira Arapları olsun ve gerekse Gassani Arapları olsun Arap yarımadasının ortasında yaşayan Araplar ile devamlı ilişkileri vardı.

Yahudiler gizlice Arap beldelerine girdiler "Teyma" da, "Fedek" de, "Hayber" de, "Yesrib" de, kendilerine iş yerleri edindiler.

Hiristiyanlar da gizlice Arap yarımadasına girdiler. "Necran" a yerleştiler.

1) Arapların ticaretle uğraşması.

2) Arapların İran ve Roma sınırında emirlikleri bulun­ması.

3) Yahudi ve Hıristiyanların Arap yarımadasında bu­lunması. İşte bu üç husus Araplara komşu olan milletlerin medeniyetlerinin ve kültürlerinin Araplara taşınmasına vesile oldu.

Bunların yanında Hz. İbrahim aleyhisselâm ile Hz. İsmail Aleyhisselâmın dininden kalma bazı fikirler ve ibadetler dahi mevcuttu. Arapların tabiatları sert olduğu için dıştan gelen unsurları kolay kolay kabul etmiyorlardı. Çünkü cehalet ve putperestlik yaygındı. Birbirini boğazlıyarak anarşi ortamı içinde yaşıyorlardı İbn-i Haldun Araplar hakkında diyor ki: "Vahşi tabiata sahip olan Araplar, yağmalamaya meyilli idiler. Bir kabile, diğerine baskın yaparak ve bir tehlikeye katlanmadan götürebilecekleri kadar mallarını, sürülerini yağma ederler, sonra oturdukları yere kaçarlardı. Bir yeri ele geçirdikleri zaman orayı yıkar ve yakarlardı. Çünkü onlar vahşi bir milletti. Ocak yapmak için binaların taşlarını ve çadırlarına direk yapmak- için evlerin tavanlarındaki direkleri söküp götürürlerdi. Başkalarının mallarını yağmalama konusunda sınır tanımazlardı. Başkan olmakta yarış ederlerdi. Biri diğerine ister babası, ister kardeşi ve isterse kabilenin büyüğü olsun başkanlığı zor teslim ederdi. Bu yüzden bir çok yöneticileri ve idarecile­ri bulunurdu.

Araplar birbirine çok zor itaat eden milletlerdendi. Çünkü onlar, kaba, kibirli çok gayretli oldukları için başa geçmekte birbiriyle yarışırlardı. Bundan dolayı onlar İçin büyük bir devletin kurulabilmesi ancak iyi bir yöneticinin veya büyük bir dinin etkisiyle mümkün olurdu." Bununla beraber Arapların yemelerinde, içmelerinde, giyimlerin­de, evlenmelerinde, boşanmalarında ve diğer muamelele­rinde adetleri vardı. Analar, kızlar ve kız kardeşler gibi bir takım kadınların nikahlarını haram sayarlardı. Cina­yetler, diyetler, kasâme (Bir mahallede bir kimse Öldü­rülmüş bulunup katili bilinmezse o mahallenin ileri gelenlerinden elli kişiye katili bilmediklerine dair yemin ettirilmesi) ve bunlara benzeyen haksızlıklara dair ceza kanunları da vardı.

Resûlullah (SAV) peygamber olarak gönderilmeden önce Arapların ve dünyanın hali şöyle idi: İnsanların istibdad (keyfi idare) zülüm, bedbahlık ve bozgunculuk gibi kötülükleri, tehlikeleri her tarafa yayılmıştı. İşte insanların hayati değerlerini ve manevi isteklerini boğan ve Öldüren bir atmosfer ortamında pek karanlık ve karışık bir haldeyken Mekke-i Mükerreme'den "lâileheillallâh" diyen kuvvetli ve dünyayı sarsacak bir ses yükseldi. İşte gök kubbeyi çınlatan bu ses Hz. Muhammed (SAV) in sesi idi.

Allah Tealâ, Hz. Muhammed (SAV) i hayrette kalmış arayış içinde bulunan akılları doğru olan bir akide ile İmân nuruna ulaştırmak, onlara faydalı ilim yollarını açmak, zülüm ve ceberut zincirlerini parçalamak için adaleti,  insanlık seviyesini yükselterek insan haklarını korumak için hürriyeti, toplumun hayrına kabiliyet ve yeteneklerini geliştirmesi için her ferde eşitliği sağlamak üzere peygamber olarak seçmiştir.

Resûlüllâh (SAV) kafirleri uyardı müminleri müjdele­di. Evrensel ve Rabbani olan davetini ilân etti. Daveti, Hicaz dağlarını, Necip tepelerini, engin denizleri, geniş vadileri, ıssız çölleri geçti ve bütün insanlara insanlığını bildirdi. Bütün insanları, cinslerinin ve renklerinin ayrı olmasına rağmen bir sancak altında toplanmaya davet etti.

Nitekim Allah Tealâ: "De ki: "Ey insanlar! Ben, sizin hepinize gönderilmiş Allah'ın bir peygamberiyim."" [Araf sûresi: 158] ve: "(Ey habibim) biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak peygamber gönderdik" [Sebe sûresi: 28] buyurmuştur.

Resûlulâh (SAV) bir hidayet ve bir rahmet peygambe­ridir. Nitekim Allah Tealâ: "Ey insanlar! işte size Rabbinizden öğüt, gönüllerde dertlere deva ve müminler için bir hidayet ve rahmet geldi." [Yunus sûresi: 57] buyurmuştur. [10]

 

Resûlüllâh (SAV) M Hayatında Şer'i Hüküm Koyma Hakkında:

 

Yukarıda geçtiği üzere serî'at, Allah Tealâ tarafından gelmiş dünya ve Ahiret hükümlerini kapsayan ilâhi bir dindir.

Nitekim Tealâ Hazretleri: "Yoksa Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortaklarımı vardır!" [Şûra sûresi: 21] buyurmuştur.

Şer'i hüküm koyma ancak Resûlüllâh (SAV) in hayatı­na mahsustu. Resûlüllâh (SAV) in vefatıyla vahiy kesildi ve seri hüküm koyma da sona erdi. Resûlüllâh (SAV) hayatta iken hem lafzı ve hem de manası ilâhi olan vahiy ile şer'i hüküm koyuyordu. İşte bu Allah Tealâ nın peygamber efendimize indirmiş olduğu Kur'an-ı Kerimde görülmektedir. Yada lafzı değil, manası ilâhi olan vahiy ile seri hüküm koyuyordu. İşte bu da Resûlüllâh (SAV) in sünnetinde görülmektedir. Çünkü hadisi şeriflerin lafzı peygamber efendimizin kelâmı ise de, manası vahiydir. Nitekim Allah Tealâ: "O (Hz, Muhammed) kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak bildirifen bir vahiy iledir" [Necm sûresi: 3-4] buyurmaktadır. Buna göre, şer'i hükümleri koyan yalnız Allah Tealâ'dır. Resûlüllâh (SAV) ise Allah Tealâ'nın koymuş olduğu şer'i hükümleri açıklayandır.

Nitekim Tealâ Hazretleri: "(Ey Muhammed!) sana, insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur'anı indirdik. Ola ki düşünürler." [Nahl sûresi: 44] buyurmuştur. Allah Tealâ Resûlüllâh (SAV) a itaati vacip kılmıştır. Çünkü Resûlüllâh (SAV) a itaat Allah Tealâ ya itaattir. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Kim peygambere itat ederse, Allâha itaat etmiş olur" [Nisa sûresi: 80] buyurmuştur. Allah Tealâ Hazretleri, Resûlüllâh (SAV) in vermiş olduğu hükmün kendisi tarafından bir ilham ile olduğunu açıklamıştır.

Nitekim Tealâ Hazretleri: "Ey Muhammed! Doğrusu, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hükmede-sin diye Kitabı sana indirdik" [Nisa sûresi: 105] buyur­muştur. Şer'i hükümleri ancak ya Allah Tealâ koyar, veya Resûlüllâh   (SAV)  koyar.   Bundan   dolayı   islâmi   ser hüküm koymanın iki temel kaynağı vardır. Biri Kur'an-ı Kerimdir, diğeri ise sünnettir.

Resûlüllâh (SAV) in hayatının sona ermesiyle, Resûlüllâh (SAV) in seri hüküm koyma devri de sona ermiştir.

Hz. Aişe (r.a) tarafından rivayet edilen bir hadisi şerifde: "Resûlüllâh (SAV) a ilk vahiy nasıl geldiği, ilk işinin doğru rüya görmek olduğu kalbine yalnızlık sevgisinin konulduğu ve sonunda Hira'daki mağrada ibadet ederken kendisine meleğin (Cebrailin) gelmiş olduğu" açıklanmıştır.

Müminlerin anası Hazreti Aişe (r.a) den rivayet edil­miştir ki: "Resûlüllâh (SAV) m ilk vahiy başlangıcı uykuda doğru rüya görmekle olmuştur. Hiçbir rüya görmezdi ki, sabah aydınlığı gibi meydana çıkmış olmasın. Sonra kalbine yalnızlık sevgisi konuldu. Artık Hira' daki mağara içinde yalnız kalıp, orada ehlinin yanına dönünceye kadar sayılan belli gecelerde tahannüs (ibadet) eder. Ve yine azık alır giderdi. Sonra yine Hazreti Hatice'nin yanına dönüp o kadar zaman için yine azık alırdı. Sonunda Resûlüllâh (SAV) a bir gün Hiradaki mağrada bulunduğu sırada vahiy geldi. Şöyleki:

O na melek gelip "oku" dedi O da: "Ben okuma bil­mem" cevabını verdi. Resûlüllâh (SAV) buyurdu ki: "O zaman melek beni alıp takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp yine: "olcu!" dedi. Ben de:

"okuma bilmem" dedim. Yine beni alıp ikinci defa takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp yine "oku" dedi Ben de:

"Okuma bilmem" dedim Nihayet yine beni alıp üçüncü defa sıktı. Sonra beni bırakıp "(Ey habibim!) yaratan Rabbinin adıyla oku! insanı bir yapışkan maddeden yarattı. Oku ki, senin Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazı yazmayı) öğretmiştir (Alâk sûresi: 1-5]dedi. Resûlüllâh (SAV) (kendisine vahyolunan) bu âyet-i kerimeleri alıp (korkudan) yüreği titreyerek döndü. Ve Hazreti Hatice bint-i Hüveylid'in yanma girerek: "Beni sarıp örtünüz, beni sarıp örtünüz" dedi. Korkusu gidinceye kadar mübarek vücudunu sarıp örttüler. Ondan sonra Resûlüllâh (SAV) başına gelen haii Hazreti Hati­ce'ye anlatarak: "Kendimden korktum" dedi. Hazreti Hatice: "Öyle deme, Allah'a yemin ederim ki, Allah Tealâ hiçbir vakit seni utandırmaz çünkü sen akrabana bakarsın, işini görmekten aciz olanların ağırlığını yükle­nirsin, fakire verir, kimsenin kazandıramayacağım kazandırırsın. Misafiri ağırlarsın, hak yolunda meydana gelen musibet ve felaketlerde (halka) yardım edersin". Bundan sonra Hazreti Hatice Resüli Ekremi alıp amca oğlu Varaka b. Nevfel b. Esed b. Abdul uzza'ya götürdü. Bu zat cahilliyet zamanında Hiristiyan dinine girmiş bir kimse olup, İbranice yazı bilir ve İncil'den Allah'ın yazmasını dilediği kadar yazardı. Varaka gözleri a'mâ olmuş bir piri fanı idi. Hazreti Hatice Varaka'ya "Amcam oğlu kardeşinin oğlu ne söyler dinle! Dedi. Varaka "Ne var kardeşimin oğlu ! diye sorunca Resûlüllâh (SAV) gördüğü şeyleri ona anlattı Bunun üzerine Varaka dedi ki: "Bu gördüğün Allah Tealâ' nın Musa Aleyhisselâma indirdiği Cebrail'dir Ah keşke senin davet günlerinde genç olaydım. Kavmin seni çıkaracakları zaman keşke hayatta olsam." Bunun üzerine Resûlüllâh (SAV) Onlar beni çıkaracaklar mı! diye sordu. Oda: "Evet (zira) senin gibi bir şey getirmiş (yani vahiy tebliğ etmiş) bir kimse yoktur kİ, düşmanlığa uğramasın. Şayet senin davet günlerine yetişirsem, sana son derece yardım ederim." cevabını verdi. Ondan sonra çok geçmedi. Varaka vefat etti. (ve o esnada) vahiy (bir müddet) kesildi." (Bu hadisi şerif, Sahih-i Buhari'de Sahih-i Müslim'de ve diğer hadis kitaplarında rivayet edilmiştir.)

İkra süresinin İlk âyetlerinin inmesinden sonra vahiy bir müddet kesildi. Sonra vahiy tekrar inmeye başladı, birdaha kesilmedi. Bu iki vahyin arasında geçen müddet hakkında çeşitli rivayetler vardır. En azı on beş gün, en çoğu üç senedir. İmam Ahmet b. Hanbel Tarih'inde Şâbî'den gelen rivayete göre, vahyin kesilme müddeti üç senedir. İbn-i İshak, Şâbî'nin rivayetini kesin olarak kabul etti. İmam Beyhakî'nin rivayetine göre Resûlüllâh (SAV) in rüya görme müddeti altı ay sürmüştür.

Buna göre, Resûlüllâh (SAV) kırk yaşını tamamladık­tan sonra doğmuş olduğu Rebîü'l-evvel ayında ilk vahiy rüya görmekle başlamıştır. Uyanıklık hali için Ön hazırlık olsun diye ilk vahiy rüya ile başlamıştır. Daha sonra uyanıklık halinde ilk vahiy Ramazan ayında başlamıştır.

İbn-i Hacer Fethü'l-Bârî'de: «Bilindiği üzere Resûlüllâh (SAV) Ramazan ayında yiyeceğini alır. Hira dağındaki mağaraya çekilir, orada günlerce kalır, düşün­ceye dalardı. İşte o mağrada iken kendisine ilk vahiy geldi. Bu suretle Ramazan ayında peygamber oldu" demiştir. Vahiy bir müddet kesildikten sonra "Müddesir" sûresi indi. Sahih-i Buharı ile Sahih-i Müslim'de Cabir (r.a) den rivayet edilmiştir. O da yukarıda geçen hadisi rivayet ederek şöyle demiştir. "Resûlüllâh (SAV) vahiy kesilmesini anlatırken söz arasında buyurdu ki: Ben (bir gün) yürürken birden bire gökyüzü tarafından bir ses işittim. Gözümü kaldırdım. Bir de baktım ki, Hira da bana gelen melek (yani Cebrail Aleyhisselâm) gök ile yer arasında bir kürsü üzerinde oturmuş. Ondan korktum (Evime) dönüp "Beni örtün beni örtün" dedim. Beni örttüler. Bunun üzerine Allah Tealâ: "Ey örtüye bürünen resulüm, kalk da (sana İmân etmeyenleri) uyar. Rabbini artık büyükle ve elbiseni temizle ve o pislikleri (putları) artık defeyle" [Müddesir süresi 1-5] manasındaki âyet-i kerimeleri indirdi.»

Yukarıda geçen hadisteki "zemmilûni" kelimesi ile "dessirûni" murat edilmiştir. Her iki kelimenin manası "beni örtün" demektir. Yukarıdaki hadisler "zemmilûni" kelimesinin geçmesi "İkra süresinin" ilk âyetlerinden sonra "Müzzemmil süresi" nin indirilmiş olmasını gerektirmez. Çünkü "Müzzemmil süresi" nin "Müddesir süresi" nden sonra indirilmiş olduğunda ittifak vardır.

Zira Allah Tealâ Habibine Müddesir süresinin başında halkı uyarmasını emretmiş, bu da ilk peygamber olarak gönderildiği zamana aittir. Allah Tealâ, Habibine Mûzemmil süresinin evvelinde ise, geceleyin kalkıp ibadet etmesini ve ağır ağır Kur'an okumasını emretmiş­tir.

Kur'an-i Kerim'de, Kur'an'ın inmesi ile ilgili üç âyet-i kerime vardır.

Birincisi; "Ramazan ayı ki, bu ayda Kur'an indirildi" [Bakara sûresi: 185]

İkincisi: "Biz onu (Kur'anı) mübarek bir gecede (Kadir gecesinde) indirdik" [Duhan sûresi: 2]

Üçüncüsü: "Doğrusu biz onu (Kur'am) Kadir gecesin­de indirdik" [Kadir sûresi: 1] Bu üç âyet-i kerime arasın­da bir çatışma ve çelişki yoktur. Çünkü Kur'an-1 Kerimin, birinci âyette Ramazan ayında, ikinci âyette mübarek bir gecede bu mübarek gece Kadir gecesidir) üçüncü âyette Kadir gecesinde (Kadir gecesi de Ramazan ayının içindedir) indirilmiş olduğu bildirilmiştir. Böylece bu üç âyet-i kerime. Kur'an-ı Kerimin Ramazan ayında indiril­miş olduğunu bildirmektedir.

Tarihi gerçek ise, Kur'an-ı Kerimin, Resûlüllâh (SAV)a takriben yirmi üç senede bölük bölük indirilme­sidir. Buna göre, Kur'an-ı Kerimin bu iki indirilişinin arasım bulmak güçleşir. Yirmi üç sene, bir Ramazan aymda, hatta bir Kadir gecesinde nasıl toplana bilir.

İşte alimler Kur'an-ı Kerimin bu iki indirilişinin arasını bulmada iki görüş ileri sürmüşlerdir:

Birinci görüş: Bu görüşün başında İbni Abbas (r.a) bulunmaktadır. İbni Abbas (r.a) dan gelen rivayete göre Kur'an-ı Kerim, Ramazan ayının Kadir gecesinde Levhi mahfuzdan toptan olarak bir defada dünyaya en yakın olan semâdaki "Beytülizzef'e indirilmiştir. Bundan sonra Kur'an-ı Kerim, Resûlüllâh (SAV)a hadiselerin ve olayların gereğine uygun olarak peygamberlik müddetin-ce bölük bölük indirilmiştir.

Buna göre, Kur'an-ı Kerimin indirilişi hakkındaki üç âyet-i kerime ile tarihi gerçek arasında bir zıdlık ve çatışma yoktur. Çünkü üç âyet-i kerimede Kur'an-ı Kerimin bölük bölük indirilmiş olduğundan bahsetmeyıp toptan olarak bir defada semâdaki "Beytu'l izzet" e indirilmesini haber vermiştir. Yine İbn-i Abbas (r.a) dan ve diğer sahabelerden gelen rivayete göre, Allah Tealâ Kur'an-ı Kerimi Levh-i Mahfuz'dan toptan olarak bir defada dünyaya en yakın semâdaki "Beytu'l- izzet" e indirmiş, sonra oradan Kur'ani Kerimi Resûlüllâh (SAV) hadiselere göre bölük bölük yirmi üç senede indirmiştir.

İkinci görüş: Bu görüşün başında da Şâbî (r.a) bulun­maktadır. Şâbî (r.a) den gelen rivayete göre ilk vahiy Resûlüllâh' (SAV)a Ramazan ayının mübarek Kadir gecesinde gelmeye başlamıştır. Sonra Kur'an-ı Kerim Resûlüllâh'(SAV)a hayatı boyunca peş peşe gelmeye devam etmiştir. Şâbî (rh) den gelen rivayete göre, yukarıda geçen üç âyet-i kerime, Kur'an-ı Kerimin ilk defa inmeye başlamış olduğu zamanı haber vermiş, yoksa hepsinin indirilmiş olduğunu haber vermemiştir. O halde Kur'an-ı Kerim'in indirilişi hakkındaki üç âyet-i kerime ile tarihi gerçek arasında bir çatışma söz konusu değildir.

Bu iki görüş arasındaki fark: İbni Abbas (r.a) dan gelen rivayete göre, Kur'an-ı Kerim bu ayda Resûlüllâh (SAV) a indirilmeyip, Levhi Mahfuzdan dünyaya en yakın olan semâdaki "Beytü'l- izzet" e indirilmiştir. Bundan dolayı Ramazan ayının bu ümmete ait özel bir meziyeti yoktur. Şâbî (rh) den gelen rivayete göre, Kur'an-ı Kerimin Ramazan ayının Kadir gecesinde Resûlüllâh'(SAV)a inmeye başlamış olduğundan Allah Tealâ bu ayda bu ümmete özel bir ihsanda bulunmuştur.

İbn-i İshak (rh): "Kur'an-ı Kerimin Resûlüllâh (SAV) a ilk defa inmeye başladığı Kadir gecesi Ramazan ayının on yedinci gecesiydi" demiştir.

Nitekim Kur'an-ı Kerim şu âyette buna işaret etmiştir: "Eğer siz Allah'a İmân etmiş ve hakla batılın ayrıldığı (Bedir) günü, o iki ordunun birbiriyle çarpıştığı gün, kulumuza indirdiğimize (âyetlere) İmân etmişseniz (bunu

böyle bilin) Allah her şeye kadirdir" [Enfal sûresi: 41] Âyeti kerimedeki "iki ordunun birbiriyle çarpıştığı "gün" ile müslümanlarla müşriklerin Bedirde çarpıştıkları gün murat edilmiştir ki, hicretin ikinci senesinin Ramazan ayının on yedinci günü idi. Yine âyet-i kerimedeki "Hak ile batılın ayrıldığı "gün" ile de Kur'an-ı Kerimin ilk defa inmeye başladığı gün murat edilmiştir ki, her iki gün-her ne kadar bir senede olmasa da- vasıfda (Cuma günü olmada) birdir. Yani: Bedir savaşının olduğu "gün" ile Kur'an-ı Kerimin inmeye başladığı "gün" Ramazan ayının on yedinci günüdür.

Kastalani, Buhâri şerhinde Kur'an-ı Kerimin ilk defa inmeye başladığı Kadir gecesinin Ramazan ayının hangi gecesine tesadüf ettiğini tayin etmede alimlerin çeşitli görüşlerinin bulunduğunu rivayet etmiştir. İbn-i İshak'ın meylettiği görüşe göre, Ramazanın on yedinci gecesidir. İbn-i İshak demiştir ki: İbn-i Ebî Şeybe ile Tabarânî, Zeyd b. Erkam (r.a) dan: "Kur'an-ı Kerimin ilk defa inmeye başladığı Kadir gecesinin Ramazanın on yedinci gecesi olduğunu" rivayet etmişlerdir. Buraya kadar Kur'an-ı Kerimden ilk inen âyet-i kerimeler zikredilmiş­tir.

Kur'an-ı Kerimden son inen âyet hakkında çeşitli riva­yetler vardır.

a) Denildi ki: Son inen âyet-i kerime faiz âyetidir. Çünkü Buharinin İbn-i Abbas dan rivayetine göre "son inen âyet-i kerime faiz âyetidir. Bununla şu âyet murat edilmiştir: "Ey İmân edenler! Allâh'dan korkun ve eğer gerçek müminlerseniz, faiz. hesabından kalanı terk edin (almayın)" [Bakara sûresi: 278] "

b) Denildi ki: Kur'an-ı Kerimden son inen âyet şudur: "Öyle bir günden korkun ki, o günde Allah'a döndürüle­ceksiniz." [Bakara sûresi: 281] Son inen âyetin bu âyet olduğu Nesaide ve diğer hadis kitaplarında İbni Abbas (r.a) dan ve Said b. Cübeyr (rh) den rivayet edilmiştir.

c) Denildi ki: Son inen âyet vade ile borçlanma âyeti­dir. Çünkü Said b Müseyyeb (r.h) den rivayet edilmiştir, Said b. Müseyyeb (r.h) bana ulaştığına göre: "Zaman bakımından Arş-ı Alâ'dan inen en son âyet vade ile borçlanma âyetidir"  demiştir.  Bununla şu âyet murat edilmiştir  "Ey  İmân  edenler!   Muayyen  bir  vade   ile borçlandığınız vakit onu yazınız" [Bakara sûresi: 282]

Bu üç rivayetin arası birleştirilir. Şöyle ki: Kur'an-ı Kerimdeki tertibi gibi bu üç âyet beraber indirilmiştir. Bunlar faiz âyet-i, öyle bir günden korkun âyet-i ile vade ile borçlanma âyetidir. Çünkü bu âyetler muamele hakkındadır. Buna göre her ravi bu üç âyetten birisini son inen âyettir diye haber vermiştir. Doğru olanı da budur. Bu üç rivayet birleştirilince aralarında bir çelişki bulunmaz.

d) Denildi ki: Son inen âyet, "Kelâle" âyetidir. Çünkü Buhari ile Müslim'de Berâ b. Azib (r.a) dan rivayet edildiğine göre, Bera b. Azib (r.a) son inen âyet "Senden (kelale hakkında) fetva istiyorlar. Deki: Babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası Hakkında Allah size şöyle fetva veriyor" [Nisa sûresi: 176] bu âyettir demiştir. Bera b. Azib (r.a) den Kur'an-ı Kerimden son inen âyet "kelale âyetidir" diye gelen rivayet "miras hakkında son inen âyettir" denilmiştir.

e) Denildi ki: Kur'an-ı Kerimden son inen âyetler Tevbe süresinin sonundaki şu iki âyettir: "Andolsun size

kendinizden bir peygamber geldi ki..." [Tevbe süresil28-129]

Nitekim Müstedrek'de Übeyy b. Kab (r.a) dan rivayet edilmiştir. Übeyy b. Kab (r.a) "Kur'an-ı Kerimden son inen âyetler Tevbe süresinin son iki âyetidir." demiştir.

f) İbni Abbas (r.a) dan rivayet edildiğine göre, İbn-i Abbas (r.a) «Son inen süre "Allah'ın zaferi ve fetih (Mekke'nin fethi) geldiğinde âyetlerini ihtiva eden Nasr süresidir"» demiştir.

Bu zikredilen rivayetlerden hiçbiri peygamber efendi­mizden rivayet edilmemiştir.

Kur'an-ı Kerim den son inen âyet-in hangisi olduğu hakkında konuşanlar kendi içtihatlarıyla ve zannı galibe göre konuşmuşlardır. Bunlardan her biri Resûlüllâh (SAV) dan son dinlediği âyetin, son inen âyet olduğunu haber vermiştir veya bunlardan her biri son inen âyetin mesela: miras gibi özel bir hüküm hakkındadır demek istemiştir. Veya bunlardan 'her biri tam olarak inen son süreyi haber vermişlerdir. "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım size din olarak İslama razı oldum" [Maide sûresi: 3] Bu âyet-i kerime Resûlüllâh (SAV) a veda haccı senesinde Arafat' ta vakfede dururken inmiştir. Bu âyet-i kerimenin zahiri, bütün farzların ve şer-i hükümlerin tamamlanmış olduğuna delalet etmektedir. Yukarıda geçtiği üzere bazılarına göre, şer'i hüküm hakkında son inen âyet-i kerime faiz âyet-i kerimesidir. Bazılarına göre, şer'i hüküm hakkında son inen âyet-i kerime va'de ile borç­lanma âyet-i kerimesidir. Bazılarına göre, şer'i hüküm hakkında son inen âyet-i kerime Kelâle âyet-i kerimesidir.

Bazılarına göre  şer'i hüküm hakkında son  inen âyet-i kerime bu zikredilenlerden başkadır.

Taberi'nin zikrettiğine göre, âlimler Maide süresinin üçüncü âyet-i kerimesi hakkında şunları söylemişlerdir: Bu âyet-i kerime Resûlüllâh (SAV) a indirildikten sonra farzlara, helâl ve harama dair hiçbir şer'i hüküm indiril-rnemiştir. Bu âyet-i kerime indirildikten sonra Resûlüllâh (SAV) ancak seksen bir gece yaşamıştır.

Bu konuyu özetliyecek olursak, Resûlüllâh (SAV) in hayatından kırk sene geçince Rebiul evvel ayında ona ilk vahiy doğru rüya görmekle başlamıştır Kur'an-ı Kerim ilk defa Ramazan ayında inmeye başlamıştır.

Kur'an-ı Kerimden ilk inen âyet-i kerimeler "ikra süresi" nin ilk beş âyet-i kelimesidir

Üstün olan görüşe göre, Resûlüllâh (SAV) a son inen âyet-i kerime ise "Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Size din olarak islâma razı oldum [Maide sûresi: 3] âyet-i kerime-sidir. Çünkü bu âyet-i kerime Resûlüllâh (SAV) a veda haccında Arefe günü vakfede dururken inmiştir. Resûlüllâh (SAV) bu âyet-i kerime indikten sonra hicretin on birinci senesinin Rebiülevvel ayında vefat etmiştir. Resûlüllâh (SAV) m peygamber olarak gönderilmesiyle başlamış olan şer'i hüküm koyma devri vefatıyla sona ermiştir. Resûlüllâh (SAV) in şer'i hüküm koyma devri takriben yirmi üç senedir. Kur'an-ı Kerim ona yirmi üç senede bölük bölük inmiştir. İşte Kur'an-ı Kerim ilk şer'i hüküm koymanın kaynağıdır. Sünnet ise ikinci şer'i hüküm koymanın kaynağıdır. Resûlüllâh (SAV) in devrinde üçüncü şer'i hüküm koyma kaynağı yoktur. [11]

 

Resûlüllâh (SAV) İn Devrinde Şer'i Hüküm Koymanın Kaynakları:

 

Birinci kaynak: Kur'an-ı Kerimdir.

er Râgıb "el-Mufredat" isimli eserinde demiştir ki: «"Kur'an" kelimesi asılda "Gufran ve rüchan" kelimeleri gibi mastardır. Nitekim Tealâ hazretleri: Çünkü onu (Kur'anı) toplamak ve okutmak bize aittir. Biz onu okudukmu sen de okunuşunu takip et! [Kıyame sûresi: 17-18] buyurmuştur.»

İbni Abbas (r.a) bu âyet-i kerimeyi şöyle tefsir etmiştir: Biz Kur'anı senin kalbinde toplayıp yerleştirince onunla amel et.

Hz. Musa Aleyhisselâma indirilmiş olan "Tevrat" ve Hz. İsâ Aleyhiselama indirilmiş olan "İncil" özel isim oldukları gibi, Hz. Muhammed (SAV)e indirilmiş olan "Kur'an kerim" de ilâhi kitaba tahsis edilip onun özel ismi olmuştur.

Bazı âlimler: "Allah Tealâ nın kitapları arasından bu kitaba Kur'an-ı Kerim denilmesi o kitapların özünü ve bütün ilimlerin faydalı yönlerini bir araya toplamış olmasından dolayıdır." demişlerdir. Nitekim Tealâ Hazretleri buna işaret ederek (Kur'an) kendinden önce inen ilâhi kitapları tasdik eden ve her şeyi açıklayan İmân eden bir toplum için bir hidayet ve bir rahmettir. [Yusuf sûresi: 111] ve: "Sana bu kitabı (Kur'anı) her şeyi açıklayan müslümanlara doğru yolu gösteren bir rehber bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik" [Nahl sûresi: 89] ve "(onu) pürüssüz ve dosdoğru Arapça bir Kur'an olarak indirdik Umulur ki, korunurlar" [Zümer sûresi: 28] buyurmuştur.

er Ragıb'ın sözünden anlaşılmıştır ki: "Kur'an" keli­mesi "karae yakrau kıraeten Kur'anen" diye çekilen fiilden alınmış masdar olup lügatta: Toplamak, bir araya getirmek, eklemek, okumak manalarına gelir. Sonra Kur'an kelimesi Allah Tealâ tarafından Cebrail vasıtasıy­la Arapça olarak Resûlüllâh (SAV) a indirilmiş olan şanlı kitap hakkında kullanılarak onun özel ismi olmuştur.

Kur'an Hz. Muhammed (SAV) e indirilen, bize tevatür yoluyla nakledilen okunmasıyla ibadet edilen hükümle­riyle amel edilen Allah Tealânın kelamı olup, Resûl-ı Ekremİn iddia ettiği peygamberlik davasında doğru olduğunu bildiren bir mucizedir.

Kur'an-ı Kerimi Cebrail, Resûlüllâh (SAV) a Arapça diliyle indirmiştir. Nitekim Tealâ Hazretleri "onu (Kur'anı) cibril-i Emin uyarıcılardan olasın diye senin kalbine açık Arapça diliyle indirmiştir." [Şuara sûresi: 193-194-195] buyurmuştur.

Resûlüllâh (SAV) Kur'an-ı Kerim ile fesahat ve beyan sahibi olan bütün Araplara bir benzerini yapmalarını isteyerek meydan okumuş, onların bunu yapmaktan aciz oldukları meydana çıkmıştır. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim onların aleyhine delil olmuştur.

Dâhi sayılan, edipler ve filozoflar Kur'an-ı Kerimin benzerini yapmaktan aciz kalmışlardır ve kalacaklardır. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Eğer kulumuza (Muhammede) indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız siz de onun benzeri bir süre getirin. Eğer iddianızda doğru iseniz Allah' dan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın bunu yapamazsınız ki elbette yapamıyacaksanız. O halde yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının. Çünkü o ateş kafirler için hazırlanmıştır".  [Bakara sûresi: 23-24] ve:

"De ki And olsun bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, bir birlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getire­mezler." [îsra sûresi: 88] buyurmuştur.

İlk gelişme devirlerinde insanın aklı, ancak kendisinde düşünceye ve incelemeye yer bulunmayan maddi ve hissi mucizeleri kabul ediyordu. Bu yüzden her peygamber belli bir kavme gönderiliyor, kavminin alışa geldikleri ve ihtisasları olan konularda mucize gösteriyordu. Ta ki, kavmi o mucizenin benzerini yapmaktan aciz kalıp, o mucizenin ilâhi bir kuvvet olduğunu anlayarak İmân etsinler.

Beşerin aklı olgunlaşınca Allah Tealâ bütün insanlara Hazreti Muhammed (SAV) i kıyamete kadar peygamber olarak göndermiştir. Resûlüllâh (SAV) in ebedi mucizesi gelişmiş ve tamamıyla tekamül etmiş olan beşeri akla uygun olan Kur'an-ı Kerim mucizesidir. Halbuki Allah Tealâ önceki peygamberlerini gözleri dehşete düşüren ve aklı benzerini yapmaktan aciz bırakan maddi ve hissi mucizelerle desteklemiştir. Mesela: Hazreti Musa Aleyhisselâm in mucizesi, koynuna sokup çıkarınca ben beyaz bir hal alan eli ve bırakınca yılana dönüşen asası idi. Hazreti İsâ Aleyhisselâmın mucizesi ise, Allah Tealâ'nın izniyle anadan doğma körü, abraşı iyi etmesi ve ölüleri diriltmesi idi.

Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed (SAV) in mucizesi, insanların ilme yönelmiş olduğu bir asırda beşeri aklı hayrete düşüren, kıyamete kadar benzerini yapabilirseniz yapın diye meydan okuyan akli bir muci­zedir. İşte bu mucize, bütün ilimleri ve marifetleri, geçmiş   zamanda   olmuş   hadiselerin   gelecekte   olacak hadiselerin haberlerini ihtiva eden Kur'an-ı Kerim mucizesidir. İnsan aklı ne kadar ilerlerse ilerlesin Kur'an-ı Kerimin benzerini yapmaktan aciz kalacaktır. Çünkü Kur'an-ı Kerim ilâhi bir mucizedir, onun benzeri yapılamaz Akıl, onun Allah Tealâ tarafından Resûlüllâh (SAV) a indirilmiş bir vahiy olduğunu itiraf ve ikrar eder. Akıl, kendisinin eğriliğini doğrultmakta, yeteneklerini geliştirmekte ve doğru yolu bulmakta ilâhi vahye şiddetle muhtaç olduğunu da itiraf eder. İşte bu manaya Resûlüllâh (SAV) işaret ederek: Peygamberlerden hiçbir peygamber yoktur ki, ona beşerin benzerine imân edeceği "bir mucize" verilmiş olmasın. Hiç şüphe yok ki, bana ihsan buyurulan (en büyük mucize) Allâhın bana vahyettiği Kur'an (mucizesidir) kıyamet günü bütün peygamberlerin, en çok ümmetlisi bulunmayı umarım buyurmuştur. (Bu hadisi Buharı rivayet etmiştir.) Arapla­rın tarihi ve edebiyatı hakkında biraz malumatı olan kimse bilir ki: Peygamber Efendimiz (SAV) gönderilme­den önce, Mekke yakınında "suku'I-ukaz" denilen panayıra katılmak için gelen şairler ve hatiplerin birbirine üstün gelmek maksadıyla tertip etmiş oldukları şiir ve nesir yarışları, dillerini temizlemiş, düzeltmiş, geliştirmiş­tir. Nihayet Kur'an-ı Kerimin inmiş olduğu- Kureyş lehçesi, fesahat, belagat ve beyan ile birleşerek en yüksek seviyeye ulaşmıştır.

Arapların durumuna gelince onlar son derece hür vahşi asil vakur ve kibirli idiler. Hatta amca çocukları bir birine karşı üstünlük taslıyorlardı bu yüzden bir gurur ve kibir kıvılcımının ateşlenmesinden meydana gelen kanlı savaşlar günlerce devam etmiş sayısız insanlar telef olmuştur.

Tarihde bu savaşlar darb-ı mesel olmuş tarih bu savaş­ları Araplara nisbet ederek: "Eyyamı Arap" diye kayıt ve tescil etmiştir.

Resûlüllâh (SAV) bu karekterde olan Araplardan Kur'an-ı Kerimin benzerini yapmalarını isteyerek meydan okudu, İğneleyici, azimet ve gayretlerini tahrik edici, müsabakaya itici sözler söylüyor onların inançları­nı, âdetlerini, ahlâklarını yeriyor, onların babalarının akıllarını küçümsüyordu. Onlar peygamber efendimiz (SAV) i taciz etmeyi onu susturmayı ona üstün gelip zafer kazanmayı şiddetle istiyorlardı. Her kabile kendi coşkusunu milli onur ve haysiyetini anlatan Arapçanın fesehat belegat beyan gibi bütün üsluplarını bildikleri halde Kur'an-ı Kerimin benzerini yapmaktan aciz kalmışlardır. Şayet Kur'an-ı Kerimin benzerini yapsalardı onlardan naklolunur nesilden nesile yayılırdı. Kur'an-ı Kerimin âyetlerini gözden geçirerek incelediler ihtisasları olan şiir ve nesir ile karşılaştırdılar fakat onu taklid etmeye veya onun benzerini yapmaya yol bulamadılar.

Velid b. Muğire' den nakledildiğine göre Kur'an-ı Kerimin âyetleri onların kalplerini sarsınca farkına varmadan hakkı söylediler. Kur'an-ı Kerimin benzerini yapmaktan aciz kalıp çareleri tükenince ona iftira ederek: "Kur'an-ı Kerim için başkasından nakledilen sihirdir Resûlüllâh (SAV) için mecnundur şairdir yine Kur'an-ı Kerim için o evvelkilerin masallarıdır." dediler.

Onlar, Arabça altın çağını yaşarken bütün şartların bulunmasına rağmen ^Kur'an-ı Kerimin benzerini yap­maktan aciz kalınca, boyunlarını kılıca teslim etmekten, üzüntü kaselerinden içmekten ve acı ölümü yudum yudum tatmaktan kurtulamadılar.

Arap olmayan milletlerin Kur'an'ın benzerini yapmak­tan aciz kalmalarına gelince Kur'an-ı Kerim asırlar geçmesine rağmen meydan okuma sahasında başı dik olarak meydan okumakta devam ediyor ve edecektir. Şimdiye kadar dahi sayılan edipler filozoflar onun benzerini yapmaktan aciz kalmışlardır ve kalacaklardır.

Yeni ilmin keşfettiği kainatın sırlarıyla ancak bu kaina­tın yaratıcısı ve idare edicisi olan Allah Tealânm varlığına ve birliğine delâlet eden yüce hakikatlar meydana çıkmaktadır.

İşte Kur'an-ı Kerim bu kainat sırlarını Özetlemiş ve onlara işaretlerde bulunmuştur. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim kendi benzerini yapmaktan bütün insanları aciz bırakmıştır. Kur'an-ı Kerimin mucize olmasının manası budur. Kur'an-ı Kerim hem lafzında, hem de üslubunda mucizedir. Çünkü her kelimede bulunan harflerin yerine başka harflerin konulması cümlelerde bulunan her kelimenin yerine başka kelimelerin konulması ve her âyette bulunan cümlelerin yerine başka cümlelerin konulması mümkün değildir. O halde her harf bulunduğu kelimelerde her kelime bulunduğu cümlelerde ve her cümle bulunduğu âyetlerde mucizedirler.

Kur'an-ı Kerim, beyanında ve nazmında mucizedir Kur'an-ı Kerimi okuyan kimse onda hayatın kainatın ve insanın canlı bir tablosunu bulur.

Kur'an-ı Kerim insanın hakikatini ve dünyaya gelme­sindeki sorumluluğu hususunda perdeyi kaldıran manala-rıyla mucizedir.

Kur'an-ı Kerim mucizedir, çünkü o daha önce bilinme­yen bir çok ilim ve irfan hakikatlarım açıklamıştır.

Kur'an-ı Kerim mucizedir çünkü o şer'i kanunlar koy­muş, insan haklarını korumuş, dünyayı refah ve saadete kavuşturmuş olan ideâl bir toplum oluşturmuştur.

Kur'an-ı Kerim mucizedir, çünkü o, önce deve ve koyun çobanlan olan Arapları, milletlerin idarecileri ve komutanları yapmıştır. İşte böyle bir milletin dünyaya hakim olması Kur'an-ı Kerimin mucize olmasının en büyük delilidir. Kur'an-ı Kerim dinin temelidir. Şer'i kanun koymanın kaynağıdır. Her asırda ve her yerde Allah Tealânm üstün bir delilidir. Onu Resûlüllâh (SAV) Cenabı Hakkın emrine uyarak ümmetine tebliğ etti. Nitekim Allah Tealâ: "Ey peygamber! Rabbin'den sana indirileni tebliğ et. Etmezsen Allâhın elçiliğini yerine getirmiş olmazsın Allah seni insanlardan koruyacaktır.*1 [Maide sûresi: 67] buyurmuştur.

Kur'an-ı Kerimin bir çok yerinde ve birçok üslûbunda kendisine uymanın ve içinde bulunan hükümlerle amel etmenin vacip olduğuna dair açık ve ilâhi emirler vardır. Nitekim Tealâ Hazretleri: "(Müminlere de ki:) Rabbinizden size indirilen kitaba uyun ondan başka dostlar edinerek onlara uymayın." [Araf sûresi: 3] ve: "Bunlar Allâhın sınırlarıdır onları aşmayın. Her kim Allâhın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimlerin ta kendile­ridir." [Bakara sûresi: 229] ve: "Sana da (Ya Muham-med!) bu kitabı kendinden önceki kitapları tasdikçi ve onlar üzerine şahit olarak hakla indirdik. O halde (seni hakem yaparlarsa) sen de 'ehli kitap arasında Allâhın sana indirdiği ile hükmet, sana gelen bu haktan sonra onların hevalannın arkasından gitme!" [Maide sûresi: 48] ve: "Şu emride indirdik: "Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzularına uyma onlardan sakın ki, Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni şaşırtmasınlar, yine yüz çevirirlerse, bil ki, Allah onların bazı günahları sebebiyle başlarına bir belâ getirmek istiyor. Herhalde İnsanlardan bir çoğu fasiktırlar. Onlar cahiliyet devrinin hükmünü mü istiyorlar? yakîn (ile İmân) eden bir kavim için Allâh'dan daha güzel hüküm veren kim olabilir." [Maide sûresi: 49-50] buyurmuştur.

Ashab-ı Kiram Resûlüllâh (SAV) dan Kur'an-ı Keri­min tilâvetini hıfzını manasını ve onda bulunanlarla amel etmeyi öğreniyorlardı.

Ebû Abdurrahman Sülemi demiştir ki: "Bize Kur'an-ı Kerimi okutanlar haber verdiler: Hz. . Osman b. Affan (r.a) İbn-i Mesut (r.a) ve diğer ashabı kiram Resûlüllâh (SAV) dan on âyet-i kerimeyi Öğrenince onlardaki bilgiyi ve ameli tam manasıyla öğrenmedikçe başka âyet-i kerimeleri öğrenmeye geçmezlermiş."

Sülemi: "Biz Kur'an-ı Kerimi ve ondaki bütün bilgileri ve amelleri öğrendik" demiştir.

Böylece müslümanlar her asırda Kur'an-ı Kerimi mu­hafaza ettiler ve zamanımıza kadar bir harfini bile bozmadan ve değiştirmeden nesilden nesile bu mukaddes kitabı ezberlemek ve yazmak suretiyle naklettiler

Bunu Allah Teaİânın şu kavli kerimi de tasdik etmek­tedir: "Hiç şüphe yok ki, Kur'an-ı Kerimi biz indirdik biz! Muhakkak onu biz koruyacağız." (Hicr sûresi: 9)

Kur'an-i Kerim, imân, helâl ve haram gibi şerî'atın asıllarını ve temel kaidelerini içinde toplamış, şerî'atın anahatlarını bildiren bir çok hükümleri özet olarak zikretmiş, kıyamete kadar insanların başına gelebilecek hadiselerin ve olayların ayrıntılarının hükümlerini çıkarmayı ise Kur'an-ı Kerimin ışığı altında müctehitlere

bırakmıştır işte bunlar şer'i' atın ebedi olmasının sırrıdır. Kur'an-ı Kerim inanç ve ibadetlerin asılları gibi konulan, mücadele ve ihtilaftan uzak tutmak için gerekli olan açıklamayı yapmıştır.

Kur'an hükümleri hiçbir zaman ve hiçbir yerde ihtilaf edilmeyecek ve değişmeyecek bir takım temel prensipler üzerine kurulmuştur. Nitekim bunlar, miras, nikahlan haram kılınanlar ve bazı suçların cezaları hakkındaki hükümlerde görülmektedir.

Kur'an-ı Kerim doğru yolu gösteren ilâhi bir kitapdır, onu okuyan veya onu ezberleyen, onun manalarını düşünen, onun için de bulunanlardan öğüt alarak amel eden kimse, bu sayede doğru yolu bulmuş olur. Çünkü bu kimsenin elinde bir delil vardır. Nitekim Sahih-i Müs­lim'de rivayet edilen bir hadisi şerif de: "Kur'an-ı Kerim senin ya lehine veya aleyhine bir delildir." buyurulmuştur. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerimin manası­nı düşünmek vacibdir. Çünkü o kalplerin kilitlerim açar, gönüller onunla nurlanır, o insanları yasaklarından uzak durmaya ve emirleriyle amel etmeye davet eder. Nitekim Tealâ Hazretleri: "(Sana indirdiğimiz) bu Kur'an hayır ve bereketi çok bir kitapdır. Onu sana âyetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri ibret alsınlar diye indirdik." [Sad sûresi: 29] ve: "Bunlar Kur'an'ı hiç düşünmezler mi, yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?" [Muhammed sûresi: 24] buyurmuştur.

Kur'an-ı Kerimin üstün belagatı, yüce hükümleri, etkili nasihatlarının azameti karşısında sabit dağlar paramparça olur. Fakat Allah Tealâ kullarına ihsan edip Kur'an-ı kalplerinin baharı, gözlerinin cilası, hayatlarını aydınlatan bir nur kılmıştır.  Nitekim Tealâ Hazretleri:  "Biz bu Kur'anı bir dağın üzerine indirseydik mutlaka onu Allah korkusundan baş eğmiş param parça olmuş görürdün" [Haşr sûresi: 21] buyurmuştur.

Hazreti Ali ben Rasülüllah (SAV) dan: «"Karanlık gecenin (zifri) karanlıklarına benzeyen fitneler kopacak­tır" buyururken işittim. Bunun üzerine "Ya Resûlüllâh bu fitnelerden kurtuluş nasıl olacaktır" dedim. Rasülüllah buyurdu ki: "Allah'ın kitabına (sarılın) sizden öncekilerin tarihi, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselele­rin hükmü ondadır. O hakla batılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür, saçma değildir. Her kim zorbalığından ötürü onu bırakırsa Allah onun belini kırar. Herkim hidayeti ondan başkasında ararsa Allah onu saptırır. O Allah'ın sapasağlam ipidir. O, hikmet dolu sözlerdir. O, hakka giden dosdoğru yoldur. O, arzu ve isteklerin kendisini hakikatten saptırmadığı, dillerin kendisine benzemediği, âlimlerin kendisinden doymadığı, çok tekrarlanmaktan eskimeyen, acaibi (hayranlık veren taraflar)ı bitmeyen bir kitaptır. O, öyle bir kitapdır ki, cinler onu dinlediği zaman: "Gerçekten biz şaşılacak bîr Kur1 an dinledik doğruya götürüyor ona derhal İmân ettik [Cin sûresi: 1] demekten kendilerini alamadılar kim onun dediğini söylerse doğruyu söylemiş olur kim onunla amel ederse sevap kazanmış olur. Kim onunla hükmederse adalet göstermiş olur. Kim ona davet ederse doğru yola hidayet edilmiş olur» (Tirmizi bu hadisi şerifi Kur'anm faziletleri bahsinde rivayet etmiştir) [12]

 

Kur'ân'ın Bölük Bölük İnmesi:

 

Yukarıda geçtiği üzere Kur'an-ı Kerim önce Levhi mahfuzdan bir defada toptan olarak dünyaya en yakın olan semâya inmiştir. Oradan da Kur'an-ı Kerim Resûlüllâh (SAV) a inmiş olduğunu bildiren âyet-i kerimeler şunlardır: "(Ey Muhammedi) De ki: Kur'an'ı Ruhü'l Kudüs (Cebrail İmân edenlere sebat vermek, müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için Rabbin katından hak olarak indirdi" [Nahl sûresi: 102] ve: "Eğer kulumuza (Muhammede) indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız sizde onun benzeri bir süre getirin" [Bakara sûresi: 23] ve "Söyle onlara! Cebrail'e kim düşmansa (öfkesinden çatlasın), çünkü Kur'an'ı senin kalbine daha önceki kitapları tasdik ederek ve müminlere bir hidayet ve müjde olarak Allâhın izni ile o indirmiştir." [Bakara sûresi: 97] Bu âyet-i kerimeler ve bunlardan başka olan âyet-i kerimeler Cebrail Aleyhisselâmın Kur'an-ı Kerimi Resûlüllâh (SAV) in kalbine indirmiş olduğunu bildirmektedir. İşte Kur'an-ı Kerimin bu inişi, Kur'an-ı Kerimin dünyaya en yakın olan semâya inişinden başkadır. Kur'an-ı Kerimin Resûlüllâh (SAV) a inişi ile Kur'an-ı Kerimin bölük bölük inmesi kasdedilmiştir.

Kur'an-ı Kerimin Resûlüllâh (SAV) a inmesinde "Ten­zil" kelimesi kullanılmış "inzal" kelimesi kullanılmamış­tır, çünkü "Tenzil" kelimesi Kur'an-ı Kerimin bölük bölük zaman zaman inmesini bildirir.

er Râgib-ı İsfahani demiştir ki: "Kur'an-ı Kerim ile meleklerin inmesi hakkında kullanılan "Tenzil" ile "İnzal" kelimelerinin arasîndaki fark: "Tenzil" kelimesi bölük bölük inmede "inzal" kelimesi ise hem bölük bölük inmede hem de toptan olarak inmede kullanılır ve bu hususu isbat için şu âyet-i kerimeleri şahit ve delil göstermiştir. "Biz onu (Kur'anı) yavaş yavaş indirdik" [İsra sûresi: 106] ve: "Kur'an-ı kesinlikle biz indirdik"

 [Hicr sûresi: 9] ve: "Biz onu (Kur'anı mübarek bir gecede indirdik" [Duhan sûresi: 1]

Şu âyet-i kerimelerde de Kur'an-i Kerim in bölük bölük inmiş olduğu açık olarak beyan edilmiştir: "Kur'anı insanlara ağır ağır okuman için bölük bölük indirdik ve onu (hadiselere ve olaylara uygun olarak) indirdik." [İsra sûresi: 106]

Kur'an-ı Kerimden önceki Tevrat, İncil, Zebur, gibi semavi kitaplar bölük bölük indirilmeyip toptan olarak indirilmişlerdir. Nitekim bunu bize şu âyet-i kerime haber vermiştir: "İnkar edenler: "Kur'anı ona (Muhammede) bir defada indirilmeliydi" derler. Oysa biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek için azar azar indirir ve onu ağır ağır okuruz" [Furkan sûresi: 32]

Önceki semavi kitaplar şayet bölük bölük indirilmiş olsaydı. İnkar edenler, Kur'an-ı Kerimin bölük bölük indirilmesine şaşmazlardı.

"Kur'an ona (Muhammede) bir defada indirilmeliydi" âyet-i kerimenin izahı: inkar edenler: "Önceki semavi kitaplar bir defada toptan indirilmiş oldukları gibi Kur'an-ı Kerimde bir defada toptan olarak Hz. Muham-med (SAV) e indirilmeliydi. Kur'an-ı Kerim niçin bölük bölük ve peyder pey indiriliyor!" dediler. Allah Tealâ onlara: "Kitapları bölük bölük indirmek benim kanunum-dur" diye cevap vermedi. Bundan anlaşılıyor ki önceki semavi kitaplar bir defada indirilmiştir. Nitekim "(inkar edenler) : Bu nebicim peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor dediler." [Furkan sûresi: 7] Bunun üzerine Allah Tealâ onlara cevap vererek: "Ey Muham-med! senden önce peygamberleri başka şekilde göndermedik. Elbette onlarda yemek yiyorlar çarşılarda geziyor­lardı." [Furkan sûresi: 20] buyurmuştur.

Yine inkar edenler: "Allah peygamber olarak bir insan mı gönderdi" [İsra sûresi: 94] dedikleri zaman, Allah Tealâ cevap vererek: "Ey Muhammed senden öncede kendilerine vahyettiğimiz bir takım erkeklerden başkasını peygamber göndermedik" [Nahl sûresi: 43] buyurmuştur.

İnkar edenler: "Kur'an-ı Kerim Hz. Muhammed (SAV) e toptan indirilseydi ya" dedikleri zaman, Tealâ hazretle­ri: "Ey Muhammed Biz onu (Kur'anı) senin kalbine yerleştirelim diye böyle (bölük bölük) indirdik ve onu ağır ağır okuduk" [Furkan sûresi: 32] buyurarak bu âyet-i kerimede Kur'an-ı Kerimin bölük bölük indirilmesindeki hikmeti açıklayarak onlara cevap vermiştir. [13]

 

Kur'ân'm Bölük Bölük İnmesinin Hikmeti

 

Kur'an-ı Kerimin bölük bölük inmesinin hikmetini bu hususta gelmiş olan âyet-i kerimelerden beş madde halinde özetleyebiliriz.

1) Birinci hikmet: Resûlüllâh (SAV) in mübarek kalbi­nin kuvvetlendirilmesi için Kur'an-ı Kerim bölük bölük inmiştir. Resûlüllâh (SAV) insanları karanlıktan çıkarmak insanlığın şerefini alçaltan puta tapıcıhktan kurtarmak, tek Allah inancına kavuşturmak, ızdırab çeken ruhları saadete ulaştırmak için samimiyetle İslama davet edince müşriklerin sert tepkisiyle karşılaştı ve içlerinden tabiatı sert, kaba, vahşi ve inatçı bir kavmin eza ve cefasına maruz kaldı. Nitekim Tealâ hazretleri: "Şimdi bu Kur'an'a İmân etmezlerse, belki sen arkalarından üzülerek kendini mahvedeceksin" [Kehf sûresi: 6] buyurmuş­tur.

Resûlüllâh (SAV) in mübarek kalbini hak üzere sabit kılmak ve da'vet yolunda azimle yürüsün diye gayrete getirmek için vahiy zaman zaman iniyordu. Resûlulâh (SAV) kavminin cahilane davranışlarına aldırmıyordu. Çünkü biliyordu ki, onların davranışları çabuk geçen yaz yağmuruna benzer.

Kur'an-ı Kerim bölük bölük indiği için Allah Tealâ daha önce geçmiş olan peygamberler hakkındaki ilâhi kanununu açıklıyordu. Şöyle ki: Önceki peygamberler yalanlandılar, eziyet edildiler fakat sabrettiler. Nihayet kendilerine ilâhi yardım geldi. Resûlüllâh (SAV) ı da kavmi büyüklendikleri ve kibirlendikleri için yalanladılar. Kavminin kendinden yüz çevirerek yalanlaması eza ve cefa etmesi karşısında tarih boyunca peygamberler kervanı hakkındaki Allah Tealânın uygulaya geldiği ilâhi kanunun böyle olduğunu biliyor ve ona uyarak teselli oluyordu. Nitekim Tealâ hazretleri: "Muhakkak biliyoruz ki söyledikleri laf cidden incitiyor fakat hakikat de onlar seni yalanlamıyorlar lakin o zalimler Allah'ın âyetlerini inkar ediyorlar. And olsun senden önce bir çok peygamberler yalanlandı Ama eziyet edilip yalanlanmalarına sabrettiler. Nihayet kendilerine yardımımız geldi." [Enam sûresi: 33-34] ve: "Şimdi seni yalanladılarsa, senden önce apaçık mucizeleri hikmetli sahifeleri ve aydınlatıcı kitapları getiren bir çok peygamberler  de  yalanlandı"   [Ali   imran   sûresi:   184]

buföTrWıufeerim Resûlüllâh (SAV)a önceki peygamber­lerin sabrettiği gibi sabretmesini emrederek "Peygamber­lerden azim sahibi olan zatlar gibi sen de sabret" [Ahkaf süresi 35] buyurmuştur Allah Tealâ yalanlayanların hakkından geleceğine dair Resûlulâh (SAV) a garanti vererek onu rahatlatmıştır. Nitekim Tealâ hazretleri: "Kafirlerin söylediklerine sabret ve onları güzellikle terk et (Bu hüküm savaş âyetleriyle kaldırılmıştır.) Yalanlayı-cı o refah sahiplerini bana bırak ve onlara biraz mühlet ver." [Müzzemmil sûresi: 10-11] buyurmuştur. İşte Kur'an-ı Kerim de peygamberlerin kıssalarının zikredil-mesindeki hikmet Resûlulâh' (SAV)ı teselli etmek içindir. Nitekim Tealâ Hazretleri "Peygamberlerin haberlerinden -onunla kalbini pekiştireceğimiz-her çeşidini sana kıssa olarak anlatıyoruz buyurmuştur."

Resûlulâh (SAV) kavminin yalanlamasına, ezâ ve cefâ etmesine üzülüp incinince kendisini desteklemek ve teselli etmek için Kur'an âyetleri iniyor ve Allah Tealâ yalanlayanların hallerini bilmektedir ve onları yaptıkla­rından dolayı cezalandıracaktır diye tehdit ediyordu. "Şu halde onların lakırdıları seni üzmesin şüphesiz biz onların neler gizlemekte olduklarını neler açıklayıp durduklarım biliyoruz." [Yasın sûresi: 76] ve: onların sözü (yani sen peygamber değilsin demeleri) seni üzmesin. Şüphesiz ki, bütün izzet (güç kuvvet) Allah'ın dır. O işiticidir. Bilici­dir" [Yunus sûresi: 65] Nitekim Allah Tealâ Resûlulâh (SAV) a kimsenin dokunamayacağını, onun üstün geleceğini ve muzaffer olacağını bildiren âyetlerle müjde ve rerek: "Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Etmezsen Allah'ın elçiliğini yerine getirmiş olmazsın Allah seni insanlardan koruyacaktır." [Maide sûresi: 67] ve: "Eşsiz bir zaferle Allah sana yardım edecektir" [Fetih sûresi: 3] ve: "Allah (Levhi mahfuz) da şöyle yazmıştır: "Yemin olsun! Mutlaka hem ben galip geleceğim hem peygamberlerim çünkü Allah çok kavidir çok güçlüdür." [Mücadele sûresi: 21] buyurmuştur.

Resûlulâh'(SAV)ı, üzüntü kaplayıp tesir etmesin umut­suzluk ona yol bulamasın diye teselli âyetleri peş peşe iniyordu. Resûlü-i Ekrem (SAV) için Kur'an-ı Kerimdeki peygamberlerin kıssalarında güzel örnekler, kafirlerin varacakları yer hakkındaki âyet-i kerimelerde ise teselli vardır.

Resulü Ekrem (SAV) in muzaffer olacağı hakkındaki âyet-i kerimelerde de müjdeler bulunuyordu. Peygamber efendimiz (SAV) beşeri tabiatı gereğince her ne zaman üzülse teselli âyetleri tekrarlanıyordu. Böylece, kalbi yapmakta bulunduğu davet üzerinde sabitleniyor ve yardım olunacağına mutmain oluyordu.

Kafirler Kur'an-i Kerimin bölük bölük inmesine itiraz edince Allah Tealâ böyle inmesindeki hikmeti açıklaya­rak: "Kur'anı senin kalbine iyi yerleştirelim diye böyle (bölük bölük) indirdik ve onu ağır ağır okuduk" [Furkan sûresi: 32] buyurmuştur.

Ebû Şame demiştir ki: «"Kur'an-ı Kerim daha önceki semavi kitapların toptan indirildiği gibi indirilmeyip bölük bölük indirilmesindeki sır nedir" diye sorulursa bunun cevabını Allah Tealâ kitabında vermiştir. Kur'anı senin kalbini kuvvetlendirelim diye böyle (bölük bölük) indirdik [Furkan sûresi: 32] Çünkü her hadise hakkında yeni bir vahiy gelince Resül-i Ekremin Mübarek kalbine kuvvet veriyor kendisine Özen gösteriliyor Cibril'i Emin'in daha çok inmesini gerektiriyor Cenab-ı Hak tarafından Cibril'i Emin'in yeni âyetlerle her gelişinde peygamberliği tazeleniyor söz ile ifade edilenıiyecek derecede seviniyordu. Bundan dolayı Resûlüllâh (SAV) Ramazan ayında Cibril'i emin ile çok buluştuğu için en cömert olduğu zamandı.»

2) ikinci hikmet: Kur'an-ı Kerim meydan okumak ve benzerini getirmekten insanları aciz kılmak için bölük bölük inmiştir. Müşrikler aşırı taşkınlıklar yapıyorlar, azgınlıklarında ısrar ediyorlar Resûlüllâh (SAV) ı peygamberliği hakkında imtihan etmek ve aciz bırakmak için kıyametin ne zaman kopacağını haber vermek ve azabın acele indirilmesini istemek gibi her çeşit bâtıl ve şaşılacak sorular ve istekler yöneltiyorlardı. Mesela: "Sana kıyamet ne zaman kopacak diye soruyorlar" [Araf sûresi: 187] ve: "Birde senden acele azap istiyorlar" [Hac sûresi: 47] Müşrikler her ne zaman soru sorarlarsa Kur'an-ı Kerim inerek sorularının cevabını en mükemmel şekilde açıklıyordu. Nitekim Allah Tealâ "Ey Muhammed onlar sana hiçbir mesel (yani mesel denilecek derecede şaşılacak sorularından bir soru) getirmezler ki, biz sana doğru (cevabı) ve (onların sorularından) manaca daha güzel ve manası daha açık olanı getirmiş olmayalım" [Furkan sûresi: 33] buyurmuştur.

Müşrikler Kur'an-ı Kerimin bölük bölük inmesine şaşa kaldıkları zaman Allah Tealâ bu husustaki gerçeği onlara şöyle açıklamıştır. Bölük bölük inen Kur'an-ı Kerimin meydan okuyarak onları benzerini getirmekten aciz bırakması toptan inip onlara "Benim benzerimi getirin" diyerek aciz bırakmasından mucize olmakta daha tesirli­dir. Bundan dolayı kafirler bu Kur'an Muhammed'e toptan indirilmeliydi diyerek Kur'an-ı Kerimin bölük bölük inmesine karşı çıktıkları zaman, hemen şu âyet-i kerime inmiştir: "Kafirler sana bir mesel (Kur'an-ı Kerimin toptan inmesini istemeleri gibi ilginç herhangi bİr soru ve sıfat getirmezler ki, biz mutlaka sana hallerden hikmetimize uygun olan doğru bir cevap vermiş ve onları aciz bırakmakta manası daha açık olanı sana vermiş olmayalım" [Furkan sûresi: 33] Kafirlerin sordukları sorularına cevap verilmesi Kur'an-ı Kerimin bölük bölük inmesine bağlıdır.

İbni Abbas (r.a) dan Kur'an-i Kerimin bölük bölük inmesinin hikmeti hakkında gelen bir rivayete göre: "Müşrikler yeni bir olay meydana getirdikleri zaman, Allah Tealâ o yeni olaya göre yeni bir cevap indiriyordu."

3) Üçüncü hikmet: Kur'an-ı Kerimin ezberlenmesinin ve anlaşılmasının müslümanlara kolaylaştırılması için Kur'an-ı Kerim bölük bölük inmiştir.

Kur'an-ı Kerim okuma yazma bilmeyen bir ümmete inmiştir, onların zihinleri kitaplarıdır onlar yazmayı ve tedvin etmeyi bilmiyorlardı ki önce yazıp tedvin etsinler sonra ezberleyip anlasınlar. Onların bu halini Kur'an-ı Kerim şu âyetiyle tescil etmiştir: "Okuma yazma bilme­yen araplar içinde kendilerinden bir peygamber gönderen O'dur. Bu peygamber onlara Allah in âyetlerini okuyor, onları şirkten temizliyor, kitabı ve hikmeti öğretiyor, halbuki onlar bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler." [Cuma sûresi: 2] ve: "Onlar ki Tevrat ve İncil'de ismini yazılı buldukları o (ümmi) okuma yazma bilmeyen peygambere o Resûl'e tabi olurlar" [Araf sûresi: 157]

Şayet Kur'an-ı Kerim bir defada toptan indirilmiş olsaydı okuma yazma bilmeyen bir ümmetin onu ezber­lemesi, manasım anlaması ve âyet-i kerimelerini düşün­mesi kolay olmazdı. Buna göre onun bölük bölük inmesi böyle bir ümmetin onu ezberlemelerine ve âyet-i kerime­lerini anlamalarına en büyük yardımcı olmuştur. Ayeti kerimeler az olsun veya çok olsun inince sahabe onları ezberliyorlar, manalarını düşünüyorlar ve hükümleriyle amel ediyorlardı. Tabiin devrinde de Kur'an-ı Kerimi öğrenmek bu şekilde devam etti. Ebû Nadra'dan rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Bize Ebû Said-i Hudri (r.a) Kur'an-ı Kerimden sabah beş âyet öğleden sonra beş âyet öğretiyor ve Cibril'i Emin'in Kur'an-ı Kerimin âyetlerini beşer beşer indirmiş olduğunu haber veriyordu."

Halid b. Dinar'dan rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Bize Ebü'l Âliye "Kur'an âyetlerini beşer beşer Öğrenin, çünkü Resûl-İslâm Ekrem (SAV), Cibril-i Emin'den Kur'an'ın âyetlerini beşer beşer alıyordu." demiştir. Hz. Ömer'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Kur'anın âyetlerini beşer beşer öğrenin çünkü Cibril-i Emin Kur'anı Resûlulâh (SAV) a beşer beşer indiriyordu"

4) Dördüncü hikmet: Kur'an-ı Kerim hadiselerle bera­ber yürümek ve şer'i hükümleri alıştıra alıştıra koymak için bölük bölük inmiştir.

Kur'an-ı Kerim insanlara hikmetle yaklaşıp kötülük ve rezaleti tedavi eden faydalı ilaçları onlara yudum yudum sunmasaydı, onlar bu yeni dine kolayca bağlanıp lider olamazlardı.

Müslümanlar arasında her hangi bir hadise meydana gelince o hadiseyi açıklayan ve Müslümanlara doğru yolu gösteren bir hüküm iniyordu. Kur'an hadiseler ve olaylara göre şer'i hükümlerin temel kaidelerini aşamalı olarak koyuyordu. İşte Kur'anın bölük bölük inmesi müminlerin kalplerine şifa oluyordu.

Kur'an-ı Kerim her şeyden önce Allah Tealâ'ya, me­leklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe öldükten sonra dirilmeye, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna   insanların   hesaba   çekileceklerine,   yaptıkları

amellere göre mükafat veya ceza verileceğine, cennet ve cehennemin hak olduğuna inanmak gibi İmânın asıl ve esaslarım ele alıyor bunlara dair hüccetler, deliller ve burhanlar getiriyordu. Ta ki, müşriklerin nefislerinde kökleşmiş olan put perestliği kurutsun ve kalplerine islâm inancını yerleştirsin.

Kur'an-ı Kerim nefsi temizleyen eğriliğini düzelten iyi ahlâkı emrediyor, fesadın ve şerrin köklerini kazımak için aklen ve şer'an çirkin olan şeyleri ve hayasızlığı yasaklıyordu. Din sarayının üzerine kurulmuş olan helâl ve haram kaidelerini açıklıyor, nelerin yenilip, içileceğini, hangi malların alınıp satılacağını, evlenme, boşanma ve diyetler hakkındaki temel esasları sağlam direkler üzerine atıyordu.

Kur'an-ı Kerim önce insanlara bir olup ortağı bulun­mayan Allah Tealâ ya inanmayı, dinin farzlarını ve islâmın temel esaslarını meşru kılıyor insanlar İmân edip halisane ibadet ederek kalplerini nurlandırıp mamur ettikten sonra nefislerinde kökleşmiş olan sosyal hastalık­ları tedavi etmek için yasaklayıcı şer'i hükümleri alıştıra alıştıra koyuyordu.

İlâ-yı kelimetullâh (islâm dininin tevhit akidesini, şanına layık şekilde yüceltip yaymak için uzun zaman süren cihat hakkındaki âyetler hadiselere uygun olarak iniyordu. Biz Kur'anın Mekke'de ve Medine'de inen âyetlerin hüküm koymada izlediği kaidelerini incelediği­miz zaman, bunların hepsinin delillerini buluruz. Namaz Mekke'de farz kılınmıştır. Zekat hakkında genel kaide ise faiz ile karşılaştırılarak Medine'de meşru kılınmıştır. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Öyle ise akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver. Bu(nlar) Allah'ın rızasını dileyen

için daha hayırlıdır. Ve böyleleri kurtulanların ta kendile­ridir. İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz faiz Allah katında artmaz ama Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekat (yok mu?) İşte sevaplarını (ve mallarını) kat kat artıranlar bunlar (zekâtını dağıtanlardır)" [Rum sûresi: 38-39] buyurmuştur.

Mekke'de inmiş olan Enam süresi îmânın esaslarını tevhidin delillerini açıklıyor, şirkin ve müşriklerin kötülüklerini ortaya çıkarıyor, yiyecek ve içeceklerden helâl ve haram olanları izah ediyor, malların canların ve namusların korunmasına davet ediyor: "De ki: "Gelin size Rabbimizin neleri haram kıldığını ben okuyayım. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya iyilik edin.

Fakirlik yüzünden evlatlarınızı öldürmeyin. Sizinde onlarında rızkınızı biz veririz. (Zina gibi) Kötülüklerin açığına da gizlisine de yanaşmayın Allah'ın haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmeyin. Duydunuz ya! işte size o bunları ferman buyurdu, olur ki, aklınızı başınıza alırsı­nız." Yetim malına da yaklaşmayın, ancak olgunluk çağına varıncaya kadar en güzel bir şekilde idare ederse­niz o başka! Ölçüyü ve tartıyı tam ve denk tutun. Biz hiçbir kimseye gücünden fazla bir şey teklif etmeyiz. Konuştuğunuz zamanda hep adaleti gözetin, velev ki (karşınızdaki) akrabanız olsun! Allah'a verdiğiniz sözü yerine getirin işittiniz ya! işte o size bunları ferman buyurdu umulur ki düşünür tutarsınız" [Enam sûresi: 151-152]

Bundan sonra hükümler tafsilatlı olarak inmiştir. Me­deni muamelelerin kaideleri özet olarak Mekke'de inmiştir. Hükümlerin tafsilatı Medine'de inmiştir. Vade ile borçlanma âyet-i ve Ribanın faizin haram kılınması hakkındaki âyetler gibi. Aile ile ilgili olan esaslar Mek­ke'de İnmiştir. Karı ile kocadan her birinin hukuku evlilik hayatının gereklerinden olan iyi geçinme, boşanma, ölümle sona erme, miras gibi ayrıntıları ve insanlar arasında ki umumi ilişki Medine'de inmiştir.

Zinanın aslı Mekke'de haram kılınmıştır: "Zinaya da yaklaşmayın çünkü o pek çirkindir ve kötü bir yoldur" [İsra sûresi: 32]

Fakat bu suçların hadleri cezaları Medine'de inmiştir. Cana kıymanın haram olmasının aslı Mekke'de inmiştir: "Haklı bir sebep olmadıkça Allah m haram kıldığı cana kıymayın" [İsra sûresi: 33]

Cana kıyma ve azaları kesme hakkında ki cezalar Me­dine'de inmiştir. [14]

 

Şer'i Hükümlerin Aşamalı Olarak Meşru Kılınmasının En Açık Örneği içkinin Haram Kılınmasıdır:

 

Kur'an-ı Kerim içkiyi insanlara döıt aşamada haram kılmıştır

1) Birinci aşamada dolaylı yoldan haram kılınacak şeyden nefret ettiren şu Âyeti kerime inmiştir: "Hurma ve üzüm Ağaçlarının meyvelerinden içki yapar ve güzel bir rızık edinirsiniz. Muhakkak bunda aklı olan bir kavim için ibret vardır" [Nahl sûresi: 67]

Allah Tealâ hazretleri bu âyet-i kerimede: "İnsanlara hurma ve üzüm ağaçlarını ihsan etmiş olduğunu insanla­rında onlardan sarhoşluk veren içki yaptıklarını ve faydalanacakları   kuru   hurma,   kuru   üzüm   gibi   güzel

rızıklar edindiklerini haber vermiş, ikinciyi "güzel rızık" diye methederek vasfetmiş, birinciyi ise "sarhoşluk veren insanın aklını gideren" diye vasfetmiştir" Bu suretle her akıl sahibine, bir birine zıt olan bu iki vasıf arasında büyük fark bulunduğu açıklanmış olur

2) İkinci    aşamada    şu    âyet-i    kerime    inmiştir: "(Habibim) sana içkiden ve kumardan soruyorlar. De ki: Onlarda hem büyük günah hem de insanlara bazı Menfa­atler vardır Ama günahları menfaatlerinden daha büyük­tür."  [Bakara sûresi: 219] Bu âyet-i kerimede içkinin faydaları ile zararları karşılaştırılmıştır: içkinin içilmesin­den meydana gelen sevinç, neşe veya alınıp satılmasından elde   edilen  kar  gibi   şeyler  faydalarındandır.   İçkinin içilmesinin günahı, bedene verdiği zararı aklı gidermesi, malı zayi etmesi, fücur ve isyan sebeplerini tahrik etmesi ise zararlanndandır. Bu âyet-i kerime içkinin zararları faydalarından çok olduğu için ondan nefret ettirmiştir.

3) Üçüncü aşamada İçkiyi  belli  zamanlarda haram kılan şu âyet-i kerime inmiştir "Ey İmân edenler sarhoş­ken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşma­yın" [Nisa sûresi: 43] Bu âyet-i kerime sarhoşluğu namaz vaktine kadar devam eden vakitlerde içki içmeyi haram kılıyor,   sarhoşluğun   eseri   gidinceye  ve   namazda  ne söylediklerini   bilinceye   kadar  namaza  yaklaşmalarım yasaklıyordu. Bu âyet-i kerime inince bazı müslümanlar geceleyin ve namaz vakitlerinin dışında içiyorlardı.

4) Dördüncü aşamada, bu son aşamadır.  Şu âyet-i kerime inmiştir: "Ey İmân edenler! İçki, kumar, dikili putlar, kısmet çekilen oklar ancak ve ancak şeytan işi murdar şeylerdir. Onun için bunlardan sakının ki, kurtu­luşa eresiniz şeytan içki ve kumarda ancak ve ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmak­tan ve namazdan alı koymak ister. Artık siz vazgeçiyor­sunuz değil mi?" [Maide sûresi: 90-91] Bu âyet-i kerime­nin inmesiyle bütün vakitlerde içki içmek kesin olarak tamamıyla haram kılınmıştır

Kur'an-ı Kerimin böyle bölük bölük inmesinin hikme­tini Hz. Aişe (r.a) den rivayet edilen şu hadisi şerif açıklamaktadır: Hz. Aişe (r.a) demiştir ki: "Kur'an-ı Kerimden ilk inen Mufassaldan bir süre (ya Alak sûresi ve ya Müddessir süresi) olup içinde cennet ve cehennem anlatılıyordu. Nihayet insanlar İslama inanınca helâl ve harama dair âyet-i kerimeler inmeye başladı. Şayet ilk önce "içki içmeyin" yasağı inseydi insanlar: "Elbette biz kesinlikle içkiyi bırakmayız" derlerdi. Şayet yine ilk önce "zina etmeyin" yasağı inmiş olsaydı insanlar biz asla zinayı bırakmayız derlerdi. Ümmetin başına gelen hâdiselerin akışına göre âyet-i kerimeler zaman zaman iniyordu.

Resûlüllah (SAV) Bedir esirleri hakkında ashabıyla istişarede bulundu. Hz. Ömer (r.a) "Ya Resûlulâh (SAV) hepsinin boynunu vur" dedi Hz. Ebû bekir (r.a): "Ya Resûlulâh (SAV) onları af edip fidye karşılığı serbest bırakmanızı uygun görüyorum" dedi

Peygamber Efendimiz (SAV) Hz. Ebu Bekir'in görü­şünü kabul etti.

Bunun üzerine şu âyet-i kerime inmiştir: "Hiçbir pey­gambere yeryüzünde (küfredenlere karşı) kesin bir zafer kazanmcaya kadar esir alması yakışmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, oysa Allah (size) ahireti istemektedir. Allah üstün ve güçlüdür. Hüküm ve hikmet Sahibidir. Daha önceden Allâh'dan verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan Ötürü size büyük bir azap erişirdi." [Enfal sûresi: 67-68]

Hüneyn gazasında müslümanlar çokluklarıyla kendile­rini beğenip gururlandılar. Ve "bu ordu yenilemez" dediler. Kendilerini beğenip gururlanmaları, dağılmaları­nın, bozulmalarının arka dönüp kaçmalarının ve acı bir ders almalarının sebebi oldu. Nitekim Tealâ hazretleri: "Andolsun Allah bir çok yerlerde ve Huneyn gününde size yardım etti. Hani çok sayıda oluşunuz sizi böbürlen­dirip gururlandırmıştı, fakat size bir şey sağlayamamıştı. Yer ise bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonra arkamıza dönüp gerisin geri gitmiştiniz. (Bundan) Sonra Allah Resulü ile müminlerin üzerine güven duygusu ve huzur indirdi, sizin görmediğiniz orduları da indirdi ve küfre sapmış olanları azaplandırdı. Bu küfre sapanların cezasıdır. Sonra bunun ardından Allah dilediği kimseden tevbesini kabul eder. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir." (Tevbe sûresi: 25-26-27-) buyurmuştur.

Abdullah b. Übeyy -münafıkların başı- Öldüğü zaman Resûlüllah (SAV) cenaze namazına çağrıldı ve kalkıp gitti. Resûlulâh (SAV) onun cenaze namazını kıldırmak için cenazeye karşı durduğu zaman Hz. Ömer (r.a) "Onun günlerini sayarak şöyle şöyle diyen ve şöyle şöyle söyleyen Allah düşmanı Abdullah b. Übeyy'in mi (cenaze namazını kıldıracaksın ey Allah'ın Resûlu" dedi. Resûlüllah (SAV) tebessüm ederek Hz. Ömer (r.a)e: "Ben (onların cenaze namazını kıldırıp kıldırmamak arasında) muhayyer bırakıldım ve bana: "o münafıklar için ister bağışlanmalarını dile ister bağışlanmalarını dileme! Onlar için yetmiş kere bağışlanmalarını dİlesen de Allah onları afetmiyecektir" [Tevbe sûresi: 80] denildi. Şayet yetmiş den fazla (bağışlanmasını) dilediğim zaman onun bağışlanacağını bilsem mutlaka bağışlanmasını dilerdim" buyurdu. Sonra Resûlulâh (SAV) onun cenaze namazım kıldırdı cenaze ile beraber yürüdü ve defni tamamlayın­caya kadar da kabrinin başında durdu. Hz. Ömer (r.a) devam ederek: "Ben Resûlulâh (SAV) a karşı gösterdiğim cüretime şaştım Halbuki Allah ve Resülu daha iyi bilir. Vallahi (onu defnedeli) çok az bir zaman olmuştu ki, şu İki âyet-i kerime indi: "Münafıklardan ölen hiçbirinin üzerinde asla cenaze namazı kılma ve onun kabri başında durma. Çünkü onlar, Allah'ı ve Resulünü tanımadılar ve fasık (dinden çıkmış olarak) can verdiler" [Tevbe sûresi: 84] Bundan sonra Resûlulâh (SAV) ruhunu Allâha teslim edinceye kadar hiçbir münafığın cenaze namazını kılmadı" dedi.

Doğru ve samimi müminlerden bir gurup Tebük gaza­sına gitmeyip, Medine'de kaldılar. Resûlulâh (SAV) gazadan döndüklerinde bunların gazaya gitmemeleri için bir özrü bulunmadığını anlayınca bunlarla müslümanların konuşmasını yasakladı bunlarla hiçbir kimse konuşmadı, dünya bunlara dar geldi, tevbe edip günlerce ağladılar. Sonunda Allah Tealâ bunların tevbesini kabul ettiğine dair şu âyet-i kerimeleri indirdi: "Andolsun ki, Allah peygambere ve o güçlük zamanında (Tebük gazasında) ona uyan muhacirlerle ensara lütfetti de, içlerinden bir kısmının kalpleri az daha meyledecek gibi olmuşken sonra tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü Allah müminlere karşı çok şefkatlidir, çok merhametlidir. (Tevbelerinin kabulü) geri bırakılan üç kişiyi de bağışladı. Çünkü o derece bunalmışlardı ki: yeryüzü olanca genişliğine rağmen onların başlarına dar gelmişti. Vicdanları da kendilerini sıkmıştı. Allâh'dan kurtuluşun ancak Allah'a sığınmakla   olacağını    anlamışlardı.    Sonra   tevbelerini kabul buyurdu ki, onlar da tevbekarlar arasına dahil oldular. Şüphesiz Allah, tevbeleri çok çok kabul buyu­randır, çok merhametli olandır." [Tevbe süresi. 118-119]

İbn-i Abbas' dan (r.a) gelen şu rivayet, Kur'an-ı Keri­min bölük bölük inmesinin hikmetine işaret etmektedir: "Cibril'i Emin âyet-i kerimeleri insanların sözlerine ve yaptıkları işlerine cevap olarak indiriyordu."

5) Beşinci hikmet: Kur'an-ı Kerimin bölük bölük in­mesinin hikmeti, hüküm ve hikmet sahibi ve her hamde layık olan Allah Tealâ tarafından indirilmiş olmasının kesin bir delilidir. Çünkü Kur'an-ı Kerim Resûlulâh (SAV) a yirmi üç senede zaman zaman bir âyet veya birkaç âyet olarak bölük bölük inmiştir. Kur'anı ve sûrelerini okuyan bir kimse, yapısını muhkem, tarz ve tertibini ince, manaları bir birine bağlı, üslûbu sağlam, âyetleri ve sûreleri birbirine uyumlu olarak bulur. Kur'an, beşer kelâmında benzeri bilinmeyen bir şekilde taneleri dizilmiş eşsiz bir gerdanlık gibidir. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Bu bir kitap dır ki, âyetleri (en sağlam bir nazımla) muhkem yapılmış, sonra hikmet sahibi ve herşey den haberdar olan (Allah) tarafından açıklanmış­tır." [Hud sûresi: 1] buyurmuştur.

Ayrı ayrı münasebetler, çeşitli olaylar ve hadiselere göre zaman zaman inmiş olan Kur'an-ı kerim, şayet insan sözü olsaydı. Elbette bölümleri arasında kopukluk, ayrılık ve uyumsuzluk bulunurdu ve bu tertip bu düzen bulunmazdı. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Kur'anı düşünüp taşınmıyorlar mı? Eğer o Allah dan başkasının katından olsaydı kuşkusuz içinde bir çok aykırılıklar bulacaklardı" [Nisa sûresi: 82] buyurmuştur.

Kur'an-i Kerimden sonra fesahat ve belagatın zirvesin­de bulunan Resûlulâh' (SAV)ın hadisi şerifleri bir kitapta yazılsa akıcılıkta, cümlelerin arka arkaya gelmesinde konu birliğinde bölümlenn bir birine bağlı bulunmasında Kur'an-ı Kerimin benzeri olması şöyle dursun ona yakın bir düzeyde bile olamaz. O halde diğer insanların sözleri Kur'an-ı Kerimin benzeri nasıl olabilir. Nitekim Tealâ Hazretleri: "De ki: Andolsun! İnsanlar ve cinler bu Kur'an'm bir benzerini getirmek için toplanmış olsalar, bir birine yardım da etseler, yine onun benzerini getire­mezler" [İsra sûresi: 88] buyurmuştur. [15]

 

Kur'an-I Kerimin Bölük Bölük İnmesinin Hikmeti, Eğitim Ve Öğretimde İstifade Edilmesi İçindir:

 

Eğitim ve öğretim işi iki esasa dayanır: Talebelerin zekâ seviyesini, akıllarını, psikolojik durumlarını, bedensel gelişmelerini göz Önüne alarak onları doğru ve iyi olana yönlendirmektir.

Kur'an-ı kerimin bölük bölük inmesinin hikmetinde eğitim ve öğretim hakkında biraz önce geçen iki esasın göz önünde bulundurulmasına dikkat çekilmek vardır.

Kur'an-ı Kerimin aşamalı olarak inmesinin hikmeti, islâm ümmetini eğitirken yavaş yavaş beşeri nefsini temizlemek, hâl ve gidişatını düzeltmek, şahsiyetini kazandırmak, tam yetiştirip durumunu olgunlaştırarak Rabbinin izniyle bütün insanlığın hayrına güzel meyvalarım vermesi içindir.

Kur'an-ı Kerimin bölük bölük inmesinin hikmeti, ezberlenmesinde, anlaşılmasında, incelenmesinde, manaları-nın düşünülmesinde ve içinde bulunan hüküm­leriyle amel edilmesinde kolaylık sağlayabilmek içindir.

Kur'an'dan vahyin ilk başlangıcında okumayı ve ka­lemle yazı yazmayı öğretme hakkında inen: "(Ey Habibim) Yaratan Rabbinin adı ile oku! İnsanı bir yapışkan maddeden yarattı. Oku ki, senin Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazı yazmayı) öğretmiştir, insana bilmediği şeyleri öğretmiştir." [Alâk sûresi: 1-5] Bu ayetler ile mal nizamı hakkındaki riba (faiz) ve miras âyetlerinin inişi, veya imân ile şirk arasını kesin olarak ayıran savaş âyetlerinin inişi arasında bir çok eğitim aşamaları vardır ki, bu eğitim sistemi İslâm toplumunun seviyesine göre, kolaydan zora doğru basamak basamak uygulanmıştır.

Eğitim ve öğretimin her aşamasında ilmin basamak basamak yükselmesini, kolaydan zora doğru derece derece geçilmesini, talebelerin zekâ seviyesini, akli, şahsi, psikolojik durumlarını, bedensel gelişimlerini gözetme­yen bir eğitim sistemi başarısız olup, bundan ilmin meyvası devşirilemez, ilim yerinde sayar ve geri kalır.

Talebelere ilmi konularda uygun ölçüde ders verme­yen, onların omuzlarına ağır yük yükleyen, onlardan çok ezber isteyen veya onlara anlayamayacakları dersleri okutan veya kavrayamayacakları bir ifade ile ders anlatan veya talebelerin ahlâk dışı davranışlarını düzeltmeye çalışırken onların halini dikkate almayıp, sert davranan, baskı yapan, düşünmeden, beklemeden bir işe acele olarak karar veren, akla ve mantığa göre amel etmeyen bir muallim başarısız olup, eğitim ve öğretimi verimsiz bir hale getirir ve ilim ve irfan yuvasını nefret yuvasına çevirir. Okul kitapları da buna kıyas edilmelidir.

Konuları, kısımları düzenli olmayan, içindeki bilgiler kolaydan zora doğru aşamalı olmayan, bölümleri güzel tertip edilmeyen, istenilen mana anlatılırken açık bir üslûp kullanılmayan ders kitapları da verimsiz olup öğrencileri okumaktan uzaklaştırıp ilimden ve istifadeden mahrum bırakır.

İlâhi yolu gösteren Kur'an-ı kerimin bölük bölük inme­sinin hikmeti, eğitim ve öğretim programlarını düzenle­mekte, dersleri öğretme ve belletme metodunda izlenecek yolların en uygununu almakta ve okul kitaplarının aşamalı olarak hazırlanmasında en güzel Örnek olmasıdır. [16]

 

Mekke Devrinde Meşru Kılınan Hükümler:

 

İmân, semavi dinlerin özüdür, ve şeriat direklerinin üzerine atıldığı temeldir. İnsanların şeriatı kabul etmeleri ancak imanlarının sağlam olmasına yani: Allah Azze ve Celle'ye, O'nun ulûhiyetinin ve Rububiyyetinin birliğine, O'nun mukaddes isimlerine, sıfatlarına ve fiillerine, gayb âlemine, ahiret yurduna, orada insanların hesaba çekile­ceklerine, mükafat ve ceza göreceklerine, cennet ve cehenneme kesin olarak iman etmelerine bağlıdır.

Kalplerinde böyle bir iman yerleşmiş olan bir toplum, hayatlarında kendileriyle Rableri arasındaki ilişkilerinde birbirleriyle olan ilişkilerinde ve kainat ile bağlantılarında Allah Tealâ'nın serî'atını kabul ederler ve uygularlar. Bundan dolayı peygamberlerin davet ettikleri ilk şey imandır. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona: "Benden başka ilah yoktur, onun için bana ibadet edin!" diye vahyetmiş olmayalım" [Enbiya sûresi: 25] buyurmuştur.

Mekke devrinde on üç sene boyunca konulmuş olan şer'i hükümler, imanın düzeltilmesi, derinleştirilip kökleştiril-mesi, temiz tutulup, muhafaza edilmesi ile ilgiliydi.

İslam: "Eşhedü enlâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulünü" "Şehadet ederim ki, Allâh'dan başka ilâh yoktur ve şehadet ederim ki, Hazreti Muhammed Allah'ın kuludur ve elçisidir." Bu iki şehadeti, akidenin ve inancın gerçekleşmesi için sembol ve anahtar kılmıştır.

Bu iki şehadeti söyleyen bir insan İslama girmiş olur ve kendisine islami hükümler uygulanır.

Allah Tealâ'nın birliğine şehadet, Allah'ın bütün kemâl sıfatlarıyla muttasıf olduğunu, her türlü eksik ve noksan sıfatlardan uzak bulunduğunu, benzeri ve ortağı olmadı­ğını, ibadete sadece O'nun layık olduğunu, kainatı yoktan var ettiğini, büyüklüğünün, kudretinin sonsuz olduğunu, bütün canlıları yarattığını, büyütüp beslediğini, diriltip öldürdüğünü kapsar.

Hazreti Muhammed (SAV) in peygamberliğine şehadet ise, meleklerin, peygamberlerin, kitapların ve ahiret gününün tasdikini gerektirir ve aynı zamanda Hazreti Muhammed (SAV) e uymanın farz olduğunu da gerekti­rir.

Nitekim Tealâ Hazretleri: "Peygamber kendisine Rabbinden indirilen (Kur'ân) a iman etti. Müminler de iman ettiler. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar. "Biz Allah'ın peygamberle­rinden hiçbirinin arasını ayırdetmeyiz" dediler." [Bakara sûresi: 285] ve: "(Namazda) yüzlerinizi doğu ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Fakat iyi kimse, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden, malı sevmekle beraber yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere, köle ve esirlere veren, namazı dosdoğru kılan, zekatı da verendir. Bir de sözleştikten sonra sözlerini yerine getirenlerle sıkıntı ve hastalık hallerinde, şiddetli savaşta sabredenlerdir. Doğru söyleyenler işte bunlardır. Takva sahiplen de ancak bunlardır." [Bakara sûresi: 177] Buyurmuştur.

İmâna davet etmekte islâmm metodu, akli delile da­yanmaktadır. Akli delil ise insanlar bakışlarını kainata çevirip onun hakkında düşünmeleridir. Bu kainatın içinde bulunan eşsiz ve benzersiz yaratılmış varlıkların güzellik­leri ve çeşitli ve âlemlerin sağlam bir düzen içinde devam etmesi, bunların bir yaratıcısının ve bir idare edicisinin varlığına kesin olarak delâlet etmektedir. Akılları dehşete düşüren sağlam bir yapıya sahip olan bu kainat, bir tesadüfün eseri olarak meydana gelmiş değildir. Bir kimse Allah Tealâ'nın varlığına ve birliğine sağlam bir imân ile inanınca meleklerine, kitaplarına, peygamberle­rine, ahiret gününe, kadere yani hayrın ve şerrin Al-lâh'dan olduğuna inanması lâzım gelir.

Mekke de inen Kur'ân'ın süreleri ve âyetleri, insanları bu kainat hakkında düşünmeye, yere, göklere ve bunlarda Allah'ın koymuş olduğu sırlara, bunların ince ve sağlam bir düzen içerisinde bulunmasına, bunlarda bir bozukluk ve karışıklığın bulunmadığına bakmalarına yöneltir. Kainatın bu durumu, yaratıcısının ve idarecisinin birliğine kalb ile tasdiki ve bu kainatın O'nun tedbiri, ilmi ve hikmetiyle çizdiği ve tayin ettiği hedefe doğru gittiğine inanmayı gerektirir: Böyle olunca Allah Tealâ, kitapla­rında, açık âyetlerinde, indirmiş olduğu vahyinde işaret buyurduğu üzere bu kainatta -ahiret yurdu kuruluncaya kadar-çözülen   ve   yok   olan   hadiseler  ve   olaylardan dilediğini yapar.

Mekke devrinde inen Kur'ân, bu konuları ele alıyor, müşriklere tabii mantıkla içinde bulundukları ortamın olaylarına tam uygun olarak ve kısa âyetlerle hitap ediyordu: "O göğe baksalar a! Nasıl yükseltilmiş? O dağlara baksalar a! Nasıl dikilmiş? O yere baksalar a! Nasıl döşenmiş?" [Gaşiye sûresi: 18-19-20] ve: "Kaf (Müteşabihtir. Manasını yalnız Allah bilir.) Şanlı Kur'ân hakkı için! (Mekke kafirleri peygambere iman etmediler) Doğrusu onlara kendilerinden bir uyarıcı geldiğine şaştılar da kafirler, "Bu acaib bir şey"! Biz ölüp toprak olduğumuz vakit mi (dirilecekmişiz?) Bu (akıldan uzak bir dönüş!., dediler. Muhakkak ki biz, toprağın onların bedenlerinden neyi eksilttiğini biliyoruz. Yanımızda herşeyi tesbit eden bir kitap (levh-i mahfuz) da var. Doğrusu onlar hak kendilerine geldiği vakit yalanladılar ve kararsızlık içindedirler. Üstlerindeki semâya bir baksalar a! Biz onu nasıl bina etmişiz ve süslemişiz? Onun hiçbir gediği yok. Yeri de döşemişiz ve oraya sabit dağlar yerleştirmişiz. Orada manzarası güzel her çeşit nebattan çiftler bitirmişiz! Bütün bunları hakikaten hakka dönen her kulun kalb gözünü açmak ve bir ibret dersi vermek için yaptık. Gökten de mübarek bir su indirerek onunla bahçeler ve biçilecek ekinler bitirdik. Birde tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş, uzamış gitmiş hurma ağaçları; bunlar, kullara rızık içindir. O yağmurla biz ölü bir beldeye hayat verdik, (öldükten sonra dirilip kabirden) çıkış da böyledir." [Kaf sûresi: 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11] ve: "(Kureyş kafirleri) birbirlerine neyi soruşturuyorlar? O büyük haberi (peygamberin getirdiği Kur'an'ı) mı? Ki onlar onda ihtilafa düşüyorlar. Hayır!

 (ihtilafa lüzum yok!) ilerde bilecekler." [Nebe sûresi: 1, 2, 3, 4] ve: "Gök varıldığı, ve Rabbinin emrine itaat ettiği vakit ki, gök buna layık kılınmıştır. Yer uzatıldığı ve içindekileri atıp boşaldığı." [İnşikak sûresi: 1, 2, 3, 4] ve: "Gökyüzü varıldığı vakit, yıldızlar dökülüp saçıldığı zaman. Denizler akıtıldığı vakit ve kabirler deşildiği vakit, insanoğlu neyi öne aldığını, geriye ne bıraktığını bilmiştir." [İnfıtar sûresi: 1-5] ve: "Güneş durulduğu (ve nuru söndürüldüğü) vakit, yıldızlar düşüp saçıldığı, dağlar yerinden yürütüldüğü, kıyılmaz mal terkedildiği, bütün yabani hayvanlar bir araya toplandığı, denizler kaynayıp ateş kesildiği, ruhlar (bedenlerle) çiftleştirildiği ve diri diri mezara gömülen kız çocuğuna, hangi günahdan dolayı öldürüldüğü sorulduğu vakit, amel defterleri açıldığı, gökyüzü (bu görünen şeklinden ve halinden) soyulduğu." [Tekvir sûresi: 1-11]

Bunlara ilave olarak Mekke'de inen Kur'ân âyetleri cahiliyet devrinde nesilden nesile aktarılan bozuk inançları, batıl örf ve adetleri iptal ediyor, insanları güzel ahlaka, nefsi temizlemeye teşvik ediyor, helal olanlar hakkındaki emirlerle ve haram olanlar hakkındaki yasaklarla, temel kaideleri koyuyordu. İşte Cenab-ı Hak yeni doğan kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyi, haksız yere cana kıymayı haram kılarak: "Diri diri (toprağa) gömülen kız çocuğuna hangi günahtan dolayı öldürüldüğü sorulduğu vakit" [Tekvir sûresi: 8-9] ve: "Allah'ın (öldürülmesini) haram kıldığı cana kıymayın" [Enam sûresi: 151] buyurmuştur. İşte bu âyeti kerimeler canı korumakla alakalıdır.

Mekke'de inen Kur'an âyetleri zinayı haram kılıyor, eşleri ve cariyeleri dışında mahrem yerlerin herkesten korunmasını emrediyordu: "Onlar ki, eşleri ve cariyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar. Çünkü bunlar kınanmazlar. Artık kimde bundan ötesini ararsa işte onlar mütecavizlerin ta kendileridir." [Mü'minun sûresi: 5-7] İşte bu âyet-i kerimelerde nesli korumakla ilgilidir.

Zulmetmek, yetim malı yemek, israf etmek, başkasının hakkına tecavüz etmek, yeryüzünde bozgunculuk çıkar­mak, eksik ölçmek ve tartmak gibi şeylerin haram olduğuna dair âyeti kerimelerde Mekke devrinde inmiştir. Bu âyet-i kerimeler malın korunmasıyla ilgilidir.

Mekke devrinde namaz farz kılınmış, zekat farz kılın­mamış ise de hayır yolunda malların harcanmasını ve akrabaya iyilik edilmesini emreden âyeti kerimeler inmiştir. Zekat Medine devrinde farz kılınmıştır.

Mekke devrinde orucun aslı meşru idi. Resûlüllâh (SAV) Mekke'de iken oruç tutuyor ve ibadet ediyordu. Hicretten sonra aşûra (Muharrem ayının onuncu) günü ile beraber ondan bir gün önce ve bir gün sonra oruç tutmaya başladı. Nihayet Medine'de Ramazan orucu farz kılındı. İşte bunlar, ibadetlerin temelleridir.

Mekke devrinde inen Kur'an âyetleri, Allâh'dan başka­sı adına hayvan kesilmesini, putlara tapmayı, ekin, meyva ve hayvanlardan bir kısmını putlar için ayırıp kendilerine haram etmelerini yasaklıyor ve üzerine besmele çekilerek kesilen hayvanlardan yemelerini emrediyordu. İşte bunlar yenilecekler hakkında ten\el kaidelerdir.

Şatıbî "el-Muvafakat" isimli eserinde demiştir ki: "Bilmiş ol ki, Mekke'de Resûlüllâh (SAV) a ilk inen Kur'an âyetleriyle temel kaideler konmuştur. Sonra bu temel kaidelerin ayrıntıları Medine'de inen âyetlerle tamamlanmıştır."

Birinci temel kaide: Allah'a, Resulüne ve ahiret gününe inanılması gibi farz olan şeylere inanmak hakındadır.

İkinci temel kaide: îmandan sonra namaz ve Allah yolunda mal harcamak gibi islamm asılları hakkındadır.

Üçüncü temel kaide: Allah'ın emri diye Allah'a karşı uydurup iftira ederek Allâh'dan başkası adına hayvan kesmek, Allah'ın ortaklarıdır diye uydurup iddia ettikleri putlar için kurban kesmek, Allâh'dan başkasına ibadet edileceğine dair hiçbir delil ve dayanakları olmadığı halde bazı şeyleri kendilerine haram etmeleri Veya kendilerine vacip kılmak gibi küfür olan veya küfürle ilişkisi bulunan her şeyin yasak edilmesi hakkındadır.

Dördüncü temel kaide: Adaletle hükmetmek, iyilik etmek, verilen sözü yerine getirmek, af yolunu tutmak, cahillerden yüz çevirmek, kötülüğü en güzel bir tutumla savmak, yalnız Allâh'dan korkmak, sabretmek, şikayeti yalnız Allah'a yapmak gibi bütün güzel ahlâkların emredilmesi hakkındadır.

Beşinci temel kaide: Utanmazlık, kötülük, zorbalık, bilmediği bir şeyi söylemek, eksik ölçüp tartmak, yeryü­zünde bozgunculuk çıkarmak, zina, haksız yere cana kıymak, diri diri kız çocuklarını toprağa gömmek gibi cahiliyyet döneminde yapılan bütün çirkin ahlâk ve âdetlerin yasaklanması hakkındadır.

Mekke'de inen Kur'ân âyetlerinde şer'i hükümlerin ayrıntıları azdı. Mekke'de inen Kur'ân âyetleri daha çok şer'i hükümlerin temel kaidelerini koyuyordu.

Resûlullâh (SAV) teselli olsun, Resûlullâh (SAV) i yalanlayanlar, önceki peygamberleri yalanlayanların başlarına gelen musibet ve felaketlerden ibret alsınlar, semavi dinlerin temel esaslarda birbirini destekledikleri ortaya çıksın, müşrikler batıl yoldan Allah Teâlâ'nın yoluna dönsünler, Resûlün'ün davetini kabul etsinler diye Mekke'de peygamberlerin kıssalarına âit Kur'ân âyetleri daha çok inmiştir. [17]

 

Medine Devrinde Meşru Kılınan Hükümler:

 

Hicret Hadisesi, islâm tarihini Mekke devri ve Medine devri diye ikiye ayırdı. İslâm inancı, muhacirlerle, ensardan biat edenlerin kalblerinde yerleşti. Böylece İslâm toplumunun ilk çekirdeği oluştu. Bunlar Medine'yi kendilerine merkez edindiler. Yeni pratik bir düzen safhası başladı. Şer'i hükümler, ümmeti oluşturmaya ve sosyal ilişkilerini düzenlemeye yöneldi.

Resûlullâh (SAV) muhacirler ile ensarı birbirine kardeş yapmakla bu yeni toplumu sağlam bir temel üzerine kurmuş oldu.

Ensar, muhacir kardeşlerini kendilerine tercih ediyor­lardı: "Onlardan önce yurdu (Medine'yi) hazırlayıp iman sahibi olanlar (yani ensar), kendilerine hicret edip gelenleri severler. Onlara verilen ganimetten dolayı nefislerinde bir kıskançlık duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar" [Haşr sûresi: 9]

Medine hicretten sonra" değişik kabileleri barındırıyor­du:

Medine, arkalarında müşrik olan kabilelerini bırakıp Mekke' den hicret eden muhacirleri barındırıyordu. Bununla beraber Medine, Resûlullâh (SAV)'a biat eden, onu barındıran, ona yardım eden, Evs ve Hazrec kabilele­rini de barındırıyordu. Bu kabileler İslâmdan önce birbirlerine düşman olmuş, aralarında senelerce kanlı savaşlar devam etmiş, bu kanlı savaşlar içlerinde derin yaralar açmışken İslama girer girmez bu kan dökücü düşmanlıktan kurtularak din kardeşleri olmuşlardı.

Medine kalbleri hasta olan bir toplumu da barındırı­yordu. Bu toplum yeni dinin kuvvetine boyun bükerek İslâmı kabul ettiklerini açıkladıkları halde, içlerinde ise bu dine karşı düşmanlıklarım ve küfürlerini gizliyorlardı. Bunlar münafıklardı.

Medine uzun zamandan beri yahudileri de barındırı­yordu Bunlar mukaddes kitapları okuyorlar, o kitaplarda Hazreti Muhammed (SAV) in peygamber olarak gelece­ğine dair müjdesini görüyorlardı. Hazreti Muhammed (SAV) peygamber olarak gönderildikten sonra dini otoritelerini devam ettirmek ve yer yüzünde büyüklük taslamak için Hazreti Muhammed'e (SAV) boyun bükmeleri ağır geldi: "İşte bilip tanıdıkları (Hazreti Muhammed) gelince onu inkar ettiler.1' [Bakara sûresi: 89]

Medine'deki şer'i hükümler, bu toplumlara uygun olarak geliyordu. Serî'at, inanç bağını, yeni dine inanan muhacirler ile ensar arasında islâm ümmetinin esas bağı olarak kabul etti. Bu inanç bağı, kabile hayatındaki kan bağı yerine geçti.

Resûlullâh (SAV), ırkçılıktan sakındırmış ve ırkçılığı cahiliyyet çağrısından saymıştır: "Irkçılığa davet eden bizden değildir. Irkçılık üzerine ölen bizden değildir." Yine Resûlullâh (SAV), ırkçılık hakkında nefret ettiren şu ifadeyi   kullanarak:   "Irkçılığı   bırakınız  çünkü  ırkçılık kokmuştur." Buyurmuştur. Allah Tealâ Medine'de indirdiği Kur'ân âyetlerinde münafıkların durumlarını, içlerinde gizledikleri küfürleri ile tehlikeli olduklarını açıklıyor ve onlardan sakındırıyordu.

Yahudilere gelince Kur'ân âyetleri, bunların Allah'ın Tevrat'ta indirmiş olduğu recim âyeti ve peygamber efendimizin vasıflan gibi şeyleri gizlediklerini, peygam­berleri haksız olarak öldürdüklerini, insanları Allah yolundan men ettiklerini, faiz aldıklarını, insanların mallarını haksız olarak yediklerini ve içlerindeki kötülük­lerini açıklıyordu.

Yine Kur'ân âyetleri, yahudilerin korkak, sözünde durmayan ve zayıf olarak yaratılmış olduklarını açıklıyordu. Bunlar sözlerinde durmadıkları için Resûlullâh (SAV) onlarla savaştı ve onları yurtlarından çıkardı.

Medine'de inen Kur'ân âyetleri Mekke'de farz kılın­mayan ibadetleri açıkladı. Bunlar ameli rükunlar ve farzlardır ki, islâm bunlar üzerine kurulmuştur.

Allah Tealâ Mekke'de namazı farz kılmış, Medine'de zekatı, orucu ve haccı farz kılmıştır.

Medine'de inen Kur'ân âyetleri insanlar arasındaki muamele işlerini ele alıyor, alış-verişi helal, faizi haram kılıyor, va'deli satışda va'de zamanını tayin etmek, peşin ödenen ve kalan borcun miktarını yazmak, şahit tutmak gibi gerekli olanları açıklıyor ve ticaret yolunu gösteriyor, insanların mallarını haksız olarak yemeyi yasaklıyordu.

Medine'de inen Kur'ân âyetleri, evlilik hayatında iyi geçinme, boşanma, miras ve vasiyet gibi ailenin temel kaidelerini açıklıyordu.

Medine'de inen Kur'ân âyetleri, savaşın meşru olması­nı, cihadın farz olmasını, savaşla ilgili antlaşmaları, savaşla alınan bir memleketin arazisinin kendi halkının elinde bırakılıp arazilerden haraç alınmasını, savaşla alınan ganimet ve esirleri ele alıp durumlarını açıklıyordu.

Medine'de inen Kur'ân âyetleri, toplumun varlığını ve haklarım koruyabilmeleri için beş zaruri değerin cezaları­nı açıklamıştır.

Bu beş zaruri değerin korunması bütün dinlerde vardır. Çünkü dünya ve ahiretin mamur olması bu beş değer üzerine kurulmuştur. Gerek fertlerin durumu gerekse toplumların düzeni bunların korunması ile yoluna girer. Bu beş zaruri değer şunlardır:

1) Din,

2) Nefis,

3) Mal,

4) Nesil,

5) Akıl.

Dinin var olması için; ona inanmak, onun yanı sıra namaz, zekat, oruç ve hac gibi ibadetler farz kılınmıştır.

Dinin korunması için; cihad farz kılınmış ve dinden saptıranlar, dine daveti engelliyenler, dinden dönenler, ve benzerleri için öldürülme hükmü konulmuştur.

Nefsin (canın) varlığı için; evlilik meşru kılınmıştır.

Canın korunması ve hayatın devamı için de zaruri olan miktarda yeme, içme, giyinme farz kılınmış ve cana yönelik tecavüzlere karşı kısas, diyet ve kefaret hükümle­ri konulmuştur.

Malın varlığı ve elde edilmesi için çeşitli ticari muameleler mubah ve çalışmak farz kılınmıştır.

Malın korunması için de hırsızlık yasaklanmış, çalana ceza verilmiş, aldatma, hıyanetlik gibi her türlü kötü işler haram kılınmıştır.

Neslin (soyun) korunması ve insana yaraşır bir mü­kemmellikte devam etmesi için; evlilik meşru kılınmış ve zina yasaklanmış, zina edenler için cezai hükümler konulmuştur.

Aklın korunması için onun sağlam kalmasını sağlaya­cak herşey mubah kılınmış bozulmasına zaafa uğramasınayol açacak içki ve benzeri sarhoş edici ve uyuşturucu maddeler yasaklanmış bunları kullananlar için cezai hükümler konmuştur.

Medine'de inen Kur'ân âyetleri, insanların arasındaki davaları adaletle görme ve adaletle hüküm verme işlerini ve Allah'ın kitabını hakim kılmayı açıklıyordu: "Şu emri de indirdik. "Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların arzularına uyma." [Maide sûresi: 49]

Özetliyecek olursak: Medine'de konulmuş olan şer'i hükümler, islâm ümmetinin hayatının ölçülerini belli başlı yönleriyle ortaya koydu, sosyal bağlarını ve siyasi otoritesini düzenledi. Bundan dolayı islâm, inanç şeriat ve hayat için mükemmel bir sistem oldu. Hazreti Muham-med (SAV) islâm devletinin temelini attı. Allah Tealâ koymuş olduğu şer'i hükümlerle bu dini ikmal etti ve nimetini tamamladı. [18]

 

Medine'deki Şer'i Hükümlerin Mekke'deki Şer'i Hükümler İle Bağlantısı:

 

İnsanların, Mekke'de inmiş olan şer'i hükümlerle Medine'de inmiş olan şer'i hükümlerin arasım ayırt etmesi oldukça zordur. Çünkü Medine'de inmiş olan şer'i hükümler, Mekke'de inmiş olan şer'i hükümlerin uzantı­sıdır. Şöyle ki: Medine'de inmiş olan şer'i hükümler, Mekke'de inmiş olan tevhid akideleri, dinin asılları ve temelleri üzerine kurulmuştur, bunlar hakkındaki vahiy Mekke'de inmiştir.

Şâtibi demiştir ki: "Medine'de inmiş olan sûreler, Mekke'de inmiş olan sûrelerin anlaşılmasında aşamalı olarak yardımcı oluyordu. Yine Kur'ân'ın iniş tertibine göre, Mekke'de aşamalı olarak inmiş olan sûreler mana bakımından birbirine bağlı ve Medine'de aşamalı olarak inmiş olan sûreler de mana bakımından birbirine bağlı bulunuyordu. Şayet böyle olmasaydı, tertib sahih olmaz­dı.

Kur'ân âyetlerinin iniş tertibine bağlı olduklarının delili, Medine'de inen bir âyetin hükmü çok kere Mek­ke'de inmiş olan bir âyetin hükmü üzerine kurulmuş oluyordu. Nitekim gerek Mekke'de gerekse Medine'de sonra inen bir âyetin hükmü, önce inmiş olan bir âyetin hükmü üzerine kurulmuş oluyordu.

Kur'ân hakkındaki araştırmalar bunları bildirmektedir. Şöyle ki: Önce inmiş olan Mücmel bir âyetin hükmü, sonra inen bir âyetle açıklanıyor veya önce inmiş umumi bir âyetin hükmü, sonra inen bir âyetle tahsis ediliyor

veya önce inmiş mutlak bir âyetin hükmü, sonra İnen bir âyetle takyid ediliyor veya önce inmiş bir âyetin açıklan­mamış hükmü, sonra inen bir âyetle açıklanıyor veya henüz tamamlanmamış bir âyetin hükmü, sonra inen bir âyetle tamamlanmış oluyordu. Bunun ilk şahidi, islâm şeriatının aslıdır. Çünkü islâm şeriatı, iyi ahlaki tamam­lamak ve İbrahim Aleyhisselâmm dininden bozulmuş olanları düzeltmek için gelmiştir.

Mekke'de inmiş olan En'âm sûresi inançların kaidele­rini, dinin asıllarını ve temellerini açıklıyordu. Kelâm âlimleri Allah Tealâ'nın varlığını ve birliğini isbattan başlayıp, hilafet meselesine kadar olan konuların delille­rini bu sûreden çıkardılar ve "Kelâm İlmi" ni yazdılar.

Kur'ân'ı Kerim'i dikkatle incelediğimiz zaman kesin olarak şu gerçek ortaya çıkar ki: Mekke'de konmuş olan şer'i kaidelerden temel bir kaide bozulur veya bir asıl kaide eksik olursa şeriatın düzeni bozulmuş olur.

Sonra Resûlullâh (SAV) Medine'ye hicret edince ken­disine ilk inen Bakara sûresi oldu. Bu sûre En'âm sûresinin kaideleri üzerine kurulmuş olan şer'i hükümleri yerleştirdi. Çünkü bu sûrede ef âl-i mükellefinin kısımları özet olarak açıklandı. Her ne kadar bunların ayrıntıları diğer sürelerde açıklanmış olsa da, ef âl-i mükellefinin kısımları şunlardır: Farz, vacip, sünnet, müstehab, helal, haram, mubah, mekruh, sahih, fasid, batıl.

Bu sûrede zikredilenler: «İslâmın temel esasları olan ibadetler, yenilecek, içilecek ve giyilecek gibi âdet kabilinden olan şeyler, alış-veriş, evlenme, boşanma ve bunlarla ilgili olan muameleler, haram olan faizin ve faiz gibi haram olanların hükümleri ve cinayetler. Bu sûrede, dinin   korunması,   canın   korunması,   aklın  korunması, soyun   korunması   ve   malın   korunması   garanti   altına alınmıştır.

Bu sûrede, açıklanan meselelerin dışında kalan mesele­lerin açıklanması, Bakara sûresinin hükümlerinin tamam­lanması kabilindendir.

Bakara sûresinden sonra Medine'de inen diğer sûrele­rin hükümleri, Bakara sûresinin hükümleri üzerine kurulmuştur. Nitekim Mekke'de inmiş olan En'âm sûresinden sonra inen diğer sûrelerin hükümleri de En'âm sûresinin hükümleri üzerine kurulmuştur.

Kur'ân'ın diğer sûrelerine bakıldığı zaman sûrelerin arasında tam bir tertib ve düzen bulunmaktadır. [19]

 

Mekke'de İnen Ayetler İle Medine'de İnen Ayetlerin Özellikleri

 

Kur'ân'ı Kerimi okuyup, anlayan bir kimse Mekke'de inen âyetlerin gerek tesirleri bakımından ve gerekse manaları bakımından bir çok özellikleri vardır ki, Medi­ne'de inen âyetlerde -her ne kadar Mekke'de inen hükümlerin uzantısı olsa da- o özellikleri bulamaz. Çünkü Mekke halkı kendilerini kör ve sağır eden cehalet içinde bulunuyorlar, putlara tapıyorlar, Allah'a ortak koşuyorlar, vahyi inkâr ediyorlar, kiyameti yalanlıyorlardı. Dirilmeye inanmayanlar: "Biz öldüğümüz toprak ve bir yığın kemik olduğumuz vakit mi? Hakikaten biz mi dirilecekmişiz." [Vakıa sûresi: 47] ve: "Hayat, ancak bizim bu dünya hayatımızdır, yaşarız ve ölürüz. Bizi ancak zaman helak eder." Dediler." [Casiye sûresi: 24] Mekke halkı düşman­lıkta yamandılar, fesahatla ve belagatla söz söylemede, mücadelede ve münakaşada mahirdiler. [20]

 

Mekke'de İnen Sürelerin Özellikleri:

 

Bu sûrelerin içinde müşriklerin kafalarına vuran, kor­kutan ve ateşin ifadeler ve putlar hakkındaki batıl inançlarını yıkan kesin deliller bulunuyor, insanları Allah Tealâ'nın uluhiyyette ve rububiyyette birliğine davet eden ve onların fesad perdelerini yırtan ve peygamberliği isbat eden deliller bulunuyor, ahiret hayatı, orada bulunan cennet ve cehennemin misalleri açıklanıyor, bu Kur'ân beşer sözü ise onun benzerinin getirilmesi hususunda fesahat ve belagat erbabına meydan okuyan deliller bulunuyor, kendilerinden Önceki toplumların peygamber­lerini yalanladıkları için başlarına gelenlerden ibret ve öğüt alsınlar diye kıssaları anlatılıyordu.

Mekke'de inen âyetler kulaklara şiddetle vuruyor, harfleri tehdit ve azab kıvılcımları saçıyordu.

Mekke'de inen âyetlerin içinde azarlayıcı "kella" lafzı bulunuyordu.

İçinde kıyametin şiddeti anlatılan "Abese sûresi", "Karia sûresi", "Gâşiye sûresi", "Vakıa sûresi", Mek­ke'de inmiştir.

Hece (mukatta) harfleri ile başlayan -Bakara sûresi ile Al-i İmrân sûresi hariç- her sûre ve içinde Kur'ân'ın benzerini getirin diye meydan okuyan âyetler ve geçmiş ümmetlerin kötü sonuçları bulunan sûreler Mekke'de inmiştir: "Biz de, her birinr günahı sebebiyle yakaladık, kiminin üzerine bir taş yağdıran (kasırga) gönderdik, kimini nara yakaladı, kimini yere batırdık. Bazılarım da boğduk. Allah onlara zulmedecek değildi. Lakin onlar kendilerine zülüm ediyorlardı."[Ankebût sûresi: 40] İçinde kainatla ilgili deliller,  fiili mücadele ve akli burhanlar bulunan süreler Mekke'de inmiştir.

Buraya   kadar   zikredilenlerin   hepsi   Mekke'de   inen sürelerin özelliklerindendir.

Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere yani hayrın ve şerrin Allâh'dan olduğuna inanan ve inançlarında müşriklerin ezasıyla imtihan edilen, dinlerinin gereğini yapmak için hicret eden, Allah katında olanları dünya hayatının menfaatlarına tercih eden müslüman bir toplum oluşunca Medine'de uzun âyetler iniyor, sosyal hayatın en üstün seviyede ve bir düzen içinde devam edebilmesi için uygulanması gereken hadlere (ceza esaslarına) önem veriyor, Allah yolunda cihada ve şehid olmaya davet ediyor, Mekke'de temelleri atılmış olan şer'i hükümleri açıklıyor, toplumun vazifele­rini ve haklarını bildiren kaidelerini koyuyor, aile bağlarını, fertlerin birbiriyle olan ilişkilerini ve uluslar arası savaş ve barışla ilgili meseleleri düzenliyor, müna­fıkların içlerinde gizledikleri küfrü, müslümanlara karşı besledikleri düşmanlığı açıklayarak onları rezil ediyordu. İşte Medine'de inen Kur'ân âyetlerinin genel görünümü bunlardır.

Mekke'de inen süreler ile Medine'de inen sürelerin sayıları hakkında görüşlerin doğruya en yakın olanı: Yirmi sürenin ittifakla Medine'de inmiş olmasıdır. Bunlar şu sürelerdir:

1) Bakara, 2) Âl-i İmrân, 3) Nisa, 4) Mâide, 5) Enfal, 6) Tevbe, 7) Nûr, 8) Ahzâb, 9) Muhammed, 10) Feth, 11) Hucurat, 12) Hadîd, 13) Mücâdele, 14) Haşr, 15) Mümtehine, 16) Cumua, 17) Münafıkûn, 18) Talâk, 19) Tahrim, 20) Nasr.

Hakkında ihtilaf edilenler şu on iki sûredir:

1) Fatiha, 2) Ra'd, 3) Rahman, 4) Saff, 5) Tegâbün, 6) Tatfıf, 7) Kadr, 8) Beyyine, 9) Zelzele, 10) İhlâs, 11-12) Muavvizeteyn (Felak, Nas).

Bunlardan başkası ittifakla Mekke'de inmiş sürelerdir. Bunlar seksen iki süredir. Böylece Kur'ân sürelerinin toplamı yüz on dört süredir.

Mekke'de inen veya Medine'de inen sürelerin içinde bulunan âyetlerin hepsi Mekke'de inmiş veya Medine'de inmiş değildir. Bundan dolayı Mekke'de inen sûrelerin içinde Medine'de inen bazı âyetler, Medine'de inen sûrelerin içinde Mekke'de inen bazı âyetler vardır. Fakat sûrelerin içinde bulunan âyetlerin çokluğuna göre Mekke'de inen veya Medine'de inen sûreler diye adlandı­rılmıştır. Bunun içindir ki, bunları adlandırmada, falan sûre Mekke'de inmiş, şu âyetler müstesna, onlar Medi­ne'de inmiştir, falan sûre Medine'de inmiş şu âyetler müstesna, onlar Mekke'de inmiştir diye zikredilmektedir. Nitekim bunları mushaflarda görmekteyiz[21].

 

Mekke'de İnen Âyetler İle Medine'de İnen Âyetlerin Arasındaki Fark:

 

Mekke'de inen âyetler ile Medine'de inen âyetlerin arasındaki fark konusunda âlimlerin üç ıstılahı görüşleri vardır. Bu görüşlerden her biri ayrı bir hususa itibar etmiştir:

Birinci görüş: Âyetlerin inmiş olduğu zamana itibar etmiştir. Buna göre hicretten önce inmiş olan âyetler her ne kadar Mekke'den başka yerde inmiş olsa da Mekke'de inmiş sayılır. Hicretten sonra inmiş olan âyetler her ne kadar Medine'den başka yerde inmiş olsa da Medine'de inmiş sayılır. Hicretten sonra inmiş olan âyetler, Mek­ke'nin fethedildiği senede veya Arafat'ta veyahut başka yerlerde inmiş olsa da Medine'de inmiş sayılır. Nitekim: "Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizde­ki nimetimi tamamladım. Size din olarak islâm'a razı oldum." [Maide sûresi: 3] bu âyeti kerime Arafat'ta inmiştir. Bu birinci görüş, Kur'ân'ın âyetlerinin inmiş olmasını iki kısımda toplayarak belirleyip düzenlemesi bakımından uygun olduğu için kendinden sonraki iki görüşden daha üstündür.

İkinci görüş: Ayetlerin inmiş olduğu yere itibar etmiş­tir. Buna göre mekke'de ve çevresindeki Minâ, Arafat, Hudeybiye gibi yerlerde inmiş olan âyetler Mekke'de inmiş sayılır. Medine'de ve çevresindeki Uhud, Kûbâ, Sel gibi yerlerde inmiş olan âyetler Medine'de inmiş sayılır. Bu görüşe göre, Kur'ân âyetlerinin inişindeki taksiminin ikide kalmaması gerekir. Seferlerde veya Tebük'de veya Beytülmakdis'de inmiş olan âyetler bu taksim altına girmediğinden Mekke'de inmiş veya Medine'de inmiş denilemez. Bu taksime göre hicretten sonra Mekke'de inmiş olan âyetler Mekke'de inmiş sayılır.

Üçüncü görüş: kendisine hitap edilene itibar etmiştir. Buna göre Mekke halkına hitap eden âyetler Mekke'de inmiş sayılır. Medine halkına hitap eden âyetler ise Medine'de inmiş sayılır. Bu görüş sahiplerine göre Kur'ân'da: "Yâ eyyühennâs - Ey insanlar" diye başlayan âyetler Mekke'de inmiştir. Yine Kur'ân'da: "Yâ eyyühellezine âmenü - Ey iman edenler" diye başlayan âyetler   ise   Medine'de   inmiştir.   Dikkatle   incelenirse apaçık anlaşılırki, Kur'ân sürelerinin çoğu bu iki hitaptan biri ile başlamaz. O halde bu kaide uygun değildir.

Mekke'de ve Medine'de  inen  âyetlerin  özelliklerini kısaca özetleyebiliriz. [22]

 

Mekke'de İnen Âyetlerin Özellikleri:

 

1) Allah Tealâ'nın birliğine İnanmaya ve yalnız O'na ibâdet etmeye davet eden âyetler: "Allah kendinden başka ilah olmayandır." [Taha sûresi: 8] ve: "O Allah bir tektir." [İhlas sûresi: 1] ve: "Allah Tealâ'ya ibadet ediniz ve O'na hiçbir şey ortak koşmayınız.." [Nisa sûresi: 36]

İnsanların ahirette bir bahaneleri olmasın diye müjdeci­ler ve uyarıcılar olarak gönderilmiş olan peygamberlerin peygamberliğini isbat eden âyetler.

Öldükten sonra dirilmeyi, ahireti, orada verilecek ceza­yı inkâr ederek peygamber efendimiz ile mücadele eden müşriklere, Allah Tealâ kainatta yarattığı hadiseler ve olaylarla öldükten sonra dirilmeyi isbat eden akli deliller­le cevap vererek mücadelelerinin kökünü kesen âyetler: "Biz o (yağmur yüklü) bulutu Ölü (kurumuş= memleket­lere göndeririz ve böylece o yere suyu indiririz de onunla her çeşit meyvaları çıkarırız. İşte bunun gibi, ölüleri de (diriltip) çıkaracağız. Umulur ki, düşünür ibret alırsınız." [Araf sûresi: 57] ve: "Yaratılışını unuttu da bize bir de misâl getirdi. "Bu kemikler çürümüşken onları kim diriltir?" dedi. De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltir ve O' her çeşit yaratmayı bilir." [Yasin sûresi: 78-79]

Kıyameti ve dehşetini, cehennemi ve azabını, cenneti ve nimetlerini açıklayan âyetler.

2) şerî'atın genel esaslarını koyan âyetler. Toplumu ayakta tutan faziletleri bildiren âyetler. Müşriklerin kan döktüklerini, yetimlerin mallarını haksız olarak yedikleri­ni,   kız   çocuklarını   diri   diri   gömdüklerini,   üzerinde bulundukları kötü âdetler hakkındaki suçlarını açıklayan âyetler.

3) Müşrikler ibret olarak yaptıkları kötülüklere son versinler  ve  Resûlüllâh  (SAV)  dahi  kendisini  te.selli ederek onların  eziyetlerine  sabretsin ve  onlara  üstün geleceğinden emin olsun diye geçmiş peygamberlerin kıssalarını  ve  onları  yalanlayanların  kötü   sonuçlarını anlatan âyetler.

4) Fasılaları  kısa,  lafızları  kuvvetli,  ifadeleri  özlü, kulaklara şiddetle vurarak çınlatan, kalblere yıldırım gibi inen âyetleri içinde bulunduran kısâr-ı mufassal denilen süreler Mekke'de inmiştir. Bunlardan çok azı Medine'de inmiştir.

5) Mekke'de inen hitap sığaları genel olarak hem mü­minleri, hem de mümin olmayanları kapsıyordu:  "Yâ eyyühennas - Ey insanlar" ve: "Yâ ben-i âdeme - Ey ademoğulları" gibi başlayan âyetler.

Medine'de inen hitap sığaları ise çoğunlukla müminleri kapsıyordu: "Yâ eyyühellezine âmenü - Ey iman eden­ler" gibi başlayan âyetler.

Medine'de inen "Ey insanlar" diye hitap eden âyetler yedidir. Bunlardan ikisi bakara süresindedir: "Ey insan­lar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin, ta ki, korunmuş olasınız." [Bakara: 21] ve: "Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helal şeylerden yiyin. Şeytana ayak uydurmayın, zira o, size apaçık bir düşman­dır." [Bakara sûresi: 168]

Bunlardan dördü Nisa süresindedir: "Ey insanlar sizleri tek kişiden [Ademden) yaratan ondan da eşini (Havva'yı) vücuda getirerek, ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun." [Nisa sûresi: 1] ve: "Eğer O, dilerse ey insanlar, sizi giderir de (yerinize) başkalarını getirir. Allah buna da kadirdir." [Nisa sûresi: 133] ve: "Ey insanlar! Peygamber, size Rabbinizden hak ile geldi. Hakkınızda hayır olmak için hemen ona iman edin." [Nisa süresi: 170] ve: "Ey insanlar size Rabbinizden bir burhan (Hz Muhammed) geldi. Ve size apaçık bir nur (Kur'ân) indirdik." [Nisa sûresi: 174]

Bunlardan biri de Hucurât süresindedir: "Ey insanlar! Biz sizi, bir erkekle bir kadından (Adem ile Havva'dan) yarattık." [Hucurât sûresi: 13]

6) Mekke'de inen âyetler içinde çok yemin bulunmak­tadır. Bu yeminlerin adedi otuzdur.

Medine'de inen âyetlerin içinde ancak bir yerde yemin gelmiştir: "Küfredenler öldükten sonra diriltilmeyecekle-rini sandılar. De ki: "Hayır! Rabbime yemin ederim kİ, mutlaka diriltileceksiniz." [Tegâbün sûresi: 7]

Alimler, hicretten Önce özel hâdiseler hakkındaki süre­lerin iniş tarihini belirlemeye çalıştılar. Bu süreler şunlardır:

1) Nectn sûresi: Mekke devrinin beşinci yılında Habeşistan'a birinci hicretten bir müddet sonra inmiştir.

2) Tâ-Hâ sûresi: Mekke devrinde hicretten altı yıl önce Hazreti Ömer b. Hattab (r.a) müslüman olmadan önce inmiştir.

3)  Rûm sûresi: Mekke devrinin yedinci veya sekizinci yılında   rumlar   ile   İranlılar   arasında   meydana   gelen harbden bir müddet sonra inmiştir.

4)  Cin sûresi: Mekke devrinin onuncu yılında Ebû Talip ile Hz. Hatice'nin vefatlarından sonra Resûlullâh (SAV) Taife gidip geldikten bir müddet sonra inmiştir.

5)  İsrâ sûresi: Mekke devrinin onuncu yılında İsrâ ve Mirâc hadisesi zamanında inmiştir.

Mekke'de inen süreler konularına göre aşağıdaki kı­sımlara ayrılır:

1) Hürneze, Maun, Tekâsür, Fil ve Leheb süreleri müş­riklere ve peygamber efendimize karşı çıkan düşmanları­na cevap vermek için inmişlerdir.

2) Dûha ve İnşirah gibi süreler kafirleri Resûlullâh (SAV) a verdikleri eziyetlerden dolayı onu teselli etmeyi içeren sürelerdir.

3) Tekvir, Vakıa gibi süreler kıyamet gününün dehşeti­ni ve onun ardından gelecek olan hesabı, cenneti, cehen­nemi anlatan sürelerdir.

4) Nûh ve kamer gibi süreler kısa âyetlerle, peygam­berlerin kıssaları hakkında gelen sürelerdir. [23]

 

Medine'de İnen Âyetlerin Özellikleri

 

1) İbadetler, muameleler, hadler (cezalar), miraslar, cihadın fazileti, aile düzeni, devlet idaresi ve yasama esasları hakkındaki âyetler Medine'de inmiştir.

2) Yahudi ve Hıristiyanlara hitap eden, onları İslama davet eden âyetler ve onların Allah'ın kitaplarını bozmuş olduklarını, Hak Tealâ üzerine suç atmalarını ve kendile­rine ilim geldikten sonra aralarındaki kıskançlık yüzün­den  ayrılığa düştüklerini  açıklayan âyetler Medine'de inmiştir.

3) Münafıkların ahlak ve gidişatını açıklayan, psikoio-jik durumlarını inceleyen, içlerinde gizledikleri küfürden perdeyi kaldıran, dine karşı olan tehlikelerini açıklayan âyetler Medine'de inmiştir.

4) Serî'atı    yerleştiren,    serî'atın    hedeflerini    ve maksadlarını açıklayan bir üslûp içinde âyetleri ve durak yerleri uzun olan süreler Medine'de inmiştir. [24]

 

Medine'de İnen Sûrelerin İniş Tarihlerinin De Yaklaşık Olarak Belirlenmesi Mümkündür:

 

a) Bakara süresinin büyük bir bölümü hicretin ikinci yılında Bedir Gazasından önce inmiştir. Bu sürede: Kıblenin Beyt-i Makdis'den, Kabe'ye çevrilmesi, haram olan yiyecekler, orucun farz kılınması, haccın hükümleri, karı ile kocanın boşanması ile ilgili hükümler açıklanmış­tır.

b) Enfal sûresi: Bedir Gazasından sonra inmiştir. Bu sürede:  Gaza hâdiseleri, ganimetlerin taksimi,  esirlerle ilgili hükümler açıklanmıştır.

c) Nisa sûresi: Yaklaşık olarak hicretin dördüncü yılın­da inmiştir. Bu sürede: Dört kadınla evlenmenin caiz olması, yetimlerin hakları, miras hukuku açıklanmıştır.

d) Ahzâb sûresi: Ahzâb (Hendek) Gazasının yapıldığı hicretin beşinci yılında inmiştir. Hendek Gazasında bir çok düşman fırkaları gelip müslümanlara karşı cebhe almışlardı. O gazaya "Ahzâb" gazası denilmiştir.

Bu mübarek sürede de o gazaya âit olan âyetler bulun­duğu için buna "Ahzâb süresi" adı verilmiştir. Bu sürede: Evlâd edinmenin iptal edilmesi, Ahzâb gazvesinde müminler ile münafıkların durumları, Cahşın kızı Hz. Zeyneb'in kıssası, Peygamber Efendimizin müminlere kendi nefislerinden daha evlâ olduğu ve mübarek zevce­leri de müminlerin manevi anneleri olduğu, müslüman kadınların nasıl örtünecekleri açıklanmıştır.

e) Tevbe sûresi: Hicretin dokuzuncu yılında Tebük gazasından   sonra   inmiştir.   Resûlullâh   (SAV)   hacda insanlara bu sürenin baş tarafındaki âyetlerin hükümlerini bildirmek için Hz. Ali'yi Mekke'ye gönderdi. Hac ibadeti yerine getirilirken "Minâ" da zilhiccenin onuncu günü Hz. Ali bir hutbe okudu: «"Ey insanlar! Ben size Pey­gamber Efendimiz tarafından geliyorum" diye sözüne başladı. "Tevbe sûresinin baş tarafındaki âyetleri okuduk­tan sonra" dört şeyi size bildirmekle emrolundum:

1) Bu yıldan sonra hiçbir müşrik kabe'ye yaklaşamaya­cak.

2) Hiç kimse Kabe'yi çıplak tavaf etmeyecek.

3)  Her kimin Resûlullâh (SAV) ile antlaşması varsa müddeti sona erinceye kadar ona riâyet edilecek.

4)  Cennete ancak mümin olan kişi girecek» dedi. Bu sürede: Müşrikler ile yapılmış antlaşmaların hükümleri­nin sona ermiş olduğu, haram olan ayların hürmetleri, münafıkların kepazelikleri ve Tebük gazası açıklanmıştır. [25]

 

Kur'ân'ın İstemekte Veya Yapılıp Yapılmama­sını Serbest Bırakmasında Kullandığı Üslûbu Ve Şer'i Hükümleri Açıklamadaki Metodu:

 

Teklifi hüküm beş kısma ayrılır: İcab, Nedb, Tahrim, Kerahet, İbâhadır.

Teklifi hükmün beş olmasının sebebi: Çünkü Kur'ân'ın hitabı ya istemek için veya serbest bırakmak için olur.

İstemek için olan hitap ise, ya bir fiilin yapılmasını ister veya bir fiilin yapılmamasını ister.

Eğer bir fiilin yapılmasını isteyen hitap, o fiilin kesin olarak yapılmasını istiyorsa bu hitap "İcâb-Farz kılmak" içindir. Yapılması istenilen fiil ise "Vacib-Farz" dır.

Eğer bir fiilin yapılmasını isteyen hitap, o fiilin yapıl­masını kesin olarak istemiyorsa o hitap "Nedb-Mendup kılmak" içindir. Yapılması istenilen fiil ise "Mendup" dur.

Bir fiilin yapılmamasını isteyen hitap, o fiilîn kesin olarak yapılmamasını istiyorsa o hitap "Tahrim-haram kılmak" içindir. Yapılmaması istenilen fiil ise "Haram" dır.

Eğer bir fiilin yapılmamasını isteyen hitap, yapılmama­sını kesin olarak istemiyorsa o hitap, "Kerahet=mekruh kılmak" içindir. Yapılmaması istenilen fiil ise "Mekruh" tur.

Serbest bırakmak için olan hitap, mükellefi bir fiili yapması veya yapmaması arasında serbest bırakıyorsa bu hitap "İbâha-mübah kılmak" içindir. Mükellefin yapıp yapmaması arasında serbest bırakıldığı fiil ise "Mubah" dır. Yapılması istenilen fiil iki kısımdır: Vacip ve mendub.

Yapılmaması istenilen fiil de iki kısımdır: Haram ve mekruh.

Yapılıp yapılmaması arasında serbest bırakılan fiil, beşinci kısım olup mübahdir.

Yapılması istenilen fiil hem vacibi hem de mendubu içine alır.

Bunların arasındaki fark, fiilin yapılmasını isteyen hitabın delaletine bağlıdır. Eğer hitap fiilin yapılmasına kesin olarak delalet ediyorsa o fiil, vacip olur. Eğer hitap fiilin yapılmasına kesin olarak delalet etmiyorsa o fiil, mendub olur.

Hitabın bir fiilin yapılmasına kesin olarak delaleti, ya talep sîgası (emir sîgası) mn delaletiyle veya o fiilin yapılmaması cezayı, yapılması ise mükafatı gerektirmesi gibi karinelerin delaletiyle bilinir.

Yapılmaması istenilen fiil hem haramı hem de mekru­hu içine alır. Bunlar arasındaki fark, fiilin yapılmamasını isteyen hitabın delaletine bağlıdır.

Eğer hitap fiilin yapılmamasına kesin olarak delalet ediyorsa o fiil, haram olur. Eğer hitap fiilin yapılmaması­na kesin olarak delalet etmiyorsa o fiil mekruh olur.

Hitabın bir fiilin yapılmamasına kesin olarak delaleti nehyi sığasının delaletiyle veya o fiilin yapılması cezayı, yapılmaması   ise   sevabı   gerektirmesi   gibi   karinelerin delaletiyle bilinir.

Bu kısa açıklamadan sonra anlaşılmıştır ki, bir fiilin yapılmasını isteme sîgası veya bir fiilin yapılmamasını isteme sîgası ile sınırlı değildir. Çünkü sığalar çeşitlidir. Onlardan bir kısmının manalarında müctehidler ittifak etmişlerdir, bir kısmının manalarında İhtilaf etmişlerdir.

Kur'ân'ın âyetlerini inceleyen bir kimse, istemek veya serbest bırakmak hakkındaki Kur'ân'ın bütünözel üslûblarını ve hükümlerini açıklamadaki metodunu çıkarabilir.

Muhammed Hudari'nin "Tarihü't-Teşrii'l-İslâmi" isimli kitabında, Kur'ân'ın bir fiili vacip veya mendub kılması hakkında kullandığı çeşitli üslûplarını, bir fiili haram veya mekruh Kılması hakkında kullandığı çeşitli üslûblarını, bir fiilin yapılıp yapılmamasını serbest bırakması hakkında kullandığı çeşitli üslûplarını özetle­miştir. Ben burada o özeti zikretmeyi uygun gördüm. [26]

 

Kur'ân'ın Bir Fiilin.(Bir İşin) Yapılmasını İstemekte Kullandığı Çeşitli Üslûblar:

 

1) Bir fiilin yapılmasını isterken "Ye'muru" kelimesini kullanmıştır.

"Muhakkak ki, Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya ver­meyi emrediyor." [Nahl sûresi: 90]

"Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hüküm vermenizi emreder." [Nisa sûresi: 58]

2) Bir fiilin muhatablar üzerine farz kılınmış olduğunu bildirirken "Kütibe" kelimesini kullanmıştır.

"Ey imân edenler! Öldürülen İnsanlar hakkında size kısas (misilleme) farz kılındı." [Bakara sûresi: 178]

"Sizden birinize ölüm gelip çattığı vakit - eğer mal bırakıyorsa - anaya, babaya, yakın akrabaya meşru bir surette vasiyette bulunmak takva sahihleri üzerinde bir hak olarak farz kılındı." [Bakara sûresi: 180]

"Ey imân edenler! Sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi size de farz kılındı." [Bakara sûresi: 183]

"Çünkü namaz, müminler üzerine vakitleri belli bir farz olmuştur." [Nisa sûresi: 103]

3) Bir fiilin bütün insanlar üzerine veya insanların bir kısmının üzerine borç olduğunu bildiren "Alâ" kelimesini kullanmıştır.

"Yoluna gücü yeten her kimse için Beyt'i haccetmek insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır." [Âl-i imrân sûresi: 97]

"Annelerin yiyeceği ve giyeceği meşru bir şekilde, evlâd kendisinin olan babaya borçtur." [Bakara sûresi: 233]

"Mirasçıya düşen de aynı borçtur. (Yani anne için babaya düşen yiyecek ve giyecek borcu çocuk için de velisine düşer)." [Bakara sûresi: 233]

4) Bir  fiilin yapılmasının bir gurup  üzerine  vazife olduğunu bildiren "Hak" kelimesini kullanmıştır.

"Boşanan kadınlara meşru bir şekilde istifade hakkı vardır ki yerine getirilmesi Allâh'dan korkanlar için bir vazifedir." [Bakara sûresi: 241]

5) Bir fiilin yapılmasını istemek için "Yûsî" kelimesini kullanmıştır.

"Allah size evladınız hakkında şöyle vasiyet ediyor. Erkeğe, iki kadın payı vardır." [Nisa sûresi: 11]

6) Bir fiilin yapılmasını istemek için mübteda ile ha­berden meydana gelen "İsim cümlesini" kullanmıştır.

"Boşanmış kadınlar bizzat kendileri üç hayız müddeti beklerler." [Bakara sûresi: 228]

"Sizden vefat edenlerin geride bıraktığı zevceleri bizzat kendileri dört ay on gün iddet beklerler (hamile iseler iddetleri çocuğun doğumu ile son bulur." [Bakara sûresi: 234]

7) Bir fiilin yapılmasını istemek için "Emri hazır sığasını" veya "Emri gâib sığasını" kullanmıştır.

"Namazlara, bilhassa orta namaza dikkat edin. Ve kalkın Allah'a saygı için (onun divanına) durun." [Bakara sûresi: 238]

"Sonra kirlerini atsınlar ve adaklarını yapsınlar da o beyt-i Atik'i (Kabeyi) tavaf etsinler." [Hac sûresi: 29]

8) Bir fiilin yapılmasını istemek için "Feradnâ" keli­mesini kullanmıştır.

"Bir zorluğa uğramaman için müminlerin eşleri ve cariyeleri   hakkında  onların  üzerine   neyi   farz  kılmış olduğumuzu bildirmiştik. Allah bağışlayandır, merhamet edendir." [Ahzab sûresi: 50]

9) Bir fiilin yapılmasını istemek bazı yerlerde şarta cevap olan "fiili" kullanmıştır.

"Hac ile umreyi Allah için tamam yapın. Bundan men edilirseniz size hedy kurbanından kolayınıza gelen vacip olur." [Bakara sûresi: 196]

"Sizden herkim hasta olur veya başından eziyeti bulu­nup tıraş olursa, ona oruç veya sadaka yahut kurbandan ibaret bir fidye lâzım gelir." [Bakara sûresi: 196]

Şayet borçlusıkıntıda ise o halde eli genişleyinceye kadar ona müddet verin" [Bakara sûresi: 280]

10) Bir fiilin yapılmasını istemek için "Hayr" kelime­sini kullanmıştır.

"Sana yetimleri sorarlar, de ki: Onların işlerini düzelt­mek hayırlıdır." [Bakara sûresi: 220]

11) Bir fiilin yapılmasını istemek için "Fiili" mükafatla birlikte zikrederek kullanmıştır.

"Kimdir o, Allah'a gönül hoşluğu ile bir ödünç vere­cek? Allah ona (bu ödüncün) bir çok katlarını veriversin." [Bakara sûresi: 245]

12)  Bir fiilin yapılmasını İstemek için "Fiili" iyilikle veya iyiliğe ulaştıran diye vasfederek kullanmıştır.

"Fakat iyi kimse, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere,. imân edendir." [Bakara sûresi: 177]

"Lâkin iyi kişi, haramlardan sakınan kimsedir." [Baka­ra sûresi: 189]

13) Bir fiilin yapılmasını istemek için bazı yerlerde "Fiili" teşvik edatı ile birlikte zikrederek kullanmıştır.

"Öyle bir kavimle harbetmez misiniz ki, onlar yeminle­rini bozdular. Peygamberi (Mekke'den) çıkarmaya karar verdiler." [Tevbe sûresi: 13] [27]

 

Kur'ân'ın Bir Fiilin Yapılmamasını İstemekte Kullan­dığı Çeşitli Üslûblar:

 

1)  Bir fiilin yapılmamasını istemek için "Yenhâ" keli­mesini kullanmıştır.

"Zinayı, fenalıkları ve insanlara zulüm yapmayı da yasak ediyor." [Nahl sûresi: 90]

"Allah, sizi ancak din hususunda sizinle savaşan, sizi yurtlarınız-dan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım eden kimseler ile, dost olmanızdan men eder." [Mümtehine sûresi: 9]

2)  Bir fiilin yapılmamasını istemek için "Harrame", "Hunime", "Hurrimet" kelimelerini kullanmıştır.

"De ki, Rabbim sadece açık ve gizli fenalıkları, günahı, haksız yere tecavüzü, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır." [A'râf sûresi: 33]

"De ki: Gelin size Rabbinizin haram kıldığı şeyleri söyleyeyim." [En'âm sûresi: 151]

"Bu Müminlere yasak edilmiştir." [Nur sûresi: 3]

"Sizlere analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz haram kılındı." [Nisa sûresi: 23]

3)  Fiillerin yapılmamasını istemek için "La yehillü" kelimelerini kullanmıştır.

"Ey imân edenler kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl değildir" [Nisa sûresi: 19]

"Kadınlarınıza verdiğiniz mehirlerden bir şeyi geri almanız size helâl olmaz. Erkek ve kadın Allah'ın yükümlü kıldığı görevleri yerine getiremiyeceklerinden korkarlarsa o başka" [Bakara sûresi: 229]

"Boşanmış kadınlar, bizzat kendileri üç hayız müddeti beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın rahimlerinde yarattığı çocuğu saklamaları kendilerine helâl olmaz." [Bakara sûresi: 228

4) Bir fiilin yapılmamasını istemek için "Nehy-i gâib", "Nehy-i hâzır" olumsuzluk manası ifade eden "emr-i hazır" kelimelerini kullanmıştır.

"Yetimin malına- ergin çağa ulaşana kadar- en güzel şeklin dışında yaklaşmayın" [İsrâ sûresi: 34]

"Günahın açığını da gizlisini de bırakın." [En'âm sûre­si: 34]

"İnkarcılara iki yüzlülere itaat etme, eziyetlerine aldır­ma." [Ahzab sûresi: 48]

"Allah'a ortak koşmaksızın Ona yönelerek pis putlar­dan kaçının, yalan sözlerden çekinin." [Hac sûresi: 30]

5) Bir fiilin yapılmamasını istemek için "Leyse'l-birre" ifâdesini kullanmıştır.

"(Namazda) yüzlerinizi doğu ve batıya çevirmeniz iyilik değildir." [Bakara sûresi: 177]

"İyilik (ihramda) evlere arkalarından girmeniz değil­dir." [Bakara sûresi: 189]

6) Bir fiilin yapılmamasını istemek için olumsuzluk ifade eden "La" edatını kullanmıştır.

"Eğer vazgeçerlerse, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşı kalır." [Bakara sûresi: 193]

"Hac malûm aylardır, kim bu aylarda haccı eda ederse bilmeli ki, hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur." [Bakara sûresi: 197]

"Hiçbir anne ve baba çocuğu yüzünden zarara sokul­masın." [Bakara sûresi: 233]

7) Bir fiilin günahı gerektirdiği ifade edilerek o fiilin yapılmaması istenmiştir.

"Vasiyeti işittikten sonra değiştiren olursa, bunun günahı değiştirenlerin üzerinedir. Allah şübhesiz işi'tir ve bilir." [Bakara sûresi: 181]

8) Bir fiilin yapılmamasını istemek için "fiili" tehditle birlikte zikrederek kullanmıştır.

"Bir de altını ve gümüşü biriktirerek onları Allah yo­lunda harca-mayanlar var ya işte bunları acıklı bir azabla müjdele!" [Tevbe sûresi: 34]

9) Bir fiilin yapılmamasını istemek için o "fiili" şer dir diye vasfederek kullanmıştır.

"Allah'ın fazlı kereminden kendilerine verdiği maldan cimrilik edenler, sakın onu kendilerine hayır sanmasınlar tam aksine, o kendileri için bir şer dir." [Al-i imrân sûresi: 180]

10) Bir fiilin yapılmamasını istemek için o fiilin doğru olmadığını ifâde eden "mâkâne" kelimesi kullanılmıştır.

"Allah ve peygamberi bir işe hüküm verdiği vakit erkek ve kadın hiçbir mümin için kendi işlerinJw seçme hakkı (muhayyerlik) olamaz.1' [Ahzab sûresi: 36]

"Allah'ın peygamberine sizin eziyet etmeğe hakkınız yoktur. Ondan sonra, zevcelerini de ebediyyen nikâh edemezsiniz" [Ahzab sûresi: 53]

"Hiçbir peygamber için yeryüzünde ağır basmadıkça (üstün gelmedikçe) esirleri bulunmak doğru değildir." [Enfâl sûresi: 67]

11) Bir fiilin yapılmamasını istemek için bazı yerlerde inkâr için olan "istifham" edatım kullanmıştır.

"Siz halka iyiliği emredip kendinizi unutuyor musu­nuz?" [Bakara sûresi: 44]

"Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer gerçek müminlerseniz Allah, korkulmaya daha lâyıktır." [Tevbe sûresi: 13]

12) Bir fiilin yapılmamasını istemek için o "fiili" ceza­sıyla birlikte zikrederek kullanmıştır.

"Erkek ve kadın hırsızın yaptıklarına ceza ve  Al-

lâh'dan bir azab olmak üzere ellerini kesiniz." [Maide sûresi: 38]

13) Bir fiilin yapılmamasını istemek için o "fiili'7 küfür veya zülüm veya fısıkdır diye hükmederek kullanmıştır.

"Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir."

"Her kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir."

"Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar (dinden çıkmış) fasıkların ta kendileridir." [Maide sûresi: 44-45-47] [28]

 

Kur'an'ın Yapılıp Yapılmamasını Serbest Bıraktığı Mubah Denilen Fiiller Hakkında Kullandığı Çeşitli Üslûblar:

 

1) Fiillerin yapılıp yapılmamasının serbest olduğunu bildiren "uhillet", "uhille", "hillün" kelimelerini kullan­mıştır.

"Ey imân edenler! Akidleri (bağlandığınız sözleri) yerine getirin. İhramlı iken avlanmayı helâl saymaksızın ve size okunacaklar dışında kalan hayvanlar sizin için helâl kılındı." [Mâide sûresi: 1]

"Ey Muhammed! Sana, kendilerine neyin helal kılındı­ğını soruyorlar. De ki: size temiz olanlar helâl kılındı" [Mâide sûresi: 4]

"Bugün size iyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Kendile­rine kitap verilenlerin yiyecekleri size helâl, sizin yiye­cekleriniz de onlara helâldir." [Mâide sûresi: 5]

2)  Fillerin yapılıp yapılmamasının serbest olduğunu bildiren "felâismealeyhi" ifâdesini kullanmıştır.

"Kim iki günde (Mina'dan dönmek için) acele ederse ona günah yoktur. Kim geri kalırsa bu takva sahibi için olup, ona da günah yoktur." [Bakara sûresi: 203]

"Kim vasiyet edenin bir hatasından veya günaha gir­mesinden korkar da aralarını düzeltirse ona bir günah yoktur." [Bakara sûresi: 182]

3) Fiilin yapılıp yapılmamasının serbest olduğunu bildiren "günah yoktur" ifadesini kullanmıştır.

"İmân edip yararlı işler görenler, bundan böyle sakın-dıkları ve imânlarında yararlı işler görmekte devam ettikleri, sonra takva ve imânlarında kökleştikleri, daha sonra bu takva ile beraber yararlı işler yaptıkları takdirde haram kılınmazdan önce tattıkları şeylerde bir günah yoktur. Allah iyilik yapanları sever. [Mâide sûresi: 93]

"Bu vakitlerin dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur." [Nur sûresi: 58] [29]

 

Kur'ân'ın Şer'i Hükümleri Açıklamadaki Metodu:

 

1) Namaz, zekat, oruç ve haccın farziyetini ifâde eden âyetler, vârislerin paylarını tayın eden âyetler, zinanın, zina iftirası atmanın, insanların mallarını haksız olarak yemenin, haksız olarak cana kıymanın, haram olduğunu ifâde eden ayetler gibi hüküm âyetlerinin bir kısmının ifâde ettikleri manaları kesindir.

Müslümanların yanında meşhur olan ve zaruri olarak bilinen dinin temel hükümleri de kesindir. Bunlarda içtihada yer yoktur.

Hüküm âyetlerinin bir kısmında murad edilen hüküm­ler belli olmaz. Bu hüküm âyetlerinde araştırmaya ve içtihada yer vardır. Abdestde başa verilecek meshetme miktarının   tayın   edilmesi   ve   bâin   talâkla   boşanmış

kadının   nafakasının   vacip   olması   gibi.   Bu   iki   nevi arasındaki fark:

a) İçtihada yer olmayan hükümler: İman edilmesi gere­ken   esaslar  gibi  olup,   her  müslümanın  kabul   etmesi gerekir. Bu hükümleri kabul etmeyen dinden çıkmış olur.

b) İçtihada yer olan hükümler ise böyle değildir. Bir müctehidin  birden  fazla manaya gelen  bir âyetin  bu manalardan   birini   içtihadıyla   tayın   ederek   çıkardığı hükmü  inkar eden kimse  dinden çıkmaz.  Çünkü  bir müctehidin   âyet   ve   hadislerden   çıkardığı   hükümler zannidir, kesin değildir.

Her müctehid, birden fazla manaya gelen bir âyetin bu manalardan kendince uygun olan manayı tercih eder.

İkinci neviden yani, bazı hüküm âyetlerinden murad edilen hüküm belli olmadığından birçok islâmi mezhebler doğmuştur. Müctehidlerin görüşleri farklı olmuştur, hatta bir mesele hakkındaki görüşler yedi veya sekize ulaşmış­tır. Bu görüşlerin hepsi haktır ve bunlara uymak vacipdir denilemez. Çünkü bu görüşler birbirine zıddır.

Bu görüşlerden belli biri haktır da denilemez. Çünkü bu görüşlerden birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Ancak bunlardan birini diğerlerine üstün kılacak bir delil bulunursa başka.

Bu görüşlerden belli olmayan biri de haktır denilemez, çünkü bu belli olmayan görüş bilinmediğinden kendisi ile amel edilemez. Böyle bir yerde şöyle denilir: bu görüşler her müctehidin âyetten anladığı görüştür, doğru da olabilir, yanlış da olabilir. Hâkim olan kimse bu görüşler­den faydalı gördüğünü seçer onunla amel eder.

İşte islâm fıkhının geniş olmasının sırrı ve hikmeti: hayatla beraber zaman ne kadar ilerlerse ilerlesin, hadiseler ne kadar çok olursa olsun, medeniyet ne kadar gelişirse gelişsin, sosyal problemleri çözmek içindir.

2)  Kur'ân şer'i hükümleri açıklarken beşer kanununun bilinen  yolundan  yürümemiştir.   Beşer  kanunu  sevaba teşvik etmek, günahdan sakındırmak gibi manevi değer­lerden uzak olarak hazırlanmıştır.  Kur'ân'in zikrettiği şer'i hükümler ise çeşitli manalar ile kuşatılıp donatılmış­tır. Bu manalar mükelleflerin kalblerine korku ile saygı duyma, kontrol mekanizması, rahatlama, huzur bulma dünya  ve  ahirette  faydalı  olan  şeyleri  kavrama  gibi manevi   duygulan   meydana   getirir.   Bu   duygulardan herbiri mükellefleri bu şer'i hükümlere koşmaya, imanın gereği olarak bu hükümleri yapmaya, Allah Tealâ'nın azabından ve gazabından korkmaya, sevabını ve rızasını umut etmeye davet eder. İşte şer'i hükümlerin mükellefle­rin kablerinde meydana getirdikleri manevi duygular dini birer  polisdir   ki,   Allah   tarafından   gönderilmiş   olan şeriatlar, bu dini polisleri müminlerin kalblerine yerleşti­rir.   Şüphe  yok ki,  bu  dini  polisler,  ümmetin  halini düzeltmek  ve  Allah  Tealâ'nın  emrettiği  doğru  yolda yürümelerini sağlamak için çalışan resmi polislere en büyük yardımcılardır.

Kur'ân'daki hüküm âyetleri incelendiği zaman bu zikredilen manalar anlaşılmış olur.

3) Kur'ân hüküm âyetlerini zikrederken insanlar tara­fından yazılan kitapların yolunda gitmemiştir. Çünkü bu kitaplarda bir konu bir yerde yazılınca özel bir durum bulunmadıkça  o   konuya  tekrar   dönülmez.   Kur'ân'ın hüküm âyetleri ise Kur'ân'ın bir çok yerlerinde dağınık olarak zikredilmiştir. Mesalâ: Nikâhlı kadını boşama, iki yaşından küçük bir çocuğun süt emmesi ve bunların hükümleriyle ilgili âyetler, şarapla ve şarabın haram olmasıyla ilgili âyetler, savaşla ilgili âyetler ile yetimlerin işleri ile ilgili âyetlerin arasında gelmiştir. Nitekim Bakara süresindeki âyetler, namaz, oruç, hac, savaş, riddet (dinden çıkma), müşrike kadınların nikâhı, yemin, kısas, vasiyet, talâk ve bunlara bağlı olan hükümleri içine almıştır.

Hac hükümlerinin bir kısmı Bakara sûresinde, diğer bir kısmı ise Hac sûresinde zikredilmiştir.

Evlenme, boşanma ve bir kocanın ric'i talâkla boşadığı karısına iddeti içinde dönmesi ile ilgili hükümlerin bir kısmı Bakara sûresinde, bir kısmı ise Nisa sûresinde ve bir kısmı da Talâk sûresinde zikredilmiştir.

Hüküm âyetlerini bu şekilde zikreden kur'ân, her tarafı çeşitli meyvalar ve rengârenk çiçeklerle bezenmiş bir bahçeye ne kadar benzemektedir. İnsan, bu bahçeden rengârenk çiçeklerden ve çeşitli meyvalardan kendisine faydalı olanı ve arzu ettiğini nerede bulursa koparır.

Hüküm âyetler, şerî'atm maksadı olan genel ruhu oluşturmada birbirini tamamlar. Bu genel ruhu manevi gıdalarla besler, hayra ve hedefine ulaştırır.

Kur'ân'ın hüküm âyetlerini açıklamada kendine has bir vahiy metodu vardır. Bu metodu, Kur'ân'da zikredilen bütün âyetlerin yerleri değişik, sûreleri çeşitli, hükümleri farklı olsa bile genel bir bütünlük içindedir. Amel etmekde bu hükümleri birbirinden ayırmak, birini alıp diğerini bırakmak kesinlikle doğru değildir. Nitekim Tealâ Hazretleri: "(Ey muhammed sana!) şu emri de indirdik: onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet.

Onların arzularına uyma. Onlardan sakın ki, Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni şaşırtmasınlar." [Mâide sûresi: 49]

4) Kur'ân hükümlerinin bir çoğu şerî'atın maksadlarına ve genel kaidelerine işaret ederek kısa ve toplu bir tarzda gelmiştir. Müctehidlerin bu maksadların ve bu kaidelerin ışığı altında âyetlerin manalarını anlayıp hüküm çıkarma­larına fırsat verilmiştir. Açıklanması gerekli olan bazı hükümler açıklanmış, müctehidlerin tartışma yerleri olmaktan çıkarılmıştır. Bu hükümler zamanların ve yerlerin değişmesiyle değişmeyen sebebler üzerine kurulmuştur. Bunlar, inançlar, ibâdetler, miras, nikâhları haram kılınan kadınlar, bazı suçların cezaları hakkındaki hükümlerdir. Nitekim bunlara daha önce işaret edilmiştir.

Kur'ân'in böyle yol izlemesi, şerî'atın ebedi ve devam­lı oluşunun zaruri ve tabii bir sonucudur. Zira dünya durdukça devam edecek olan bir esas ve temel üzerine kurulmuş olan bir şerî'atın olmuş ve olacak olan cüz'i hükümleri açıklamakla uğraşması akla uygun değildir. Çünkü cüz'i hükümler, teamüllerin, örf ve âdetlerin, yaşayış tarzlarının, zamanın yenilenmesi ve değişmesiyle yenilenip çoğalırlar ve değişirler. O halde şerî'atın insanlık âlemine kısa ve toplu bir tarzda sunmuş olduğu genel kaideler ve temel maksadlarla yetinmesi zarurî ve tabiidir. Bundan dolayı şerî'at, meydana gelecek olan cüz'i hadiselerin hükümlerini ictihad yoluyla, bu genel kaidelerden ve bu temel maksadlardan çıkarmaya teşvik etmiştir.

Kur'ân, âyetlerden ve hadislerden hüküm çıkaran ilim sahihlerine yüksek bir paye vermiş, insanların bilmedikle­ri  meseleleri  onlara  sormalarını  emretmiştir.  Nitekim Tealâ Hazretleri: "Ey imân edenler, Allah'a itaat edin, peygambere ve sizden olan idarecilere itaat edin, eğer bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah'a ve Resulüne döndürün, Allah'a ve ahiret gününe imân ediyorsanız. Bu hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir." [Nisa sûresi: 59] ve: "Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu yayarlar, halbuki o haberi peygambere veya kendilerinden buyruk sahibi olanlara götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya kadir olanlar onu bilirdi. Allah'ın size bol nimeti ve rahmeti olmasaydı, pek azınız bir yana şeytana uyardı­nız." [Nisa sûresi: 83] ve: "Eğer bilmiyorsanız zikir erbabına (âlimlere)sorun." [Nahl sûresi: 43] buyurmuştur.

Bu ve buna benzer âyetlerle Kur'ân, hükümlerin bilin­mesinde içtihada ve ilim sahihlerine sormaya teşvik etmiştir. Resûlullâh (SAV) ve ashabı kendilerinden sonra gelecek olan müslümanların imamlarına ve âlimlerine hüküm çıkarma yolunu hazırlamışlardır. Bu sayede islâm şeriatının çerçevesi genişlemiş, hayatta yeni meydana gelecek olan bütün hâdiseleri içine almıştır.

İslâm şeri'atı, kıyamete kadar sosyal ve ferdi olan bütün işleri düzenlemeye hakkıyla elverişlidir. [30]

 

Kur'ân Hayatın Bölümlerinin Hükümlerini Açıklamıştır:

 

Kur'ân'ı Kerim, hayatın birçok değişik yönlerini yani birçok ilim dallarını içine almıştır. Bunlar şunlardır:

1) Kur'ân'da Allah Tealâ'ya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe inanmak hakkındaki imân esasları ile ilgili birçok âyetler vardır. İmân esasları, imân ile küflir arasını ayıran bir sınırdır. İmân esaslarına inanan mümindir, inanmayan kafirdir.

2) Kur'ân'da insanları Allah tealâ'nın eşsiz ve örneksiz olarak yaratmış olduğu mahlûkatının ve kainatta meydana getirdiği hadiselerin sırlarını bilip, tanımaları için gökler­de ve yerdeki o muazzam mülkü saltanatını ve yarattığı herhangi bir şeye bakıp düşünmeye davet eden âyetler vardır, çünkü akılları hayrete düşüren bu kainat hakkında güzelce  düşünenlerin  gözleri  önünde  Allah  Tealâ'nın varlığına,   birliğine,   büyüklüğüne   dair   binlerce   delil canlanır. Kalblerİ imânla dolar. Böyle imâna nazarî ve istidlali  imân  denir.  Bir kimse  dini  hükümleri  böyle nazar'i   ve   istidlali   ile   değilde  taklid  yoluyla-meselâ babasından, hocasından, sözüne güvendiği diğer kimse­lerden işitmek sûretiyle-öğrenip kesin tasdik ederse yine imânı   sahih   olur.   Her   ne   kadar  nazari   ve   istidlali terkettiğinden dolayı günahkâr olursa da.

Düşünen her akl-ı selim sahibi, Allah Tealâ'nın varlı­ğını tasdike mecbur olur.

3) Kur'ân'da önce geçmiş olan fertlerin veya ümmetle­rin birçok kıssalarının zikredilmesi; insanları ibret ve öğüt almaya teşvik etmek, Allah Tealâ'nın mahrukatı hakkın­daki kanunu, sâlih kimselerin kurtulduklarını, bozguncu­ların helak olduklarını bildirmek içindir.

4) Kur'ân'da sabır, doğruluk, verilen sözde durmak, emaneti ödemek gibi fertlerin ve toplumun durumunu düzelten, nefisleri temizleyen üstün ahlâk, bunun yanında insanî üstünlükleri yok edecek hayatta bedbatlığa sebeb olacak kötü ahlâktan sakındırmak da zikredilmiştir.

5) Kur'ân'da namaz, oruç, zekat, hac, cihat, yemin, nezir (adak) gibi çeşitli ibâdet nevileri hakkında âyetler zikredilmiştir. Bu âyetler yüz kırk âyete yakındır.

6) Kur'ân'da evlenme, boşanma, bunlara bağlı olan mehir,  nafaka,  çocuk bakımı,  çocuk emzirme, neseb, kadınların iddet beklemesi, vasiyet, miras hükümleri gibi aile nizamı hakkında âyetler zikredilmiştir. Bu âyetler yetmiş âyet'e yakındır.

7) Kur'ân'da alış-veriş, icâre, rehin (ipotek), vadeli satış,   ticaret  gibi   malî   muameleler  hakkında  âyetler zikredilmiştir. Bu âyetler yetmiş âyete yakındır.  

8) Kur'ân'da, ukûbât yani; cinayetler, hadler, hırsızlık, zina, kazf (namuslu bir erkeğe veya kadına zina suçunu isnad etmek) ve yol kesmek gibi  suçların hükümleri hakkında otuza yakın âyet zikredilmiştir.

9)  Kur'ân'da savaş, barış ve bunlarla ilgili olan cihad, ganimet, esir, antlaşma ve cizyenin hükümleri hakkında âyetler zikredilmiştir.

10) Kur'ân'da, yönetim sistemi hakkında idarecilerin uyması gerekli olan istişare (danışma) adalet, müsavat (eşitlik), Allah'ın indirdiği ile hükmetmek ve insanların idarecilere  itaat etmeleri gerekli  olan şeyler ile  ilgili âyetler vardır.

11) Kur'ân'da, zenginler ile fakirlerin ilişkileri hakkın­daki sosyal hayatın düzenlenmesi ve insanlar arasındaki sosyal adaletin gerçekleştirilmesi ile ilgili âyetler zikre­dilmiştir. Kur'ân-ı kerimi inceleyen âlimlerin anlayışları değişik ve âyetlerin manalarına delâlet cihetleride farklı olduğu için hüküm âyetlerinin adedi hakkında birleşe-memişlerdir. [31]

 

Sünnet İslâmda Şer'i Hüküm Koymanın İkinci Kaynağıdır:

 

Lûgat'ta sünnet: İyi olsun veya kötü olsun "yol, gidi­şat ve âdet" gibi manalar ifade eder.

Sünnet Kur'ân-ı Kerimde ve hadis-i şerifte bu mana­larda kullanılmıştır.

Nitekim Tealâ Hazretleri: "o küfredenlere söyleki : Eğer düşmanlıktan vaz geçerlerse, geçmişteki günahları bağışlanır. Yok, yine isyana dönerlerse bilsinler ki, evvelki ümmetlere tatbik edilen ilahi kanun devam edecektir. (Yani eskiler helak edilmişlerdir, bunlarda hazır olsunlar)" [Enfâl sûresi: 38] ve: "Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki adetimiz (budur.) Sen bizim adetimizde hiçbir değişme bulamaz­sın" [İsrâ sûresi: 77] ve: "Allah'ın öteden beri süre gelen sünneti (âdeti) böyledir. Sen Allah'ın sünnetinde (âdetin­de) asla değişiklik bulamazsın." [Fetih sûresi: 23] buyurmuştur.

Rasûlullâh (SAV): "Siz muhakkak sizden öncekilerin yollarına karış karış ve arşın arşın tâbi olacaksınız. Hatta bir keler deliğine girseler, onların arkasından gideceksi­niz" buyurdular.

Biz: "Ya Rasûlallâh! Yahudilerle, Hıristiyanlara mı?" dedik. "Ya kime?" buyurdular.

[Bu hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir]

Rasûlullâh (SAV): "İslâm da iyi bir çığır açan kimseye açtığı o çığırın sevabı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir. Bununla beraber onların sevabından da bir şey eksilmez. İslâmda kötü bir çığır açan kimseye açtığı o çığırın günahı yükletildiği gibi kendisinden sonra o yolda gidenlerin günahı da yükletilir. Bununla beraber onların günahından da bir şey eksilmez." Buyurdular. [Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. ]

Fıkıhçıiara göre sünnet: Resûlullâh (SAV) dan vacib olmayarak sabit olan (kesin olarak bilinen) şeydir. Sünnet, beş olan teklifi hükümlerden biridir. Teklifi hükümler şunlardır: "Vacib, haram, sünnet, mekruh, mübâh"

Fıkıhçılar sünneti, bid'atın zıddı olarak kullandılar ve "Kocanın karısını sünnet üzere boşaması şöyledir yani, kocanın karısını cima etmediği bir temizlik devresinde bir talak ile boşayarak iddeti geçinceye kadar bırakmasıdır. Kocanın karısını bid'at üzere boşaması şöyledir. Yanİ> kocanın karısını bir defada üç talak ile boşaması yahud hayız halinde boşamasıdır. "

Usulcülere göre sünnet: Resûlullâh (SAV) in Kur'ân buyruğu olmayarak buyurduğu sözleri, işleri ve takrirleri­dir.

Hadisçilere göre sünnet: Resûlullâh (SAV) m sözlerinden, işlerinden, takrirlerinden, şekil ve vasıflarından ve gidişatından nakledilen şeydir.

Hadisçilerin çoğuna göre, sünnet, hadis ile eş manalı­dır.,

Resûlullâh (SAV) m sözlerine "kavli sünnet" iş ve davranışlarına "fiili sünnet" müslüman bir kimsenin sözünü duyduğu veya bir iş yaparken gördüğü veya kendisine bunlar nakledildiği halde tasvib etmesine "takriri sünnet" denir. Bu üç çeşit sünnetin söz ve yazı halinde nakledilen şekli "hadis" diye anılmaktadır.

İslâm ümmeti, sünnet (hadis) hakkında üstün gayret harcayarak onu ezberlerdiler, yazdılar. Her ravi diğer raviden Resûlullâh (SAV) a varıncaya kadar muttasıl olarak rivayet etti. Sünnet (hadis) lerden bir kısmının hem lafzi hem de manası mütevatirdir. Diğer bir kısmının ise yalnız manası mütevatirdir. Hadis ravilerinin durumlarım incelemek, yalnız müsîümanlarin özelliklerindendir.

İbn-i Hazm demiştir ki: Kendisine güvenilir bir ravinin, kendisine güvenilir diğer raviden sünneti (hadisi) Resûlullâh (SAV) a ulaşıncaya kadar arada hiçbir ravi atlamayarak rivayet etmesi, Allah Tealâ'nın islâmdan önce hiçbir millete bunu ihsan etmeyip ancak müslümanlara ihsan etmiş olmasıdır.

Sahabe, tabiin ve bunlardan sonra gelenler Resûlullâh (SAV) dan işittiklerini bir emanet olarak samimiyetle edâ etme konusunda titiz davrandılar. Nakil ederken araştırdı­lar, nihayet sünnet, hadis imamlarına ulaşdı, hadisçiler de sünnet (hadis) leri yazdılar.

Sünnet (hadis), islâmda şer'i hüküm koyma kaynakla­rının ikincisidir.

Sünnet, Allah'ın kitabı Kur^n'dan sonra gelir. Allah Sübhanehü ve Tealâ Resulünden haber vererek: "Resûlüllâh, hevadan söylemez, onun sözü ancak kendi­sine tebliğ olunan bir vahyi ilâhidir. " [Necm sûresi: 3-4] buyurmuştur.

Allah Tealâ Resulüne uymayı ve ona itaat etmeyi em­rederek: "Bir de peygamber size ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti ise ondan vazgeçin." [Haşr sûresi: 7] ve: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin,, peygambere de itaat edin. " [Nİsa sûresi: 59] buyurmuştur.

Allah Tealâ Resulünün buyruğuna aykırı hareket et­mekten sakındırarak: "Onun buyruğuna aykırı hareket edenler başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar." [Nür sûresi: 63] buyurmuştur.

Allah Tealâ ve Resulü bir iş hakkında hüküm verdiğin­de müslümanlara serbestlik verilmediğini açıklayarak: "Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği vakit erkek ve kadın hiçbir mümin için kendi işlerinde seçme hakkı (muhayyerlik) olamaz. Kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse muhakkak açıktan açığa sapıklık etmiş olur." [Ahzap sûresi: 36] buyurmuştur.

Tealâ Hazretleri Resûlüllâh (SAV) m verdiği hükme müminlerin razı olmalarını imânın asıl ve esaslarından kılarak: "Yok, yok! Rabbin hakkı için yemin ederim ki, onlar aralarında çekiştikleri şeyde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümde kendileri için hiçbir darlık duyma­dan (tam bir teslimiyetle) boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar" [Nisa sûresi: 65] buyurmuştur.

Tealâ Hazretleri Resûlüllâh (SAV) a itaat etmeyi mü­minler üzerine farz kılmıştır. Çünkü Resûlüllâh (SAV) a itaat etmek Allah Tealâ'ya itaat etmektir. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Kim peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." [Nisa sûresi: 80] buyurmuştur.

Bu naslar (âyetler) sünnetin şer'i delil olarak alınması­nın vacib olmasında ve sünnetin Kur'ândan sonra ikinci makamda sayılmasında şek ve şüphenin kökünü kesmiş­tir. Çünkü sünnetin müminlerin kalblerinde üstün bir yeri vardır. Dinler tarihinde müslümanlar, benzeri görülmemiş bir tarzda sünnetin naklinde tedbirli davranmışlar, peygamber  efendimize  âit olmadığı halde  ona nisbet edilen şeyleri ortadan kaldırarak sahih olan sünneti (hadisi), sahtesinden ayırmak için büyük gayret harcamış­lardır.

Kur'ân'ı Kerimin her harfi bize mütevatir olarak indi­rilmiştir. Bundan dolayı âlimler sünnet (hadis) in lafızla­rını inceledikleri gibi Kur'ân'ı Kerimin nazmını incele­memişlerdir. [32]

 

Sünnet Hakkında Yanlış Düşünenlerin İleri Sürdükleri İddiaları:

 

Allah Tealâ'nm kalblerini mühürlediği, gözlerini kör ettiği bir gurup, her zaman bulunur. Bunlar, yalnız Kur'ân ile yetinilmesinin vacib olduğunu iddia ederek hakkı aramak adı altında batılı savunurlar. Nesilden nesîle uygulanarak nakledilen namaz, namazın şekli, zekat, hac gibi ibadetler hakındaki ameli mütevatir sünnetlerin alınmasının gerekli olduğunu iddia ederler. Ama nesilden nesile uygulanarak gelen ameli mütevatir sünnetin dışında kalan Resûlüllâh (SAV) in sözlerinin, işlerinin ve takrirlerinin kabul edilmesi peygamber olduğu için değil, devlet başkanı olması itibariyledir. Ümmetin menfaati bunları gerektirdiği için Resûlüllâh (SAV) bunları yapmıştır. Bunlar Resûlüllâh (SAV) in içtihadı olup, menfaatin değişmesiyle değişirler.

Kur'ân, çeşitli delaletiyle Allah Tealâ'nın bütün hü­kümlerinin açıklanmasını içine almıştır, diye iddia ederler. Bu iddialarına şu âyeti kerimeleri delil gösterir­ler.

"Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim ve üzeri­nizdeki nimetimi tamamladım. Size din olarak İslama razı

oldum." [Maide sûresi: 3] ve: "Sana her şeyi açıklayan ve müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, rahmet ve müjde olarak Kur'ân'ı indirdik." [Nahl sûresi: 89]

Bu gurup: "Resûlüllâh (SAV), ancak Kur'ân'dan anla­dığını uygulamıştır. Şayet sünnet (hadis) de Kur'ân gibi şer'i hüküm koyma kaynağı olsaydı, Resûlüllâh (SAV) onun da Kur'ân' gibi yazılmasını emrederdi. Halbuki Resûlüllâh (SAV) sünnet (hadis)in yazılmasını yasakla­mıştır" diye iddia ederler, bu iddialarına da şu hadisi şerifleri delil gösterirler:

"Benden bir şey yazmayınız, her kim Kur'ândan başka benden bir şey yazmışsa onu silsin. Benden hadis rivayet edin, zararı yok. Ama her kim benim üzerimden kasden yalan söylerse cehennemdeki yerine hazır olsun."

Resûlüllâh (SAV) in (son hastalığında) ağrısı artınca: "Bana (kalem kağıt gibi) yazacak bir şey getiriniz. Size bir vasiyetname yazdırayım ki, ondan sonra yolunuzu hiç şaşırmayasınız" buyurdular.

Hz. Ömer (r.a), orada bulunanlara: "Şüphe yok ki, Resûlüllâh (SAV) in hastalığı ağırlaşmıştır. Yanımızda ise Allah'ın kitabı vardır, o bize yetişir." Dedi. [Bu hadisleri Buhari ile Müslim rivayet etmişlerdir. ]

Bu gurubun ileri sürdükleri iddialar zayıf şüphelerden ve geçersiz delillerden ibarettir. Çünkü müslüman âlimlerden kendilerine itimad edilen âlimler, sünnetin şer'i delillerden ikinci asıl "delil olduğunda ve peygamber efendimizin zamanından beri sünnetle ikinci asıl delil olarak amel edilegelmiş olduğunda icmâ ve ittifak etmişlerdir. Bu icmâ karşısında o gurubun iddialarına itibar edilmez.

Bu gurup, sünnetten nesilden nesile uygulanarak nak­ledilen mütevatir sünnetleri delil olarak kabul etmişlerdir. Müslümanlar ise peygamber efendimizin zamanından günümüze kadar sahih olan sünnet (hadis) leri hayatların­da devamlı uygulamışlar ve şer'i hükümler hakkında delil olarak kabul etmişlerdir.

İmam Şafii "el-Risâle" isimli eserinde: "müslümanlardan bir kimsenin başına gelen bir musibet hakkında kesin olarak Allah Tealâ'nm kitabında doğru yolu gösteren bir delil vardır." diye açıklamıştır.

Nitekim Tealâ Hazretleri: "(Ey Muhammedi) Bu öyle bir kitaptır ki, (bütün) insanları, Rablerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa, güçlü ve övülmeye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için onu sana indirdik." [İbrahim sûresi: 1] ve: "Sana her şeyi açıklayan ve müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, rahmet ve müjde olarak Kur'ân'ı indirdik." [Nahl sûresi: 89] buyurmuştur. [33]

 

İmam Şafii Şer'i Hükümleri Şu Kısımlara Ayır­mıştır.

 

1) Allah  Tealâ,  Kur'ân'ı  Kerimde  insanlara zekat, namaz,  hac  gibi  farz olan  ibadetleri  ve  kötülüklerin açığının, kapalısının, zinanın, şarabın, boğazlanmayarak ölen  hayvanın  ve  domuz  etinin  yenilmesinin  haram olduğunu abdestin farz olduğunu açıklamıştır.

2) Kur'ân'da mücmel (kapalı) olarak gelen hükümleri, Resülullâh  (SAV) kavli  sünnetiyle  (sözleriyle),  ameli sünnetiyle    (yapmak   suretiyle)   açıklamıştır.    Meselâ: Resülullâh   (SAV)   Kur'ân'da   mücmel   (kapalı)   olarak gelen namazın vakitlerini rekatlarının sayılarını, diğer hükümlerini, zekat verilecek mallan miktarlarını ve zekatın verileceği vakti, orucun, haccın hükümlerini, hayvan kesmenin, avın hükümlerini, eti yenilen ve yenilmeyen hayvanları ve nikâhın, alış-verişin, cinayetle­rin hükümlerini açıklamıştır. Çünkü mücmel âyetlerin açıklanması Resülullâh (SAV) a bırakılmıştır.

Nitekim Tealâ Hazretleri: "Sana da Kur'ânı indirdik ki, kendilerine indirileni, insanlara anlatasın, ola ki, düşünür­ler" [Nahl sûresi: 44] buyurmuştur.

3) Resülullâh (SAV) bir takım şer'i hükümler koydu ki, o hükümler hakkında Kur'ân'da âyet yoktur. Çünkü Allah Tealâ kitabında Resulüne itaat edilmesini ve onun hükmüne müracaat edilmesini farz kılarak; "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin." [Nahl sûresi: 59] buyurmuştur. Kim Resülullâh (SAV) in koymuş olduğu bu hükümleri kabul ederse Allah'ın emrine itaat etmiş olur.

İbn-i Kayyım, sünnetle sabit olan hükümlere -isterse bu hükümler Kur'ân'daki hükümler üzerine ziyade olsun-uymanın gerekli olduğunu açıklarken İmam Şafii'nin üçe taksim ettiği şer'i hükümleri misalleriyle izah ettikten sonra "sünnetle sabit olan hükümlerin Kur'ân ile sabit olan hükümlere nisbetle durumu üç kısımdır" dedi:

1) Sünnetle sabit olan hüküm, her bakımdan Kur'ân ile sabit olan hükme uygun olur. Buna göre Kur'ân ve sünnet bir hükmü açıklayarak birbirini desteklemiş olur.

2)  Sünnet, Kur'ân ile murad edilen mücmel (kapalı) hükmü açıklar ve tefsir eder.    -

3) Sünnet, Kur'ân'ın vacip kılmadığı bir hükmü vacip kılar, Kur'ân'ın haram kılmadığı bir şeyi haram kılar.

Sünnetle sabit olan hükümler bu üç kısmın dışına çık­maz. Hiçbir zaman sünnetle sabit olan hükümler, Kur'ân'ın hükümlerine zıd olmaz. Sünnetle sabit olan hüküm, Kur'ân ile sabit olan hüküm üzerine ziyade olursa, bu hüküm Resülullâh (SAV) tarafından konulmuş yeni, şer'i bir hüküm olur. Bu hükümde Resülullâh (SAV) a itaat etmek vacib olur ve ona karşı gelmek helâl olmaz. Sünnetle sabit olan hükümle amel etmek sünneti Kur'ân'ın önüne geçirmek değildir. Böyle bir hükümle amel etmek Allah Tealâ'ın emrini tutmaktır. Çünkü Allah Tealâ Resulüne itaat edilmesini emretmiştir. Sünnet ile sabit olan hükümde Resülullâh (SAV) a itaat edilmezse, Resülullâh (SAV) a itaat etmenin bir manası olmaz ve Resülullâh (SAV) a mahsus olan itaat da düşmüş olur. Eğer Resülullâh (SAV) m sünnetle koyduğu hükümlerine ancak Kur' ân' in hükümlerine uygun olduğunda itaat edilmesi vacip olup, Kur'ân'ın hükümleri üzerine ziyade olduğunda itaat vacip olmazsa Resülullâh (SAV) a mahsus itaat olmamış olur. Halbuki Allah Tealâ: "Kim peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." [Nisa sûresi: 80] buyurmaktadır.

İlim ehlinden olan bir kimsenin Allah'ın kitabının hükmü üzerine ziyade bir hüküm ifade eden bir hadis-i şerifi kabul etmemesi nasıl mümkün olur? Meselâ: "Bir kadın ne halasının, ne de teyzesinin üzerine nikah olunmaz" "Neseben haram olan süt cihetinden de haram olur" Hadis-i şeriflerini nasıl kabul etmeyebilir.

İbn-i Kayyım, bundan sonra sünnet ile sabit olan hü­kümlerden birçoğunu misalleriyle zikretmiştir.

Hiç şübhe yok ki, araştırmalar; Kur'ân'da zikredilme­yen bir çok hükümlerin sünnetle sabit olduğuna delalet etmektedir. Meselâ: Ehli eşeklerin ve azı dişi olan her yırtıcı hayvanın etlerinin yenilmesinin haram olması, öldürülen kafir karşılığında müslümanm öldürülmemesi gibi bir çok hükümler sünnet (hadis) ile sabit olmuştur. Buna göre, şeriatta bir çok hükümlerin yalnız sünnet (hadis) ile sabit olduğunu itiraf etmekten başka çare yoktur. Nitekim Resülullâh (SAV) sünnet ile sabit olan hükümleri kabul etmeyenleri kınayarak ve onlardan sakındırarak "Sakın sizden birinizi emrettiğim veya yasakladığım hükümlerden biri kendisine gelince koltu­ğuna yaslanmış olduğu halde bilmiyorum? Allah'ın kitabın da neyi bulursak ona uyarız, derken bulmayayım" buyurmuştur. [Bu hadisi Ahmed, Ebû Davud, Tirmizi, Mace rivayet etmiştir. ]

Şatıbi, sünnetle sabit olan hükümleri kabul etmeyen­lerden sakındırarak: "Yalnız Kur'ân'ın hükümleriyle yetinilmesi hakkındaki görüş, ahirette nasibi olmayan ve sünnetten çıkmış bir güruhun görüşüdür. Çünkü onlar Kur'ân'da her şeyin açıklanmış olduğunu iddia ederek sünnetin hükümlerini bıraktılar, onların bu durumu kendilerini müslüman cemaattan uzaklaştırdığından Allah'ın indirdiği Kur'ân'ı yanlış yorumladılar." demiştir. [Muvafakat cild: 4-s: 120]

Bu açıklamalardan anlaşıldığı gibi, Resülullâh (SAV) in sünneti, Kur'ân'ın mücmel (kapalı) olanım açıklamak­ta, âmm olanını tahsis etmekte, mutlak olanını takyid etmekte, Kur'ân'da bulunmayan şer'i hükümleri koymak­ta, islâm fıkhını beslemekte ve şer'i hükümleri geliştir­mekte bol bir kaynaktır. Resülullâh (SAV) in hükümlerini kabul etmek, Allah'ın hükümlerini kabul etmektir, çünkü Allah Tealâ Resulüne itaat etmeyi farz kılmıştır. Kur'ân'da ve sünnette olan bir şeyi bilen bir müslümanın bunlardan birine aykırı olarak hareket etmesi helâl olmaz. [34]

 

Sünnet (Hadis) İn Resûlüllâh'in Devrinde Yazılmaya Başlanması:

 

Bilindiği gibi islâmdan önce Araplar okuma-yazma bilmiyorlardı, fakat ticaret merkezi olan Mekke'de peygamber efendimiz peygamber olarak gönderilmeden önce az da olsa okuma-yazma bilenler bulunuyordu.

Bazı tarihçilere göre, Mekke'de okuma-yazma bilenle­rin sayısı ancak onüç erkek idi. Nitekim Medine'de okuma-yazma bilenler daha azdı. İşte okuma-yazma bilenleri yok denecek kadar az olduğu için Araplar okuma yazma bilmiyorlardı diye vasfediliyordu.

Tarihçiler: "Mekke'de okuma yazmayı bilenlerin sayı­sı, Medine'de okuma yazmayı bilenlerin sayısından daha çok olduğunu" ileri sürmüşler. Buna Resûlullâh (SAV) in Mekke'li Bedir esirlerinden kendilerini esirlikten kurtara­cak parası olmayan her esirin Medine'li on çocuğa okuma yazma öğretmek karşılığında serbest bırakılacaklarını bildirmesi ve Resûlullâh (SAV) in huzurunda bulunan vahiy katiplerinin kırk kişi olduğunu bunların çoğunun Mekke'li olduğunu şahit göstermişlerdir.

Bu vahiy katiplerinin isimlerini "et-Teratibü'1-İdariye" sahibi zikretmiştir.

Belâzüri: "Futûhu'l-Büldan" isimli eserinde okuma yazma bilen kadınların sayısını zikretmiştir. Onlardan bazıları şunlardır. Müminlerin anası Hz. Hafsa, Ukbe'nin kızı   Ümmügülsüm,   Abdullah'ın   kızı,   Kureyş'li   Şifâ, sa'd'ın kızı Aişe, Mikdad'ın kızı Kerime.

Müslümanlar Medine'ye yerleşir yerleşmez durum değişti. Resûlullâh (SAV), iyi bir katip olan Abdullah b. Said b.El-As'a Medine halkına okuma yazmayı öğretme­sini emredince medine halkı arasında okuma yazma bilenlerin sayısı çoğaldı. Nitekim İbn-i Abdi'1-Berr "el-İstiâb" isimli eserinde Abdullah b. Said'in iyi bir yazar olduğunu zikretmiştir.

İbn-i Said'in zikrettiğine göre, ensardan biat edenler, Resûlullâh (SAV) Mekke'deyken "Bize islâm dinini öğretecek ve Kur'ân'ı okutacak bir kimse gönder" diye mektup yazdılar. Bunun üzerine Resûlullâh (SAV) onlara Mus'ab b. Umeyr'i gönderdi. Mus'ab onlara Kur'ân'ı okutuyor ve islâm dinini öğretiyordu.

Bilindiği gibi sahabe hadisleri yazmıyorlar, ezberlerin­de muhafaza etmeye çalışıyorlardı. Çünkü onlar Kur'ân'ı öğrenmeye yönelmişler, onu toplamak ve yazmakla meşgul oluyorlardı. Bir de hadis yazdıkları takdirde Kur'ân ile karışmasından korkuyorlardı. Resûlullâh (SAV) da ilk zamanlarda hadisi yazmayı yasaklayarak: "Benden bir şey yazmayınız, her kim Kur'ân'dan başka benden bir şey yazmışsa hemen onu silsin. Benden hadis rivayet edin zararı yok. Ama her kim benim üzerimden bile bile yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın. " buyurmuştur. [Bu hadisi Müslim Ebû Said-i Hudri'den rivayet etmiştir.] Bu hadis, Resûlullâh'in hadis yazmayı yasaklaması hakkındaki sahih olan hadisidir.

İmam Nevevi, bu hadisin şerhinde demiştir ki, Kadı İyaz'ın açıklamasına göre, hadis yazma konusunda sahabe ile tabiin arasında ihtilaf vaki olmuştur. Onlardan bir çokları hadis yazmayı kerih görmüş, çoğunluk ise yazılmasına cevaz vermişlerdir. Sonraları bütün müslümanlar hadis yazmanın caiz olduğuna ittifak etmiş ve ihtilâf ortadan kalkmıştır. [35]

 

Hadisin Yazılmasının, Yasaklanmasının Sebebi Hakkında Âlimler İhtilâf Etmişlerdir:

 

Bazılarına göre, yazmayı yasaklayan hadis, ezberliyeceğine itimat edilen ve yazarsa yazıya güvenerek ezberlememesinden korkulan kimseler hakkındadır. Yazmayı mubah kılan hadisler ise belleyişine itimat edilmeyen kimselere hamlolunur.

"Ebû Şah'a yazınız" hadisi, Hz. Ali'nin sahifesi içinde farzlar, sünnetler, diyetler bulunan Amr b. Hazm'ın kitabı, Hz. Ebû Bekir, Enes (r.a) ı Bahreyn'e zekat toplamak için gönderirken ona verdiği sadaka ve zekat nisablarma ait kitabı, Ebû Hureyre (r.a) in Abdullah b. Amr b. el-As (r.a) hadisleri yazıyordu ben yazmıyordum, hadisi ve bu konudaki diğer hadisler hadis yazmanın mubah olduğunu bildiren hadislerdir.

Bazı âlimler, yazmayı yasaklayan hadislerin yazmayı mubah kılan hadislerle nesh edildiklerini söylemişlerdir. Buna göre, hadis yazılmasının yasaklanması Kur'ân ile karışır endişesindendi, bu endişe ortadan kalkınca hadisin yazılmasına izin verilmiştir.

Bazı âlimler: "Hadis yazılmasının yasak edilmesinden murad, hadis ile âyeti bir sahifeye yazmaktır. İkisi bir sahifede olunca okuyan hangisinin âyet hangisinin hadis olduğunu karıştırabilir" demişlerdir.

Kur'ân'ın çoğu inip onu bir çok kimse ezberleyip, onun hadisle karışmasından emin olununca Resûlullâh (SAV) sahabeden bazılarına özel izin vermiştir. Ta ki bunların hadis yazmaları hadisin daha iyi zapt edilmesine, unutulma endişesinin ortadan kalkmasına, ezberlerine itimat edilmeyenlere yardımcı olsun. Resûlullâh (SAV) bu izni zaptı ve ezberlemesi kuvvetli olanlara vermiştir:

Bu izahla yazmayı yasaklayan ve yazmaya izin veren hadisler arasındaki çelişme ve çatışma giderilmiş olur. Sahabe devrinden sonra bütün âlimler, hadis yazmanın caiz olması hakkında birleşmişlerdir.

îbn-i Salâh: "Sonra hadis yazmanın caiz olup olmaması münakaşası ortadan kalkmış bütün müslümanlar hadis yazmanın mubah olmasında birleşmişlerdir. Hadisler kitaplara yazılmasaydı, son asırlarda hadisler kaybolurdu" demiştir.

Bazı eserlerden anlaşıldığı gibi Resûlullâh (SAV) hadisin Kur'ân ile karışmasından emin olduktan sonra hayatının sonunda hadis yazmaya umumi olarak izin vermiştir.

Resûlullâh (SAV) m vefatından önce müslümanlar şaşırmasmlar diye ahid-nâme yazdırmak istemesi ve yazdırmasında bir beis görmemesi de hadis yazmanın mubah olmasının delilidir. Nitekim bu Hz. Ömer (r.a) m hadisinde geçmiştir.

Tirmizi'nin rivayet etfığine göre, Ensar'dan Sa'd b. Ubâde Resûlullâh (SAV) in bir çok hadislerini ve sünnetlerini içinde topladığı bir sahife (Risale) ye sahibdi. Bu büyük sahabenin oğlu bu sahifeden hadis rivayet ediyordu.

Buhari'nin rivayet ettiğine göre bu sahife, Abdullah b. Ebi Evfâ'mn eliyle yazdığı hadis sahifesinden bir nüsha idi. Abdullah b. Ebi Evfâ'mn eliyle yazıp topladığı hadîs risalesini insanlar kendisinden okuyorlardı.

Abdullah b. Amr. b. el-As'ın Resûlullâh (SAV)m hadislerinden yazıp topladığı "Sahife-i Sâdıka= Doğru sahife" si Asrı saadette yazılan sahifelerin en meşhurudur.

Siyer ehlinin zikrettiğine göre, bu sahife bin kadar hadisi içine almakta idi.

Abdullah b. Amr. b. el-Âs, Resûlullâh (SAV) dan her İşittiğini yazıyordu. Sahabeden bazıları onu yazmaktan men ettiler. Çünkü Resûlullâh (SAV) beşerdir, hoşnut halinde de, öfkeli halinde de konuşur, (dediler) Bunun üzerine Abdullah hadis yazmayı bir müddet bıraktı. Sonra Abdullah, Resûlullâh (SAV)a: "Sizden her işittiğimi yazayım mı?" diye sordu. Resûlullâh (SAV): "Evet (yaz)" buyurdu. Abdullah: "Hoşnut halinizde olsun, Öfkeli halinizde olsun (yazayım mı?)" dedi.

Resûlullâh (SAV): "Evet. Çünkü bütün bu hallerde ancak hakkı söylerim" buyurdu. [Bu hadisi İmam Ahmet Müsnedinde rivayet etmiştir. ]

Abdullah b. Amr. bu sahife'ye (hadis risalesine) çok önem veriyordu: "Beni hayatta ancak iki haslet yani sahife-i sâdıka ve veht sevindiriyordu, sahife-i sâdıka Resûlullâh (SAV) dan yazdığım hadis risâlesidir. Vehte gelince babam Amr b. As'ın vakfettiği arazinin işiyle mütevellisi olarak uğraşmamdır. " Derdi. [Bunu el-Bezzâz "Süneninde" zikretmiştir, İbn-i Abdi'1-Berr "Câmi-i Beyâni'1-ilmi ve Fadlıhî" isimli eserinde zikret­miştir, İmam Ahmet bunu "Müsned"inde senediyle zikretmiştir. ]

Abdullah b. Amr bu "Sahife"sinden başka "Hadis Mecmuası" da yazmış olabilir.

Ebû Hüreyre demiştir ki: "Resûlullâh (SAV)ın asha­bından hiçbir kimse Resûluilâh (SAV)dan rivayet hususunda benden daha fazla değildir. Yalnız Abdullah b. Amr müstesna! Çünkü o yazıyordu ben ise yazmıyordum."

Buhari'nin İlim babında Ebû Hüreyre'(r.a)den rivayet ettiği bu hadis, hadis yazmanın caiz olduğuna delil olarak bize yeter.

Abdullah b. Abbas'm Resûlullâh (SAV)ın birçok ha­dislerini ve gidişatım yazdığı levhaları yanında ilim meclislerine götürdüğü bilinmektedir.

Abdullah b. Abbas, talebesi Saîd b. Cübeyr'e o levhalardan yazdırıyordu. Abdullah b. Abbas'ın bu sahifesi (Hadis Risalesi) meşhurdu. Elden ele dolaşıyordu. İnsanlar ondan devamlı rivayet ediyorlardı.

Tefsir kitaplarında bu sahifedeki hadisleri delil gösteri­yorlardı. Bu risale bize kadar ulaşmamıştır.

Ebû Hüreyre, sahabenin yazdıkları hadis sahifelerinden birçok sahife toplamıştı. Bu sahifelerden birçoğu kay­bolmuştur. Ebû Hüreyre (r.a)nın talebesi Hemmâm b. Münebbih o sahifelerden bir sahifeyi hocası Ebû Hüreyre'(r.a)den rivayet etmiştir, sonra bu sahife Hemmâm'e nisbetle "Sahife-i Hemmâm" denilmiştir. Aslında bu sahife Hocası Ebû Hüreyre (r.a) ye aittir. Hadislerin tedvininde bu Sahife'nin özel bir yeri vardır. Bu sahife Hemmâm'ın Ebû Hüreyre'den rivayet ettiği ve yazdığı gibi bize tam ve eksiksiz olarak ulaşmıştır.

Keşfü'z-Zunûn sahibi, bu sahifeye "Sahife-i Sahiha" ismini vermiştir. Bu sahife İmam Ahmet'in Müsned'inde tam olarak mevcûddur.

Buhari ve diğer hadis kitaplarının çeşitli bablarmda bu sahife dağınık olarak bulunmaktadır.

Âlimler bu adı geçen sahabilerden başka hadis yazan daha birçok sahabinin bulunduğunu zikretmişlerdir.

Bu haberler bir bütün olarak hadis yazmaya Resûlullâh (SAV) devrinde başlanmış olduğunu bildirmektedir. Bu devirde her ne kadar bütün hadisler toplanıp tedvin edilmemiş olsa da.

Buhari ve Müslim'de rivayet edildiğine göre, Allah Tealâ Mekke'nin fethini Resulüne müyesser kılınca Resûlullâh (SAV) meşhur fetih hutbesini okudu. Yemenli Ebû Şâh isimli bir zat "Ey Allah'ın Resûlu bunu bana yazınız" dedi. Bunun üzerine Resûlullâh (SAV)da: "Bunu Ebû Şâh'a yazınız" buyurdu.

Buhari Ebû Cuhayfe'den rivayet etmiştir. Ebû Cuhayfe demiştir ki: Hazreti Ali'ye: "Sizin yanınızda (Peygamber efendimiz tarafından vahyin sırlarını bildiren) bir kitap varmıdır?" diye sordum. O da: "Hayır Allah'ın kitabından ve Allah'ın müslüman bir kimseye ihsan ettiği bir kitabı anlayış kabiliyetinden ve bu sahife'de olandan başka bir şey yoktur" dedi. Bende : "Bu Sahife'de ne var?" dedim. Hazreti Ali'de: "onda diyet (diyetin hükümleri), esirlerin esaretten kurtarılması, öldürülen kafir karşılığında, müslümanın öldürülmemesi vardır" dedi.

İmam Ahmet Ebu't-Tufeyl'den rivayet etmiştir. Ebu't-Tufeyl demiştir ki: "Hazreti Ali'ye "size Resûlullâh (SAV) hususi bir şey söyledi mi?" diye soruldu. " O da:"Bize ancak şu kılıcımın kılıfında bulunandan başka bir şey söylemedi" dedi. Ve: "Allah'tan başkası adına hayvan kesene Allah lanet etsin" cümlesi yazılı bir sahife çıkardı.

Yine İmam Ahmet, Tarık b. Şihab'dan rivayet etmiştir. Tarık demiştir ki: "Ben Hz. Ali'yi minberde hutbe okurken gördüm ve onu şöyle derken dinledim: Allah'a yemin ederim ki, yanımızda size okuduğumuz Allah'ın kitabından başka hiçbir kitap yoktur. Ancak içinde zekatın nisabları bulunan şu sahife vardır."

Haris b. Süveyd'den rivayet edildiğine göre Hz. Ali'ye: "Resûlullâh (SAV) bütün insanlara söylemeyip, sadece size hususi bir şey söyledi mi?" denildi. Bunun üzerine o da: "içinde zekat verilecek develerin yaşları hakkında bir sahife çıkardı."

İbn-i Hacer "el-isâbe" isimli eserinde ve ibn-i Abdi'l-Berr "el-istiâb" isimli eserinde zikrettiklerine göre: Resûlullâh (SAV) ensardan Amr b. Hazm'ı Necrân'a vali olarak gönderirken kendisine içinde temizlik, namaz, ganimet, zekat, yaralama ve diyet gibi hükümler bulunan bir kitap yazdırdı.

Terâcim sahihlerinin zikrettiklerine göre, Enes b. Malik (r.a) yazıyordu. Yazdığı eserleri küçük bir çanta içinde taşınıyordu.

Hz. Ebû Bekir, onu Bahreyn'e zekat toplamak için gönderirken kendisine sadaka ve zekatın nisablarına dair bir kitap vermiştir.

Hatib-i Bağdadî "Takyidü'1-İlm" isimli eserinde "Ha­dis yazmanın caiz olup olmaması hakkındaki ihtilâfı" zikretmiş ve: "Bu konuda Tabiin ve tebe-i tabiinden gelen yazmayı  yasaklayan ve yazmayı  mubah kılan merff;,

mevkuf hadisleri ve eserleri" nakletmiştir.  Geniş bilgi edinmek isteyen o esere müracat etsin. [36]

 

Resûlullâh (SAV) İn İçtihadı

 

Resûlullâh (SAV) in şer'i hüküm koyma içtihadı ile şer'i olmayan hüküm koyma içtihadı arasım ayırmamız gerekir.

a) İnsanların hayatta âdet edindikleri ziraat, tıp gibi işlerin bilinmesi tecrübe ve denemeye dayanır. Böyle konularda     Resûlullâh     (SAV)     in     içtihadı     diğer müctehidlerin içtihadı gibi olup, içtihadında hata da eder, isabet de eder. Çünkü bu işler şer'i ister değildir. Bundan dolayı Resûlullâh (SAV) hurma ağaçlarının aşılanması hakkında: "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" buyurdular.

Buhâri ve Müslim Enes (r.a) den rivayet etmişlerdir. Enes (r.a) demiştir ki: Resûlullâh (SAV) hurma ağaçlarını aşılayan bir kavmin yanına uğradı ve onlara: "Bunu yapmasanız daha iyi olur" buyurdular. Enes (r.a) diyor ki: "Sonra aşısız hurma ağaçlan koruk çıkardılar. " Resûlullâh (SAV) (tekrar) o kavmin yanına uğradı ve "Hurma ağaçlarınıza ne oldu?" diye sordu. Onlar da: "Sen şöyle şöyle buyurdun" dediler. Bunun üzerine Resûlullâh (SAV) da: "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" buyurdular.

b)  Harb yerlerinde orduyu yerleştirmek, ordu saflarım düzenlemek,   ordunun   konaklayacağı   yerleri   seçmek,

ordunun saldırı ve geri çekilme planlarını belirlemek gibi işlerin bilinmesi özel eğitime, insan becerisine ve tedbiri­ne dayanır.

Bu işler yapılması istenilen ve yapılmaması istenilen şer'i hükümlerle ilgili işlerden değildir. Bu işler Peygam­ber Efendimizin şer'i hüküm koyma ve şeriata kaynak olma işlerinden olmayıp beşeri işlerdendir.

Meselâ: Peygamber Efendimiz (SAV) Bedir Gazvesin­de Medine tarafında bulunan Bedir sularından bir suyun yakınında konakladı. Hubab b. Münzir b. Amr b. el-Cemuh Peygamberimizin yanına gelerek: "Ey Allah'ın Resûlu bu konakladığın yerden bana haber ver, bu yer Allah'ın seni indirdiği bir konaklama yerimidir? Eğer öyleyse bizim için bu yerden ne ileri ne de geri gitme hakkımız yoktur. Yoksa burada konaklama bir görüş, bir harp, bir hile midir?" diye sordu. Peygamber Efendimiz (SAV): "Bilâkis bu yerde konaklamak bir görüş, harp ve hiledir" buyurdu. Hubâb da "Ey Allah'ın Resûlu burası konaklama yeri değildir. Orduyu kaldır. Kureyş'e en yakın olan bir suya gidelim ve orada konaklayalım. Sonra o suyun ötesindeki kuyuların sularını bozalım. Sonra orada bir havuz yapalım ve onu su ile dolduralım. Biz içelim onlar ise içmesinler" dedi. Bunun üzerine Resûlullâh (SAV) bu görüşü beğendi. Hubâb (r.a)ın dediğini yaptı. Bu hadiseyi Siyer ehli rivayet etmişlerdir.

c) Peygamber Efendimizin (SAV) inançlar, ibadetler, helâl, haram, ahlak ve bunlarla ilgili olan işleri bildirmesi ve kadı tayın etmek, ganimetleri taksim etmek, antlaşma yapmak, davacı ile davalıların arasındaki anlaşmazlığı çözümlemek gibi yapmış olduğu genel idare işleri şer'i hüküm koyma konularında Peygamber Efendimiz (SAV)

in delilin bulunmadığı yerlerde ictihad etmesi caizdir. Fakat Peygamber Efendimiz (SAV) içtihadında yanılırsa doğru olanı Allah tarafından kendisine bildirilirdi. Nitekim Resûlullâh (SAV) ictihad ettiği bazı hâdiselerde hata etmiş sonra Cenab-ı hak tarafından bu hatası kendi­sine bildirilmiştir:

1) Resûlullâh (SAV) Bedir esirleri hakkında ashabı ile istişare etti. Hz. Ebü Bekir (r.a) esirlerden fidye (kurtuluş parası) alınarak bırakılmasını teklif etti. Çünkü esirler Müslümanların akrabaları idi. Hz. Ömer (r.a) ise hepsinin kılıçtan geçirilmesini istedi. Çünkü bunlar Müslümanlara en çok kötülük yapan müşriklerin başlarıydı. Resûlullâh (SAV) ve arkadaşlarının çoğu Hz. Ebû Bekir (r.a) in teklifini kabul etti. Her bir esirden dörder bin dirhem (bir nevi gümüş para) bedel alınarak bütün esirler serbest bırakıldı.   Yalnız   kurtuluş   parasını   ödeyecek   kudreti bulunmayanlardan okuma yazması olanlara mühim bir vazife verildi.  Her esir Medine'li  on çocuğa okuma yazma öğreterek salıverilecekti.  Bunun üzerine  Allah Tealâ Resûlullâh (SAV) a ve ashabına darılarak şu âyeti indirmiştir:

"Hiçbir peygamber için, yeryüzünde ağır basmadıkça (üstün gelmedikçe), esirleri bulunmak doğru değildir. Sizler dünya malını istiyorsunuz Allah ise ahireti (ka­zanmanızı) diliyor. Allah güçlüdür. Hüküm ve hikmet sahibidir. Eğer Allah'tan bir yazı geçmiş olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı mutlaka size büyük bir azab dokunurdu" [Enral sûresi: 67-68] Bunu siyer yazarları, Müslim, İmam Ahmet rivayet etmişlerdir.

2) Resûlullâh (SAV) Tebük gazasına gitmemek için özür beyan ederek izin istiyen münafıklardan kendisine özründe doğru olan've yalancı olan belli olmadan onlara izin vermişti. Bunun üzerine Allah Tealâ Resulüne darılarak şu âyeti indirmiştir.

"Allah seni affetti ya! Neden onlara izin verdinde şu doğru söyliyenler sence belli oluncaya ve yalancıları bilinceye kadar beklemedin?" [Tevbe sûresi: 43]

3) Resûluîlâh (SAV) Mekke'nin hürmeti hakkında: "Şübhe yok ki, bu beldeyi Allah gökler ile yeri yarattığı gün haram kılmıştır. Bundan dolayı o, Allah'ın haram kılmasıyla kıyamete kadar haramdır. Dikeni kesilmez avı ürkütülmez, ilân edenlerden başkası orada bulduğu eşyayı alamaz, yaş otu da kesilemez" buyurunca. Hz. Abbas (r.a) "Ey Allah'ın Resûlu! Yalnız izhir müstesna olsun, çünkü o, Mekke'nin demircileri ile evlerine lâzımdır. " Dedi. Bunun üzerine Resûlullâh (SAV) da: "(evet) Yalnız izhir müstesna" buyurdular. Resûlullâh (SAV) m her çeşit yaş otun kesilmesini yasakladıktan sonra Hz. Abbas (r.a) m görüşünü alarak izhir otunu istisna etmesi kendisinin bir içtihadı oldu. [Bu hadisi Buharı, Müslim ve diğer sünen sahibleri zikretmiştir. ]

4) Hayber gazasında Hayber'in Müslümanlar tarafın­dan fethedildiği günün akşamında mücahitler yer yer ateş yakmışlardı.   Bunun  üzerine   Resûlullâh   (SAV):   "Bu ateşler nedir? Niçin yakıyorsunuz?" diye sordu. Ashab: "Et  pişirmek   için!"   diye   cevap  verdiler.   Resûlullâh (SAV): "Hangi et, ne eti?" diye sordu. Ashab: "Ehli eşeklerin eti!" diye cevap verdiler. Resûlullâh (SAV): "Onu dökünüz, kaplarını da kırınız. " Buyurdu. Ashabdan birisi (Ömer b. Hattab): "Ey Allah'ın Resûlu! Eti döküp, kaplan   yıkasak   olmaz   mı?"   dîye   sordu.   Resûlullâh (SAV):   "Yahud   öyle   yapınız."   Buyurdu.   [Bu   hadisi Buhari rivayet etmiştir. ]

Resûlullâh (SAV) önce ashabını ehli eşek etini yemele­rini şiddetle yasaklayarak; et pişen kaplarında kırılmasını emretti. Ashab, Resûlullâh (SAV) in emrini kabul edince, ashabdan biri kapları kırıp kullanılmaz hale getirmek yerine yıkamakla yetinilmesine işaret etti. Resûlullâh (SAV) da onlara kapları yıkamalarına izin verdi. İşte bunlar, Resûlullâh (SAV) in ictihad yaptığını bildiren olaylardır. [37]

 

Ashabın Resûlullâh (SAV) Dan İlim Öğrenmeleri:

 

Resûlullâh (SAV) in ashabı ile hayatı gerçek bir nizâmı temsil ediyordu.

İnsanlar bu asırda bile o gerçek nizâmı hayal ediyorlar. Ve onun edebiyatını yapıyorlar.

Resûlullâh (SAV) ile ashabı arasında birbirleriyle görüşmek için en küçük bir engel yoktu.

Resûlullâh (SAV) onlarla mescidde, pazarda, evde, seferde, hazarda görüşüyordu. Ashab Resûlullâh (SAV) ile buluşmaya, sohbetini dinlemeye, ondan devamlı ilim almaya, onun gösterdiği doğru yola gitmeye, onun gidişatına uymaya pek düşkündüler. Hatta bu konuda birbirleriyle yarışıyorlardı. Yarışmaları öyle bir dereceye ulaştı ki, onun meclisine nöbetle devam ediyorlardı. Nitekim Hz. Ömer'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Ensardan bir komşum ile beraber Beni Ümeyye b. Zeyd yurdunda (oturuyor) idim. Bu (yurt) Medine'nin Avâlî

denilen semtinde bulunuyordu. (Bir şey öğrenmek ümidiyle) Resûlullâh (SAV) in yanına nöbetleşe inerdik. Bir gün o iner, bir gün ben inerdim. İndiğim zaman o gün vahiy ve saireye dair (ne duyarsam) haberini (komşuma) getirirdim. O da indiği zaman böyle yapardı." [Bu hadisi Buhari Kitabü'l-İlim'de rivayet etmiştir. ]

Ashabdan birinin başına bilmediği bir iş gelince uzak yerde olsa bile o işi öğrenmek için uzun yolları katederek Resûlullâh (SAV) a gelir ve o işin neticesini öğrenirdi.

Buhari Ukbe b. el-Hâris'den rivayet ettiğine göre, Ukbe b. el-Hâris (Kureyş kabilesindendir) İhab b. Aziz'in kızıyla evlendi. Hemen bir kadın gelip: "Ukbe'yi de, evlendiği kadını da ben emzirdim" dedi. Ukbe ona: "Ne senin beni emzirdiğinden haberim var ne de önce bunu bana söylediğinden" cevabını verdi. Hayvanına binip Medine'ye Resûlullâh (SAV) in (huzuruna) gitti. (Bu konuda Allah Tealâ'nın hükmünü sordu) Resûlullâh (SAV): "Nasıl olur ya bir kere (bu söz) söylenmiş bulundu" buyurdu. Bunun üzerine Ukbe o kadından ayrıldı o kadında başka bir erkekle evlendi.

Ashab Resûlullâh (SAV) in hallerini bilmede aynı seviyede değillerdi. Çünkü Ashabın halleri, hayat şartları, oturdukları yerler farklıydı.

Resûlullâh (SAV)ın ilim öğretmek için Özel bir dersha­nesi yoktu. Resûlullâh (SAV) in hayatı, etrafı aydınlatan bir ilim meş'alesi idi. Cuma ve bayram günleri vaz' ederdi. Bu günlerin dışında vaz' etmek için vakit kollardı.

Buhari İbn-i Mes'ud'dan rivayet etmiştir. İbn-i Mes'ud şöyle demiştir: "Resûlullâh (SAV) vaz' (ve nasihat) hususunda bize bıkkınlık gelmesin diye halimize bakıp (ona göre) gün ve (saat) kollardı."

Mesruk, ResûluUâh (SAV) dan ilim öğrenen ashabın farklı olduğuna işaret ederek: "ResûluUâh (SAV) in ashabıyla bir arada bulundum. Onlardan kimini bir kişiyi kandıracak göl gibi, kimini on kişiyi kandıracak göl gibi, kimini yüz kişiyi kandıracak göl gibi, kimini de bütün dünya halkını kandıracak göl gibi buldum" demiştir.

Tabîî olarak ResûluUâh (SAV) m sünnetini en çok bilenler ilk islâmı kabul edenlerdir, meselâ: Hz. Ebû Bekir (r.a), Hz. Ömer (r.a), Hz. Osman (r.a), Hz, Ali (r.a), Abdullah b. Mes'ud (r.a) gibi, ResûluUâh (SAV), ile devamlı bir arada bulunanlar ve ondan hadis rivayet yazanlardır. Nitekim hadis yazanlar yukarıda geçmiştir.

Cinsel hayatla ilgili ve kadınlara mahsus meselelere gelince, bu meseleleri bazan ashab ResûluUâh (SAV) a sorup Öğreniyorlar, bazan da hanımlarını ResûluUâh (SAV) in zevcelerine bu meseleleri sormak İçin gönderi-yorlardı. Çünkü onlar ResûluUâh (SAV) in aile ile ilgili hallerini biliyorlardı. Bazan da kadınlar kendilerine âit olan meselelerden dilediklerini ResûluUâh (SAV) a sorup öğreniyorlardı. ResûluUâh (SAV) şer'i olan bir hükmü bir kadına açık olarak söylemekten çekinirse, hanımlarından birine o şer'i hükmü o kadına Öğretmesini emrediyordu. Nitekim bir kadın gelip ResûluUâh (SAV)a: "Ben hayzımdan nasıl temizleneceğim?" diye sordu. ResûluUâh (SAV) ona: "Üzerine misk sürülmüş bir bez parçası al da onunla temizlen" buyurdu. Kadın: "Ey Allah'ın Resûlu ben onunla nasıl temizleneceğim?" dedi. ResûluUâh (SAV) önceki sözünü tekrar etti. Fakat kadın yine anlamadı. Bunun üzerine ResûluUâh (SAV) Hz. Aişe(r.a) ye ne demek istediğini o kadına anlatmasını işaret etti. Hz. Aişe (r.a) de kadına ResûluUâh (SAV)ın ne demek istediğini şöyle anlattı: "Temiz bir bez parçası alırsın onukanın geldiği yere koyarsın, eğer bez temiz olarak çıkarsa bu hayızdan temizlenmiş olduğunun alâmetidir." [Bu hadisi Bûhari, Müslim, Ebu Davûd, Nesei rivayet etmişlerdir.] [38]

 

Kur'ân'ın Sahifelerde Ve Kalblerde Muhafaza Edilmesi:

 

Âlimler Kur'ân'ın sahifelerde ve kalblerde muhafaza edilmesine "Kur'ân'ın Cem'i" demişlerdir. "Kur'ân'ın Cenı'i" ifadesi bazan Kur'ân'ın ezberlenmesi manasında kullanılır. Şu âyeti kerimede ki "Cem" kelimesi bu anlamdadır: "Şüphesiz ki, onu cem' etmek (Kur'ân'ı senin kalbine yerleştirmek ve sana ezberletmek) ve onu okutmak bize aittir." [Kıyamet sûresi: 17]

"Kur'ân'ın Cem'i" ifadesi bazan da Kur'ân'ın yazılma­sı manasında kullanılır. Onun âyetleri ve sûreleri ayrılmış veya her sûre bir sahifede olmak üzere sadece âyetleri tertip edilmiş ya da âyetler ve sûreler tertip edilip bütün sûreleri bîr araya getiren sayfalarda toplanmış ve her biri ardınca dizilip sıralanmış olarak hepsinin yazılmasıdır.

a) Kur'ân'ın Cem'i; ezberlenmesi ve ezberden okun-ması-na gelince ResûluUâh (SAV) bu mana ile Kur'ân'ı ezberliyenlerin ilki idi. ResûluUâh (SAV) in ashabından birçokları da Kur'ân'ı ezberlemişlerdi. Bunlara "kurra" cemaatı denirdi. Haberler bunların adedinin çok olduğunu bildiriyor. Şöyle ki, Kur'ân'ı ezberleyenlerden Bir'-i Mâune'de yetmiş kişinin şehit edildiği rivayet edilmiştir.

Kur'ân'ı ezberliyenler arasında meşhur olanlar: Abdul­lah b. Mes'ûd, Ebû Hûzeyfe'nin azadlısı Salim b. Ma'kıl,

Muaz b. Cebel, Übey b. Ka'b, Zeyd b. Sabit, Ebû Zeyd b. Seken ve Ebu'd- Derda'dır.

Buhâri'de Şunlar Zikredilmiştir:

Abdullah b. Amr b. el-As'dan rivayet edilmiştir demiş­tir ki: "Resûlüllâh (SAV) in şöyle buyurduğunu işittim: "Kur'ân'ı şu dört kişiden alınız, " Abdullah b. Mes'ûd, Salim, Muâz, Übey b. Ka'b"

Katade'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Ben Enes b. Malik'e: Resûlüllâh (SAV) zamanında Kur'ân'ı kimler ezberlemişti?" diye sordum. O da: "Dört kişi ezberlemiş­ti, bunların hepsi ensardandı: Übey b. Ka'b, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit, Ebû Zeyd'dir. " Diye cevap verdi. Ben: "Ebû Zeyd kimdir?" diye sordum. O da: "Amcala­rımdan biridir" diye cevap verdi.

Enes'den gelen diğer bir rivayete göre, Enes: "Resûlüllâh (SAV) vefat ettiğinde Kur'ân'ı şu dört kişiden başkası ezberlememişti: Ebû'd-Derdâ, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit, Ebû Zeyd" demiştir.

İbn-i Hacer "el-İsâbe" isimli eserinde Said b. Ubeyd'in hal tercemesinde onun hafızlardan olduğunu ve "el-Kari" diye lâkâblandığını zikretmiştir.

Suyûti Resûlüllâh (SAV) in ashabından kurrâ olanların birçoklarının isimlerini zikretmiş ve: "Muhacirlerden: Dört halife, Talha, Sa'd, İbn-i Mes'ûd, Huzeyfe, Salim, Ebû Hüreyre, Abdullah b. Sâib, Abadile, İbn-i Abbas, İbn-i Amr b. el-As, İbn-i Ömer, İbn-i Zübeyr, Aişe, Hafsa, Ümmü Seleme'yi ve Ensardan: Ubâde b. Sâmit, künyesi Ebû Halime olan Muaz, Mecma' b. Câriye, Fudâle b. Übeyd ve Mesleme b. Mahled'i" saymıştır.

Ashabdan yedi kimse Kur'ân okutmakla şöhret kazan­mıştı. Bunlar: "Osman b. Affan, Ali b. Ebû Talib Übeyy b. Ka'b, Zeyt b. Sabit, Abdullah b. Mes'ud, Ebû Musa el-Eş'arİ" dir. Bunlardan bazı sahabiler ve tabiinden pek çok kimseler kur'ân öğrenmişlerdi. O devirde Kur'ân'ın nakli kalblerde ve sinelerde ezberlenmeye dayanıyordu.

Okuma yazma bilmeyen Arab milleti yaradıhşda kuv­vetli zekâya sahiptiler. Okuma yazma bilmedikleri için haberleri, şiirleri, neseb bilgilerini kalb defterlerine yazıyorlardı. Kalblerde ezberlemeyi Allah Tealânın bu millete ihsan ettiği özel bir şereftir.

b)"Kur'ânın cem'i" ifadesinin ikinci manası olan Kur'ân'ın yazılma manası murat edilmiştir. Bizim burada maksadımız Resûlüllâh (SAV) devrinde yazmak suretiyle olan "Kur'ân'ın cem'i" dir. Buna "cem'i evvel=ilk cem" adı verilir.

Resûlüllâh (SAV) bir çok vahiy katibleri edinmişti. Bazıları şunlardır: Dört halife, Muaviye, Zeyd b. sabit, Übeyt b. ka'b, Halid b. velid, Sa'd b. kays. Âyetler indiğinde Resûlüllâh (SAV) onlara âyetlerin yazılmasını emrediyor, bu âyetlerin süredeki yazılacak yerini gösteri­yordu. Nitekim ashabdan bazıları da Resûlüllâh (SAV) kendilerine emrettiği halde kur'ân'dan inen âyetleri kendiliklerinden yazıyorlardı. Ta ki, Kur'ân'ın yazılması kalblerinde ezberlemiş olduklarına destek ve yardımcı olsun. Onlar Kur'ânı kabuklan sıyrılmış hurma dallarına, ince taş levhalara, tahta levhalara, derilere, kürek kemik­lerine, deve semerine, tabaklanmış derilere, kaburga kemiklerine yazıyorlardı.

el-Hakim, Zeyd b. Sabit'den rivayet etmiştir, Zeyd demiştir ki: "Biz Resûlüllâh (SAV) m yanında Kur'ân'ı deriler ve kabuklan sıyrılmış geniş hurma dallarına, ince taş levhalara, hurma kütüklerine, kağıtlara, deve semerine yazıyorduk."

Cibril'i Emin ile Resûlüllâh (SAV) her sene Ramazanı şerifin gecelerinde o zamana kadar inmiş olan Kur'ân âyetlerini karşılıklı birbirlerine okurlardı. Ashabı kiramda kendilerinde bulunan Kur'ân âyetlerini ezbere veya yazılı olarak Resûlüllâh'a okurlardı.

Kur'ânın yazılma işi Resûlüllâh (SAV) zamanında genel bir mushafta toplanmış değildi. Bilakis -bir sahabinin yanın da bulunan âyetler ve süreler, diğer sahabinin yanın da bulunmuyordu. Kur'ân'in yazılan bütün âyetleri Resûlüllâh (SAV) in hane-i saadetlerine konuyordu. Vahiy katibleri de bir suretini kendileri için yazarlardı.

Alimlerin nakl ettiklerine göre, Ali b. Ebû Talib, Muâz b. cebel, Übeyt b. ka'b, Zeyt b. Sabit, Abdullah b. Mes'ud, gibi ashaptan bir gurub Kur' ân'in hepsini ezberleyip Resûlüllâh (SAV) a okumuşlardı. Ancak Zeyt b. Sabit'in Kur'ân'ın hepsini ezberleyip okuması hepsin­den sonra idi.

Resûlüllâh (SAV), vefat etiği zaman Kur'ân şimdiki mushaflarımızda bulunan tertib Üzere yazılması "tevkifi" dir. Yani her âyet indiği zaman Cebrail Aleyhisselâmm Resûlüllâh (SAV) a bu âyetin fülan süredeki falan âyetin sonuna yazılacağını bildirmesidir.

Kur'ân Resûlüllâh (SAV) zamanında bir mushaf da toplanmış değildi, çünkü vahyin inmesi devam ediyor, onu kurrâ ezberliyor, onu vahiy katibleri yazıyordu, Bir mushafda toplanmasına ihtiyaç duyulmuyordu. Zira Resûlüllâh (SAV) a zaman zaman âyetler iniyor, bazan daha  önce  inmiş  olan  bir  ayeti,  sonra  inen bir  âyet neshediyordu. [39]

 

Resûlüllâh (Sav) Devrinde Ashabın İçtihadı:

 

Resûlüllâh (SAV), Muâz'm bir hüküm hakkında âyet ve hadis bulunmadığında "İçtihat ederim" demesini tasdik etti. Muâz'in arkadaşlarından bir gurup Muâz'dan rivayet etmişlerdir. Resûlüllâh (SAV) Muâzı yemene (kadı olarak) göndereceği vakit: "Sana bir dava geldiğinde nasıl hüküm vereceksin?" buyurdu. Muâz: "Allah'ın kitabın­daki ahkama göre hüküm vereceğim" dedi. Resûlüllâh (SAV) "Şayet Allah'ın kitabın da yoksa ne yaparsın?" buyurdu. Muâz: "Resûlüllâh (SAV) in sünneti ile hüküm vereceğim. " dedi. Resûlüllâh (SAV): "Şayet Resûlüllâh (SAV)'ın sünnetinde o hüküm yoksa ne yapacaksın?" buyurdu. Muâz: "Kendi görüşümle içtihadımla hüküm vereceğim ve kusur yapmamaya çalışacağım." dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Muâz'in göğsüne vurarak: "Allah'a hamdü senalar olsun ki, Resulünün elçisini Allah'ın Resulünün razı olacağı şeye muvaffak kıldı." buyurdu.

Muâz'm arkadaşlarının isimleri rivayette her ne kadar zikredilmemiş ise de onlar Müslümanların faziletlilerin­den ve seçkinlerindendir. Onlar ilimde dindarlıkta, fazilette meşhur idiler. Onların makamları hiçbir kimseye gizli değildir.Çünkü onlar ashabtandır. Onlardan suçlan­mış olan hiçbir kimse yoktur.

Ubâde b. Enes'in rivayetinde Muâz'dan hadisi rivayet eden râvinin Abdurrahman b. Ganem olduğu zikredil­mekle  râvinin  bilinmezliği   ortadan  kalkmıştır.   Muâz hadisi ve bunun gibi olan şu hadisler: "Varise (miras alana) vasiyyet yoktur."

"O (deniz) ki, suyu temizdir, ölüsü helâldir."

"Diyet akileye (katilin akrabalarına) aittir." İsnat cihedinden kesin olmasa bile senetleri muttasıldır. İlim ehli Muâz hadisini nakletmişler ve bu hadisi Resûlullâh (SAV) in hayatın da hadis ve âyet bulun mayan yerde ashabın içtihadının caiz olduğuna delil göstermişlerdir. Rivayet edildiğine göre, ashab Resûlullâh (SAV) in bulunmadığında ve onun huzurunda bir çok hadiseler hakkında içtihatlarıyla hüküm veriyorlardı, Resûlullâh (SAV) onları içtihatlarıyla hüküm vermekten men etmiyordu. [40]

 

1) Resûlullâh (Sav) Bulunmadığında Ashabın İçtihat Etmeleri:

 

Resûlullâh (SAV) in bulunmadığında bir çok hadiseler hakkında ashab-ı kiram içtihat etmişlerdir. Bunlardan bazıları şunlardır:

a) Resûlullâh (SAV) Ahzâb (hendek) savaşından dön­düğü gün ashabına: "Sakın sizden hiçbir kimse ikindiyi beni Kureyza'dan başka bir yerde kılmasın. " Buyurdu. Onlar yolda iken ikindi vakti girdi. Ashabdan bir kısmı "Resûlullâh (SAV) bizden namazı geciktirmeyi murat etmeyip, derhal yola çıkıp acele (beni kureyza1 ya) gitmemizi murat etmiştir." dediler, ve yolda namazı kıldılar. Bunlar hadisin manasına bakarak içtihatta bulundular. Diğer bir kısmıda Beni Kureyza'ya varıncaya kadar geciktirdiler. Namazı geceleyin kıldılar. Bunlar ise hadisin lafzına bakarak içtihatta bulundular. Her iki kısım içtihatta bulundukları  için Resûluîâh (SAV) hiç  birini kınamadı.

İbn-i kayyım "İ'Iâmü'l-Muvakıin" isimli eserinde bu konuyu açıklayarak: "İkindi namazını beni kureyza'da kılanlar zahiriyye ehlinin önderleridir. îkindi namazını yolda kılanlar manaları ve kıyası kabul edenlerin önderle­ridir." demiştir

b) Hazreti Ali (r.a) Yemen'de iken kendisine bir çocuk hakkında anlaşamayan üç kişi geldi. Onlardan her biri "Bu çocuk benimdir" dedi. Hz Ali (r.a) onlardan her birini muhayyer kılarak "Bu çocuğu diğer kişinin olması­na razı olur musunuz?" diye sordu. Kabul etmediler. Bunun üzerine Hz. Ali "Siz anlaşamayan ortaklarsınız" dedi.   Aralarında kur'a  çekti.  Kur'a kendisine çıkana çocuğu  verdi.  Kur'a  çıkana,  çocuğun  diyetinin  üçde ikisini diğerlerine ödemesine hüküm verdi. Hz. Ali'nin bu hükmü Resûluîâh (SAV) a ulaşınca mübarek azı dişleri görününceye   kadar   güldü.    [Bunu   Hatib-i   Bağdadi "Kitabü'l-Fakih vel-Mütefakkıh" isimli eserinde rivayet etmiştir.]

Hz. Ali (r.a) bu hükmünde kendisine kur'a çıkan kim­senin diğer iki kişinin o çocuktaki haklarını telef etmiş gibi kabul etti. Nitekim üç kişi arasında ortak olan bir köleyi ortaklardan biri öldürse diğer iki ortağına kölenin kıymetinin üçde ikisini ödemesi vacib olur. Hz. Ali (r.a) bu hür olan çocuğu kur'a çıkana verip diğer iki kişiyi o çocuktaki haklarından mahrum ederek hüküm vermeyi, ortak olan kölenin öldürülmesine kıyas etmiştir.

c) Yine Hz. Ali (r.a) nin arslan çukuru meselesi hak­kındaki   hükmü   meşhurdur.   Rivayet   edildiğine   göre, Yemen halkından bir kavim arslan avlamak için üstü Örtülü bir çukur hazırlamışlar, (çukura arslan düşmüş) Bunun üzerine insanlar çukurun etrafına toplanıp itişip kakışırlarken içlerinden biri çukura düşmüş, düşerken can havliyle ikinci bir kimseyi çekmiş, o da aynı şekilde üçüncü bir kimseyi, oda dördüncü bir kimseyi çekmiş. Çukurdaki arslan onları parçalamış. Bu mesele, Hz Ali (r.a) ye sorulmuş: Ali (r.a.): "Kuyuya ilk düşenin diyeti­nin dörtde birinin ödenmesine çünkü bunun üstünde üç kimse helak olmuş, İkinci düşenin diyetinin üçte birinin ödenmesine çünkü bunun üstünde iki kimse helak olmuş, üçüncü düşenin diyetinin yarısının ödenmesine çünkü bunun üstünde bir kimse helak olmuştur. Dördüncü düşenin diyetinin tamamının ödenmesine ve bu diyetleri çukurun başında izdihamda bulunan kimselerin akilelerinin ödemelerine hüküm vermiştir. Bu hüküm Resûlullâha (SAV) ulaşınca: "Hüküm Hz Ali (r.a) nın verdiği gibidir" buyurmuştur. [Bu hadisi Hz Ali'den Ahmet b. Hanbel, Bezzâr, Beyhaki rivayet etmişlerdir]

Şevkâni "Neylü'l-Evtâr" isimli eserinde: "Resülullâh (SAV) m tasdik ettiği Hz Ali (r.a)nin vermiş olduğu bu hükmü, âlimler: "Bundan sonra her hangi bir kuyu başında toplanan bir cemaat izdihama sebeb olup itişip kakışırlarken, bir birini çekerek kuyuya düşüp ölenlerin diyetlerinin miktarı aynı şekilde o cemaatin âkilerinin (akrabalarının) ödeyeceğine dair delil olarak kabul etmişlerdir." demiş, sonra Şevkâni Hz Ali'nin hükmün­deki diyet miktarlarının o şekilde taksim edilmesini şöyle yorumlamıştır: "Kuyuya ilk düşenin diyetinin dörtte biri ödenir, dörte üçü heder olur. Çünkü o, hem izdiham yapanların fiili ile hem de kendi fiili ile yani yanındaki kimseyi çekmesiyle helak olmuştur. Sanki onun ölümü izdiham ve üzerine üç kimsenin düşmesiyle olmuştur.

İzdiham, ölmesinin sebeplerinden bir sebep ve üzerine üç kimsenin düşmesi de ölmesinin sebeplerinden üç sebep sayılmıştır. Bu yüzden diyetinin dörtte biri ödenir, dörtte üçü Ödenmez .

Kuyuya İkinci düşenin diyetinin üçte biri Ödenir çünkü o kimsede hem izdihamı hem de üzerine iki kişinin düşmesiyle ölmüştür. İzdiham, ölmesinin sebeplerinden bir sebep ve üzerine iki kişinin düşmesi de ölmesinin sebeplerin den iki sebep olmuştur. Ölmesine sebep olan izdiham için diyetinin üçte biri ödenir, üçte ikisi heder olur. Çünkü üzerine iki kişinin düşmesine kendi çekmesi sebep olmuştur.

Kuyuya üçüncü düşenin diyetinin yarısı ödenir. Çünkü o kimse de hem izdiham hem de üzerine bir kişinin düşmesiyle ölmüştür. Ölümüne sebep olan izdiham için diyetinin yarısı ödenir, yarısı heder olur. Çünkü üzerine bir kişinin düşmesine kendi çekmesi sebep olmuştur.

Kuyuya dördüncü düşenin diyetinin tamamı ödenir. Çünkü o kimsenin ölmesine izdihamdan meydana gelen çekmek sebep olmuştur.

Diyet, izdihama sebep olan cemaatın akilelerine lazım gelir. Kuyuya çekenlerin akilelerine lazım gelmez. Çünkü yanındaki şahsı çeken kimse o şahsı direkt olarak öldür­mek istememiştir. Her ne kadar öldürmeye sebep olmuş ise de kuyunun başında toplanmış olan cemaate gelince, onların izdihamı dört kişinin kuyuya düşmelerine sebep olmuştur. İzdihamdan meydana gelen sebep çekmekten meydana gelen sebebten daha kuvvetlidir. Çünkü çeken kimse yanında bulunan kimseyi çekmeye mecbur bırakıl­dı."

d) Ebu Said-i Hüdri'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Ashabtan iki kişi yola çıkmışlardı. Namaz vakti gelince, yanlarında  su  olmadığı   için  her  ikisi  temiz  toprakla teyemmüm   ederek  namazlarını   kıldılar.   Sonra  vaktin içindeyken  suyu  buldular,  onlardan  birisi  abdest  alıp namazını    iade   etti,   diğeri   ise   iade   etmedi.    Sonra Resûlullâh (SAV) a gelerek meseleyi kendisine anlattılar. Resûlullâh   (SAV)   namazı   iade   etmeyene:   "Sünneti yapmakla isabet ettin  ve namazın  sana kifayet etti." buyurdu. Abdest alıp iade edene de: "Sana iki sevap vardır."  buyurdu.  Resûlulîâh (SAV)  bu  iki  sahabinin içtihatlarını doğru buldu ve her birinin almış olduğu ecri (sevabı) açjkladi." [Bu hadisi Nesei, Ebu Davut rivayet etmişlerdir]

e) Ammar b. Yasir'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Resûlullâh (SAV) beni bir iş için gönderdi, ve ben cünüp oldum da, su bulamadım. Bundan dolayı temiz toprakta yuvarlandım.   Sonra  namazı  kıldım.  Bunu  Resûlullâh (SAV) a anlatınca: "Sana şöyle yapman kifayet ederdi" buyurarak: avuçlarını yere vurup, fazla toprağın düşmesi için üfledikten sonra yüzünü ve ellerini mesh etti." (Bu hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.

f)  Hastaya Fatiha okuyup bundan dolayı ücret alan sahabiyi Rasülullâh (SAV)ın tasdik etmesi: Buhari Ebû Said-i  Hudri'den     rivayet     etmiştir,     demiştir     ki: RasûluIlâh(SAV)ın ashabından bir gurup yola çıktılar. Arap mahallelerinden bir mahalleye indiler.  Onlardan kendilerini misafir etmelerini istediler, fakat onlar misafir etmeyi kabul etmediler.

Bu sırada kabilenin reisini bir akrep sokmuştu. Yapıl­madık   şey   bırakmadılar   bir   faydası   olmadı.   Kabile

halkından bazıları: "Şu inen guruba bir baş vursaydınız, belki onların bildiği bir şey vardır." Dediler. Bunun üzerine o kabileden ashaba müracaat ettiler ve dediler ki: "Reisimizi akrep soktu, sizde buna karşı yapılacak bir şey var mı?" O ashab gurubundan biri dedi ki: "Vallahi ben hasta okumasını bilirim, fakat bizi misafir etmeniz için size müracaat ettiğimiz halde siz bizi kabul etmediniz. Bunun karşılığında bize bir şey vermediğiniz takdirde hastanızı okumam. " Böyle deyince bir sürü koyun üzerine anlaştılar. Ashabtan bu zat gitti, hastaya üfleyerek fatihayı okudu. Hasta derhal bağlı bulunduğu ipten kurtulmuş deve gibi hiçbir şeyi kalmayarak yürümeye başladı.

Ebû Said dedi ki: Sonra anlaştıkları gibi koyunları kendilerine verdiler, içlerinden biri: "Koyunları taksim edin" dedi. Hastaya okuyan zat "Hayır! Önce Rasülullâh (SAV)ın yanma varalım, meseleyi anlatalım bakalım ne diyecektir, ondan sonra taksim ederiz" dedi. Rasülullâh (SAV)ın yanına geldiler. Meseleyi ona anlattılar. Rasülullâh (SAV)da: "Sen Fatihâ'nın hasta okumaya dair olduğunu nerden bildin?" buyurdu. Sonra Rasülullâh (SAV): "Aldığınız koyunları aranızda taksim edin, bana da bir hisse ayırın." Buyurdu ve güldü.

Hafız demiştir ki: Bir rivayete göre o kabile halkı ashabdan olan guruba otuz koyun vermiştir. Gurubun adedi de otuz kişi idi. Hadiste geçen "Elhamdülillah" kavliyle "Fatiha" süresi murad edilmiştir.

Bir rivayette de şu ziyade vardır: Rasülullâh (SAV) "Fatiha" okuyan sahabeye "sen onun hasta okumaya dair olduğunu nereden bildin?" buyurunca o da: "Ey Allah'ınRasûlu!   Fatiha okumak benim  kalbime  ilham  edildi." Diye cevap verdi.

Hafız demiştir ki: "Bundan anlaşılıyor ki, o sahabinin daha önce hastaya "Fatiha" okumanın meşru olduğuna dair bilgisi yokmuş yani o sahabinin bunu yapması kendisinin içtihadıdır." [41]

 

2- Rasûluuâh (SAV)In Huzurunda Ashabın İctihad Etmeleri:

 

Rasûlullâh (SAV)ın huzurunda ashab birçok hadiseler hakkında ictihadda bulunmuşlardır.

Bunlardan bazıları şunlardır:

a) Said b. Muâz Beni Kureyza hakkında ictihadda bulundu. Said b. Muâz Rasûlullâh (SAV)ın huzurunda onlar hakkında kendi içtihadı ile hüküm verdi. Rasûlullâh (SAV) onun hükmünü doğru buldu.

Ebû Said-i Hûdri'den rivayet edilmiştir demiştir ki: Kureyza halkı Said b. Muâz'in hüküm vermesi için kalelerinden indiler. Bunun üzerine Rasûlullâh (SAV) Sa'd'a haber gönderdi. O da bir merkep üzerinde yanları­na geldi. Mescide yaklaşınca Rasûlullâh (SAV): "Efendi­nizi veya en hayırlınızı (karşılamak üzere) ayağa kalkın!" buyurdu. Sa'd Rasûlullâh (SAV)m yanına oturdu. Rasûlullâh (SAV) ona: "Bunlar hakkında hüküm vermen üzere kalelerinden indiler" buyurdu. Sa'd: "Ben onların savaşan erkeklerinin öldürülmesi ve çocuklarının esir alınması ile hükmediyorum" dedi. Bunun üzerine Rasûlullâh (SAV): "Melik'in (Allah'ın) verdiği hüküm ile hüküm  verdin.  "  diğer bir rivayette  "Allah  Azze  ve Celle'nin hükmüyle hüküm verdin" buyurdu. [Bu hadisi şerifi Buharı ile Müslim rivayet etmiştir.]

Diğer bir rivayette de: "Bu gün onlar hakkında yedi kat semânın üstünden hüküm veren Allah'ın hükmüyle hüküm vermiş oldun" buyurdu.

Hatib-i Bağdadî "Kitab'ül-Fakîh ve'1-Mütefakkih" isimli eserinde bu hadisi bir âlimin kendi görüşü ile ictihad etmesinin caiz olduğuna delilgöstermiştir. Çünkü Sa'd b. Muâz Beni Kureyza halkı hakkında kendi görüşü ile ictihad etmiş, Rasûlullâh (SAV) onu tasdik etmiştir. Nitekim İbn-i Kayyım da "İlamü'l-Muvakıin" isimli eserinde bu hadisi içtihadın caiz olduğuna delil göster­miştir.

b) İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Amr b. el-As'dan rivayet etmiştir: Abdullah şöyle dedi: "Anlaşama­yan iki kişi mahkeme olmak için Rasûlullâh (SAV)a geldi.  Rasûlullâh  (SAV)  Amr'e:  "Ey  Amr!   Bunların aralarında hüküm ver" buyurdu. Amr'da "Ey Allah'ın Rasûlü! Sen buna benden daha lâyıksın" dedi. Rasûlullâh (SAV): Öyle olsa da (sen hüküm ver)" buyurdu. Amr: "Bunların arasında hüküm verirsem, bana ne var?" dedi. Rasûlullâh (SAV): Ararlarında hüküm verirde hükümde isabet edersen senin için on sevap vardır. İctihad eder de yanılırsan sana bir sevap vardır." buyurdu.

c) Bir cemaat Ensar'dan olan Ümmü Atiye'den rivayet etmiştir. Ümmü Atiye demiştir ki: "Kızı vefat edince Rasûlullâh (SAV) yanımıza girdi ve "Onu su ve sidr ile üç defa veya beş defa yahut lüzum görürseniz daha fazla yıkayın, sonuncu defasında suya kâfurda koyun. Yahut bir parça kâfur koyun, işi bitirince bana haber verin" buyurdular. Bizde işi bitirince kendilerine haber verdik.

Hemen   bize   gömleğini   verdi   ve:   "Onu   buna   sarın" buyurdu. "

Rasûlullâh (SAV) "Lüzum görürseniz daha fazla yıka­yın" sözü İle yıkama sayısının arttırılmasını kadınların ictihadlarına ve görüşlerine bırakmıştır.

Buhari ve Müslim, Ebû Katâde'den rivayet etmişlerdir. Katâde demiştir ki: Huneyn (harbi) yılında Rasûlullâh (SAV)la birlikte (gazaya) çıktık. Düşmanla karşılaşınca Müslümanlar bir saldırıda bulundu. Bu ara müşriklerden birinin Müslümanlardan biri üzerine yüklenmiş olduğunu gördüm. Dönüp arkasına geldim ve boynuna bir kılıç darbesi indirdim. Bunun üzerine adam dönüp beni yakaladı ve Öyle bir sıktı ki, ölüm korkusunu duydum. Biraz sonra öldü ve yakamı salı verdi. Ömer b. Hattab'ın yanına koşup gittim. Ömer b. Hattab: "İnsanlara ne oldu, ne diye hezimete uğradık?" dedi. Ben: "Allah'ın hükmü ve kaderi" diye cevap verdim. Sonra insanlar döndüler. Peygamber Aleyhisselâm oturdu ve: "Kim savaşta, birini bizzat öldürmüşse öldürdüğüne dair de şahidi varsa, öldürdüğü adamın üzerindeki her şey kendine aiddir." buyurdu. Katâde der ki: "Bunun üzerine kalktım, ve bana şahidlik eden var mı?" diye sordum ve oturdum. Rasûlullâh (SAV) "Kim birini öldürmüşse ve buna şahidi varsa, öldürdüğü adamın üzerindeki eşya kendisine aiddir. " buyurdu. Ben yine kalktım ve: "Bana şahidlik eden kimse var mı?" diye sordum ve oturdum. Sonra Rasûlullâh (SAV) üçüncü defa bu sözü tekrarladı. Ben yine kalktım fakat Rasûlullâh (SAV) "sana ne oldu Ebû Katâde? Diye sordu. Bunun üzerine bende kıssayı kendilerine anlattım, derken cemaatten bir adam: "Doğru söyledi Ya Rasûlullâh! Ve Öldürdüğü adamın eşyası bendedir. Onu razı et de bu eşya benîm olsun" dedi. Ebû Bekir Sıddık: "Hayır vallahi bu olmaz, olmaz, Allah ve Rasûlü yolunda dövüşen Allah aslanlarından bir aslanın öldürdüğü maktulün eşyasını sana vermesini isteyemez­sin!" dedi. Bunun üzerine Rasûlullâh (SAV): "Doğru söylüyor, bu eşyayı ona verin" buyurdu ve bana verdi.

İmam-ı Nevevi demiştir ki: Bu hadiste Ebû Bekir Sıddık'm üstün bir fazilete sahip olduğu açıktır. Çünkü Rasûlullâh (SAV)ın huzurunda fetva vermiş ve öldürülen kişinin eşyasının Katâde'ye niçin verileceğine dair delil göstermiş, Rasûlullâh (SAV) bu konuda onu tasdik etmiştir. Bu hadiste Katâde'nin açık Övgüsü vardır. Zira Ebû Bekir Sıddık onu "Allah ve Rasûlü yolunda savaşan Allah aslanlarından bir aslandır" diye isimlendirmiş Rasûlullâh (SAV) onu tasdik etmiştir.

Şu gerçeğin belirtilmesi uygun olur: Rasûlullâh (SAV)ın kendi devrinde ictihad etmesi veya ashabının ictihad etmelerine izin vermesi veya ashabının ictihadlarını tasdik etmesi fer'i (ameli), meseleleri uygulamada kıyas babındandır. Rasûlullâh (SAV)ın içtihadı, şer'i hüküm koyma kaynaklarından bir kaynak sayılmaz. Şöyle ki: Rasûlullâh (SAV) vahiy gecikip içtihada ihtiyaç duyulunca ictihadda bulunurdu. Çok geçmez vahiy gelir ya içtihadını tasdik eder veya ictihadındaki hatayı açıklayarak doğruyu bildirirdi. Buna göre neticede şer'i hüküm koyma kaynağı vahiy oluyor­du.

Ashab-ı Kiram, Rasûlullâh (SAV) ınhuzurunda ictihadda bulunuyordu. Rasûlullâh (SAV) da onları tasdik ediyordu. Yine Ashab- Kiram Rasûlullâh (SAV) dan uzakta olup ona müracaat etmeye imkan bulamadıkları yerde ictihad ediyorlardı. Döndükleri zaman Rasûlullâh

 (SAV) onların ictihadlarını ya tasdik ediyor veya onların hatalarını açıklayıp doğruyu bildiriyordu. RasûluUâh (SAV) in onlara açıklamasıyla şer'i hüküm koymak sünnete aİd oluyordu. Buna göre, bu hâdiseler ve bunların benzeri hâdiselerde hüküm koyma Kitaba veya Sünnete aittir. Bu izahla anlaşılıyor ki: RasûluUâh (SAV) devrinde ictihad, hüküm koyma kaynaklarından değildir. Bu devirde hüküm koyma kaynağı ancak Kitap ve Sünnettir. [42]

 

Kur'an Ve Sünnette Şer'i Hüküm Koymanın Özellikleri:

 

1) Mar'uf Ve Münker:

 

İslâm şeri'ati, insan hayatının ma'ruf üzerine kurulma­sını ve münkerden sakınılmasını hedefler. İslâm şerî'atı, ma'rufu emretmek ve münkeri yasaklamak daveti üzerine kurulmuştur.

Ma'ruf, Allah Tealânın insanları yaratmış olduğu fıtrata ve akla uygun olan iyi şeydir.

Serî'atta ma'ruf güzel olarak bilinen şeydir. Münker, fıtrata ve akla aykırı olan kötü şeydir. Serî'atta Münker, çirkin olarak bilinen şeydir.

İslâm Şerî'atı, ma'rufu açıklamakla ve nevilerini say­makla yetinmeyerek insanlığa iyilikleri ve üstünlükleri geliştirecek, hayır ruhunu uyandıracak, ilerleme ve yükselmeye yardım edecek, iyi olan bütün işleri sevdire­cek bir şekilde hayatın mükemmel yolunu çizmiştir.

İslâm şerî'atı, kötülükleri yasaklamakla ve çirkin olan şeyleri açıklamakla yetinmeyerek bunların zararlarını izah etmiş ve bunları yapmaktan sakındırmıştır. Ta ki, Müslüman toplum temiz ve üstün bir toplum olsun. [43]

 

Ma'rufun Dereceleri Vardır:

 

a)  Vacip (farz), ma'rufdan olup Allah Tealâ'mn kesin bir ifade ile yapılmasını istediği herhangi bir dini vazife­dir. Çünkü bu vazifenin yapılmasının ferdin ve toplumun düzelmesinde önemli tesiri vardır.

b) Mendub, ma'rufdan olup serî'atın hayrı tamamlamak ve geliştirmek için yapılmasını teşvik ettiği şeydir.

c)  Mubah,   ma'rufdan   olup   yapılmamasında   günah olmayan  ve   yapılmasında  da  sevap  olmayan   şeydir. Mubah  şerî'atın   izin  vermiş  olduğu   şeylerden   ibaret olmayıp şeria'tın emirlerinden herhangi bir emre aykırı olmayan   işler   de   mübahdır.   Sonuç   olarak   şerî'atın yasaklan dışında kalan bütün işler mübahdır. [44]

 

Münkerin De Dereceleri Vardır:

 

d) Haram, münkerden olup kendisinden sakınılması vacip olan şeydir, çünkü ferdin ve toplumun hayatına zarar verecek kötülükler meydana geleceği için bazı şeylerin yapılması, yenilip içilmesi, kullanılması şerî'atta kesin delil ile yasaklanmıştır.

f) Mekruh, münkerden olup haramdan aşağı derecede bulunur mekruhun yapılması iyilik düzenini bozar, İnsanların Allah Teâla'ya yaklaşmaktaki yüksek mertebelere  ulaşmalarına ve  ahiret hayatında yüce  derecelere kavuşmalarına engel olur.

Ma'rufun bu beş nev'i, istilanda teklifi hükmün kısım­ları diye bilinir. Bunların kitaptan ve sünnetten delilleri vardır. [45]

 

2) Şerî'atin Kapsamı:

 

Ma'ruf ve münker ismiyle zikredilen teklifi hükümler hayatın bütün yönlerini içine almıştır:

İnanç ve inanca bağlıolan ahiret alemi hakkındaki hükümler.

İbadetler, ibadetlerin nasıl yapılacakları ve ibadetlerin tafsilatı, hakkındaki hükümler.

Toplumun yaşayabilmesi için gerekli olan alım satım gibi muameleler hakındaki hükümler.

Evlilik hayatı kurularak ilk aşama oluştuktan itibaren ve bunu takib eden iyi geçinme, çocuk sahibi olma gibi aile hayatı hakkındaki hükümler.

Devletle, yönetimle ve sorumlulukla ilgili işler ve yöneten ve yönetilenlerin herbirinin vazifeleri hakkındaki hükümler.

Mali, iktisadi ve idari meseleler hakkındaki hükümler.

İslam devletinin yabancı devletlerle savaş ve barış halindeki ilişkiler hakkındaki hükümler.

Yeme, içme, giyinme, konuşma gibi ferdin Özel hayatı ile ilgili meseleler hakkındaki hükümler.

İslam şerî'atı, hayatın çeşitli yönlerini Kur'an'da ve hadiste ele aldı.

İyiyi, kötüyü, temizi, murdarı, sağlamı, bozuk olanı mükemmel bir şekilde izah etti. Çünkü islamda hayat düzeni iyi olan işleri yapmak ve geliştirmek, kötü olan işlerden sakınmak ve onları kökünden kazımaya çalışmak üzerine kurulmuştur. [46]

 

3) Şerî'at, Bir Bütündür. Bölünmeyi Kabul Etmez:

 

İnsan hayatının bütün yönlerini düzenleyen bu şerî'at bölünmeyi kabul etmeyen tam bir bütündür. İşte bu tam bir bütüne "İsiam" denir.

Buna göre, insanların bu şerî'atın bazısını alıp bazısını almaması caiz değildir. Çünkü şeri'at çeşitli yönleriyle bir bütün olarak "Allah'ın dini"ni oluşturur, bir kısmını alıp diğer kısmını almamak şerî'ata zarar verir ve onun hakikatini çirkinleştirir. İslama bağlı olan toplumlar, İslâmın bir bölümünü yapıyorlar, diğer bölümlerini terk ediyorlar. Bunların günahları ve kötülükleri İslama mal edilemez. İslâm: İnançtır, ibadettir, şerî'attır, mushafdır ve kılıçtır.

Sen yapraklı, meyvalı uzun bir ağaç görüyorsun. İnsan­lar onun gölgesinde gölgeleniyor, meyvalarmdan yiyor, çiçeklerinin kokusunu kokluyorlar, çünkü bu ağacın bütün özellikleri birbirini tamamlıyor. İnsanlığın hayrına vazifesini yapıyor. İslâm şerî'atı, işte bu ağaçtır. İnanç onun kökleri ibadetler gövdesi, muameleler dallan, ahlâk yapraklan, kardeşlik, izzet, şeref ve cennet onun meyvalarıdır.  Sen bu ağacın yanına gelip meyvalarını, yapraklarını düşürüyor, dallarını kesiyorsun, geriye ancak gövdesi kalıyor. Sonra tekrar bu ağacın yanına gelip gövdesini tahrip ediyorsun. Bundan sonra bu ağaca yapraklı meyvalı uzun bir ağaç denilebilir mi? [47]

 

4) İslâm Şerî'atını Nassları (Delilleri) Beşerin Bütün İhtiyaçlarına Cevap Verir:

 

İslâm serî'atının kitap ve sünnetteki delillerinden bazı­ları kesindir. Bazıları ise zannidir.

a)  Kesin deliller, Kur'an'da ve sahih sünnette gelmiş ve manası açık ve kesin olan delillerdir. Bu deliller, helâl ve haram gibi asıl hükümleri açıklar ve İslâmda insan hayatının üzerine kurulmuş olduğu genel kaideleri içine alır. Bu kaideler, şerî'atta sabit olup .hiçbir zaman ve hiçbir yerde hükmü değişmeyecek olan dini vazifeleri yerleştirir.

b) Zanni delillere gelince, bunlar kitap ve sünnette genel olarak gelip bir manadan daha çok manaya ihtimali olan emir (bir şeyin yapılmasını isteyen), nehiy (bir şeyin yapılmasını   yasaklıyan)   ve   irşad  (yol   gösteren)   gibi delillerdir.

İslâm şerî'atında zanni olan deliller, içtihadın mümkün olduğu yerlerdir. Çünkü müctehidlerin bu delilleri anlayışları farklıdır, bu deliller müctehid imamlar için verimli bir toprak gibidir.

Biz İslâm şerî'atındaki umumi kaideleri ve genel prensipleri anlarsak bu şeri'atın toplumun ihtiyaçlarına cevap vermekte, toplumun gelişmesinde müşküllerini ve problemlerini çözmekte her zaman ve her yerde üstün ve

sağlam   bir   medeniyyet   kurmaya   elverişli   olmasında genişliğini anlamış oluruz. [48]

 

Kur'an Ve Sünnette Gelen Bütün Hükümler:

 

Kur'an'da ve sünnette gelen hükümlerin şu konularda toplanması mümkündür:

1) Allah Tealâya, meleklerine, kitaplarına, peygamber­lerine,   ahiret   gününe,   kadere   yani   hayrın  ve   şerrin Allah'tan olduğuna, ahiretle ilgili olan gayba, öldükten sonra dirilmeye, insanların ahirette bir araya toplanacağı­na, hesaba çekileceklerine, mükafat ve ceza göreceklerine cennete ve cehenneme inanmaktır. Bunlara "akaid" denir.

2) Kulun yalnız Allah'a ibadet etmesi ile ilgili hüküm­ler olup, bunlar namaz, zekat, oruç hac ve bunlarla ilgili olan şartlar, rükünlar, vacibler ve mendûblardır. Bunlara "İbadetler" denir.

3) Nikâh,  mehir, hul'u  (karısından mal  alıp boşa-ma)talâk (boşama), karı koca hakları, süt emme, nafaka, miras  gibi  aile  düzeni  ile  ilgili  hükümlerdir.  Bugün İnsanlar   bunlara   "ahval-i   şahsiyye   -Medeni   hukuk" diyorlar.

4) Alış veriş, riba (faiz), Selem (Peşin para ile veresiye mal alma), ödünç verme, rehin (ipotek), kefalet, vekalet, şirket, müzarea (ortaklaşarak Ziraat yapma), icâre, gasb, şufa,   iktisadi   düzenlemede   islâm   prensibleri,   ihyâ-i mevât (sahibsiz bir yeri ziraate elverişli hale getirmek), trampa   gibi   insanların   birbirleriyle   karşılıklı   olarak yaptıklarıyla ilgili hükümlerdir. Bunlara "muameleler" ve "muavazât-ı"maliye" denir.

5) İdare  düzeni  ile  ilgili  olan hükümler,  halifenin, vezirin,    valinin    kadının    halkla    mühasebetlerini    ve bunlardan herbirinin karşılıklı haklarını ve vazifelerini içine alır. Bunlara "Ahkâm-ı Sultaniyye" veya "Siyaset-i Şer'iyye" denir

6) Kısas, diyetler, hadler, tazirler gibi suçların cezala­rıyla ilgili hükümlerdir. Bunlara "Ukûbât" denir

7) İslâm devletinin yabancı devletlerle ilgili hükümleri olup, barışı harbi emânı, muvakkat barışı, savaşı, ganimet taksimini içine alır Bunlara İslâmda "Cihâd ve Siyer" babı denir ve kanun ıstılahında ise "Devlet hukuku" denir

8)  İslâmın helâl ve haram kıldığıyenilecek, içilecek, giyilecek şeylerle ilgili olan hükümlerdir.

9)  Bir arada yaşamanın adabı, ahlâkı faziletleri, gizli konuşmanın adabı, meclisin adabı ziyaretin, selâmın, izin istemenin, yemenin, içmenin adabı tevazu, nüm, sabır doğruluk,   haya  yardımlaşma,   emaneti   verme   komşu hakları, misafire ikram, müslümanların birbirine merha­meti gibi iyi ahlâka teşvik etme ve kötülükleri yasaklama gibi konuları içine alır. Bunlara "Ahlak" adı verilir[49]

 

Kur'an Ve Sünnetin Cahiliyyet Devri Hüküm­lerinden İptal Ettiği En Önemli Hükümler Şunlardır:

 

İslam serî'atı geldiğinde arablann inaçları muameleleri, örfleri ve âdetleri vardı. İslâm onlardan kasame (katili bilin meyen kimsenin bulunduğu yer halkının ileri gelenlerinden 50 kişiye yemin ettirme), diyetler ve cömertlik   gibi   iyi   olan   şeyleri   bıraktı,   fakat   şerî'at kaidelerine uygun olarak düzenledi. Onlardan bozuk ve zararlı olan şeyleri yasakladı, haram kıldı ve iptal etti.

1) Araplarda Allah Teala'ya inanmakla birlikte puta tapma inancı hakimdi, kendilerini helake sürükliyenin zaman ve tabiat olduğuna inanıyorlardı öldükten sonra dirilmeyi, Allah teala'nın huzuruna çıkacaklarını ve o'nun ayetlerinin inkar ediyorlar meleklerin, Allah teala'nın kızları olduklarına inanıyorlardı, putlarına hayvanlardan ve ekinlerden hisse ayırıyorlar, Bahire, Sâibe, Vasile ve Hâm'ın meşru olduğunu iddia ediyorlar­dı.

Bahire: Bir dişi deve beş batın doğurur, beşincisi erkek olursa onun kulağını yarıp salıverirlerdi ne sağarlar, ne binrler ne de kullanırlardı

Sâibe: Bir kimsenin başına herhangi bir dertgelirse, ondan kurtulmak için(putlar namına adak yapar)muradı hasıl olunca onu Salıverir, ondan faydalanmayı kendisine haram kılardı

Vasile: Koyun dişi doğurursa kendilerinin erkek doğu­rursa putlarının olurdu. Biri erkek, biri dişi olmak üzere ikiz doğurursa "dişi erkeğe kavuştu" derler ve bu dişiden dolayı erkeğini de kurban etmezlerdi

Ham: Birerkek devenin dölünden on batın doğarsa onun sırtını haram sayarlar, onu hiçbir sudan, , meradan menetmezler ve "Sırtı himaye edilmiştir" derlerdi

İşte İslam serî'atı bunların hepsini iptal etti ve yasakla­dı.

2) İslam serî'atı, Arablann yoksulluk korkusundan dolayı çocuklarını öldürmeleri ve ar korkusundan dolayı kız çocuklarını diri diri gömmeleri gibi çirkin işlerini iptal etti ve yasakladı.

3)  Cahiliyyet devrinin nikahı: Bir gurup toplanıp bir kadının yanına girerler, ona cinsi yakınlıkta bulunurlar, kadın hamile kalıp doğurunca onlara haber gönderirdi. Hiçbirisi   gelmemezlik   yapamazdı,    kadının   yanında toplanınca kadın  onlara "Yaptığınız  işi  biliyorsunuz" onlardan sevdiği kimsenin ismini söyliyerek "Ey ftilan bu senin oğlundur"derdi.  çocuk onun oğlu olurdu,  o da isteristemez kabul ederdi.

Cahiliyyet devrinde: Bir kimse karısı adetinden temiz­lenince ona: "Falan şahsa haber gönder gelsin onunla cinsi yakınlıkta bulun" derdi. Karısı cinsi yakınlıkta bulunduğu şahısdan hamile olduğu belli oluncaya kadar, kocası karısından uzak durur, ona cinsi yakınlıkta bulunmazdı. Karısının hamile olduğu belli olunca, isterse karısıyla cinsi yakınlıkta bulunurdu. Koca, çocuğunun soylu olmasını arzu ettiği için böyle yapardı. Bu nikâha "Nikâh-ı istibdâ" denirdi.

Cahiliyyet devrinde: Ölen bir kimsenin karısı varisleri­ne kalırdı. Varislerden biri dilerse o kadınla evlenirdi. Varisler dilerlerse o kadını başkasıyla da evlendirirdi. Varisler o kadına akrabalarından daha çok hak sahibi idiydiler.

4) Evlâd edinme: İslamın başında bir müddet evlâd edinme   devam   etti.   Nihayet   şu   âyet-i   kerime   indi: "Evlatlıklarınızı da öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmamıştır.   Bunlar   sizin  dillerinize   doladığınız   boş sözlerdir. Allah gerçeği söylemektedir, doğru yola O, eriştirir.  Evlâtlıkları  babalarına nisbet edin,  bu  Allah katında en doğru olandır. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız bu takdirde onları din kardeşi ve dostlarınız olarak kabul edin." [Ahzâb sûresi: 4-5]

5) İslam  şerî'atı,  cahiliyyet devrindeki  içki, kumar,, putlar, kısmet çekilen fal okları gibi şeyleri yasakladı. Fakat aşamalı olarak haram kılındı.

6)  Cahiliyyet devrinde bazı kabileler kendilerini diğer kabilelerden üstün görüyorlardı. Bu yüzden kendilerinden biri diğer kabileler tarafından yaralanır veya öldürülürse yaranın veya diyetin iki katını veya daha fazlasını alarak, diğer kabileleri zor durumda bırakıyorlardı. Öldürülenin yerine bazen birkaç kişinin öldürülmesini veya öldüren­den    başkasının    öldürülmesini    istiyorlardı.    Köleleri öldürülürse onun yerine hür olan kimseyi öldürüyorlardı. Sonunda kısas âyeti indi: "Ey iman edenler! Öldürülen insanlar hakkında size kısas (misilleme) farz kılındı. Hür olana hür, köleye köle, kadına kadın kısas olunacaktır." [Bakara sûresi: 178]

7) Cahiliyyet devrinde zıhâr, ebedi boşamayı gerektiri­yordu. Ashabdan Evs b. Samit Sa'lebe'nin kızı havle ismindeki karısına (senin sırtın, annemin sırtı gibi olsun) diye zıhâr yapmıştı. Bu kadın Rasulullâh (SAV)'a gelerek budurumu haber verdi,  oda buyurduki:  "Bu zıhârdır, ebedi   ayrılığı   gerektirir"kadm   tekrar  tekrar   sızlandı. Rasulullâh (SAV)aynı cevabı verdi. Nihayet kadıncağız bütün sâfıyetiyle Cenab-ı hakka niyaz etmeye başladı. Bunun üzerine şu ayet-i kerimeler indi: "Kocası hakkında seninle  mücadele  eden  ve  Allah'a  şikayette  bulunan kadının  sözünü Allah işitti,  zaten Allah konuşmanızı dinliyordu, çünkü Allah herşeyi işiten herşeyi görendir. içinizden zıhâr yaparak karılarından ayrılmaya kalkışan kimseler(bilmelidirlerki)o     kadınlar     onların     anaları değillerdir. Anaları ancak onları doğuranlardır. Onlar gerçekten çirkin ve asılsız söz söylüyorlar. Ama muhak­kak Allah çok affeden, çok bağışlayandır. Kanlarına zıhâr yapıp da sonra sözlerini geri almak için dönecek olanlar (bilsinler ki), birbirlerine temas etmeden (cinsi münase­bette bulunmadan)önce, koca üzerine bir köle azad etmek lâzım gelir. İşte(duydunuz ya)size verilen nasihat budur Allah sizin bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Fakat kim(köle)bulamazsa, cinsi münasebette bulunmadan arka arkaya iki ay oruç tutsun, ona da gücü yetmeyen (sabah, akşam)altmış yoksulu doyursun, (hafifletme) Allah'a ve peygamberlerine iman edesiniz diyedir Bu hükümler Allah'ın hudududur. (Bunlara uymayan)kafırler için ise acıklı bir azap vardır." [Mücadele sûresi: 1-2-3-4]

İslâmda zıhâr, ilk önce bunlar hakkında meydana gel­miştir. Bu âyetler, zıhârla ebedi haram olmayı ve boşa­mayı keffaret vermek suretiyle bu cahiliyet âdetini makûl bir şekilde ıslâh etmiştir.

8) Cahiliyet devrinde îlâ (kocanın karısına cinsi yakınlıkta bulunmamak üzereyaptığı yemindir) nın müddeti bir sene, ikisene ve daha fazlaydı. Allah Tealâ bu ilanın müddetini dört ayla sınırladı. Bu dört ay içinde kocası karısıyla cinsi yakınlıkta bulunursa yemininden dolayı keffaret verir. Cinsi yakınlıkta bulunmadan dört ay geçerse hâkim o kimseyi iki şey arasında muhayyer bırakır: Ya karısına geri döner veya boşar. Nitekim Tealâ hazretleri: "Kadınlarına yaklaşamama-ya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer erkekeler (o müddet içinde keffaret vererek karılarına) dönerlerse şüphe yok ki, Allah cidden yarlığayıcı, hakkıyla esirgeyicidir. Eğer (o surette yemin edenler yeminlerinden dönmeyip de kadınlarını) boşamaya karar verirlerse (ayrılırlar) şüphesiz Allah onların sözlerini hakkıyla işitici(niyetlerini) gerçekten bilicidir." (Bakara sûresi: 226-227) buyurmuş­tur.

9) Cahiliyyet devrinde Kureyş kabilesi ve onların din­daşları   olanlar   hamasat-i   diniyye   iddiasıyla   (hums) namıyla yad olunurlar. Arafat'a çikmazlar da cemaatle­riyle  müzdelife'de  dururlar.   "Biz  Harem   sakinleriyiz herkesle müsavi değiliz" diye diğer insanlardan kendile­rini üstün sayarlardı. Onlar Arafat'ta vakfeye durmaya razı olmazlardı. Diğer Arablar Arafat'a vakfeye dururlar­dı. İslam gelince Allah Tealâ Resulüne Arafatt'a çıkıp orada durmasını sonra oradan Müzdelife'ye inmesini emir buyurdu.  Nitekim Tealâ Hazretleri:  "Sonra  insanların akın ettiği yerden (Arafat'tan) sizde akın edin ve Allah'ın affını dileyin Allah çok affredici, merhamet edicidir" buyurmuştur. [Bakara sûresi: 199]

10) cahiliyyet devrinde Arablar kat kat artırılmış ribayı (faizi) helâl sayıyorlardı. Birinin diğeri üzerinde belli bir zamana kadar alacağı bulunup, alacağının va'desi gelince ona:      "Borcunu     ödeyecekmisin     yoksa     miktarını arttıracakmısın?" derdi. Eğer borçlu ödeyemezse va'de zamanı uzatılır, borcun miktarı arttırılırdı. İkinci va'de zamanı gelince borçlu yine ödeyemezse borcun miktarı arttırılırdı.   Nihayet  ribayı   (faizi)  haram   kılan   âyet-i kerime indi: "Ey iman edenler! Ribayı (faizi) öyle kat kat arttırılmış   olarak  yemeyin.   Allâh'dan  korkun,  ta  ki, muradınıza eresiniz." [Al-i İmran sûresi: 130] [50]

 

İkinci Fasıl

 

Fıkıh, Hulâfa-İ Raşidin Devrinde Onbirinci Hicretyıhndan Başlar, Kırkıncı Hicret Yılma Kadar Devam Eder:

 

Fıkıh kelimesinin f, k, h, harfleri asıl harfleridir.

Fıkıh: Bir şeyi hakkıyla kavramak ve derinliğine bil­mek manasınadır.

Sen "Fakihtü'l-hadîse efkahuhû = Ben sözü gereğince anladım ve onu gereğince anlıyorum" dersin.

Fıkıh, herşeyi bilmek demektir, sonra fıkıh serî'atı bilmeye tahsis edildi.

"Helâl ve haramrbİlen her âlime fakih" denir.

Fıkıh asılda, birşeyi hakkıyla bilmek ve derinliğine anlamak manasına olunca şerî'at ilmini bilmede ve anlamada kullanıldı. Çünkü şerî'at ilmi diğer ilim nevilerinden üstün ve faziletlidir.

Fıkıhın şerî'at ilmini bilmede kullanılması örfü has oldu. Bu yüzden fıkıh ancak dini anlamada kullanılır Akitler, tasarruflar, ibadetler, muameleler, suçlar gibi hangi neviden olursa olsun insanın sözlerinden veya yaptığı işlerden hiçbir şey yoktur ki, İslâm şerî'atı kitap ve sünnette o şeyin hükmünü müçtehidlerin çıkaracakları alâmetler ve deliller koymuş olmasın. Şer'i hükümlerin hepsine fıkıh denildi.

Fıkıh: Tafsili (özel ve muayyen)delillerden çıkarılan şer'i ameli hükümlerin bütünüdür.

Fıkıh ilminin konusu: Mükellelefın fiilidir. Yani mü­kellef için sabit olan helâl, haram, ibadetler, yasaklar gibi şer'i hükümlerdir.

İslâm fıkhı ve tarihi: Beşeriyetin kalkınma direklerini üzerine diktiği şu temel kaidelerden bahseder bu temel kaideler:

İnsanın Rabbi ile olan ilişkisi, toplum fertlerinin birbir­leriyle olan ilişkisi ve İslâm ümmetinin dünya devletleriy­le olan ilişkisidir.

İşte İslâmda insanlık medeniyeti bu üç temel kaide üzerine kurulmuştur.

Bir islâm ümmetinin durumu: Rabbinin şerfatını kabuletmesi, şeri'atımipine sarılması ve hayatını şerî'atın esaslarına göre devam etti, rmesiyle ölçülür.

İslam şerî'atımnherzaman heryerde ve her asırda beşe­rin bütün ihtiyaçlarına cevap vermeye elverişli olmasında münakaşa ve mücadeleye yer yoktur. Hatta İslamı suçluyarak saldıranlar ve onun hükümlerini kötü göste­renler İslam âlemini şerî'at kanunlarının yerine beşer kanunlarının alınmasına teşvik edenler ve İslam memle­ketlerinden birçoklarında bunu başaran düşmanlar bile, İslam şerî'atmın beşerin bütün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde olduğunu kabul ediyorlar.

Zaman, zaman İslam kanunu ile beşer kanunu arasında karşılaştırma yapmak maksadıyla toplanan uluslar arası konferanslarda islam fıkhının başlı başına kendine has Özel bir sistem ve asıl bir kanun kaynağı olduğunu itiraf ederek   hakikati   kabul   ediyorlar.   Biz   bunları   İslâm fıkhının asaletine destek ve şahit olsunlar diye anlatmıyoruz, çünkü İslâm fıkhı bunların anlatılmasına ve meth edilmesine ihtiyacı yoktur. Biz bunları, iflâs etmiş olan beşeri kanunların arkasından şuursuzca gidenlere yol göstermek için anlatıyoruz. Zira beşer kanunu insanların susuzluğunu giderecek ve ihtiyaçlarına cevap verecek durumda değildir. Bu eksiklik her zaman hissedilmekte­dir.

Allah Sübhânehû ve Tealâ'nın bizim için bu şerî'atla dini kemâle erdirmesi ve nimetini tamamlaması ve bizim için din olarak İslama razı olması yeterlidir.

Nitekim Allah Tealâ, Resûlullâh (SAV) "Refık-i Âlâ­ya" intikal etmeden seksenbir gün önce veda haccımn arefe gününde ona şu ayet-i kerimeyi indirmiştir: "Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Size din olarak İslama razı oldum" (Maide sûresi: 3)

Yukarıda geçtiği üzere Resûlullâh (SAV)in vefatıyla şer'i hüküm koyma devri sona ermiştir. Biz bu devri "Şer'i hüküm koyma devri" diye isimlendirdik. Bundan sonra gelen devir "şerî'atta fıkıh= serî'atı anlama bâ-bı"dır. İlk fıkıh devrini anlatmaya başlamadan önce siyasi duruma deyinmemiz yerinde olur. Çünkü siyasi durumun fıkhın hayatında büyük tesiri vardır. [51]

 

Siyasi Durum

 

Buhârî ve Müslim'de rivayet edildiğine göre: Resûlullâh (SAV) birgün minber üzerinde ashabına konuşmuş ve: "Allah bir kulu dünya nimetleri ile kendi katmdakiler arasında muhayyer bırakmış o kul da Allah katındakileri seçmiştir" buyurmuş.

Hazreti Ebû Bekir bu sözün manasım anlamış ve: "Sana babalarımızı ve annelerimizi feda ederiz" demiştir. Bu ifadesiyle Resûlullâh (SAV) kendisinin ölümüne işaret ediyordu. Sahabe bu ifadenin gerçek manasını ancak Allah Tealâ Resulünü "Refik-i A'lâ" için seçtiği zaman anlamıştır.

Resûlullâh (SAV) bu sözünden bir müddet sonra hasta­landı. Hazreti Aişe'nin evinde hastalığının bakımı yapılıyordu, hastalığı bazen şiddetleniyor bazen hafifliyordu. Ateşi düştükçe mescide çıkıyor, cemaatenamaz kıldırıyordu. Hastalığı ağırlaşınca insanla­ra namaz kıldırması için Hz. Ebû Bekir'e emretti. Hastalığı onüç gün sürdü.

Resûlullâh (SAV) Rebiulevvel ayının birinci pazartesi günü güneşin zevalinden sonra ve gurubundan önce vefat etti. Resûlullâh (SAV)ın vefatı haber verilince müslümanlar onun ölmüş olmasında şübheye düştüler, birbirleriyle münakaşa ettiler. En fazla şübheye düşen Hazreti Ömer oldu. Hazreti Ömer kılıcını çekerek: "hayır! Hz. Muhammed ölmedi, bayıldı çok geçmeden ayılır. Kim Hazreti Muhammed (SAV) öldü derse hemen boynunu vururum" diyordu. İşte böyle buhranlı bir sırada soğuk kanlılığını muhafaza edebilen yalnız Hz. Ebû bekir oldu. Resûlullâh (SAV)den ve diğer peygamberlerden sonra en büyük insan olan Hz. Ebû Bekir gelip kızı Aişe'nin odasına girdi. Resûlullâh (SAV)ın mübarek yüzünü açtı, ağlayarak: "Anam, babam sana feda olsun. Ey Allah'ın Resulü!" dedi. İki gözünün arasım hürmetle Öptü. ailesini teselli ettikten sonra oradan ayrıldı. Hazreti

Ömer hala söyleniyordu. O zaman Hz. Ebû Bekir: "Sus Ya Ömer!" dedi. Mescide girdi, hemen minbere çıktı. Halkda Hz. Ömer'i bırakarak, Hz. Ebû Bekir'i dinlemeye koştu. Allah'a hamd ve sena ettikten sonra sözüne başlayan Hz. Ebû Bekir: "Ey insanlar! İçinizde Hz. Muhammed'e tapanlar varsa, iyi bilsin ki, Hz. Muham­med ölmüştür. Allah'a ibadet edenler varsa iyi bilsin ki, Allah bakidir, asla ölmez!" dedi. Ve onlara Al-i Imrân süresindeki şu âyet-i kerimeyi okudu: "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan öncede peygamberler geçmişti. O ölür ve Öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah, şükredenlerin mükafatını verecektir." [Âl-i îmran Sûresi: 144]. Bunun üzerine müslümanlar gerçeği anlamada gecikmediler. Müslümanlar Allah Tealâ'mn peygamberi hakkında buyurmuş olduğu şu âyet-i kerimeyi hatırladılar: "(Ey Muhammed!) muhakkak sende öleceksin, onlar da (müşrikler de) ölecektir." [Zümer Sûresi:

Resûlullâh (SAV) vefat eder etmez sahabe arasında birlik ve beraberliklerini tehlikeye düşürecek büyük bir ihtilâf meydana çıktı. Şöyle ki Resûlullâh (SAV) in yerine kendilerini idare edecek ve işlerini düzenleyecek halife olarak kimin geçeceği konusunda ihtilâf ettiler. Ensar (Medineli müslümanlar) halifenin kendilerinden olacağını zannediyorlardı. Çünkü onlar peygamber efendimizi ve muhacirleri yurtlarında barındırmışlar, Allah yolunda savaşlara katılmışlardı. Bu yüzden Ensar Beni Saide sakifesinde (sofasında) toplanmışlar, kendile­rinden birine halife olarak biat etmek İstiyorlardı. Hazreç kabilesinin başkanı Sa'd b. Ubade'yi aday gösteriyorlardı. Bu durum muhacirlerin büyüklerine bildirildi, hemen Ebû Bekir, Ömer ve Ebû Ubeyde b. Cerrah ensarın toplantı yerine koşarak geldiler. Aralarında münakaşalar oldu. Hz. Ebû Bekir ensar hakkında bir konuşma yaparak onlara: "Biz emirleriz, siz vezirlersiniz" dedi. Bu işde onları ikna etti. Onlar da razı oldular. Din yolunda çektikleri zahmete karşılık olarak halifeliği almayı hoş görmediler. Hemen Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir'e biat etti, sonra ensar onu takib etti. Bundan sonra Medine'deki diğer müslümanlarda Hz. Ebû Bekir'e biat ettiler. Bu suretle Hz. Ebü Bekir halife olarak seçildi. Fakat Hz. Ebû Bekir öyle muhaliflerle karşılaştı ki, kötülükleri her tarafa yayılıyor ve islâm büyük bir tehlike altında bulunuyordu. Fakat Allah Tealâ bu dini korumayı ezeli ilminde yazmıştı: "Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı biz indirdik biz! Ve muhakkak onu biz koruyacağız." [Hicr sûresi: 9] Hz. Ebû Bekir'in kalbine ilham edildi, her güçlüğe göğüs gererek bütün muhaliflerine, karşı direndi ve ihtilâfın kökünü kazıdı.

Hz. Ebû Bekir, zekatı vermek istemeyen bir gurubla karşılaştı, bunlar: "Biz namazı kılarız fakat zekâtı vermeyiz" diyorlar, ibadetin bir kısmını kabul ediyorlar diğer kısmını inkâra kalkışıyorlardı. Halbuki zekât farizası müslümanlığın ilk temellerindendi. Hz. Ebû Bekir, Resûlullâh (SAV)a zekat olarak verilen şeyin kendisine verilmesini istedi, çünkü namaz ile zekat arasında fark yoktur. Şu meşhur olan sözünü söyleyerek: "Allah'a yemin ederim ki, Resûlullâh (SAV)a zekat olarak verilen yularları bile bana vermekten kaçınanlarla elim kılıç tuttukça savaşırım." demişti.

Hz. Ebû Bekir, başka gurublarla da karşılaşdı araların­da kendilerinin peygamber olduğunu, iddia edenler vardı. Bunlar gurublarına bir takım sözler söylüyorlar ve bu sözlerin Allah Tealâ'dan vahiy olduğunu iddia ediyorlar­dı. Yalancı peygamberlerin başlıcaları şunlardı:

Yemen'de Esved-i Ansı, yemâme'de Beni Hanife'den Müseylemetü'l- Kezzab, Beni Esed'den tuleyha, Beni Temim'den Secâh (kadın) idi. Bu yalancı peygamberlere uyan gurublar islâm dininden irtidad (dinden ayrılamak), serî'atın bütün hükümlerini inkâr etmek, eski dinlerine dönmek istiyorlardı. Hz. Ebû Bekir hem zekat vermeyen­lerle hem de bu yalancı peygamberlere uyanlarla savaştı. Çünkü bunlar mürted (dinden dönen) lerdi. Az zaman içinde bu korkunç isyan ateşini söndürdü. Nihayet Arap yarım adası Rabbine boyun büküp İslama samimi olarak geri döndü.

Sonra Hz. Ebû Bekir, Irak ve Şam'ın fethine başladı. Fakat bu sırada hastalandı, imamet vazifesini Hz. Ömer'e bıraktı, vefat ettiği takdirde halifeliğede Hz. Ömer'i tavsiye etti, sonra vefat etti.

Hz. Ebû Bekir'den sonra Hz. Ömer halife oldu. Hz. Ebû Bekir zamanında Irak ve Şam topraklarının zabtına başlanmıştı. Hz. Ömer daha ileri gitmek için müslüman ordularını arka arkaya gönderdi. İran beldeleri, Şam, mısır ve Rum beldeleri fethedildi. Ganimet çoğaldı. Hz. Ömer orduları ve yardımcı kuvvetleri göndermede, askeri düzenlemede, fethedilen beldeleri Allah'ın hükmüyle idare etmede yeni problemlerle karşılaşıyordu. Müslü­manlar savaşa devam edip, topraklarını genişlettikçe müşkiller çoğaldı. Allah Tealâ, Hz. Ömer'i bu müşkülen çözmede, devlet işlerini düzenlemede, kendinden uzak ve yakın olan bölgeleri idare etmekte benzeri görülmemiş bir şekilde muvaffak kıldı.

Hz. Ömer'in hayatında müslümanların hayatı, Hz. Ebû Bekir'in hayatında düzgün olduğu gibi düzgündü. Çünkü her ikiside Resûlullâh (SAV)'ın insanları idare ettiği gibi idare ediyorlardı.

Hz. Ömer, fethedilen yerlerden, devletin genişlemesin­den, orduların yayılmasından, ganimetlerin çoğalmasın­dan, müslümanların zabtettiği arazilerin işlerinin düzen­lenmesinden meydana gelen müşkülleri çözmede Kur'an-ı Kerimi, Resûlullâh (SAV)'ın siretini, Hz. Ebû Bekir'in gidişatım, istişare etme yolunu tutmuştu.

Hz. Ömer bir müşkülle karşılaşınca onun çözümünü, Allah'ın kitabında arıyordu, onda bulamazsa Resûlullâh (SAV) 'in sünnetinde arıyordu, onda da bulamazsa Hz. Ebû Bekir 'in gidişatında arıyordu, onda da bulamazsa, muhacirlerin ve ensarın görüş sahibi olanlarını davet ediyor, o müşkülü veya karşılaştığı diğer müşkülleri çözünceye kadar istişarelere devam ediyordu.

Hz. Ömer şehid edilince, onun yerine Hz. Osman halife seçildi. Hz. Osman'ın idare işleri birkaç sene iyi gitti. Müslüman orduları doğuda ve batıda fetihlere devam ettiler. Fakat Hz. Osman'ın ahlâkının iyi olması, tabiatı­nın yumuşak olması, şefkatli ve merhametli olması, Kureyş kabilesinin büyük bir gurubunu ve Ümeyye oğullarının özel bir gurubunu servet, makam, mevki elde etmeye teşvik etti. Hatta bunlar Hz. Osman'dan daha çok makam ve mevki istediler. Çok geçmeden bunlara karşı Hz. Osman'ın direnme kuvveti zayıfladı. Bu yüzden Hz. Osman'ın aleyhinde bölgelerde ve şehirlerde kötü sözler ve fitne yayıldı. Nihayet Basra'dan, Kûfe'den ve Mı­sır'dan gelen âsiler birleşerek Medine'ye girdiler. Gürültü ve  patırtı   koparan  bu  şikayetçi   âsiler  halifenin  evini kuşattılar.   Sonunda gündüzün  ortasında halifeyi  şehid etmekle isyanları sona erdi.

Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle fitne kapılan arkasına kadar açıldı. İnsanlar Hz. Ali'nin yanına gelip ona biat ettiler. Hz. Ali Küfe'yi hilâfetin başkenti edindi. Şam valisi Muaviye, Hz. Ali'ye biat etmedi. Hz. Ali'ye gönderdiği bir elçi ile Hz. Osman'ın katillerinin kısas yapılmasını istiyordu.

Asilerin cezalandırılması hususunda Hz. Ali ile fikir birliğine varamayan ashabdan bir gurubda öfkelenerek Basra'ya gitti. Bunların başında müminlerin anası Hz. Ebû Bekir'in kızı Hz. Aişe, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvam bulunuyordu. Bu sırada Hz. Ali en büyük muhalifi olan Muaviye üzerine yürümek için Medine'de bir ordu hazırladı. Bu orduya âsilerin hiç birini almadı. Fakat Muaviye üzerine yürümeyip, önce Basra'ya doğru ilerledi. Nihayet Basra Önlerinde Hurayba'da iki taraf karşılaştı, karşılaşma derhal savaş halini aldı. Savaşın kanlı ve şiddetli safhaları Hz. Aişe'nin bindiği devenin etrafında olduğu için bu savaşa devenin Arapça karşılığı olan "Cemel vak'ası" denildi. Savaşı Hz. Ali kazandı. Basra, Küfe Hz. Ali'ye itaat ve biat etti.

Hz. Ali'nin halifeliğini Şam ve Mısır valileri kabul etmiyorlardı. İslâm birliğini yeniden kurması, muhalefeti ortadan kaldırması zaruretini duyan Hz. Ali, Şam valisi Muaviye ile Mısır valisi Amr b. el-As'in üzerine yürüdü. Sıffın ovasında Muaviye ile karşılaştı. Hz. Ali savaşı kazanacağı sırada Muaviye'nin ordusu mızraklarının ucuna Kur'an sahifelerini bağladılar. Hz. Ali'yi ve ordusunu Allah Tealâ'nın kitabının hükmüne davet ettiler. Hiç şüphesiz bu bir harb hilesi idi. Fakat Irak askerleri, Hz. Ali'yi zorlayarak, ilerlemekte olan orduyu geri dönüş emri verdirdiler. Bu iki ordu arasında muvak­kat bir sulh oldu. Halifenin tayini iki taraftan seçilecek hakemlerin kararına bırakıldı. Bunun sonucu büyük karışıklıklara ve yeni yeni fırkaların doğuşuna yol açtı. Hz. Ali'nin ordusunun çoğu bu sulha razı oldular. Hz. Ali'yi Ebû Musa el-Eş'ari'yi hakem olarak kabul etmeye zorladılar. Muaviye'de Amr b. el-As'ı hakem olarak seçti. Hz. Ali'nin ordusundan bir gurub bu sulhu kabul etmedi­ler ve: "Bu sulhu kabul eden, Hz. Ali ve diğer arkadaşla­rını şu ayet-i kerimelerdeki Allah Tealâ'mn emrine muhalefet ettikleri için kâfir oldular" diye ilân ettiler. "Eğer müminlerden iki topluluk bir biriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz eğer biri diğeri üzerine saldırırsa Allah'ın emrine dönünceye kadar o saldıranlarla savaşın, eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz ve hep adaletle iş görün, çünkü Allah adalet yapanları sever. Müminler ancak kardeştirler. Şu halde iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki, merhamet olunasınız" [Hucurât sûresi 9-10]

Hz. Ali'nin ordusundan bu sulhu kabul etmeyen bir gurub: "Hazreti Ali, Muaviye'ye ve onun arkadaşlarına harbden önce sulh olmayı teklif etti, fakat onlar sulhu kabul etmediler. Sonra harb başladı. Allah Tealâ emrini yerine getirinceye kadar harbe devam etmek gerekiyordu, fakat Hz. Ali ve onun arkadaşları hakem tayinini kabul edip Allah'ın dininde adamları hakem tayin ettiler. Halbuki "Hakimlerin hakimi olan yalnız Allah Tealâdır. Hüküm ancak Allah'ındır." Hakeme başvurmak büyük bir suçtur. Muaviye ve Şam ordusu Allah'ın emrine dönünceye kadar kılıçları (harbi) bırakmak doğru değil­dir" dediler ve Hz. Ali'nin ordusundan ayrıldılar. Halbuki

Hz.   Ali   yukarıda  görüldüğü  gibi  hem   ordusuna  geri çekiliş emrini, hemde hakem seçiliş konusunu Iraklıların zoruyla kabul etmişti. Fakat hakemlerin verdiği kararı asla  tanımamış  ve  bu  karara  uymamıştı.   Hz.   Ali'nin ordusundan   ayrılan   bu   guruba   "Hariciler"   denildi. Hariciler "Abdullah b. Vehb el-Râsîbî" ye biat ettiler. Basra,   Küfe,   Enbar   ve   Medayin'deki   taraftarlarını Nehrevan'da toplamaya başladılar. Medayin'de yaptıkları türlü zulüm ve işkencelerini haber alan Hz. Ali Hariciler üzerine yürümek mecburiyetini duydu. İkİ taraf arasında Nehrevan'da geçen çok kanlı bir savaşta Hz. Ali, haricile­ri yendi. Sonra Hariciler işi büyütüp, içlerinden bir gurup, yeryüzünü kötülüklerle doldurduklarına inandıkları, üç kişinin öldürülmesine karar verdiler.  Bunlar Hz.  Ali, Muaviye, Amr b. As idi. Bu üç kişiyi aynı günde öldür­mek üzere üç fedai seçtiler. Bu fedailerden Abdurrahman b. Mülcem, Hz. Ali'yi Öldürmek üzere Küfe'ye, Bekr Abdullah, Muaviye'yi öldürmek üzere Şam'a Amr el-Bekr, Amr b. el-As'ı öldürmek üzere Mısır'a gönderildi. Abdurrahman b. Mülcem, Hz. Ali'yi sabah namazına giderken   zehirli   bir   kılıçla   alnına   vurmak   suretiyle yaraladı. Üç gün sonra zehrin kana karışması sonunda Hz. Ali vefat etti. Muaviye aldığı hafif bir yara ile kurtuldu. Amr b. el-As o sabah namaz kıldırmaya yerine vekil göndermişti,      vekili      öldürüldü.      Bundan      sonra müslümanların büyük bir kısmı Muaviye'nİn etrafında toplandı. Böylece Hûlefa-i Raşidin devri sona erdi. Olup biten bu hazin olaylardan sonra müslümanlar üç fırkaya ayrıldı:

1) Müslümanların cumhuru, bunlar Muaviye'nİn emir­liğine razı olanlardır.

2) Şia, bunlar Hz. Ali'yi dost edinip onu sevenlerdir.

3) Hariciler, bunlar Hz. Ali'yi ve Muaviye'yi sevme­yenlerdir.

Bu üç fırkanın îslâm fıkhında gelecek devirlerde büyük tesirleri görülecektir. [52]

 

Bu Devirde Fıkhın Kaynaklan:

 

Sahabe devrinde islâmi fetihlerden sonra, yeni prob­lemlerin çözümü, fıkıh dairesinin genişlemesini gerektir­di.

Sahabe, yeni bir fıkhı mesele ile karşılaşınca onun çözümünü Allah'ın kitabında arıyorlardı. Çünkü Allah'ın kitabı, dinin esasıdır, Allah'ın vahyidir, hak yolu açıkla­yan Allah'ın kelâmıdır. Eğer Kur'ân* da fıkhı meselenin çözümünü bulamazlarsa, Resûlullâh (SAV) m sünnetinde arıyorlardı. Çünkü sünnet Kur'ân'ı açıklamaktadır.

Sahabe, kitapta ve sünnette hükmünü bulamadıkları yeni meselelerle karşılaştıklarında fakihlerinden görüş sahibi olanlar toplanıp istişare ediyorlardı, görüşleri bir hüküm üzerinde birleşince onunla hüküm veriyorlardı, işte sahabenin böyle bir hüküm üzerinde birleşmelerine "icmâ"' adı verilir.

Hz. Muaz hadisinde görüldüğü gibi, Resûlullâh (SAV), ashabın ictihad etmelerine izin veriyor veya ictihad etmelerine işaret buyuruyordu.

Sahabe de tayin ettikleri kadılarına bir meselenin hük­münü kitapta ve sünnette bulamadıklarında ictihad yapmalarını söylüyordu.

Ömer b. Hattab kadı Şurayh'a yazdığı mektupta: "Sana bir dava geldiğinde onun hükmünü Allah'ın kitabında bulursan onunla hükmet, ondan başkasına bakma. Allah'ın kitabında hükmü bulunmayan bir dava geldiğin­de o konuda Resûlullâh (SAV)ın sünneti varsa onunla hükmet. Allah'ın kitabında ve Resûlullâh' (SAV)in sünnetinde hükmi bulunmayan bir dava geldiğinde icmâ ile hükmet, Allah'ın kitabında, Resûlullâh (SAV)m sünnetinde, ve müslümanların icmâ'ında bulunmayan bir dava geldiğinde istersen rey'inle ictihad et, istersen icthad etme, ictihad etmemeni senin İçin daha hayırlı görüyo­rum." demiştir.

Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in yolu bu tarzda idi. Ebû Ubeyd: "Kitabü'l- Kaza" isimli eserinde Meymun b. Mihran'dan şunları nakletmiştir: "Hz. Ebû Bekir yeni bir fıkhi mesele ile karşılaşınca Allah'ın kitabına bakıyordu. O meselenin hükmünü orada bulursa onunla hüküm veriyordu, orada bulamazsa sünnete bakıyordu, sünnette o meselenin hükmünü bulursa onunla hükmediyordu. Sünnette de bulamayıp çaresiz kalırsa sahabeye: "Bu konuda Resûlullâh (SAV)ın vermiş olduğu bir hüküm var mıdır, biliyor musunuz?" Diye soruyordu. Bazan bir gurub kalkıp Hz. Ebû Bekir'e: "bu konuda Resûlullâh (SAV) şöyle hüküm verdi" diyorlardı. O da öyle hüküm veriyordu. O konuda Resûlullâh (SAV)ın vermiş olduğu bir hükmü bulamazsa sahabenin görüş sahiplerini topluyor, onlarla istişare ediyordu, görüşleri bir hüküm üzerinde birleşince onunla hüküm veriyordu.

Hz. Ömer de böyle yapıyordu. Hz. Ömer yeni bir me­selenin hükmünü kitapta ve sünnette bulmaktan aciz kalınca sahabeye: "Bu konuda Hz. Ebû Bekir'in vermiş olduğu bir hüküm var mıdır?" diye soruyordu. Eğer Hz.Ebû Bekir'in bu konuda vermiş olduğu bir hüküm varsa onunla hüküm veriyordu, yoksa sahabenin alimlerini toplayıp onlarla istişare ediyordu. Görüşleri bir hüküm üzerinde birleşince onunla hüküm veriyordu." [Bunu Begavî ve Darimî rivayet etmişlerdir]

Abdullah b. Ebu Yezid'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Ben İbni Abbas'ı gördüm kendisine Allah'ın kitabın­da olan bir şeyin hükmünden sorulunca onunla hüküm veriyordu, sorulan şeyin hükmü Allah'ın kitabında bulunmayıp Resûlullâh (SAV)ın sünnetinde bulunursa onunla hüküm veriyordu. Sorulan şeyin hükmü sünnette de bulunmazsa bu konuda Hz. Ebû Bekir'in veya Hz. Ömer'in vermiş olduğu hüküm bulunursa onunla hüküm veriyordu. Bu konuda Hz. Ebû Bekir'in ve Hz. Ömer'in vermiş olduğu hüküm bulunmazsa re'y ile ictihad ediyordu."

Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Bir zamanlar biz hüküm vermiyorduk, zaten hüküm verebilecek durumda değildik, daha sonraları Allah Tealâ'nın takdiriyle görmüş olduğunuz gibi hüküm verme makamına ulaştık. Âlim bir kimseye bir meselenin hükmü sorulduğunda o konuda Allah Azze ve Celle'nin kitabın­da olanla hüküm versin. Allah'ın kitabında olmayan bir meselenin hükmü sorulduğunda, o konuda Resûlullâh (SAV)m vermiş olduğu hükmü varsa onunla hüküm versin, Allah Tealâ'nın kitabında, Resûlullâh (SAV)ın sünnetinde olmayan bir meselenin hükmü sorulduğunda, o konuda salih imamların vermiş oldukları hükümle hüküm versin, ve "Ben kendi görüşümle amel etmekten korkuyorum" demesin, çünkü haram da açıklanmış, helâl da açıklanmıştır. Fakat bunların arasında şübheli işler vardır. Sana şübhe veren şeyi bırakarak şübhe vermeyen şeyi al!"

Resûlullâh (SAV) devrinde şer'i deliller kitap ve sün­netti. Resûlullâh (SAV) devrinden sonra vahiy kesildi, halbuki zamanın yenilenmesiyle yeni hâdiseler ve yeni meseleler ortaya çıkıyordu. Bu yüzden icmâ' ve kıyas gibi iki delile daha ihtiyaç duyuldu. İcmâ' ve kıyas ile de şer'i hükmün isbatı lâzım geldi. Kitap ve sünnetten çıkarılan icmâ' ve kıyas da şer'i delillerden oldular. Bundan dolayı sahabe devrinde fıkhın kaynakları (şer'i deliller) dörde yükseldi.

1) Kitap

2) Sünnet

3) İcmâ'

4) Kıyas. [53]

 

Kur'ân'ın Cem'î (Toplanması)

 

Yukarıda geçtiği üzere Resûlullâh (SAV) devrinde Kur'ân'ın kalblerde ezberlenmesi ve sahifelerde yazılma­sı suretiyle cem' edilmesinden bahsettik. Sonra Hz. Ebû Bekir devrinde Kur'ân cem' edildi. Daha sonra Hz. Osman devrinde de Kur'ân cem' edildi. [54]

 

Hz. Ebû Bekir Devrinde Kur'ân'ın Cem' Edilmesi

 

Resûlullâh (SAV)dan sonra müslümanların işlerini idare etmek için Hz. Ebû Bekir halife seçildi. Arabların çoğu İslâmdan çıkınca büyük hâdiseler ve olaylarla karşılaştı. Ordular hazırlayıp mürtedlerle (İslâmdan çıkanlarla) savaşmaya gönderdi. Yemame halkıyla yapılan savaşa sahabenin kurrâlarından pek çokları katılmıştı. Kurrâlardan birçokları şehid oldu. Bu iş Hz. Ömer'i korkuttu. Hz. Ebû Bekir'in yanına gidip Kur'ân'ın zayi olmasından korktuğu için onun toplanmasını ve yazılmasını teklif etti.

Hz. Ebû Bekir bu görüşü kabul etmedi. Resûlullâh (SAV)ın yapmadığı bir şeyi yapmak ona ağır geldi. Resûlullâh (SAV) vefat edince Kur'ân kalblerde ezber­lenmiş ince taş levhalar, kürek kemikleri gibi yazılmaya elverişli olan şeyler üzerine yazılmış bulunuyordu. Fakat bir kitap halinde toplanmış değildi, buna ihtiyaç da duyulmuyordu. Çünkü Resûlullâh (SAV) aralarında bulunduğu için ihtilaf ettikleri her hususda ona müracaat ediyorlardı.

Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir'den Kur'ân'ı toplayıp yaz-dırma-sını istemeyedevam etti. Nihayet Allah Tealâ Hz. Ebû Bekir'in göğsünü bu iş için açtı. Sonra Hz. Ebû Bekir, okumada, yazmada, ezberlemede, anlamada, akıldaki yüksek mevkiinden dolayı Zeyd b. Sabit'e gelmesi için haber yolladı, gelince Hz. Ömer'in görüşünü anlattı, Zeyd de daha önce Hz. Ebû Bekir'in kabul etmediği gibi bunu kabul etmedi. Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in ısrarları neticesinde Zeyd'in gönlü Kur'ân'ın toplanıp, yazılması işine razı oldu. Zeyd b. Sabit kurraların kalblerinde ezberlenmiş ve sahabe yanında yazılmış olanlara itimad ederek bu zor vazifesine başladı, Zeyd'in başkanlık ettiği heyet tarafından yazılmış olan bu sahifeler ölünceye kadar Hz. Ebû Bekir'in yanında kaldı. Ondan sonra Hz. Ömer'e geçti. Onun yanında da ölünce­ye kadar kaldı. Sonra Hz. Osman'ın hilafeti zamanında Hz. Ömer'in kızı, Hz. Hafsa'nin yanında bulunuyordu. Sonra Hz. Osman onu Hz. Hafsa'dan isteyip aldı. Buharı ve diğer hadis kitaplarında rivayet edildiğine göre, Zeyd b.   Sabit   şöyle   demiştir:   "Yemâme   savaşında   birçok

kurranın şehid edilmesi sebebiyle Hz. Ebû Bekir beni çağırttı, gittim, Ömer b. Hattab da yanında bulunuyordu. Hz. Ebû Bekir dedi ki: "Hz. Ömer bana gelerek: "Yemâme günü şiddetli harb olup, birçok kurrâ şehid edildi, birçok savaş yerlerinde kurraların şehid edilmesin­den dolayı Kur'ân'ın birçok âyetinin zayi olmasından korkuyorum, o halde Kur'ân'ın toplanmasını emretmeni uygun görüyorum" dedi. Bende: "Hz. Ömer'e Resûlullâh (SAV) yapmadığı bir şeyi ben nasıl yaparım?" dedim Hz. Ömer: "Bu vallahi hayırlı bir iştir" dedi. Bunu yapmam için devamlı bana müracaat ediyordu. Sonunda Hz. Ömer'in göğsünü açan Allah Tealâ, benim de göğsümü açtı ve Hz. Ömer'in gördüğü şeyin doğruluğuna kanaat getirdim. Zeyd demiştir ki: Hz. Ebû Bekir bana "sen genç, akıllı bir adamsın, biz seni suçlamayız, sen Resûlullâh (SAV) için vahiy yazıyordun, o halde Kur'ân'ı araştır ve onu topla" dedi. Zeyd "vallahi eğer bana dağlardan bir dağın nakledilmesini teklif etselerdi, bana yapmamı emrettikleri Kur'ân'ı toplama işinden daha ağır gelmezdi" dedi. Zeyd, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'e: "Siz Resûlullâh (SAV)ın yapmadığı bir şeyi nasıl yapa­caksınız?" dedi. Hz. Ebû Bekir: "Vallahi bu hayırlı bir iştir" dedi. Bu işi yapmam için ısrar etti. Sonunda Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in göğüslerini açan Allah Tealâ benimde göğsümü açtı ve hemen Kur'ân'ı araştımaya başlayıp onu yaprakları sıyrılmış geniş hurma dalların­dan, ince ve beyaz taşlardan, hafızların ezberinden topluyordum. Tevbe sûresinin sonu olan: "Lekad câeküm resulün min enfüsiküm" ve "hüve Rabbu'l arşilazinf'e kadar olan âyetleri ensardan Ebû Huzeyme'nin yanında buldum. Bu âyetleri başkasının yanında bulamadım" dedi.Bu toplanan sahifeler ölünceye kadar Hz. Ebû Bekir'in yanında, sonra hayatı boyunca Hz. Ömer'in yanında, daha sonra Hz. Ömer'in kızı Hz. Hafsa'nın yanında kaldı.

Zeyd b. Sabit Kur'ân'ı toplarken son derece ihtiyatlı ve tedbirli davranıyordu. Yazılı olmayan âyetlerin, ezberde bulunmasıyla yetinmiyordu. Onun yukarıda geçen hadisteki Tevbe sûresinin son âyetlerini, "ensardan Ebu Huzeymenin yanında buldum. Bu âyetleri başkasının yanında bulamadım" sözü ihtiyatlı ve tedbirli davranma­sına aykırı değildir. Netice olarak Zeyd bu âyetleri sahabeden birçoğunun ezberinde bulduğu halde, yazılı olarak Ebu Huzeyme'den başkasının yanında bulamamış­tı. Böylece Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Ömer'in ve Hz. Zeyd b. Sabit'in ve Kur'ân'ın toplanmasında onlara yardım edenlerin üstünlükleri meydana çıkmıştır. Çünkü onlar Allah yolunda cihad ederek dini korudukları gibi bu işi yapmakla bizim için dinin aslı olan Kur'ân'ı da korumuş­lardır.

Bu cem'e "Cem'i Sani=Kur'ân'ın ikinci toplanması" denir.

Hz. Osman'ın Devrinde Kur'ân'ın Cem' Edilmesi, Mushaflarm Yazılıp Şehirlere Gönderilmesi:

Kur'ân'ın yedi harf üzere inmiş olduğu sabit olmuştur. Nitekim İbn-i Abbas'dan rivayet edilmiştir, demiştir ki: Resûlullâh (SAV), "Cibril Aleyhisselâm bana Kur'ân'ı bir harf üzere okuttu, sonra ben kendisine müracaat ettim. Ben daha çok harf üzere okutmasını istemekte o çla, bana ziyade etmekte devam ede ede nihayet yedi harfde karar kıldı" buyurmuştur.

[Bu hadis-i şerifi Buhari rivayet etmiştir. ]

Resûlullâh (SAV) ashabından her birine öğretmiş olduğu bu yedi harfden biriyle Kur'ân'ı okumasına izin vermiştir. Bu yedi harf onlara Kur'ân'ı okumayı, ezber­lemeyi, anlamayı hafifletiyor ve kolaylaştırıyordu. Sahabe arasındaki bu kıraat ihtilâfını men edecek bir sebeb bulunmuyordu, çünkü kıraattaki İhtilâfları azdı, bir arada bulunuyorlardı. Kendilerinden sonra gelenlere nisbetle sayıları azdı, Resûlullâh (SAV) aralarında bulunduğundan ihtilâf ettikleri hususlarda ona müracaat ediyorlardı.

Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer devrinde Kur'ân'ı, sûreleri arasında tertipsiz olarak toplamaktan daha fazlasına ihtiyaç duyulmadı. Müslümanlar, Kur'ân'ı yedi harfden bir harfle okumaya zorlanmadılar.

Hz. Osman devrinde fetihler sebebiyle İslâm devletinin sınırları genişledi, hafızlar şehirlere dağıldılar, her şehir halkı kendilerine gelen hafızın kıraati ile okuyorlardı. Kur'ân'ın inmiş olduğu yedi harfin değişik olmasıyla okudukları Kur'ân'ın kıraat vecihleri de değişiyordu.

Bir toplantı yeri veya savaş meydanlarından bir mey­dan, müslümanları bir araya getirdiği zaman bu değişik kıraat vecihlerine hayret ediyorlardı. Bu değişik kıraat vecihlerinin Resûlullâh (SAV)'a dayandığına kanaat getiriyorlardı. Fakat bu değişik kıraat vecihleri Resûlullâh (SAV)a yetişmemiş olan yeni müslümanları şüpheye düşürmekten de uzak değildi. Bir de aralarında bu kıraatlardan "bazılarının fasih ve bazılarının ise daha fasih olduğu hakkında" konuşmalar oluyordu. Kur'ân okumadaki ihtilâf, çekişmeye, tartışmaya, mücadeleye, birbirlerini günahkâr saymaya sebep oluyordu. Bu büyük bir fitne olup giderilmesi için çare bulunması gerekiyor­du.

Ermenistan ve Azerbeycan savaşında Iraklılar ve Şam­lılar arasında kıraat ihtilâfı çıktı, bu savaşlara katılanlar arasında Huzeyfe b. Yemân da vardı. Huzeyfe b. Yemân kıraat vecihlerinde birçok ihtilâf olduğunu gördü. Herkes kendi kıraatına alışmış ve onu benimsemişti. Huzeyfe b. Yemân, Hz. Osman'a gördüğü kıraat ihtilâfını anlatıp ondan bu konuda yardım istedi. Çocuklara Kur'ân okutan hafızlardan da böyle bir ihtilâf meydana geldiği Hz. Osman'a ulaşmıştı. Bu çocuklar büyüyünce onları okutan hocaları arasındaki ihtilâf bunlar arasında da ihtilâfın çıkmasından kaçınılmazdı. Sahabe, Kur'ân'ın bozulması ve değişmesinden korkarak bu işi büyük ve önemli saydılar. Hz. Ebû Bekir'in topladığı ilk sahifelerden birkaç mushaf yazmak ve sabit olan kıraatlar üzerinde müslümanları toplamak konusunda birleştiler.

Hz. Osman, Hz. Hafsa'ya haber gönderip, yanındaki sahifeleri istedi. O da sahifeleri ona gönderdi. Sonra ensardan Zeyd b. Sabit'e Kureyşli olan Abdullah b. Zübeyr'e, Said b. As'a, Abdurrahman b. Haris b. Hişam'a haber yollayıp çağırdı. Hz. Osman bunlara (Hz. Ebû Bekir'in topladığı) sahifelerden birkaç mushaf yazmaları­nı emretti. Zeyd'in diğer üç Kureyşli ile ihtilâf ettiği kelimelerde Kureyş lisanı ile yazmalarını bildirdi. Çünkü Kur'ân Kureyş lisanı ile inmişti. Sahifelerden mütevatir kıraatlar üzere birkaç mushaf yazılınca Hz. Osman o sahifeleri Hz. Hafsa'ya iade etti. Bu yazılan mushaflardan herbirini bir beldeye gönderdi. Bunlardan birini Medi­ne'de bıraktı. Bu mushafa "İmam" adı verildi.

Bazı rivayetlerde geldiğine göre Hz. Osman: "Ey Mu-hammed ashabı! Toplanın ve müslümanlar için bir "İmam" yazın" demiştir.

Hz. Osman yazdırdığı bu mushaflardan başka sahife ve mushafların hepsinin yakılmasını emretti. Bu suretle Hz. Osman fitnenin kökünü kesti, ihtilâfı ortadan kaldırdı ve Kur'ân'ı bir kale içine aldı. Bu yüzden ona asırların ve zamanların geçmesine rağmen ziyade ve tahrifden hiçbir şey yol bulamadı ve bulamayacaktır.

Hz. Osman'ın yazdırdığı mushafların adedi göndermiş olduğu beldelerin adedine göre yedi idi. Mekke, Şam, Basra, Küfe, Yemen, Bahreyn ve Medine.

Hz. Osman'ın mushafının şekli bugün sürelerin bilinen tertibi üzere idi.

Bu cem'e "Cem'i sâlis =Kur'ân'ın üçüncü toplanması" denir. Bu, hicretin yirmi beşinci yılında olmuştur. [55]

 

Hz. Osman'ın Kur'an-I Yazdırmasının Sebebi:

 

Buhâri Enes b. Malik'den rivayet etmiştir. Enes demiş­tir ki: Huzeyfe b. Yeman Hz. Osman'ın yanına geldi. O sırada Hz. Osman Iraklılarla beraber Şamlıları, Ermenis­tan ve Azerbeycan'in fethi için gazaya hazırlıyordu. Şam ve Irak halkının Kur'ân okumaktaki ihtilafı Huzeyfe'yi korkutmuştu. Bunun için Huzeyfe, Hz. Osman'a: "Ey müminlerin emiri! Yahudilerin ve hrıstiyanların kitapla­rında ihtilafa düştükleri gibi bu ümmet de kitabında ihtilafa düşmeden önce imdadına yetiş" dedi. Bunun üzerine Hz. Osman. Hz. Hafsa'ya: "Sahifelen bize gönder o  sahifeleri  Mushaflara yazdırdıktan  sonra sana  iade ederiz" diye haber yolladı. Hz. Hafsa'da sahifeleri Hz. Osman'a gönderdi.

Hz. Osman Zeyd b. Sabit'e, Abdullah b. Zübeyre, Said b. As'a, Abdurrahman b. Haris b. Hişam'a emretti, bunlarda o sahifelerden birkaç mushaf yazdılar. Hz. Osman kureyşü olan üçüne; "Zeyd b. Sabit ile Kur'anda bir şeyde ihtilafa düşerseniz o şeyi kureyş diliyle yazınız. Çünkü Kur'an onların diliyle inmiştir" dedi. Onlarda öyle yaptılar. Hatta Hz. Hafsa'dan alman sahifeleri Mushaflara yazdıkları vakit, Hz. Osman sahifeleri Hz. Hafsa'ya iade etti. Ve onların yazdıkları Mushaflardan her beldeye bir Mushaf gönderdi. Hz. Osman yazdırdığı bu Mushaflardan başka sahife ve Mushaf'ların hepsinin yakılmasını emretti.

İbn-i Hişam dedi ki, bana Zeyd b. Sabit'in oğlu Harice babasından şunları dinlediğini anlattı.. Babası Zeyd b. Sabit demiştir ki: "Mushafı yazarken Ahzab süresinden bir âyeti aradım, bulamadım. ResûluUâh (SAV) in o âyeti okuduğunu işitiyordum, o âyeti aradık ensardan Hüzeyme b. Sabit'in yanında bulduk. O âyet: "Müminlerden öyle adam vardır ki, Allah'a verdikleri sözde doğru çıktılar" [Ahzab sûresi: 23] mealindeki âyettir. O âyeti de Mushafda süresindeki yerine yerleştirdik."

Hz. Osman'ın Müslümanları Kur'an-ı bir harf (lehçe) üzerinde okumaya zorlamasında, ResûluUâh (SAV)in ashabına okuttuğu ve okumalarım emrettiği diğer harfleri terk etmesinde hiçbir zarar yoktur.

İbn-i Cerir, Hz. Osman'ın yaptığı bu işi şu sözleri ile açıklamıştır: "ResûluUâh (SAV) in ashabına Kur'an-ı yedi harfle okumaları hakkındaki emri, vacip ve farz ifade eden bir emir değildir. Bu emir ancak mübahlık ve ruhsat (izin) ifade eden bir emirdir. Çünkü Kur'an-ı bu yedi harfle okumak, şayet onlara farz olsaydı, ümmetin kıraatından şek ve şüpheyi gideren, haberi özrü kökünden kesen, nakli ile hüccet ve delil meydana gelen her âlimin bu yedi harfden her harfi bilmesi muhakkak vacip olurdu. Bu ümmetten Kur'an-ı nakledenler arasında nakli kesin hüccet olarak kabul edilen âlimler bulunup, bunların yedi harften biriyle Kur'an-ı nakledip, diğer harflerle Kur'an'ın naklini terk etmelerinde bu yedi harfle Kur'an-ı okumakta muhayyer olduklarına açık bir delil vardır. Durum böyle olunca âlimler, yedi kıraatin hepsini nakletmeyi terk etmeleriyle nakli üzerine vacip olanı terk etmiş değillerdir. Bilakis üzerlerine yapılması vacip olan işi yapmışlardır. Çünkü bu konuda yaptıkları iş İslama ve müslümanlara yardımdır." [56]

 

İslami Fetihler Ve Fetihlerin Gereği

 

İslami fetih, Hülefa-i Raşidin devrinde Arap yarımadasına komşu olan bölgelere nüfuzunu yaymaya başladı. Eski medeniyet sahibi olan İranlılardan ve Rumlardan birçok kimseler islam sancağının altına girdiler. Bunların islam inancına ve islam şeriatına ters düşen inançları, örfleri, adetleri ve düzenleri vardı. Tabii olarak zaptedilen yerler Müslümanlara ağır sorumluluk ve büyük vebal yüklüyordu. Halifelerin orduları düzenlemeleri, yardımcı kuvvet göndermeleri, fethedilen yerlere vali tayin etmeleri ve bu beldenin işlerini idare etmeleri gerekiyordu.

İslami fetihlerin genişlemesiyle insanlar durmadan yeni yeni problemlerle karşılaşıyor ve daha önce bilinmeyen

yeni yeni meseleler ortaya çıkıyordu. Bunlar hakkında kitap da ve sünnette delilde bulunmuyordu. Sahabilerin bilgileri ve anlayışları farklı olduğundan yeni meydana gelen meselelerden bazılarında birleşiyorlar, bazılarında ise ihtilaf ediyorlardı. [57]

 

Sahabenin İttifak Ettikleri Meselelerin En Önemlileri:

 

1) Sahabenin Resûlullâh (SAV) in vefatından sonra ilk karşılaştıkları mesele, bahsin başında anlattığımız gibi halife seçme meselesi oldu. Şöyle ki: Ensar (Medine'Ii müslümanlar) ile, Muhacirler arasında halife seçilmesi konusunda ihtilaf çıktı. Ensar (Medine'Ii müslümanlar) Beni Saide sofasında toplanmışlar, halifenin kendilerin­den olmasını istiyorlar ve Sa'd b. Ubade'yi aday gösteri­yorlardı. Bu durumu haber alan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, ve Hz. Ebû Ubeyde Ensarın toplantı yerine süratle geldiler, aralarında mücadele ve münakaşadan sonra Resûlullâh (SAV) in vefatından önce insanlara namaz kıldırması için halife seçtiği Hz. Ebû Bekir'e biat ettiler. Tarihçilerin zikrettiğine göre, Sa'd b. Ubade'den başka Hz. Ebû Bekir'e biat etmiyen hiçbir kimse kalmadı.

İbn-i Kesir "Bidaye ve Nihaye" isimli eserinde beni Saide sofası hakkında hadis kitaplarında bulunanları rivayet ederek şunları zikretmiştir. Buhârinin sahabenin fazileti bahsinde Resûlullâh (SAV) in zevcesi, Hz. Aişe'den rivayet ettiğine göre: Resûlullâh (SAV) vefat ettiği sırada Hz. Ebû Bekir Sunh köyünde idi. Hz. Ömer kalkarak: "VAHâhi Resûlullâh (SAV) ölmedi." diyordu. Hz. Aişe dedi ki: Hz. Ömer; benim içime Resûlullâh (SAV)   in   Ölmediği   doğdu.   Yemin   ederim   ki,   Allah muhakkak Resûlullâh (SAV) i diriltecek o, mutlaka birtakım insanların ellerini ve ayaklarını kesecektir." Diyordu. O sırada Hz. Ebû Bekir geldi, kimseye bir şey söylemeden doğru Hz. Aişe'nin odasına girdi. Resûlullâh (SAV) in yüzünü açtı. (iki gözünün arasını hürmetle) Öpüp ağladı, ve: "Babam da Anam da sana kurban olsun. Sen hayatta da pak oldun, ölünce de pak oldun. Nefsim yed-i kudretinde 'olan Allah'a yemin ederim ki, cenabı hak sana iki ölümü ebediyyen tattırmıyacaktır" dedi. Sonra Resûlullâh (SAV) i ziyaretten çıktı ve: "Ey Resûlullâh (SAV) ölmedi diye yemin eden, yavaş ol" dedikten sonra konuşmaya başlayınca Hz. Ömer oturdu. Hz. Ebû Bekir Allah Tealâya hamd ve sena ettikten sonra şöyle dedi: her kim Hz. Muhammed'e tapıyorsa iyi bilsin ki Hz. Muhammed ölmüştür. Her kimde Allah'a ibadet ediyorsa iyi bilsin ki, Allah bakidir, asla ölmez. Nitekim Allah Tealâ: "(Ey Muhammed!) muhakkak sende öleceksin, onlar da (müşriklerde) ölecektir." [zümer sûresi: 30] ve: "Muhammed ancak bir peygamberdir, ondan öncede peygamberler geçmişti. Ölür veya öldürü-lürse geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen. Allah'a hiçbir zarar vermez, Allah şükredenlerin mükafatını verecektir" [Ali imran sûresi: 144] buyurmuştur.

Hz. Ebû Bekir; "Müslümanlar için için ağlıyordu" dedi. Ensar Beni Saide sofasında Sa'd b. Ubade'nin başına toplanarak: "Bizden (Ensardan) bir emir, siz muhacirlerden bir emir seçilmelidir" diyorlardı. Ensarın toplandığı yere Hz. Ebû Bekir, Ömer b. Hattab ve Ebû Ubeyde b. Cerrah gittiler. Hz. Ömer orada konuşmak istedi, Hz. Ebû Bekir onu susturdu. Hz. Ömer "Vallahi beğendiğim bir konuşma hazırlamıştım. Böyle bir konuşmayı Hz. Ebû Bekir'in yapamıyacağından korkuyordum" dedi. Sonra Ebû Bekir insanların en fasih ve beliği olarak konuştu. Konuşması arasında "Emirler bizden olsun, vezirler de sizden olsun" dedi. Bunun üzerine Hubab b. Münzir: "Hayır! Vallahi bunu yapama­yız, bir emir bizden bir emirde sizden olsun dedi. Hz. Ebû Bekir: "Hayır, emirler bizden vezirler de sizden olsun: Emirlik konusunda arab kabileleri ancak kureyşi tanır, çünkü kureyşin yurdu arabistan'ın tam ortasındadır. Haseb ve nesebce Arabın en efdalıdir. Bundan dolayı ya Ömer b. Hattab'a veya Ebû Ubeyde b. Cerrah'a biat edin" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Biz ancak sana- biat ederiz. Sen bizim efendimizsin, sen bizim hayırlımızsın, sen Resûlullâh (SAV) in yanında en sevimlimizsin" dedi. Ve Hz. Ömer Hz. Ebû Bekir'in elini tutup biat etti. Bunun üzerine bütün insanlar Hz. Ebû Bekir'e biat ettiler. İçlerinden biri "Sa'd b. Ubade'yi katlettiniz" dedi. Hz. Ömer: "Allah onu kahretsin" dedi.

Rivayetlerde zikredildiğine göre, Beni Saide sofasında bulunanlar Hz. Ebû Bekir'e biat ettiler, ertesi günü Hz. Ebû Bekir'e umum halk biat etti. Böylelikle Hz. Ebûbekir ilk halife seçildi.

2) Sahabenin Resûlullâh (SAV)in vefatından sonra karşılaştıkları ikinci mesele, araplardan bir gurubun zekat vermeyi kabul etmemesidir. Hz. Ebûbekir bu gurupla savaşmaya karar verdi. Hz. Ömer ilk önce bu gurupla savaşılması görüşünde değildi. Çünkü bu gurup Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed (SAV) in Resûlu olduğuna şehadet ediyorlardı. Hz. Ebûbekir Hz. Ömer'e bu gurupla savaşacağında İsrar ediyordu. Sonun­da Allah Tealâ savaş için Hz. Ömer'in göğsünü açtı, bu gurupla savaş yapılmasında bütün sahabe birleşti. Ebû hüreyre'den rivayet edilmiştir demiştir ki:  "Resûlullâh  (SAV) vefat edip, ondan sonra Hz. Ebûbekir Halife seçilip, arablardan kafir olan kafir olunca Ömer b. Hattab, Hz. Ebû Bekir'e "Resûlullâh (SAV) insanlar Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur deyinceye kadar (onlarla) savaşmakla emrolundum. Her kim Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur derse malını ve canını benden korumuş olur. Ancak hakkıyla olursa müstesna! Onunda hesabı Allah'a kalmıştır" buyurduğu halde sen nasıl oluyorda insanlarla harb ediyorsun" dedi. Hz. Ebû Bekir: "vAIlâhi namazla zekatın arasını ayıranlarla mutlaka harbedeceğim. Çünkü zekat malın hakkıdır. Vallahi Resûlullâh (SAV) a veregeldikleri bir dişi oğlağı bana vermezlerse, vermedik­lerinden dolayı onlarla mutlaka harb ederim" dedi. Bunun üzerine Ömer b. Hattab: "Vallahi Hz. Ebû bekir'in göğsünü açan Allah benim göğsümü de açtı ve savaşın hak olduğunu bildim" dedi. [Bu hadis-i şerifi İbn-i Mace'den başka muhaddisler rivayet etmişlerdir.]

3) Hz. Fatıma, babası Resûlullâh (SAV) in malından miras   istedi.   Hz.   Ebû   Bekir   ona   miras   vermedi. Resûlullâh (SAV) in malında varislerinin hiçbirinin hakkı olmadığı   hususunda   ittifak  edildi.   Buhâri,   sahabenin faziletleri bahsinde Hz. Aişe'den rivayet etmiştir, Hz. Aişe demiştir ki: "Resûlullâh (SAV) in vefatı üzerine, Hz. Fatıma, Hz. Ebû Bekir'e haber gönderip Allah Tealânın Resulüne Fey' yani: Harbsız ganimet olarak bahşettiği Medine yakınındaki Beni Nadir, Fedek hurmahklarıyla Hayber  hurmalıklarının beşte  birinin  geri  kalanından isabet eden mirasını istedi. Hz. Ebû Bekir: "Resûlullâh (SAV) "Bize miras olunmaz. Her ne bırakırsak sadakadır (mülkiyeti beytu'l mala ait vakıf dır)" buyurdu. Buna göre bu vakıf maldan Hz. Muhammed (SAV) in Âli yiyerek istifade edebilir. Bundan fazla tasarruf haklan yoktur. Vallahi ben Resulullâh (SAV) in bu vakıfları üzerinde kendi hayatı zamanında yapılanlardan hiçbir şey değiştirmem. Resulullâh (SAV) in bu mallar hakkındaki muamelesi gibi muamele ederim" dedi.

Buhari ile Müslimin rivayet ettikleri bir hadis-i şerifde: "Biz peygamberler cemaatının terikesine miras olunmaz. Her ne bırakırsak sadakadır (vakıfdır)" buyurulmuştur. Bu hadis-i şerif miras âyetini tahsis etmiş ve ihtilâf da zail olmuştur.

4) Sahabe, Resulullâh (SAV) vefat edince nereye 'def­nedileceği hakkında ihtilaf ettiler. Sonra Hz. Ebû Bekir sıddık onlara Resulullâh (SAV) in: "Peygamber ancak vefat ettiği yerde defnedilir" buyurduğunu rivayet edince Resulullâh (SAV) in ruhunun kabzedildiği yani üstünde vefat ettiği döşeğin bulunduğu yere defnedilmesine ittifak ettiler.

İmam Malik'in "Muvatta" isimli eserinde cenaze bah­sinde rivayet edilmiştir. İmam Malik bana ulaştığına göre: "Resulullâh (SAV) pazartesi günü vefat etmiş, Salı günü defnedilmiş. İnsanlar onun cenaze namazını ayrı ayrı kılmışlar, kimse imamet etmemiştir." İnsanlardan bazıları Resulullâh (SAV) i Mescidi Nebevinin minberinin yanma defnedelim" demişler. Bazdan ise: "Baki'de yani Medi-ne-i Münevvere kabristanında defnedelim" demişler. O sırada Hz. Ebû Bekir sıddık geldi ve: "Resulullâh (SAV): "Her peygamber muhakkak vefat ettiği yerde defnedilir" diye buyururken işittim" dedi. Hafız İbn-i Abdü'1-ber "bu hadis bir çok cihetten sahihdir" demiştir.

Cami-i Tirmizi'nin cenaze bahsinde Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Resulullâh (SAV) vefat edince defni meselesinde ihtilaf ettiler. Hz. Ebû Bekir:

"Resulullâh (SAV) den hala unutmadığım bir şey işittim" dedi: Resulullâh (SAV): "Allah her peygamberin ruhunu ancak defnedilmesini istediği yerde kabzeder" buyurdu, bunu üzerine Ebû Bekir sıddık: "onu üstünde vefat ettiği döşeğin yerinde defnedin" dedi. İbn-i Mace cenaze bahsinde, İbn-i Abbas'tan rivayet etmiştir demiştir ki: "Müslümanlar Resulullâh (SAV) in kabrinin kazılacağı yerde ihtilaf ettiler, bazıları "onu mescidinde defnedelim" dediler. Bazıları ise, "onu ashabı ile birlikte yani, Baki Kabristanına defnedelim" dediler. Hz. Ebû Bekir: "Resulullâh (SAV), "Her peygamber muhakkak ruhunun kabz olunduğu yerde defn olunur" buyururken işittim" dedi.

5) Sahabenin    ittifak    ettiği    meselelerden    biride "Kur'an'm  cem'i  toplanması"  meselesidir.   Resulullâh (SAV)   vefat   edince  Kur'an   bir  Mushafta  toplanmış değildi. Onun toplanmasına dair kitapta ve sünnette bir delil yoktu. Daha önce anlatıldığı gibi Yemame savaşın­dan  sonra  Hz.   Ömer  Kur'an'ın toplanmasının  zaruri olduğunu gördü ve Hz. Ebû Bekir'e Kur'an-ı toplaması için İsrar etti.  Sonun da Hz. Ebû Bekir'de Kur'an'ın toplanmasının zaruri olduğuna kanaat getirdi. Kur'an'ın toplanması konusunda sahabe ittifak ettiler.

6) Hz. Ömer ganimetten atiyye alanların defterlere yazılması  hakkında sahabe  ile  istişare etti.  Atiyye'de bütün   insanların   eşit   tutulması   hususunda   Hz.   Ebû Bekir'in  görüşüne  uydu.  Hz.   Ömer  Irak  fethedilince atiyyelerin verilmesinde insanları eşit tutmayıp herkesin çektiği zahmete ve katıldığı cihada göre bazısına az, bazısına fazla verilmesi görüşünde olduğunu sahabeye sordu. Onlarda bu konuda Hz. Ömer'i tasdik ettiler. Hz. Ömer: "Herkesin bu malda muhakkak hakkı vardır. Ben de bu maldan hakkı olanlardan biriyim. Fakat bizim durumumuz Allah'ın kitabında ve ResûluUâh (SAV) nin taksiminde farklıdır. Herkesin İslam da çektiği zahmete, islam'a girmekte kıdem ve önceliğine, İslam da zengin sayılmasına veya fakir sayılmasına göre atiyye alma durumu değerlendirilir" diyordu.

Tarihçiler: "Hz. Ömer, hayatının sonunda Hz. Ebû Bekir'in yaptığı gibi atiyye'de insanlar arasında eşitliğe dönmek istemiştir, fakat bunu yapamadan şehid edilmiş­tir" diye zikretmişlerdir.

7) Ebû Ubeyd Kasım b. Sellam "kitabü'l Emval" isimli eseri'nin ganimetten verilen atiyyelerin miktarı'nın tayın edilmesi ve önce kimden başlanılması babında Muhammed. b. Aclan'dan rivayet ettiğine göre, Muham-med demiştir ki: "Hz. Ömer ganimetten hisse alacakların isimlerini defterlere yazdırınca "önce kimden başlayalım" diye sordu. Sahabe "önce kendinden başla" dediler. Hz. Ömer "Hayır! ResûluUâh (SAV) bizim imamımızdır, onun kabilesinden başlayalım, sonra onun kabilesine yakın olan kabilelere verelim" dedi.

Kadı Ebû Yusuf "Kitabü'l haraç" isimli eserinin "Hz. Ömer'in ResûluUâh (SAV) m ashabı için ganimetten verilecek hisselerin miktarının nasıl tayin edildiği" faslında şunları zikretmiştir. Ebû Bekir ganimetten verilen hisseleri gerek küçük gerek büyük olsun, gerek hür gerek köle olsun, gerek erkek, gerek kadın olsun bütün insanlar arasında eşit olarak taksim etti bunun üzerine Müslümanlardan bazıları gelerek "Ey ResûluUâh (SAV) in halifesi sen bu malı taksim ettin, fakat taksi­minde insanlar arasını eşit tuttun, halbu ki İnsanlar birbirlerine eşit değillerdir içlerinde fazilet bakımından üstün olanlar, ilk müslüman olanlar gazalarda hakkı geçmiş bulunanlar vardır. Taksiminde ilk müslüman olanları ve faziletli olanları, faziletlerine göre üstün tutm-uş olsaydınız olmaz mıydı?" dediler. Hz. Ebû Bekir: "Önce müslüman olmaları, gazalarda geçen haklan, fazilet yönünden üstünlükleri bilinmektedir. Fakat anlattığınız bu * hususiyet ve meziyetlerinin sevap ve mükafatı Allah Tealâ tarafından verilecektir. Taksim olunan bu mallar ise dünyalıktır, bunda eşitlik tercihden ve imtiyazdan daha hayırlıdır" dedi

Halifelik nöbeti Hz. Ebû Bekir'in vefatı ile Ömer b. Hattab'a intikal edip, bir çok yerler fethedilerek ganimet malları çoğalmaya başladı. Hz. Ömer fazilet ve meziyet sahiplerini diğerlerine tercih etti. Ve: "ResûluUâh (SAV) la beraber. "İ'lâ-i kelimetullâh" için kafirlerle savaş edenlere eşit tutmam" diyerek Bedir gazasında bulunup savaş eden, İslâm'a girmekte kıdem ve önceliği bulunan muhacirlerden ve Ensardan her birine beşer bin ve Bedir savaşında bulunmayanlara dörder bin dirhem verildi. Daha sonra Müslüman olanlara da bunlardan daha az verdi böylece herkese İslama girişteki önceliğine ve durumuna göre hisse verdi Kadı Ebû Yusuf bu konudaki tafsilatlı rivayetleri zikrettikten sonra Muhammed b. es-Saib vasıtasıyla Zeyd'den o da Babasından rivayet ettiğine göre Hz. Ömer şöyle demiştir: "Kendinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki, bu mallarda herkesin hakkı vardır. Gerek verilsin gerek verilmesin hiç biri diğerinden bu malı almaya daha haklı değildir. Ancak bu malda Kölelerin hakkı yoktur. Bende bu konuda sizden biri gibiyim. Fakat herkesin hakkı bir değildir. Allah'ın kitabında kim üstünse ve ResûluUâh (SAV) in taksiminde kim önde ise taksimde de öne geçme ona göredir. Yani bazı kimselere "î'lâ-i kelimetullah" yolun­daki gayretlerine, bazılarının islamiyette ki zenginlikleri­ne, bazılarının islamiyette olan kıdem ve Önceliklerine, bazılarının da ihtiyaç ve zaruretlerine bakılır. Yine Allah'a yemin ederim ki, eğer dünyada bir müddet yaşarsam San'a dağındaki çoban bile orada bulunduğu halde alnı terlemeden bu maldan nasibini alacaktır." Hz. Ömer daha sonra malların çoğaldığını görünce: "Gelecek sene bu geceye kadar yaşarsam, insanların sonradan Müslüman olanlarını, önce Müslüman olanlarına katarak atiyye de hepsini müsavi olarak tutacağım" demişse de o vakitten evvel vefat etmiştir.

Bazı rivayetlerde bildirildiğine göre, Hz. Ömer Resûlullâh (SAV) in zevcelerinden her birine on ikişer bin dirhem verdi. Amcası Abbas'a da on iki bin dirhem verdi. Muhacirlerin ve ensann çocuklarından her birine de üçer bin dirhem verdi. Hz. Ömer insanların islamiyette olan önceliklerine, çektikleri zahmetlere ve ihtiyaçlarına göre ganimet malından hisse veriyordu. [58]

 

Sahabenin İhtilaf Ettikleri En Önemli Meseleler:

 

1) Ganimetlerin Taksimi:

 

Savaşla alınan beldelerin arazileri de ganimet hakkın­daki şu âyet-i kerimenin genel hükmü altına girerler:

"Bilmiş olun ki, ganimet olarak aldığınız herhangi birşeyin beşte biri mutlaka Allah'a ve peygamber'e ve onun akrabasına, yetimlere yoksullara ve yolda kalmışla­ra aittir" [Enfal sûresi: 41]

Buna göre ganimet olarak alınan arazilerin beşte dördü gaziler arasında beşte biri ise, âyeti Kerime de bildirilen sınıflar arasında taksim edilir.

Hz. Ömer zamanın da birçok yerler fethedilince saha­be, Hz. Ömer'den bu fethedilen arazilerin gaziler arasında taksim edilmesini istediler. Fakat Hz. Ömer'e göre, bu fethedilen beldelerde ki Müslümanların geleceği, bu beldelerin idare edilmesi, işlerinin düzenlenmesi, bu beldelerde ki halkın menfaatlarının gerçekleştirilmesi için zaruri olan maddi ihtiyaçlar bu arazilerin taksim edilme­mesini, hatta bu gazilerden sonra gelecek kimselerin de bu arazilerden istifade etmelerini gerektiriyordu. Bu da, bu arazilerin ancak Müslümanların menfaatlerine vakfe-dilmesi ile mümkün olacaktı. Bundan dolayı Hz. Ömer: "Bu arazilerin sahiplerine bırakılması, bu arazilerden haraç alınması, alınacak haraçlardan müslümanlara atiyye verilmesi, ordunun iaşesinin karşılanması, kadıların ve memurların maaşlarının verilmesi, yetimlerin ve yoksul­ların ihtiyaçlarının giderilmesi" görüşünde olduğunu açıkladı.

Hz. Ömer'in bu görüşüne sahabeden Hz. Ali, Muaz b. Cebel, talha katıldılar, Abdurrahman b. Avf, Ammar b. Yasir, Bilal karşı çıktılar ve arazilerden beşte birinin ayrilip, ganimet âyetinde zikredilen sınıflar arasında, beşte dördünün ise gaziler arasında taksim edilmesini istediler.

Bazı âlimler: "İmam Ebû Yusuf un "Kitabul haraç" isimli eserinde rivayet ettiği gibi Hz. Ömer yaptığı bu işin doğru olduğuna şu âyeti Kerimeleri delil göstermiştir" dediler.

1 Ayeti Kerimeler şunlardır:

"(Bilhassa o ganimet), hicret eden fakirlere aitdir ki, onlar Allâh'dan bir fazıl ve ihsan ve hoşnutluk ararlar ve Allah'a ve peygamberine (mallarıyla canlarıyla) yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından (mahrum edile­rek) çıkarılmış-lardır. Bunların arkasından gelenler (şöyle) derler: "Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile daha önce bizi geçmiş olan (din) kardeşlerimizi yarlığa iman etmiş olanlar için kalplerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz, şübhesiz ki, sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin" [Haşr sûresi: 8-10]

Hz. Ömer'den bu âyeti Kerimeler hakkında şunlar nakledilmiştir. Hz. Ömer: "Bu arazileri size taksim edip sonra gelecek olan müslümanları nasıl hissesiz bırakırım" dedi. Bu arazileri sahiplerine vermeye ve arazilerden haraç, sahiplerinden de cizye almaya karar verdi.

Ebû Ubeyd Kasım b. Sellam "Kitabü'l-Emval" isimli eserinde fethedilen araziler hakkında gelen rivayetleri zikretmiş ve: "Resûlullâh (SAV) dan ve ondan sonra Hulefa-i Raşidinden gelen eserlere göre, fethedilen arazilerin hükmü üç kısımdır." demiştir.

a) Sahipleri müslüman olanların arazileridir ki, kendi­lerinin   mülkleridir.   Bunlar   öşür   arazileridir,   öşürden başka bir şey alınmaz.

b) Belli miktarda haraç alınmak üzere barış yapılan arazilerdir. Bu arazilerden belli miktar haraçdan başka bir şey alınmaz.

c) Harble alınan arazilerdir. İşte bu araziler hakkında Müslümanlar      ihtilaf     etmişlerdir.      Müslümanlardan bazıları: "bu araziler ganimet arazileri olup bu arazilerin beşte  biri  ayrılıp,  Allah  Tealânın  kitabında  açıkladığı sınıflar arasında taksim edilir,  beşte dördü  ise gaziler arasında taksim edilir." Demişlerdir. Müslümanlardan bazıları ise: "Böyle araziler hakkında verilecek hüküm devlet başkanına aittir. Devlet başkanı uygun görürse bu arazileri ganimet sayıp Resûlullâh (SAV) in Hayber'i fethettiğinde yaptığı gibi beşte birini ayırıp, beşte dördü­nü gaziler arasında taksim eder. Devlet başkam uygun görürse bu arazileri Hz. Ömer'in Irak toprakları fethedil-diğinde yaptığı gibi, bütün Müslümanlar namına vakıf olarak bırakır" demişlerdir.

Zeyd babası Eslem'den rivayet ettiğine göre, babası Eşlem demiştir ki: Ben Hz. Ömer'i dinledim. Şöyle diyordu: "Sonra gelecek olan müslümanlar olmasaydı, fetholunan her beldeyi ve köyü Resûlullâh (SAV) in Hayber'i taksim ettiği gibi gaziler arasında taksim ederdim." [Bu hadisi Buhâri rivayet etmiştir] yani Hz. Ömer'in Irak topraklarını taksim etmemesi kendi içtihadıdır. Bilal Ömer b. Hattab'a "Harble aldığımız arazinin beşte birini ayır, beşte dördünü biz gaziler arasında taksim et, " dedi. Hz. Ömer "Hayır bu arazi devamlı gelir kaynağı olarak kalacaktır. Ben bu araziyi vakıf olarak bırakacağım. Gelirinden hem gaziler, hemde Müslümanlar istifade edeceklerdir." dedi. Bunun üzerine Bilal ve onun arkadaşları: "Bu araziyi biz gaziler arasına taksim et" diye İsrar ettiler.

Hz. Ömer: "Ya Rabbi! Beni bilal'den ve arkadaşların­dan kurtar" diye dua etti.

Hz. Ömer Irak ve diğer fethedilen yerlerin arazilerini gaziler arasında taksim etmeyip Müslümanlara ve nesillerine bir% gelir kaynağı olmak üzere vakıf olarak bırakmıştır. Bu görüşü Hz. Ömer'e, Ali b. Ebû Talib ile Muaz b. Cebel teklif etmişlerdir.

İmam Malik bu görüşü almış ve: "Fethedilen yerler gaziler arasında taksim edilmeyip vakıf olmak üzere Beytülmala bırakılır, haracı, ordunun erzakı, köprülerin ve mescidlerin yapılması gibi müslümanların menfaatlarında harcanır. Ancak devlet başkanı arazilerin taksimini uygun görürse taksim edebilir" demiştir.

İbn-i Kayyım bu görüşü sahabenin cumhurundan nak­ledip, tercih etmiş ve : "Bu görüş Hulefa-i Raşidinin gidişatıdır" demiştir.

Harble alınan araziler hakkında devlet başkanı muhay­yerdir, isterse araziyi ganimet sayıp beşte birini ayırdıktan sonra, beşte dördünü gaziler arasında taksim eder, dilerse o araziyi müslümanlann gelir kaynağı olmak üzere vakıf olarak bırakır.

Ebû Ubeyd: "Fethedilen arazi hakkında iki görüş var­dır: ya taksim edilir veya beytülmala vakıf olarak bırakı­lır. Bu iki hükümden birini tercih etmek devlet başkanına aittir" demiştir.

Nitekim Süfyan: bu fethedilen arazide iki hükümden biri uygulanır. Resûlullâh (SAV) in fethedilen arazi hakkında yaptığı taksim, Hz. Ömer'in fethedilen araziyi vakıf olarak bırakmasını reddetmez. Çünkü Resûlullâh (SAV), Allah Tebareke ve Tealâ'mn kitabından bir âyete tabi olup onunla amel etmiş, Hz. Ömer ise başka bir âyet'e tabi olup onunla amel etmiştir.

Bu iki âyetten biri müslümanlann Müşriklerden aldık­ları malların ganimet olması hakkında, diğeri ise Müşrik­lerden aldıkları malların fey olması hakkında muhkem (kesin)dir.

Nitekim Allah Tebareke ve Tealâ: "Bilmiş olun ki, ganimet olarak aldığınız herhangi birşeyin beşte biri mutlaka Allah'a, peygambere ve onun akrabasına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir." [Enfal sûresi: 41] buyurmuştur. İşte bu âyet ganimet âyetidir. Bu âyet Kafirlerden alınan ganimet mallarının bütün müslümanlara ait olmayıp, gazilere ait olduğunu ifade etmektedir. Resûlullâh (SAV) bu âyetle amel etmiştir.

Yine Allah Azze ve Celle: "Allah'ın (fethedilen) belde­ler hakkından peygamberine verdiği ganimet Allah'ın peygamberin akrabasının yetimlerin yoksulların ve yolda kalmış kimselerindir. Taki o mal sizden zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden men ederse ondan geri durun. Allâh'dan sakının. Doğrusu Allah'ın cezalandır­ması çetindir. Allah'ın verdiği bu ganimet mallan bilhassa, yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allâh'dan bir lutüf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden muhacir fakirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır. Daha önceden medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine iman yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler, onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler, kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerin­den önde tutarlar, nefsinin tamahkarlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir. Onlardan sonra gelenler, "Rabbimiz! Bizi ve bizden Önce inanmış kardeşlerimizi bağışla, kalbimizde Müminlere karşı kin bırakma, rabbimiz! Şübhesiz sen şefkatlisin, merhametli­sin" derler. [Haşr sûresi: 7-8^9-10] buyurmuştur.

İşte bu âyet, ganimet âyetidir. Ganimet olarak alınan mallar ve o malların sınıfları zikredilince Hz. Ömer bu

âyetle amel ederek o malların taksim edilmeyip gelirin­den ve o zaman mevcüd olan müslümanların ve sonra gelecek olan müslümanların istifade etmeleri için vakıf olarak bırakılmasına karar verdi. Bu âyeti delil göstererek Irak topraklarının vakıf olarak bırakılması görüşünü Hz. Ömer'e, Hz. Ali ile Muaz b. Cebel bildirmişlerdir. Allah Tealâ herşeyi daha iyi bilir.

İmam Ebû Yusuf un "Kitabü'İ-Harac" isimli eserinin ganimet ve haraç faslında verdiği bilgi, Ebû Ubeyd'in zikrettiği son manayı açıklamaktadır. Şöyle ki: Harb yoluyla bir yer alınınca o yer hakkında devlet başkanı muhayyerdir. O yeri ya gaziler arasına taksim eder veya gelirinden bütün Müslümanların istifade etmeleri için vakıf olarak bırakır. İşte Hz. Ömer vakıf olarak bırakmış­tır.

İmam Ebû Yusuf Muhammed b*. İshak'dan o da Zühri'den rivayet ettiğine göre, Irak fethedilince arazisi­nin taksim edilip edilmemesi konusunda Hz. Ömer halkla istişare etti, halk taksim edilmesi görüşündeydi. Bilal İsrarlı bir şekilde taksim edilmesini istiyordu. Hz. Ömer'in görüşü ise sahiplerine bırakılarak taksim edilmemesi yönünde olduğundan "Ya Rabbi! Bilal ve arkadaşlarından beni kurtar" diye dua etti.

Bu görüş ayrılığı iki veya üç gün sürdükten sonra Hz. Ömer: "Ben delil buldum" dedi. Nitekim Allah Tealâ kitabında buyurdu ki: "Allah'ın onların mallarından peygamberine vereceği ganimete gelince, siz ona ne at koşturdunuz ne de deve! Lakin Allah peygamberlerini dilediği kimselere musallat eder. Allah her şeye kadirdir" [Haşr sûresi: 6] Resûlullâh (SAV) in Yahudi kabilesi olan Beni Nadır'ın işini bitirdiği gibi.

Sonra Allah Tealâ buyurdu ki: "Allah'ın (fethedilen) beldeler halkından peygamberine verdiği ganimet, Allah'ın, Peygamberinin, akrabasının, yetimlerin, yoksulların ve yolda kalmış kimselerindir. Ta ki o mal sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın. Bir de peygamber size ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti ise ondan vazgeçin. Allah'tan korkun çünkü Allah şiddetli azap sahibidir." [Haşr sûresi: 7] bu âyeti Kerime kafirlerden alman beldeler ve köyler hakkında umumidir.

Sonra Allah Tealâ buyurdu ki: "Allah'ın verdiği bu ganimet malları, bilhassa, yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah'tan bir lutüf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden muhacir fakirlerin­dir. İşte doğru olanlar bunlardır." [Haşr sûresi: 8] bu âyeti Kerime muhacirler hakkında olup ancak Allah Tealâ yalnız bunlarla yetinmeyerek başkalarını da ortak edip buyurdu ki: "Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine iman yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler, onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı hissetmezler, kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar, nefsinin tamahkarlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir." [Haşr sûresi: 9] bu âyeti kerime bize ulaştığına göre Ensar hakkında olup yine bunlarla da yetinmeyip Rabbimiz diğerlerini de ortak edip buyurdu ki: "Bunların arkasından gelenler şöyle derler: "Rabbimiz! Bizi ve imân ile daha önce bizi geçmiş (din) kardeşlerimizi bağışla, kalblerimizde iman edenlere karşı kin bırakma, Rabbimiz! Şübhesiz sen şefkatlisin, merha­metlisin" derler. [Haşr sûresi: 10] buyurmuştur. Bu âyeti Kerime muhacirlerden ve Ensardan sonra gelecek olan bütün müslümanlar hakkındadır. Hz! Ömer bu âyeti kerimeleri delil getirerek dedi ki: "Bu arazinin geliri bütün müslümanlar arasında ortak olması lazım gelir. Bu durumda bu araziyi gaziler arasında taksim edip de sonra gelecek olanları hissesiz bırakmamız nasıl caiz olur?" bunun üzerine bu arazinin sahiplerine bırakılmasına ve haraç alınmasına karar verildi.

İmam Ebû Yusuf demiştir ki: Hz. Ömer'in bu araziyi gaziler arasında taksim etmemesindeki muvaffakiyetinin sebebi kendisine Cenabı hakkın kitabındaki bu âyetlerin manasını ilham buyurmasıdır. Bunda bu arazilerden alman haracın bütün müslümanlara ait olması vardır. Haracın toplanmasında ve gerekli olan yerlerde kullanıl­masında bütün müslüman cemaatlerin menfaatleri vardır. Şayet orduya erzak ve insanlara atiyye vermek için bu arazi vakıf olarak bırakılmasaydı, sınırlar tamir edilemez, cihada gitmesi için ordu hazırlanamaz, fethedilen memle­ketlerde ordu bulundurulamaz, kafirlerin tekrar ülkelerine dönmelerinden emin olunamazdı. Hayrın nerede olduğu­nu Allah Tealâ daha iyi bilir.

Ebû Ubeyd'den nakledilen diğer bir görüşe göre, Hz. Ömer Irak'ı fetheden gazileri hoşnut ettikten sonra ırak arazisini haraç arazisi olarak bıraktı. Çünkü bu arazi, âyeti Kerimenin delaleti ile gazilerin hakkıdır. Hz. Ömer onların gönüllerini hoşnut etmemiş olsaydı, onları haklarından mahrum bırakması doğru olmazdı. [59]

 

2) İçkinin Haddi (Cezası):

 

Hz. Ömer halife olmadan önce içki içenin cezası takdir ve   tayın   edilmiş   belli   bir   sayısı   olmaksızın   ellerle, ayakkabılarla, elbisenin kenarlarıyla vurmaktan ibaretti. Çünkü Resûlullâh içki içenin cezasını (vurulacak dayağın sayısını) tayin etmemiştir.

Hz. Ömer halife olup, içki kullanma işi fazlalaşınca, insanlarla istişare etti, Abdurrahman b. Avf: "Hadlerin (şer'i cezaların) en hafifi seksen değnektir" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer onu emretti.

es-Saib b. Yezid'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Resûiullâh (SAV) devrinde, Hz. Ebû Bekir'in halifeliği devrinde ve Hz. Ömer'in halifeliğinin ilk başlarında içki içen bir kimse bize getiriliyordu, onun etrafında toplanıp ellerimizle, ayakkabılarımızla, hırkalarımızla dövüyor­duk. Hz. Ömer'in halifeliğinin sonlarında Hz. Ömer sarhoşa kırk değnek vurdurdu. Nihayet insanlar içki içmek ve fesat çıkarmakta ileri gittikleri zaman Hz. Ömer sarhoşlara seksen değnek vurdurdu" [Bu hadisi şerifi Buhâri ve İmam Ahmet rivayet etmiştir. ]

Hz. Ali'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "ben bir kimseye had (şer'i ceza) uygularda bu sebeple ölürse ona acımam! Yalnız sarhoşa had vururken ölürse muhakkak onun diyetini veririm. Çünkü Resûlullâh (SAV) sarhoşun cezası hakkında sayısı belli bir had (şer'i ceza) tayın etmedi" [Bu hadisi şerifi -Buhâri ile Müslim rivayet etmişlerdir. ]

Hz. Ömer kendi devrinde insanların içki içmeye düş­künlüklerini ve içki cezasını az bulduklarını görünce her konuda adeti olduğu gibi bu konuda da sahabe ile istişare etti. sahabeden bazıları ona "sarhoşlara seksen değnek vurdurmasını, çünkü seksen değnek hadlerin en hafifi olan iftira haddi olduğunu" bildirdiler. Bunun üzerine Hz. Ömer de onu emretti.Enes b. Malik'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Resûlullâh (SAV) a içki içmiş bir adam getirildi de ona iki hurma dalı ile kırk kadar dayak vurdurdu. " Enes "bunu Hz. Ebû Bekir tatbik etti. Hz. Ömer halife olunca insanlarla istişare etti de, Abdurrahman b. Avf: "hadlerin en hafifi olan seksen (değnek) i vur!" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer de onu emretti" [Bu hadisi şerifi Buhâri ile Müslim rivayet etmiştir.] lafız Müslimin'dir.

İbn-i Dakik İyd demiştir ki: "Bunda hükümler hakkın­da istişare edileceğine ve hükümlerde İctihad ile .amel edileceğine dair delil vardır"

Denildi ki: Hz. Ömer'e sarhoşa seksen değnek vurul­masını bildiren Ali b. Ebû Talib idi.

Kıyas ve İstihsan ile hüküm vermenin caiz olduğunu kabul eden âlimler bunu delil olarak gösterdiler.

İmam Malik "el-Muvatta" isimli eserinde şu hadisi şerifi tahric etmiştir: "Hz. Ömer, içki hakkında istişarede bulundu. Ali b. Ebû Talib, Hz. Ömer'e "sarhoşa seksen değnek vurulması kanaatindeyiz. Çünkü bu adam içerse sarhoş olur, sarhoş olursa saçmalamaya başlar, saçmaladı mı iftira eder" dedi. Hz. Ömer bunun üzerine içki içene seksen değnek vurdurmağa başlamıştır. "

ibn-i Hacer: "Bu hadis münkatidir." demiştir. Nesei ile Tahavi ise: "Bu hadis muttasıldır. " Demişlerdir.

İbn-i Hazım bu hadisi inkar ederek: "Bu hadisin mana­sı kabul edilemez, çünkü bu hadis de sarhoş saçmaladı mı iftira eder denilmektedir. Halbuki saçmalayan kimsenin sözü iftira sayılmaz. Zira o kimsenin kasdı yoktur, kasıdsız söz iftira olmaz" demiştir.

Sahih ve sabit olan hadisi şerife göre, Hz. Ömer'e sarhoşlara seksen değnek vurulmasını bildiren Abdurrahman b. Avf dır. Nitekim bu hadisi şerifi Buhâri ile Müslim rivayet etmiştir.

Hz. Ömer'in halk ile istişarede bulunmasının sebebi Ebû Davud ile Nesei'nin tahric ettikleri bir rivayete göre: Halid b. Velid'in, Hz. Ömer'e "Halk içkiye düştü, cezayı hiçe sayıyorlar" diye yazması olmuştur. Hz. Ömer'in yanında muhacirler ve ensar bulunuyordu. Meseleyi onlara sordu, hepsi seksen değnek vurulmasında icma ettiler. Bu icma rivayeti orada hazır bulunanların icma'i dır. Çünkü içkinin haddi hakkında ihtilaf vardır. Bu ihtilaf âlimler arasında hala devam etmektedir. [60]

 

3) Riba (Faiz) Bahsi:

 

Riba iki kısımdır: Riba-i fazl, Riba-i Nesie. Riba-i fazl: tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın kendi cinsi karşılı­ğında peşin olarak ziyadesiyle satılmasıdır. Beş ölçek buğday verip, altı ölçek buğday almak veya ikiyüz gram altın verip ikiyüz üç gram almak gibi.

Riba-i Nesie: bu da tartılan veya ölçülen şeylerin birbi­ri karşılığında veresiye olarak ziyadesiyle değiştirilmesi­dir. Kışın yirmi ölçek buğday verip, harman zamanı yirmibeş ölçek buğday almak gibi.

Allah Tealâ ribayı şu âyeti Kerimesiyle haram kılmış­tır: "Halbuki Allah alış verişi helal, ribayı (faizi) haram kılmıştır" [Bakara sûresi: 275]

Allah ve Resulü tarafından faizcilere harb ilan edilmiş­tir: "Ey iman edenler! Allâh'dan korkun ve eğer gerçek Müminlerseniz  faiz hesabından kalanı  almayın.  Bunu yapmazsanız o halde Allah ve Resulünden (ilan edilmiş) bir harb bulunduğunu bilin. Eğer tevbe ederseniz serma­yeleriniz sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ve haksızlı­ğa uğramamış olursunuz. Şayet borçlu sıkıntıda ise o halde (avucu) genişleyinceye kadar ona mühlet verin. Bununla beraber eğer bilirseniz alacağınızı sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır" [Bakara süresi: 278-279-280]

Cahiliyyet devrinde bilinen faiz, ziyade almak şartıyla, vadeli borç vermekti. Alınan ziyade, vakitten beklediği müddetin karşılığı idi. Bundan dolayı bu faize "Riba-i Celi=açık faiz" veya "Riba-i düyun" borç faizi" veya "Riba-i nesie= geciktirme faizi" denir. Bu şekildeki Riba'nın haram olmasında ihtilaf yoktur. İşte bugün dünyanın her yerinde bankaların umumiyetle yaptıkları faizcilik budur. Allah Tealâ bunu Müslümanlara ve diğer milletlere haram kılmıştır.

Riba-i fazl-ın haram olmasında ihtilâf vardır. İbn-İ Abbas: "Haram kılınan faiz, veresiye olan faizdir. Riba-i fazl caizdir, bu haram değildir" demiştir. Ona bu konuda Üsame b. Zeyd, Zeyd b. Erkam, İbn-i Zübeyr gibi bazı sahabiler katılmışlardır.

İbn-i Kudame "el-Muğni" isimli eserinde demiştir ki: Riba-i fazlın haram olup olmamasında sahabe arasında ihtilaf vardır.

Rivayet edildiğine göre, İbn-i Abbas, Usame b. Zeyd, Zeyd b. Erkam ve İbn-i Zübeyr, Resûlullâh (SAV) in: "Veresiyeden başka faiz yoktur" ve: "Faiz ancak veresi­yede vardır." Hadis-i şeriflerini delil getirerek Riba-i fazl'daki ziyadenin haram olmadığım ve Riba-i nesie deki ziyadenin haram olduğunu söylemişlerdir.  Sonra İbn-i

Kudame devam ederek şöyle demiştir: "Peşin faiz haram değildir, veresiye faiz haramdır" diye meşhur olan söz, İbn-i Abbas'ın sözüdür. İbn-i Abbas bu sözünden cemaatın peşin faizde haramdır, veresiye faizde haramdır sözüne dönmüştür. [İbn-i Abbas'ın delil getirdiği hadisle­ri Buhâri ile Müslim rivayet etmiştir.]

Ubade b. Samit'den rivayet edildiğine göre, Resûlullâh (SAV): "Altının altınla, gümüşün gümüşle, buğdayın buğday ile, arpanın arpa ile, hurmanın hurma ile, tuzun tuzla, satışı miktar fazlalığı olmadan, misli misline ve elden ele derhal verip almakla yani veresiye değil peşin olarak yapılır. Cinsleri değişirse peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satın" buyurmuştur.

Ebû Said-i Hudri'nin rivayetinde: "kim fazla alır veya fazla verirse muhakkak faiz yapmış olur. Faizi alan da veren de günah da eşittir" buyurulmuştur. [Bu hadisi Buhâri ile Müslim rivayet etmişlerdir. ]

Riba-i fazl-ın (peşin faizin) haram olması hakkında tabiinin kesin olarak icmaı vardır. Bu icma İbn-i Abbas ve diğerlerinin sözlerini geçersiz kılmıştır. [61]

 

4) Üç Talakla Boşama:

 

Ömer b. Hattab daha önce bir defada üç talakla boşa­mak, bir talakla boşamak sayılırken bunu üç talakla boşamak saydı.

İmam Müslim "sahih" isimli eserinde Tavüs'dan o da İbn-i Abbas'dan rivayet etmiştir. İbn-i Abbas demiştir ki: Resûlullâh (SAV) ile Hz. Ebû Bekir devrinde ve Hz. Ömer'in hilafetinin ilk iki senesinde bir defada üç talakla boşamak, bir talakla boşamak sayılıyordu. Sonra Ömer b.Hattab: "insanlar gerçekten acele etmemeleri gereken bir işde acele etmektedirler, bunu onlara geçerli saysak ya?" dedi. Ve ashab-ı kiramı toplayıp istişare ettikten sonra bunu geçerli saydı.

Bir rivayette Ebü's-Sahba, İbn-i Abbas'a: "Bize bir şeyler anlat bakalım. Resûlullâh (SAV) ile Hz. Ebû Bekir devrinde üç talakla boşamak, bir talakla boşamak sayılmaz mıydı?" dedi. İbn-i Abbas: "evet öyle idi. Fakat Hz. Ömer'in hilafet zamanında insanlar talaka düşkünlük gösterince o da, o zamana kadar bir defada üç talakla boşama bir talak sayıldığı halde onu üç talak saymıştır. Senin de bildiğin gibi Hz. Ömer insanların bir defa da üç talakla boşamalarını menetmek için böyle yaptı. Çünkü insanlar Allah Tealâ'nın kendilerine yasakladığı şeye düşkünlük göstererek bu cezayı hak ettiler. Hak ettikleri cezanın gereği kendilerine uygulandı. Çünkü sünnet üzere boşamada karı ile kocaya anlaşma fırsatı verilir. Şöyle ki: karısı hayız'dan temizlenince onunla cinsi yakınlıkta bulunmadan onu bir talakla boşar ve iddeti son buluncaya kadar onu terk eder" diye cevap verdi.

Bir defada üç talakla boşamanın üç talakla boşanmış sayılması konusunda sahabe ittifak etmemişlerdir. Bu konuda sahabe'nin çoğunluğu Hz. Ömer'e katılmışlar fakat Hz. Ali, Ebû Musa, İbn-i Abbas, Zübeyir b. Avvam, Abdurrahman b. Avf, gibi bir kısım sahabe bu konuda Hz. Ömer'e karşı çıkmışlardır.

Bu konuda âlimlerin değişik görüşleri vardır. Meşhur olanlar şunlardır:

Birinci görüş: Bir adam karısını bir sözle üç talakla boşarsa, karısına cinsi yakınlıkta bulunmuş olsun veya olmasın üç talakla boş olur.

İkinci görüş: Bir adam, karısını bir sözle üç talakla boşarsa, karısına cinsi yakınlıkta bulunmuş olsun veya olmasın bir talak boş olur.

Üçüncü görüş: Bir adam, karısını bir sözle üç talakla boşarsa, karısına cinsi yakınlıkta bulunmuşsa üç talak, bulunmamışsa bir talak boş olur.

Dördüncü görüş: Bir adam, karısını bir sözle üç talakla boşarsa, boş olmaz, çünkü bu şekilde boşamak bid'attır, haramdır. [62]

 

5) Teravih Namazı:

 

Ramazanda Teravih namazına insanları toplayan Hz. Ömer'dir.

Resûlullâh (SAV) in Ramazanda Teravih namazını kıldığı ve sahabesine cemaatle kıldırdığı ve sonra onlara farz kılınmasından korktuğu için mescide çıkmadığı rivayet edilmiştir.

Resûlullâh (SAV) in zamanında, Ebû Bekir'in hilafeti zamanında, Ömer'in hilafetinin ilk zamanlarında insanlar teravih namazım tek başına kılıyorlardı.

Hz. Ömer bir ramazan gecesi çıktı, mescidde insanların dağınık olarak teravih namazı kıldırdıklarını gördü ve: "Bunları bir imam'ın arkasında toplasam ya!" dedi. Übey b. Kab'a ramazanda cemaate namaz kıldırmasını emretti. Sonra Hz. Ömer başka bir gece çıktı, insanların Übeyy b. Kab'ın arkasında cemaat olduklarını görünce, memnun oldu. Nitekim Hz. Ömer ramazanda ve ramazanın dışında onbir rekat olan nafile namazı yirmi rekata veya daha fazlaya çıkarmıştır. Fakat teravih namazının yirmi rekat olmasında ittifak yoktur.

Buhâri ve Müslim'de, Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre, "Resûlullâh (SAV) geceleyin (evden) çıkarak mescidde namaz kıldı. Bazı kimselerde onun namazına uyarak namaz kıldılar. Derken halk bu mesele üzerine konuşmaya başladılar. Bu yüzden öncekinden daha çok cemaat toplandı, Resûlullâh (SAV) ikinci gece dahi mescide çıktı ve cemaat (yine) bunun üzerine konuşmaya başladılar derken üçüncü gece mescidin cemaatı çoğaldı Resûlullâh (SAV) yine çıkarak cemaate namaz kıldırdı, dördüncü gece olunca artık mescid cemaatı almaz oldu. Resûlullâh (SAV) cemaate çıkmadı. Nihayet sabah namazına çıktı. Sabah namazını eda edince cemaate doğru döndü, sonra şehadet getirerek şöyle buyurdu: "Bundan sonra (malumunuz olsun ki) geceki durumunuz bana gizli kalmış değildir. Fakat ben gece namazı size farz kılınır da onu kılamazsınız diye endişe ettim." Müslimin rivayetinde sahabenin Resûlullâh (SAV) a uyarak cemaat halinde kıldıkları namaz ramazan da idi. Buhâri'nin rivayetinde Resûlullâh (SAV) vefat etti, bu mesele bu minval üzere kaldı.

Buhâri'nin Abdurrahman b. Abdü'l-Kari'den rivayet ettiğine göre, Abdurrahman demiştir ki: Ömer b. Hattab ile birlikte bir ramazan gecesi çıkıp mescide gittik. Bir de ne görelim. İnsanlar darmadağınık olarak mescidde teravih namazı kılıyorlardı. Kimi tek başına kılıyor, kimi de arkasında kendisine uyan cemaate kıldırıyordu. Bunu gören Hz. Ömer: "bunların tek bir imam arkasına topla-sam daha iyi olur sanıyorum" dedi ve buna karar verdi. Ertesi günü Übeyy b. Kab'ı teravih imamı tayın edip cemaatı onun arkasına topladı. Teravih namazı böylece cemaatle kılınmaya başlandı. Başka bir gece yine Ömer b. Hattab'la mescide çıktım. İnsanlar imamları Übeyy b. Kab' ile beraber namaz kılıyorlardı. Hz. Ömer: "Şu teravihin böyle cemaatle kılınması her bakımdan ne güzel bid'at (adet) oldu." diye sevincini açıkladı. Ve: "Fakat namazlarını gecenin sonuna bırakıp da şimdi uyuyanlar, şimdi namaz kılanlardan daha efdaldirler" sözünü de ilave etti. Hz. Ömer bu namazın gecenin sonunda kılın­masının efdal olduğunu kastediyordu. İnsanlar ise gecenin evvelinde kılıyorlardı.

Hafız İbn-i Hacer "el- Feth" isimli eserinde demiştir ki: "bid'at aslında daha önce benzeri bulunmayan bir şeyin ihdas edilmesi ve ortaya konulmasından ibarettir. Şeri'atta bid'at, sünnete zıd ve aykırı olan şeye denir. Bu bid'at mezmum (yerilmiş ve kötü)dür. Gerçek şudur ki, eğer bid'at şeri'atta güzel görünen bir şeyin altına giriyorsa o bid'at iyidir. Eğer bid'at şeriatta çirkin görülen bir şeyin altına giriyorsa o bid'at kötüdür çirkin­dir. Eğer bid'at şeriatta güzel görülen veya çirkin sayılan şeylerden hiçbirinin altına girmiyorsa o bid'at mubah kısmındandır. Bazı âlimlere göre, bid'at, beş kısma ayrılır. "

imam Malik'in "Muvatta" ında Yezid b. Rûman'dan rivayet edildiğine göre, "İnsanlar Hz. Ömer zamanında ramazanda teravih namazını yirmi üç rekat kılıyorlardı"

Buhâri ve diğer hadis kitaplarında Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre, Hz. Aişe demiştir ki: "Resûlullâh (SAV) ramazanda ve başka zamanlarda (geceleyin) onbir rekattan fazla namaz kılmazdı. Dört rekat kılar, artık o dört rekatın güzelliğini ve uzunluğunu sorma! Sonra dört daha kılar. Bunlarında güzelliğini ve uzunluğunu sorma! Sonra üç rekat kılardı. "

Hz. Ömer, Resûlullâh (SAV) in ramazanın üç gecesin­de mescidde kendine uyarak namaz kılanlara ses çıkar­mamasından teravih namazının cemaatle kılınmasının meşru olduğunu çıkarmıştır.

Resûlullâh (SAV), insanlara teravih namazının farz kılınmasından endişe ettiği için cemaate kıldırmaya devam etmedi. Resûlullâh (SAV) vefat edince teravihin farz kılınma endişesi kalmadı. Teravih namazını herkesin kendi başına kılması birlik ve beraberliklerine zarar vereceğinden korktuğu için Hz. Ömer teravihin cemaatle kılınmasını uygun gördü. Zira bir imamın arkasında cemaat olarak toplanmak namaz kılanlardan birçoğunun neşesini arttırır. [63]

 

6) Eşlerden Birinin Hür, Diğerinin Hür Olmaması Halinde Talakın Adedi:

 

Sahabe eşlerden birinin hür olup, diğerinin hür olma­ması halinde talakın adedinin iki veya üç olması erkeğe göre midir, yoksa kadına göre midir? Bu konuda ihtilaf etmişlerdir.

Osman b. Affan, Zeyd b. Sabit, Ömer b. Hattab ve İbn-i Abbas: Talakın adedi erkeklere bağlıdır. Çünkü boşayan ve nikah bağını ellerinde bulunduran onlardır. Bundan dolayı hür olan bir erkeğin talakının adedi üçtür. Karısı gerek hürre olsun, gerekse cariye olsun. Köle olan bir erkeğin talakının adedi ikidir. Karısı gerek hürre olsun gerekse cariye olsun. Bu yüzden bir köle, hürre olan karısını  iki talakla boşadığında kendisine haram olur" demişlerdir.

Hz. Ali ve İbn-i Mes'ûd bunlara karşı çıkarak: "Tala­kın adedi kadınlara bağlıdır, hürreler hakkında üç, cariyeler hakkında ikidir. Çünkü boşama işi kadınlar üzerine uygulanır. Bundan dolayı hür olan bir erkek cariye olan karısını iki talakla boşadığında kendisine haram olur" demişlerdir. [64]

 

7) Kocası Vefat Eden Hamile Kadının İddeti:

 

Allah Tealâ: "Kadınlarınızdan hayızdan kesilenler hakkında şüphelendinizse onların iddeti üç aydır. Henüz hayız görmiyenler de öyle. Hamile kadınların iddetleri ise çocuklarını doğurmaları ile biter. " [Talâk sûresi: 4] ve: "Sizden vefat edenlerin geride bıraktıkları eşleri kendilik­lerinden dört ay on gün beklerler." [Bakara sûresi: 234] buyurmuştur.

Resûlullâh (SAV) in ashab-i kiramından bazıları: "Al­lah Tealâ: "Boşanan kadınlardan hamile olanların iddeti doğurmalarıdır ve kocaları ölen kadınların iddeti de dört ay on gündür" diye zikretti. Buna göre, kocası ölen hamile bir kadın, ölüm iddeti' ile doğum iddetini beraber bekler. Yani; bu kadın iki iddetten hangisi uzun sürerse onu bekler. Çünkü doğurmakla iddetin bitmesi hakkında­ki âyet, yalnız boşanan kadınlar hakkındadır" demişlerdir.

Rivayet edildiğine göre, bu görüşte olanlar Hz. Ali, İbn-i Abbas ve Ebü'n-NaiPdir.

Ashab-ı kiramdan diğerleri ise: "Kocası ölen hamile bir kadının iddeti doğum yapması ile biter." demişlerdir.

İbn-i Mes'ud'dan rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Her kim isterse onunla iddiaya girerim ki, "Kısa Nisa sûresi (yani talak sûresi) uzun Nisa süresinden (Bakara sûresin­den) sonra inmiştir." Bunun izahı: Talâk süresindeki "Hamile kadınların iddetleri doğum yapmalarıyla biter" âyeti, kocası ölen kadının iddetini bildiren "içinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşler kendi kendilerine dört ay on gün beklerler" âyetinden sonra inmiştir. Bu sebeble kocası ölen hamile kadın çocuğunu doğurunca evlenmesi helal olur.

Ümmü Seleme'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Eslam kabilesinden Sübey'a kocasının nikâhında idi, o hamile iken kocası öldü. Bunun üzerine Ebü's-Senâbil b. Ba'kek onunla evlenmek istedi. Fakat Sübey'a onunla evlenmeyi kabul etmedi Ebü's-Senâbil, Sübey'a'ya "Sen ölüm iddeti ile hamile iddetinden hangisi uzun sürerse onu beklemeden evlenmen doğru değildir" dedi. Sübey'a on gün kadar bekledi, sonra doğum yaptı, sonra Resûlullâh (SAV) a gelerek durumunu sordu. Resûlullâh (SAV): "Evlen" buyurarak evlenmesine izin verdi. "

Diğer bir rivayette Sübey'a demiştir ki: "Resûlullâh (SAV), bana çocuğumu doğurduktan sonra evlenmemin helal olduğunu söyledi ve talibin çıktığında evlen" buyurdu. [Bu hadisleri Buhâri, Müslim, Nesei rivayet etmişlerdir. [65]

 

8) İlâ'da Talâkın Meydana Gelmesi Vakti:

 

İlâ lûgatta, mutlak surette yemin manasına gelir. Şeri'atta ise, bir kimsenin karısına dört ay veya daha fazla yaklaşmayacağına   yemin   etmesidir.    Nitekim   Teâla Hazretleri: "Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer (yeminlerinden) dönerlerse bilsinler ki, Allah çok bağışlayıcı ve merha­metlidir, (yok) eğer boşamaya karar verdi iseler (onu yerine getirsinler) şübhesiz Allah işitici ve bilicidir." [Bakara sûresi: 226-227] buyurmuştur.

Sahabeden birçokları: "Dört ay geçince ilâ'yı yapan durdurulur ya karısına döner veya onu boşar" demişlerdir. Buhâri'nin rivayet ettiğine göre, bu görüş, îbn-i Ö-mer'indir. Yine Buhâri: "Bu görüş, Hz. Osman, Hz. Aii, Ebü'd-Derda, Hz. Aişe ve oniki sahabeden rivayet edilmiştir" demiştir. Sahabeden diğerleri ise, "dört ay bitince talâk vaki olur. " demişlerdir. Bu görüş ise îbn-i Mes'ûd, Zeyd b. Sabit ve Hz. Ali'nin görüşüdür.

İbn-i Ömer'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Dört ay geçince ilâ'yı yapan boşayıncaya kadar durdurulur. Boşamadıkça karısı boş olmaz." [Bu hadisleri Buhâri, rivayet etmiştir.]

Yine Buhâri "Hz. Osman. Hz. Ali, Ebü'd-Derda Hz. Aişe ve sahabeden oniki zatında bu görüşde oldukları rivayet edilmiştir." demiştir.

Ahmet b. Hanbel'in rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz, Ali ve İbn-i Ömer: "Karısına dört ay yaklaşmamaya yemin eden kimse dört ay geçtikten sonra durdurulur; ya karısına döner veya onu boşar" demişler­dir. Taberi'nin rivayet ettiğine göre, Hz. Ali, Ibn-i Mes'ûd, Zeyd b. Sabit: "dört ay geçip karısına dönmediği takdirde, karısı talâk-ı bain ile boş olur" demişlerdir. Bunun benzeri İbn-i Abbas'dan da rivayet edilmiştir.

İlâ'yı yapanın "durdurulması" ile ya karısına dönmesi veyahut onu boşaması murad edilmiştir. [66]

 

9) Üç Talâkla Boşanan Kadına Nafaka Ve Mesken Verilip Verilmemesi:

 

Ömer b. Hattab "üç talakla boşanan kadına nafaka ve mesken verilir" diye fetva vermiştir. Kays'ın kızı Fatıma beni kocam üç talâkla boşadıktan sonra Resûlullâh (SAV)a gittim. Resûlullâh bana: "senin ondanafaka ve mesken hakkın yoktur" buyurdu. Fatıma'mn bu hadisi Hz. Ömer'e anlatınca Hz. Ömer: "Biz bellediğini ve unuttuğunu bilmediğimiz bir kadının sözü ile ne Rabbimizin kitabını bırakırız ne de peygamberimizin sünnetini!" demiştir. Nitekim Allah Tealâ: "Onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasmlar, meğer ki, açık bir edepsizlik yapmış olsunlar" [Talâk sûresi: 1]

Sahabeden bazıları: "Kays'ın kızı Fatıma'nm hadisini delil göstererek üç talâkla boşanan, kadının nafaka ve mesken hakkı yoktur" demişlerdir.

Kays'ın kızı Fatıma'nm hadisinde şu ifadeler vardır: Kocası, Fatıma'yı gıyaben talâk-ı bain ile boşamış da vekili ile ona arpa göndermiş Fatıma buna razı olmamış. Fakat vekili: "Vallahi senin bizde hiçbir hakkın yoktur" demiş. Bunun üzerine Fatıma Resûlullâh (SAV) a gelerek bu meseleyi ona anlatmış. Resûlullâh (SAV) da: "Senin onda nafaka ve mesken hakkın yoktur" buyurmuş ve iddetini Ümmü Şerik'in evinde geçirmesini emretmiş.

Sahabeden bazıları da: "Üç talâkla boşanan kadına nafaka ve mesken verilmez ancak hamile olursa verilir. Çünkü Cenab-ı Hak "eğer hamile iseler çocuklarını doğuruncaya kadar nafakalarını verin" buyurmuştur" demişlerdir.

Bu meselenin incelenmesi: bir kimse karısını boşadığı vakit ya talâk-ı ric'i ile boşar veya talâk-ı bain ile boşar. Eğer talâk-ı ric'i ile boşamışsa boşanan kadına ittifakla nafaka ve mesken verilir. Çünkü talâk-ı ric'ide nikah mülkü devam etmektedir. Eğer talâk-ı bain ile boşamışsa boşanankadına bakılır, eğer hamile ise ittifakla ona nafaka verilir. Çünkü Hak tealâ: "Eğer hamile iseler çocuklarını doğuruncaya kadar nafakalarını verin" buyurmuştur. Eğer hamile değilse ona nafaka verilmesin­de ihtilaf vardır.

Sabit olan şudur ki Resûlullâh (SAV) ile Hz. Ebû Be­kir'in devirlerinde nafaka verilmiyordu. Kays'ın kızı Fatıma'nm hadisi bunu bildirmektedir.

Kays'ın kızı Fatıma'dan Müslim, Muvatta'da İmam Malik, Ebû Davud, Tirmizi, Nesei rivayet etmişlerdir. Fatıma demiştir ki: Kocası Hafs'ın oğlu Ebû Amr kendisini gıyaben talak-ı bain ile boşamış da vekili ile Fatıma'ya arpa göndermiş, fatıma buna razı olmamış fakat Ebû Amr'in vekili: "Vallahi senin bizde hiçbir hakkın yoktur" demiş.

Bunun üzerine Fatıma Resûlullâh (SAV) a gelerek bu meseleyi ona anlatmış. Resûlullâh (SAV): "Senin onda nafaka hakkın yoktur" ve diğer bir rivayette "Senin onda nafaka ve mesken hakkın yoktur" buyurmuş. Diğer bir rivayette ise: "Kocam beni talâk-ı bâin ile boşadı. Bende onu mesken ve nafaka konusunda Resûlullâh (SAV) a dava ettim. Ama bana ne mesken verdi ne nafaka"

Tealâ hazretleri: "Rabbiniz Allâh'dan korkun, onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasmlar meğer ki, açık bir edepsizlik yapmış olsunlar" ve: "(Boşadiğınız) o kadınları gücünüz yettiği kadar kendi oturduğunuz yerde oturtun, bir de üzerlerine tazyik yapmak için onlara zarar vermeye kalkışmayın." [Talâk sûresi: 1-6) buyurmuştur.

Hz. Ömer, bu iki âyetin umumundan talâk-ı ric'i veya talak-ı bainle boşamak arasında fark olmadığını anlamış, talak-ı bain ile boşanan kadına nafaka ve mesken veril­mesine hükmetmiştir.

Kays'ın kızı Fatıma: "Kocam beni talâk-ı bain ile boşadı. Resülullah (SAV) bana nafaka ve mesken vermedi" demiştir. Fatıma'nın bu hadisi Hz. Ömer'e anlatılınca Hz. Ömer: "Bellediğini veya unuttuğunu bilmediğimiz bir kadının sözü ile Rabbımızın kitabını bırakamayız. Çünkü Allah Tealâ: "Onları evlerinden çıkarmayın" buyurmuştur, demiştir.

Bazı rivayetlerde "Peygamberimizin sünnetini biraka-ma-yız" ziyadesi vardır. Fakat bu ziyade sahih değildir. Çünkü Fatıma'nın hadisinde sabit olan sünnet peygambe­rimiz Fatıma'ya nafaka ve mesken vermemesidir.

Talâk-ı bâin ile boşanan kadına nafaka ve mesken verilmesi konusunda Hz. Ömer'e, Hz. Aişe, İbn-i Mes'ûd ve İbn-i Ömer katılmişlardır. Ashabdan bazıları ise Hz. Ömer'in bu görüşüne katılmamışlardır.

Ebû Hanife, Hz. Ömer'in görüşünü almıştır. İmam Malik ile İmam Şafii "Taiâk-ı bain ile boşanan kadına mesken verilir, nafaka verilmez" demişlerdir.

Ebû Sevr, İbn-i Ebi leylâ "Talâk-ı bain ile boşanan kadına nafaka ve mesken verilmez, çünkü yukarıda geçen âyet talâk-ı bain ile boşanan kadına şamil değildir" demişlerdir. [67]

 

10)  Sahih Dedenin Ölünün Kardeşleri İle Mirasçı Olup Olmaması:

 

Sahabe sahih dedenin ölünün kardeşleri ile mirasçı olmasında ihtilaf etmişlerdir.

İbn-i Mes'ûd "Ölünün kardeşleri sahih dede ile mirasçı olur" demiştir. Bu görüş Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. Fakat bunlarda kendi aralarında ölünün kardeşlerinin mirasçı olmalarının keyfiyetinde ihtilaf etmişlerdir. Hz. Ebû Bekir. Hz. Aişe, İbn-i Zübeyr, İbn-i Abbas, İmran b. Husayn, Abdullah b. Ukbe, sahih dedeyi baba gibi kabul ettiler ve ölünün kardeşlerini mirasdan düşürdüler. [68]

 

11) Ölünün Kız Kardeşleri, Ölünün Kızları İle Mirasçı Olup Olmamaları:

 

Muaz b. Cebel, İbn-i mes'ûd, H. Ömer, Hz. Ali ve Zeyd b. Sabit gibi sahabeden pek çoklarından rivayet edildiğine göre, ölünün anne ve baba bir kız kardeşleri veya baba bir kız kardeşleri kendi kızları ile birlikte asabe olurlar.

Kızları terikeden hisselerini aldıktan sonra, terikeden geri kalanı kızkardeşlerine verilir. Çünkü ölünün kız kardeşleri için ölünün kızları ile birlikte belirli bir hisseleri yoktur.

İbn-i Abbas'dan rivayet edildiğine göre, İbn-i Abbas Ölünün kızkardeşlerini ölünün kızları ile birlikte asabe    kılmamış ve: "Ölünün bir kızı ile bir kızkardeşi bulunsa kızına terikenin yarısı verilir kızkardeşine hiçbir şey verilmez" demiştir.                                                                                                                                                                                                                                                                             

İbn-i Abbas'a: "Hz. Ömer senin söylediğinin hilafına hükmederek kızkardeşine de terikenin yarısını verdi" denildiğinde İbn-i Abbas : "Siz mi daha iyi bileceksiniz yoksa Allah'ını?" demiştir. İbn-i Abbas bu sözü ile Allah Tealâ'nın şu âyetini murad etmiştir: "Şayet çocuğu olmayıp bir kızkardeşi bulunan kimse ölürse bıraktığının yarısı kızkardeşe kalır." [Nîsâ sûresi: 176]

İbn-i Abbas: "Kız kardeş, ölünün çocuğu bulunmaması şartıyla mirasçı kılınır" demiştir.

Sahabe, kelâle (babası ve çocuğu olmayan kimse) nin mirası ve diğer miras meseleleri hakkında ihtilaf etmiş­lerdir. [69]

 

12) Müşerreke: Anabir Kardeşler İle Ana Ve Baba Bir Kardeşlerin Mirasda Ortak Kılınmaları Hakkındaki Mesele:

 

Bu meseleyi kabul edenlere göre dört şartın bulunması gerekir:

1- Ölünün kocası

2- Ölünün anası ve babaannesi veya anneannesi

3- Ölünün anabir kardeşlerinin iki veya fazla olması.

4- Ölünün asabe olan ana ve baba bir kardeşlerinin olması

Bu mesele ilk defa Hz. Ömer'e sorulmuş, muayyen sehim sahipleri hisselerini alınca terikeden bir şey kalmamış ve asabe olan anabababir kardeşlerine mirasdan bir şey vermemiştir.

İkinci sene Hz. Ömer'e aynı meselenin benzeri sorul­muş bu sefer anabir kardeşler ile ana baba bir kardeşleri birlikte miras alacaklarına hükmetmiş ve mirasın üçde birini bunlar arasında eşit olarak taksim etmiştir, bunun üzerine ilk vermiş olduğu hükümden sorulunca Hz. Ömer: "O zamanki verdiğimiz hüküm öyle, şimdiki verdiğimiz hüküm böyledir" demiştir. Bu konuda Hz. Ömer'e, Zeyd b. Sabit, Osman b. Affan, İbn-i Mes'ûd ve diğer sahabelerden bazıları da katılmışlardır. Bu görüş İmam Malik ile İmam Şafii'nin mezhebidir. Bu konucL Hz. Ömer'e, Ali b. Ebû Talib, Übeyy b. Ka'b, Ebû Musa el- Eş'ari bir rivayette İbn-i Abbas katılmamışlardır. Bunlara göre, anababa bir kardeşlerine mirasdan bir şey verilmez. Bu görüş de Ebû Hanife ile İmam Ahmet'in mezhebidir. [70]

 

13) Mirasda Avil:

 

Avil, farz sahiplerine verilen sehimlerin toplamına malın (terikenin) yetmemesi yani, farz sahiplerinin sehimleri fazla olup ellerine geçen hisselerin az olmasıdır.

Feraizin bütün meseleleri üç kısımdır:

1- Âdile: Farz sahiplerine verilen sehimlerin ellerine geçen hisselere eşit olmasıdır, yani terikenin sehimlerinden ziyade ve eksik olmamasıdır.

2- Kasıra: Farz sahiplerinin sehimleri az olup kendile­rine   verilen   hisselerin   çok   olmasıdır.   Bu   meseleye "Reddiye" denir.

3- Aile = Avliye: Farz sahiplerinin sehimlerinin çok olup kendilerine verilen hisselerin az olmasıdır. Avliyye, reddiyyenin zıddıdır.

İlk avil meselesi şöyle meydana çıkmıştır: Hz. Ömer zamanında bir Kadın ölmüş. Varis olarak kocası ile iki kız kardeşi kalmış. Bu mesele Hz. Ömer'e sorulmuş, Hz. Ömer önce ne yapacağını bilememiş, sonra ictihad edip avil ile hükmetmiştir.

Denildi ki: İlk avil meselesi Hz. Ömer zamanında meydana gelmiştir. Şöyle ki: bir kadın ölmüş, varis olarak kocası, kızkardeşi ve anası kalmıştır. Resûlullâh (SAV) zamanında ve Ebû Bekir zamanında, avlin bulunduğu nakledilmemiştir. Avil meselesi ilk defa Hz. Ömer zamanında meydana gelmiştir. Hz. Ömer sahabeyi toplamış ve onlara: "Allah Tealâ ölünün kocası için terikenin yarısının verilmesini iki kız kardeşi için terikenin üçte ikisinin verilmesini farz kılmıştır. Eğer ben önce kocanın hakkını verirsem iki kız kardeşin hakkı tam olarak kalmıyor, eğer ben iki kız kardeşin hakkını verirsem kocanın hakkı tam olarak kalmıyor o halde bu mirası nasıl taksim yapacağımı bana söyleyin" demiştir. Bunun üzerine Hz. Abbas ona avil yapmasını söylemiştir.

İmam Zühri'nin Îbn-İ Abbas'dan rivayet ettiğine göre ibn-i Abbas demiştir ki: "Feraizde avil ile hüküm veren ilk Hz. Ömer'dir. Yukarıda geçen mesele Hz. Ömer'e sorulmuş, varislerin hisseleri birbiriyle uyum sağlamadı­ğını görmüş, bunun üzerine Hz. Ömer varislere "Vallahi Allah Tealâ hanginizi Öne geçirdiğim ve hanginizi geriye

bıraktığını bilmiyorum?" demiş. Hz. Ömer çok takva sahibi bir kimseydi. Hz. Ömer varislere "Terikeyi size hissenize göre taksim etmekten ve her hak sahibine hissesine göre eksik vermekten başka çare bulamıyorum" demiştir.

Hz. Ömer'in bu görüşüne Hz. Ali, Hz. Abbas, İbn-i Mes'ûd, Zeyd b. Sabit gibi sahabenin çoğunluğu katılmış­tır. Ancak İbn-i Abbas buna karşı çıkarak: "Feraiz sahiplerinin bazısı miras almada bazısından daha kuvvet­lidir. Bu yüzden bazısı hiçbir zaman mirasdan düşmeyi kabul etmez, bazısı ise mirasdan düşmeyi kabul eder. Şüphe yok ki, mirasdan düşmeyi kabul etmeyenler mirasdan düşmeyi kabul edenlerden daha kuvvetlidir. Buna göre, miras almada zayıf olanlardan önce, miras almada kuvvetli olanlar sehimlerini almaya daha lâyıktır. Miras almada kuvvetli olanlar sehimlerini aldıktan sonra geri kalan terike diğer varisler arasında taksim edilir. Avil yapmaya ihtiyaç duyulmaz." demiştir. Rivayet edildiğine göre, İbn-i Abbas bu görüşünü Hz. Ömer'in vefatından sonra açıklamıştır. [71]

 

Fetvalarda Meydana Gelen İhtilafın Sebebleri:

 

İslam şeriatının delillerinden sübutu kesin, manaya delaleti zannî, veya sübutu da manaya delâletleri de zannî olanlar, içtihada konu olurlar. Bu delillerden şeri'atın umumi kaidelerinin ve hem sübutu, hemde manaya delaleti kesin olan âyetlerin ve hadislerin ışığı altında lûgâvi delalet vecihlerinden bir vecih ile hüküm çıkarılır, insanlar yeni bir meseleyle karşılaştıklarında o mesele hakkında ya hiçbir delil yoktur veya vardır. Fakat her müctehid o yeni meselenin hükmünü bilmek için çalışır

ve kendi görüşünü ortaya koyar, bu yüzden hükümde birlik sağlanamaz.

Delillerin manalarına delâlet vecihleri çeşitli olduğun­dan akıllar ve anlayışlar da farklı olduğundan müctehidler bir hüküm üzerinde birleşemezler ve tabii olarak bir hükümde ihtilâflar meydana gelir.

Allah Tealâ, fazlu keremiyle bu ümmetin dinini, akide­nin, ibadetin ve şeri'atın kaidelerinin asılları hakkında ihtilâf konusu olmayan hem sübutu, hem de manası kesin olan âyeti kerimeleriyle korumuştur. İhtilâf ancak -fer'i meselelerde olur.

Alimlerden bazıları: Fer'i meselelerdeki ihtilâfın zararı yoktur. Bilâkis bu ihtilâf şeri'atın güzelliklerindendir. Bu ihtilaf övülür. Şeri'atın kolaylığını, hükümlerinin genişli­ğini bildirir. İslâm fıkhına tazelik ve canlılık kazandırır. Bu âlimler bu görüşlerini şu iki delil ile destekliyorlar:

Birinci delilleri: Selâm b. Süleyman tarikiyle rivayet edilen hadisdir. Selâm b. Süleyman Haris b. Idın'dan, o da Ameş'den, o da Ebû Süfyan'dan, o da Cabir'den Cabir de merfû olarak Resûlullâh (SAV) dan rivayet etmiştir.

Resûlullâh (SAV) buyurmuş ki; "Benim ashabım (gök­teki) yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz." Bu hadis mevzudur. Bu hadisi Abdü'1-Berr "Cami u Beyani'1-ulûm" isimli eserinde ve İbn-i Hazm "el- Ahkâm" isimli eserinde rivayet etmişlerdir. Abdü'l-Berr: "Bu hadisin senedi zayıfdır, delil olarak kabul edilmez, çünkü ravilerden Haris b. idin bilinmemektedir." demiştir.

İbn-i Hazm: "Bu rivayet kabul edilmez. Ebû Süfyan zayıfdır, Haris b. idin ise Ebû Vehb es- Sakafı'dir. Selam

b.  Süleyman da mevzu hadisleri rivayet eder. İşde bu hadis de şüphesiz onlardan biridir." demiştir.

İkinci delilleri: "Ümmetimin ihtilafı rahmettir" hadisi­dir. Bu hadisin de aslı yoktur. Muhaddisler bu hadisin senedini bulamamışlardır. Süyûtî "el-Câmiu's-Sagir" isimli eserinde: "Bu hadis, hafızların bize ulaşmayan kitaplarının birinde rivayet edilmiş olabilir" demiştir.

Âlimlerden bazıları ihtilâfı kötülemişler, bu görüşlerini destekleyen kitaptan ve sünnetten bir çok deliller zikret­mişlerdir. İbn-i Hazm, bu konuyu şöyle açıklamıştır: "İhtilâfın kesinlikle caiz olmadığını zikrederek bize farz olan Kur'an-ı Kerim'in getirdiklerine ve Resûlullâh (SAV) dan sahih olarak rivayet edilenlere uymaktır."

Âlimlerden bir zümre yanılarak: "İhtilâf rahmettir" demişlerdir. Bu söz en fena bir sözdür. Çünkü ihtilâf rahmet olursa, ittifakın azab olması lâzım gelir. Bunu hiçbir Müslüman söylemez, zira ya ittifak veya ihtilâf olur. Ya rahmet veya azab olur. Nitekim Tealâ hazretleri: "Eğer rabbın dileseydi bütün insanları tek bir ümmet yapardı. Halbuki onlar ayrılmakta devam ediyorlar." [Hüd sûresi: 118] buyurmuştur.

Allah Tealâ, ipine (kur'ân'a) sımsıkı sarılmayı emrede­rek: "Hepiniz Allah'ın ipine (Kur'ân'a) sımsıkı yapışın parçalanıp ayrılmayın. [Al-i İmrân: 103] buyurmuş ve parçalanmayı ve ihtilâfa düşmeyi yasaklıyarak: "Siz, kendilerine açık âyetler geldikten sonra parçalanıp ihtilâfa düşenler gibi olmayın işte onlar için çok büyük bir azap vardır." [Al-i imrân: 105] buyurmuştur. Çünkü ihtilâf ümmetin durumunu zayıflatır, mehabetini giderir, varlığını yıkar. Nitekim Tealâ hazretleri: "Allah'a ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin sonra içinize korku düşer de kuvvetiniz elden gider." [Enfâl sûresi: 46] buyurmuştur. Bu konuda Resûlullâh (SAV) da şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ı kalbleriniz onun üzerinde birleştiği müddetçe okuyun, ihtilâfa düştünüz mü, hemen kalkın." [Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.]

Buhâri ile Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri bir hadisi şerifde Resûlullâh (SAV) önceki ümmetleri helake sürükleyen şeyin ihtilâfa düşmeleri olduğunu açıklayarak: "Ben size neyi yasak edersem ondan sakının neyi emredersem gücünüz yettiği kadar onu yapın. Sizden öncekileri ancak çok soru sormaları ve peygamberlerine karşı ihtilâfları helak etmiştir" buyurmuştur.

Gerçek şudur ki: fer'i meselelerde ihtilâf kaçınılmaz­dır. Fer'i meseleler hakkındaki ihtilâf, istidlal vecihlerin-den bir veçhe dayandığı müddetçe kötülenmez. Çünkü burada daha üstün bir delil yoktur. Kötülenen ihtilâf, hevâ ve teassubdan kaynaklanıp sahihlerini delilden kör eden ihtilâfdır. Çünkü hevâ ve taasub, tearuz eden (birbirine zıd olan) delillerden üstün olanı bilindiği halde hakkı kabul ve teslim etmeye mani olur. Müctehidler bir hükümde birleşirlerse bu nimet ve rahmet olur.

Önceki ve sonraki âlimlerden birçokları, fukahanın ihtilâfı hakkında eserler yazmışlari ihtilâfın sebeblerini açıklamışlar, ihtilâfın misallerini, ihtilâfın caiz olduğu ve caiz olmadığı konulan zikretmişlerdir. Bu konu hakkında yazılan eserlerden bazıları şunlardır:

Hicri (656) senesinde vefat eden İmam Şihabüddin Mahmut b. Ahmet Zencani'nin 'Tahricü'1-Fürû ale'l-Usûl" isimli eseri.

Hicri (728) senesinde vefat eden Şeyhül İslâm İbtf-i Teymiyye'nin "Refu'l-Melâm ani'1-eimmeti'l-Âlam" isimli eseri.

Hicri(772) senesinde vefat eden İmam Cemalüddin Ebû Muhammed Abdürrahim b. Hüseyin el-Esnevi'nin "et- Temhid fi tahrici'l- Fürû alel-Usûl" isimli eseri.

Veliyyullah b. Ahmet et-Dehlevi'nin "el-İnsaf fi be-yan-i Esbabi'l- İhtilâf isimli eseri.

Şeyh Abdülcelil İsa'nın "Mâlâyecuzü fıhi'l-Hilaf Bey­ne' I-Müslimin" isimli eseri.

Üstad Ali Hafifin "Esbâbü ihtilâfı'1-Fukahai" isimli eseri

Dr. Mustafa Hın'm "Eserü'l-ihtilâf fı'l- Kavaidi'l-Usûliyyeti fi ihtilâfı'l- Fukahâi" isimli eseri.

Dr. Abdullah et- Türki'nin "Esbâbü ihtilâfı'I-Fukahai" isimli eseridir. [72]

 

İhtilafın Sebebleri Şunlardır:

 

1) Sahabenin fcur'an'dan mücmel(manası kapalı) olan âyetleri anlayışlarının farklı oluşu ve bunun bazı misalle­ri:

a) Bir lâfzın iki mana karşılığı konmuş olmasıdır. Bo­şanan kadınların iddetini açıklamak için indirilmiş olan : "Boşanan kadınlar bizzat kendileri üç kur' müddeti beklesinler" [Bakara sûresi: 228] bu âyeti Kerimedeki "kur" kelimesi hayız (ay hali) ve tuhr(temizlik hali) manaları arasında müşterektir "Kur" kelimesi Arapların kelâmında hayız hali(ay hali) ve tuhr (temizlik hali) manalarına eşit derecede konulmuştur. Hz. Aişe: "Kur' = temizlik hali manasmdadır" demiştir. Zeyd b. Sabit, İbn-i Ömer ve diğer bazı sahabeler de Hz. Aişe'nin söylediği gibi söylemişlerdir. İmam Malik, İmam Şafii İmam Ahmet iki rivayetinin birinde bu görüşü almışlardır.

Hz. Ömer, İbn-i Mes'ûd gibi sahabelerden bir gurup ise "kur" kelimesi ile hayız (ay hali) murad edilmiştir. Boşanan bir kadın üçüncü hayızdan yıkanmadıkça evlenmesi helâl değildir, demişlerdir.

İbn-i Kayyım "Zâdü'l-Meâdi" isimli eserinde: "Bu görüş Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Hz. Ömer, Hz. Ali, Ebû Musa, Ubade b. Samit, Ebü'd-Derda, İbn-i Abbas, Muaz b. Cebel'in görüşüdür" demiştir.

Ebû hanife, İmam Ahmet bir rivayetinde bu görüşü kabul etmişlerdir.

İki veya daha fazla manaya konulmuş olan bu kelime­lere "müşterek lâfızlar" denir.

Müşterek lâfızlara Örnekler:

"Ayn" lâfzı: Göz, cariye, kaynak (su kaynağı), bir şeyin özü ve bizzat kendisi gibi manalara gelir.

"Cevn" Lâfzı: Beyaz ve siyah manalarına gelir.

"Kur" lâfzı: Hayız (ay hali) ve tuhr (temizlik hali) ve müddetleri manalarına gelir.

b)"Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer (yeminlerinden) dönerlerse bilsinler ki, Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir, (yok) eğer boşamaya karar verdi iseler, (onu yerine getirsinler). Şüphesiz Allah işitici ve bilicidir." [Bakara sûresi: 226-227] bu ilâ (dört ay karısına yaklaşmamaya yemin etme) âyetindeki tertibin, iki veçhe ihtimali vardır: "Fein fâû" âyetindeki "fa" harfinin tertib-i zikri (sözde tertip olup, gerçekte tertib olmamak) için olma ihtimali vardır. Buna göre dört ay karısına yaklaşmamaya yemin eden kimse bu dört ay içinde karısına dönerse yeminini bozmuş olur ve kendisine yemin keffareti lâzım gelir. Karısına dönmeden dört ay geçerse karısı bir talâkla boş olur. "fa" harfinin tertib-i hakiki (hem sözde hemde gerçekte tertib olmak) için olma ihtimali vardır. Buna göre dört ay karısına yaklaşmamaya yemin eden kimse, karısına yaklaşmadan dört ay geçerse kendisinden ya karısına dönmesi veya karısını boşaması İstenir.

c) Kocası ölen hamile bir kadının iddeti, zahirde birbi­rine zıd iki hüküm arasında gidip gelmektedir. Şöyle ki: Bakara sûresinde kocası ölen bir kadının iddetinin dört ay on gün olduğunu bildiren âyete göre, o kadının iddetinin dört ay on gün olması gerekir. Talâk sûresinde hamile olan bir kadının iddetinin doğum yapması ile bittiğini bildiren âyete göre ise, o kadının iddetinin doğum yapması ile bitmesi gerekir. Bundan dolayı sahabeden bazıları: "Kocası ölen hamile bir kadın bu iki iddetten hangisi uzun sürerse onu bekler" demişlerdir. Sahabeden bazıları ise: "kocası ölen hamile bir kadının iddeti doğum yapmasıyla biter" demişlerdir.

Kızkardeş olan iki cariyeye malik olan bir kimsenin onlara cinsi yakınlıkta bulunmasının haram olmasında ihtilâf vardır. Çünkü Tealâ Hazretleri: "Sizlere analarınız,

kızlarınız........ve iki kızkardeşi birlikte almanız haram

kılındı. Ancak cahiliyyet devrinde geçen geçmiştir." [Nisa sûresi: 23] ve: "Onlar ki, mahrem yerlerini korurlar, ancak eşlerine ve sahib oldukları cariyelerine karşı cinsi münasebetleri  müstesnadır.   Çünkü  onlar  (bu takdirde) kınanmazlar" [Müminûn sûresi: 5-6] buyurmuştur.

Nisa süresindeki âyet-i kerime, genel olarak iki kızkardeşin birlikte nikâhla alınmasının haram olduğunu ve kardeş olan iki cariyeye malik olan kimsenin onlara cinsi yakınlıkta bulunmasının haram olduğunu bildirmek­tedir. Müminûn süresindeki âyet-i kerime deki istisnanın genel olması, kızkardeş olan iki cariyeye malik olan kimsenin onlara cinsi yakınlıkta bulunmasının caiz olduğunu bildirmektedir. Buna göre bu iki âyet-i kerime­nin hükümleri arasında tearuz (çelişki) vardır. Bu yüzden sahabe bu konuda ihtilâf etmiştir.

Sahabenin çoğunluğu: "Nisa süresindeki âyet-i kerime, müminûn süresinin âyeti Kerimesindeki istisnanın genel olmasının hükmünü kaldırmış olduğundan kızkardeş olan iki cariyeye malik olan kimsenin onlara cinsi yakınlıkta bulunması haramdır. " Demişlerdir.

Sahabeden bazıları da: "Kızkardeş olan iki cariyeye malik olanın cinsi yakınlıkta bulunması helâldir veya haramdır diyemeyiz" demişlerdir. Sahabeden bazıları ise: "Caizdir" demişlerdir.

Hz. Osman ile İbn-i Abbas'dan rivayet edilmiştir, demişlerdir ki: "Kızkardeş olan iki cariyeye malik olanın cinsi yakınlıkta bulunması mübahdır. Çünkü bir âyet-i kerime helâl, diğer bir âyet-i kerime haram kılıyor"

Şa'bî demiştir ki: "Hz. Ali'den bu mesele sorulmuş, o da "kızkardeş olan iki cariyeye malik olanın cinsi yakın­lıkta bulunmasını bir âyet-i kerime helâl diğer âyet-i kerime ise haram kılıyor, haram olması evlâdır" diye cevap vermiştir. "

İmam Malik İbn-i Şihab'dan o da Kubeysa b. Ebi Zü'eyb'den rivayet etmiştir. Kubeysa demiştir ki: "Bir kimse Osman b. Affan'a "kızkardeş olan iki cariyeye,, maliki olan kimse, bunlara cinsi yakınlıkta bulunabilir mi?"diye sormuş. Osman b. Affan "bunları bir âyet helâl, diğer âyet haram kılıyor ben bunu men edemem" demiş"

Sahabenin ihtilâf sebeblerinden biri de kitab ehli olan kadınlarla evlenme hakkındaki âyetlerin arasında zahiren tearuz (çelişki) bulunmasıdır. Nitekim Tealâ hazretleri: "(Ey müminler!) iman etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin" [Bakara sûresi: 221] ve: "Sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları da kendilerine mehirlerini verip nikahladığınız takdirde size helâldir. [Maide sûresi: 5] buyurmuştur. Bakara süresindeki âyet-i kerime genel olarak müslüman erkeklerin müşrik kadın­larla evlenmelerini haram kılıyor. Mâide süresindeki âyet-i kerime müslüman erkeklerin kitap ehli olan kadınlarla evlenmelerini helâl kılıyor. Bu yüzden sahabe kitap ehli olan kadınlarla evlenme hakkında ihtilâf etmişlerdir.

Sahabenin çoğunluğu Mâide süresindeki âyet-i keri­meye dayanarak: "Kitap ehli olan kadınlarla evlenmek caizdir. Bakara süresindeki müşrik kadınlardan maksad, kitap ehli olmayan kadınlardır. " Demişlerdir.

Çünkü "(Ey müslüman erkekler) müşrik kadınlarla evlenmeyin" âyetindeki "müşrik kadınlar" iki mananın birinden uzak değildir. Ya kitap ehli olan kadınlar, müşrik olan kadınlara dahildirler veya "müşrik kadınlar" ile kitap ehli olmayan puta tapan kadınlar murad edilmiştir. Eğer kitap ehli olan kadınlar, müşrik kadınlara dahil iseler "sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları size helâldir" âyeti ile kitap ehli olan kadınlar, müşrik olan kadınlardan çıkarılmıştır. Buna göre, "müşrik kadınlardan " maksad puta tapan kadınlar murad edilmiştir. Çünkü Kur'an'ın birçok yerinde müşrikler, kitap ehlinden ayrı olarak zikredilmiştir. Nitekim Tealâ Hazretleri: "Kitap ehlinden ve müşriklerden küfredenler kendilerine açık bir hüccet (peygamber) gelinceye kadar (bulundukları dinden) ayrılacak değillerdi." [Beyyine sûresi: 1] buyur­muştur. Bu izahla âyetler arasındaki tearuz (çelişki) giderilmiş olur. Sahabeden bir çokları hıristiyan kadınlar­la evlenmişler ve bunda bir beis görmemişlerdir.

Sahabeden bazıları ise, Bakara süresindeki âyet-i keri­meye dayanarak: "Kitap ehlinden olan kadınlarla evlen­mek caiz değildir" demişlerdir. Bu görüş İbn-i Ömer'in görüşüdür. İbn-i Ömer hıristiyan bir kadınla evlenmeyi caiz görmiyerek: "Rabbim İsa'dır" 'diyen bir kadının şirkinden daha büyük bir şirk bilmiyorum" demiştir.

Nitekim Tealâ hazretleri: "(Ey müminler!) imân etme­dikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin" buyurmuştur.

Meymun b. Mihrân'dan rivayet edilmiştir demiştir ki: Ben İbn-i Ömer'e "biz kitap ehli olanlarla birarada yaşıyoruz, onların kadınlarıyla evlenelim mi? Yemekleri­ni yiyelim mi?" dîye sordum. İbn-i Ömer: Helâl ve haram âyetlerini bana okudu. Bende ona senin okuduklarını bende okuyorum. Onların kadınlarıyla evlenelim mi, yemeklerini yiyelim mi? Diye sorumu tekrar ettim. O da bana tekrar helâl ve haram âyetlerini okudu.

Cessas: "İbn-i Ömer tevakkuf etti, yani onlar helâldir veya haramdır dîye cevap vermedi" demiştir.

2) Sahabenin ihtilâfları: Resûlullâh(SAV) dan hadis işitmelerinin,    hadisi    alırken    araştırmalarının,    hadisi anlamadaki ictihadlarımn farklı olmasından ileri gelmek­tedir. Bunların pek çok misalleri vardır. Onlardan bazıları şunlardır:

a) Bir sahabi Resûlullâh (SAV) dan bir hüküm veya bir fetva işitiyordu. Diğer bir sahabi ise o hadisi şerifi işitmemiş oluyordu. Ve kendi görüşü ile ictihadda bulunuyordu. İçtihadı bazan o hadisi şerife uygun oluyor, bazan da o hadisi şerife muhalif oluyordu. Nitekim Resûlullâh(SAV): "Sizden biriniz (Bir yere girmek için) üç defa izin istesin, izin verilmezse dönsün" buyurmuştur. Bu hadîsi Ebû Musa el- Eş'âri biliyordu. Hz. Ömer bilmiyordu.

Babaanneye veya anneanneye mirasdan ne verileceği hükmünü Mugire, Muhammed b. Mesleme biliyor, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer bilmiyordu.

Mecûsilerden cizye alınma hükmünü Abdurrahman b. Avf biliyor, sahabenin çoğunluğu bunu bilmiyordu.

Kubeysa b. Ebi Züeyb'den rivayet edildiğine göre, Hz. Ebû Bekir'e bir cedde (babaanne), miras hakkını sordu. Hz. Ebû Bekir: "Allah'ın kitabında sana düşen hisseye dair bir şey yok, Resûlullâh (SAV) in sünnetinde de şimdiye kadar bu hususda bir şey olduğuna dair bilgim yok. Fakat ben bunu bilen insanlara sorayım" dedi. Hz. Ebû Bekir insanlara bu meseleyi sordu. Mugire b Şube ile Muhammed b. Mesleme kalktılar ve Resûlullâh (SAV) in ceddeye altıda bir verdiğine şehadet ettiler. [Bu hadisi Ebû Davud, Tirmizi rivayet etmiştir. ]

Yine Hz. Ömer, bir yere girmek için izin istemek hak­kındaki hadisi bilmiyordu. Ona bu hadisi Ebû Musa el-Eş'âri bildirdi. Hz. Ömer bu hadis'e dair Ebû Musa el-eş'âri'den şahid getirmesini istedi. [Bu hadisi Buhari Ebû Said Hudri'den rivayet etmiştir. ]

Yine Hz. Ömer mecûsilerden cizye alınması hakkında ki hükmü bilmiyordu. Abdurrahman b. Avf Mecûsiler hakkında Resûlullâh (SAV) in: "Mecûsilere ehli kitap muamelesi yapınız, kadınlarını nikah etmemek ve kestiklerini yememek şartıyla" buyurmuş olduğunu Hz. Ömer'e bildirdi. [Bu hadisi Buhari, İmam Ahmet rivayet etmişlerdir.]

Hz. Ömer parmakların diyeti hakkındaki hadisi-şerifi bilmediği için parmakların sağladığı faydalarına göre diyetlerini değişik olarak takdir ediyordu. Halbuki Hz. Ömer'den ilim bakımından daha aşağı derecede olan Ebû Musa ile İbn-i Abbas bu konuda Resûlullâh (SAV) in: "Şu ve şu yani küçük parmakla, baş parmak (diyet) hususunda eşittir." buyurmuş olduğu hadis-i şerifi biliyorlardı. [Bu hadisi Buhari, Nesei, Ebû Davûd, İbn-i Mace rivayet etmişlerdir.]

Hz. Ömer'in bu hadis-i şerifi bilmemesi ayıp değildir. Çünkü bu hadis kendisine ulaşmamıştı.

b) Sahabeden birine, diğer sahabi Resûlullâh (SAV) in vermiş olduğu bir hükmü veya bir hadisi bildiriyor, fakat o sahabi, haber veren şahabının yanıldığını zannediyor ve o hüküm veya o hadis-i şerifle amel etmiyor. Hz. Ömer'in Kays'ın kızı Fatıma'nın haberini kabul etmediği gibi.

c) Resûlullâh (SAV) bir iş yapmış oluyor, sahabeden bazıları o iş taattır diye yorumluyorlar, bazıları ise o işin tesadüfen yapılmış veya geçici olan bir sebebden dolayı yapılmıştır diye yorumluyorlar. Bu yüzden o işin yapıl­ması ümmetinden istenmiyor: Tavaftaki remel (tavafın üç turunu koşarak gösterişli bir şekilde yapmak) gibi.

İbn-i Abbas tavaf esnasında yapılan "remel"in müşrik­ler "müslümanları Medine sıtması bitirmiş" demeleri sebebiyle onlara bir gösteriş olmak üzere geçici olarakyapıldığına, haccın sünnetlerinden olmadığına kanidir. Diğer sahabiler ise "remel" sünnettir demişlerdir.

Sahabe hacdaki tahsibi de farklı yorumlamışlardır. Tahsib: Minâ'dan Mekke'ye dönerken "ebtah= Muhassab" denilen yerde konaklamaktır.

İbn-i Kayyım "Zâdü'l- Meâd" isimli eserinde: "Selef Muhassab denilen yerde konaklamanın sünnet veya tesadüfen olmasında ihtilâf etmişlerdir. " Demiştir.

Selefden (sahabeden) bir zümre: "muhassab'da konak­lamak haccın sünnetlerindendir" demişlerdir. Çünkü Buharı ile müsİîm'in Ebû hüreyre'den rivayet ettiklerine göre, Resûlullâh (SAV) Minâ'dan dönerken: "Yarın inşallah beni Kinâne'nin Hayfına (yani) müşriklerin küfür üzere yemin ettikleri yere ineceğiz" buyurmuştur.

Resûlullâh (SAV) bu yerden "Muhassabi" kasdetmiştir. Bunun sebebi: kureyş ile beni Kinâne'nin Resûîullâh (SAV) i kendilerine Beni Haşim ile Beni Muttalib teslim edinceye kadaronlarla kız alıp vermemek ve alış verişte bulunmamak üzere yemin etmiş olmaları­dır. Resûlullâh (SAV) müşriklerin küfür alametlerini, Allah Tealâ'ya ve Resulüne düşmanlıklarını açıkladıkları yerde İslam'ın alametlerini açıklamayı kasdediyordu. Resûlullâh (SAV) m küfür ve şirk alâmetlerinin bulun­dukları yerlere Tevhid alâmetlerini dikmek âdeti idi.

Nitekim Resûlullâh (SAV) "Lât ve uzzâ" denilen putla­rın yerine Taif Mescidinin yapılmasını emretmiştir. Bu zümre dediler ki: Sahih-i Müslim'de rivayet edildiğine göre, İbn-i Ömer: "Resûlullâh (SAV) ve Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer Muhassab'da konaklıyorlardı" demiştir.

Müslim'in diğer bir rivayetinde İbn-i Ömer "Muhassab'da konaklamayı sünnet sayıyordu"

Buhâri'nin rivayetine göre, İbn-i Ömer: "Muhassab'da konaklıyor, orada öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılıyor, orada yatıyor ve Resûlullâh (SAV) böyle yapı­yordu" diye anlatıyordu.

Selefden (sahabeden) içlerinde İbn-i Abbas ve Hz_ Aişe bulunan diğer bir zümre ise: "Muhassab'da konaklamak haccın sünnetinden değildir. Resûlullâh (SAV) in orada konaklaması tesadüfen olmuştur" demişlerdir.

Buhâri ile Müslim'de rivayet edildiğine göre, İbn-i Abbas: "Muhassab'da konaklamak bir şey değildir o ancak Resûlullâh (SAV) in yola çıkması kolay olsun diye konakladığı bir yerdir" demiştir.

Sahih-i Müslim'de rivayet edildiğine göre, Ebû Rafı' demiştir ki: "Resûlullâh (SAV) Mina'dan çıktığı vakit bana beraberimde onlarla birlikte, Ebtah'a inmemi (çadır kurmamı) emir buyurmadı. Fakat ben (kendiliğimden) giderek oraya onun çadırını kurdum, sonra Resûlullâh (SAV) gelerek orada konakladı." (Ebû Rafı Resûlullâh (SAV) in eşyasına bakmaya memurdu.)

İşte Allah Tealâ, Resulünün: "Yarın Beni Kinâne'nin Hayfmda (Muhassab'da) konaklayacağız" sözünü gerçekleştirmek, vermiş olduğu kararını yerine getirmek için Ebû Râfi'yi Muhassab'da çadır kurmaya muvaffak kılmıştır.

Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Resûlullâh (SAV) yola çıkmak daha kolay olsun diye Muhassab'da

konaklamıştır. Yoksa orada konaklamak sünnet değildir. Bundan dolayı dileyen orada konaklar, dileyen orada konaklamaz. "

Sahabenin ihtilâf etmelerinin sebebi: Resûlullâh (SAV) m yapmış olduğu fiiline bakış açılarının değişik olmasın­dandır. Nitekim sahabe Resûlullâh (SAV) in yapmış olduğu haccın nevinde de ihtilâf etmişler, bazıları: "Hacc-ı Kıran" yaptı. Bazıları ise "Hacc-i Temettü" yaptı, bazıları da: "Hacc-ı İfrâd" yaptı demişlerdir.

d) Bir sahabi, âyet ve hadisden bir delil bulamadığı zaman, kendi ictihad ve görüşüyle hüküm veriyor, sonra kendi görüşüne zıd bir delil meydana çıkıyor.

Nitekim müslim'in rivayet ettiğine göre, İbn-i Ömer kadınlara yıkanırken başlarını çözmelerini emrediyordu. Bunu Hz. Aişe duydu ve: "şaşarım İbn-i Ömer'e ben ve Resûlullâh (SAV) bir kabdan yıkanıyorduk. Başıma üç kerre su dökmekten fazla bir şey yapmazdım.    Dedi.

Ebû Musa el- Eş'ari'ye: "Ölünün kızı, oğlunun kızı ve kızkardeşine ait miras hisseleri sorulmuş. Ebû Musa: Terikenin yarısı ölünün kızına diğer yarısı da kızkardeşine aittir" dedi. (oğlunun kızını mirasdan mahrum bıraktı) Ebû Musa soru soran kimseye İbn-i Mes'ud'a git, bu meseleyi ona da sor umarım ki, İbn-i Mes'ud 'da benim fikrime uygun cevap verir. Dedi. Mesele İbn-i Mes'ud'a sorulup Ebû Musa'nın cevabı ve onun tarafından gönderildiği haber verilince, İbn-i Mes'ud: "Eğer ben oğlunun kızını mirasdan mahrum edersem dalâlete düşerim, hidâyetteki bahtiyarlardan olamam. Ben bu meselede aynen Resûlullâh (SAV) gibi hüküm vereceğim: Kızına yarım, oğlunun kızma üçde ikiyi   tamamlamak   üzere   altıda   bir,   kalan   hisse'de kızkardeşe düşer" dedi. Ebû Musa'ya, İbn-i Mes'ud'un fetvası haber verilince, İbn-i Mes'ud'un fetvasına döndü ve: "Aranızda bu âlim bulundukça bana sormanıza lüzum yoktur" dedi. [Bu hadis-i şerifi Buhâri ve Tirmizi rivayet etmişlerdir.]

e) Sahabeden bazıları ana bir kardeşler ile ana baba bir kardeşlerin mirasda ortak kılınması gibi muteber bir manadan dolayı Kur'an ile sünnet arasını uzlaştırmada ictihad etmişlerdir. Nitekim Allah Tealâ: "Eğer bir erkek veya kadının, çocuğu veya babası bulunmadığı halde kelâle olarak (yan yoldan) mirasına konulur da ana bir kardeşi veya kız kardeşi bulunursa bu kardeşlerin her birine altıda bir vardır. Bundan daha çok iseler kız ve erkek üçde bir hissede ortak olurlar" [Nisa sûresi: 12] buyurmuştur.

Bu âyet-i kerime'nin anabir kardeşler hakkında inmiş olduğunda âlimler arasında ihtilâf yoktur.

Buhâri İle Müslim'in rivayet ettikleri bir hadis-i şerifde: "(Kur'an'da bildirilen) farz hisseleri sahiblerine veriniz, (bunlardan) geri kalan (mal) da (asabeden^baba tarafından) en yakın olan erkeğe veriniz" buyrulmuştur.

Ölünün kocası, anası, iki veya daha fazla anabir kar­deşleri, asabe olan ana-baba bir kardeşleri kalmış. Bu mesele Hz. Ömer'e sorulmuş. Hz. Ömer muayyen sehim sahibleri hisselerini alınca, terikeden bir şey kalmamış ve asabe olan ana-baba bir kardeşlerine mirasdan bir şey vermemiştir. Halbuki miras almadaki durumları kuvvetli olanların en aşağı derecesi, miras almadaki durumları zayıf olanlara ortak olmalarıdır. Bundan dolayı Hz. Ömer'e, Zeyd b. Sabit: "Ana-baba bir kardeşlerin babasını  bir  eşek  farzet"  demiş.  Veya  ana-baba  bir kardeşlerden biri Hz. Ömer'e "Bizim babamızı denizde bir taş farzet" demiş, bunun üzerine Hz. Ömer ana bir kardeşler ile ana-baba bir kardeşleri mirasin üçde birinde ortak kılmıştır. Erkek ve kızkardeşler arasında bu üçde biri eşit olarak taksim etmiştir, bu meseleye miras hukukunda "müşerreke" veya "müştereke" veya "hımarıyye" veya "haceriyye" veya "yemmiyye" denir.

3) Kitaptan Sünnetten ve İcmâ'dan Bir delil Bulunma­dığı Yerde Sahabenin İctihadları Farklıydı:

Miras hakkındaki bir çok meselede sahabenin ictihadları farklı olmuştur. Bunlardan biri "garraviyye meselesi" dir. Bunun iki şekli vardır. Bir kadın ölüyor, mirasçı olarak kocası, babası veanası kalıyor, veya bir erkek ölüyor, mirasçı olarak karısı babası ve anası kalıyor. Bu iki suret parlak yıldız gibi meşhur oldukları için kendilerine "Garraviyeteyn"de denilmiştir. Karı kocadan herbiri diğerinden alacaklı gibi olduğu için bu suretlere "Garimeteyn" denilmiştir. Bu iki suret hakkında ilk defa Hz. Ömer anaya kalanın üçde birini hükmettiği için bu meselelere "Ömeriyeteyn" denilmiştir, bu suretler feraiz meseleleri arasında zor anlaşıldığından dolayı kendilerine "Garibeteyn" de denilmiştir,

Beyhakî Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet etmiştir. Abdullah b. Mes'ud demiştir ki: "Hz. Ömer bizi bir (ilim) yoluna soktuğu zaman biz o (ilim) yolunu kolay bulur­duk. Ölen bir adamın mirasçı olarak karısı, babası ve anası kalmış. Bu mesele Hz. Ömer'e soruldu. Hz. Ömer karısına terikenin dörtte birini, terikeden geri kalanın üçde birini anasına, geri kalanı da babasına verdi. "

Ölünün çocuğu, torunları ve birden fazla kardeşi bu­lunmadığı takdirde anasına terikenin üçde biri verilir.

Nitekim Tealâ Hazretleri: "(Ölenin) çocuğu olmayıp yalnız anası ve babası mirasçı olursa anasına üçde bir vardır, (geri kalanı babanın hakkıdır. ) ölenin kardeşleri de varsa borcu ödenip, yaptığı vasiyeti yerine getirildik­ten sonra anasına altıda bir vardır" [Nisa sûresi: 11] buyurmuştur. Bu âyet-i kerime, ölünün anası ve babasıyla birlikte karısı veya kocasından biri mirasçı olarak bulunduğu takdirde, anasının ve babasının mirasdan alacakları selimi açıklamamış, Resûlullâh (SAV) dan bu konuda bir şey nakledilmemiş, Hz. Ebû Bekir zamanında böyle bir mesele meydana gelmemiş, Hz. Ömer devrinde bu mesele meydana gelmiştir. Hz. Ömer'de bu mesele hakkında ictihad etmiş. Birinci şekilde yani, ölünün kocası, babası ve anası kaldığında; kocasına terikenin yarısını, anasına da üçde birini verdiğinde, babasına altıda birden başka kalmadığını, bu şekilde, taksim ise "erkek için iki kız payı vardır" âyetine ters düştüğünü görmüş. İkinci şekilde yani, ölünün karısı, babası ve anası kaldı­ğında, karısına terikenin dörtte birini, anasına üçde birini, babasına geri kalanı verdiğinde - mesele onikiden yapılıyor, babası, anasından ancak onikide bir fazla alıyor. Bu şekildeki taksimde de "Erkek için, iki kız payı vardır"âyetinin manasına uymadığını görmüş. Bunun üzerine Hz. Ömer terikeden kocanın sehmini veya karının sehmini çıkarttıktan sonra geri kalan terikeyi anası ile babası arasında "erkek için, iki kız payı vardır" âyetine uygun olarak taksim etmeyi uygun görmüş. Hz. Ömer'in bu görüşüne, Hz. Ali, Osman b. Affan, Zeyd b. Sabit; Abdullah b. Mes'ud, ve diğer bir çok sahabe katılmışlar­dır. Dört imam'da bu görüşü almışlardır.

İbn-i Abbas yukarıda geçen âyetin zahiriyle ve Buhâri ile Müslim'in rivayet ettikleri "(Kur'an'da bildirilen) farz

hisseleri sahiblerine veriniz. (Bunlardan) geri kalan (mal) da (asabeden baba tarafından) en yakın olan erkeğe veriniz." Hadisin zahiriyle amel ederek Hz. Ömer'in görüşüne karşı çıkmış ve: "Ölünün gerek kocası ile olsun gerekse karısı ile olsun her iki surette anasına terikenin hepsinin üçde biri verilir" demiştir.

İbn-i Şirin ölünün anası ve babası ile birlikte miras alan kocası olursa bu durumda anasından babası daha az almaması için sahabenin çoğunluğunun görüşüne katıl­mıştır. Ölünün anası ve babası ile birlikte miras alan karısı olursa bu durumda anasından babası daha çok alacağı için İbn-i Abbas'ın görüşüne katılmıştır.

Hz. Ömer'in ve ona katılanların benimsemiş olduğu görüşde yukarıda geçen âyet ile hadisin arasında çelişki yoktur. "Ölüye anası ve babası mirasçı olursa anasına üçde bir vardır." Bu âyet-i kerime, "Ölüye yalnız anası babası mirasçı olursa anaya malın hepsinin veya malın bazısının üçde biri verilir" diye açıklanmıştır. [73]

 

Hadis Rivayetinin Dikkatle Araştırılması Ve Kesin Olarak Bilinmedikçe Nakledilmemesi:

 

Sahabeden gelen eserlerin bildirdiğine göre, onlar çok hadis rivayet ettikleri zaman yalana ve hataya düşmekten korktukları için Resûlullâh (SAV) dan az hadis rivayet etmelerini birbirlerine tavsiyede bulunuyorlardı.

Sahabeden bazılarının bildiği hadisi, diğerleri bilmiyordu. Bu yüzden rivayet edilen hadisin sahih olup olmadığını araştırıyorlardı. Hatta Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer hadis rivayet eden kimseden kendisine bu hadis hakkında şahitlik edecek birini getirmesini istiyorlardı.

Az hadis rivayet etmelerinin sebeblerinden biri de hadis rivayeti ile çok meşgul olmak, kendilerini Kur'an okumaktan alıkoymasından korkmalarıdır.

a) Hafız Zehebi "Tezkiretü'l-Huffâz" isimli eserinde İbn-i    Ebi    Müleyke'nin    Merasilin'den    şunu   rivayet etmiştir:  Hz.  Ebû Bekir  Siddık Resûlullâh  (SAV)  in vefatından    sonra    insanları    toplayıp    onlara:     "Siz Resûlullâh (SAV) dan bir takım hadisler rivayet ediyor­sunuz Rivayetlerinizde ihtilâf ettiğiniz de oluyor. Sizden sonra gelecek olanlar daha çok ihtilâfa düşecekler o halde Resûlullâh (SAV) dan bir şey rivayet etmeyiniz, şayet size bir şey soran olursa, aramızda Allah'ın kitabı var deyiniz. Allah'ın kitabının helâlini helâl, haramını haram biliniz." dedi. Fakat Hz. Ebû Bekir'in maksadı, hadis rivayetini    büsbütün    kapatmak    olmayıp,    nakledilen hadisleri acele olarak kabul etmemek, hu hususta araştır­maya sevketmektî. Çünkü kendilerinin de birçoklarına nisbetle az olmakla beraber hadis rivayeti olduğu gibi, rivayet edilmiş hadisleri kabul ettikleri vakidir.

b) Karaza b. Ka'b'dan rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Biz Irak'a gitmek için çıkınca Hz. Ömer bizimle beraber Harra denilen yere kadar yürüdü, sonra Hz. Ömer bize: "Niçin siznle beraber yürüyorum biliyormusunuz?" diye sordu. Biz de: "Evet biz Resûlullâh (SAV) in ashabı olduğumuz  için bizimle beraber yürüdün"  dedik.  Hz. Ömer "Hayır yalnız onun için değil maksadım şudur: "Siz sesleri   arı   kovanı   gibi   Kur'an'ı   tilavet   eden  halkın beldesine ineceksiniz, bunları hadislerle meşgul ederek Kur'an'dan    alıkoymayınız.    Kur'an-ı    okuyunuz    ve okutunuz. Resûlullâh (SAV) dan az hadis rivayet ediniz, selâmetle gidiniz. Böyle hareket ederseniz bende sizinle beraberim"  dedi.  Karaza diyor ki,  o beldeye ulaşınca halkı bana: "Bize hadis rivayet et" dediler. Ben de: "Hz. Ömer bizi hadis rivayet etmekten menetti" dedim. [Bu hadis Daremiyye Süneninde rivayet etmiştir.]

c) İbn-i Mes'ud az hadis rivayet etmekle bilinmektedir. Ebû Amr b. Şeybani'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "İbn-i   Mes'ud'un   yanında   bir   sene   oturdum,   hiç Resûlullâh (SAV) buyurdu demezdi. Resûlullâh (SAV) buyurdu dediği vakit de vücudunu bir titreme alırdı. Hadisi rivayet edip bitirdikten sonra "Resûlullâh (SAV) böyle buyurdu veya bunun gibi buyurdu veya buna yakın buyurdu" derdi. "

d) Hafız Zehebi "Tezkiretü'l-Huffazmda, Tirmizi sü­neninde,    Ebû    davud    süneninde,    Ebû   Kubeysa   b Züeyb'den rivayet ettiklerine göre, bir cedde (babaanne) Hz.   Ebû   Bekir'e   gelerek   kendisine   miras   hakkının verilmesini istedi. Hz. Ebû Bekir: "Allah'ın kitabında sana bir şey verileceğine dair bir âyet bulamıyorum. Resûlullâh  (SAV)ın sünnetinde de buna dair bir şey buyurduğundan    haberdar    değilim"    dedikten    sonra meseleyi insanlara sordu. Mugire b. Şu'be ayağa kalkıp: "Resûlullâh (SAV) ceddeye altıda bir verdi" dedi. Hz. Ebû Bekir: "senden başka bunu bilen kimse var mı?" diye sordu.   Muhammed   b.   Mesleme   kendisininde   böyle bildiğine şehadet etmesi üzerine Hz. Ebû Bekir o ceddeye (babaanneye) altıda bir hissesini verdi.

e) Ebû Said-i Hudri'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Ensarın   meclislerinden   birinde   oturmaktaydım.   Ebû Musa korku içinde bize geldi: "Sana ne oldu dedik" Hz. Ömer, yanına gelmem için beni çağırttı. Kapısına gittim üç defa selam verip izin istedim. Bana izin verilmedi, döndüm. Sonra tekrar çağırttı yine gittim. Beni görünce:

"bize gelmekten seni ne men etti?" diye sordu. Ben de: "Ben sana geldim, kapında üç defa selâm verip, girmek için izin istedim, bana cevap vermediler. Onun için döndüm. Çünkü Resûlullâh (SAV): "Sizden biriniz (bir yere girmek için) üç defa izin istesin verilmezse dönsün" buyurmuştur, diye ilâve ettim. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Bu söylediğin üzerine şahit getir. Yoksa canını yakarım" dedi. O meclisde bulunanlar: "Buradaki cemaatın en küçüğü bile gidebilir. " Dediler. Bunun üzerine Ebû Said: Kalktım onunla beraber onun için şahitlik yaptım. Hz. Ömer, Ebû Musa'ya "Ben seni yalan söylüyorsun" diye suçlamadım, fakat rast gelen kimse Resûlullâh (SAV) a isnad ederek söz uydururlar diye korktum" dedi." [Buhâri, Müslim]

f) Mugire b. Şu'be'den rivayet edilmiştir. Hz. Ömer sahabeye: "bir kadının ceninini düşürmesine sebeb olan kimse, düşürülen cenin için ne ödeyecek?" diye sordu. Mugire: "Ben Resûlullâh (SAV) düşürülen cenin hakkın­da gurre (Yani bir erkek köle veya cariye) verilmesine hüküm verdi" dedim. Bunun üzerine Hz. Ömer bana: "Eğer bu sözünde doğru isen, bunu bilen birini getir. " Dedi. Muhammed b. Mesleme: "Resûlullâh (SAV) böyle hüküm verdi" diye şehadet etti. [Bu hadisi İmam Ahmet, Ebû Davûd, Nesei ve İbn-i Mace rivayet ettiler.] [74]

 

Bu Devirde İctihad:

 

İslam fıkhının hükümleri, kaynaklan bakımından dört nevidir:

1) Bazı hükümlerin, kaynaklan hem sübûtu hem ma­naya delâleti kesin olan delillerdir.

2) Bazı hükümlerin, kaynaklan sübûtu kesin, manaya delâleti zanni veya hem sübûtu hem de manaya delâleti zanni olan delillerdir.

3) Bazı hükümlerin kaynakları icma'dır.

4) Hakkında delil ve icma' bulunmayan bazı hüküm­lerdir.

Birinci nevide ictihad yapılamaz. Diğer nevilerde İcma' bulunmadığı takdirde İctihad yapılır. Bu devirde sahabenin ictihadda takip ettiği yol: bir mesele hakkında kitabda ve sünnette bir delil bulamadıklarında kendilerini icma' ve re'y denilen kıyasa ulaştıran istişareye başvuru­yorlardı. Daha önce sahabenin ittifak ettikleri veya ihtilâf ettikleri misâlleri anlattık. O misâller onların ictihadlan hakkında bize bir fikir vermektedir.

Hz. Ömer, Şurayh'ı Kûfe'ye kadı olarak gönderirken ona şöyle demiştir: "Sana bir dava gelince önce Allah'ın kitabına bak, onda açıklanmış olanla hükmet, onu kimseye sorma. Allah'ın kitabında açıklanmamışsa Resûlullâh (SAV) m sünnetinde açıklanmış olanla hükmet, Resûlullâh (SAV) in sünnetinde de açıklanma­mışsa o mesele hakkında kendi görüşünle ictihad ederek hüküm ver."

Sahabe böyle ictihad yapmakta tamamiyle mazur idi­ler. Çünkü birçok farklı meseleler meydana çıkmış olduğu gibi insanlar da yeni birçok hadiselerle karşılaşı­yorlardı.

Sahabe Resûlullâh (SAV) hayatta iken kendilerine ictihad yapmalarına izin vermesinden ve meşhur olan Muâz hadisinden kitap ve sünnette açık hüküm bulunmadığı zaman ictihad yapmanın meşru bir iş olduğunu anlamışlardı.

Hz. Ömer, Ebû Musa'ya yazmış olduğu mektubunda şöyle demiştir: "......Sonra kitap ve sünnette bulunmayan

bir mesele sana geldiği zaman onu anlamaya çalış sonra bu anlayışına göre iş ve meseleleri birbiriyle karşılaştır. Benzerlerini tanı, sonra da reyine göre hangi hüküm Allah'a daha sevimli ve hakka daha yakın ise ona itimad et."

Sahabe birçok meselelerde sahih kıyasla amel ederek köle ve cariyelere nikâhda, Talâkda, iddette, hür olan kimselerin hükümlerinin şu âyet-i kerimede açıklanmış olan hükme kıyas etmişlerdir: "Eğer (cariyeler) evlendik­ten sonra bir fuhuş yaparlarsa o vakit onlara hür kadınlara lâzim gelen cezanın yarısı verilir." [Nisa sûresi: 25]

Sahabe Hz. Ebû Bekir'i halife olarak tayin ederken: "Resûlullâh (SAV) in dinimiz için razı olduğu bir kimseye, biz dünyamız için razı olmazmıyız?" diyerek Hz. Ebû Bekir'in halife olarak tayin edilmesini Resûlullâh (SAV) in namazda imam olarak tayın etmesi­ne kıyas ettiler.

Sahabe feraizde avli yani farz sahiblerinin alacakları sehimleri çok olup kendilerine verilecek sehimler az olduğunda herbirinin hissesi nisbetinde eksiltilerek kendilerine verilmesini kabul ettiler. Bu avil meselesini borçlu olanın malı alacaklıların alacaklarına yetmediğin­de alacakları nisbetinde eksik olarak almalarına kıyas ettiler. Nitekim Resûlullâh (SAV) borçlunun malı borcuna yetmediğinde alacaklılara: "Bulduğunuzu alınız size bundan başka bir şey yoktur." buyurmuştur. Sahabe­nin bu kıyası en güzel kıyaslardandır.

Sahabe, içki cezasını, iftira cezasına kıyas ettiler. Riva­yet edildiğine göre, Hz. Ömer içkinin cezası hakkında sahabe ile istişarede bulundu ve: "halk içki içiyor ve içkiye düşkünlük gösteriyorlar." dedi. Bunun üzerine Hz. Ali, Hz. Ömer'e: "Bir kimse içerse sarhoş olur, sarhoş olursa saçmalamağa başlar, saçmaladımı iftira eder o halde ona iftira cezası vur" dedi. Hz. Ömer'de sarhoşlara iftira cezası olan seksen dayak vurdurdu. Bu kıyası yalnız Hz. Ali yapmadı, Hz. Ali'ye bu konuda diğer sahabiler de katıldı. [Bu hadisi İmam Malik Muvatta'da Munkati, Nesei, Tahavi, mevsul olarak rivayet ettiler] [75]

 

Sahabe Delil Bulamadıklarında Birçok Meselelerde Kendi Reyleriyle İctihadda Bulunmuşlardır:

 

1) İmam Ahmet, Ebû Davud, İbn-i Mâce, Neseinin rivayet ettiklerine göre; düşürülen ceninin diyeti hakkında Resûlullâh (SAV) in vermiş olduğu hükmü bilmeyen Hz. Ömer: "Allah için ceninin diyeti hakkında Resûlullâh (SAV) dan bir şey işitmiş olan varsa söylesin?" demiş. Bunu üzerine Hamel b. Nabiga ayağa kalkarak: "Ben iki cariyemin (yani iki eşimin) arasında idim. Birisi diğerine çadır direği ile vurdu, onun ceninini ölü olarak düşürttü. Resûlullâh (SAV) (düşürülen) cenin için (velisine) bir gurre (yani bir erkek köle veya cariye verilmesine) hüküm verdi."dedi. bunun üzerine Hz. Ömer: "Nerede ise Resûlullâh (SAV) in hükmü bulunduğu yerde kendi reyimizle hüküm verecektik" dedi.

Anne karnındaki cenin cinayet sebebi ile ölürse gurre vermek vacib olur. Fakat canlı olarak düşer de sonra

ölürse tam diyet vermek icab eder. Hz. Ömer'in "nerdey-se Resûlullâh (SAV) in vermiş olduğu hüküm bulunduğu yerde, kendi reyimizle hüküm verecektik" demesi o konuda Resûlullâh (SAV) in vermiş olduğu hüküm bulunmasaydı kendi reyi ile ictihadda bulunacaktı.

2) Abdullah b. Mes'ud mehir tayin edilmeyen bir kadın hakkında ictihadda bulunmuştur.

Sünen sahiblerinin rivayet ettiklerine göre, Abdullah b. Mesud'a gelerek: "Mehir tayin etmeden ve onunla zifafa girmeden kocası ölen bir kadının durumu nedir?"- diye sordular. Onlara Abdullah b. Mesud: "Arayınız, onun hakkında bir delil bulabilirmisiniz" diye cevap verdi. İbn-i Mesud'a tekrar gelip: "Aradık bir delil bulamadık." dediler. İbn-i Mes'ud: "Bu konuda kendi reyimle hüküm veriyorum. Doğru olursa Allâh'dandır. O kadına kendi akraba kadınlarının mehri vardır. Onîardan ne az olur ne de çok, o kadına iddet beklemekte vardır." Bunun üzerine Ma'kıl b. Sinan el- Eşcaî: "Resûiuliâh (SAV) bizim kabileden olan Vaşık'ın kızı Bervâ için senin verdiğin hükmün aynını vermişti." Dedi. İbn-i mes'ud vermiş olduğu hükmün Resûlullâh (SAV)m vermiş olduğu hükmüne uygun olmasına sevindi.

İbn-i Mes'ud bu konuda delile ulaşmaktan aciz kaldık­tan sonra kendi re'yİle fetva verdi. Allah Tealâ'nın tevfıkiyle vermiş olduğu hükme uygun delil bulunduğu için sevindi.

3) Beyhâkî "es-Sünenü'1-Kübrâ"  isimli  eserinde ve İbn-i Abdi'1-Berr "Camiu Beyani'1-İlmi ve fadlihi" isimli eserinde   İkrime'den   rivayet   ettiklerine   göre,   ikrime demiştir ki: "Beni, İbn-i Abbas, Zeyd b. Sabit'e "Ölünün kocası, anası ve babası kaldığında miras nasıl taksim olunur sor" diye gönderdi. Zeyd: "Kocaya malın yarısı verildikten sonra, geri kalan malın üçde biri anaya malın geri kalanı da babaya verilir" dedi. İbn-i Abbas'a gelip Zeyd'in miras taksimini haber verdim. İbn-i Abbas "Zeyd'e git, Allah'ın kitabında, geri kalan malın üçde biri anaya verilir diye bir hüküm var mı diye sor?" dedi. Çünkü îbn-i Abbas:"Anaya malın tamamının üçde biri verilir" diyordu. Zeyd: "İbn-i Abbas'a ben kendi reyimle hüküm veriyorum. Sen de kendi reyinle hüküm veriyor­sun (Senin verdiğin hükme göre, ana babadan daha çok alıyor, benim verdiğim hükrne göre, baba anadan daha çok alıyor. ) ben anayı mirasda babadan üstün tutmam" dedi. Bu hadisde delilin bulunmadığı yerde İhtilâfın bulunacağına işaret vardır.

4) İbn-i Abdi'I- Berr "Cami'u Beyâni'1-ilm" eserinde ve İbn-i Kayyım "İ'lâmü'l-Muvakkıîn" isimli eserinde rivayet ettiklerine göre; "Ömer b. Hattab davası olan bir kişiyle karşılaşmış ve ne yaptığını sormuştu. O kişi Hz. Ali ile Zeyd'in verdikleri hükümden bahsedince Hz. Ömer: "o davada ben hüküm verseydim Hz. Ali ile Zeyd'in vermiş olduğu hükümden başka türlü hüküm verirdim." Demiş. O kişi de: "İş senin elinde böyle hükmetmen için bir engel varmı?" demiş. Ömer'de: "Eğer seni Allah'ın kitabı ve Resûlullâh (SAV) in sünnetinde sabit olan bir hükme çevirecek olsaydım bunu derhal yapardım. Fakat seni kendi reyime çevireceğim. Re'y ise ortaktır" demiş. Kitabdan veya sünnetten delilin bulun­madığı yerde Hz. Ali ile Zeyd'in vermiş olduğu hükmü bozmamıştır. Çünkü Hz. Ömer'in içtihadı da onların içtihadı gibidir. Bir ictihad kendi gibi bir ictihadla bozulmaz.

5) Hz. Ömer'in delil bulunmadığı yerde reyine ve içtihadına dayanarak karar verdiklerinden biri de şam'da Taun hastalığı çıkmış olduğundan geri dönmesi ve Ebû Ubey'de ye cevap vermesidir. Sonra bu konuda kendi re'y ve içtihadına uygun delil ulaşınca Allah Tealâ'ya hamdü senada bulunmuştur.

Buhâri'nin rivayet ettiğine göre, Ömer b. Hattab, Şam'a gitmek üzere yola çıkmış, serg denilen yere vardığında onu askeri emirler yani Ebû Ubey'de b. Cerrah ve arkadaşları karşılayarak Şam'da veba hastalığı­nın bulunduğunu kendisine haber vermişler. Bunun üzerine Hz. Ömer geri dönmek konusunda insanlarla istişarede bulundu, istişare sonunda Medine'ye dönmeye karar verince Ebû Ubeyde ona: "Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" diye sordu. Hz. Ömer: "Bunu senden başkası söylemeliydi, ey Ebû Ubeyde!" dedi. (Hz. Ömer ona karşı gelmekten çekinirdi.) "Evet, Allah'ın kaderin­den yine Allah'ın kaderine kaçıyoruz, bana haber ver: Senin develerin olsa, bir tarafı verimli diğer tarafı çorak bir vadiye inmiş olsan, develeri verimli yerde otlatsan Allah'ın kaderiyle otlatmış, çorak yerde otlatsan yine Allah'ın kaderiyle otlatmış olmazmıydın?" dedi. Az sonra bir hacetine gitmiş olan Abdurrahman b. Avf geldi. Meseleyi duyunca dedi ki: "bu hususda bende bilgi var. Resûlullâh (SAV) ı şöyle buyururken işittim, "bir yerde veba hastalığı bulunduğunu işittiniz mi oraya gitmeyin. Bulunduğunuz yerde veba baş gösterdiği zaman, vebadan kaçmak maksadı ile o yerden de çıkmayın"!" Hz. Ömer bu hadisi işitince, Allah'a hamd etti, sonra kalkıp gitti.

Hz. Ömer'in Şam'da salgın hastalık bulunduğundan dolayı oraya gitmeyip Medine'ye geri dönmesi, bugün tıpta karantina diye bilinenin ta kendisidir.

Müslim'in rivayetinde şu tafsilat vardır:

Şöyle ki: "Hz. Ömer muhacirlerle istişarede bulundu ve Şam'da veba hastalığının çıkmış olduğunu haber verdi. Muhacirler Şam'a girilip, girilmemesinde ihtilâf ettiler. Sonra ensar ile istişare etti, onlar da Şam'a girilip girilmemesinde ihtilâf ettiler. Sonra fetih muhacirlerinden olan Kureyş'in büyükleriyle istişare etti. Hz. Ömer'in dönmesine iki kişi dahi karşı çıkmadı ve: "Biz insanları geri döndürmeni ve onları bu vebanın üzerine götürme-meni münasib görüyoruz" dediler.

6) Yemen'de bir çocuğu babasının karısı (üvey annesi) ile o kadının dostu birlikte öldürdüğü zaman oranın valisi onların durumlarını Hz. Ömer'e yazdı. Hz. Ömer onlara verilecek ceza hakkında tereddüt etti. Nihayet Hz. Ali ona: "ey müminlerin emiri! Birkaç kişi bir deveyi herbiri bir uzvundan tutarak birlikte çalsalar, onların ellerini kesermiydin?" dedi. Hz. Ömer: "Evet", diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer Yemen valisine: "Katillerin ikisinide öldür. Bütün Sana halkı bu cinayet işine katılsa-lardı, hepsini öldürürdüm" diye mektup yazdı.

Buhâri İbn-i Ömer'den rivayet ettiğine göre, İbn-i Ömer demiştir ki: "Bir çocuk tuzağa düşürülerek öldürül­dü. " Bunun üzerine Hz. Ömer: "Bu cinayet işine bütün sana halkı katılsaydı, bu çocuk sebebiyle hepsini öldürür­düm." Dedi.

San'ânî "Sübülü's-Selâm" isimli eserinde bu hadisi açıklarken şu bilgiyi vermiştir. Bu hadisi Tahavi ile Beyhâki, İbn-i Vehb'den rivayet etmişlerdir. İbn-i Vehb demiştir ki: Bana Cebir b. Hazim anlattı, ona da Mugire b. Hakim-i San'ani babasından duyduğunu şöyle anlat­mış: "Sana'da bir kadının kocası kendisini bırakıp gitmiş,

kadının yanında, başka karısından olan Asil adlı oğlunu bırakmış, kadın kocası gider gitmez bir dost edinmiş, birgün dostuna: "Hiç şüphe yok ki, bu çocuk bizi kepaze edecek, bunu Öldür" demiş. Dostu bundan çekinmiş ise de bu  sefer  kadında  ondan  yüz  çevirmiş,  derken  dostu kadının dediğine razı olmuş ve çocuğu öldürmek için kadının   dostu   ile   başka   bir   adam,   kadının   kendisi, hizmetçisi toplanarak onu öldürmüşler. Sonra onun bütün organlarını keserek deriden bir torbaya koymuşlar ve köyün  ötesindeki  bir kör kuyuya atmışlar.   Sonra bu cinayet meydana çıkmış. Kadının dostu yakalanmış ve suçunu itiraf etmiş, arkasından öbürleri de itiraf etmişler, bunun üzerine o gün Sa'na'da vali bulunan Ya'lâ onların durumlarını Hz. Ömer'e yazmış. Hz. Ömer'de hepsinin öldürülmesine   dair  bir  mektup   yazarak:   "Vallahi   bu çocuğun   Öldürülmesine   bütün   Sa'na   halkı   katılsaydı hepsini öldürürdüm" demiştir."

İmam Malik "Muvatta" isimli eserinde Yahya b. Said'den o da Said b. Müseyyeb'den rivayet ettiğine göre: Ömer b. Hattab öldürülen bir kişi sebebiyle beş veya altı kişiyi öldürmüştür. Çünkü onlar o kişiyi tuzak kurarak öldürmüşlerdir. Hz. Ömer: "O kişinin öldürülme­sine bütün san'a halkı katılsaydı hepsini öldürürdüm. " demiştir.

Bu hükümde Hz. Ömer'e; Hz. Ali, Mugire b. Şu'be, Ibn-i Abbas ve tabiinden Said b. Müseyyeb, Hasan-ı Basri, Atâ ve katade katılmışlardır.

Bu İmam Malik'in, Sevri'nin, Evzâi'nin, İmam Şafi­i'nin, İshak'ın, Ebû Sevr'in, rey sahiblerinin mezhebidir.

Hz. Ömer'in bu görüşüne İbn-i Zübeyr karşı çıkmış: "Böyle konularda diyetle hüküm verilir" demiştir.

Bu görüşü İmam Zühri, İbn-i Şirin, Rabiatü'r Rey, davûd, İbn-i Münzir, bir rivayetinde İmam Ahmet kabul etmişlerdir.

Bu konuda delil bulunmadığından dolayı sahabe ihtilâf etmişlerdir. Çünkü Resûlüllâh (SAV) zamanında bir cemaatın bir kişiyi öldürmesi gibi bir hadise meydana gelmemiş ve bu konuda Resûlüllâh (SAV) dan bir hüküm nakledilmemiştir. Hz. Ömer devrinde böyle bir hadise meydana gelmiş ve bu konuda delil bulunmadığından kendi re'y ve içtihadıyla hüküm vermiştir. Hz. Ömer'e bu konuda sahabeden birçokları katılmışlardır.

7) Bir Ölüye kardeşleri ile birlikte dedesinin (babasının babası) mirasçı olması meselesi Resûlüllâh (SAV) in vefatından sonra sahabeye soruldu. Bu konuda Resûlüllâh (SAV) in vermiş olduğu bir hüküm yoktu. Sahabe bu konuda kendi görüşleriyle hüküm verdiler. Görüşlerinde ihtilâfa düştüler

Hz. Ebû Bekir, İbn-i Abbas, İbn-i Zübeyr, Muaz b. Cebel, Ebû Musa el-Eş'arî, Ebû Hüreyre, Hz. Aişe, Ubade b. Samit ve sahabeden diğer bir gurup şu görüşde bulunmuşlardır: (Hz. Ömer'de önce bu görüşdeydi sonra bu görüşden dönmüştür.)

Dede kardeşlerden evlâ olduğundan, kardeşlerle bera­ber bulunduğu takdirde kardeşleri mirasten mahrum eder. Yani kardeşlerden hiçbiri mirasdan hisse alamazlar. Çünkü dede Ölüye kardeşlerden daha yakındır. Dede, baba yerindedir. Babanın Ölünün kardeşlerini mirasdan mahrum ettiği gibi, dede de ölünün kardeşlerini mirasdan mahrum eder. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in birçok âyetle­rinde dedeye baba denilmiştir: "Hem Allah yolunda gerektiği gibi cihat edin! Sizi o seçti, üzerinize dinde bir güçlükde  yüklemedi.   Babanız  İbrahim'in  dini  gibi...." [Hac sûresi: 78]

Hz. Ömer, Hz. Ali, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Mes'ûd ise şu görüşde bulunmuşlardır: ölünün kardeşleri, dedesi ile birlikte mirasçı olurlar. Çünkü hem dede hem de kardeşler ölüye baba tarafından ulaştıkları için yakınlık derecesinde eşittirler.

Zeyd. b. Sabit, bu konuyu kıyasi bir misâlle açıkladı: dedeyi bir ağacın gövdesine, babayı ondan süren büyük bir dala, kardeşleri de o büyük daldan süren iki küçük dala benzetti. Bu iki küçük daldan biri, diğer dala ağacın gövdesinden daha yakındır. Bu iki küçük daldan biri kesilince bu kesilen dalın suyunu diğer dal emer su gövdeye geri dönmez.

Hz. Ömer bu meseleyi Hz. Ali'ye^ sorunca Hz. Ali bu meseleyi başka bir misalle açıkladı: dedeyi büyük bir ırmağa, babayı ondan ayrılan bir kanala, ölü ile kardeşle­rini de kanaldan ayrılan iki arka benzetti. Bu iki arktan bir diğerine ırmaktan daha yakındır. Bilindiği gibi bu iki arktan biri kapatılınca onun suyu diğer arka gider, ırmağa geri dönmez.

Zeyd b. Sabit: "Ölünün kardeşleri iki veya daha ziyade olursa, dedeye üçde bir verilir" diyordu.

Hz. Ali: "Ölünün kardeşleri beş veya daha fazla olursa, dedeye altıda bir verilir. Geri kalan miras kardeşleri arasında taksim edilir" diyordu.

İbn-i Kayyım "İlâmü'l-Muvakkıîn" isimli eserinde: "Ölünün kardeşleri ile birlikte dedesi bulunduğu zaman Hz. Ebû Bekir ile ona katılan diğer bazı sahabelere göre:

"Dede   kardeşleri   mirasdan   mahrum   eder""   görüşünü benimsemiş ve bu konuda birçok deliller zikretmiştir.

Burada zikredilen ve zikredilmeyen misâller, sahabe­nin, hakkında delil bulunmayan bîr çok hadiselerin hükümlerini, hakkında delil bulunan hadiselerin hükümle­rine kıyas ettiklerini, âlimlere ictihad kapısını açtıklarını ve ictihad yolunu gösterip açıkladıklarını bildirmektedir. [76]

 

Yerilen İctihad İle Amel Edilen İçtihadın Arasının Bulunması:

 

Allah Tealâ bize, kendisine itaat edilmesini ve Resulü­ne itaat edilmesini emrederek: "ey iman edenler! Allah'a itaat edin, peygambere ve sizden olan idarecilere de itaat edin, eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah'a ve peygambere döndürün (o hususda Kur'an-ı Kerime ve sünnete müracaat edin) eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız. Bu hem hayırlı. Hem netice itibarıyla daha güzeldir." [Nisa Sûresi: 59] buyurmuştur.

Bu âyet-i kerimede "Allah'a itaat edin" diye buyrulduktan sonra "peygambere de itaat edin" diye peygambere itaatin tekrar edilmesi, peygamberin emretti­ği şeylerin Allah'ın kitabı ile karşılaştırılmadan doğrudan doğruya kabul edilmesinin vacib olduğunu bildirmek içindir.

Peygamber efendimiz bir şeyi emredince, emrettiği şey, kitabda bulunsun veya bulunmasın ona itaat etmek kesin olarak vacib olur. Çünkü Resûlullâh'a kitap (Kur'an) verilmiş onunla beraber onun kadar da ilim verilmiştir.

Allah Teâla iderecilere doğrudan doğruya itaat edilme­sini emretmemiş. Yani: "İdarecilere de itaat edin" buyurmamış. Onlara itaat edilmesini peygambere itaat edilmesinin zımmmda zikrederek onlara itaat edilmesini peygambere itaat edilmesine bağlı kılmıştır. Bundan dolayı idarecilerden bir kimse peygamber efendimizin getirmiş olduğu bir şey ile emrederse kendisine itaat edilmesi vacip olur. Şayet peygamberimizin getirmiş olduğu bir şeye aykırı olarak emrederse kendisini ne dinlemek vardır ne de itaat. Sahih olan bir hadisi şerifde: "Allah'a isyan hususunda hiçbir kimseye itaat yoktur." Ve yine bir hadis-i şerifde: "İtaat ancak meşru (olan bir şey hususun) da dır." buyurulmuştur. Yukarıda geçen âyet-i kerime müminler aralarında anlaşmazlığa düştükle­ri hükümleri, Allah'a ve peygambere döndürmelerinin vacib olduğunu bildirmektedir. Allah'a döndürmekten maksad, Allah'ın kitabına başvurmaktır. Peygambere döndürmekten maksad ise, Peygamber efendimiz hayatta iken kendisine, vefatından sonra sünnetine başvurmaktır.

Müminler aralarında anlaşmazlığa düştükleri hüküm­lerde Allah'ın kitabına ve Resulün sünnetine başvurmakla emredilmeleri, kitap ile sünnetin herşeyin hükmünü içine almış olduğunu bildirmektedir. Çünkü "Bir şey hakkında çekişirseniz" âyetinde şarttan sonra nekre (belirsiz) olarak gelen "Şey'in" kelimesi müminlerin din meselelerinden anlaşmazlığa düştükleri her meseleyi içine almaktadır. Şayet Allah'ın kitabında ve Resûlullâh (SAV) m sünne­tinde olanlar, müminlerin aralarında anlaşmazlığa düştükleri hükümlerin açıklanmasına yeterli olmasaydı, müminlerden anlaşmazlığa düştükleri hükümlerde Allah'ın kitabına ve Resûlullâh (SAV) in sünnetine başvurmaları  istenmezdi.  Buna göre, helâl ve haramın kaynağı Allah'ın kitabı, Resûlullâh (SAV) in sünnetidir. Müctehidin hükmü kendi içtihadıyla vermiş olduğu bir hükümdür. Bundan dolayı Resûlullâh (SAV) sahih bir hadisinde Kumandanı Büreyde'ye "Sen düşmanlarını muhasara ettiğin vakit senden kendilerine Allah'ın hükmünü uygulaman üzere teslim olacaklarını isterlerse kabul etme. Çünkü sen onlar hakkındaki Allah'ın hükmü­ne isabet edip etmeyeceğini bilemezsin. Fakat senin hükmüne, arkadaşlarının hükmüne razı olmak üzere teslim olmalarını iste." buyurmuştur.

Yukarıda açıklandığına göre, sahabenin ictihad ile sadece görüşle hüküm vermek kasdedilmemiştir. Çünkü sadece görüşle verilen hüküm kötülenmiştir. Nitekim Hz. Ebû Bekir sadece görüşle verilen hükmü kötülüyerek: "Allah'ın kitabındaki herhangi bir âyet hakkında kendi görüşüme göre konuşursam veya bilmediğim bir şeyi söylersem beni hangi yer üstünde taşır, beni hangi gök gölgesinde barındırır" demiştir.

Hz. Ebû Bekir ictihad ettiği vakit şöyle derdi: "Bu benim görüşümdür. Eğer doğru ise Allah 'dandır. Eğer hata ise bendendir. Allâh'dan affımı dilerim."

Hz. Ömer'de sadece görüşle verilen hükmü kötüleye­rek: "görüşle hüküm vermekten sakının" demiştir.

Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Sizin üzerinize hiçbir yıl gelmez ki, önceki yıldan daha kötü olmasın, bilmiş olun ki, ben önceki idareci sonra gelen idareciden daha iyidir, önceki yıl gelecek yıldan daha bereketlidir demiyorum. Fakat âlimleriniz ölürler, sonra onların yerini tutacak âlimler bulamazsınız, kara cahil bir gurup gelip işleri ve meseleleri kendi görüşleriy­le çözümlemeye çalışırlar"

Abdullah b. Mes'ûd'a: "Mehir tayın etmeden ve onun­la zifafa girmeden kocası ölen bir kadının durumu nedir" diye soruldu. İbn-i Mes'ud: "o kadına kendi akraba kadınlarının mehri vardır. Onlardan ne az olur ne de çok. o kadına iddet beklemek de vardır. Ben bunu kendi görüşümle söylüyorum. Eğer doğru ise Allâh'dandır. Hata ise benden ve şeytandandır. Allah ve Resulü bundan beridir."dedi.

Hz. Osman'da sadece görüşle verilen hükmü kötüle-miştir.

Ali b. Ebû Talib de: "Eğer din görüşle olsaydı, mestin altına meshetmek, üstüne meshetmekten daha evlâ olurdu" demiştir.

Bir gurup Zeyd b. Sabit'e bazı şeyler sordular o da onlara sordukları şeylerin cevaplarını.verdi. O gurup da onun verdiği cevaplan yazdılar. Sonra o gurup: "Yazdık­larımızı ona haber verelim. " Dediler ve gelip haber verdiler. Zeyd b. Sabit o guruba: "Yazmayın size verdi­ğim cevapların hepsi hata olabilir, çünkü bu cevapları kendi görüşümle ictihad ederek verdim" dedi.

Sahabeden nakledilen bu eserler, görüşün kötülenmesi hakkındadır. Bu kötülenen görüş ile her çeşit batıl olan görüş murad edilmiştir. Delile aykırı görüşde bulunmak, kendilerinden hüküm çıkarılan delillere bakmadan, manalarını anlamadan din hakkında tahmin ve zanla konuşmak, Allah Tealâ'nın isimlerini, sıfatlarını, fiillerini batıl kıyaslarla tevil etmek, bid'atların çıkmasına sebebi­yet vermek, istihsan ile dinin şer'i hükümleri hakkında söz söylemek asıl delil ile veya delilin illeti ile sabit olan hükme kıyas etmeyip, kıyas ile sabit olan hükme kıyas etmek   kapalı,   karmaşık   ve   anlaşılmayanlarla   meşgul olmak gibi.

Nitekim Resûlullâh (SAV): "Şübhesiz Allah Tealâ size üç şeyi kerih görmüştür: Dedikoduyu, çok soru sormayı, malı israf etmeyi" buyurmuştur.

Sahabenin görüşü, deliller hakkında düşünmek, mana­larını anlayıp ictihad etmekten ibaretti.

İbn-i Kayyım bu konuda şöyle demiştir: "Âlimler, ictihaddan ibaret olan görüşü, delillerin çatıştığı yerde doğru vechi bilmek için araştırdıktan, düşünüp tefekkür ettikten sonra, kalbin kanaat getirdiği şeye tahsis etmiş­lerdir. İşte övülen görüş bu görüştür. Eğer bu görüş Resûlullâh (SAV)ın sahabesinden olursa kabul edilmeye daha lâyıkdır."

İbn-i Kayyım, İmam Şafii'nin ashab-ı kiram hakkında­ki şu sözlerini nakletmiştir: "Allah Tealâ, Resûlullâh (SAV) in ashabını Kur'anda, Tevratta İncil'de övmüştür Resûlullâh (SAV) da ashabının kendilerinden sonra hiçbir kimsenin ulaşamayacağı bir mertebede bulunduklarını açıklamıştır. Allah Tealâ onlara sıddıkların, şehidlerin, salihlerin makamlarının en yücesini ihsan etmiştir, bu övgü onlara mübarek olsun. Allah Tealâ onlara rahmet eylesin. Sahabe bize Resûlullâh (SAV) in sünnetini bildiler, Resûlullâh (SAV) ı kendisine vahiy inerken gördüler, Resûlullâh (SAV)ın umumdan, hususdan, azimetten, ruhsattan, irşâddan ne murad ettiğini bildiler, onun sünnetlerinden bizim bildiklerimizi ve bilmedikle­rimizi bildiler, sahabe ictihadda, takvalıkda akılda ilim elde etmede, delillerden hüküm çıkarmada ve bütün ilimlerde   bizden  üstündüler.   Onların   görüşleri,   bizim

görüşlerimizden   daha   üstündür.    Onların   görüşlerine uymak kendi görüşlerimize uymaktan daha evlâdır. "

îmam Şafii sahabeden rivayet edilen görüşleri bu mer­tebede değerlendirmiştir. Sahabeden biri bir görüş ileri sürüyordu. Kur'an onun görüşüne uygun olarak iniyordu. Nitekim Hz. Ömer Bedir esirlerinin boyunlarının vurul­ması görüşündeydi. Kur'an onun görüşüne uygun olarak indi. Yine Hz. Ömer İbrahim Aleyhisselâmın makamını namazgah edinilmesi görüşündeydi. Kur'an onun görüşü­ne uygun olarak indi. Resûlullâh (SAV) in zevceleri kendisine karşı kıskançlıkta birleştikleri vakit Hz. Ömer: "umulur ki, o sizi boşarsa onun Rabbi sizin yerinize ona sizden daha hayırlı zevceler verir" dedi. Kur'an onun görüşüne uygun olarak indi.

Münafık olan Abdullah b. Übeyy öldüğü zaman Resûlullâh (SAV) onun cenaze namazını kıldırmak üzere kalktı. Hz. Ömer'de kalkıp Resûlullâh (SAV) in elbise­sinden tutarak: "Ey Allah'ın Resülu o münafıkdır" dedi. Fakat Resûlullâh (SAV) onun cenaze namazını kıldırdı. Bunun üzerine Allah Tealâ: "Onlardan (Münafıklardan) ölen birinin üzerine ebediyyen cenaze namazı kılma, kabri başında da durma." [Tevbe sûresi: 84] âyetini indirdi.

Bu açıklama ile sahabeden görüşün kötülenmesi hak­kında rivayet edilen eserler ile sahabenin kendi görüşle­riyle ictihadda bulundukları meseleler arasındaki çelişki giderilmiş olur. Sahabenin kötüledikleri görüş, daha Önce bilgi verildiği üzere hiçbir delile dayanmayıp tamamıyla zan ve tahminle ileri sürülen görüşdür.

Sahabenin kabul edip uyguladıkları görüş ise, kitap, sünnet, icma'da açık hükmü bulunmayan yeni bir hadise meydana geldiğinde o hadisenin hükmünü araştırmak veya delilleri yorumlayarak hüküm çıkarmak veyahut delillerin manalarını açıklamak için başvurulan görüşdür.

Allah   Tealâ  bu   görüşü   ve   bu   anlayış   kabiliyetini kullarından dilediği kimselere ihsan eder. [77]

 

Sahabe Müctehidleri:

 

Hadiscilere göre, sahabe mümin olarak Resûlullâh (SAV) in az veya çok sohbetinde bulunup ondan hadis rivayet eden kimselerdir.

Sahabenin müctehidleri, Resûlullâh (SAV) in uzun zaman sohbetinde bulunup onun fiil ve davranışları onların gözü önünde ve tekrarlanarak cereyan etmiş, bunları da kolayca anlama ve öğrenme imkanı bulmuş olanlardır. Bunlar ilim ve ictihadla şöhret kazanmış ve kendilerinden fetva ve hüküm nakledilmiş olan kimseler­dir. Bunlara "kurrâ" ismi veriliyordu. Bu isim islâmm evvelinde uzun zaman fetva verenlerin lâkabı olmaya devam etmiştir.

İbn-i Haldun: "Sahabenin hepsi müctehid olabilecek anlayış ve ilim seviyesine ulaşmadıkları için fetva vermeye ehil değillerdi. Ancak sahabenin müctehidleri Kur'an-ı hıfzedip, onun nâsihini, mensûhunu, müteşâbihini, muhkemini ve diğer delâlet ettiği manaları­nı Resûlullâh (SAV) dan öğrenmiş olanlar veya Resûlullâh (SAV) dan öğrenmiş olan sahabenin yüksek tabakasından    öğrenmiş   olanlardır.    Bu   müctehidlere okuma yazma bildikleri için "Kurrâ" ismi veriliyordu. Çünkü Arablar, okuma yazma bilmeyen bir milletti, onlar o zaman okuma yazmaya yabancıydılar. Bundan dolayı, okuma yazma bilenlere "Kurra" ismi veriliyordu. İslâmın başlangıcında bu isim kullanılıyordu. Sonra islam ülkesinin sınırları genişleyip şehirleri çoğalınca Arablar okuma yazmayı benimsediler. Yetişen âlimler delillerden hükümler çıkardılar, fıkhı tedvin edip geliştirdiler. Fıkıh ilmi başlı başına bir ilim dalı oldu" demiştir.

İbn-i Kayyım "İ'lâmü'l- Muvakkıîn" isimli eserinde zikrettiğine göre: Ashab-ı kiram arasında kendilerinden fetva rivayet edilenlerin sayısı kadın ve erkek olmak üzere yüz otuzdan fazladır. Bunlar fetvalarının azlığı, çokluğu bakımından üç kısma ayrılmışlardır:

Birinci kısım: Fetvaları birer kitap tutacak kadar çok olan şu yedi sahabedir: Ömer b. Hatta*b, Ali b. Ebû Taîib, Abdullah b. Mes'ûd, müminlerin anası Hz. Aişe, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer.

İkinci kısım: Vermiş oldukları fetvalar orta bir halde bulunan şu yirmi sahabedir: Ebû Bekir Sıddık, Ümmü Seleme, Osman b. Affan, Ebû Said el- Hudri, Ebû Musa el- Eş'ari, Cabir b. Abdullah, Muâz b. Cebel, Abdullah b. Amr b. El- As, Abdullah b. Zübeyr, Enes b. Mâlik, Ebû hüreyre, Sa'd b. Ebû Vakkas, Selmân-i Farisi, Talha, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Afv, tmran b. Husayn, Ebû Bekre, Ubade b. Sâmit, Muaviye b. Ebû Süfyan.

Üçüncü kısım: Kendilerinden pek az fetva rivayet edilmiş olan yüzden fazla sahabeden bazıları şunlardır: Ebü'd-Derdâ, Ebû Talha, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Numan b. Beşîr, Übeyy b. Ka'b, Ebû Zer, Hz Safıyye, Hz. Hafsa, Hz. Ümmü Habibe.

Bu devirde kendilerinden çok fetva ve hüküm rivayet edilmiş sahabe müctehidlerinden birkaçının kısaca tercümei halleri açıklanacaktır: [78]

 

Hazreti Ömer

 

Ömer b. Hattab b. Nüfeyl, Kureyş'in Beni Adevi kabi-lesindendir. Kureyş'in yanında sefirlik gibi şerefli bir vazifesi vardı.

Halife olarak müslümanların işini üzerine almadan önce ticaretle uğraşıyordu. Halife olunca müslümanların işleriyle uğraşmaya başladı.

Hz. Ömer, Resûlullâh (SAV) in peygamber olarak gönderilmesinin altıncı yılında müslüman oldu. O vakit müslümanların sayısı otuz dokuzdu, onunla kırk oldular.

Müslümanların sayısı az olduğundan ve kureyş'in kendilerine işkence ettiğinden dolayı müslümanlıklarını gizliyorlar, Mahzum kabilesinden Ebû Erkâm'ın oğlu Erkâm'ın evinde Resûlullâh (SAV) in etrafında toplan­mışlar, dini öğreniyorlardı.

Hz. Ömer'in Müslüman olması, Müslümanlar için büyük kazanç oldu. Hz. Ömer hakkın davetine yardımcı olup, Allah tealâ'nın dininin yücelmesi için çalıştı.

Hz Ömer güçlü, kuvvetli, hiddetli, dirayetli, hakkı savunmada cesaretli olarak biliniyordu.

Siyer ehlininzikrettiğine göre, Resûlullâh (SAV): "Al­lah'ım şu iki adamdan (yani) Ömer b. Hattab veya Amr b. Hişâm'dan sana en sevimli olanı ile islâmı aziz kıl" diye duâ etmiştir. Allah Tealâ Resûlullâh (SAV) in duâsini kabul etti ve Hz. Ömer müslüman oldu.

Hz. Ömer Resûlullâh (SAV) a "Biz dinimizi niçin gizliyoruz, halbuki biz hak üzere bulunuyoruz, onlar ise batıl üzere bulunuyorlar. Seni hak ile gönderen Allah Tealâ'ya yemin ederim ki, küfürle oturduğum her meclisde muhakkak imân ile de oturacağım" dedi. Bunun üzerine Müslümanlar iki saf halinde Kabe'ye çıktılar. Safın birinin başında Hz. Ömer diğer safın başında ise Hz. hamza bulunuyordu. Bu durum Kureyş kafirlerinin kuvvetini zayıflattı ve morallerini bozdu bundan dolayı Hz. Ömer'e "Faruk" lakabı verildi, çünkü O İslamı açıkladı. Hak ile batıl arasını ayırdı.    *

Abdullah b. Mes'ûd demişdir ki: Hz. Ömer'in müslüman olması Müslümanlar için zafer, Medine'ye hicreti nusret emir ve halife olması rahmet oldu. Vallahi Hz. Ömer müslüman oluncaya kadar biz Müslümanlar Kabe avlusunda açıktan açığa namaz kılmak kudret ve cesaretini gösteremiyorduk. Hz. Ömer müslüman olunca müşriklerle dövüştü, onlar bizi bıraktılar, biz de Kabe'nin avlusunda namaz kıldık. Hz. Ömer müslümanları ve Resûlullâh (SAV) ı müdafaa etmeye devam ediyordu. Nihayet müslümanların hicret etmelerine izin verildi. Müslümanlar gizli olarak Medine'ye hicret ettiler, ancak Hz. Ömer çok kuvvetli ve cesaretli olduğu için Kureyş'in ileri gelenlerinden bir gurubun gözü önünde Medine'ye hicret etti.

Hz. Ali'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Medineye hicret edenlerden gizli olarak hicret etmeyen hiçbir kimse bilmiyorum. Ancak Ömer b. Hattab hicret etmek isteyin­ce kılıcını kuşandı, Kureyş'e karşı meydan okudu, eline oklar aldı, Kabe'ye gitti, Kabe'nin etrafında Kureyş'in ileri gelenlerinden bir gurup bulunuyordu. Beytullâh'ı yedi kere tavaf etti, sonra makamı İbrahim'de iki rekat namaz kıldı, sonra Kureyş'e karşı çıkıp "Yüzler kara olsun, anasını ağlatmak, çocuğunu yetim, karısını dul bırakmak isteyen benimle şu vadinin arkasında buluşsun" dedi. Müşriklerden hiçbiri onun peşinden gitmeye cesaret edemedi. "

Hz. Ömer'in şahsiyeti çok yönlüdür. Bizim konumuzla ilgili olan en mühim şahsiyeti, rey'inin isabetli, ileri görüşlü ve anlayışının kuvvetli olmasıdır. Onun görüşü hak oklarından bir ok olup hedefe isabet ediyor ve inecek olan bazı âyet-i kerimelere uygun düşüyordu. Yukarıda geçtiği üzere içtihadıyla vermiş olduğu hükümler onun görüşünün isabetli olduğuna delil olarak yeterlidir.

Buhâri ile Müslim'de rivayet edildiğine göre, Ömer b. Hattab demiştir ki: "Benim görüşüm üç yerde Rabbimin İndireceği âyetlere uygun düşmüştür. Ben "Ya Resûlallâh Makam-ı İbrahimi namazgah edinmelisin" dedim. Bunun üzerine şu âyet-i kerime indi: "Ey müminler, siz de İbrahlmin makamından kendinize bir namazgah edinin" [Bakara sûresi: 125] yine "Ya Resûlallâh senin yanına iyi kimse de, kötü kimsede giriyor müminlerin analarını örtmelisin" dedim. Bunun üzerine Allah Tealâ örtünme hakkında şu âyet-i kerimeyi indirdi: "Ey peygamber! Kadınlarına kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle de dış örtülerini sımsıkı örtsünler." [Ahzab sûresi: 59] Hz Ömer, Resûlullâh (SAV) in zevceleri kendisine karşı kıskançlıkta birleştikleri ve Resûlullâh (SAV) in onlara darılmış olduğu bana ulaştığı zaman onların yanına girdim ve onlara "Ya bundan vaz geçersiniz veyahut Allah Tealâ Resulüne sizden daha hayırlısını verir" dedim. Onlardan biri "Ey Ömer! Resûlullâh (SAV) in zevcelerine va'z etmesi yetmiyormu ki, bir de sen mi onlara va'zediyorsun" dedi. Bunun üzerine Allah Tealâ şu âyet-i kerime'yi indirdi. "Eğer o sizi boşarsa umulur ki, Rabbi yerinize sizden daha hayırlı zevceler verir, öyle kî, müslüman, halis mümin, itaatkâr, tevbekâr, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bekâr kadınlar olabilir" [Tahrim sûresi: 5]

Müslim ile Tirmizi'de rivayet edildiğine göre, Resûlullâh (SAV) Bedir esirleri hakkında ashabıyla istişare etti. Hz. Ömer onların boyunlarının vurulmasını teklif etti. Hz. Ebû Bekir İse onların affedilip kendilerin­den fidye alınmasını teklif etti, Resûlullâh (SAV) onları affedip kendilerinden fidye aldı. Bunun üzerine Allah Tealâ şu âyet-i kerime'yi indirdi: "Hiçbir peygamber için yeryüzünde ağır basmadıkça (üstün gelmedikçe) esirleri bulunmak doğru değildir. [Enfal sûresi: 67]

İbn-i Abbas'dan rivayet edilmiştir, demiştir ki: Hz. Ömer'den dinledim şöyle diyordu: Abdullah b. Übeyy b. Selül öldüğü zaman Resûlullâh (SAV) onun cenaze namazına çağrıldı. Resûlullâh (SAV) da namazını kıldırmak için cenazeye karşı durduğu zaman ben "Falan ve falan gün onun günlerini sayıyor, şöyle şöyle diyen Allah'ın düşmanı Übeyy oğlu Abdullah'ın mı (cenaze namazını) kıldıracaksın" dedim. Resûlullâh ise tebessüm ediyordu. Nihayet kendisine karşı lâfı uzattığım vakit Resûlullâh (SAV): "Ey Ömer! Benden geri dur. Ben bu hususda muhayyer  bırakıldım"  buyurdu.  Ve  bana "o münafıklar için ister istiğfar et (bağışlanmalarını dile) ister istiğfar etme! Onlar için yetmiş kere istiğfar etsen de Allah onları af etmeyecektir" [Tevbe sûresi: 80] denildi. Bilsem kî yetmişi aşarsam bağışlanacaktır. Mutlaka yetmişden fazla istiğfar ederdim. Sonra Resûlullâh (SAV) onun cenaze namazını kıldırdı. Cenaze ile beraber yürüdü. Defni tamamlanıncaya kadar da kabrinin başında durdu. Hz. Ömer şöyle devam etti: Kendime ve Resûlullâh (SAV) a karşı -Allah ve Resulü biliyor ki-cüretime şaştım. Vallahi onu defnedeli çok az bir zaman olmuştu ki, şu iki âyet indi: "Münafıkların ölenlerinden hiçbirisinin ebediyyen cenazesini kılma, kabri başında durma" [Tevbe sûresi: 84] bundan sonra Resûlullâh (SAV) ruhunu Allah'a teslim edinceye kadar hiçbir Münafığın cenaze namazını kıldırmadı.

Hz. Ömer birçok yeni ictihadlarda bulunmuştur. Beyhaki'nin Mes'ûd b. er-Hakem es-Sakafı'den rivayet ettiğine göre, Mes'ûd b. Hakem demiştir ki: "Ölünün kocası, anası, ana bir kardeşleri ile ana baba bir kardeşleri kalmış. Bu mesele Hz. Ömer'e sorulmuş, Hz. Ömer ana bir kardeşler ile ana baba bir kardeşleri mirasın üçde birinde ortak kılmış. Bunlar arasında bu üçde biri eşit olarak taksim etmiş, bunun üzerine bir kimse: "Ey müminlerin emiri! Geçen sene ana bir kardeşlere, ana baba bir kardeşleri ortak kılmamıştın" demiş. Hz. O-mer'de: "O gün Öyle hüküm verdik, bugün böyle hüküm verdik" demiştir. Bu mesele, miras hukukunda "Müşerreke" veya "Müştereke" diye meşhurdur.

Ömer b. Hattab'ın, Ebû Musa el- Eş'ari'ye kaza (Bir dava geldiğinde nasıl hüküm verileceği) hakkında yazmış olduğu mektubu bu konuda eşsizdir. Bu mektup, usûle, fıkha, ve delillerden hüküm çıkarmaya ait birçok kaideleri toplamıştır. Bu mektup, Hz. Ömer'in kuvvetli bir görüşe, ince bir anlayışa ön sezgiye sahib olduğunu bildirmekte­dir.

Allâme İbn-i Kayyım "İlâmü'l-Muvakkıîn" isimli eserinde Hz. Ömer'in mektubunu açıkladı ve ondan birçok ilim çıkardı. Biz Hz. Ömer'in gidişatını, faziletle­rini ve meziyetlerini anlatsak söz uzar. Hz. Ömer'i Mugire b. Şube'nin kölesi Ebû lü'lü şehid etti. Hz. Ömer şehid olarak rabbine kavuştu. Hz. Ömer hilafet işini Resûlullah (SAV) in kendilerinden razı olarak vefat ettiği şu altı kişi arasında istişare neticesine havale etti: Hz'. Ali, Talha, Sa'd b. Ebû Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman, Zübeyr (Allah'ın rızası hepsinin üzerine olsun) şu'ra ehlinin beşi halife seçimini altıncı üye Abdurrahman'a havale edip onun vereceği karara razı oldular. O da Hz. Osman'ı seçti.

Hz. Ömer on sene altı ay halifelik makamında kaldık­tan sonra hicretin yirmi üçüncü senesinde şehit olarak Medine'de vefat etmiştir. [79]

Ali B. Ebü Talib

 

Hz. Ali, Haşim oğullarından Abdülmuttalib'in oğlu olan Ebû Talib'in oğludur. Babası Ebû Talib'in adı Abdülmenafdır. Hz. Ali'nin künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Sahih rivayete göre, Hz. Ali Resûlullah (SAV) peygam­ber olarak gönderilmeden on sene önce Mekke'de doğmuştur. Resûlullah (SAV)ın himayesinde ve terbiye­sinde yetişmiştir.

Anası Haşim oğullarından Esed'in kızı Fatıma'dır. Mekke'de  müslüman  olmuş,  Medine'ye  hicret  etmiş,

Resûlullah   (SAV)   in   sağlığında   vefat   ederek   cenaze namazı Resûlullah (SAV) tarafından kılınmıştır.

Hz. Ali ilim ehlinden birçoklarının görüşüne göre, insanlardan islâmiyeti ilk kabul edendir. Hz. Ali, Resûlullah (SAV) dan hiç ayrılmamıştır. Tebük gazası dışında Resûlullah (SAV) İle bütün savaşlara katılmıştır. Tebük gazasında Medine'de muhafız olarak geri kaldığı vakit Resûlullah (SAV) ona: "Senin bana yakınlığın Hz. Harun'un Hz. Musa'ya yakınlığı gibi olmasına razı olmazmısın? Ancak Harun peygamberdi, fakat benden sonra peygamberlik kesilmiş olduğundan o yüce peygam­berlik rütbesinden mahrum bulunuyorsun" buyurmuştur.

Resûlullah (SAV) Hz. Ali'yi kızı Fatıma ile evlendirdi, savaşların çoğunda sancak Hz. Ali'nin elinde bulunuyor­du. Resûlullah (SAV), ashab arasında kardeşlik akdi yapınca Hz. Ali'yi kendileri için seçerek: "Ya Ali! Sen benim dünyada da ahirette de kardeşimsin" buyurdu.

Hz Ali'nin menkibeleri pek çoktur, hatta İmam Ahmet b. Hanbel demiştir ki: Hz. Ali hakkında nakledilen menkibeler sahabeden hiçbirinin hakkında nakledilme-miştir.

Alimler, Hz. Ali'den nakledilen menkibelerin çok olmasına gerekçe olarak şunu göstermişlerdir. Emevi oğullan Hz. Ali'ye buğzettikleri için, herkes Hz. Ali'ye ait sahabeden duyduğu bir menkibeyi onun şanını yüceltmek ve makamını yükseltmek için yazmaya ve anlatmaya özen göstermişlerdir.

Rafıziler (bir şii fırkası) Hz. Ali hakkında menkibeler uydurmuşlardır. Halbuki Hz. Ali'ninböyle uydurma menkibelere ihtiyacı yoktu. Neseî diğer sahabelerin değil sadece Hz. Ali'nin meziyetlerini araştırarak senetleriyle

birçok  menkibeler  toplamıştır.   Bu  menkibelerin   çoğu doğrudur ve nakledilmesinde bir beis yoktur.

Hz. Ali ata binicilikle, yiğitlikle, kahramanlıkla şöhret kazanmıştı. Hayber günü Resülullâh (SAV) şöyle buyurdu: "Şu sancağı yarın Allah'ı ve Resulünü seven, Allah ve Resulünün de kendisini sevdiği bir adama vereceğim. Allah onun elleriyle fethi ve zaferi ihsan edecektir" sabah olunca hepsi Resülullâh (SAV) in huzurunda toplandılar, herbiri sancağın kendisine verilmesini ümit ediyordu. Resülullâh (SAV): "Ebû Talib'in oğlu Ali nerede? diye sordu. Sahabe: "Onun gözleri ağrıyor" dediler. Resülullâh (SAV): "Onu bana çağırın" buyurdu. Hz. Ali'yi Resülullâh (SAV) in yanına getirdiler. Resülullâh (SAV) Hz. Ali'nin gözlerine tükrük sürdü ve onun için duâ etti ve derhal iyileşti. Resülullâh (SAV) sancağı ona verdi. Hz. Ömer .hiçbir zaman emir olmayı arzu etmemiştim, ancak ogün arzu ettim demiştir. Resülullâh (SAV) sancağı Hz. Ali'ye verince Hz. Ali süratle gitti, sahabe ona "yavaş ol" dediler. Nihayet Hz. Ali Hayber kalesine varınca kapısını söküp yere attı. Sonra yetmiş kişi toplanıp o kapıyı yerine takdılar.

Müşriklerin Resülullâh (SAV) i öldürmek istedikleri ve öldürmek için evini kuşattıkları vakit Resülullâh (SAV) Hz. Ali'yi çağırdı ve: "Ben Medine'ye gidiyorum, bu gece yatağıma yat, üzerine de hırkamı öıt. Müşrikler beni yatıyor sansınlar, yarın bu emanetleri sahiblerine ver. Benden sonra sen de Medine'ye gel" buyurdu. Ve o gece evinden çıktı, evini kuşatmış olan müşriklerin arasından "yasin" sûresini okuyarak geçti. Kimse onu görmedi. Kureyşliler Resülullâh (SAV) ı yatıyor sandılar. Sabahle­yin yatakta yatanın Hz. Ali olduğunu görünce hayrete düştüler.   Hz.   Ali'nin   Resülullâh  (SAV)   in  yatağında böyle tehlikeli bir zamanda yatması cesaretin ve korku­suzluğun son noktası olup, Allah ve Resulü yolunda kendisini feda etmesidir.

Hz. Ali, Hz. Ömer'in aralarından birini istişare ederek halife seçmelerini vasiyet ettiği altı kişiden biriydi. Abdurrahman b. Avf bir takım şartlarla birlikte halifeliği Hz. Ali'ye teklif etti. Hz. Ali şartlardan bazısını kabul etmeyince, Abdurrahman b. Avf ayni şartlarla halifeliği Hz. Osman'a teklif etti. Hz Osman aynı şartlarla halifeliği kabul edince onu halife seçti. Hz. Ali'de onun halifeliğini kabul ederek ona biat etti. Hz. Osman şehid edilince insanlar Hz. Ali'ye biat ettiler. Sonra sahabeden Talha, Zübeyr, Hz. Aişe'nin dahil olduğu bir gurup Hz. Os­man'ın katillerinin kısas edilmesini istediler. Hz. Ali ise asiler itaat altına alınıp, huzur ve sükûn sağlandıktan ve Hz. Osman'ın velileri katillerin kısas edilmeleri için kendisine dava ettikten sonra katiller hakkında şeriat-ı mutahhare hükmünün uygulanması görüşündeydi. Bu gurup ise, Hz. Ali'ye: "Katilleri araştırıp bul ve onları öldür" dediler. Hz. Ali dava edilmeden, katillerin kimler olduğu şahitlerle isbat edilmeden kısas edilmelerinin doğru olmadığı kanaatindeydi. Gerek Hz. Ali gerekse bu gurup ictihadla hüküm veriyorlardı. Anlaşamadılar, bu gurup Basra'ya gidip, Hz. Ali'ye karşı bir ordu hazırladı­lar. Hz. Ali bunların üzerine yürüdü, savaş Hz. Aişe'nin bindiği bir deve etrafında olduğundan bu savaşa "CemeHdeve" olayı adı verilir. Savaşı Hz. Ali kazandı. Talha ve Zübeyr öldürüldü, Hz. Aişe Medine'ye gönde­rildi. Hz. Ali buradan Kûfe'ye geldi. Orayı kendisine merkez yaptı. Medine'ye dönmedi. Müslümanları Kûfe'den idare etmeye başladı.

Şam valisi bulunan muaviye de Hz. Osman'ı şehid eden asilerin cazalandınlmasını istiyordu. Hz. Ali ona elçi gönderip biat etmesini istedi, buna karşı muaviye: "Katilleri bana teslim etsin hemen biat edeyim" diye cevap verdi. Anlaşamadılar, bunun üzerine iki ordu fırat nehri kıyısında Sıffın denilen yerde karşılaştılar, çok şiddetli savaşlar oldu, sonunda Şam ordusu bozuldu, Amr b. As'in tavsiyesiyle şam ordusu Kur'ân sahifelerini mızraklarının ucuna takarak: "niçin birbirimizi öldürüyo­ruz, Kur'an aramızda hakem olsun" diye bağırmaya başladılar. Hz. Ali'nin bunun bir hile olduğunu bildirme­sine rağmen adamlarının baskısı ile savaşı durdurmaya mecbur kaldı. Sonunda konu hakemlere havale edildi. Muaviye'nin hakemi, Mısır fatihi Amr b. As, Hz. Ali'nin hakemi ise Ebû Musa el- Eş'âri idi. Hakemler ikisini de azledip yeni bir halife seçmeye karar verdiler. Amr. b. As hile yaptı, sonuç alınamadı. Şam ordusu Şam'a, Hz. Ali'de Kûfe'ye çekildi.

Ebû Talibin oğlu Hz. Ali ilimde, fıkıhta parladı. Resûlullâh (SAV) dan sonra fetva vermeye girişti. Mühim bir meselede Hz. Ali'nin bulunmadığı istişare meclisinde Hz. Ömer Cenab-ı Hakka sığınırdı.

İbn-i Abbas: "Bize gelen bir rivayetin Hz. Ali'den olduğu sabit olunca onu kabul ederdik" demiştir.

Hz. Ali birgün hutbe okurken cemaate hitab ederek: "Sorunuz! Bana ne sorarsanız size cevabını veririm. Allah'ın kitabından bana sorunuz! Vallahi hiçbir âyet yoktur ki, ben onun gecede mi, gündüzde mi, kırda mı, dağda mı indirilmiş olduğunu bilmiyeyim" demiştir.

Hz. Ali'nin vermiş olduğu hükümleri ve fetvaları ya­yılmıştır. Fakat Şiâ onlara türlü türlü yalan karıştırmıştır.

Ve onun ilminden çoğunu bozmuşlardır. Bu sahih hadisleri toplayan Buhâri ve müslim gibi muhaddisler Hz. Ali'den rivayet edilen hadislere ve fetvalara itimat etmemişlerdir. Ancak ehli beyt yahut Ubeyde Es-selmâni, Şürayh ve Ebû Vail gibi Abdullah b. Mes'ûd'un ashabı yoluyla rivayet edilen hükümlerine ve fetvalarına itimat etmişlerdir.

Hz. Ali kendilerine ilim emanet edecek kimseleri bu­lamadığından şikâyet ederek: "şu kalbim ilimle dolu sahih olarak ezberleyip, nakledecek raviye tesadüf etseydim" dermiş.

Hz. Ali Hz. Osman'ın hicretin otuzbeşinci yılının zil­hicce ayında şehid edildikten sonra hilafet makamına geçmiş, kendisine biat edilmiş, hilafet makamında kalma müddeti beş seneden üçbüçuk ay noksandır.

Hicretin kırkıncı yılı ramazanın onyedinci günü sabah namazında Abdurrahman b. Mülcem adında bir harici tarafından zehirli bir kılıçla vurulmuş, iki gün sonra şehit olarak Kûfe'de vefat etmiştir, vefatında altmış üç yaşın­daydı. Bugün Necefde bulunan türbesi Ali Büveyh Adudü'd Devle tarafından yaptırılmıştır. [80]

 

Abdullah B. Mes'ûd:

 

Abdullah b. Mes'ûd b. Gafil el- Hezliki, beni Züh-re'nin müttefikidir. Abdullah b. Mes'ûd'un künyesi Ebû Abdurrahman'dır. Abdullah b. Mes'ûd'a anasına nisbet edilerek "İbn-i Ümmü abd" de denilir.

İbn-i Mesûd babası Öldükten sonra çalışmak için Hüzeyl'den, Mekke'ye geldi. Ukbe b. Ebû Muayt'ın koyunlarını otlatıyordu. Ona iki zat rasladı, onlardan biri ona çok tatlı bir söz söyledi. İbn-i Mes'ûd o zattan kendisini sevindiren ve hoşuna giden haller gördü. Sonra iki zatın Resûlullâh ile arkadaşı Ebû Bekir olduğunu öğrendi. Bunun üzerine İbn-i mes'ûd Ukbeye koyunlarını teslim edip, Resûlullâh (SAV) ı aramaya başladı, nihayet Resûlullâh (SAV) ı buldu. Ondan daha önce işitmiş olduğu sözleri kendisine öğretmesini istedi. Resûlullâh (SAV) da onu islam'a davet etti, o da müslüman oldu. Resûlullâh (SAV) ona: "Sen kendisine doğru olan ilham edilmiş bir gençsin" buyurdu.

İbn-i Mes'ûd müslümanların altıncısı oldı. İbn-i Mes'ûd: "Ben kendimi müslümanlardan ilk altı kişinin altıncısı olarak gördüm. Yer yüzünde bizden başka müslüman yoktu" derdi. İlk defa yüksek sesle Kur'an-ı okuyarak kureyşlilere işittiren İbn-i Mes'ûd'dur. Birgün Resûlullâh (SAV) in ashabı toplandılar ve: "Kureyşliler bu Kur'an-ı aleni olarak işitmediler onlara Kur'an-ı işittirecek bir kimse yokmu?" dediler. Abdullah b. Mes'ûd: "Ben varım" dedi. Ashab: "Onların sana kötülük yapmalarından korkuyoruz, biz kendisine kureyşliler kötülük yapmak isterlerse onlardan onu himaye edecek kabilesi olan bir kimsenin okumasını istiyoruz" dediler. İbn-i Mes'ûd: "Beni bırakın şüphe yok ki, Allah Tealâ beni onlardan korur" dedi. Bunun üzerine İbn-i Mes'ûd kuşluk vakti Kabe'deki Makam-ı İbrahime gitti. Kureyşliler toplantı yerlerinde bulunuyorlardı. İbn-i Mes'ûd makam-ı İbrahim'de durdu ve yüksek sesle Besmele çekerek: "Rahman sûresini" okumaya başladı. Sonra Kureyşlilere dönüp aynı sûreyi okumaya devam etti. Kureyşliler "İbn-i Ümmü Abd" ne diyor diye düşündüler ve onun Hz. Muhammed'in getirdiğini okuduğunu anladılar. Hemen onun üzerine hücum ettiler ve yüzüne vurmaya başladılar o da okumaya devam etti. Hatta Allah Tealâ'nın o sûreden okumasını dilediği yere kadar okudu. Sonra yüzü ve vücûdu yaralanmış olarak arkadaşlarının yanına dönünce: "Biz sana böyle kötülük yapılmasından korkuyorduk" dediler. O da: "Allah düşmanları benim yanımda şimdiki kadar küçük görül­memişti. İsterseniz yarın yine böyle yapayım." Dedi. Onlar da ona: "Hayır, hayır bu kadar yeter onlara hoş­lanmadıkları şeyi duyurdun" dediler.

İbn-i Mes'ûd iki defa hicret etti. Bedir savaşma ve Bedir'den sonraki savaşlara katıldı. Ebû Cehil, İbn-i Mes 'ûd' u Kabe' de Kur' an okurken dövmüştü. Ebû Cehilin ölümü Bedir savaşında İbn-i Mes'ûd'un eliyle olmuş. İbn-i Mes'ûd Ebû Cehilin göğsü üzerine çıkmış ve aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir: Abdullah b. Mes'ûd ona: "Ey din düşmanı işte Allah seni rezil etti. " Demiş. Ebû Cehil ona: "Ey koyun çobanı sen misin? Yemin olsun ki, sen çıkılması zor olan yüksek bir yere çıktın" demiş. İbn-i Mes'ûd hemen başını kesmiş, onu yüklenerek Resûlullâh (SAV) in yanına getirmiştir.

İbn-i Mes'ûd, Resûlullâh (SAV) dan ayrılmazdı. Resûlullâh (SAV) in ayakkabılarını, misvağını ve abdest suyunu hazırlardı.

Ebû Musa şöyle demiştir: "Kardeşim ve ben Ye-men'den Medine'ye geldik. İbn-i Mes'ûd ile annesini devamlı Resûlullâh (SAV) m evine girip çıktıklarını gördüğümüz için uzun zaman onları ehl-i beytten sanı­yorduk"

Huzeyfe'ye: "Resûlullâh (SAV) a yol ve gidişat bakı­mından ashabının en yakınını bize söyle ki, onunla buluşalım,   ondan   ilim   alalım   ve   kendisinden   hadis dinleyelim" denildi. Huzeyfe şöyle dedi: "Resûlullâh (SAV) a yol ve gidişat bakımından ashabının en yakını İbn-i Mes'ûd idi. Ashabının ileri gelenleri gayet iyi bilirler ki, yakınlık bakımından Allah'a en yakınları Ümmü Abd'in oğlu (Abdullah b. Mes'ûd) dur.

Abdullah b. Mes'ûd seferde ve hazarda devamlı Resûlullâh (SAV) in sohbetinde bulunmak berekâtıyla ilimde ve fıkıhta en yüksek payeyi elde etmişti. Nitekim İbn-i Mes'ûd: "Allah'a yemin ederim ki, Allah Tealâ'nin kitabından inen bir âyet yoktur ki, ben onun kimin hakkında ve nerede inmiş olduğunu bilmiyeyim. Allah Tealâ'nın kitabını benden daha iyi bilen yoktur. Eğer Allah'ın kitabını benden daha iyi bilen bir kimseyi bilsem o kimseye deve ile ulaşılacak olsa elbette deveye biner o kimseye giderdim. Ben sizin hayırlınız da değilim" derdi.

İbn-i Mes'ûd: "doğrudan doğruya Resûlullâh (SAV) in mübarek ağzından yetmiş sûre ezberledim" derdi.

Zeyd. b. Vehb demiştir ki: "Ben Hz. Ömer'in yanında oturuyordum, derken Abdullah b. Mes'ûd geldi ve Hz. Ömer'e yaklaşarak eğildi ve ona birşeyler söyledi, sonra gitti." Bunun üzerine Hz. Ömer: "İşte içi ilim dolu bir dağarcık" dedi.

İbn-i Mes'ûd'un ufak tefek yapılı hafif bir vücuda malik olmakla beraber yüksek ilim dehası düşünülünce Hz. Ömer' in bu teşbihdeki belagat ve isabeti iyice anlaşılır.

"Onlardan öyle kimseler vardır ki, seni dinlerler, sonra yanından çıktıkları zaman kendilerine ilim verilmiş olanlara "O, demin ne söylediydi ha?" derler" [Muham-med  sûresi:   16]  Abdullah  b.   Büreyde:  "Abdullah  b.

Mes'ûd bu âyeti kerimedeki "Kendilerine ilim verilmiş olanlar" dandı" demiştir.

Resûlullâh (SAV): "Her kim Kur'an-ı indiği andaki tazeliği ile okumayı arzu ederse onu İbni Ümmü Abd'in kıraati üzere okusun" buyurdu.

Yine Resûlullâh (SAV): "Herhangi bir kimseyi müslümanlarla istişare etmeden emir tayın etmiş olsay­dım mutlaka İbni Ümmü Abd'i emir tayin ederdim" buyurdu.

İbn Mes'ûd Şam fetihlerine katıldı. Hz. Ömer Abdullah b. Mes'ûd'u Kûfe'ye din işlerini öğretmek için, Ammar b. Yâsir'i de emir olarak gönderdi. Ve: "Bu ikisi Resûlullâh (SAV) in seçkin ashabından ve ehli Be-dir'dendir, bunlara uyunuz, itaatta bulununuz, sözlerini dinleyiniz. Ben Abdullah'ı göndermekle sizi kendime tercih etmiş bulunuyorum" diye bir de mektup yazdı. Sonra Hz. Osman, Abdullah b. Mes'ûd'u Kûfe'ye emir tayın etti, daha sonra onu azledip Medine'ye dönmesini emretti. O da: "Benim ona itaat etmem lâzım ve ben fitne kapısını ilk açan olmayı arzu etmiyorum" dedi ve medine'ye döndü.

Sahih olan bir rivayete göre, hicretin otuzikinci sene­sinde Medine'de vefat etti. Baki kabristanına defnedildi. [81]

 

Zeyd B. Sabit

 

Zeyd b. Sabit b. Dahhak en- Neccari, ensar-ı kiram-dandır. Künyesi Ebû Said'dir. Bedir savaşında Resûlullâh (SAV) onu küçük bulduğundan bu savaşa katılmasına izin vermedi. İlk katıldığı savaş Hendek savaşıdır. Denildi ki, Uhud savaşına da katıldı. Tebük savaşında Neccar oğullarının sancağını taşıdı. Sancak önce Ammare b. Hazm da idi, Resûlullâh (SAV) sancağı Ammare'den alıp Zeyde verdi. Ammare: "Ya Resûlalîâh! Benden bir şey mi duydun?" Dedi. Resûlullâh (SAV): "Hayır, fakat Zeyd Kur'ân-1 çok iyi bilir, Kur'ân ise Öne geçirilir" buyurdu.

Zeyd b. Sabit Yermuk ganimetlerinin taksimini yap­mıştı. Zeyd b. Sabit Resûlullâh (SAV) in vahiy katibiydi, Resûlullâh (SAV) m hükümdarlara, emirlere ve kabile reislerine gönderdiği mektupları Zeyd. b. Sabit yazıyordu.

Zeyd b. Sabit'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Resûlullâh (SAV) Medine'ye gelince beni onun huzuru­na getirdiler ve "Bu Neccar oğullarındandır" dediler. Resûlullâh (SAV) onyedi sûre okudu. Ben de hemen onyedi sûreyi kendilerine okudum. Bu onun çok hoşuna gitti. Bunun üzerine Resûlullâh (SAV) bana "Sen yahudilerin lisânını öğren, çünkü ben mektuplarım hakkında yahudilere güvenmiyorum" buyurdu. Ben onbeş gün kadar az bir zaman içinde onların lisanını öğrendim. Resûlullâh (SAV) m mektuplarını onlara ben yazıyor­dum, onlardan gelen mektupları da Resûlullâh (SAV) a ben okuyordum."

Hz. Ebû Bekir'in devrinde Kur'an'ı cem edip ve tertibe koyan Zeyd b. Sabittir. Hz. Ebû Bekir, Zeyd'e: "Sen akıllı olgun bir gençsin, biz seni hiçbir kusurla suçlama­yız" diyerek onun müstesna zekâsı ve ilmi şahsiyeti hakkındaki umumun itimadını bu vecizesinde ifade etmiştir.

Zeyd b. Sabit sahabenin en büyük âlimlerindendir. insanlar, kıraatta ona uyarlar, gerek feraizde, gerekse diğer konularda onun vermiş olduğu hüküm ve fetvaları kabul ederlerdi.

Şâbi'den rivayet edilmiştir demiştir ki: Zeyd b. Sabit atına binmek isteyince, İbn-i Abbas üzengiyi tuttu. Zeyd: "Ey Resûlullâh (SAV) m amcasının oğlu sen geri çekil" dedi. İbn-i Abbas'da: "Hayır, biz âlimlere ve büyüklere böyle yapmakla memuruz" dedi. Zeyd de, İbn-i Abbas'ın elini öptü: "Bizde peygamberimizin ehl-İ beytine böyle hürmet etmekle emrolunduk" dedi.

Bir hadisi şerifde: "Sizin feraizi en iyi bileniniz Zeyd'dir" buyurulmuştur.

Zeyd b. Sabit'in ölüm tarihi hakkında değişik rivayet­ler vardır, çoğunun kabul ettiği rivayete göre hicretin kırkbeşinci yılında Medine'de vefat etmiştir.

Zeyd b. Sabit vefat edince Ebû Hüreyre: "Bu ümmetin âlimi vefat etti, umulur ki, Allah Tealâ İbn-i Abbas'ı ona halef buyurur" demiştir.

Zeyd b. Sabit Ölünce Hassan b. Sabit onun hakkında şu mersiyeyi söylemiştir:

Hassan ve oğlundan sonra kafiyeli şiirleri kim yazacak. Zeyd b. Sabit'den sonra ince manaları kim anlayacak. [82]

 

Abdullah B. Ömer

 

Abdullah b. Ömer b. Hattab b. Nüfeyl, Kureyşin beni Adevi kabilesindendir. Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildikten sonra Mekke'de doğmuştur. Babası ile beraber küçük yaşta müslüman oldu ve onunla beraber hicret etti. Bedir savaşında Resûlullâh (SAV) a arz olundu, onu küçük bulduğundan savaşa katılmasına izin vermedi. Sonra Uhud savaşında arz olundu yine ResûluUâh onu küçük bulduğundan savaşa katılmasına izin vermedi. Daha sonra Hendek savaşında ResûluUâh (SAV) savaşa katılmasına izin verdi, o gün sahih olan rivayete göre onbeş yaşındaydı.

Abdullah b. Ömer, ResûluUâh (SAV) dan işittiğini ezberledi. ResûluUâh (SAV) in meclisinde bulunmadığı zaman o meclisde bulunanlardan Resûlullâh'ın ne söylediğini ve ne yaptığını sorup öğrenirdi.

ResûluUâh (SAV) in sünnetlerine pek ziyade uyardı. ResûluUâh (SAV) hangi yerlerde namaz kılmış ise kendiside oralarda namaz kılmaya çalışırdı.

ResûluUâh (SAV) devesiyle hangi yoldan giderse o da oradan giderdi. Haccı terketmezdi. Arafat'ta ResûluUâh (SAV)ın durduğu yerde vakfeye dururctu.

Abdullah b. Ömer en çok hadis rivayet edenlerden bindir. Abdullah b. Ömer zühd, takva, salâh ve ibadetle marufdur.

Resûlullâh (SAV) onun hakkında "Abdullah ne iyi bir adamdır, geceleyin namaz kılsa" buyurdular. Bundan sonra Abdullah b. Ömer geceleri çok az uyurdu.

Nâffden rivayet edilmiştir demiştir ki: İbn-i Ömer geceyi namazla ihya ederdi. Sonra İbn-i Ömer: "Ey nâfı! Seher vakti oldu mu?" diye sorardı. Nâfı "Hayır" derse tekrar uyurdu. Nâfı: "Evet" deyince, sabaha kadar oturup Allah'a istiğfar ederdi.

İbn-i Mes'ûd: "Kureyş gençleri içinde dünyada nefsine en çok sahib ve malik olan Abdullah b. Ömerdir." demiştir. Abdullah b. Ömer çok zeki, ince bir anlayışa sahib olmasına rağmen içtihada yönelmeyip, hadisleri ezberle­meye ve onları tetkik edip nakletmeye önem vermiştir. Takvâlığı ve zühdü kendisini çok fetva vermekten alıkoymuştur.

Şâbî: "İbn-i Ömer'in hadis ilmindeki iktidarı fıkıh ilmindeki iktidarından daha ziyade bulunuyordu" demiş­tir.

İbn-İ Esir demiştir ki: Abdullah b. Ömer dinini koru­mak için fetva verme hususunda ve nefsinin arzu ettiği her şeyde pek ihtiyatlı davranırdı. Hatta Şam'lılar kendisini çok seviyorlar ve halife olmasını İstiyorlardı, fakat kendisiasla böyle bir arzuda bulunmamış, müslümanlann arasında çıkmış olan fitnelere karışmamış^ Hz. Ali'nin yaptığı savaşlara da katılmamıştır.

Abdullah b. Ömer seksen dört yaşında olduğu halde hicretin yetmiş üçüncü senesinde hacdan sonra Mekke'i Mükerreme'de vefat edip "Muhasseb" denilen kabristana defnedilmiştir. [83]

 

Hazreti Aişe

 

Hz. Aişe, Kureyş'in Teymi kabilesinden olan Ebû Bekir Sıddık'ın kızıdır. Hz. Ebû Bekir Resûlullâh (SAV)ın ilk halifesidir. Hz. Aişe Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildikten dört sene veya beş sene sonra Mekke'de doğmuştur.

Hz Aişe altı veya yedi yaşında olduğu halde Resûlullâh (SAV) a nikahlanmıştır. Hicretin birinci yılının şevval ayında dokuz yaşında olduğu halde Resûlullâh (SAV) ile zifafa girmiştir.

Sahih Buhâride rivayet edildiğine göre Hz. Aişe şöyle demiştir: Resûlullâh (SAV) beni nikahladığında altı yaşında, benimle zifafa girdiğinde dokuz yaşında, Resûlullâh (SAV) vefat ettiğinde onsekiz yaşında bulunuyordum. Resûlullâh (SAV) benden başka bakire bir kadınla evlenmedi. Hz. Aişe bunları kendisinin faziletleri ve meziyetleri olarak anlatırdı. Hz. Aişe devamla şöyle demiştir: Allah Tealâ benim beraatimi (suçsuzluğumu) gökden indirdi. Resûlullâh (SAV) benimle beraber iken kendisine vahiy gelirdi, ben. ve Resûlullâh (SAV) bir kaptan yıkanıyorduk. Resûlullâh (SAV) namaz kılarken ben onun önünde enine yatıyor­dum Resûlullâh (SAV) benim evimde ve göğsümde ruhunu teslim ettî. Ben Resûlullâh (SAV)a bütün zevcele­rinden daha sevgili idim. [84]

 

Hz. Aişe'nin İlim Ve Makam Bakımından Bütün Kadınlardan Üstün Olması:

 

Mesruk: "Ben Resûlullâh (SAV) in ashabının büyükle­rini Hz. Aişe'ye feraizden sorduklarını gördüm" demiştir.

Ata b. Ebû Rebah: "Hz. Aişe insanların en âlimi en Fakihi ve halkın durumu hakkında en güzel görüşe sahib olanı idi" demiştir.

Hişâm babası Ürve'den rivayet etmiştir, Ürve demiştir ki: "Ben fıkıhta, Tıpta ve şiirde Hz. Aişe'den daha âlim bir kimse görmedim. "

Ebû Musa'dan rivayet edilmiştir demiştir ki: "Biz Resûlullâh (SAV)ın ashabı müşkil bir mesele ile karşıla­şınca Hz. Aişe'ye sorardık, muhakkak onun yanında o meseleye dair malumat bulurduk. "

Hz. Aişe fazileti, cömertliği, yüksek makamı istiyen müslüman bir kadın için canlı bir örnektir.

İmam Zühri: "Peygamberimizin diğer zevcelerinin ve bütün kadınların ilmi bir araya toplansa Hz. Aişe'nin ilmi daha çok olurdu" demiştir.

Sahih Müslim'de Ebû Musa el-Eş'ari'den merfû olarak rivayet edilen bir hadisde: "Aişe'nin diğer kadınlardan üstünlüğü tiridin diğer yemeklerden üstünlüğü gibidir" buyurulmuştur.

Hz. Aişe hicretin elli sekizinci senesi Ramazan ayının onyedisinde Medine'de vefat edip Bakî Kabristanına defnedilmiştir. [85]

 

Üçüncü Fasıl

 

Fıkhın Üçüncü Devresi

 

Sahabenin Küçükleri İle Tabiinin Büyüklerinin Asrıdır

 

Bu Asır Muaviye'nin Hükümdar Olduğu Birinci Hicret Asrının Kırkbirinci Yılından Başlayıp İkinci Hicret [86]

 

Asrının Başına Kadar Devam Eder. Bu Devirde Siyasi Durum-

 

Hicretin kırkbirinci senesinde Hz Ali'nin oğlu Hz. Hasan, Muaviye ile anlaşıp hilâfetten çekildikten sonra bütün islam beldeleri Muaviyenin etrafında toplandı. Muaviye'ye "Emirü'l-Mü'minin" lakabı verildi. Bu seneye "sene-i cemaat=birlik ve beraberlik senesi" denildi. Fakat bu birlik ve beraberlik her bakımdan istikrara ve sükûna kavuşmuş değildi. Çünkü Haricilerin Muaviye'nin hükümdarlığına muhalefetleri devam ediyordu. Bunlar Hz. Osman'ı, Hz. Ali'yi, Muaviye'yi sevmiyorlardı. Dünya saltanat siyasetini kabul etmiyorlardı. Şiiler ise hilâfet hassaten Hz. Ali'nin ve ehl-i beytin hakkı olduğu görüşündeydiler. Bunlara Emevilerin siyasi idaresinin zaman zaman hoşnudsuzlukla karşılaştığını ve bazı yerlerde idareye karşı ayaklanmalar olduğunu ilâve edersek o devirdeki idarecilerin önüne çıkan engelleri anlamış oluruz.

Muaviye siyasette tecrübe sahibi ve dirayetli bir devlet adamıydı, bu yüzden kendisi ile düşmanları arasındaki husumeti azalttı. Fakat Muaviye'nin oğlu Yezid'e biat edilmesini istemesi vera' ve takva sahihlerini gücendirdi. Nitekim Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da şehid edilmesi İslâm âleminde Yezid'e karşı derin bir nefret duygusu uyandırdı yer yer ayaklanmalar oldu. Abdullah b. Zübeyr'in istiklâlini ilân etmesi Yezid'in işini güçleştirdi. Abdullah b. Zübeyr'in Mekke'ye sığınmasıyla iş tam bir kriz haline dönüştü.

Abdülmelik b Mervan hükümdar olunca halkın kendi­sine itaat etmesi için ayaklanmaları zor kullanarak bastırmaya çalıştı. Halkın birlik ve beraberliğini sağlamak konusunda halkı işkence ve zülüm ile yola getirmeyi seven diktatör. Haccac b. Yusuf es-Sakafı'ye dayandı. Bu diktatör Haccac, birçok ayaklanmaları bastırdı. Mekke'yi kuşattı. Mekke'nin hürmetini çiğnedi, Abduliâh b. Zübeyr'i yakalayıp hicretin yetmiş üçüncü senesinde şehit etti.

Abdülmelİk'in oğlu Velid'in hükümdarlığı zamanı doğuda ve batıda büyük islâm fetihlerinin yapılmış olması bakımından Emeviler devrinin gelişmiş ve parlak zamanı ise de Velid'den sonra hükümdar olan kardeşi Süleyman zaferler kazanan komutanlara iyi davranmadı. Süleyman'dan sonra zahid ve takva sahibi Ömer b. Abdülaziz hükümdar olunca zulme uğrayanların haklarını geri vermeye ve adaleti tesis etmeye çalıştı. Siyasi idarede hulefa-i Raşidinin gidişatına dönmeye yöneldi. Fakat Ömer b. Abdülaziz'den sonra hükümdar olan Yezid b. Abdülmelik zamanında ve ondan sonra hükümdar olan kardeşi Hişam zamanında işler iyi gitmedi. Emevi devleti zayıflamaya yüz tuttuğundan Peygamber efendimizin amcası Abbas'ın oğullarının hükümdar olmaları için bir gurup gizli olarak propagandaya başladı.

Emeviler devrinin hâdiselerine kısaca değindikten sonra, emevi devletinin tarihini inceliyen tarihçilerin bu devletin yıkılışı hakkında zikrettikleri sebebleri, aşağıdaki şu üç maddede toplayabiliriz.

1) Emevi   devleti,   nefislerde   asabiyet   (akrabalık) sebeblerini tahrik eden ırkçılık ve babadan oğula geçen saltanat  idaresi  üzerine  kurulmuş  olmasıdır.  Muaviye oğlu Yezid'i kendi yerine hükümdar bırakmak isteyince Medine   valisi   Mervan   b.   Hakem'e   bunu   yazmıştı. Mervan'da halkı mescidde toplayıp Yezid'e biat etmeleri için Muaviye'nin mektubunu okuyunca ortalık karıştı. Hz. Ebû Bekir'in oğlu Abdurrahman: "Siz Muhammed'in ümmetinin  hayrını  istemiyorsunuz,  fakat  siz  bir  kral ölünce  yerine  diğer bir kral  geçen  saltanat idaresini istiyorsunuz" dedi. Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyn, Abdul­lah b. Zübeyr de birer birer ayağa kalkarak Muaviye'nin bu teklifini kabul etmediler.

2) Emeviler nüfuzlarını güçlendirmek ve işlerini sağ­lama bağlamak için saltanat siyasetine önem verdiler,dine   sarılmak,   dinin   çizdiği   sınırlarda   durmak   gibi Hulefa-i Raşidinin yolundan gitmediler.

3) Emevilerin sahabeden bazılarına, tabiinin büyükleri­ne fena davranmaları, Haccac-ı Zâlim'in Said b. Cübeyr'i ve Abdullah b.  Zübeyr'i  şehid etmesi, Medine valisi Hişam b. İsmail'in Said b. Müseyyeb'e işkence yapması­dır.

4) Emeviler islâmda şübheli olan işleri mubah saydılar, muamele işlerinde, yeni ve ihtilaflı meselelerde rey ve içtihadı tercih ettiler:

a) Muaviye, meşhur Ziyad'ı babası Ubeyd er- Rû­mi'den ayırıp kendi nesebine katmak istedi, Ziyad da bunu kabul etti. Bunun üzerine Muaviye Ziyad'ı baba bir kardeşi olmak üzere nesebine kattı. Bu ise şeriata aykırı idi. Nitekim Allah Tealâ Hazretleri; "Allah bir insanın içinde iki kalb yaratmadı, kendilerinden zıhar yaptığınız karılarınızı o, sizin analarınız yerinde tutmadığı gibi evlâdlıklarmızı da öz oğullarınız gibi tanımadı. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir. Allah hakkı söyler ve o, doğru yolu gösterir. Evlâdlıkları babalarına nisbetle çağırın, bu, Allah katında en doğru olandır. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız bu takdirde onları din kardeşi ve dostlarınız olarak kabul edin. Bunlarla beraber hata ettiklerinizde üzerinize bir günah yoktur. Fakat kalblerinizin kasdı olanda günah vardır. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir." [Ahzab sûresi: 4-5] buyurmuştur.

Resûlullâh (SAV) da: "Herkim babasından başkasının oğlu olduğunu iddia ederse cehennemde yerine hazırlan­sın" buyurmuştur.

İbn-i Harmele'den rivayet edilmiştir demiştir ki: Said b. Müseyyeb'in hükümdarlardan hiçbirine dil uzattığını duymadım ancak onu şöyle derken işittim: "Allah Tealâ fülan kimseyi kahretsin, Resûlullâh (SAV)ın hükmünü ilk değiştiren o oldu. Çünkü Resûlullâh:"Çocuk döşeğe (meşru bir birleşmeye) aittir. Zinakâra da taş vardır" buyurmuştur" İbn-i Harmele fülan kimse ile Ziyad'ı babasından ayırıp kendi nesebine katan Muaviye'yi kasdediyodu.

Kadı ~Ebû Bekir İbnü'l-Arabî "el-Avasım Mine'l-Kavasım" isimli eserinde Muaviye'yi bu suçlamadan dolayı yeteri kadar savunmuştur.

b) Emeviler, Allah Tealâ'nın haram kıldığı Mekke'de ve Resûlullâh (SAV) in haram kıldığı Medine'de savaşı mubah saymışlardır. Şöyle ki: Muaviye'nin oğlu Yezid Medine'de savaşı mubah saymış ordusu birçok sahabeyi şehit etmişler ve Medine'yi üç gün yağmalamışlardır.

Yezid'den sonra ikinci olarak Abdülmelik b. Mervan, Haccac'ı Zâlim'e Mekke'de savaşmayı mubah saymasına izin verdi, Haccac'da Mekke'de savaşmayı mubah sayarak yapacağını yaptı. Bu savaşlardan herbiri, Ebû Süfyan oğullarına ve onlardan sonra mervan oğullarına bu mukaddes beldeler itaat etsinler diye yapılmıştır. Emevilerin bu mukaddes beldelerde haram olan savaşın mubah sayılmasındaki delilleri sahih olan şu hadis-i şerifdir: "Harem (Mekke) hiçbir asiyi barındırmaz."

c)  Emevilerin muamelelerde rey ve ictihad tarafını tercih etmeleridir. Ata b. Yesâr'dan rivayet edildiğine göre, Muaviye altından veya gümüşden bir su kabını kendi  tartısından  daha  fazla  olarak  satmak  İsteyince Ebü'dDerda  ona:   "Ben  Resûlullâh  (SAV)ı bu   gibi satışları yasaklarken dinledim" dedi. Muaviye: "Ben böyle bir satışda, bir beis görmüyorum" dedi. Bunun üzerine Ebü'd Derda: "Muaviyeye karşı kim bana yardımda bulunur, ben ona Resûlullâh (SAV) dan haber veriyorum o ise bana kendi rey ve içtihadını haber veriyor, ben onunla bir yerde oturmam" dedi. Bu hadis sahih değildir ki, bununla Muaviye suçlansın.

Burada ehli sünnetin Resûlullâh (SAV) dan rivayet ettikleri şu hadisi şerifin zikredilmesi uygun olur: "Ben­den sonra hilâfet otuz sene olacak, sonra hükümdarlık olacaktır."

Âlimler bu hadisi şerifle Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Ö-mer'in, Hz. Osman'ın ve Hz. Ali'nin halife olduklarını açıklamışlardır. Resûlullâh (SAV) hicretin onbirinci senesinin rebîülevvel ayında vefat etti. Bundan otuz sene sonra hicretin kırkbirinci senesinin Cemâziyelevvel ayında Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan müminlerden iki gurubun arasını ıslah etmek için Muaviye ile anlaşıp hilâfetten çekildi. İnsanlar Muaviyenin etrafında birleştik­leri için bu seneye "Senei cemaat = birlik ve beraberlik senesi" denildi.

Muaviye hükümdarların ilkidir. Hz Hasan'ın Muaviye ile anlaşması, Buhâri ve diğer hadis kitablannda rivayet edilen şu hadisi şerifi doğrulamaktadır: "şüphe yok ki, bu benim oğlumdur, şeref sahibi bir efendidir. Allah oğlum sebebiyle yakında müslümanlardan iki büyük gurubun arasını ıslâh eder. "

Bir hadisi şerifde de: "Yakında peygamberlik ve rah­met hilâfeti olacak, sonra hükümdarlık ve rahmet olacak, sonra cebri hükümdarlık olacak, sonra zulüm hükümdar­lığı olacaktır." buyurmuştur.

Emeviler zamanına hükümdarlık denilmesi doğru olur. Emevilerin ilk hükümdarı Muaviye'dir. Şüphe yok ki, Muaviye sahabidir, onun fazileti hakkında birçok sahih hadis vardır. Muaviye Resûlullâh (SAV) in vahiy katiple-rindendir. Sahabe faziletde aynı derecede eşit olmasalar bile hiçbir kimsenin Muaviye'nin aleyhinde konuşması caiz değildir. Hz Ömer, Hz. Osman'dan önce Ebû Süfyan'ın oğlu Yezid Şam valisi iken ölünce onun yerine kardeşi Muaviye'yi Şam'a vali olarak tayın etmiştir.

Âlimler Muaviye'nin bu ümmetin hükümdarlarının en üstünü olduğunda ittifak etmişlerdir. Muaviye'den önce olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali peygamber efendimizin halifeleri idiler. Muaviye ilk hükümdardır. Nitekim hadisi şerifde denildiği gibi onur saltanatı hükümdarlık ve rahmettir. Muaviye insanları oğlu Yezid'e zorla biat ettirerek fena bir âdet bırakmıştır. Ömer b. Abdülaziz istisna edilirse, emevi hükümdarları bu fena âdeti kahir ve galebe ile devam ettirmişlerdir.

Muaviyenin oğlu Yezid'e gelince bazıları onun hak­kında ileri giderek onun doğru yolu bulmuş, doğru yolu gösteren adaletli bir hükümdar olduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise onun hakkında aşirı giderek onu küfür ve zındıklıkla suçlamışlardır. Gerçek şudur ki Muaviye'nin oğlu Yezid, Hz. Osman b. Affan'ın zamanında doğmuş, Resûlullâh (SAV) a yetişmemiştir. Âlimlerin İttifakı ile sahabeden ve dindar ve salâh ile meşhur olanlardan olmadığı gibi, kafir ve zındık da değildir.

Babasından sonra bazı müslümanların istememesine rağ-men, bazı müslümanların istemesiyle hükümdar olmuştur.

Yezid'in Hükümdarlığı Zamanında Büyük Hadiseler olmuştur:

1) Hz.    Hüseyin'in    şehid    edilmesidir.    Şöyle    ki: Kûfeli'ler Hz Hüseyn'i Mekke'ye elçiler gönderip davet edince Hz Hüseyn beraberinde yetmişiki kişilik bir kafile ile yola çıktı. Küfe valisi, Ubeydullah b. Ziyad, Ömer b. Sa'd idaresinde bir süvari kuvveti Hz. Hüseyn'i tutup Kûfe'ye   getirmeye  gönderdi.   Hz.   Hüseyn   kerbelâ'da Ömer b. Sa'd ordusuyla karşılaştı. Hz. Hüseyn, Mekke'ye dönmeyi  ve  Şam'a gitmeyi  istediyse de teklifi kabul edilmeyip Ubeydullah b. Ziyad öldürülmesinde İsrar etti. Hz. Hüseyn'in şehid edilmesi daha önce Hz Osman'ın şehid edilmesi gibi bu ümmet içinde meydana gelmiş olan fitne sebeblerinin en büyüklerindendir.

2) Medine'de savaşın mubah sayılnıasıdır. Şöyle ki: Medine   valisi   Osman   b.   Muharrrmed,   Medinelileri Yezid'e ısındırmak için Şam'a bir heyet gönderdi. Bu heyet Yezid'in  durumunu  yakından görüp Medine'ye döndüklerinde Yezid'e olan biatlarını bozdular. Valileri olan  Osman  b.   Muhammed'i,  Medine'den  çıkardılar. Bunun   üzerine   Yezid,   Medine'ye   Müslim   b.   Ukbe idaresinde bir ordu gönderdi. Yezid, Müslim b. Ukbe'ye Medine'liler   kendisine   itaat   etmezlerse   üçgün   sonra onlarla   savaşmasını   ve   Medine'yi   mubah   kılmasını emretti. Harra'da (Medine'nin siyah taşlarla kaplı olan yerinde)   Yezid'in   ordusuyla   Medine   halkı   arasında şiddetli bir çarpışma oldu. Sonunda Yezid'in ordusu galip geldi. Yezid'in kumandanı Müslim, üçgün peygamber şehri Medine'yi mubah kıldı. Ordu da Medine'ye girip üçgün    dilediklerini    öldürdüler,    buldukları    mallan yağmaladılarve   ırz   namus   bırakmadılar.   Medine'den sonra Müslim  b.  Ukbe ordusuyla Mekke-i mükerreme üzerine hareket etti. Fakat yaşlı olduğu için yolda öldü. Yezid ordu kumandanlığına Hüseyn b. Nümeyr'i tayın etti. Hüseyin, ordu ile Mekke'i mükerreme'nin önüne gelerek şehri kuşattı. Burada da şiddetli ve uzun savaşlar oldu. Gerek Medine'de gerekse Mekke'de binlerce müslüman şehid edildi. Harem-i şerif de savaş yasakken Yezid'in ordusu Harem-i şerifin dokunulmazlığım hiçe sayarak Kabe üzerine mancınıklar attılar. İşte bu düşman­lık ve zulümler Yezid'in emriyle yapılmıştır.

3)Yezid'in gidişatının her bakımdam fena olmasıdır: Bazı rivayetlerde "Yezid eğlenceye, içkiye, köçek oynatmaya düşkün olmakla şöhret kazanmıştı" diye zikredilmiştir.

İbn-i Kesir demiştir ki: "Bu zikredilenlerle beraber Yezid'in şehvetine düşkünlüğü, bazı vakitlerde namazı terkettiği, vakitlerin çoğunda da namazı doğru kılmadığı rivayet edilmiştir." [87]

 

İslam Fıkhında Siyasi İhtilafların Tesiri:

 

Daha önce açıklandığı gibi, Hz Ali ile Muaviye arasın­da ortaya çıkan şiddetli ihtilafdan müslümanlar: Şiiler, Hariciler, Ehl-i Sünnet olmak üzere üç guruba ayrılmış­lardır.

Müslümanlar arasında ilk şiddetli ihtilaf, hilafet meselesi hakkında oldu. Bu konuda farklı görüşler ortaya çıktı. İlk ihtilaf Hz. Osman'a karşı ayaklanma ile başlamış olmadı, ilk ihtilaf Rasûlüllâh (SAV) vefat edince onun yerine kimin geçeceği hakkında başladı. Ensar (Medineli müslümanlar), hilafet işini kesin bir karara bağlamak için Rasûlüllâh (SAV) defnedilmeden önce Beni Said sofasında toplandılar. Bunu haber alan Hz. Ebu da toplandılar. Bunu haber alan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde b. Cerrah toplantı yerine gittiler. Toplantı yerinde ensar kendilerini halifeliğe layık görüyorlardı. Muhacirler (Mekke'li müslümanlar) halifenin kendilerin­den olmasını ileri sürüyorlardı. Uzun konuşmalardan ve münakaşalardan sonra Hz. Ebu Bekir'e biat edildi.

Haşimiler ise: "Hilafet Rasûlüllâh (SAV) in hane-i saadetindedir. Özellikle buna layık olan Hz. Ali'dir. Çünkü Hz. Ali Rasûlüllâh (SAV) in akrabası, çocukken müslüman olmuş, çok savaşa katılmış, fazilette ve ilimde üstündür" diyorlardı.

Ensarın halifenin Kureyş'den olacağına kanaat getirip, Hz Ebu Bekir'e biat edildikten sonra kendi görüşleri söndü.

Hz Ebu Bekir İle Hz Ömer'in zamanlarında Hz Ali'nin halifeliğe layık olduğunu söyleyenlerin görüşleride durdu. Çünkü bu iki halife adaletten, insafdan ayrılmıyor akrabalarını kayırmıyorlardı.

Hz Osman halife olup Emevilerden yardım alınca Hz Ali taraftarlarını ayaklandırdı. Hz Osman şehit edilip, Hz Ali'ye biat edilince hilafet Hz Ali'nin hakkıdır, diyenlerin görüşleri gerçekleşmiş oldu. Fakat Hz Ali ile Muaviye arasında mücadele başladı. Bu mücadele hakem olayı ile sona erdi. Bundan sonra Muaviye'nin kuvveti artmaya ve gelişmeye devam etti, sonunda Muaviye duruma hakim oldu. Hakem olayından sonra yukarıda geçtiği üzere müslümanlar üç guruba ayrıldılar.

Müslümanların Şiiler, Hariciler ve Ehl-i sünnet diye üç guruba ayrılmalarının kötülüğü sadece yaşantılarında kalmayıp, daha tehlikeli olan maneviyatta da kendini gösterdi.

Bu güruhların siyaset konusunda görüşleri değişik olduğu gibi, din hususunda da değişik görüşleri vardı. Bu guruplar birbirlerini küfre nisbet ediyorlar ve birbirleri hakkında kötü zanda bulunuyorlardı. Bu guruplar arasın­da sık sık çatışmalar oluyordu, Emeviler bu ayaklanmala­rı şiddetle bastırıyorlar ve kaba kuvvete baş vurmayı asayişi temin kaidelerinden sayıyorlardı. Bu üç gurupdan her birinin kendine has Usul-i Fıkıh ve Fıkıh kitapları vardı.

Hariciler ile Şiiler üzerinde durmamız uygun olur, çünkü bunların, müslümanların kafalarını karıştıran görüşleri olduğu gibi, islam fıkhı hakkında büyük tesir bırakan görüşleride vardır.

1) Hariciler, islam fırkaları arasında mezheblerini ve görüşlerini ateşli bir şekilde savunan, aşırı derecede ibadete düşkün olan, inançları yolunda kendilerini feda eden, batıl davaları için benzeri görülmemiş bir şekilde samimiyet gösteren bir fırka idi. Bunların çoğu tabiatları sert ve yaşantıları sade olan halis Araplardı. Hariciler sapık görüşlerinde ileri gidiyorlar, hasımlarıyla açık ve sade bir dille mücadele ediyorlar ve hasımlarını şiddetle yakalıyorlardı.

Hariciler, Hz. Ali'nin hakem tayin etmeyi kabul etme­siyle büyük hata etmiş olduğu görüşündeydiler. Çünkü hakem tayin etmek harbeden iki gurubdan hangisinin haklı olduğunda şüpheyi gerektiriyordu. Halbuki iş böyle değildi. Zira Hariciler hakkın kendi taraflarında olduğuna inanarak savaşıyorlardı. Bu yüzden hakeme başvurmayı büyük bir suç saydılar ve "Hüküm ancak Allah'ındır" dediler. Bu söz, bu görüşü benimseyenler arasında yayıldı ve bu söz onlar İçin bir şiar (slogan) oldu.

Hariciler, Hz. Ali'den hakem tayinini kabul etmekle hata ettiğini, hatta bu yüzden küfre girmiş olduğunu itiraf ederek tevbe etmesini ve muaviye ile kararlaştırdığı şartlardan dönmesini istediler. Hz. Ali bunları kabul etmedi. Çünkü Hz. Ali küçükken iman etmiş olduğundan hiç bir zaman Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamıştı. Hz. Ali anlaştığı bir karardan nasıl geri dönebilirdi. Hariciler inadlarında ve Hz. Ali, yi sıkıştırmaya devam ettiler. Hz. Ali mescidde hutbe okurken "Hüküm ancak Allah'ındır" sözüyle onun sözünü kesiyorlardı. Onlar Hz. Ali'nin kendi görüşlerine dönmesinden umutlarını kesince içlerinden birinin evinde toplandılar. Hatipleri onlara şöyle bir konuşma yaparak: "Bundan sonra bilmiş olunki, Rahman olan Allah'a iman eden, Kur'ân'm hükmünü kabul eden bir kavmin yanında bu dünyanın, iyilikleri emretmek, kötülükleri yasaklamak, hakkı söylemekten her ne kadar başına kakılsa ve zarara uğratıisa bîle daha üstün olması yaraşmaz. Böyle bir kavmin kıyamet gününde sevabı, Allah Azze ve Celle'nin rızası ve Onun cennetlerinde ebedi kalmasıdır. Ohalde gelin kardeşlerim birlikte halkı zâlim olan bu beldeden dağ başına çıkalım veya bu saptırıcı bidatları kabul etmeyerek şehirlerden birine gidelim" demiştir. Bundan sonra bunlar Küfe'ye yakın "Harura" denilen bir kasabaya nisbet edilerek kendilerine"Haruriyye" denilmiştir. Nitekim bun-lar"Hüküm ancak Allah'ındır" dedikleri İçin kendilerine "Muhakkime" de denilmiştir. Bunlar Abdullah b. Vehb er-Rasibi ismindeki bir kimseyi kendilerine başkan seçtiler

Hz. Ali'ye ve onun arkadaşlarına karşı çıktıkları için bunlara "Havaric=Hariciler" denilmiştir. Bazıları "Havaric"  kelimesi Allah yolunda huruç (çıkmaktan) alınmıştır demişler ve buna şu âyeti Kerimeyi delil göstermişlerdir"Her kim Allah'a ve peygamberine hicret maksadıyla evinden çıkarsa sonra kendisine ölüm yetişirse onun ecri muhakkak Allah'a aittir. Allah çok bağışlayıcı çok esirgeyicidir" [Nisa sûresi: 100]

Hariciler kendilerine "Şurat=yani canlarını "Allah'a satanlar" ismini vermişler ve bu ismi şu âyeti Kerimeden almışlardır: "İnsanlar arasında, Allah'ın rızasını kazan­mak için canını verenler vardır Allah kullarına çok merhametlidir" [Bakara sûresi: 207]

Hariciler Hz. Ali ile savaştılar, Hz. Ali onları bozguna uğrattı, onlardan pek çok kimseyi "Nehrevan" savaşında öldürdü. Bundan sonra Hz. Ali'ye daha düşman oldular. Ona tuzak hazırladılar ve onu öldürmeye karar aldılar. Hz. Ali'yi Abdurrahman b. Mülcem el^Harici ismindeki fedai şehit etti.

Hariciler, Emevi devletine karşı da cesaretle ve kahra­manca savaşmaya devam ettiler. Emevi devletine arka arkaya yaptıkları savaşlarda büyük zararlar verdiler. Hariciler iki kısma ayrılmışlardı: Bir kısmı Irak ve havalisinde bulunuyordu, bunların en mühim merkezleri Basra yakınında olan "el-Betaih"idi. Bunlar Kerman veiran beldelerinizapt ettiler. Basra'yı tehdit ettiler, bunlara karşı Emevi kumandanı Muhalleb b. Ebu Sufra savaştı. Haricilerin en meşhur adamları Nafı b. Erzak ile Katari b. Fücae idi. Haricilerin ikinci kısmı, Arap yarım adasında bulunuyordu. Bunlar Yemame'yi Hadramevt-i veTaifı zapt ettiler. Bunların en meşhur kumandanları Ebu Talut ile Necde b. Amir'dir. Haricilerin Emevi devleti ile savaşları uzun zaman devam etti. Sonra Abbasi devleti zamanında durumları zayıfladı. [88]

 

Haricilerin Görüşleri

 

Haricilerin meşhur olan görüşleri şunlardır: [89]

 

1) Haricilerin Hilafet Hakkındaki Görüşleri:

 

a) Hz. Ebu Bekir'in Hz. Ömer'in ilk zamanlarında Hz. Osman'ın, ve hakem tayinini kabul etmeden önce Hz. Ali'nin   halife   olmalarının   ve   seçilmelerinin   doğru olduğunu kabul ediyorlardı. Hz. Osman, Hz. EbuBekir ile Hz. Ömer'in gidişatından ayrılınca vazifeden alınmasının vacip olduğuna inanıyorlardı.

b) Hakem   tayinini   kabul   etmekle   Hz.  Ali'nin, Muaviye'nin, Ebu Musa el Eş-ari'nin, Amr b. As'ın küfre girmiş   olduklarını   iddia  ediyorlardı.Cemel   savaşına katılmış olan Talha, Zübeyr ve Aişe'ye dil uzatıyorlardı.

c) Hariciler halifenin müslümanlar tarafından seçilme­sinin vacip olduğu ve halifenin Kureyş'den olmasının şart olmadığı görüşünü savunuyorlardı. Haricilerin bu görüşü, halifenin ancak peygamberin Ehl-İ Beyt'inden olacağım söyleyen   şiilerin   ve   halifenin   Kureyş'den   olacağını söyleyen   Ehl-i   sünnetten   bir   çoklarının   görüşlerine muhalif    oluyordu.     Halife     olarak     seçilen     kimse müslümanlarm başkanı olur, halifeliği bırakamaz veya kendi   yerine   başkasını   hakem   olarak  tayin   edemez. Halifenin Allah'ın emrine tam olarak uyması vacip olur, şayet Allah'ın emrine uymassa onun vazifeden alınması, vazifeden alınmayı kabul etmezse öldürülmesi vacip olur diyorlardı. [90]

 

2) Haricilerin İman Ve Amel Hakkındaki Görüşleri

 

a) Hariciler iman, inanılacak şeylere yalnız kalp ile inanmaktan veya kalp ile inanılan şeyleri dil ile ikrar etmekten   ibaret   olmayıp,   namaz,   oruç,   zekat,   hac, doğruluk ve adalet gibi, dinin bütün emirleriyle amel etmek de imandan bir cüz (parça) olduğu görüşündedirler.

b) Haricilere göre, dinin bütün emirleriyle amel etmek, imandan bir parça olunca, dinin bütün emirleriyle amel etmeyen veya günah işleyen kimse kafir olur. Hariciler günahlar arasında büyük, küçük ayrımı yapmazlar, hatta bir kimse görüşünde hata yaparsa onuda günah sayarlar. Bundan dolayı Hariciler hakem tayinini kabul ettiği için Hz. Ali'yi dinden çıkmakla suçladılar.

Hariciler bu konuda bir çok âyeti ve hadisi zahir mana­ları ile delil olarak aldılar. Bu delillerden bazıları şunlar­dır:

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:. "Yoluna gücü yeten her kimse için Kabe'yi ziyaret etmek, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Ve her kim (bu hakkı) inkar ederse (bilsin ki), Allah alemlere muhtaç değildir" [Al-i İmran sûresi: 97]

Hariciler: "Görüldüğü gibi bu âyeti Kerime haccı terkedeni kafir saymıştır. Halbuki haccı terk etmek günahtır, o halde her günah işleyen kafirdir" derler.

Diğer bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor: "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir. [Maide sûresi: 44]

Hariciler "Her günah işleyen kendisine, Allah Tealânın indirdiğinden başka bir şeyle hükmetmiş olur. Dolayısıylada kafir sayılır", derler.

Sahih-i Buhâri ile Sahih-i Müslim'de rivayet edilen hadislerde şöyle buyruluyor: " Müslümana sövmek, Allah'a itaatsizliktir ve müslümana karşı savaşmak küfürdür" ve: "Zina eden kişi, zina ederken mümin olarak zina edemez, (Hırsız) çalarken mümin olarak çaiamaz, şarap içen kişi de şarap içerken mümin olarak içemez"

Hariciler: "Görüldüğü gibi bu hadislerde mümine söven, ona karşı savaşan, zina eden, hırsızlık yapan, şarap içen kimseler kafir sayılmıştır. Halbuki bunları yapmak günahdır. O halde her günah işleyen kafirdir" derler.

Hariciler: "Bu âyetlere ve hadislere benzer bir çok âyetler ve hadisler vardır" derler.

Hariciler, delillerin zahirine bağlı oldukları için bunlar­la münakaşa ederken Hz Ali âyetler ve hadislerle cevap vermiyor, Rasulullâh (SAV) in yaptıklarını misal veri­yordu.

Ehl-i sünnet vel cemaate göre, bu âyetlerde ve hadis­lerde geçen günahları işleyen kimselerin gerçekten kafir oldukları murad edilmemiş, ancak bu günahları işleyen kimselerin kamil bir imana sahib olmadıkları murad edilmişdir.

Hariciler kendi aralarında ihtilaf edip bir çok fırkalara ayrılmışlardır. Her fırkanın kendine has görüşü vardır. Yukarıda anlatıldığı gibi, her fırkanın halifenin seçilme­siyle iman ve amel hakkındaki görüşleri ortakdır.

Hariciler arasında: "İnsanların halifeye ihtiyacı yoktur. Herkes Allah'ın kitabıyla amel eder" görüşünde olanlarda vardı.

Hz Ali den rivayet edildiğine göre, Hz Ali: "Hüküm ancak Allah'ın dır" diyerek kendisinden ayrılan Haricile­re şöyle cevap vermişdir:"Bu söz doğru bir sözdür. Fakat bu sözle batıl kast olunmaktadır. Evet hüküm ancak Allah'ın dır, ama bunlar bu sözleriyle" Emirlik ancak Allah'ın dır" demekistiyorlar. Halbuki insanlar için takva sahibi olsun, günahkar olsun muhakkak bir "Emir" gerekir ki, müminler onun emrinde çalışsın, kafirler onu dinlesin, Allah onunla va'deleri tamamlasın, onun emriyle vergiler toplansın, düşmanlarla savaşılsın, yollar emniyete kavuşturulsun, zayıfın hakkı güçlüden alınsın, böylece iyi insanlar huzura kavuşsun, kötü insanlardan da kurtulunmuş olsun. "

İbn-i Ebi'l- hadit:"Hariciler ilk önce hükümdara ihtiyaç yoktur diyorlardı, sonra Abdullah b. Vehb er-Rasibi" yi kendilerine başkan seçince bu düşüncelerinden döndüler" demiştir. [91]

 

3) Haricilerin En Meşhur Fırkaları:

 

Bazı araştırma­cıların zikrettiğine göre, Hariciler yirmiye yakın fırkaya ayrılmışlardır. Her fırkanın bazı öğretileri ve prensipleri diğer fırkaların öğretilerinden ve prensiplerinden farklı­dır. Bu fırkalarında en meşhurları şunlardı[92]

 

1) Ezarika:

 

Bunlar Hanife oğullarından olan Nafı b. el-Ezrak'a bağlı olanlardır. Nafı b. Ezrak bu fırkanın en büyük fakihlerindendi, kendilerinden başka bütün müslümanları kafir sayıyordu. Kadınların, çocukların, zimmilerin (müslüman memleketlerinde yaşıyan gayrı müslimlerin) öldürülmesini mubah sayıyordu. Takiyyeyi kesin olarak kabul ediyordu. Çünkü : "Allah Tealârîçlerinden bir fırka Allâh'dan korkar gibi hatta daha şiddetli bir korkuyla insanlardan korkuyorlar" [Nisa sûresi: 77] buyurmuştur" diyordu. Kendisine karşı çıkanlarla yapmış olduğu anlaşmayı bozmayı helal sayıyordu. Emevilerin komutanları, Nafı'nin liderliğindeki Hariciler ile savaştılar. Nafı savaş meydanında öldürüldü. Ondan sonra liderliği oğlu UbeyduUah aldı, sonra liderlik meşhur Katari b. el-Fücae'ye geçti. Katari döneminde Emeviler adına Haricilerle savaşan kişi, Emevilerin el- Muhalleb b. Ebu Sufra adlı dahi kumandanları idi. Katari ile Muhalleb arasında şiddetli savaşlar oldu. Sonunda Katari İran topraklarında yenildi. Böylece bu fırkanın etkinliği tamamen kayboldu. [93]

 

2) Necedat

 

Bunlar Hanife oğullarından Necde b. Amir'e bağlıdır Necde:"Dinin iki emri vardır. Birinci emri:Allâh'ü Tealânın varlığına , birliğine ve Onun peygamberlerine inanmaktır. Müslümanların kanlarının dökülmesinin ve mallarının zorla alınmasının haram olduğunu bilmektir. Allah Tealâ tarafından gelenlerin hepsini ikrar etmektir. Hiçbir kimse bunları bilmemekle mazur sayılmaz. İkinci emri: Bunların dışında kalanların helal veya haram oldukları hakkındadelil bulununcaya kadar insanlar bunları bilmemekle mazur sayılırlar" diyordu. Yemame Haricileri hicretin altmış altıncı senesinde Necde'ye biat ettiler. Necde onlarla birlikte Bahreyn, Umman, Yemen ve Taif de savaştı, ancak Bahreyn'de tutunabildi.

Necedat fırkası, bütün hariciye fırkalarına muhalefet ederek: "Takiyye yani Harici olan bir kişi kanının akmasını Önlemek için kendisini ehl-i sünnetten gösterib, asıl inancını açığa vurma zamanını buluncaya kadar, asıl inancını gizleyebilir" demişlerdir.

Bu fırka çocukların ve zimmilerin öldürülmesini helal görmüyordu. [94]

 

3) İbadiyye

 

Bunlar Abdullah b. İbad et-Temimi'ye bağlı olanlardır. Bunlar, muhaliflerine karşı hüküm vermede daha ılımlı ve uzlaşmaya daha yakındılar. Bunlar Haricilerin aşırılıktan en uzak olanlarıydı. Bu fırka kendilerine karşı çıkanlara: "Onlar nimetleri inkar edenlerdir, yoksa itikat hususunda kafir olanlar değildir, onların şehadetleri caizdir. Onlarla evlenilir ve miras alınır, verilir" derler. Bundan dolayı bu fırkanın teüf ettikleri güzel fıkıhları vardır. Bu fırkanın bir kısmı umman sahilinde, diğer bir kısmıda Zengibar'da yaşamaktadır. [95]

 

4) Sufriyye

 

Bunlar Ziyad b. El-Asfer'e bağlı olanlardır. Bunların öğretileri prensipleri Ezarika'danfazla değişik değildi. Bu fırka Ezarika'dan daha yumuşak diğer fırkalardan ise daha aşırı idiler. Her günah işleyeni kafir saymıyorlar, ancak hakkında had cezası bulunan günahları işleyenleri kafir sayıyorlardı. Kendilerine muhalif olanların çocuklarının öldürülmesine hüküm vermiyorlar ve çocukların kafir oldukları ve ebedi cehennemde kalacakları görüşün­de değillerdi. Ezarika fırkası ise muhaliflerin çocuklarının Öldürülmesini helal sayıyorlardı.

Sufriyye fırkası Musul'da ve arap yarım adasında bulunuyorlardı.

Haricilerin prensiplerini benimsiyenlerin çoğu Bedevi Arapdı. Arap olmayıp bunlara katılanların sayısı çok azdı.

Haricilerin En Belirgin Özellikleri:

İnançlarında samimi olmaları, ibadetlerinde titiz dav­ranmaları, cesur ve atılgan olmaları, halis Arap olmaları, şiir ve nesir (düz yazı) bakımından Arap edebiyatında yüksek bir mevkie sahip olmalarıdır. [96]

 

Haricilerin Fıklii:

 

1) Hariciler "Bir müslüman gidişatında ameli cihetine önem vermelidir" diyorlardı. Çünkü onlar fıkhın ölçüleri­ni,  ibadet  işleriyle ölçüyorlardı.  Bu yüzden hariciler: "Bedenle amel etmenin yanında manevi olan ahlak ve ruh temizliğine de önem veriyorlardı. Mesela: Namaz için bedenin temiz olması, ancak dilin yalandan ve insanları inciten batıl sözlerden temiz olmasıyla olur" diyorlardı. Buna   göre,    insanların   arasını   bozmak,    düşmanlık, buğzetmek, fena söz söylemek gibi çirkin şeyleri abdesti bozanlardan ' saymışlardır.    Çünkü    Hariciler    bedeni temizlikle birlikte manevi temizliğe de riâyet ediyorlardı.

2)  Harici fırkalarından bir fırka, hükümleri şer'i kay­naklardan almakta aşırı gittiler. Tek ve gerçek kaynak olarak Kur'an'ı kabul ettiler. Kur'an'dan başkasını kabul etmediler. Bundan dolayı müslümanların bazı meseleler hakkındaki icmalarına karşı çıktılar. Bu icma edilen meseleleri Kur'an iptal etmektedir diye delil getirmeye yeltendiler:

a)  Hariciler Ehl-i sünnete: "Siz Rasülüllâh (SAV) in zina edeni recmettiğini, ondan sonra hükümdarların zina edeni  recmettiğini  rivayet ediyorsunuz.  Halbuki  Allah Taala cariyeler hakkında: "Eğer evlendikten sonra zina edecek olurlarsa o vakit onlara hür kadınlara lazım gelen cezanın yarısı verilir."  [Nisa sûresi: 25] buyurmuştur. Recm,   zina  edeni   taşlıyarak  öldürmektir.   Bir   insanı öldürmek ise bölünmeyi kabul etmez. Cariyelere öldür-menin   yarısı   nasıl   uygulanır?   Ayet-i   kerimede   "el-Muhsanat" kelimesiyle hür ve evli olan kadınlar murat edilmiştir. Bunda hür ve evli olup da zina eden kadının cezasının yüz değnek olduğuna delil vardır. Kur'an'da da böyle gelmiştir. Nitekim Taala Hazretleri: "Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun" [Nur sûresi: 2] buyurmuştur." demişlerdir.

b) Hariciler, Ehl-i sünnete: "Siz, Rasülüllâh (SAV) "Varise  (miras  alana)  vasiyet yoktur."  buyurdu  diye rivayet   ediyorsunuz.   Halbuki   Allah   Taala:   "Sizden birinize ölüm geldiği vakit şayet bir hayır (mal) bıraka-caksa anasına, babasına ve akrabasına meşru bir şekilde vasiyet etmek, takva sahipleri üzerine icrası lazım bir hak olarak farz kılındı" [Bakara sûresi: 180] buyurmuştur.

Ana ve baba her durumda varis olur, hiçbir kimse onları mirasdan mahrum edemez. Vasiyet hakkındaki bu rivayet ettiğimiz hadis, Allah Azze ve Celle'nin kitabına aykırıdır" demişlerdir.

c) Hariciler, Ehl-i Sünnete:"Siz, Rasûlüllâh (SAV) "Bir kadın halasının ve  teyzesinin  üzerine  nikah  olunmaz" buyurdu,   diye   rivayet   ediyorsunuz.   Yine   Rasûlüllâh (SAV): "Nesebden haram olanların hepsi süt emmedende haram olur" buyurdu, diye rivayet ediyorsunuz. Halbuki Allah Azze ve Celle: "Analarınız, kızlarınız, kız kardeşle­riniz, halalarınız, teyzeleriniz, birader kızları, kız kardeş­lerin kızları, sizi emziren süt analarınız, süt kız kardeşle­riniz, kanlarınızın anaları, kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan    olup    himayelerinizde    bulunan    üvey kızlarınız (la evlenmeleriniz) size haram kılındı. Eğer onlarla  (üvey  kızlarınızın  analarıyla)  zifafa  girmemiş iseniz(onlarla evlenmenizde) size bir beis yok. Kendi sulbünüzden(gelmiş) oğullarınızın karılan (ile) evlenme­niz ve iki kız kardeşi birlikte almanızda (haram kılındı). Ancak  (cahiliyyet   devrinde)   geçen  geçmiştir.   Çünkü Allah hakikaten yarhgayıcıdır, çok esirgeyicidir.  [Nisa sûresi: 23] buyurmuş-tur. Allâh'üTealâ âyet-i kerimesin­de bir kadınla halasının veya teyzesinin birlikte alınma­yacağını   zikretmemiştir.   Yine   Allâh'ü   Tealâ   Âyet-i kerimesinde süt emziren anaların vesüt kız kardeşlerin haram kılındığını beyan etmiştir. Allâh'ü Tealâ bu âyet-i kerimesinde haram kılınan kadınları açıkladıktan sonra Onların dışında kalan kadınlar ise size helal kılındı. [Nisa sûresi: 24] buyurmuştur. "Buna göre hariciler bir kadının halasının veya teyze sinin üzereine nikahlanması helaldir süt anası ve  sütkız kardeşi  dışında kalan  sütle  ilgili kadınlar helaldir" demişlerdir.

d) Hariciler, ehl-i  sünnete:  "Siz namuslu erkeklere iftira edenlerede iftira cezasının uygulanacağı görüşünde-siniz. Biz ise sadece namuslu kadınlara iftira edenlere uygulanır   görüşündeyiz,   çünkü   Allâh'ü   Tealâ=İffetli

kadınlara zina isnad edipde sonra bu iddialarını doğrula­yacak dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun. Onların şahitliklerini de ebediyyen kabul etmeyin. îşte onlar fasıkların ta kendileridir [Nur sûresi:4] buyurmuş­tur. Bu âyet-İ kerime'de namuslu kadınlara zina iftirası atanların cezası zikredilmiş, fakat namuslu erkeklere zina iftirası yapanların cezası zikredilmemiştir" demişlerdir.

İbn-i Kuteybe Haricilerden nakledilen bu meseleleri ve diğer meseleleri Te'vil-i Muhtelef-il Hadis"isimli eserinde zikretmiş ve bu meselelere cevap vermiştir.

Haricilerin bu görüşlerinin, asrımızda delil olarak yalnız Kur'an ile yetinelim görüşünde olan bazı kimselere büyük etkisi olmuştur. [97]

 

2) Şia=Şiiler:

 

Şiiliğin tohumu, hilafeti manevi bir miras olarak gören­ler tarafından atıldı. Bunlar: Resûlullâh (SAV) in maddi olan mirasına insanların en layıkı akrabası olduğu gibi, manevi miras olan hilafete de onlar layıktır. Resûlullâh (SAV) in en yakın akrabası ise amcası Hz. Abbas ile amcasının oğlu Hz. Ali'dir.

Hz. Ali'nin daha önce müslüman olması , çok savaşla­ra katılması, ilimde ileri bir seviyede olması, Hz. Fatıma ile evlenmesi itibariyle Hz. Abbas'dan halife seçilmeye daha layıktır dediler.

Resûlullâh (SAV) in Hz. Ali'yi hilafete tayin etmesi ve hilafeti ona vasiyyet etmesine dair sahih bir delil yoktur.

Buhârinin İbn-iAbbas'dan rivayet ettiğine göre, İbni Abbas şöyle demişdir: "Hz. Ali, Resûlullâh (SAV) in vefat ettiği hastalığında yanından çıkmıştı. İnsanlar:Ey Ebü'l Hasan (Hz. Ali'nin künyesi) ÎResûlullâh (SAV) (bu gece ) nasıl sabahladı?diye sordular. Hz. Ali "Allah'a hamdolsun hastalıktan iyi olarak sabahladı"diye cevap verdi. Hz. Ali'nin bu cevabı üzerine onun elini (ba-bam)Abbas tutarak Hz. Ali'ye "Vallahi üç gün sonra başkasına kul , köle olacaksın(Hz. Abbas bu sözüyle şöyle demek istiyor"Yarın Rasululah (SAV) in vefatı üzerine birisi halife olacak, sonra sen onun bir memuru olacaksın)Çünkü ben kesin olarak sanırımki Resûlullâh (SAV) bu hastalığından yakında ölecektir. ' Ben Abdülmuttalip oğullarının ölüm sırasında yüzlerinin (ne şekil aldıklarını tecrübemle) bilirim. Şimdi Resûlullâh (SAV)a gidelim bu hilafet işi kimde bulunacağını Resûlullâh (SAV)a soralım. Hilafet bize ait ise bunu Resûlullâh (SAV) in sağlığında bilelim. Bizden başkasına ait ise bunuda öğrenelim. Ve bizi onaVasiyyet etsin"dedi (Hz. Ali "Bu işi bizden başka uman bulunurmu? der-sin"diye sordu. Hz. Abbas: "Vallahi bulunur sanırım" dedi) Bunun üzerine Hz. Ali: "Vallahi bu işi biz Resûlullâh (SAV)a sorar oda bizi bundan men ederse (İyi bilki) Resûlullâh (SAV) in (vefatından) sonra (halk bunu delil göstererek) hilafeti bize vermezler. Bundan dolayı ben Resûlullâh (SAV)'a sormam (ve hilafet istemem)" diye yemin etti."

Resûlullâh (SAV) in vefatından sonra halife seçilen Hz. Ebu Bekir'e Hz. Ali biat etti. Sonra Hz. Ömer'e, daha sonra Hz. Osman'a biat etti. Hz. Ali'nin makamı düşünü­lürse onun hilafete daha layık olduğu anlaşılır. Hz. Fatıma halife seçilen Hz. Ebu Bekir'e haber gönderdi. Babasının Medine'de Fedek'de, Hayber'de bıraktığı topraklardan miras istedi. O zaman halife, Hz Fatıma'ya şu hadis-işerifle: "Resûlullâh (SAV) "Biz peygamberler, miras bırakmayız her ne bırakırsak sadakadır" buyurmuştu. Ben Resûlullâh (SAV) in yaptığını değiştirmem" diye cevap verdi. Hz. Fatıma ya bir şey vermeye razı olmadı Hz. Fatıma babasının mirasını kendisine Hz. Ebu Bekir'in vermediği görüşündeydi. Hz Ali zevcesi Hz Fatıma vefat edinceye kadar altı ay Hz Ebu Bekir'e biat etmeyi geciktirdi.

Abbas b. Abdülmuttalip, Ebu Süfyan, Mikdad b. Esved, Zübeyir, Ammar b. Yasir, Huzeyfe b. el Yeman, Ebu Zer gibi sahabeden bir gurub, Hz Ali'nin hilafete layık olduğu görüşünde olduklarından Hz Ebu Bekir'e biati geciktirdiler. Fakat sonra hepsi Hz Ebu Bekir'e biat ettiler.

Hz. Ali'nin hilafete layık olduğu fikri gelişti. Denildi ki, bu fikir sahiplen, Şiiliği oluşturdular. Şiiler, imamet (hilafet) hakkında bir çok gurublara ayrıldılar. Fakat bu gurublardan hiç biri Hulefa-i Raşidin devrinde mevcud değildi. Bu gurublar Hz. Ali'den sonra kimin imam olacağı hakkında ortaya çıktılar.

Şiilerin temel prensipleri İbn-i Haldun'un "Mukaddime" isimli eserinde zikrettiği şu esaslardan ibarettir. "Hilafet meselesi, ümmetin görüşüne başvurulan umumi meselelerden değildir. Halife olacak kişi de ümmetin tayini ile başa gelecek birisi değildir. Hilafet, dinin temel prensibi ve islamın bir esasıdır. Her hangi bir peygamberin bundan gafil olması, onu ihmal etmesi ve bunu ümmete bırakması asla caiz değildir, daha doğrusu ümmeti için imam tayin etmek her peygamber üzerine vaciptir.

İmamın büyük ve küçük bütün günahlardanberi olması gerekir. Resûlullâh (SAV) hilafet makamına Hz. Ali'yi tayin etmiştir. Şiiler Hz. Ali'nin Resûlullâh (SAV) tarafından imam tayin edildiğine dair bir takım deliller naklederler ve bu delilleri mezheplerinin gereğine göre yorumlarlar. Hadis ilmi sahasının büyük üstatları ve şeriatı nakledenler bu gibi delilleri tanımazlar, daha açıkçası bu delillerin çoğu ya uydurulmuştur veya senetlerinde kabul edilmeyen raviler vardır veya onların batıl yorumlarından uzaktır. "[98]

 

Bu Prensipler Şiileri Şu Sonuçlara Ulaştırdı:

 

1) Şiiler, Hz. Ali'nin Resûlullâh (SAV) dan sonra herkesten daha üstün, cennetteki makamı daha yüksek, özellikleri, meziyetleri, menkıbeleri daha çok, masum ve günahsız olduğunda ve Hz. Ali'ye düşman olanın veya ona   karşı   savaşanın   veya   ona   buğzedenin   Allah'ın düşmanı   olduğunda,   kafirler  ve  münafıklarla  beraber cehennemde   ebedi   kalacaklarında   ve   Hz.    Ali    ile Resûlullâh (SAV) in arasında sadece bir peygamberlik rütbesi bulunduğunda ve Hz. Ali'den sonra gelen bütün imamların da aynı özelliklere sahip olduklarında ittifak etmişlerdir

2)  Şehristani'de zikredildiği gibi şiilerden bir gurup Hz. Ali'yi aşırı derecede sevdikleri için onu ilahlaştırmış-lardır. Bu guruba göre Hz. Ali'ye ilahi bir cüz hulul etmiş (girmiş) bu ilahi cüz Hz. Ali'nin bedenliyle birleşmiştir. Hz. Ali bu ilahi cüz sayesinde gaybı biliyor, gelecek harplerden haber veriyor, vermiş olduğu bu haber ler doğru olarak çıkıyordu. Bu ilahi cüz sayesinde kafirlerle savaşıyor üstünlük ve zafer kendisinin oluyordu. Bu ilahi .cüz sayesinde Hayber kalesinin kapısını yerinden söktü ve: "Vallahi ben Hayber kalesinin kapısını cismani kuvvetimle ve gıdai hareketimle sökmedim , fakat ben onu ilahi bir kuvvetle söktüm"demiştir.

Bu gurup: "Bu ilahi cüz Hz. Ali'de bazı zamanlarda zuhur ediyordu" diyorlardı. Bu Şii gurubuna ilahi cüzün Hz. Ali'ye hulul fikri, hıristiyanlıktan geçmiştir.

Şiiler arasında Hz. Ali'nin geri Höneceği fikrinin geli­şip yayılması, şiileri imamların gizlenmiş olduğu inancına götürdü. Bu inançlarından "beklenen mehdi" fileri doğmuştur. Bu mehdi ortaya çıkacak, yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Bu mehdi fikrinin doğmasının bir çok sebepleri vardır. Çünkü Şiilerin çoğu Irak'da yaşıyordu, Irak'da değişik milletler vardı. Irak'da eskiden beri çeşitli ve acaip mezhepler bulunuyordu. Irak'daki acaip mez­hepler arasında hulule inanan bir mezhepde bulunuyordu. Şiiler bu mezhebin tesiri altında kalmışlardır. .Hicaz'daki müslüman Araplar ise, böyle batıl iddialardan ve mezhep­lerden uzaktılar. Bunlar İslamdaki Allah'ın birliği üzerine kurulmuş olan fıtrat akidesini tanıyorlardı. Nitekim Allâh'ü Tealâ Kur'an'da Resulünün diliyle: "De ki, " Ben ancak sizin gibi bir insanım. Yalnız ilahınız bir ilandır." diye bana vahy olunuyor, onun için her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse yararlı bir iş yapsın ve Rabbine yaptığı ibadete kimseyi ortak etmesin buyurmuştur. [Kehf sûresi: 110] Resûlullâh (SAV)'a ilandan bir cüz hulul etmezse, başkasına nasıl huîül eder. [99]

 

Şiiler Bir Çok Fırkalara Ayrılmışlardır. Onla­rın En Önemlileri Zeydiyye İle İmamiyye Fırkasıdır:

 

L)Zeydiyye

 

Bunlar Hz. Ali'nin evladından, Hz. Hüseyin'in torunu Zeyd'e bağlı olanlardır. Bunların mezhebi Şii mezhebinin en mutedili ve ehl-i sünnete en yakın olanıdır. Bunlar imamet (hilafetin) delille belirlenmiş olduğu görüşünde değillerdir. Hulule inanan aşırı fırkanın görüşünüde kabul etmezler. Bunlar daha üstün bir şahıs bulunduğu halde ondan daha aşağı derecede olan birinm imam (halife) olabileceğinikabul ederler. Bundan dolayı Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'in halifeliklerinin sahih olduğunu kabul ederler

Bu gün, Zeydiyye mezhebine bağlı olanlar en çok Yemen'de bulunmaktadır.

İmam Zeyd, büyük bir imam ve fıkıh âlimi idi. Zeyd'in fıkıh ilminde "Kitab'ül Mecmü'"isimli bir eseri vardır. [100]

 

2) İmamiyye

 

Bunlar, Hz. Muhammed (SAV) Hz. Ali'yi halife olarak tayin etmiştir, fakat Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer halifeliği zorla almışlardır."derler.

Bunlar, imama inanmayı imanın rükünlarından sayar­lar. İmamiyye bir çok fırkalara ayrılmış oldukları için imamlarda ve imamların sıralarında ihtilaf etmişlerdir.

İmamiyye: "Dönüşü beklenen "İmamı Muntazar" denilen "Mehdi" dönecektir" derler.

İmamiyye'nin en meşhur fırkaları: "İsmailiyye" ile "İsna aşeriyye"dir.

Her fırkanın diğer fırkalardan ayıran kendine has mezhebi vardır.

Şiiliğin islam fıkhında büyük tesiri olmuştur. Şiiler ilmi ancak kendi âlimlerinden alırlar, delilleride kendi mezheblerine uygun olarak yorumlarlar. Kendilerinden olmayan âlimlerin sözlerine itibar etmedikleri için icmai kabul etmezler. Ve "Kıyasda rey (görüş) den ibarettir, din ise rey (görüş) den alınmaz" diyerek kıyasıda kabul etmezler. Din ancak Resûlullâh (SAV) dan ve günahsız olduklarına inandıkları imamlarından alınacağını iddia ederler. Bunların bu görüşleri , Ehl-i sünnet vel cemaate usûl (inançlar) ve fîirü (şer-i hükümler) den bir çok konularda muhalefet etmelerinden kaynaklanmaktadır

a) İmamiyye: "Hz. Ali, Resûluîlâh (SAV)tarafından açık bir delille imam ve vasi tayin edilmişdir. İmam ve Halife Hz. Ali'nin evladından olmayan bir kimse halife olursa ya o kimse halifeliği haksız olarak almış veya Hz. Ali'nin evladındanolan zat takiyye yaptığı için halifeliği o kimseye vermiş olur.

İmamet (hilafet) ammenin seçmesine bırakılacak sos­yal bir hüküm değildir. Bilakis hilafet dinin rükünlerındendır. Resûlullâh (SAV) in onu ihmal etmesi, ondan gafil olması, onu ammeye bırakması caiz değildir.

İmamın, günahdan, zulümden, hatadan, unutmaktan beri olması vacipdir" derler.

İsmailiyye: Bunlar imamiyyenin bir kolu olup Cafer es-Sadik'ınoğlu İsmaile bağlı olanlardır. Bunlar Allâh'ü Tealâyı bir ve tek kabul etmek manasına gelen "tevhidi" isbat için Allâh'ü Tealâ'nın (ilim, semi', basar. . . ) gibi sıfatlarını inkar edip bu sıfatlar isbat edildiği taktirde "tevhİd" inancına aykırı düşeceği, Kur'an'ın zahir ve batın manaları bulunduğu, halkın onu ancak zahir manasını bildiği kendilerinden olan veliler Kur'an'ın batın manasını "ilmi batın" diye tevil ettikleri şeriatın hükümlerinden ancak halk tabakası sorumlu olup yüksek tabakanın sorumlu olmadığı" görüşündedirler.

b) Şiiler, müt'a nikahının caiz olduğunu söylerler ve bu nikahın nesh edilmediğine dair şu âyeti Kerimenin zahir manasını delil gösterirler: "O halde hangi kadınlardan faydalandınız ise, kararlaştırılmış olan ücretlerini kendile­rine veriniz" [Nisa sûresi: 24] Cumhura göre, bu âyet bilinen meşru nikah hakkındadır.....

Bu âyetteki "faydalanmak" ile kocanın karısına meşru nikah ile cinsi yakınlıkta bulunmak suretiyle tam fayda­lanması murat edilmiştir. Bu âyetteki "ücretler" ilede kocanın karısından faydalandığında kararlaştırılmış mehrin tamamını karısına vermesinin vacip olduğu murat edilmiştir. Bu âyette mehre ücret adı verilmesi, müt'a nikah ücreti olduğuna delalet etmez. Çünkü Kur'an'ın bir çok yerinde mehre ücret adı verilmiştir.

Nitekim Tealâ Hazretleri, "kadınları velilerinin izni ile nikah edin, ücretlerini (mehirlerini) güzellikle kendilerine verin"  [Nisa sûresi: 25] ve "Ey peygamber biz sana ücretlerini (mehirlerini) verdiğin zevcelerini helal kıldık" [Ahzab süresi] buyurmuştur.

İslamm başlangıcında seferde ailelerinden uzak kaidık-ları için Müt'a nikahına ruhsat verilmişti, sonra Fetih yılında nesh edilmiştir, (hükmü kaldırılmıştır). Sahabe Müt'a nikahının haram kılınmış olduğunda ittifak etmişlerdir.

İbn-i Abbas'dan müt'a nikahının mubah olunduğuna dair rivayet oİunmuşsa da sonra görüşünden dönmüş -olduğu rivayet edilmiştir.

Müt'a nikahı: "Bir kimse bir kadına şu kadar mal karşı­lığında şu kadar zaman senden faydalanayım" deyip kadında bunu kabul etmekle iki tarafın rızasıyla fayda­lanmaktır. Bu nikah yukarıda açıklandığı gibi nesh edilmiş ve batıldır. Hz. Ömer : "Vallahi başından sahih bir nikah geçen -ailesi hayatta olsun veya ölmüş olsun-kimsenin müt'a nikahı yaptığını duyarsam onu taşlarla öldürürüm" demiştir.

c) Şiiler: "Aşağıdaki âyetin zahir manasını delil göste­rerek bir müslümamn kitap ehlinden olan bir kadınla evlenmesi caiz değildir" derler.

"Kafir kadınları (nızı nikahınız altında) tutmayın" [Mümtehine sûresi: 10]

Cumhur-i fukaha ise: "Bu âyet ile kitap ehlinden olma­yan kadınlar murad edilmiştir. Çünkü Allâh'ü Tealâ:"Sizden evvel kitap verilenlerden hür ve iffetli kadınlar da kendilerine mehirlerini verip nikahladığınız taktirde size helaldir" [Maide sûresi: 5] buyurmuştur" derler.

d) Şiiler,  miras  konusundada  Ehl-i  sünnete  bir çok meselelerde muhalefet ederler. Kadınlara ancak menkul maldan   miras   verirler.   Araziden   ve   akardan   miras vermezler. Miras kalan malın hepsini farz sahibi ölünün yakınına   verirler.   Asabeye    farzdan   artandan   birşey vermezler. Mesela:Ölen kimsenin geride bir kızı ile bir erkek kardeşi kalsa malın hepsini kızına verirler, erkek kardeşine mirasdan bir şey vermezler. Ölen kimsenin ana baba bir amcası'nın oğlunu, baba bir amcasına taktim ederler.   Bu   mesele   hilafet   konusundaki   akidelerine göredir. Hz, Ali'yi ve onun çocuklarım Hz. Abbas ve onun çocukları üzerine takdim ederler, çünkü Hz. Ali, Resûlulîâh (SAV) in ana baba bir amcasının oğludur. Hz. Abbas ise Resûlullâh (SAV) in baba bir amcasıdır. Hz. Fatıma'yı ve  onun çocuklarını  diğer asabeleri  üzerine takdim ederler.

Şiiler, peygamberlerin mallarına miras olunur görüşün dedirler

e)  Şiiler "Boşama ancak iki şahidin huzurunda yapılır" derler. Bu iddialarına şu âyeti delil gösterirler: "Bir veya iki ric'i talakla boşanmış" kadınlar iddetlerinin sonuna yaklaştıkları vakit ya güzellikle tutun (ric'at edin) yahut güzellikle onlardan ayrılın. İçinizden adalet sahibi iki erkeğide şahit tutun, (sizde ey şahitler!) şahitliği Allah için (doğru) yapın. Bu söylenenler varya, bununla Allah'a ve ahiret gününe iman edenlere nasihat verilir. Kimde Allâh'dan korkarsa (Allah) ona bir çıkış yolu ihsan eder." [Talak sûresi: 2] Cumhur-u fukaha ise: "Boşamak için şahit tutmaya ihtiyaç yoktur. Şahitlerin bulunması nikahın sahih   olmasının   şartıdır.   Boşamanın   şartı   değildir. Boşamak için şahit tutulması ne Resûlullâh (SAV) den nede sahabeden nakledilmişdir. Bir koca, karısını boşarken şahit tutmasada karısı boş olur. Koca, karısını boşadıktan sonra şahit tutar. Allâh'ü teale bir kocaya karısını ric'i talak ile boşadıktan sonra karısı iddetinin sonuna yaklaştığı vakit onu tuttuğuna veya ondan ayrıldığına dair inkar etmemeleri için ihtiyaten iki şahit tutmasını emretmiştir. Böyle şahit tutulması müstehapdır" demişlerdir.

Hariciler bedevi tabiatlı oldukları için mert kimselerdi bu yüzden Emeviler ile açıktan savaşıyorlardı. Şiiler ise işlerini gizli olarak yürütmeye çalışıyorlardı. Bu gizli çalışmaları "takiyye" (durumu idare etme) olarak bilinir.

Takiyye: Bir kimsenin canım veya ırzını veya hut malını korumak için gerçekten benimsemediği görüş ve kanaatin aksini açıklamasıdır. Muhalifi ve düşmanı ile aynı fıkirdeymiş gibi görünmesidir.

Şiilerden bazıları: "Korkulduğunda veya bir şeyin elde edilmesi ümit edildiğinde küfrü benimsemiş gibi görün­mek gerekir. Çünkü takiyyesi olmayan kimsenin imanı yoktur" demişlerdir. [101]

 

Âlimlerin Şehirlere Dağılması:

 

Hz. Ömer, devrinde islam fütuhatı genişlemeye başla­dı. Hz. Ömer'den sonra islami fetih dalgaları kendi yolunu açarak doğuda ve batıda yayılmaya devam etti. Beldeleri feth eden müslüman Araplar, feth ettikleri beldeleri idare etmek için kendilerini ilim ve irfan ile yetiştirdiler. Arap olmayıp islami kabul edenler ise hem dinleri ve hemde dünyaları için Arapçayı öğrenmeleri gerekiyordu. İslami fetihler, feth edilen beldelerde ilmi hareketi  başlattı.  Daha önce anlatıldığı gibi sahabenin ilmi dereceleri farklıydı. İlmi mevki-i sahip olan sahabiler az değildi. Bunlar ilmi derecelerine göre üç tabakaya ayrılıyordu. Birinci tabakada on kadar, ikinci tabakada yirmi kadar üçüncü tabakada yüzyirmi kadar seçkin ilim sahibi sahabiler bulunuyordu. Bu sahabiler fetihlerden sonra islam devletinin her tarafına dağıldılar, gittikleri şehirlerin halkına isîamı öğrettiler. Resûlullâh (SAV) da Yemen'e ve Bahreyn'e islamı öğretmek için ashabından muallimler göndermişti.

Hz. Ömer hilafeti zamanında müşkil meselelerde gö­rüşlerine başvurmak, dünyaya dalmalarını ve idare ile meşgul olmalarını önlemek için sahabenin fakihlerinin Medine dışına dağılmalarına musade etmezdi. Fakat bununla beraber Hz. Ömer sahabeden bazılarını, fetihler genişledikten sonra şehirlere muallim olarak gönderdi.

Salim b. Abdullâh'dan rivayet edilmiştir, demiştir ki:" Biz Zeyd b. Sabit'in vefat ettiği gün İbn-i Ömer'le beraberdik. Ben ona "Bugün insanların en âlimi Öldü" dedim. İbni Ömer de "Bugün ona Allah rahmet eylesin. O insanların en âlimi ve en bilgini idi" dedi. "

Hz. Ömer, sahabeden bazılarım islam beldelerine da­ğıttı.

Ömer b. Hattab'dan rivayet edilmiştir demiştir ki: "Muaz b. Cebel Şam'a gidince, onun gitmesi Medine'ye, ilimden ve fetvalarından mahrum kalan Medine halkına zarar verdi. Ben insanların Muaz b. Cebel'e ihtiyaçları olduğu için Hz. Ebu Bekir'e onu Medine'de alıkoymasını söyledim. Fakat Hz. Ebu Bekir teklifimi kabul etmedi ve: "Şehit olmak için cihada gitmek isteyen bir kimseyi Medine'de alıkoyamam dedi. Ben de ona: "Vallahi bir kimse yatağında yatarkende şehidlik mertebesine ulaşabi­lir" dedim.

Hz. Ömer Küfe halkına bir mektub yazarak:"Size Abdullah b. Mesud'u muallim ve vali olarak gönderdim, onu göndermekle sizi kendime tercih ettim. Ondan ilim öğreniniz ve ona itiat ediniz"dedi. Abdullah b. Mes'ud küfe'ye varınca mescidin yanma bir ev yaptı ve oraya yerleşti.

Hz. Ömer'den sonra feth edilen beldelere sahabenin dağılması arttı. Sahabenin âlimleri , gittikleri şehirlerde ilmi hareketi başlattılar. Sahabeden her birinin yanında bulunan ilim diğer sahabinin yanında bulunmuyordu. Bunlardan her biri eğitimde ekol olacak âlimler yetiştirdi­ler. Bu ekollerden her biri üstadlarının ilmini naklettiler. Tabiinin âlimlerini bu sahabiler yetiştirdiler. Her şehir halkı o şehirde bulunan sahabinin şahsiyetinin tesiri altında kaldılar. İlmi konularda sahabilerin metotlarım izlediler. Bu ilmi hareketlerin hasseten şehirlerde geliş­mesi tabiidir. Çünkü şehirlerin halkı daha çok ve daha uygardırlar. [102]

 

Mekke:

 

Resûlullâh (SAV), Mekke fethedildikten sonra oranın halkına, helal ve haram gibi fıkhi bilgileri öğretmek ve onlara Kur'an okutmak için Muaz b. Cebel'i bıraktı. Muaz b. Cebel ilim ve ahlak bakımından ensarın en üstün fakihlerindendi. Resûlullâh (SAV) zamanında Muaz b. Cebel Mekke'nin muallimi sayılıyordu. Emevi hüküm­darlarından Abdülmelik b. Mervan ile Abdullah b. Zübeyr   arasında   ihtilaf  çıkınca   Abdullah   b.   Abbas

Mekkeye gitti. Orada ilim öğretmeye devam etti. Abdul­lah b. Abbas Beytül haramda oturuyor, tefsir, hadis, fıkıh ve edebiyat öğretiyordu. Abdullah b. Abbas'm tabiinden yetiştirdiği talebelerin en meşhurları: Mücahit b. Cebr, Ata b. Ebi Rebah, ve Tavus b. Keysan idi. Bu üç âlim aslen arap değillerdi, ez- Zehebi ile İbni Saad, Tavus'u Yemen âlimlerinden sayıyorlardı. İbn'i Kayyım ise, Tavus'u Mekke fakihlerinden ve müftülerinden sayıyor­du. Çünkü Tavus hayatının sonunu Mekke'de geçirmişdi. [103]

 

Medine:

 

Medine hicret yurdu, hilafet merkezi, kibâr-ı sahabenin yerleştiği ilim ve irfanca meşhur bir şehirdi.

Medine'de kendilerini ilmi hayata veren, arkadaşları ve talebeleri çok olanların en meşhurları': Zeyd b. Sabit ile Abdullah b. Ömer b. Hattab'dır.

Medine'de sahabeden âlim olanların elinde tabiinden yetişen talebelerin en meşhurları:Said b. Müseyyeb ile Urve b. ez-Zübeyr b. el-Avvam'dir. Sonra Kureyşli İbn-i Şihab ez-Zühri tabiinin büyüklerinden ilim aldı. Medine âlimlerinin fıkhını ve hadislerini ezberledi. [104]

 

Küfe:

 

Küfe'de bir çok sahabi bulunuyordu. Bunların ilim bakımından en meşhurları Hz. Ali ile Abdullah b. Mesûd'du. Ancak Abdullah b. Mesudun ilmi tesiri daha çok oldu. Çünkü Ömer b. Hattab, Abdullah, b. Mesûd'u muallim olarak göndermişdi. Küfe'lilerden bir çok kimseler  ondan  ilim  aldılar.   Küfe'de  büyük  bir  ilmi

hareket oluştu. Abdullah b. Mesûd'dan ilim almış olan talebelerinin en meşhurları: Alkame, Esved, Mesruk, Şüreyh, Şa'bi, Nehai, Said b. Cübeyr'dir[105]

 

Basra:

 

Basra'da bir çok sahabi bulunuyordu. Bunların ilim bakımından en meşhurları: Ebu Musa el-Eşari ile Enes b. Malik'di.

Basra medresesinden mezun olanların en meşhur­ları :Hasan-ı Basri ile Muhammed b. Sirin'di. Bu iki âlim aslen Arap değillerdir. [106]

 

Şam:

 

Rivayet edildiğine göre, Şam'da vali bulunanYezid b. Ebi Süfyan Hz. Ömere "Şam halkının kendilerine kur'ân Öğretecek kimselere ihtiyacı vardır "diye bir mektup yazdı. Bunun üzerine Hz. Ömer Muaz b. Cebeli Ubade b. Samit'i, Ebu'd-Derda'yı Şam'a gönderdi. Muaz hayatının sonuna kadar orada muallimlik yaptı. İkameti Filistin'de sona erdi. (yani orada vefat etti.)

Ubade b. Samit, Hıms emirliğini üstlendi. Ebu'd-Derda Dımaşk'a yerleşti. Bunlar tabiinden Ebu İdris el Havlani, Mekhul-i Dımaşki, Ömer b. Abdulaziz, Reca b. Hayve gibi bir çok âlim yetiştirdiler. Sonra Şam halkının imamı Abdurrahman el-Evza i oldu. [107]

 

Mısır:

 

Abdullah b. Amr b. el-As Mısır'da bulunan sahabilerin en «meşhuru sayılır. Mısır'da bulunan sahabiler oranın halkına ilim öğrettiler.

Abdullah b. Amr b. el-As, Resûlullâh (SAV) in hadis­lerini en çok bilen sahabilerdenbiriydi. Abdullah Mısır'da ilmi hareketi başlattı. Mısır halkından bir çok kimse ondan ilim öğrendi. Ondan sonra Leys b. Sad'ın üstadı olan Yezid b. Habib şöhret kazandı. [108]

 

Yemen:

 

Tabiinden San'a kadısı Mutarrif b. Hazime, Abdürrezzak b. Hemmam Hîşam b. Yusuf Yemen fakihlerinden olarak bilinir. [109]

 

Hadis Rivayeti:

 

Resûlullâh (SAV) vefat edince Kuranı Kerim, kalpler­de hıfz edilmiş (ezberlenmiş) ve geniş hurma dalları, deriler, kürek kemikleri, ince ve beyaz taş levhalar gibi yazı yazılmaya elverişli şeyler üzerine yazılmış bir halde bulunuyordu.

Sünnet (hadis)e gelince, onun durumu böyle değildi, çünkü sünnet (hadis) daha önce anlatıldığı üzere bazı sebeblerden dolayı Kur'an-ı Kerimin yazıldığı gibi yazılmış değildi.

Hadislerin yazılmamasının sebeplerinden en Önemlisi Resûlullâh (SAV) in Kur'an ile hadisin birbirine, karıştı­rılmasından endişe ettiği için Kur'andan başka bir şeyin yazılmasını yasaklamasıdır. Yasaklama, sadece bir karıştırmayı önlemek maksadıyla alınmış bir -muvakkattedbirdir. Karıştırmayacağından emin olduğu kimselere Resûlullâh (SAV) başlangıcdan beri izin verdiği gibi bu tehlike ortadan kalktıktan sonra umumi olarakda yazma iznini vermiştir. Nitekim Resûlullâh zamanında sahabilerden bazıları "sahifeler= hadis risaleleri" yazmış­lardı

Resûlullâh (SAV), ashabına, hadisleri kendilerinden sonrakilere tebliğ etmelerini, rivayet ve tebliğ ederken dikkatli davranmalarını tavsiye buyurmuştur.

Ebu Davut ile Tirmizi'nin Zeyd b. Sabit'den rivayet ettiklerine göre Resûlullâh (SAV) "Benim sözümü işitip, belleyip anladıktan sonra işittiği gibi başkasına rivayet eden kimsenin Allah yüzünü ağartsın. Çünkü kendisine tebliğ edilen kişi, (benden) işiterek (tebliğ eden)den daha anlayışlı olabilir" buyurmuştur. Sahabe bu emri tuttu. Resûlullâh (SAV) in emanetini ümmetine tebliğ etti.

Sahabiler şehirlere dağıldılar, oralarda muallim oldular. Tabiinden olanlar uzun yolculuk meşakkatine katlanarak sahabilerin yanlarına gidip onlardan ilim öğrendiler. Lakin sahabiler Resûlullâh (SAV) dan rivayet ettikleri hadislerin az veya çok olması bakımından farklıydılar. Bundan dolayı sahabiler, az hadis rivayet edenler "el-Mukillün" ve çok hadis rivayet edenler "el-Muksirün" diye ikiye ayrılır.

Az hadis rivayet edenlerden bazıları :Zübey*ş Zeyd b. Erkam, İmran b. Husayn'dır. Bunlar kasıtsız olarak hataya düşmekten korktukları için az hadis rivayet etmişlerdir. Bundan dolayı Enes b. Malik, Resûlullâh (SAV) dan rivayet ettiği hadisin sonunda "ev kema kale" sözünü söylerdi.

Çok hadis rivayet edenlerden bazıları:

Ebu Hüreyre, bazı araştırmacıların zikrettiğine göre, bu sahabinin rivayet ettiğihadis sayısı (5374) ü bulmaktadır.

Abdullah b. Ömer'in rivayet ettiği hadis sayısı (2630) u bulmaktadır.

Enes b. Malik'in rivayet ettiği hadis sayısı (2286) yi bulmaktadır. Hz. Aişe'nin rivayet ettiği hadis sayısı (2210) u bulmaktadır.

Abdullah b. Abbas'ın rivâyetettiği hadis sayısı (1660) ı bulmaktadır.

Cabir b. Abdullah'ın rivayet ettiği hadis sayısı (1540) ı bulmaktadır.

Sahabeden bazılarının çok az hadis rivayet ettiklerini görüyoruz. Bazılarının çok hadis rivayet etmelerinin sebebi: Resûlullâh (SAV) ile uzun süre birlikte olmaları Resûlullâh (SAV) dan sonra çok yaşamış olmaları ve kendilerinden hadis alanların çok olmasıdır.

Sahabinin küçükleri, sahabinin büyüklerinden hadisleri toplamak ve öğrenmek için belde belde dolaşarak büyük gayret gösterdiler. "Edebi müfred" isimli eserinde Buhârinin, İmam Ahmed'in, Tabarani'nin, Beyhaki'nin -lafız Bey haki'nindir- Cabir b. Abdullâh'dan rivayet ettiklerine göre, Cabir b. Abdullah demiştirki: "Benim işitmediğim bir hadis Resûlullâh (SAV) in ashabından bir kimsenin işitmiş olduğu bana ulaştı. Bunun üzerine bir deve satın aldım. Onun üzerine yükümü bağladım, sonra bir aylık mesafeye gittim, nihayet Şam'a vardım. Birde ne göreyim o kimse ensardan Abdullah b. Üneys'dir. Yanına gidip ona: "Mezâlim (kısas) konusunda benim işitmedi­ğim bir hadisi senin Resûlullâh (SAV) 'dan işitmiş olduğun  bana  ulaşdı.  O  hadisi  işitmeden  önce  benim ölmemden veya senin ölmenden korktum" dedim. Bunun üzerine Abdullah b. Üneys, Resûlullâh (SAV) şöyle buyururken dinledim: "İnsanlar sünnetsiz ve bühm olarak haşr olunurlar, biz "bühm nedir?" diye sorduk. Resûlullâh (SAV) insanların yanında hiçbir şeyin bulunmamasıdır." buyurdu. Sonra Allâh'ü Tealâ insanlara "Ben deyyanım"=Mükafatlandiran veya cezalandıranım" diye Öyle bir nida edecekki, yakında olanların işittikleri gibi, uzakta olanlarda işitirler. Cehennemliklerden birinin, cennetliklerden birinde hakkı varken Ben o cehennemli­ğin hakkını cennetlikten almadıkça cehenneme giremez. Cennetliklerden birinin cehennemlik-lerden birinde bir hakkı varken Ben o cennetliğin hakkını cehennemhkden almadıkça cennete giremez. Hatta o hak bir tokatta olsa, kısas alınmadan ne cehennemlik cehenneme nede cennetlik cennete giremez. Biz Resûlullâh (SAV)'a "çırılçıplak, sünnetsiz ve yanımızda bir şey bulunmadığı halde Allâh'ü Tealânın huzuruna varırsak üzerimizde bulunan haklan nasıl ödeyeceğiz." diye sorduk. Resûlullâh (SAV): "Sevaplarınızla ve günahlarınızla ödeyeceksiniz" buyurdu. Şöyleki: "Üzerinde başkasının hakkı bulunan kimsenin sevabı varsa sevabı alınıp hak sahibine verilecek, sevabı yoksa hak sahibinin günahı alınıp o kimseye verilecektir."

İşte hadis ilmi rivayeti, ilim erbabının böyle uzun yol­culuk zahmetine katlanarak başlayıp genişleyerek yayıldı. Gözler sahabeye çevrildi, tabiin, sahabeler ölmeden önce onlarla buluşup ezberlerinde bulunan ilmi alıp zapt etmek için büyük gayret gösterdiler. Sahabeden ilim almada hiçbir kimse şüphe etmiyordu. Çünkü fitne çıkıp müslümanlar siyasi guruplara ayrıhncayakadar hadisler arasına hiçbir şey sokulmamıştı. Müslümanların siyasi hayatları   değişmeye   başlayınca  ona  bağlı   olarak   dini hayatlarıda değişti. [110]

 

Hadis Uydurmanın Başlaması:

 

Fitne çıktıktan sonra müslümanlar guruplara ayrıldılar, her gurup kendi görüşünü Kur'an ve hadisle tey'id etmeye çalışıyordu. Guruplardan bazıları: "Âyet ve hadisleri gerçek manalarının dışında yorumluyorlardı. Âyet ve hadisleri gerçek manalarının dışında yorumlama­ları mümkün olmayınca kendi davalarını haklı göstermek için Resûlullâh (SAV) m söylemediği sözü Resûlullâh (SAV)'a nisbet ediyorlardı. Bilhassa imamlarının üstün­lüğü hakkında hadis uyduruyorlardı. Bu musibet ilk defa şiiler den meydana gelmiştir. Hadis uydurma Resûlullâh (SAV) devrinde olmamıştır. Sahabeden hiç biri hadis uydurmamıştır. Çünkü sahabenin hepsi adaletli kimseler idi, aralarında meydana gelmiş olan ihtilaf din hakkındaki içtihatlarından kaynaklanmıştır. Sahabeden her biri hakkı arıyor ve hakkı istiyordu. Hadis uydurma tabiin devrinde siyasi ihtilaflardan doğmuştur. [111]

 

Hadis Uydurmanın En Önemli Sebepleri Şunlardır:

 

1) Siyasi İhtilaflar:

 

Hadis uydurmanın asıl sebebi siyasi sebepdir. İmam Malik'e Rafıza (Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'in hilafetini kabul etmeyen Hz. Ali'nin çocuklarına şeriat dışı muhab­bet gösteren bir şii fırkasın) dan soruldu. İmam Malik:

"Onlarla konuşma, onlardan hadis rivayet etme, çünkü onlar yalan söylerler" dedi.

Şii olarak bilinen Kadı Şüreyh b. Abdullah: "Ben herkesden hadis alırım, ancak Rafızi'lerden almam, çünkü onlar hadis uydururlarve hadis uydurmayıda ibadet kabul ederler. Bu yüzden Rafıza en çok hadis uyduran gurupdur" demiştir.

Hammad b. Seleme: "Bana Rafizilerden bir âlim şöyle dedi: Biz bir yerde toplandığımız zaman birşeyi güzel görürsek o şey hakkında hadis uydururduk" demiştir.

İbn-i Teymiyye: "Minhacü's-Sünne"isimli eserinde bu konuda şu bilgileri vermiştir: Rafızilerin uydurdukları hadislerden bazı örnekler:

"Hz. Adem'in ilmini, Hz. Nuh'un takvasını, Hz. İbrahimin hilmini (yumşaklığını), Hz. Musa'nın heybeti­ni, Hz. İsa'nın ibadetini görmek isteyen Hz. Ali'ye baksın"

Ve: "Ben ilmin terazisiyim, Ali onun iki kefesi, Hasan ile Hüseyin onun bağlan, Fatıma bağlandığı yer, bizden olan imamlar terazinin direkleridir. Bu terazide bizi sevenlerin ve sevmeyenlerin amelleri tartılır."

Ve: "Hz. Ali'yi sevmek sevaptır, bu sevgi ile birlikte günah zarar vermez. Ali'yi sevmemek günahdır bu sevmemekle birlikde sevap fayda vermez."

Bu haberlerden ve buna benzer haberlerden yalan kokusu açık bir şekilde yayılıyor. Ehl-i sünnet taraftarları olan cahillerden azda olsa haberler arasına şu uydurma hadisler sokularak nakledilmiştir: "Cennetteki her ağacın yapraklarına   Lailehe   illAIlâh   Muhammedünresûlullâh, Ebu Bekir es Sıddık, Ömer el-Faruk, Osman Zinnureyn, yazılmıştır."

Ve: "Kendilerine güvenilirler üçdür: Ben, Cibril, Muaviye"

Âlimlerin zikrettiğine göre, hariciler takva sahibi ol­dukları ve büyük günah işleyeni kafir saydıkları için islam fırkaları arasında en az hadis uyduran fırkadır: "Benden size bir hadis geldiği zaman onu Allah'ın kitabı ile karşılaştırın, eğer o hadis Allah'ın kitabına uygun olursa onu Ben söylemişimdir. "Bu hadis uydurmadır, Haricilere nisbet edilmiştir. Fakat bazı hadis araştırmacı­ları bu hadisi Haricilerin uydurmuş olduğunu kabul etmemişler ve: "Bu hadisi onların uydurduğuna dair kendisine itimat edilecek bir delil yoktur" demişlerdir.

Ebu Davut: "Sapık fırkalar arasında Haricilerden daha fazla sahih hadis rivayet eden yoktur" demiştir.

İbn-i teymiyye: "Sapık fırkalar arasında Haricilerden daha doğru daha adaletli yoktur" demiştir.

İbn-i Teymiyye: "Hariciler bile bile hadis uydurmazlardı, çünkü onlar doğrulukla bilinmektedirler, hatta onların rivayet ettikleri hadisler, hadislerin en Sahihidir denilir" demiştir. [112]

 

2) Zındıklar:

 

(Müslüman olmadıkları halde müslüman görünen kimseler) islamın bir çok beldelerde davet ve devlet sancağının dalgalanması, idarede ve kültürde geçmişleri olan kırallıklar, emirlikler ve beyliklerin islam sahasına girmeleri islam inanç kaynağının temiz olup kolay kabul edilir olması içlerinde İslama ve müslümanlara kin ve düşmanlık besleyen zındıklara ağır geldi. Bu zındıklar, islam dininden ve müslümanlardan İntikam almak, istediler bu intikam duygularını gerçekleştirmek için islam inancını bozmak, islamın güzelliklerini çirkin göstermek, müslümanlarm saflarını ve ordularını parça­lamak yolunu seçtiler.

Müslümanların dinini bozmak için hadis sahasını en uygun olarak buldular. Bir çok hadis uydurarak gerçek hadislerin arasına soktular. Uydurdukları hadislerin özellikleri, saçma olması, akla ve duygularla bilinene aykırı olmasıdır. Uydurdukları hadislerden bazı örnekler:

"Alah'ü Tealâ, melekleri kollarının ve göğsünün kılla­rından yarattı"

Ve "Allâh'ü Tealâ, harfleri yaratınca (ba) harfi secde etti, elif ayakta kaldı"

Hadis uyduran en meşhur zındıklar şunlardır:

AbdülKerim b. Ebi'1-Avca, bunu Basra valisi Mu-hammed b. Süleyman b. Ali öldürmüştür, öldüreceği zaman yüzlerce hadis uydurdum diye itiraf etmiştir.

Beyan b. Sem'an , bunu Halid b. Abdullah el-Kasri öldürmüştür.

Muhammed b. Said el-Maslüb , bunu Ebu Cafar el-Mansur öldürmüştür. [113]

 

3) Miliyetcilik, İmamlar Ve Beldeler Hak­kında Uydurulmuş Hadisler:

 

Miliyetçilerin uydurdukları hadisler: "Allah gadap halinde vahyi Arapça olarak İndirir. Rıza halinde vahyi Farsça olarak indirir. "

Arapların cahilleri onlara benzeriyle karşılık vererek: "Allah gazap halinde vahyi farsça olarak indirir rıza halinde vahyi Arapça olarak indirir" demişlerdir.

Ebu Hanife için taraftarları şu hadisi uydurmuşlardır: "Ümmetimden (künyesi) Ebu Hanife ismi Numan olan bir kimse çıkacaktır. O ümmetimin ışığıdır."

İmam Şafı'ye hücum edenlerin uydurdukları hadis "Ümmetimden Muhammed b. İdris denilecek bir kimse çıkacaktır, o ümmetim için iblis'den daha zararlı olacak­tır "

Beldeler ve kabilelerin fazileti hakkında uydurulmuş hadisler:

"Dört belde cennet beldelerindendir bunlar: Mekke, Medine, Kudüs ve Dnnaşk'dır."

Kureyş, Cüheyne, Müzeyne, Eşlem, Gıfar gibi kabile­ler hakkında pek çok hadis uydurmuşlardır. [114]

 

4) Faziletler, Tergib, Terhîb Hakkında Uydurulmuş Hadisler:

 

Müslümanları iyi amellere teşvik etmek ve onları kötü­lüklerden sakındırmak maksadıylada hadis uyduranlar olmuştur.

Nitekim vaizlerden bazıları insanların duygularına tesir etmek   ve   onların   beğenilerini   kazanmak   için   hadis uyduruyorlar sonra bunları Resûlullâh'a nisbet ediyorlar­dı. İşte bu uydurma hadislerden biri şudur:

Her kim "lailehe illAllâh" derse Allâh'ü Tealâ her kelime-sinden bir kuş yaratır gagası altından, tüyleri mercandandır."

Ahlak ve tasavvuf kitaplarında pek çok uydurma hadis­ler vardır.

İbn-i Kuteybe: "Sahih hadislerin arasına uydurma hadisleri karıştıran guruplardan ikinci gurup el- Kussas (kıssacılar ve hikayeciler) dir" demiştir.

Çünkü kıssacılar halkı kendilerine çekmek için kendi bilgilerini münker ve yalan hadislerle süslüyorladı. Halk tabakası akıl dışı ve aklın kabul etmeyeceği acayip hikayeleri anlatan veya kalpleri yumuşatıp duygulandıran kıssacıları dinlemekten hoşlanır.

Bir kıssacı cenneti anlatırken şöyle demiştir: Cennette miskden veya zaferandan yaratılmış huriler vardır. Allah Tealâ cennette sevdiği bir kulu için beyaz inciden bir köşk hazırlamıştır. O köşkün yetmiş bin bölümü vardır' her bölümde yetmişbin oda vardır' her odada yetmişbin yatak vardır. Böyle bir köşke sahib olan mümin bu odaları dolaşmakla bitiremez ve oradan ayrılamaz.

Süyuti'nin "Tahzirü'l- Havas min ekazibi'l- Kussas" isimli bir kitabı vardır. Bu kitabı şeyh Muhammed es-Sabbağ tahkik etmiştir. İslam Yayınevi bu kitabı neşret-miştir. Kur'an sürelerinin faziletleri hakkında rivayet edilen hadislerden birçoğu uydurmadır.

Nuh b- Ebi Meryem: "İnsanların Kur'an okumaktan yüz çevirip Ebu Hanefi'nin fıkhi ve Muhammed b. İshak'ın  Megazisi  ile  meşgul  olduklarını  gördüm.  Bu yüzden Kuran surelerinin faziletleri hakkındaki hadisleri uydurdum. " diye itiraf etmiştir.

Hadis uyduranlardan biride büyük bir zahid olan Gulam Halil'dir. Şeytan ona zikirler ve virdlerin faziletle­ri hakkında hadis uydurmayı güzel göstermiş oda bu konularda hadis uydurmuştur." Kendisine "İnsanları duygulandıran bu hadisleri nereden aldın?" diye soruldu­ğunda "Halkın kalplerini yumşatmak için bunları biz uydurduk" cevabını vermiştir. [115]

 

Âlimlerin Hadisleri Korumak Ve Hadis Uydurma Hareketine Karşı Durmak Tçin Çalışmaları:

 

Âlimler sahabe devrinden itibaren, hadislerin toplanıp yazılmasının tamam olmasınakadar sahih hadisleri ayırmak için büyük çabalar harcamışlar bu çalışmayı yaparken ilmi yollardan en doğru yolu tutarak bütün hadisleri inceden inceye tetkik etmişler, sahih olmayan hadisleri, sahih olan hadislerden ayıklayıp temizlemişledir.

İslam ümmeti bu çalışmasıyla diğer bütün milletlere karşı, ne kadar iftihar etse hakkıdır.

İslam âlimlerinin bu çalışmada izledikleri yolu madde­ler halinde özetleyebiliriz: [116]

 

1 )Hadislerin Senetlerinin Araştırılması:

 

Sahabe ve tabiin âlimleri fitne ve fırkalar meydana çıktıktan sonra hadislerin naklinde senetlerini araştırmaya başlamışlardır.

Bunlar hadislerden ancak senetlerini ve ravilerini tanı­yıp onların güvenilir ve adaletli olduklarına kanaat getirdikten sonra o ravilerin hadislerini kabul etmişlerdir.

Sahih-i Müslüm'in mukaddimesinde İbn-i Şirin, den nakledildiğine göre, İbn-i Şirin şöyle demiştir: "Hadisçi-ler eskiden senedleri sormazlardı. Fakat fitne ortaya çıkınca "Bize ravilerinizin adlarını söyleyin" demeye başladılar. Şimdi Ehli sünnete dikkat ediliyor ve onların hadisleri kabul ediliyor. Ehli bidate bakılıyor onların hadisleri kabul edilmiyor"

Abdullah b. Mübarek: "Hadislerin senedleri dindendir, eğer hadislerin senedleri olmasaydı, muhakkak her isteyen istediğini söylerdi" ve "Bizimle diğer milletler arasındaki fark, hadislerin senedlerini araştırmaktır" demiştir. Bundan dolayı tabiinden olanlar ve bilhassa sahabenin küçükleri, güvenilir ravilerden sahih olan hadisleridinleyip zapt etmek için şehir şehir dolaşmışlar­dır.

Said b. Müseyyeb: "Tek bir hadisi öğrenmek için gün­lerce yol gidiyorum"demiştir.

Şa'bi bir defa Resûlullâh (SAV) in bir hadisini rivayet ettiği bir kimseye "Al sana zahmetsiz bir hadis çünkü bir

adam bu hadisden daha aşağı derecede bulunan bir hadisi öğrenmek için başka bir şehire gidiyordu." dedi[117]

 

2) Ravilerin Tenkit Edilmeleri:

 

Âlimler, ravilerin güvenilir sözlerine ve nakilerine inanılır olup olmadığını bilmek için durumlarını hayatla­rını doğum ölüm tarihlerini ve gidişatlarını araştırıp incelediler. Hangi raviden hadis alınacağını ve hangi raviden hadis alınmayacağını açıklayan birtakım kaideler koydular. Ravileri tenkid ederken bir kınayıcımn kınama­sına aldırmadılar.

Alimler, sahabe adaletli oldukları için onlardan hiç birini yalana nisbet etmediler.

İmamı Gazali "el Mustasfâ " isimlilerinde demiştir ki "bu ümmetin selefi (öncekileri) ve halefi (sonrakileri) nin çoğunluğu sahabenin adaletli olmaları, Allah taalanın kitabında onların adaletli oldukları zikredilip rnedh edilmeleriyle sabit ve malumdur, onlar hakkında bizim inancımız da budur. Onların adaletli olduklarını söyleme­ye ihtiyaç yoktur. Alimlerden bazıları ise "araştırma konusunda sahabenin durumuda diğer ravilerin durumu gibidir'1 diye iddia ettiler.

Alimlerden bazılarıda "sahabe aralarında harb ve hu­sumet çıkıncaya kadar adaletli idiler, sonra durum değişti ve kan döküldü.

Bu yüzden on ların da durumlarının incelenmesi gere­kir " diye idda ettiler.

Kendilerinden hadis alınmayanların en önemlileri şu kimselerdir:

a) Hadis rivayeti konusunda yalancılıkla bilinenler.

b) Bid'atları ve nevalarından dolayı küfre nispet olu­nanlar

c) Yalanı helâl sayanlar.

d) Zındıklar.

e) Fasıklar. [118]

 

3) Birhadisin Uydurulmuş Olduğunu Bildiren Belirtiler Şunlardır:

 

a)  Rivayet edilen hadisin Kur'ın-ı Kerimin açık mana­sına aykırı olması.

b)  Rivayet edilen hadisin mana bakımından bozuk olması, uydurma olduğunu gösterir.

Bunlar usül-i hadis ilminin, cerh ve tadil bölümünde açıklanmıştır. [119]

 

Cerh Ve Ta'dil

 

Alimlerin üstün çalışmaları neticesinde cerh ve ta'dil ilmi doğmuştur cerh ve ta'dil ilmi, ravilerin güvenilir, itimatlı, adil ve zabıt gibi hallerinden veyahut bunların aksine ravilerin hadis rivayetinde yalancıL&ı, yalancılıkla suçlanması dinin emrine uymaması, ravinin bilinmemesi, bid'atçı olması, dikkatsiz olması, çok yanılması, güvenilir ravilere muhalefet etmesi, vehim (ravinin isnatda, metinde veya cerh ve ta'dil konusunda doğru zannıyla bazı hatalarda bulunması), hafıza bozukluğu gibi halle­rinden bahseder.

Bu ilim, İslam ilimlerinin en mühimlerinden olup Müslümanlar bu ilimle diğer milletlerden ayrılmışlardır.

İbn-i Abbas, Ubade b. Sâmit, Enes b. Malik gibi saha­benin küçüklerinin asrından itibaren ravilerin güvenilir olup olmaması hakkında konuşulmaya başlandı. Sonra said b. Müseyyeb, eş-Şâbi, İbn-i Şirin gibi tabiinden olanlar ravilerin hallerini araş tırdılar.

Tabiinden sonra gelen şu'be, İmam Malik, el-Evzâi, es-Sevri, el-Leys, İbn-i Mübarek, Yahya b. Said el-Kattân gibi âlimler ravilerin hallerini bilmek için araştırmaya devam ettiler.

Bunlardan sonra gelen âlimler de aynı şekilde ravilerin hallerini araştırmayı ve incelemeyi sürdürdüler.

Dikkatle bu ümi ve bu ilim hakkında yazılan kitapları inceleyen bir kimse, âlimlerimizin. Sahih, hasen ve zayıf hadisleri tespit ederek ayırmak için üstün çabalarının övülmeye layık olduğunu anlar.

Alimler, bir hadisin uydurulmuş olduğunu bilmek için senedinde ve metninde bir takım kaideler ve alâmetler (belirtiler) koydular.

Bir hadisin uydurulmuş olmasının senedindeki en önemli alametleri şunlardır.

a)Yalancılıkla bilinen bir ravinin rivayet ettiği bir hadisi, güvenilir bir ravinin aynı hadisi başka bir senedle rivayet etmemesi.

b) Ravinin kendisi hadisi uydurmuş olduğunu itiraf etmesi.

c) Ravinin hayatında bir araya gelmediği bir âlimden hadis rivayet etmesi.

d) Ravinin hadis rivayet ettiği âlimin ölümünden sonra doğmuş olmasıdır.

Bir hadisin uydurulmuş olmasının metnindeki en ö-nemli alametleri şunlardır.

a)  Hadisin lafzının bozuk olması veya ifadesinin zayıf olmasıdır.

İbn-i dakik ei-iyd: "Âlimler, çok defa bir hadisin lafzı­nın bozuk olması ve ifadesinin zayıf olması ile hadisin uydurulmuş olduğuna hükmetmişlerdir" demiştir, netice olarak, hadislerin lâfızlanyla devamlı uğraşan âlimler kendilerinde meydana gelmiş olan derin bir bilgi ve kuvvetli bir yetenek ile bir sözün Resûlullâh (SAV) m sözü olup olmadığını bilirler.

b) Hadisin, manasının bozuk olması şöyle ki: Hadisin akli gerçeklere aykırı olup aralarının uzlaştırılmasının mümkün olmaması veya ahlâk hakkındaki genel kaidelere aykırı olması veya aklın kabul etmeyeceği saçmalıkları taşıması   veya   kur'ânın   manasına  ters   düşmesi   veya Resûlulâh (SAV) in asrı saadetinden beri tarihi gerçeklere aykırı olması.

c) Hadisin, ravinin mezhebine uygun olması.

Mesela: bir rafızinin (şiâdan bir kol) rivayet ettiği hadisin ehl-i beytin faziletlerine ait olması.

d) Hadisin, küçük bir iyiliğe karşı büyük bir sevap verileceğini, veya küçük bir günaha karşı şiddetli bir ceza verileceğini bildirmesi

Dr. Mustafa es-Sibai bu konuda "es-Sünneti ve mekânetühâ fı't -teşri'il -islami" isimli kitabında doyurucu bilgi vermiştir, isteyen onun kitabına baksın. [120]

 

Hadislerin Toplanıp Yazılması Ve Yazılmasının Etkileri

 

Sahabe devrinde hadislerin nakli sözlü rivayete daya­nıyordu, yazılmış olan kur'ân ile hadisler birbirine karışmasın diye hadisler yazılmıyordu, o devirde yazılan hadisler çok azdı bazı rivayetlerde bildirildiğine göre, liz. Ömer hadisleri yazmayı düşünmüş, fakat sonra bu düşüncesinden vazgeçmiştir nitekim Beyhaki'nin Urve b. Zübeyr'den rivayet ettiğine göre, Urve demiştir ki :Hz Ömer hadisleri yazmak istedi bu konuda Resûlul.âh (SAV) in ashabıyla istişare etti. ashab ona hadisleri yazmasını söylediler. Hz. Ömer, bu hususta bir ay istihare yaptı, sonra bir gün sabahleyin hadisleri yazmamaya karar vererek: "Hadisleri yazmak istiyordum, fakat sizcJen önceki milletleri düşündüm. Onlar bir çok kitaplar yazdılar. O kitaplarla meşgul olup Allah tealânm kitabını bıraktılar ben vallahi Allâhü Tealânın kitabına asla hiçbir şey karıştırmayacağım." dedi

Bu rivayetten anlaşıldığına göre, Hz. Ömer hadisler yazıldığı takdirde önceki milletlerin kitaplarından uzaklaştıklari gibi müslümanlarmda dinin esası olan Allâhu Tealânm kitabından uzaklaşmalarından v^ya Kur'an ile hadislerin birbirine karışmasından korkmuştur

Fitne meydana çıkıp yalan yayılıp hadis uydurmaya başlanınca hadisleri müdafaa edip onları korumak i^in âlimler seferber oldular hadislerin ziyade edilmesinden veya eksiltilmesinden korktukları için toplanıp yazılması­nın gerekli olduğunu düşündüler rivayetlerde bildirildiği­ne göre hadislerin toplanıp yazılmasını ilk düşünen zat tabiinden olan halife Ömer b. Abdülaziz'dir bu zat Medine valisi ve kadısı bulunan Ebu Bekir b. Muhamrtıed

b. Amr b. Hazme Resûlullâh (SAV) m hadislerini araştır ve onları yaz çünkü ben ilmin yok olmasından ve âlimle­rin gitmesinden korkuyurum diye mektup yazdı Ömer b. Abdülaziz yalnız İbn-i Hazme mektup yazmakla yetin­meyip diğer merkezlerin valilerine de Resûlullâh (SAV) m hadislerini araştırın ve onları yazın diye mektuplar gönderdi. Ömer b. Abdülaziz'in bu emrine uyarak hadislerin toplanıp yazılmasında en çok gayret gösteren imam Muhammed b. Müslüm b. Şihap ez- Zühridir Sahih-i Müslim'de zikr edildiğine göre bu zatın rivayet ettiği 90 hadis vardır ki bu hadisleri ondan başka hiçbir kimse rivayet etmemiştir. Onun asrındaki âlimlerden bir çokları imam zühri olmasaydı hadislerin büyük bir kısmı zayi olurdu demişlerdir.

Bu asırda toplanıp yazılan hadisler Buhâri muslini ve diğer hadis âlimlerinin yaptıkları gibi konularına göre ayrılmış değillerdir imamı zühri hadisleri konularına göre ayırmadan yazmıştır imamı zühri den sonra hadisler çeşitli metotlarla yazılmışlardır bu devirde hadisler sahabenin sözleri ve tabiin fetvaları ile karışık olarak yazılmışlardır nihayet hadis imamları hadisleri müsnedlerin yolu üzerine büyük eserler yazdılar daha sonra hadisleri konularına göre ayırarak yazdılar

ibn-i hacer hadisleri ilk toplayıp yazan kimseler Basrada Rabi b. Subayh (öl. H. 160) Said b. Arube (öl. h. 156) medinede; İmam Malik Muvatta isimli eserini yazdı, (öl. h. 179) Mekke'de Abdulmelik b. cüreyc (öl. h. 150) samda Abdurrahman Evza-i (öl. h. 157) Küfede Süfyan-ı Sevri(öl. h. 161)

Basra'da Hammad b. Seleme b. Dinar (öl. h. 167) dır bunlardan sonra gelen hadis âlimleride hadisleri toplayıp

yazmaya devam ettiler hadisleri toplayıp yazan âlimler­den her biri ilminin derecesine göre hadis kitapları yazdılar demiştir.

Biz bu yazılan kitapların özelliklerine değinmeyeceğiz çünkü bu kitaplar bizim bahsettiğimiz zamandan sonra yazılmışlardır.

Hadislerin toplanıp yazılması islam fıkıh ilminin hare­ket dairesinin gelişip genişlemesinde pek büyük tesiri oldu şöyle ki âlimlerin rivayet edilen hadisleri Öğrenmek için beldeleri dolaşmalarına birbirinden ilim almalarına karşılıklı ilmi görüş alış verişinde bulunmalarına bir şehirde bulunan âlimler diğer şehirde bulunan âlimlerin yanında bulunan ilimleri öğrenmelerine sebep oldu. Hadisler kur'ânı açıklıyorlar ayrıca Allah azzevecellenin kitabında olmayan bir çok şer-i hükümleride kapsıyordu hadisler âlimlerin yeni meydana gelen olayların ve insanların anlaşamadıkları davaların fıkıh hükümlerini çıkarmada en büyük yardımcı kaynak oluyorlardı. Çünkü hadislerin toplanıp yazılması fıkhın yazılmasından öncedir.

Her asırda hadis âlimleri hadisleri korumak sahih ha­disleri sahih olmayan hadislerden ayırmak için üstün gayret gösterdiler çok zayıf olan hadisleri açıklayan ve bazı kitapların hadislerinin kaynaklarını tesbit edip hadislerin derecelerini açıklayan zayıf ve uydurulmuş hadisleri açıklayan müstakil kitaplar yazdılar ayrıca uydurulmuş hadisleri ve alametlerini açıklayan müstakil kitablar yazdılar bu yazılmış olan kitapların en meşhurları şunlardır.

Hafız saha'vinin "el-makasıdü'l hasene fi-Beyan-ı Kesir'in mine'l ehadisi'l müştehire alel elsine" isimli kitabı.

Hafız Zeylai'nin "Nasbu'r raye'li ehadisi'l Hidaye" isimli kitabı.

Hafız irakinin "el muğni an hamlil esfari fi M esfar fı-tahricimâ fı'1-ihyâ Minel-Ahbâr" isimli kitabı.

Hafız İbn-i hacer el askalâninin "Telhisü'l-habir fı-Tahric-i ehadisi'r Râfıi'l-kebir" isimli kitabı.

Yine hafız İbn-i hacer el Askalani'nin "Tahrici-i ehadisi'l keşşaf isimli kitabı.

İbn-i kayyım el cevziyye'nin "el Menari'l-Münif fi's-sahih ve'z-Zaif' isimli kitabı.

Bu kitabı şeyh Abdul fettah ebu gudde tashih etti halepdeki islam yayın evi bu kitabı yayınladı.

Suyuti'nin "Tahricü ehadisi's şifa" isimli kitabı.

İbn-i cevzinin "el-Mevzuat" isimli kitabı Suyutunin "el-Leâliü'1-Masnûatü fı'1-ehadisi'l-Mevzua" ile "Zeylü'l-lealİ'il-Masnuati fı'1-ehadisi'l-Mevzua" isimli kitabları.

Şeyh ali el kari el Herevinin "el-Mevzüatü'l kübra" ile "el-Mevzüatü'l suğra" isimli kitabları ikinci kitabı şeyh Abdülfettah Ebu Gudde tashih etti halepdeki islam yayınevi bu kitabı "el-Masnufı-marifeti'1-Hadisi'l-Mevzu" ismiyle yayınlandı.

Eş Şevkani'in "el~Feva'idü'l-Mecmüatü fi'1-ehâdisi'l-Mevzua" isimli kitabı. Şeyh Muhammed Nasiruddin el-elbani'nin "Silsiletü'l-ehadisi'z-Zaife ve'1-Mevzua" isimli kitabı.

Bu gün kalbleri hasta olan kimseler hadislere saldırı­yorlar bunların gizledikleri esas hedefleri şer-i hükümlere ve hadislerin delil olmalarına güveni sarsmaktır hadislere saldırılar yalnız çeşitli üsluplarla zehir kusan müsteşrikler tarafından yapılmıyor bazen âlim taslakları bazen arap aleminde dünya mevkiine düşkün olanlar bazende cahil ve ahmak kimseler tarafından yapılıyor.

Dr Mustafa Sibâi "es-Sünnetü ve Mekânetüha fı't-Teşrii'l islami" isimli kitabında gerek Ebu Reyye'nin " Advâün ale' s-sünneti' 1-Muhammediyye" isimli kitabında Ebu Hüreyre'nin aleyhinde yazdıkları ile ilgili olsun ve gerekse müsteşriklerin ve diğerlerinin hadisler hakkındaki şübheleri ile ilgili olsun bunlardan her birine tam ilmi cevaplar vererek hadisleri müdafaa ettmiştir.

Âlim fazıl şeyh Muhammed Nasif Vecih "Difâün a-ni's-sünne" isimli bir risale yayınladı bu risale üç maka­leyi içine almıştır. Bu makaleleri yazanlar: Şeyh Ebu'l-Hasen en-Nedevi, Şeyh Yahya el-muallimi, Dr. Mustafa sibâ'idir. [121]

 

Ehl-İ Rey'in Ve Ehl-İ Hadisin Doğuşu

 

Daha önce gecdiği üzere şehirlere dağılmış olan sahabiler her şehirde ilmi hareketi başlattılar bu sahabilerin ilmi dereceleri farklı olduğundan uyguladıkla­rı ilmi metotlarıda farklı oluyordu talebeleride onların etkisi altında kalıyorlardı uygulanan bu ilmi metotların farklı olmasından iki ekol meydana geldi.

Biri Irak da "Ehli Re'y" ekolü veya "Küfe medresesi" dir.

Diğeri   Hicazda  "Ehli   Hadis"   ekolü  veya  "Medine Medrese" sidir. [122]

 

Irak'da Ehli Rey'in Mezhebi:

 

Hz. Ömer sahabe arasında delilleri en iyi anlayan en çok ictihad eden görüşünü açıklamada en cesur olanlar­dandı.

Sahabenin karşılaştıkları proplemler hakkında ictihadlan-yla hüküm vermeleri bir çok meselede Hz. Ömerin üstünlüğünü ortaya çıkarıyordu Hz. Ömer sahabe ile istişareye dikkat edip işlerde acele etmiyordu.

Sabiden rivayet edilmiştir demiştir ki Hz. Ömer kendi­sine gelen bir dava hakkında bir ay düşünür sahabe ile istişare ederdi. Bazan da bir günde yüz davaya bakardı Abdullah b. Mes'ud, Hz. Ömer'in yolundan gidiyor, onun görüşlerinin etkisi altında kalıyordu.

"Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet edilmiştir demiştir ki: "Ben Hz. Ömer'in ilmin onda dokuzunu götürdüğünü sanıyorum.

"İlamü'l Muvakkıin" de şu bilgi vardır Abdullah b. Mes'ud Hz. Ömerin hiçbir görüşüne itiraz etmezdi.

Sabi: "Abdullah b. Mes'ud, sabah namazında kunut duası okumuyordu eğer Hz. Ömer sabah namazında kunut duası okumuş olsaydı muhakkak Abdullah b. Mes'ud da okurdu" demiştir.

Bu açıklamalar, Abdullah b. Mes'ud'un delilin bulunmadığı yerde düşüncede, kıyas ve ictihatda Hz. Ömer in yolundan gittiğini bildiriyor.

İbrahim Nehai'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Ben Hz Ömer ile İbn-i Mes'ud'un görüşleri birleştiğinde onların görüşlerinden ayrılmıyordum, görüşleri ayrıldı­ğında daha yumuşak olduğu için Abdullah b. Mes'ud'un görüşünü beğeniyordum"

Daha önce geçtiği üzere Hz. Ömer Abdullah b. Mes'ud'u kitap ve sünneti öğretsin diye küfe halkına muallim olarak gönderdi onun ilmi hareketi geniş bir alana yayıldı ondan sonra talebeleri onun yolunda devam ettiler. Irakda Abdullah b. Mes'ud'un medresesi re'y medresesinin çekirdeğini oluşturdu hatta tabiinden biri bu medreseye nisbet edilerek kendisine "Rabia'tür-Re'y" denildi

Irakda Re'y medresesinin yayılmasının sebepleri şun­lardır

1) Irak âlimlerinin bilindiği gibi, Hz. Ömer'in yolun­dan giden, Küfenin üstadı ve büyük sahabi olan Abdullah b. Mes'ud'un etkisi altında kalmış olmaları.

2) Resûlullâh (SAV) in ve  sahabenin büyüklerinin vatanı olan Medine halkının sahip oldukları hadislere nisbetle Irak âlimlerinin sahip oldukları hadislerin az olmaları.

3) Irak'ın İran'la komşu olması, onun medeniyetiyle sıkı bağlantısı bulunması, bundan dolayı yeni meydana gelen mesele ve problemlerin çözümlenmesi için re'y ve içtihada ihtiyaç duyulması.

4) Irak'ın Şiilerin ve Haricilerin vatanı olması, fitnenin oradan çıkması, siyasi mezheplerini desteklemek için hadis uydurmaları, bu yüzden re'y medresesi âlimlerinin uydurulmuş hadislerden korunmak için dikkatli davrana­rak az hadis rivayet etmeleri, yanlarında güvendikleri hadislerin az bulunmasından delilin bulunmadığı yerde meseleleri çözmede re'y ve içtihada başvurmaları. [123]

 

Ehl'i Re'y Medrese'sinin Özellikleri

 

1) Ehli re'y imamlarının karşılarına pek çok hadise ve mesele çıkdığı için hazırlıklı olmayı düşünerek henüz meydana gelmemiş meseleleri meydana gelmiş gibi farz ederek onların cevaplarını yazmış olmaları bir mesele ortaya atıp onun hükmünü açıklamaları sonra bu mesele şöyle olsa ne dersin? diye sormaları zaman zaman bir meseleyi mümkün olacak şekillerle değiştirip" bu mesele şöyle olsa ne dersin? diye sorarak fer'i meseleleri çoğaltmış olmalarıdır. Bundan dolayı ehli hadis Ehli re'ye "el-Eraeyteyun" adını vermişlerdir.

Said b. Müseyyep, kendisine bir meselede itiraz eden Rabiatü'r-Re'y'e: "Sen Iraklımısın?" demiştir.

Esed b. el- Furat demiştir ki: "Ben İmam Malik b. Enesin yanına geldim imam Malike talebeleri soru sormaktan korkuyorlardı. Ben imamı Malike bir mesele soruyordum, oda cevap veriyordu. Bunun üzerine talebeleri bana "bu mesele şöyle olursa nasıl olur diye ona sor?" diyorlardı. Ben de ona soruyordum. Bir gün imamı Malik'in benim sorularımdan canı sıkıldı ve: "Bunlar zincirleme sorular bunların arkası gelmez, eğer böyle sorular sormak istiyorsan Iraka git" dedi.

2) Irak âlimlerinin rivayet ettikleri hadisler azdı. onlar hadislerde öyle şartlar ileri sürüyorlardı ki, o şartları taşıyan hadisler çok az bulunuyordu. [124]

 

Hicaz'da (Medine'de) Ehl-İ Hadis Medresesinin Mezhebi:

 

Medine hicret yurdu olması itibarıyla üstün bir meziyyete sahip oldu şer'i hükümleri bildiren âyetler orada indi.

Medine Resûlullâh (SAV) in mübarek sözlerine, işleri­ne şahid oldu.

Medine Hulafa-i Raşidinin yaşadıkları sünnetin beşiği, hadisin menbai ve sahabenin buluştukları yer oldu. Bundan dolayı Medine halkı fıkhı iyi .biliyorlar, sünnete sımsıkı sarılıyorlar ve hadislerin dairesinden ayrılmıyorlardı. Sunuda ilave edelimki, Medine medrese­si ilmini, Zeyd b. Sabit ve Abdullah b. Ömer gibi sahabe­nin âlimlerinden aldı. Abdullah b. Ömer Resûlullâh (SAV)ın sünnetini araştırmaya düşkün olmakla biliniyor ve bununla iftihar ediyordu. Bu medresesenin ilim sancağını taşıyan talebeleri hocalarının yolunda devam ettiler. Bu talebelerin başında Said b. Müseyyep geliyor­du. Bu zat hadisleri, sahabenin fetvalarını toplamaya, bunlardan bir çoğunu ezberlemeye yöneldi.

Said b. Müseyyep hakkında: "O önceki eserleri ve hadisleri insanların en iyi bileni ve en büyük müctehidi idi" denilmiştir.

Meymün b. Mihrandan rivayet edilmiştir, demiştirki "ben Medineye geldim, halkının en fakihini sordum. Beni said b. Müseyyebe götürdüler, ona soracağımı sordum".

Medine medresesinden olan şa'bi: "Tabiin size sahabe­den bir şey getirirlerse onu alınız. Tabiin kendi görüşleri­ni söylerlerse onu çöplüğe atınız" demiştir.

Ehli hadis medresesinin izlediği yol : Bu mezheb i-mamlarına bir mesele sorulduğunda o mesele hakkında bildikleri âyet veya hadis varsa fetva veriyorlar yoksa kıyas yapmıyorlardı.

Rivayet edildiğine göre bir adam Salim b. Abdullah b. Ömere bir mesele sormuş sâlim'de: "Bu mesele hakkında bir şey duymadım" demiş. O adam, Sâlim'e: "Allah senin iyiliğini versin bana kendi görüşünü söyle" demiş. Salim de: "Kendi görüşümü söyleyemem" demiş. O adam, Sâlim'e: "Ben senin görüşüne razıyım, görüşünü söyle" diye ısrar edince, Salim: "Ben sana görüşümü söylerim sen gidersin, sen gittikten sonra görüşüm değişir, ben de seni bulamam" demiştir. [125]

 

Hicaz İmamlarının Delillerin Dairesinden Ayrılmamaları Şu Sebeblere Bağlıdır:

 

1) Daha önce anlatıldığı gibi, hicaz medresesi talebele­rinin hadislere ve eserlere aşırı derecede bağlı bulunan ve mecbur kalmadıkları takdirde rey'i almaktan ve kıyasla amel etmekten uzak duran hocalarının yolunda gitmeleri.

2) Hicaz imamlarının yanında umumi olarak hicazda, hususi olarak Medinede yerleşmiş olan sahabeden kalmış

olan hadislerden ve eserlerden büyük bir servet bulunu­yordu.

3) Hicaz halkının geçimi kolaydı, aslı fıtrat üzere bu­lundukları için sorunları azdı, İran ve Yunan kültürlerinin meydana getirdiği meselelerden uzak bulunuyordu.

4) Hİcaz halkının, Irak taki çatışmaya yol açan sebep­lerden ve fitnelerden uzak bulunması. [126]

 

Hicaz Medresinin Özellikleri

 

1) Bu medresenin âlimleri çok soru sormaktan olmamış meseleleri   olmuş   gibi   kabul   etmekten   ve   hükümleri dallandırmaktan hoşlanmıyorlardı.

2) Hadislere itibar ediyorlar eserlerden ayrılmıyorlardı.

Ehli re'y ile ehli hadis arasında 'şiddetli münakaşa vardı. Her ne kadar İmam Malikin hocası Rabia b. Abdurrahman gibi hicaz âlimleri arasında re'ye meyle­denler bulunsa da bu iki guruptan her biri diğerinin izlediği yolu tenkit ediyordu.

İmamı Malik "Muvatta" isimli eserinde RabiVdan rivayet ettiğine göre Rabi'a demiştirki: "Ben Sait b. Müseyyeb'e "Kadının bir parmağının diyeti ne kadardır?" diye sordum, oda on deve dir" dedi. Ben "iki parmağının diyeti ne kadardır?"diye sordum oda: "yirmi deve-dir"dedi. Ben: "üç parmağının diyeti ne kadardır ?" diye sordum oda: "otuz devedir" dedi. Ben: "dört parmağının diyeti ne kadardır?" diye sordu, oda: "yirmi devedir" dedi. Ben: "kadının yarası büyük olup musibeti artınca diyeti azalıyor, bu nasıl olur?" dedim. Said bana: "Sen Iraklı mısın?" dedi. Bende: "Tedbirli davranan bir âlimim

veya öğrenmek isteyen bir cahilim" dedim, bunun üzerine said Bu   sünnettir" diyerek  Nesei'de

Resûlullâh(SAV)dan rivayet edilen şu hadise işaret etmiştir" kadının diyeti, erkeğin diyetinin üçte birine ulaşıncaya kadar, erkeğin diyeti gibidir." delilin bulundu­ğu yerde kıyas caiz değildir. Bundan dolayı said rabia yi deliller hakkında aklı hakem tayin eden ıraklılardan mısın? diye ayıpladı[127]

 

Yedi Fakih

 

Ehli hicaz medresesinden 7 fakih şöhret kazanmıştır.

İbni kayyim "İ'lâmü'l Muvakkıin" isimli eserinde "Medine'de tabiinden Said b. Müseyyep Urve b. Zübeyr, kasım b. Muhammed , Harice b. Zeyd Ebu Bekir b. Abdurrahman b. Haris b. Hişam, Süleyman b. Yesar Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mesut fetva veriyor­lardı. İşte yedi fakih bunlardır. " diye zikir etmiştir.

Bir şair bu yedi fakihi şiirle şöyle anlatmıştır"îlimde yedi denizden ve rivayetleri ilimden dışarı çıkmayan fakihler kimlerdir? diye sorulunca onlar: "Ubeyduliah, Urve, Kasım, Said, Ebubekir, Süleyman ve Haricedir." diye cevap ver" Medine halkının fıkhı, bu yedi fakihden yayıldı. Sonra gelen fakihleri bu yedi fakih yetiştirdi. O asırdaki bu, yedi fakih medresesi ilk fıkıh medresesi sayıldı, hatta onların isimleriyle adlan dırılarak "yedi fakih asrı" denildi. Bunların fıkıh ilmi, araştırmada ve kiyasda islami fıkıh metodunun esası oldu. [128]

 

O Asırda İhtilaflı Meselelerden Bâzıları:

 

O asırda "Medine medresesi" ile "Küfe medresesi" veya "ehli hicaz" ile "ehli küfe"arasında birçok meselele­rin ihtilaflı olmasının sebebi bunlardan her birinin fıkha bakış açısının diğerlerinden farklı olmasıdır.

Bu ihtilaflı meselelerden bazıları şunlardır.

1) İmamın arkasında kıraat:ehli hicaz medresesinin tercih ettiği görüş, imam kıraati gizli okuduğu namazlarda arkasındaki cemaatin de okuması, İmam kıraati açıktan okuduğu namazlarda arkasındaki cemaatin okumamasdır.

Hişam'dan rivayet edilmiştir demiştir ki: "Babam Urve imamın kıraati açıktan okumadığı namazlarda imamın arkasında okuyordu"

Ehl-i reyin çoğunun tercih ettiği görüş ise, imamın kıraati açıktan okuduğu namazlarda olsun imamın kıraati gizli okuduğu namazlarda olsun, arkasındaki cemaatin okumamasıdır

Ebu Hanife, Hammad'dan rivayet ettiğine göre Hammad demiştir ki :İbrahim Nehai ile Said b. Cübeyr akşam, yatsı, ve sabah namazlarında imamın arkasındaki cemaatin okumamasında birleşiyorlardı İbrahim Nehai "öğle ile ikindi namazlarındada imamın arkasındaki cemaat okumaz" diyordu.

Ehl-i re'y âlimlerinden bir gurup "imama uyularak kılınan namazlardan hiç birinde cemaatin okumaması uygundur" demişlerdir

Ehli hicaz imamın arkasında fatihanın okunacağını bildiren şu hadisler ve eserlerle amel ediyorlardı. Resûlullâh (SAV) ashabına "galiba siz imamınızın arkasında okuyorsunuz?" diye sormuş ashabıda "evet okuyoruz" diye cevap vermişler. Resûlullâh (SAV) "yapmayın, yalnız Fatiha suresini okuyun" buyurmuş. Diğer bir hadisi şerifde "Fatiha sûresini okumayanın namazı olmaz" buyrulmuştur.

Küfelilerin "kimbir imamın arkasında kılıyorsa imamın okuması, onun içinde kıraat dır" diye delil gösterdikleri bu hadis bütün hadis hafızlarına göre zayıfdır bu hadis delil olmaya uygun değildir

Ehli re'y ile ehli hicaz kendi çizgilerinde gittikleri halde şu konuda birleşi yorlardı imama rükû halinde yetişen bir kimse her ne kadar o rekadda hiçbir şey okumamış olsada o rekata yetişmiş sayılır o rekata yetişmiş sayılmanın iki ihtimali vardır ya zaruret bulun­duğu için okumadan o rekat caiz olmuştur veya zaruret bulunmadığı halde okumadan o rekat caiz olmuştur çünkü imamın arkasında okumak farz değildir ehli re'y imamın arkasında okumadan caiz olacağı ihtimalini almıştır.

2) Namazda Oturuş Şekli: Ehli hicaz namazda sol kabası üzerine oturuş şeklini tercih etmiştir Yahya b. Said'den rivayet edilmiştir demiştir ki: "Kasım b. Muhammet, namazda oturuş şeklini yanındakilere göstermak için sağ ayağını dikti sol kabası üzerine oturdu ayakları üzerine oturmadı bunu yaptıktan sonra Kasım "bunu bana Hz. Ömer'in torunu Abdullah gösterdi Abdullâh'da babası Abdullah'ın aynı şekilde yaptığını bana haber verdi"dedi ehli Küfe ise sol ayağını yere yayıp üstüne  oturmayı  ve  sağ  ayağının parmakları  kıbleye doğru gelmek üzere dikmeyi tercih etmiştir el muğireden rivayet edilmiştir denmiştir ki "İbrahim Nehai erkeğin namazda soiayağını yere yayıp üzerine oturmasını ve sağ ayağının parmaklan kıbleye gelmek üzere dikmesini müstahap görüyordu (kadınlar kaynağı üzerine otururlar ve ayaklarını sağ tarafına yatık olarak çıkarırlar)" bu iki medresenin görüşlerinin arasını bulan başka bir görüş daha vardır. Şöyle ki: birinci oturuşda ehli Küfe'nin görüşüne göre oturmak ikinci oturuşta ehli hicazın görüşüne göre oturmaktır.

3) Bir şahit ve bir yeminle hüküm verme: ehli hicaz âlimlerinin çoğunluğu mal davalarında bir şahit ve bir yeminle hüküm verilmesini tercih etmişlerdir çünkü bunların yanında böyle hüküm verileceğine dair hadis sabit olmuştur imamı Malik demiştir ki: bana ulaştığına göre ebu Seleme b. Abdurrahman -ile Süleyman b. Yesar'a bir şahit ve bir yeminle hüküm verilirini?" diye sorulmuş onlarda "evet" diye cevap vermişlerdir imamı Şafii demiştir ki bize İmam Malik, Cafer'den Cafer de babası Muhammet'den rivayet ettiği şu hadisi haber verdi:" Resûlullâh(SAV) bir şahit ve bir yeminle hüküm verdP'birşahitle bir yeminle hüküm verilmesi mal davalarına mahsustur. Bu konuda bir davacı bir şahit getirir ve yemin'de ederse lehine hüküm verilir ehli re'y

âlimlerinin çoğunluğu ise: "......erkeklerinizden iki

kişiyi şahit tutun, iki erkek bulun mazsa o zaman doğru­luğuna emin olduğunuz şahitler'den bir erkekle iki kadının şahadeti gerekir" [Bakara sûresi: 282] mealindeki âyetle amel ederek hüküm ancak iki erkeğin veya bir erkek ile iki kadının şahadeti ile verileceğini ve hiçbir davada bir şahit ve bir yeminle hüküm verilemeyeceğini benimsemişlerdir

Hicaz medresesi ile küfe medresesi arasında vücüddan çıkan akıcı kanın, tensüi uzvuna dokunmanın abdesti bozup bozmaması, yağmurlu günlerde öğle vaktinde, Öğle namazı ile ikindi namazının beraber ve akşam vaktinde, akşam namazı ile yatsı namazının beraber kılınıp kılın-maması, kerahet vakitlerinde namaz kılınıp kılınmamasi gibi daha bir çok meselede ihtilaf vardır. Bu ihtilaflı meseleler fıkıh kitaplarında zikredilmiştir. [129]

 

Dördüncü Fasıl

 

 

Bu Asırda Fetva Verenlerin Meşhurları:

 

Bu asırda hermedrese'de ve her şehirde fetva verenler­den bir çokları şöhret kazanmışlardır.

Bu zatlardan bazıları şunlardır: [130]

 

Abdullah B. Abbas

 

Abdullah b. Abbas Kureyş kabilesinin haşim oğulla­rından olup Resûlullâh(SAV)ın amcasının oğludur.

Annesi Ümmü' İ-Fadl Lübabe bint-i Haris Hilaliye'yedir. İbn-i Abbas hicretten üç sene önce Haşim oğulları "şi'b" denilen mahallede bulundukları vakit dünyaya gelmiştir.

el-Vakidi demiştir ki: İmamlarımız İbn-i Abbas'in Kureyşlilerin Haşim oğullarını "şi'b" denilen mahallede kuşattıkları vakit doğmuş olduğunda ve Resûlullâh (SAV)ın vefatı sırasında onüç yaşında bulunduğunda ittifak etmişlerdir. îbn-i Abbas beyaz tenli uzun boylu yakışıklı   gösterişli   idi.   Rivayet  edildiğine  göre  İbn-i Abbas, Hz. Ali ile beraber sıffın savaşında bulunarak bir fırkanın kumandanlığını yapmış, Hz. ali onu Basra valisi olarak tayin etmiştir. İbn-i Abbas vali bulunduğu sırada Ebü'l-Esved'i namaz kıldırmaya, Ziyadi'da haraç toplamaya tayin etmiştir.

Hz. Ali şehit edilinceye kadar İbn-i Abbas Basra'da vali olarak kalmış, vazifesinden ayrılarak Hicaz'a dönerken yerine Abdullah b. eî-Haris'i bırakmıştır.

Resülullâh (SAV) İbn-i Abbas hakkında: "Ya Rabbi Onu dinde fakih kıl ve ona tefsir ilmini nasip buyur," diye duâ buyurmuş. Allah Tealâ da onun duasını kabul buyurmuştur. Resululîâh (SAV) İbn-i Abbas hakkında: "Allâhım ona hikmeti ve Kur'an ilimlerini bahş eyle..." diye dua buyurdukları'da rivayet edilmiştir.

İbn-i Abbas kendini ilme, hadise, araştırmaya ve öğ­retmeye verdi Nihayet kendini gösterdi, meyvesini verdi, ümmet onun bol ilmini miras olarak aldı.

Darimi İbn-i Abbas'dan rivayet etmiştir İbn-i Abbas demiştirki: Resülullâh (SAV) vefat edince ben ensardan bir adama: gel beraber Resülullâh (SAV)ın ashabından ilim öğrenelim, çünkü onlar bugün çok bulunmaktadır" dedim o adam: "şaşarım sana, insanların ilimde sana muhtaç olacaklarını mı sanıyorsun." dedi. Ben o adamı bıraktım ilim öğrenmeye devam ettim. Bir sahabinin yanında bir hadis bulunduğu bana ulaşınca onun kapısına giderdim. Onu kaylüle yaparken (Öğle uykusunda) bulurdum, hırkamı yastık yapar, kapısının önünde yatardım. Rüzgar üzerime toprak savururdu O sahabi çıkıp beni görünce: "Ey Resülullâh (SAV)ın amcasının oğlu! Bana niçin geldin, haber gönderseydin ya! Ben sana gelirdim" derdi. Ben ona "Hayır benim sana gelmem daha uygundur" derdini ve o hadisi sorar öğrenirdim. Ensardan olan o adam yaşayıp insanların etrafımda toplanıp bana soru sorduklarını görünce: "Bu genç benden daha akıllı çıktı" derdi.

Abdullah b. Mes'ud: "Bilmiş olun ki, İbn-i Abbas bizim yaşımıza erişirse hiç birimiz onunla ilim konusunda tartışamayacaktır. " demiştir.

Yine Abdullah b. Mes'üd İbn-i Abbas hakkında: "İbn-i Abbas Hz. Kur'an'in en güzel tercümanıdır" demiştir.

Zeyt b. Sabit vefat edince Ebu Hüreyre "Bu ümmetin en âlimi vefat etti, umulur ki, Allâhü Teâla İbn-Abbas'ı ona halef buyurur. " demiştir.

Hz. Ömer kendisine bîr âyetin manasını soran kimseye "İbn-i Abbas'a git ona sor çünkü O: "Allah tealâ'nın Hz. Muhammed (SAV)'e indirdiğini bilenlerden geride kalanların en âlimidir" demiştir.

İbn-i Abbas çok kültürlü, tefsirde, hadisde, fıkıhda, şiirde insanların imamı idi.

Ata b. Ebi Rebah: "İbn-i Abbas'in ilim meclisinden fıkıh bakımından daha verimli, Allah korkusunun hakim olması bakımından daha üstün bir meclis görmedim. Çünkü fıkıh okuyanlar onun yanındaydı, şiir okuyanlar onun yanındaydı İbn-i Abbasa hepsine her konuda geniş malumat veriyordu. " demiştir.

Mücahit: "İbn-i Abbas'a ilminin çokluğundan dolayı "el-bahı~Deniz" unvanı verilmiştir" demişdİr.

Meymun b. Mihran: "Sen İbn-i Abbas'a içinde altmış hadis bulunan risale ile gelseydin sen bu hadisleri onasormadan insanlar senin namına sorarlar sen onları işitmiş olurdun" demiştir

İbn-i Abbas hicretin altmış sekizinci yılında taif de vefat etmiştir. Cenaze namazını Muhammed b. Hanefıyye kıldırmış ve: "Bu gün islam ümmetinin en büyük Rabbani âlimi vefat etmiştir. " demiştir.

Ubeydullâh b. Abdullah b. Utbe: "Ben İbn-i Abbas gibi sünneti en iyi bilen, en sağlam görüşe sahip olan, düşündüğü zaman en ince düşünen bir kimse görmedim"

"eöffıer b. Hattab, İbn-i Abbas'a: "Çözümü zor' olan davalar çıkdığı zaman o davaları ve onlara benzer davaları ancak sen çözersin" derdi.

Abdullah b. Abbas: "Hz. Ömer bana Resülullâh (SAV)in ashabının büyükleri ile beraber soru soruyordu" demiştir.

Tavus: "Ben Resülullâh (SAV)ın ashabından elli kadar zata yetiştim. İbn-i Abbas bir mesele hakkında görüşünü söyleyip de ashab ona karşı çıkarsa onları ikna edene kadar uğraşırdı çünkü İbn-i Abbas'ın ilmi geniş ve delili kuvvetli idi "demiştir

A'meş ise İbn-i Abbasın maddi ve manevi varlığını daha etraflı açıklayarak demiştir ki Ben İbn-i Abbasi görünce onun güzelliğine hayran olup bu müstesna bir insan güzelidir dedim sonra sohbeti esnasında insanların en fasih ve beliği olduğuna kanaat ettim bir mesele hakkında görüşünü açıklayınca da insanların en âlimi olduğuna hükmeddim". yukarıda geçtiği üzere Abdullah b. Abbas doğru olan görüşe göre hicretin (68) yılında taifde vefat etmiştir. [131]

 

Said B. Müseyyeb:

 

Said kureyş kabilesinin Mahzun oğullarındandır, kün­yesi Ebu Muhammed'dir Medinenin yedi fakihin den biridir.

"Müseyyeb" kelimesi "Müseyyib" de okunur. Rivayet edildiğine göre Said: "Babamın ismi Müseyyib" dir "Müseyyeb" değildir, çünkü babam azat edilmiş köle olmayıp, köle azad eden bir kimsedir" dermiş.

Said, tabiinin büyüklerinden dir, hadisi, fıkhı, zühdü ibadeti ve takvayı cemetmiştir.

Sahabeden bir çoklarına yetişti, onlardan hadis rivayet etti.

Resülullâh (SAV)ın zevcelerinin yanına girip onlardan hadis aldı. Rivayet ettiği hadislerin çoğu Ebu Hüreyre'den dir, çünkü Ebu Hüreyre'nin kızı ile evli bulunuyordu.

Hadis imamlarından Zühri ile Mekhüle: "Yetiştiğiniz en fakih kimdir?" diye sorulduğunda: "Said b. Müseyyeb'dir" diye cevap vermişlerdir.

Abdullah b. Ömer, Said hakkında: "Resülullâh (SAV) onu görmüş olsaydı ondan hoşlanırdı" demiştir.

Said, ibadete çok düşkündü, kırk defa hac etmiştir. Cemaatle namaz kılmak için mescide insanların ilk gireni o, olurdu Said kendi hakkında: "Elli seneden beri iftitah tekbirini kaçırmadım" demiştir.

Said: "Allah Tealâ'ya ibadet etmek gibi kulları şeref­lendiren ve Allah Tealâ'ya karşı isyan etmek gibi kulları alçaltan hiçbir şey yoktur" demiştir.

Said, iffetli, hakkı haykırmada cesaretli olarak bilini­yordu.

Abdulmelik b. Mervan, Said'i kendisine çekmek istedi fakat başaramadı. Otuz bin küsur dirhem alması için davet olunan Said: "Benim o dirhemlere ve Mervan oğullarına ihtiyacım yoktur, Allâhu Tealâ benimle onların arasında hükmünü verinceye kadar" demiştir.

Said'in kızını evlendirme konusunda ibret alınacak bir kıssası vardır.

Bu kıssayı er-Râfii "Kıssat-ı zevac ve felsefet-i mehr" isimli eserinde yazmıştır özet olarak şöyledir.

Abdulmelik b. Mervan veliahd olarak tayin ettiği oğlu Velid için Said'in kızını istedi. Said kızını velid'e vermeyi kabul etmedi.

Abdulmelik çeşitli çarelere başvurdu, hatta bunun için soğuk bir günde Said'e yüz değnek vurdurdu ve üzerine su dökdürdü. Fakat alamadı, işte Said veliaht olarak tayin edilmiş olan hükümdarın oğluna kızını vermedi, kızını maddi durumu zayıf olan bir ilim talebesine verdi. Abdullah b. Ebi Veda demiştir ki: "Ben Said b. Müseyyeb'in sohbetine devam ediyordum. Birkaç gün yanına gidemedim. Sonra gittiğimde: "Nerede idin ?" diye sordu. Ben de: "Ailem Öldü, onun defniyle uğraştı­ğım için gelemedim" dedim. Said: "Bize haber verseydin bizde cenazene gelirdik"dedi biraz oturduktan sonra kalkmak istedim Said: "Kendine yeni bir eş buldunmu?" diye sordu. Bende: "Cebimde iki veya üç dirhem var, bana kim kadın verir" dedim Said: "Ben seni evlendirir-sem kabul edermisin?" dedi. Bende: "Evet" dedim Bunun üzerine Said, Allâhu Tealâya hamdu sena etti. Resülullâh (SAV)'e salatü selam getirdi. İki veya üç dirhem rnehir

ile kızını bana nikahladı. Ben oradan Sevincim-den ne yapacağımı bilemiyordum. Evmie geldim   <r   H"

evlenmek   için   kimden   borç   alırım   başladım.  Akşam namazını kıldım.  Oruçju  yapmak için yemeğimi hazırladım, yeineğim ekmek ile zeytinyağı idi. Tam bu sırada kap! çalınd   R "Kim O?" diye seslendim "Ben Said" dedi Bende Saidt Müseyyepden   başka  ne   kadar   Saidler  varsa  he   ' ' düşündüm. O hiç hatırıma gelmedi çünkü o kırk senede! beri  mescid  ile  evi  arasından  başka yer(ie görülmüş değildi. Kalkdım kapıya çıkdım birde ne göreyim Said b Müseyyeb   fıkrininin   değiştiğini   sandım.   Ve   ey   ebu Muhammed! (Saidin künyesi) Adam gönderseydiniz ben size gelirdim, dedim. Said de hayır sen gelinmeye dair. layıksın  dedi.  Bende  efendim ne emir buyurursunuz, dedim. Said de bekar bir adamsın evlendin bu gece yalnıi; kalmanı  iyi  bulmadım  işte sana aileni getirdim dedi. Birde baktımki kendi boyunda olan kızı ardında bulun­maktadır sonra kızının elinden tutarak onu içeri koydu ve kapıyı kapatıp gitti, kız utancından yıkılıyordu yardım ettim içeri getirdim sonra damın üzerine çıkıp komşulaı çağırdım komşular gelerek ne var diye sordular be bugün Said b. Müseyyeb kızını bana nikahladı ve ansızu onu bana getirdi  işte o evdedir dedim- Hemen yanına geldiler, bu haber anneme ulaşımca hem ve: "Ben bu kızı hazırlayacağım üç günden °"ce     üç dokunursan hakkımı sana halal etmem " gün bekledim sonra gerdeğe girdim baktı"Resülul en güzeli Allâhın kitabını en iyi hıfz^enjv      en iyi (SAV)ın sünetini en iyi bileni ve koc na    gideitanıyanıdır tam bir ay bekledim. Saidin yan   -e gitti1' dim oda gelmedi, bir ay sonra onun kalabalık dinleyicilerinin arasında bulunuyordu. Selam verdim selamımı aldı. ve oturdum mescidde kimse kalmayıncaya kadar benimle konuşmadı, mescidde benden başka kimse kalmayınca kızının halini sordu bende "o dostu sever düşmanı sevmez" dedim. Said:Sana bir itaatsizliği varsa sopaya sarıl dedi nihayet müsaade aldım, evime döndüm.

Said b. Müseyyeb kalbiyle hükümdar olmaya laik ve ehil olmadığına inandığı kimse hakkında sözüyle muhale­fet etmek istemiyordu. Bu yüzden Abdülmelik'in veliahd olarak tayin ettiği velit ile Süleyman ismindeki oğullarına biat etmedi. Tereddüt etmeden boynunu kılıca teslim etti.

Yahya b. Said demiştirki: "Medine valisi Hişam b. İsmail, hükümdar olan Abdülmelik b. Mervana "Said b. Müseyyeb den başka Medine halkı velit ile süleymana biat ettiler. " diye mektup yazdı. Abdülmelik Hişam b. İsmail'e "Said'i öldürmekle korkut, biat etmemekte ısrar ederse elli değnek vur, onu Medine'nin çarşı ve pazannda dolaştır" diye mektup yazdı. Mektup valiye gelince Süleyman b. Yesar, Urve b. Zübeyr, Salim b. Abdullah, Said b. Müseyyeb'in yanına geldiler ve "biz mühim bir konuyu konuşmak için geldik. Abdülmelik'in valiye mektubu geldi eğer biat etmezsen boynun vurulacak, biz sana üç şey teklif ediyoruz. Bunlardan birini yapacağına dair bize söz ver" dediler.

a) Vali sana mektubu okuyacak, sen hayır ve evet deme! Vali bunu senden kabul edecek" Said: "Böyle yaparsan insanlar Said biat etti derler" bunu yapamam dedi "Said bir şey hakkında hayır" derse insanlar "evet" demezlerdi.

b) Sen evinde oturacaksın birkaç gün namaza çıkmaya­caksın, Vali seni yerinde aratıp bulamayınca bunu senden kabul edecek". Said: "Haydin namaza! haydin namaza! diye müezzinin gök gübbeyi çınlatan ezanını  işittiğim halde namaza çıkmayacağım. Bunu da yapamam dedi.

c) Mescidde her zaman oturduğun yerde oturmayıp başka bir yerde otur, Vali adam gönderecek seni yerinde bulamazlarsa   seni   yakalamazlar.   Said   "İnsandan   mı korkacağım, her zaman oturduğum yerden bir karış olsun ayrılmam" dedi.

Bu üç zat Said'in yanından çıkınca Said de öğle nama­zına çıktı. Mescid de her zaman oturduğu yerde oturdu. Vali namazı kılınca Saide adam yolladı, Said'i yanına getirdiler. Vali: "Hükümdar bana mektup yazdı. Eğer biat etmezsen boynunu vurmamı emrediyor" dedi SAid: Resülullâh (SAV) iki kimseye biat etmeyi yasakladı" dedi Vali Said'in biat etmediğini görünce onu insanların öldürüldükleri ve asıldıkları yere götürdü. Said'in boynu vurulmak için uzatıldı, kılıçlar çekildi, Vali Said'in biat etmemekte ısrar ettiğini görünce elbiselerinin soyulmasını emretti. Said'in elbiseleri soyuldu, üzerinde kıldan yapılmış bir don kaldı Said: "Beni asacaklar sandım da avret yerim açılmasın dîye bu donu giymiştim. Asmaya­caklarını bileydim, adi ve geniş elbisemi giyerdim" dedi. Vali Said'e elli değnek vurdu, sonra onu Medine'nin. Çarşı ve pazarlarında dolaştırdı. Said'i aldıkları yere getirdiklerinde insanlar ikindi namazından dağılıyorlardı. Said: "Ben kırk seneden beri bu yüzlere bakmamıştım. r dedi Vali insanları Said'le görüşmekten menetti Said yanına bir kimse geldiğinde kendi yüzünden onun dövülmesini istemediği için ona: "Benim yanımdan kalk" derdi Said "Amellerinizin boşa gitmemesi için zâlimlerinyardımcılarının yüzlerine ancak kalbİerinizle inkar ederek

bakın'1 derdi.

Said b. Müseyyeb Hz. Ömer'in hilafetinin ikinci yılın­da doğmuştur, doğru olan görüşe göre, hicretin (93) yılında Medinede vefat etmiştir. [132]

 

Urve B. Zübeyr:

 

Urve, cennetlik oldukları müjdelenmiş on sahabeden biri olan Zübeyr b. Avvam'ın oğludur. Künyesi ebu Abdullâh'dir Kureyş kabilesinin Esed oğularındandır.

Urve Medinenin yedi fakihinden biridir.

Zübeyr, Resülulâh (SAV)ın halası Safıyye'nin oğludur. Urve'nin annesi Hz. Ebu Bekir'in kızı Zatünnitakayn Esma'dır. Esma cennetliklerin yaşlılarından biridir. Urve, Abdullah ile ana baba bir öz kardeştir.

Musâb ise Urve ile Abdullah'ın ana bir kardeşleridir.

Urve: "Kur'ân yedi harf üzerine indirilmiştir" hadisini rivayet eden raviler arasında bulunmaktadır. Urve teyzesi müminlerin anası Hz. Aişe'den ve diğer bir çok sahabe-i güzinden hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de İbn-i Şiab ez-Zühri gibi tabiinden bir çok zevat hadis rivayet etmişlerdir.

İbn-i Kuteybe "el-Maarif" isimli kitabında şu bilgiyi vermiştir: "Urve âlim ve takva sahibiydi. " Samda hükümdar Velit b. Abdülmelik yanında bulunurken ayağı kanser oldu, Velidin meclisinde ayağı kesildi. O sırada velit başkasıyla konuşuyordu, Urve ayağı kesilirken hareket etmediği ve bir defa olsun inlemeden tahammül ettiği   için  Velit  onun  ayağının  kesildiğini   anlamadı.

Ancak kesilen yer dağlanırken, dağlama kokusunu duyunca ayağın kesilmiş olduğunu anladı. Urve ayağı kesildiği gece dahi virdini (zikrini) bırakmadı.

Denildi ki: "Urve'nin Şama yaptığı bu yolculuğunda oğlu Muhammed vefat etti, Muhammed Velit b. Abdulmelik'in hayvanlarının yanına girdi. Hayvanlardan biri onu vurup öldürdü. Urve Medine'ye dönünce "Yemin olsun ki, bu yolculuğumuzdan yorgun düşdük" dedi. Urve ayağı kesildikten sonra sekiz sene yaşadı.

Urve'yi en güzel taziye eden İbrahim b. Muhammed b. Talha oldu İbrahim Urve'yi taziye ederken şöyle demiş­tir: "Vallahi senin yürümeye ve koşmaya ihtiyacın yoktur. Senin azalarından bir uzvun ve oğullarından bir oğlun senden önce cennete gittiler. Vücut parçalarına bağlıdır, inşallah! Allah Teâlâ muhtaç olduğumuz senin ilmini, görüşünü bize bağışladı, bizide senide onlarla faydalan­dırsın. Allah teâlâ senin sevabını verecektir. Senin Sevabın Allah Tealâ'ya aittir. "

Urve her gün müshafa bakarak Kur'an okurdu, geceleride Kur'an okuyarak geçirirdi. Urve'nin ayağını kesmesi için çağrılan hekim ona: "Ayağının acımasını duymaman için sana şarab içirelim" dedi. Urve: "Allah Tealâ'dan afiyet vermesini umut ettiğim şeye haram ile yardım İstemem" dedi Hekim: "Sana uyuşturucu ilaç içirelim" dedi. Urve: "Uzuvlarımdan biri kesilecek ben onun acısını duymayacağım da sonra onun sevabına nail olacağım, bunu istemem" dedi.

Urvenin yanına tanımadığı kimseler girdi.

Urve: "Bunlar kimdir?" diye sordu. Onlarda: "Biz seni tutacağız, çünkü ayağın kesilirken acısına sabredemezsin" dediler.

Urve:"sabredeceğimi ve size ihtiyaç bırakmaya cağımı umarım"dedi.

Bıçak kemiğe ulaşınca, kemik testere ile kesildi. Urve tehlil ve tekbir getiriyordu.

Kesilen yer zeytin yağı ile dağlandı, sonra Urve kesilen ayağını eline alıp sağa sola çevirdi ve: "Bilmiş olun ki, beni senin üzerinde taşıyan Allah Teâlâya yemin ederim ki, Allah Teâlâ biliyor, ben bu ayakla harama gitmedim veya günah işlemedim" dedi.

Urve Medine'ye gelince "Allah'ım benim dört uzvum vardı, birini aldın geride üç uzvum kaldı. Sana hamdü senalar oİsun bir uzvumu aldınsa, diğerlerini bağışladın, ibtila (imtihan) ettinse uzun zaman sıhhat ve afiyet verdin" dedi.

Kardeşi Abdullah, Haccac-ı zalim, tarafından öldürü­lünce Urve, Abdülmelik'in yanına gitti ve ona "Kardeşim Abdullah'ın kılıcını bana vermeni istiyorum" dedi. Abdülmelik ona: "Onun kılıcı kılıçlar arasındadır. Ben onu bilmiyorum" dedi. Urve: "Kılıçları getirirseniz ben onu tanırım" dedi.

Abdülmelik kılıçların getirilmesini emretti. Kılıçlar getirilince Urve onlardan ağzı çentikli olan bir kılıcı aldı. "Bu, kardeşimin kılıcıdır" dedi.

Abdülmelik: "Bu kılıcı daha önce tamyormuydun ?" dedi.

Urve de: "Hayır" dedi. Abdülmelik: "O halde nasıl tanıdın" dedi. Urve: "Nabiga-i Zübyani'nin "onlarda hiçbir ayıp ve kusur yoktur, şu kadar ki, kılıçlarında ordularla çarpışa çarpışa çentikler meydana gelmiştir" beytinden esinlenerek bu kılıcı tamdım" dedi.

Urve Medine'de bir kuyu kazdırdı, bu kuyu "Urve kuyusu" diye anılmaktadır. Medine'de onun suyundan tatlı olan bir kuyu yoktur.

Urve hicretin (22. veya 26.) yıllan arasın'da doğdu. Medine yakınında kendisine ait "fur" denilen köyde hicretin (93) veya (94) yılında vefat etti. Orada defnedil­di.

"Fur" "er-Rebede" bölgesindedir. Medineye dört gün­lük mesafededir. Hurmalık ve sulak bir yerdir.

Abdülmelik: "Kim ki cennet ehlinden bir kimseye bakmak isterse, Urve b. Zübeyr'e baksın" derdi. [133]

 

Ubeydullah B. Abdullah B. Utbe B. Mesud

 

Ubeydullah Huzeyl kabilesindendir. Künyesi Ebu Abdullah'dır. Tabiinin büyüklerinden âlim fakih bir zattır. Sahabi olan Abdullah b. Mes'ud'un kardeşinin oğlunun oğludur. Medinenin yedi fakihinden biridir.

Ubeydullah Kureyşin eşrafındandır. Cahiliyyet devrin­de  dedelerinden  biri  olan  "Subh  b.  Kâhil" kavminin

başkanıydı.

Hüzeyl büyük bir kabiledir. Mekkeye -Allah Teâlâ onu korusun- yakın vadi Nahle halkının çoğu Hüzeyl'ilerdir.

Ubeydullah Ashabı kiramdan pek çok zevata yetişti. Ibni Abbas, Ebu Hüreyre ve mü'minlerin anası Hz. Aişe'den hadis rivayet etti, kendisinden de Ebuz-Zinad ve Zühri gibi tabiinden birçok zevat hadis rivayet ettiler.

Zühri: "Ben dört denize yetiştim onlardan biri Ubeydullah'dır" dedi.

Yine Zühri: "Ben çok ilim tahsil ettim, ilmin yeterli olduğunu zannetmiştim. Ubeydullah ile karşılaşınca hiçbir şey bilmediğimi anladım" demiştir.

Ömer b. Abdulaziz: "Ubeydullah ile bir mecliste bu­lunmam bana dünyadan ve dünyada olanlardan daha sevimlidir. Vallahi Ubeydullah'ın gecelerinden bir gecesini beytülmaldan bin altına satın alırım" dedi. Yanındakiler: "Ey Mü'minler'in emiri! Sen beytülmah korumaya son derece düşkün olduğun halde bunu nasıl söylüyorsun'1 dediler. Ömer b. Abdulaziz: "Ubeydullah sizleri nerelere götürür bir bilseniz Vallahi ben onun görüşü, nasihati ve yol göstermesiyle Müslümanların beytülmalına milyarları kazandırırım. Çünkü onun konuşmasında akılları aşılamak, kalpleri dinlendirmek, üzüntüleri gidermek, edebi güzelleştirmek vardır"dedi.

Ubeydullah âlim, ibadete düşkün, şair bir zattı, ondan çok az şiir nakledilmiştir.

Nitekim Ubeydullah bir beytinde şöyle demiştir: "Baş köşeye oturan kimsenin insanlara muhakkak bir şeyler Öğretmesi gerekir"

Doğru olan görüşe göre, Ubeydullah hicretin (102.) yılında Medine de vefat etmiştir. [134]

 

Salim B. Abdullah B. Ömer B. Hattab

 

Salim  b.   Abdullah,  Adiyy   kabilesindendir,  künyesi Ebuu Amr'dır.

Aralarında Yezdecerd'in kızları da bulunan İran esirle­ri, Hz. Ömer'in huzuruna getirilince bu kızlara kıymet biçildi ve bu kızları Hz. Ali aldı. Hz. Ali bu kızlardan birini Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'a verdi, bu kızdan Salim b. Abdullah dünyaya geldi. Bu kızlardan birini de oğlu Hüseyin'e verdi, bu kızdan da Ali b. Hüseyin dünyaya geldi. Bu kızlardan birini de Ebu Bekir'in oğlu Muhammed'e verdi, bu kızdan da Kasım b. Muhammed dünyaya geldi.

Salim Medine'nin yedi fakihinden biridir. Tabiin'in büyüklerinden, alimlerinden, kendilerine güvenil iri erin­dendir.

Babasından ve diğer Sahabilerden hadis rivayet etmiş­tir. Kendisinden de Zühri ve Nafı gibi tabiinden bir çok zevat hadis rivayet etmişlerdir.

Salim zahid ve yaşayışı sade idi. Salim Velid b. Abdül-melik'in yanına girince Velid: "Endamın ne kadar güzeldir, ne yiyorsun?" diye sordu. Salim: "çörekle zeytin yağı yiyorum" dedi. Velid: Onu iştahla yiyebiliyormusun?" dedi. Salim: "Onu iştahım çekmedik­çe yemiyorum, iştahım çekince yiyorum" dedi.

Salim: "Devamlı et yemekten sakının, çünkü et de içki gibi alışkanlık yapar" derdi.

Salim kendi eliyle dokuduğu yün elbise giyerdi, bütün işlerini ve ihtiyaçlarını kendisi yapardı.

Süleyman b. Abdülmelik Kabe'ye girince orada Salimi gördü, ona: "benden ne ihtiyacın varsa iste" dedi. Salim de: "Vallahi Beytullah da Allâh'dan başka kimseden bir şey istemem" dedi.

Salim çok güzel va'z ve nasihat ederdi.

Ömer b. Abdulaziz ona: "Bana Ömer b. Hattab'm mektuplarından bir şeyler yaz" diye mektup gönderdi. Salim de ona: "Ey Ömer! Lezzetlere doymayan gözleri çıkmış olan, doymak bilmeyen karınlan deşilmiş olan, toprak yığınları altında cife olmuş olan hükümdarları hatırla! Şayet bizim meskenlerimiz onların kabirleri yanında bulunsaydı, kokuları bizi rahatsız ederdi" diye mektup yazdı.

Salim Hicretin (106.) yılının zilhicce ayının sonunda Medine de vefat etti. Hişam b. Abdülmelik o sene h.acc ettikten sonra Medine'ye gelince Salim'in vefatına tesadüf etti. Hişam kalabalık bir cemaata Bakii kabrista­nında Salim'in cenaze namazını kıldırdı. [135]

 

Süleyman B. Yesac

 

Künyesi Ebu Eyyub'dur. Süleyman b. Yesar Resûlûllâh (SAV) in zevcesi Hz. Meymunenin azatlısıdır.

Tabiinin büyüklerindendir. Medine'nin yedi fakihinden biridir

Süleyman, sika (kendisine güvenilir) abid, hüccet (seçkin alimlere verilen bir unvan) ve takva sahibi bir zattı.

Hasan b. Muhammed: "Süleyman b. Yesar bizim ya­nımızda Said b. Müseyyeb'den daha anlayışlı idi" dedi. Said b. Müseyyeb'den daha âlim daha fakih idi demedi.

Süleyman, İbn-i Abbas, Ebu Hüreyre ve Ümmü Sele-me'den hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de Zühri ve tabiinin büyüklerinden bir cemaat hadis rivayet etmişler­dir.

Said b. Müseyyeb kendisine fetva sormaya gelene Süleyman b.Yesar'a gitmesini tavsiye ederdi.

Katade, Medine'ye geldim ve 'Talak konusunu en iyi bilen âlim kimdir" diye sordum. "Süleyman b. Yesar dır" dediler. Süleyman b. Yesar hicretin (107.) yılında (73) yaşında olduğu halde vefat etti. [136]

 

Kasını B. Muhammed B. Ebu Bekir

 

Kasım'ın künyesi Ebu Muhammed'dir. Kasım Hz. Ebu Bekir Sıddık'ın torunudur. Tabiinin büyüklerindendir. Medine'nin yedi fakihinden biridir. Zamanındaki insanla­rın en üstünüydü.

Kasım, halası Hz. Aişe, İbn-i Ömer, İbn-i Abbas, Ebu Hüreyre ve daha bir çok sahabiden hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de Nafı, Zühri, İbn-i Ebi Müleyke gibi tabiinden birçok zevat hadis rivayet etmişlerdir.

Yahya b. Said: "Kasım b. Muhammed'den daha fazilet­li kimseye yetişmedik" demiştir.

İmam Malik: "Kasım b. Muhammed bu ümmetin fakihlerindendi" demiştir.

Kasım'in annesi İran hükümdarlarının sonuncusu olan Yezdecerd'in kızıdır. Hz. Hüseyin'in oğlu, Zeynel Abidin Ali ve Abdullah b. Ömer'in oğlu Salim teyze oğullarıdır.

Kasım, hicretin (101.) veya (102.) yılında Mekke ile Medine arasında "Kudeyd" denilen yerde (73) yaşın da olduğu halde vefat etti. [137]

 

Nafi' Mevlâ İbn-İ Ömer

 

Nafı'nin künyesi Ebu Abdullah'dır. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'ın azadlısıdır. Aslen Deylemlidir. Nafı'yi efendisi Abdullah b. Ömer katıldığı savaşların birinde ganimet olarak almış, sonra onu azat etmiştir. Nafı' Tabiinin büyüklerindendir.

Efendisi Abdullah'dan ve Ebu Saidi Hudri'den hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de Eyyub-i Sahtiyani, Malik b. Enes Zühri hadis rivayet etmişlerdir.

Nafı' hadis toplamak ve kendinden hadis alınmakla şöhret kazanmış olan faziletli ve güvenilir zevattandır. Abdullah b. Ömer'in hadislerinin çoğunu Nafı' rivayet etmiştir.

İmam Malik: "Nafı'nin Abdullah b. Ömer'den rivayet ettiği bir hadisi duyduğunda o hadisi 6aşka kimseden de dinlemeye ihtiyaç duymazdım" demiştir.

Hadisçiler: "İmam Şafii'nin, İmam Malik'ten, İmam Malik'in, Nafı'den, Nafı'nin de Abdullah b. Ömer den rivayetine "Silsiletüz-Zeheb" derler.

Çünkü bu ravilerden her birinin hadis ve fıkıh konula­rın da üstün bir mevkii geniş ve derin bir bilgisi vardı.

Naff Medine de hicretin (117.) yılın da vefat etmiştir. [138]

 

İbn-İ Şihab Ez-Zühri

 

İbn-i Şihab'in ismi, Muhammed'dir. Babasının ismi, Müslim'dir. Künyesi Ebu Bekir'dir. Kureyş'in Zühre kabilesindendir. Resûlullah (SAV) in annesi Amine bu kabileden'dir. Muhammed, bazan "Zühri" bazan da büyük

dedesine nisbetle "İbn-i Şihab" diye anılır. Tabiindendir, Medine'deki   fakihlerden,   hadiscilerden   ve   âlimlerden biridir.

Sahabeden on zatı görmüştür. Enes b. Malik ve Rebia b. İbad gibi ashabı kiramdan ve tabiinin büyüklerinden hadis almıştır. Kendisinden de Malik b. Enes, Süfyan b. Üyeyne ve Süfyan-ı Sevri gibi birçok meşhur imamlar hadis rivayet etmişlerdir. İbn-i Şihab kendini ilme vermiş ve ilmi öğrenmek için çok gayret göstermiştir. Evinde oturduğu vakit kitapları etrafına yığar, onlarla meşgul olur, dünya işlerinden hiçbir işle uğraşmazdı. Bu yüzden bir gün hanımı ona: "Vallahi bu kitaplar bana üç kumadan daha ağır gelmektedir" demiştir.

İbn-i Şihab Medine'nin yedi fakihinin ilmini ezberle­mişti. Ömer b. Abdülaziz "İbn-i Şihab'ı bırakmayın, çünkü siz önceki sünneti (hadisi) ondan daha iyi bilen bir kimse bulamazsınız" diye etrafa mektup göndermiştir.

Mekhüle üç defa: "gördüğün kimselerin en âlimi kim­dir?" diye sorulmuş, üçünde de "İbn-i Şihab'dır."diye cevap vermiştir.

İmam Buhari'nin Ali b. Medini'den rivayet ettiğine göre, İbn-i Şihab iki bin kadar hadis rivayet etmiştir. Bunların bir çokları "Kütüb-i Sitte" de ve "Muvatta"da vardır.

İbn-i Şihab bir zeka ve fazilet harikası idi. Üstün bir hafızaya sahipti. Kur'an-ı Kerimi seksen gecede ezberle­mişti. Eyyub-i Sahtiyani: "İbni Şihab'dan daha âlim bir kimse görmedim" demiştir.

İmam Şafii'de: "İbn-i Şihab olmasaydı Medine'den sünnetler (Hadisler) gitmiş olurdu." demiştir.

Bütün âlimler onun hadiste imam olduğunda ve ezberi­nin çokluğu ile güvenilir bir kişi olduğunda ittifak etmişlerdir.

İbn-i Şihab hicretin (124.) yılında (72) yaşında olduğu halde Şam da vefat etmiştir.

«el-Bakır»[139]

 

Muhammedi B. Ali B. Hüseyin

 

Muhammed, Hz. Ali'nin oğlu Hüseyin'in torunudur. Künyesi Ebu Cafer lakabı el-Bakır'dır.

Muhammed, hicretin (57.) yılında Medine'de doğmuş­tur. Dedesi Hüseyin şehid edildiği gün (3) yaşındaydı.

îmamiyyenin inancına göre Muhammed on iki imam­dan biridir. Cafer es-Sadık'ın babasıdır. Büyük âlim ve seyyiddir.

Derin bilgisinden dolayı kendisine "el-Bakır (derinlik­lere nüfuz eden araştırıcı)" denilmiştir.

Muhammedin de Şii fırkası tarafından İmam olarak tanınmaktan kurtulamamış olduğunu İçlilerden bir şairin onun hakkındaki şu^şiiri bildirmektedir.

"Ey takva sahibleri için ilim deryası Ey içlilere cevap verenlerin en hayırlısı"

Tanınmış hadis âlimlerinden olan Muhammed'den bir çok "Kelâm-ı Kibar" nakledilmiştir.

Muhammed hicretin (113.) yılında Şam'ın '*el-Hamime" beldesinde vefat etmiş Medine'ye nakledilip Baki kabristanına defnedilmiştir. [140]

 

Mücahid B. Cebr

 

Mücahid b. Cebr, Mekkeli'dir. Künyesi Ebül-haccac'dır. Mahzumi kabilesindendir. Abdullah b. Es-Saib b. Ebi Saib'in azadhsıdır.

Tabiinin büyüklerindendir. Kurralann Şeyhidir.

Mücahid Hz. Ali'den Sa'd b. Ebu Vakkas'dan, dört Abdullah'dan, Rafı b. Hadic'den Hz. Aişe, Hz. Ümmü Seleme, Ebu Hüreyre, Suraka b. Malik'ten, Abdullah b. Es-Saib, el-Mahzumi'den ve daha bir çoklarından hadis rivayet etmiştir.

Kendisinden de Atâ, İkrime, Amr b. Dinar, Katâde, Süleyman el-Ahvel, Süleyman el-Â'meş, Abdullah b. Kesir el-Kari daha bir çokları hadis rivayet etmişlerdir.

Mücahid, hicretin (21.) yılında Hz. Ömer'in hilafeti zamanında doğmuştur.

Mücahid, tabiin tabakasından olan Müfessirlerin başı­dır. Hatta onların tefsiri en iyi bileni olduğu söylenir.

Tefsirini, Abbas'dan Kur'an-ı otuz defa okumakla almıştır. Mücahid: "Ben Kur'an-ı otuz defa İbn-i Abbas'tan okudum, her âyeti okudukça durur, ona bu âyetin kimin hakkında inmiş olduğunu ve nasıl olduğunu sorardım" demiştir.

İmam Sevri: "Sana tefsir Mücahid'den gelirse bu sana yeter/'demiştir. Bundan dolayı îbn-i Teymiyye: "Onun

tefsirine   Şafii,   Buharı   ve   diğer   ilim   sahihleri   itimad etmişlerdir" demiştir.

Ebu Hatim: "Mücahid, Hz. Aişe'den hadis dinlememiş­tir. Ondan rivayet ettiği hadisler Mürseldir. Yine Mücahid'in Sa'd, Muaviye, Ka'b b. Ucre'den rivayet ettiği hadisler de Mürseldir" demiştir.

Ebu Nuaym, Yahya el-Kattan'dan rivayet ettiğine göre, Yahya el-Kattan: "Mücahid'in Mürsellerini ben Atâ'nın Mürsellerinden daha çok beğenirim."demiştir. Katade: "Geriye kalanlardan tefsiri en iyi bilen Mücahid'dir" demiştir.

İbn-i Sa'd: "Mücahid çok hadis bilen âlim fakih güve­nilir bir zat idi." demiştir. İbni Hayyan: "Mücahid, fakih, takva sahibi, sağlam bir zat idi" demiştir.

Zehebî Mücahidin hal tercümesinin sonunda "Ümmet Mücahid'in imamlığı ve onun sözünün hüccet sayılma­sında ittifak etmişlerdir. Abdullah b. Kesir ondan oku­muştur." demiştir.

Mücahid hicret in (102.) veya (103.) yılında vefat etmiştir.

Yahya el-Kattan: "Hicretin (104.) yılın da vefat etti." demiştir. [141]

 

İkrime Mevlâ İbn-İ Abbas

 

İkrime, Abdullah b. Abbasın kölesi idi, sonra azad edilmiştir. Künyesi Ebu Abdullah'dır. Babasının ismi Abdullah'dır. Aslen Mağrip halkından olan Berberiler-dendir. İkrime Hasın b. el-Hayr el-Amberinin kölesi idi.

Hz. Ali İbn-i Abbas'ı Basra valisi olarak tayin ettiği zaman Haşin, İbn-i Abbas'a bu köleyi hibe etmiştir. İbn-i Abbas ona Kur'an-ı ve Sünneti, (Hadisi) öğretmek için çok gayret göstermiştir.

İkrime, İbn-i Abbas'dan, Abdullah b. Ömer'den Ab­dullah b. Amr b. el.-As'dan, Ebu Hüreyre'den , Ebu Said-i Hudri den, Hüseyin b. Ali'den, Hz. Ali'den, Hz. Aişe'den hadis rivayet etmiştir, kendisinden de Zühri, Amr b. Dinar, Sabi gibi bir çok zevat hadis rivayet etmişlerdir.

İbn-i Abbas vefat ettiğinde İkrimeyi azad etmediği için köle olarak kalmıştır, İbn-i Abbas'in oğlu Ali bu büyük âlimi dört bin altın karşılığında Halid b. Yezid b. Muaviye ye satmıştı. Bunun üzerine İkrime Ali'ye gelerek "Yazık ettin babanın bütün ilmini dört bin altına sattın demiş, bu sözden mütessir olan Ali b. Abdullah satış muamelesini bozmuş, İkrime'yi geri alıp âzad etmişti.

İkrime Horasan, İsfahan, Mısır gibi bir çok beldeleri dolaşmıştır.

Mekke'nin ve Mekke havalisinin fakihlerinden birisi­dir. İbn-i Abbas ona: "Hadi git insanlara fetva ver sana bir kimse gelirde kendisiyle ilgili mühim bir şey sorarsa fetva ver. Bir kimse de gelir kendisiyle ilgili olmayan bir şey sorarsa ona fetva verme. Bu şekilde hareket edersen kendini insanların üçte iki nisbetin de sıkıntısından kurtarmış olursun." diye talimat vermiştir.

Said b. Cübeyr'e: "Senden daha âlim bir kimse biliyor musun?" diye sorulmuş, o da: "İkrime vardır" demiştir.

Bazı kimseler îkrime'yi haricilerin görüşündedir diye tenkit etmişlerdir.

İkrime  hicretin  (107.)yıhnda  seksen  yaşında  olduğu halde Medine'de vefat etmiştir. [142]

 

Ata B. Ebû Rebah

 

Ata'nin künyesi Ebu Muhammed'dir. Babası Ebu Rebah'ın ismi Eşlem veya Salim b. Safvan'dır

Ata Fihr oğullarının azathsıdır. Mekke'lidir.

Mekke'nin ve Mekke'ye bağlı olan yerlerin en büyük fakihlerinden ve zahidlerinden biriydi.

Ata, Cabir b. Abdullah el-Ensari, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Zübeyr ve diğer bir çok sahabeden hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de, Amr b. Dinar, Zühri, Katade, Malik b. Dinar, el-A'meş, Evzâî ve daha bir çok kimseler hadis rivayet etmişlerdir.

Denildi ki: Ata, siyah tenli, şaşı, yassı burunlu, çolak, topal, saçları kıvırcık idi ve hayatının sonlarına doğru âmâ oldu.

Süleyman b. Reff: "Mescidi harama girdim, insanlar bir kişinin etrafına toplanmışlardı. Baktım ki birde ne göreyim, siyah karga gibi Ata b. Ebû Rebah oturmakta­dır" demiştir.

Mekke'de fetva verme vazifesi Ata ile Mücahide inti­kal etmiştir.

Katâde: "İnsanların hac menasikini en iyi bileni A-tâ'dır" demiştir.

ibrahim b. Amr b. Keysan: "Emevilerin zamanın da hacc meseleleri hakkında Atâ b. Ebu Rebah'dan başka hiçbir kimse fetva vermesin diye  bir kişiye emredilip onun da nida ederek halka duyurduğunu hatırlıyorum" demiştir.

Atâ, hicretin (115.) yılın da seksen sekiz yaşında oldu­ğu halde Mekke'de vefat etmiştir. [143]

 

Alkame B. Kays En-Nehaî

 

Alkame, büyük bir fakihtir. Esved b. Yezidin amcası ve İbrahim en-Nehaî'nin dayısıdır.

Resüluİlâh (s.a.v.) m hayatında doğmuş fakat görüşme şerefine nail olamamıştır.

Kur'ân-ı İbn-i Mesud'dan öğrenmiştir. Hz. Ali'den Hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de İbrahim b. Yezid en-Nehaî, Ebu İshak es-Sebii gibi birçok kimse hadis rivayet etmişlerdir.

Alkame Kur'ân-ı güzel bir sesle okurdu. Alkame'den rivayet edilmiştir, demiştir ki: "Ben, Allah Teâlâ'mn Kur'an okumam için güzel bir ses verdiği kimse idim"

İbn-i Mes'ûd, Alkame'den Kur'an okumasını ister ve ona: "Oku, anam, babam sana feda olsun, çünkü ben Resüluİlâh (s.a.v.) dan "güzel sesler Kur'an-ı süsler" buyurduğunu işittim." derdi.

Alkame ahlâk ve davranışlarıyla insanların İbn-i Mes'ûd'a en fazla benzeyeni idi.

Alkame hicretin (62.) yılında vefat etmiştir. [144]

 

İbrahim B. Yezid En-Nehaî

 

İbrahim'in künyesi Ebu Imran veya Ebu Ammâr'dır. Babası Yezid b. Kays'dır.

İbrahim Kûfeli büyük bir fakihdir. "en-Neha" Yemen-deki Mezcah'dan büyük bir kabiledir. İbrahim aslı itbarıyla bu kabileden olduğundan dolayı "İbrahim en-Nehaî" diye meşhur olmuştur.

Annesi Zeyd b. Kays'ın kızı Müleyke, Esved b. Yezi­din kız kardeşidir. Esved, İbrahim'in dayısıdır. İbrahim Tabiindendir. Hz. Aişe yi görmüş ve onun yanına girmiş, fakat ondan hadis rivayet ettiği sabit olmamıştır.

İbrahim meşhur imamlardan biridir. Dayıları Esved ile Abdurrahman, Mesruk, Alkame, Şurayh ve daha bir çok kimseden hadis rivayet etmiştir.

Kendisinden de A'meş, Mansur, Hammad b. Süleyman gibi bir çok kimseler hadis rivayet etmişlerdir.

İbrahim fakih, salih âlim, külfetsiz sade yaşayan bir kimse olup küfe halkının müftüsüydü.

İbrahim hicretin (96.) yılında (49.) yaşında olduğu halde Küfe'de vefat etmiştir. [145]

 

Hasan-ı Basri

 

Hasan'in babasının ismi Yesâr, Annesinin ismi Hayre'dir. Künyesi Ebu Said'dir. Babası Yesâr islam fütuhatı zamanın da Irak'ın Basra yakınındaki Misan'dan esir edilerek Medine ye getirilmişti. Orada meşhur Zeyd b. Sabitin azatlıları arasına girerek, Resülullâh (s.a.v.) in zevcesi Ümmü Seleme'nin azatlılarından Hayre adında

bir kadınla evlenmiş, bu izdivacdan hicretin (21.) yılında Ömer b. Hattab'ın hilafeti zamanın da Hasan Medine'de dünya ya gelmiştir.

Annesi bir iş için gittiğinde Hasan ağlardı. Hz. Ümmü Seleme annesi gelinceye kadar onu avuturdu.

Hasan-ı Basri Vadi el-Kurâ da yetişti ve oradan Bas-ra'sya gidip yerleşti ve orada yaşadı.

Tabiinin büyüklerinden olup, ilmin, zühdün, veranın, ibadetin arasını birleştirmişti. Ağzından daima hikmetli sözler dökülürdü.

Ebu Amr b. El-Alâ: "Hasan-ı Basri'den daha fasihini görmedim" demiştir.

Hasan-ı Basri kuvvetli seciyesi (karekteri), haramdan sakındırması, doğru ve hak olanı çekinmeden söylemesi ile büyük bir şöhret kazanmıştı.

Yezid b. Abdülmelik zamanında Ömer b. Hübeyre el-Fezari, Irak'a Vali olarak tayin edilmişti. Horasan'da Irak'a katılmıştı. Vali tayin edilen Ömer, Hasan-ı Basri'yi, Muhammed b. Sirin'i, Şabiy'i çağırdı. -Bu hadise hicretin (103.) yılında geçmiştir- Ömer b. Hübeyre onlara: "Yezid Allah Teâlâ'nm yer yüzünde halifesidir. Allah Teâlâ onu kullan üzerine halife seçti ve ona itaat etmeleri için söz aldı. Bizden de onun sözünü dinlemek ve ona itaat etmek için söz aldı. Gördüğünüz gibi, bana emirlerini yazıyor, ben de onun yazdığı emirleri uygula­yacağım. Bu konuda görüşünüz nedir diye sordu.

İbn-i Şirin ile Sabi dolaylı sözler söylediler. Vali Ömer Hasan-ı Basri'ye: "Sen ne dersin" dedi. Hasanı Basri: tcEy Ömer b. Hübeyre, Yezid'in Şeriata ters düşen emirlerini uygulamada Allâh'dan kork Allah Teâlâ'nm emirlerini uygulamada Yezid'den korkma çünkü Allah Teâlâ seni Yezid'den korur Yezid ise Allah Teâlâ'dan koruyamaz Allah Teâlâ sana ölüm meleğini göndermesi seni tahtın­dan indirmesi, geniş sarayından çıkarması, dar kabire koyması yaklaştı seni kabirde ancak amelin kurtarır. Ey Ömer b. Hübeyre Allah'a isyan etmekten sakın çünkü Allah Teâlâ bu saltanatı sana dinine ve kullarına yardım etmek için verdi. Allah'ın verdiği bu saltanatı sakın dinin aleyhinde ve insanlara eza cefa yolunda kullanma zîrâ Allah'a isyan konusunda yaratığa itaat edilmez." Dedi. Ömer b. Hübeyre onlara mükafat verdi.

Hasan-ı Basri, Ebu Musa el-Eşâri'den Kur'an öğren­miş, İbn-i Ömer, Enes, Semure, Kays b. Asım gibi Ashabı kiram dan ve Ebul-Âliye FadI b. İyaz gibi Tabiinden de hadis rivayet etmiştir. Hayatını ilim ile cihada hasretmişti. Meşhur yiğitler den sayılırdı. Ashab-j kirama yetişmiştir, hatta kendisi: "Biz cihad için Horasana gittiğimiz zaman ordumuzda Ashab-ı güzin den üçyüz zat bulunuyordu" demiştir.

Ömer b. Abdülaziz halife olunca Hasan-ı Basri'ye: "Ben bu işle ibtiia edildim, bu işte bana yardım edecek kimseleri tavsiye etmeni rica ederim" diye mektup yazmış. Hasan-ı Basri de: 'Dünya insanlarını sen iste­mezsin Ahiret erleri de seni istemezler o halde bu işin üzerine Allah Teâlâ'dan yardım dile" diye cevap vermiş­tir. Hasan-ı Basri zamanının ilim ve amel cihetinden imamı idi. Hasan-ı Basri hicretin (110.) yılında Basra'da vefat etmişti[146]

 

Muhammed B. Şirin

 

Muhammedin babasının ismi Şirin annesinin ismi Safıye'dir. Künyesi Ebu Bekir'dir. Babası şirin Enes b. Malik'in kölesi idi. Enes b. Malik onu kırk bin dirhem karşılığın da azad etmiştir.

Sİrin Misan esirlerindendi. Annesi Safıye'de Hz. Ebu Bekir'in azadlısı idi Muhammed b. Şirin Ashab-ı kiram­dan otuz kadar zata yetişmiş Ebu Hüreyre, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Zübeyr, İmran b. Husayn, Enes b. Malik'ten hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de Katade b. Diâme, Halid el-Hazzâ, Eyüb Sahtiyani gibi daha bir çok imamlar hadis rivayet etmişlerdi.

Basra halkının fakihlerinden biri olan İbn-i Şirin âlim, vera, takva sahibi ve Hasan-ı Basri'nin arkadaşı idi.

İbn-i Şirin ile Hasan-ı Basri, Basra'ya hicret etmişler­dir.

Şâbî: "Racül-i Esamm'ı, yani İbn-i Sirin'i bırakmayın" derdi.

İbn-i Şirindin kulakları ağır duyduğu için kendisine "Racül-i Esamm" denirdi.    .

İbn-i Şirin Tefsir, Hadis, Fıkıh ilimlerinde büyük bir iktidar sahibiydi, rüya tabirinde de pek meşhurdu.

İbn-i Şirin, Hz. Osman'ın hilafetinin son zamanında dünyaya gelmiştir. Hicretin (110.) yılında Basra'da Hasan-ı Basri'den yüz gün sonra vefat etmiştir.

Allah onlardan razı olsun. [147]

 

Ömer B. Abdülaziz

 

Ömer'in babası Emevi soyundan Mervan'ın oğlu Ab­dülaziz dir. Annesi Ömer b. Hattab'ın oğlu Asım'ın kızı Ümmü Asım Hafsa'dir.

Hicretin (63.) yılında Medine'de dünyaya gelmiş kü­çük yaşta Kur'an-ı Kerim'i ezberlemiştir.

Babası Abdülaziz'le beraber Mısıra gitmiş sonra babası onu dini öğrenmesi, sünneti bellemesi ve iyi bir terbiye alması için Medine'ye göndermiştir.

Ömer b. Abdülaziz, Enes b. Malik, Said b. Yezid, Urve b. Zübeyr, Ebu Bekir, Haris b. Hişam ve daha bir çok kimselerden hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de Ebu Seleme b. Abdurrahman, Ebu Bekir Amr b. Hazm, Zühri ve kendi oğullan Abdullah ile Abdülaziz gibi bir çok kimseler hadis rivayet etmişlerdir. Ömer b. Abdülaziz'in, babası Mısır'da vefat edince, amcası halife Abdülmelik b. Mervan kendisini Şam'a istemiş ve kızı Fatıma ile evlendirmiştir.

Velid'in halifeliğinde uzun müddet Medine valiliğinde bulunmuştur.

Ömer b. Abdülaziz güvenilir, fakih, âlim, vera takva sahibi olmakla meşhurdur.

Enes b. Malik, Ömer b. Abdülaziz'i kast ederek: "Na­maz cihetinden Resûlûllâh'a bu gençden daha çok benzeyen görmedim" demiştir.

Muhammed b. Ali b. Hüseyin: "Her kavmin bir fazilet­lisi vardır. Ümeyye oğullarının faziletlisi de Ömer b. Abdülaziz'dir. Çünkü o, kıyamet gününde tek başına bir ümmet olarak ba's olunacaktır." demiştir.

Ömer b. Abdülaziz halife olunca insanları dedesi Ömer b. Hattab'ın gidişatına çeviren adaletli bir imam olmuştur.

Malik b. Enes: "Said b. Müseyyeb Ömer b. Abdülaziz'den başka hiçbir hükümdarın yanına gitmezdi" demiştir.

Ömer b. Abdülaziz halife olunca minbere çıktı ve: "Ey insanlar! Eğer beni istemiyorsanız başınızda durmam" dedi. Bunun üzerine insanlar: "Biz senden razıyız" dediler.

Ömer b. Abdülaziz, kendisinden önceki hükümdarlar döneminde zorla ve haksız olarak alınan malları sahiple­rine geri verdi. İslamın hükümlerini gerçek usulleriyle uyguladığı için fakirleri zengin yapmıştır. Hatta denildik! zekat vermek için muhtaç bir kimse bulunamıyordu.

İmam Buharı, İmam Malik ve İbn-i Üyeyne: "Ömer b. Abdülaziz hadislerin toplanıp yazılmasında ilk taşı koyan imamdır" demişlerdir.

Nitekim yukarı da geçmiştir.

Ömer b. Abdülaziz'in menkıbeleri ve faziletleri pek çoktur. Hicretin (101. veya 102.) yılında vefat etmiştir. [148]

 

Tavus B. Keysan

 

Tavus    b.    Keysan    el-Havlânî    el-Hemedânî    el-Yemani'dir.

Tavus'un      babası      Keysan'dır.      Künyesi      Ebu Abdurrahman' dır. Aslen İranlıdır.

Tavus hicretin (33.) yılında Yemen'de dünya ya gel­miş,  orada yetişmiştir.  Tabiinin  büyüklerinden  biridir.

İbn-i Abbas, Ebu Hüreyre, Hz. Aişe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr, ve daha birçok sahabe-i kiramdan hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de Mücahid, Amr b. Dinar, Zühri, İbrahim b. Meysere gibi birçok kimseler hadis rivayet etmişlerdir.

Tavus, Yemen'in en büyük fakihi ve müttehidiydi.

Ebu Uyeyne dedi ki: "Ben Abdullah b. Yezid'e, İbn-i Abbas'ın yanına kiminle beraber giriyorsun?" diye sordum. Abdullah da: "Atâ ve arkadaşlarıyla giriyo-rum"dedi. Ben: "Tavus'la beraber girmiyormusun?" dedim. Oda: "O nerede biz neredeyiz . O havass ile beraber giriyor" dedi.

Amr b. Dinar: "Ben ilim de, zühd de Tavus gibi hiçbir kimse görmedim" demiştir.

Ömer b. Abdülaziz halife olunca Tavus ona: "Bütün işlerinin iyi olmasını istersen, iyi kimseleri kullan" diye bir mektup yazmış. Ömer b. Abdülaziz de bu mektubu alınca: "Bu Öğüt olarak bana yeter" demiştir.

Rivayet edildiğine göre halife Mansur İbn-i Tavus ile İmam Mâlik'i çağırmış bunlar halife Mansurun yanına girince Halife Mansur bir müddet başını eğip düşündük­ten sonra İbn-i Tavus'a dönerek babandan işittiklerini anlat" demiş. O da: "Babam bana Allah Teâlâ bir adama saltanat bahşeder de o adam hükmün de zulmederse kıyamet günün de İnsanların en şiddetli azap göreni olacaktır" demiştir. Halife Mansur bir müddet durdu İmam Malik: "Ben Mansurun onu öldürtmesinden kanının üzerime sıçramasından korktuğum için elbisemi topla­dım" demiş. Halife Mansur İbn-İ Tavus'a: "Hokkayı bana ver" demiş. Bu sözünü üç defa tekrarladığı halde İbn-i Tavus hokkayı ona vermemiş. Halife Mansur ona: "Niçin bana hokkayı vermiyorsun?" diye sormuş. İbn-i Tavus da: "Onunla günah olan bir şey yazmandan ve benimde o günaha ortak olmamdan korkuyorum" demiş. Halife Mansur, İbn-i Tavus'un bu sözünü işitince: "Benden uzak olun" demiş. İbn-i Tavus: "Zaten bizde bunu istiyorduk" demiş. İmam Malik: "Ben o günden itibaren İbn-i Tavus'un üstünlüğünü tanıdım" demiştir.

Tavus ezberlemede, zekada, fesahatta bir harika idi. İlmi kemalatı derecesinde zühd ve takvası vardı. Bir Yemen emiri 500 altın hediye göndermişti fakat Tavus almamıştı (50) kadar sahabeye yetişmiştir. Birçok kimseler ondan ilim akmışlardır. Duası kabul edilenler­dendi. Kırk defa hacca gitmiştir.

İbn-i Abbas onun hakkında: "Ben Tavus'un cennet ehlinden olduğunu zannediyorum" demiştir. Tavus hükümdarlardan ve emirlerden uzak dururdu. İbn-i Uyeyne: "Sultanlardan uzak duran şu üç zevattır. Ebu Zerr, Tavus ve Sevri" demiştir.

Tavus hicretin (106.) yılında Hac ederken zilhiccenin yedinci gününde Mekke'de vefat etmiştir. O sene Hac da bulunan Hişam b. Abdülmelik onun cenaze namazını kıldırmıştır. [149]

 

İmam Azam Ebu Hanife

 

Ebu Hanife'nin Yaşadığı Asır:

 

Ebu Hanife'nin tercüme! halini yazmadan, mezhebinin esaslarını anlatmadan önce onun asrını ve asrındaki geçen hadiseleri ve bu hadiselerin Ebu Hanife'nin hayatındaki tesirlerini bilmemiz gerekir.

Ebu Hanife Emevi devletinin altın çağı olan Abdülmelik b. Mervan zamanında hicretin (80.) yılında Kûfe'de dünyaya gelmiştir. Çocukluğunda Irak valisi olan Haccacı Zalim es-Sakafıye yetişmiş, onun Emevilerin siyasi düşmanlarına karşı, yaptığı zulüm ve şiddetini görmüştür. Gençliğinde adil olan Ömer b. Abdülaziz'in hilâfetine yetiştiği gibi, Emevi devletinin zayıflayıp çöktüğünü de görmüştür. Abbasi devletinin kuruluşuna kadar yaşamıştır. Hicretin (150.) yılında halife Mansur zamanında Bağdat'ta vefat etmiştir.

Ebu Hanife'nin asrında, islam devleti büyümenin do­ruğuna ulaşmıştı. Hakimiyeti batıda Atlas okyanusuna, doğuda ise Çin'e kadar uzamıştı. Endülüsün fethiyle Avrupa'dan da az sayılamıyacak kadar yerleri hakimiyeti altına almıştı. Ülkeleri fethedildikten sonra ırkları farklı olan milletler islam sancağının altına girmişlerdir. Bunlardan bazıları şunlardır: İranlılar, Romalılar, Türkler, Hindliler ve Mısırlılardır.

İslam devletinin genişlemesi, iklimlerinin çeşitli olma­sı, üzerinde farklı ırkların yaşaması ve kültürlerinin değişik olmasıyla devletin ihtiyaçları arttı. Saltanat prensiplerini sağlam temeller üzerine atmaya, idare sistemini koymaya, barış ve savaş ile ilgili konulan tayin etmeye ihtiyaç duyuldu. Bunların hepsi fakihler tarafın­dan şer'i hükümlerin delillerinden çıkarılması, halkın dini sorularına cevap verilmesi ve davaların çözümlenmesi için büyük çabalar harcanmaya ihtiyaç duyuldu.

Ebu Hanife'nin asrındaki dini fırkalar faaliyet gösteri­yorlar, aralarında çok mücadale çıkıyordu. İlimlerin toplanıp yazılması ve tercüme hareketi başladı. Yunanlı­ların düşüncesi, İranlıların düşüncesiyle karışarak islam beldelerine yayıldı. Bu yüzden Müslümanların yanında aklî düşünce yolu ile nakli düşünce yolu kaynaşarak tslamî düşüncede etkisini gösterdi. Fakihler fıkhı mesele­leri araştırmaya şer'i hükümlerin illetlerini açıklamaya, olmamış meseleleri olmuş gibi farz ederek onların cevaplarını vermeye, kitap ve sünnette delillerini bulama­dıkları hükümler hakkında kıyası kullanmaya yöneldiler.

Bilindiği üzere Irak, ilim faaliyetlerinin merkezi olarak eski medeniyetlere varis oldu. Eski Medeniyetlerin felsefeleri ve ilimleri orada toplandı. Abbasiler orayı kendilerine başkent yaptılar. İlmî hareket orada gelişti. Bunların sonunda Irak, Ehli Re'y Medresesinin ve Alkame b. Kays en-Nehai, İbrahim b. Zeyd en-Nehai, Hammad b. Ebu Süleyman el-Eşari gibi büyük alimlerin beşiği oldu. Bunların hepsi Ebu Hanife'nin hayatının Irak'ta geçtiği bilinince, Ebu Hanife düşünme metodunu oluştururken bu amillerin hepsinden istifade etmiştir. [150]

 

Fakihlerin Konumu

 

Ebu Hanife'nin asrında, âlimlerin konumuna, fakihlerin mevkiine işaret etmeden geçemeyiz. O asırda devlet, dini esaslar üzerine kurulmuş, idare sistemi şeriate göre düzenlenmişti. Devlet bu sıfatı ancak âlimlere hürmet etmekle kazanmıştı. Bu yüzden âlimler şahsiyetle­rini korudular, çünkü âlimler idarecilere karşı cesaretle hakkı savunuyorlar ve kötülüklere karşı şiddetle direni­yorlardı.

İşte Said b. Müseyyeb, öldürülmekle tehdit edildiği, elli deynek vurulduğu, Medine'nin çarşı ve pazarlarında teşhir edildiği, insanlarla görüşmekten men edildiği halde Halife Abdülmelik'in veliahd olarak tayin ettiği oğulları Velid ile Süleyman'a biat etmeyi kabul etmemişti.

Halife Abdülmelik, Said b. Müseyyeb'in dostluğunu kazanmak için veliaht olarak tayin ettiği oğlu Velid'e, Said'in kızını istemiş. Said kızını Velid'e vermeyi kabul etmemiş, kızını fakir olan talebelerinden Abdullah b. Ebu Veda'ya vermeyi tercih etmiştir.

Abdurrahman b. Muhammed el-Eş'as Abdülmelik b. Mervan'a karşı ayaklanınca Said b. Cübeyr'de onunla beraberdi. Abdurrahman öldürülünce Said b. Cübeyr Mekke'ye gitti Mekke Valisi Halid el-Kasri onu yakala­yıp Abdülmelik'in Irak valisi olan Hacca'ca gönderdi. Oda onu şehit etti. Ebu Hanife de işkenceden nasibini aldı. Ebu Hanife Abbasiler devrinde Abbasilere karşı ayaklanan Hz. Ali'nin torunlarından İbrahim b. Abdul­lah'ın taraftan olmakla suçlandı. [151]

 

Fıkıhta İlimde Mevalinin (Arap Olmayanların) Üstün Olması

 

Genel olarak ilimde özel olarak fıkıhda arap olmayan­ların üstün olmaları Ebu Hanife'nin asrının özelliklerin-dendir. Çünkü ilim öğrenmek bir sanattır ve bir fendir. Araplar eski halleri üzerine devam ederken Arap olma­yanlar çevrelerinin şartlarına göre ilim öğrenmeye daha yakındılar. Birde Arap olmayanlar yüksek mevkilere ulaşmak için ilim elde etmeye çalışıyorlardı.

"el-Ikdü'l Ferid" isimli eserde şu bilgi vardır: İbn-i Ebu Leyla demiştir ki: "Bana Abbasi emirlerinden dindar ve ırkçı olan İsâ b. Musa "Basra'nın fakihi kimdir?" diye sordu. Bende: "Hasan-ı Basri dir" dedim: "sonra kimdir?" diye sordu. Bende: "Muhammed b. Şirindir." Dedim: "Bunlar Arap'mı dır?" diye sordu bende: "Değillerdir" dedim. "Mekke'nin fakihleri kimlerdir?" diye sordu. Bende: "Ata b. Ebu Rebah, Mücahid, Said b. Cübeyr, Süleyman b. Yesar'dır" dedim. "Bunlar Arapmıdirlar?" diye sordu bende: "Değillerdir" dedim. "Medine'nin fakihleri kimlerdir" diye sordu. Bende: "Zeyd b. Eşlem. Muhammed b. el-Münkedir, Nafı b. Ebu Nücayh'dir" dedim. "Bunlar Arapmıdırlar?" diye sordu. Bende: "Değillerdir" dedim. İsa b. Musa'nın rengi değişti. Sonra Küba'nın en fakihi kimdir" diye sordu. Bende: "Rabiatü r-Re'y, İbn-i Ebu Zinad'dır" dedim. "Onlar Arapmıdır" diye sordu. Bende: "Değillerdir" dedim. İsa b. Musa'nın öfkesinden yüzü kızardı sonra: "Yemen'in fakihi kim­dir?" diye sordu. Bende: 'Tavus ile oğlu ve İbn-i Müneb-bih'dir" dedim "Bunlar Arapmıdır?" diye sordu. Bende: "Değillerdir" dedim. Bunun üzerine İsa b. Musa'nın boynunun damarları şişti oturduğu yerde toparlandı ve:

"Horasan'ın fakihi kimdir?" diye sordu. Bende: "Atâ b. Abdullah el-Horasanidir" dedim. "Atâ Arapmı'dır" diye sordu. Bende: 'Değildir" dedim. Yüzü öfkeden mosmor oldu hatta ben ondan korktum. Sonra "Şam'ın fakihi kimdir" diye sordu. Bende: "Mekhul'dür" dedim. "Mekhül Arapmıdır" diye sordu bende: 'Değildir" dedim. Bunun üzerine derin derin soludu sonra: tcKûfe'nin fakihi kimdir" diye sordu. Vallahi korkmamış olsaydım el-Hakem b. Utbe ve Hammad b. Ebu Süleyman diyecektim. Fakat ondaki fenalığı görünce "İbrahim en-Nehai ve eş-Şabi dir" dedim "bunlar Arapmıdır?" diye sordu. Bende: "Araptırlar" dedim bunun üzerine İsâ b. Musa: "Allâhü Ekber" dedi ve Öfkesi geçti.

Ebu Hanife'nin asrında özellikle Abbasiler Bağdatı başkent yaptıklarında fıkıh büyüyüp gelişti. Bağdat islam medeniyyetinin merkezi oldu. İlmi, hareket faliyeti başladı. İranlılar ve Rumlar gibi çeşitli milletler birbiriyle kaynaştı Abbasi halifeleri idare sistemleri din ve şeriat esasları üzerine kurulmuş olduğu için fakihleri kendileri­ne yaklaştırdılar. [152]

 

Ebu Hanife'nin Doğumu - Yetişmesi Vefatı (Hicri 80-150)

 

Ebu Hanife hicretin (80.) yılında Kûfe'de dünyaya gelmiş. Hicretin (150.) yılında Bağdat'da vefat etmiştir

Ebu Hanife'nin ismi Numan b. Sabit b. Zuta'dır. Ebu Hanife'nin dedesi Zuta İran asıllı olup Kûfe'ye yerleşmiş­tir. Babası Sabit müslüman olarak doğmuş, çocukken Hz. Ali'ye yetişmiş ve zürriyyeti hakkında Hz. Ali'nin hayır ve bereket duasına nail olmuştur.

Ebu Hanife sahabeden, Basra'da Enes b. Malik'e, Kûfe'de Abdullah b. Ebu Evfa'ya, Medine'de Sehl b. Sa'd es-Saidi'ye, Mekke'de Ebu't-Tufeyl Âmir b. Vail'e yetişmiştir. Fakat Ebu Hanife'nin bunlardan biriyle görüşüp görüşmediğinde ihtilaf vardır. Zehebi, Hatip'in "Tarih-i Bağdat" isimli eserinde Ebu Hanife'nin Enes b. Malik ile görüşmüş olduğunu naklederek zikretmiştir.

Ebu Hanife'nin taraftarlarından bazıları ise, Ebu Hanife'nin bir çok sahabe ile görüşmüş olduğunu ve tabiinden olduğunu iddia etmişlerdir. Fakat Ebu Hanife'nin sahabe ile görüştüğü sabit değildir. Üstün olan görüşe göre, Ebu Hanife sahabeden hiçbir zatla görüş­memiştir.

Ebu Hanife Kûfe'de ipek tüccarı olarak yetişmiştir. O zaman Küfe âlimler ve fakihlerle dolu idi. Çok geçmeden Ebu Hanife âlimlerin ve fakihlerin meclislerine ilgi duymuş onlardan ilim öğrenmiştir. Ebu Hanife önce islami ilimlerden "ilm-i Kelam91" tam öğrendikten sonra fıkha yönelmiş ve fıkhı kaynağından öğrenerek, sonunda ehl-i re'yin imamı olmuştur.

Ebu Hanife, içtihadı ve kıyası çok kullanmakla bilinir. Çünkü Ebu Hanife bu konuda hocalarının etkisi altında kalmıştır. Ebu Hanife Irak'da ilim başkanlığı kendisine ulaşan Hammad b. Ebu Süleyman'ın talebesidir. Hammad'da re'y medresesinin hocalarından biri olan İbrahim en-Nehai'nin talebesidir. Ebu Hanife'nin hocası "Hammad'dır" demekle Ebu Hanife ondan başka hiçbir"1 kimseden ilim almamıştır, manası kasdedilmemiştir. Ebu Hanife, Ata b. Ebu Rebah, Abdullah b. Abbas'ın azatlısı İkrime, Abdullah b. Ömer'in azatlısı Nafı ve Zeyd b. Ali, Cafer es-Sadık gibi Şiilerin ileri gelen imamlarından ilim almıştır. Rivayet edildiğine göre bir gün Ebu Hanife, halife Mansur'un yanına girmiş, onun yanında emir İsa b. Musa varmış. İsâ, halife Mansur'a, Ebu Hanife'yi göstererek: "Bu zat bugün dünya'nın en âlimidir" demiş. Halife Mansur, Ebu Hanife'ye: "Ey Numan! İlmi kimden aldın" diye sormuş. Numan'da: "Hz. Ömer'den ilim alanlardan, Hz. Ali'den ilim alanlardan, Abdulluh b. Abbas'dan ilim alanlardan ilim aldım" diye cevap vermiş. Bunun üzerine Halife Mansur Numan'a: "Sen ilmi sağlam kaynaklardan almışsın" demiş. Ebu Hanife demiştir ki: "Hocam Hammad hayatta iken onun bir müddet Küfe'den ayrılmasını fırsat bilerek onun yerine mescitde ders kürsüsüne oturdum. Bana altmışa yakın mesele soruldu, hepsine cevap verdim. Verdiğim cevapları yazdım. Hocam Kûfe'ye dönünce verdiğim cevaplan ona sordum. Kırk meselede hocambana muvafakat etti yirmi meselede bana muhalefet etti. Bunun üzerine yaşadığım müddetçe ondan ayrılamacağıma yemin ettim."

Hocası Hammad hicretin (119.) yılında vefatının yak­laştığını anlayınca talebeleri arasında kendi yerine geçmeye en lâyık olanın Ebu Hanife oluğunu gördü. [153]

 

Ebu Hanifenin Çektiği Sıkıntı Ve Ahlakı

 

Ebu Hanife asrındaki âlimler gibi hakkı söylemekte cesur olduğundan birçok eziyetlere maruz kaldı. Halife Mervan'ın İrak valisi olan Yezid b. Ömer b. Hübeyre Ebu Hanife' den Küfe 'ye kadı olmasını istedi oda kabul etmedi, bunun üzerine vali Ebu Hanife'ye hergün onar deynek olmak üzere yüz deynek vurdu. Ebu Hanife'nin kadılığı kabul etmemede samimi olduğunu görünce onu serbest bıraktı.

Halife Mansur Kûfe'den Ebu Hanife'yi Bağdat'a ge­tirtti ondan kadılığı kabul etmesini istedi yine Ebu Hanife kadılığı kabul etmedi. Bunun üzerine Halife Mansur ona kadılığı kabul ettireceğine dair yemin etti. Ebu Hanife'de kadılığı kabul etmeyeceğine dair yemin etti. Halifenin veziri Ebu Hanife'ye görmüyormusun halife yemin etti dedi. Ebu Hanife'de: "Halifenin yemin keffareti vermesi benim yemin keffareti vermemden daha kolaydır" dedi. Kadılığı kabul etmemede direndi. Halife onun hapsedil­mesini emretti.

İşte Emevi devrinde Ebu Hanife'ye işkence yapıldığı gibi Abbasi devrinde de işkence yapılmıştır.

Menakib kitaplarında Ebu Hanife'nin güzel ahlakı, zühdü, takvası, harikulade ilim ve zekası, cömertliği hak yolunda sebatı gibi birçok meziyetleri zikredilmiştir.

Ebu Hanife Allah korkusundan öyle bir mertebeye ulaştı ki bir gece "daha doğrusu onların va'dedildikleri azap vakti kıyamettir. Kıyamet daha şiddetli daha acıdır [Kamer sûresi 46] manasındaki âyeti tekrar ederek ağlayarak dua ve niyazda bulunarak sabahlamıştır.

Bir gün Küfe mescidinde Ebu Hanife talebeleri ile beraber otururlarken Hariciler mescide girmişler Ebu Hanife talebelerine: "Yerinizden ayrılmayın" demiş. Hariciler bunların yanlarına gelerek: "Siz kimlersiniz?" diye sormuşlar Ebu Hanife: "Biz Mültecileriz" demiş. Haricilerin emiri: '^Bunlara dokunmayın ve bunları emin oldukları yere ulaştırın" demiştir. [154]

 

Ebu Hanife'nin Mezhebinin Dayandığı Esaslar Şunlardır:

 

1) Kur'ân-İ Kerim:

 

Tarih-i Bağdat'ta zikredildiğine göre Ebu Hanife: "Ben Allah'ın kitabı ile hüküm veriyorum. Kitapta bulamazsam Resülullâh'ın sünneti ile hüküm veriyorum Allah'ın kitabında ve Resülullâh (s.a.v.) m sünnetinde de bir hüküm bulamadığım zaman sahabilerin sözleri ile hüküm veriyorum yalnız sahabelerden istediğim kimselerin sözünü alıyor, istemediğim kimselerin sözünü almıyorum. Ancak sahabelerin sözlerinin dışına çıkmıyorum" demiştir. Ebu Hanife'nin bu sözü önce Kitap ile sonra Sünnet ile hüküm verdiğini bildiriyor.

Ebu Hanife Kur'ân'ın meşhur kıraatini delil olarak kabul ettiğinden İbn-i Mes'û'dun "femen lem yecid fe sıyamu selaseti eyyamin" ayetine "mütetabiâtin" ilavesini taşıyan kıraatından dolayı yemin kefareti için üçgün tutulacak orucun arka arkaya tutulmasını şart kıldı. Çünkü bu kıraat meşhur haberdir. Ebu Hanife'ye göre meşhur haber ile ayetin hükmü üzerine ziyade hüküm sabit olur.

Ebu Hanife'den sahih olarak nakledilen rivayete göre Kur'ân nazım ile mananın birlikte ismidir. Ancak Ebu Hanife namazın caiz olması için Kur'ân'ın nazmını lâzım olan rükün kılmayarak yalnız manasına itibar etmiştir. Ebu Hanife'nin bu kaidesine göre namazda farz olan kıraat arapça kıraat ile eda edileceği gibi farsça kıraat ile de eda edilir. Fakat bütün âlimler Ebu Hanife'nin bu görüşünü kabul etmemişlerdir. Çünkü Teâlâ Hazretleri: "Şüphe yokki biz onu Arapça olarak indirdik." [Yusuf sûresi: 2] buyurmuştur. Ebu Hanife sonra bu görüşünden dönmüştür. [155]

 

2) Ebu Hanife Hadisleri Kabul Etmekte Çok Titiz Davranıyordu:

 

Ebu Hanife Hadisleri rivayet edenlerin hallerini araştı­rıyor, rivayetlerinin doğru olduğundan emin olmak istiyordu.

Ebu Hanife Resülullâh (SAV) dan rivayet edilen bir hadisin kabul edilmesi için o hadisi bir topluluğun kendileri gibi bir topluluktan alıp rivayet etmelerini veya şehirlerdeki fakihlerin o hadisle amel ederek, o hadisin meşhur olmasını şart koşuyordu. Ebu Hanife'nin hadiste bu koştuğu şartlarla hadisle amel etmenin dairesi daralı-yordu.

İmam Şafii "el-ümm" isimli eserinde İmam Ebu Yusuf ile hocası Ebu Hanife'nin hadis hakkındaki metodlarını açıklamıştır.

İmam Ebu Yusuf: "Alimlerin bildikleri hadisler kabul edilir, şaz olan hadisler kabul edilmez. Çünkü bize İbn-i Ebu Kerim, Ebu Cafer'den rivayet ettiğine göre, Resülullâh (s.a.v.) Yahudileri davet etmiş, Yahudiler Resülullâh (s.a.v.) ile konuşmuşlar sonunda İsa (a.s.) hakkında yalan uydurmuşlar. Bunun üzerine Resülullâh (s.a.v.) minbere çıkıp insanlara hutbe okudu: "Yakında benim adıma hadis uydurularak yayılacaktır. Size benden Kur'ân'a uygun olan bir hadis rivayet edilirse o hadis bendendir. Ku'ran'a uygun olmayan bir hadis rivayet edilirse o hadis benden değildir" buyurmuştur" demiştir. [156]

 

3) Ebu Hanife'nin Kıyası Çok Kullanması:

 

Ebu Hanife Hadisleri kabul etmede çok titiz davrana­rak hadislerle amel etmenin dairesini daralttığı için kıyası çok kullanmıştır. Ebu Hanife bir meselenin hükmü hakkında Resülullâh (s.a.v.) dan sahih bir nakil bulama­dığı zaman sahabe ve tabiinin sözlerine bağlı kalmıyor, o meselenin hükmünü çıkarmada kıyası kullanıyordu.

Yukarıda geçtiği üzere Ebu Hanife: tcBir meselenin hükmünü Allah'ın Kitabında bulursam onunla hükmedi­yorum. Kitapta bulamazsam Resülullâh (s.a.v.) m sünnetiyle veya kendilerine güvenilen kimselerin arasında yayılmış olan sahih eserlerle hükmediyorum. Allah'ın Kitabında ve Resülullâh (s.a.v.) in sünnetinde bir hüküm bulamadığım zamanlarda da sahabilerin sözleri ile hükmediyorum. Yalnız sahabilerden istediğim kimselerin sözünü alıyor, istediğim kimselerin sözünü almıyorum. Ancak sahabelerin sözlerinin dışına da çıkmıyorum. İş, İbrahim Neha-i, Şa'bi, Hasan-ı Basri, İbn-i Şirin, Said b. Müseyyeb'e gelince onlar nasıl ictihad yapmışlarsa ben de öyle ictihad yaparım" demiştir. [157]

 

4) İstihsan:

 

İstihsan: Buna "Hafi (gizli) kıyas" da denir. İstihsan Ebu Hanife'nin mezhebinde asıl delillerden sayılır.

Hanefi âlimlerinin bazıları istihsan ile amel etmekte aşırı giderek: "Müctehid aklı ile istihsan yapar" demişler­dir.

Ancak hanelilerin müteahhirin âlimlerine göre, istihsan: Zihinlere ilk defa gelen "Celi (açık) kıyas"a muhalif olan delilden ibarettir.

Bunun misalleri hanefı fakihleri: "Bir kimse zirai arazi­sini vakfedipte onun su yolu, suyu ve yolu gibi irtifak haklarını vakfettiğini söylemezse bunlarda istihsana göre araziye tabi olarak vakfa dahil olmuş olurlar.

Celi (açık) kıyasa göre, zirai bir arazi satılırken böyle irtifak haklan söylenmediğinde satışa dahil olmadıkları gibi, vakfın irtifak haklarıda söylenmeden vakfa dahil olmazlar" diye açıklamışlardır.

İstihsana göre, irtifak haklarının söylenmeden vakfa dahil olmasının sebebi: Vakıftan maksat, kendilerine vakfedilen kimselerin ondan istifade etmeleridir. Zirai bir araziden istifade etmek ancak su yolu, suyu ve yolu ile mümkün olur. O halde irtifak haklan söylenmeden vakfa dahil olurlar. Çünkü vakıftan istifade etmek ancak bunlarla gerçekleşir. Nitekim zirai bir arazi kiraya verildiğinde   bu   irtifak  hakları   söylenmese   bile   kira

akdinde dahil olurlar.

Celi (açık) kıyasa göre vakfedilen zirai arazi, satılan zirai araziye kıyas edilir. Çünkü vakıf ile satıştan her biri malın sahibinin mülkiyetinden çıkarılması vasfında ortaktır.

Hafi (gizli) kıyasa göre, vakfedilen zirai arazi kiraya verilen zirai araziye kıyas edilir. Çünkü bunların her birinden maksat, gelirlerinden faydalanmak olup malın aslına malik olunmaması bakımından ortaklık esasına dayanmaktadır. Bu gizli bir kıyastır hemen zihne gelme­mektedir. Biraz düşünme ve teemmüle muhtaçtır, bu yüzden zirai bir arazi kiraya verilirken onun su yolu, suyu ve yolu söylenmeksizin kira akdine girmiş olduğu gibi zirai bir arazi vakfedilirken onun bu irtifak hakları da söylenmeksizin vakfa girmiş olurlar. [158]

 

5) Şer'i Hileler

 

Araştırmacılardan bir çokları şer'i hileleri Ebu Hanife'nin fıkhına nisbet etmişlerdir. Çünkü Şer'i hileler Hanefi mezhebinde fıkıh bablarından geniş bir babı teşkil etmektedir.

İbn-i Kayyım "i'Iamü'l- Muvakkıîn" isimli eserinde hileleri ele almış, buna cevaz verenleri kınayarak: "son zamanlarda yetişen âlimler, imamlardan hiçbirinin söylemesi doğru olmayan hileler ihdas edip o hileleri imamlara nisbet etmişlerdir. Bu hileleri imamlara nisbet etmelerinde büyük hata etmişlerdir" demiştir.

Bu araştırmacılar hileler babım Ebu hanife'nin asılla­rından saymışlar ve bu hilelere "sıkıntılardan kurtulma" adını vermişlerdir.

Kamus'da ve şerhinde: el-İhtiyal, et-tahavvül, et-tahayyül kelimelerinin: düşünmede üstad ve mahir olmak, tasarruf inceliğine muktedir olmak manasına geldikleri" açıklanmıştır.

el-Mısbâh sahibi: "Hile: işleri tedbir ve idare etmekte üstad olmaktır, bu da fikri çalıştırmakla istenilene erişmeyi temin eder.

"Hile" kelimesinin aslı "Hivle" dir. "vav" harfinden önceki harf esre olduğu için "vav" harfi "ye" harfine dönüşmüştür" demiştir.

İbn-i Kayyım "İlamül-Muvakkıin" isimli eserinde: "Sebeplere yapışmak müsebbebleri elde etmenin hilesidir (yolu)dur. Mesela: Yemek yemek, doymanın hilesi (sebebi) dir. Elbise, giymek sıcaktan ve soğuktan korun­manın hilesi (sebebi) dir." Sefere gitmek istenilen şeye ulaşmanın yolu hilesi (sebebi) dir. Vacip, müstehab, mubah olan şer-i akidlerin her birinden maksad, satıcının paraya, alıcının mala ulaşmasının hilesi (sebebi) dir.

Haram olan sebeplerin hepsi haram olan şeylerin elde edilmesinin hileleri (yolları) dır.

Hile, maksada ulaştıran gizli yollar manasında kullanı­lır. Şöyle ki: Bu gizli yollar ancak zeka ve ileri görüşlü­lükle anlaşılır. Bu manada kullanılan hile ne övülür, ne de yerilir. Ancak maksada götüren yollar incelenir ve o yollarla elde edilmek istenilen maksada bakılır:

Haramları helal saymak veya vacipleri düşürmek veya Allah için olan bir hakkı veyahut kul için olan bir hakkı düşürmek için baş vurulan gizli yollar ve vesileler şer'an çirkin olan hilelerdir.

İşte fakihlerin ve hadiscilerin çoğunluğunun yerdiği hileler bunlardır.

Hanefi fakihlerine göre, hileler şeri'ata uygun bir şe­kilde sıkıntılardan kurtulmak manasında kullanılmıştır.

el-Eşbah ve'n-Nezair'in Şerhi Hamevi'de: "el-hiyelü" kelimesi "hiletün" kelimesinin cem'idir. Hile Iügatta: Hizmet etmek fikri iyi kullanmak manasına gelir, istilanda ise: başına dini bir hadise gelen kimsenin şer'an ondan kurtulması için başvurduğu bir hile (çare) dir.

Bu kurtuluş çaresinin anlaşılması, zekaya ve fikri iyi kullanmaya bağlı olduğu için buna hile denilmiştir." Diye zikredilmiştir.

Meşru olan maksatlara ulaştıran yollar, meşru olduğu sürece o yolların kullanılması caiz olur. Fakihlerin çoğunluğu ve bilhassa Malikiler ile Hanbeliler hilelere hiçbir suretle başvurulmasına cevaz vermezler. Çünkü onlar hilelere tamamiyle zıd olan "Seddü'z-Zera'i " yi (kötülüklere giden yolların önlenmesini) kabul ederler.

Hilelere başvurulmasını kabul edenler, hilelerin caiz olduğuna dair bir çok delil getirdiler.

Hilelerin haram olduğunu söyleyenler ise o delilleri reddettiler.

Hilelerin caiz olmasının delilleri şunlardır:

1) Eyüp Aleyhhisselâm bir sebebden dolayı zevcesine yüz değnek vurmaya yemin etmişti. Allah Teâlâ Eyüp Aleyhisselâmın yeminini yerine getirmesi için yüz tane değneği bir araya getirip bir demet yapmasını ve onunla zevcesine bir defa vurmasına izin (ruhsat) vermiştir. Nitekim Teâlâ Hazretleri: "Eline bir demet sap al da onunla vur, yeminini bozma (dedik)" [Sad sûresi: 44] buyurmuştur. İşte bu ayet-i kerime hilenin meşru olması­nın delilidir. Başka hileler buna kıyas edilir. Bu delile şöyle cevap verilmiştir:

Lügatta, bu yeminin gereği yüz değneği ya demet halinde veya ayrı ayrı vurmaktır. Buna göre, yüz değneği demet halinde vurmak hile olmaz. Hile, ancak bir lafzın kendi manasından başka bir manada kullanılmasıyla olur. Diğer taraftan Eyüp Aleyhisselâm bu yemini ettiği zaman, zevcesi yapmış olduğu hatada mazurdu. Kendisine had (ceza) uygulanacak kimsenin ma'zur olduğu sabit olunca cezası hafifletilir. Şöyle ki:yüz tane değnek bir araya getirilerek demet yapılır ve onunla suçluya bir defa vurulur.

Yüz değneğin bir demet halinde vurulması hakkında İmam Ahmet ile diğer hadisciler Ebü Ümame b. Sehil'den o da Said'den, o da babası Sa'd dan rivayet etmiştir.Sa'd demiştir ki: Evlerimizin arasında zayıf bir adamcağız vardı Bu adam evlerin cariyelerinden biri ile zina etmişti, ben bunu Resülüllâh' (SAV) e söyledim. Resülüllâh (SAV) "ona yüz değnek vurun" buyurdular. Ashab ey Allah'ın Resulü, bu adamcağız buna tahammül edemez, pek zayıftır. Yüz değnek vurursak ölür" dediler. Resülüllâh (SAV): "içinde yüz tane filiz bulunan bir hurma salkımı alın sonra o adama bununla vurun. Çünkü bizden öncekilerin şeriatı bizim şeriatımıza muhalif olmazsa bizim için de şeriattır" buyurdular. Ashab da öyle yaptılar.

2) Hile-i şer'iyyeyi kabul edenlerin ikinci delili: Buhari ile Müslim'in Ebu Said el-hudri ile Ebu Hüreyreden rivayet ettiklerine göre, Resülüllâh (SAV):Bir zatı Hayber'e vali göndermiş, o da Resülüllâh' (SAV) a a'la cinsinden Hurma getirmiş. Bunun üzerine Resülüllâh (s.a.v.) "Hayberin bütün hurmaları böyle midir?" diye sormuşlar. O zat da: "Hayır Vallahi ya Resülallâh (s.a.v.)! Biz bunun bir ölçeğini iki ölçeğe, iki ölçeğini üç ölçeğe alıyoruz" cevabını vermiş. Resülüllâh (s.a.v.): "Öyle yapma! Bayağı hurmayı para ile sat, sonra bu para ile âlâ hurma satın al" buyurmuşlardır.

Fakihler bu hadis-i şerifi, zahiri itibarıyla satış, batını itibarıyla faiz, olan îne satışının ve diğer akitlerin caiz olduğuna delil göstermişlerdir.

Bu delile de şöyle cevap verilmiştir: şayet faizin mubah sayılmasına dair hile caiz olsaydı, faizin haram kılınması hakkındaki hikmet, ancak faydasız yere zaman zayi etmekten ibaret olurdu. Çünkü her İnsan Allah Teâla'nın haram kıldığı faiz nevilerinden her birini en küçük bir hile yoluyla helal sayabilirdi. Mesela: Faiz ile satışı yasaklanmış mallarda ribe'l-fazPa (karşılığında hiçbir şey 1 bulunmayan ziyadeye) hile yolu ile ulaşabilir. Şöyle ki bir kimse yirmi kilo bayağı hurma ile bir şahıstan on kilo iyi hurma almak istediğinde bu kimse o şahsa "sana şu yirmi kilo bayağı hurmayı yüz dirheme sattım" der, o şahısta "onu yüz dirheme satın aldım" der. Sonra bu kimse o şahsa "senin şu on kilo iyi hurmanı yüz dirheme satın alıyorum" der. O şahısta: "Onu sana yüz dirheme sattım" der.

ine satışı: Faiz ile elde edilmesi istenilen ziyadeye hile ile ulaşmaktır. Mesela: bir kimse bir malı bir şahsa bir senelik vade ile bin dirheme satıyor, sonra o malı o mecliste o şahıstan peşin olarak beş yüz dirheme satın alıyor. Bu suretle kazanmak istediği beş yüz dirhemi elde etmiş oluyor. Böyle hile yapan kimse Allah Azze ve Celle'nin kitabında ve Resülullâh' (s.a.v.) in sünnetinde haram kılınmış olan faiz müessesini en kolay yollardan yıkıyor, sonra bunların hepsini Allah Teâla'nın şeriatına nisbet ediyor. (Hâşâ bu büyük bir iftiradır.)

Resülullâh (s.a.v.) in o zata kesin olarak satmayı ve kesin olarak almayı emrederek: "Bayağı hurmayı dirhem karşılığında sat, sonra iyi hurmayı dirhem karşılığında satın al" buyurması helal olan şekilde yapılan alışverişe şamildir. Haram olan şekilde yapılan alış verişe şamil değildir.

ine satışını ve bunun manasında olanları şen'at haram kılmıştır. Şeri'at tarafından açıklanan mutlak alış verişle­rin haram olan satışlara şamil olması mümkün değildir.

Kitabü'l Hiyel'de, içinde haramı helal kılmaya ve helali haram kılmaya götüren ve meşru olmayan hileler bulunmaktadır.

Hatib-i Bağdadi "Tarih-i Bağdat" isimli eserinin on üçüncü cüzünde Ebu Hanife'nin tercüme-i halini yazar­ken bu Kitabu'l Hiyeli Ebu Hanife'ye nisbet etmiştir. Fakat muhakkik âlimler Kitabü'l Hiyel'den ve içindeki-Ierden Ebu Hanife'yi beri kılmışlardır. Bu şer'i hileler Ebu Yusuf ile İmam Muhammed b. Hasan'a nisbet edilmiştir.

Ebu Hanife'ye hile-i şer'iyye konusunda fetva vermiş diye nisbet edilenlerin çoğu, yemin ve talak ile ilgili meseleler olup, bunlarda hakkı iptal hilesi yoktur, ancak sıkıntıdan kurtulmak için başvurulan fıkhı bir çare vardır.

Mesela: bir kimse ramazanda gündüzleyin zevcesi ile cinsi yakınlıkta bulunacağına dair yemin etmiş, bu meselenin çaresi Ebu Hanife'ye sorulmuş o da: "O kimse zevcesiyle birlikte sefere gitsin" diye fetva vermiştir.

Yine zevcesini merdiven üzerinde gören bir kimse ona: "merdivenden yukarı çıkarsan üç talakla boşsun, merdi­venden aşağı inersen üç talakla boşsun" diye yemin etmiş. Bu meselenin çaresi Ebu Hanife'ye sorulmuş o da: "Kadın   merdiven   üzerinde   öylece   dursun,   yukarıda çıkmasın aşağıda inmesin. Bir gurup merdiveni kadınla birlikte yere indirsinler" diye fetva vermiştir.

Sebep babından olan hileler caiz değildir. Şöyle ki: bir kimsenin ramazan gelince oruç tutmamak için sefere gitmek veya zekat vermemek için sene tamam olmadan önce malını başkasına hibe etmek gibi şer'i hükmü bozmaya götüren bir sebep ihdas etmesi caiz değildir.

Hiç şüphe yok ki, haramı helal saymaya veya helali haram saymaya götüren herhangi bir hile tuzaktır ve batıldır.

Nitekim Resülullâh (s.a.v.): "Allah Yahudilere lanet etsin. Onlara iç yağlar haram kılındı onlar iç yağları eritip sattılar ve parasını yediler" buyurmuştur.

Ama haram veya mubah olan bir yol ile bir hakkın gizli olarak alınmasında veya bir batılın gizli olarak giderilmesinde bir beis yoktur.

İbn-i Kayyım "i'lâmü'l - Muvakkıîn" isimli eserinde bu konuyla ilgili bir çok misaller zikretmiştir: Bir kimsenin bir şahısta hakkı bulunsa, o şahısta bu hakkı inkar etse, hak sahibinin şahidi de bulunmasa, o kimsenin o şahıstan hakkını almak için iki yalancı şahit tutması caiz olur.

Bir kimsenin bir şahısta alacağı olsa, o şahsın da o kimsenin yanında emaneti bulunsa, o kimse emaneti inkar etse, o şahsın da, o kimsenin ben de alacağı yoktur diye yemin etmesi caiz olur.

Bir kimse bir şahıstan bir tarlayı veya bir bahçeyi veya bir haneyi birkaç seneliğine kiralasa, kiracı kiraladığı tarla veya hane veya bahçe iyi bir hale gelince mal sahibinin  bir hile  ile  akid  mukavelesini  bozmasından korksa bundan emin olmak için hile (çare): Birinci senenin kira bedeli en az, diğer senelerden her birinin kira bedeli kademeli olarak artırılmak üzere takdir ve tayin edilir.

Bir kimse, haccin vakti daraldığı için hacca niyet ede­rek ihrama girdiği takdirde sadece haccı kaçırmış olmak­tan değil aynı zamanda haccin kazasının da lazım geleceğinden korksa hilesi: Hac veya umreden hiç birini tayin etmeksizin mutlak ihrama girmeyi niyet eder. Vakit yeterse hac yapar, vakit yetmezse umre yapar. [159]

 

Ebu Hanife Hadisleri Terk Ediyordu Diye İddia Etmeleri

 

Ebu Hanife'nin hadisleri, kabul etme metodu yukarıda geçmiştir. Ebu Hanife Hadisleri çok inceliyordu. Mütevatir ve meşhur hadisleri kabul ediyor, haber-i vahid olan hadisler meşhur olmadıkça kabul etmiyordu. Ebu Hanife'nin hadislerin kabul edilmesi için ileri sürdüğü şartlan, hadis bilgisi az olmakla, âyet-i kerime mütevatir ve meşhur hadisler gibi şeriat asıllarından birine manası muhalif olan haber-i vahid hadisleri sahih oldukları halde kabul etmemekle suçlanmasına sebep olmuştur. Kadı Iyaz, Ebu Hanife hakkında: "Onun meseleleri güzel değerlendirenlerden, ince düşünenlerden, iyi kıyas yapanlardan, fıkhı çok iyi bilenlerden ve fıkıh da imam olanlardan biri olduğu kabul ve teslim edilmiştir. Fakat o hadiste imam değildi. Çünkü o kendini hadis ilmine verip, onu ezberleyenlerden değildi. Bu yüzden Hadis kitapları­nın   çoğunda   onun   ismi   zikredilmemiştir.   Buhari   ile Müslim   ondan  bir  hadis  olsun  rivayet  etmemişlerdir" demiştir.

Hadis hakkında araştırma yapanlardan bazıları Ebu Hanife hakkındaki bu suçlamayı kabul etmeyerek Ebu Hanife'nin Nesei'de diğer sünen kitaplarında ve Tirmizi'nin "eş-Şemaü"i isimli eserinde rivayeti bulun­duğunu tesbit etmişlerdir.

İbn-i Haldun "Mukaddime" isimli eserinde: "Ebu Hanife'nin hadisi bilmemesi mümkün değildir. Fıkıhta imam olduğu kabul ve teslim edilen bir zatın hadisi bilmemesi nasıl düşünülebilir? Ümmetin çoğu onun fıkhını nasıl alabilir? Kadı İyaz'ın "Ebu Hanife Hadiste imam değildi demesi ile İmam Malik ve Ahmet b. Hanbel gibi hadiste meşhur olan imam değildi demeyi kastetmiş­tir" diye zikretmiştir.

Araştırmacılardan bazıları Ebu Hanife'ye hadisteki metodundan dolayı sahih olan hadîsleri red ediyordu diye hücum etmiştir. Nitekim Hatibi Bağdadî "Tarih-i Bağdat" isimli eserinde bunu zikretmiştir.

Ebu İshak el-Ferazi'den rivayet edilmiştir demiştir ki: Ben Ebu Hanife'nin yanına gelip ona savaşta alınan ganimet hakkında sorular soruyordum. Yine ona bir mesele sordum. Onun cevabını verdi ben ona: "Bu mesele hakkında Resülullâh'dan şöyle bir hadis rivayet ediliyor" dedim. Bunun üzerine bana "O hadisden bizi muaf tut" dedi. Ebu Salih el-Ferra diyor ki: Yusuf b. Esbad bana: "Ebu Hanife Resülullâh(s.a.v.) in dört yüz ve daha fazla hadisini kabul etmedi" dedi. Bende ona: "Ey Ebu Mu-hammed! Sen bu hadisleri biliyormusun?" diye sordum o da: "Evet" dedi. Bende ona: "Ebu Hanife'nin kabul etmediklerinden bir veya iki hadis söyler misin?" dedim.

O da dediki: "Resülullâh (s.a.v.): "(Ganimetten) At için iki hisse verilir bir hissede sahibine verilir" buyurmuş olduğu halde Ebu Hanife: "Ben bir hayvanın hissesini bir mü'minin hissesinden daha Fazla kılamam" demiştir. Ebu Hanife'ye göre süvarilere ikişer piyadelere birer hisse verilir. Ebu Yusuf ile imam Muhammed'e göre süvarilere üç hisse verilir- Bir hissesi kendisi için iki hisseside atı içindir.

"Resülullâh(s.a.v.) sefere çıkmak istediğinde "zevceleri arasında kurra çekerdi" diye Hadis rivayet edildiği halde Ebu Hanife: "Kurra çekmek haramdır" demiştir.

Ebu Hanife Buhari ile Müslimin rivayet ettikleri şu hadisi şerifi de kabul etmemiştir "Develerle koyunların sütlerini memelerinde biriktirmeyin böyle yapıldıktan sonra o hayvanları satın alan kimse onları sağdıktan sonra iki görüşten birinde muhayyerdir. Razı olursa kabul eder olmazsa hayvanı bir ölçek hurma ile birlikte geri verir" Müslimin rivayetinde: "Satın alan kimse üç gün muhay­yerdir" ifadesi vardır. Ebu Hanife bu hadisle amel etmemek için bir çok gerekçe göstermiştir:

a) Bu Hadisin manası kendinden daha kuvvetli olan şu âyetin   manasına   muhaliftir:   "Eğer   bir   ceza   vermek isterseniz size yapılanın misliyle verin" [Nahl sûresi: 126] bu âyeti kerime ödemenin kesin olarak misliyle alacağını bildiriyor.

b) Bu hadisin manası şu hadisin manasına da muhalif­tir: "Haraç (menfaat) zamana (ödemeye) bir karşılıktır." Buna göre o hayvan satın alanın Ödemesi altında bulun­duğu için o hayvanın sütünün ödenmesi lazım gelmez.

c)  Bu hadis asıl delillerden olan kıyasa da muhaliftir. Çünkü bu hadis hayvanın bir kusuru olmadan ve şartıhıyar bulunmadan geri verilme müddetini üç günle takdir ediyor. Halbuki geri verilme müddetinin üç günle takdir edilmesi ancak şartı hıyara bağlıdır.

d) Bu hadis süt bulunurken onun yerine bir ölçek hur­ma veya bir ölçek gıda maddesi verilmesini bildiriyor. Halbuki telef edilen mal misliyattan ise misli ile kıyamiyattan ise kıymeti ile ödenir. Süt misliyattan olduğu halde kıymeti ile ödenmesini emrediyor. Buna "göre o hayvan hurma ile satın alınmış olursa fazla olarak bir ölçek hurma verildiği takdirde faiz olmuş olur.

Alimlerden bir çokları Ebu Hanife'yi müdafa etmişler ve kendi sözünü delil göstermişlerdir: "Resülullâh(s.a.v.) den sahih bir hadis gelince muhakkak onunla amel ediyorum. Sahabilerden gelen sözlerden istediğimi alıyor, istediğimi almıyorum. Ancak sahabilerin sözlerinin dışınada çıkmıyorum. Tabiinden gelen sözlere gelince onlar ictihad yapmışlarsa bende öyle içtihat yapıyorum."

Ebu Hanife'nin talebesi imam Züfer bu konuda: "Mu­haliflerin sözlerine bakmayın gerek hocamız Ebu Hanife olsun gerekse biz talebeleri olsun herhangi bir meselenin hükmü hakkında önce Allah'ın kitabına bakıyoruz bulursak onunla hüküm veriyoruz. Onda bulamazsak Resülullâh (s.a.v.) in sünnetine bakıyoruz onda bulursak onunla hüküm veriyoruz. Ondada bulamazsak, sahabenin sahih sözlerine bakıyoruz. O konuda sözleri varsa onunla hüküm veriyoruz. Bunlardan hiç birinde o meselenin hükmünü bulamazsak kitap ve sünnet de benzeri bulunan hükme kıyas ederek hüküm veriyoruz" demiştir.

Ebu Hanife'nin talebelerinin en büyüğü olan imam Ebu Yusuf: "Ben hadisi şeriflerin manalarım daha iyi açıkla­yan ve hadisi şeriflerdeki fıkıh ile ilgili en ince işaretleri Ebu Hanife' den daha iyi bilen kimse görmedim. Sahih olan hadisi şerifleri benden daha iyi görüyordu" demiştir.

İbn-i Haldun Ebu Hanife hakkında şöyle demiştir: imam Ebu Hanife'nin az miktarda hadis rivayet etmesi, hadis tahammül (Öğrenme) ve rivayet etme hususunda, koştuğu şartların ağırlığından ileri geliyordu. Ayrıca ona göre, aklın kesin hükmüne aykırı düşen bir hadis zayıf sayıldığından, bu nitelikteki hadisleri rivayet etmek ona güç geliyordu. İşte bundan dolayı rivayeti ve ona bağlı olarak ta (nakil ve amel ettiği) hadis sayısı azalmıştı. Yoksa kasden hadis rivayetini terk etmiş değildir, onun hakkında kesinlikle öyle bir şey düşünülemez. Hadis ilminde büyük müctehid olan kimseler arasında mezhebi­ne itimad edilmiş, güvenilir sayılmış, hadisleri red ve kabul konusunda âlimler ve hadisçilerce kanaatlarma itibar edilmiş olması, onunda hadis iîmindeki büyük müctehidlerden olduğuna delalet eder. Sakın bu hususta şüpheye kapılmayın. Az hadis rivayet eden âlimler hakkında kötü zanda bulunmayınız. Çünkü müctehid imamlar herkesten çok haklarında güzel zan beslenmeye ve sıhhatli izah şekilleri bulunmaya hak sahibidirler. Az Hadis rivayet edenlerin bu hali onların lehinde olacak şekilde yorumlanmalı ve açıklanmalıdır. İşlerin hakikatini en iyi bilen Ailâh'u Teâlâ dır.

İbn-i Abdü'l Berr'in zikrettiğine göre Ebu Hanife'ye: "ihrama girecek kimse izar (belden aşağıya mahsus örtü, peştamal) bulamadığı takdirde don giyebilir mi?" diye sorulmuş. O da: "Hayır izar giyer" demiştir. Ona: "izar yoksa ne giyer" diye sorulmuş. Oda: "Donu satar onun parası ile izar alır" demiş. Bunun üzerine Resülullâh (s.a.v.) hutbe okumuş, hutbesinde: ihrama girecek kimse izar   bulamadığı   takdirde   don   giyer"   buyurmuştur,

denilince Ebu Hanife: "Benim yanımda Resülullâh (s.a.v.) den rivayet edilen böyle sahih bir hadis bulunma­dığı için bununla fetva veremem. Her âlim işittiği hadis ile amel eder. Bizim yanımızda sahih olan Resülullâh (s.a.v.) in: "ihrama girecek kimse don giyemez" diye buyurmuş olduğu hadisi şeriftir. Biz işittiğimiz bu hadisle amel ederiz" demiştir. Ebu Hanife'ye: "Sen Resülullâh (s.a.v.) a muhalefet mi ediyorsun?" denilmiş. Oda: "Resülullâh (s.a.v.) a muhalefet edene Allah lanet etsin. Allah Teâla onu bize rahmet olarak gönderdi ve onun sayesinde bizi ateşten kurtardı" demiştir.

Ebu Hanife hakkında gerçeği araştıran alimlerin görü­şünü Muhammed b. Yusuf b. Musa şöyle açıklamıştır: insaflı bir araştırmacı: "Ebu Hanife, içtihat ve kıyasla amel etmek için sahih olarak bildiği bazı hadisleri ve eserleri kasten terk ediyordu" diye itham edemez. Çünkü Resülullâh (s.a.v.) m sahih olan hadislerini kasten terk eden bir kimsenin ebedi olan islam şeriatının imamların­dan bir imam olmasını bırak Resülullâh (s.a.v.) a ve onun getirdiklerine iman etmiş olamaz. [160]

 

Ebu Hanife'nin Fıkhın Gelişmesine Tesiri Ve Mezhebinin Yayılması:

 

Ebu Hanife'ye içinde altmış bin veya daha fazla mesele bulunan "Fıkh-ı Ekber" isimli eser nisbet ediliyor. Fakat bu nisbet doğru değildir.

Denildi ki: Bu eser talebeleri tarafından yazılmıştır. Yine Ebu Hanife'ye Akideye ait "Fıkh-ı Ekber" isimli eserde nisbet ediliyor. Bu eser hicret'in (1321) yılında Hindistan'ın Haydarabad ed-Değen şehrinde basılmıştır.

Selefıye Akidesi ile ilgili olan bu eser küçük bir risaledir. Bu eserinde Ebu Hanife'ye nisbet edilmesi doğru değil­dir. Yine Ebu Hanife'ye hadis hakkında "Müsned" İsimli bir eser de nisbet ediliyor. İbn-i Hacer el-Askalani "Ta'cilü'l- Menfaati bi Zevâid-i Ricali '1-Eimmeti'l-Erba'ati" isimli kitabında: "Müsned'i Ebi Hanife" isimli esere gelince bu eser Ebu Hanife'nin topladığı hadis risalesi değildir. Ebu Hanife'nin hadislerinden mevcut olanlar Muhammed b. Hasan'ın "Kitâbu'1-Âsar" ındadir. Ki, İmam Muhammed bu hadisleri, Ebu Hanife'den rivayet etmiştir. İmam Muhammed'in diğer eserlerinde ve İmam Yusufun eserlerinde Ebû Hanife'nin başka hadisleri de vardır" diye zikretmiştir. Keşfü'z-Zünün sahibi İmam A'zam'ın Müsnedini ve ravilerini zikretmiş­tir.

Hicretin (165) yılında vefat eden Harzem'li Ebü'l Müeyyed b. Muhammed b. Mahmud itina ile Ebu Hanife'nin bütün müsnedlerini toplamıştır. Bu Müsned Mısır da (h. 1326) yılında basılmıştır.

Bu Müsned ile "Ebu Hanife'nin yanında sahih hadis bulunmuyordu veya Ebu Hanife Mezhebini (17) Hadis üzerine kurmuştur" diyenlerin iddiaları çürütülmüştür.

Hiç şüphe yok ki, Ebu Hanife kendisinden sonra fıkıhla ilgili büyük miras bırakmıştır. Hatta imam Şafii: "Fıkıh da bütün insanların üstadı ve mutemedi Ebu Hanife'dir" demiştir.

Ebu Hanife'nin Fıkhını taşıyanlardan iki talebesi şöhret kazanmıştır. Bunlar Kadi'l Kudat olan Ebu Yusuf ile Muhammed b. Hasan eş-Şeybani'dir. Bu iki zat Ebu Hanife'nin  mezhebinin yayılmasında büyük hizmetleri

olmuştur. Ebu Yusuf, Ebu Hanife'nin görüş ve rivayetle­rini kitaplarında naklederek unutulmaktan korumuştur.

İmam Ebu Yusuf un yazmış olduğu ve Ebu Hanife'nin görüş ve rivayetlerini de içine alan önemli eserleri şunlardır:

1) Kitabü'1-Asa: Bu kitapta yer yer Ebu Yusuf un kendi rivayetleri ile birlikte Ebu Hanife'nin müsned'i bulunmaktadır.

2) Kitabü'l-Haraç: Ebu Yusuf, bu ölmez esrinde islam devletinin maliyesi için değişmez ve sağlam bir nizam ortaya koymaktadır.

3)  İhtilâfü Ebi Hanife ve İbni-i Ebi Leylâ: Bu eserde Ebu Yusuf, Ebu Hanife ile İbn-i Ebi Leylâ arasında geçen ihtilâfları toplanmıştır. Burada Ebu Hanife'nin görüşleri­nin bir müdafaası yapılmaktadır.

Hatib'i Bağdadî Ebu Yusuf hakkında: "O, Ebu Hanife'nin arkadaşı (talebesi) ve asrının en Fakihi idi. İlk defa Hanefi mezhebine göre, Usûlü Fıkıh hakkında kitap yazan Ebu Yusuf tur. Fıkıh meselelerini yazdırıp neşret­miş ve Hanefi mezhebini dünyanın her tarafına yaymış­tır" demiştir.

İmam Muhammed'in eserleri Hanefi mezhebinin asıl kaynakları sayılır. Fakihler bu eserlere şerh ve haşiye yazarak önem vermişlerdir.

İmam Muhammed'in en önemli kitapları şunlardır: l)el-Camiu'l-Kebir

2) el-Camiu'1-Sağir

3) es-Siyerü'1-Kebir

4) es-Siyerü'1-Sağir

5) ez-Ziyâdat

6) el-Asi (el-Mebsut)

Ebu Hanife'nin meşhur talebelerinden biride Züfer b. Hüzeyl'dir ki, bu zat önce hadisçilerdendi. Sonra içtihada ağırlık verdi ve kıyasda mahir oldu.

İbn-i Haldun Ebu Hanife'nin mezhebinin yayıldığı yerleri şöyle açıklamıştır: Bugün Ebu Hanife'yi Irak halkı, Hind, Çin, Maveraunnehir, ve tüm Arap olmayan memleketlerdeki müslümanlar taklid etmektedir. Onun mezhebi daha çok Irakta ve Daru's-Selam olan Bağdat'ta hakim durumda idi. Talebeleri Abbasi halifelerinin dostları idi. Bunun için te'lif ettikleri eserleri ve Şafıilerle yaptıkları münazaraların sayısı fazla ve ihtilaf konusu hususlardaki mübahasaları güzel olmuştu. Bunun netice­sinde hoş bir ilim ve garip fikirler ortaya çıkmıştır.

Osmanlılar Hanefi Mezhebinde oldukları için hüküm­ler yalnız Hanefi Mezhebine göre uygulanıyordu. İşte bu, Osmanlıların hakim olduğu islam ülkelerinde Hanefi Mezhebinin yayılmasına ve öğrenilmesine yardım etti. İslam ülkelerinin çoğunda iş böyle devam etti. Ancak ahval-i şahsiye de, vakıf, miras, vasiyet gibi konularda diğer mezheplere göre de hüküm veriliyordu. Bu gün yalnız bu konularda İslam Şeriatının ahkamına göre hüküm verme baki kalmıştır. [161]

 

İmam Malik Ve Asrı

 

İmam  Maîik'in  asrı,  İmam  Ebu  Hanife'nin  asrına benziyor. Ancak İmam Malik Abbasi Devletinin uzun bir

dönemine yetişmiştir. İmam Malik, Emevi Hükümdarı, Velid b. Abdülmelik zamanında Medine'de dünya'ya gelmiş, Abbasi Hükümdarı Harun Reşid zamanında vefat etmiştir.

İmam Malik, Emevilerden Mervan oğullarının devleti ele geçirdiği zamanı ve Emevi devletinin yıkılıp onun enkazı üzerine Abbasi devletinin kurulduğunu, Halife mehdi'nİn Iraktaki zındıklara karşı tutumunu, onların batıl inançlarını yok etmek için âlimlerden yardım istediğini görmüş, İran, Hİnd ve Roma Medeniyetlerini İslam potasında eriterek, en yüksek noktaya ulaşan Abbasi Medeniyetine yetişmiştir.

İmam Malik'in Emevi döneminde yaşadığı (40) sene içinde aklı, düşünceleri ve görüşleri olgunlaşmıştır.

Abbasi devri, tam kemale ermiş olan İmam Malik'in eser vermeye, ilminden istifade edilmeye, arkadaşlarıyla fikir alış verişinde bulunmaya ve talebelerin etrafında kümelenmeye başladığı dönemidir.

İmam Malik, Emevi devletine, fitne ateşi sönüp istikra­ra kavuştuğu dönemde yetişmiştir. Ancak kendisine daha önceki fitne haberleri nakledilmiştir.

İmam Malik, Haricilerin Ebu Hamza kumandasında Medine'yi kuşattıklarında, onların kötülüklerini, insanlara yaptıkları eziyetleri, birçok masum İnsanların kanlarını döktüklerini görmüş. Haricilerin bu davranışları İmam Malik'in onlara karşı olan nefretini daha da artırmıştır.

İmam Malik idarecilere karşı her türlü baş kaldırmayı kınıyor, idarecilerin düzelmesini idare olunanların düzelmesine bağlı görüyordu.

Sakin tabiatlı bir fakih olan İmam Malik, hayatın dü­zenli olmasını istiyor. Bazı âlimlerin Emeviler'in yaptık­ları işleri inkar ederek onlara karşı tavır aldıkları gibi, tavır almıyordu.

İmam Malik, Abbasi idaresinin ihtidasında kanlı olay­lara kızıyordu. İşler istikrara kavuştuktan sonra yine sessizliğe döndü, âlimler ile bağlantı kurmayı seven Abbasi oğullan. İmam Malik ile de bağlantı kurdular ve onun nasihatinden istifade ettiler.

İmam Malik'in asrında batıda Endülüs'e (ispanya'ya), Doğuda Hindistan'a kadar genişlemiş olan İslam devleti­ne değinmeden geçemeyiz. Şehirleri mamur, ilmi hareketi 'genişlemiş, ticareti canlı, ziraat ve sanayii yönünden kalkınmış bulunuyordu. İşte bunların fıkhın gelişmesinde büyük tesiri olmuş, çeşitli milletlerin kültürlerinden etkilenmiş, fakat İslam bunları kendi potasında eritmiştir. Hadiseler çoğalmış yeni yeni meseleler ortaya çıkmış, âlimler her meselenin hükmünü açıklamışlardır.

Hicret yurdu Medine'de oturan İmam Malik zaman zaman çeşitli ülkelerden Mescid-i Nebevi'yi ziyarete gelen Müslümanlarla görüşüyordu. İmam Malik'in asrının en belirgin örneği, birbirine zıt inançların ve birbiriyle çarpışan görüşlerin, Ebu Hanife asrında açıklandığı üzere- tercüme hareketinin peşinden İslami fikirden kaynaklanan fikir hareketi ile Yunan, İran, Hİnd felsefesinin karşı karşıya gelmesidir. Şu kadar var ki, Ebu Hanife, zıd olan fikirlerin çarpıştığı yer olan Irak'ta bulunuyordu. Bu fikirlerden doğrudan doğruya etkilendi. İmam Malik ise, bu fikri tartışmalardan uzak olan Medine'de yaşıyordu. Bu fikri tartışmalar onun bulundu­ğu yerde revaç bulmamıştı, onun bulunduğu yerde Kitap ve Sünnet ilmi revaçta idi. Bu yüzden İmam Malik bu fıikirlerden etkilenmedi.

Medine'de "Yedi Fakih" diye bilinen ilk fıkıh medre­sesi bulunuyordu. İmam Malik ilmini bu medresenin talebelerinden öğrendi. Bu Medresenin talebeleri, fitneden korunmak için rivayeti tercih ediyorlar, mecbur kalmadıkça rey'e baş vurmuyorlardı. Bunun tersine olarak Ebu Hanife'nin hocaları Irakta ki "Ehl-i Rey" medresesinin hocalarından idi ki, bunlar olmamış mesele­leri olmuş gibi farz ederek bunların hükümlerini kendi reylerine göre veriyorlardı. Bununla beraber o asırdaki müctehidler birbirleriyle ilim alış verişlerinde bulunduk­ları için İmam Malik'in fıkhında da rey yerini almıştır.

Ebu Hanife'nin talebelerinden İmam Muhammed önce İmam Sevri'den sonrada üç yıl hiç ayrılmadan İmam Malik'den hadis tahsil etmiş, bu arada İmam Malik'de ondan Ebu Hanife'nin fıkhının çeşitli meseleleri hakkın­daki görüşlerini öğrenmiştir.

Medine'nin sakin atmosferinde yaşayan İmam Malik, kendisini Şia, Havaric, Kaderiyye, Cehmiyye, Mürcie gibi Ehl-i Ehvân'ın neredeyse Müslümanların zihinlerini dinin hakikatinden alıkoyan ve yıkıcı rüzgarından kendini koruyabilmiştir. [162]

 

İmam Malik'in Hayatı (Hicri 93-179)

 

İmam Malik'in doğmuş olduğu sene hakkında âlimler ihtilaf etmişlerdir. Bu görüşlerden meşhur olan görüşe göre, hicretin (93) yılında Medine'de dünya'ya gelmiştir.

Medine Resülullâh (s.a.v.) m, Sahabe'nin ve Tabiin'in eserleri bol olan bir ilim beşiği idi. Müslümanların inancında Medine nin müstesna bir yeri vardı. İmam Malik Medine'nin bu mevkiini korudu. Medine'nin bu durumu İmam Malik'in fıkhında tesirini gösterdi.

İmam Malik Medine halkının amelini, hüküm çıkardığı delillerden bir delil sayıyordu.

Yemenli Ziasbah kabilesinden olan İmam Malik silsi­lesi şöyledir; Malik b. Enes b. Malik b. Ebu Âmir el-Asbahi'dir. Aslen Arap'dır. Siyer sahibi Muhammed b. İshak onun Teym Kabilesinin azadlılarından olduğunu iddia etmiştir. Fakat bu iddia doğru değildir. Ancak İmam Malik'in dedesi ile Beni Teym kabilesinden Abdurrahman b. Osman b. Abdullah arasında Hilf antlaşması yapılmış, vela değil. Hilf antlaşması, hür Araplar arasında yapılır. Vela (dostluk) antlaşması ise Araplar ile azadlılar arasında yapılır. İmam Malik'in büyük dedesi Ebu Âmir, Resülullâh (s.a.v.) m hayatında Bedir gazasından sonra Medine'ye gelip yerleşmiş ve Resülullâh(s.a.v.) in ashabından olmuş, Bedir gazasından başka bütün gazalara katılmış, Teym kabilesinden evlenmiş, daha sonra Teym kabilesi ile kavga ve barış zamanlarında birbirlerine yardım yapma dostluğu korunmuş, birbirlerinin yardım müttefiki olmuşlardır. Ebu Âmir'in oğlu Ebu Enes Tabiin'in büyüklerindendir. İmam Malik'in nesebi hakkındaki bu rivayet rivayetlerin en sağlamıdır.

İmam Malik ilim ocağında, ilim şehrinde, hicret yur­dunda, sünnetin kaynağında, âlimlerin merkezinde, Resülullâh (s.a.v.) dan, Sahabeden, Tabiin'den nakledilen fetvaların vatanında yetişmiştir.

İmam Malik küçük yaşta iken Kur'an-ı Kerim'i hıf­zetmiş, sonra hadis ezberlemeye yönelmiş, genç bir talebe iken âlimlerin meclislerine gidip gelmiş, fakat bunun yanında asrında ki bu âlimlerden biri olan Abdurrahman b. Hürmüz'e devam etmiş. Onun yanından hiç ayrılma­mıştır.

İmam Malik'den rivayet edilmiştir, demiştirki: "Benim İbn-i Şihab'ın yaşında bir kardeşim vardı. Bir gün babamız bize bir mesele sordu. Kardeşim doğru cevap verdi, ben cevapta yanıldım. Bunun üzerine babam bana şöyle dedi: "Güvercinlerle oynamak seni ilim öğrenmek­ten alıkoydu" buna canım sıkıldı. Abdurrahman b. Hürmüz'e devama başladım. Yedi yıl yalnız ondan okudum. Başka âlime okumaya gitmedim. Yanıma hurma alırdım, hocamın çocuklarına verir ve onlara "Eğer birisi hocayı soracak olursa meşgul deyin" diye tenbih ederdim. Bir gün Abdurrahman b. Hürmüz cariyesine "Kapıda kim var" diye sormuş. Cariye de kapıda Malik'i görmüş dönüp "Kapıda o kumral genç var" demiş. Bunun üzerine Abdurrahman b. Hürmüz: "Onu çağır, o İnsanların en âlimidir" demiş.

Öyle anlaşılıyor ki, Abdurrahman b. Hürmüz yalnız kendisine devam ettiği müddet içinde İmam Malik'de derin bir tesir bırakmıştır.

1)  İmam Malik Abdullah b. Ömer'in azatlısı Nafı'de aradığını bulmuş. Onun meclisine devam etmiş ve ondan da çok ilim öğrenmiştir.

2) İmam Malik İlmi kudreti arttıktan, zabt ve ezberle­mekte  meşhur olduktan  sonra  İbn-i   Şihab'dan  Hadis öğrenmiştir.    "Rabiatür-Rey"   diye   bilinen   Rabia   b. Abdurrahman'dan fıkıh okumuştur. Bu zat İmam Malik'i çok takdir eder, İmam Malik'le birlikte Zühri nin dersine gider ve derste bir arkadaş gibi onun yanına otururdu.

İmam Malik'den rivayet edilmiştir demiştirki: "Zühri bize yakın bir yere geldi. Rabia yanımızda olduğu halde ona gittik. Bize kırktan fazla hadis-i şerif anlattı. Ertesi gün yanına vardığımızda "Yazdıklarınıza bakınki size hadis rivayet edeyim dün anlattıklarıma baktınız mı, bellediniz mi?" diye sordu. Rabia da "Dün rivayet ettiklerini sana tekrarlayacak biri vardır" dedi. Zühri: "Kim o" diye sordu. Rabia'da: "İbn-i Ebu Âmir (yani Malik)" dedi. O da: "Anlat bakalım" dedi. Bende dünkü hadislerden kırk hadisi tekrarladım. Bunun üzerine Zühri: "Benden başka bunları ezberleyecek bir kimse kalmadı sanırdım" dedi.

İmam Malik Neccar oğullarından Yahya Said-i Ensari'den de ilim okumuştur. Bu zat Yedi fakihden okumuş. Medine kadısı ve fıkıh da hüccet (sözü delil olarak kabul edilen) idi.

İmam Malik hadis, eser ve fıkıh Öğrenmeyi tamamla­yınca Mescid-i Nebev-i de bir ders halkası kurarak ders okutmaya ve fetva vermeye başladı. Kendisine fıkıh öğrenmek ve fetva sormak için talebeler geldiler. İmam Malik ders okutmaya başladığı zaman güvenilir bir mevkiye sahip bulunuyordu.

Menakıb yazarları aşırı giderek İmam Malik'in onyedi yaşında ders okutmaya başladığını zikretmişlerdir. Rivayet-lerde bildirildiğine göre, İmam Malik hocaların­dan bir çoklanyla istişare ettikten sonra ders okutmaya ve fetva vermeye başlamıştır. Fakat bu sırada onun kaç yaşında olduğu tam olarak bilinmese de yedi sene hocası

Abdurrah-man'a  devam  etmesinden  o  sırada  on  yedi yaşında değil olgunluk çağında olduğu anlaşılmaktadır[163]

 

İmam Malik'in Yaşayışı Ve Geçim Kaynağı

 

İmam Malik'in yaşayışı sade idi. Geçimini ticaretle sağlıyordu

Kardeşi Nadr buğday ticareti yapıyordu. İmam Ma-lik'de ticarette ona ortaktı. Kendilerini yalnız üme verentalebelerin hayatı hep böyledir. İmam Malik dersinde vakar ve ciddiyet sahibi olup lüzumsuz laflardan tamamen uzak kalırdı.

İmam Malik "İlim tahsil etmek isteyenlere vakarlı, ciddiyetli, haşyetli, olmak gerekir" derdi. Yine İmam Malik "Gülmemek sadece tebessüm etntek, âlimin uyması gereken âdabdandır" derdi.

Vakidi İmam Malik'in ders meclisini şöyle anlatır: "Onun meclisi vekar ve ilim meclisi idi. O heybetli ve şerefli bir zattı, onun meclisinde münakaşa gürültü falan olmaz, kimse yüksek sesle konuşmazdı. Bir şey sorulupda sorana cevap verdimi ona: "Bu nereden" diye sormazdı."

Medine'ye Mescid-i Nebevi yi ziyaret için gelenler fetva sormak için İmam Malik'in kapısının önünde kalabalıklaşınca gurup gurup içeri girmelerine izin verirdi.

Alimler, İmam Malik'in hadiste İmam olması, rivaye­tinin güvenilir olması hususunda ittifak etmişlerdir, âlimlerin bazısı: "Senedlerİn en sahihi, Malik'in Nafı'den, Nafı'nin de İbn-i Ömer den rivayeti, sonra Malik'in Zühri'den, Zühri'nin Salim'den, Salim'in de İbn-i Ömer den rivayeti, sonra Malik'in Ebuz-Zinad'dan, Ebuz-Zinad'ın A'rec'den, A'rec'inde Ebu Hüreyre'den rivayet­leridir" demişlerdir. [164]

 

İmam Malik'e İşkence Yapılması

 

Tarihçiler hicretin (146) yılında İmam Malik'e kırbaç vurmakla işkence yapıldığını hatta kolu çekilmek sureti ile omuzundan çıkarıldığını zikretmişler. Fakat bu yapılan işkencenin sebebi hakkında ihtilaf etmişlerdir.

Tercih edilen sebebe göre, İmam Malik Hz. Hasan'ın torunu Muhammed (Nefs-i Zekiyye) Medine'de Abbasi-lere karşı ayaklandığı sırada "Bir kimseye zorla karısı boşattırılsa, boş olmaz" hadisi şerifini rivayet etmiş olmasıdır. Halife Mansur, İmam Malik'in bu hadisi şerifi rivayet etmesini yasaklamış, fakat İmam Malik dinleme­miştir. Hariciler bu hadisi şerifi istismar etmişlerdir. İmam Malik'in aleyhinde çalışan fitneciler çalışmışlar sonunda Medine valisi bulunan Cafer b. Süleyman, İmam Malik'e dayak attırmıştır.

Medine halkı İmamlarına ve fakihlerine böyle kötü muamele yapıldığını görünce Abbasilere ve valilerine gücenmişler kızmışlardır. Çünkü işkence haksız yere yapılmıştı. Halife Mansur hatasını anlamış, Hacc için Hicaza geldiğinde bir elçi göndererek İmam Malik'den Özür dilemiş görüşmek istemiş, halife Mansur'un ona saygısını ve İmam Malik'in de hoş görüşünü İmam Malik'in dilinden dinleyelim: "Halife Mansur'un yanına girdiğimde bana şöyle dedi: "Vallahi, olan o işi ne emrettim ne de haberim var. İşkence yapanın Medine'den Irak'a getirilmesini, dar bir yere hapsedilmesini emrettim.

Sana yaptıklarının kat kat fazla cezasını ona vereceğim" Bunun üzerine ben: "Resülullâh (s.a.v.) a ve size yakınlığı dolayısı ile onu bağışladım" dedim. Halife Mansur da: " Allah sizi de af ve mağfiret buyursun" dedi."

İmam Malik'in ilimdeki üstünlüğü inkar edilemez. Abdurrahman b. Mehdi: 'Kendilerine uyulacak hadis İmamları dörttür: Küfe'de Süfyan'ı Sevri, Hicazda İmam Malik, Samda Evzai, Basra da Hammad b. Zeyd dir, dedikten sonra Sevri, Evzai ve İmam Malik'in arasında bir karşılaştırma yaparak: "Sevri hadiste İmamdır, fakat sünnette imam değildir. Evzai sünnette İmamdır ama hadiste İmam değildir. İmam Malik ise her ikisinde de İmamdır" demiştir.

İmam Malik'in çağındaki âlimler ile yazışma ve mek­tuplaşma yoluyla ilmi tartışmaları vardır. Fıkıh tarihinde İmam Malik ile Leys b. Sa'd arasındaki yazışma meşhur­dur.

Kendilerine güvenilir âlimlerden bazıları, Resülullâh (s.a.v.) dan şu hadisi şerifi naklederler: "Öyle zaman gelecek ki insanlar ilim tahsil yolunda develeri yoracak­lar, fakat Medine âliminden daha iyi âlim bulamayacak­lar" (Tirmizi bu hadisi şerifi ilim bahsinde rivayet etmiş ve bu hadisi şerif hasendir demiştir.)

Abdurrezzak: "Tirmizi'de rivayet edilen bu hadisi şerifteki âlim Enes b. Malik'tir" demiştir.

İbn-i Cüreyc de: "Bu hadisi şerifte zikredilen âlim Enes b. Malik'tir" demiştir.

Bu hadisi şerif genel olarak hem İmam Malik'i hem de diğer âlimleri kapsamaktadır. Ancak İmam Malik, diğer âlimlerin yaptığı gibi ilim öğrenmek için Medine'den başka hiçbir yere gitmemiştir. Çünkü İmam Maük, diğer âlimlerin inandığı gibi ilmin ancak Medine halkının ilmi olduğuna inanıyordu. [165]

 

İmam Malik'in Medine'den Mısırdaki Leys B. Sa'd'a Yazdığı Mektubu:

 

"Malik b. Enes den, Leys b. Sa'd'a Allah'ın selamı üzerinize olsun. Ben kendisinden başka ilah olmayan Allah'a hamd ederim.

Bundan sonra Allah bizi de sizi de gizli ve aşikare taatıyla korusun. Bizi de sizi de her türlü kötülüklerden esirgesin. Allah seni rahmetinde daim kılsın.

Bilesin ki bana gelen haberlere göre bizim bu memle­ketteki halkın amel ettiği şeylere aykırı olarak insanlara çeşitli fetvalar veriyormuşsun. Sen emanet ve fazilet sahibi oluşuna, memleketindekilerin yanında olan mevkiine, senin yanındakilerin sana olan ihtiyacına ve senin söylediklerine itaat etmelerine göre kendini tehlike­ye atmaktan sakınmalısın ve uyduğun takdirde seni kurtuluşa götürecek şeylere bağlı kalmalısın. Çünkü Allah Teâlâ kitabında şöyle buyurmuştur: "Muhacirlerle Ensardan birinci dereceyi kazananlar" (Tevbe sûresi: 100). Yine Allah Teâlâ: "o halde sözü dinleyip en güzeline uyan kullarımı müjdele.." (Zümer sûresi:17-18) diye buyurmuştur. İnsanlar Medine halkına tabidirler, çünkü hicret oraya yapılmış, Kur'an orada nazil olmuş, helal ve haram orada bildirilmiştir. Ayrıca Resülullâh (s.a.v.) orada idi. Onlar vahye Kur'an'ın inişine şahid oluyorlardı. Resülullâh (s.a.v.) onlara emir veriyor onlarda buna uyuyorlardı. Allah Onun vefatını dileyerek ona kendi katmdakini tercih edinceye kadar o, onlara sünnetlerini anlatıyor, onlarda buna tabi oluyorlardı. Allah'ın salât ve selâmı, rahmeti ve bereketleri onun üzerine olsun.

Resülullâh(s.a.v.) den sonra ümmeti içinde insanların ona en çok bağlı olanlarından iş başına geçenler yeni olaylarla karşılaşmışlar, bunlardan bildiklerini hemen uygulamışlar, bilmediklerini sormuşlar, ictihadlarında ve ilk zamanlarında kuvvetli bulduklarını almışlar eğer birisi onlara muhalefet ederek daha kuvvetli ve daha üstün-bir şey söylemişse kendi görüşlerini bırakıp onunla amel etmişlerdir. Bunlardan sonra Tabiiler aynı yola gitmişler ve aynı adet ve usullere uymuşlardır. Bir iş Medine de mevcut ve ona göre amel ediliyorsa hiç kimsenin bunun tersine hareket etmesini uygun bulmam. Çünkü alıp götürülmesi ve sahip çıkılması imkarfsız olan o miras bunların elindedir. Diğer şehirlerin insanları: Bu amel bizim memleketimizde vardır geçmişlerimiz buna uymuşlardır deseler bunda onlar güvenilecek bir kaynak olmazlar. Medine halkı için caiz olan şey onlar için caiz olmaz.

Sen - Allah seni rahmetinde daim etsin - kendin için benim yazdıklarıma bak, bil ki ben sana yazdığımda bunda ancak bir olan Allah için nasihati seni gözetip esirgemeyi istedim. Mektubuma buna göre değerini ver. Sen bilirsin ki, ben sana nasihatta hiç kusur etmedim Allah bizi de seni de her işte her zaman kendi ve Resulü­nün taatında muvaffak kılsın. Selâm Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerine olsun"

Leys b. Sa'd İmam Malik'e uzun bir mektupla cevap vermiş mektubunda onu övdükten sonra sahabenin çeşitliülkelere dağılmış olduklarını birçok şey hakkındaki, fetvalarında ihtilafa düşmüş oldukları gibi tabiinin de ve onlardan sonrakilerin de birçok şey hakkında ki fetvala­rında ihtilafa düşmüş olduklarını birçok misallerle açıklamış ve bu fetvalarında Medine halkına muhalefette bulunmuş olduklarını zikretmiştir. [166]

 

Muvatta

 

İmam Malik İslamda Hicaz ehli hadislerini sahabe ve tabiin fetvalarını ilk toplayıp yazar olarak bilinmektedir.

İmam Malik'e her ne kadar bir çok eser nisbet edilmiş ise de en meşhur eseri ilk te'lif edilmiş olarak bilinen "Muvatta" isimli kitabıdır.

Kadı îyaz demiştir kİ: İmam Malik'in Muvatta'dan başka diğer ilimlere aid eserleride vardır. Çoğu sahih senedle ondan rivayet edilmiştir. Fakat Muvattadan başkası şöhret bulmamıştır. Diğer eserlerini ondan onun adına yazan talebeleri veya talebelerinden biri rivayet etmiş olup hepsi rivayet etmemiştir. Bunlardan en meşhuru İbn-i Vehbe "Kader" hakkında yazdığı risalesi-dir ki bunda Kaderiyyeyi reddeder. Bu konuda en faydalı bir kitap olup onun geniş ilmini göstermektedir. İbn-i Vehb yoluyla sahih senedle nakledilmiştir.

Nücûm'a, deveranı zaman hesabına, menazili kamere dair eserleri de vardır. Menazili Kamer cidden faydalı iyi bir eserdir. Bu konuda insanlar ona itimad etmişler onu temel eser saymışlardır. Bunu rivayet eden Sahnün der ki, bunu Abdullah b. Nafı'den dinledim ve naklettim.

Garibül Kur'an tefsiri adlı bîr kitabı da vardır. Onuda Halid b. Abdurrahman Mahzumi rivayet eder. Kitabı sürür da ona nisbet edilir, ravisi İbn-i Kasım'dır.

Halife Harun Reşide yazdığı Âdabı Muaşeret ve öğüt­ler hakkında bir risaleside vardır.

Bunlardan başka eserleri de vardır. Bu eserlerin İmam Malik'e nisbeti tartışma konusu edilmiştir. Fakat ona nİsbeti kabul eden görüş tercihe lâyıktır. İmam Malik'e nisbetinde şüphe edilmeyen kitap "Muvatta" isimli eseridir. Bu eser her tarafa yayılmış nesilden nesile ulaşmış elden ele dolaşmış ve günümüze kadar gelmiştir.

İmam Malik'den önce her ne kadar hadisler sahabe ve tabiinin sözleri toplanıp yazılmaya başlamışsada Muvatta hadis ve fıkıha dair yazılan ilk kitap sayılır.

İmam Malik "Muvatta" isimli eserinde Muhammed b. Hasan rivayetiyle derki: "Yahya b. Said bize şunu haber verdi. Ömer b. Abdülaziz Medine valisi Ebu Bekir b. Muhammed b. Hazm'a yazılı emir vererek Resülullâh (s.a.v.) in sünnet ve hadislerinden ne varsa onları yaz çünkü ben ilmin yok olmasından âlimlerin gitmesinden korkmaya başladım." Dedi. Fakat hadis ve fıkhı toplayan nesiller tarafından hıfzedilmiş olan ilk eser Muvatta dır. Tarihçilerin zikrettiğine göre İmam Malik Muvatta'ı Halife Ebu Cafer Mansur'un isteği üzerine yazmıştır. Mansur İmam Malik'e: "Ey Ebu Abdullah bir kitap yaz, onda ilmi tek bir ilim haline getir dedi.

İmam Malik ona: "Resülullâh (s.a.v.) in ashabı çeşitli ülkelere dağıldılar herbiri zamanında uygun gördüğü üzere fetva verdi Mekke halkının bir türlü görüşü var, Medine halkının başka türlü görüşü var Irak halkının daha başka türlü görüşü var diye cevap verdi.

Halife Ebu Cafer Mansur Irak halkına gelince ben onların hiçbir görüşünü kabul etmem ilim ancak Medine halkının ilmidir, insanlara ilmi bildiren bir kitap yaz" dedi.

İmam Malik ona: "Irak halkı bizim ilmimize razı ol­mazlar" dedi.

Halife Ebu Cafer Mansur: "onların üzerinde kılıç salla­nır, sırtları kırbaçla okşanır" dedi.

İmam Malik'in talebeleri kendisinden Medine ilmini mükemmel bir şekilde toplayıp yazmasını istedikleri ve bunu gerçekleştirmek için gerekli şartların bulunduğu sırada Halife Ebu Cafer Mansur da bütün şehirlerde verilen hükümlerin tekbir esasa bağlanmasını ve bu konuda hiçbir şehrin diğerinden farklı olmamasını isteyerek İmam Malik'den bir kitap yazmasını istedi. Halifenin bu isteği İmam Malik'in ilmî toplayıp yazma isteğine uygun düştüğü için buna olumlu cevap olarak yazmaya başladı. Fakat Muvatta'in yazılması uzun zaman aldı meşhur rivayete göre, hicretin (159) yılında Halife Mansur öldükten sonra tamamlandı. Mansur'un yerine geçen halife Mehdi de babasının görüşünde idi. Sonra Halife olan Harun Reşit'de aynı görüşte idi. Bunlar hükümlerde kolaylık sağlanması için her şehre Muvatta'dan birer nüsha göndermek ve hükümlerinin ona göre verilmesini istiyorlardı. Fakat İmam Malik bütün şehirlere dağılmış olan âlimlerden her birinin yanında ilim bulunduğu için buna şiddetle karşı çıktı nitekim bu yukarıda zikredilmiştir.

Muvatta bir hadis, sünnet ve fıkıh kitabıdır. Bunu yazarken İmam Malik'in takip ettiği yol: İmam Malik hadisleri   ictihad   ettiği    fıkıh   konularının   içerisinde

zikreder. Sonra Medinelilerin icma' üzere olan amellerini zikreder sonra tabiinin ve fıkıh ehlinden takva sahipleri­nin görüşlerini zikreder. Sonra Medine'de meşhur olan görüşü zikreder bir mesele hakkında kitaptan sünnetten icmadan ve Medine halkının amelinden bir şey bulamazsa hadislerden fetvalardan ve hükümlerden bildiğinin ışığı altında ictihad eder. Muvattaı mütala eden bir kimse bu metodu onda açık olarak bulur. Muvatta birçok kimseler tarafından rivayet edilmiştir. Bu gün elde dolaşan Muvatta'in iki meşhur rivayeti vardır.

1)  Ebu   Hanifenin   talebesi   Muhammed   b.   Hasan Şeybani'nin rivayetidir.

2)  Hicretin (234) senesinde vefat etmiş, Endülüs Ber-beriler den olan Yahya b. Yahya Leysi'nin rivayetidir.

Yahya İmam Malik'in talebelerindendir. Endülüs'ten İmam Malik'in yanına gelmiş, sonra Endülüs'e dönmüş orada İmam Malik'in mezhebini yaymıştır.

Muhammed b. Hasan'ın rivayeti Hindistan'da basıl­mıştır. Bu rivayetin babları ve hadislerinin miktarı Yahya'nın rivayetinden daha azdır. Yahya'nın rivayeti Mısır'da ve Mağrib beldelerinde daha çok tutulmuştur. [167]

 

Müdevvene

 

Bu eser, İmam Malik'in kendisine sorulan meseleleri ve o meselelere vermiş olduğu cevaplan içine almıştır.

Bu eseri talebeleri yazmışlardır. Bu eser "Müdevvene" diye bilinmektedir. Bu eseri ilk yazan hicretin (213.) yılında vefat etmiş Sicilya fatihi Kayravan kadısı Esed b. Furat'dır.   Esed,  Muvatta'ı  İmam  Malik'den  dinlemiş, İmam Malik'e çok soru sorunca İmam Malik ona Irak'a gitmesini tavsiye etmiş, o da Irak'a gitmiş, Irak'ın fakihi Ebu hanife'nin talebesi Muhammed b. Hasan dan Öğrendiği meseleleri yazmış, dönerken Mısır'a uğramış, İmam Malik'in talebesi Abdurrahman b. Kasım'a Irak'ta yazmış olduğu meseleleri sormuş o da meselelere İmam Malik'in görüşüne göre cevap vermiştir. Bu yazdığı eserle Kayravan'a gelmiş, orada Sahnun ondan bu eseri yazmış, bu esere "Esediyye" adı verilmiştir. Sonra Sahnun hicretin (188) senesinde İbn-i Kasım'a gelip bu "Esediyye" ismindeki eseri ona göstermiş, o da o eserdeki meseleleri düzeltmiş ve Sahnun bu eserle Kayravana dönmüş. Sahnun Müdevvene'nin (Esedîyye'nin) mesele­lerinin çoğunu tertibe koymuş, bazı yerlerine İbn-i Vehb'in ve diğerlerinin Muvatta' kitaplarından rivayet ettiği eserleri ilave etmiş, fakat Sahnun bu eserden çok az bir kısmının tertibini tamamlayamamıştır. Bu Müdevvene ismindeki eser İmam Malik'e uyanların yanında Maliki fıkhının esası sayılır. Bu eserin meseleleri otuz altı bin meseleye ulaşır. Hicretin (1323) yılında Mısır'da Matbaa-i Saadet'de sekiz cilt içinde (16) cüz olarak Sahnun'un rivayetiyle "Müdevvene-i Kübra" ismi altında basılmıştır.

Sahnun'un ismi Abdüsselâm'dır. Künyesi Ebu Said'dir. Babasının ismi Said'dir. Sahnun lâkabı'dır. Kayravanda Kadılık yapmıştır. Mağrip'te baş âlim olmuş "Müdevvene" ismindeki kitabı yazmış. Hicretin (160) senesinde dünyaya gelmiş, hicretin (240) senesinde vefat etmiştir. [168]

 

Maliki Mezhebinin Dayandığı Esaslar:

 

İmam Malik'in talebeleri "Muvatta"' kitabını incele­mişler, ondan İmam Malik'in fer'i fıkıh meselelerini çıkardığı esasları şöyle özetlemişlerdir. [169]

 

1) Kur'an-I Kerim

 

İmam Malik Kur'an-ı Kerim'i Şeriat'ı tamamıyla içine alan, dinin direği ve Peygamberliğin delili görüyordu. Kur'an'a cedelcilerin ve münazaracıların gözü ile bakmıyordu.

Kelâmcıların Kur'an, lafız ile mananın toplamından mı veya sadece manadan mı, ibarettir diye daldıkları gibi dalmıyordu. İmam Malik'e göre, Kur'an lafız ile mananın toplamından ibarettir. Nitekim Müslümanlardan kendile­rine itimadedilenler Kur'an'in lafız ile manadan ibaret olduğuna icmâ etmişlerdir. İmam Malik: "Kur'an mah­luktur diyen kimse zındıktır, öldürülmesi vaciptir. Bundan dolayı Kur'an'm tercümesini Kur'an saymıyor, Kur'an'ın mealiyle namaz caiz olmaz. Kur'an'ın tercü­mesi bir tefsirdir veya akılla bilinen vecihlerden bir vecihtir" diyordu.

İmam Malik Kur'an'ın nassına, zahirine ve manasına sarılıyor, hükümlerin illetine yapılan "tenbih" ile de amel ediyordu. [170]

 

2) Sünnet (Hadis)

 

İmam Malik, fıkıhda İmam olduğu gibi, Hadisde de İmam dır. Hadisçiler, İmam Malik'in hadiste İmam olduğuna şahitlik ederler. Hadislerin bazısındaki senedini, senedlerin en sahihi sayarlar. Senedlerine "Silsileyi Zehebiyye = Altın halkaları" adını verirler. İmam Malik, rivayeti (hadisi) kabul ederken çok titiz davranıyordu. Ancak güvenilir ravileri olan mürsel hadisleri kabul ediyordu. "Muvatta"' isimli eserinde, sahabi zikredilme­yen mürsel, sahabeden sonraki tabakada ravi zikredilme­yen munkatı' ve belagat (Malik'in Resülullâh (s.a.v.) den bana şöyle ulaştı dediği) hadislerden çok vardır.

İmam Malik bütün hadislerin senedlerinin muttasıl olmasını şart kılmamış, sahih olduğuna kanaat getirdiği hadisleri almıştır.

İmam Malik ahad hadisleride kabul eder. Ahad hadis­ler, Tabiin ve Tebei Tabiin devirlerinde mütevatir ve meşhur olmayan hadislerdir.

Fakihler, İmam Malik'in kıyası, ahad hadislere tercih etmesinde ihtilaf etmişlerdir. Meşhur olan rivayete göre ahad hadisleri kıyasa tercih ediyordu. [171]

 

3) Medinelilerin Ameli:

 

İmam Malik'egöre, Medine hicret yurdu dur.Kur'ân orda inmiştir, Resülullâh (s.a.v.) ve Sahabesi orada yaşamışlardır. Medineli'ler Kur'an-ı ve ResülullârTın vahyi açıklamasını insanların en iyi bilenleridir. Bu özellikler Medine'lilere mahsustur. Başkalarına değil. Buna   göre   hak   Medineli'lerin   yaptıklarından   dışarı

çıkmaz. Onların ameli hüccet olup kıyasa ve haberi vahide tercih olunur. İmam Malik, Leys b. Sa'd'a yazdığı mektupta şöyle demiştir: "İnsanlar Medine'lilere tabidir­ler, çünkü oraya hicret edilmiş ve orada Kur'an-ı Kerim inmiştir." [172]

 

4) Sahabenin Kavli (Sözü)

 

İmam Malik, Mezhebinde bir mesele hakkında Resülullâh (s.a.v.) dan sahih bir hadis bulamayıp o konuda sahabinin kavli bulunup ona muhalif başka bir sahabinin kavli bulunmazsa, sahabinin kavlini hüccet kabul.-ediyordu. "Muvatta" isimli eserinde sahabe ve tabiin kavilleri pek çok vardır.

Sahabe, Kur'an-ı ve şeriat'ın maksatlarını en iyi bilenlerdir. Çünkü onlar vahiy inerken hazır bulunmuşlardır. Resülullâh (s.a.v.) m mübarek sözlerini dinlemişlerdir. O halde onların sözleri alınmaya daha layıktır. Onların sözleriyle âmm olan deliller tahsis edilir, onların sözleriyle kıyas terkedilir. Fakat İmam Malik Medinelilerin amelini sahabenin kavline tercih ediyordu.

"Müvatta" isimli eserinde rivayet edildiğine göre, Ömer b. Hattab: "Cuma günü minberde secde âyetini okumuş, minberden inip secde yapmış, insanlarda onunla beraber secde yapmışlardır. Başka bir cuma günü yine secde âyetini okumuş, insanlar secde yapmak için hazırlanınca Hz. Ömer: "Yavaş olun! Çünkü Allah secde yapmayı bize farz kılmadı. Biz istersek yaparız" demiş. Secde yapmamış insanlarıda secde yapmaktan menetmiştır.'

Hz. Ömer minberde secde âyetini okuyan hatib'in isterse minberden inip secde yapmasına cevaz veriyordu.

İmam Malik, Hz. Ömer'in bu sözünü: "Hatip minberde secde âyetini okursa minberden İnip secde etmesi lazım değildir" diye yorumlamıştır.

Bir mesele hakkında sahabenin çeşitli kavilleri bulu­nursa, İmam Malik o kavillerden Medinelilerin ameline uygun olanını seçiyordu.

Zeyd b. Sabitten rivayet edildiğine göre Zeyd b. Sabit: "Orta namazı öğle namazıdır" demiştir.

Ali b. Ebi Talip ile Abdullah b. Abbas "Orta namaz, sabah namazıdır" demişlerdir.

İmam Malik: "Hz. Ali ile İbn-i Abbas'ın kavilleri bu konuda bana işittiklerimin en sevimlisidir" demiştir.

Nitekim bir çok sahabiden de: "Orta namaz ikindi namazıdır" diye rivayet edilmiştir. [173]

 

5) Mesâlih-İ Mürsele:

 

Maliki mezhebinin dayandığı esaslardan biride Mesâlih-i Mürseldir.

Maslahat: Menfaat'in elde edilmesi veya zararın gide­rilmesidir.

Mesâlih-i Mürsele: Şeriatta, geçersiz veya muteber sayıldığına dair belirli bir delil bulunmayan maslahatlar­dır. Çünkü şeriatın teklifleri insanlar hakkındaki zaruriyyat olsun veya haciyyat olsun veyahut tahsiniyyat olsun maksatlarını ve maslahatlarını korumaya yöneliktir.

Zaruriyyat: Din ve Dünya Maslahatlarının istikrarlı olarak ayakta kalması, bütün milletlerde var olan beş zaruri maslahatın korunmasına bağlıdır: Din, Can, Nesil, Mal ve Akıl zaruri maslahatlardır. Bütün şeriatlar kollama ve muhafaza tarzları değişik olsada bu zaruri maslahatları gözetmişlerdir ve dikkate almışlardır.

Bu maslahatlar bulunmazsa hayat düzeni bozulur, insanlar arasında karışıklık , işlerinde düzensizlik, dengesizlik hakim olur. Dünyada sıkıntı ve ahirette azap görürler.

Haciyyat: Darlık sıkıntı ve meşakkatin kalkması için insanların muhtaç olduğu şeyler , haci maslahatlardır. Bu maslahatlar bulunmazsa yaşamanın ve hayatın düzeni bozulmaz ise de insanlar zorluk, meşakkat, darlık ve sıkıntıya düşerler. Hacî maslahatların hepsi, insanlardan güçlük ve sıkıntıları kaldırma esasına dayanır.

Tahsiniyyat: Tahsini maslahatlar, insanların hal ve durumlarının sağlam ahlak ve üstün edep üzere olmasını gerektirir. Tahsini maslahatlar olmazsa yaşayış ve hayat düzeni bozulmaz, insanlar meşakkat ve darlık içine düşmezler. Fakat hayatları güzel ahlak, vakar ve haysiyet­li bir yaşayışın gerektirdiği bir yaşayış olmaz. Şeriatın maksatlarının Zaruriyyat, haciyyat, tahsiniyyat olduğunu bildiren kitapda ve sünnette sayısız deliller vardır.

Bundan dolayı İmam Malik, mesalih'i mürseleyi hüc­cet olarak benimse- mistir.

Araştırmacılardan bazıları Mesalih-i Mürselenin delil olmasını Maliki mezhebinin özelliklerinden saymışlardır.

Şatıbi "el-1'tlsam" da şu bilgiyi vermektedir. İmam Malik, Mesalih-i mürseleyi bir asıl delil olarak almada

başkalarına tabi olan bir fakîhdir. Yeni bir şey çıkarmış değildir, bid'atcı değildir:

a)  Baktı ki, Resülullâh (SAV) in ashab-ı kiramı onun zamanı saadetlerinde olmayan bir takım şeyler yapmışlar, mesela: Kur'an-ı Kerimi bir Mushaf halinde topladılar, çünkü maslahat bunu gerektirdi.

Hafızların ölmeleriyle Kur'an'ın bir kısmının unutul­masından korktular. İrtidat (dinden çıkma) hareketlerin­den çok sayıda hafızların öldüğünü görünce Hz.Omer endişelendi, halife Hz.Ebu Bekir'e mushaf halinde toplanmasını söyledi. Sahabe bunu kabul ve tasvip ettiler ve mushaf yazıldı.

b) Resülullâh (SAV) den sonra yine ashab-ı kiram içki içene  seksen  değnek had  cezası  olarak vurulmasında ittifak ettiler. Bunda Mesalih-i mürsele deliline dayandı­lar. Baktılar ki, içki hezeyan yaptırarak namuslu kadınlara iftiraya, laf atmaya sebeb oluyor. İftira cezası verildi.

c) Hulefa-i Raşidin, terziler gibi sanat erbabının yanına bırakılan  mallara yaptıkları  zararı  ödemelerine  ittifak etmişlerdir.     Aslında     o     mallar     onların     yanında emanetsayılır.  Emanet  ödettirilmez.  Fakat baktılar ki, eğer ödettirilmezse insanların mallarını korumada gevşek davranacaklar. Ellerindeki emanet malı korumada dikkatli olsunlar diye Ödettirilir. Hz. Ali şöyle demiştir. "Sanat erbabı buna layık oldu..."

d) Rivayete göre Hz.Ömer su karıştırılmış olan sütleri dökmüştür. Bu konuda hiçbir delil olmadığı halde Hz. Ömer, bu işi hileyi önlemek ve hile yapanı cezalandırmak için   yapmıştır.   Halkı   aldatmayı   Önlemekte   umumun maslahatı olduğu için fertleri cezalandırmıştır.

Sahabenin fakihlerinin bıraktığı bu zengin fıkıh serveti, İmam Mâlik'e ışık tuttu. O da onların yoluna koyuldu. Gerek umumi, gerekse hususi meselelerde vermiş olduğu fetvalarda ve hükümlerde maslahatı gözetmiştir.

Maslahatı gözettiğinin delilIeri:İmam Malik: "Safrana hile karıştıran kimsenin elinden safranı alınır. Az olsun, çok olsun fakirlere tasadduk edilir" diye fetva vermiştir. Bu fetvayı -Hz.Ömer gibi- halkı korumak için vermiştir.

Yine İmam Malik, umumi maslahatı gözeterek insanla­rın, işlerinin bozulmasından ve asayişin sağlanamamasın­dan korkulduğu zaman bir kimsenin kendisinden daha üstün bir zat varken devlet başkanı seçilmesine fetva vermiştir. [174]

 

6) Kıyas

 

İmam Malik, bir meselenin hükmü hakkında kitapda, sünnette, sahabi sözünde, Medine halkının icmainda bir delil bulamadığı zaman ictihad ediyor ve içtihadında kıyası kullanıyordu:

"Muvatta" da şu bilgi verilmektedir: İmam Malik'e: "Hayızı kesilen bir kadın yıkanmak için su bulamayınca teyemmüm edebilir mi?" diye sorulmuş o da: "Evet teyemmüm eder, çünkü o kadının hali, cünübün haline benzer. Cünüb su bulamayınca teyemmüm eder" diye cevap vermiştir.

İmam Malik burada hayızı kesilen kadını, cünübe kıyas etmiştir. Su bulamayan cünübün teyemmüm etmesi âyet-i kerime ile sabittir. Nitekim Teâlâ Hazretleri: "Veya kadınlara dokunmuş (cinsi yakınlıkta bulunmuş) iseniz bu

hallerde su bulamadığınız takdirde temiz toprakla teyemmüm edin." [Maide süresi: 6] buyurmuştur. İmam Malik'e göre, bu meselenin kıyas da bir çok benzerleri vardır. [175]

 

7) Sedd-İ Zerâi

 

Zerai; zerianm cem'idir.

Karâfı "el-furük" isimli eserinde "Zeri'a": bir şeye götüren vesile ve yoldur" diye tarif etmiştir. O şey zarar, fayda, söz veya iş olabilir.

Şatıbi "el-Muvafakat" isimli eserinde: "Zeria caiz olan bir işle, caiz olmayan bir işe ulaşmaktır" diye tarif etmiştir.

Zeria'nın manası hakkında yapılan tariflerin hepsi: "Dış görünüşü mubah olan bir işle, yasak olan bir işe ulaşmaktır" şeklindedir.

Sedd-i Zeria' ile kötülüğe götüren yolun kapanması ve önlenmesi murad edilmiştir. Kötülüğe götüren şey -mubah olsa bile -kötülüktür. O halde o şeyden kaçınmak vaciptir. Kötülükleri gidermek faydalan elde etmekten önce gelir.

İmam Malik sedd-i zeria'yı çok kullandığı için bazı alimler sedd-İ zeria'yı onun mezhebinin özelliklerinden saymışlardır.

Şâtib-i "el-i'tisam" da: "İmama Malik sedd-i zeria'yı çok kullanmıştır" demiştir.

İmam Malik'in sedd-i zeria İle amel ettiğinin misalle­rinden bazıları: İmam Malik: "Şevval ayının hilalini tek başına gören bir kimsenin orucuna devam etmesi lazım­dır. Ta ki, fasıklann bunu delil göstererek oruç tutmama­larına yol açmasın" diye fetva vermiştir.

Halife Mansür, İbn-i Zübeyr'in rivayet ettiğine uygun olarak Beytullah'ı İbrahim Aleyhisselam'ın temelleri üzerine inşa etmek isteyince bu konuda İmama Malik ile istişare etti. İmama Malik ona şöyle dedi: "Ey mü'minlerin emiri! Allah için senden Beytullah'ı sonraki hükümdarların oyuncağı haline getirmemeni istiyorum, çünkü hükümdarlardan biri onu değiştirmek istediğinde muhakkak değiştirir, bu değiştirme işi adet haline gelir ve Beytullah'ın heybeti mü'minlerin kalbinden gider diyerek halifeyi bu görüşünden çevirdi"

İmam Malik'in ve talebelerinin Sedd-i Zeria'yı uygu­ladıkları pek çok mesele vardır. Muvatta'i ve Müdevve-ne-i Kübra'yı inceleyen bu meseleleri idrak eder. [176]

 

Mâliki Mezhebinin Gelişmesi Ve Yayılması:

 

Maliki mezhebi iki yolla yayılmıştır:

Biri İmama Malik'in kitabları ile, diğeri talebeleri ile yayılmıştır.

İmamlardan hiçbirinin İmama Malik kadar çok talebesi olduğu bilinmemektedir. Talebeleri cidden çoktu. İmama Malik Medine'de oturuyordu Kabeye gelip hac yaptıktan sonra hacılar ziyaret için Medİneye geliyorlardı böylece ilim ehli onunla görüşüyordu. İslam ülkesinin her tarafından ilim talebeleri oraya geliyorlardı. Bundan dolayı talebelerin sayısı  çoğaldı.  Uzak yerlerde  onun mezhebini götürüp yaydılar. Onlardan sonra da bunların talebeleri bu görevi yaptılar. [177]

 

Maliki Mezhebini Yayanlardan Bazıları Şunlardır:

 

îbn-i Abdü'l-Berr'in zikrettiklerinden başlayalım: [178]

 

A) Abdullah B. Vehb (H.125-197)

 

Abdullah aslen Berberi'dir. Kureyş'in azadlı kölelerin-dendir. (20) yıl kadar İmam Malik'in yanında bulundu, ona devam etti, onun fıkhını Mısır'da yaydı. O yalnız İmam Malikden ders almadı. Zühri'nin talebelerinin çoğundan okudu. Mısır, Hicaz ve Irak'ta (400) den fazla hadis üstadından hadis aldı. İmam Malik onu sever ve sayardı. Onun azarlanmasından İbn-i Vehb'den başka kurtulan yoktur. Ona fakih unvanı verirdi. Maliki mezhe­bini Mısır'da, Afrika'da yayanlardan biri odur. İbn-i Vehb'in değerli ve faydalı bir çok kitapları vardır. Otuz kitap kadar İmam Malikten dinledikleri tutar. [179]

 

B) Abdurrahman B. Kasım (H.128-191)

 

Abdurrahman  İmam  Malik'in  seçkin talebelerinden olup Maliki mezhe- binin kurulup, yazılmasında büyük tesiri   olmuştur.   Sahnun'un  müracaatı   üzerine  yazdığı meseleler Maliki mezhebinde esas sayılır.

Muhammed b. Hasan'ın yazdıkları hanefı mezhebinde esas olduğu gibi, her ikiside birbirine çok benzerler, her ikiside mezhebinin İmamının ravisi ve nakilidirler. İbn-i Kasım ictihad sahibidir, üstadı İmam Malik'e muhalif olduğu görüşleri vardır. O rey' yanlısıdır derler. O salih hayırlı bir zattır. [180]

 

C) Eşheb B. Abdülaziz. Kays Amiri (H.140-204)

 

 

Eşheb, baştan Leys b. Sa'd'dan, Yahya b. Eyyüb'den ve İbn-i Ley-hiya'dan ders aldı. İmam Malik'e yıllarca devam etti, fıkıhta onda yetişti, onun fıkhını nakledenler­den biridir. Eşheb, Abdurrahman b. Kasım'ın ilimde dengi idi. Eşheb'inde Müdevvenesi vardır. Bu eserinde İmam Malik'in fıkhını rivayet etmiştir. Buna 4CMüdevve-ne-i Eşheb" denir.

Bu Müdevvene Sahnun'un Müdevvenesinden başkadır. [181]

 

D) Esed B. Furat B. Sinan (H. 145-212)

 

Esed aslen Horasanlıdır. Babası ile Tunus'a göçtü. Tunus'da büyüyüp yetişmiştir. Kur'an-ı Kerim-i ezberledi . sonra fıkıh okudu, daha sonra doğuya gelerek İmam Malik'den Muvatta'i ve başka derslerini dinledi. Oradan Irak'a geçti. Ebû Yusuf ve Muhammed b. Hasan'la bulıştu. Böylece Esed, Irak fıkhı ile Medine fıkhını birlikte yürüttü.  İmam Malik'in Muvatta'ını  okuduğu gibi, Muhammed b. Hasan'in yazdığı kitapları da okudu. Esed okuduklarını bir kitapta topladı ona "Esediyye" adım verdi. Sahnun'un "Müdevvenesinin" aslı bu "Esediyye"di[182]

 

E) Abdülmelik B. Macişûn Macişûn,  Teymoğulları   Azadlılarındandır.

 

Abdülmelik'in   babası   Abdülaziz'dir.   İmam   Malik'in dostuydu.

Denildi ki Abdülaziz, İmam Malik'den önce "Muvatta" isimli bir eser yazmıştı. Oğlu Abdülmelik, İmam Malik'in seçkin talebelerindendi. İmam Malik'den ve babasından rivayet ederdi. O, fasih ve fakih bir âlimdi. Ölünceye kadar fetva işlerine baktı. Ondan önce babası Abdülaziz bakıyordu.

Bu adı geçen âlimlerden okuyan talebeler, maliki mez­hebini yaymaya devam ettiler. Bunlardan bazıları şunlad[183]

 

A) Abdüsselâm B.Said Sahnun (H.7-240)

 

Sahnun Arab'dır. İmam Malik'in ölümünden önce (9) yaşma basmıştı. Bu yaşta ondan ders alabilirdi. Fakat o zaman Malik ile görüşmek üzere gelecek yol parası yoktu. Onun için İbn-i Kasım'dan, İbn-i Vehb'den, Eşheb'den, İbn-i Macişun'dan ders okudu.Mısırda ve diğer yerlerde ilim öğrenip yetiştikten sonra Mağrib'e döndü. Orada baş âlim oldu. Onun sözüne itimat olunur­du. Maliki fıkhında meşhur olan "Müdevvene"  isimli

eserini yazdı. Muvatta' dan sonra Maliki mezhebinde itimat edilen en önde tutulan kitaplardandır. Müdevvene fıkıhcıların yanında, gramercilerin yanında Sibeveyh'İn kitabı gibi muteberdir. Endülüslü olan İbn-i Rüşd'ün "Müdevvene" hakkındaki görüşü böyledir. [184]

 

B) Abdülmelik B.Habib (H.?-238)

 

Abdülmelik Endülüslü olup, orada tahsil gördükten sonra oradan ayrıldı. İmam Malik'in talebelerinin çoğundan ders aldı. Sonra fakıh ve muhaddis olarak Endülüs'e döndü. Her çeşit ilmi tahsil etmişti. Şöhreti yayıldı bazı âlimlere göre, Müdevvene'den sonra Maliki fıkhının ikinci aslı sayılan "Vadıha"yı yazdı. [185]

 

C) Abdullah B. Abdülhakem ( H.-150-216)

 

Abdullah Mısır'da doğdu. İmam Malik'den Muvatta'yı dinledi. Sonra İbn-i Vehb, İbn-i Kasım ve Eşheb gibi İmam Malik'in birçok talebelerinden rivayet etti. Bu dinlediklerini toplayarak bir kitap yazdı, sonra onu kısaltarak küçük bir kitap haline getirdi. Ebu Bekir Ebheri onları şerh etti.

Kadı İyaz "Medarik" isimli kitabında bu zamana kadar maliki mezhebi şu ülkelere yayılmıştır diye zikretmiştir:

Maliki mezhebi , Hicaz, Basra, Mısır, ondan sonra Afrika ülkelerinde, Endülüs'de, Sicilya'da, Fas'da, Sudan'ın müslüman olan bölgelerinde yayılmış-tır.Bağdat'ta   çok   meydana   çıkmıştı.   (H.400)   yılında zayıfladı. Nişabur'da yayıldı.  Orada ve diğer yerlerde diğer büyük âlimleri ve müderrisleri bulunuyordu. [186]

 

İmam Şafii

 

Ehli rey' (Bağdat) fıkhı ile Ehl-i Hadis (Hicaz) fıkhı arasını birleştiren Safı fıkhı, islam fıkhının gelişmesini temsil eder.

Kitap ve sünneti anlama yollarını zabtetmek, hüküm çıkarmak için sabit esaslar, belli kaideler koymak ve kıyas ölçülerini tayin etmek, suretiyle Usul-ı fıkıh ilmini ilk yazma şerefi İmam Şafii'ye nasıp olmuştur. Çünkü imam Şafii hicret yurdunun imamı, çağında Hicaz ehli medresesinin en büyük âlimi olan İmam Malik'den ders almış, yine Hanefi fıkhını derleyen Muhammed b. Hasan'la buluşmuş, Irak ehlinin fıkhını okumuştur. Bundan dolayı ehl-i rey' ile ehl-i hadis metodlarını islam fıkhında birleştirmiştir.

İmam Şafii'nin Hayatı: (H. 150-204)

İmam Şafii rivayetlerin çoğuna göre, İmam Ebu Hanife'nin vefat ettiği (H.150) senesinde Gazze'de dünyaya gelmiştir. Babası Kureyş kabilesinin Muttalib °guliarındandır.

İmam Şafii'nin şeceresi şöyledir: Muhammed b. İdris b. Abbas b. Osman b. Safı b. Saib b. Ubeyd.b. Abdiyezid b.Haşim b. Muttalib b. Abdimenaf dır.

İmam Şafii'nin soyu, Resülullâh (SAV) in soyu ile Abdimenaf da birleşmektedir.

İmam Ş afi i' nin nesebinin vardığı Muttal ib, Abdimenaf m dört oğlundan biridir. Onlar da şunlardır: 1) Muttalib, 2) Haşim, 3) Abdi Şems, 4) Nevfel.

Muttalib oğullan ile Haşim oğulları cahiliyette de, islamiyette de birbirinden hiç ayrılmamışlardır.

İmam şafıi yetim ve fakir olarak büyümüş, erken üstün kabiliyeti ortaya çıkmış, Kur'an-ı kerimi ezberlemiş, küçük yaştan itibaren Resülullâh (SAV) in hadislerini dinlemeye, yazmaya, toplamaya, ve ezberlemeye yönel­miştir.

Arapçayı düzgün ve mükemmel öğrenmek için çölde Hüzeyl kabilesi arasında kalmıştır.      ,

"Menakıb-ı Şafıi"de Fahreddin Razı ve diğerleri Şafi­i'nin şu sözünü nakletmişlerdir: "Ben Mekke'den çıktım. Çölde Hüzeyl kabilesinin yanma gittim. Bu kabilenin dilini şivesini öğrendim, adetlerini ve tabiatlarını aldım. Bu kabile Arapların dil bakımından en fasihi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım. Mekke'ye dönünce şiir söyle­meye başladım. Edebiyat, hikaye ve haber bilgilerine sahip olmuştum." Hatta Asmai İmam Şafii hakkında: "Hüzeyl kabilesinin şiirlerini Kureyş'den Muhammed b. İdris adındaki bir genç sayesinde düzelttim." Demiştir.

İmam Şafii çölde yaşarken ok atmayı öğrenmiş, iyi bir ok atıcısı olduğu kendisinden nakledilmiştir. Böylece dinde, dilde, binicilikte mükemmel bir eğitim görmüştür. [187]

 

İmam Şafii'nin İlim Tahsil Etmesi Ve İdareci Olması:

 

Şafii, Mekkede'ki fakihlerden ve hadiscilerden okuma­ya başlamış, ilimde yüksek bir mertebeye ulaşmıştı. Sonra fıkıhda, hadisde yüksek bir mertebeye ulaşmış olan İmam Malik'in yanına gitmek istemiş, fakat o Medine'ye Malik'in ilminden habersiz olarak gitmek istememiş, onun Muvatta'ını okuduktan sonra Medine'ye gitmiş. İmam Malik'den fıkıh okumuş. (H.1.79) yılında o büyük İmamın ölümüne kadar ondan ders almaya devam etmiştir.İmam Malik'den ders okumaya devam etmesi, ilim elde etmek için diğer islam beldelerine ve Annesini ziyaret etmek için Mekke'ye gitmesine mani olmamıştır.

İmam Malik-Allâh ondan razı olsun- vefat edince İmam Şafii Mekke'ye dönmüştür. Bu sırada Yemen valisi Hicaza gelmişti. Kureyşlilerden bazıları ona Şafii'yi beraberinde Yemen'e götürmesini tavsiye etmişlerdir. Vali uygun bularak Şafii'yi beraberinde götürmüş, onu Necrana Kadı tayin etmiştir. Bu işte İmam Şafii'nin kabiliyeti ve zekası ortaya çıkmıştır. Orada adalet bayrağını açarak hakkaniyet üzere iş görmüştür. Her zaman ve her yerde olduğu gibi Necran'da da insanlar valilere ve kadılara yaranmağa çalışırlar onlara yakın olmak için yol ararlar. Fakat bu gibiler böyle yaranmak ve yaltaklık suretiyle İmam Şafii'ye yaklaşmaya yol bulamamışlar ve onun adaletine gölge düşürememişlerdir.

İmam Şafii Necrandaki bu vazifesini adaletle sürdürür­ken Yemen'e zalim bir vali gelmişti. Necran'da Yemen vilayetine bağlı olduğundan İmam Şafii onun zulüm ellerini idaresi altındakilere uzanmasına mani olmuştu. Bu valiyi uyarmaya çalışmışdı. Fakat İmam Şafii'nin, zulmüne karşı koyduğu bu valiyi tenkid ederek, böyle hırpalaması valiyi kendi aleyhine harekete geçirmişti.

Abbasiler karşılarında en kuvvetli düşman olarak Hz. Ali ve evlâdlarını görüyorlardı ve onlardan çekiniyorlar-dı. İşte bu zalim vali de Abbasileri bu zayıf noktalarından avlamasını becermiş ve Şafii'yi Ali evlâdlarına taraftar olmakla suçlamıştı. Halife Harun Reşid'e: "Alevilerden dokuz kişi harekete geçti, onlardan biri Muttalip oğulla­rından Şafii denilen adamdır. Bu adam burada oldukça benim ne buyruğum tutuluyor ne de yasam" diye mektup yazmıştı. Bunu üzerine Halife Harun Reşid, Hz.Ali taraftarları olan bu dokuz kişinin Bağdat'a getirilmesine emir vermişti. Rivayetlerden diğerine göre, halife, İmam Şafii'den başkalarını öldürtmüş İmam Şafii hüccetinin kuvvetli ve hanefı fakihi Muhammed b. Hasan'in onu müdafaa etmesi sayesinde kurtulmuştur.

İmam Şafii'nin bu mihneti (sıkıntı çekmesi) (H.184) senesinde olup o tarİhde İmam Şafii (34) yaşma bulunu­yordu. Başına gelen bu bela onun hükümet işleriyle uğraşmaktan el çekip ilme dönmesine sebep olmuştur. Bundan sonra yine kendini ilme vermiş okumuş, okut­muş, ders almış, ders vermiş. İnsanlar için fıkıh'da ebedi eserini meydana getirmiştir.

İmam Şafii Bağdat'ta İmam Muhammed'in yanında misafir olarak kalmış, ondan Irak fıkhını öğrenmiş, onun kitaplarını okumuş, böylece Hicaz fıkhı, Irak fıkhı onda birleşmiş oldu. Yani çoğu nakle dayanan fıkıh ile akla önem veren fıkıh bir arada toplanmıştır. Bu konuda İbn-i Hacer: "Medine'de fıkhı Malik b. Enes temsil ediyordu. Şafii onun yanına gidip derslerine devam etmiştir. Irak'ta da fıkhı İmam Ebu Hanife temsil ediyordu. İmam Şafii

Ebu Hanifenin talebesi Muhammed b. Hasan'dan ders aldı. Böylece o hem rey' taraftarlarının hem de hadis taraftarlarının ilmini kendisinde birleştirmiştir. Bu ilmin kaide ve kurallarını tesbit edecek kadar yüksek bir mevki elde etmiştir. Bu konuda muhalif ve muvafık herkes onun bu mevkiini tanımış, böylece onun ünü her tarafa yayıl­mış, itibarı yükselmiş ve nihayet o hakkıyla imamlık mertebesine ulaşmıştır" demiştir.

İmam Şafii , Bağdat'da kalmasına Muhammed b. Ha-san'ın ders halkasına devam etmesine , ondan nakiller yapmasına, hatta: "Ben Muhammed b.Hasan'dan bir deve yükü ilim aldım hepside ondan duyduklarımdır" demesi­ne rağmen kendisini İmam Malik'in talebelerinden, onun mezhebinin fakihlerinden Muvatta'nm ravilerinden sayardı. Hicaz fıkhını ve onların yolunu müdafaa eder, bu konuda İmam Muhammed'in talebeleriyle münazara yapardı. Hatta İmam Muhammed ile bir şahid ve bir yeminle hüküm vermek meselesinde münazara yapmıştır.

İmam Şafii Irak'tan Mekke'ye dönmüş ve Mekke'de Harem-i şerif de derslerini vermeye başlamıştır. Hac mevsimi gelince büyük âlimlerle buluşuyordu. Nitekim bu sırada Ahmed b. Hanbel'de onunla buluşmuştur. İmam Şafii Mekke'de uzun zaman derslerini vermeye devam etmiştir. Ravilerin zikrettiklerine göre, bu ders verme müddeti dokuz sene sürmüştür. Bu dersleri verme sırasında İmam Şafii'nin ilmi şahsiyeti olgunlaşmış olarak yepyeni bir fıkıh metodu ile ortaya çıkmıştır. Bu yalnız Medine ehlinin ve yalnız Irak ehlinin fıkhı olma­yıp, her ikisinden de alınmış yeni bir fıkıh metodu idi.

İmam Şafii, görüşlerin, düşüncelerin değişik olduğunu görünce hakkı batıldan ayırmak için belli ölçüler, usul

kaideleri koymak zaruri olduğunu anlamıştır. Bu yüzden çalışmalarını Kur'an üzerine yoğunlaştırdı. Onun delalet yollarını araştırdı. Hükümlerini inceledi, nasih ve mensuh her ikisinin özelliklerini tanıdı. Sonra sünneti ele almış, onun sahih olanını çürük olanından ayırmayı, sünnetle istidlal etmeyi, Kur'an-ı Kerime nazaran derecesini tanımıştır. Sonra kitap ve sünnette bulunmayınca hüküm­ler nasıl çıkarılacak ve bu durumda içtihadın usulü ve kaideleri nasıl olacak? Müçtehid için çizilmiş sınırlar nelerdir ki, ictihadda bir yanlışlığa düşmemek için o sınırları aşmasın işte bütün bunları tesbit etmesi gereki­yordu işte İmam Şafii hüküm çıkarmanın usûl ve kaidele­rini yazınca bunları fakihlere göstermek için (H. 195) yılında ikinci defa Bağdat'a gitmiştir. Bu gidişde heybe­sinde kaidelerini, usûlünü, genel esaslar altında zabt ve tesbit etmiş olduğu fer'i meselelerini götürmüştür, âlimler, fakihler ve ehli rey' hepsi onun başına toplanmış­lardır.

İmam Şafii'nin Bağdat'a bu gelişinde usul-u fıkıh ilminin esaslarını ve kaidelerini koymuş olduğu "Kitabü'r-Risale" sini yazmış olduğunu söylerler.

Fahreddin Razi: "Bilmiş ol ki, şafıi -Allah ondan raziolsun- Kitabü'r Risalesini Bağdat'ta iken yazmış Mısıra dönünce onu tekrar yazmıştır Bunların her ikisinde de çok ilim vardır demiştir.

Bazı rivayetlerde zikredildiğine göre Abdurrahman b. Mehdi İmam Şafiî'den kendisi için kitab, sünnet, icma ve kıyas ile istidlalin şartlarını bildiren bir kitap yazmasını istemişti. Bunun üzerine İmam Şafii kitabü'r-risalesini Mekkede iken yazmış olup, Bağdat'a, geldiğinde onu Abdurrahman b. Mehdi'ye göndermiş olmasıda ihtimal dahilindedir.

İmam Şafii, halife Me'mun zamanında Bağdat'da kalmak hoşuna gitmemiştir. Çünkü orada iran kültürü üstün gelmişti. Halife Me'mun, Mutezile'yi, kendisine yaklaştırmış ve onların araştırma metodlarını benimse­mişti. O sırada İmam Şafii Mısır'a orada vali bulunan Kureyş kabilesinin Haşim oğullarından Abbas b.Abdullah b.Abbas b. Musab. Abdullah b.Abbas davet etmiş o da onun davetini kabul ederek Mısır'a gitmiştir.

İmam Şafii orada ilmini, görüşlerini, fıkhını yaymaya muvaffak olmuştur.

İmam Şafii (H.204) yılının recep ayının son gecesi (54> yaşında iken hayata gözlerini kapamıştır.

Şu konuya değinmek yerinde olur: İmam Şafii , İmam Malik'e çok hürmet eder, ondan ancak üstad diye bahse­derdi. Fakat İmam Şafii, İmam Malik'in talebelerinin gerek onun şahsı ve gerekse bazı görüşleri hakkında Teassub göstererek aşırı gittiklerini görünce bu konuda bir kitap yazarak ona " Hilaf-ı Maljk" adım verdi. Fakat İmam Şafii üstadına vefasını göstermek için kitabını meydana çıkarmak'da tereddüt etti. Sonra Allah'tan hayırlısını dileyerek hakkı yerine getirmek için kitabı neşretti. [188]

 

İmam Şafii'nin İlmi Ve İlminin Kaynakları

 

İmam  Şafii'nin  hocaları,  yakınları  talebeleri  ittifak etmişlerdirki  o,  alimler arasında bir bayrak gibi  idi.

Onunla ilim konusunda hiçbir kimse boy ölçüşemez ve yarışa giremezdi.

Ahmed b.Hanbel onun hakkında şöyle demiştir: "Resülullâh (SAV) den rivayet edildiğine göre Allah Teâlâ her yüzyıl başında bu ümmete dinini doğrultacak bir adam gönderir" birinci yüzyılın başında bu adam Ömer b. Abdülaziz olmuştur. İkinci yüzyılın başında da bu adamın Şafii olacağını umuyorum".

Davut b.Ali Zahiri diyor ki: "Şafii'nin öyle faziletleri vardır ki, bunlar başkasında bir arada toplanmış değHdir. Şerefli, soy, din ve akide sağlamlığı, cömertliği, hadisin sahih olanını olmayanını bilmek, nasihini mensuhunu tanımak, Kur'an-ı ve hadisi ezberlemek, ilk halifelerin gidişatı üzere olmak, güzel güzel eserler yazmak bunların hepsi onda vardır."

İmam Şafii'nin Mısır'da ki talebelerinden biri olan, Muhammed b. El hakemde şöyle demektedir.

"İmam Şafii olmasaydı ben bir kimseye nasıl cevap vereceğimi bilemezdim. Bildiklerimi hep onun sayesinde öğrendim. Bana kıyası öğreten o rahmetlidir. O , sünnete ve esere bağlı her türlü fazilete, hayra ve açık bir dile, sağlam bir kafa ile üstün bir akla sahipdi."

İmam Şafii'nin bıraktığı eserler onun ilmi kudretini, yüksek kabiliyetini bilgi ufkunun genişliğini ifadesinin düzgünlüğünü gösterir.

İmam Şafii'ye arap edebiyatı bilgisi, Kur'an ilmi, hadis ilmi, sünnetin kaidelerini zabtetme ilmi verilmiştir.Rey' ve kıyas fıkhında kendini göstermiştir.

İmam Şafii her çeşit ilmin Öğrenilmesini ister ve şöyle derdi:  "Bir kimse Kur'an-ı öğrenirse değeri artar, bir kimse hadisi yazarsa delil getirme gücü kuvvetlenir, bir kimse fıkıhla meşgul olursa şerefi yükselir, bir kimse dil üzerinde çalışırsa duyguları incelir, bir kimse hesap bilirse görüşü genişler, bir kimse kendi şerefini korumazsa ilmi ona fayda vermez."

Onun ilim meclisinde her türlü ilim öğrenilirdi. Rabi b. Süleyman diyorki: "İmam Şafii sabah namazını kılınca ilim halkasına oturur Kur'an ehline ders vermeye başlar­dı. Güneş doğunca onlar kalkarlar, hadis ehli gelirlerdi, hadis yorumlarını, manalarını sorarlardı. Güneş yükselin­ce onlarda kalkarlar, ondan sonra ders halkasında müza­kereler ve münazaralar başlardı. Kuşluk vakti olunca dağılırlar, arkasından arapça, aruz, nahiv, şiir yani edebiyat ehli gelirdi. Öğleye kadar böyle devam ederdi." [189]

 

Ebu Zehra'ya Göre İmam Şafii'nin Bu Yüksek Mevkie Ulaşmasının Sebebleri Şunlardır.

 

A) Şahsi Kabiliyyeti Ve Yetenekleri:

 

Allah Teâlâ İmam Şafii'ye öyle bir istidat ve kabiliyet vermişdir ki, bunlar onu mütefekkirlerin başına geçirmiş ve görüş sahiplerinin birincisi yapmıştır.

Şafii kavrayışı kuvvetli, hazır cevapcı, düşüncesi derin, anlayışı üstün bir zattı. Cüz'i ve fer'i meselelerin bilin­mesinde genel zabtlara ve külli kaidelere dayanıyor­du.ifadesi güçlü, anlatımı açık, basireti keskin, fıraseti ve sevgisi kuvvetli, ruhu temiz, kalbi pak, hakikatları araştırmada ihlas üzere idi. [190]

 

B) Hocaları:

 

İmam Şafii , fıkıh ve hadisi öyle hocalardan aldı ki, bunların memleketleri birbirinden uzak , usul ve metodları birbirinden ayrıdır. Mekke'de, Medine'de, Yemen'de, Irak'ta, bir takım hocalardan ilim aldı. Fıkhı İmam Malik'den aldı. Evzai'nin fıkhını onun talebesi Ömer b. Ebu Seleme'den aldı. Mısır fakihi Leys b. Sa'd'ınfıkhını onun talebesi Yahya b. "Hasan'dan aldı. Ebu hanife ve talebelerinin fıkhını Muhammed b. Hasan'dan öğrendi. Böylece Mekke, Medine, Şam ve Mısır, Irak fıkhı onda bir arada toplanmış oldu. Ortaya her türlü karışımdan meydana gelen bir fıkıh doğdu ki, bunlar her türlü eğilimlere uygun ve denk bir şekilde birleşdi. Ahenkli bir halde kaynaştı bundan sonra Şafi­i'nin potasında işlediği parlak bir uslüp ve sağlam sözler halinde insanlara sunduğu üstün manalar doğdu. [191]

 

C) Özel İncelemeleri Ve Tecrübeleri:

 

imam Şafii hadis ve fıkıh öğrenmek için seyahatler yapmıştır. Medine'de ki İmam Malik'in yanına giderek onun dersine devam etmiştir. Sonra Yemen'e gitmiş Necran'da kadı olarak vazife yapmıştır. Sonra Irak'a ve

Mısır'a gitmiş ve bu seyahatları kendisine insanların muamelelerini, adetlerini, örflerini öğrenme hususunda büyük tecrübeler kazandırmış, zihnini açmış, tenkid edenin ve araştırmacının okuması gibi okuyarak çeşitli fıkıh metodlarını öğrenmiş, herhangi bir mezhebe veya guruba bağlı kalmamıştır. [192]

 

D) İmam Şafii'nin Asrı:

 

İmam Şafii Abbasiler devrinde doğmuş, Abbasi devle­tinin istikrar bulduğu, idareye hakim olduğu islam hayatının parlak bir devrinde yaşamıştır. Bu devirde âlimler, islam şehirlerinde ilmi faaliyetlerine devam ediyorlar, Abbasi halifelerinin destekleyerek teşvik ettikleri tercüme hareketinde, yunan felsefesinden, İran edebiyatından, Hint İlminden tercümeler yapıyorlardı. Bu tercümelerin islam düşüncesinin gelişmesinde büyük tesiri olmuştur. Bu devirde islam'a tuzak kuran ve islam cemaatını parçalamak için planlar yapan zındıklar yetişmişti, âlimlerden bir gurup bu zındıkların batıl görüşlerine cevap vererek islamı müdafaa etmişler ve zındıkları yenmişlerdir. İslamı müdafaa ederken felsefe­den almış oldukları yeni bir yol tutmuşlardır. Bu yol, daha önce sahabe, tabiin ve selef-i salihin devirlerinde alışıla gelmiş değildi. Bu gurup mutezile idi. Bu gurup felsefe meselelerine dalmışlar, bu yüzden akideye, istidlal hususundaki selef-i salihinin yoluna, akideyi kitap ve sünnetten alan ve akli kıyasları kullanmayan hadiscilerin ve fakihi erin yoluna muhalefet etmişlerdir.

İmam Şafii Mutezilenin öğretilerini ve uslüblarını hoş karşılamıyor      ve       onların      yollarıyla      uğraşmayı

yadırgıyordu. Fakat o, hücceti isbat etmek ve hasmı susturmak için fıkhı mücadele ve münazara yolunda onların cedel ve münazara usulünü kullanmıştır.

İmam Şafii'nin asrında fıkhın büyük bir kısmı yazrl-mış, ihtilaflı meselelerde alimler arasında fıkhı münazara­lar çoğalmıştı bunlar İmam Şafii üzerinde büyük tesirler bırakmıştır. Usul-i fıkhı yazarken bunlardan faydalanmış, kendinden sonraki nesillere miras olarak kalan usul kaidelerini bunlardan çıkarmıştır. Nitekim İmam Şafii fıkıh konusunda insanlara büyük bir ilmi servet bırakmış­tır. [193]

 

İmam Şafii'nin Görüşleri Ve Fıkhı:

 

Ebu Zehra, İmam Şafii'nin fıkıh, usul-İ fıkıh ve bunlar­la ilgili diğer ilimler hakkında ki görüşlerini açıklamıştır:

İmam Şafii'nin ilmi kelam ve İmamet (hilafet) hakkındaki görüşü:

Bir fakih ve muhaddis olan İmam Şafii tabii olarak ilmi kelamdan hoşlanmıyordu. Çünkü temelleri mutezile tarafından atılmış olan ilmi kelam'in yolu akaidi, islam dininden anlama hususunda selef-i salihinin yoluna muhalif olarak atılmıştı. İmam Şafii yeni bir şey ortaya çıkarmaktansa kendinden öncekilere uymayı tercih ediyordu. Bilhassa Mutezile karışık ve dolaşık olan felsefe meselelerine dalmışlardı. Bu yüzden İmam Şafii ilmi kelamla uğraşmayı yasaklamıştır. İmam Şafii: "ilmi kelam okuyanlar hakkında benim görüşüm şudur: onlara sopa atılmalı, develerin üzerine baş aşağı ters bindirilip aşiretler ve  kabileler arasında dolaştırılarak:  kitap ve

sünneti bir yana bırakıp da ilmi kelamı alanın cezası işte budur diye nida edilmelidir" derdi.

îmam Şafii'nin ilmi kelam'la uğraşmayı yasaklaması, ilmi kelam hakkında görüş sahibi olmadığı anlamına gelmez. Çünkü İmam Şafii selefin mezhebine göre tevhid hakkında konuşuyor ve: " Allah'ın kelamı olan Kur'an mahluk değildir" diyordu. Zira Allah sübhanehü ve Teâlâ: "Allah Musa ile söyleşti" [nisa süresi 164] buyurmuştur. Kıyamet günü Allah'ın görüleceğine inanıyordu. Buna şu ayeti kerimeyi delil gösteriyordu: "hayır (kafirler) şüphesiz ki, onlar o gün (kıyamet günü) Rableri(ni görmek) den katiyyen mahrumdurlar" [mutaffıfın sûresi: 15] İmam Şafii bu ayeti kerime: "Allah Teâlâ kafirlere kızdığı için cemalini onlara göstermeye­ceğine, müminlerden razı olduğu için onlara cemâlini göstereceğine delâlet etmektedir" diyordu.

İmam Şafii: "İman, tasdik ile amelden ibarettir. Amelin artmasıyla iman da artar, amelin eksilmesiyle iman da eksilir" diyordu.

İmam Şafii imamet (hilafet)in yerine getirilmesi gere­ken dini bir emir olduğuna inanıyordu. İmam Şafii'ye göre hilafet işi Hz. Ali'nin dediği gibidir.: "Halifenin himayesi altında , mü'min işine devam eder, kafir de ondan faydalanır, onun sayesinde düşmanla harp yapılır, yollarda asayiş sağlanır, kuvvetliden zayıfın hakkı alınır. Böylece .iyi kimseler rahat eder, kötü kimselerin şerrinden emin olunur."

İmam Şafii Halifenin kureyşden olması görüşündeydi. Hilafetin şartı, halkın bir halife etrafında toplanmalarıdır. Halkın bu toplanmaları ister bir kimseyi baştan halife seçmek ve biat etmekle olsun, isterse zorla hilafeti eline

geçiren   bir   kimseyi   sonradan   halife   tanımakla   olsun müsavidir.

İmam Şafii Hülefai Raşidinin üstünlüğünü halife oluş-larındaki sıraya göre tertip ederek: "onları en efdalı Hz. Ebu bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz.Osman, sonra Hz. Ali'dir derdi." Bütün bu görüşleriyle beraber, İmam Şafii ehli beyti, Resülullâh (SAV)'m pak ve mübarek alini severdi. Şafii, Ali Resule o kadar bağlı idi ki, onları sevmek Rafızilik sayılsa bile, Rafızilikle itham olunmayı göze alırdı. Onun bu gibi şeyler umurunda değildi. Hatta o Harun Reşid'e karşı ayaklanan alevilere katılmakla suçlanmıştı. [194]

 

İmam Şafii'nin Fıkhı

 

İmam Şafii, İmam Malİk'in talebelerinden sayılıyor, onun görüşlerini müdafaa ediyor Medine ehlinin fıkhını, Ehli Rey'e karşı savunuyordu. İmam Şafii'nin bu hali imam Ebu Yusuf un vefatından iki sene sonra (H.184) senesinde Bağdat'a gidişine kadar devam etti. Bağdat'ta Muhammed b. Hasan'ın kitaplarını okudu. Ehli rey' alimleri ile mücadele ve münazaralarda buİundu.sonunda Irak ehlinin fıkhı ile Medine ehlinin fıkhını birleştirerek kendine has yeni bir fıkıh çığırı açtı. İmam Şafii görüşle­rini üç devrede hazırlamıştır: [195]

 

1) Mekke Devri:

 

İmam Şafii Bağdat'a ilk gidişinden dönünce Mekke'de kaldı. Bu dönem ilmi hayatının en verimli dönemidir. Mescidi haramda ilim halkasını kurdu. Temel kaideleri araştırmaya yöneldi.  Talebelerine istinbat ( delillerden hüküm çıkarma) yollarım öğretti.

Fıkıh kaynaklan arasında karşılaştırma yaparak feri meselelere görüşlerini açıklayacak derecede yer verirdi. Üstün olan görüşe göre Abdurrahman b. Mehdi'ye yazmış olduğu "er-Risale" isimli eseri bu dönemin ürünüdür.

Şöyle ki: Abdurrahman b.Mehdi, İmam Şafii'ye bir mektup yazarak kendisine kolaylık olmak üzere: "Kur'an-ı Kerimin manalarını tefsir eden, türlü hadisleri toplayan icma'm hüccet olduğunu gösteren, Kur'an ve sünnetin nasih ve mensuh olanlarını açıklayan bir risale yazmasını istemişti. Bunun üzerine İmam Şafii "er- Risale" sini yazıp ona göndermişti. [196]

 

2) Bağdat Devri:

 

İmam Şafii, (H.195) senesinde ikinci defa tekrar Bağ­dat'a gelmiştir. Bu gelişinde ders halkalarında Mekke'de hazırlamış olduğu usul kaidelerini yazmağa başlamıştır. Bazı rivayetlerde zikredildiğine göre, İmam Şafii (H.198) yılında üçüncü defa tekrar bağdat'a gelmiştir.

Ebû Sevr el- kelbi şöyle demiştir: 'İmam Şafii Bağ­dat'a gelince yanma vardık. O şöyle diyordu: "AllâhTeâlâ bazan âmmı (genel bir hükmü) zikreder ve bununla hassı (özel bir şeyi) murad eder." Bazan da hassı zikreder bununla da âmmı murad eder." Halbuki biz bunları bilmiyorduk. İmam- Şafii'ye sorduk şöyle cevap verdi: "Bakınız Kur'an'da: şüphesiz ki, insanlar size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun." [Al-i imran sûresi:173] buyurulmaktadır. Bu âyette âmm olan "insanlar" zikredilmiş, bununla hass olan Ebû Süfyan murad edilmiştir. Yine Kur'an'da "Ey peygamber kadınları boşayacağınız vakit ..." [Talak sûresi: 1] buyurulmaktadır. Bu âyette hass olan "Peygamber" zikredilmiş. Bununla âmm olan insanlar murad edilmiştir. İşte bunlar usul-i fıkıhla ilgili kaideler olup fakıhler İmam Şafii'den önce bu kaideleri bilmiyorlardı.

İmam Şafii Bağdat'a bu gelişinde fakihlerin görüşlerini inceleyip gözden geçirmeye başladı. O görüşleri kendisi­nin bulduğu kaidelerin gereğine göre tercih ediyor sonra bunların içinden kendi usulüne daha yakın gördüklerini seçiyordu. Eğer bu görüşlerin içinde hiçbirini kendi usulüne uygun bulamazsa o görüşleri bir yana bırakarak yeni bir görüş ortaya atıyordu. [197]

 

3) Mısır Devri:

 

İmam Şafii (H.199) senesinde mısır'a geldi, orada son derece gelişip ilerledi, görüşleri olgunlaştı. Mısır'da daha önce görmediği şeyleri gördü. İçinde yaşadığı ülkenin kazandırdığı tecrübelerin ışığı altında eski görüşlerini incelemeye başladı. Bu atmosfer içinde usûl hakkında "er-Risale" sini yeniden yazdı. Ondan bazı kısımları çıkardı, yeni ilaveler yaptı. Fakat eskisinin özüne dokun­madı. Fer'i meseleler hakkındaki görüşlerini yeniden inceledi, bazılarından vazgeçti, yeni görüşler ortaya sürdü. Böylece onun döndüğü eski görüşleri ve yeni bulduğu yeni görüşleri oldu.

İşte açıklanan bu üç devirden her birinde Şafii'nin fıkhını nakleden talebeleri vardır.

İmam Şafii'nin Mekke'deki talebelerinden bazıları şunlardır: Ebu Bekir Humeydi, Ebu Bekir Muhammed b. İdris, Ebu Velid Musa b. Carud.

İmam Şafii'nin Bağdat'taki talebelerinden bazıları şunlardınEbu Ali Hasan Sabbah zaferani, Ebu Ali Hüseyin b.Ali Kerabisi, Ebu Sevr el-Kelbi,

Nitekim İmam Şafii'nin mezhebine tabi oldukları bilinmemekle beraber İmam Ahmed b. Hanbel ve îshak b. Rahûye de İmam Şafii'den ders almışlardır.

İmam Şafii'nin Mısır'daki talebelerinden bazıları şun­lardır: Harmele b. Yahya b. Harmele, Ebu Yakup b. Yusuf b. Yahya Müzeni, Muhammed b. Abdullah b. Abdülhakem, Rabi b. Süleyman b. Davud Çizi. İmam Şafii'nin kitapları bunların eliyle rivayet edilmiştir. [198]

 

Kitabü'l- Ümm

 

İmam Şafii'nin yazdığı veya yazdırdığı kitapların en önemlisi: " Kitabü'l Ümm" dur. Ebu Zehra "Kitabü'l Ümm" hakkında şöyle demiştir.

"el-Ümm" kitabında İmam Şafii'ye nisbet olunan görüşlerin doğruluğunda âlimler ittifak etmişlerdir.bu eser Şafii mezhebinin birinci derecede bir hüccetidir, onun yeni görüşlerinin biricik en sahih nakillerini içine almak­tadır

Sekiz cilt halinde olan "Kitabü'l Ümm" Ezher alimle­rinden Muhammed Zühri Neccar'ın tetkikinden geçtikten sonra Ezher üniversitesinin basımevi tarafından dört cilt halinde neşredilmiştir.

Şafii, Mısır'ın Kahire şehrine yerleştikten sonra "Kitabü'I Ümm" isimli eserini fıkıh bablarına göre tertip ederek Besmele'den sonra "etteharetü: ab- dest "babından başlayıp yazmıştır. Kitab'a şöyle başlanmıştır: Rabi'b. Sü- leyman bize haber verdi dedi ki: Şafii -Allah ona rahmet eylesin- bize haber verdi, dedi ki: Allah Azze ve Celle: "ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başınızı meshedin. Ayaklarınızı da topuklarınıza kadar yıkayın". [Maide sûresi:6] buyurmuştur. Şafii dedi ki bu ayetle hitab edilen kimseler yıkama işinin ancak su ile olacağını biliyorlardı. Sonra Allah Teala bu ayette ( bu ayetin devamında "su bulamadığınız takdirde temiz toprakla teyemmüm edin" buyurarak) yıkama işinin su ile olacağını açıklamıştır. Bu âyetle hitab edilen kimselerin, suyu Allah Tebareke ve Teala'nın yaratmış olduğuna ve onda insanların herhangi bir etkisi bulunmadığına akılları eriyordu.

Cenab-ı Hak suyu mutlak olarak zikrettiği için, yağmur suyu, ırmak suyu, kuyu suyu, göl suyu, deniz suyu gibi tatlı ve acı suların hepsi abdest alan ve yıkanan kimseleri temizlemekte eşittir.(fakat suların temiz olması şarttır.) Kur'an'ın zahiri, gerek deniz suyu, gerekse diğer suların hepsinin temiz olduğunu bildiriyor.

Resûlüllâh (SAV)'den deniz suyu hakkında rivayet edilen bir hadisi şerif, Kur'an'ın zahirine uygundur. Ancak hadisin senedinde bilinmeyen ravi vardır. İmam Şafii dedi ki, bize Malik haber verdi. Malik, Saffan b. Selim'den o da, ibni Ezrak hanedanından olan Said b. Seleme'den o da, Abdüddar oğullarından Mugire b.Ebu Bürde'den o da, Ebu Hüreyre'den rivayet etmiştir. Ebu hüreyre diyor ki:  "bir adam Resûlülâh (SAV)'e  "Ya Resûlallâh ! biz deniz yolculuğu, yapıyoruz ve beraberi­mizde az su taşıyoruz. Onunla abdest alırsak susuz kalacağız, bu durumda deniz suyundan abdest alabilirmiyiz" diye sordu. Bunun üzerine Resülullah (SAV): "deniz suyu temiz ve Ölüsü helaldir" buyurdu."

Bu delillerden ortaya çıkıyor.ki, bir fakih bir usulcü ve bir muhaddis olan Şafii fıkhını açıklarken sözünü ya Allah Teala'nm kitabından veya Resûlüllâh (SAV) in sünnetinden bir delile dayandırıyordu. İşte bu metod üzerine İmam Şafii "Kitabü'l Ümm" isimli eserini yazmıştır. Nasların başında "Rabi b. Süleyman bize haber verdi dedi ki....." diye zikredilmesi Rabi' b. Süleyman'ın "Kitabü' 1-Ümm"ü Şafii' den rivayet ettiğine delalet eder.Şafıi'den rivayet edilen nasların hepsinin başındaki rivayet aynı şekilde tekrar edilmektedir. Şöyle ki:Rabî' b. Süleyman, Şafii'nin fer'i meselelere dair yazdıklarını ve yazdırdıklarını veya sorulan-lara cevap vermiş oldukları­nı, şafıi'den işittiklerini yazdığı gibi kendisi işitmese de başkalarındın kaydettik-lerini bunları bizzat dinlemeyip onun yazısıyla bulduklarını da yazıp açıklamıştır. Böyle­ce toplamış olduğu bu esere "el-Ümm" ismini vermiştir. Çünkü Rabi' künye oîan "el-Ümm" kelimesini Şafii'den işitmişti. "el-Ümm" kitabını ismail b. Yahya Müzeni ihtisar edip ona "el- Muhtasar" adını vermiştir. Bu "el-Muhtasar"isimli eser Mısır'da basılmış olan "el-Ümm" kitabının sonuna eklenmiş olarak basılmıştır. [199]

 

Kitabü'r-Risale

 

Şafii "Kitabü'r- Risale" isimli eserini yazmakla usuli fıkıh ilmini ilk yazma şerefine nail olmuştur. Bu kitap İmam Şafii'nin ikinci kitabı olup, mezhebinin kaidelerini içine almıştır. Hatta Fahrüddin Razi bu kitap hakkında: "Bilmiş ol ki, usul ilminin Şafii'ye nisbeti, mantık ilminin Aristo'ya ve Aruz ilminin Halil b. Ahmed'e nisbeti gibidir." Demiştir.

Keşfu'z-Zünün sahibi: "Usuli fıkıh ilmini ilk yazan Şafii'dir" demiştir.

el-Esnevi "et-Temhid" isimli eserinde usuli fıkıh ilmini ilk yazanın Şafii olduğunu zikretmiş ve bu konuda icma bulunduğunu nakletmiştir.

Abdurrahman b. Mehdi er-Risâle hakkında: "Şafii'nin "er-Risâle" sini okuyunca aklım başımdan gitti. Çünkü ben, akıllı, fasih, öğüt veren bir zatın sözünü gördüm. Ve ben ona çok dua ediyorum" demiştir.

Üstad Ahmed Muhammed Şakir "er-Risâle" yi Rabi' b. Süleyman'ın eliyle yazdığı asıl nüshadan tahkik etmiştir. Rabi' bu risaleyi Şafii'nin hayatında yazmış fakat "Kitabü'l Ümm"ün içine koymamıştır. Ahmet Şakirden rivayet edildiğine göre, Şafii teKitabü'r-Risâle" sini iki defa yazmıştır. Bundan dolayı alimler, onun eserlerinin fıhris-tinde "er-Risâletü'1-Kadime" ve "er-Risâletü'l-Cedİde" diye iki kitap saymışlardır.

"er-Risâletü'1-Kadime" ye gelince, Ahmed Şakir üstün olan görüşe göre, Şafii'nin bunu Mekke'de iken yazmış olmasıdır. Şöyle ki: Şafii gençken, ona Abdurrahman b. Mehdi bir mektup yazarak kendisi için Kur'an-ı Kerim'in manalarını tefsir eden, haberlerin (hadislerin) makbul olanlarını toplayan, icma'in hüccet olduğunu gösteren, Kur'an ve sünnetin Nasih ve Mensüh olanlarını açıklayan bir kitap yazmasını istemişti. Bunu üzerine Şafii "er-Risâle" yi yazıp ona göndermişti. Nitekim bunu Hatip "Tarihi Bağdat'ta senediyle rivayet etmiştir. Abdurrahman Mehdi o zaman Bağdat'ta bulunuyordu. Fakat Fahrüddin Razi "Menakıbi Şafii" isimli kitabında: "bilmiş ol ki, Şafii -Allah ondan razı olsun -Kitabü'r-Risâlesini Bağdat'ta yazmış. Mısıra dönünce, onu tekrar yazmıştır. Bunların her ikisinde de çok ilim vardır" demiştir.

Ahmed Şakir "her ne olursa olsun Risâlei Kadime mevcud değildir. Bugün insanların elinde bulunan ancak Risâlei cedide'dir.ki, işte er-Risâle budur. Bana Öyle geliyor ki, Şafii el-Ümm'de bulunan kitaplarının çoğunu yazdıktan sonra er-Risâle kitabını tekrar yazmıştır. Çünkü Şafii er-Risâle'sinde "el-Ümm'de yazmış olduğu yerlerin bir çoğuna işaret etmek-tedir. Üstün olan görüşe göre Şafii Kitabü'r-Risâle'yi Rabi' b. Süleyman'a yazdırmış­tır" demiştir.

Şafii "er-Risale'ye bu ismi vermemiş ona "el-Kitap" veya."kitabi" veyahut "kitabüna" ismini vermiştir. Öyle anlaşılı-yor ki, Şafii'nin asrında ona "er-Risale" isminin verilmesi, onun Abdurrahman b.Mehdi'ye gönderil­mesinden dolayıdır. Böylece "er-Risale" kitabı "usuli fıkıh" hakkında ilk yazılan kitapdır. Hatta o "usüli hadis" hakkında ilk yazılan kitapdır. Bedrüd-din Zerkeşi -bugüne kadar basılma-mış olan- usul hakkında ki "el-bahrü'l Muhit" isimli kitabında: "Şafii usuli fıkıh hakkın­da ilk kitap yazandır. Bu konuda Şafii Kitabü'r-Risâle'yi, Kitabü  Ahkami'l-Kur'anı, ihtilafü'l hadis'i, ibtalül istihsan'ı, Kitabü'-Cimâ'il-ilmi ve Kitabü'l-kıyas'ı yazmıştır" diye zikretmiştir.

Yukarıda geçen alimlerden bir çokları "er-Risâle"ye şerh yazmışlardır. Nitekim bunu bazı alimlerin tercüme-i hallerinde ve keşfıi'z-Zünun'da görmekteyiz:

1) Ebu Bekir Sayrafı Muhammed b. Abdullah ki, "Safı-i' den sonra usuli fıkhı en iyi bilenlerdendir" deniliyordu. (H.330) yılında vefat etmiştir. Bu zatın "er-Risale"ye şerh yazmış olduğu keşfü'z-Zunun ve 'Tabakatü'ş-Şafıiyye'de Zerkeşinin el-Bahr'ın hutbesinde zikredilmiştir.

2)  Ebu Velid Nisaburi İmam Kebir Hasan b. Muham­med   Ahmed   b.Harun   kureşi   Emevi   Şeyhü'l   Hakim (H.349) yılında vefat etmiştir. Bu zatın da er- Risale'ye şerh yazmış olduğunu keşfu'z-Zunun ve Zerkeşi zikret­miştir.

3)  Kaffal  kebir  Şasi  Muhammed b.  Ali b.  İsmail (H.365) yılında vefat etmiştir, bu zatın da er-Risale'ye şerh    yazmış    olduğunu    zerkeşi    keşfu'z-Zunun    ve Tabakat'ta zikretmiştir.

4) Ebu Bekir Nisaburi İmam Hafız Muhammed b. Abdullah Şeybani (H.388) yılında vefat etmiştir, bu zatın da   er-Risaleye   şerh   yazmış   olduğunu   keşfü'z-Zunun zikretmiştir.

5) Ebu Muhammed Cüveyni, İmam Abdullah b. Yusuf İmamü'i-Hare-    meyn'in    babasıdır.    (H.438)    yılında ölmüştür. Bu zatta er-Risale'ye şerh yazmıştır. Bunu da Zerkeşi ve keşfü'z-Zunun zikretmektedir. [200]

 

Şafii Mezhebinin Dayandığı Esaslar:

 

Şafii "el-Ümm" isimli kitabında kendine göre hüküm­lerin delillerini kısa olarak açıklamış ve "ilim çeşitli tabakalara ayrılır" demiştir:

1) Kitap ve sahih olarak sabit olan sünnettir.

2)  Kitapda   ve   sünnette   bulunmayan   hususlarda icma'dır.

3) Resülullah (SAV)'in ashabından bir kısmının kavli­dir ki,  içlerinden ona muhalefet edenin bulunduğunu bilmiyoruz.

4)  Ashabın bir mesele hakkında ihtilef ettikleri görüş­lerdir.

5) Bu tabakalardan bazısına yapılan kıyasdır.

Kitap ve sünnette varken bu ikisinden başkasına asla gidilmez, işte Şafii'ye göre ilmin derecelen böyledir. [201]

 

1)Kitap Ve Sünnet:

 

Şafii, Kitap ve sünneti, şeriatın birinci kaynağı sayar. Sünneti kitabla beraber bir mertebeye koyar. Çünkü Resülullah (SAV) kendi arzusuna uyarak bir şey söylemez. Onun söyledikleri kendine vahyolunan vahiydir. Yani kitap ile sünnet her ikisi Allah'tandır, yolları ve sebebleri ayrılsa da ikiside vahiydir. Sünnet Allah'ın kitabından alınma bir ilimdir. Öyle ise sünnet, kitab'a katılmıştır. Sünnet kitap ile birlikte şeriatı tamam­lar. Şöyle ki: Allah Teala, Resulüne itaati insanlara farz kılmıştır.onun hükmünü kabul etmelerini bildirmiştir. Resülullah  (SAV)'in  hükmünü  kabul  eden,  Allâh'dan kabul ediyor demektir. Çünkü Resulüne itaati Allah farz kılmıştır. Allah'ın kitabım ve Resulün sünnetini kabul etmek, bunların ikisinin de Allâh'dan olduğunu kabul etmektir. Bunların yolu ayrılsa da ikisi de birdir. Nitekim sünnet, kitabın içine aldığı hükümleri açıklamakta kitaba yardım etmektedir.

Şafii "er-Risale" sinde açıkladığı gibi Kur'an-ı Kerim bu dinin genel kaynağıdır. Şafıi:Allâh'ın dinine inanan­lardan birinin başına müşkül bir mesele gelmez ki, onun hakkında Allah'ın kitabında yol gösteren bir delil bulun­muş olmasın" demiştir.

Kur'an'daki âmm lafızlar üç kısma ayrılır:

a) Âmm olan lafızdır ki, onunla umumi mana murad edilir. Kendisinde hususi mana bulunmaz. Yani siyak (sözün gelişi) karinesiyle onun manasına giren her şey murad olunur. Buna misal şu ayeti kerime'dir: "yerde debele-  nen hiçbir canlı  yoktur ki,  rızkı  Allah'a  ait olmasın" [Hud sûresi:6]

b) Kendisiyle âmm murad olunan ve zahiren âmm olan lafızdır ki, buna hususi manada girebilir. Buna misal şu ayeti kerime'dir: "Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve çaresizlik içinde bırakılıp "ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan şu şehirden çıkar, bize senin tarafından bir sahip gönder, bize tarafından bir yardımcı yolla" diyen zaVallı kalmış erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda ve Allah yolunda sizler neden (düşmanla) savaşmıyorsu- nuz?" [Nisa sûresi:75] halkı zalim olan şehirde hususluk vardır. Çünkü şehir halkının hepsi zalim değildir. Onlar arasında Müslümanlar da vardır. Fakat o şehirde zalimler daha çok, Müslümanlar daha azdır.

c) Zahiren âmm olan lafızdır ki, ancak onunla has murad olunur. Buna misal şu ayeti kerime'dir; "onlar öyle kimselerdir ki, insanlar onlara düş-manlanmz "size karşı ordu topladılar onlardan korkun!" dediler de bu, onların imanlarını arttırdı. Ve "AUâh bize yeter, hem o ne güzel vekildir" dediler." [Ali imran sûresi: 173] ayetin gelişin­den anlaşılıyor ki, insanlardan murad insanların bazısıdır. Burada insan kelimesinden murad bütün insanların olması İmkansızdır. Çünkü haber veren haber verilenlerden baş­kadır. Onlardan olamaz .Resülullah (SAV)'la birlikte olanlar da insanlardandır.

Şüphesiz ki, bu sözü söyleyenler bir kısım insanlardır. Toplandıkları haber verilenler de bir takım insanlardır. Bütün insanlar değildir. İlim ve akıl gösteriyor ki, insanların hepsi toplanmadı, haber verenler de insanların hepsi değildir. Demek ki, onlar insanların umumu değildir. Yani umumi olan bir kelime de umum manası asla kasdolunmuş değildir. Bilakis umumun bazı fertleri kasdolunmuş, hususi kimseler murad edilmiştir. Kelime­nin umum manası murad edilmiş değildir. Umumi olan bu lafız has yerine kullanilmış-tır. Anım olan lafzı böyle hususi manaya almak yani kur'an'daki, 'amm ke- limeleri tahsis etmek ya Kur'an'ın ayetlerinden ve iniş sebeblerinden anlaşılır veya diğer ayetlerden alınır, yahutta sünnetle tahsis edilir. Sahih hadisler o lafzın umumi manası üzere olmadığını gösterir. Çünkü Allah teala kitabında peygamberine uymayı ve itaat etmeyi farz kılmıştır. Bu yüzden Resülullah (SAV)a her konuda uymak Allah'a ve kitabına itaat etmektir.

Şafii'nin görüşüne göre, Allah Tealanın Kur'an'da Resulüne itaat etmeyi ve onun hükmünü kabul etmeyi farz kıldığı için sünneti ve onun hükmünü kabul etmemiz farzdır.

Resülullah (SAV)in hükmünü kabul eden Allah Teala'nın farz kılmasıyla kabul etmiş olur.

Şafii, sünnetin delil olmasını inkar eden üç guruba karşı sünneti savunması:

Birinci gurup: sünnetin hüccet olmasını toptan inkar edenler.

İkinci gurup: Kur'an'da olan hükümler üzerine ziyade yaparak yeni bir hüküm getiren sünneti inkar edenler.

Üçüncü gurup: sünneti kabul eder, ancak haberi vahid'in delil olmasını inkar edenler.

Mantıklı, ikna edici, ifadesi sade, münazaracı, cedelci, asaletli, burhanı kuvvetli, beyanı açık olan Şafii, dini hükümleri isbat hususunda sünnetin' hüccet olduğunu bildiren sahih delilleri şahit olarakgetiriyor:

Birinci delil: Allah Teala kendisine imanla Resulüne imanı birlikte zikremiştir. Resulüne iman etmek ona sözlerinde , işlerinde takririnde (bir Müslümamn sözünü duyduğu, işini gördüğü veya kendisine nakledildiği halde tasvip etmesi) itaati gerektirir. Öyle ise Resûlüllâh (SAV)in sünnetini bu dinin kaynağı saymak gerekir. Nitekim Allah teala "Allah'a ve Resulüne iman edin, Resülû öyle ümmi (okuma yazma bilmeyen) bir peygam­berdir ki, Allah'a ve onun sözlerine inanır. Ona uyun umulur ki, hidayete erersiniz" [A'raf sûresi:158] ve: "mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Resü- lune iman ederler, peygamberle beraber bir işe karar vermek için toplan-dıklarında ondan izin almaksızın gitmezler" [nursûresi:    62]    buyurmuştur.    Bu    iki    ayeti    kerime Resülullah (SAV)a iman, islamdan bir cüz olduğunda açıktır. Bu iki ayette de Resülullah (SAV) a uymanın vacip olması imanla birlikte zikredilmektedir.

İkinci delil: Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de beyan buyu-ruyor ki, Resülullah (SAV) kitabı ve hikmeti öğretmektedir. Bu ayeti kerimeler şunlar- dır: "Yarab! İçlerinden onlara, senin ayetlerini okuyan, onlara kitabı ve hikmeti öğreten onları kötülüklerden arıtan bir pey­gamber gönder. Aziz ve Hakim olan ancak sensin." [Bakara sûresi: 129] ve: "Nitekim biz size aranızdan ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden temizleyen, size kitabı, hikmeti öğreten ve bilmediklerinizi size bildiren bir peygamber gönderdik." [Bakara sûresi: 151] bu ayetlerde zikrolunan kitap Kur'an-ı Kerim'dir. Hikmet ise Resûlüllâh (SAV)ın sünnetidir.

Üçüncü delil: Hak teala Resulüne itaati ve ona uymayı mü'minlere farz kıldı. İtaat edilmesi farz olan bir zatın sözlerinin de itaat edenler tarafından tutulması gerekir. Onun sözlerine karşı gelen asi olur.bu itibarla Resûlüllâh (SAV)in sünneti, bu parlak şeriatta hüccet ve delil olur. Nitekim Teala Hazretleri: "Allah ve Resulü bir İşe hüküm verdikleri zaman İnanmış bir kadın ve erkeğe o işi, kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Peygamberine karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." [ahzab sûresi: 36] ve: " Ey iman edenler Allah'a itaatedin, peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Bir şey hakkında çekişip anlaşmazlığa düştü­nüz mü, eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız onu hemen Allah'a ve Peygamberine arz edin. Bu hayırlı ve netice itibarıyla daha güzeldir." [Nisa süresi:59] ve: "Hayır Rabbina andolsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip sonra haklarında senin verdiğin hükümlerden dolayı İçlerinde bir sıkıntı duyma­dan tamamen kendilerini verip teslim olmadıkça hakkıyla inanmış olmaz!ar."[Nisâ sûresi: 65] buyurmuştur.

Şafii işte böylece âyetler getirerek, sünnetin islâm fıkhının kaynaklarından olduğunu isbat etmekte hüküm önce kitapta aranırsa da sünnet ilmi de kitap ilmi merte­besinde olduğunu söylemektedir. Gerçek odur ki, bu her üç guruba dahil olan kimseler, hadisi yıkmak, onu kabul etmemek cihetine gitmişlerdir. Aslında bunlar, islâmi yıkmak, Kur'an'ı bozmak veya Kur'an'ın manaları ile oynamakisteyen fakat buna imkân bulamayınca hiç olmazsa Kur'an'ın bir açıklaması olan sünneti ondan ayırmak umuduna kapılan kimselerdir. Onlar, Kur'an-ı açıklayan sünneti Kur'an'dan ayırmakla, Kur'an'ın manalarını tahrif ve hükümleriyle oynamak imkanına kavuşmak ve bu suretle de kolayca islamı temelinden yıkmak istemişlerdir.

İçinde yaşadığımız ve islamı yıkmak için bir sürü unsurların bulunduğu bu çağda da geçmişteki sapık ve islamı çürütmek isteyen kimselerin yolundan gidenler vardır. [202]

 

2) İcmâ:

 

Şafii, icma'ın hüccet olmasını, kitapdan ve sünnetten sonra fakat kıyastan önce kabul eder.

Şafii'ye göre icma':bir asırda yaşayan âlimler, seri bir hüküm hakkında birleşirlerse, onların icma'ı (birleşmele­ri) hüccet sayılır.

Şafii, sahabenin icma'ını birinci derecede icma' kabul eder. Çünkü onla-rın icma'ı -her nekadar ictihad yoluyla olsa da- birleşmiş oldukları seri hüküm hakkında Resûlüllâh (SAV) den bir sünnet (hadis ) duymuş olmaları itibarıyla delil olur.

Şafii'ye göre icma' ancak islam ülkelerinin her şehrin­de bulunan müslüman âlimlerin seri bir hüküm hakkında birleşmeleriyle olur. Bu yüzden Şafii, Medine halkının icma'ını kabul eden hocası Malik'in görüşünü reddetmiştir.

Şafii er-Risâlesinde: "Ben ve ilim sahiplerinden .bir kimse bunun üzerine icma' vardır demiş isek mutlaka karşılaştığın her âlimin sana aynını söylediği ve kendin-den öncekilerden naklettiği şeydir. Öğle namazının farzının dört rekat olması, şarabın haram olması ve benzeri şeyler bunlardandır." diye zikretmiştir.

Şafii icma'ın hüccet olması hakkında şu ayeti delil gösteriyor: "Her kim kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, peygambere karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme atarız. O, ne kötü bir dönüş yeridir!" [Nisa süresi 115] Bu delilin yorumu şöyledir: Allah Teâlâ Müminlerin yolundan başka bir yola uymayı, Allah'a ve Resulüne karşı gelmek gibi tutmuştur. Bunların her ikisinin cezasını aynı kılmıştır. Allah'a ve Resulüne karşı gelmek haramdır. Müminlerin yolundan başka bir yola gitmek, müminlerin cemaatından ayrılmak da haramdır. Mü' minlerin yolundan ayrılmak haram olduğundan onların yoluna gitmek vacip olur.

Şafii, Resulüllâh (SAV) in "cemaate sanlın ve cemaat­tan ayrılmayın" diye emretmiş olduğu hadisi şerifini icma'ın hüccet olduğuna delil olarak gösteriyor.

Şafii bunu şöyle yorumluyor: Resulüllâh (SAV) in "cemaate sarılın ve cemaatan ayrılmayın" emrinin tek bir manası vardır. Çünkü cemaatlar çeşitli ülkelere dağılmış bulunduğundan, bu dağınık cemaatları beden itibarıyla bir yere toplamağa kimsenin gücü yetmez.

Müslümanların ve kafirlerin, takva sahiplerinin ve sapıkların bedence bir yere gelip, bir arada bulundukları var. Bedenlerin bir arada toplanmasının manası yoktur. Bedenlerin toplanması bir şey yapamaz. Asıl birlik kalblerin birliğidir. Cemaate sarılmanın manası, cemaatın tuttuklarını tutmak, yasaklarından kaçınmaktır. Helal ve

haram hususun-da itaattir.

Müslüman cemaatın söylediklerini söyleyen tuttukları­na uyan kimse, cemaatten ayrılmamış olur. Müslüman cemaatın söylediklerine muhalefet eden kimse, uyulması emrolunan cemaatten ayrılmış sayılır. Ayrılıktan gaflet doğar, cemaatın hepsinin kitabın sünnetin ve kıyasın manasından gaflet üzere olması mümkün değildir. Toplum doğrudan şaşmaz inşAllâh!"

Şafii, hocası İmam Malik'e çok hürmet etmesine rağ­men onun Medine halkının icma'ı hakkındaki görüşünü reddetmiştir. Şafii, İmam Malik'in Me- dine halkının bir şey üzerine birleşip onunla amel etmeleri uyulması vacip olan şer'i bir delildir, demesini kabul etmiyor. Yine Şafii, İmam Malik'in bazı şeyler hakkında Medine halkının hepsi birleşmişlerdir, demesini de kabul etmiyor.

Şafii "er-Risâle"sinde Malik hakkında şöyle diyor: "ben İmam Malik'in bir şey hakkında bunda icma' vardır diyor. Halbuki Medine âlimlerinden bir çoğunun onun hilafına söylediklerini buluyorum.

Yine İmam Malik bir şey hakkında icma' vardır diyor, halbuki bütün islam ülkelerindeki âlimlerin hepsi onun söylediğine muhalefet ettiklerini buluyorum" diyor.

Şafii: "Bir hüküm hakkında bütün âlimler arasında ittifak bulunmadıkça veya en az o hüküm hakkında ihtilafın olmadığı bilinmedikçe icma' vardır demeniz doğru değildir." Derdi.

Yine Şafii şöyle diyor: "bir şey hakkında icma var demek için Medine'de onda ihtilaf edilmiş bulunmaması gerekir. Biz ancak Medinede ihtilaf edilmeyen bir şey hakkında icma' olduğunu iddia ederiz. Medine'de icma' yapılmış oldu mu bütün islam ülkelerindeki ilim sahipleri o hüküm hakkında ittifak etmiş demektir. Diğer islam ülkelerinin âlimleri Medine halkına ancak Medine'liler arasında ihtilafa düştükleri şeylerde muhalefet ederler."[203]

 

3) Sahabilerin Sözleri:

 

Şafii sahabe sözlerini delil olarak almaktadır. Şafii, bir sahabinin bir meselenin hükmü hakkında söylediği sözüne başka sahabiler tarafından muhalefet edildiği bilinmezse onu doğrudan alır. Şafii'nin Ashab-ı kiram hakkında şöyle dediği rivayet edilir: "onların görüşleri bizim için kendi görüş-lerimizden daha hayırlıdır."

Resulüllâh (SAV) in ashabı bir meselenin hükmü hak­kında ihtilaf etmişlerse Şafii onların sözlerinden kitap ve sünnete en yakın gördüğünü alır. Sahabe'nin sözlerinden dışarı çıkmaz.

Şafii'ye göre, bütün sahabelerin birleşmeleri ancak kesin delillerle dînden olduğunu bildikleri ve hiçbir müslüman'ın muhalefet etmesinin caiz olmadığı konular­da olur.

Şafii sahabenin bir meselenin hükmü hakkında sözleri başka başka olduğunda: "o sözlerden kitab'a ve sünnete veya icma' veya doğru olan kıyas'a uygun olanı alınır" der. [204]

 

4) Kıyas:

 

Şafii'ye göre kıyas'm delil olarak mertebesi sahabe sözlerinden sonra gelir. Ebu Hanife'ye göre, kıyasın delil olarak mertebesi, sahabe sözlerinden hatta haber-i vahidden önce gelir.

Şafii, kitap veya sünnetten kendilerine kıyas edilecek bir delil bulunmazsa rey' yoluyla içtihadı men eder. Çünkü bir haber bulunmaksızın veya bir habere kıyas etmeksizin hüküm vermek caiz değildir.

Şafii, bu sözüyle şunu kasdetmektedir.: "Resülullah (SAV) içtihadı emretmiştir. İçtihad ancak bir şeyi aramak için yapılır.bir şeyi araştırmak ise ancak delillerle olur. Buda kıyasdır"

Şafii, "istihsanm ibtali" adlı eserinde şöyle diyor: "Al­lah'ın hükmü, sonra Resülullah (SAV) in hükmü, sonra müslüman cemaatın hükmü olarak bütün zikrettiklerim gösteriyor ki, hakim veya müftü olmak isteyen kimsenin ancak kesin bir delille hükmetmesi veya fetva vermesi caiz olur. Bu da kitap la, sonra sünnetle veya ilim sahiplerinin ihtilafsız olarak söyledikleri bir sözle veyahut bunlardan birine kıyas yapma yoluyla olur. İstihsan ile fetva verilmez. İstihsan vacip olmaz. İstihsan bu mana­lardan birini taşımaz.

Şafii, istihsanın belli bir kaidesi olmadığını ve hakkı batıldan ayıran bir ölçüsü bulunmadığını açıklayarak: "Müftünün veya Hakimin veya müçtehidin delilin bulunmadığı yerde istihsanla amel etmesi (kendisince iyi gördüğü şeyi almış olması) caiz olsa iş çığrından çıkmış olur. Bir mesele hakkında her müftü istihsana göre hüküm verirse değişik hükümler meydana çıkmış olur" der. [205]

 

Şafii Mezhebinin Yayılışı

 

İbn-i Haldun Mukaddime'sinde şafıi mezhebinin orta­ya çıkması ve yayılması hakkında şu bilgiyi vermektedir: Mısır'da şafıi mezhebinde olanlar başka yerlerden daha çoktur. Bu mezhep Irak'ta, Horasan'da, Maveraünnehir'de yayılmıştır. Bütün islam ülkelerinde fetva ve tedris işlerinde hanefıİerle başbaşa gitmişlerdir. Aralarında münazara meclisleri çoğalmış, hilafıyet kitapları her iki tarafın çeşitli delilleriyle dolup taşmıştır. Lakin daha sonra bütün bunlar doğunun ve oradaki memleketlerin çöküşü ile birlikte yıkılıp gitmiştir.

İmam Muhammed b. İdris Şafıİ, Mısır'a gelip Beni Hakem yurduna yerleşince, Abdülhakem oğulları, Eşheb b. Abdülaziz, İbn-i Kasım, İbn-i Mevvaz ve başkaları, daha sonra Haris b. Miskin ve oğulları ondan ilim aldılar.

Şafii fıkhı Mısır'da gelişti. Sonra Rafızilerden Fatimi devletinin ortaya çıkmasıyla Mısır'da ehli sünnet fıkhı hemen hemen yok olma ve ortadan kalkma noktasına geldi. Onun yerini ehl-i beyt fıkhı aldı. Eyyüboğlu Yusuf Selahaddin Eyyübi'nin eliyle Mısır da kölemen devleti yıkılıncaya kadar durum böyle devam etti. Selahaddin Eyyüb'i Mısır'ı alınca Şafii fıkhı yine canlandı. Suri­ye'den ve Irak'tan Şafii'nin taraftarları Mısır'a döndüler. Mısır'da bu mezhebe rağbet azalmışken bu defa tekrar kuvvetlenip en güzel bir duruma geldi. Ünlü bilginler

Suriye'de Nevevi ve İzzeddin b. Abdüsselam gibi meşhur alimler yetiş- mislerdi Mısır'da İbn-i Rifa, Takiyyuddin b. Dakik iyd bu ikisinden sonra da Takiyyüddin sübki yetişti. Böylece Şafii fıkhı bu çağda Mısır'da Şeyhul- islam olan Siracüddin Bulkıni'ye kadar gelmiştir.

Bugün Mısır'da Şafii'lerin en büyüğü hatta Mısır'lı alimlerin en ulusu bu zattır. İbn-i Haldun'un bu açıklama­sından anlaşılıyor ki, Şafii mezhebi ırak'da, İran beldele­rinde, Maveraünnehir'de, Şam'da yayılmıştır. Şafii mez­hebi Endülüs ve Mağrib ülkelerinde bir yer işgal etme­miştir. Oralarda Maliki mezhebi galibdir. [206]

 

İmam Ahmed B. Hanbel

 

Ahmed B. Hanbel'in Asrı:

 

İmam Ahmed b. Hanbel, Abbasi devletinin idareye hakim olup, istikrar bulduğu çağda yaşamıştır. Çünkü Abbasiler hem Haricileri, hemde Alevileri etkisiz duruma getirmişlerdi. Ancak Abbasilerin kendi aralarındaki anlaş­mazlık Harun Reşd'in oğulları Emin ile Me'mün arasın­daki taht mücadelesi İle başlayıp devam etmiş, Me'mün İran'lıların desteği ile üstün gelerek bu mücadele sona ermiştir.

Abbasi Halifeleri saltanatlarında Arab olmayanlara itimad etmeye başladıkları zamandan itibaren devlet zayıflamaya başlamıştır. Me'mün İranlıların desteğine dayanıyordu. Ondan sonra gelen Mutasını ise Türklerin desteğine dayanıyordu. Türklerin nüfuzu arttı, devlet işlerini ellerine geçirdiler. Halifelere baş kaldırdılar, saltanatlarını yıktılar, bundan sonra Abbasi devleti parçalandı.

İmam Ahmed, bunların bir kısmına yetişti, fakat hiçbir fitneye karışmadı, hiçbir Halifeyi tenkid etmedi, ilmi çalışmalarına devam etti. Me'mün'ün idaresi Mutezi-le'nİn ilmi nüfuzunun tesiri altına girince İmam Ahmed onların bid'atlan karşısında sessiz kalamadı. Onların akaidde selefi salihinin yo- lundan sapmış olduklarını gördü. Bu yüzden insanları onlardan sakındırdı, onların meclislerine devam etmelerini yasakladı. İşte o çağda islamın idaresini yıkıp yerine İran'ın idaresini getirmek isteyen zındıklar ortaya çıkmıştı, zındıklarla savaşanların başında Mutezi'le geliyordu Mutezile olan âlimler zındıklarla mücadele ederken felsefecilerin metodlarını kullanıyorlardı. O çağda hadisciler ile fakihler ise akaide dair delil getirme hususunda, sahabe ve tabiinin yolundan gidiyorlar, kitap ve sünnetin naslarından anlaşılan manaların dışına çıkmıyor-İardı. Fakat Me'mün ve ona bağlı olan idareciler alimleri mutezilenin bazı görüşlerini kabul etmeye zorladılar. Bu durum Me'mün'un, fakihler ve hadisciler ile arasının açılmasına sebep oldu.

İmam Ahmed'in çağında fıkıh olgunlaşmış, yolları düzelmişti. Irak'lı, Şam'lı ve Hicaz'lı bütün fakihlerin fıkıh konusundaki gayretleri ve çabaları mahsûllerini vermişti. İmam Ahmed önceki müctehidlerden Ebu Hanife'nin mezhebi, İmam Malik'in mezhebi ve İmam Şafii'nin mezhebi hakkında yazılmış olan kitaplar'da büyük bir fıkıh serveti bulmuştu. İmam Şafii ile buluştu. Bu fıkhı hadis ilimlerinden bildikleri ile geliştirdi. Bu yüzden İmam Ahmed'in fıkıh metodu hadis damgasını taşıyordu. Onun zamanında hadis çalışmaları gelişmişti. Alimler, hadise dirayet ve rivayet cihetinden çok önem veriyorlardı. İmam Ahmed hadis tahsiline çok önem gösterdi. Hadisleri incelemeye koyuldu. Hem hadis de hem de fıkıh da imam oldu. Onun "Müsned" isimli eseri hadİsde imam olmasının en büyük şahididir.

İmam Ahmed'in çağında fikri sürtüşmeler, şiddetlen­miş bir taraftan fakihlerin kendi aralarında diğer tarafda fakihler ile Mutezile, Cehmiyye ve Mür-cie gibi sapık fırkalardan olan ilmi kelâm âlimleri arasında, öbür taraftan ilmi kelâm fırkalarının kendi aralarında mücadele artmıştı.   İmam   Ahmed   bu   mücadelelerden   habersiz

değildi. Fakat o hadis tahsiline, sahabe ve büyük tabiinin fetvalarını öğrenmeye yönelmişti, çünkü o, mücadeleden ve mücadelecilerden nefret ediyordu.

Halkı Kur'an (Kur'an'in yaratılmış olup olmaması) meselesinde İmam Ahmed'in tutumu, faziletinin büyüklü­ğüne şahidlik eder. [207]

 

İmam Ahmed B. Hanbel'in Hayatı: (H.164-241)

 

İmam Ahmed B. Hanbel (Allah ondan razı olsun) (H.164) yılının Rebi- ülevvel ayında Bağdat'ta dünyaya gelmiş, (H.241) yılının aynı ayında Bağdat'ta vefat etmiştir. Aslen Arabdır.

Annesi ve Babası Şeyban kabilesindendir. Bu kabile de Adnan kabilesinin bir kolu olan Rabia kabilesinden ayrılma olup Nizar kabilesinde Resülullâh (SAV) in soyuna karışır. Şeyban kabilesi, onurlu, himmet sahibi ve sabırlı olmakla şöhret kazanmıştı. Bu kabile Basra ve onun civarında oturuyordu.

İmam Ahmed'in Babası. Muhammed b. Hanbel'dir. Dedesi Hanbel b. HilaPdır. Ailesi Basra'da yetişmiş, dedesi Horasan'a gitmiş. Emeviler zamanında Horasan'a bağlı Serahs vilayetine vali olarak tayin edilmiş, sonra bu vazifesinden ayrılmış, Abbasi davetcilerinin safına katıldığı için kendisine işkence yapılmış, bundan sonra ailesi Bağdat'a gitmiş, Ahmed burada dünyaya gelmiştir.

Üstün olan görüşe göre, Ahmed küçükken babası Öl­müş, babasının Bağdat'ta miras olarak bırakmış olduğu gelirle onun terbiyesini ve yetişmesini annesi üzerine almıştır.

Ahmed'in onurlu olarak yetişmesinde, zeki olmasında, gayretinin büyük olmasında, istidad ve kabiliyetinin gelişmesinde, toplumun durumlarını tanımasında yüksek soyu ile yetimliği yardım etmiştir.

Ahmed'in içinde yetiştiği Bağdat, islam âleminin me­deniyet merkezi, çeşitli şer'i, lügavi, akli ilimlerin beşiği idi. Orada ilim ve fen nevileri dalgalanıyor, değişik mezheb, meşreb ve birbirine ters düşen fikirler bulunu­yordu.

Ahmed'in ailesi onun çocukluğundan itibaren -din hizmeti için yönlendirmişti. Ahmed önce Kur'an-ı kerimi hıfzetmiş, sonra arapça ilimlerini Öğrenmeye koyulmuş, zekası ve kabiliyyeti ortaya çıkmıştı. Akran ve arkadaşları arasında takva, doğruluk ve güzel ahlâk sahibi olarak tanınıyordu.

Ahmed b. Hanbel gençlik çağına gelince, Bağdat'ta şeriatı öğrenmek için önüne iki farklı metod çıkmıştır: Biri fıkıh metodu, diğeri hadis metodu: O önce ehli rey' mezhebinin fıkıh yoluna girmiş, Ebu Hanife'nin talebesi Kadı Ebu Yusuf dan ilim öğrenmiştir. Sonra hadiscilerin yoluna meylederek hadis okumaya yönelmiş, fakat fıkıh'dan tamamıyle kopmamıştır.

Hafız Zehebi'nin Tarihinde, Hallal'dan şöyle rivayet edilir: "Ahmed b. Hanbel, ehli rey'in kitaplarını yazmış, ezberlemiş sonra onlara iltifat etmemiştir."

Ahmed B. Hanbel, Irak, Şam ve Hicaz'daki bütün şehir

Ahmed b. Hanbel önce Bağdat'taki hadis âlimlerinden, hadis öğrenmeye başlamış, yedi yıl Bağdat'ta hadis tahsiline devam ettikten sonra (H.186) yılından itibaren Basra'ya, Küfe'ye, Hicaz'a ve Yemen'e hadis tahsili için seyahatlerde bulunmuştur.ilim öğrenmeye başlayan her talebe önce kendi beldesindeki âlimlerden öğrenmeye başlar. İşte Ahmed b. Hanbel de önce Bağdat'ta hadis alimlerinden olan Hüşeym b. Beşir ( Ebu Hazini Vasiti) den hadis okumaya başlamış ve bu zat (H.183) yılında vefat edinceye kadar devam etmiştir.

İbni Cevzi'nin "el-Menakıb" isimli eserinde Ahmed b. HanbePin oğlu Salih'den şöyle rivayet edilir: Ahmed B. Hanbel: "Ben Hüşeym b. Beşir'den (H.179) yılında hadis yazmaya başladım, (H. 180-181-182) yılına kadar ona devam ettim. O zat (H.183) yılında vefat etti ben ondan hac bahsine dair bin kadar hadis, tefsir'e dair bazı hadisler ve küçük risaleler, kaza (hüküm verme) bahsine dair hadisler yazdım" demiş. Bu sözlerinden sonra oğlu Salih ona: "Hüşeym b.Beşir'den yazdığın hadislerin sayısı üç bini bulur mu?" diye sormuş. O da: "Daha fazladır" diye cevap vermiştir.

Hüşeym b.Beşir öldükten sonra Ahmed B. Hanbel Bağdat'taki diğer âlimlerden yirmi sene kadar hadis okumuş. Sonra hayatta bulunan ravilerden şifahi olarak hadis öğrenmek için arka arkaya seyahatlere başlamıştır. Basra ve Hicaz'a beşer defa seyahat etmiş, Hicaz'a ilk defa (H.187) yılında gitmiş ve orada Şafii ile buluşmuş, ondan ilim almıştır. Bundan sonra Bağdat'ta olgunluk çağında onunla buluşmuş onun fıkhını ve usûlünü Öğrenmiştir.

Ahmed B. Hanbel arkadaşı Yahya b. Main ile (H. 198) yılında hacca gitmek ve oradan da Yemen'in San'a şehrinde bulunan meşhur hadis alimi Abdürrezzak b.Hemmamın yanına gidip hadis öğrenmek istediler. Abdür-rezzak'ı Mekke'de buldular. Fakat Ahmed b. Hanbel bu buluşmakla yetinmeyip meşakkat çekmesine ve parasız olmasına rağmen SanVya gitti ve orada Abdürrezzak'dan hadis öğrendi.

Ahmed B. Hanbel işitmiş olduğu hadisleri ve eserleri yazmaya çok önem veriyor, yalnız ezberlemekle yetinmiyor, seyahatlarında kitap çantalarını sırtında taşıyordu. Unutmaktan korktuğu, vera ve takva sahibi olduğu için, ezberinin çok iyi, hafızasının kuvvetli olmasına rağmen hadisleri kitapdan rivayet eder, ezber­den rivayet etmezdi.

Hafız Zehebi Ahmed b. HanbeHin yukarıda geçen hocalarından başka, Süfyan b. Uyeyne'yi, Yahya el Kattan'ı, Velid b.Müslimi, Kadı Ebu Yusufu, Abdurrahman b. Mehdiyi hocaları arasında saymıştır. [208]

 

Ahmed B. Hanbepin Hadis Rivayetine Ve Fetva Vermeye Başlayışı:

 

Ahmed b. Hanbel uzun ve yorucu ilmi seyahatlarından sonra ilmini sağlamlaştırıp, tam olgunlaşmca hadis rivaye-tine ve fetva vermeye başlamıştır.

İbni Cevzi demiştir ki: "Ahmed b. Hanbel hadis rivaye­tine ve fetva vermeye ancak kırk yaşına ulaştıktan sonra başlamıştır."

Bu konuda nakledildiğine göre, Ahmed b. Hanbel'in çağdaşlarından biri, (H.203) yılında kendisine hadis öğrenmek için gelmiş, fakat Ahmed b. Hanbel ona hadis okutmayı kabul etmemiş, Ahmed b. Hanbel Yemen'de bu- lunan meşhur muhaddis Abdürrezzak b. Hemmam'ın yanına gitmiş, sonra (H.204) yılında Bağdat'a dönmüş, önce Ahmed b. Hanbel'den hadis okumak isteyen zat Ahmed b. Hanbeli etrafına toplanmış olan insanlara hadis rivayet ettiğini görmüş. Galiba Ahmed b. Hanbel kırk yaşı olgunluk ve tebliğ etme yaşı olarak gözetiyordu. Çünkü ResüluUâh (SAV) kırk yaşında peygamber olarak vazifelendirilmiş ve insanlara tebliğe başlamıştı.

Ahmed b. Hanbel, etrafında insanların toplanıp ders okutmaya ve fetva vermeye başladığı zaman kırk yaşında bulunuyordu. Buna göre Ahmed b. Hanbel kırk yaşına varmadan öncede mecbur olduğu zaman fetva veriyordu. Fakat kendisinden ilim öğrenmek isteyen talebeler için bir meclis oluşturmamıştı.

Ahmed b. Hanbel'in islam ülkelerinde şöhreti yayılıp, herkes ona hadis ve fıkıhdan sormaya başlayınca, o da Bağdat camii mescidinde ders okutmaya ve fetva verme­ye başladı. Onun dersine rağbet arttı, dersi çok kalabalık oldu. Ravilerden bazılarının zikrettiğine göre, onun dersini dinleyenlerin sayısı beşbine yakındı. Bu onun ulaşmış olduğu mevkiyi gösterir.

Zehebi tarihinde ve İbni Cevzi 'nin Menâkıbında şu bilgi verilmektedir: "Ahmed b. Hanbel'in meclisine vakar, ciddiyet, tevazu ve ruhi huzur hakim idi. Kendisine herhangi bir konuda rivayet edilen hadislerden sorulunca, ki- taplarından nakli araştırırdı, yalnız ezberine güvenmezdi. Ahmed b. Hanbel din ilminin ancak kitap ve

sünnet (hadis) ilmi olduğuna inanıyordu. Bu yüzden fıkhı fetvaların yazılmasına izin vermiyor, din hakkında insanların görüşlerinin yazılmasını bid'attan sayıyordu"

Ahmed B. Hanbel'e İşkence Yapılması:

Mutezile mezhebini kabul etmiş olan Abbasi halifesi Me'mün, Mutezile olan taraftarlarının Kur'an-ın yaratıl­mış olduğunu söyledikleri gibi fakihleri ve hadiscileri de Kur'an'ın yaratılmış olduğunu söylemeye davet etmiştir.

Me'mün kendisinin söylediği gibi Ahmed b. Hanbel'e de zorla Kur'an'ın yaratılmış olduğunu söyletmek istemiş, fakat Ahmed b. Hanbel bunu kabul etmemiştir. İşte bu onun Me'mün zamanında işkence edilmesine sebep olmuştur. Bu işkence Me'münün vasiyeti üzerine Abbasi halifelerinden Mu'tasım ve Vasık dönemleri boyunca devam etmiştir.

Rivayet edildiğine göre, Emeviler devrinde Kur'an'ın yaratılmış olduğunu ilk defa söyleyen Cad b. Dirhemdir. Onu bu sözünden dolayı Küfe valisi Halid b. Abdullah Kasrİ, kurban bayramı günü öldürmüştür. Cad b. Dirhem kurban bayramı namazı kılınacağı zaman elleri bağlı getirilmiştir. Halid namazı kıldırıp hutbe okumuş, hutbesinin sonunda cemaate: "siz gidin kurbanlarınızı kesin, Allah kabul eylesin. Ben Cad b. Dirhemi kurban etmek istiyorum, çünkü o>: "Allah Musa ile söyleşmedi, Allah Hz. İbrahimi dost edinmedi" diyor. Halbuki Allah Teâlâ onun söyledik-lerinden münezzehdir" demiş. Sonra minberden inip onu Öldürmüştür.

Yine bu sözü Cehm b. Saffan da söylemişti. Daha sonra Mutezüeliler ortaya çıkınca Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlânın "sıfat-ı subutiyesini" yanı Hayat, ilim, Semi, basar, İrade, kudret, Kelam, ve Tekvin sıfatlarını inkar etmişlerdir. Bu sıfatlar Allah'ın zatının isimleri olduğunu ve Allanın sıfatları olmadığını iddia etmişlerdir. Mutezililer Allah Sübhanehu ve Teâlânın konuştuğunu inkar etmişler ve "Allah Teâlâ herşeyi yarattığı gibi kelamı da yaratmıştır" diyerek: "Kur'an'ın Allah Tarafın­dan yaratılmış" olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Mutezililer bu konuda çok aşırı gitmişlerdir. Me'mün İktidara gelince yardımcılarını onlardan seçmiş, onları kendine yaklaştırarak en büyük ikramlarda bulunmuştur. Çünkü Me'mün, Mutezililerin başkanlarından olan Ebu Hüzeyl'in talebesi idi.

Halife Me'mün Rakka şehrinde bulunduğu bir sırada Bağdat'taki vekili bulunan İshak b. İbrahim'e mektup yazarak fakihleri ve hadiscileri çağırıp onlara Kur'an'ın yaratılmış olduğunu zorla söyletmesini istemiştir.

Bunu üzerine Bağdat'ta halifenin vekili kendisine verilen emri yerine getirmek için derhal harekete geçti. Fakihleri ve hadiscileri topladı, aralarında Ahmed b. Hanbel'de vardı. Onlara istenileni yerine getirmezlerse işkence ve ceza göreceklerini ve hiçbir tereddüt gösteril-meksizin Me'mun'un arzusuna göre mahkeme edilecekle­rini söyleyerek tehditler savurdu. Fakihler ve hadisciler istenileni yerine getirdiler. Ancak dört kişinin.kalbini Allah bundan korudu. Bunlar ahireti dünyaya tercih ettiler ve İsrarla maçlarından fedakarlık etmediler. Bunlar Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. Nuh, Übeydullah b. Ömer, Hasan b. Hammad'dır. Bunlar yakalanıp elleri kelepçelendi, ayaklarına zincir bağlandı. Ertesi gün olunca Hasan b. Hammad, İshak'ın emrini kabul etti ve bağları çözülerek serbest bırakıldı. Diğer üçü inançlarında direndiler,  öbürgün  olunca  aynı  soru tekrar  edildi  ve cevap istendi. Ubeydullah b. Ömer'in tahammülü bitmişti, İstenilen cevabı verdi. O da serbest bırakıldı. Geriye iki kişi kalmıştı, Allah onlarla beraber-di. Bunlar zincirlere bağlı olarak Tarsus'taki me'mün'ün huzuruna gönde-rildi. Yolda Muhammed b. Nuh şehid oldu. Ahmed b. Hanbel tek başına inancı uğruna bu fitneye sonuna kadar sabretti. Me'mün ölünceye kadar zincire vuruldu, hapsedildi, İşkence yapıldı, fakat Me'münün Ölmesiyle bu işkence sona ermedi, daha çetin ve daha şiddetli devreler başladı. Çünkü Me'mun ölürken kardeşi Mu'tasıma kendisinden sonra insanların Kur'anın yaratılmış olduğu­nu kabule zorlanmalarını vasiyet etmişti.

Mu'tasım halife olduktan sonra Ahmed b. Hanbel kelepçeli olarak onun huzuruna çıkarıldı. Korkutulmak için her türlü yola başvuruldu, fakat hiçbirisi fayda vermedi. Ahmed b. Hanbel'in hiçbir^şeye aldırmadan inancında sebat etmesi üzerine, tehditler gerçekleştirildi. Onu nöbet nöbet kırbaçlamaya başladılar, her defasında bayılmadıkça bırakmıyorlardı. Yirmi sekiz ay kadar hapisde bu işkence devam etti. Ümitleri kesilince onu serbest bıraktılar. Evine döndü. Fakat Ahmed b. Hanbel hapiste uzun bir zaman kalışı, çok şiddetli bir şekilde durmadan dövülüşü ve vücudundaki yaralar sebebiyle yürüyecek bir halde değildi. Lakin o yine de muzafferdi. Yaralan iyileşince, Mutasım Ölünceye kadar mescidde ders okutmaya devam etti. Mu'tasımdan sonra Vasik halife oldu. İşkence vasiyetnamesi yürürlükte idi, bu yüzden Ahmed b. Hanbel'e tekrar işkenceye başladılar. Fakat bu sefer Ahmed b. Hanbel'in Mu'tasımın zamanın­da olduğu gibi kırbaçla dövülmesi emredilmedi. Çünkü kırbaçla dövülmesi halkın yanında onun mevkii'ni çok yükseltiyor   ve   halifenin   fikrinin   yayılmasına   engel oluyordu. Fikirler baskı ve zorla yayılmaz. Üstelik ona yapılan işkence halkın nefretine sebep oluyor ve Kur'anın yaratılmış olduğunu iddia eden halife Me'mun'un bu konuda akıl hocası olan Mutezile âlimle-rinden Ahmed b.Ebu Düad gibi milletin baş belasından intikam alma duygusunu şiddetlendiriyordu. Ahmed b. Hanbel'in karşılaştığı yeni işkence onu insanlarla konuşmaktan sohbetten ve ders okut-maktan alıkoymaktı.

Halife Vasık Ahmed b. Hanbel'e: "senin yanına hiçbir kimse gelmeye- cek ve sen benim bulunduğum hiçbir yerde oturmayacaksın" demiştir. Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel (H.232) senesinde Vasik ölünceye kadar beş sene ders okutmadı. Vasık'dan sonra halife olan Müte­vekkil, Ahmed b. Hanbel'in işkencesini kaldırmış, Ahmed b. Hanbel izzet ve ikramla ders okutmaya dönmüştür. Mütevekkil fıkıh ve hadis âlimlerine yakınlık göstermiş, Mutezilileri de saraydan uzaklaştırmış, ellerindeki imkanları almıştır.

Ahmed b. Hanbel halifelerin atiyyelerini (hediyelerini) kabul etmiyordu. Halife Mütevekkil ona işkencesi sona erdikten sonra pek çok mal göndermiş ve alması için İsrar etmiş, fakat Ahmed b. Hanbel de almamakta İsrar etmiştir, eğer kendisine bir şey zorla verilirse onu fakirlere ve muhtaçlara dağıtıyordu. Zühd ve takva sahibi olan Ahmed b. Hanbel hayatı boyunca çok aza kanaat ederek sade bir hayat yaşıyordu. [209]

 

El Müsned

 

Ahmed b. Hanbel'in hadisleri senedleriyle rivayet ederek toplayıp yazdığı "el Müsned" isimli eseri islam ümmetine bırakmış olduğu meşhur bir hadis kitabıdır.

Ahmed b. Hanbel (H.180) yılında onaltı yaşında iken hadis öğrenmeye başlamıştır. Ahmed b. Hanbel Resülullâh (SAV) in hadislerinden başka bir şeyin yazılmasını iyi görmüyordu.

Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah'dan rivayet edildi­ğine göre Abdullah demiştir ki: "Ben babama: sen el-Müsned isimli eserini yazdığın halde kitapların yazılma­sını neden iyi görmüyorsun?" diye sordum. Babam bana: "Ben bu el-Müsned isimli kitabımı bir imam olsun, insanlar Resülullâh (SAV) in hadislerinde ihtilafa düştüklerinde ona başvursunlar diye yazdım" diye cevap verdi."

Ahmed b. Hanbel el-Müsned isimli eserindeki hadisle­ri, hayatı boyunca yolculuk yaparak yanlarına gittiği güvenilir ravilerden ayrı ayrı kağıtlara yazarak toplamaya devam etmiştir.

Ahmed b. Hanbel ecelinin yaklaştığını hissedince toplayıp yazmış olduğu dağınık halde bulunan bu hadisle­rin zayi olmasından korktuğu için bunları çocukları ile yakınlarına yazdırmıştır. Bu hadisleri onlara tertiplenmiş bir şekilde olmasa bile tam olarak yazdırmıştır.

Bugün ellerde dolaşan "el-Müsned" Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah'ın rivayetidir. Abdullah'a hadis sevgisi ve hadis tutkusu babasından miras kalmıştır.

Âlimler, Ahmed b. Hanbel'den insanların en çok hadis rivayet edeni oğlu Abdullah olduğunu kabul ve itiraf etmişlerdir.

Abdullah'dan babasının "el-Müsned" isimli eserini kendilerine güvenilir ve sağlam alimlerin rivayet etmeleri sonunda nesiller onu muhafaza etmişlerdir. Müsnedi bugün gördüğümüz şekilde tertip eden abdullah'dır. Abdullah "el- müsned'i" bugün gördüğümüz şekilde tertibe koyarken herbir sahabinin ayrı ayrı konulardaki rivayet ettiği bütün hadisleri karışık olarak bir arada yazmıştır.

Ahmed b. Hanbel'in araştırarak güvenilir ravilerden hadisleri almış olduğunda hiç şüphe yoktur. Fakat alimler " el- Müsned"deki hadislerin kuvvet derecesinde ihtilaf etmişler "el-Müsned"de sahih, hasen, garip hadislerin bulunduğunda ittifak etmişlerdir.

İbni teymiyye demiştir ki: "Ahmed b. Hanbel'in gerek Uel-Müsned"inde gerekse diğer eserlerinde rivayet ettiği bütün hadisleri, kendi yanında da hüccet değildir.

Ahmed b. Hanbel ilim sahiplerinin rivayet ettikleri hadisleri rivayet etmiştir. Ahmed b. Hanbel'in "el-Müsned"e almış olduğu hadislerdeki şartı kendine göre, yalancılıkla bilinen kimseden hadis rivayet etmemesidir, "el- müsned"de zayıf hadis vardır. Sonra ibni Teymiyye "el-müsned"deki zayıf hadis veya mevzu (uydurma hadis) hadis Abdullah'ın oğlu tarafından ilave edilmiş olduğunu açıklamıştır."

El-Iraki, ibni Teymiyye'ye muhalefet ederek: "el-müsned"de bir çok zayıf hadis, ve azda olsa mevzu hadis vardır" demiştir. Fakat ibni Hacer "el- kavlü'l- Müsedded fı'z-zebbian Müsnedi Ahmed" isimli kitabında hocası el-Iraki'nin sözünü reddetmiştir.

Alimlerden muhakkik olanlara göre, Ahmed b. Hanbel'in el müsnedin'de zayıf hadis vardır. Fakat mevzu (uydurma) hadis yoktur. Zayıf hadis ile mevzu hadis arasında büyük fark vardır. Zayıf hadis, kendisinde sahih hadisin şartlan bulunmayan hadisdir. Mevzu hadis ise, yalan olduğuna dair delİI bulunan hadisdir.

Üstad Ahmed Şakir el- müsned'in hadislerini tahric etmiş, fihristini yapmış. Ayrıca Müsned'de adı geçen sahabilerin ve büyük hadis alimlerinin alfabetik sıraya göre fihristini de yapmıştır.

Davetci Şehid Hasan el- Benna'mn babası üstad Ahmed el-Benna, araştırma işini ve istenilene ulaşmayı kolaylaştır-mak için el-müsned'i fıkıh bablarına uygun olarak tertip etmiştir, bu eser "el- Fethü'r-Rabbani âlâ Müsnedi'l- İmam Ahmed İbni Hanbel eş-Şeybani" ismiyle neşredilmiştir. [210]

 

Hanbeli Mezhebinin Dayandığı Deliller:

 

Hanbeli mezhebinin en belirgin özelliği sünnet fıkhı üzerine kurulmuş olmasıdır. Bundan dolayı Ahmed b. Hanbel büyük hadis âlimlerinden sayılmıştır.

İbni Kayyım "İlamül-Muvakkıin" isimli eserinde Ahmed b. Hanbel'in fetvalarının dayandığı deliller beşdir diye zikretmiştir.bunları şöyle özetleyebiliriz. [211]

 

1) Deliller:

 

Ahmed b. Hanbel bir delil bulursa onunla fetva verir ona muhalefet eden kim olursa olsun itibar etmezdi.

Sahih hadis üzerine Medine ehlinin amelini, rey'i ve kıyası tercih etmezdi. Bunlar bize Ahmed b. Hanbel'in delilleri toplamada gösterdiği özeni açıklamaktadır.

Onun yanında toplanmış olan deliller başkasının ya­nında toplanmamıştır. Gerek Kur'anın yaratılmış olup, olmaması meselesi hakkında yapmış olduğu münazarası, gerekse zındıkları ve Cehmiyye'yi reddetme konusunda yapmış olduğu münazaraları buna açık olarak delâlet etmektedir. Ahmed b. Hanbel münazara yaptığı kimseler­den delil isteyerek: "Kitap ve sünneti getirin ta ki, size kitap ve sünnette delil bulunmadığına dair cevap vere­yim" derdi.

Ahmed b. Hanbel'in yanında kulların fiillerinin hü-kümle-rine dair yeterli delil bulunuyordu. Kulların fiillerinin hükümleri hakkındaki Kur'anın delilleri ile sünnetin delilleri eşittir. Kur'anın delilleri bir takım genel kaideler getirmiştir ki, bu kaideler pek çok fer'i meselele­ri içine almaktadır. Resülullâh (SAV) a da "Cevamiu'l-Kelim" ismi verilmiştir. Yani Resülullâh (SAV) in söylediği az bir söz, pek çok manaları ve sayılamayacak kadar meseleleri içine alıyordu. Kitap ve sünnetteki delillerin manaları anlaşılırsa bu deliller kulların bütün fiillerini kapsamış olduğu açığa çıkmış olur. Ahmed b. Hanbel'e göre kitabın delilleri ile sünnetin delilleri bir mertebededir. Çünkü sünnetin hüccet olması kitap ile sabittir.  Nitekim  sünnette  kitabı   açıklamaktadır.  Buna göre delil getirmede sahih olan sünnetin delilleri Kur'anın delilleri gibi kılınmıştır.

Ahmed b. Hanbel âyet ve hadis bulununca artık bu âyet ve hadise muhalefet eden hiçbir şahsa itibar etmezdi. İsterse muhalefet eden sahabeden bir zat olsun. Hz. Ömer kesin olarak boşanmış bir kadına nafaka ve mesken verilmesine dair fetva vermiş, Kays'm kızı fatıma Hz. Ömer yanında: "kocasının kendisini kesin olarak boşamış olduğunu, bunun üzerine Resülullâh (SAV), kendisine nafaka ve mesken verilmesine hükmetmediği" tarzında bir şahadette bulunmuştu. Hz. Ömer: "Doğru mu, yalan mı söylediğini bilmediğimiz bir kadının sözüyle Allah'ın kitabındaki hükmü terkedemem" diyerek bu şahitliği kabul etmemiştir. Ahmed b. Hanbel kesin olarak boşan­mış bir kadına nafaka ve mesken verilmeyeceğine Kays'ın kızı Fatıma'nın hadisini delil göstererek, Hz. Ömer'e muhalefet etmekten çekin- memiştir.

Yine Ahmed b. Hanbel, Hz. Ömer'in haccı ifrada veya haccı kırana niyet eden kimsenin haccını bozarak haccı temettu'ya niyet etmesini men eden görüşüne itibar etmemiştir. Çünkü haccı ifrada veya haccı kırana niyet eden kimsenin haccını bozup haccı temettuya niyet edebileceğine dair sahih hadisler mevcüddur. Sahih olan hadislerde sabit olmuşdur ki, Resülulâh (SAV): "Hedy kurbanı getirmemiş olan kimseye Beytullah'ı tavaf edip safa ile merve arasında sa'yini yaptıktan sonra ihramdan çıkmasını ve bu yaptığını umre kılmasını" emretmiştir.

Yine Ahmed b. Hanbel, İbni Abbas'm ve iki rivayetin birinde ve Hz.Ali'nin: "kocası Ölmüş olan hamile kadının (ölüm iddeti olan dört ay on gün ve doğum iddeti olan çocuk   doğuncaya   kadar)   iki   iddetten   en   uzun   olanı beklemesi yolundaki" fetvalarına itibar etmemiştir. Çünkü Eşlem kabilesinden Sübey'a kocasının ölümünden birkaç gün sonra doğum yapmış, bunun üzerine Resülullâh, ona "doğumunu yaptığı zaman evlenmesi helal olur" diye fetva vermiştir.

Yine Ahmed b. Hanbel, Muaz b. Cebel ile Muaviye b. Ebu Süfyan'ın "Müslümanın, müslüman olmayana varis olur" diye vermiş oldukları fetvalarına itibar etmemiştir. Çünkü müslüman ile müslüman olmayanın arasında miras cereyan etmeyeceğini bildiren hadis sahihdir. Nitekim hadisi şerif de: "Müslüman kafire, kafir de Müslümana varis olamaz" diye buyurmuştur.

Ahmed b, Hanbel'e göre, sahabe ve tabiinin üstün olmaları, görüşlerinin Resülullâh (SAV) in hadislerine tercih edilmesini gerektirmez. Çünkü Resülullâh (SAV) ma'sumdur. Sahabeden, tabiinden ve daha sonra gelen alimlerden herhangi birinin görüşü almır.ve Resülullâh (SAV) in hadisleriyle karşılaştırılır, eğer Resülullâh (SAV) in hadislerine uygun ise kabul edilir, uygun değilse kabul edilmez.çünkü Resülullâh (SAV): "her kim bizim şu dinimizde ondan olmayan bir şey icad ederse o icad reddedilir" ve: "her kim bizim dinimizde olmayan bir amel işlerse o amel reddedilir (kabul edilmez)" buyur­muştur. Fetva konusunda ayet ve hadisin alınması, âyet ve hadise muhalif olan görüşlerin terkedilmesi, Hanbeli mezhebinin en açık esaslarından ve en belirgin kaidele-rindendir. [212]

 

2) Sahabilerin Fetvaları:

 

İbni Kayyım el-Cevziyye: "Hanbeli mezhebinin delille­rinden ikinci delil, sahabilerin vermiş olduğu fetvalardır" demiştir.

Ahmed b. Hanbel Sahabilerden birinin vermiş olduğu fetvaya, diğerinin muhalefet etmiş olduklarını tesbit edemezse bu fetvayı delil olarak alıyordu. Çünkü böyle bir fetva sükuti îcma' babındandır. Fakat Ahmed b. Hanbel takvasından dolayı buna icma' demiyor ve "bunu reddedecek bir şey bilmiyorum veya bunda bir ihtilaf bilmiyorum" derdi.

Usul âlimleri sahabilerin fetvalarının ve sözlerinin delil olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir.

İçtihad ve re'y ile kavranamayacak bir konudaki sahabi sözü, Resülullâh (SAV)'a ait olan hadis gibi olur. Yani böyle durumda sahabi sözü Resülullâh (SAV) dan duyulan bir bilgiye dayanmış olur. Böyle olan bir sahabi sözü âlimlerce deül olarak kabul edilir.

İçtihad ve re'y ile kavranabilecek bir konuda olan bir sahabi sözü iki kısma ayrılır.

a) Sahabinin bu sözü, diğer sahabiler arasında yayıl­mış, bu söze muhale-fet eden bulunmamıştır. Ahmed b. Hanbel: " Sahabinin bu sözü kesin delildir, uyulması vaciptir, buna muhalefet etmek haramdır" der. Fakat buna icma' da demez. Ahmed b. Hanbel'in: "icma'in mevcudi­yetini iddia eden kimse yalancıdır, nereden bilecek, belki de insanlar ihtilaf etmişlerdir" dediği nakledilmiştir.

Alimler: "Ahmed b. Hanbel bu sözüyle İcma'ı inkar etmiştir"   demişler.   Fakat   hangi   icma'ı   inkar   ettiği -

hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları: "Ahmed b. Hanbel bu sözüyle, bir asırda bulunan müctehidlerden bir veya birkaç müctehid bir seri mesele­nin hükmüne dair görüş belirttikten sonra o görüşü haber alan diğer müctehidlerin sükût etmeleriyle meydana gelen "sükuti icma'ı" inkar etmeyip, bir asırda bulunan bütün müctehidlerin bir şer'i meselenin hükmüne dair sözle ittifak etmeleriyle meydana gelen "sarih icma'ı" inkar etmiştir" demişler.

Bazıları ise: "Ahmed b. Hanbel bu sözüyle sahabeden sonrakilerin icma'ıni inkar etmiştir" demişler.

Bazıları da: "Ahmed b. Hanbel bu sözüyle sahabeden ve tabiinden sonra-kilerin icma'ını inkar etmiştir" demişler.

Diğer bazıları da:"Resülullâh (SAV), sahabe, tabiin ve tebei tabiin asırlarının hayırlı olduğuna dair şehadette bulunduğu için Ahmed b. Hanbel, bu sözüyle bu üç asırdan sonrakilerin icma'ını inkar etmiştir" demişler.

b) içtihad ve re'y ile kavranabilecek bir konuda olan bir sahabi sözü, diğer sahabiler arasında yayılmamış, fakat buna muhalefet eden de bulunmamıştır. Bu söze kıyas da delalet ederse bu sözle amel edilmesi vacip olur. Ebü'l-Berekat "el-Müsveddetü" isimli eserinde: "bir sahabi bir söz söyler, diğer sahabilerden bu söze muhale­fet eden nakledilmezse bu söz kıyas ve ictihada'da uygun olursa bu söz hüccet olarak kabul edilir. Ahmed b. Hanbel bir çok yerlerde böyle bir sözün kıyasa tercih edileceğini açıklamıştır" diye zikret-miştir.

Ahmed b. Hanbel'den nakledilmiştir ki: "bir meselenin hükmü hakkında Resülullâh (SAV) den rivayet edilen bir hadisi   şerif   bulursam   onunla   cevap   veririm.   Hadis bulamaz-sam o konuda sahabeden nakledilen bir fetva bulursam onunla cevap veririm. Sahabeden nakledilen fetva bulamaz-sam, o konuda tabiinden nakledilen fetva bulursam onunla cevap veririm.

Resülullâh (SAV) den rivayet edilen bir hadisi şerif bulursam onunla amel ederim Resülullâh (SAV) den rivayet edilen bir hadisi şerif bulamazsam Hülefai Raşidin'den nakledilen bir fetva bulursam onunla amel ederim. Hülefai Raşidin'den nakledilen bir fetva bula­mazsam, mertebelerine göre büyük sahabilerden nakledi­len bir fetva bulursam onunla amel ederim sahabeden nakledilen bir fetva bulamazsam tabiinden nakledilen bir fetva bulursam onunla amel ederim, tabiinden nakledilen bir fetva bulamazsam tebei tabiinden nakledilen bir fetva bulursam onunla amel ederim. Bana Resülullâh (SAV) den kendisiyle amel edildiği takdirde sevap verileceğine dair bir hadisi şerif ulaşırsa o hadisi şerifle muhakkak bir defa olsun amel ederim."

Yine Ahmed b. Hanbel demiştir ki: "Bize göre sünnetin asılları ve temelleri, Resülullâh (SAV) in ashabının sarıldık-larına sarılmak, onların sözlerinden fetvalarından dışarı çıkmamak, onlara uymak ve bid'atları terketmektir."

Üstad Ebu Zehra demiştir ki: "Bundan dolayı Ahmed b. Han bel'e göre, Resülullâh (SAV) in sahih hadislerin­den sonra hüccet olarak sahabenin sözleri ve fetvaları gelir. Hatta sahabenin sözleri ve fetvaları mürsel ve zayıf hadislere tercih edilir. Âlimler, Hanbeli mezhebinin zikredilen bu tertip üzerine kurulmuş olduğunu ittifakla naklettiler. Bunda ihtilaf etmediler.

Bütün alimler Ahmed b. Hanbel'in sahabelerin fetvala­rıyla amel ettiğinde ve bir sahabiden fetva konusunda bir eser nakledildiğinde ona herhangi bir Re'yi ve içtihadı tercih etmediğinde ittifak etmişlerdir. [213]

 

3) Sahabelerin İhtilaf Etmiş Oldukları Fetvala­rından Tercih Edileni:

 

İbn-i Kayyım demiştir ki: "Hanbeli mezhebinin delille-rin-den üçüncü delil, sahabilerin ihtilaf etmiş oldukları görüşleri ve fetvalarıdır. Ahmed b.Hanbel sahabilerin ihtilaf etmiş oldukları görüşlerinden kitap ve sünnete en uygun olanı tercih ediyor ve onların görüşlerinin dışına çıkmıyordu. Ahmed b. Hanbel eğer sahabilerin görüşle­rinden herhangi birinin kitap ve sünnete uygun olduğunu anlayarnazsa sahabilerin ihtilaflarını anlatıyor.ve kesin olarak bir şey söylemiyordu."

İbn-i Kayyım'm, bu açıklamasından anlaşılıyor ki: Ahmed b. Hanbel Sahabilerin ihtilaflı görüşleri hakkında düşünüyor, delillere baş vuruyor, o görüşlerden kitap ve sünnete en uygun olanını tercih ediyordu.

Ebu Yala demiştir ki: "sahabiler bir mesele hakkında iki görüş sahipleri birbirlerinin görüşlerini inkar etmezlerse, müçtehid olan bir kimse bu ihtilaflı olan iki görüşten birinin sahih olduğuna dair bir delil bulamazsa bu iki görüşten biri ile amel etmesi caiz olmaz."

Dr. Abdullah et-Türki Hanbeli mezhebinin delilleri hakkında bu manada başka bir rivayet zikretmiştir: "sahabeler bir meselenin hükmü hakkında değişik görüşlerde bulunmuşlarsa bir müçtehidin bu görüşlerden

hangisinin kitap ve sünnete uygun olduğunu araştırarak tercih etmeden bu görüşlerden biri ile amel etmesi caiz değildir."

İbn-i Kayyım demiştir ki: "Ahmed B.Hanbel sahabilerin görüşlerinden kitap ve sünnete uygun olanı tercih ettiği gibi hülefa-i Raşidin ve İbn-i Mes'ud, zeyd b. Sabit İbn-i abbas gibi fetva vermekle meşhur olanların görüşlerini de diğer sahabilerin görüşlerine tercih ediyor­du"

Ahmed b. Hanbel eğer sahabilerin görüşlerinden her­hangi birinin kitap ve sünnete uygun olduğunu anhyamazsa, sahabilerin ihtilaflarını anlatır ve kesin olarak bir şey söylemez. [214]

 

4) Mürsel Hadis Ve Zayıf Hadisle Amel Edilmesi:

 

Hanbeli mezhebinin delillerinden dördüncü delil, mürsel hadis ve zayıf hadisle amel edilmesidir.

Mürsel hadis: Tabii nin, hadisi rivayet eden sahabiyi sened'de atlıyarak doğrudan doğruya Resülullâh (SAV) "şöyle buyurdu" diye rivayet ettiği hadisdir.

Bir sahabi rivayet etiği hadisi doğrudan Resülullâh (SAV) dan duymadığı (birbaşka sahabiden duymuş olduğu) halde Resülullâh (SAV) dan nakleden sahabinin bu rivayetine de "sahabi mürseli"denir.

Mürsel hadis, munkat'ı hadis ile mu'dal hadisden başkadır. Munkati hadis: Tebe-i tabiinden olan bir ravinin tabii atlıyarak sahabiden rivayet ettiği hadistir. Mudal hadis: senedinin herhangi bir yerinden peşpeşe iki veya daha çok ravinin düştüğü hadisdir.

Usul alimlerinin ıstılahında mürsel hadis: adaletli ve güvenilir bir ravinin sahabi olsun veya sahabi olmasın, (aradaki raviyi atlayarak doğrudan doğruya) "Resülullâh (SAV) şöyle buyurdu diye" diye rivayet ettiği hadisdir. Mürsel hadisin bu tarifinin içine munkati hadis ile mu'dal hadisde girer.

Alimlerin çoğunluğuna göre, sahabilerin mürsel hadis­leri kabul edilir.

Sahabi olmayanların mürsel hadisleri delil olarak kabul edilip edilmemekte alimler arasında görüş ayrılıkları vardır: Mürsel hadis kesin olarak delil olarak kabul edilir. Mürsel hadis kesin olarak delil kabul edilmez. Nakil imamlarının mürsel hadisleri delil olarak kabul edilir. Sahabenin, tabiinin, teba-i tabiinin mürsel hadisi delil olarak kabul edilir.Bunların dışındakilerin mürsel hadisleri delil olarak kabul edilmez.

Meşhur olan rivayete göre, Ahmet b. Hambel sahabe­nin mürseli olsun, sahabe olmayanın mürseli olsun bütün mürsel hadisleri delil olarak kabul ediyordu.

Ahmet b. Hanbel, mürsel hadisi kıyasa tercih ediyordu. Fakat Ahmet b. Hanbel bir sahabenin görüşüne diğer sahabilerin muhalefet ettiği bilinmezse böyle bir görüşü mürsel hadise tercih ediyordu.

Ebu Zehra, Ahmet b. Hanbel in mürsel hadis hakkın­daki görüşünü açıklayarak şöyle diyor: Biz bunu kabul ediyoruz, fakat şu gerçeği söylemeyi uygun buluyoruz: Ahmet b. Hanbel mürsel hadisi asılda reddedilen ve kabul edilmeyen   zayıf  hadislerden   saymamaktadır.   Bundan dolayı Ahmed b.Hanbel sahabenin fetvasını mürsel hadise tercih ediyor. Sahabenin fetvasını sahih hadise tercih etmiyordu. Sahabe-nin fetvasını mürsel hadise tercih etmesi, mürsel hadisi, zayıf hadis sayıp, sahih hadis saymamasının delilidir.

Ahmed b.Hanbel, böylece mürsel hadisi, zayıf hadis sınıfından sayıp, sahih hadis sınıfından saymayan hadiscile-rin yolundan gitmiştir.

Ahmed b. Hanbel, zaruret zamanında mürsel hadisle fetva veriyordu, çünkü o şer-i hükümlerde kendi tarafın­dan bir şeyle fetva vermek istemiyordu. Sahabenin vermiş olduğu fetvalarından kendisine uyulacak bir fetva bulamadığı zaman kalbinin yatışacağı bir eser bulursa onunla amel ediyordu."

Yine Ahmed b. Hanbel, meşhur olan bir görüşe göre, zayıf hadisi kabul edip onunla amel ediyor, fakat onu sahih hadis mertebesinde tutmuyordu. Zayıf hadisle amel etmek için ondan daha kuvvetli bir hadisin bulunmaması­nı şart koşuyordu.

Ahmed b. Hanbel'e göre zayıf hadisin mertebesi saha­be-nin fetvasından sonra geliyordu. Bu konuda Ahmed b. Hanbel'in "zayıf hadis benim yanımda Re'y ve ictihaddan daha sevimlidir" dediği nakledilmiştir.

İbnü'l Cevzi "Ahmed b. Hanbel zayıf hadisi kıyasa tercih ederdi" diye zikretmiştir.

Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah'dan rivayet edil­miştir demiştir ki: "Ben babama: "bir beldede sahih hadisi, sahih olmayan hadisden ayıramayan bir hadis alimi var, bir de re'y âlimi var. O belde halkı şer'i meseleleri bu iki, âlimden hangisine sorsunlar "dedim.Babam da: "Hadis âlimine sorsunlar. Re'y âlimine sormasınlar. Zayıf hadis re'y ve ictihaddan daha kuvetlidir" diye cevap verdi

Ahmed b. Hanbel'e göre .Zayıf hadisin kabul edilip, amel edilmesi için batıl, münker, senedinde müttehem bulunma-masi ve hasen hadise yakın olması şarttır

İbn'i kayım demiştir ki; 'Ahmed b. Hanbel'e göre, zayıf hadis, batıl, münker ve kabulü mümkün olmayacak şekilde rivayet bakımından müttehem olan hadis değil-dir.BiIakis zayıf hadis Ahmed b. Hanbel'e göre, sahih hadis'in mukabili olup hasen hadisin kısımlarmdandır.

Ahmed b. Hanbel hadisi; sahih, hasen ve zayıf diye üç kısma ayırmamış, sahih ve zayıf diye iki kısma ayırmıştır.

Ahmed b. Hanbel'e göre, zayıf hadisin bir çok merte­beleri vardır.Ahmed b. Hanbel bir konuda zayıf hadisi reddedecek bir eser ve bir sahabi sözü ve onun hilafına icma bulamadığı takdir de zayıf hadisle amel etmeyi tercih ediyordu"[215]

 

5) Kıyas:

 

Ahmed b. Hanbel bir mesele hakında kitap ve sünetten bir delil sahabe sözü veya sahabilerden birinin sözü, mürsel veya zayıf hadis bulamadığında asıl (delili) olan kıyasa başvuruyor ve zaruretten dolayı onu kullanıyordu .el-hallal kitabında Ahmed b. Hanbel'den şunu nakletmiş-tir; "Şafii'ye kıyası sordum, o da; "kıyasa ancak zaruret zamanında baş vurulur" diye cevap verdi.

Kadı Ebu Ya'la demiştir ki; aklı kıyası kabul etmek ve onunla  amel   etmek  vacibdir.   Ahmed   b.   Hanbel   akli delilleri birçok yerlerde hüccet olarak göstermiş ve bir mesele hakkında şunları söylemiştir; Şer'i kıyasla amel etmek, şer'i hükümleri, akıl ve şeriat cihetinden ispat etmek caizdir. Hiçbir kimse kıyasdan müstağni olamaz. Hakime ve devlet başkanına kitap ve sünnette olmayan bir mesele geldiği zaman o meseleyi salih kişilerle istişare etmeli, onu anlamalı, benzerlerini tanımalı, sonra kıyas yapmalıdır.

Nitekim Hz Ömer. Kadı Şürayh'a "Hükümlerini Kur'an-ı Kerim'e göre ver, şayet orada istediğini bula-mazsan, hadis-i şeriflere başvur orada da istediğini bulamazsan içdihat (kıyas) et" diye mektub yazmıştır. Ahmed b.Hanbeİ kıyası kullanarak: 'Demiri ve kurşunu altına ve gümüşe kıyas ederek, demiri demirle, fazla olarak satmak, kurşunu kurşunla fazla olarak satmak caiz değildir" demiştir.

Üstat Ebu Zehra demiştirki: "Bütün Hanbeliler, Ahmed b. Hanbel'in kıyasla amel ettiğini kabul ederler, bunu kendisinden nakledilen fer'i meseleleri ve ifadeleri ile te'yit ederler ve " Fer'i meselelerinde kıyas yoluyla çıkarılmış olduğuna dair işaret vardır. Ahmed b.Hanbeİ kıyası İnkar edenlerden olmayıp bilakis kıyası isbat edenlerdendir. derler"[216]

 

Ahmed B. Hanbel'in İlminin Nakledilmesi Ve Mezhebinin Yayılması:

 

Ahmed b. Hanbel'in ilmini ve mezhebini talebeleri yaymıştır:

1)  Bunların başında Ahmed b. Hanbel'in büyük oğlu Salih gelir. Bu zat, hem babasından hemde diğer âlimler­den ilim tahsil etmiştir.Ebu Bekir el-Hallal onun hakkın­da: "Hanbeli fıkhının ravisidir" demiştir.

2) Ahmed b. Hanbel'in diğer oğlu Abdullah da yukarı­da geçtiği üzere, hadis rivayetine önem vermiş, özellikle babasının Müsnedini ve fıkhını gelecek nesillere rivayet ederek nakletmiştir.

3) Ahmed b. Hanbeî'in fıkhını nakleden talebelerinden biride  Ahmed  b.  Muhammed b.  Hani  ebu Bekir el-Eslem'dir.Bu zat Ahmed b.Hanbel'den pek çok fikhi mesele ve hadis rivayet etmiştir.

4)  Talebelerinden   Abdülmelik   b.   Abdülhamit   b. Mihran el-Meymuni de Ahmed b.  Hanbel'in yanında uzun bir zaman kalmış onun fıkhını nakletmiştir.

5)  Ahmed b. Muhammet b. el-Haccac (Ebu Bekir el-Mervezi)Ahmed b. Hanbel'in en seçkin talebelerindendir. Bu zat Ahmed b. Hanbel'den Kitabü'İ vera yi rivayet etmiştir. Ahmed b. Hanbel bu talebesinin aklına, vera' ve zühdüne güvenirdi. Ahmed b. Muhammed b. Harun (Ebu Bekir el-hallal) Ebu Bekir Merve' zinin yanma gelmiş, ölünceye kadar onun yanında kalmış.Ebu Bekir el-hallal, Ahmed b. Hanbel'in fıkhını "el-Cami'ül-Kebir" isimli eserinde toplamıştır.

İbn-i Kayyım Tlamü'l-Muvakkıin" isimli eserinde: "Ahmed b. Hanbel kitapların yazılmasını hoş görmüyordu. Hadis-i şeriflerin yazılmasını seviyordu sözlerinin yazılması-nı hoş görmüyor, bunu şiddetle men ediyordu.Allah Teâlâ onun hadis niyetini ve maksadını bildiği için sözlerinden ve fetvalarından otuz ciltden daha çok kitap yazılmıştır. Allah Sübhanehü ve Teâlâ'nın lütfü keremiyle   hemen   hemen   bu   eserlerin   hepsi   bizlere ulaşmıştır.

el-Hallâl, Ahmed b. Hanbel'in delillerini, fetvalarını "el-Camiü'1-Kebir" isimli eserinde toplamıştır.

Bu eser yirmi ciltten fazladir.Ahmed b.Hanbel'in fetva­larını ve meselelerini bu kitapda rivayet etmiştir. Bu fetvaları ve meseleleri asırdan aşıra nakledilmişdir. Ehl'i sünnetin tabakaları değişik olmasına rağmen bu eser, ehl'isünnet için büyük bir kaynak olmuştur. Hatta Hanbeli mezhebine ictihad da karşı çıkanlar ve Hanbeli mezhebinden başka mezhebleri taklid edenler bile Ahmed b. Hanbel'in mezhebinin delillerine ve fetvalarına tazim ederler, bu fetvaların hakkını itiraf ederek sahabilerin fetvalarına yakın olunduğunu kabul ederler" diye zikret­miştir. [217]

 

Hanbeli Mezhebinde Rivayetlerin Çok Olması:

 

Bir mesele hakkında Ahmed b. Hanbel'den, diğer imam-lara nispetle daha çok rivayet vardır. İctihadla ilgili bir mesele hakkında değişik rivayetler ve görüşler olabilir, çünkü bir müctehit bazan önceki görüşünden döner. Onun görüşünü nakleden ravi bir konu hakkındaki iki görüşünü rivayet eder. İbn-i kayyım, Ahmed b. Hanbel'in başka bir metoduna işaret ederek demiştir ki: "Ahmed b. Hanbel zaman zaman sahabilerin görüşlerini rivayet eder. O görüşlerden birini tercih ederdi Ahmed b. Hanbel'den ilim alanlar onun yolundan giderek başka görüşler ve hükümler çıkardılar. Bütün görüşleri zikretti­ler ve böylece Ahmed b. Hanbel'e nisbet edilen görüşler değişik    olmuştur"    yine    İbn-i     Kayyım     "İlamü'l- Müvakkıin" isimli eserinde; "sahabilerin görüşleri değişik olduğu zaman Ahmed b. Hanbel bu görüşlerden kitap ve sünnete en uygun olanını tercih eder ve sahabilerin görüşlerinin dışına çıkmazdı. Ahmed b. Hanbel eğer sahabilejin görüşlerinden her hangi birinin kitap ve sünnete uygun olduğunu anlayamazsa sahabilerin ihtİlafla-rını anlatır ve kesin olarak bir şey söylemezdi." Diye zikretmiştir.

Hanbeli mezhebinin büyük alimleri bu mezhebe hizmet hususunda övülmeye layık büyük gayretler göstererek, mezhebin sahih olan rivayetlerini, tercih edilen fer'i meselelerini tesbit etmişler, sonra bunları bir araya topla­mışlar, hüküm ve illeti aynı olan meseleleri genel kaidele­re bağlamışlardır. Bu kaideler mezhebin umumi hükümle­rinin kavranılmasını kolaylaştırmış, fer'i meseleleri öğrenmek için bir kapı olmuştur. Bu kaidelerle ilgili çeşitli kitaplar yazılmıştır.

Araştırmacılar Hanbeli mezhebinin Alimlerinin çok olmasına rağmen bu mezhebin islam ülkelerinde diğer mezheblerin yayıldığı gibi yayılmamış olduğunu açıklamışlardır.

İbn-i Haldun Hanbeli mezhebinin az yayılışının sebe­bini şöyle açıklamıştır: Ahmed b. Hanbel'e gelince onun mezhebine tabi olanlar azdır. Çünkü onun mezhebi, kıyas ve ictihaddan uzak olup çeşitli rivayet ve haberlerin birbirini takviye etmesi esasına dayanmaktadır. Hanbelilerin çoğu Suriye de, Irak'ın Bağdat şehri ve çevresinsde bulunurlar. Sünnete riayet etmeye, hadis rivayetine herkesten daha fazla dikkat ederler. Kıyas yapma imkanı mevcüd olduğu zamanlarda da mümkün olduğu   nisbette  hadis  ve  haberlerden  hüküm   çıkarma cihetine giderler."

Ebu Zehra, Hanbeli mezhebinde ictihad kapısının açık olduğu sabit olduğu için İbn-i Haldun'un Hanbeli mezhebinin az yayılışı hakkında açıkladığı sebepleri kabul etmemiş ve bu mezhebin az yayılmış olmasını şu sebeplere bağlamıştır:

1) Hanbeli Mezhebi ortaya çıktığı zaman kendisinden önce teşekkül eden üç mezheb islam ülkelerindeki büyük şehirlerde yayılmış bulunuyordu. Mesela: Irak'da-Hanefî Mezhebi, Mısır'da Şafii ve Maliki Mezhebi, Endülüs ve Mağrib'de yine Maliki Mezhebi yayılmıştır.

2) Hanbeli Mezhebinden olanlar idareci ve kadı olmayı sevmiyorlardı. Halbuki kadılar bağlı oldukları mezhebi yayıyorlardı.      Mesela      Ebu      Yusuf     ve      ondan sonraMuhammed b. Hasan, Hanefi mezhebini ve bilhassa Ebu Hanife'nin görüşlerini yaymışlardır. Mağrib'de Esed b. Furat Maliki mezhebini yaymıştır.

Bilindiği gibi, bugün Hanbeli mezhebi Özellikle Necid'de ve genel olarak Suudi Arap ülkesinde hakim durumdadır. Suûd devleti, gerek ahval-i şahsiyyede, gerek mali muamelelerde, gerekse kısas ve hadlerde olsun hayatın bütün sahalarında islam şeriatını tatbik etmekte­dir. Bu durum Hanbeli mezhebinin yayılıp kuvvetlenme­sine sebeb olmuştur. [218]

 

Beşinci Fasıl

 

Zamanımızda İslam Fıkhının Durumu, İslam Fıkhını Yenilemek Konusunda Çalışmalar.

 

Fıkhın Yazılması:

 

Hicretin ikinci ve üçüncü asırlarında islam ülkesinin şehirlerinde medre-seler kurulmuş bu medreselerde yetişen âlimlerin hayatında gelişmiş olan İslam fıkhı altın çağına şahit olmuştur. O alimlerden dört İmam, onların talebeleri ve talebelerinin talebeleri meşhur olmuşlardır.

O asırda yazılan eserlar kitap, sünnet, icma, kıyas ve diğer ihtilaflı delillerden fer'i hükümler çıkarılarak yazılıyordu. Yazma üslubu kolay, ibaresi açık, hü­kümleri belli idi. İctihad kapıları gerek mutlak ictihadda ve gerekse mezheb içtihadında açıktı. İctihad yolları belli idi. Olması uzak olan fer'i meseleleri yazmıyorlardı. Bu imamlardan sonra gelen alimler yeni eserler vücûda getiremediler, yazdıkları eserleri de anlaşılması güç olan bir uslubla yazdılar.

Mütekaddimin âlimlerin bilinen ve kolay olan yolun­dan uzaklaştılar. Bazen çok kısa bazen de çok uzun yazma sevdasına düştüler. Sonra anlaşılmayacak şekilde kısaltarak eserler yazdılar. Bu eserler okuyucuyu çıkmaz yollara sürüklüyordu.

Bir müellif "Metin" denilen bir kitap yazıyor, sonra onu talebesi "şerh" ediyordu, sonra o şerhi bir daha şerh ediyordu. Sonra "haşiye" ve "havamiş" yazıyorlardı. Bu büyük şerhleri kısaltarak orta ve küçük şerhler yazıyor­lardı. Metinleride anlaşılması zor olan bir uslubla kısaltı­yorlardı veya o metinleri anlaşılması güç ve bozuk bir nazımla şiir olarak yazıyorlardı. Sonra o nazma şerh ve haşiye yazıyorlar ve sonra yine kısaltıyorlardı.

Zengin ilmi ve kıymetli fıkıh hazinesini ihtiva eden bu eserler asrımıza miras olarak intikal etmiştir, fakat bu eserleri okumaya ve onlara baş vurmaya ancak zamanı müsait olan ihtisas sahibi alimler sabredebilirler. İş, bu kitapların zor olmasıyla bitmiyor, birde buna mezheb taraftarlığı ve ictihad şartlarını ağırlaştırarak ictihad kapısını kapatmakla mezhebinin görüşünün dışına çıkmamak katılıyordu. Bu durumdan ıslahatçılardan çok azı kurtuldu. Bunlar şeriatın maksadlarına genel kaidele­rine ve temel delillerine itimad ederek yazdıkları kitap­larda mütekaddimin alimlerin yolunu izlediler. Bunların başında Şeyhülislam İbn-i Teymiyye gelmektedir. İbn-i Teymiyye islam fıkhı tarihinde büyük değişim hareket noktasını temsil eder. Şöyle ki; İbn-i Teymiyye, fıkhı meseleleri seçerken delillere bakıyor ve önceki fakihîenn görüşlerinden en kuvvetli olanını alıyor, asrındaki yeni meselelerin hükümlerini çıkarıyordu.

Asrımızda eski fıkıh kültürüne olumlu ve olumsuz yönleriyle mirasci olduk. Günümüzde gerek kitap yazma konusunda olsun ve gerekse diğer konularda olsun yeni üslüblar gelişmiş olduğu için alimler, fıkıh yazmada da yeni üslübları ve yeni metodları kullanmaya ihtiyaç duydular. Bazen hadislerin tahricine ve kitapların doğru olup olmadığını araştırmaya başladılar, bazan da bir konuyu ele alarak dört mezhebe göre incelediler veya dini mezhebleri, beşeri kanunlarla karşılaştırarak birlikte incelediler. Bu konuda fakültelerde azda olsa kıymetli mastır ve doktora tezleri yaptırılmaktadır. [219]

 

Tedrisat Durumu:

 

İlk asırlarda eğitim ve Öğretim esasını islamı ilimler teşkil ediyordu. Bütün ilimler islami'ilimlerin etrafında toplanı-yordu. Okumaya başlayan bir öğrenci şu ilimleri okuyordu: Kur'an-ı Kerim, Hadis-i Şerif, Kur'an ilimleri, Hadis İlimleri, Fıkıh ve usul-i fıkıh. Bu adı geçen ilimle­rin okunması, arapça gramerinin ve edebiyatının öğrenil­mesini gerektiriyordu. Bu ilimlerden sonra diğer çağdaş ilimler okunuyordu.

İslamı ilimlerin okunmasının amacı, insanların başları­na gelen yeni hadiseleri ve karşılarına çıkan problemleri çözmede tafsili (Özel ve muayyen) delillerden şer'i hükümleri çıkarmak ve bütün kaynaklarıyla islam fıkhını fertlerin gidişatına, tasarruflarına, toplumun hayatına, idare sistemine iktisad ve siyası işlere hakim kılmaktır. Son asırlarda islam düşmanları müslümanlara üstün geldikten, birlik ve beraberliklerini parçaladıktan sonra, Müslümanlar   gerek   siyasi   yönden,   gerekse   kültürel yönden geri kaldılar.

Müslümanların bu durumlarını fırsat bilen islâm düş­manları, şer'i kanunları çağın ihtiyaçlarına cevap vermek­ten aciz olmakla suçladılar. Özellikle okunan İslâm fıkhı da donmuş ve geri kalmıştı. Müslüman çocuklarından yetişen bir nesil batı kültürü ile yetiştiler. Müslüman ülkelerinde batılaşma sevdasına yakalandılar. İslâm hukuku yerine batı hukukunun okunmasını istediler, istediklerine nail oldular. İslâm hukukunun yürürlükten kaldırılmasına yardım ettiler. Nitekim bu konu ileride gelecektir.

Yabancı Batı hukuku, Mısır'a hukuk fakültesi ve hu­kuk enstitüsünde okunan dersler yoluyla girdi.

Bu fakültelerde tamamıyla Batı hukuku okunuyor ve beşeri kanunlar bu fakültelerden çıkıyordu.

Bu fakültelerde İslâm fıkhının yalnız "Ahval-i şahsiye" diye bilinen aile hükümleri ile ilgili bir maddesi okunu­yordu.

İslâm ülkelerinin çoğunda iki hukuk okunuyordu. Şeriat fakültesinde hayatın bütün sahasını kapsayan İslâm fıkhı ve kaynakları okunuyordu.

Hukuk fakültesinde ise batı hukuku ve beşeri kanunlar okunuyordu. Batı hukuku İslâm fıkhını sıkıştırıyor ve İslâm fıkhının öğretilerini silmek için ona baskı yapıyor­du. Bilindiği gibi bazı ülkelerde maalesef bunu başarmıtır. [220]

 

Fıkhın Uygulanması:

 

İslâm, Allah Tealâ'nın ebedi bir şeriatıdır.

İslâm şeriatı: Akide (inanç) ibadet, içtimai, iktisadi, siyasi, idari gibi hayatın bütün işlerini her yönüyle içine alır, Kİtap ve sünnetin şer'i delillerini, asıl hükümlerini ve her asırda yenilenen cüz'i hükümlerini tayin ve tespit eder. İslâm şeriatının hükümleri tarihin çeşitli asırlarında müslümanlar üzerinde etkisini göstermiştir. Bazı kaynak­lar Hülâgü'nün Bağdat'a girdiği zaman şer'i hükümlerle amel etmenin durduğunu zikretmiş ise de, müslüman idarecilerden hiçbiri, şer'i hükümlerden hiçbir hükümde gevşeklik olduğunu kabul etmemiştir. Çünkü İslâm şeriatı ile hüküm etmek bu dine inanmanın esaslarındandır

Nitekim Cenabı Hak "Yok yok Rab bin hakkı İçin yemin ederim ki, onlar aralarında çekiştikleri şeyde seni hakem yapıp sonrada verdiğin hüküm de kendileri için hiçbir darlık duymadan (tam bir teslimiyetle) boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar" [Nisa sûresi: 65] ve: "Kim Allah'ın indirdiği ile hüküm etmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir Her kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir... Her kim Allah'ın indirdiği ile hüküm etmezse işte onlar (dinden çıkmış) fasıkların ta kendileridir" [Maide sûresi: 44-45-47] buyurmuştur.

Müslümanların Avrupa ile ilişkileri gelişip bazı müslümanlar batı kültürün den etkilenip Osmanlı devleti zayıflayınca batı kültürü İslâm ülkelerine girdi. Şeriat hükümlerine uymak zayıflamaya başladı, sonra aşama, aşama şer'i hükümler beşeri kanunlarla değiştirildi, ilk defa saldırı şeri'atın hükümlerinden "Ukûbât" denilen cinayetlerin hükümleri ile hadlere karşı başlamıştır. Bunlar amden adam öldüren katilin kısas edilmesi, kasten bir adamın bir uzvunu kesen caninin aynı uzvunun kesilmesi, zina, kazf, (iffete iftira), hırsızlık, İçki içmek, irtidat (dinden dönmek), hükümete karşı baş kaldırmak ve yol kesmek gibi suçların hadlerin (seri cezaları) dır.

Osmanlı devleti zamanında milâdi 1840 yılında "Ka-nun-i Cezâ-yi Osmân-i" çıkarılmış, bu kanun Fransız ceza kanununda değişiklik yapılarak alınmıştır. Bu kanun İslâm ülkelerinin çoğunda uygulanmıştır. Böylece İslâm fıkhının kısımlarından bir kısmı uygulanma sahasından kaldırılmıştır.

Allah Tealâ, Arap yarım adasına İslâm şeriatı ile amel etmeyi ihsan etmemiş olsaydı bütün islâm aleminden, islâm şeriatı ile amel etmek kalkmış olacaktı.

Alım—satım, icâre, ödemeler, kefalet, havale, rehin, emanetler, vedia, hibe, gasp, itlaf, kısıtlama şüfa, şirketler gibi medeni hukuk ile ilgili olan hükümler her ne kadar "mecelle-i Ahkâm-ı Şer'iyye" diye düzenlenmiş ise de Osmanlı devleti, bu hükümleri islâm fıkhın da Hanefi mezhebine göre uyguluyordu. Osmanlı devletine bağlı ülkeler de de "Mecelle-i Ahkam-i Şer'iyye" uygulanıyor­du.

Mısır, Osmanlı devletinden ayrılınca Mısır Hıdivi (valisi), İsmail Paşa "Mecelle-i Ahkâm-ı Şeriyye "yi uygulamadı İsmail Paşa Napolyon birin Fransız medeni kanununu tercüme ettirdi. Bu kanunu Mısırda uyguladı. İşte bu kanun, muamele hükümlerinde kanunlaştırmanın başlangıcı oldu. İsmail Paşa Fransız Medeni kanununun

hazırlanmasında bazı âlimleri kullanmasaydı ve bu kanunun Maliki mezhebinden alınmış olduğunu açıkla­masaydı, Mısırlı Müslümanlar bu kanunu kolay kolay kabul etmezlerdi.

Gerçek şudur ki: Beşeri kanunun Maliki mezhebinden alınmış olması batıl bir iddiadır. Bu beşeri kanuna şer-i bir sıfat verilmeye çalışılmıştır.

Çünkü Avrupa medeniyeti -her ne kadar islâm medeni­yetinden etkilenmiş olsa da- islâm felsefesinden genel zihniyetinden ayrı olduğu için Avrupalılar islâm medeni­yetini kendilerinin hayat felsefelerinin ve genel zihniyet­lerinin potasında eritmişlerdir. O halde beşeri kanun, İslâm fıkhın dan alınmıştır denemez. Çünkü beşeri kanunun fikri ve ruhu batılıdır. Aslında İslâm fıkhının kendisine yabancı bir şeyin nispet edilmesine ihtiyacı yoktur "Beşeri kanunun bazı hükümlerinin İslâm fıkhına uygun olması bu kanunun islâm fıkhından alınmıştır" diye iddia etmek yersizdir.

Batılılar, İslâm âlemini parçaladıktan sonra sömürge altına aldılar, beşeri kanunları soktular, batı medeni kanunların hükümleri hakim oldu. Hatta İslâm ülkelerinin yöneticileri, İslâm medeniyetinden sıyrılıp batı medeniye­tinin gömleğini giydiler. Zamanımıza kadar muameleler­de islâm fıkhının hükümleri ile amel etmek ancak Arap yarım adasında ve Afganistan da devam etmektedir.

"Ahval-i şahsiye" denilen aile hakkındaki hükümlere gelince, bunlar islâm fıkhından alınmış olarak islâm ülkelerinde devam etmektedir

Bunlar için Özel şer-i mahkemeler vardır. Hatta beşeri kanunların hakim olduğu İslâm Ülkelerinde bunlara dokunulmamış,   Mısırda   "Ahvali   şahsiye için   özel daireler olsa da diğer mahkemelerle birlikte yürütülmek­tedir. Şuna da işaret etmek yerinde olur: Bazı kimseler teaddüd-i zevcat, talak hükümleri, mirasda kadın ile erkeğin farklı olması, yürürlülükte olan islâm fıkhının bu kısmını da ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Bazı İslâm ülkelerinde az da olsa başarılı olmuşlardır. [221]

 

İslâm Şuurunun Uyanışı Ve Fıkıhda Yenilik Teşebbüsleri:

 

İslâm ülkelerinde beşeri kanunun uygulanması her tarafı kuşatan bir bela olmuştur. Müslümanlar bunu kendi istekleriyle kabul etmemişler fakat zorla kabul ettirilmiş­lerdir. Halbuki Müslümanlar bunun Allah'ın dininden sapmak ve şeriatından çıkmak olduğunun şuurunda idiler. Bu duruma karşı öfkelerini ifade ediyorlar, zaman zaman İslâm şeri'atını hakim kılmak konusunda İslâm fıkhının düzenlenmesine gayret gösteriyorlar ve İslâm fıkıh ansiklopedisi çıkarılması için bir cemiyetin kurulmasına davet eden çeşitli guruplar ve fertler ortaya çıkıyorlar[222]

 

Islahat Hareketleri

 

Bir çok İslâm ülkelerinde, islâmi hareketler meydana çıktı, bu hareketlerin yönetimini ıslahatçılar üslendiler. Bunlar davetlerini, akidesi safı ve şeri'atı kolay olan islâma dönmeye yoğunlaştırdılar. İslama şerefini yeniden iade etmek, şirk görüntülerini atmak, kula kul olmayı kaldırmak için gayret gösterdiler. Bu hareketlerin genel özelikleri değişik olsa da ruhları, az önce geçen islâmi şuurdan kaynaklanıyordu. Bu guruplardan her birinin çalışmaları,   akide,   gidişat,   siyasi   hürriyet   gibi   bütün işlerde İslâmı hakim kılmak konusunda yoğunlaşıyordu. Islahatçılardan bir gurup ise daha fazla İslâm şeriatını hakim kılmaya, akide, İbadet, ahlak, kaza, (hüküm verme) gibi hayatın her konusunu içine alan dinin sahih kavram­larım yenilemeye Önem veriyor, Allah'ın indirdiğinden başkası ile hükmetmenin ve batılaşma cereyanının karşısında sebat gösteriyordu. Çalışmalarının temelini bunlar teşkil ediyordu. Bu hareket tarzına göre Hindis­tan'da, Pakistan'da İslâm cemaatı Ebü' 1 Alâ el-Mevdüdi'nin başkanlığında çalışıyordu. [223]

 

Fıkhın Düzenlenmesi Konusunda Genel Ve Özel Çalışmalar

 

Beşeri kanun, islâm alemine girince islâm ülkelerinde­ki ihlâslı müslümanlar fıkhın yeni ifadelerle düzenlenme­sine ihtiyaç duydular Çünkü beşeri kanunların kısa fıkralarının başına rakam koymak, tafsilatlı fihrist yapmak suretiyle fenni bir şekilde tertip edilmiş olduğu için hükümleri kolaylaştırılmıştır. Niçin islâm fıkhı da bu şekilde düzenlenmesin? Nitekim islâm fıkhı da uzun zamandan beri bu şekilde düzenlenmektedir[224]

 

Mecelle-İ Ahkam-I Adliye

 

Beşeri kanunların çekici ve sağlam olarak düzenlenip sunulması, Osmanlı devletini telaşlandırdı. Bunun üzerine Osmanlı devleti, büyük âlimlerden ilmi bir cemiyet kurdu. Bu cemiyeti, islâm fıkhında medeni kanunla ilgili hükümleri Hanefi mezhebine göre düzenlemekle görev­lendirdi. Bu cemiyetin çalışması yedi sene devam etti.

 (H.1293) senesinde "mecelle" ismiyle medeni kanunla ilgili hükümlerin düzenlenmesi sona erdi. Bu düzenlenen hükümlerin bölüm, bölüm arka, arkaya çıkışı mecmuanın çıkışına benzediği için bu şer'i medeni kanuna "mecelle" ismi verildi.

Mecellenin içinde bulunanların en önemlileri şunlardır:

1)  Mukaddime,  fıkıh  İlminin tarifi,  kısımları,  fıkhı kaidelerin açıklanması hakkındadır.

2)  Mecelle'de çeşitli muamele bölümlerinden her bö­lüm  bir  kitap   ismi   altında  toplanmıştır.   Her  kitabın mukaddimesinde o kitapla ilgili fıkhı ıstılahlar vardır

3) Mecelle'nin içinde on altı kitap vardır.

4) Mecelle'nin hükümleri kısa maddeler şeklinde tertip edilmiş,  maddelerdeki  hükümler  yalnız  bir mezhebin görüşünden alınmıştır.

5) Mecelledeki maddelerin toplamı (1851) maddedir.

6) Mecelle'nin  uygulanması hakkında   hicri (26Şabanl293)  senesinde    İrade-i    Seniyye    (Padişah buyruğu) çıkmıştır.

7) Mecelle'nin hazırlanması için sekiz âlim görevlendi­rilmiştir.   Hükümleri   sadece   islâm   fıkhından   alınarak düzenlenen "Mecelle" ilk medeni kanun sayılmıştır. [225]

 

Mürşidü'l-Hayran Li-Ma'rifet-İ Ahvâlfı-İnsan

 

Mısır'da Mecelle uygulanmamış, aynı tarihlerde Adli­ye vekili Fakih Muhammed Kadri Paşa'nın Hanefi mezhebine göre Mecelle şeklinde tertib ettiği üç kitapdan istifade edilmiştir. Bu kitaplardan birinci kitap, Ahval-i

şahsiyye (aile hukuku), İkinci kitap, vakıf hukuku, üçüncü kitap, muamelelerin hükümleri hakkındadır.

Muhammed Kadri Paşanın "Mürşidü'l Hayran li ma'rifet-i Ahvali-l insan" ismini verdiği üçüncü kitabı (1045) madde halinde genel ve özel hükümleri kapsamak­tadır. [226]

 

Et-Teşriu'1-Cinapl-İsıânıi

 

Üstâd Abdullkadir Udeh şehit edilen ihvan-i Müslüminin liderlerinden biridir. Hakimlik yapmıştır. Bu zat da "et-Teşriu'1-Cinâi'l-İslâmi" ismin deki kitabım Mecelle şeklinde maddeler halinde yazmıştır. Bu kitap iki cilt halin de olup, birinci cilt genel hükümler, ikinci cilt Özel hükümler hakkındadır. Bu kitap cinayetlerin hüküm­leri, hadler gibi konuları içine almıştır. Bu kitapta islâm fıkhı mezhepleri ile beşeri kanunlar karşılaştırılmış. Bu kitabın içinde (689) madde bulunmaktadır. Bu şekilde başka bir çok ferdi çalışmalar vardır. [227]

 

Fıkıh Cemiyetinin Kurulması:

 

Alimlerden bir çokları, diğer ilimlerde düzenli araştır­ma cemiyetleri kurulduğu gibi, fıkhı araştıracak bir cemiyetin kurulmasını istediler. Bu cemiyet, müslümanların muhtaç oldukları genel hedefleri gerçek­leştirmek için İslâm fıkhını yenilemek ve geliştirmek konusunda çalışacak. Bu cemiyet bir görüş etrafında birleşerek çıkaracakları hükümlerle müslümanlar aydın­lanacakları için fertlerin çalışmalarına ihtiyaç kalmaya­caktır. Hicri (1384) senesinde Mekke-i Mükerreme'de yapılan islâm dünyası birliği konferansında Mustafa ez-Zerka bir öneri sundu. Bu öneride şunlar vardır: Bu cemiyet şer'an devam etmesi vacip olan ictihadla islâm fıkhına yeniden canlılık kazandıracaktır, çünkü zamanı-mızdaki bir çok problemleri çözmenin tek çaresi içtihada baş vurmaktır. Bu cemiyet bahisleri derinliğine, araştıra­cak, sağlam delilleri inceleyecek, şüpheli delilerden uzak duracak, zamanımızdaki problemlere şer'i ve hikmetli çözümler bulacaktır. Bu cemiyet zamanımızdaki prob­lemleri ictihadla çözmekle, gerek donmuş olsun ve gerekse inkarcı olsun iki görüşü de eşit olarak yıkacaktır, o halde tek yol, ferdi çalışma yerine cemaatın çalışmasına baş vurmaktır. Bunun yolu da islâm âleminde hem şer'i ilimlere, hem de zamanın bilgilerine sahip olan meşhur fakihleri ve iktisat, sosyoloji, hukuk, tıp gibi zamanımız­da lazım olan bilgilerde ihtisas sahibi görüşlerine güveni­lecek dindar bilginleri -Ta ki, bilginler bilir kişiler mesabesinde olsun fakihler fenni konularda onların sözlerine itimat etsinler- içine alan bir cemiyetin kurul­masıdır. Bu ifadelerden anlaşılıyor ki Bu cemiyetin en Önemli vazifesi banka muameleleri, milli piyango, yeni şirketlerin tüzükleri ve sigorta gibi daha önce benzeri olmayan zamanımızda meydana çıkmış olan yeni mesele­leri inceleyecektir.

İslâm dünyası birliği son zamanlarda bu öneriyi kabul edip Mekke'de islâm fıkhını araştıracak bir cemiyet kurdu. Bu cemiyet dönem, dönem toplantılar yapıyorlar. Bu toplantılarda günümüzde Müslümanların hayatında en önemli olan konuları ele alıp araştırıyorlar fakat bu cemiyet, önermenin içerdiği ölçüde bir cemiyet değildir. [228]

 

İslâmi Araştırma Cemiyeti

 

el-Ezher'de (1961) senesinde kanunun (103) ncü mad­desi gereğince el-Ezher şeyhi başkanlığında genel sekreterin sorumluluğunda el-Ezher'i geliştirmek için İslâm i Araştırma cemiyeti kuruldu. Bu cemiyet bir çok komisyonları içine alıyordu:

Kur'an ve sünnet komisyonu Fıkıh araştırma komisyonu İslâm kültürünü yaşatma komisyonu Sosyoloji araştırma komisyonu

Fıkıh araştırma komisyonu çeşitli mezheblere göre islâm şeriatını kanun şeklin de hazırlıyor. İslâm araştırma cemiyeti ise, islâm dünyasını ilgilendiren meseleleri araştırıyor ve bu meseleleri islâm görüşü çerçevesinde yayınlıyor. Her sene İslâm konferansı düzenleniyor. Bu konferansa islâm dünyasının âlimleri davet olunuyor, orada islâm dünyasını ilgilendiren en temel meseleler tartışılıyor, bu konferans ilk defa (1964) senesinde yapılmıştır. [229]

 

İslâm Fıkıh Ansiklopedisi:

 

Eski kitaplarda dağınık bulunan islâmi mezhepler hakkındaki İslâm fıkhın dan büyük bir kültür mirası önümüzde bulunmaktadır

İslâm ve şeriata karşı çeşitli saldırıların karşısında, islâm fıkıh ansiklopedisinin çıkarılmasına şiddetle ihtiyaç vardır. Bu konuda şunlara dikkat edilecektir: Çıkarılma­sına ihtiyaç duyulan fıkıh ansiklopedisi islâmi sahada olacak ve eski ana kaynak kitaplarda bulunan fıkıh hükümlerinin öğrenilmesi kolaylaştırılacaktır.

Ben her eskiye kara gözlükle bakanlardan, eski fıkıh kitaplarını çözülmesi zor olan tılsımlar olarak görenlerden ve her yeniliği ilericilik ve başarı sayanlardan değilim. Çünkü temel ve ana kaynak olan fıkıh kitaplarının yazarları Allah rızasını kazanmak için bu yolda ömürleri­ni harcadılar. O âlimlerden her birinin üstün gayret göstererek yazmış oldukları kitapları, zamanımızdaki, cemiyetler ve konferanslar yazmaktan aciz kalmaktadır. Araştırılarak yazılan yeni eserlerin içinde bazı yeni meseleler bulunmasına rağmen bu yeni eserlerde eski kaynaklara dayanmaktadır. O kitapları yazanlar, islâmiyet namına çalışarak büyük bir fıkıh mirası bıraktıkları için, onlara hürmet etmek, faziletlerini itiraf etmek ve hayır duada bulunmak gerekir. Fakat ben fıkhın kaynaklan olan eski kitaplarla devamlı uğraşanların o kitapların üslupla­rını anlayıp hükümlerin nerede bulunduklarını bilenlerin çok az olduğunu görüyorum. İslâm fıkhı ile uğraşanların çoğu kitaplardan istifade etmekte ve fıkıh meselelerini ele almakta zorluk çekiyorlar.

Ana kaynaklar olan fıkıh kitaplarım araştıran bir kim­senin karşılaştığı zorluklar altı maddede özetlenebilir:

a) Bir meselenin hükmünü araştıran bir kimse bir çok zorluklarla karşılaşır. Şöyle ki: Eski kitapların fihristle­rinde babları ve konuları kısa olarak zikredilmekle yetinilmiştir. Bir konu, fihriste zikredilmeyen yüzlerce hükmü içine almaktadır. Önceki âlimler okuyucunun kısa zamanda istediği hükmü bulmaya yardımcı olacak ayrıntılı bir fihrist yapmayı bilmiyorlardı. Eskİ kitapların çok azı müstesna, zamanımızda fihristleri ile hizmet edememektedirler. Müstesna olanların fihristleri de istenilen şekilde yeterli değildir. Eski fıkıh kitaplarına fihrist yapmakla iş bitmiyor. Yeni fihrist yapmak birinci aşamadır, ikinci aşama ise, hükümleri özetlemek lazım­dır. Buna bir nevi kitabın sözlüğü diyebiliriz.

Bir çok ciltleri bulunan büyük fıkıh kitapları için yeni fihrist yapmak zaruridir. Kitapların konulan okuyucunun hatırına gelecek yerlerde bulunacaktır. Araştırılan hükmün eski kitapların neresinde bulunduğu açıklanacak ve o hüküm fihristte özet olarak yazılacaktır. Bu yeni fihristler, hükümleri özet olarak öğrenmekle yetinmek isteyen kimselere yardımcı olacajc ve asıl kitaplara başvurmaya ihtiyaç bırakmayacaktır.

b) Okuyucu büyük fıkıh kitaplarını almakta güçlük çekiyor, çünkü bu kitapların çoğu ya metinler üzerine yazılmış şerhlerdir veya kısa şerhler üzerine yazılmış haşiyelerdir.   Haşiye   yazanlar   şerhden   bir   cümlenin başından bir kelime alıyorlar, o kelimeyi çok ağır ve ağdalı üslûblarla açıklıyorlar ve uzun ilaveler yapıyorlar. Bu yüzden haşiyelerin metinlerle bağlantısı kalmıyor, buna göre okuyucu bir taraftan konu birliği bulunmayan dağınık ifadelerle karşılaşıyor, diğer taraftan bu kitapları okumayı   âdet  edinmeyen  ağır  üslûplarla  karşılaşıyor. Bundan dolayı okuyucu zaman zaman kitapta bahsedilen hükmü anlamakta güçlük çekiyor.

c)  Kitapların ve müelliflerin isimleri kısaltılmış olarak harflerle işaret edilmiştir. Fıkıh kitaplarını okuyan kimsebu işaretleri ve fıkıh ıstılahlarını anlamakta güçlük çekmektedir. Hanefi fıkıh kitaplarındaki harflerle işaret­ler:

T=Tahavi, SM= İmam Ebu Yusuf ile İmam Muham-med, H= Hillül Medari gibi.

Bu işaretleri anlamak için fıkıh kitaplarının birinci cildine başvurmak

gerekir fıkıh kitaplarındaki ıstılahlar:

el-imâmân= İmam Ebu Hanife ile İmam Ebu Yusuf, es-sâhibân= İmam Ebxu Yusuf ile İmam Muhammed, el-eimmetuIs-selâse= İmam Ebu Hanife, İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammet gibi.

d)  Fıkıhlardaki ıstılah manalar, mezheplere göre, farklı olduğu   için   okuyucu   manalarını   anlamakta   güçlük çekiyor, okuyucu bu ıstılah manalarını bilmezse fıkıh hükümlerini    anlamakta   hata   eder.   Hanefılere   göre muamelelerde  fasit ile batıl  farklıdır.  Bunu bilmeyen kimse fasidi, batıl gibi kılar. Hanefılere göre, ibadetlerde fasit ile batılın manası birdir. Hanefılere göre, vacip Farz ile sünnetin arasında bulunan bir ibadettir. Diğer mezhep­lere göre, vacip ile farzın manası birdir.

e)  Eski kitapları yayınlayanların çoğu birkaç kitabı bir kitabın içinde yayınlıyorlar. Bu kitaplardan birini veya daha fazlasını çerçeve halindeki çizginin içine koyuyor­lar,  diğer kitapları  da çizginin  dışına koyuyorlar,  ve aralarını çizgilerle ayırıyorlar. Bir sahife de üç veya dört kitabın bulunması okuyucuyu hayrete düşürüyor.

f)  Bazı kitapların müellifleri, bir çok fıkhı görüşleri nakil  ediyor, fakat görüşlerin kime ait olduklarını  ve nereden  aldıklarını  zikretmiyorlar,  bu  yüzden  okuyan kimse o görüşler için asıl kaynaklara yeniden bakmak mecburiyetinde kalıyor. Bu zorluklara şunu da ilave edelim ki, mezheb sahiplerinden bir çokları fıkıh hakkın­da yazmış oldukları eserlerinde kîtap ve sünnetten delillerin zikrine özen göstermemişlerdir. Delil olarak zikir ettikleri hadisin de sıhhat şartları var mı, yok mu? Derecesini tayin etmemişlerdir. Hatta aslı olmayan mevzu hadisleri zikir etmişlerdir.

Bugün araştırma metodu asıl kaynakların ve kuvvetli delillerin zikir edilmesine dayanmaktadır.

Eski fıkıh kitapları hakkında ihtisası olmayan okuyucunun karşılaştığı en önemli zorluklar işte bunlar­dır. [230]

 

Dünya Çapında Bir Ansiklopedi Çıkarmaya İhtiyaç Vardır:

 

1) İlimler çok genişledi, ilimler hakkındaki görüşler ve yönelişler farklı oldu bu yüzden ilimler çeşitli dallara ayrıldı. Bir araştırmacı kendisini, tatmin edecek ve susuzluğunu söndürecek şekilde ilim dallarından bir dalda bir konuyu etraflıca ele alarak inceleyen bir kitap bulamaz.

Bir araştırmacının her hangi bir konuda yazılmış olan bütün eserleri bulması kolay değildir. Çünkü ilmi konular risale, dergi, gazete, kitap, vesika gibi çeşitli yayın organlarında ele alınmaktadır. Araştırmacı bunlardan bazılarını bulsa bile, bazılarını bulamaz. Özellikle bir konunun bir bölümünü öğrenmek istediğinde bu konu hakkmdaki yazılmış olan bütün eserleri bulmuş olsa bile bu   eserlerin  hepsini   okuması   zordur.   Yazılmış   olan kitaplardan bazıları bir ilim dalı hakkında olsa bile konuları çok çeşitlidir. Kitaplardan bazılarının konusu bir olsa bile o konunun bir çok bölümleri vardır. O kitaplarda bablara, fasıllara, meselelere işarat eden çok kısa fihristler vardır. Bundan dolayı zamanımızda araştırmayı kolaylaş­tırmak için her sahada çeşitli üslûblarla detaylı olarak fihrist diye bilinen eserlerin yazılmasına başlanmıştır: Sened ricalinin fihristi, Özel isimlerin fihristi, mekan (yer) isimlerinin fihristi, kitap isimlerinin fihristi, Kur'ân âyetlerinin fihristi, ehadis-i Nebeviyyenin fihristi, babların fihristi, fasılların fihristi, konuların fihristi, kaynak kitapların fihristi. Kitapların değişik olmasıyla değişen fihristlerden bazıları, konularının fihristi gibi, kitapların konuların terbine göre yapılmış, bazıları ise kitaplardaki tertibe bakmaksızın alfabetik tertibe göre yapılmıştır.

Bu sahada kitaplar, dergiler, vesikalar gibi yayın or­ganları çok fazla çıktıktan sonra bilimsel araçlar ilerledi. Araştırmacının bunlara başvurması gerekir. Geleneksel araçlar araştırmacı için yeterli olmadığı gibi ona yardımcı da olamıyor.

İlim, bugün insanın hizmet edeceği yerde alet kullanı­yor, çok kısa zamanda işi bitiriyor. Hem emekten büyük tasarruf sağlıyor, hem de zaman kazandırıyor. İnsanın hizmetinde kullanılan aletlerden biri de, kendisine bilgiler yüklenilen ve "Bilgisayar" diye bilinen alettir Bu bilgisa­yar aleti hukuk ve kanun ilâm merkezinin projesinde kullanılıyor. Kanun adamının hizmetinde olsun diye bu alete bu bilgisayara bütün dünya ülkelerindeki yasamalar, hükümler ve kanuni tüzükler yükleniyor.

İslâm şeriatının muhakkak bu gelişmiş ilim merkezinde kullanılan bilgisayar teknolojisinden istifade etmesi gerekir.

Eski kitaplardaki islâm fıkhının hükümleri, konularına göre tertip edilmemiş, ayrıntılı ve detaylı fihristleri yapılmamış, bir konunun ayrı ayrı yerlerde bulunan meseleleri bir yerde toplanmamış olarak bulunduğu sürece kanun ilâm merkezinin projesiyle uğraşanlar bu projeye programlarının içinde islâm fıkhından hiçbir şekilde istifade edemediklerini ileri sürmeye devam edeceklerdir. Bundan dolayı İslâm fıkıh ansiklopedisinin çıkarılmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu ansiklopedi çeşitli mezheplerdeki İslâm fıkhının ana kaynak kitapla­rındaki hükümleri çıkarılarak, konulan tertibe konularak, fıkralara bölünerek, anlaşılması kolay bir üslûpla Arapça yazıldıktan sonra yabancı dillere , tercüme edilerek hazırlanacaktır. İşte bu şekilde hazırlanan fıkıh ansiklo­pedisi bilgisayara yüklenerek, programlar hazırlandıktan sonra doğuda ve batıda İslâm fıkhının hükümlerini öğrenmeyi arzu edenlerin istifadesine sunulacaktır. İslâm hukukundan istifade edemiyoruz diyenlere bu fıkıh ansiklopedisine baş vurmaları tavsiye edilecektir.

2) Birbiriyle karşılaştırılan kanunların incelenmesine çok önem veriliyor, bunlardan en uygun olanın seçilmesi için hazırlık yapılıyor, dünyadaki bütün devletlerin veya bir çok devletin arasında kanun birliğinin sağlanması için çalışılıyor. (1949) yılında Birleşmiş milletlerin himaye­sinde Unesko'nun kontrolünde kanunları karşılaştırmak için uluslar arası bir komisyon dünyadaki bütün yabancı kanunları incelemeye ve yayınlamaya devam ediyor, bu komisyon (1964) yılından beri karşılaştırılan kanunları uluslar   arası   bir   ansiklopedide   toplamaya   çalışıyor.

Avrupa devletlerinin bir çoğunda da karşılaştırılan kanunlarla ilgili malumat veren dergiler çıkarılmaktadır. Bu komisyonlar, İslâm fıkıh hükümlerinin önemli olduğunu itiraf ediyorlar, fakat o hükümlerden istifade edemediklerine gerekçe olarak eski fıkıh kitaplarının üslûplarının ağır ve hükümlerinin dağınık olmasını gösteriyorlar "İslâm Fıkıh Ansiklopedisi" nin projesi gerçekleşip konuşulan yabancı dillere tercüme edilirse bu problem ortadan kalkmış olur.

Uluslararası konularla ilgili araştırma yapan bu komis­yonlar, zaman zaman genel konferanslara, kanunlarla ilgili bazı problemleri çözmek için islâm devletlerini de davet ediyorlar. Bu konferansta ve uluslar arası kanunla­rın görüşme ortamlarında islâm şeriatının sesinin yüksel­mesine, seri'atin üstünlüklerinin ve meziyetlerinin tanıtılmasına şeriat hakkındaki şüphelerin giderilmesine fırsat verilecek, bu konferansların aracılığı ile islâm fıkhının çok güçlü olduğu, çok faydalı ve çok kıymetli olan kanunları ve görüşleri anlatılacaktır.

İslâm fıkıh ansiklopedisi, fıkhı hükümlerin bilinmesi ve fıkhı hükümlerin bu konferanslara sunulmasını kolaylaştıracaktır. [231]

 

İslâm Fıkıh Ansiklopedisini Hazırlama Projeleri

 

Fıkhı araştırma yolunu kolaylaştıran Fıkıh Ansiklope­disinin çıkarılmasına ihtiyaç duyulunca bir çok projeler ortaya çıktı. Bazıları şunlardır: [232]

 

1) Dımaşk Üniversitesindeki Şeriat Fakülte-Si'nin Projesi:

 

Dımaşk'da şeriat fakültesi kurulunca dekanlığı üstle­nen islâm davetçisi Dr.Mustafa sibâi gerek Dımaşk Üniversitesinde çalışanlardan olsun, gerekse dışarıdan olsun seçilmiş olan âlimlerin yardımı ile bir çok faaliyet­lerde bulundu. Bu çalışmanın ürünü şeriat fakültesinin benimsemiş olduğu İslâm Fıkıh ansiklopedisi projesidir. Bu proje (3.5.1956) tarihinde (1711) sayılı resmi bir kararname ile çıktı. Bu resmi kararnamenin maddeleri, projenin ana hatlarını içine alıyordu.

Birinci madde: Suriye üniversitesindeki şeriat fakültesi islâm Fıkıh Ansiklopedisini "Daire-i Maarif adı altında çıkaracak. Bu ansiklopedide İslâm fıkhının bahisleri, çeşitli mezheplere göre düzenlenecek, fıkhın bahisleri yeni kanunların ansiklopedileri gibi bir tek eserde tertipli olarak toplanacaktır.

Şöyle ki: a) İslâm fıkhının maddeleri yeni ilmi metotla­ra göre hazırlanacak.

b) Her konudaki delillere baş vurmayı ve o delillerden azami derecede istifade etmeyi kolaylaştıracak.

c)  Araştırmacılara fıkhın kaynakları  ve  her bahsin fıkıhtaki yerleri hakkında yol gösterecek.

İkinci madde: Bu İslâm Fıkıh Ansiklopedisi Arapça yazılacak, Şeriat fakültesinin teklifi üzere Suriye üniver­sitesi senatosu, Arapça yazılacak olan İslâm Ansiklopedi­sini ya kendisi başka dillere tercüme edecek ve yahut tayin edeceği şartlara uygun olarak başka dillere tercüme edilmesine müsaade edecektir.

Üçüncü madde: Şeriat fakültesi senatosu, islâm fıkıh ansiklopedisinin komisyonunu seçecek, bu komisyonun sayısı yedi kişiyi geçmiyecek, bu komisyon, çıkan ansiklopediyi ve ansiklopedi ile ilgili alanı kontrol edecekti

İslâm Fıkıh Ansiklopedisi Komisyonu:

Dr. Mustafa sibâi Dr. Ahmet Semman, Üsdad Mustafa Zerka, Dr. Maruf Devâlibi, Dr. Yusuf üşş'dan oluştu.

Bu komisyon, araştırıp inceledikten sonra gördü ki, ilk aşama çalışmak için iki hususun gerçekleştirilmesini gerektiriyor.

a) Araştırılacak olan fıkıh konulan ansiklopedide bir başlık altında bilinen fıkıh bâblarının tertibi gözetilmeksi­zin belirlenecek.

b) İtimat edilen temel fıkıh kitaplarının alfabetik tertibe göre fihristleri yapılacaktır. Ta ki İslâm fıkıh ansiklopedi­sini yazmaya katılanlar zahmet çekmeden istediklerini bulabilsinler. İlk yapılan proje hizmeti, İbn-iHazm'ın "el-Muhallâ" isimli eserinin fihristidir. Bu fihristte bir kelime asıl   ve   ziyade   harfleriyle   ıstılahı   sigası   zikrediliyor kelimenin  kitapta  bulunduğu  yerler  bildiriliyor.   İbn-i Hazm'ın tercih ettiği fıkhı hükmü özetleniyor. Mesela "elif harfinde şu kelimeler bulunuyor: Âli'1-beyt, aniye, eb, İbâha, icâre, içtihat, ücret, icma, ichâd, ahbâs, ihtikâr, ihdâd, ihram, ihsâr. [233]

 

Ansiklopedinin Metodu:

 

Ansiklopedinin metodu birkaç maddede özetlene bilir:

1)  Ansiklopedinin çıkarılmasının amacı: Çeşitli mez­heplere   göre,   islâm   fıkıh   kitaplarında  dağınık   olarak bulunan fıkıh kültürünü kolay ve yönlendirici bir tertip üzere toplamak.  Şöyle ki: Araştırmacı  İstediği  konuyu kolay bulsun kaynaklara ulaşmak isteyene yol göstersin.

2)  Mezhebler: Bu amaca göre, tertib edilecek olan ansiklopedi Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli gibi mezhep­leri içine alacağı gibi Zahiriyye, Zehdiyye, İmamiyye, İbadiyye, gibi, islâm fıkhı hakkındaki bütün mezhepleri ve  görüşleri   içine   alacaktır.   Ansiklopedi   komisyonu, tekrar edilmekten korktuğu için Hanefi mezhebi' islâm ülkelerinde daha fazla yayılmış olması itibariyle onun konularım esas olarak alacak, sonra bu mezheb ile diğer mezhebler  arasındaki   İhtilaf vecihlerini  zikredecektir. Ancak akitlerdeki şartlar gibi konularda diğer mezhebin konusu Hanefi mezhebinden daha geniş ise o mezheb esas olarak alınacaktır. Hanefi mezhebinin sahih şartlar dairesi, Hanbeli mezhebi gibi diğer mezheplerin dairesin­den dardır. Bundan dolayı bu konu Hanbelilerin içtihat esaslarına göre yazılacaktır.

3) Ansiklopedinin metodu ve tertibi:

a)  Komisyon ansiklopedinin tertibini alfabetik tertibe göre yapılmasını tercih etti.

b)  Her  kelimenin  ilk  harfi  zikredilecektir.  Mesela "icâre" kelimesi "elif harfi altında "bey" kelimesi "ba" harfi   altında,   "salaf   kelimesi   "sad"   harfi   altında... zikredilecektir.

c)  Kelimenin ilk harfi dikkate alınarak fıkhi kelime olduğu gibi zikredilecek, kelimenin mücerret olan aslı veya masdan zikredilmeyecektir çünkü ansiklopedi lügat kamusu   olmayıp   fıkıh   ansiklopedisidir.   Buna   göre araştırmacının daha iyi anlaması göz önüne alınarak fıkhi bir kelime olduğu gibi zikredilecek, kelimenin mücerret olan aslı veya masdan zikredilmeyecek, mesela: "müzârea" kelimesi "mim" harfi altında zikredilecek "ze" harfi altında zikredilmeyecektir.

d) Bahsin sonunda konuları arasında benzerlik veya ortaklık veya bağlantı bulunan maddelere bakılması tavsiye edilecektir. Mesela: "Bey" hakkında araştırma yapacak olan bir kimseye "mukayeda" "selem" ve "sarf gibi maddelere de bak diye tavsiye edilecektir.

4) Konuların taksim edilmesi: Konular üç kısma taksim edilecektir:

a) İçinde bir çok konulan bulunanlar: Ahş-veriş gibi

b)  Konulan başlı başına olanlar: Muhayyerlik gibi. Muhayyerlik    konulan    ahş-veriş    konularının    içinde bulundukları halde başlı başına birer konudurlar.

c)  Bakılacak maddeler: Bir çok konu içinde veya bir konu  içinde  bulunan kelimeler ilk harfi  altında  zikr­edilecek, sonra araştırmacıya kolaylık olsun diye kelime­lerin bulunduğu yerler bildirilecektir.

Mesela: "müsemmen" kelimesi "mim" harfinde zikre­dilecek, fakat araştırmacıya "mebi" maddesine bak denilecektir. Ansiklopedi yazanlar, yazdıkları konuları hangi kaynak kitaplardan aldılarsa kitapların basıldıkları yerleri, tarihlerini ve matbaalarım muhakkak zikredecek-1 erdir.

5)   Yazma üslubu: Ansiklopediyi yazanlar, konuları akıcı bir üslûpla yazacaklar, mümkün olduğu kadar fıkıh kitaplarındaki   ibareyi   olduğu  gibi  kullanmaya  gayret gösterecekler, bir fıkıh kitabında manası açık ve kolay

olan bir ibare bulduklarında o ibareyi parantez içinde olduğu gibi nakledecekler ve nakledildiği kaynağı bildirecekler.

6) Ansiklopedinin çalışma aşamaları: Bu büyük ve önemli iş şu aşamalardan geçecektir.

a)  Birinci  aşamada:  Meşhur olan dört mezheb  ile zahiriyye    mezhebinin    kitaplarından    islâm    fıkhının lâfızları toplanacaktır.

b) İkinci aşamada: Birinci aşamada çıkarılmış olan lâfızların  ışığı  altında  araştırma  yapmak  için 'plânlar hazırlanacaktır.

c) Üçüncü aşamada: ansiklopedinin konulan hazırlanan planlara uygun olarak âlimler tarafından yazılacaktır.

d)  Dördüncü aşamada: Yazılmış olan konular komis­yona   gönderilecek,   komisyon   konuları   inceleyecek, tertibe koyacak ve basıma hazırlayacaktır.

Dr.Muhammed Zeki Abdülberr birinci aşamada yapıla­cak işte çalıştı fakat tamamlıyamadi. [234]

 

2) Kahire'de Din İşleri Yüksek Konseyinin Projesi:

 

(1958) senesinde Mısır ile Suriye'nin bileşmesi iki ülkedeki âlimler arasında iletişim sağlanmasına sebep oldu. Bu durumda Dımaşk üniversitesindeki şeriat fakültesinin çıkarmaya başlamış olduğu, fıkıh ansiklope­disinin çalışma projesinde iş birliği yapmalarını gerektir­di.

Birleşik Arap cumhuriyeti (1959) senesinde (1536) sayılı cumhur başkanlığı kararı ile ansiklopedinin çıkarılması karan yenilendi. Bu yeni resmi kararla ansiklopediyi çıkaranlar arasına yeni âlimler katıldı.

(1960) senesinde Dımaşk'da ansiklopediyi çıkaran âlimler ile Mısır evkaf bakanı arasında bir çok görüşmeler oldu. Bunun neticesi olarak Evkaf bakanı, Din işleri yüksek konseyini oluşturdu. Bu konseyin komisyonları arasında islâm fıkıh komisyonu da bulunuyordu. (1961) senesinin Ocak ayında Evkaf bakanlığının çıkardığı bir kararla Suriye'li ve Misır'lı âlimlerden bu komisyon kuruldu.

Liderlerin kutsallaştırdığı ve işlerin ehil olmayanlara verildiği sırada bakanlığın kararı çıktı. Bu yüzden komisyon hazırladıkları ansiklopediye "İslâm fıkhında Cemal Abdünnasır ansiklopedisi" ismini verdiler. Bu komisyon ansiklopediyi hazırlarken şu hususlara dikkat edeceklerdi:

a) Ansiklopedinin maddeleri, kelimenin aslına bakıl­maksızın, kelimenin söylenildiği gibi ilk harfi dikkate alınarak alfabetik harf sırasına göre tertip edilecektir.

b) Fıkıh bablarının isimleri, alfabetik tertibe göre te­rimleri   başlı   başına   maddeler   halinde   yazılacaktır. Bunlardan başkalarına gelince, kendi durumlarına göre, kontrol edecek komisyonun, almış olduğu karara, sonra genel komisyonun kararına uyulacaktır.

c)  Ansiklopedi  sekiz fıkıh mezhebinin hükümlerini içine alacaktır: Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli, Zahiriyye, Şii   İmamiyye, Zeydiyye İbadiyye.Bumezheblerin itibardan düşmüş olan sözleri değil, muteber olan sözleri toplanacaktır.

d)  Şia'dan Zeydiyye gibi mutedil olanların fıkha bakış açıları   ortaya   çıkacak   şekilde   hükümlerinin   delilleri maddeler halinde zikredilecektir.

e) Ansiklopedi, usul-i fıkıh meselelerini ve fıkıh kaide­lerini içine alacaktır. Çünkü usul-i fıkıh meseleleri, fıkhı hükümlere bağlıdır.

f)  Ansiklopedinin   vazifesi, şeriatların  ve  fıkıh mezheblerinin arasını karşılaştıracak, sözlerden bazılarını diğer bazılarına tercih edecek, araştırmaları ve görüşleri yayacak değildir.

Ansiklopedinin vazifesi hicretin (13).üncü asrının sonuna kadar İnsanlar tarafından kabul edilmiş olan fıkıh kaynaklarından bizim halimize uygun kolay bîr ibare ile dikkat ve özen göstererek fıkıh hükümlerini -şimdi amel edilenlerle amel edilmeyenlerin arasım ayırmaksızm-toplayacak tertibe koyacak sonra onları nakledecektir.

Ansiklopedinin asıl vazifesinden olmayanlara gelince, onlarda ayrıca bir ek bölüm olarak yazılacaktır.

(1961) senesinde Suriye, Mısır'dan ayrıldı. Bu ayrılış ansiklopedi komisyonuna tesir etti. Çünkü ansiklopedinin Suriye'li azalan ile Mısır'lı azalarının bir araya gelmeleri güçleşti. Bundan dolayı (1962) senesinde komisyon yeniden kuruldu. (1964) senesinin sonunda bu komisyo­nun yapısı tekrar yenilendi. Fıkıh ansiklopedisi (1973) senesine kadar (8) cilt çıktı. [235]

 

3)-Kahire'de "İslâmi Araştırma Cemiyeti"Projesi:

 

Kahire'de İslâmi Araştırma Cemiyeti, islâm fıkhını yazma işini üstlendi. Fakat ansiklopedi yazılırken "Dairetü'l-MaâriP in yazıldığı şekilde fıkıh terimlerine ve tertibine riayet edilmeyecek, bilakis her fıkıh babında ehli sünnetin dört mezhebi ile zeydiyye, caferiyye, ibadiyye ve zahiriyye mezheplerinin hükümleri toplana­caktır.

islâm fıkhını yazacak olan komisyon, kadılardan, el-Ezher hocalarından oluştu. Bu komisyon kaynak fıkıh kitaplarından delilleri toplamaya ve yazmaya nikâh bahsinden başladılar. (1500) sahife kadar yazdılar, fakat nikahın rükûnlarını ve şartlarını geçemediler.

İslâm araştırma cemiyetinin idare meclisi, yapılan masrafın çıkan eserden daha çok olduğunu görünce fıkıh ansiklopedisinin terimi erindeki tertipte alfabetik tertibe uyularak yazılmasına karar verdi. Buna göre, kelimenin aslı ve ziyade harflerini dikkate almaksızın başında "elif harfi bulunan kelimeler yazılacak, sonra başında "be" harfi bulunan kelimeler yazılacak, sonra "te" harfi bulunan kelimeler yazılacak, böylece kelimeler başında bulunan harflerin alfabetik sırasına göre yazılacaktır.

Ansiklopedide, fıkıh hakkındaki İslâm kültürü topla­nırken sekiz fıkıh mezhebine uygun olarak toplanmasına dikkat edilecek, muteber olan kitaplarda yazılı olarak bize kadar ulaşan bazı sahabe ve tabiinin görüşleri zikredile­cek, her konunun sonunda alındığı kaynaklar yazılacaktır.

Sekiz mezhep incelenirken önce mezhep sahiplerinin birleşmiş oldukları meseleler yazılacak, mezheplerin kitaplarındaki ibareler tekrar edilmeyecek, ihtilaflı olan yerlerde çoğunluğun üzerinde birleşmiş oldukları görüşler yazılacak. Bundan sonra çoğunluğun görüşlerine muhale­fet edenlerin görüşleri ve muhalefet etmelerinin sebebleri yazılacaktır. Komisyon, fıkıh servetinden bir bölüm sayılan usûl-i fıkhı da ansiklopedinin içine alacak ve usûl-i fıkhın her konusu özel başlıkları altında yazılacaktır.

Üstat Muhammed Ebu Zehra'nın başkanlığındaki komisyon, ansiklopedinin hem halkın anlayacağı, hem de aydınların hoşuna gideceği kolay, akıcı, açık bir üslupla ve her kesin zahmet çekmeden istediğini bulabileceği bir şekilde hazırlanmasını tavsiye etti. (1965) yılının sonunda ansiklopedinin tamamlanan birinci cildi şu konuları içine alıyordu:

Elif ve Lam-ı tarifle başlayan kelimeler:

1) el-mukaddime

2) el

3) eb

4) ibâha

5) ibâk

6) ebed

7) ibil

8) ibn

9) itlaf

birinci cilt (544) sahife tutmuştur. [236]

 

4) Kuveyt'de Din İşleri Ve Evkaf Bakanlığı Projesi:

 

Kuveyt'de Din işleri evkaf bakanlığı, İslâm kültürünü yaşatmak faaliyetinde bulunmaktadır.

Evkaf bakanlığı projeleri başında İslâm fıkıh ansiklo­pedisi projesi gelmektedir.

Evkaf bakanlığı (1966-1967) senesinde fıkıh ansiklo­pedisinin ilk aşaması için bütçeden (20) bin Kuveyt dinarı ayırmıştır.

Evkaf bakanlığı bu ansiklopediyi yazacak âlimleri bulmayı bu sahada uzman olan ve Dımaşk Üniversitesin­deki Şeriat fakültesinin projesini hazırlayanlar arasında bulunana üstâd Mustafa Zerka'dan istedi. Mustafa Zerka da birkaç islâm fıkıh âliminden Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli, Zahiriyye, Zeydiyye, Şii İmamiyye, ibadiyye gibi sekiz mezhebi içine alacak şekilde fıkıh konularından bir kısmını yazmalarını istedi. Alimler de ansiklopediyi yazmaya devam ettiler. Ansiklopedinin konularından:

1) İçilen şeyler

2) Yenilen şeyler

3) Havale

olmak üzere üç konusu nümûne olarak basıp, yayınla­dılar. Bu basılan fasiküllerden her birisinin kapaklarına "Numunedir" diye yazılmıştır.

Bu basılmış olan konuların başlıkları arasında alfabetik tertip gözetilmeksizin seri halinde bölüm bölüm yayın­landı. Bu numunelerin yayınlanmasının amacı, ansiklo­pedi   hakkında   ihtisas   sahibi   âlimlerin   düşüncelerini

almak, ansiklopedinin yazılması tamamlandıktan sonra, alfabetik tertibe göre, son basıma hazırlanırken o âlimle­rin düşüncelerinden faydalanmaktır.

Mali imkana sahib olan Kuveyt hükümetinin "İslâm Fıkıh ansiklopedisi" nin çıkmasını üstlenmesi insanları sevindirdi. Kuveyt"in bu girişimini projenin düşünce planından gerçek hayata çıkacağının bir bildirisi saydılar. Fakat yukarıda geçen üç konu numune olarak çıktıktan sonra proje (1972) senesinde bir müddet durakladı, sonra numune olarak: Neseb, Miras, Kısas ve Tazir konuları çıktı.

Kuveyt'de ansiklopedinin basılmasına bir süre ara verildikten sonra Din işleri Evkaf bakanlığı alfabetik tertibe göre, yeniden çıkarmaya başladı. Ansiklopedinin birinci cildi hicri (1400) milâdi (1980) yılında basıldı. Evkaf bakanlığı ansiklopedinin birinci cildinin önsözünde şu bilgiyi vermiştir. Bu ansiklopedi de hicri (13) üncü asrın sonuna kadar olan islâm fıkıh kültürü çağdaş bir metotla yazılacaktır.

Allah Tealâ'dan muvaffakiyet ve başarılar dileriz.

Dr. Cemâlûddin Atiyye, ansiklopedi projesi için şu öneriyi sundu: İslâm şeriatını araştırmak için, yazma kitapları, fıkhın büyük ana kaynak kitaplarını, ahkam âyetleri ansiklopedisini, ahkam hadisleri ansiklopedisini, İslâm teşri ansiklopedisini, İslâmi kaza ahkâm ansiklope­disini, İslâm fıkıh ansiklopedisi İslâm fıkıh müdevvenesini içine alacak şekilde bir akademi kurulmalı ve bunlar yapılmalıdır.

Dr.Cemaledin Atiyye: "ictihad konusuna girmeden önce bunların yapılması zaruridir. Çünkü bunlar içtihadın malzemeleri ve ön bilgileridir. Bunlar yapıldıktan sonra modern bilimsel cemiyetleri gibi fikirlerinden istifade etmek için islâm ülkelerindeki mütehassıs âlimleri içine alacak şekilde İslâm fıkıh cemiyetinin kurulması mümkün olur" demiştir. [237]

 

Bir Gurup Tarafından İctihad Kapılarının Açılması:

 

Zaman zaman çıkan ve zaman zaman duraklayan İslâm fıkıh ansiklopedileri yolunda harcanan gayretlerin çok önemli bir işin yardımcı delilleri olduğunu bilmemiz gerekir.O çok önemli iş ise ictihad işidir.

İslâm şeriat, esasları ve kaideleriyle büyümeye ve gelişmeye elverişli özelliklere sahib olan bir şeri'attir. Önceki âlimlerimiz, bu şeri'atm verimli olduğunu, her asrın ihtiyacına cevap verdiğini, verdiği cevapla dini koruduğunu ve müslümanların kalkınmasına yardımcı olduğunu isbat etmişlerdir. Hayat geçtikçe zaman zaman çeşitli meseleler meydana çıkıyor, Buna göre islâm fıkıh âlimleri İnsanların dinden sapmamaları için yeni mesele­lerin hükümlerini çıkarmaya devam etmeleri gerekir. Dinlerin yaşaması, gelişmesi, faaliyetini sürdürmesi, genç olarak kalabilmesi ancak zaman zaman yetişen mütehas­sıs din âlimlerinin aracılığı ile mümkün olur.

İslâm âlemi bu gün, gecen asırlarda bilinmeyen yeni problemlerle karşılaşmaktadır. İslâm âlimlerinin karşılaş­tıkları bu yeni problemleri çözebilmeleri için araştırmaları ictihadda bulunmaları ve çok çalışarak kendilerini yenilemeleri gerekir. Bu yeni meseleler hakkında zaman zaman ferdi çalışmalar yapılmaktadır. Fakat bu yenilik özeliği taşıyan bu meseleler ferdi çalışmalarla çözülemez. Okuyucu bu yeni meseleler hakkında yazılan eserleri yüzeysel buluyor yeni meselelerin önünde İslâmı yeni meselelere göre uyarlıyor. Doğru olsun, yanlış olsun, yeni medeniyetin konularına islâm uygun olsun diye islâmın delillerini ve kaidelerini ihtimali olmayan manalara göre yorumluyor. Bu şekilde bu meseleler çözülemez. Bu yeni meselelerin çözülmesi ancak bu meselelerin derinlemesi­ne araştırılıp, incelenmesi, hükümlerin derinliğine ölçülmesi ayrıntılarının asıllarına uygun olarak izah edilmesi islâmi fıkıh terazisiyle tartılarak ele alınması, fıkhın ve hayatın gelişmesi ile gelişmiş olan yeni bir üslûbla yazılmasıyla mümkün olur.

Mutlak içtihat veya mezheplerde içtihat neredeyse imkansızdır. Bu gün ictihad ancak bir gurup tarafından yapılabilir. Bu da İslâm ülkelerinin en meşhur fıkıh âlimlerini, iktisat, sosyoloji, hukuk ve tıb gibi sahalarda ihtisas sahibi olan uzmanları içine alacak şekilde bir cemiyet kurulduğu takdirde fıkhi araştırmalar ilmi bir deneyime dayanarak yapılır.

TevfıkAIlâh'dandır.

Ivlennâ Halil el-Kattan

Tercümenin bitiş tarihi:25/6/2001

İstanbul

Tercüme eden: Zeynelabidin Tathlıoğlu [238]

 

 



[1] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 2-3.

[2] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 4-6.

[3] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 6-8.

[4] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 8-10.

[5] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 10-11.

[6] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 11-13.

[7] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 13-20.

[8] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 21-26.

[9] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 26-28.

[10] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 30-37.

[11] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 37-48.

[12] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 49-58.

[13] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 58-61.

[14] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 61-70.

[15] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 70-76.

[16] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 76-78.

[17] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 78-85.

[18] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 85-89.

[19] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 90-92.

[20] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 92.

[21] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 93-95.

[22] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 95-97.

[23] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 97-100.

[24] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 101.

[25] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 101-103.

[26] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 103-105.

[27] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık:

[28] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 105-113.

[29] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 113-114.

[30] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 114-119.

[31] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 119-121.

[32] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 112-126.

[33] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 126-128.

[34] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 128-132.

[35] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 132-134.

[36] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 134-140.

[37] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 140-144.

[38] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 144-147.

[39] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 147-151.

[40] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 151-152.

[41] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 152-158.

[42] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 158-162.

[43] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 162-163.

[44] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 163.

[45] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 163-164.

[46] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 164-165.

[47] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 165-166.

[48] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 166-167.

[49] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 167-168.

[50] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 168-173.

[51] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 175-177.

[52] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 177-186.

[53] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 186-189.

[54] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 189.

[55] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 189-195.

[56] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 195-197.

[57] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 197-198.

[58] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 198-206.

[59] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 206-214.

[60] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 214-217.

[61] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 217-219.

[62] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 219-221.

[63] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 221-224.

[64] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 224-225.

[65] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 225-226.

[66] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 226-227.

[67] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 228-230.

[68] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 231.

[69] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 231-232.

[70] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 232-233.

[71] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 233-235.

[72] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 235-239.

[73] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 239-253.

[74] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 253-256.

[75] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 256-259.

[76] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 259-267.

[77] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 267-273.

[78] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 273-275.

[79] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 275-280.

[80] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 280-285.

[81] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 285-289.

[82] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 289-291.

[83] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 291-293.

[84] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 293-295.

[85] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 294-295.

[86] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 297.

[87] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 297-305.

[88] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 305-309.

[89] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 310.

[90] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 310.

[91] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 311-313.

[92] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 313.

[93] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 313-314.

[94] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 314-315.

[95] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 315.

[96] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 315-316.

[97] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 316-319.

[98] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 319-322.

[99] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 322-323.

[100] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 324.

[101] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 324-329.

[102] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 329-331.

[103] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 331-332.

[104] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 332.

[105] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 332-333.

[106] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 333.

[107] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 333.

[108] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 334.

[109] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 334.

[110] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 334-338.

[111] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 338.

[112] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 338-340.

[113] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 340-341.

[114] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 342.

[115] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 342-344.

[116] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 344.

[117] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 345-346.

[118] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 346-347.

[119] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 347.

[120] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 347-349.

[121] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 350-354.

[122] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 354-355.

[123] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 355-357.

[124] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 357-358.

[125] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 358-359.

[126] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 359-360.

[127] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 360-361.

[128] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 361.

[129] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 362-365.

[130] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 367.

[131] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 367-370.

[132] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 371-376.

[133] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 376-379.

[134] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 379-380.

[135] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 380-382.

[136] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 382-383.

[137] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 383.

[138] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 384.

[139] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 384-386.

[140] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 386-387.

[141] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 387-388.

[142] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 388-390.

[143] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 390-391.

[144] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 391.

[145] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 392.

[146] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 392-394.

[147] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 395.

[148] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 396-397.

[149] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 397-399.

[150] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 400-401.

[151] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 402.

[152] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 403-404.

[153] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 404-406.

[154] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 406-407.

[155] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 408-409.

[156] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 409.

[157] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 410.

[158] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 410-412.

[159] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 412-419.

[160] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 419-424.

[161] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 424-427.

[162] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 427-430.

[163] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 430-434.

[164] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 434-435.

[165] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 435-437.

[166] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 437-439.

[167] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 439-442.

[168] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 442-443.

[169] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 444.

[170] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 444.

[171] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 445.

[172] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 445.

[173] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 446-447.

[174] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 447-450.

[175] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 450-451.

[176] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 451-452.

[177] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 452-453.

[178] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 453.

[179] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 453.

[180] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 453-454.

[181] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 454.

[182] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 454-455.

[183] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 455.

[184] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 455-456.

[185] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 456.

[186] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 456-457.

[187] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 457-458.

[188] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 459-463.

[189] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 463-465.

[190] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 465-466.

[191] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 466.

[192] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 466-467.

[193] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 467-468.

[194] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 468-470.

[195] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 470.

[196] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 470-471.

[197] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 471-472.

[198] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 472-473.

[199] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 473-475.

[200] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 475-478.

[201] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 479.

[202] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 479-484.

[203] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 484-487.

[204] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 487-488.

[205] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 488-489.

[206] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 489-490.

[207] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 491-493.

[208] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 493-496.

[209] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 496-501.

[210] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 502-504.

[211] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 504.

[212] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 505-507.

[213] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 508-511.

[214] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 511-512.

[215] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 512-515.

[216] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 515-516.

[217] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 516-518.

[218] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 518-520.

[219] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 522-524.

[220] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 524-525.

[221] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 526-529.

[222] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 529.

[223] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 529-530.

[224] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 530.

[225] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 530-531.

[226] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 531-532.

[227] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 532.

[228] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 532-533.

[229] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 534.

[230] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 534-538.

[231] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 538-541.

[232] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 541.

[233] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 542-543.

[234] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 543-546.

[235] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 546-548.

[236] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 549-550.

[237] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 551-553.

[238] Mennâ' Halil el-Kattan, İslam’da Teşrii ve Fıkıh Tarihi ve Metodu, Hanifiyye Kitapçılık: 553-554.